OKULUN SORUMLULUK ÜSTLENMEDİĞİ SORUNLAR Mehmet
Transkript
OKULUN SORUMLULUK ÜSTLENMEDİĞİ SORUNLAR Mehmet
OKULUN SORUMLULUK ÜSTLENMEDİĞİ SORUNLAR Mehmet Yapıcı myapici@aku.edu.tr GİRİŞ Yaşam bir çoğumuza kısacık ve bir çırpıda geçiyormuş gibi gelse de aslında öyle değildir. Yaşam uzun ve sorunludur. Doğduğumuz andan itibaren uyum sağlamamız gereken, bir doğal ortam ve sosyal ortam vardır. Doğal ortam fizik çevremizdir. Sosyal çevremiz ise içine doğduğumuz aileden başlayarak bütün bir kültür ve onun türevleridir. Aile; bir yandan aitlik kazanıp kültürlendiğimiz, bir yandan da sorunlarla ilk yüzleşmeye başladığımız kurum olarak, sosyal kişiliğin oluşmasında temel belirleyicilerin başında gelmektedir (Ergün, 1987; Krishnamurti, 1994). Buradaki sorun çözme stratejileri ve uygulamaları, birey olarak gelecekteki sorun çözme strateji ve uygulamalarımızın temel belirleyicisi olarak görülebilir. Demokratik bir aile atmosferi demokratik bir kişiliğin temellerini oluştururken; buyurgan bir aile atmosferi ise buyurgan, tartışmaya kapalı, uzlaşma kültüründen uzak kişiliklerin oluşmasına neden olabilir. Sosyal bir kurum olarak okul, bireyin aileden sonra kişilik gelişimini sürdürdüğü bir yapı olarak son derece stratejik ve önemlidir. Bu nedenle de okulun asıl işlevleri arasında bireyin sosyalleştirilmesi ve kültürlenmesi gelmektedir (Ergün, 1987). Ama çoğunlukla okulun bilgi aktarma, belletme işlevine daha çok ağırlık verildiği görülmektedir (Kaya, 1984; Titiz, 1996). Okulun işleyişine ve bireyin okulda geçirdiği zaman diliminde yaptıklarına bakıldığında, bu açık olarak görülmektedir. Oysa, bireyin yaşamın içinde karşılaştığı sorunlar, bilgi elde edilip uzmanlaşılmasından çok daha önemlidir. Akademik başarısı yüksek insanların, okul sonrası sosyal yaşam başarısızlıkları bu görüşü desteklemektedir (Yapıcı, 2004). Bu nedenle, okul sosyal yaşamın güncel ve reel sorunlarına da eğilerek, programlarında yer vermek zorundadır. Ama özellikle 20. yüzyıl okul kuruluş sistemlerine bakıldığında, okulun siyasal sisteme uygun bireyler yetiştirmeyi öncelikli hedefi olarak gördüğü ileri sürülebilir (Krishnamurti, 1988; Kaplan, 1999). Çağdaş okul kuruluş sistemlerinin insanla ilgili her türlü sorunun çözümünde yol gösterici olması gerektiğini kabullenmek bir yana, bununla ilgili somut adımların atılması gerektiği, “gerçekçi ve insancıl” bir olgu olarak düşünülmelidir. Yapıcı’ya (2006a) göre; okul kurumunun hedef sırlamasında öncelik, kendini gerçekleştirme başarısına, sosyal başarıya ve son olarak da akademik başarıya verilmelidir. Kendini gerçekleştirme başarısı ve sosyal başarı, okullu insanın okul sonrası yaşamında karşılaşabileceği sorunlarla baş etmede, ona rehberlik edecek yaşantı ve tutumlar olarak düşünülebilir. Bu çalışmada, okulun sorumluluk üstlen(e)mediği sorunlar ele alınarak, analiz edilmektedir. Çalışma, araştırmacının öğrencilik ve öğretmenlik özgeçmişine, literatür taramasına, toplumsal gözlemlere, entelektüel okumalara dayanmaktadır. Okulun bireyi yaşama hazırlama işlevi, her türlü sorunun çözüm ve analizinde ona rol ve sorumluluk yüklemektedir. Bu yapılmadığında bireyin okul sonrası yaşantılarında mutluluğa ulaşamadığı, kendini gerçekleştiremediği görülmektedir. Okulun sorumluluk üstlenmediği sorunlar şu başlıklar altında ele alınmaktadır: Aile içinde, anne-baba ve kardeşlerle yaşanan sorunlar veya bunlardan birinin ya da bir kaçının yoksunluğundan kaynaklanan sorunlar, sosyo-ekonomik sorunlar, mezuniyet sonrası sorunlar, sosyal çevre ile yaşanan sorunlar, cinsel sorunlar ve kız-erkek arkadaşlığı, geleceği planlamada karşılaşılan sorunlar, evlenme sürecinde yaşanan sorunlar, anne-baba olmada yaşanan sorunlar, çocuk yetiştirmede yaşanan sorunlar, mesleki sorunlar, toplumun bir üyesi olmaktan kaynaklanan sorunlar, farklı düşünmekten, yaşamaktan kaynaklanan sorunlar, yaşlanmaktan kaynaklanan sorunlar, etik değerlerdeki çatışmalardan kaynaklanan sorunlar, bağnazlık sorunu, şiddet karşısında okulun duyarsızlığı sorunu. Bu çalışmada, kendini gerçekleştirme ve sosyal başarının elde edilebilmesi için okulun sorumluluk üstelenmediği sorunlar ele alınarak analiz edilmektedir. Böylece, okulun yapmadıkları üzerinden yapılması lazım gelenler betimlenmeye çalışılmaktadır. SORUNLAR VE ANALİZ 1. Aile içinde, anne-baba ve kardeşlerle yaşanan sorunlar veya bunlardan birinin ya da bir kaçının yoksunluğundan kaynaklanan sorunlar: Aile içi şiddet, ensest ilişki, cinsel taciz, dinlememe/dinlenmeme ve değer vermeme gibi yaşamsal öneme sahip ama üzerinde konuşulmayan bir dizi sorun; insan yaşamını zorlaştırmaktadır. Okul ise, bunlar üzerinde herhangi bir şekilde çözüm üretecek, aktivite ve etkinlikleri programına almamakta ısrarlı görünmektedir. Oysa, bütün bu sorunların çözümü; mutlu ve başarılı insan olmanın da ön şartlarından biridir. Bugün çoğu ülkede, özel ve kamusal alanda bu tür sorunların çözümünü sağlayacak paralı seminerler, kurslar ya da hizmet içi eğitim etkinlikleri düzenlenmektedir. Okul, bu sorunları çözecek aktivite ve etkinlikleri programına almış olsaydı; belki de toplum, biraz daha sağlıklı ve barışcıl bir görünüme kavuşabilirdi. Bu tip ortamlarda yetişen bir çok çocuk; farkında olmadan anne ve babasına duygusal yakınlık hissetmeden hatta nefret ederek büyümektedir. Kendi başarısızlıklarını çocuğunda görmek istemeyen, ulaşamadığı hayal ve beklentilerini çocuğuna yükleyen bir çok anne-baba, istemeden de olsa, çocuk üzerinde bir baskı ve özgürsüzlükler ortamı yaratmaktadır. Bilinçli olarak sorgulanmayan ve okul tarafından analiz edilmeyen bu süreç; bireyin yetişkinliğe ve topluma; aile değerlerini kaybetmiş bir insan olarak katılmasına neden olmaktadır. Bütün bu süreç, okulun gözü önünde yaşanmakta ve okul bilgi aktarmak hedefine odaklandığı için, olan bitene seyirci kalabilmektedir. Okulda bu sorunun çözümüne yönelik doğrudan derslerin yaşa uygun olarak dizayn edilmesi hem anne-babalar üzerinde hem de çocuklar üzerinde geleceğe yönelik olumlu tutumlar sağlayabileceği gibi; geleceğin anne-babalarının olumlu temeller üzerinde yetiştirilmesini de sağlayabilir. Bu düzenleme, anadil, matematik, ve fen öğretimi kadar önemli etkinlikler olarak düşünülmelidir. Anne-baba ilişkisi, anne-çocuk ilişkisi, baba-çocuk ilişkisi ve çocuk-çocuk ilişkisi biçiminde kurgulanacak olan dersler veya ders konuları, seminerler, konferans ve panellerle sorunların çözümüne katkı yapmak, okul için kaçınılmaması gereken bir sorumluluk olarak ele alınmalıdır. Her öğretmenin, anne-babalık konusunda bilişsel ve duyuşsal açıdan yeterli donanıma sahip olması, buna yönelik duyarlılık eğitiminden geçirilmesi gerekir. 2. Sosyo-ekonomik sorunlar: Okula giden bir çok insan; ekonomik yokluk yaşamaktadır. Okula o kadar büyük bir umutla gelir ki; okulu sınıf atlamak için bir araç gibi görür. Aileler de, çocuklarının gelecekte ekonomik doyum sağlayan bir meslek edinebilmesi için, varını yoğunu harcamaya hazırdır. Bu yönüyle, okul sınıf/tabakalar arası geçişi sağlayan bir köprü görevi görüyor gibi görünse de, aslında işin aslı öyle değildir. Okul kurumunda kişilik açısından olgunlaşma olanağı bulamayan okullu, elde ettiği meslekle birlikte sınıf değiştirse bile, geçmişin kültürel mirasını korumaya devam eder. Okul; ekonomik olarak yaptığı sınıflar arası geçişi, alt kültürler arası geçişte görmezden geldiği için, birey; yetişkin olarak, aitlik duygusu hissedeceği bir yer bulmakta güçlük çeker. Bu yüzden, ekonomik yoksunluktan, okul kurumu sayesinde kurtulan bir çok insan, ekonomik olarak rahat edeceği bir meslek elde edebilmesine rağmen, kültürel kimliğini sağlıklı olarak oluşturamadığı için, nedenini bile bilmeden yaşamının sonuna kadar mutsuz yaşamaya mahkum olur. Örneğin köyden çıkan bir hekim, güncel yaşantı açısından üst statüde bir yaşam sürdürürken; kültürel olarak içine doğduğu kültürel dokudan çıkamadığı için kendisini hiçbir yere ait hissetmeyebilir. Bu sosyal doku uyuşmazlığı, onu sosyal açıdan kimliksiz ve aidiyetsiz hissettirerek mutsuz edebilir. Okul, ekonomik yokluktan gelen bireylerle, zenginlikten gelen bireylerin ortak bir kültürel kimlik içinde bütünleşmesini sağlamaya çalışarak, aslında varolan sosyo-kültürel ayrımları istemeden de olsa desteklemiş ve derinleştirmiş olur. Çünkü, okulun ortak bir kültürel kimlik oluşturacak yeterince güçlü araçları yoktur. Ne programı ne de bünyesinde çalıştırdığı elemanları bunu destekleyecek niteliklere sahip değildir. Öyle ise, okulun yapması gereken şey, ortak bir sosyo-ekonomik ve kültürel düzey oluşturmak yerine, mevcut farklılıkların nedenlerini sorgulayarak ve analiz ederek, kabullenmeyi sağlamak olmalıdır. Sosyal kabullenme ve eşitsizliklerin altında bireylerin ezilmemesi için konulduğu ileri sürülen ve hala uygulanan tek tip giysi (siyah, mavi, kırmızı önlük ya da formalar); görüntü eşitliği yakalamak dışında herhangi bir işleve sahip görünmemektedir. Oysa, insanların birbirlerini, farklılıkları ile (somut veya soyut) algılamaları, tanımaları, tartışmaları sosyal kabul edilebilirlik açısından daha yararlı ve etkili bir yöntem olarak düşünülebilir. Çünkü, her insanın temel gereksinimlerinden biri de onaylanmak ve kabul görmektir (Erden & Akman, 1985). 3. Mezuniyet sonrası sorunlar: Okul yetiştirdiği insanlarda, kendi hedefleri ile o kadar meşguldür ki (İllich, 1985), mezunlarının iş olanakları ile ilgili sorunları üzerine hiç kaygı duymamaktadır. Oysa istihdam olanakları yetersiz alanlarda yetişen bir çok insan, iş bulamamanın yarattığı sıkıntı ile kendini, değersiz ve kandırılmış hissetmektedir. İş olanağı bulamamış insanlara, işsizlik yardımı (eğer yapılıyorsa) yapılması her ne kadar sağlıklı bir çözüm gibi görünse de; eğitimli insanların kendisini değersiz ve yararsız hissetmesini belgeleyen bir olgu olmanın ötesinde bir şey ifade etmemektedir. Oysa okul kurumu, programında birbirinden farklı beceriler bulundurarak, bireylere yeterlilik duygusunu kazandırabilseydi; insanlar yeni iş olanakları yaratmada daha girişimci davranabilirlerdi. Düşünsenize, yıllarca doktor olmak üzere yönlendirilmiş ve yetişmiş bir insana, siz hiç empati kurmadan şunu söyleyebiliyorsunuz: kusura bakmayın, artık doktor ihtiyacımız kalmadı. Okul kurumunun mezunlarının istihdam edilip edilmedikleri ile ilgili kurumsal bir düzeneği olmaması, “diplomanı aldıktan sonra umurumda değilsin” demektir. Oysa, okul kurumunun mezuniyet sonrası da onların sorunlarına yönelik kaygılar taşıması gerekir. Çünkü; insan, bunu hak eden değerli bir varlıktır. 4. Sosyal çevre ile yaşanan sorunlar: İçinde yaşadığımız kültürün ve sosyal dokunun bir parçasıyız. Bu nedenle yaşamdaki başarı, içinde yaşadığımız kültürel dokuyu tanıma düzeyimizle paralel olarak artar. Okul, içinde yaşanılan kültür ve sosyal dokunun bir parçası ama kölesi olmamalıdır. Okul, kültürü ve dokuyu tanımalı, olumlularını desteklemeli, olumsuz yönlerini eleştirebilmelidir. Ancak bu şekilde evrensel bir kültür (alt kültürleri yok etmeden) yaratılabilir. Çünkü; çok kültürlülük insanın zenginliğidir. Tek kültüre doğru gidiş ise bilişsel ve duyuşsal fakirliktir. Küreselleşme olgusu, tek ve egemen bir üst kültür oluşturma çabası, diğer bir deyişle; az çeşitli bir salata yapma kaygısı değil midir? Herkes sofrasında bin bir çeşit, birbirini koku, tat, renk, uyum açısından destekleyen bir salata görmek ister ve bu salata herkesin yemekten zevk almasını sağlar. Ama gelişmiş bazı uluslar, çok kültürlü, bir uluslararası salata yapmak için çaba harcamaktansa, adına küreselleşme dedikleri tek yönlü beslenmeyi sağlayacak bir salata yapmayı marifet sayabilmektedirler. Küreselleşme, zengin ve birbiri ile uyumlu bir salata olarak da kurgulanmaz mı? Küreselleşme; tek tipleşme süreci nedeniyle (Kongar, 2001) aynı kültürel ortamda, birbirini reddeden mikro alt kültürler oluşturmaktadır. Bu kültürel kirlilik, insanların birbirlerine ve geçmişe yabancılaşmasına yol açmaktadır. Okul, kültürel kirliliğe ve yarattığı toplumsal sorunlara karşı daha duyarlı olmak görev ve sorumluluğuna sahiptir. Bu onun kamusal sorumluluğudur. Bu işin makro boyutudur. Bir de işin mikro boyutu vardır. Okullu insan; bir sosyo-kültürel çevrede yaşamaktadır. Okul kurumu bu sosyo-kültürel çevreden soyutlanamaz. Onu yansıtır. Okulun bulunduğu sosyal çevrede yaşanan sorunlar, (kamusal hizmetlerin yetersizliği, alt yapı problemleri, yerleşim yerinin nitelikleri, ekonomik düzey) okulun verimliliğini ve bireyler üzerindeki etkililiğini belirleyen temel bir faktördür. Eğer okul, içinde yaşanılan sosyo-kültürel çevreden yalıtılmış ve ayakları yere basmayan bir görünüm içindeyse, okula karşı olumlu tutum geliştirilmesi de düşünülemez. Bu nedenle, okul yönetimleri, sosyo-kültürel çevre sorunlarına karşı duyarlı olmalı ve duyarlılığını programlarında ve aktivitlerinde göstermelidir. 5. Cinsel sorunlar ve kız-erkek arkadaşlığı: Freud’un deyişi ile insan cinsel bir varlıktır (Woolfolk, 1993). Bu olgu, insanı betimlemede kullanılabilecek tek araç olmasa da, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir fenomendir. Bütün davranış kalıplarımızı belirleyen faktörlerin çoğu cinsel bir varlık olarak kendimizi ve diğerlerini algılama düzeyimizle bağlantılıdır. Aile ve okulda, cinsel kimliğimizi sağlıklı kazanabileceğimiz sosyal ve kültürel aktivite ve etkinlikleri düzenlemek ve programlamak, okulun sorumluluğudur. Kendimizi ve karşımızdakini anlamlı bir yaşam formatına oturtamadığımız sürece, kendimize yüklediğimiz cinsel rol ile karşımızdakine yüklediğimiz cinsel rol, sağlıklı bir zemine oturmamış olacaktır. Cinselliğin, insanoğlunun yaşamının doğal ve güzel bir uzantısı olduğu, okul kurumunun işlemesi gereken bir temadır. Cinsel tabular ve önyargılar, insan yaşamının olgunluğunu tehdit eden, en önemli ve gizil potansiyel tehlikelerden biridir. İnsan uygarlığını tehdit eden terörizm ile cinsel tabu ve önyargılar arasında bir fark görmemek gerekir. Devletler nasıl, terörizm ile mücadele ediyorlarsa, cinsel tabu ve önyargıları ile mücadele edecek aktivite ve etkinliklere okullar da programlarında yer vermelidirler. Fiziksel gelişim temalarına odaklanan Cinsel Bilgiler Eğitimi dersi ile bu sorunun üstesinden gelmeyi düşünmek; “mış” gibi yapmanın dışında bir şey ifade etmeyebilir. Cinsel sorunlarla pornografik temaları birbine karıştırmamak gerekir. Cinsellliğin sadece tensel zevkler olarak algılanması en büyük yanılgılardan birisidir. Yaş özelliklerine göre okul programlarının kurgulanması en temel ve soyut cinsel bilgiler eğitimi olarak düşünülebilir. Çocukların, okuldaki sosyal aktivitelerinin desteklenmesi, onlara kız ya da erkek olarak değil insan olarak bakılması, cinsel sorunların düzeyinin azaltılmasında önemli bir adım olarak düşünülebilir. Okul kurumunda çalışan işgörenlerin (yöneticisinden hizmetlisine kadar) eşitlikçi bir tutum içinde istihdam edilmesi de bu sorunun çözümünün bir parçası olarak düşünülebilir. Erkek egemen (sayısal olmaktan ziyade, bilişsel ve duyuşsal) bir zihniyet ve yönetim kurgusuna sahip olan okul kurumunda, cinsel sorunların önlenmesi de çok zor olabilir. Cinselliğin duygusal ve bilişsel yönleri üzerinde düşünülmesi, bir farkındalığın oluşturulması gerekir. Okulun bunları yapmaya niyeti olmadığı gibi, düşündüğünü bile söylemek herhalde biraz saflık olacaktır. Okul, kızları ve erkekleri, inanılmaz önyargılarla donatır. Öyle ki, erkekler kızlarla, kızlar erkeklerle rekabet etmeyi varoluşlarının doğası gibi görürler. Oysa, birlikte yapılarak geliştirilmiş her proje ve etkinlik gelecekte sağlıklı yaşamlar kurmanın en temel yoludur. Birbirlerinin karşısına iki takımın rakipleri gibi konan bu insanlar, zamanla, farkında olmadan birbirlerine salt cinsel objeler gibi bakmaya başlarlar. Bu yüzden, hala erkeklerin yapabilecekleri ve kızların yapabilecekleri gibi, çoğunlukla önyargıların sürdürülmesinden ibaret olan bir sürü alışkanlık, bütün yaşamımız boyunca, ölünceye kadar devam eder. Örneğin, neden hala, sinema dalında ödül verilirken “en iyi kadın” ve “erkek” oyunca diye ödül verildiğini anlayabilmiş değilim. Acaba, bu ayrım yapılmaz ise, kadınlara hiç ödül verilmeyeceği, ya da daha açık deyişle; yaşamın erkek egemen yüzü ortaya çıkar diye mi endişeleniliyor. Kadınlar birden bire zenci muamelesi mi (Amerikalılar alınmasın!!!) görmeye başlar? Okul, gerçekten de cinsel ayrımcılığın önüne geçmeyi başardı mı, yoksa ayrımı, artık üzerinde düşünülemeyen bir tabuya mı dönüştürdü? Okul programlarında, her türlü akademik, sosyal, kültürel ve sportif etkinliğin planlaması aşamasında, kız ve erkek birlikteliğinin nasıl sağlanacağına yönelik projeksiyonlar yapılmalı ve uygulanmalıdır. Örneğin, okul spor takımları oluşturulurken, yarısı kız yarısı erkek futbol takımı, basketbol takımı oluşturulursa kıyamet neden ve nasıl kopar acaba!! Buna koşut olarak her türlü etkinliğin yürütülmesinde, sorumluluk alan öğretmenler belirlenirken, bir bay bir bayan öğretmen olmak üzere, iki kişinin organizasyonu üstlenmesi teşvik edilmelidir. 6. Geleceği planlamada karşılaşılan sorunlar: Okul, günü yaşamak konusunda insanları çok iyi özelliklerle donatır. Öyle ki, okula giden bir insan için, gelecek üzerinde düşünmek gereksiz bir konu gibidir. Çünkü; okul, onlar adına düşünür ve karar verir. Örneğin, okula giden, nasıl bir insanla evleneceği konusunda plan yapmaya ya da düşünmeye gereksinim duymaz. Çünkü; okul onun adına düşünür; elbette ki okullu ve sosyal statüsüne uygun biriyle. Kadın veya erkek olsun, bir profesörün ya da bir parti liderinin (normal şartlar altında) bir kapıcı ile ya da amele pazarında günlük iş kovalayan biri ile evlenmesi mümkün değildir (düşüncesi bile korkunç değil mi?). Çünkü, onlar ya bir şekilde okula gidememiş ya da okul kurumunun sistem dışına ittiği insanlardır. Okullu insanlar, onlarla neyi paylaşabilirler ki... Operadan bile anlamaz onlar!!! Okul ne kadar da uzlaştırıcı değil mi? Okulun önüne serdiği rotada ilerleyen bir okullu; bir meslek sahibi olmak için belirlenen kriterlere göre davranır. Ama nasıl bir meslek erbabı olacağını düşünmeye gereksinim duymaz. Doktor olacaksınız. Bu kadar basit. İnsanlara neyin var diye soracak, ilaçlarını yazacaksınız. Kesilmeleri gerektiğinde keseceksiniz. Eşimin doğumu esnasında; bir doktorun doğum sancıları içinde kıvranan anne adayına yüksek sesle şöyle bağırdığını duymuştum: eeeee amma çok bağırdın, duymayan da yeryüzünde tek doğum yapan sensin sanacak!!! Zavallı kadın, doktor böyle azarladığı için, o kadar kırılmıştı ki, o haliyle yanındakine dönüp acı içinde, şöyle demişti: başka hastaneye gidelim... Eğer, okul ona doktor olmasının yanında insan da olması gerektiğini anlatmamışsa, o kişiye nasıl suç bulabiliriz ki... Elbette diğer mesleklerde de durum bundan farklı değildir: Polis kendisini yasaların üstünde görür, müfettiş ortalığa korku salar, amirler elleri arkadan bağlı, göbek önde gezerler, ara sıra kendilerinden üstte biriyle karşılaştıklarında ceketlerini iliklemek için; insan üstü bir çaba harcarlar. Öğretmenler “Ben Otoriteyim” derler. Bu manzara karşısında planlanan gelecek nasıl bir gelecektir? Maddi ve gündelik zevklere dayalı ve ben merkezli bir gelecek değil mi? Kendimizden sonra geleceklere nasıl bir dünya (evren) bırakacağımız, hangi okullunun umurunda? Ona, bunu umursayacak bir yaşam sunabilir mi okul? 7. Evlenme sürecinde yaşanan sorunlar: İnsanlar ya soy devamı ya da cinsel gereksinimleri için evlenirler. Bunda yadırganacak bir şey de olmasa gerek. Ama şu biraz garip değil mi? Aile kurmak için evlenmek. Bu okulun hedefidir. Okulun dışında hiç kimse de bunun ne anlama geldiğini bilmez. Sanki okula gitmeyenler; sürü kurmak için evlenirlermiş gibi... Okulun bundan amacı; yine diğerlerinde olduğu gibi benzerlikleri artırmaktır. Örneğin, okula gidenler evlenirler. İşlerine giderler. Çocukları bakıcıların elinde büyür. Çocukları ve birbirleriyle konuşmaya zamanları olmaz. Meslek yaşamı içinde farklı yönde değişirler eşler ve bir süre sonra şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanırlar. Bunun adı aile kurmaktır. Okulda birbirlerinden ayrı kategorilere konularak hem kendilerini hem de karşısındakini tanımayan insanların sağlıklı evlilikler kurmaları ne kadar sağlıklı olabilir. İnsanlar okulda, derslerle o kadar meşguldürler ki; ne kendilerini tanıyacak zamanları olur, ne de diğerlerini... evlenme noktasına gelinceye kadar evrenin merkezine kendini alan insan, nasıl birden bire diğerleri ile empati kurabilir. Okul, sağlıklı bir evlilik kurumunun oluşmasında da aslında çok önemli bir role sahiptir. Bunu yerine getirebilmesi için de; bireylerin evliliğe hazırlanmasında destekleyici aktiviteler sağlayabilmelidir. Sadece Cinsel Bilgiler dersi ile bireyler evliliğe hazır hale gelemezler. Okul, bireylerin kendilerini ve birbirlerini tanımalarına olanak sağlamalıdır. Bu da, felsefe, psikoloji, sosyal psikoloji gibi bilimlerin verileri ile desteklenmiş seminerlerle sağlanmalıdır. Derse dönüştürüldüğünde, bu tür aktiviteler işlevselliğini kaybedebilirler. Çünkü, insanlar notla tehdit edildiklerinde, sadece not alacak kadar derslere motive olabilirler. Bu da istenen sonuçları yaratmayı zorlaştırır. 8. Anne-baba olmada yaşanan sorunlar: Okul bu yönde herhangi bir destekleyici önlem almadığı için insanlar rastgele anne baba olurlar. Gece yarısı çocuğun ürpetici çığlıkları ile kendilerine gelirler. Deneme yanılma yoluyla anneliği babalığı öğrenmeye çalışırlar. Bebeğin, doğum öncesi ve sonrasında fiziksel, duygusal ve bilişsel gelişimi konusunda hiç bir bilgi ve beceriye sahip değillerdir. Hazır olamadan yüklendikleri bu rollerin ağırlığı altında ezilir, bunalır ve hata yaparlar. Bilinçsizce yapılan bu hataların bedelini, bütün ulus öder. Bunu unutmamak gerekir. Anne-baba olma, her şeyden önce kamusal sorumluluk yönüyle de düşünülebilmelidir. Okul etkinlikleri sürdürülürken, mümkün olabildiğince anne-baba katılımı desteklenmeli, etkinliklerin yürütülmesinde anne-babalara da bazı sorumluluklar verilmelidir. Okul-aile birliği gibi soğuk ve resmi yapılanmalar terk edilmelidir. Anne-babaların bilgi, beceri ve yeterlilikleri oranında okulda bazı projelere desteği sağlanmalıdır. Çocukların anne-babaları ile empati kurabileceği drama etkinliklerine derslerin uygun ünitelerinde yer verilmelidir. Örneğin hayat bilgisi gibi derslerde aile konuları işlenirken, aile ile ilgili psiko-drama ve sosyo-dramalara yer verilerek, aileye ve anne-babaya duygusal bağların güçlendirilmesi teşvik edilmelidir. Bu etkinliklere anne-baba katılımı da sağlanmalıdır. Zaman zaman uygulanan anket ve envanterlerle ailede sorunların neler olduğu tespit edilerek destekleme ve yönlendirme etkinklikleri düzenlenmelidir. Bu tür etkinlikler, geleceğin anne-babalarının, rollerine hazırlanmalarını kolaylaştıracak, mevcut aile ilişkilerini daha güvenilir bir temele oturtabilecektir. 9. Çocuk yetiştirmede yaşanan sorunlar: Anne baba çocuklarının doğumundan itibaren girdikleri ağır sorumluluğun altında geleneksel motiflerle bezeli bir annelik ve babalık rolü sergilerler. Çoğunlukla, hatalarının bedelinin topluma kazandırılmış sağlıksız yetişkinler olabileceğini çok uzun yıllar göremezler ya da hiç görmezler. Çünkü; her yeni doğan yeni ve bağımsız, farklı bir varlıktır. Okulda haddeden∗ geçen bireyler bunu algılayamazlar. Yavrularını, kendilerinin minyatür bir uzantısı gibi görürler. Sorunla karşılaştıklarında okullu uzmanlara giderler: doktor, psikolog, öğretmen....vb. Sorunları çözülmediğinde ise koca karı çözümlerine başvururlar. Oysa bilmezler ki; normal şartlar altında; anne ve baba olmaya düşünsel hazırlıkla başlar her şey... Sevgi sundukça büyüyecek bebek, fiziksel, duygusal ve bilişsel gelişimine uygun davranıldığında hasta bile olmayacak bebek... Ama doğduğu andan itibaren bebeği, ayrı bir odada yatırmanın medeniyet olduğunu zanneden okullu anne babalar, bir de hediyelere boğarlar çocuklarını... Oysa armağanlar sadece armağandırlar, tutmazlar anne babaların yerlerini... Anne-babaların çocuklarına bakışları çoğunlukla hastalıklıdır. Çocuklarının akademik başarılarını her şeyin üstünde tutarlar. Notlar yükseldikçe, yaşamı anlamlandırmanın da yükseleceğini, mutluluk düzeyinin aratacağını zannederler. Oysa, bir çocuk önce bir çocuk gibi yaşamalıdır. Bir çocuk nasıl yaşar; oyun oynar, nazlanır, şımarır, hata yapar, uyur, ∗ Madenleri tel durumuna getirmek için kullanılan ve türlü çapta delikleri olan çelik araç. (TDK Güncel Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/TDKSOZLUK) sorumluluk üstlenir, bağımsız davranır, kendi ayaklarının üstünde durur, eğlenmek ister ve dinlenilmeyi ister. Bunları yapan çocuğun sosyal başarısı ve kendini gerçekleştirme başarısı hızla yükselir, akademik başarı da bundan sonra kendiliğinden gelir. Çoğu anne-baba, çocuğu kurallara boğmanın onu geleceğe hazırlamada doğru bir yol olduğu fikrine sahiptir. Oysa, kurallar çocukla birlikte alınmalı ve ikna edilmelidir. Böylece kuralın sosyal yaşamın bir parçası olduğu anlaşılabilir. Okulun bu kurguya desteği, aldığı kararları çocuklarla müzakere etmesi ile perçinleşir. Eğer yetişkinlerin aldığı kararlar çocuğun doğasına uygunsa, mantıklı açıklaması varsa, çocuklar onu anlamasalar bile, kuralı ya da kararları sevmeseler bile ikna olabilir ve uyabilirler. 10. Mesleki sorunlar: Çılgınca bir tutkuyla okula gitmeye yönlendiriliyoruz. Okul, entelektüel bir insan olarak, üretici! bir birey olmamızı sağlayacak bir meslek kazandırıyor. Birey mesleğini icra ederken; sürekli kazanıyor ve kazandıklarını biriktirme davranışı sergiliyor. Yılda birkaç hafta tatil yapıyor. Ev, araba, yazlık, kışlık, dağlık derken emekli oluyor. Aklı başına ancak gelmiş oluyor. Başını iki eli arasında alıp düşünüyor. Bu benim düşündüğüm yaşam değildi. Evet, ne yazık ki bu, okulun ön gördüğü yaşamdı. Ama artık geçmiş olsun. Ölüm kapıda. Yaşanacak çok fazla bir şey kalmadı, geriye dönüş de mümkün değil. Aslında bu son; genç yetişkin olarak meslek icra edilirken kendini belli edecek ip uçları gösterir. Ama insanlar kendilerini tanıma yönünde desteklenmedikleri için, ip uçlarını sağlıklı değerlendiremezler. Meslek değiştirmek insan yaşamında en zor değiştirilebilir olan şeydir. Eşinizi değiştirebilirsiniz. Çocuğunuzu psikologa götürüp değiştirebilirsiniz, yüzünüzü estetik doktoruna giderek değiştirebilirsiniz ama mesleğinizi kolay kolay değiştiremezsiniz. İnsan yaşamının okul dışında kalan kısmının büyük kısmı, mesleği ile geçirdiği zamandır. Ve bu çoğunlukla yaşamın diğer alanlarına da yansıyan mutsuz bir zaman dilimidir. Gerçekten doğamıza en uygun meslek hangisidir ya da böyle bir meslek var mıdır? Belirlemek doğru mudur? Okul, insanı bu açıdan kendi algılarına göre yönlendirir. Mutsuz bir meslek yaşamının sorumlusu çoğunukla okul olmasına rağmen, pişkin pişkin bir de suçlar insanı. Yeni okul bu duyarsızlığı ile yüzleşmeli ve kendini değiştirmelidir. 11. Toplumun bir üyesi olmaktan kaynaklanan sorunlar: Bir toplumun düşünce yapısında aldatıcı olan şey, benimsedikleri görüşlerin “herkesçe geçerli sayılan” görüşler olmasıdır. Büyük bir saflıkla insanlar, çoğunluğun belli bazı düşünceleri ya da duyguları paylaşmasının, o düşünce ve duyguların doğruluğunu kanıtladığına inanırlar (Fromm, 1996). Okullu insanlar için de durum bundan çok farklı değildir. Bütün okullu insanlar, okulu gitmemenin düşünülemeyeceğini söylerler. Dolayısıyla da, okullu olmanın doğal sonucu, onlara göre doğru düşünmek, doğru algılamak, doğru kararlar verebilmektir. Kendi ulusal okul sistemleri içinde, okulun bir üyesi olan her birey için durum bundan ibarettir. Kendi okul sistemi dışındaki bireylere karşı tutum; bu nedenle olumsuzdur. Yabancı dille eğitim yapan kurumlardan mezun olan bireyler, yabancı dil öğrenmeden mezun olan insanlara karşı, tepeden bakan bir konuma yerleştirirler, kendilerini... Toplumun geri kalanı (okul sistemi içine girmeyen/giremeyenler, okul sistemi içinde az kalanlar ya da nitelikli!? okullardan mezun olmayanlar) konuşulmaya değer olarak bile, görülmez. Bu kaynağı belirsiz, alttan alttan devam eden bir toplumsal çatışmadır. Nedeni bilinmediği için de çözümleri yetersiz kalır. İnsanlar birbirlerine hangi okullarda okuduklarını sorarlar. Herkesçe “nitelikli” okul olarak sınıflandırılmış bir okuldan mezun olan birey, topluluğun merkezinde bulur kendini, herkes, kıskançlık ve imrenme ile karışık, bireyi test etme yarışına girer. Buldukları en küçük bir yanılgı da, para bulmuş bir dilenci gibi mağrur ve muzaffer: “gördüğünüz gibi arkadaşlar, falan filan okuldan mezun olmak, bir şey olmak demek değildir” diye kendince felsefi bir söylev çekmeye başlarlar. Okul kuruluş sistemlerinin, bu ayrımın derinleştirmesini sağlayan en büyük etkinliği ise okul mezuniyet dernek ya da vakıflarıdır. Bu tür kuruluşlar, bir tür tarikata dönüşürler: içinde olanlar ve olmayanlar, onlar ve biz...vb.. Siz okuldan mezun olsanız bile, okul; okul sonrası etkinliklerle sizi yönlendirmeye; üzerinizde egemenlik kurmaya devam eder. Oysa, okul, kendi içinde tutarlı olmalıdır. Bir okul kuruluş sistemi içinde; birden fazla alt sistem varsa; toplumsal çatışma kaynağı daha güçlü olacaktır. Ekonomik olarak gelişmiş ülkelere bakıldığında; okul kuruluş sistemlerinin, kurumsal çerçevesinin oturduğunu, kendine has geleneklerinin oluştuğunu, ayrıntılar değişse bile, okulun “ana felsefesinin” her bir alt sistemde de geçerli olduğu görülür. Genel olarak da, okul sistemi toplumsal yapının bir parçası olarak toplumsal doku ve kültürle uyumlu olma çabasındadır. Toplumun bir üyesi olmaktan duyulan haz, okulun kazandırması gereken bir niteliktir. Eğer birey öncelikle içine doğduğu topluma karşı bir aitlik hissetmiyorsa, okul kültürleme ve sosyalleşme işlevlerini yerine getirememiş demektir. Bu durumda da okulun yüklediği alt kimlikler yoluyla içinde yaşanılan toplum sanal sınırlarla ayrılır ve toplumsal kaos yaşanabilir. Zaten nomalde, içine doğduğumuz sosyo-ekonomik ve kültürel statüler yoluyla var olan sınır ve bölünmeler okul yoluyla derinleştirilmiş ve keskinleştirilmiş olabilir. Okulun işlevi var olan toplumsal üyelik sorunlarını derinleştirmek değil, uyumlamak ve uzlaştırmaktır. 12. Farklı düşünmekten, yaşamaktan kaynaklanan sorunlar: Okul, herkesi benzer yapmaya çalışır. İnsanlar, okul sistemi içinde bunu kabullenmiş gibi davranırlar ve zamanla içselleştirirler. Ama doğuştan getirdikleri “tek” ve “farklı” olma özellikleri, okuldan sonra bilinç altından bilince doğru tekrar harekete geçer. Benzer olmak gerçeği ( ki bu okullu için mutlak doğrudur, öyle öğrenmiştir) ile farklı olmak ütopyası, toplumsal yaşamın içinde sürekli çatışır. Birey, bazen okullu gibi, bazen, kendi gibi davranır. Bu toplumsal yaşama tutarsızlık gibi yansır. Hiç bir insan (hele bir okullu) toplumsal değerlerle çatışmayı kolay kolay göze alamaz. Oysa insan denildiğinde farklılık anlaşılmalıdır. İnsanlar birbirlerine benzemezler. İnsanlar birbirlerinden farklı düşünüp, olgu ve olayları birbirlerinden farklı algılarlar. İnsanın sosyal yaşamındaki zenginlik ve çeşitliliğinin kaynağı insanın farklılığıdır. Bu farklılıkları, temelde kültürel farklılık, dil farklılığı, bilişsel farklılık, duyuşsal farklılık, fiziksel farklılık olarak ele almak mümkündür. Bu farklılıkların olmadığı bir dünya, insanın her an aynada kendini seyretmesi gibi bir şey olurdu. Bu ise sıkıcıdır. Monotondur. Zevk ve heyecandan uzaktır. Öyle ise bir insanın, bir başkasını kendisine benzetme çabası insanın insana yaptığı en büyük kötülüktür. Çünkü, yaşam sıradanlaşacak, ritim ve çeşitliliğini kaybedecektir. Öyle ise, insan olmak demek farklı olmak demektir. İnsan değerliliğinin ölçütlerinden biri de, insanın farklılığıdır. Eğer, insan değerlidir deniliyorsa, yapılması gereken şey farklılığı benimsemek, onaylamak ve TEŞVİK ETMEKTİR. İnsan kendisine benzeyeni elbette ki sever, önemli olan benzemeyeni sevmektir. İnsanın amacı, farklı olanı aramak, bulmak, sevmek ve ondan beslenmektir. İnsanın zenginliği farklılığı olduğuna göre, yapılması gereken de farklılığa tahammül etmek değildir. Tam aksine farklılıkları teşvik etmek ve sevmektir. Bir insanın bir başkasını sevmeme gerekçesi olarak ileri sürdüğü farklılıklar, aslında, insanın insanı sevmesi için gereken ön koşuldur. İnsanın benzerini sevmesi, aynada kendisini öpücüklere boğmasıdır. Anne ve baba çocuğunu sever, çünkü kendisine benzer. Anne-baba, çocuğunu onaylar, çünkü kendi davranış kalıplarını onda görür. Bu tür çocukluk süreci, bilinçaltı süreçler yoluyla, şunu öğretir bize; benzerlikleri aramak, bulmak ve sevmek, farklılıklara ise direnç göstermek. Çocuklar büyüyüp anne-babalarından farklı olduklarında, farklı davrandıklarında, farklı söylemler geliştirdiklerinde, çatışmalar da başlar. Biz bunu farklı savunma mekanizmaları ile bastırmaya çalışırız. Oysa olan basit ve doğaldır. Çocuğumuz bizden farklıdır. Bizim tahammül edemediğimiz, işte, bu yaşama yansıyan farklılıklardır. Evde, okulda, sokakta, insandan istenen şey hep aynıdır: Sosyal kabullere uygun davranışlar sergilemek. Kuşkusuz kültürel varlıklar olarak, kültürün de bir parçasıyız ama öncelikle bireyiz. Birey olmak ise farklı olmaktır. Okul sorumluluklarından birisi de (hiç üstüne alınmadığı halde), bu dengeyi kurabilmek olmalıdır. Bireyin diğerlerinin de kendisi gibi farklı olma hakkına sahip olduğunu bilmesi, ondan doğaçlama olarak beklenecek bir şey değildir. Bu nitelik onda, ailede ve okulda eğitim süreçleri ile geliştirilebilir. Ama ne yazık ki, kültürel bir kurum olarak aile, kültürel ve ideolojik bir kurum olarak ise okul; bireye sürünün bir parçası olmayı öğretir. Sürünün bir parçası olmayı öğrenen insan, birey-insan değil, ideo-kültürel insan olmayı öğrenir. Bu ise, tek bakış açısı ile evreni anlamlandırma, farklılıkları ortadan kaldırma isteği, benzemeyeni dışlama ve yok etme isteğini doğurur. 13. Yaşlanmaktan kaynaklanan sorunlar: Okullu insan, yaşlanmaz, sadece ölür. Ölüm gerçeği ile yüzleşmeden... Çünkü; sürekli acelesi vardır. Kademeleri hızlı hızlı vakit kaybetmeden geçmek ister. Okul bitince, mümkün olabildiğince çok para kazanabileceği bir iş bulmaya çalışır. Çalışırken, mümkün olabildiğince çok biriktirmeye çalışır. Mesleğinin en iyisi olabilmek için çok çalışmalı ve hızlı davranmalıdır. Ağır hareket ederse, her an çevresindeki biri tarafından geçilebilir. Derken emekli olur; yüzünde acı bir tebessümle... yaşlandığının mı öleceğinin mi farkına varmaya çalışırken; ölür. Okul insanı yaşlanmaya hazırlamaz. Yaşlanmaya hazırlanamayan ölmeyi de beceremez. Ölmeye becerebilmek, yaşamayı becerebilmekle ilişkilidir. Okul, yaşamımızın her anını değerli ve anlamlı kılacak, değerler sistemi ile içselleştirilmiş bir tutum ile davranmalıdır. 14. Ölümü anlamlandıramamaktan kaynaklanan sorunlar: Ölüm insan varlığının bütün olanakları arasında en gerçek olanıdır. Ölüm bir başkası tarafından yerine getirilemez, bunu herkes kendisi başarır. Ölüm aşılamaz bir şeydir; çünkü ölümle bütün olanaklar biter. İnsan ölüme giden bir varlıktır. Ölüm var olur olmaz, insanı aşan bir biçim almaktadır. Ancak böylece insanın burada oluşunun her dakikası ölümle içten bir biçim alır. Öncelikle ölüm, yaşamı bir bütünlük haline getirir, ikinci olarak ancak ölüm, yaşama anlam verir. Ölüm olmasaydı, hiçbir şeye başlayamazdık. Ama ölümün ne zaman geleceğini bilmiyoruz. Her an gelebileceği için yaşamın anlamı her an gerçekleştirilmelidir. Herkes ölecektir, bunu herkes bilir. Ama insan ölüm korkusunu, günlük işler arasından uzaklaştırmaya çalışır. Aslında bütün bunlar, insanın kendi ölümü karşısında, korkakça kaçmasından başka bir şey değildir. Ama kendi ölümünü göz önünde tutan ve yine de kendini sağlam tutan, kendi varoluşuna doğru açılabilir (Akarsu, 1979). Okul sistemi içinde doğaya yabancılaşan insan; doğanın kendisini yüzleştireceği yaşam döngüsünden (doğmak-evreni kucaklamak-ölmek) uzakta, doğar ve yaşar. Okulun ona yüklediği rollerle o kadar meşguldür ki, bir gün aniden yaşlandığının farkına varır, yaşamı sorgulamakla ve analiz etmekle hiçbir ilgisi olmadığı için, ölümü de sorgulayıp analiz edemez. Ondan korkar. Oysa yaşamı anlamlandıran, ölümü de anlamlandırabilir (Yapıcı, 2004). 15. Etik değerlerdeki çatışmalardan kaynaklanan sorunlar: Doğruluğu mutlak olmayan her olgu ve olay, mutlak doğrular arayan insanlar arasında değer çatışmalarına neden olur. Savaşa karşı olmakla, “barış için savaş” olgusunda olduğu gibi... Ya da, Atom bombasının keşfine katkıda bulunup, kullanılmaması gerektiğini savunmak gibi... Okul tek tip program uygulayarak; tek tip yargıların oluşmasını sağlamaya çalışır (İnal, 1996). Örneğin, çıplaklığın insan doğasından geldiğine inanan ve bu yüzden de; öğrencilerinin çırılçıplak okula gelmesini isteyen, bir okul olduğunu varsayalım. Bu okuldaki her şey, çıplaklığın yüceliği üzerine kurgulanacaktır. Öte yandan, çıplaklığın insan doğasının, henüz uygarlaşmamış dönemlerine özgü, hayvanlar düzeyine yakın ilk zamanlarının davranış kalıpları olduğunu benimseyen ama o dönemlerin artık aşıldığını dolayısıyla çıplaklığı örtmekle, hayvanlardan ayrılan insanoğlunun, çıplaklıkla tekrar hayvanlar düzeyine düşeceğine inan bir birey olduğunu varsayalım. Buraya kadar herhangi bir sorun gözükmemektedir. Sorun bireyin okula gitmesi ya da gitmeye zorlanmasıyla başlamaktadır. Okul, toplumsal döngü içinde sosyal kabul edilişin en önemli yollarından birisi olduğu için; birey okula gitmeye zorlanmasa bile anne-babası tarafından okula gönderilebilir. O zaman bu birey ne yapacaktır? Giyinerek okula gidip okul kurumunu dolayısıyla toplumsal kurumları karşısına mı alacaktır, yoksa çırılçıplak okula giderek kendi içselleştirdiği değerleri ile mi çatışacaktır? Dramatik bir örnekle betimlemeye çalıştığım, okul ve değer çatışması hemen hemen böyle bir şeydir. Eğer mutlak doğru olsaydı; birinden birini tercih etmek elbette ki çok kolay olurdu. Mutlak doğru olmadığına göre; zaman ve mekana göre, birinin diğerinden daha doğru gibi gözüktüğü anlar ya da dönemler olmasını doğal karşılamak gerekir. Okul, taraf olarak, değer çatışmalarını artırmaktan başka bir şey yapmamaktadır. Oysa, ihtimal ki okulun da doğru olduğu zamanların sayısı hiç de az değildir. Ama okul, tutumundan dolayı haklılığını ispatlamakta oldukça güçlük çeken bir kuruma dönüşmektedir. 16. Bağnazlık sorunu: Her din, insanı kötülükten korumak ve mutlak mutluluğa eriştirmek savıyla hareket eder. Bunun için de; bir takım norm, değer ve ilkeler geliştirmiştir. Tanrının kuralları herkes için geçerli olmasına rağmen, insanlar bu kuralları canlarının istediği gibi kullanma hakkını kendilerinde görürler. Bu dinsel bağnazlıktır. Okul, dinsel bağnazlığın yerleşmesinde; ortaçağ kilisesinin yerini alalı epey oldu. O gün, bugündür, kan ve gözyaşı insanların gündeminden düşmek bilmiyor. Okulun, dinsel bağnazlık yerleştirme gibi bir hedefi olmamasına rağmen, neden buna hizmet etmektedir? Birey, kendini “en doğru” düşünen varlık olarak algılama yanılgısı içindedir. İnsanlar doğası gereği, yaşamının uzun yıllarında, kendilerini evrenin merkezinde algılarlar. Yeni doğan bebek, bir süre annesini kendisinin bir parçası olarak algılar. Aile ve sonra okulda, bireye bağımsız olabilme yeterliliği kazandırılamadığı zaman, birey “ben merkezli”, “bencil” olmayı bir tutum haline getirir. Kendisini en doğru düşünen ve algılayan, karşısındakini yanlış düşünen ve algılayan olarak içselleştirir. Okuldan sonra yaşamın içinde; her zaman her şeyin, kendi düşündüğü gibi olmadığını ve istediği zaman istediği şeyi yapamayacağını, yaşayarak öğrenmek, bireyin ruhsal dengesini alt üst eder. Bu nedenle okul, bize, yaşamın merkezinde olmadığımızı, insanın mükemmel olmak zorunda olmadığımız olgusunu kazandırabilmelidir. Bu ise olanaksız gibidir; çünkü, okulda öğretmen otoritedir. Bunun aksini düşünmek yasaktır. Öğretmen bir çocuğa öğrenemediğini, çünkü geri zekalı ve tembel olduğunu söylediğinde, bu kurala dönüşür. Çocuk için, bunun dışında bir algı geliştirmek söz konusu dahi olamaz, düşünülemez. Öğretmenin öğrettiği, en doğru, bilimsel ve değişmez sabittir. Çünkü, öğretmen öğretmektedir. Öğretmenin nasıl öğreteceği önemlidir, çocuğun nasıl öğrendiği değil. Çünkü, o otoritedir. Öğretmenin doğru dediği doğru, yanlış dediği yanlıştır nokta, sonrası için bir şey söylenemez (Yapıcı, 2007). Öyle ise, bağnazlık okul ve öğretmen eliyle gerçekleşen planlı ve programlı bir niteliktir denilebilir. 17. Şiddet karşısında okulun duyarsızlığı sorunu: Okul kuralların olduğu yerdir. Okulda kuralın olması, itiraz edilecek bir durum değildir. Kuralın neden konulduğu önemlidir. Okul çocuğu korumak için kural koymaz, okul kendini korumak için kural koyar. Örneğin, iki çocuk kavga edip birbirlerine zarar verdiklerinde, okul onları geçici ya da sürekli bir biçimde okul sistemi dışına atmakla tehdit eder. Bunu yaparak, okul şunu söyler, “siz umarımda değilsiniz, neden birbirinizi hırpaladığınız da umurumda değil, hadi şimdi defolup gidin! Bundan sonra size ne olacağı benim sorunum değil, yeter ki benden uzak olun”. Oysa normal koşullarda, yapılması gereken şey, iki çocuğun neden birbirlerine zarar verdiklerini bulmak, sorunun kaynağını ortadan kaldırarak, onların birbirlerini nasıl sevebileceklerini kurgulamaktır. Şiddet; sosyal bir olgu olarak, öğrenilen bir tutumdur. Her ne kadar, şiddetin insanın doğasında var olan bir dürtü olduğunu ileri süren düşünceler var olsa da; doğum sonrası insan yavrusunun davranışları gözlemlendiğinde, gelecekte şiddeti çağrıştıracak davranış kalıplarına rastlanmadığını ileri sürebiliriz. Bebeğin emme davranışı sırasında memeye saldırmasının! şiddet dürtüsü ile betimlenmesi ise abartılı gözükmektedir. Çünkü, memeye saldırma davranışı (başkasına) zarar verme değil, açlığı giderme sabırsızlığıdır. Unutulmamalıdır ki şiddet öğesinde biriktirilmiş öfke, öfkenin kontrol altına alınamaması, öfkenin davranışa dönüştürülmesine yol açacak bir uyarıcı ve zarar verme fiili ya da tehdidi vardır (Yapıcı, 2006b). Genellikle, şiddetin insanın doğasında olduğu düşünülür. Oysa şiddet öğrenilir, hem de bir kısmı okulda olmak üzere. Şiddet insanın kendisini ifade etme yoludur. Bir insan kendini şiddet yolu ile ifade etmeyi seçiyor ise, konuşarak, düşünerek, paylaşarak ifade etmeyi öğrenemediği içindir. Bilin bakalım; konuşma, düşünme ve paylaşma nerelerde öğrenilir. Birazcık da olsa; okulda değil mi? Yukarıda yer alan sorunları irdeleyen bir okul kurgulanmadığı için, insanlık tarihi doğada inanılmazı yapan (kendi türünü (ve dolayısıyla kendini) yok eden) bir savaşlar tarihi değil midir? Çernobil faciasına bir ustabaşının hatası yol açmıştır. Bu usta başını sabaha karşı çalıştırarak, dikkatsizliğin yoğunlaştığı bu saatlerde, bunun olabileceğini düşünemeyen (ki bence doğrusu umursamayan) eğitimli yöneticilerine, okul evrensel insan sevgisi aşılamış olsaydı, yine de bu kaza olur muydu? Şüpheliyim.... Demokratik gelişimlerini tamamlayamamış ya da demokratikleşme sancılarını yaşayan toplumlar, sorunların çözümünde şiddete başvurmayı meşrulaştırabilirler. Demokratik tutum, farklılıkları kabullenmeyi (farklılığı fark etme, farklılıkları tanıma, farklılıklara yaşam hakkı vermede tutum oluşturma) gerektirir, şiddette başvurulurken kullanılan temel bilinçaltı savunma mekanizmalarından biri de farklılığa karşı duyulan hoşgörüsüzlüktür. Bu hoşgörüsüzlüğün şiddete dönüşmesi, kabullenmenin gerçekleşmemesi ile doğrudan ilişkilidir. Bu kabullenme, sosyal kurumların birbirini destekleyen ortak politikaları ile gerçekleştirilebilir. Örneğin, bir sosyal kurum olarak eğitim kurumu, bireylere fırsat eşitliği sağlamaya yönelik bir temaya sahip olmadığında, bunun politikaya yansıması da elbette çeşitlilik şeklinde olmayacaktır. Din kurumu, farklı inanışları, düşman olarak gördüğünde evrensel düşünen bireylerin (Yapıcı, 2006b) ortaya çıkması beklenebilir mi? Okul, bilimin yanında, yukarda yer alan sorunların da çözümünü içeren dersleri, programına almak zorundadır. Böylece, okul en temel işlevlerinden biri olan “sosyalleştirme” ve “kültürleme” hedefini de gerçekleştirme olanağı bulabilecektir. Okul, toplumsal hayatın genelindeki sosyal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, demokratik sosyal hareketliliği sağlayan bir yer olmalıdır. Okul, sosyalleştirme ve kültürleme işlevlerini yerine getirirken bireyin yaşantısı üzerinde egemenlik kurar. Bu durum; bireyin sosyalleşme ve kültürlenmesinin, toplumsal değerlerle ters düşmesine neden olabilir (Ergün, 1987). Toplumsal değerlerle ters düşen bir sosyalleşme ve kültürleme süreci, anlaşılmalıdır ki; evrene sorun üreten kuşaklar yetiştiriyor demektir. Mutlak anlamda; sosyalleşme ve kültürleme, yerelden evrensele doğru olmalıdır. İçine doğduğu kültürü ve sosyal dokuyu, mutlak doğru olarak kabul eden birey; farklılıklara tahammül edemez. Bununla da yetinmez, farklılıkları kendi algı penceresinden düzeltmeye kalkar. Oysa, Tanrı rolü; insanın üstesinden gelemeyeceği kadar ağır ve yok edici bir roldür. Okul kurumu bunun tedbirlerini alacak şekilde kendini kurgulamalıdır. SONUÇ İlk insandan günümüze, eğitim informel bir yapıdan formel bir yapıya dönüşmüştür. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak insanın eğitim-öğretim gereksinimi hep var olmuştur. Bu gereksinim, günümüzde kuramsal bir yapı ve devasa bütçelere kavuşmuştur. Buna rağmen eğitme-eğitilme gereksiniminin tam olarak karşılandığı ileri dahi sürülemez. Uygarlık düzeyi ve yaşama biçimi değiştikçe eğitim kurumlarından beklenen gereksinimler de değişmektedir. Bu değişim eğitim kurumlarının izleyeceği yol ve yöntemi de belirlemektedir. Günümüz eğitim kurumlarının ana felsefesinin akademik başarıyı yükseltmeye odaklandığı görülmektedir. Günümüz okullarının akademik başarıya yüklediği öncelikli anlam, okullu insan için okul sonrası yaşamında sorunlarla baş edememesine ve mutsuz olmasına yol açmaktadır. Okul ders ve öğretim işi ile o kadar ilgilidir ki, genel olarak bireyin duygusal ve sosyal sorunlarını görmezden gelir ya da görmezden gelmek zorunda kalır. Ders sınavlarında mümkün olabildiğince çok doğru seçenek işaretlemek o kadar vazgeçilmez bir hedefe dönüşmüştür ki, neredeyse bunun için her yol mübah sayılabilmektedir. Oysa sosyal yaşamın katılımcısı ve paydaşı olarak sosyal ve duygusal tutumlara sahip olmak belki de günümüzde yaşanan bir çok sorunun da (yabancılaşma, iletişimsizlik, farklılıklara karşı tahammülsüzlük vb) çözümü olabilirdi. Sorunsuz bir yaşam düşünülemez, insan sorunları olan bir varlıktır. Ancak, sorunlara nasıl çözüm bulanacağı öğrenilebilir. İnsanın sorunlarının altından ezilmeden, baş etme yollarını öğrenebileceği en önemli iki kurum aile ve okuldur. Aile, sorunların analizinde yetersiz kalır çünkü aile gelenekseldir, geçmişe bağlıdır. Ama okulun, geleneklerin dışında, bilimin verilerini de kullanarak yaratıcı ve üretici olması beklenir. Bu bağlamda, okulun sorunlarla baş etmeyi öğretmede yükleneceği misyon kültürel bir zorunluluk olarak düşünülmelidir. Okulun bu işlevini yerine getirebilmesi için öncelikli sorunların farkında olması gerekir. Bu farkındalık nasıl oluşturulmalıdır? Eğitim politikasını belirleyenler bu farkındalığın oluşturulmasında birinci sorumluluğa sahip olanlardır. Onların bu sorumluluğu algılayabilmeleri, kamuoyu tarafından oluşturulması gereken bir niteliktir. Sorunlarının çözümünü kadere bırakan, büyüklerimiz en iyisini bilir mantığı ile hareket edenler, eğitim politikası belirleyicilerini, keyfi/sorumsuz davranış ve kararlara sürükleyebilmektedir. Burada paradoksal bir durum ortaya çıkmaktadır. İş başa dönüp kamuoyuna, aileye ve bireye tekrar dayanmaktadır. Oysa ailenin geleneksel ve geçmişe dönük olduğu yukarıda belirtilmişti. Öyle ise şimdi ne yapılmalı nasıl bir akıl yürütülmelidir? Bu soruya herkes kendi adına ve iyi niyetli olarak cevap vermelidir. Sorunların altında ezilen bir toplum mu, sorunları ile baş edebilen bir toplum mu? Güncel doğrular mı evrensel gerçekler mi tercih edilmelidir? Bu kararı kim/kimler vermelidir? Kendi adıma bu kararı ben veriyorum. Kararımı verirken, içinde yaşadığım toplumsal değerlerin farkındayım. Evreninin farkındayım ve başkalarının bana benzemek zorunda olmadığının farkındayım. Farklılığın farkındayım. Oğlumu, kızımı, eşimi ve öğrencilerimi kendime benzetmemek için sürekli kendimi sorguluyor ve düşünüyorum. Daha iyi bir yaşam, ortak oluşturulmuş bir değerler sistemi ile gerçekleştirilebilir. Okul bunu gerçekleştirebilecek güce dinamizme sahiptir. Ya içindekiler….. KAYNAKÇA Akarsu, B. (1979). Çağdaş Felsefe, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul. Erden, M. Ve Y. Akman (1995). Eğitim Psikolojisi Gelişim-Öğrenme-Öğretme, 2. Baskı, Arkadaş Yayınevi, Ankara. Ergün, M. (1987). Eğitim Ve Toplum Eğitim sosyolojisine Giriş, Malatya: İ.Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları No: 1 Fromm, E. (1996). Sağlıklı Toplum, (Çev.:Y. Salman ve Z. Tanrısever), 3. Basım, Payel Yayınevi, İstanbul. Illich, I. (1985). Okulsuz Toplum, (Çev.:T. Bedirhan Üstün), Birey Ve Toplum Yayınları, Ankara. İnal, K. (1996). Eğitimde İdeolojik Boyut, Doruk Yayıncılık, Ankara. Kaplan, İ. (1999). Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi”, İletişim Yayınları, İstanbul. Kaya, Y.K. (1984) İnsan Yetiştirme Düzenimiz, 4.Basım, Hacettepe Üniversitesi, Ankara. Kongar, E. (2001). Küresel Terör Ve Türkiye, Remzi Kitapevi, İstanbul. Krishnamurti, J. (1988). Krişnamurti İç Özgürlük, (Çev.:İlhan Güngören), Yol Yayınları, İstanbul. Krishnamurti, J. (1994). Eğitim Üzerine Mektuplar, (Çev.:Buket Dilden), Arion Yayınevi, İstanbul. TDK, Güncel Türkçe Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/TDKSOZLUK Titiz, T. (1996). Ezbere Hayır, İnkılap Yayınları, İstanbul. Woolfolk, A.E. (1993). Educational Psychology, Allyn ande Bacon, Boston. Yapıcı, M. (2007). “Asık Suratlı Okul”, Üniversite Ve Toplum Bilim, Eğitim Ve Düşünce Dergisi, e-dergi, Cilt: 7, Sayı:1, Mart 2007, www.universite-toplum.org. Yapıcı, M. (2006a). “Okulun Başarıya Yüklediği Anlam Ve Yansımalar”, Öğretmen Dünyası Dergisi, Yıl: 27, Sayı: 319, s.: 9-10. Yapıcı, M. (2006b). “İnsan Ve Şiddet”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji Dergisi, 15 Eylül 2006, Yıl: 20, Sayı:1017, s.:21. Yapıcı, M. (2004). Okul Ve İnsan, Ocak Yayınları, Ankara.