Sen Tanrı Mısın?
Transkript
Sen Tanrı Mısın?
Euzü Billahi mineş şeytanir racim Bismillahir Rahmanir Rahiym. SEN TANRI MISIN? Kendini Hissetme Duygusu Muhtariyeti Tercih Gücü Yılmaz DÜNDAR Mayıs 2014 / ANKARA SEN TANRI MISIN? Yılmaz Dündar ISBN: 978-605-88309-8-1 Beşinci Baskı Mayıs 2014 Baskı ANIT MATBAA / ANKARA Tel: 0312. 232 54 77 İÇİNDEKİLER Sunuş........................................................................................................................................................7 19 Ramazan 1428 / 29 Eylül 2007.............................................................................................9 26 Ramazan 1428 / 06 Ekim 2007..........................................................................................39 30 Ramazan 1428 / 10 Ekim 2007..........................................................................................67 17 Şevval 1428 / 27 Ekim 2007................................................................................................87 16 Zilkade 1428 / 24 Kasım 2007........................................................................................ 113 28 Zilhicce 1428 / 05 Ocak 2008......................................................................................... 147 28 Zilhicce 1428 / 05 Ocak 2008 (2).................................................................................. 173 10 Safer 1429 / 16 Şubat 2008............................................................................................... 177 29 Rabiulahir 1429 / 04 Mayıs 2008................................................................................... 199 05 Cemaziyelevvel 1429 / 09 Mayıs 2008........................................................................ 231 28 Cemaziyelevvel 1429 / 01 Haziran 2008................................................................... 259 11 Cemaziyelahir 1429 / 14 Haziran 2008...................................................................... 285 07 Ramazan 1429 / 06 Eylül 2008....................................................................................... 315 14 Ramazan 1429 / 13 Eylül 2008....................................................................................... 349 22 Ramazan 1429 / 21 Eylül 2008....................................................................................... 355 25 Zilkade 1429 / 22 Kasım 2008........................................................................................ 397 14 Muharrem 1430 / 09 Ocak 2009................................................................................... 431 13 Safer 1430 / 07 Şubat 2009............................................................................................... 465 25 Rabiülevvel 1430 / 21 Mart 2009.................................................................................. 505 16 Cemaziyelevvel 1430 / 10 Mayıs 2009........................................................................ 535 14 Cemaziyelahir 1430 / 06 Haziran 2009...................................................................... 569 22 Zilkade 1430 / 08 Kasım 2009........................................................................................ 589 02 Safer 1431 / 16 Ocak 2010................................................................................................ 623 05 Rabiulahir 1431 / 20 Mart 2010.................................................................................... 663 02 Cemaziyelahir 1431 / 15 Mayıs 2010.......................................................................... 705 15 Receb 1431 / 26 Haziran 2010........................................................................................ 757 13 Muharrem 1432 / 18 Aralık 2010................................................................................. 795 18 Safer 1432 / 22 Ocak 2011................................................................................................ 839 SUNUŞ Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç basamakta incelemek mümkündür. Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi, 3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir. Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz özellikte bir hayat tarzı haline gelmesi, diğer basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. “Vehmin Zulmeti şartlarında Nefsin Şerri program” gereği “Sözde Tanrılık İddiası” ile dünyadaki yaşantısına başlayan insan, hakikate talip ise, Tanrı İlmi onun en öncelikli meselesidir. Elinizdeki kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir müfredat ile sunulmuştur. Kitapçıktaki bölümlerin konuları birbirinin devamı niteliğinde olup; müfredatın yöntemi ise, bilgi vermenin yanı sıra, ikna etmeyi de içermektedir. Bu sebepledir ki; konular okuyucunun gözüne bakarak, yüz yüze konuşma ile anlatılmaktadır. Bu amaçla düzenlenen Tefekkür Paylaşım Toplantıları’nın ses kayıtları çözümlenerek birebir metne çevirilmiştir. Hakikat Yolcusu Talib’in konuda ilerleyebilmesi, bu notları disiplinli bir şekilde, baştan itibaren anlamaya çalışarak ve sabırla okumasına sıkıca bağlıdır. Allah’ım, bizlere merhamet ediver, bağışlayıver, affediver, hidayet nasip ediver; hayrlı, geniş ve helal rızklar lutfediver. (Amin) Yılmaz DÜNDAR 19 Ramazan 1428 / 29 Eylül 2007 Bütün tasavvuf kitaplarını bir yere yığsanız, hepsini okusanız sonunda ulaşacağınız tek bir cümledir. Tasavvuf ehlinin anlatmaya çalıştıkları, anlatırken anlattıklarından coştukları, anlattıklarını yaşarken duydukları cezbe ve sarhoşluk; onların hepsinin altında olan tek şeydir, tek gerçektir! O bir cümle içindir yazılan tüm kitaplar, yaşanan tüm hayatlar, tüm veliler… O bir cümle; LA İLAHE İLLALLAH. O bir cümleyi fark edip kabullendiğinizde, o bir cümlenin kendinizde analizini yapıp onu ortaya koyduğunuzda hem çözülmeyecek bir konu hem de aşılmayacak bir yol olmayacaktır. Yeter ki nasipte bulunsun. Ama o bir cümle! O cümle! Hep onu tekrar edeceğiz, hep onu anlamaya çalışacağız... Tefekkür Şeması 2 (İhlas Hayat Döngüsü) 10 Yılmaz DÜNDAR Allah, A’ma Hali’nde bu kâinatı yaratmayı diledi. Kainatı yaratmayı dilemesiyle yürüyen/çalışan bir prosedür var. O prosedürün basamaklarının isimleridir bunlar: Ehad/Ehadiyet, Vahid/Vahidiyet, Allah/Uluhiyet, Rahman/Rahmaniyet, Rab/Rububiyet, Hakk/Hakkaniyet. Böyle bir prosedürle bir yaratılış var. Çizimle de göstermeye çalıştığımız bu süreci şimdi bir iki cümleyle hızlı geçeceğiz, “anlaşılmıyor” gibi düşünmeyin, sonra detaylandıracağız. YARATILIŞ bir süreci içeriyor. Ama bize göre! Yaratılış bize göre bir süreç içeriyor. “Allah kâinatı ve insanları yaratmayı diledi, sonra insanlar yaşamaya başladılar” şeklinde bir cümle bize göredir. Çünkü insan gözüyle bakıldığında bir süreç var; dilemesi ve insanların yaşamaya başlaması bir süreç... Ama Allah İNDinde öyle bir süreç yok: KÜN fe YEKÜN; OL dedi OLDU. Önemli bir noktayı hatırlatalım: Bu konuları anlatırken, aynı cümlede veya paragrafta hem Allah indi’nden hem de insan seviyesinden yaklaşımla anlatmaya kalkarsanız ikilem oluşur. “Allah İndi”ne ait cümle ile “insan seviyesi”ne ait olanı aynı paragrafta yan yana getirmek ikileme yol açar. Dolayısıyla, anlatırken ya insan seviyesinden veya Allah İndi’nden açıklama ile ele almak lazım. Aksi halde, özellikle “Allah’ı Tanıma” konusuna yeni başlayanlarda “ama, fakat, ancak” gibi ikilemler, tereddütler gelişir. Yaratılış Prosedürü’nü açıklarken biz insan için var olan süreçle konuyu anlatmaya çalışacağız, yani insan gözüyle insan seviyesinden anlatacağız. Neden insan seviyesinden anlatma ihtiyacı hissediyoruz? Bir insan, bir insana bir şey anlatırken insan seviyesinden konuşmak zorunda olduğu için! Karşısında insanlar var, isimler var, onlara sesleniyor, “Ahmed” diyor. Ben ona “Ahmed” dediğim sürece bir cümlenin veya anlatacağım konunun Allah İndi’nden bir yorum olması mümkün değil. Eğer Allah İndi’nden anlatacaksam Ahmed’in olmaması lazım. Hele anlatanın hiç olmaması lazım! Bir anlatan bir de dinleyen varsa onu Allah İndi’nden bir ifadeyle, bir yorumla ortaya koyabilmek işin ruhuna terstir. Ne zaman terstir? Anlatılanı anlamak istediğiniz zaman! Allah İndi’nden bir ifadeyle cümle kurduğunuzda anlaşılmaz, anlamaya çalışana ikilem varmış gibi gelir. Ama idrakınız ve yaşantınız ilerlediğinde, her iki manayı da sindirdiğinizde konu insan seviyesinden dille de anlatılsa, Allah İndi’nden bakıyor gibi de söylense ne demek istendiğini o zaman anlarsınız. Ama o noktaya gelinceye kadar onlar size farklı gibi gözükür. Bu yüzden, başlangıçta insan seviyesinden dil kullanmak gerekiyor. Allah A’ma’da ve diliyor... Dilemesiyle Ehadiyet’le başlayıp Hakkaniyet’e kadar gelen bir prosedür çalışıyor; Hakk olarak yaratılış gerçekleşiyor. Bu bize göre! Çünkü dünyanın yaşına, fosillere baktığımızda, günümüze kadar Sen Tanrı mısın? 11 uzanan 6-6,5 milyar yıllık bir süreç var. Bu süreç Allah indinde yok, Allah indinden bakışta yok! O’nun İnd’i için bir süreç, bir zaman, bir mekân düşünemezsiniz. Düşünemediğiniz için çok önemli bilimsel bir kabul ve bir bakışla karşılaşırız; SÜBHANALLAH BAKIŞ AÇISI. “Sübhanallah” derken bu idrakı itiraf ediyoruz; bu süreç Allah İndi’nde değil, insan seviyesinden bakışta vardır ve Allah bunlardan münezzehtir diyoruz. Bunu hiç unutmayalım. Allah’ın yaratması “KÜN fe YEKÜN”dür; “OL der OLUR”. Aslında insanın da kendisi için “Kün fe Yekün”ü vardır, insan da kendisinde onu yapar. Mesela şu an hiç zihninizde yokken “kivi” desem hemen bir “kivi” düşündünüz, bir anda hayalinizde onu oluşturdunuz. Bu sizin imkânlarınızla bir Kün fe Yekün’dür! Düşünmenizle o oldu, daha önce yoktu. Hatta olmadığı dönem A’ma Hali’dir. Kivi diye bir şeyin olmadığı an “kivinin yokluğu” dönemi a’ma halidir. Yokken bir anda ilminizde kiviyi resim haline getirdiniz ve hatta seyrettiniz. Zihnindeki kiviye bakıp seyrediyorsun, bilincinde var olanı resmediyorsun. Anlatmak istediğim şu ki; siz de sizdeki imkanlarla “Kün fe Yekün” yapıyorsunuz; “OL” diyorsunuz bir anda “oluyor”. Zihninizde kivi oluşturmak istediniz, düşündünüz kivi oluştu, anında! Bu da size göre “Kün fe Yekün”dür. Bu konuyu düşünürken, tefekkür ederken yararlanılabilecek bir ipucu verelim: Bir şeyi Allah’ın nasıl yaptığını merak ettiğinizde “onu ben nasıl yapıyorum?” diye düşünün. Böyle düşünmekle Allah’ın onu nasıl yaptığını hissedebilecek ipuçları yakalayabilirsiniz. Sizin yapma yeteneğiniz kimin, sizdeki özellikler hep kimin özelliği? Sizdeki özellik ve yeteneklere, siz “benim” diyorsunuz, ama aslında onların hepsi Allah’ın özellikleri! Bir şeyi yapma yeteneğiniz ve tarzınız Allah’ın dışında olabilir mi? O’ndan gayrı değilsiniz ki, Allah’ın dışı diye O’ndan gayrı bir şey olamaz ki! Allah’tan ayrı şeyler varsa siz başka bir varlık olursunuz! Evet, Allah’ın bir şeyi yapışını merak ettik ve zihnimizde kiviyi nasıl oluşturduğumuzu tefekkür ederek bir ipucu yakalamaya çalıştık. Tabi sizde kiviyle ilgili bir ilim var, zihninizde kivinin şekliyle, tadıyla ilgili bir bilgi var. Bu olduğu için kiviyi düşündüğünüzde, zihninizde kivi oluşturmak dilediğinizde hemen hayalleyip oluşturabiliyorsunuz. Onu oluşturduğunuz yer neresi, oluşturduğunuz o kivi nerede? İlminizde! Sizin dışınızda mı? Hayır, ilminizde! Sizin zihniniz bir ilim deposu ve orada oluşturuyorsunuz. Eğer kiviyi hiç bilmiyor olsanız, size birisi “kivi” dese “o ne acaba?” dersiniz. Daha önceden bildiğiniz bir şey olduğu için onu ilminizde oluşturdunuz. İlminizde bir kivi sureti oluşturduğunuz gibi bir insan sureti de oluşturabilirsiniz; 12 Yılmaz DÜNDAR kardeşinizi, arkadaşınızı şekillendirebilir, ona istediğiniz hareketi yaptırtabilirsiniz. Zihninizdeki hayal oluşturabilme yeteneğini, bir şekil, bir suret oluşturma özelliğinizi, hayal etme yeteneğinizi sonsuz ve sınırsızla çarpın. Çarpınca nasıl bir yetenek çıkar? Kullandığın o yeteneği sonsuz ve sınırsız bir katla çarpınca nasıl bir yeteneğe sahip olursun, nasıl bir hayal yeteneğin olur? Acaba CENNET öyle bir şey mi, cennet dediğiniz o mu? Biliyorsunuz, cennette ne düşünüyorsan o hemen olacak! Öyle bir yeteneğin mi artıyor acaba? Anlatmak istediğimiz noktaya dönelim: Demek ki “Kün fe Yekûn”u kavrayabilmek için, hissedebilmek için kendimizde var olan bu özelliği kullanabiliriz. O özelliği inceleyerek “Kün fe Yekün”ü hissedebilmek, bizde var olan o yeteneği kullanarak elde ettiğimiz ipuçlarıyla Allah’ın nasıl yaptığını kavrayabilmek mümkündür. Allah A’ma halinde (El an öyle!) diledi, bir süreç çalıştı. Ve insan! İnsana kadarki bu süreçte bir Ehadiyet Mertebesi var ki orada Allah’a EHAD deriz. Aslında Allah o an da şimdi de Ehad ve Samed’dir; zaten hep SAMED’dir. Biz insan gözüyle anlatırken “Allah orada Ehad ve Samed” diyoruz. El an geçerli olan o Ehadiyet halinde bir fikir yoktur. Fikir oluşmaya başladığında Vahidiyet Mertebesi var; oraya VAHİD diyoruz. Bunları ileride derinleştireceğiz. Sonra Ulûhiyet; orada ALLAH diyoruz. Sonra Rahmaniyet; RAHMAN diyoruz. Sonra Rububiyet Mertebesi var; RAB diyoruz. Rahmaniyet’le Rububiyet arasındaki sınıra ARŞ diyoruz. Rububiyet’ten sonra Hakkaniyet Mertebesi var; ona da HAKK diyoruz: Hakk olarak yaratılan budur! Hakkaniyet Mertebesi, yani HAKK; yaratılmış olanların halen var oldukları halin ismidir. Hallac-ı Mansur o yüzden “ENE-L HAKK” diyor, kendisinin Hakk Mertebesi’nde bulunduğunu [Hakk olarak yaratıldığını] fark ettiği için, bu yaşantının öyle olduğunu bildiği için Ene-l Hakk diyor. Şu an bulunduğumuz pozisyonun ismi HAKK. Yaratılan “Hakk” olarak yaratılmış! Hakk; yaratılmış olanların halen var oldukları haldir, o halin adı Hakk’dır! Hatırlatalım, bu süreçler insan için, insan gözüyledir, insan seviyesinden baktığımızda vardır. Bu süreç sonunda yaratılanların halen var olduğu Hakikat Mertebesi’ni biz şimdi “H” olarak simgeleştirelim. “Hakikat” dediğimize, “bende, özümde bulunan hakikat” gibi ifadelerle anlatmaya çalışılan Allah’ın hakikatine “H” diyelim. İşte bu Hakikat nerede? Bu Hakikat Allah’ın İlmi’ndedir! Diledi, anlattığımız süreçlerle Hakikati [ilminde] yarattı. Yarattığı ne? Hakk, Hakikat Mertebesi! Nerede yarattı? İlminde! Allah yarattıklarını ilminde yarattı! Gördük, biz de düşünerek ilmimizde bir şey oluşturuyoruz: İlmimizde, ilmi- Sen Tanrı mısın? 13 mizce, yeteneklerimize göre! Ben de ilmimde benzerini yapıyorum, bendeki ilmi yetenek sınırları içinde! Allah’la kıyaslanabilir mi? Hayır! Ama O’nun özellikleriyle yapıyorum. Zaten başka bir yer ve başka bir özellik mi var ki oradan bir şey almak mümkün olsun? Her şey O’nun ilminde! Senin kendi ilminde hayal etme yeteneğinle yaptığın işten anlaman gereken önce şudur: Allah yarattıklarını ilminde yarattı. Yaratılanları Hakk olarak ilminde yarattığına göre “bir Allah, bir de dışında yarattıkları” yoktur. Allah durdu, etrafına baktı ve düşündü; “şurası müsait burası uzay olsun, yaratacaklarımı burada yaratayım; insanlar şöyle, şeytan böyle...” Bu inanışla TANRI MEFHUMU oluşur, TANRI işte odur! Ama öyle sanılıyor. Maalesef; “Allah yarattı, şimdi de gözetliyor, yönetiyor” gibi inanılıyor. Ama öyle değil! Çünkü O’nun dışında (Dûnu’nda) bir yer yok! Zaten “Dışı” diye bir şey yok; İlminde yarattı! Yaratılanı “Hakikat” diye sembolleştirdik ama, aslında Hakikat diye bir sınır, öyle bir alan da yok. Anlatabilmek için sembolleştiriyoruz. Öyle bir sınır yok, “var” sanırsak bize gülerler, “olur mu öyle şey, sınır koyamazsın!” derler. Biz anlatabilmek için bir yöntem olarak çiziyoruz, gösteriyoruz. Peki, sonra ne oluyor da biz “Hakikat”i anlayamıyoruz, içinde bulunduğumuz bu pozisyonu anlamaktaki zorluk neden? İşte şimdi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin OKU’masına geliyoruz, İKRA’ ile anlatılana, çok önemli bir kısma geliyoruz. Anlaşılması gereken esas mesaj, esas söylemek istediğimiz o! Onun üzerinde durmamız gerekiyor: Efendimiz (SAV) neyi OKUdu? O’nu telaşlandıran şey, O’nun anlamaya çalıştığı şey neydi? “Ne oluyor da biz Hakikat’i anlayamıyoruz?” dedik, şimdi onu açıklayalım. Sistem şöyle çalışıyor: Allah’ın ilminde, Hakikatin bizzat bünyesinde yaratılmış olan kişi kendisini düşünüp “Ben Varım” diyor! “Ben Varım” demek kendine kimlik vermektir. O kendine bir kimlik veriyor: “Ben varım. Ben müstakil bir varlığım. Benim müstakil düşüncem, müstakil cüzi iradem var, kararlarımı kendim veririm” diyor. Tabi inanıyorsa “cüzi iradem” diyor, inanmayan “iradem var” diyor. O “cüzi irade” bile demiyor. Sonuçta kişi “ben varım” demekle MÜSTAKİL BİR KİMLİK oluşturuyor. İşte bütün mesele budur: “Ben varım” demek! “Ben Allah’tan müstakil bir varlığa, iradeye sahibim” diyerek müstakil bir kimlik oluşturmak! Lütfen dikkat edin. Onun “ben varım” diyerek oluşturduğu dünya Allah’ın yarattığı Hakikat değildir, o dünya Hakikatin içinde değildir. Onun oluşturduğunun Hakikat’te yeri yoktur. Burası çok önemli, lütfen çok, çok dikkat edin! Onun “Ben Varım“ diyerek oluşturduğu ZANN’ın Allah’ın Ya- 14 Yılmaz DÜNDAR rattığı Sistem’de yeri yoktur. Öyle bir şey olmamasına rağmen o “Ben Varım” diyerek kendisine ayrı bir dünya oluşturdu. Bu sanal bir dünyadır; gerçeğin, yani yaratılan sistemin, yani Hakikat’in içerisinde olmayan bir zann’dır, onun ürettiği bir sanallık’tır. Tasavvufta “âlemlerin aslı hayaldir” cümlesini duyarsınız. O cümledeki HAYAL senin oluşturduğun hayal değildir. “Hayal olan âlem” Allah’ın ilminde yarattığı âlemdir, HAYAL odur. Hayal denilen, “ben varım” diyenin oluşturduğu o zann değildir! Siz kiviyi düşündüğünüzde o bir hayal, değil mi? Ama kime göre hayal? Size göre! İşte bu yaratılanlar da Allah’a göre hayaldir! Yaşadığımız bu âlem insana göre değil, Allah’a göre hayaldir! Bunda yanılırsanız tasavvufta çıkmaza düşer, işi çözemezsiniz. -Çok sık duyduğumuz bir “vehim” kavramı var, “vehim” ne o zaman? VEHİM kelimesini duyunca tasavvufla ilgilenenler ondan korkarlar. Vehim’den hemen korkmamak lazım, o hep tehlikeli değildir! Vehm’i tanımak için onu iki türlü düşünmek lazım: Bir Rahmani yanı, bir de Zulmani yanı vardır. Zulmani olan vehim tehlikelidir, çünkü o senin ürettiğin bir vehimdir! Diğeri Allah’ın yarattığı vehimdir, Allah’a aittir. Mesela, sen benim karşımda bir vehimsin. Holografik sistemde Var Gibi gördüğüm şeyler hep VEHİM’dir. Vehmi daha sade şöyle tarif edelim: Allah’ı fark etmeni, görmeni engelleyen her şey! Bu tarifi duyanlar bazen şöyle düşünür: Vehim kalktığı zaman Allah’ı görür müyüm? Hayır, göremezsin. Niye? Vehim kalkarsa sen de yok olursun! Bu yüzden gören olmaz! O vehim yüzünden varsın, vehim olmasa kendine bir beden biçemezsin. Demek ki, vehim iki türlü: Birisi; Hakikat olan vehim, bizleri var eden vehim. Diğeri; Allah’ın vehimle var kıldığı kişinin kendi oluşturduğu vehim. Kişi vehimden yararlanıp bir başka vehim kuruyor, kendi oluşturduğu Zann’la yeni bir dünya oluşturuyor, bu da VEHMİN ZULMETİ’dir! Fark ettiniz mi? Vehmin Zulmeti’ni duyunca aklımıza hadisle öğretilen şu dua geliyor: “Allahümme ahricni min zulümâtil vehmi...” “Zulümâtil vehmi” ifadesindeki “ZULUMAT” Vehmin Zulmeti’dir. Efendimiz OKUduğu gerçeği bize böyle öğretiyor, böyle dua edin buyuruyor: “Allahümme ahricni min zulümâtil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi.” Bu duaya sarılıp sığınırken biz ne istiyoruz o zaman? “Allahım, vehmin zulmetinden beni çıkar. Ve bana nurundan öyle bir anlayış ver (ki; İhlâs Dairesi’nde olayım, orada kalayım). Şu tanrıların dünyasından beni kurtar” diyoruz. Sonra sığınmaya devam ediyoruz: “Ya Mukallibel Kulub, sebbit kalbiy ala diynike: İhlâslı Hayat’ta sabit kıl.” Sen Tanrı mısın? 15 “Rabbena la tuzi’ğ kulûbena ba’de iz hedeytena ve heblena min ledünke Rahmeh, inneke entel Vehhab: Rabbimiz, bir kere bizi gerçeğe eriştirdikten sonra saptırtma.” Böylece, Efendimiz’in öğrettiği bu dualar tanrılık iddiasından kurtulmaya çalışanın seslenişi olur. Ancak dikkat edelim, kişi bu duaları, “ben varım” idrakıyla, yani tanrılar dünyasında yapıyorsa o boş iştir! Hep bunu anlatmaya çalışacağız. Konumuz hep bu; tanrı ve tanrılık ilanı çok tehlikelidir! “Allahümme ahricni min zulümâtil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi” duasıyla ilgili olarak Seher Vakti uygulayabileceğimiz bir şey paylaşalım. Seher Vakti’nde çok enteresan bir mekanizma var. SEHER VAKTİ ayetlerde pijama gibi anlatılır. Uzaydan bakılınca veya bir uçakla uzun süre seyahat ederken bakıldığında da o görülebilir. Geceden gündüze geçiş veya gündüzden geceye/karanlığa geçiş bir pijamanın giyilip çıkarılması gibidir; sıyrılarak çıkar, sıyrılır. Seher Vakti ayetlerde geçer (Al’u Imran-17, Zariyat-18). Mü’minler için; “onlar Seher Vakti’nde tövbe ederler, af dilerler, rükûdadırlar, secdededirler...” buyrulur. Böylece aslında mü’minin önemli bir özelliği de ortaya konuyor. Şimdi çok enteresan bir şeyi ve gördüğüm bir şeyi söylemeye gayret edeyim. Seher Vakti’nde karanlık aydınlığa dönüyorken, tam o esnada sizin vücudunuzda da aynı şey oluşuyor, eğer o anda siz de o makinenin içindeyseniz! Siz de o anda; “Allahümme ahricni min zulümâtil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi” diyorsanız, tam o saatte vücut makineniz de “zararlı karanlık”larından aydınlığa çıkar! Dünya ile beraber o anda o da aydınlığa çıkar. Çok enteresan bir şey bu, bunu çok net izledim Elhamdülillah. Dünya ile beraber o anda siz de karanlıktan aydınlığa çıkıyorsunuz... O yüzden o anda, o bilinçle yaptığınız tövbeyle siz veri tabanınızı, sizdeki yazılımı, karakteri, duygu ve düşünceleri çamaşır suyuyla yıkar gibi ak paklaştırıyorsunuz. O anda Sistem’le beraber! O yüzden, o an müslüman için çok önemli! O an, veri tabanının karanlıktan, tanrılar dünyasından kurtulması için önemli! O an çalışan o mekanizma, siz o anda o işle meşgulseniz sizi de onarıyor; beyninizi, idrakinizi, her şeyinizi o anda Sistem’le beraber onarıyor. Siz zaten o an o işle meşgulsünüz... “Allahümme ahricni…” duası aslında “Allahu Veliyyülleziyne amenü yuhricühüm minez zulumati ilen Nur” ayetiyle Bakara257’de verilen müjdeyi talep etmektir: “Allah inananların Veli’sidir, onları karanlığın zulmetinden alır ışığa/nura çıkarır.” Ayet bir müjde veriyor, siz de “Allahümme ahricni min zulümâtil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi” duasıyla o müjdeleneni talep ediyorsunuz. Bu yüzden, “Allahümme ahric- 16 Yılmaz DÜNDAR ni…” yakarışı Seher’de, o önemli anda vücudunuza bizzat yaşatabileceğiniz önemli bir duadır. Talibi için! Talibi için Fatiha Suresi de çok önemlidir, Fatiha’dan maksimum yararlanabilmek gerekiyor. Bu yüzden, Fatiha Suresi’ni anlamak ve yararlanmak için onu da hep gündem yapacağız. Çünkü ASIL İŞİMİZ Fatiha’yı anlamak! Namazda, yani salât ikame ederken Fatiha Suresi’nden maksimum yararlanabilmek için günlük yaşantının içerisine bir alışkanlığı monte etmemiz, onu adet haline getirmemiz gerekiyor: Diyelim ki yanlış yaptınız, yaptığınız iş, düşündüğünüz şey Allah İndi’nde yanlış. Yanlış olduğunu biliyorsunuz, hemen tövbe ettiniz, “estağfirullah” dediniz. O anda, o hisle bir de şöyle deyin öneririm: “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn, İhdinas sıratal müstakiym, Sıratelleziyne en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliiyn.” Bu bir duadır, burada Fatiha’nın tamamını okumuyorsunuz. “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn”in kaderle ilgili nasıl bir manası var, “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” diyerek dua ederken ne demek istiyorsunuz ve nasıl bir halde olmak gerekiyor, onu söylerken nasıl bir hale giriyorsunuz? InşaAllah daha sonra bir paylaşımımızı yalnızca buna ayıralım. Ama siz önce; “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn, İhdinas sıratal müstakiym, Sıratelleziyne en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliiyn” duasını, her yanlış olan halle beraber yayabildiğiniz kadar günün içine yayın. Bir iş yaptınız, bir şey düşündünüz ve biliyorsunuz ki o yanlış, düzeltemiyorsunuz da [düzeltmeniz de mümkün değil zaten], hemen bu duaya sarılın! Onu düzeltmenizin mümkün olmadığı gerçeğini fark ettiğinizde, “Allahım ben şunu yanlış yapıyorum, onu bir daha yapmayacağım” diyemeyeceksiniz. Çünkü mümkün değil, öyle bir şey mümkün değil! İstediğin kadar karar al, “yapmayacağım” de, Allah dilemedikçe mümkün değil! Ancak O dilerse yapmazsın! Dilemezse, senin karar almanla ve “bir daha yapmayacağım” demenle mümkün değil! Aslında “Allahım bir daha yapmayacağım” demek şirktir, o Allah indinde suçtur. Çünkü Allah’a karşı söylenen o cümle tanrılar dünyasına aittir! Tanrılığını ilan eden birisi kendine güç ve kuvvetinin olduğu bir dünya oluşturuyor ve Allah’a sesleniyor: “Ben bir yanlış yaptım, bir daha yapmayacağım.” O kişi bunu söylerken bile “ben varım, bir karar verdim, o yanlışı bir daha yapmayacağım” diyor. Olamaz! Ancak Allah “yapma” derse, yapmamanı dilerse yapmazsın, senin “bir daha yapmayacağım” demenle olmaz. Bu yüzden, Allah’tan isteyeceksin: “Allahım bana onu yapmayacağım bir rol ver. Hayatta bana öyle bir rol ver ki, ben o işi, o yanlışı yapmayayım” diye yakaracaksın! İşte “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn...” Sen Tanrı mısın? 17 onu İSTEME YOLU’dur! “İYYAKE NA’BUDU VE İYYAKE NESTAIYN: Allahım, biliyorum ki sana teslimim. Bu yüzden “yapmayacağım” diye bir kararım yok, sen onu yapmayacağım bir kader veriver bana” diyoruz. “İyyaKE na’budu..” ile bu yakarışı yapmış oluyoruz. İstediğimiz kader, istediğimiz hal nedir, onu nasıl istiyoruz? “İhdinas Sıratal Müstakiym: Senin razı olduğun bir yol var ve onu Sen bilirsin, onu ver bana” diyoruz. Sonra da; “aman beni sapanlardan ve nankörlerden yapma Allahım” diye sığınıyoruz. Bunu günün içine yaymamız, bununla haşır neşir olmamız lazım. İşimiz Fatiha çünkü! Bu yola Talib olanın hayatının en önemli işi (hayatının direği) Salât’tır. Salât’ın kendisi de Fatiha’dır! Bu yüzden, Fatiha işimiz... Fatiha’yı didik didik etmek gerekiyor. “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym, sıratellezine en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn” duasını Seher Vakti’nde, namaz haricinde secdeye giderek yapabilirsiniz. O önemli anda secdeye gittin ve dua ediyorsun. Sistem karanlıktan aydınlığa geçiyor, sen de aydınlığa/nura girmek istiyorsun: “Allahümme ahricniy min Zulümâtil Vehmi ve ekrimniy Bi Nuril Fehmi” yakarışıyla secdede duadasın. Hatta “ayetinin bilincindeyim Allahım” demek için, müjdeyi veren ayeti, başına “Allahümme” ekleyip dua gibi okuyorsun: “Allahümme, Allahu veliyyülleziyne amenü yuhricühüm minez zulumati ilen nur.” Sonra da istiyorsun: “Allahümme ahricniy min Zulümâtil Vehmi ve ekrimniy Bi Nuril Fehmi.” Bu istediğin şeyi de Fatiha’dan dua ile açıklıyorsun: “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym, sıratellezine en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn.” İstediğim bu Allahım... Bunu namazda okunan bir evrak olmaktan çıkarıp günlük yaşantıda kullandığımız sürekli bir dua haline getirmeliyiz. Sürekli buna devam ederseniz, zihniniz “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn...” ile öyle bir bütünleşir ki, siz salât ikame ederken bunun en gerçek halini yaşar hale gelirsiniz, öyle olursunuz. Gün içindeki “iyyaKE na’budu”ler salât anındakinin antrenmanı olur. Onu neye benzetelim? Olimpiyat hazırlıklarına, antrenmanlara. Gün içindekiler sizin için bir antrenmandı, salâtta artık olimpiyattasınız! O anda halteri kaldırırsın veya yüksek atlamaysa atlarsın. Çünkü hayatta çok antrenman yaptın! Baktın yanlış gidiyorsun hemen; “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn: Ya Rabbi, ihdinas sıratal müstakiym...” Birisine yanlış bir şey yaptın, yapmaman lazımdı, hemen; “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn…” Ne olursa, ne zaman olursa, her yanlışında hemen Fatiha’ya, bu duaya sarıl. Bu yolla istemek önemlidir, Fatiha’da öğretilen yol olan “iyyaKE na’budü VE iy- 18 Yılmaz DÜNDAR yaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym....” ile istemek çok önemlidir. Buna alışınca gün içinde o kadar antrenman yapmış oluyorsunuz ki, seccadeye geldiğinizde (salât ikame ederken) bankamatiğe gelmiş gibi oluyorsunuz; basıp, tıkır tıkır alıyorsunuz. Çok antrenman yaptınız; bankamatiğe nasıl gidilir, nasıl işlem yapılır... Şimdi (salâtta) onun gerçeğini yapıyorsunuz. Bu antrenman yapılmazsa ne olur? “Sübhaneke’den sonra Fatiha okunurmuş” olur. Sonra “Amiin” dersiniz. Sonra “Fatiha bitti şimdi zammı sure okuyayım” dersiniz. Böyle olursa, bu iş size çok lazım malzemeler olan bir markette gözleriniz bağlı gezip çıkmaya benzer! “Marketi gezdin mi?” Gezdim, görevimi yaptım, marketin her tarafını gezdim. “İçeride ne vardı?” Gözlerim kapalıydı, görmedim. “Bir şey aldın mı?” Hiç bir şeye dokundurtmadılar ki alayım. Halin buna benzer, böyle olur. Ama gözleriniz açıksa “bana şu lazım, bu lazım” der sepeti doldurursunuz. Fatiha okurken gözleri açık olmak lazım! FATİHA o kadar önemli ki; insanın hayatının ondan önemli bir işi yok! Salâtta okuduğun Fatiha’dan daha önemli bir işin yoktur! Kişinin bu dünyada, salâtta okuduğu Fatiha’dan daha önemli bir işi yoktur. Bunu bilmek lazım! Bundan daha önemli bir işin, bundan daha öncelikli bir işin yok! Kişi için, onun sonsuz hayatında lazım olacak bundan daha önemli bir şey yoktur: O an Fatiha’yı gözü açık (bilerek) okumak çok, çok önemlidir! Fatiha okurken zahiren de göz açık olmalıdır. Salâtta gözü yummamak gerekiyor, orada gözün açıklığı önemli! Bazıları salâtta, secdede gözü yumarlar. Yummayın! Oralarda zahiren de göz açık olacak! İlk gözü açıklık mecazdı, şimdi söylediğim zahiren gözü açık olmaktır! Özellikle tasavvufla meşgul olanlar “iyi konsantre olayım” diye salâtta gözlerini yumarlar. Salâtın her anında göz hep açık olacak. Mesela secdede gözün salâttan nasibini alması lazım! Özellikle secde halinde (Alın-burun, iki el, iki diz ve iki ayak uçları olmak üzere) yedi uzvun yere değmesine dikkat edilmezse onlar “beni niye oraya değdirmedin” diye davacı olurlar. Hatta işin önemini fark etmiş kişilere göre birisinin bir şeyini çalmaktan daha önemli bir HIRSIZLIK’tır bu! Birinci secdeden kalkınca hiç beklemeden ikinci secdeye giderseniz; “çaldınız” diyorlar. Düzgün rükû yapmadıysanız veya rükudan kalkınca tam doğrulmadan secdeye gittiyseniz; “çaldınız” diyorlar, bunları o ibadet alışverişi içerisinde hırsızlık kabul ediyorlar, salâttaki davranış biçimlerini bu kadar önemli görüyorlar... Hakk olarak yaratılan ne yapıyor, ona bakalım, oradan Efendimizin İKRA’ ile OKUduğu gerçeğe geleceğiz. Allah’ın ilminde Hakk olarak yaratılan, yani Hakikatin içinde olan kişi kendisi bir dünya kuruyor ve “ben varım” diyordu. Çok dikkat edin; oluşturduğu o dünyanın tanrısı kendisidir. Fark etsin Sen Tanrı mısın? 19 etmesin, o dünyanın tanrısı odur! “Ben varım” demek “KENDİNİ TANRI İLAN ETMEK”tir. Kişi “Ben müstakil bir insanım, ben varım” dediği an kendi oluşturduğu bu sanal dünyada kendisini tanrı ilan etmiş oldu. EFENDİMİZ (SAV)İN OKUDUĞU işte budur! Efendimiz “LA İLAHE İLLALLAH” ile bize bu tanrılık ilanını anlatıyor, ona “LA İLAHE” deyin diyor. Çünkü o cehennemliktir. Kendisini tanrı edinenlerin, kendisini tanrı ilan edenlerin yeridir CEHENNEM. Efendimiz böyle diyor. Bu uyarıları duyunca; “ben kendimi tanrı ilan etmiyorum, kimseye ben tanrıyım da demiyorum” derseniz yanılırsınız, böyle düşünmek yanılgıdır! Tanrı ilan etmek; “Allah dışında, Allah’tan başka ben de varım” demektir! Tanrı ilan etmek; “ben de düşünebiliyorum, ben de karar verebiliyorum, benim de gücüm var” demektir. Bu durumda, sormazlar mı; hani sen “Ve la havle ve la kuvvete İlla Billâh” diyordun, ne oldu? “Ve la havle ve la kuvvete İlla Billâh” boşa gitti... Halbuki bize “Ve la havle ve la kuvvete” idrakını, bu hakikati öğretiyorlar: “Ben varım” diyen yok, İlla Billâh! Ama kişi “ben de varım” diyor. Bu tanrılık ilanıdır. Tanrılık İlanı’nın çok farklı tipleri ve çok geniş bir skalası vardır. Onun bir ucundan başlayalım. Bazıları vardır ki hiç tanrı tanımaz, yani kendine hiç ortak istemez, “bu dünyanın tek tanrısı benim” der, başka ortak istemez. Bir kısmında inanmaya meyil vardır, o kendisine bir tanrı edinir. Ancak kendisi inandığı o tanrıdan büyüktür, tanrısını bu yönetir, tanrısının neye kızıp neye kızmayacağına bu karar verir! Tanrısına “Allah” adını verdi diyelim, Allah’ın neye kızıp kızmayacağına o karar verir. Allah bilmez o bilir, Allah ona kızmaz, Allah ona bir şey demez… Böyle düşünür ve kuralları da kendi oluşturur. Çok önemle belirtelim ki, eğer bir kişi böyle inanmışsa, onun İslamiyet’in kurallarını sıkı sıkı uyguluyor olması bir şeyi değiştirmez, fark etmez yani! Çünkü o inanmaya meyli olduğu için inanmak istedi, doğru bir inanışta değil! “Herkes inanıyor, ben de bir tanrıya inanayım” diye düşündü, sonra memlekette insanların zannlarıyla oluşturdukları varlığa/tanrıya “Allah” dediklerini gördü, o da “Allah” dedi. Çevresine baktı, inananların yaptıkları bir liste buldu, “onları da yapayım” dedi. Onun bu inanışla yaptıklarının bir önemi yoktur, çünkü CEHENNEMİN DÜNYASI’nda yaşıyor! Niye? Yanlış bir şeye inanıyor! Kur’an-ı Kerim’de açıklanan Allah’a, Efendimiz (SAV)in açıkladığı Allah’a inanmıyor. Kendi zannıyla uydurduğu ve “Allah” adını verdiği bir şeye tapıyor, kendine göre ona yaranmaya çalışıyor! TAPMAK yaranmaya çalışmaktır. Tapılacak bir şey yok! Onun yokluğunun öğrenileceği yer cehennemdir. “Sen dünyada şöyle diyordun ha, onun olmadığını, onun yokluğunu burada öğren!” denilen yerin ismidir CEHENNEM. 20 Yılmaz DÜNDAR Böyle bakan kişi cennette mi cehennemde mi olduğunu bu dünyadayken çok rahat anlayabilir. Başkasını bilemez ama kendisinin cehennemde olup olmadığını bilir. “Cehennem bütün herkesin güzergâhı üzerindedir” ayet böyle; (Meryem-71, Nebe-21). Eğer kişi “ben herkesin güzergahında olan bu cehennemden kurtulabilecek miyim?” diye merak ederse onu kendi halinden anlayabilir! Şu ne kadar enteresandır: Cehenneme gidileceği kesin, cennet kesin değil, o bir ihtimal, o (bize göre) ihtimal! Ama biz sistemde kesin olanı bırakıp bir ihtimalle uğraşıp duruyoruz. Herkes cehennemden geçecek, bu kesin. Bunu bırakıp cennetle uğraşıyoruz: Cennete gittik ama neresindeyiz? Hangi mevkideyiz, kime komşu olacağız? Bu boş iş! Cehennemden kurtulduk mu ki? Efendimiz’in yanında Sahabe’nin korkusu bu: Ben bu cehennemden nasıl kurtulacağım? Herkes cehennemden geçeceğine göre ne yapmam lazım? Lütfen okuyun hadisleri, onların telaşı hep bu! Birisi sınava girecek de çalışmadıysa; “bu tarih sınavında ne yapacağım?” der durur. Aklı fikri o sınavda, çünkü çalışmadı: “Ben bu sınavda ne yapacağım, nasıl geçeceğiz, nasıl olacak?” Onun gibi, sahabenin akılları fikirleri de cehennemde; “Biz bu cehennemi nasıl geçeceğiz, buradan nasıl kurtulacağız?” hep bunun telaşını yaşıyorlar. Ama biz onu bırakmışız, cennette mevki paylaşıyoruz... Bu yanlış iş! Cehennemden kurtulmanın yolunu bu dünyada çok iyi fark edip önemsemek gerekiyor. Sürekli cennet konuşmak insanı rehavete sürükler. “Nasıl olsa trene bindik, ayakta da gitsek olur” diyor, cennete gitti mevki seçiyor! Trene ne zaman bindin de ayakta da gitsek olur rehavetindesin ya! Garanti ve kesin olan cehennemi ne zaman geçtin? Bunun telaşına hele bir düş! Önce bu telaş lazım, önce bu telaşa bir düşmek lazım. Ben kendim dâhil hiç kimsede öyle bir telaş fark etmiyorum! Oysa bu insanın yaşantısını alt üst edecek bir telaştır, evet öyledir, öyle de olmalıdır! İnsanın cehennemde kalmasına yol açan nedir? İnsanı cehennemde tutan tek şey; “ben varım” demesidir. “Ben varım, benim kendime ait gücüm var, ben karar verir yaparım, Allah da onu yaratır.” Onu cehennemde tutan budur! Bu “ben varım” düşüncesi hiç inanmayandan başlar, çeşitli yorumlarla ama böyle inanan geniş bir yelpazeye yayılır. Dikkat ederseniz çevrenizde bunları görebilirsiniz. Televizyonda çok dikkatimi çekiyor, Allah’tan bahsederken hala “yukarıdaki şahit” diyenler var! Böyle düşünen o kişi de “Allah’a inanıyorum” diyor. Hayır! O kendi zannına (tanrısına) “Allah” adını vermiş, onunla meşgul! Öyle bir Allah yok, onun inandığı gibi bir şey yok! Onun yokluğunu öğreneceği yer cehennemdir; kaçınılmaz! Sen Tanrı mısın? 21 Tefekkür Şeması 2’den Tanrı skalasındaki “inanmaya meyilli kişi”yi anlatıyoruz. İnanmaya yatkın olan ve kendisine sanal bir dünya oluşturmuş bu kişi İslamiyet’le biraz daha yakından ilgilenirse; “ben ötede beride bir Allah’a inanıyordum, O uzakta değilmiş. Bizde, içimizdeymiş” der. İnandığı Allah’ı dışarıdan getirdi içine hapsetti. Hala kendisi var, kendinden vazgeçemiyor: Ben varım ve Allah bende. O artık onun içinde. “O dışımda/ötede değilmiş. Tasavvufçular öyle diyor. Demek ki Allah bende, özümde, hakikatimde” der. Yani Allah var, ayrıca o da var! Cehennemin ne olduğunu fark edin: BEN VARIM! Bu kişi biraz daha okur ilgilenirse bu kez de; “bende bir de Esma’ül Hüsna terkibi varmış” der, onu da içine yerleştirir, Esma terkibini de içine koyar. İnandığı şey artık her şeyi ile onda! Bunun ilk hali nasıldı: Kendi uydurduğu dünyada dışında/ötede bir Allah’a inanıyordu, şimdi onu Esmalarıyla birlikte içine hapsetti. Her iki inanış ta cehennemdir, her ikisi de nefse zulüm’dür, NEFSE ZULÜM budur işte! Bu idrak nefse zulmediyor, onun hakkını vermiyor. ZULÜM bir şeyin hakkını vermemektir, zulmetmek budur. Birinin hakkını vermeyen ZALİM’dir, yaptığı zulümdür. Bu iki düşünce de nefse hakkını vermiyor, zulmediyor. Niye? Allah’tan ayrı bir dünyada yaşadığını düşünüyor veya onu içine hapsediyor! “Allah’tan ayrı bir dünya”da yaşadığını sanan kişi, kendisine Allah’ın ilmi dışında, orada yaratılan Hakikat dışında bir dünya oluşturup gerçekten uzaklaşırken, “Hakikat’i içine hapseden” ger- 22 Yılmaz DÜNDAR çeğe biraz yaklaşıyor. Çünkü o gerçeği kendi içine hapsetti. İleride göreceğiz, bu şekilde “hakikat bende, içimde, özümde” diye düşünenin diğerinden önemli bir farkı vardır. Fatır-32. ayette bu idrak için CENNET MÜJDESi vardır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Fatır Suresi 32. ayeti yorumlarken onları müjdeliyor: “Cehennem sürecinde, Allah rahmetiyle onların bu yanlışını telafi edip onları kurtaracaktır.” Kendine Allah’ın dışında (Allah ilmi dışında) bir dünya oluşturanlar bu müjde kapsamında değildir. Kendine Allah dışında bir dünya oluşturan idrak “ASİ”dir. Bu Asi yapıyı biz “A” olarak simgeleştirdik. Eğer bu “A” yapının özelliklerini iyi bilirseniz, tanrılık ilanında bulunan bu “A” yapı yavaş yavaş etkisini kaybeder. O yapı ortadan kalkınca “A”sız hal (“A”sı etkisini yitirmiş hal) görülür. “A” dediğimiz kendini müstakil sanan, “BEN varım” diyen yapı etkisini kaybetmiştir. Onun etkisi yok olunca kişi YOKSUL olur, FAKİR olur. Yoksulluk FAKR demektir. Fakr; “Asi” yapısı olmayandır, “A”dan fakir olandır. “A”nın yokluğu ile kişinin fakir olduğu yoksulluk hali FAKR HALİ’dir. Fakr halinde “A” yapı öyle bir hal alır ki görünmez hale gelir. Onu pastanelerde bazı ürünlerin üstünü streç filmle sarmalarına benzetiyorum. Pastanelerde keki şeffaf filmle kaplıyorlar, o film keki kaplıyor ama yalnızca kek görünüyor. İşte fakr hali oluştuğunda kişinin zulmani benliği öyle gözükmez olur. Sadece kekin gözükmesi gibi, sadece Allah Hakikati gözükür. Yaratılan hakikati kaplayan, sarıp sarmalayan zulmani benlik görünmez olur. O zaman o kişiden gözüken Allah’ın Hakikati olur. Onu ne örtüyordu, ÖRTÜ neydi? “Ben varım, güç bende” iddiası! O örtü kalkınca hakikat gözükür, içine sakladığı şey gözükür. Daha doğrusu “içine sakladığını sandığı şey” gözükür. İşte o zaman; onun söyleyen dili, tutan eli, gören gözü ve sairi O olur. Çünkü zaten O’dur, zaten O idi. O’nun örtüsü kalkmış oldu. “Ben varım, güç bende. Ben bilirim, ben hürüm” diye diye oluşan örtü kalktı. Hakikati ÖRTEN bu iddiadır. “Allah bilir, ama ben de kendime göre bilirim” demek “A” halidir ve “A” hali (Asi hal) bir örtüdür. Örtü kalkınca hakikatini örtmeyen halin yaşantısı görülür. Bu yaşantı İhlâs Hayat Döngüsü kapsamındadır. Ona “B” hali diyoruz. Şöyle ifade edelim: Allah’ın Hakikat olarak var ettiği, yarattığı “B” yapıdır. Hakikatini örtmeyen bu hal “La havle ve La kuvvete İlla Billâh” halidir. Allah onu kendinde (ilminde) yarattığı için “B” yapı doğal olarak Allah’ta olan özellikleri taşır, o yapıyla sınırlı da olsa Allah’ın özellikleri onda da olur. Allah’ın yarattığı bu yapı özelliklerini başka nereden alsın ki! Tamamıyla özelliklerini Allah’tan almıştır. İnsan “B” idrakına, bu “B” haline nasıl ulaşır? Kendisine Allah dışın- Sen Tanrı mısın? 23 da sanal bir dünya oluşturan “A” idrakının nasibinde varsa, Allah lutfetmişse ona örten halden kurtulma yolu açılır. Bunları detaylarıyla ele alacağız. O kul nasib olur da “B” bilincine yönelirse şöyle der: “Allahım, biliyorum müstakil bir varlık değilim, öyle bir hüviyetim yok. Bunu idrak ettirdin ama hala o “A”dan da kurtulamıyorum! Ondan kurtulmamı senin dilemen lazım, dile Ya Rabbi! Sen dilersen ben bu “A” halinden kurtulur “B” haline geçerim. Ancak Sen dilersen olur. Ancak o zaman “A” kılığından kurtulurum...” Onun yakarışı böyledir: Allahım biliyorum ki, ben bundan kurtulacak bir iradeye, bir güce sahip değilim. Ancak Sen bana “Asi yapıdan kurtulmuş kul” rolü verirsen bu iş olur. Onun için Sana sığınıyorum; iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakim; bana indinde makbul olan hali ver... Kurtuluş böyle başlar! Kul eğer “A”dan kurtulursa “B”nin hayatı başlar... “B” yapı Allah’ın ilminde/hakikatte yarattığı yapıdır. Bu yapıyı günümüzde hangi yöntemle nasıl açıklarız? O günümüzde Holografik Sistem ile açıklanmaya çalışılmaktadır. İşe holografik baktığınızda bir Kesret Alemi var ve kesret âleminin de bazı kuralları var. İster bu dünyada ister cennette olun, siz var olduğunuz sürece kesret/çokluk olacaktır ve onun da kendine göre kuralları olacaktır. Cennette siz yanınızda birilerini istediğinizde birileri olacak değil mi? “Ben cennetteyim” diyen biri var, “Rabbimi görmek istiyorum” diyen biri var, siz varsınız. Demek ki bir Kesret Alemi var. Ve biz o âlemde yaşıyorsak o âlemin koşullarına göre düşünmemiz gerekiyor. Bu bakış açısı için şöyle bir örnek oluşturalım: Elimdeki peçete karaciğer olsun. Karaciğeri, görevlerini bilseniz karaciğere bakıp “Allahuekber” dersiniz. Karaciğerin o görünen şekliyle yaptıklarını görünce “Allahuekber” dersiniz. Biraz detaya inip içindeki bir hücreye gelseniz hücre içerisindeki organelleri görürsünüz. Parça bölük bir sürü yapı vardır. Mesela bunlardan birisi mitokondridir, karaciğer hücresinde çok boldur, her bir hücresinde yaklaşık 800 tane bulunur. Mikroskobik yapılardır, çok yüksek büyütmelerle, elektron mikroskopla görebileceğiniz şeylerdir. O mitokondrilerin zarlarında öyle reaksiyonlar yürür ki… Mesela Trikarboksilik Asit Siklusu denen bir döngü vardır. Bu döngü mitokondri matriksinde yürür, reaksiyon oradan mitokondri zarındaki elektron transport sistemine geçer. Aldığınız bir glikoz molekülü suya ve oksijene parçalanıp da size enerji sağlayıncaya kadar o küçücük zarda o kadar çok reaksiyon meydana gelir ki… O reaksiyonları yazacak olsak, dört beş tahta dolusu reaksiyon zinciri eder. Ama siz karaciğere baktığınız zaman bu detayı göremiyorsunuz. Bu detayı ve reaksiyonları göremiyor ol- 24 Yılmaz DÜNDAR sanız bile karaciğer sizin için görünen bu haliyle vardır ve gayet önemlidir, değil mi? Karaciğer hücrelerinde meydana gelen reaksiyonları, detayını öğrenince siz karaciğeri daha farklı görür, daha farklı değerlendirirsiniz. Ama karaciğer aynı karaciğerdir! Onun detaylarını bilmeniz karaciğerin görünen yapısının sizin için önemini, görevlerini değiştirmez, ortadan da kaldırmaz. Daha ileri gidip karaciğere atom seviyesinde baksanız ne reaksiyon kalır, ne de başka bir şey, ama karaciğer sizin için yok olur mu? Onu atom seviyesinde görüntülediğinizde, incelediğinizde karaciğer yok mu oldu? Yine var, görevleri de devam ediyor! Dolayısıyla evrenin (yaratılan yapının) hologramla açıklanışını öğrendiğinizde, varlıklara Holografik Evren bakış açısıyla baktığınızda da varlıklar ve insan yok olmaz! Sadece “insanın nasıl göründüğünü, görünümün nasıl bir sistemle oluştuğunu, varlıkların nasıl var göründüğünü” detaylarıyla bilmiş anlamış olursunuz. O detayları bilmeniz görüntüyü, insanın görünen varlığını ve insana ait sorumlulukları ortadan kaldırmaz! -Bu fark edilince eleştirirken faile değil de fiile mi tepki vermeye başlarız? Fail’e hücum etmek aslında kişinin zatına hücum etmektir. Onun Zatı Allah’ın Zatı’ndan gayrı değilse sen kimi eleştirmiş, kiminle kavga etmiş oluyorsun? Ama ondan çıkan fiile “bu fiil yanlış” demen farklıdır. -“Fiili eleştirmek de bir yönüyle çok doğru değilmiş gibi, değil mi? O daha ileri basamaktır, bir ileri basamaktır. Bu yol basamak basamaktır. Kişi zata hücum ediyorsa önce zata hücum etmeyip fiillere yorum yapar, sonra yorum yapmamayı, seyri öğrenir... Zat’a hücum etmekten kaçınmak gerekiyor. Zat’a hücum nedir, onu şöyle açıklayalım: Bir kişi birine kızmıştır, o yüzden ilişkisini soğutmuştur. Eğer kişinin “A” yapısı kuvvetliyse diğeri ağzıyla kuş tutsa bile affetmez. İşte ZAT’A HÜCUM budur! Kızdığı kişi yanlış fiili bırakmış, ama affetmiyor: “Sana notunu verdim, ağzınla kuş tutsan artık benim için yoksun” diyor. İşte o Zat’a Hücum’dur! Oysa fiile buğz etmiş olsa, o kişiden o fiil kalktı mı onunla ilişkisi düzelir, kalkmadığı sürece düzelmez. Bir ileri idrak ile bakacak olursak şu gerçeği görürüz: Hangi fiil olursa olsun o Allah’ın emridir. Bunu bilir ve ilişkini ona göre belirlersin. Ama bazıları burada çok enteresan bir yanlış yaparlar. Dikkat ederseniz bu yanlışla çok karşılaşırsınız. “Hoşgörülü davranıyorum” deyip cehennemlik ameller yapanlara hoşgörü gösterir. Oysa onun yarısı kadar hoşgörüyü inananlara göstermez. İnananların her şeyi onun gözüne batar ama cehennemlik amellerle meşgul olanlara (hoşgörülü olacağım diye) sıcak bakar. “Ne kadar önemli biri, ne ünlü biri! Ne kadar güzel giyiniyor, tangası şöyle, şunu böyle…” der, hoş- Sen Tanrı mısın? 25 görülü bakar, hoşlanır! Ama inanana sürekli kızar: “Öyle söylenir mi, böyle yapılır mı, öyle giyilir mi, inanan öyle yapar mı?” der, kızar. Bu tavır aslında gösteriyor ki, onun içinde Allah’a karşı bir kin var, o kinle inanana hücum ediyor. Ve yine gösteriyor ki, onda cehenneme bir özlem var! Bir serbest kalsa onlar gibi olacak, ama yasaklanmış! Bu durumda o da öylelerine iyi bakarak, onlardan hoşlanarak yaşıyor. O haldir bu. Adına “hoşgörü” deyip kendisini kandırıyor. Kimseyi kandıramazsınız! Yani Allah’ı kandıramazsınız! Bu yüzden, “Allah’ın dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşman olmak” bakış açısı çok önemlidir! Yanlış işe, yanlış yere, yanlış kişiye hoşgörülü bakacağım diye... Bu neye benzer bakın. Sen arkadaşlarınla bir gruptasın. Onlardan birisi kalktı annene küfretti. Durmadan da küfrediyor, hiç iyi şeyler söylemiyor. Sen hala; “olsun, o küfrediyor olabilir” deyip onunla yemek yer misin? Annene küfredenle hemen ilişkini kesersin: “Sen anneme iyi bakmıyorsun ha, seninle bırak yemek yemeyi, dost olmayı, aynı yerde bile durmam” deyip ilişkini kesiyorsun. Ama adam Allah’a küfrediyor, O’nun yoluyla ve O’na inananlarla alay ediyor, “hoşgörülüyüm” deyip yemek de yiyorsun, vaktini de onunla geçiriyorsun. Nasıl iş bu şimdi? Yani bunlar cennette cehennemde hiç ayrılmayacak mı? Birisi sevdiğin birine iyi bakmadı diye ilişkini kesiyorsun, ama adam Allah’a küfrediyor, hiçbir şeyin değişmiyor, yine onunlasın! “Ben hoşgörülüyüm, onunla da yer, içer, gezerim!” havasındasın. Hep onunlasın, diğerleriyle hiç görmüyorum. Yani hep onlarla berabersin, bu nasıl hoşgörü! Olabilir mi öyle bir şey? Bu “hoşgörülüyüm” hali hem yanlış, hem kandırmaca! Hoşgörü eğer düzgün kullanılmıyorsa insanın yanlışına kılıftır! -Onlarla ilişkimiz nasıl olacak, ilişkiyi kesecek miyiz? Söylemeye çalıştığım şey ilişki kesmek değil. Kafesinde bir aslan düşünün. Duydunuz ki çok susamış, susuzluktan yanıyor, hemen gider bir su bulur verirsiniz. Duydunuz ki hasta, gider bir veteriner hekim bulur ihtiyaçlarını görürsünüz, değil mi? Kafesine girer misiniz? Girerseniz sizi yer. O kişi de kafesine girerseniz sizin nurunuzu mahveder. Kafesine girmeden ilişkinizi devam ettirin. Kafesine girerseniz onu yenemezsiniz, o sizi yener. Çünkü dünya cehennem için kolaylaştırılmıştır. Cehennemlik ameller süslenmiş, cazip ve çok kolaydır. Onların kafesine girmeden suyunu verirsiniz. “Kimlerle nasıl bir ilişki?” konusunda kendime “şu kişi beni niye çok seviyor, diğeri niye sevmiyor?” diye sorduğumda görüyorum ki, Allah için! Allah’ı seven beni seviyor, beni Allah’ı sevdiği için seviyor, Elhamdülillahi Rabbil Alemiyn. Allah’la arası iyi olmayanlar beni sevmiyor. Benimle ne ka- 26 Yılmaz DÜNDAR dar iyi, bakıyorum aslında Allah’la o kadar iyi. Benimle kötüyse bakıyorum, onun Allah’la, Allah’ın Sistemi’yle meselesi var. Bir de “ben bir kişiyi çok seviyorsam, niye?” diye kendi açımdan bakıyorum, o zaman da görüyorum ki, o bana Allah’ı hatırlatıyor, benim Allah’ı hatırlayarak bir şeyler yapmama sebep oluyor. Diğerleri bana cazip gelmiyor, anneye küfür örneğindekiler gibi. Bir yere gittiniz, bir pastane, bir cafe, bir spor salonu, neyse... Baktınız ki, orada annenize küfretmiş birisi var, gidip “merhaba, nasılsın?” demiyorsunuz. O var diye o tarafa gitmiyorsun, o oradaysa sen bu tarafa oturuyorsun. Ama birisini gördün ki, o Allah’a küfr eden birisi, hiç umursamadan gidip yanına oturuyorsun. Hatta onun hareketleri sana sempatik geliyor, hoşlanıyorsun. Bu hal CEHENNEM ATEŞİNİ ÖZLEMEK ve SEVMEKtir, farklı bir şey değildir! “Ah, Allahım bir serbest bıraksan ben o işleri ondan da iyi yapacağım, ama yasaklamışsın” demektir. Yani ARADA KALMIŞLIK’tır! Arada kalmak çok kötü bir şeydir. Ya bu işi düzgün yapacaksın veya diğerini, arada olanların işi çok zor. Efendimiz’in duası var, bize bir sığınış öğretiyor: “Allahım beni arada bırakma, Allahım beni ara yerde bırakma.” Bu yüzden arada kalmışlardan olmamak için kendine soracaksın: Ben kimleri seviyorum, bana kimler hoş gözüküyor? Sordun! Gördün ki, cehennemlik ameller ve o amelleri yapanlar sana hoş gözüküyor. O zaman, ya delicesine kurtulmaya çalışacaksın, ya da “programım böyleymiş, yapacak bir şey yok” deyip devam edeceksin... Bazı arkadaşlar soruyor: Sevgi bu anlattıklarınızın neresinde? Sevgi bu işin neresinde? Sevgiyi çok önemli biçimde ele alacağız, ancak size bir şey söyleyeyim: Mevlana Hazretleri’ni seven kimileri onu niye severler, biliyor musunuz? Allah’ı sevdiklerinden değil! “Ne olursan ol gel” cümlesini yanlış yorumlamaktan hoşlandıkları için! O daveti “nasıl yaşarsan yaşa cennet sana açık” gibi yorumladıkları için seviyorlar. Yoksa Mevlana’yı, onun bakış açısını ve yaşantısını tanıdıklarından, benimsediklerinden, ona talip olduklarından değil! Sorsan yalnızca bu cümle: Ne olursan ol gel! Onlara göre Mevlana; “ne olursan ol gel” demektir. Bu cümle kime, niye sesleniyor, o önemli değil, onları hiç ilgilendirmiyor. O cümleyi ve Mevlana Hazretlerini “ne yaparsan yap cennet sana açık” bakışıyla yorumladıkları için seviyorlar! Çünkü o “A” yapıda olan yalnızca öyle dinler, öyle anlar... SEVGİNİN İSLAMİ SİSTEM İÇERİSİNDEKİ YERİ nedir? Bunu çok iyi bilmek lazım, çünkü çok önemli. İslam’daki sevginin lezzeti hiçbir sevgide bulamayacağınız bir lezzettir. O diğer bütün sevgileri örter! Ama onu yanlış uyguladığınız zaman iş değişir. O zaman rehavete düşersiniz. O zaman Sen Tanrı mısın? 27 kişi kurallara karşı çok duyarlı olmaz, vurdumduymaz hale gelir. Peki, İslamiyet’teki sevgi nasıldır? İslamiyet’te sevgi korkuyla birliktedir. Eğer korkuyla sevgi beraberse o doğru bir sevgidir ve bu çok önemlidir. Onun ismi HAŞYET’tir. Haşyet’in içerisinde hem sevgi hem de korku vardır. Ama bu korku çok farklı bir korkudur. Bir kere bu, ötede beride uzakta birinden korkma korkusu değildir. İnsani duygularla yaşadığınız korkulardan farklı bir korkudur. Bizim Haşyet korkusunu anlayabilmemiz için, o korkuya yaklaşabilmemiz için, başımıza gelecek olanlarla ilgili olarak uyarıldığımız gerçeklerden korkmamız gerekiyor, önce onlara karşı tedbir almamız, tedbirli olmamız gerekiyor. Ona şöyle bir örnek verelim: Kolera salgını olan bir yer düşünün, şu aralar Irak’ta var. Allah muhafaza etsin, Ankara’da kolera salgını olsa ve suların çok dikkatli içilmesi gerekse... Her tarafta suların kaynatıldıktan sonra içilmesi için uyarılar yapılıyor, doktorlar Tv’lerde durmadan “koleranın belirtileri şöyledir, tehlikesi şöyledir, dikkat edin, sakın yanlış su içmeyin” diyorlar. Öyleyken burada rastgele bir su olsa ve biz de yan taraftayız, siz suyun yanında yalnızsınız. Baktınız kimse yok “şu suyu içeyim” der de suyu içer misiniz? Korkarsınız! Neden? Birisinden değil, bir mekanizmadan korktunuz ve kimse olmadığı halde o suyu içmezsiniz. İşte Allah korkusu önce böyle bir şeydir! “Kimse yok, kimse görmüyor yapalım” mı diyorsun? Korktun da suyu içemedin ama! Demek ki, koleraya inandığın kadar cehenneme inanmıyorsun, cehennemden öyle korkmuyorsun! Oysa koleradan korktun, “beni öldürür” diye suyu içemedin. İMAN BİLGİSİ budur işte. “İman edin” denilen hal budur. Eğer cehenneme iman etmiş olsan, cehennemden gerçekten korksan, senin için “kimse yok, kimse görmüyor” diye bir şey olabilir mi? “Kendimi ateşe atamam” dersin. Suyu içmediğin gibi! İşte, önce böyle bir korkunun başlaması gerekiyor. Kolera salgınında suyu içmeden önce bir tedbir alıyorsunuz, kaynatıyorsunuz, korunuyorsunuz. Buna Kur’an-ı Kerim MÜTTAKİ diyor: Korunan, korunanlar; muttaki olanlar! Ayetlerde onlara bir tehlike bildirildi. Onlara; “siz şu olaylarla karşılaşacaksınız” dendi, onlar da korunmak için ayetlerde bildirilen o tehlikelere karşı tedbir alıyorlar. Çünkü onlar muttaki; onlar korunanlar! Tedbir alma ihtiyacını niye duyuyor? Korktu! Korkmasa alır mı? İşte, önce böyle bir korkunun başlaması lazım! Kişide bu korku yoksa o zaman geriye yalnızca insanı rehavete sürükleyen bir sevgi kalır. Bu sevginin sonucu ise kendisini mutlaka cennete gidecek zanneden bir yaşantıdır. Hangi mevki olduğu, neresi olduğu belli değil ama cennete gidiyor. Hiç bir hazırlığı olmadığı halde mutlaka cennete gidecekmiş rahatlığında bir yaşantı! Çok tehlikeli! Bu çok tehlikeli bir sevgidir ve İslam’da böyle bir sevgi yoktur. Ama insanlar bu sev- 28 Yılmaz DÜNDAR giyi arıyorlar. Neden? “Ben varım” diyen o “A” yapıyı rahat yaşatmak için! Çok önemli şu hususa da dikkat çekmek isterim. Özellikle çocukların yetişme dönemlerinde onların doğruyu yapmalarını sağlamaya çalışırken mümkün olduğunca şu üç kavramla yaklaşmamak lazım: AYIP; yapma! YASAK; yapma! GÜNAH; yapma! Bu üçü nedeniyle yapmasını veya yapmamasını sağlamak faydalı bir insan psikolojisi oluşturmaz. Çünkü ayıp, günah ve yasakla oluşturduğunuz şartlar onun Rububiyet’inden gelen güçle onları yapmasını sağlar. Bu yüzden yasak caziptir, bir şeye “yasak” demek bu nedenle onu cazip kılar. Hz. Âdem’i cennetten dünyaya gönderen budur: Ona “şu meyve yasak” dendi, o yasağı işlesin diye! Çünkü kişideki rububiyet (nefsin Rab gücü) kendini kanıtlar. Birisine bir şey için “bu yasak” dedin mi, ondaki “Rab gücü” yasak dinlemez, doğru/eğri hiç önemli değil, gider onu yapar ve “ben Rabbım, yaparım” der, rububiyetini gösterir. Çünkü Rablığını kanıtlamak zorundadır, ona yasak olmaz. Ama bizim sisteme karşı korunma hususunda bahsettiğimiz böyle bir yasak değil. Fakat bu o kadar ince bir çizgi ki! “Ayıp, yasak, günah” diye motive edince bozuk bir kişilik çıkar, ama onları kaldırınca ne olur? O zaman ne yapacağız? O zaman da başka bir kişilik çıkıyor... Yani “ayıp, yasak, günah” gibi bir şey koymadığınız zaman o da başka bir kişilik oluşturuyor! Öyleyse ne yapmalıyız, nasıl yaklaşmalıyız? Bunun cevabını şöyle bir örnekle anlatmaya çalışayım: Küçük çocuğunuzu düşünün, ateşler içerisinde [Allah muhafaza eylesin] ve hemen doktora götürdünüz. “İstemem ama mecburen antibiyotik vereceğim, altı saatte bir içireceksiniz, yoksa şöyle olur, beyne sıçrar, menenjite çevirir...” dedi. Ödünüz koptu, çocuğunuz menenjit olacak, Allah muhafaza etsin. Geldiniz, “altı saatte bir ilaç vaktini aman kaçırmayalım” diye saatleri kurdunuz. Gece saat dörtte ilaç saati geldi, çocuğu zorla kaldırırsınız değil mi? Oraya döner, buraya döner, ama siz onu zorla kaldırır, ilacı zorla içirirsiniz. Tam içeceği zaman ilaca vurdu falan, kızarsınız. Tam bu sırada birisi gelip size; “çocuğa niye baskı yapıyorsun, niye zorla ilaç içiriyorsun!” dese, ne düşünürsünüz? Birisi çıkıp böyle diyebilir mi, böyle bir şey olabilir mi? Orada olmuyor, ama çocuğu salâta kaldırırken, salât için uyandırmayı düşündüğünüzde oluyor! Bu nasıl iş? Diyelim ki çocuğu uyandırıp “haydi namaz kılalım” dediniz, onun ismi “baskı” oluyor, ona “baskı yapmak, zorlamak” diyorlar. Ama zorla ilaç verirken kimse gelip “niye çocuğa baskı yapıyorsun, bırak yatsın” demiyor! “Menenjit olabilirmiş” dediğinizde kimse size; “yok canım bir şey olmaz. Çocuğu kendi haline bırak, zorla ilaç verip de bozuk bir psikoloji çıkarma” demiyor. Ama namaza kaldıracağın zaman “baskı yapıyorsun, zorluyorsun” Sen Tanrı mısın? 29 oluyor. Hatta kişi kendisi öyle düşünüyor; zorlamayayım, baskı olmasın, şimdi uyandırmayayım... Demek, o hastalık ve tedavisine inandığın kadar cehenneme inanmıyorsun ki salât için çocuğu kaldırmıyorsun! “O küçük, o yanmaz, ona bir şey olmaz” diyorsun! Anlatmak istediğimin bir yanı bu, bir yanı da bu baskı anlayışı! Bu o kadar ince bir çizgi ki ve o kadar zor ki... O kadar zor ve o kadar farklı bir şey ki... Burada yatan gerçek şu: Eğer siz bir işi “A”ların dünyasına göre ele alırsanız size farklı bir sosyolojik ve psikolojik alan çıkıyor, “B”lere göre ele alır da öyle yaklaşırsanız farklı bir alan... -Mekanizmayı mı anlatalım, niye yasak onu mu açıklayalım, ne yapalım? Küçük çocuğa mekanizmayı [“A”yı, “B”yi] nasıl anlatacaksın? Bu o kadar farklı bir şey ki! Eğer küçük çocuğa “A”nın yokluğunu anlatırsanız kişiliksiz, kendisini ifade edemeyen, toplumda yer edinemeyen biri olabilir. Peki, ne yapacaksınız o zaman? Biraraya gelince veya bir şey yazınca, her yaşa, herkese uygun hayatta uygulanabilir yöntemleri konuşmamız, öyle cümleler kurmamız gerekiyor. Zor anlaşılan cümlelerle bir şeyler anlatıp, dinleyenin de “bunları anlayamıyorum, demek ki çok ileri, çok güzel bilgiler” deyip çıkmasının bir anlamı yok! Bu doğru değil! Cümleleri öyle kurmalıyız ki, onları hayatın içinde (nerededir, nedir?) bulabilmeliyiz, onları tartışıp bulmamız lazım. Her yaşa, herkese uygun ve hayatta uygulanabilir cümle kurmak çok önemlidir! Aksi halde şu olur: Öyle bir öğreti ki yalnızca ileri yaştakiler okuyup anlayabiliyor! Çocukları ne yapacağız? Biz tasavvufu çocuğa nasıl anlatacağız? Bu kadar önemli bir şeyi çocuğa nasıl anlatacağız? Bunları öğrenmeden o yaşa gelirse bu konuların ona cazip gelip gelmeyeceğini bilebilir miyiz? Çünkü dünya; kitabıyla, Tv’siyle, her türlü yayınıyla ona herşeyi veriyor, ama sen veremiyorsun! Bu konuları “çocuğa nasıl anlatırız, nasıl veririz?” bunları konuşmamız lazım. Çünkü çocuk, dünyaya veri tabanı başka bir şeye hazır olarak geliyor. Ve sen ona doğru olanı verememişsin! Sonra da yıllar ilerleyince onun dünyada kazandıklarıyla yarışmaya çalışıyorsun. Başaramazsın, mümkün değil! Öyleyse “ne vereceksin, ne yapman lazım, nasıl bir yaşantı gerekiyor?” bunları bilmek ve uygulamak önemli! Bir yaşantının içerisinde “yasaklama, ayıplama, günahlama” olmamalı. Tamam, bunlar olmamalı ama ne yapacağız? İşte onu da konuşmalıyız, bir an önce konuları oralara getirmeliyiz. Bu konular çocuklarla nasıl yaşanır? Dünyada “B” olarak nasıl yaşanır? Bahsettiğimiz “A” yapıdan kurtularak ama toplumdan da silinmeden nasıl yaşanır? Toplumda önemli bir kişi olarak, toplumdan kopmadan bu dünyadan yararlanarak ve dünyayı da severek nasıl yaşanır? Bunları somut örneklerle açıklamak lazım ki, uygulayabilelim. Aksi halde kısır dön- 30 Yılmaz DÜNDAR gü oluşur. Kişiler anlaşılması zor cümleleri dinleyip/okuyup anlamadan ilerlemeyi “önemli bir dini görev” sanar! Oysa Rasulullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’le konuşanlar Mescid’den (Efendimizin yanından) çıktıkları zaman ne yapacaklarını biliyorlar: “Ben artık şöyle yapacağım” diyerek çıkıyor, çıkar çıkmaz da onu yapıyor. Hayatına yeni bir şey ekliyor, Efendimizden öğrendikleriyle YENİ BİR HAYAT TARZI oluşturuyor. Biz de dışarıya çıkarken “artık şöyle yapacağız” diye çıkmalıyız. Hayat dışarıda... -Karar alıyorum, uygulayamıyorum. Mesela “uyumayacağım” diyorum, saatlerce uyuyorum, kendime “yasaklıyorum” yine yapıyorum, nasıl olacak? Elbette öyle olur. Ama önce oraya geçmeyelim. Anlatıp anlatamadığımı tam bilemediğim için bazen aynı şeyleri tekrar ediyorum. Anlatmakta zorlandığım hususlardan birisi de TANRILIK: Bizim için en önemli öncelik ondan kurtulmak, o “A” yapıdan kurtulmak! Bu öncelik bilinmeden kişi tasavvufla ilgili bir sohbette, bir kitapta; “az ye, az uyu, şunu az yap” gibi cümleleri görüp sonra da az yer, bir şeyi az yaparsa, onu yapınca da “onu azaltmayı başardım” derse bu onu ilerletmiş olmaz ki! Çünkü o işi başaran, “başardım” diyen yapı “Asi” yapıdır. Böylece kişi bu başarısıyla o yapıyı daha kuvvetli hale getirir. “A” yapısını kuvvetlendirdi, o artık “AZ YİYEN “A” oldu! Bu yüzden, çok yiyen/az yiyen veya çok uyuyan/az uyuyan olmak başlangıçta çok önemli değildir. Eğer kişinin yaptığı iş onun “A” dediğimiz zulmani kimliğini kuvvetlendiriyorsa o faydalı bir şey değildir. Yaptığınla “A”dan kurtuluyorsan o sana faydalıdır, yaptığın şey seni “ben varım” diyen yapından kurtarıyorsa faydalıdır. Mesela ORUÇ: Seni “A”dan kurtarıyorsa önemli bir ibadettir. HAC: “A”dan kurtarıyorsa önemlidir. Zaten bize önerilenlerin tümü önce “A”dan kurtulmamız içindir. Özellikle SALÂT: Salât ikamesi “A”dan kurtulmak içindir. Diğerleri de “A”dan kurtulmak içindir. Onlar “A”dan kurtulmak için yapıldığında yararlı olur, değilse “A”yı kuvvetlendirirler. Bunun için de yaşarken “A”nın temel özelliklerini iyi yakalayıp yeteneklerimizi, duygu düşünce ve davranışlarımızı tek tek “A” ile ilişkilendirmemiz gerekiyor. Örneğin MERAK ETMEK! Merak etmek hepimizin veri tabanında var, merak etmek zorundayız. Ama bu yetenek niye var? Merak edip de Allah’ı bulalım diye! Çünkü merak etmezsen bulamazsın! Merak edip bulasın diye o sana verilmiş! Hz. İbrahim aleyhisselam örneğini hatırlayın. Merak ediyor; aya, yıldıza, güneşe... Sonra ne diyor: “Ben öyle bir gözüküp bir kaybolan şey istemem.” Merakla, tefekkürle Yaradan’ına ulaşmaya çalışıyor. Biz merakı “tanımak” için kullanmazsak onu “A” kullanıyor, maalesef. Ne yapıyor? İn- Sen Tanrı mısın? 31 sanları merak ediyor: “Şu ne yapıyor, bu ne yapıyor. Onun neyi eksik, bunun neyi fazla?” hayat bu meraklarla geçip gidiyor... Tanımaya talipseniz işte size “A” yapınız! İşte cehennemlik yapı budur! Bu yapı sizdeki merak yeteneğini böyle kullanır ve “İFTİRA, GIYBET/DEDİKODU” dediğimiz şeyler oluşur. Bunlar için denir ki; “İnsanları merak etmek 36 zina’dan daha günahtır.” Eğer merak yeteneğinizi “A”dan kurtarabilirseniz o zaman onu “B” yapı kullanır. Merakı “B” nasıl kullanır? Allah’ı merak ederek! O Allah’ı merak eder, sürekli. Allah’ı meraka TEFEKKÜR deniyor ki; çok sevaptır, Allah’ı bu merak ediş hali nafile ibadetten kat kat sevaptır. Siz bu çok kıymetli yeteneği “A” yapının eline verirseniz o cehennem için bir yakıt haline dönüşüyor. Kişinin kendisinde yapacağı önemli tespitlerden birisi şu olmalıdır: Ben bu merakı nasıl onarırım? Onu mutlaka onarmak gerekiyor! “Nasıl onaracağım?” diye kendi kendine düşünecek ve kendine soracak: “Ben insanları mı merak ediyorum? Bundan kurtulmanın yolu nedir?” deyip araştıracak. Ama bunu yapması için önce ÖNEMSEMEK lazım! Çok önemsemedikçe hep insanı merak edersiniz, merak ettikçe o sizi daha fazla cezb eder ve götürür... Neyle meşgulsen sana o kolaylaşır ve seni o götürür! Allah’ı merak da öyledir! Allah’ı merak edersen o yeni bir cezbe oluşturur, seni o tarafa çeker... Tefekkür seni “A”dan kurtaran, “A”dan sıyıran, Hakikat’e ulaştıran bir hale götürüyor. Ama merak “A”nın elindeyse o senin “A” yapını kuvvetlendirerek seni “A”ların dünyasına sabitler; “A”larla meşgul eder, cehennem amelleri işlettirir... Gördüğünüz gibi tefekkür de, gıybet de merak! Bu yüzden merak yeteneğini kullananın “kim” olduğu önemlidir. Ve “A” yapıyı sadece merakla ilgili değil, her bir yeteneğinizde, her bir anınızda böyle aramanız lazım. Bir diğer özelliği: “A” BÖLÜCÜ’dür. Eğer bir kişi normalde, yaşantısında bölücüyse ne kadar ibadetle meşgul olursa olsun o “A”nın dünyasında yaşıyor demektir. Çünkü bölen, bölücü olan “A”dır! O bölücü olarak ne yapar? Bölerek Hak yer! “Kadın, erkek, çocuk” der böler: “Kadınlara ve çocuklara vermeyin. Yetimse hakkını hiç vermeyin!” O böyledir, bölücüdür, “A”nın dünyası bölerek kuvvetlenir. Bu yüzden “A”lar bölünmüşlerdir. O dünyada bölücü zihniyet vardır, Tevhid yoktur! İnsanları inceleyin, haberleri izleyin... İnsanı (kendinizi) hep bölen, hep birilerini kınayan, hep beğenmeyen göreceksiniz... Mesela “türban” deyip bölüyor, şu diyor, bu diyor ama hep bölüyor, daima bölüyor: “A” bölücüdür, hak tanımaz! Başörtülüye okuma hakkı tanımıyor, yaşama hakkı tanımıyor, nefes alma hakkı tanımıyor, gezme hakkı tanımıyor. Bölücü zihniyet böyle hep böler! Veya buradan İran’a gidelim, o da orada bölüyor. Röportaja gelmiş yabancı gazeteciyi bile örtüye 32 Yılmaz DÜNDAR sokuyor. O da aynı şey değil mi? Yıllar önce yaşadığım bir olayı anlatayım: Caddede yürüyorum, ileride de İmam Hatip Okulu var, bir kızcağız da okula gidiyor. Oraya gelmeden önce de üniversite kampüsünden çıkmıştım. Kampüsten çıkarken gördüğüm şey; başörtülü olanların kampüse girmek için başlarını açmak zorunda bırakılmaları. Burada ise bu kızcağız okula gidiyor, ama onun da saçı açık. Okula yaklaşınca çantasından bir örtü çıkardı, okula girerken örttü. Bu da yanlış, ikisi de yanlış! Ama olaya “B” gözüyle, o açıdan, Allah İndi’nden bakalım: Birisi zulme uğruyor; çünkü örtüsünü zorla açtırıyorsun. Ama diğerini münafık yapıyorsun; örtmek istemiyor, zorla örttürerek onu da münafık yapıyorsun. “A” nerede olursa olsun bölücüdür! O halde, yaşantıda bölücü olmaktan kurtulmanın yolunu bulmalıyız. “Ben nasıl bölücü olmam?” deyip araştırmalı ve gereğini yapmalıyız. Çünkü bölücü olmazsanız Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerini yaşamaya başlarsınız. Rahman ve Rahim isimlerini yaşamaya başlayınca BESMELE sizin yaşantınız olmaya başlar. Çektiğiniz, söylediğiniz değil yaşadığınız olur! Hayatınız Besmele olur! Yaşantısı Besmele olan, Rahman ve Rahim ALLAH ADINA yaşayan olur. Artık onun “yaşantısı Besmele” gibidir, Besmele onun söylediği bir sözden ziyade yaşantısıdır, yaşantısı öyledir... “A” YALAN SÖYLER! “B” hali yalan söyleyemez! Bir kişinin hayatında yalan varsa, yalanlar hayatını işgal etmişse, yalan onun yaşantısı haline gelmişse, hayatının döngüsünü oluşturuyorsa o ne kadar oruçla, namazla meşgul olursa olsun “A”dır! Çünkü yalan “A”nın işidir! “B” yapısında olan “B” yalan söyleyemez! Çünkü o Hakem’dir! O HAKEM’dir; doğruyu söylemek ve Hakem olmak zorundadır! Onun görevi o! Onu yapmadığı zaman korkar. Koleralı su örneğindeki gibi o sudan korkar! Niye? “Allah’tan ayrı düşerim” diye korkar, “A”ların dünyasına düşerim” diye korkar: “Aman, “A”ların dünyasına düşmeyeyim” diye telaşlanır. Ona siz “ne asosyal adam” diyebilirsiniz. Deyin durun, onun korkusu siz değilsiniz. O “A”ların dünyasına düşmekten korkuyor, ondan ödü kopuyor. İnsanlar ona istediği kadar “asosyal, hayattan çok kopuk” desin dursun, onun umurunda değildir. “Keser döner....” denir, öyle olur, onlara da “kopuk” diyecekleri bir gün gelir... “A”nın bir başka özelliği ÖFKE’dir. Öfke “A”ya aittir, “B”de öfke olmaz. Efendimiz (SAV)in bir hadisini hatırlatayım. Buyuruyor: Allah’la sohbet etmek ister misiniz? “Tabi ya Rasulallah, öğret bize” diyorlar. Diyor ki; “Ne söyleyecekseniz güzel söylerseniz, ne yapıyorsanız güzel yaparsanız o an Allah’la sohbettesiniz.” Bu “B”nin ahlakıdır, Allah’la sohbette olmak bu halde olmak demektir! Bu yüzden, “A” ve “B”yi hayatta yerine iyi koymak lazım. Sen Tanrı mısın? 33 “İnsanın kendine bakması, bakımlı temiz olması, saçını taraması” gibi işlere de bir bakalım. Bunları “A” da yapar “B” de. “A” kimin için süslenir, “B” kimin için? Senin tarayışın hangisi, sen kimin için süsleniyorsun? Allah’ı kandıramazsınız! “Ben kimin için süsleniyorum?” diye kendinize sorsanız cevabı çok rahatlıkla bulursunuz. Eğer birisi “beni görsünler” diye geziyorsa o “A”dır, çıplaksa “A”nın çıplaklığıdır! “B” de çıplak gezebilir... Çok farklı, çok! Kendinizi kandırmayın; o işleri yapan “A” mıdır, “B” mi bir bakın bakalım! Bir başka gösterge BESLENME TARZI’dır. “A”nın ve “B”nin kendilerine has beslenme tarzları vardır. “A”nın beslenme biçiminde haramlar çok önemli değildir, haramı önemsemez geçiştirir. Ama “B”nin haramdan ödü kopar! Yemeyi bırakın, haram gıdaya bakmaktan ödü kopar! Ama “A”nın beslenmesinde bir şeyin haram olup olmadığı çok önemli değildir. İnsanlar fark ederse önemsemeye çalışıyor gibi yapar! Çok enteresan hallerle karşılaşırsınız, basit bir örnek vereyim: Bir uçak seyahatinde hostes hanım küçücük torbalarda fındık dağıttı. Ben de kuruyemişi severim, fındığımızı aldık. Geldi soruyor; ne içersiniz? “Bir şey almam” deyince fındığı geri istiyor, onu içki içenlere verecekmiş. Sonra bana ters bakıyor. Baksın! Onun ters bakması önemli, ters baksın! Muhyiddin-i Arabî’nin Şeytanın Hileleri diye küçük kitapçığında bir hadis var: Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, sahabenin içerisinde şeytana soruyor: Söyle bakalım, Ebubekr’i sever misin? Onu hiç sevmem diyor, sana inanmadan önce de sevmezdim. Şeytan Hz. Ebubekr’e ters bakıyor, gördünüz mü? Baksın! Onun ters baktığına düz bakılan bir yer var. Bir başka manzara: Mesela ailece bir yere gidiyorsunuz. Görevli size salamlı sosisli pizza öneriyor. Siz titizlenip “kullandığınız salam kimin, markası ne?” diyorsunuz. Onu sormanızdan hoşlanmıyorlar, hatta sorduğunuz için size ters bakılıyor; ne uyumsuz adam! Unutmayın, o korkunç günde çocuk, anne, baba kimse birbirini bilemeyecek, nasıl çıplak geldiyseniz öyle çıplak gideceksiniz! Ne anne ne baba, ne kadın ne erkek, ne de eşin çocukların, hiç biri yok! Biliyorum, domuz etinden salam da var, sosis de! Ankara’ya; haftada kaç kamyon kemiksiz, işlenmiş domuz eti gelir, sosis yapılır, üstünde yazısı olmadan ucuzca oraya buraya satılır. Domuz etinin Türkiye’de rahatlıkla satıldığını biliyorum! Ama “A” haramı önemsemiyor. Burada bir bardak su var ve içine “striknin” attık diyelim. Striknin çok zehirlidir, içtiğiniz zaman birkaç dakika içerisinde sizi öldürür, hatta mumyalanmış gibi yapar, bozulmazsınız. Diyelim ki, ben strikninin zehirli olduğuna inanmıyorum, kabul etmiyorum ve suyu içiyorum. Etkisine inanmıyorum diye sitriknin bana tesir etmez mi? Bal gibi tesir eder! Haramlar da öyledir! İster inanın ister inanmayın, yediği- 34 Yılmaz DÜNDAR niz zaman tesir eder, içtiğiniz zaman tesir eder... Bütün bu örnekleri “haşyet, sevgi ve korku” kapsamında verdik. “Haşyet duygusunun bir boyutu korku, bir boyutu sevgidir” demiştik. Ondan korkuyu çıkardığınızda insan ameli gevşetir, özellikle namazı aksatır. Bazı gruplarda bu çok görülür. Öyle gruplarda, kişiler (mesela) internette sürekli tasavvufi yazı takip eder, ama aynı sıkılıkla ezan vaktini takip etmezler. Bu o kişi için faydalı bir iş değildir. Önemli olan ezanı takip etmektir, “namazı kaçırmıyorum” diyebilmektir. Allah sevgisi; internette yazı takip eder gibi ezan takip etmektir. Ve o zaman Ezan sana o kadar farklı gelir ki, şaşar kalırsın. Ezan bize bir haberi duyuruyor, bize korkuyu (Haşyetullah’ı) haber veriyor, Ezan öncelikle budur! “Allahuekber, Allahuekber!” Korkacağınız bir “Ekber” var! “Allahuekber” aslında korkudur, ona bir müziğin bestelenmiş bir sözü gibi bakmayın. O bir korkuyu haber verir: “Allah Ekber’dir ve bunda romantiklik yok! Sakın, sakın dalgınlığa düşmeyin, O’nun gazabı büyüktür, sakın dalgınlığa düşmeyin!” diye haber verir. “Eşhedü en la ilahe illallah:” Bilesiniz ki O’ndan başka da varlık yok! “Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah:”Bu hakikati Kul’um, Rasulüm Muhammed size haber verdi. “HayyeAla’s Salâh:” İşte o haber yüzünden salâta gelin, salâta koşun. “HayyeAlel felah:” Çünkü kurtuluşunuz salâtta! Kurtuluşunuz orada burada, eşte dostta, internette, o kitapta şu toplantıda değil! Kurtuluşunuz salâtta! “Allahuekber:” Korkacağın Ekber Allah’tır. “La ilahe illallah:” Siz yoksunuz, sen yoksun. İlla Allah! Ezan böyle haber veriyor, böyle uyarıyor... Kaç defa, günde kaç defa... “LA İLAHE”nin anlamına lütfen dikkat edelim. “La ilahe illallah”ı bu geldiğimiz idrakta nasıl anlıyoruz: La ilahe (ilahlar yok) illa Allah. Eğer bunu “A” okursa şöyle anlar: “İlahlar yok Allah var, ben de böyle inanıyorum.” Oysa “La ilahe” SEN YOKSUN demektir. La ilahe (sen yoksun) İlla Allah! Bunu böyle anlamalıyız. Eğer “ben varım” diyen birisi “La ilahe İllallah” diyorsa “A” olarak kendisi de vardır! Allah var, başkaca o da var ve o “La ilahe” diyor. La ilahe (sen yoksun), İlla Allah: Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in “İKRA” ile “OKU”duğu budur: La ilahe (sen yoksun). İlla Allah! Efendimizin okuduğu çok önemli şey budur: İlan edilen TANRILIK YOKtur! Hani “ben zaten başka ilah kabul etmiyorum” deyip sıyrılıyorsun ya, haydi şimdi bu mana ile düşününce de sıyrıl: La ilahe (sen yoksun), İlla Allah! Neden bu mana? Çünkü en önemli ilah KENDİNSİN! Dikkat edin, kimsenin oluşturduğu put şu dünyada kendisinden daha büyük değildir! EN ÖNEMLİ İLAH kişinin kendisidir, en önemli ilah kendinsin! Diliyor bir put yapıyor, diliyor bir tanrı oluşturuyor, dilersen ona farklı isimler veriyor. Ama her halükarda, oluşturduğu Sen Tanrı mısın? 35 kendisinden büyük değil! Dünyanın en büyük ilahı kendisi! Bu yüzden Ezan durmadan bunu seslendiriyor: Sen yoksun İlla Allah. Sen yoksun illa Allah! “Sen yoksun (ona göre tedbirini al), İlla Allah” diyor. Ezan nasıl farklı oldu değil mi, şimdi onun seslenişi nasıl değişti değil mi? “Sen yoksun, İlla Allah.” Kurtuluşun bu hakikate uygun yaşamakta, kurtuluşun salâtta! Ezanda duyurulan bir korku var! Ama bu korku insanın normal yaşantısı içerisindeki korku değildir, önce bunu bilmek lazım! Onun nasıl bir korku olduğunu bir örnekle açmaya çalışalım: Elimde bir bardak olsa onu bırakamam. Düşer kırılır. Kırılır diye korkuyorum, çünkü yer çekimi var. Bir bilimsel kanun var ve ben o kanunu bildiğim için korkuyorum. Başka bir gezegende, mesela Ay’da olsa onu bırakıp aşağıdan tutabilirim. Çünkü altıda birlik yerçekiminde belki yetişebilirim, ama burada yetişemem, buradaki yer çekiminde düşer kırılır. Korktuğum bir ilim, bir bilgi var! Birisinden, bir kızgın adamdan korkuş değil bu! “Siz benim dediklerimi yapmadınız ha” diye bekleyen bir tanrıdan değil korkum! Bir bilgiden korkuyorum. Ve ne yapıyorum? Bardak düşmesin diye o bilgiye göre tedbir alıyorum. Şimdi düşünün, bize bildirilen bir CEHENNEM BİLGİSİ var. Bu bilgiye iman edenin ona göre bir tedbir alması gerekmiyor mu? Gerekiyor! Bardağı bırakmadığınız gibi bir tedbir almanız gerekiyor. İşte BÖYLE BİR KORKUnun başlaması lazım, önce! Bu korku sağlık alanında çok daha etkili fark edilir. Sağlıkla ilgili bir konuda doktor beni sürekli uyarsa, “şöyle yapma, böyle yapma” diye hep uyarsa ve ben o uyarılara kulak versem korunmuş olurum değil mi? Korunup hasta olmaktan kurtulunca da “beni koruyacak yolu/yöntemi gösterdi” diye ona bir sevgi duyarım. Doktora duyduğum bu sevgi faklı bir sevgidir, değil mi? İşte bu ilme başlamakla sizde öyle bir sevgi başlar: Bana öğretti sevgisi! Bu sevgi, korunmamı bana bu hayatta öğretenedir! Bir öğreten var. O kim? O’na RAB diyoruz, öğreten O’dur. Rab; ÖĞRETEN demektir. Rabbim demek “öğretmenim” demektir. İşte şimdi O’NA böyle bir sevgi başlar. Başlamasın mı? Sevgi denince biz romantik duygularla sevgiyi düşünürüz, öyle sevmek isteriz. Ama İslam’daki öyle bir sevgi değildir. Az önce bahsettiğim sevgidir: Bana korunmayı, cehennemden kurtulmayı, cennet halini nasıl yaşayacağımı öğretene duyulan sevgi! O’nu, Rabbimi böyle sevmek! Başlayan bu yeni sevgi farklıdır! Rabbimi böyle sevmeye başlıyorum. Ve bu sevgi bir zincirle devam eder: Bana o hakikati öğretirken Rasul’ü ile öğretti! O Rasulü sevmeyi de öğrenmek gerekiyor. Düşünün, kişi çok önemli bir hastalıkta hiç tanımadığı bir doktorun operasyonuyla hayata kavuştu. O doktoru nasıl sever, ona nasıl duacı olur? O doktor nasıl birisidir, onu önemsemez bile! 36 Yılmaz DÜNDAR “Beni hayata o kavuşturdu” diye hediyeler götürür, halini hatırını çok içten sorar... Bu açıdan baktığınızda, sonsuz hayatınızla ilgili çok önemli bir bilgiyi size önceden haber veren bir Rasul var, sallallahu aleyhi vesellem. O’na duyulması gereken minnet ve sevgi şimdi doğuyor... “Ya O’nu tanımasaydım” korkusu ve telaşıyla! “Ya O’nu bilmeseydim, ya O’nu işitmemiş olsaydım, ya O’nun ümmeti olmasaydım, nasıl bir hayat olabilirdi” diye bir telaşla O’na duyulacak bir sevgi başlıyor. Bu ilim o sevginin başlangıcıdır! Bu anlattıklarımız sevginin doğru başlangıçlarıdır, DOĞRU SEVGİ’nin başlangıçlarıdır. Yanlış başlangıçlar yeni sevgiler doğurmaz, hep geri gider. Sevginin doğru başlangıcı kartopu gibidir, gittikçe değişik bahanelerle hep büyür... SEVGİNİN DOĞRU BAŞLANGICI ilimdir. Allah’a ve Rasul’e olan sevgi ilimle ilgilidir, onda ilimle ilgili bir başlangıç vardır, onu ancak DOĞRU İLİM başlatır. Rasul’e olan bu sevgiyle salâvat o kadar önemlidir ki... Beyindeki “ayna nöronlar”ı çalıştırır. Bu salâvatın şaşıracağınız faydalarını görür yaşarsınız. Size hem de çok faydası dokunmuş, sizi çok büyük bir zorluktan kurtarmış birisiyle karşılaştığınızda ona nasıl yürekten “Allah senden razı olsun” diyorsunuz, işte onun gibi bir salâvat getirmek... Evrak sayar gibi değil! Öyle birisine der gibi, “Allah senden razı olsun, beni nasıl da sıkıntıdan kurtardın” der gibi bir salâvat... Bu tefekkürle kişi Rasul’ü hayalleyip; “Ya Rasulallah” dese ve şu salâvatı yapsa güzel olur: Cezallahu anna seyyidina Muhammeden ma Hüve ehlüh: Ey Allahım, ben O’nu kavrayamam, ben O’nu anlayamam. Benim O’nu anlayacak, kavrayacak gücüm yok. Rasulünü hakkıyla Sen biliyorsun, çünkü O Senin Rasulün. O’na hak ettiği mevkiyi ver Allahım.” Bu salavat (cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma Hüve ehlüh) müthiş bir salâvattır! Siz, O’ndan aldığınız feyz ve nurla/ışıkla Allah’ı tanıdınız! Bunu düşündüğü zaman insan sarsılıyor: Ya O’nu tanımasaydım, ya O’nu duymasaydım ne olurdu o zaman? Nasıl bir felaket? İnsanın aklı almıyor! Seni sonsuz felaketten Kurtaran Zat’a başlayan bir ilmi sevgi çok önemli değil mi? Biz hayattaki küçücük şeyleri o kadar büyük teşekkürlerle önemli hale getiriyoruz ki... Ama Allah yoluna baktığımız zaman, normal yaşantıdaki teşekkür ve sevgiye yaklaşan bir sevgiyi o yolda göremiyoruz. Sevgi ve teşekkürü bu yola hakkıyla hiç getiremiyoruz! Oysa önce Allah’a ve Rasulü’ne bir sevginin başlaması lazım! Bu yüzden, sevgiyi Allah yoluna getirmemiz, taşımamız lazım! Ama önce o sevginin doğması/başlaması gerekiyor. O nasıl başlar? Şöyle: Allah sevgisini bir bitki, bir çiçek gibi düşünürsek onun mutlaka insanı titreten bir toprakta yetiştirilmesi gerekiyor, o bitki ancak Sen Tanrı mısın? 37 o zaman gelişir. O, insanı titreten, insana “Allahuekber” dedirten bir korku toprağında yeşerir. İnsan o sevgiyle titrer... “Ne olursan ol gel” davetini yanlış anlamakla oluşan sevgi değildir o! Yanlış sevgi, insanı dini uygulamayan bir rehavete, boş vermişliğe götürür, onun sonucu ancak budur! Unutmayın, yüzme bilmiyorsanız, suya da düşmüşseniz boğulursunuz. “Suya bir girelim hallederiz” rehaveti çok tehlikelidir! Dolayısıyla, sevginin mutlaka ama mutlaka korku toprağında yeşermesi lazım! Çünkü bu saksının toprağı korku, bitkisi sevgidir, hepsinin birden adı ise HAŞYET’tir! Haşyet’te ikisi beraberdir! Sevgi olmadan haşyet olmaz, korku olmadan da haşyet olmaz. Haşyet öyle bir duygudur ki; korku arttıkça sevgi artar, sevgi arttıkça korku artar... ALLAH KORKUSU sizi kendine öyle çeker ki, çok farklıdır! Oysa insanî korkular sizi korktuğunuz şeyden uzaklaştırır. Bu yüzden, Allah korkusunu tanımayanlar “korku” kelimesinden korkarlar. Haşyeti de beşeri korku gibi zannettikleri için, Haşyet’i bilmedikleri için; “korkutarak bu konular anlatılmaz, korkudan bahsetmeyelim” der dururlar. Evet, korku yanlıştır ve insanları korkutmamak lazımdır, ama sizin söylediğiniz o korku “A”lara ait korkudur, onların korkusudur! Efendimiz’in önerdiği ve yaşadığı, insana “Allahuekber” dedirten ve adı Haşyetullah olan Allah korkusu öyle değildir! O öyle bir korku ki seni çeker, cezbeder… Kendine çekiyor, içine alıyor seni. Niye? Çünkü hamurunda sevgi var! İşte hakikatindeki o sevgi korkuyu besliyor, oluşan korku da sevgiyi besliyor, böylece birbirlerini çoğaltıyorlar: Haşyet denilenin mekanizması budur. Bu yüzden Fatır-28. ayet diyor ki; “Gerçek haşyeti ancak âlimler duyar.” Kişi âlim olacak ki korksun. Yani ancak bilince korkuyor. Çünkü korkunun başlangıcı da, sevginin başlangıcı da ilim’dir. Kişi bir ilimle, o ilim yüzünden korkuyor, o ilim yüzünden seviyor. Böyle olunca, o ilimle gelen korku ve sevgi birbiriyle hamur olunca; ancak âlimler gerçek haşyeti duyabiliyor. Dikkat edin, ‘zavallı olanlar daha fazla korkar’ denmiyor! “ZAVALLILIK” çok farklı bir şeydir. Öncelikle belirtelim ki, Allah’ı övmek haddimiz değildir. Ancak Kur’an ve hadislerde bize öğretilen hamd ve sena cümlelerini hep söyleriz. Bir Hamd ve Sena beyan edilirken veya bir teslimiyet ifade edilirken O’nu öven, O’na teslim olan kimdir? “A” mıdır yoksa “B” mi? Buna dikkat etmek gerekiyor! Çünkü “teslim oluyorum” derken günah işleyebiliriz. Bazen vaazlarda rastlıyoruz: “Biz çaresiz kullarız Allahım.” Yani çaresiz, zavallı, sinmiş birileri var, bir de Allah! İşte bu korku seni zavallı yapar! Gerçek Allah korkusu kimseyi zavallı yapmaz. DOĞRU KORKU’nun en önemli işareti budur: Gerçek Allah korkusu insanı daha cesaretli, daha güçlü, daha başarılı yapar. Eğer Allah’tan korktuğunuz zaman daha zaval- 38 Yılmaz DÜNDAR lı, daha başarısız, daha silik oluyorsanız o YANLIŞ KORKU’dur, o insani bir korkudur! “Allah sana yeter. Allah sana yetmiyor mu?” ayetlerini hatırlayın (Ahzab-3, Zümer-36). “Allah” diyen nasıl korkak olur, dünyaya karşı nasıl başarısız olur? Öyleyse, sana Allah yetmiyor demektir! Sana Allah yetmiyor ki, başka şeyler arıyorsun! Allah korkusu insanı daha güçlü, daha başarılı, daha sağlam yapar. Ama diğerleri zavallı yapar. Eğer Allah korkusu diye anlattıklarınız kişiyi zavallı yapıyorsa yanlış odur, insanda KİŞİLİK BOZUKLUĞU yapacak olan odur! Kolera örneğini hatırlayın, “korunanlar” zavallı mı oldu? Çocuklara; “yavrum kolera salgını var, sakın kaynamamış su içmeyin” dediğinizde o korku onları zavallı mı yapıyor? Demek ki, bu korku zavallı yapmıyor, daha güçlü kılıyor. Bu yüzden, “biz çaresiz kullar” bakışı yanlıştır. Bu, dua ederken de şükrederken de yanlıştır. Şükrederken sanki ötede beride birisi bize bir şey verdi ve biz de ona teşekkür ediyormuşuz gibi bir bakışla şükür yanlıştır! Dolayısıyla, Allah’a teslim, şükreden veya tövbe eden halimiz “böyle bir İKİLİK” içermemelidir! Ötede beride bir Allah ve bir de yanlış yapmış birisi O’na tövbe ediyor. Ötede beride bir Allah ve şükreden birisi ötedekine teşekkür ediyor. Eğer böyle olursa o ikilik yanlıştır! Yaptığınız şükürde, tövbede, teslimiyette böyle bir ikilik varsa orada ŞİRK var demektir. Şirk “A”nın işidir. O bir teslimiyetse de, şükürse de “A”nındır. Ayetlerde görürsünüz: “İnsanlar eşit yaratılmıştır, ancak takvaca birbirlerinden farklıdır” der. İNSANLAR EŞİT YARATILMIŞTIR cümlesinin muhatapları arasında “A” yapı yoktur, o cümle “A”lar için değildir! İslamiyet’te bahsedilen eşitlik “A”larla ilgili bir eşitlik değildir! Çünkü “A”ların bir kere sistemde yeri yok! Sistem’de “A”ların yeri neresi? Cehennem! Cehennem “A”ların Mekânı’nın ismidir. “Onlar eşitmiş değilmiş” diye bir kavram da yoktur! Takvaca birbirlerinden farklı olanlar “B” yaşantısında olanlardır... “Allah’a yakınlık-uzaklık” tabirleriyle de sık karşılaşırız. YAKINLIK, “B” hayatı içerisinde geçerlidir, “B” hayatı içerisindeki Allah’a yakınlıktır. Yakınlık, “B” hayatını yaşayan kişinin idrak ilerleyişlerini anlatmak için kullanılır. “Yakınlık” denince bir mesafe algılamamak lazım. Öyle bir mesafe yoktur. Tüm bu söylediklerimiz dönüp dolaşıp aslında KADER konusuna geliyor. Bu dünyada halledilmesi gereken en önemli şey KADER konusudur! Kader konusunu halletmeden ölmüş birisi bir daha düzeltemez! Bu yüzden kişi kader konusunu mutlaka halletmelidir! Bunu ileride açacağız, inşaAllah. El-FATİHA 26 Ramazan 1428 / 06 Ekim 2007 Bu gecelerden birisi Kadir Gecesi olabilir. Ancak Kadir Gecesi’nin günümüzde anlatıldığı ve aşkla şevkle de uygulandığı gibi olmadığını bilmek lazım. Kadir Gecesi’ndeki o andan dünyanın yalnızca karanlık kısmında olanlarının yararlandığı gibi bir algı dikkatinizi çekiyor mu? Kadir Gecesi o saatte (o anda) dünyada gece olmayan yerler de var, nasıl olacak? Elhamdülillah, imanımız o kadar kuvvetli ve büyük ki, kabul ederken çok basit sorgulamaları bile yapmadan kabul ediyoruz. Çok şükür, imanımız gerçekten o kadar kuvvetli ve büyük. Din adına bir şey söylendiğinde basit sorgulamaları bile yapmadan kabul ederiz, çok incelemeyiz; hakikaten öyle midir değil midir, düşünmeyiz. Buna benzer şeylerden birisi “kıyametin akşam ezanı vakti kopacağı”dır! Akşam ezanı vaktini Türkiye boyutlarında düşünün, şimdi Ramazan’dayız iftar vaktini düşünün. Kars’ta iftar edilirken İzmir’de iftar edilmiyor, İzmir’in iftar vaktinde Kars’ta yatsı vakti yaklaşıyor. Kıyamet hangisinin akşam vaktinde kopacak? Yoksa her ilde sırayla mı kopacak? Böyle basit tefekkürleri bile yapmadan kabul eden bir imani bakışla yaklaştığımız zaman bazı şeylerden de perdeleniyoruz. Maalesef din görevlilerimiz de bazen bu perdelenmeye yardımcı oluyorlar. Ramazan vesilesiyle dikkatimi özellikle çekiyor, sahur ve iftar programlarında konuşanları dinliyorum, anlattıklarının belki de yüzde doksanının İslamiyet’le ilişkisi yok! Onları dinleyenlerin coşup heveslendikleri, duygulandıkları şeylerin de aslında İslamiyet’le çok ilgisi yok! Eğer siz sorgulayan bir yaklaşımla sahur ve iftar programı diniyorsanız dinleyemiyorsunuz. Size hitap etmiyor, tesir etmiyor, dinlerken sıkılıyorsunuz. Körü körüne bir yaklaşımla “bu iftar programıdır, mutlaka dinlemem lazım” diye dinliyorsanız dinliyorsunuz. Ama anlatılanları biraz sorgularsanız günlük yaşantıdaki bilimsel, sosyolojik, teknolojik standartların çok gerisinde bir anlatımla karşılaşıyorsunuz. Aslında içerik de size hitap etmiyor. Çünkü anlatılanların Efendimiz (SAV)’in açıkladığı İslam’la ilişkisinin olmadığını görüyorsunuz. Çok basit bir örnek vereyim; kandil geceleri! Kandil Gecesi diye bir tabir yoktur! Ama Diyanet bile “kandil gecesi”ni tebrik ediyor. Cuma namazla- 40 Yılmaz DÜNDAR rında hoca efendi hutbede “kandilinizi tebrik ederim” diyor. KANDİL diye bir şey yok. Kandil (candle) hristiyanların mumudur! Ne ilişkisi var? Bizde öyle bir şey yok, ama Diyanet bile “kandil” diyerek kutlama yapıyor, onun mevlidini yapıyor. “ÖNEMLİ GECELER” vardır, ama “kandil” yoktur. Fakat o gecelerin neden önemli gece olduğunu incelemek, bilmek gerekir. “Önemli gece”lerdeki döngüyü doğum tarihimiz üzerinden anlamaya çalışalım. Diyelim ki, doğum günüm 6 Ağustos, bu her sene aynı yere denk gelir. Ama o kamerî/arabî aylara göre belirlenmiş olsa ve siz 1 Ramazan’da doğmuş olsanız doğum gününüz yılın değişik dönemlerine gelir, doğum gününüzü her sene farklı zamanlarda karşılamış olursunuz. Çünkü farklı ve önemli bir döngü var, o döngü nedeniyle gecelerin yerleri sürekli değişiyor. Mübarek bir gece geçen seneyle aynı güne gelmiyor. Bizim yapmamız gereken hangisi? Bunlara nasıl bakmak lazım? Şöyle söyleyelim: Normal yaşantıda günleri güneş takvimine göre kabul ediyoruz. Günleri, mesela doğum günümü kamerî aylara göre hesaplamış olsam ne olacak? Onda bir bilimsel gerçek var, bir kere uzaysal bir olay var, bir kompozisyon var! O geceler bir olayla ilişkili ve iş yalnızca güneşin bir günü değil! Bir dizilim var ve o dizilimin o döngüsü önemli. O dizilimin, o kompozisyonun döngüsü bir olay meydana getirmiş; Rahiym’den bir şey çıkmış; Rahiym olan Allah bir şey yaratmış! Rahman ve Rahiym olan Allah’tan ürün meydana gelmiş, yani bir yaratma olmuş... Rahman ve Rahiym olan Allah’tan ürün meydana gelişinin, yaratmanın döngüleri onlar. Dolayısıyla bu geceler bir kompozisyonun döngüsüyle ilişkilidirler. Rahmaniyet’ten (RahmanurRahiym’den) bir şeyin oluşumunun, bir kompozisyonun ortaya çıkışının döngüleridir onlar. Bu vesileyle şuna da dikkat edin, tefekkür edin; kadında da Rahiym var ve bir hayat çıkıyor... O geceler tek tek ele alınabilir, üzerinde konuşulabilir, ama Kadir Gecesi farklıdır, onun üzerinde durmaya çalışalım. KADİR GECESİ bir gecenin tamamından ziyade bir Kadir Anı ile ilgilidir, bir ândır o ve o ânı yakalamak önemlidir. Nasıl yakalayacaksın? “Din her şeyi ne kadar örtmüş, gizlemiş! Bu kadar gizli ve saklıyken onu nasıl bulacaksın? Bütün gece beklemene rağmen yakalayıp yakalayamadığını bilmiyorsun. Diyelim yakaladın, ne olacak? Sabah yine aynı sensin! Bir şey mi değişecek?” Böyle ufak bir sorgulama yaptığınızda Kadir Gecesi’ni size anlatılan halinden çok farklı bulursunuz. Onun “bizzat kişinin kendisinin idrakıyla oluşturması gereken bir hal” olduğunu anlarsınız. Sen Tanrı mısın? 41 İncelediğinizde KADİR kelimesi normal konuşmalarımız içerisinde de vardır: Kadir bilir; işin kadrini bilir, kadirşinas insan, kadir kıymet bilir gibi kullanılır. KADİR KIYMET BİLMEK; o işin farkında olmaktır, onun kadrini değerini, önemini biliyor olmaktır. İşte KADİR ANI, KADİR HALİ öyle önemli bir şey ki onun değeri biliniyor. Bilinmesi, fark edilmesi gereken bir hal! Öyle bir hal ki, bir kişi “seksen dört yıl yaşasa” o hal onun tüm yaşantısından daha önemli ve hayrlı! Öyle ki, “bin aydan hayrlı” bir an! “Bin aydan hayrlı o an” sizin gece boyu beklemekle yakalayacağınız bir şey mi? Halley Yıldızı gibi, belirli zamanlarda geçen, beklersen göreceğin bir şey mi? Değil! O (Kadir) bizzat senin yaşaman gereken bir haldir! Bunu, hadisleri incelediğinizde çok iyi fark edeceksiniz. Efendimiz (SAV); “Kadr’i yılın her gecesinde arayın” buyurur. Allah Kadir Gecesi’ni gizlemiş mi? “Haydi, onu bulun” mu diyor? Allah’ın sakladığını kim bulabilir? Mümkün mü, öyle bir şey olabilir mi? O gizlemiş ve birisi bulacak, olamaz öyle bir şey! O zaman, yapılması gereken farklı bir şey olmalı! Bir kere bu, insanlardan gizlenen bir “bulan kazanıyor yarışması” değil! Bir yarışma, bir sınav, bir imtihan değil! Kadir Hali yılın her gecesi aranacak bir haldir. Onu aslında her gün (gece gündüz) aramak gerekiyor. Ama Ramazan’da ve Gece aramak özellikle önemlidir. Neden? Ramazan Ayı layıkıyla değerlendirilebiliyorsa, Kadir hali Ramazan Ayı’nın son on günü içerisinde daha kolay başarılabilir. Layıkıyla değerlendiriyorsan bir yıl boyunca araman gereken şeyi Ramazan Ayı‘nın son on gününde başarabilirsin. Tabi, layıkıyla değerlendirmek nedir, ne yaparsak layıkıyla değerlendirmiş oluruz, o da farklı bir konu. Layıkıyla değerlendiriyorsan Ramazan Ayı‘nın son on gününde başarabilirsin. Çünkü o kadar konsantre oldun, yoğunlaştın, süzüldün, pür oldun ki, son on günü artık onu başarabilecek hale, o kıvama gelebilirsin, bunu yapabilirsin. O hali idrak edebilme/ yaşayabilme ihtimali en fazla 27. Gece’dir. Ama 19 da, 21 de, 23 de, 25 de olabilir. 27. Gece o anı yaşama ihtimali daha kuvvetlidir. Hepsinde de başarabilirsin. Bin aydan hayrlı, değerli olan o halin ne olduğunu bilirsen... Kadir Hali’yle çok yakından ilgili bir konu var: Kader! Eğer kişi kader mevzuunu halletmemişse onun Kadir Hali’ni yaşaması mümkün olmaz. Kaderle ilgili ikilemleri varsa o hali yaşayamaz, mümkün olamaz! Ama gerek kader mevzuunu, gerek Kadir Hali’ni anlayıp yaşayabilmek için “La ilahe illallah” idrakında hemfikir olmamız lazım. Acaba hemfikir miyiz? La ilahe illallah’ın ulaştığımız manası şudur: İlahlar yok, illa Allah. Dikkat edin, “Allah var” demiyoruz; İlla Allah! “Var” kelimesi sınır getirdiği için onu 42 Yılmaz DÜNDAR kullanmıyoruz. Birisinin bir şeye “var” demesi onu gözlüyor, tarif ediyor ve sınırlıyor demektir. Bu yüzden Ehlullah “var” demez, İlla Allah der. Allah’a sınır koymamak için “illa Allah” der: “ La ilahe (bir şey yok), illa Allah.” Hatırlarsanız orayı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in İKRA’ ile OKUduğu noktaya getirdik: La ilahe illa Allah: Tanrılar yok, illa Allah! “Tanrı yok” demek çok kolaydır: Birçoğumuz “Allah’tan başka bir şey kabul etmiyorum, hayatımda tanrı yok” diyoruz. Düşünülen yanlış nokta burasıdır ve bu nokta hem Kader konusuyla hem de Kadir Hali’yle çok ilişkilidir. Başka tanrı kabul etmedin ama esas tanrı ilan ettiğin kendinsin! Kişinin kendisi tanrı kabul etmeyen bir tanrıdır! Halinle “benden başka tanrı yok” diyorsun, kendine ortak, eş kabul etmiyorsun. İnsanın ilan ettiği ESAS TANRI kendisidir. O tanrı “ben varım” iddiasıdır. Bir kişi “BEN VARIM” dediği anda tanrılığını ilan etmiş olur! Şu yanılgıya da düşmeyin: “Ben varım” demek, “benim adım şu, ben şu kişiyim, ben Ahmedim” demekten farklıdır. Bunu yanlış anlarsa kişi neyi yok edeceğini bilemez, hatta adını söylemekten bile korkar. Bizzat kendi isminle varsın, o ayrı bir şey. O zaman, “ben varım” nedir, yok edilmesi gereken nedir?” birkaç cümleyle bir giriş yapalım: Önce “BEN varım” diyenin kastettiği “BEN”in yok olması lazım! O “BEN”i yok edebilmek için şu soruların cevaplarını bulmak gerekiyor: Onu nasıl yok ederim? Hayatta “ben varım” demeden nasıl yaşarım? Ne yaparsam onu dememiş olurum? “La ilahe (tanrı yok)”un esas manası neydi: Sen yoksun! Eğer kişi bu yola böyle düşünerek başlarsa doğru başlamış olur. La ilahe (sen yoksun) illa Allah! “Sen yoksun illa Allah” hakikatinin Ezan’da duyuruluşunu çok kısa anlatmıştık. EZAN aslında “sen yoksun illa Allah” hakikatinin seslenişidir, onu duyurur. Ezan seni “ben varım” diyen idraktan ve onun yaşantısından kurtarmak üzere davettir. O iddiadan kurtuluşun adresini, yolunu gösterir. Bir kişi düşünün, Allah’tan başka tanrı ve tanrıları kabul etmiyor ama “ben varım” diyor. Onun “ben varım” diyen o hali “benden başka tanrı yok” demekten başka bir şey değildir. O haliyle o gizlice “benden başka tanrı yok” diyor! O kişi “La ilahe illa Allah” diyor, “tanrı yok illa Allah” diyor ama kendisi de var! İşte ESAS TANRI budur. Esas tanrı “varım” diyenin kendisidir! Bunu fark eden, bu yüzden “La ilahe” diye ona seslenir: Tanrı yok (sen yoksun) illa Allah! Bu manada hemfikir olmadan adım attığımız sürece ilerleyemeyiz, burada hemfikir olmadan yürürsek başaramayız. Bu anlamda buluşup, hemfikir olmadan yürüdüğü sürece tasavvufta bir kişinin ilerlemesi mümkün olmaz. Bu mana üzerinde hemfikir olmamız lazım! Şimdi bunu basamaklarıyla sembolik olarak anlatmaya çalışacağım. Sen Tanrı mısın? 43 Tefekkür Şeması 2’den A’ma Hali’nden başlayan bir süreçten bahsettik: A’ma Hali; Ehadiyet, Vahidiyet, Ulûhiyet, Rahmaniyet, Rububiyet ve Hakkaniyet. Bu süreçte Hakkaniyet mertebesiyle birlikte Hakk üzere yaratılan varlık oldu. Biz o varlığı şimdi “yaratılan bir insan” kabul edelim. Unutmayınız, anlatışımız insan gözüyle, insana göre. Allah İndi’nde böyle bir süreç yok! Bu, insan gözüyle insana göre, insan için bir süreç. Allah A’ma Hali’nde, el’an öyle! O A’ma Hali’ndeyken dilediği bir süreç var, insana kadar uzanıyor: İnsanın Hakk üzere Hakk olarak yaratıldığı bu sürecin sahibi kim? A’ma halinden Ehadiyet, Vahidiyet, Ulûhiyet, Rahmaniyet, Rububiyet ve Hakkaniyet’e bu süreç kime ait? Allah’a ait değil mi? Bu saydığım aşamalarda Allah’tan gayrı bir şey var mı? En son Hakk olarak yaratılan insan! Allah’tan GAYRI BİR ŞEY yok 44 Yılmaz DÜNDAR ki! Ama Hakk olarak yaratılan insan ne yapıyor? Ne yapıyoruz? Allah’tan gayrı bir şey yok ama Allah’ın hakikatinde yaratılan insan kendine “BEN” diyor; “bu görünen BEN’im, ben müstakilim” diyerek kendime bir KİŞİLİK kazandırıyorum. Böylece ne yapmış oldum? Hakikatin üstüne bana ait bir örtü örttüm; ona “BEN” dedim. İşte TANRI budur! Vehim’deki Rububiyet Gücü’ne (Rab’ba) sahip çıktım! Bu o kadar büyük bir sahtekârlıktır ki! Rab gücünü alıyorum, o güçle tanrılığımı ilan ediyorum: Ben varım! Bunu demekle Rab gücünü kendi adına kullanıyorsun! “Allah Adına” değil, “Lillahi” değil, kendi adına kullanıyorsun: Ben varım! “Ben varım” demekle sen, esas süreçten gelen, Hakk olan ve kendisinde Rububiyet Nuru bulunan bu yapıyı kullanarak şunu demek istiyorsun: “Ben müstakil bir iradeye sahibim, müstakil bir akla sahibim. Ben karar verebilirim, ben bilirim..” İşte tanrılık budur! Tanrı demek “güç bende, bende güç var” demektir! “Benim müstakil iradem ve karar verme gücüm var, benim bana ait bir kişiliğim var, ben bu yapılarla varım” demektir! Fark ettiniz mi? Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem işte bu yapıya “La ilahe” diyor! “La ilahe” bu yapı içindir! “La havle ve la kuvvete” bu yapıya söylenir: La havle ve la kuvvete (sende güç yok) illa Billâh! İşte bu manada hemfikir olmadan bu yolda yürümek, birlikte boşa yürümektir! Burada hemfikir olmazsak başka başka manzaralar seyredeceğiz demektir... Şu cümleyi çok duyarız: “Ben varım, Allah da var. Ben var olan bu yapımı Allah’ın yapısında yok ettim.” Duyduğunuz bu cümle yanlış bir tasavvufi bilgidir! Tasavvuf kitaplarında okuyup göreceğiniz böyle bir hal, böyle bir bilgi yoktur, olamaz! Hatta Fenafillâh’ı da böyle tarif ederler: Allah var, ben de varım. Ben kendimi/varlığımı O’nda yok ettim. Hayır, Fenafillâh bu değildir! Bunu Fenafillâh sanarsanız yanılırsınız, fena olur! Yok edilmesi gereken “A” yapıdır! Fenafillâh ile kastedileni şöyle anlatabiliriz: Kişinin önce “A” yapısını yok etmesi gerekiyor ya, o yapıyı fonksiyonsuz hale getirmesi (yok etmesi) FENAFİLLAH’tır. “A” yapıyı fonksiyonsuz hale getirdiğinde, yok ettiğinde o kişi bu gerçek yapısıyla, yaratılan yapısıyla (vehmiyle) yaşar. Eğer bunu da yok ederse ESAS FENAFİLLAH o zaman olur! Çok dikkat ediniz “A” olarak sembolize ettiğimiz yapı, yaratılan yapının üzerinde sanal bir kılıf gibidir ve sistemde muhatap değildir. “Güç bendedir” diyeni Allah muhatap almaz! Sık karşılaşılan bir idrak da şudur: Benim gücüm var, ama senin gücün gibi değil Allahım. Gücünü kabul ettim, kesinlikle daha güçlüsün, ben zavallıyım. Allah da ona öğüt verir: “Demek teslim oldun, güçsüzlüğünü anladın, öyleyse gel Kur’an-ı Kerim’i uygula!” İslamiyet’te böyle bir şey yoktur! Böyle Sen Tanrı mısın? 45 inanıp, ayetlerin ona hitap ettiğini düşünerek ayetleri uyguladığını sanan Kur’an-ı Kerim’i anlayamaz, mümkün değil! Çok dikkat edin: Kur’an-ı Kerim “SİZ” derken “B” yapıyı kasteder. Allah yarattığı varlığa seslenir, senin vehmi suistimal ederek yarattığına değil! Kur’an “bende de güç var” diyen “A” yapıya seslenmez, onu muhatap almaz! O yapıyı Ezan da muhatap almaz, Ezan “A” yapıya seslenmez. Eğer kişi Ezan’ı “A” yapısıyla dinlerse ondan rahatsız bile olabilir. Bazı toplantılarda görürüz, kişi konuşurken o anda Ezan okunur, Ezan’dan rahatsız olur. Ezan onun işini gücünü bozdu! Çünkü o Ezan’ı “güç bendedir, bende de güç var” diyen yapısıyla dinliyor. Ezan ise o yapıya değil Allah’ın yarattığına (“B” yapıya) sesleniyor. Onu ancak o anlar. Onlar birbirini, birbirlerinin dilini anlarlar! Ezanın kurtuluşa çağırdığı “B” yapıdır. “Güç bendedir” diyen yapıların bir mekânı vardır; cehennem! Cehennem onların yeridir! “Güç bendedir” diyenin günlük yaşantıda ve yaşantının ince detaylarında “BEN” varım” demekle başlayan o kadar çok özelliği var ki! Hayatımızda “A”yı kuvvetlendirici o kadar çok nüans var ki! “Ben varım, bende güç var” iddiasının devamında hangi özellikler açığa çıkıyor ona bakalım. “Ben varım” diyen kendisine İTAAT ister, kendisine boyun eğilmesini ister: “Beni takdir edin, bana boyun eğin” der. Kendisi öyle tam bir tanrı ki boyun eğilmesini istiyor! Aksi halde çok kızar: Benim sözümü dinlemeyen çocuk, benim sözümü dinlemeyen koca, benim sözümü dinlemeyen kadın, beni takdir etmeyen kadın, beni takdir etmeyen erkek, bana karşı nankör olan şu, bu... Kendine itaati neden istiyor? Tanrılık ilan ettiği için! Bu özelliği kendinizde bulun, yakalayın ve ona “La ilahe (sen yoksun), İlla Allah” deyin. Tanrılığını ilan eden bu kişi Allah’a inanıyor olsun. Bir günah işlediğinde Allah’a seslenir: Allahım bir daha yapmayacağım. Allah’a bu seslenişteki ayrıntıya çok dikkat edin: “Beni bağışla, bir daha yapmayacağım.” Bu mümkün değil, doğru da değil! Bu sesleniş cehennemlik bir iştir! Niye? Çünkü vurguluyor: Ben yapma yeteneği olan, neyi yapacağına neyi yapmayacağına karar veren biriyim. Karar verdim bir daha yapmayacağım. Bir çocuğun babasına “baba affet, bir daha bardak kırmayacağım” demesi gibi! O belki olabilir. Çünkü evde güç kuvvet sahibi bir baba ve bir de çocuk var. Babasına; “sen kuvvetlisin, senden korkuyorum, bir daha yapmayacağım” diyebilir. Ama Allah’tan böyle bağışlanma dilenmez, bu yanlış iştir! Ama böyle tövbelere rastlarız: “Pişmanız, bir daha yapmayacağız, tövbe ediyoruz bizi bağışla...” Bu tövbe tanrının tövbesidir! Allah’ın gücünü kabul etmiş “sen benden büyüksün, ben zayıfım, güçsüzüm, bağışla bir daha yapmayacağım” diyor. Yine 46 Yılmaz DÜNDAR gündemde kendisi var! “Bende de güç var” diyen “A” yapı yine gündemde! Peki, yaratılan yapı, “B” yapı nasıl tövbe eder? “Allahım bana bir daha yaptırtma, bana bunu yaptırtma, bana razı olacağın rol ver Allahım” der. Allah İndi’nde “doğru-yanlış” diye bir şey yoktur ama hayatta “doğruyanlış, iyi-kötü” vardır. O halde “doğru ve yanlış” nedir? Kendi tanrılığını ilan eden ve mekânı cehennem olan yapı YANLIŞ’tır. O ister Allah’a inansın ve sürekli seccadede dursun, isterse inanmasın onun cennetle ilişkisi yoktur! CENNET “B” yapının halinin ismidir. CEHENNEM “A” yapının halidir. “A”nın ismi cehennem, “B”nin ismi cennettir. Eğer insanın yaşantısı onu “A” yapıya götürüyorsa ona yanlış diyoruz. Bir insanın duyguları, düşünceleri ve yaşantısı onu esas yaratılan Hakk hale getiriyorsa ona da DOĞRU diyoruz. Hedefin Allah rızası ve Allah ise o zaman doğru ve yanlış budur! Demek ki; seni “ben varım” yapısına yaklaştıran her türlü hal hareket yanlıştır, “ben varım” yapısından uzaklaştıran ve “la havle ve la kuvvete illa Billâh”a getiren her türlü duygu, düşünce, arzu istek doğrudur. Yanlış yapının (“A” halinin) paramparça edilmesi, fonksiyonsuz hale gelmesi lazım. “Ben varım, güç bendedir” diyen o yapıyı paramparça edecek şey HAŞYET’tir, onu paramparça edecek şey ancak haşyettir! “Korku” kelimesinden korkup perdelenmeyin. ALLAH’A AİT KORKU korkulacak bir korku değildir. İnsanların korktukları Allah’a ait olmayan beşeri korkulardır. Allah’tan başka uydurduğun şeyler var da onlardan korkuyorsan KORKU odur. İnsan korku kelimesinden ürktüğü ve onu duymak istemediği için Allah korkusundan da perdelenirse olmaz. Allah’a ait korku korkulacak bir korku değildir. Bunu anlayamamış bir kişi Kur’an (mealini) okuyor diyelim, korkuyla ilgili ayetleri hızlıca geçer. Perdelenmemek lazım! İnsanın kurtulması gereken yapıyı paramparça edip yok edecek şey Haşyet adı altındaki Allah korkusudur. Haşyeti ilerleterek ama hep tekrar edeceğiz. Faklı bir korkudur o! İşte o haşyet hali, size bahsettiğim cehennemlik yapıyı paramparça eder, yok eder! Onu yok eder de gerçek yapı (HAKK yapı) kalır ortada. Bir ayet çifti var ki onları çok sık kullanacağız. Bunları Kaderi Anlamada Anahtar Ayetler olarak o kadar sık kullanacağız ki: İnsan Suresi 29 ve 30. “Fe men şâet’tehaze ila Rabbihî sebiyla: Dileyen Rabbine bir yol tutsun.” (İnsan-29). “Ve mâ teşâune illa en yeşâ Allahu: Allah istemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan-30). Sen Tanrı mısın? 47 “A” idrakı bu ayetleri nasıl anlıyor, Kaderi anlamak açısından bu çok önemlidir. “Ben varım” iddiasındaki “A” yapı şöyle der: “Benim müstakil bir iradem var, iyi ve kötü için karar verebilirim. Bu kararı verecek güç bende var. Ben karar veririm” diyor! Bunu diyen kişi Allah’a inanan, dinine bağlı, hatta bir cemaate gidip gelen birisi de olsa durum değişmez: İnsan-30. ayet onun bu iddiasının yanına bile yaklaşmaz. Çünkü inanıyor ki; “Allah ona hür irade ve akıl vermiş. Sen iyiyi ve kötüyü ayır, seç. İyiyi yaparsan mükâfatın var, kötüyü seçersen ceza görürsün. Sana iyiyi kötüyü gösterdim, onları anlayacak, seçecek akıl ve irade de verdim. Kendin seç ve sonucuna da razı ol.” O böyle inanıyor, aslında çok büyük bir kitle böyle inanıyor: Benim kendi iradem var, doğruyu ve iyiyi bilir seçerim. Bu bakış açısı “varım ve güç bendedir” diyerek KENDİNİ TANRI İLAN EDENİN KADER ANLAYIŞI’dır. Efendimiz (SAV)’in açıkladığı kader anlayışı bu değildir! Ne kadar enteresan, bu kişi Allah’ı, Rasul’ü, Kitab’ı hepsini kabul ediyor ama; “Allah doğruyu ve yanlışı Kur’an’da belirtmiş, peygamberini de örnek göstermiş, bize akıl ve hür irade vermiştir” diye inanıyor. İnandığı için de yanlış işler yapmaktan korkuyor. Ama o korku haşyet değil ki! Çünkü o “A” idrakında yaşıyor, “A” haşyet duymaz! Çok dikkat edin, “ben varım” diyen bu yapı haşyet duymaz, duysa Haşyet onu paramparça eder! O haşyet duyamaz, haşyetle yan yana duramaz. Oluşturduğu beşeri bir korkuyla yanlışlardan kaçmaya doğruları yapmaya çalışır, hatta siz onun kadar korkamıyor olabilirsiniz. Korkuyor ve doğruları yapmaya karar veriyor. Kararı o veriyor! Doğruları ben yapıyorum. Gücüm ve müstakil iradem var, eğriyi ve doğruyu seçiyorum diyor! Böyle düşünen çok da mübarek birisiyle bu konuyu konuşurken ona şunu söyledim: Her şeyini Allah adına dağıtıyorsun, ama iradeni Allah’a veremiyorsun! “Onu vermem, o benim iradem” diyor! Ne enteresan! Kişi tahmin edemeyeceğiniz derecede mal mülk dağıtıyor ama iradesini veremiyor. Aslında onun etrafa dağıttığına Allah’ın ihtiyacı yok ki! Önce vermen gerekeni teslim et! Nedir o? Güç, Hüküm ve Mülk! Bunları sahibine teslim ederek yaşa. Çünkü Güç Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır, Mülk Allah’ındır! İnsan Suresi 30. ayet “siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe” şeklinde yazılır ama bu başlangıç mealidir. Bu meal Hakk yapı için başlangıçtır. Çok dikkat edin, “ben varım” diyen “A” yapının kabul etmediği “siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe” meali “B” sırrıyla yaratılan Hakk yapı için başlangıçtır. O başlarken “dileyen ben değilim, dileyen Allah” diyerek başlar. Yolculuğun bir yerinde anlar ki bu meal yeterli değil. “Siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” meali ona yeterli gelmez ve şu mana ona açılır: Dileyen yok, illa Allah... 48 Yılmaz DÜNDAR Konu buyken, inananlar arasında karşılaşılan üç temel Kader Anlayışı’nı, KADER İDRAKININ ÜÇ ANA KOLONU’nu verelim: Bir: “Benim müstakil iradem var. Doğruyu eğriyi ayırır, seçer, uygularım. Allah doğruyu, yanlışı göstermiştir, ben de karar verir yaparım” diyenler. İki: “Ben varım” yapısından kurtulmuş, “dileyen ben değilim, Allah diler. O diledikten sonra dilerim. O dilemedikçe ben dileyemem” diyen idrak. Burada henüz ikilik var; Allah diliyor sonra da o. Üç: Bu öyle bir hal ki, “ve ma teşaune illa en yeşaAllahu” ayeti bu idrakta “dileyen yok illa Allah” olarak yaşanıyordur. Çünkü bu idrak için “La ilahe (sen yoksun), illa Allah” manası daimdir. “Dileyen” demek “sen” demektir, manaya böyle bakın: “Ve ma teşaune (sen yok), illa Allah.” Yani “La ilahe (sen yok), illa Allah.” Bu üç idrakı görünce yol netleşir. Yoldaki çok önemli tespit şudur: Eğer bu üç ana kader bakışı içerisinden üçüncüye yaklaşmamışsak, onu ikilem olmadan yaşıyor değilsek Efendimiz (SAV)in açıklamış olduğu şekliyle kader konusunu anlamak ve hayat tarzı haline getirmek mümkün olmaz. “La ilahe (sen yoksun) İllallah” Kelime-i Tevhid’inde buluşmadan olmaz! Üçüncü idrakta değilsek “La ilahe (sen yok) İllallah”da buluşmamış oluyoruz. Nasıl mı? Şöyle: “Ma teşaune (dileyen/sen yok) illa en yeşaAllah” ve “La ilahe (sen yok) illaAllah” aynı şey değil mi? Demek ki, İnsan-30 ayeti bakışında değilsek Kelime-i Tevhid’de buluşmamış oluyoruz: La ilahe (tanrı yok) illa Allah. “Tanrı” sensen, dileyen de sensen işte o yok! Dileyen (sen) yok, İlla Allah. Bu manayı kabul ettin mi tek yapacağın şey “Güç Allah’ındır”a göre bir yaşantı, bir hayat kurmaktır! Çünkü “Güç Allah’ındır: La havle ve la kuvvete illa Billâh!” Güç Allah’ındır dedikten sonra o manaya ters işler yapmayacaksın! Hem “güç Allah’ındır” deyip hem de tersini yapmayacaksın; güce gizli gizli sahip çıkmayacaksın. “Allah’ındır” dediysen, “ne de güzel hallediyorum” demeyeceksin. KADİR HALİ budur işte! Sürekli anlattığımız o “A” halinden sıyrıldığınız an KADİR ANI’dır! O anın kadrini bilin, O AN bin aydan hayrlıdır, “Bin aydan hayrlı hal” odur. Onu ister bu gece yaşa, ister şu an yaşa... Kadir Hali odur! Sürekli de öyle yaşayabilirsin… O halin ne olduğunu bilmek istiyorsan onu Ramazan’da ara! Zaten onun antrenmanını yapıyorsun, inşaAllah son on günde o hali gece yakalarsın. Tekrar gündüze (FECR’e), “A” yapıya dönersen, o hal kaybolur. “A” yapıya dönünceye kadar yaşadığın o an SELAM ANI’dır. -“A” haline, beşeriyete eninde sonunda ona dönülüyor mu? Eninde sonunda dönülür, ama onun yüzdesi çok önemlidir! Öyle bir hale gelirsin ki, “A” senin için kekin üstüne kaplanan film gibi olur. O hale dönmüş olsan bile gözüken kektir! Çünkü dünyada olduğun sürece o hal- Sen Tanrı mısın? 49 den kurtulman mümkün olmaz. Burada bulunduğun sürece o halin olması şarttır! Ama sen o hali suiistimal eder, Rububiyet gücüne sahip çıkıp “güç bende” dersen “kendini tanrı ilan etmiş” ve “nefsine zulmetmiş” olursun. Nefse zulm! Bunu anlamak için önce Nefs’i tarif etmek lazım. Nefs denilen nedir, onu tanıyalım: Allah A’ma’da, El an öyle... Bir süreçle Rububiyet Mertebesi’ne ve Hakk Mertebesine ulaşan bir yaratma var. Rububiyetten sonra Hakikati Muhammedi; Hakk olarak yaratılış. Ve insan, insan hali! Rububiyet Mertebesi bizim RAB diye seslendiğimiz Rububiyet Nuru’nun olduğu yerdir. RAB GÜCÜ dediğimiz o nur, anlatılan süreçleri geçmeden Hakk olarak yaratılan yapıya doğrudan gelir ki; NEFS odur. Nefs; kişideki Rab yapısıdır! Rab işte odur: Nefstir! Kişi kendinde onu bildiği zaman kendisine gelen o nuru, o nurun geldiği yeri bilmiş olur. Bu yüzden “nefsini bilen Rabbını bilir” denmiştir. Kişideki Rab Gücü odur/nefs’tir. Kişide bir şey yapan Bizzat onun Rabbi’dir, Rabb’in Bizzat Kendisi’dir. Kişideki YAPMA GÜCÜ bizzat Rabbin kendisidir, bizzat kendisidir! Ama kişi ne yapıyor? O güce sahip çıkıp; “ben varım, bu da benim gücüm, ben yaparım...” diyor. Böyle diyerek tanrılığını ilan ediyor! CEHENNEM HALİ budur, ALLAH’TAN AYRI DÜŞMEK budur! Allah’tan ayrı düşmek (yani cehennem) Allah’a karşı güç ilan eden idrak ve yaşantıdır. O halden sıyrıldığınız an KADİR ANI’dır! “A” yapıdan kurtulmak, “gücü bıraktım, razı oldum, güç senin” demek değildir. “A” da, onun yokluğu da bir hayat tarzıdır, o hayat tarzını oluşturmak gerekiyor. Nasıl oluşturulur? İşte aslında anlatılması ve hep tartışılması gereken en önemli konu budur. Mesela, neden hemen tam olarak “A”sız yaşantıya gelemiyoruz? Bu sorulara kafa yormamız şart! Bunun için de Kelime-i Tevhid’in manasında hemfikir olmak gerekiyor. Kadir Hali’ni ve özellikle Kader’i anlayıp yaşayabilmek için Kelime-i Tevhid’e yüklediğimiz manada hemfikir olmamız gerekiyor. Bu oluşmadan hayatımızı neyin üzerine bina edeceğiz? Kişinin idrakı “La ilahe (sen yoksun) İllallah”a gelip oturmazsa bir şey bina edemez. Bu yüzden, defalarca başka başka yönleriyle, ama hep Kelime-i Tevhid’e yüklediğimiz manayı gündeme getireceğiz. Çünkü beyni o konuda yıkamaya çalışıyoruz; ki o bizim yaşantımız olsun! -Bunu yaşamaya çalışıyoruz, ama sorunlar var. Mesela, dua ederken! Ötede birinden istemeye alışmışız. “Kurtulmuş yapı” nasıl dua eder? Dile getirdiğiniz husus çok önemli. Neden? Çünkü o salâtınızı da etkiler! Şimdi soralım; sizde salâtı ikame eden kim? Bunu araştırın! “A” namaz kılar, “B” salât ikame eder. Bu ikisi birbirinden farklıdır. “Salâtı dosdoğru ika- 50 Yılmaz DÜNDAR me edin” buyruluyor (Bakara-3, Ankebut-45). Peki, dosdoğru nasıl kılınır, yani nasıl ikame edilir? Dosdoğru mu duracağım, ne yaparsam dosdoğru olur? Bir şey düşünmemek mi? Hiç birisi değil! Bahsettiğim tanrı mı namaz kılıyor, yoksa “B” hakikati mi salât ikame ediyor, buna bakacaksınız. Dosdoğru kılan “B” hakikatidir, o salâtı ikame eder. Dolayısıyla, salâtta Fatiha’yı kimin okuduğuna bakacaksın: Tanrılığını ilan eden mi okuyor, “B” hakikati mi? Eğer Fatiha’yı “A” yapı okuyorsa “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derken; “Allahım, yalnız senden korkarım, başkasından korkmam. Yalnız senden yardım isterim, başkasından istemem” şeklinde manalandırır. Yani bir Allah, bir de müstakil kendisi var. Karar vermiş, “kimseden istemeyeceğim, kimseden korkmayacağım, yalnızca Allah’tan, sadece Allah’tan.” Kendisi karar almış birisi var ve o “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” diyerek namazda Fatiha okuyor. “B” hakikatiyle olan yapı “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derken nasıl bir idraktadır? Onun “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derkenki duruşu İNSAN-30 DURUŞU’dur: “Ve ma teşaune illa en yeşeallahu: Dileyen yok, illa Allah” O, salâtta “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derken, “dileyen yok, illa Allah” idrakıyla Fatiha okur. “B” yapı “bağışla Allahım” derken de bu idraktadır: “Allahım, razı olmadığın rolden affımı dilerim. Beni Asi yapan, tanrılığını ilan eden bir rol verdin ya, ondan beni bağışla Allahım.” Çünkü Allah dilemeden kimse “ben varım, güç bende” diyemez. “Ve ma teşaune illa en yeşeallahu” ayetine iman bunu gerektirir: Allah dilemeden birisi çıkıp “ben varım güç bende” diyemez! Böyle inanan “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn”de nasıl bir idrakı seslendirir: Allahım beni tanrılığını ilan eden rolden al. Bana “B” hakikatiyle yaşayıp da sana ulaşacak yolu ver; Sırat-ı Müstakim’i ver. “B” hakikatiyle yaşamak üzere tanrılık iddia etmeyecek bir rol ver. “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn Teslimiyeti” budur: TESLİMim Allahım: Dileyen sensin, bu bilinçle teslimim. Bu ayet gerçek teslim oluşu ilan eder: Ben teslimim, bunun bilincindeyim. Ve istiyorsun: “İhdinas sıratal müstakim: Bana doğru yol rolünü ver.“ Fatiha’da bu idrakla duruş çok önemlidir ve zaten salâtta Fatiha bu yüzden önemlidir. Hayatındaki EN ÖNEMLİ İŞ budur, bundan daha önemli bir işin yok! Bir insanın hayatında, salâtta Fatiha okumaktan daha önemli bir işi yoktur. Ve Fatiha’daki teslimiyet ve en önemli istek yeri; “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym, sıratelleziyne en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn”dir. “Allahım bana sapanların ve nankörlerin yolunu verme! Lütufta bulunduklarının, hediyeler ve nimetler verdiklerinin yolunu; Sıratal Müstakim’i, hidayet yolunu ver. Bana o rolü ver Sen Tanrı mısın? 51 Allahım. Çünkü dileyen yok. Sen dilersen olur. Dile ya Rabbi, dile ya Rabbi... Dilemezsen, yok! Dilemezsen başka çarem yok, dile ya Rabbi, merhamet ediver...” Boyun bükmek budur! Ötede birine değil! Ve işte Haşyet bu idrakla başlar, böyle korkar kişi. Allah’tan başka bir şey yok, bir çare yok! Bunu anlayınca haşyet başlar. Haşyet niye başlayamıyor? “Ben varım” dedikleri için. Kendine güvendiği için Haşyet yok! “Ben varım, hallederim. Yarın onu okur, öteki gün bunu okur, bir hatim yapar hallederiz” diyor. “Dilemedikçe öyle bir imkanın yok!” gerçeğini anlayınca insanın ödü kopuyor... -Şu an “kader nedir?” dense, “La ilahe illallah”tır demek doğru olur mu? O kadar. Hepsi Kelime-i Tevhid’de, tabi! Bütün mesele o! Hz. Ali ne diyor? “İlim bir noktaydı cahiller onu çoğalttı.” La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’ini anladın mı tamam, o kadar! O yüzden Kelime-i Tevhid önemli! Hepsi onun içinde! Efendimiz bunu OKUmuş işte! -Ya da; “kader, sadece Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym’dir” desek olur mu? O da doğrudur. Onların hepsi bir hayat tarzını, bir hayat döngüsünü ifade ediyor. Eğer, “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derken bu duruşla söylersen, o; Kader Hali’nin senin hayatından dışarıya çıkış biçimi demektir. Önceki bölümde bir tavsiyede bulunmuştuk; salâtta “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşunu hakkıyla yapabilmek için çok antrenman yapmak lazım demiştik. Onu hatırlayalım: Gün içinde doğru olmadığına inandığınız bir şey oldu, “estağfirullah” dediniz. Peşine “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym, sıratelleziyne en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliiyn” duasına sarılmalısınız. Bunu gün içerisinde çok yapmalı, bu duayla haşır neşir olmalısınız. Bu niçin önemli? “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşundaki o teslimiyet için! Ayet ve hadislerden öğrenmeye devam edelim: Hadis kitaplarında bir sünnete rastlarsınız, Efendimiz (SAV) salâta başlarken şöyle söyler: “İnnî veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikin. İnne salâtî ve nüsükî ve mahyaye ve mematî Lillahi Rabbil âlemin. Ve La şerike lehu ve bizalike umirtu ve ene evvelül müslimiyn.” (En’am; 79, 162, 163). Bu ayetlerden oluşturduğu bu duayı okuyarak başlıyor. Biz onları okurken, en sonundaki “ene evvelül müslimiyn”i edeben “ene minel müslimin” diye okuruz. İlk ayetin mealini verip biraz inceleyelim: “İnni veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikin: 52 Yılmaz DÜNDAR Yüzümü yüzüne Hanîf olarak döndüm. Ki; O, fataras Semavati vel Arz’dır. Hanîfim ve müşriklerden de değilim.” Veccehtü vechiye lillezi’deki “lillezi” İngilizcedeki “that” gibidir, “ki o” demektir. Yüzümü Allah’a döndüm ki; O fataras semavati vel arz’dır. “Ki O” dedikten sonra özelliğini söylüyorsun: O; fataras semavati vel arz’dır. Sonra da vechini hangi idrakla döndüğünü deklare ediyorsun: Hanîfen (Hanîf olarak) döndüm. Yüzümü yeri ve göğü Fatır olarak yaratana, yararak patlatarak yaratana Hanîf olarak döndüm. Hanîfim ve müşriklerden de değilim. İşte bu idrak cümlesini “ben varım” diyen yapı hiç bir zaman söyleyemez. Yani o yüzünü dönemez, buna çok dikkat edin! “Ben varım, güç bende” diyen yapı “yüzümü Allah’a dönüyorum” dese bile mümkün değil, olmaz! Neden olmaz? Allah ve bir de o (tanrı)! Tanrılığını ilan eden biri var ve o tanrı Allah’a yüzünü dönüyor, öyle bir şey olmaz! Gerçekten yüzünü dönen, “yüzümü/vechimi döndüm” diyen “B” sırrıyla olan hakikatinizdir; kendiniz! Eğer sen hakikatine/kendine “güç bende” elbisesi giydirmezsen (yüz; idrak, bilinç gibi isimlerle işaret edilen) VECH O’nun yarattığı bir kompozisyon’dur; bir kul’dur! Vechini Yaradan’ına o kul dönebilir. Çok basit bir şekilde kendimiz için kendi zihnimizde şöyle düşünelim: Zihnimde bir insan oluşturdum ve zihnimdeki insan VECH’ini (tüm benliğini) bana döndü. O şimdi yüzünü onu oluşturan bana döndü ya, “vechin Allah’a dönmesi” öyle bir şeydir... Öyle döneceğiz... Senin zihninde oluşturduğun o yapı neyse, bir benzer olarak Allah’ın ilminde sen öyle bir yapısın. Zihninde oluşturduğun o yapı vechini sana nasıl dönüyor, nasıl teslim oluyor? Öteye beriye bir yere bakarak mı? Onun sana dönmesi gibi, sen de vechini seni İlminde Yaratmış Olan’a dönüyorsun. “Vechinizi Diyn’e (Allah’a) hanîf olarak dönün.” (Rum-30). Eğer kişi bu ayetin önerisini “ben varım” yapısıyla uygulamaya çalışırsa olmaz. Muhal (boş), yanlış bir uğraş olur! “Ben varım bir de Allah var” idrakı ötede beride bir şeye yöneliştir, ona göre Allah ötede beridedir. Vechini dönecek yapı “B” sırrıyla yaratılan gerçek yapıdır: Yaratılmış olan, Hakk olarak yaratılmış olan, “B” hakikatiyle yaratılmış olan yapıdır. Böyle olunca o yapının etrafına bürüdüğümüz “ben varım, güç bende” tanrısından kurtulmak çok büyük önem arz etmektedir. Bu kurtuluş süreci NEFS MERTEBELERİ olarak tarif edilmiştir! O süreçteki her bir idrak bir “nefs mertebesi”dir. “Ben varım güç bendedir” tanrısının yaşayış biçimi NEFS-İ EMMARE’dir. Kendine başka ortak kabul etmeyen tanrının yaşantısı nefs-i emmaredir. Bu tanrının rahatsız olduğu hal NEFS-İ LEVVAME’dir. Nefs-i levvamenin bu Sen Tanrı mısın? 53 aşamasında hala tanrılığını ilan etmiş varlık vardır, ama onda “acaba bilmediğim bir hakikat mi var?” rahatsızlığı başlamıştır. Bu rahatsızlık ona tesir eder de tanrılıktan sıyrılmaya çalışan bir hayat tarzı oluşturmaya başlarsa “B” hakikatinin kokusunu almaya başlar. O kokular İLHAM’dır, onun hali NEFS-İ MÜLHİME’dir. Kul bu halden çok mutmain olur da tanrılıktan geri dönüşsüz kurtulursa geri dönüşü olmayan hal olan NEFS-İ MUTMAİNNE ile tanışır. Ama bütün mesele (hep) önce tanrıdan kurtulmaktır. Tasavvufun anlattığı, anlatmaya çalıştığı tek şey; tanrılıktan kurtulmaktır! Anlatılanlar, yapılanlar “tanrılıktan nasıl kurtulunur?”un yollarıdır, hep. Bu yüzden, bizim de hedefimiz bu: Biz bu tanrıdan nasıl kurtuluruz, bu tanrıdan nasıl sıyrılırız ve “B” hakikatiyle nasıl hayat buluruz? Bu telaşla da araştırmalıyız: Bu tanrılıktan kurtulmada Zikrullah’ın rolü nedir? Dua’nın rolü nedir? Tövbe’nin rolü nedir? Salâvatın rolü nedir? Çünkü o telaşla bunlara sarılacağız... “Allahümme ahricni min zulümatil vehmi ve ekrimni bi nuril fehmi: Beni bu tanrı vehminden, bu zulmetten kurtar Allahım. Bundan kurtulmak için bana indinden gelen bir nurla bir anlayış ver Allahım.” “Ya Mukallibel kulûb, sebbit kalbi ala diynike: Ey kalbler iki parmağı arasında olan, (o zulmetten kurtardıktan sonra) Kalbimi Diyn’in üstüne sabit kıl; kalbimi “B” sırrı üzerine sabit kıl; Allahım beni “B” sırrıyla yaşayan hakikat üstüne sabit kıl.” (Kalb ve parmak, et kalb ve bildiğimiz parmak değil.) “Rabbişrahliy sadriy ve yessirliy emriy: O yolda işimi kolay kıl, o hal için işimi kolaylaştır, basiretimi, göğsümü aç genişlet ve hazmını ver bana.” “Rabbi zidniy ilmen ve fehmen ve iymanen ve yakinen sadika...” “Rabbena la tuziğ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledünke rahmeh, inneKE Entel Vehhab: Bu gerçeğe erdirdikten sonra Rabbim bir daha kalbimi saptırma. Beni tanrı olmaktan bir kere kurtardıktan sonra tekrar saptırtma, kendimi tekrar tanrı ilan etmeyeyim.” Sığındığımız, sarıldığımız bu dualar hep tanrılıktan, tanrılık iddiasından kurtulma dualarıdır... Dikkat ederseniz bütün dualar zaten hep bunun üzerinedir: Tanrıdan, tanrılık iddia eden yaşantıdan nasıl kurtulurum? İKİ TİP SABİTLENME vardır. Biz “Ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala diynike” duasıyla “B” yaşantısına sabitlenmeyi diliyoruz. Bir de tersine sabitlenme mümkündür, kişi “A” yaşantısına sabitlenebilir. İnsanı “A” yaşantısına sabit kılan şeyler iyi bilinmelidir. Onları hayatımızda fark etmeli ve yaşantı- 54 Yılmaz DÜNDAR dan çıkarmalıyız ki, kurtulabilelim. Çok önemlilerinden birisi, yaşantıda hiç fark etmeden çok yaptığımız DEDİKODU’dur: Kişinin “A” yapısını “A” yaşantısına sabit kılan şey dedikodudur! “Ben varım güç bendedir” diyen tanrıyı tanrılığında sabit kılan önemli şeylerden birisidir o. Daha önce onu merakla ilişkilendirmiştik. Yaratılan “B” hakikatine “Yaratanını merak etsin, tefekkür etsin, Yaratan’da yokluğunu anlasın diye” verilen merakı, o yeteneği “A” yapı kullanarak tanrılığını ilan ediyor. Rububiyet gücünden gelen yapma gücünü kendi ilan ettiği “ben varım” tanrısı için kullanıyor, sonra da veri tabanında var olan “merak yeteneğini” suiistimal ediyor. Oturup insanları merak ediyor ki, çok günahtır: Tanrılığını kuvvetlendirdiği için! Onu tanrılığında sabit kıldığı için! O merakı “B” hakikati kullanırsa ki, çok sevaptır: Yaradanını aramada, tanımada, tefekkürde kullandığı için! İkisi de aynı merakın ürünü! Eğer onu “ben varım” diyen kullanıyorsa çok günah; çünkü onu tanrılığında sabit kılıyor. Merakı Allah yolunda olan kullanırsa, onunla Allah’ı düşünür o da çok sevap. Çünkü bu merak onu “Din’de sabit” kılıyor. Onunla tefekkür ediyor, onunla dua ediyor: Ya mukallibel kulub, sebbit kalbiy ala diynike... -Sistemi, bilimi merak böyle bir merak mı oluyor? O sizin bilimi ne için merak ettiğinize bağlıdır. Allah için merak ediyorsanız “B”nin merakıdır; tefekkür olur. A’si yapıyla merak ediyorsanız tanrılığınızı kuvvetlendirir, dedikodu olur, boş iş olur. Bu yüzden, bilimde ilerleyerek tanrılığını ilan etmişler de çoktur, ilerledikçe Allah’ı idrak edenler de! Tanrılığını kuvvetlendirenler daha çok bizim Türkiye gibi camialarda çıkar. Gelişmiş ortamlarda bilim ilerledikçe Allah’ı daha iyi bulanları görürüz. Önemli bir şahsın sözüdür: İlmin fazlası Allah’a, azı felakete götürür. Gelişmiş ülkelerin âlimleri uç noktalara geldiklerinde kendi gayret ve çalışmalarıyla “Allah, illa Allah” diyorlar. Ama tanrılıkta ısrarcı olanlar ilimle meşgul olduklarında daha da tanrılaşıyorlar. İkisi de ilimle meşguliyet. Sonuç ne için olduğuna göre değişiyor. “Lillahi: Allah için” olanınki farklı oluyor. Dedikodudan kurtulmak önemli olduğu için bir örnek vermek istiyorum. Bir kişi onu tanrılığında sabit kılan dedikodudan nasıl kurtulur da “B” sırrıyla yaşantıya geçer? Normal yaşantıda nasıl bu iş gerçekleşir? Eğer siz sürekli “A” ile yaşıyorsanız olmaz! Öyle yaşıyorsanız salât için seccadeye geldiğinizde “şimdi “A”dan sıyrılayım, ondan sıyrıldım” demekle “A”dan sıyrılınmaz. O zaman “A”dan sıyrıldığını sanan “A” olursunuz. Gene “A” var, o A’si yapı hala var ve o namaz kılıyor. Siz yaşantınızda eğer “B” sırrıyla yaşamıyorsanız seccadeye gelince “B” ile gelemezsiniz. Normal yaşantıda “B” ile Sen Tanrı mısın? 55 olunursa seccade de “B” ile olunur. Çünkü gerçek salât seccadede değil ki! HAYAT kendisi salâttır! Normal yaşantıda “B” idrakı ve yaşantısında olursanız, ondan sonra nerede olursanız olun siz salâttasınız demektir. Onun için şimdi, kişiyi tanrılığına en fazla sabit kılan şey olan dedikodudan kurtulmak için bir seyir yapacağız, önemli bir ipucu vermeye çalışacağım: Farklı idraklara ait dedikodu tarifleriyle tanrılıktan “B” sırrına bir seyir yapacağız. Nefs-i emmarenin en önemli gündem konusu dedikodudur. Nefs-i emmarenin elbisesi, nefs-i emmarenin aksesuarı, mücevheri odur. O kadar dedikodu ile yaşar ve sever ki... Tanrılığını ilan etmiş olan o yapının önemli özelliği; insanları merak etmektir. Onun işi insanları incelemek, insanları didiklemek, insanların ayıplarını bulup çıkarmak veya örtmektir. Örtüyorsa da (eğer “A” olarak örtüyorsa) hiç fark etmez! Allah adına örtmüyor da “ben başkalarının ayıplarını örterim, ben iyi insanım” diye örtüyorsa o İYİ TANRI’dır. Sonuçta tanrıdır! “Ben insanların ayıplarını örterim” derken de tanrılık ilanı içinde değil mi? Bir gücü var, örtüyor. İnsanların ayıplarını örtecek gücü var, bir güç ilan etti. Güç ilan etmek tanrılıktır, onun da mekânı cehennemdir. Ne kadar güç ilan etmişse o kadar ZOR ÖLÜM’ü vardır onun! Güç iddiasındaki bu “A” yapısının normal hayatta çok rastlayacağınız bir olay var: Yemek! Bu duruma en fazla yemeklerde rastlarız, yemekler dedikodu bahanesi yapılır. Adı yemektir onun: Yemek!? “Birlikte yiyelim grubu”na bakın lütfen. Masada yemek mi yiyorlar, yoksa hadiste bahsedildiği gibi ölü kardeşlerinin etini mi çiğniyorlar? O gruba kim iyi haber getiriyorsa onunla da yemek yemek ne kadar güzeldir, o ne hoş sohbet biridir. Onsuz olmaz, masada o yoksa olmaz. Çünkü onun herkesten haberi vardır, o her şeyi bilir. O tür kişiler o kadar popüler olduklarını hissederler ki, yakaladıkları popüler hali kaybetmemek için uydurmaya bile başlarlar. Dikkat edin: Kişi onları seviyorsa gayet net cehennemi seviyor demektir! Cehennemi sevenin de cennete gitmesi mümkün değildir, öyle bir şey olamaz! Dedikoduyu seven bu kişi alır eline telefonu, iki saniye iş konuşur, sonrası hep başkalarıdır. Arkadaşı olması şart değil. Halasıdır, dayısıdır, amcasıdır, annesidir, babasıdır, kardeşidir; sürekli birini didikler. Eğlencesinin zemini dedikodu, gezmesinin gündemi dedikodu... Aileler gün oluşturur, ana menü dedikodudur... Tanrılığı böylesine kuvvetlendiren ve tanrılıkta sabit kılan en önemli şey budur, ama insanların rağbeti de ona! Tanrılıkta öyle bir sabitliyor ki, o yüzden otuz altı zinadan daha günah! Kişi günde otuz altı zina yapamaz, bir dedikoduyla işlediği günaha, aldığı mesafeye bakın. Ne enteresan! Demek ki, onu tanrılı- 56 Yılmaz DÜNDAR ğında bu kadar kuvvetli tutuyor, bu kadar sabit kılıyor. Şimdi bu dedikoduyu bir tarif edelim, dedikodu nedir? Dedikodu tanımını bir olay üzerinden somutlaştırarak yaparsak daha iyi anlaşılacağı için, böyle yaşayan birini ele alalım. Bu kişinin bu halinden rahatsız olduğunu ve bu konuda nefs-i levvameye girdiğini düşünün. Nefs-i emmare’yi henüz görmedik ama bu işle meşgul olana verdiğimiz isim o olsun. Nefs-i levvame ise bu işten rahatsız olanın ismi olsun. Bir nefs ki, yaşantısından rahatsız! “Böyle yapmasam, bu iyi değil” diyen bu nefs nefs-i levvame olsun şimdilik. Gerçi bu noktada o da rahatsız olan tanrıdır ama olsun. Aslında nefs-i emmare TAM TANRI, nefs-i levvame rahatsızlığı başlayan tanrı demektir. Bir noktaya kadar onun tanrılığı devam eder. Evet, pişman oldu ve “dedikodu yapmama” kararı aldı. Ama ne yapacak? Dedikodu yapmayacak da ne yapacak? Şöyle bir karar alır: Ben artık birisinin hakkında aslı esası olmayan şeyleri konuşmayacağım. Eğer birisinin hakkında konuşuyorsam o doğrudur. Aslı yoksa, öyle bir konu yoksa konuşmayacağım. O, bu kararı alırken kendisine bir dedikodu tarifi getirdi. Tarifi başkası değil kendisi yapıyor. Bu süreçte bu önemlidir, çünkü yaptığı tarifle tanrılığının derecesini düşürmeye başladı. Tanrılığını kendisi ilan etmişti, şimdi onun derecesini de kendisi düşürüyor. Bu tarifi yapmakla tanrılığından bir derece indirdi. Kendine diyor ki: Ey tanrı, bundan sonra sen birisinin hakkında konuşacaksan aslı olmayanı söyleme! O, artık aslı olmayan şeyleri söylemeyen bir tanrı. Rahatsız oldu, karar verdi; aslı olmayan şeyleri söylemeyecek! Artık bunun mücadelesinde! Eğer birisi hakkında aslı olmayan bir şey söylerse, “ne söz vermiştim kendime, bu söylediğimin aslı yok!” der, toparlanır ve “şaka söylüyorum, öyle bir şey yok” der, düzeltmeye çalışır. Bu kişinin dedikodu tanımını anlamak için birisi hakkında konuşurken ona; dedikodu yapma deseniz, “dedikodu değil, bu söylediğim doğru” der. Demek ki onun sınırı burası; olmuş şeyleri henüz dedikodu saymıyor. Kendi zihnindeki tanrılık sınırı bu: Aslı olan bir şeyi konuşmak dedikodu sınıfına girmiyor. Ona göre bir şey dedikodu sınıfına ancak aslı yoksa giriyor. Eğer bu aslı olmayan şeyleri söylememeyi başarırsa onda yeni bir rahatsızlık başlar ve kendisine yeni bir dedikodu tarifi yapar. Bu yeni tarif ilan ettiği tanrılığı bir derece daha zayıflatır. Der ki: Kimin hakkında konuşacaksam, duyduğunda kızacağı şeyleri söylemeyeyim. Duyduğunda üzülecekse, kızacaksa konuşmayayım. Olay gerçek bile olsa duyduğunda kızıp rahatsız olacağı şeyi söylemeyeyim. Tanrılığını bir derece daha zayıflattı. “Niye dedikodu yapıyorsun?” diye şimdi sorsanız, “dedikodu yapmıyorum, o kişi bunu duysa kızmaz, memnun bile olur” diyerek size yeni dedikodu sınırını Sen Tanrı mısın? 57 belirtir. Fark ettiniz mi, “duysa kızmaz” dediği yeni bir sınır tarif etti. Onun dedikodu tarifi artık bu. “Kızılıyorsa dedikodu” seviyesine getirdi. Tanrılığını gittikçe zayıflatıyor. Bu yolda ilerliyorsa onun rahatsızlığı devam ediyordur. Bu tarife göre yaşamayı başarırsa tanrılığıyla ilgili yeni bir rahatsızlık oluşur, ona yeni bir nefs-i levvame başlar. Bu sefer “duyduğunda memnun olsa bile birisi hakkında konuşmayayım” der ve dedikodu tarifini yeniler. Konu gerçek, kişi duyduğunda memnun olacak, ama o onun hakkında konuşmuyor. Bu yeni tarifi getirmekle tanrılığından çok önemli bir dereceyi daha düşürür. “Memnun olsa bile hakkında konuşmamak” çok önemli bir noktadır! Belki seni takdir edecek, “iyi ki söyledin” diyecek ama konuşmuyorsun. Bu tanrılıkta iyi bir derecedir, tanrı için tenzili rütbedir. Ve burası önemli bir KIRILMA NOKTASI’dır. Bu noktaya gelindiğinde hayat susar, sessizleşir… Ne söylesin ki, ne konuşsun ki? Aslı yok söyleme, kızıyor söyleme, kızmıyor söyleme, “peki, seninle ne konuşacağız arkadaş?” derler. Burası önemli bir kırılma noktasıdır. Ama o işte bu noktada “esas dedikodu” ile tanışır. Bu noktaya gelmiş birisini bir serviste görebilirsiniz, bir doktoru muayene halinde görebilirsiniz, bir mühendisi proje çizerken görebilirsiniz; sessiz işiyle meşguldür. Onu uzaktan gördüğünüz zaman, “ne kadar sessiz, işiyle, projesiyle meşgul, kimsenin hakkında konuşmuyor” dersiniz. Siz dışarıdan öyle tarif edersiniz, ama hayır! Girdiği süreçte, o sessizlik içerisinde, şimdi o ESAS DEDİKODU’yla; zihnindeki dedikoduyla, beynindeki dedikoduyla tanışır! Çorbasını yaparken zihninde bir dedikodu, yeri süpürürken, camı silerken bir dedikodu, projesini çizerken bir dedikodu, düşünürken bir dedikodu... Esas dedikoduyla tanışır. Servisine binmiş camdan dışarıyı seyrederek sessiz işine gidiyor, ama zihni dönüyor: Şu şunu dedi, bu bunu. O bana bunu yapmasaydı böyle olmazdı... Bakın hala tanrılık var, ama nereye gelmiş? Dilden çıkıp beyne gelmiş! O şimdi ZİHNİNDEKİ TANRI’yla karşılaşır, beynindeki tanrıyla karşılaşır ve zihnindeki o tanrıyla (zihnindeki dedikoduyla) mücadele etmeye başlar... Onu da hallederse zihinden insan çıkar! ZİHİNDEN İNSAN ÇIKAR’sa “B” sırrıyla hayat başlar. Ne diyor Rabbim: “Aynı yerde ikimiz olmayız; bir kalbte hem insan hem Ben olmaz!” Oradan insanı çıkardığın zaman “B” sırrıyla yaşayan olursun. Artık “B” hayatı başladı, çünkü zihninden insan çıktı. Tanrı olarak ilan ettiğin dedikoduya ait ne kadar rütbe varsa hepsini düşürdün. Böylece zihninden hem kendi tanrılığın, hem o tanrının yargıladığı/düşündüğü başkaları çıktı! Artık senin zihninde insan yok! Neden? “Güç bende, ben yargılarım” düşüncesi kalma- 58 Yılmaz DÜNDAR dığı için yok! “Beni takdir etmesi lazım” kalmadığı için yok! Didikleyen, merak eden “ne yapmış, niye yapmış, nasıl yapmış” deyip fesatla, kıskançlıkla bakan, isteyen veya istemeyen bakışlarla irdeleyen o yapıyı yok ettin! O yapı kimi didikliyordu? Onun didiklediği insan aslında “B” hakikatiyle yaşayan ve tüm fiilleri Allah’ın emri olan bir kul değil mi? Evet. Bir kulu didikliyor. Buna nasıl tanrı demezsiniz o zaman? Allah bir varlık yaratmış, ona bir program vermiş ve siz onu didikliyorsunuz! Tam bir tanrı! Allah’ın yarattığı varlığı didikliyor; “neden yaptı, nasıl öyle yapar, o nasıl zengin olur, o nasıl öyle giyer, o niye oraya gider?” diye didikleyip duruyor. Kişileri/olayları beğenerek veya beğenmeyerek didikleyen bir tanrı var! Kişi işte zihnindeki o tanrıyla karşılaşır. O tanrıdan kurtulmayı da başarırsa SEYR’i öğrenir; seyreder. Korktu, artık karışmıyor. O artık “Allah’ın işine karışmayan tanrı”dır, maalesef bu noktada seyir böyledir. “Allah’ın işine karışılmaz, ben karışmam.” Bu hali için de; “ben artık seyrediyorum” der! Aslında seyir bu değildir. Eğer yorum yapmamayı başarırsa seyri o zaman öğrenir. O; “Allah’ın işine karışmıyorum” diyor ama aslında karışıyor, sessiz yorumlar yapıyor. Sesli karışmıyor! Hatta bu aşamada olanlar insandan çok Allah’ın işlerine yorum yaparlar: “Şöyle olsaydı, böyle yapsaydı, şöyle yaratsaydı nasıl olurdu?” gibi düşünürler... Menkıbelerde anlatılır. Bir zat görevini devredecek, talebelerine soruyor; “Söyleyin bakalım, dünyayı siz yaratsaydınız nasıl yaratırdınız? Cevap veriyorlar; “ben yaratsaydım bütün insanları şöyle, dünyayı böyle yaratırdım” diye düşüncelerini söylüyorlar. Herkes bir şey söylüyor, ama bir tanesinin bu sorudan ödü kopuyor, “ne haddime” diyor: “Allah yaratılabilecek en güzel halle yaratmıştır. Takdir O’nun, başkası O’nu anlayamaz, kavrayamaz, yorum yapamaz, ne haddime!” Tamam, evladım diyor, vazife senin. Diğerleri yorum yapıyor: Demek ki Allah yanlış yaratmış! Bu tip temennilere vaazlarda veya hutbelerde de rastlıyoruz: Bütün insanlar inansa, insanlar şöyle yapsa ne iyi olur... Demek şimdiki yanlış! “İnsanlar böyle yapmasalar ne iyi olur” dediğine göre demek ki bu yanlış! Bu temenni ve yorumlar Allah’ı Hakkıyla tanıyamamaktan kaynaklanan bakış açılarıdır. Zihinde insan yer almadığı zaman kişi NE YANA DÖNERSE VECHULLAH’ı görür, Allah’ın Vechi’ni görmeye başlar. Didiklerken başka şeyler görüyordu. Şimdi zihnindeki dedikodudan kurtulduğu için “ne yana dönerse Allah’ın vechini görmeye” başlar. Kişinin Vechullah’ı gördüğü o hali şu örnekle açıklamaya çalışalım. Bir ucu duvara bağlı bir lastiği parmağıma geçirsem ve gersem. O lastik parmağımdan kurtulunca vınnn diye gider duvara yapışır; Sen Tanrı mısın? 59 nokta olur! “İlim bir nokta idi...” deyişindeki nokta odur. O noktayı aldım cahilliğimle uzattım. Artık üstünde bir sürü konu var, insan var... Kişi “A” halinden kurtuldu mu idrak hızla oraya yapışır, NOKTA olur; bir anda hakikatini bulur! O nokta anı KADİR ANI’dır. Nokta olduğun o hal KADİR HALİ’dir. - Zalim birisi için; “şu zalimi başımızdan alıver” diye dua etmek yorum yapmak mıdır? Yoksa bize düşen dua görevini mi yapmış oluyoruz? Bir zalim hakkında öyle dua edebilirsin, çünkü Allah’tan istiyorsun. Ama onu isterken sen “o zalimin niye var olduğunu”, sebeplerini, var olma hakikatlerini, onun o halinin sana ne tür faydaları olacağını ve onunla mücadele edersen ne kazanacağını biliyorsun. Ama zalimle mücadele ederken de Allah’tan yardım istiyorsun. Bir imtihanın var, çalıştın da. Girerken Allah’tan yardım istemez misin? Bir zalimle mücadele ediyorken de Allah’tan yardım istersin, aynı şey. O dedikodu ve yorum değil! “B” hakikatiyle yaşayan sistemle meşgul olur, fikirlerle ve sistemle meşgul olur, insanlarla uğraşmaz. -Zihinden insanı çıkarmak için ne yapmalıyız? Hep tehlikelerden bahsettiğimiz için henüz yöntemleri gündem yapmıyoruz. Onun yöntemi nedir, göreceğiz. Prensip olarak yapılması gereken çeşitli şeyler var. Çok önemli birisi Zikrullah’tır. Bu süreç için de Zikrullah çok önemlidir. Zihinden insanı çıkarmak için merakı Allah’a yöneltmek şarttır. Onu insandan çekip Allah’a yöneltmek, Allah’ı düşünmeyi, unutmamayı hayat tarzı haline getirmek çok önemlidir! Bu yüzden Ehlullah günahı bir cümleyle tarif eder, ciltler dolusu tarifi olan bir şeyi kendisine bir cümleyle tarif eder: “Bana Allah’ı unutturan her şey GÜNAH’tır.” Günahı böyle tarif ederler: Ne bana Allah’ı unutturuyorsa o günahtır. Ehlullah’ın günah tarifi budur: Beni tanrılık ilanına ne götürüyorsa günah odur. ALLAH’I UNUTMAK da, günah da budur: Benim kendimi tanrı ilan etmeme yol açanın adı ne olursa olsun günahtır. Mesela bunlardan birisi müziktir. MÜZİK insanı “B” hakikatine götürebilir, “A”ya da yapıştırabilir. Müzikle “B” hakikatine de gidebilirsiniz, gayet iyi tanrı da olabilirsiniz. Müzik bu konuda çok kuvvetli bir enstrümandır. Ehlullah’ın bu bakışıyla bakarsanız, müzik size Allah’ı unutturuyorsa günahtır! Bazıları müziği yalnız Allah’ı değil her şeyi unutmak için dinler. “Dertlerimi unutayım, herşeyi unutup dünyadan sıyrılayım” diye müzikle meşgul olur. İstirahata çekilmiş tanrı! Görevlerini görmek istemiyor: “Şu an tebaam dahil kimseyi görmek istemiyorum.” İstirahata çekildi, müzik dinleyerek unutmaya çalışıyor. Allah’ı unutturan her şeye “günah” dediğin zaman kendine birçok günah ve sevap geliştirebilirsin... 60 Yılmaz DÜNDAR -Fark etmeye başlayınca anlıyoruz ki tamamen tanrısal yapımıza yönelik bir düzen var. Kurulan organizasyonlar da tamamen kişinin tanrısallığına yönelik! Mesela, FIFA’nın UEFA’nın organizasyonları tamamen insanları gütme adına. Ve ister istemez o organizasyonlarda görev aldığımız oluyor. Bu noktada çok enteresan sınavlarla da karşı karşıyayız. Buralarda da görev alan insanlar bu ikilemi nasıl çözecekler? Tesbitiniz kesinlikle doğru. Ama görev alabilirsiniz. Onların içinde olmakla “onların bir parçası” olmazsınız. Onlardan soyutlanarak, sıyrılarak ayrı yaşayarak da bu işi başarmanız zaten mümkün değil. Onların arasında, onlarla olunca başarabilirsiniz. Onlara rağmen ama onlarla olarak başarabilirsin, hayat böyle! Çünkü bu hayat tanrısal (tanrılık ilanı üstüne) bina olmuş. Cazibe alanları da, takdir edişler de hep tanrılık üzerine. Böyle! Düşünün ki bin kişiden biri cennete gidecek. Cennete gidenler içerisinde anlattığımız şekilde yaşayarak gidenlerin yüzdesi de çok düşük. Yani öyle bir şeye talibsiniz ki, talib olduğunuz şeyin pazarı yok! Biz bir ürün pazarlama firmasıyız ve ürünümüzü dışarıdaki bin kişiden biri alacak. Bu ürünü pazarlamaya kim talip olur? Bin kişide bir kişi gelecek, o da “alsam mı, almasam mı” diye bakacak alacak. Alanlardan bazıları onu yolda düşürüp kıracak... Böyle bir ürün için pazarlamacı olur musunuz? “Kim satacak onu” dersiniz, kimse almaz ki. Böyle bir ürünün pazar analizini yapsak ve pazarlama elemanlarına da; “bizim ürünü beğenen ve alan yok, hiç cazip değil! Bin kişiden bir kişi gelip alacak, razıysanız satın” desek, ne derler? “Kime satacağız, bin kişi içinde o bir kişiyi nereden bulacağız? Böyle bir ürünü satamayız.” Anlattığımız konunun cazibesi ne kadar düşük, anlayın! Bu yüzden sakın şöyle sanmayın: Bu hakikati insanlar hemen fark edecek, özellikle benimseyecek, “bu doğruymuş niye bunu fark etmemişiz” diyecek ve koşuşacaklar! Öyle bir şey olmaz. Bu konuları merak eden, öğrenen ve uygulayan bulmak, öyle bir topluluk oluşturmak kolay değil! Binde birlik pazar alanına baktığınızda bu ürünü beğenmiş ve “alacağım” diyen insanları bir araya getirmek öyle kolay değil! Çünkü dışarıda binde dokuz yüz doksan dokuza cazip gelen ürünün alanı var, cazip olan o! Çoğunluk o ürün üzerine, cazibe onun üzerine, takdir onun üzerine... Öyle olmasa kimse tanrılığını ilan etmez ki. Bu yüzden tanrılığı bir türlü bırakamıyor insanlar! İşte ZOR ÖLÜM de bununla ilişkilidir: Tam ölüm anında tanrı olmadığını anlıyor ve diyor ki; “Rabbimiz biz anladık! Hakikat meğer bu değilmiş, bizi geri gönder de, yapamadıklarımızı dünyada bıraktıklarımızla yapalım.” İşte zor ölüm! O an anlıyor ve o son pişmanlık haliyle sesleniyor: Fırsat ver de kendimizi tanrı ilan etmeye- Sen Tanrı mısın? 61 lim, gücün Sende olduğu gerçeğiyle “B” sırrıyla yaşayalım! Verilen cevap çok acı: Asla mümkün değil! Bir arkadaş; “bin defa da gelseler yine aynı şey olur, değil mi?” demişti. Evet! Çünkü “Emir” öyle! -Talib olduğumuz bu ürünü tebliğ eden Rasulullah; “bir elime Güneş’i, bir elime Ay’ı verseniz, Vallahi davamdan vazgeçmem” diyor. Açabilir misiniz? O olayı doğru anlamak lazım. Tanrılığını ilan etmiş bir ağızla/idrakla anlatan onu şöyle dile getirir: Rasulullah çok büyük fedakârlık yaptı, davasından vazgeçmedi. Davasını bırakması için O’na bulunduğu yörenin krallığını, kadınlarını, servetini teklif ettiler, ama bırakın onları almayı, “bir elime ayı bir elime güneşi koysanız ben bu davadan vallahi vazgeçmem” dedi. Görüyor musunuz sizin için neleri terk etti. Böyle anlatılır. Ama iş onun anlattığı gibi değil! Böyle bir fedakârlık yok! Bu tamamen tanrı bakış açısıdır. Tanrılığını ilan etmiş birisine servetler veriliyor ve o da reddediyor. Rasulullah’ı da kendi gibi gördüğü için öyle sanıyor. Rasul’ü, (kendisi gibi) tanrılığını ilan etmiş sandığı için O’nun fedakârlık yaptığını sanıyor. Ben birinize desem ki, bu gece rüyanda sana üç limuzin, bir şato vereceğim. Bu teklif onun için ne mana ifade eder? Güler! Rüyada limuzini ne yapsın! Efendimiz (SAV) bu hayatın rüya olduğunu yaşıyor ve rüyasında krallık, şu, bu teklif ediyorlar. Aynı şey değil mi? Arkadaşınızın benim bu teklifimi reddetmesi fedakârlık mı? “Ne fedakâr çocuk, rüyasında limuzin istemedi!” diye düşünür müsünüz? -Bir ara soyutlanmaktan bahsedildi. Bir ara da bu işi kalabalığın içinde anlayabilirsiniz, soyutlanırsanız anlayamazsınız dediniz, anlayamadım? Sen bu soruyu sorarken soyutlanmak mı istiyorsun? -Siz soyutlanmayla neyi kastediyorsunuz? Soyutlanmayı eve kapanmak, dışarıyla alakayı kesmek anlamında mı ele alıyorsunuz? Her türlü! SOYUTLANMA’ya önce bir kere şöyle bakmak lazım: Tanrılığını ilan etmeyeceksin, tanrılıktan soyutlanacaksın! “Güç Allah’tadır, Mülk Allah’ındır” idrakıyla yaşamaya çalışacaksın: Soyutlanma önce budur! Ancak bu amaçla uyguladıkların seni bu dünyada zavallı yapmayacak. Zavallı oluyorsan, daha güçsüz ve başarısız oluyorsan yöntemin yanlış demektir. Allah’a doğru inanıyorken tanrılığını ilan etmişlerden daha geride kalırsan, olmaz! O hal işin ruhuna terstir! Tanrılık ilanından kurtulup da “İlla Allah” dediğinde daha güçlü olman lazımken zavallı oluyorsun, olmaz! Sende “La ilahe İllallah” idrakı ve yaşantısı açıldıktan sonra daha başarılı, daha hevesli, daha umutlu olman gerekiyor. O zaman hayattan soyutlanmamış olursun. 62 Yılmaz DÜNDAR “Yanlış soyutlanma”ya yol açan yaklaşıma bir örnek vereyim: “Allah bu dünyayı boşa yaratmış, gereksiz! Bu dünya inananlara göre değil!” Böyle düşünmek ve zannetmek yanlıştır. Dünyadan yararlanman gerekiyor! Dünyada senin arayıp bulman gereken “ilimle ilgili” birçok şey varken, onlar senin onları bulman için varken ilmi bırakman yanlış olur! Onlara ulaşmadan Allah’ı bulmak mümkün değil! Yanlış soyutlanma ile yeniliğe açık olamazsın. Yeniliklere kapalı birisi bahsettiğimiz bu işleri hiç anlayamaz! YENİLİKLERE AÇIK OLMAK nedir? Her an yeni şanda olmaktır. “Her an yeni şanda” olabilmek yeniliklere açık olmakla mümkündür. Bu yüzden bu işleri anlamak için muhafazakâr (statükocu) olmamak lazım. Muhafazakâr birisi bunları anlayamaz. Çünkü statükocu, tanrılığına ait bir şeyleri muhafaza derdinde, “bundan taviz vermem” diyor. “Taviz vermem” dediği şeyler, tanrılık ilan ettiği yerlerin statükoları! Aslında dediği şu: Tanrılığımdan taviz vermem! Yeniliğe açık olmayanın Allah’ı anlayabilmesi mümkün olmaz! Yeniliğe açık olmak bilime açık olmaktır. Bu yüzden, ilimden ayrılarak başarı olmaz! Hatta bu konuda dikkatimi çeken bir şeyi paylaşayım. Ramazanda programlar artıyor, çok yanlış şeylere de rastlıyorum. O kadar yanlış şeyler söylüyorlar ki... Mesela, birine soruldu: Günümüz dünyasında neden dine bu kadar sempati var? Açıklamaya dikkat edin lütfen: İnsanlar bilimle uğraşarak her şeyi bilimin çözemeyeceğini anladılar, böylece dine yöneldiler. Ne kadar yanlış bir bakış! Böyle bir şey olabilir mi? Bilim ve akılla her şeyin çözülemeyeceği, onların çare olmayacağı anlaşıldığı için insanlar yeniden dine yöneldiler. Bu İslamiyet için geçerli bir bakış değildir! Hıristiyanlar için geçerli olabilir, çünkü bilim adamlarıyla kavga eden, mücadele eden hıristiyanlardır. İslamiyet’te bilim adamlarıyla bir kavga olmamıştır ki, hiç! İslamiyet’te bilim adamlarıyla kavga, tarihinde hiç yoktur. Ama hıristiyanlarda var! Onlar kavgadan vazgeçmiş de eskiye dönüyorlarsa olabilir. İslamiyet’te öyle bir kavga yok ve çözülecek bütün şeyler akılladır. “AKIL” hayata hâkim olmadan tanrılıktan kurtulmak mümkün değildir. “Ben varım güç bendedir” tanrısından tam kurtulmanın yolu AKIL+İMAN’dır. “Akıl+iman nedir?” onu ileride göreceğiz. İnsan kendini tanrı ilan etmekten ancak akılla kurtulabilir. Akılla kurtulmak bilim verilerini kullanmaktır. İlim ve akıl nedir, onu da açıklarız inşaAllah. Demek ki ilmi verilerden uzaklaşmak doğru bir soyutlanma değil! -Siz bunları anlatırken sizi dinliyor ve gerçekten hak veriyoruz. Fakat buradan çıkar çıkmaz ısrarla ve inatla yanlışlara devam ediyoruz. Bunun sebebi imansızlık mıdır, kavrayamamak mıdır, nedir bunun sebebi? Sen Tanrı mısın? 63 Çok normal, hayatın kendisi bu! Bu mücadele yapılacak işte! Hemen buradan çıkar çıkmaz bitse bu iş kolay! -Öyle olması gerekmiyor mu aslında? Bir doğruyu dinlediniz, kabul ettiniz; “bu yanlışı devam ettirmem zararlı” dediniz. Artık onun bitmesi gerekmiyor mu? İdrak ettiyseniz bitmesi gerekiyor. Ama neden bitmiyor? Ahiretimizi satmamak için ne yapmak gerekiyor.? Onun mücadelesi içindeyiz ya... Onun mücadelesini yapman makbul! Onun mücadelesini yapan kul makbul! Hemen bitirmiş, dışarı çıkınca veli olmuş değil! O mücadeleyi yapmak önemli, hayattaki o mücadele makbul! Allah indinde makbul olan o mücadele! Çünkü dilediği seyir o! Bu mücadele GERÇEK CİHAD’dır! “Bu mücadele makbul” demekle “yanlış işlere dalalım” demiyorum. Onlar tekrar tekrar karşınıza geldikçe mücadele makbul! Çünkü o mücadele Allah’ı anmayı, tefekkür etmeyi getiriyor yanında. -Ben mücadele etmek gerektiğinin bile farkında olmamaktan bahsediyorum. Dinliyor, “tamam bu doğru” diyor, ama yine aynı yanlışa devam ediyor, farkında değil. O farkında olmama halinin sebebi nedir acaba? O yanlış tabi! Mücadele etmek şart! Farkında olup olmamak ayrı bir şey. Allah ona o farkındalığı dilemişse olur. Dilememişse bir şey yapamazsınız! Bu konuları dinliyor, okuyor, önemsiyor olması onun karar oluşturup mücadele edeceğinin belirtisidir. Mücadele şart! Karar oluşturup, kendisi için bir hedef koyup, “kendimi tanrı ilan etmeyeceğim” hedefini koyup, onun da mücadelesini öncelikli bir hayat tarzı olarak benimsemek şart. -La ilahe illallah, diyen kişi daha başarılı olmalı dediniz değil mi? Evet “B” takdimiyle birlikte daha hevesli, daha güçlü, daha başarılı olmalısınız. Ama başarılı olması gereken “A” takdiminde onu söyleyen kişi değil. -İnsanlar “B” yapısına “iyi insan” diyor, o “iyi insan” olarak mı tanımlanır? Evet, aynen öyle derler! Bu konuları yeri geliyor tasavvufa değinmeden, tanrılık ilanıyla bağdaştırmadan da anlatıyoruz. Mesela, dedikoduyu. Onu kişinin kendini tanrı ilan etmesi ile ilişkilendirmeden, tanrılıkta sabit kılan önemli bir faktör oluşu vurgusunu yapmadan normal bir hayat tarzı olarak anlatıyorum. O zaman birisi çıkıp haklı olarak; “sen bize iyi insan olmayı anlatıyorsun, İslamiyet’in hedefi iyi insan değil” diyor. Halbuki ben orada iyi insan olmayı anlatmıyorum, çünkü hedefim o değil. Aslında anlattığım “B”nin hayatı. Kişi “B” halini yaşasa zaten kendiliğinden iyi insan oluyor, “B” 64 Yılmaz DÜNDAR halinin tabiatı o, özü o! Ama “B” kişisi bir işi iyi insan olmak için yapmadığı halde, etraftakiler ona “iyi insan” diyebilir, o önemli değil. Aynı şey “güç” için de öyledir. Bu yolda olan yaptıklarını “güçlü olayım” diye yapmaz. Ama etraf onu “güçlü” diye tarif edebilir. Önemli değil... Madem “güç” dedik, bir şeyi açıklayalım: Güç yalnızca bazı varlıklara sahip olmak değildir. Hadisler, “B” haliyle yaşayan kişiye verilen farklı ikramlardan bahseder. O kişiler bazılarına çok farklı gözükür. Birisi ona bir şey yapacaktır, onun halini, yapısını o anda karşıdaki farklı görür; ondan ürker, korkar! O an başka tesirler ortadan kalkar! Ona savaş açan ALLAH’A SAVAŞ açmış demektir. Çünkü orada “B” hakikatine savaş açılıyor. “B” hakikatine savaş açanın savaşı kimledir? Allah’ladır. İşte o yüzden Allah’ın gücüne dikkat! Yaşantımız için şu analizi de yapalım: Veli olduğunu bildiğiniz birini ziyaret etmek ALLAH’I ZİYARET etmektir. Tanrılık iddiası olmayan birini ziyaret, tanrılığını ilan etmemiş birisini ziyaret Bizzat Allah’ı ziyarettir. Gittiğiniz kişi tanrılığını ilan etmiş biriyse onu ziyaret TANRIYI ZİYARET’tir. Günlük yaşantıya bunlar test amaçlı konulabilir; tanrıyı mı ziyarete gidiyorsunuz, Allah’ı mı? Bir tanrının rızası için mi yapıyorsunuz, Allah rızası için mi? “Allah rızası için” ne demektir, bu testi yapınca “Allah rızası”nı daha kolay anlarız. Dedik ki, Hakk olarak yaratılan yapıda Rububiyet Mertebesi nuru vardır ve o nefs’tir. Nefs odur, o Rabb Nuru Nefs’tir. Bu yüzden, nefsini tanıyıp, hakikatini bilip yaşadığın zaman Rububiyet Mertebesi’ni bilmiş olursun, Rabb’ı bilmiş olursun. Ama biz ne yapıyoruz? Rububiyet Mertebesi’nden projekte olarak var oluşa “BEN” diyoruz. Bu iddianın nasıl asılsız/sanal olduğunu fark ettiniz mi? Bu iddianın holografik evrende, Sünnetullah’ta yeri yoktur. Bu bir iddiadır, TANRILIK İDDİASI dediğimiz budur! -Bu iddiadan kurtulmada Fatiha çok önemli demiştiniz. Fatiha’da, okurken neyi yaşıyoruz, neyi yaşamalıyız? FATİHA tanrılıktan kurtulup Diyn üstüne sabit olmayı isteme duasıdır! Onu paramatiğe benzetmiştik! Elinizde yanlış, geçersiz bir kart varsa uğraşsanız bile bir şey alamıyorsunuz. Salât bu işin matiği ise, Fatiha onun kartı gibidir. Elinizdeki kartı takıp “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” diye kodluyorsunuz. “İhdinas Sıratal Müstakıym” dediğinizde sistem size “paranızı, alacağınızı alın” diyor. Aynen böyle. Bu yüzden insanın hayatında bundan daha önemli bir şey yoktur. Onun içindir ki, “A” yapıdan (o iddiadan) kurtulmak için bunu hayata monte etmeliyiz. Yanlış yapıdan kurtulmak açısından Fatiha’daki “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” duruşu çok önemlidir. Sen Tanrı mısın? 65 Bir küçük not: “B” kapsamındaki bir kişinin “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” duruşunu görüp onu zavallı sanan, ona zavallı muamelesi yapan yanar. Onun halini tanrı zavallılığı zannedip ona tanrısal bir hücumla yaklaşan yanar! Kahhar olan Allah onu yakar! O kişi Allah’ın korumasındadır çünkü! “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” teslimiyetiyle yaşayan insana bakıp onu “sünepe, zavallı” sanan yanar! Tanrı zavallılığı ayrıdır. Bu yüzden, kimsenin duruşuna karışma! Bilemezsin, nedir, nerededir... Hiç bilemezsin! -Kâbe İmamı’nı TV’de görmüştüm, “iyyaKE na’budu...” ayetini okurken hıçkıra hıçkıra ağlamaya bir başlıyor, kelimeleri söyleyemiyor, nasıl bir hal? O anda Kadir Hali’ni yaşıyor! İşte gördünüz mü Kadir Hali’ni! Kadir Hali budur: “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn.” Kadir Hali o! Bir iş o! Günlük yaşantıda da öyle durur adam, öyle durur, yalnız salâtta değil! “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” teslimiyeti Kadir Hali’dir. O, o teslimiyettir. -Teslimiyet zavallılık değilse kişiyi zavallı yapan şey nedir, nasıldır? Biz bu ayrımı yapabilmek için “B” yapısındaki kişi zavallı değildir” dedik. “B” yapısının ve “A”nın güç kriterleri farklıdır. Tanrı “güç” için başka şeylere önem verir; ayakkabısına, avizesine bakar, arabasının markasına bakar, güçlü mü değil mi olduğunu oralardan anlar. Birisinin odasına gireceği zaman kaç sekreterden geçiyor, ona bakar. Tanrının güç kriteri bu gibi şeylerdir. Bu yüzden de yanılır. Ve Allah’ın Kahhar ismi, Müntakim ismi gelir onu bulur! Müthiş, müthiş etkilidir. Kahhar müthiş etkilidir, Müntakim intikamını alır. “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” teslimiyetinin, o masumiyetin intikamını Müntakim olan Allah alır ki, çok tehlikelidir. “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” kişinin tanrılık ilan etmekten kurtulmasında çok önemlidir deyince şöyle sorular gelebiliyor? Peki, tanrılık iddiasından kurtulduk. “A”dan kurtulunca “B” sırrıyla yaratılan yapıyı nasıl açığa çıkaracağız? O açığa çıkarılmaz! Açığa çıkarmak için hiçbir şey yapmayacaksınız! Çünkü var olan zaten o! Zaten O! Onun açığa çıkması için yapman gereken bir şey yok! Sen yalnızca tanrılık ilanından kurtulmanın yollarını yakala ve uygula! İnşaAllah bir kurtulalım, zaten diğeri O! -Efendimize “Allah’la nasıl konuşuruz?” diye soruluyor. Bazı önerileri var! Ayetlere ve hadislere bu gözle baktığınız zaman birçok şey yakalayacaksınız. Efendimizin tüm öğütleri sizi “tanrı olmaktan kurtaracak ve o halden koruyacak” önerilerdir. Kesinlikle! Yeter ki, bu bakışla yaklaşalım... 66 Yılmaz DÜNDAR Bu gün ve bu geceler önemli! Bir tövbe duası ile bitirelim inşaAllah. Allahümme eslemtü nefsi ileyke ve veccehtü vechî ileyke ve fevvedtu emri ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, amentü bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte. Allahümme ente rabbi, la ilahe illa ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri ma sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi zenbi, fağfirliy zünubiy feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, birahmetike ya Erhamer rahımin. Sübhanallahi ve bihamdihi subhanallahil aziym estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahellezi la ilahe illa HU, el Hayyül Kayyûmu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Ya Rabbel arşil azim, Estağfirullah Ya Rabbel arşil kerim, Estağfirullah Ya Rabbel âlemin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ılmike.. Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU! Elif, Lam, Mim… Allahu la ilahe illa Hüvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la şerike lek. Ve lekel mülkü ve lekel hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedi’as Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram. Eşhedü en la ilahe illallahul EhadüsSamedüllezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad. İnni veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikin. İnne salâtî ve nüsükî ve mahyaye ve mematî lillahi rabbil âlemin ve la şerike lehu ve bizalike ümirtü ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi, eslemtü li Rabbil âlemin. Vel hamdü lillahi Rabbil âlemin. Birahmetike ya erhamerrahimin. İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn, İhdinas sıratal müstakıym Sıratellezine en’amte aleyhim, Gayril mağdubi aleyhim ve led daalliiyn. Âmin... Ramazanınız ve geceleriniz hayrlı mübarek olsun. Bayramınız hayrlı ve mübarek olsun inşaAllah. Allah nasib ederse bayramdan sonra haberleştiğimiz bir zamanda tekrar buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz. Ev sahibine çok teşekkürler; Rasulullah’ın evi olmuştur şu anda inşaAllah. Aynı olay devam ediyor. Bu toplantının yapıldığı tüm evler Rasulullah’ın evinin şubeleri. Kesinlikle öyle! Selamün aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühu... El- FATİHA 30 Ramazan 1428 / 10 Ekim 2007 İslamiyet’te tek tesbit, tek cümle var; Kelime-i Tevhid; La ilahe İllallah. “Sen Tanrı Mısın?” notlarına böyle diyerek başlamıştık. Bu cümle, başka bir şey yok! Hatta o cümle nihayet öyle bir yere geliyor ki; NOKTA. Hz. Ali radıyallahu anh’ın buyurduğu gibi aslında ilim bir nokta. Ama o nokta çoğaltılıp genişletilince bu TEK CÜMLE’ye dönüşüyor: La ilahe İllallah. Bu cümle iyi fark edilmişse (her şey onunla çok ilişkili olduğu için) hayatı onun üstüne bina etmek kolaylaşır. Ama o cümleyi fark etmemişse, inanın insan hep teferruatla uğraşır. Bu yüzden, hep o tek cümleyi tekrar etmeye çalışıyorum. O cümleyi fark etmeden bu hayattan gitmemiz dilense, mümkündü! Ama Rabbim fark etmemizi diledi. Aksi halde insan kendisini çok dindar zannedip hep teferruatla uğraşırdı. O cümle… İşte o cümle... Hep o cümle… Bu paylaşımları okuyan ve dinleyenin tasavvuf bilgisi çok yüksekse, bu yüksek tasavvuf bilgisi nedeniyle ele aldığımız her konuyu hemen Vahidiyet noktasında görmek isteyecek, o seviyeden bir değerlendirme bekleyecektir. Bu anlatılanlar sanki Vahidiyet Bilgisi’ne tersmiş, uzakmış gibi olunca da zihninde çeşitli sorular oluşur. Cümlelerimiz sanki Vahidiyet noktasındaki Tekliğe tersmiş sanılınca çok doğal bazı sorular oluşuyor. Ama unutmamak lazım ki, konuların hepsini Vahidiyet Bilimi’ni yansıtacak şekilde anlatmak mümkün değil! Eğer her şey öyle olsaydı şu anki hayat olmazdı. Şu anki manzaraya baktığımızda manzara Vahidiyet Birliği’ni göstermiyor ki, kesreti gösteriyor. Bunu dikkate alarak anlatmak, öyle dinlemek, öyle okumak ve yazmak lazım ki, zihinler ikileme yol açacak sorular üretmesin! Anlatılacak konular üç kategoride toplanıyor. Sırası geldikçe o başlıkları ele almaya çalışacağız. Bir, MANZARA: Görünen hal nedir? Sanki dışarıdan seyreden birisinin gördüğü bir manzara varmış da o manzarayı anlamaya çalışacakmışız gibi bir yaklaşım. Gözlemleyen birisinin tarif edişi gibi bu manzarayı analiz edeceğiz. Çünkü dışarıdan bakan gördüğü manzarayı tarif eder. Manzaranın içinde olmadığı için Vahidiyet’i değil de gördüğü manzarayı ortaya koyar. İşte biz şimdi özellikle manzarayı ortaya koymaya çalışıyoruz. Ama manzaraya bakarken, henüz manzarayı ortaya koymaya çalı- 68 Yılmaz DÜNDAR şırken işin hikmeti düşünülürse Vahidiyet devreye girer, Vahidiyet’e vaktinden önce kapı açılmış olur. Bu durumda “acaba neden, nasıl böyle oluyor?” gibi sorular sizi esas konuyu kavramaktan uzaklaştırabilir. Bu yüzden önce yalnız manzarayı ortaya koyalım. Sonra “neden öyle?” deyip HİKMETİ’ni tefekkür edelim. Sonra da işin YÖNTEMLER’ini ele alalım. Manzarayı var olan hikmet çerçevesinde nasıl bir yöntemle değerlendiririz, onu anlamaya çalışacağız. Ama önce bu manzarayı net ve aynı pencereden bakar şekilde görebilmemiz lazım! Nedir o pencere? Kelime-i Tevhid penceresi, “La ilahe İllallah” penceresi. Manzaraya bu pencereden birlikte, aynı şeklide bakıyor hale geldikten sonra, diğer konuları daha kolay paylaşacağımızı sanıyorum. Şimdi bazı önemli noktaları bir iki cümle halinde hatırlayalım. Bu yolda insanı motive edecek önemli şey, esas telaş cehennem korkusudur. Bunun altını çizmiştik: “Her şey aslında o bir cümle” demiştik. İşte o cümle çerçevesinde alınacak tedbirleri, konulacak hedefleri beliryecek, kişiyi motive edip canlı tutacak önemli şey CEHENNEM KORKUSU’dur! Bunu hep ele alacağız. Bu işe başlarken kişideki cehennem korkusu çok önemlidir. İşe başlayabilmek için cehennem duygusu, korkusu ve telaşı çok önemlidir! Eğer bir kişide cehennem korkusu ve telaşı yoksa işi kolay başaramayacaktır, belki de hiç başaramayacaktır... Bunu çok önemsemek gerekiyor. -Kişide o korku yoksa “onun imanı yoktur” diyebilir miyiz? “İmanı yoktur” demek çok kolay değil. Daha doğrusu onu birisi için söylemek kolay değil, büyük iddia olur. Evet ama, öyle söylemek çok kolay değil. Yani öyle olanlara “sizin imanınız zayıf” demek kolay değil. Ama insan bunu kendisine diyecekse olur. İnsan bunu kendisine rahatlıkla diyebilir! Ki; ben kendime öyle söylüyorum: “Demek ki, cehenneme yeterince inanmıyorsun!” diyerek sorguluyorum, öyle sorgulayarak ulaştığım bir nokta zaten. KORKMAK gerekiyor! Bu korku çok farklı ve önemlidir. Kur’an-ı Kerim’in bahsettiği Allah Korkusu’ndaki “korku”dan korkmayın. Hatta onu sevin, o korkuyu sevmek çok önemlidir. Bir noktaya gelebilmek için başlangıç cehennem korkusudur. Bunun için önce CEHENNEME İMAN etmek gerekiyor. Ancak o zaman “ben cehennemin varlığına yeterince inanmıyor muyum?” diye kendini sorgulayabilirsin. “Başıma geleceklere yeterince inanmıyor muyum?” diye sorgulanırsa; o sorgunun getireceği KORKU, o korkunun getireceği MÜTTAKİ olma ve müttakilikte ileri gidilirse oluşacak MUKARREBUN olma yolu o zaman açılır. Başlangıç cehenneme imanla ilgilidir. O korkuyla, o korkunun getireceği müttakilikle ilgilidir. Çok önemsemek gerekiyor... Sen Tanrı mısın? 69 Şimdi insana biraz farklı bakmaya çalışacağız. İNSAN Halifetullahtır ve bir Esma’ül Hüsna kompozisyonudur. Halifetullah ve Esma’ül Hüsna kompozisyonu oluşu nedeniyle de bir özelliği vardır; onda bir Rab vardır. Rab gücü, Rab nuru vardır. İnsandaki o Esma’ül Hüsna kompozisyonunun patronu RAB’dır. O Esma’ül Hüsna kompozisyonunu hâkimiyeti altına almış bir şemsiye var; Rab şemsiyesi! İnsanda böyle bir yapı var. Evrenin yapısı nasıl, bir de evrene bakalım: Evrene/kâinata yani ef’al âlemine baktığınız zaman da tamamen Esma’ül Hüsna! Ve o Esma’ül Hüsna Rububiyet şemsiyesi altında, Rab yönetimi altında! İnsanda da aynı evrendeki gibi ama küçültülmüş, çok küçültülmüş, hatta insanlara göre de miktarları değiştirilmiş bir kompozisyon var. Çünkü FARKLI İNSANLAR çıkacak. Böyle bir Esma’ül Hüsna kompozisyonu ve o Esma’ül Hüsna kompozisyonunda da o kişiye ait bir Rab var! Kişi kendisini tanımaya başladığında bu Rabb’ın özelliklerine sahip çıkıp “BEN” diyor. Burası çok önemli: Bir Esma’ül Hüsna kompozisyonu ve bir de bu kompozisyonun yöneticisi/patronu var, o kompozisyonu şemsiyesi altında tutan Rab (Rab gücü) var! Kişi bunu hissettiğinde kendisini bu güce sahip çıkarak TAKDİM ediyor: “Ben görüyorum, ben duyuyorum, ben söylüyorum, ben biliyorum, ben güç sahibiyim” diyerek hem o kompozisyona hem de oradaki Rab’ba sahip çıkıyor, kendindeki Rab Gücü’nü suiistimal ediyor. Terkibindeki Rab gücünü suiistimal TANRILIK İDDİASI’dır. Kişi bu gücü hissedip de “BEN” dediğinde iki “BEN” vardır, bu iki “BEN”i karıştırmamak gerekiyor. Bu iki “BEN” karıştırılırsa bu yolda işin içinden çıkmak kolay olmaz. Birinci “BEN” kişinin kendini anlatırken kendisinde bulunan Rab’ba/Rab gücüne sahip çıkması ve ona “BEN” demesidir: “BEN varım. Benim müstakil aklım, müstakil iradem ve kendime ait bir gücüm var” deyip onlara sahip çıkarak tanrılığını ilan etmesidir. Aslında “La ilahe” denilen reddedilmesi gereken TANRILIK budur. Buraya çok dikkat edelim. Eğer kişi “La ilahe” derken, Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve onun Rabbı’na [kendindeki Rab gücüne] sahip çıkan haliyle çevresindeki putlara “La ilahe” diyorsa bunun çok bir anlamı yoktur, bu marifet değildir. Bu belki başlangıçtır. Neden marifet değildir? Çünkü dışarıdaki PUTLAR’ın tamamı, “BEN varım” diyerek kendindeki Rab gücüne sahip çıkan esas tanrının OYUNCAKlarıdır. Kendisi ASIL TANRI olarak ortada dururken oyuncaklar olsa ne olur, olmasa ne olur? Eğer kişi “La ilahe” derken tanrının oyuncaklarını kastederek “ben bunları Allah’a eş ve ortak koşmuyorum” diyorsa ne önemi var ki? Kişinin koştuğu en önemli eş ve ortak, Allah’ın özelliklerine sahip çıkan halidir; kendisidir ki, biz buna “A” TAKDİMİ “BEN” demiştik. 70 Yılmaz DÜNDAR Tanrı kişinin kendisidir! KENDİSİ derken kast edilen iki hal vardır. Birisi, Rabb’a sahip çıkıp “BEN” diyen kendisi! “BEN” varım, benim gücüm” diyen ve onu suiistimal eden kendisi. Bu idrakın Allah’la ilişkisi nasıldır? Özellikle “Allah’la ilişkisi” dedim ki bizi de içine alsın, bizi de kapsasın. “Tanrıyla ilişkisi” desem “tanrı ve tanrılık” sanki bizden uzakmış gibi düşünüp kendimizi onun dışında tutabiliyoruz. Halbuki değiliz! Onun Allah’la ilişkisi nasıl? Gücü yettiği şeyleri yaparken hiç Allah’ı hatırlamıyor. Ama gücünün yetmediği, bunaldığı yerde Allah aklına geliyor, o zaman işi ona havale ediyor. Fark ettiniz mi, ne kadar büyük bir suiistimal var. Demek ki, hep gücü yetse hiç Allah’ı hatırlamayacak! Ne zaman gücü yetmedi, o zaman aklına Allah (yardım istemek) geliyor, o zaman Allah’tan istiyor. Ama nasıl istiyor? Sipariş vererek! Kendi gücü neye yetmiyorsa onu tarif ederek SİPARİŞ veriyor. “Ben buraya kadarını yaptım, sonrasına gücüm yetmiyor, onu şöyle istiyorum ve senden istiyorum” diye tarif ediyor, üst tanrı gibi gördüğü Allah’tan o konuda yardım istiyor ve buna da “dua” diyor. Aslında bunu dua diye yapanın tanrılığını ilan eden yapı olduğunu, gücü yetse o siparişi vermeyeceğini (o duayı yapmayacağını) fark ettiniz mi? LÜTUF ve MEKR çok önemlidir. Bazı kişiler vardır, her işleri çok yolunda gider... İnananlar çok yanlış biçimde onların sıhhatlerine, evlatlarına, varlıklarına hayran olurlar, “biz dinle bu kadar meşgulken sıkıntıdan kurtulamıyoruz. Adamın dinle diyanetle işi yok, tuttuğu altın oluyor” derler. Senin yaşantın sana ya Lütufsa? O kişinin bu sağlık ve sıhhati, evlat, servet ve gücü ona Allah’ı unutturmuşsa? İmrendiğin o kişi her işini hallediyor, bir üst tanrı olarak gördüğü Allah’tan yardım bile istemiyor, yani Allah’ı hiç hatırlamıyorsa? O zaman o hayatı boyunca Allah’tan perdeli kalır. İşte MEKR budur. Onun mekr olan bu haline bakıp da bir imrenme olmaması gerekir. Bu konu ileride dua bahsinde gelecek ama burada şunu anlatmak istedim: “Ben varım” diyerek kendisini takdim edenin Allah’la ilişkisi böyledir. “Ben varım” diyerek kendi Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve onun Rabbı’na sahip çıkanın bir VERİ TABANI vardır, onu o veri tabanı ayakta tutar. İşe hikmet gözüyle bakarsanız öyle olmak zorunda olduğunu görürsünüz, aksi halde bu hayat olmaz. Önce manzara, sonra da hikmet ve yöntemler dediğimiz için manzaranın hikmetine çok değinmiyoruz. Hikmetine hafif göz attığınızda, kulak verdiğinizde bu kişiyi “bir suç işliyor” gibi düşünemezsiniz, bu yaşantının gereği odur. Hatırlarsanız Hazreti Âdem örneğini vermiştik. Evet, tanrılığını ilan edenin kendine ait bir veri tabanı var ve bu Sen Tanrı mısın? 71 veri tabanı çok önemli. Çünkü mücadelemizi bu veri tabanına karşı yapacağız, mücadelemiz onunla! Bu veri tabanını yok edip yerine başka bir veri tabanı oluşturmak gerekiyor. O zaman da “yöntemler” önemli olur. Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve onun patronu olan Rabb’a sahip çıkıp “bunlar benimdir” demek bir vehimdir, ama kişinin kendisinin oluşturduğu bir vehimdir, gerçek vehmi suiistimal etmektir. Çünkü işin aslına doğru gittiğimizde göreceğiz ki, yaratılan birim bir vehimdir, yani siz bir vehimsiniz. İki tane vehim var: Esas yaratılanın (Esma’ül Hüsna kompozisyonunun) bir birimmiş gibi gözükmesi VEHİM’dir. O gözükme bir vehimdir, ona Holografik Evren anlayışıyla ileride bakacağız. Bir de, gözükene sahip çıkıp “ben varım” deyip bağımsızlığını ilan eden, ona “BEN” diyen vehim var. Bu vehim VEHMİN ZULMETİ’dir, ilk vehmin suiistimal edilmesi ile oluşur. Kişi Allah’ın yarattığı vehimden yararlanarak hakikati (vehmi) kavramaya gidecekken vehmi suiistimal ederek bağımsızlığını ilan ediyor. Bu vehmin karanlık yanıdır, vehmin zulmeti’dir. Bu yolda olup da; “bir yerde takıldım, şöyle bir dokunsalar hemen yol alacağım” noktasına gelmiş olanın arabasının tekerinden taşı çekecek, arabasını hemen hızla ilerletecek nokta işte budur: Bu iki vehmi net olarak ayırmak, fark etmek ve gereğini yaşamak! Fark edilmesi o tanrının yok oluşu demektir. Fark edilince Esma kompozisyonuna ve Rabb’a sahip çıkıp “BEN”lik ilanı yapan tanrı yok edilir. Zaten önce o yok edilmelidir. Onu yok etmeden bütün KAPILAR KAPALI, bütün kapılar. Salâtta mirac kapalı bir kere! Tanrıya mirac olur mu? Kapıyı açacak şey özellikle Kur’an ayetleridir. Tanrıdan kurtulmada önemli surelerden birisi İnşirah’tır. Zelzele Suresi de öyledir. Şimdi biraz İnşirah Suresi’ne bakalım: Euzü Billahi mineş şeytanir raciym, Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym. “Elem neşrah leke sadrak; Ve vâda’na anke vizrak; Elleziy enkada zahrak; Ve rafeğna leke zikrak; Feinne meâl usri yüsran; İnne meâl usri yüsra; Feizâ ferağte fensab; Ve ilâ Rabbike ferğab.” Sadakallahul aziym. “Senin göğsünü açmadık mı (basiretini genişletmedik mi)? Belini büken yükü üzerinden almadık mı? Nâmını yükseltmedik mi? Bundan ötürü o zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Muhakkak ki, bu zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Boş kaldın mı hemen başka işe koyul. Rabbine rağbet et.” (İnşirah Suresi). “BELİNİ BÜKEN YÜK”ün bahsettiğimiz tanrı olduğunu düşündüğünüzde sure daha doğru kavranabilecektir. “Göğsünü açmadık mı?” ayetindeki GÖĞSÜN AÇILMASI’nın bizim için bir manası şudur: Tanrılık ilan ediyor oluşunu fark ettirmedik mi? Fark ettirip de belini büken yükü almadık mı? 72 Yılmaz DÜNDAR Tanrılığı almadık mı? Böylece namını yükseltmedik mi? NAM tanrılara ait dünyevi namlar değildir. Sendeki tanrılık kalkarsa Allah’a ait namdan büyük bir nam olabilir mi? İnsanlar arasındaki mevkii ve itibarlar tanrılara ait veri tabanının itibarlarıdır. Hakikatini fark eden kişinin NAMI YÜKSELMİŞ olur. Çünkü o zaman onun namı İhlâs Suresi’yle ilişkilidir... Fetih Suresi ilk üç ayette fark etmemiz gereken bir hali de paylaşalım. Euzü billahi mineş şeytanir racim, Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym. “İnna fetahna leke fethan mübiynen; liyağfira lekellahü ma tekaddeme min zenbike ve ma teahhara ve yütimme nı’metehu aleyke ve yehdiyeke sıratan müstakıymen ve yensurakellahu nasran aziyza.” Mealine ve fetihle ilgili bilgilere baktığınızda Feth’in Feth-i Zulmani ve Feth-i Nurani diye iki şekilde tanımlandığını göreceksiniz. Özellikle nurani fethin önce fark edilmesi, öğrenilmesi gerekiyor. Ne olduğu bilinmeden onun yaşanması mümkün olmaz. Ama onun fark edilmesi için de ondan önce bir şeyin fark edilmesi lazım: Feth-i zulmani! Feth-i zulmanînin çok iyi bilinmesi lazım. Feth-i zulmanî nedir, hiç merak ettiniz mi? Belki de feth-i zulmani içindeyiz ama fark etmiyoruzdur, ne dersiniz? “Bende feth-i zulmani yok” demek suretiyle onu öteleyerek perdeleniyor olabiliriz! Dikkat edin! Bahsettiğim tanrının tüm marifetleri, tüm işleri FETH-İ ZULMANİ’dir. Eğer kişi kendisindeki Rab’ba sahip çıkıp “güç bendedir” derse onun her türlü gücü zulmanidir. Bir de yetenekleri kuvvetlenir, bazı sırları öğrenirse yeni bir güç yakalar, yakaladığı o güç zulmanî bir güçtür. Ulaştığı güç ve yetenek bir fetihse feth-i zulmanidir. Kişi tasavvuf adına bile olsa kendisindeki o tanrıya bir güç kazandırmışsa ve bunu da “marifet” zannediyorsa o kişi bir girdap yolundadır. Çünkü edindiği güç tanrıya aittir, kazanılan yetenek tanrıya kazandırılan yetenektir. Böylece o, kendisinde bulunan Rab’bın yeteneklerini fark edip onlara sahip çıkarak feth-i zulmaninin bir modelini yaşamaktadır. Efendimiz (SAV)’in öğrettiği bir dua var: “Allahümme e’dınî îmânen la yarteddü ve yakînen leyse ba’dehû küfran: Allahım imanımı öyle artır ki sürekli yükselsin. Bir de öyle bir yakîn lutfet ki, sonu küfür olmasın.” Hani grafiklerde sürekli yukarı çıkan, kırığı olmayan çizgiler vardır, pik aşağı inmez, imanımı işte öyle artır, hep yükselsin. Bana öyle gittikçe yükselen bir iman ver, veriver Allahım... Ve bana öyle bir yakîn ver ki, sonu küfür olmasın. Bu yakîn ile senin hakikatini anlayabilme yeteneğimi öyle yap ki, o yetenekten sonra bana küfür gelmesin. Demek ki, yakîn elde etmek tehlike- Sen Tanrı mısın? 73 li, çünkü sonu küfür olabilir. Eğer bahsettiğimiz tanrı o yakîne sahip çıkarsa bu KÜFÜR’dür. Yakîn elde etme bilgisine tanrının sahip çıkması sonu küfür olan bir yakindir. Bütün mesele tanrıyı iyi tanımak ve tanrıdan kurtulmaktır. İnsan kendi ilan ettiği tanrılıktan kurtulduğu zaman Kelime-i Tevhid’in manası daha anlaşılır hale geliyor: La İlahe (tanrı yok) illa Allah! Kendime söylersem: La ilahe (kendini tanrı ilan etme, tanrı yok) illa Allah. Kendindeki Rab’ba “BEN” diyerek bir kişilik verme! La ilahe (öyle bir şey yok) İllallah. Efendimiz (SAV)in [İKRA’] ile yaptığı o çok önemli okuma budur: LA İLAHE (Rab’ba sahip çıkarak müstakillik verme! Öyle bir şey yok!) İLLA ALLAH! Bu gerçeği fark etmeden “La ilahe” diyen onu çevresine söyler, neticede “Allah” derken de çevrenize bakar: “Tanrıları sildim, tanrı kabul etmiyorum, yalnızca Allah’ı kabul ediyorum” der. Onu kendinize dönük söylemelisiniz: “La ilahe: Allahım BEN, BEN’de var olan Rabba tanrılık gücü vermeyeyim.” Bunu söyleyen “BEN” tanrılık iddiasında olmayan “BEN”dir. Bu yüzden bu idrakla “BEN” demenin sakıncası yoktur. Tanrı olan “BEN” tehlikelidir. O tehlikeden kurtulma duasını da Efendimiz öğretmiştir: “Allahümme ahricniy min zulümatil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi.” Bende var olan Rab’ba tanrılık gücü vermeyeyim Allahım, beni o suiistimalden kurtar. Nefs mertebesindeki her yolun ve her aşamanın çok önemli bir anahtarı “La İlahe İllallah” zikridir. Özellikle talib için! Tanrılığından kurtulmak istiyorsan Kelime-i Tevhid zikri çok önemlidir. Hele ki bu idrakla düşündüğünüzde... Bu zikir nasıl yapılır? Önce tanrıyı bulacaksın. Anlattıklarımızı tefekkür ettiğinde “BEN” derken ilan ettiğin tanrıyı bulursun. Onun veri tabanından kurtulmak için ona; “La İlahe (sen yoksun) illa Allah” diyeceksin. Böyle diye diye, bu idrakla bu zikri yapa yapa… Bu hali kuvvetlendirmek, beyni buna alıştırmak için nefesinle de kendisine yardımcı olabilirsin. Nefesinle o tanrıyı kovabilirsin. Nasıl mı? Nefes verirken; “La ilaheeee (sen yoksun)” der onu yok edersin. Sonra, var olan hakikati düşünüp “İllallaaah” diyerek aldığımız nefesi tüm hücrelerine çekersin. Var olan hakikat “İlla Allah”tır. Tanrılık iddiası ise yoktur; “La ilahe”. “La ilahe” onun yokluğunu ifade eder. Bunu bu şekilde düşüncenin yoğunluğuna ve süresine göre (bir, iki, beş, on... kez) söylemek bu yolun talipleri için çok önemli bir genel zikirdir. La ilahe İllallah bu yolun her aşamasında, o halin kendine ait düşünce tarzıyla söylenir, bu yüzden bütün aşamalarda önemlidir. Ama en önemlisi ilan edilen tanrının gönderilmesi için söylenmesidir, o tanrının yokluğunu sağlamasıdır. İlan edilen tanrının yokluğunu 74 Yılmaz DÜNDAR sağlayabilirseniz ancak o zaman siz “HİÇLİĞİMİ YAŞIYORUM” dersiniz. Bu çok önemli bir detaydır. Bu tabir çok sık kullanılır ama hiç olmak çok başka bir şeydir! “Hiç” olan hiçliğini söyleyebilir mi? Nasıl söyleyecek? Hiçliği yaşamak, önce o tanrıyı yok etmektir. Tanrıyı yok etmediği halde “ben hiçliğimi yaşıyorum” diyen kişi, hiçliğini yaşadığını zanneden bir tanrıdır. Hiçlik yaşadığını sanan tanrı! Hiçlik ne zaman mümkündür? Ancak sizdeki tanrılığı yok ettiğiniz zaman! Ancak o zaman “hiçliğimi yaşıyorum” diyebilirsiniz. Bunu neden vurguluyorum? Sık düşülen bir hata olduğu için. Birisi var ve o var olan “ben hiçliğimi yaşıyorum” diyor. “Ben hiçliğimi yaşıyorum, ben yokum” diyen “birisi” var. Bu insanı ikileme düşürmez mi? Peki, bu cümle söylenmez mi? Onu kim söyleyebilir? Ancak yaratılan Esma’ül Hüsna kompozisyonu söyleyebilir, “HİÇLİĞİMİ YAŞIYORUM” diyebilir. Çünkü o, yaratılan yapıya ve ondaki Rab gücüne tanrılık vermiyor. “Veccehtü vechiye” deyip teslim olmuş! Kader sırrını kavramış, bu yüzden “La havle ve La kuvvete illa Billah”ı hayat tarzı haline getirmiş ve o haliyle “BEN” diyor. O “BEN” tanrılık iddiası değildir. Hiçliği işte o yaşar! Çünkü o tanrı olarak ilan ettiğini yok etmiştir, onda artık tanrılık iddiası yoktur. O iddianın yokluğudur HİÇLİK! En önemli hiçlik budur ve bu hiçlik olmadan yol başlamaz, nefs mertebeleri başlamaz. Bu hiçlik yoksa neyle meşgul olursa olsun kişi nefs-i emmarededir, buna çok dikkat edin. O tanrı tasavvufla meşgul olabilir, başka bir şeyle de! İslamiyet’le veya Hıristiyanlıkla da! Veya hiçbir şeye inanmamakla da! Fark etmez, nefs-i emmarededir. Meşgul olduğu şey farklı olabilir, ama hali nefs-i emmaredir. Nefs-i levvame tanrı rahatsızlığıdır. Kişi nefs-i levvameden itibaren o tanrıdan kurtulmaya başlayacaktır. Bu manasıyla oradaki o rahatsızlık aslında iyi ahlakla ilgili bir rahatsızlık değildir. Biz fiillerle ilişkilendirip onu “iyi insan” olamama rahatsızlığına dönüştürüyoruz, yanılıyoruz. Niye? İyi insan olunca tanrılıktan kurtulacağımızı düşündüğümüz için. İYİ İNSAN, eğer tanrılığından kurtulmamışsa onun ücreti “aferin”dir. “Çok iyi, çok kibar, çok nazik insan” der teşekkür ederler, bu kadar! Elde ettiği vasıf onu tanrılıktan kurtulma sonucuna götürmüyorsa boştur! Bütün mesele ondan kurtulmak... Esma’ül Hüsna kompozisyonu olan BİRİM kendisini kendindeki Rab gücüyle tanımaya (ifade etmeye) başladığında düşünür. Allah onu düşündüğü için, düşüncesinde yarattığı için aynı şeyi o da yapar, o da düşünür. Birimin onu oluşturan esma terkibine ve ondaki Rab’ba sahip çıkmadan önce kendini düşündüğü hale “B” diyelim. Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym’in, Amentü Billahi’nin, Amentü Bilkaderi’nin “B”si olarak “B” diyelim. Onun kendisini Sen Tanrı mısın? 75 düşünürken (ifade ederken) Allah’tan müstakil bir yapı olarak düşünmesi haline de “A” diyelim. Onun bu hali asi hal olduğu için bu yapıya da “A” diyoruz. “Asi” kelimesinin “A”sı! ASİ yapı; vehmi suiistimal ederek vehmin zulmetinden yararlanan yapıdır. Aslında sistemde “A” diye böyle bir yapı yok, ama manzara böyle! Biz manzarayı anlatıyoruz. “Neden böyle?” derseniz o işin hikmetidir. “A” halinden nasıl kurtulunur?” derseniz bu sefer yöntemler karşımıza çıkar. Hikmeti ve Yöntemler’den önce bizim Manzara’yı çok iyi fark etmemiz ve manzaraya aynı pencereden bakıyor olmamız gerekiyor. Manzarada iki “BEN” var. Birisi “A”si BEN, diğeri “B” hakikatiyle BEN. “A”si yapı, “ben varım” diyerek “B” hakikatiyle yaratılan yapıdaki Rab gücüne sahip çıkar, “benim gücüm var, kendime ait aklım, iradem var” der ki, bu “ben tanrıyım” demektir. TANRILIK HALİ budur, bunun başka bir ifade tarzı yoktur. Kişi tanrılığını ilan ettiğinin farkında değilse bir üst tanrıya Allah diyor olabilir, bir kadere de inanıyor olabilir ama “A” yapıdır. “A”nın inanışı Amentü Kaderi’dir, “B”ninki ise “Amentü Bil Kaderi” idrakıdır. “A” yapı “Amentü Allahi” der, “B” yapı “Amentü Billahi” der. İkisi birbirinden çok farklıdır. Efendimiz (SAV) tebliğini yaparken bu farkı yakalayan birisi kalkıp diyor ki: “Senin Rasul olduğuna inandım, çünkü sen bize eskileri anlatmıyorsun. Eğer eskiden gelenleri tekrar etseydin ‘Amentü Allahe’ derdin, sen ‘Amentü Billahi’ diyorsun.” Rasulullah’ı dinlerken bunu fark ediyor olması çok müthiş. Efendimiz’in onlara ‘Amentü Allahe’ idrakını anlatmadığını fark ediyor. İnsanda bazı temel inanış kalıpları görürüz, şimdi size insanla ilgili bu Temel İnanış Kalıpları’ndan bahsedeyim. Bir alternatif, kişi ateist olabilir. Eğer inancı yoksa, inanma ihtiyacı duymuyorsa, onun için emir (dilek) öyleyse kişi oluşturduğu dünyanın tek tanrısıdır, kendinden başka tanrı kabul etmez. Kendi dünyasında gücü yettiği her alanda tanrı odur. Çok korkunç! Böyleleriyle dost olanlar, o dostluk çok korkunçtur, Allah muhafaza etsin. Bir diğer alternatif, kişi bir şeye inanma ihtiyacı duyuyordur. Tanrılık ilan etmiş kişi eğer inanmaya meyilli ise, öyle bir ihtiyaç duyarsa bir şeye inanır. Kendi dünyasında kendi oluşturduğu kapasite içerisinde ötede beride dışarıda bir tanrı ilan eder, ona inanır. Ama onun dünyasının Allah’ın yarattığı hakikatte yeri yoktur. Bu kişi kendi dünyasında yaşarken bir tanrıya inanmak istedi ve inandı. Onun inandığı şey hakikat değil, zihninde oluşturduğu tanrıdır. Bu kişi sonra da kendi dünyasında oluşturup inandığı o tanrıyı yönetir. Onu o yönetir; inandığı tanrının neye kızacağını, ne zaman kızacağını, ne yapacağını hep o belirler. İstediği zaman yönelir, istediği zaman 76 Yılmaz DÜNDAR yönelmez. Bulunduğu toplumda ona ne isim verilmişse o ismi verebilir. “Allah” deniyorsa bu tanrıya o da “Allah” der. Allah der ama onu kendi yönetir. Kur’an’da çeşitli öneriler, sakındırmalar, günahlar, helaller vardır ama o “öyle şey olmaz, şöyle olsa da olur” gibi yorumlar yapar, işleri kendi yönetir. Bunu neden bastırarak söylüyorum? Kendini tanrı ilan edeni ve inanışını göstermek için. Kendini tanrı ilan ettiği için Allah’ı bile (kendince) o yönetir. Çok açıktır ki, CEHENNEM budur. Allah’a ait hakikatin yaşayacağı boyutun ismi de CENNET’tir. Neyle meşgul olursa olsun tanrıların yeri cehennemdir. Kural bu: Ne kadar “A” o kadar cehennem. Bunun hiçbir kaçış yolu yoktur. Bir başka alternatif de tasavvufla meşgul olan olsun. Tanrısı var, asi yan bunda da var ama tasavvufla meşgul. Öğrendi ki, ötede beride bir Allah’a inanmak ayıp oluyor, öyleyse “özümdeki, içimdeki, hakikatimdeki Allah’a inanayım” diyor. Allah’ı ilan ettiği tanrılığının içine alır, “o hakikat içimde” der. Onun “hakikat bende” dediği hali zaten tanrıdır. Bir ileri aşamada bu tanrı kendisinin bir Esma kompozisyonu olduğunu öğrenir, o zaman da; “aslında ben bir Esma’ül Hüsna kompozisyonuymuşum” deyip esmalardan oluşan o terkibi içine alır. Şuna dikkat edin, hep biri var, yani o kendisi hep var! Kendisi [tanrılığı] durur. Peki, Allah nerede? Dışarıda, ötede demek ayıp olduğundan hakikat de esmalar da onun içindedir artık. Buraya kadar anlattığım hallerin hepsi de nefse zulümdür. İnşaAllah “NEFS”i detaylı görme fırsatımız olunca onun Rububiyet Mertebesinden doğrudan bir nur olduğunu göreceğiz. İşte o nura (nefse) ve gücüne sahip çıkan “ben varım, gücüm var” idrakı NEFSE ZULÜM’dür, nefse zulmetmek budur. Fatır Suresi 32. ayet üç gruptan bahseder: Öncü (mukarrebun, sabikun) olanlar, orta yolda (mutedil, muktesıd) olanlar ve nefsine zulmedenler. O ayette; “Biz kitabı nefsine zulmedenlere, muktesıd olanlara ve hayratta önde olanlara emanet ettik” denir. Efendimiz (SAV) bu ayeti yorumlarken “bu üç grup da cennete gidecektir” der. Öncü olanların, mutedil olanların ve nefse zulmedenlerin hepsinin cennete gideceğini buyurur. “Nefsine zulmedenlerin cennete gitmesi” alimlerce tartışılmıştır. Bir kısmı nefse zulmedenler cennete gitmeyecek derken, diğer bir kısmı Rasulullah dediyse gidecektir der. Her iki görüş de doğrudur. Özellikle bu yolda olan âlimlerin farklı söylemleri bizim için önemli bir avantajdır. Ama kişi o farklı görüşlere bakıp bölünürse “A” haline düşer. Bölmek ve bölünmek “A”nın işidir, farklara bakıp farklardan yararlanıp tek hüküm çıkarmak “B”nin işidir. Birleştirmek/Tevhid “B”nin işi, bölmek parçalamak “A”nın işidir. Âlimlerin bu konudaki her iki yorumu da doğrudur. Nefse zulüm ve cennetle ilgili olarak gerçek şudur: Sen Tanrı mısın? 77 Fatır Suresi 32. ayetin muhatap aldığı nefse zulmedenler Efendimiz (SAV)’in müjdeledikleridir ve onlar cennete gidecektir, bu doğru. Bunun dışında bir nefse zulüm daha vardır ki o grupta olanlar cennete giremez, bu da doğru! “Korkmak gerekiyor ve işe cehennem korkusuyla başlamak gerekiyor” demiştik. 7. Tefekkür Şemamızda “Cehennem herkesin, her şeyin güzergâhı üzerindedir” ayeti var, gördünüz mü? Onu inceleyin lütfen. Demek ki cehennemden geçiş kesin! Bu yüzden, ben zihnimden cenneti sildim, onunla uğraşmıyorum. Çünkü onunla uğraşmak cehennemi unutturuyor! Cehennem garanti, diğeri ihtimal. İhtimalle niye uğraşayım? Bu yüzden ben onu bir kenara bıraktım. Cehennem güzergâhımızın üzerinde! O zaman beni alacak telaş “ben cehennemde ne yapacağım?” telaşı olmalıdır! Ben cehennemde ne yapacağım telaşı, SAHABE TELAŞI’dır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onlara anlatırken onlar aralarında cenneti parsellemiyorlar, hiç yok öyle bir şey! Ancak Efendimiz onlara; “ayak sesini duydum cennette, seni gördüm cennette” diye müjdeler veriyor. Buna rağmen bir cennet paylaşımı içinde değiller. Tek telaşları var; biz cehennemde ne yaparız? Biz cehennemden kurtulabilecek miyiz? Bu telaş önemlidir, bu sahabe telaşıdır. Tefekkür Şeması 7 78 Yılmaz DÜNDAR Fatır-32 ve 34. ayetlerdeki nefse zulmedenler grubu güzergâhta olan cehennemde bekleyecekler. Çünkü “A” varsa (o tanrı bulunduğu sürece) cennet mümkün değildir. Neyle meşgul olursa olsun cennet tanrılara kapalıdır. Bu fark edilince, “ben cehennemde ne yapacağım?” telaşı “ben tanrılığımdan nasıl kurtulacağım?” telaşına dönüşür! Ve o telaştır ki sizi cehennemden kurtarır! Bu yüzden cehennem korkusu ve telaşı çok önemlidir. Eğer kişi cennet rehavetine düşerse “cennete gideceğini sanan tanrı” olur ve cehennemde kalır. Çünkü cennet tanrıya kapalı! CENNET; İhlâs Hayat Döngüsü diye çizdiğimiz haldir, Hazreti Âdem o haldeyken cennetteydi. Bir yasağı çiğneme gücünü kendinde bulduğu an kendisindeki Rab’ba sahip çıktı, “A” haline düştü ki, o da CEHENNEM: Dünya hali! Tanrılığını ilan ettin mi cehennem, tanrılık yoksa cennet! Tek gerçek bu: Tanrılar cehennem, tanrı yoksa cennet! Tek cümle var demiştik: La ilahe (tanrılar yok), illallah! Fatır-32’de bahsedilen “nefse zulmedenler” grubu cehennemde beklerken onları bir tasa kaplayacak: “Biz dünyadayken bu kadar uğraştık, sorulduğu zaman “o içimizde” dedik: Uğraştık, çektik, saydık, yattık, kalktık, aç kaldık, koşturduk. Ne olacak halimiz, cehennemdeyiz?” Böyle bir tasa oluşacak. Efendimiz bu grup için “sonra Allah merhametiyle onların noksanını telafi edecek” diyor. Yani Allah rahmetiyle onların tanrısını yok edecek. Ve o kılıf kalkınca hal cennet haline dönecek. Efendimiz “Fatır-34’de ‘Hamd, bizden tasayı kaldıran Allah’a aittir’ diyenler onlardır” buyuruyor. Onlardan o tasa kalkınca rahatlayacaklar ve öyle diyecekler. Ayet ve hadiste müjdelenen, muhatap alınan nefse zulmü görmüş olduk. Onlar bu tanrıdan kurtulmuşluk haline son nefeste de gelebilir. Bir insanın SON NEFES’i o kadar önemlidir ki! Biliyorsunuz, insan nasıl yaşarsa öyle ölür ve öyle de dirilir. Eğer kişi tanrıdan kurtulma gayretiyle yaşıyorsa son anında, son nefesinde ne olur bilemeyiz. Çünkü o an duygular, vücudun o anki fiziksel imkânları çok, çok farklıdır... Bir anda o tanrıdan kurtulmuş olarak gidebilir! Son nefes o yüzden çok önemlidir. Aslında son nefes yaşantının özetidir. Son nefes senin nasıl yaşadığının kompozisyonudur, hayat romanının özetidir. Hayatta karşılaşılan inanış alternatifleri vardı, işte onlardan sonuncusu, kişinin tanrı(lığın)dan sıyrılmış olmasıdır. İşte o zaman onun Esma’ül Hüsna kompozisyonunun etrafını hiç görünmeyen bir “BEN” kaplar. O “BEN”in hiç bir iddiası yoktur, o yoktur, YOKSUL’dur. Bahsettiğimiz tanrısı kalmadığı için yoksuldur. Onun bir diğer adı FAKR’dır; onun tanrılığı yoktur. Onu, pastanelerde üstü ince bir filmle kaplanan ürünlere benzetmiştik. Kek ambalaj- Sen Tanrı mısın? 79 dadır ama olduğu gibi gözüküyordur, ambalajı yok gibidir. Kekin üstünde “sanki yok gibi” olan “BEN”dir o! Kek o haliyle ambalajsızlığını; hiçliğini yaşar. Ambalaj var, ama yokmuş gibi pırıl pırıl duruyor. O ambalajdan gözüken tamamıyla kektir, kekin her türlü çıkıntısı, hali gözükür. Tanrılıktan kurtulmuş o “BEN”den gözükeni şu hadis bize öğretir: “Onun gören gözü, tutan eli, söyleyen dili “BEN” olurum.” Kekin gözükmesi gibi gözüken O’dur. Bu hal “La havle ve La kuvvete illa Billâh” hali’dir. Daha önce tanrılık iddiasındayken onun gören gözü kimdi? Yine O! İşte bütün mesele burada! Yine O, ama tanrı bırakmıyordu, “ben görüyorum” diyordu. Bilen beyni yine O! Ama tanrı öyle kalın bir ambalaj ki, ambalajdan O gözükmüyordu. “Ben biliyorum” diyordu. İşte tanrı odur. Ondan kurtulduğunuz an o cennet halidir. FENAFİLLAH tabirini duyarsınız. Onu “A”dan kurtulmamış biri söylüyorsa çok yanlıştır. Dikkat edin “A”ya Fenafillâh olmaz! Bir kişi “A”ya Fenafillâh yaşatacaksa o muhal! Yani bir yerde Allah var, kişi “A” yapısını onun içinde yok edecek. Öyle bir Fenafillâh yoktur. Aslında “Fenafillâh” tabiri tartışmalıdır. Ama tartışmadan kabul edeceksek o “B”ye ait bir manadır, “B”nin ulaşabileceği bir şeydir. Eğer bir kişi “ben Fenafillâh’a ulaşacağım, ledün ilmi için gayretteyim” gibi düşünüp “A”ya Fenafillâh yaptırmaya çalışıyorsa onda FETH-İ ZULMANİ halleri oluşur, tanrıya ait zulmani fetih halleri oluşur. Bu iki “BEN”in salâttaki haliyle devam edelim. “A” namaz kılar, namaz kılan miracı yaşayamaz. Mirac “B”ye aittir; o salât ikame eder. “A” secde eder ve der ki; Allahım ben çaresiz güçsüz bir şey olduğumu anladım, senin önünde eğiliyorum. Bu haliyle o zavallı bir tanrıdır, silahlarını terk etmiş bir tanrıdır! “Ben çaresizim, güçsüz bir insanım, acizim, Allah ise büyük! O’ndan korkmam lazım” der, bu idrakla namaz kılar, Allah’ın önünde eğilir. Halbuki “B”nin salâtı ve secdesi farklıdır. O, bir üst tanrı önünde eğilmez, onun secdesi bir zavallılık eğilmesi değildir! “B”nin secdesi Fenafillâh ile kastedilendeki gibidir; o eğilmede “B” de kalmaz, orada hakikat gözükür. O yüzden onun secdesi YOKLUK SECDESİ’dir, bunu ileride açacağız. Salât ve secdedeki bu fark “A” yapının veri tabanından kaynaklanıyor. “Ben tanrıyım” diyen o yapının veri tabanı “B” yapıdan farklıdır. Detayıyla ileride göreceğiz. Şu iki şey hep mücadele halindedir: Akıl+iman ve vehmin zulmeti+şeytan. VEHMİN ZULMETİ+ŞEYTAN kişide tanrılık iddiasını, vehmin suiistimal edilmesini başlatan ve tanrı veri tabanının iyice kuvvetlenmesini sağlayan işbirliği yapısıdır. AKIL+İMAN ise, kişiyi bir an önce tanrılıktan kurtarmak için mücadele yapan işbirliğidir ki, zulmetten kurtulunca ortaya çıkanın 80 Yılmaz DÜNDAR hakikatinde yok olmak için gayret eder. Akıl+iman işbirliği insanda haşyet duygusunu doğurur. HAŞYET; akılla ve iman ettiğiniz bilgiyle sizde başlayacak olan bir tedirginliktir, önce. Bu haşyet oluşturacağı korkuyla sizi tedbir almaya, korunmaya yönlendirir ve MÜTTAKİ olursunuz! Korunmaya çalışırken eğer deli gibi müttaki olursanız, tedbir almakta telaşlanır da deli gibi tedbir alırsanız siz o zaman tedbir alanların önünde durursunuz. O delilikle, o deli hızıyla tedbir almakla müttakilikte öne geçer MUKARREBUN olursunuz. Bu akıl+imanla mümkündür. İleride inşaAllah göreceğiz. Vehmin zulmeti+şeytan işbirliği haşyetten hoşlanmaz, haşyetin oluşmasını sevmez, istemez, hatta “korku” kelimesini bile duymak istemez. “İslamiyet korku dini değil, ama hep korku anlatıyorlar” diye sızlanır. Bunu duyarsanız şuna dikkat ediniz. Korkuyu yanlış anlatanlar olabilir, o ayrı bir iş. Gittiğiniz doktoru beğenmediniz diye tıbba küser misiniz, “doktor iyi çıkmadı, artık tıpla ilişkimi kestim, benim tıpla işim olmaz” der misiniz? Tıp ayrı, doktorun yöntemi ayrıdır! Anlatan kişi korkuyu yanlış anlatmış olabilir. Eğer perdelenir de “gerçek korku”dan korkarsanız, kesinlikle olması gereken Allah Korkusu”ndan korkarsanız Haşyet’i kesinlikle tanıyamaz, bilemezsiniz. Bu yüzden Haşyetullah’ı, ona ait korkuyu tanımak çok önemlidir. Çünkü o korku daha önce hiç yaşamadığınız, hiç tatmadığınız bir sevginin doğmasını sağlar. Haşyetteki o korku olmadan onun doğuracağı sevgiyle tanışmak mümkün değildir. İnsanların “sevgi” dediği şey de, “korku” dediği de aslında tamamen “A”ya aittir, “A” yapısına ait korku ve sevgidir. Kendini tanrı ilan eden “A” yapının veri tabanındaki korkulara göre Allah’tan korkan ötede beride uzakta bir varlıktan korkar. Sevgi de öyledir. Bu korku ve sevgi duygusal bir yaklaşımdır. Oysa haşyet duygusal bir yaklaşım olmayıp tamamen ilmîdir, ilmî bir korkudur. Haşyetteki korku duygusal olmadığı için çıkan sevgi de ilmîdir, ilmi bir sevgidir. Bir kişide haşyet dediğimiz Allah korkusu oluşmamışsa esas sevgi bilinemez. Bilemediği için, kişi Allah’ı sevdiğini sanar! Allah’ın nasıl sevileceği ancak haşyet duygusuyla oluşur. Haşyet duygusu ve ona ait korku yaşantıda test edilebilir mi? Evet. “A”nın, o tanrı yapısının korkusu sinmedir, insanı sindirir. O sinme yüzündendir insanlar İslamiyet’te korkudan bahsedilmesini istemez. Allah’a karşı sinmek istemedikleri için! O korku sindireceği için korkup Allah’tan uzak kalmak istemedikleri için! Oysa bahsedilen korku öyle değil ki! Haşyetteki korku “B” hakikatiyle bahsettiğimiz yapının akıl+imanla yakalayacağı ilmî bir korkudur ki, yaklaştırır, yakınlık ve yaklaşma sağlar. Şu farka lütfen dikkat edin: “A“nın korkusunda korkulan şeye bir mertebe sağlanır, korktuğu şey daha Sen Tanrı mısın? 81 da mertebelenir, çünkü korkan sindi! O korkuda korkanın korkusundan yararlanan/mertebelenen bir varlık vardır. Oysa haşyette insan korkuyor diye Allah mertebelenmez! Allah’ın öyle bir korkuya ihtiyacı yoktur! Korku O’nu yükseltmediği gibi korkmuyorsunuz diye değeri de düşmez! Peki hedef nedir? Korkmakla, o korkunun getireceği müttakilikle siz idraken yaklaşırsınız, o korku sizi tanrı olmaktan kurtarır! İdraken yaklaşmak ve tanrı olmaktan kurtulmak sizi hem sindirmez, hem de “B” sırrıyla bahsedilen yapıya sokar. Tamamen budur! İşte bu yüzden, tanrının korktuğu en önemli şey haşyettir. Vehmin zulmeti+şeytan işbirliği bu korkuyu önlemek istediği için sizin Allah’tan korkmanızdan hoşlanmaz. Korkmak mı, sevmek mi? Lütfen dikkat edin: Kur’an’da “Allah’ı sevin, yalnız Allah’ı sevin” diye bir vurguya rastlamazsınız. Öyle bir şey yok. Ama “ancak Allah’tan korkun” ifadesini hep görürsünüz! O korkunun içinde zaten önemli bir sevgi var. O korkuyu yok ederseniz o önemli sevgiden de perdelenirsiniz. Vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinin istediği de zaten budur: Allah’tan perdeli, uzak yaşayın! Vehmin zulmeti+şeytan işbirliğini nasıl anlarım, nasıl test ederim? Bende vehmin zulmeti+şeytan işbirliği başarılı mı, nasıl anlayabilirim? Eğer bir kişi Allah’ın sistemine karşı rehavetteyse, eğer kişi umursamaz, aldırmaz veya önemsemezse kesinlikle orada vehmin zulmeti+şeytan başarılıdır. Akıl+iman etkili, başarılı olsa onun getireceği en önemli şey önce Haşyet’tir, ürpertidir... İnsanın aklından çıkması mümkün değil ki! Dünya ile ilgili bir endişeniz, sıkıntınız olduğunda onu unutmak, ondan biraz kurtulmak için uyumak istersiniz, o sıkıntıyı unutmak üzere uyursunuz. Uyanır uyanmaz hemen aklınıza gelir, o korku ve endişe yüzünden zihniniz açılır, düşünceleriniz çoğalır. Yaşantınızdaki beşeri değerlerle ilgili korkular böyle hep aklınızdadır. İşte Haşyet zihninizde öyle bir yer almalı ki, artık daima o haşyeti düşünmelisiniz. Akıl+iman sizde başarılı ise siz hep haşyeti düşünürsünüz! Gece uyandığınızda hemen Allah korkusu aklınıza gelir. Allah korkusunu özellikle gece uyandığınızda daha yoğun hissedersiniz! Onun için uyanınca yapılması, hissedilmesi önerilen zikirler vardır: “La ilahe illallahu vahdehu La şerike leh, Lehül mülkü ve lehül hamdü yuhyi ve yümit, Hüve Hayyün la yemut, ebeden bi yedihil hayr ve Hüve ala külli şeyin kadir.” “Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahu vallahu Ekber. Ve La havle ve La kuvvete illa Billâhil aliyyil aziym.” Bu iki zikir gece uyanınca önerilir. Ama bu, ezberlenip söylenen tarzda değil bir tefekkürle olmalıdır. Onu size o korku söyletmelidir, bir itiraf olma- 82 Yılmaz DÜNDAR lıdır. O korkuyla yaptığınız bir itiraf! O haşyet sizi öyle kaplıyor ki, uyandığınızda hemen o aklınıza geliyor ve bu itirafı yapıyorsunuz. Haşyet korkusu gece daha yoğun aklınıza gelir. Bu zikirleri yapar, bu itirafta bulunursanız, bu öneriyi uygularsanız çok önemli, çok sevaplı olduğunu görürsünüz... Sık duyulan ama tam da bilinmeyen bir konu var; İHLASLI OLMAK! “İhlaslı olun, ibadetinizi ihlâslı yapın, salâtlarınızı ihlâslı ikame edin” cümlesini çok duyarız ama bir türlü onu yakalamak kolay olmaz! Onu genellikle “daha konsantre olmak, akla fikre bir şey getirmemek, samimi olmak gibi” tarif ederler. Ama onların hepsi “A”ya ait tariflerdir! Bahsettiğimiz tanrı yalnızca kendi oluşturduğu bir üst tanrıya konsantre olmuşsa kendini “ihlaslı” sanar. Aklına fikrine bir şey getirmeden onu düşündüğünde kendisini ihlâslı ve samimi kabul eder; “ben ondan başka bir şey düşünmüyorum” der. Bunlar hep “A”nın işidir! Peki, ihlâs ve ihlâslı olmak nedir? İhlâsı kavrayabilmek için tanrıdan kurtulmak şarttır, kişide bir şirkin bulunmaması gerekir. Çünkü şirkle beraber ihlâs olmaz, şirkle birlikte ihsan olmaz. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e İhsan Makamı sorulduğunda buyuruyor: “Allah’ı görüyor gibi ibadet yapmaktır.” İbadet kelimesini yalnızca İslamiyet’teki bazı ameller gibi düşünmeyin lütfen. İBADET, onlar dâhil kulluğunuzu yaşamaktır. İbadet tanımını “her an”ı içine alan bir tarif olarak düşünün. İHSAN Allah’ı görüyor gibi yaşamaksa, “Allah’ı görüyor gibi yaşamak” nasıl bir hayattır? Hatta Efendimiz İhsan tanımına bir kolaylık da getiriyor: “Allah’ı görüyor gibi yaşamayı başaramıyorsanız O’nun sizi gördüğünü düşünerek yaşayın.” “O beni görüyor”u hissederek yaşamak da bir kolaylık olarak İhsan Makamı kapsamında sunuluyor. Ben Onu görmeyi başaramıyorum, ama O beni görüyor’u hissederek yaşamak önemli bir kolaylık getiriyor İhsan’a. Ama ihsanın da “A” varken olması mümkün değildir. Çünkü “A” çok önemli bir şirk. Şu ayete dikkat edin: “Allah yanı sıra tanrı edinme” (Zariyat-51). Sizdeki “A” yapısı ALLAH YANI SIRA TANRI edinmiş haldir. Bu ayeti “A” yapı okursa onu öteler, “ben Allah yanı sıra tanrı edinmiyorum” der. Oysa “A” yapı bizzat kendisi Allah yanı sıra tanrı edinmiş haldir! TÖVBE’’ye de bir giriş yapalım. Sonra tek başına bir konu olarak inceleyeceğiz inşaAllah. “A” tövbe ederken “Allahım bir daha yapmayacağım” der. Bunu görünce böyle tövbe edenleri hemen küçümsemeyin! Bu bile çok önemli bir başarıdır. Ama kısır, yetersiz, yüzlek bir tövbedir, esas tövbe değildir. O yüzden bu yoldaki kişiler daha sonra TÖVBESİNE TÖVBE eder. “A”nın bu tövbesi haşyet getirmez, beşeri korku getirir. Bir çocuk yanlış bir şey yaptığında babası “bir daha yapacak mısın?” der, o da “bir daha yap- Sen Tanrı mısın? 83 mayacağım” der. Kişi “bir daha yapmayacağım” ifadesini Allah’a karşı söylerse o tövbe olmaz. Çünkü kendisi bir tanrı! Karar veriyor ve üst tanrıya “bir daha yapmayacağım” diyor. Gücü var ve gücüne güvenerek “bir daha yapmayacağım” diye karar veriyor: Allahım, senin gücünü (üst tanrılığını) kabul ettim. Bir daha yapmayacağım! İslam’da “Allahım bir daha yapmayacağım” diye bir tövbe yoktur, o tanrı tövbesidir. Doğru tövbe nasıl yapılır? Hazreti Âdem’in tövbesi bu konuda bize örnektir ve o kadar önemlidir ki o tövbe! Allah’ın söyleyişinden anlıyoruz ki, Hazreti Âdem bir işi yüzünden yaptığına şaştı da kaldı. O “bir yanlış” yüzünden tövbe ediyor, ama ben? Ben bir gün içerisinde o kadar çok Hz. Âdem oluyorum ki, o kadar çok... Oradan Efendimiz’in tövbesine gelmeye çalışıyorum, bir türlü Hazreti Âdem’den ileri gidemiyorum... Hz. Âdem bakın nasıl tövbe ediyor: “Rabbena zalemna enfüsena ve in lem tağfirlena ve terhamna lenekünenne minel hasirin: Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik! Eğer Sen bağışlamazsan, merhamet etmezsen (mahvoluruz) hüsrana uğrarız.” (A’raf-23). Hazreti Âdem’in hali şu: Yasağı işledi, “B” halinden “A”ya dönüştü. Ve bu değişikliğe şaştı da kaldı! Normalde böyle bir durumda bir kişi ne der? Baba-çocuk örneğinde gördük, ne demişti? Bir daha yapmayacağım! Ama O Rabbine; “Allahım nasıl oldu ben de bilmiyorum, bir daha yapmayacağım!” demiyor. Diyor ki: Rabbimiz biz nefsimize büyük zulmettik, biz nefislerimize zulmettik! Eğer bağışlamazsan, merhamet etmezsen mahvoluruz, hüsrana uğrarız. Yakarışı bu, tövbesi bu! “Bir daha yapmayacağım” demiyor! Efendimiz (SAV)in’in öğrettiği tövbelere (Seyyidül İstiğfar’a ve diğerlerine) bakın, hiçbirinde “bir daha yapmayacağım” diye bir cümle yoktur. “Sana teslimim, sabah akşam Sana verdiğim vaat üzereyim, fağfirliy; bağışla, estağfirullah; ört, onları ört..” Hep bunlar var! Tövbedeki bu mantaliteyi yakalamak lazım. O zaman kişi Türkçe yakarıyorsa ne der biliyor musunuz: “Allahım bana merhamet et, Allahım bana merhamet et, Allahım bana merhamet et..” Yalnız bunu söyler: Bana merhamet et ve beni bağışla Allahım... Kendini “B” sırrıyla takdim edenin, “Amentü Billahi” diyenin “BENİ BAĞIŞLA” demesi; “beni bu görevden bağışla” demektir, “bana böyle rol verme” demektir. Bir kişiyi görevlendirirsiniz, gider ki o görevi halledemiyor. Döner der ki; beni affet, beni bu görevden bağışla, bu görevi yapmayayım. “B”nin “beni bağışla” demesi bir bakıma ona benzer. Beni bağışla: Allahım bana Senin razı olacağın bir rol ver, bana verdiğin rol tanrıların dünyasına ait olmasın. Tanrılar dünyasını oluşturan da Allah’ın verdiği roldür, onlar da kulluklarını işliyorlar... Bu yüzden, sığınıyorsun: “Bana böyle bir kulluk görevi verme, beni bu kulluktan bağışla, beni tanrı olmaktan bağışla, bana “B” sırrıyla hayat bula- 84 Yılmaz DÜNDAR cak bir anlayış ver.” Şu duayı da “beni bağışla” anlamıyla yapıyor olmalıyız: “Allahümme ahricniy min zulümatil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi: Bana öyle bir nur, öyle bir anlayış ver ki Allahım, “A”dan kurtulayım.” Bir diğeri de “B” idrakıyla söylenen “iyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn”dir. Bu duruşta da aynı mana mevcuttur: Allahım, bana merhamet et ve beni bağışla. Ne isteyeceğin de öğretiliyor. “A”ların dünyasında istenecek şeyi “A” kendi tarif eder, sipariş verir! İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki “B” yaşantısında sipariş verecek biri yoktur ve neyi, nasıl isteyeceğimizi Kendisi öğretir. “B”nin hakikati ne isteyeceğini ona öğretmiştir: İhdinas sıratal müstakiym... “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” duruşu “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla” manasını içerir. Ama temelinde İnsan-30 vardır: Ve ma teşaune illa en yeşeallah! Bu ayeti bir sonraki bölümde detaylı ele alacağız inşaAllah. “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn” duruşu “Ve ma teşaune illa en yeşeallahu” idrakıyla VECCEHTÜ VECHİYE DURUŞU’dur! “Veccehtü vechiye, lillezi fataras semavati vel arda, hanîfen” derkenki hanif duruş “Veccehtü Vechiye Duruşu”dur! “Veccehtü Vechiye” duruşu herkesin yapabileceği bir şey değildir, hele de tanrılığını ilan eden “A” yapısı “veccehtü vechiye”yi hiç yapamaz! Veccehtü Vechiye’yi İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki yaşar, buradakinin hakikatine duruşudur Veccehtü Vechiye, onun hakikatine yönelişidir. İşte o duruştaki idrak, İnsan-30 idrakıdır. Onun yeri “İyyaKE na’budü VE iyyaKE nestaıyn”dir, buradaki idrak İnsan Suresi 30. ayet idrakıdır. Biçimi ise, “veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanîfen” ayetinde itiraf edilen HANİF HAL’dir. HANİF kendini tanrı ilan etmeyendi, tanrısı olmayandı! Etrafa bakıp da “tanrılar yok” diyen değil! En önemli tanrı neyse o olmayacak, “tanrıları tayin eden tanrı” var ya, işte o olmayacak! Başka tanrılar tayin eden esas tanrı yoksa o Hanif’tir! Hanif hal, tövbede de, teslimiyette de, şükürde de çok önemlidir. Şimdi konumuz tövbe olduğu için özellikle tövbe. “İyyaKE na’budu” duruşu ile bu hanif halle yapacağınız “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla” duruşu, bu dua tüm taleplerinizi karşılar: Allahım bana merhamet et ve beni bağışla... Hz. Âdem’in bize önerilen tövbesi vardır: “Rabbena zalemna enfusena ve in lem tağfirlena ve terhamna le nekunenne minel hasirin.” Hz. Âdem’in tövbesi gibi önerilen bir diğer tövbe de Hz. Yunus’un tövbesidir; “La ilahe illa ENTE SubhâneKE inniy küntü minez zalimin”. Bir de Efendimiz SAV’in duruşu var; “Sübhanallahi ve Bihamdihi sübhanallahil azim, estağfirullah ve etubü ileyh”. Bu Efendimiz’in duruşudur... Bakın bu tövbe ve teslimiyetlerin hiç birisinde “bir daha yapmayacağım” ifadesi yok! Sen Tanrı mısın? 85 Hz. Âdem’in tövbesi bir BEKLEYİŞ’tir: Rabbena zalemna enfusena ve in lem tağfirlena ve terhamna le nekunenne minel hasirin! Bir şey yaşadı, bekleyişte, bu tövbede bir bekleyiş var! Hz. Yunus’un tövbesi bir ARAYIŞ’tır: La ilahe illa ente Subhâneke, inni küntü minez zalimin! Efendimiz’in hali ise bir DURUŞ’tur: Sübhanallahi veBihamdihi sübhanallahil azim, estağfirullah ve etubü ileyh. Doğruyu yaşadığını hissetmek bir duruştur, Efendimiz’in duruşudur. Bunları şunun için söylüyorum: İnsan bu örnek tövbelerle hayatını kompoze edebilir. Bir olayın beklenişinde Hz. Âdem’in tövbesi, doğruyu arayışta Hz. Yunus’un tövbesi, doğruyu yaşadığınızı hissettiğiniz anda Efendimiz (SAV)’in tövbesi. Efendimiz’in tövbesi bir duruştur, “Sübhanallah duruşudur, Elhamdülillah duruşu”dur! Dolayısıyla: Hz. Âdem umuyor, Hz. Yunus “La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minez zalimin” diyerek arıyor. “Bir hakikat var onu bulamadım, onun sıkıntısındayım” deyip arıyor. “BALIĞIN KARNI”nı yorumlayanların dünya işi, dünyadaki sıkıntısı dedikleri haldeyken doğruyu arayış hali ve gayreti... Ve Efendimiz; bir duruşu yaşıyor: “Sübhanallahi ve Bihamdihi sübhanallahil azim, estağfirullah ve etubü ileyh.” Bu “B”nin duruşudur. “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber duruşu” bize bir şeyi hatırlatır: Salât-ı Tesbih. Salât-ı Tesbih; Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber duruşudur ve o salâtın zikri budur: Sübhanallahi velhamdülillahi ve La ilahe illallahu vallahuekber, Ve La havle ve La kuvvete illa Billahil aliyyil azim. Bu özelliğiyle Salât-ı Tesbih tanrıdan kurtulmak için çok önemli bir laboratuardır. O kadar önemli ki Salât-ı Tesbih’teki “Sübhanallahi velhamdülillahi ve La ilahe illallahu vallahuekber” zikri bütün her şeyi kapsar... SÜBHANALLAH: Allahım Sen ne sanıyorsam öyle değilsin, ne düşünüyorsam, nasıl biliyorsam öyle değilsin, her şeyden münezzehsin. Hakikat suretsiz, Seni sen bilirsin, sen Sübhan’sın. Sübhanallah tarifi sayfalarca yazılabilir... Siz “Sübhanallah”ı herhangi bir dile çevirmek isteseniz, ne yazsanız daha yazmanız gerekir. Ama “Sübhanallah” dediğiniz zaman hepsini bir seferde, bir duruş olarak ifade etmiş olursunuz: Allahım Sen münezzehsin... ELHAMDÜLİLLAH: Elhamdülillah bir nevi bir itiraftır, “La havle ve la kuvvete illa Billah: Güç Allah’ındır”ı itiraftır. Yaşantınızda “A”nın (tanrının) veri tabanını incelediğinizde onun kendine verildiği kadarıyla Rab gücüne sahip çıktığını görürsünüz; “güç bendedir” der! Dolayısıyla bu idraktaki hayat tamamen “la havle ve la kuvvete”dir! Bu bize öğretilmiş: La havle ve la kuvvete illa Billâh: Güç ve kuvvet ancak Allah’ta! Bu cümle, benim veya başkasının gücü yok demek değildir, onu meallendirirken “ikilik” içeren çe- 86 Yılmaz DÜNDAR virmeler yanlıştır. Kimsede güç yok değil, güç ve kuvvet ancak Allah’ta! Elhamdülillah bir nevi bu manayı içerir. ALLAHUEKBER ise; haşyet içerir. Bir Allahuekber korkusu vardır, korkmamız gereken bir “Ekber” var. En azından böyle bir tefekkürle Salât-ı Tesbih ikame edilmesi, tanrıdan kurtulmak isteyen için çok önemlidir. Tanrıya ait veri tabanının yok edilmesinde, önemli ruhi gelişim ve açılımların oluşmasında önemlidir. Kıyamda, rükûda, secdede sürekli bu tefekkür, bu zikrullah ile Salât... Şimdi, bu tefekkür ile teslimiyet duamızı ve tövbemizi yapıp tamamlayalım inşaAllah: Allahümme eslemtü nefsiy ileyke ve veccehtü vechiy ileyke ve fevvedtu emri ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, amentü bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte. Allahümme ente rabbiy, la ilahe illa ente halakteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi zenbi, fağfirliy zünubi feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, Birahmetike ya Erhamer rahımin. Rabbena zalemna enfusena ve inlem tağfir lena ve terhamna le nekunenne minel hâsirîn. La ilahe illa ente Subhâneke inniy küntü minez zalimin. Sübhanallahi ve Bihamdihi subhanallahil aziym estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahelleziy la ilahe illa Hüvel Hayyül Kayyûmu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Ya Rabbel arşil azîm, Estağfirullah Ya Rabbel arşil kerîm, Estağfirullah Ya Rabbel âlemiyn, Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ılmike… Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU... Elif, Lâm, Mîm… Allahu la ilahe illa Hüvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannân, Ya Mennân, Ya Bedi’as Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel ikrâm. Eşhedü en la ilahe illallahül Ehadüs Samedüllezî lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad. İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İhdinas Sıratal müstakiym, Sıratellezine en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliiyn. Âmiin. El-FATİHA 17 Şevval 1428 / 27 Ekim 2007 Bu işin talibi için hızlı adım attıracak İkinci Önemli Şey’i paylaşacağız. Ama önce Talib nedir ve neye talibdir, bunu tanıyalım. Bir şeyi idrak etmek için tarif çok önemlidir. Bu yüzden Talib’i iyi tarif ve tespit etmek lâzım: Bu işin talibi neyin talibidir aslında? Biz biraz da burada yanılıyoruz! Özellikle tasavvufla bilimsel ve çağın getirdiği yararlanılabilecek imkânlarla yakından ilgilenenler genellikle bir şeyin talibidir: Hakikati anlayabilmek! Hakikati anlayanın haline “veli hali” dense; kişi bu hale talibdir. Veli olmaya değil de bu hale taliptir. Hakikati anlayan kişi veli birisi olduğu için onun haline taliptir. Talipliğe bu noktadan başlamak doğru değildir, bu konuya böyle talib olmak çok doğru değildir. Peki, Talib nedir? Tasavvuf kitaplarında, özellikle geçmişe ait büyüklerin yazdıkları kitaplarda hep Talib’e seslenilir; “Bu iş talibin işidir, talibine anlatıyoruz” denir, ama Talib tarif edilmez. Çünkü kime sesleniyor? Arife! Seslenilen kişi “Arif olduğuna göre “Talib’in tarifini biliyordur” diye çok da tarif edilmez. Ama biz “önce neye talib olmak lâzım?” bunu tarif ederek başlayalım. İşe böyle başlamak gerekiyor. Birinci basamakta, önce cehennemden kurtulmaya TALİB olmak lâzım. Gene geldik Cehennem’e ve Korku’ya! Dikkat edin, Kur’an-ı Kerim’i inceleyin lütfen, “Allah’ı sevin” diye yinelenen bir tavsiye bulacak mısınız? Bulamayacaksınız. Ama “Allah’tan korkun!” uyarısını bulacaksınız, hem de o kadar sık... “Yalnız Allah’tan korkun, Allah’tan korkun…” “Allah’ı sevin” diye bir öneri yok. Yanlış bir sevgi tuzağına düşmeyelim. Eğer yanlış bir sevgi yumağının peşinde koşuyorsak, inanın işler bozuluyor. Bilesiniz ki, gördüğüm ve bildiğim dışında bir şey anlatmıyorum! Anlattığım şeyi görmüşümdür, gördüğüm şeyi anlatırım! Şunu çok net gördüm; yanlış bir sevgi propagandasının peşinde koşanlar hakikati bilemezler! Hakikati anlamak, bulmak için ayetlere yönelmişseniz onlar size “yalnızca Allah’tan korkun, Allah’tan korkun” diyor. O halde önce bir korkmak lazım. Dolayısıyla, bu korkuyla İLK TALİB OLUNACAK ŞEY cehennemden kurtulmak olur. Cehennemden kurtuldun mu başka bir şeye gerek yoktur. Veli pozisyonunda olacağım diye velayetle ilişkili sanılan; tayyi mekân yapmak, şunu bunu bilmek gibi şeyler onlar boş işlerdir. Şu dünyada gerçekten talib olunması gereken bir şey var: Ben cehennemden nasıl kurtulacağım? Hatta, ben cehennemden 88 Yılmaz DÜNDAR kurtulabilecek miyim? Efendimiz (SAV)’in yanında, Efendimizin sohbeti sırasında sahabeleri inceleyin, hepsinin telâşı budur! Hiç biri uçmak kaçmak gibi bir taleple oturmuyorlar orada. Tek telaşları var: Biz cehennemden nasıl kurtulacağız? Şunu söyleyeyim, bu işi önemseyenler zaten cehennemden kurtulma telaşı olanlardır, bu telâşı yaşayanlardır. İşin gereği böyledir! Ondan kurtulmak için ise hakikatin peşinde koşmak zorundasın, başka şekilde kurtuluş yok! Ama hakikatin peşinde yanlış plânlarla koşulursa o hakikat insanı cehennemden kurtaran bir bilgi olmuyor! Demek ki, bu işin talibinin çok önemli bir özelliği onda Cehennem Korkusu’nun olmasıdır. “Ben bu cehennemden nasıl kurtulacağım?” korkusu taşır. TALİB’İN KORKUSU budur. Yunus Emre’nin şiirlerinde veya tasavvuf ehline ait bazı yazılarda Allah’a cehennem korkusu veya cennet hevesiyle yaklaşmak alt basamak gibi görülür. Bir bakıma doğrudur ama cehennemi halletmeden o basamak gelmez! Onlar “bana Seni gerek Seni” cümlesini cehennem korkusunu, cennet sevgisini yaşadıktan sonra söylüyorlar. Hemen başlar başlamaz “bana Seni gerek Seni” demiyorlar, başlarkenki korkuları çok farklı. Meseleyi kavrayıp da cehennemden kurtulduktan sonra “bana Seni gerek Seni” anlayışı başlıyor. Dolayısıyla talibin ilk korkusu ve telâşı, ben cehennemi nasıl halledeceğim telaşıdır. Bu telâşın, bu sıkıntının onu 24 saat meşgul eden bir husus olması çok önemlidir! Bu husustan sıyrıldığı zaman işten de sıyrıldı demektir! Onu diri tutacak olan, onu bu işle meşgul edecek olan budur: Ya cehennemden kurtulamazsam? İstediğiniz kadar bu bilgilerle dolu olun, kurtulamazsanız neye yarar? Dolayısıyla bütün mesele bu: Ben cehennemden nasıl çıkarım? Çünkü cehennem herkesin güzergâhı üzerinde! Kesin güzergâh bu, cennet bir ihtimal! Önümüzde cehennem var ve ben nasıl kurtulacağım? Bunu bir saplantı değil ama, halledilmesi gereken bir mesele haline getirmek lâzım! Daha önce çizerek gösterdiğimiz hakikati şimdi farklı şekilde anlatmaya çalışacağım, bunun için ev sahibinden bir Tv kumandası, bir de poşet alabilir miyiz? Hatırlarsanız “A” ve “B” pozisyonları vardı. “B” pozisyonu Hakikat’te yaratılan varlığı temsil ediyordu ki, o “B” sırrı ile olan varlıktı. “A” pozisyonu ise kişinin oluşturduğu sanal haldi, onu da “Asi” kelimesinin “A”sından yararlanarak isimlendirmiştik. Talibin hızlı adım atabilmesi için paylaştığımız birinci önemli konu buydu. Bunu çok farklı şekillerde gördük inceledik, şimdi daha farklı ele alacağız. Sonra da ikinci önemli konuya geçeceğiz. Bir kumanda ve bir poşet! Manzara şöyle: Hakikat’in bizzat yaratmış olduğu [var olan] yapıyı kumandayla temsil edelim. Bu bir insan olabilir. Bunun kendine ait yetenekleri, özellikleri, düğmeleri var. Çalıştığı zaman bir şey yapıyor, bunu dizayn edenin verdiği kadarıyla bazı özelliklere sahip bir Sen Tanrı mısın? 89 varlık bu. Kumandayı değil de insanı düşünün, onun da bazı özellikleri var. Günümüzde Holografik Evren’le (hologramla) açıklanmaya çalışılan yapı yaratılan yapıdır, bu kumandadır, biraz sonra bunun üzerine geçireceğim poşet değil! Holografik evren anlayışıyla açıklanmaya çalışılanı bu poşet sanıp kumandayla poşeti karıştırdığı için kişiler tasavvufta ikileme düşüyor ve işin içinden çıkamıyor! Bakın: Bu poşeti kumandaya geçirdiğimde kumanda poşetli olarak yine çalışır, değil mi? Hayatta yapılan işte budur, yaşarken yaptığımız budur, çok dikkat edin! Esas yaratılan yapı kumandayla temsil edilen yapıdır. O yapının Allah’ın Ehadiyet ve Vahidiyet’iyle ilişkisi vardır, eğer Fenafillah diye bir hal varsa Fenafillâh’ı o yaşayabilir. Allah’ın yarattığı yapı bu kumandayla temsil edilen yapı olmasına rağmen, kişi ona geçirdiği poşetle kumandanın özelliklerine sahip çıkıyor, ona sanal ve müstakil bir kişilik kazandırıp “BEN” diyor. Normal hayatta yapılan budur, çok dikkat edin. Daha önce “BEN” konusuna hafif girişler yaptık bıraktık. İstedim ki o konuda düşünceler oluşsun. Artık zihinlerde şöyle sorular başladı: Ben nasıl dua edeceğim? Ben “BEN” diyecek miyim? Ben hangi “BEN”im? Bu yüzden “BEN” konusu önemlidir. Yaratılan “B” yapı da “BEN” diyor, ona bir poşet geçirip ondaki özelliklere sahip çıkan, onu suiistimal eden yapı da “BEN” diyor. “BEN” derken siz hangisisiniz? Eğer “BEN” diyen “B” yapıysa onun “BEN” demesinin tehlikesi yoktur. O zaten “BEN” demek zorunda! Aksi halde Kulluk olmaz, yaratılmış farklı varlıklar olamaz. O niye “BEN” demek zorunda? Yaratılan bu yapının kulluk yapıp nihayet Ehadiyet idrakına doğru gitmesi, oraya ulaşması ve yok olması için “BEN” demesi gerekiyor. Yok olacak olan “BEN” yaratılan yapının söylediği bu “BEN”dir! Diğeri zaten hiç olmadı ki, o zaten yok! Ama insan ne yapıyor? “BEN” diyen gerçek yapının üzerine bir sanal kimlik (poşet) geçiriyor ve hiç bir özelliği olmadığı halde o poşet kumandadaki özelliklere sahip çıkıyor. İnsanın bu hayatta “BEN” diye kendisini takdim ettiği hal bu poşetli haldir. Dünyaya gelen insanın “BEN” dediği kumanda değildir, kumandayı kastederek “BEN” demez insanlar. Başlarken Fatiha okuduk, sonra da size sordum; bu Fatiha’yı okuyan kim? Fark ettik ki, onu poşet okuyor. Eğer kıldığınız namazı ve secdeyi de o poşet yapıyorsa? Ya öyleyse? “B” ikame ediyorsa farklıdır ve adı Salât’tır. “A” kılıyorsa farklıdır, adı namazdır. Kıyamı, rükusu, secdesi hepsi farklıdır. Sonra açarız inşaAllah. Bu poşet “BEN” deyip de kumandanın özelliklerine sahip çıkınca tanrılığını ilân etmiş olur. Kumanda -çeşitli tariflere göre- hakikatin bir YANSIMAsıdır. Yansıma’nın da yeri gelecek, açacağız... Hakikate giydirilen bu poşet yansımaya sanal bir kişilik/müstakillik vererek yaratılanda var olan özelliklerle tanrılığını ilân eder. Aslında bazı özelliklerle var olan yalnızca kumandadır, yaratılan yalnız odur. Ve bu halde manzara İLLA ALLAH’tır. O 90 Yılmaz DÜNDAR CENNET HALİ’dir, cennet odur! Hz. Âdem öyleydi; “İllâ Allah Hali”ni yaşıyordu. Poşet devreye girdiğinde “illâ Allah hali” kalkıyor, çünkü artık tanrılık var, tanrılar var! Bu hayat böyle başlıyor. Böyle başladığı için kişiyi yanıltan bir şey şudur: İnsan, kumandanın yaptığı işlere poşetin sahip çıkıyor olduğunu fark etmez. Mesela, aslında “La ilahe illâllah” diyen kumanda olduğu halde poşet onu sahiplenir. Sonuçta, yaratılanı temsil eden kumandanın “Lâ ilahe illâllah” demesi farklıdır, sanal yapının (poşetin) “Lâ ilahe illâllah” demesi farklıdır. Yaşadığınız zaman şaşar da kalırsınız... Yaratılan yapının “Lâ ilahe illâllah” demesiyle şaşkınlığınız sakinliğe, sakinliğiniz huzura, huzurunuz yokluğa dönüşür. Sanal poşetin “Lâ ilahe illâllah” demesi ise sizi farklı bir yere götürür. Dolayısıyla, “Lâ ilahe illâllah”ın bu noktada manası şudur: La ilahe (sen yoksun), illâ Allah! Eğer “Lâ ilahe illallah”ı kumandaya geçirilen sanal kılıf olan “A” söylüyorsa ve o inanan biriyse şöyle söyler: “Ben varım, Allah da var, ben Allah’ı kabul ettim. Allah’tan başka ilah kabul etmiyorum.” Kendi de var! Bilmez ama aslında asıl tanrı kendisidir, en önemli ilah odur. Ona; “La ilahe (senin ilahlığın yok), İllâ Allah” denir. Çok somut olarak söylüyorum: Kumandanın yeteneklerine sahip çıkan bu sanal kılıfın, poşetin yeri cehennemdir. Çünkü o bir ilah ve ilahların gideceği yer cehennem! “A” yapılar kendilerini Allah’a rakip ilân ediyor, halleri nasıl cennet olabilir? Onların tamamının yok olması ve “İllâ Allah” hükmünün yerine gelmesi lâzım ki, cennet olsun! Bu ise tanrıların tamamının kendi mekânlarına (cehenneme) gitmesi ile olur. O kılıftan kurtulmak için işleri kimin yaptığını sıkı sıkı takip etmemiz gerekiyor. Mesela, tanrının hayır yapmasıyla “B” yapının hayr yapması başkadır. Duyarsınız, bazı tarikatlarda bazı şeyleri yapmayı keserler. Hocası ona yaptığı şeyi “A”ya yaptırtmamayı öğretiyordur. Çünkü kılıfın yaptığı ibadetler onu daha cehennemlik hale getirebilir. Yapılan işle kumandaya sahip çıkan hal kuvvetleniyorsa ona Allah’ın ihtiyacı yoktur. Lütuf ve Mekr nedir? Onun mekanizmasını 3. Tefekkür Şeması’nda gösterdik. Çünkü bir şeyin lütuf mu, mekr mi olduğu çok önemlidir. Mekr ve lütuf nedir? Bir iş kumandadaki özelliklere sahip çıkış halini kuvvetlendiriyorsa o MEKR’dir. Mekr poşetin arzu ve istekleridir. Şöyle bir yanılgıya düşmeyin. Allah’ın mekr verdiği birisine bakıp; “ne evlât, ne mal, ne mülk” demeyin. Onlar onun sanal kimliğini, kumandaya sahip çıkan halini kuvvetlendirdiği için mekrdir! LÜTUF kumandanın arzu ve istekleridir, Allah’ın yaratılana verdikleridir. Para olabilir, sıkıntı olabilir, zevk olabilir; fark etmez, lütuftur. Lütuf bir de getirisinden anlaşılır. Lütfun getirisi İhlâs Hayat Döngüsü’nü anlamaktır. Eğer kişi o hali anlıyor ve bu sanal kimlikten kurtuluyorsa, olay Sen Tanrı mısın? 91 ne olursa olsun o o kişi için lütuftur. Ama ister ferahlık ve para, ister sıkıntı olsun olay onun sanal sahip çıkış halini kuvvetlendiriyorsa o mekrdir. Hayatımızda “A”ya ait ne varsa mekrdir, onlardan kurtulmak gerekir. 92 Yılmaz DÜNDAR İnsanın beyninde sahip çıkan yapıya ait bir veri tabanı var. Kumandaya sahip çıkan poşetin, sanal kimliğin yaşantı sırasında beyinde bir veri tabanı oluşur, siz işte esas ondan kurtulamazsınız. Beyinde ona ait; onun duygusu, düşüncesi ve yaşantısı ile ilgili bir veri tabanı vardır ve mücadele onunladır, ondan kurtulmak gerekiyor. “A”yı ortaya koyan, onun varlığını kuvvetlendiren o veri tabanı olmasa onun arzu ve istekleri olmaz ki! İşte bu veri tabanından kurtulmanın yolları vardır. Bunların en önemlilerinden biri ZİKRULLAH’tır. Zikrullah sana bu sanal sahip çıkışı ve bundan nasıl kurtulacağını fark ettirir. FARK ETMEK ileri bir noktadır, nefs-i mülhimenin hallerindendir. Fark etmek ilham almaktır. “A” yapıdan kurtulduğun halleri fark etmek, onun “B” yapı ile ayırdını anlayıp o anlarda “B” halini yaşamak ilham almaktır, nefs-i mülhimenin sıçramalarıdır. Bu idrakın oluşumunda zikrullah önemlidir. Zikrullah’a devam her iki “BEN”liği fark etmeyi ve “A”dan kurtulmayı sağlar, nihayet “B” hali yaşanmaya başlar. “B” halinin yaşandığı idrakda da Zikrullah’a devam “B”nin yok olmasını sağlar ve siz ona FENAFİLLAH dersiniz, o zaman küfür olmayan “BEN” de yok olur. Şuna lütfen dikkat edin: Holografik bakış açısını duyup öğrenmekle siz sahip çıkan yapınızdan kurtulamazsınız. Holografik yapıdan önce siz sizdeki “A” yapıyı fark etmek ve etkisiz hale getirmek zorundasınız. “A”nın veri tabanını fonksiyonsuz hale getirmeden “B” kapsamındaki holografik yapınızı (küfür olmayan “BEN”inizi) yok edemezsiniz. Önce “A” halini bir temizlemelisiniz, mutlaka! Çünkü “holografik evren” denilen yapıda, yani asıl yaratılan yapıda bu kılıfın (“A” yapısının), tanrılığın yeri yoktur. O kılıf senin oluşturduğun ZANN’dır. Bu yüzden poşetle temsil ettiğimiz o yapının yok edilme yöntemleri ayrıdır, kumandayla anlatmaya çalıştığımız yaratılmış olanın yok olma yöntemleri ayrıdır. Önce sahip çıkan o yapının yokluğunu anlaman gerekiyor. Onu yok etmek için Tevhid’i anlaman gerekmiyor, “A” yapı Tevhid’le ilgili bir şey değildir, o zaten yoktur; çünkü tanrıdır. Ama yaratılan yapının yokluğunu anlaman için, “B” yapının yok olması için Tevhid’i anlaman gerekiyor! O zaman holografik evren izahlarından da yararlanarak Ehadiyet’e gidersin. Ama sen henüz vehmin zulmetinden kurtulmadan holografik evren bakışını vehmin zulmeti olan zannına uygularsan işin içinden çıkamazsın. Vehim ve vehmin zulmeti tamamen farklıdır. İzah edebiliyor muyum? “Öncelik cehennem korkusu ve cehennemden kurtulmaktır” dememizi şimdi daha iyi anlıyorsunuzdur. Senin zannını temsil eden o poşetten kurtulmak CEHENNEMDEN KURTULMAK’tır. Sahip çıkan o zann cehennemin kendisidir. Kitaplarda geçer, “bu âlem, bu sistem bir hayaldir” denir. “Hayaldir” denilen bu poşet değildir, HAYAL olan yaratılan yapıdır. Kime göre hayal? Allah’a Sen Tanrı mısın? 93 göre! Bu poşet Allah’ın hayali değil ki, o senin zannın. Allah’ın yarattığı yapıya sahip çıkıp tanrılığını ilân eden bu zan yapı “A” TAKDİM FORMU”dur. “A” ve “B” yapıya ait farkları iyi tespit etmeliyiz. Tabi şu gerçeği de unutmayalım: Bu anlattıklarımızı insan gözüyle anlatıyoruz. O izin vermeden bu sanal sahip çıkışlar olabilir mi? Mümkün değil! O, sistemi içerisinde öyle dilediği için böyle oluyor. “Neden böyle oluyor?” birkaç cümle ile Hikmeti’ni de göreceğiz. İleride bu bilgiler iyice oturduğunda, gün içerisinde sanal sahip çıkanla mı yoksa yaratılan yapıyla mı hareket ediyoruz bunu iyi fark ediyor hale geldiğimizde Yöntemler’i de paylaşacağız. O zaman kişi yöntemlerden yararlanarak kurtulmayı çok kolay başarır, Biiznillah. Manzara’yı biliyor çünkü! “A”nın veri tabanından kurtulmada Zikrullah önemlidir demiştik. Şimdi ise size Zikrullah’tan yararlanarak uygulanabilecek bir yöntemi açıklayacağım. Sanal bir zann olan ve sahip çıkarak “BEN” diyen yapının veri tabanının beyinde silinmesinin bir yolu da DAĞLANMAK’tır, o hücrelerin dağlanmasıdır. Bu cümleye herhangi bir yerde bu kadar açık rastlamazsınız. Örnek vereyim. Beyinde görme merkezi var değil mi? Bir cerrah o görme merkezini dağlasa kişi görebilir mi? Dağlandığı için hücreler ölmüş olur, göremez. Ama şimdi öyle bir dağlama sistemi tarif ediyorum ki, hücreler inaktif olacak ama ölmeyecek! Dağlanacak ama onlar yanmayacak! Çok mu benzedi cehennem ateşine? Yakacak ama onlar olduğu gibi duracak! İşte o hücreler cehennem ateşiyle bu dünyada dağlanırsa, sanal zann olan ve yaratılan yapıya sahip çıkan “A” kişiliğine ait veri tabanları çalışmaz hale gelir. Çalışmayınca fonksiyon da göremez! Onun hayatiyetini sürdürmesini sağlayan veri tabanlarının dağlanması onun çalışmasını engeller ve kendiliğinden gerçek yapı gözükür. Peki, o dağlama neyle yapılır, o dağlayıcı nedir? Sistemdeki Dağlayıcı Cerrah’ın ismi KAHHAR’dır! Onun için, velilerin yaptığı zikrullahlardaki Esma’ül Hüsna’lar arasında “Kahhar” ismini görürsünüz. Onunla bu hücreler dağlanır... Ama! Ama hemen gidip o cerraha müracaat etmeyin. Henüz yavaş yavaş sistemi anlatmaya çalışıyoruz. O dağlanmalar sırasında, o yanma anında hücreleri dağlanırken “A”nın ve “B”in onu yakan/dağlayan o olaya bakışı farklıdır. Dikkat edin lütfen! Diyelim ki, bir kişi o hücrelerin dağlanmasına vesile kılındı. O dağlanma sırasında eğer tuzağa düşerseniz devreye “A” yapı girer ve dağlanmanıza vesile olan kişiye kızar durursunuz. Sonuçta sahip çıkan yapınız kuvvetlenir, tanrıların (poşetlerin) savaşı başlar. Karşıdakinin poşetiyle, karşıdakinin sahip çıkan kimliğiyle önüne bu fırsat çıkmış olanın savaşı başlar! Hücrelerini dizayn etme fırsatı varken kişi bundan yararlanamaz da kavgaya girer ve bu 94 Yılmaz DÜNDAR kavga yüzünden onun tanrı yapısı kuvvetlenir. Böyle bir kavganın dünyada çözüleceği yer neresidir? Bu dünyanın mahkemeleri! Ama siz Talibseniz size farklı bir mahkeme var, şimdi size ondan bahsedeceğim. Talib’e hızlı adım attıracak önemli şeyi çok açık ve net söyleyeceğim. Bu, fark eden için önemli bir açıklamadır: Esas Mahkeme, Talibin Mahkemesi nasıldır, söyleyeceğim. TALİBİN MAHKEMESİ’nin dünyadaki mahkemelerden çok önemli bir farkı vardır; Talibin Mahkemesi’nde “haklı haksız” yoktur! Mahkemelerde farklı bölümler olduğu gibi Allah’ın Mahkemesi’nde de pozisyonunuza göre bölümler vardır ve Talibin Mahkemesi ayrıdır. Kumandaya sahip çıkarak poşete “BEN” diyenler herhangi bir konuda tartıştığında mahkemeye giderler, mahkeme “kimin haklı kimin haksız” olduğuna karar verir. Ama talibin mahkemesinde “haklı haksız” yoktur. Çok dikkat edin, Allah’ın bu işi gördüğü Seri-ül Hısab olan o hızlı mahkemede haklı haksız yoktur. Orada “itiraz mı ediyorsun?” seslenişi vardır. Fark eden için çok önemli bir noktaya geldik: İtiraz mı ediyorsun? Çok dikkat edin buna! Fark eden için çok önemli bir şeydir bu: İtiraz mı ediyorsun? İsterseniz bunu senaryolandıralım. Kişi çok haklı ve talib mahkemesinde! Diyor ki; Allahım ben çok haklıyım, şu haksız! Sana sordular: Haksız olanın emri kimin? Cevapladın: Allah’ın! Haklı, haksız tüm emirler O’nun. Öyle olunca sen ne pozisyonunda kaldın? İtiraz eden! Bunu fark edin; Talib itiraz etmez! Bu çok önemli! Bu yüzden, ilah yapının haklı-haksız iddialarından oluşan dünyayla Talib’in ilişkisi yoktur, yaratılan “B” halinin haklı-haksız tartışmasıyla ilişkisi yoktur! Neyle ilişkisi vardır? İllâ Allah! Aksi halde “itiraz mı ediyorsun?” derler! Aynen böyle derler, böyle diyorlar, aynen böyle diyorlar! Beni duyduğunuz gibi diyorlar, aynen böyle! Sen oraya iyi bir şey alacağını sanıp koşup gidiyorsun; bir sürü dilekçe yazmışsın. Hepsini alıp çöpe atıyorlar ve “itiraz mı ediyorsun?” diyorlar. Bitti! Tek bir cümle var orada: İtiraz mı ediyorsun? İtirazla kapıdan giremezsin. “Ama ben haklıyım” mı dedin, o zaman sana “poşetlerin mahkemesine git, orada poşetler baksın şikayetine!” derler. Talibin mahkemesinde haklı-haksız yoktur, “itiraz mı ediyorsun?” vardır! Fark ettiniz mi bunu? Eğer kişi yaşantısında bunu fark ederse her gün yeni bir şekilde bu sahip çıkan zannın veri tabanının yanışıyla ilgili olayları tek tek görmeye, fark etmeye, yaşamaya başlar. O kadar enteresandır ki... Eğer onları sahip çıkan ve “ben ilahım” diyen yapısıyla karşılarsa sıkıntıdan ağlar durur. Ama diğer yapı ile fark ederseniz düğün bayramdır, yandıkça hayretiniz artar… Gördüğü yeni yapı nedeniyle o yanma kişiye doğum sancısı gibi gelir, yeni bir yapıya doğduğunu fark ettiğinden onu neşeli görürsünüz, o yanma ona neşe ve huzur verir! Çünkü bir anda yeni bir şey fark etmiştir; yeni bir hali bu dünyanın Sen Tanrı mısın? 95 en somut işleri gibi yaşıyordur, zan falan değil. Dünyada yaşadıklarınız ne kadar somutsa o hali o somutlukta yaşıyor ve görüyordur. Düşünün: Bir cerrah operasyonda bir arkadaşınıza şifa veriyor ve siz de kapıdasınız, “Allahım ona izin verme de kesmesin” der misiniz? Kapıda şifa dilersiniz, hele de cerraha kızmak aklınıza bile gelmez. Dolayısıyla, normal hayatta size cerrahlık vazifesi görenlere de kızamazsınız! Fark ettiniz mi? Fark ettiniz mi bu ne kadar farklı bir hayat... Bir anda hayat nasıl farklılaşıyor, fark ettiniz mi? Bu iki yapıyı anlatırken “A”nın namazı ve secdesi ile “B”nin salâtı ve secdesi birbirinden farklıdır demiş orada bırakmıştık. Şimdi oraya dönelim ve her ikisine ait secdedeki idrakı senaryolandıralım: Bir insan diğerini diz çöktürmek istiyor olsun. Yüz yüze savaşın olduğu bazı filmlerde görürsünüz, nasıl “el aman” dedirtiliyor. Kişiyi önünde çömeltip çöktürerek ona kendi üstünlüğünü kabul ettirmiş olur. Çok dikkat edin, secde ile ilgili önemli bir ipucu var burada. Anlattığım bu tablo poşetlerin işidir, bir ilahlar savaşı tablosudur. Üstünlüğünü kabul ettirtmek isteyen ilah, zayıf gördüğü bir başka ilaha “ilahlığımı kabul ediyor musun?” demek için onu önünde eğiyor, diğeri de “ilahlığını kabul ediyorum” deyip eğiliyor. Bu tablo tanrıların, sahip çıkan poşetlerin, bir kimlik verdiğimiz sanal zannların üstünlük kavgasıdır. Ama anladık ki bu dünyada yere eğilmek alçalmaktır. Peki, secdede eğilmenize rağmen yükselme nasıl oluyor? Burada idrak önemlidir işte. Kişi kendini Allah’ın önünde düşünüp “şimdi O’nun önündeyim” diyerek zannıyla oluşturduğu yapı eğiliyorsa o secde şudur: “Ben varım/tanrıyım ama senin büyüklüğünü/Allah’lığını kabul ettim. Kuvvetlisin, sana gücüm yetmez, bu yüzden önünde eğiliyorum!” Efendimiz (SAV)’in açıkladığı, önerdiği, yaşadığı salât ve secde bu değildir! “Salâtınızı dosdoğru ikame edin” ayetinin kastettiği bu değildir! O bu poşetin, bu zannın eğilmesidir, “Allahım ben zayıf ve zavallıyım, senin önünde eğiliyorum” halidir. Efendimiz’in açıkladığı salât ikamesi ve secde bu değildir. Bu, tanrılar kavgası içerisinde, tanrılığını ilân etmiş birinin diğerine gücünü kabul ettirmek için “yat önümde” demesiyle diğerinin yatarak onun üstünlüğünü kabul etmesi pozisyonudur. Secdeyi böyle yapan gerçek secdeyi fark edemez. Peki, gerçek secde nasıldır? Yaratılan yapı nasıl secde eder? Ve o secde ederse ne olur? O secdede YOK olur. Kendini yok ilân ettiğinde ortaya çıkan İLLA ALLAH’tır! GERÇEK SECDE budur; İllâ Allah! Sizin gerçek yaratılan yapıyı yere yatırmanız, Allah’ın önünde eğilmek olmayıp sembolik olarak onu yok saymanızdır; illâ Allah’tır! Oysa poşetle temsil ettiğimiz kimliği yere yatırmanız; “ben varım ama zayıfım, gücünü kabul ettim” demektir. Bu secdede ortaya çıkan bir gerçek yoktur, 96 Yılmaz DÜNDAR sadece beşeri bir korku vardır. Gerçek secdede korku yoktur. Ehadiyet hakikatini anlamış kişinin Ehadiyet’i hiç değilse sembolik olarak yaşıyor olması vardır. Bu yüzden salâtın her rekatındaki birinci secde tamamen yokluk secdesidir! O secdeyi sahip çıkan bu kimlik yapamaz. O secde yaratılan gerçek yapının yaşayabileceği bir haldir! Onun için tanrılıktan kurtulmak gerekiyor. Kurtulmak gerektiği halde neden bu tanrılıktan kurtulamıyoruz? Bu soru akla hemen öfkeyi getirir: ÖFKE! Bizi tanrılıkta sabit tutan en önemli şey öfkedir. Bu yolda önce öfkelenmemeyi öğrenmek gerekiyor. Önce öfkeyi göstermemeyi, öfkeyi yutmayı öğrenmen gerekiyor! Ama bu da asıl marifet değildir. Eğer bir kişi “öfkeleniyorum ama belli etmiyorum” diyorsa bu bir basamaktır ama marifet değildir. Çünkü önemli olan; öfke halini hiç yaşamamaktır. Öfkeyi belli etmemek ilk basamaktır, henüz bu noktaya bile gelmemiş halle kıyaslayınca çok yüksek bir marifettir, çok güzeldir, methedilecek bir haldir, ama kesinlikle talib için yeterli değildir. Öfke halinin tamamen kalkması gerekiyor. Çünkü öfkelenmek Allah’a “yanlış yaptın” demektir. İster belli et ister etme; öfkelendin mi “Allahım yanlış yaptın” diyorsun. -Öfkelenen o hücreleri dağlayıp inaktif hale getirmek mi gerekiyor? Evet, onları dağlamak gerekiyor. O hücreleri dağladığınızda onu o kadar net yaşıyorsunuz... Hatta ilk yaşadığınızda şaşırıyorsunuz; “böyle olduğunda ben hemen kızardım, ne oldu bana? Ellerim, vücudum gevşek, kızgınlık hormonları niye salgılanmıyor?” dersiniz. Onlar dağlandı! O hormonları salgılatan aktif hücrelerdi, hücreler o zaman aktifti. Emir verip ilgili hormonları salgılatıyor ve vücudunuz onun kimyasına giriyordu. O hücreler çalışmayınca o da salgılanmaz. Öfkelenen ve itiraz edenlerin dağlanması gerekiyor... İtiraz konusunu çok kısa geçtik, fark edilmemişse orayı biraz daha tartışabiliriz. “İtiraz etmemek nedir?” bu iyi anlaşılmalıdır. İTİRAZ o kadar hayatın içine girmiştir ki, normal hayatta itirazdan uzak ve ayrı yaşamanız mümkün değildir. O kadar o laboratuvarın içerisindesiniz ki... Yirmidört saat boyunca o kadar karşınızda olan bir şey ki... Ama başarılması halinde bir anda o poşetli halden kurtulursunuz, bir anda! Çünkü bu bir fiili zikir’dir. FİİLİ ZİKİR nedir? Ona neden fiili zikir diyoruz? Kişi bazen beyninde yeni kapasitelerin açıldığını görüp, “ben o konuda zikrullah yapmadım, bu nasıl oldu?” diye düşünebilir. Zikrullah yapmıştır ama fiille esas zikrullahı yapmıştır! Bir fiiliyle, davranışıyla zikrullah yapmıştır, o kapasite açılmıştır. Aslında dille yapılan zikirler fiili zikre giden bir yoldur, ona ulaşmak içindir. Dil- Sen Tanrı mısın? 97 le, halle ve nihayet fiille zikir! HALLE ZİKİR vücudunuza onun kimyasının gelmesidir. Esas önemli olan ise fiilde zikirdir. Örneğin Alim isminin zikrini yapmışsınız, ilim frekanslarınız açılmış nihayet onunla ilgili kimyanız da tamamlanmış, haliniz öyle ama bir odada oturuyorsunuz. Hiç makbul değil, Allah’ın böyle bir hale ihtiyacı yoktur. O İLMİ DAĞITMAK, yani o ilme göre davranmak gerekiyor, anlatmanız gerekmiyor! En önemli İLİM; kişinin ağzı hiç çalışmadığı halde yaşarken o ilme göre yaşamasıdır, fiiller koymasıdır. Mesela, bir şeye baktığı zaman önce Allah’ı sonra baktığı şeyi görüyor olmasıdır. Bu bir FİİLİ ZİKİR’dir, önemli ve Esas Zikrullah budur, bu duruma ulaşmak lâzım. Halim ismini zikr etmişsiniz, Halim ile ilgili kapasiteniz açılmış ve halde Halim olmuşsunuz; sinirle ilgili hormonlarınız salgılanmıyor. Ama odada kilitlisiniz. Dışarı çıkıp Allah’ın yarattıklarına Halim olmadıkça o hal neye yarar? Esas olan onunla yaşamaktır, fiili zikir odur. Böyle bakınca; Efendimiz (SAV)’in tüm yaşantısı fiili zikirdir, O’nun yirmidört saati Zikrullah’tır! İnsan eğer, “ben Allah’a idraken daha yakın olacağım, ben Allah’la dost olacağım” diye kendini bir yere kapatırsa Allah’tan kaçmış olur! Neden? Allah insanlarla olduğun yerde! Ama sen onların fiillerinden, yani Allah’ın fiillerinden kaçıp bir yere saklanıyorsun, Allah’ın fiillerini görmek istemiyorsun. Hani Allah’la olacaktın? Allah’la olmak istiyorsan fiilleri var! Çocuklarıyla beraber olmak isteyen birisi çocuklarına; “gidin, gözüme gözükmeyin, ben sizi düşünerek sizinle beraber oluyorum” dese ne dersiniz? Çocukları varken, onların yanında onlarladır! Çünkü çocukların fiilleri, hareketleri ona onların kendisiyle olduğunu hissettiriyor. Dolayısıyla, dışarıda birisine Halim davranmak, birisine Alîm davranmak, birisine Kâdir davranmak veya onların o davranışlarını görmek ALLAH’IN O FİİLLE TECELLİSİ’ni fark etmektir. Aksi halde bir yerde kapalı olursanız sizde fiil tecellisi de esma tecellisi de olamaz! Dergâh bunun için çok önemlidir, insan bunu dergâhta öğrenir. Zamanımızın dergâhı, günümüzün dergahı neresidir biliyor musunuz? Evler! İnsanın evi onun dergâhıdır. Başka dergâhlara gidenler kolayına kaçmak için gider. Evde zor! Çocukla olmuyor, hanımla olmuyor, evde iş zor! Öyle olunca kolay yere, şeyhinin dizinin dibine gidip oturuyor, iş güç yok, otur dur! Esas pişeceğin yer bizzat evin. Biraz önce dedik ki; itiraz etmeyeceksin! İnsan itiraz etmemeyi evde, GÜNÜMÜZÜN DERGAHI olan evinde öğrenir. Sen de evde öğreneceksin! İtiraz etmeden yaşamanın en zor yeri evdir, eşler ve çocukların arasıdır. Çocuğunun bir hareketi karşısında, haydi [Allah’a] itiraz etme göreyim seni, eşinle ilgili haydi başar! Eşine “haksızsın, ben haklıyım” demeden haydi yaşa... Onu dedin mi poşetlerin/tanrıların savaşı için 98 Yılmaz DÜNDAR ortamı hazırladın demektir. Eğer poşet olarak güçlü olmaya talipsen poşetlerin mahkemesinde haklılığını anlat dur. Ama Allah’a anlatmaya gidersen, sana; itiraz mı ediyorsun diyorlar. Aynen böyle diyorlar; itiraz mı ediyorsun? “Ben itiraz edenlerden değilim” diyorsan, o zaman duan şudur: Allahım merhamet! Allahım merhamet! Allahım bağışlayıver ve merhamet ediver... Bu kadar! itiraz etmeyenin duası tek bir şeydir. Talibin “bağışla” demesi ne demektir? “A” yapısını, “B” yapısını kavramış olanın “bağışla” demesi; “Allahım bana senin yolunda bir rol ver, beni orada sabit kılacak bir rol ver. Allah’ım beni razı olmadığın arzu ve isteklerden, heva ve heveslerden, fikir ve inanışlardan, hal hareket ve davranışlardan al kurtar. Senin razı olmadığın hal ve hareketleri yapacak rolü verme. Bana rızanı, razı olduğun rolü ver” demektir. Bu rol sayfalarca yazılabilir. Ama Allah diyor ki: “O kadar yazma. İhdinas sıratal müstakiym, de.” Bu tek cümleyle sembolik olarak o rolü ifade imkanı lütfediyor: İhdinas sıratal müstakiym. Talep ettiğin rolü bu cümleyle ifade ettiğinde (bilmediklerin, unuttukların, yıllar sonra fark edilecek bilimsel doğrular) hepsi içindedir: İhdinas sıratal müstakiym. Ama onu söylerken İnsan-30. ayet idrakını unutma! O idrak ve pozisyonla “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” de. “B” yapı “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn”i İnsan-30 idrakıyla söyler, bu onun duruş biçimidir. Salât ve salâtta “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” bu yüzden çok önemlidir. Salâtta “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşu aslında öyle bir duruştur ki... Bakın: Hz. Âdem cennette, yani yaratılan yapı olan “B” yapısı cennette. Ama dünyaya gitmesi lâzım, yani ona dünya yaşantısı lâzım. Dünya yaşantısında da “A” lâzım! Hz. Âdem’e (insana) lazım olan “A” hali ona nasıl gelecek? “A” halinin gelebilmesi için Hz. Âdem’e “şu meyveye yaklaşma” diye bir yasak konuyor. Ki Hz. Âdem’in yapısındaki rab rablığını ispat etsin ve o yasağı yapsın. Yapmak zorundadır! Yaparak “ben Rabbım” diyecektir. Her yapıda bir Rab var değil mi? Her yapıda o yapıyla sınırlı bir rab var! Allah ise Rabbül Âlemiyn’dir! Her yapıda var olan o rabba, o rabbın rablık gücüne yasak olmaz! Kendinize bir yasak koyun bozarsınız. Eğer talib kişi o tuzağa düşerse tövbelerle oynar durur. Tövbe eder yapar, tekrar tövbe eder... Çünkü Rab’ba tövbe sökmez, Rab öyle tövbeyi çok sever! Neden sever? Bozmak için! “Önüme fırsat çıktı, gösteririm” der, gider o yasağı bozarak “ben rabbım” der. Hani bir çizgi film vardı; “He-Man; güç bende!” diye, rab işte odur: “Güç bende” diyen! Ne gücü? Rabbın gücü! O yasak konulunca Hz. Âdem’deki rab rablığını kanıtladı ve sanal yapı oluştu. Bu sanal yapının Sen Tanrı mısın? 99 oluşmasıyla DÜNYA HALİ başladı. Daha önce pozisyonu cennet pozisyonu iken bu sanal yapıyla birlikte pozisyon değişti. Sanal yapının oluşma nedeni nedir? Rabba verilen müstakillikten yararlanılarak muhtariyet ilân edilmesi! Bu yüzden kişi “ben varım” diyor, ona sahip çıkıp ilahlığını ilân ediyor. Birimde bulunan müstakil rab yapısını müstakil/muhtar tek varlık gibi görmek işine geliyor. Müstakil kabul edip ona bir kimlik giydiriyor. Onun Ehadiyet’ini bilmiyor, görmüyor ve müstakil olduğunu sanıyor! Peki, bu sanış yalnızca Rab için mi uygulanıyor? Hayır! Ha rab müstakil olmuş, ha irade, ne fark eder? Aynı şey! İradenin, aklın müstakil kabul edilmesiyle rabbın müstakil olmasının bir farkı yok ki; onların hepsi Rab şemsiyesinin altında zaten! O yüzden oradaki müstakilliğe “BEN” iddiasında bulunuyorsun, o yüzden bu yapıyı fark ettiğinde Rabbını bilmiş oluyorsun. O yapıyı tanımakla esas hakikati tanımış bilmiş oluyorsun. İşte Hz. Âdem “A” haline düşünce şaştı da kaldı. Ayet öyle diyor; “Âdem şaştı da kaldı, ne yaptığına”. Düşünüyor: Bu iş nasıl oldu? Bu kadar hakikati biliyorsun, nasıl oldu? Şu oldu: Rab kendini kanıtladı! İnsani gözle baktığınızda bunu anlayınca onun ne demesi gerekir? “Allahım bir daha yapmayacağım” demesi gerekir değil mi? Ama Hz. Âdem (AS) “bir daha yapmayacağım” demiyor. Buraya çok dikkat edin! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in öğrettiği tövbelere, dualara da bu gözle bakın, Kur’an ayetlerinde bize yapılan önerilere de bakın, hiç birinde öyle bir öneri yok. Niye? “Bir daha yapmayacağım” diyecek olan bir varlık yok da ondan! Ancak tanrılığını ilân eden birisi beşerî bir korkuyla “bir daha yapmayacağım” diyebilir. Hz. Âdem “bir daha yapmayacağım” demiyor. Ne diyor? “Rabbena zâlemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel hasiriyn. Rabbimiz nefsimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan, bize merhamet etmezsen biz hüsrana uğrarız” diyor. “Bir daha yapmayacağım” demiyor. Onu diyecek bir varlık yok! Eğer tövbe ederken “Allahım yanlış yaptım, bunu bir daha yapmayacağım” diyorsanız, yapınızdaki Rabba yapacağı bir hedef gösteriyorsunuz, “bunu boz” diyorsunuz. Peki, ne diyeceksiniz? “Bağışla ya Rabbi bağışla. Ya Rabbi merhamet, merhamet ediver. Merhametinden başka bir şey yok!” “Çare yok” değil, “çaresizim” değil! “Merhametinden başka yol yok! Merhamet etmezsen hüsrana uğrarız.” İşte salâttaki duruş budur; Merhamet Ya Rabbi, merhamet Ya Rabbi... Ayetlerde “ancak Allah’tan korkun” diye önerilen o korku budur: Merhamet ya Rabbi, bağışla ya Rabbi, merhamet ediver... Bu hali yakalarsanız, merhametin ve bağışlamanın ne olduğunu hayret edeceğiniz derecede görürsünüz, feleğiniz şaşar da görürsünüz, yeter ki “B” yapıyla ve o korkuyla; “iyyaKE na’budu 100 Yılmaz DÜNDAR VE iyyaKE nestaiyn” deyin. “Merhamet ya Rabbi, bağışla ya Rabbi” deyin. Sonra da; “ihdinas sıratal müstakiym...” deyip isteyin. Bu cümlelerde bir yorum, bir arzu, Allah’a bir tarif yoktur. Talib tarif de itiraz da etmez! Onun duası budur: Bağışla ya Rabbi, merhamet et ya Rabbi... Merhamet öyle önemli bir şeydir ki, iş yalnız odur: Merhamet ya Rabbi! Bu kadar! “İş yalnızca budur” denince şu sorulabiliyor: Yanlış tövbe ve dua edenler ne olacak? Bir şey olmaz. Tövbeye alt seviyeden bakıldığında; “yapmayacağım” deyip yapsanız da, “Allahım bağışla beni” deyip dua etseniz de makbuldür. “Kulum yine bana yöneldi” diye ayet ve hadislerde böyle tövbe ve dua edenler için de teselli veren, umut veren güzel bakış açıları var. Demek ki, öyle de olsa bir başlamak gerekiyor. Ama siz bu konuları bu bilinçle inceleyip talib oluyorsanız Allah’a; “bir daha yapmayacağım” diyemezsiniz. “Yapmayacağım” diyen yapınız “ben varım” iddiasındaki sanal yapınızdır. Gerçek yaratılan yapıyla yaşamaya talip olan onu diyemez. O ancak; “bağışla ya Rabbi. Bana senin yolunda sabit kılınacağım işleri yaptır. Bana bir rol ver ki senin yoluna talib olayım, o yolda sabit olayım. Beni cehenneminden kurtaracak bir rol ver. O nedir, bilmem, onu Sen bilirsin. Bana öğrettin, ben ‘ihdinas sıratal müstakiym’ diyorum” der. Bunu bize Kendisi öğretiyor. Bu yüzden; salâtta Fatiha’da heyecanlanmak ve orayı çok önemsemek lâzım... Fatiha’dan yararlanabilmek için bir tavsiye paylaşmıştık: Günlük yaşantı içerisinde yapmamanız gereken bir şey oldu. Yapmasanız, düşünmeseniz iyi olurdu ama oldu. Peşine hemen “iyyaKEe na’budu VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym, sırat elleziyne en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn” duasına sarılalım demiştik. Günlük yaşantı içerisinde yapılabildiğince bu duanın yapılması çok önemlidir ama bu anlattığım hale girerek! Bu dua tüm tövbeleri/duaları içerir, üstelik de Allah’ın öğrettiği şekilde! “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn”den sonrasını dua haline getirmek ne yapar, bir örnekle açıklamaya çalışalım. Öyle bir antrenmandır ki bu, bunu çok yapmakla salâta geldiğinizde nereye geldiğinizi biliyor olursunuz; “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn”e geldiniz. Zaten gün içerisinde hep onunla meşgulsünüz. Bankamatik kartı gibi kullana, kullana öğrendiniz; takıp şifreyi giriyor, paramı alıyorum. Salâtta “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” derken de bir matiktesiniz. Taktınız, “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn”e parmak izinizi verip duruşunuzu gösterdiniz. Menüden “ihdinas sıratal müstakiym”i tıklayıp onu istediniz. Hemen yazdı: Bağışlanmanızı çekiniz! O an bir nevi alma yeri, toplama anıdır. Bu kadar önemli! Kanaatimce, Sen Tanrı mısın? 101 bir insanın hayatta bundan daha önemli ve öncelikli bir işi yoktur, bunu tehir ettirtecek hiçbir işi yoktur. Aslında işin bu, daha önemli bir işin yok! -Şu an biraz farklı gibi bir noktayı sorayım. Cehennemin rahmet oluşunu nasıl anlamalıyız? Rahmet olduğu için mi bu poşeti yakmak gerekiyor? Rahmet olmayan bir şey yok. Biz bu söylediklerimizi insan gözüyle, yani kesret haliyle anlatıyoruz. Eğer Tevhid haliyle yorumlayacak olsak poşeti başka yorumlarız, cehennemi başka yorumlarız, hepsi farklı olur. Biz manzarayı anlamaya çalıştığımız için görüntü üzerinden konuşuyoruz. Gerek bu dünyaya, gerekse gerçek cehennemin fonksiyonuna “B” takdimiyle yaklaştığınızda onların birer rahmet olduğu görülür. Niçin? Senin için, bu dünyada veya orada o halleri yaşamanın sonu cennet olduğu için onu rahmet olarak görürsün. RAHMET bir de şöyledir: Sen bütün yaratılanlara Arş’ı istiva eden Rahman Allah bakışıyla baktığında Rahman isminden kaynaklanmayan ve Rahîm’den çıkmayan hiç bir şeyin olmaması da bir rahmettir. Böyle bakınca Rahmet daha bir farklı gözükür. Biz, “Allah merhamet sahibidir” derken Allah’ın rahmet ve merhametine duygusal yaklaşıyoruz, birbirimize duyduğumuz merhamet gibi bir merhamet bekliyoruz, öyle sanıyoruz. Oysa o rahmetin/merhametin işleyiş tarzı farklıdır. O Sünnetullah içerisindeki prosedürlerin ismidir. Bir duygusal davranıştan ziyade bir prosedürün ismidir. -O zaman “Rahman arşa istiva etti” ayetini nasıl anlamak gerekiyor? Bir de farklı bir şey sorayım: Veda Hutbesi’nde Efendimiz’in “şahid ol ya Rab” demesinin hikmeti nedir? Allah her şeye şahitken bu vurgulama niçin yapılıyor? Arş’ı Vahhabi’ler veya bazı yorumlayanlar gibi yorumlamak çok doğru olmaz. O mantıkla bakınca bir an doğru gibi gelse de o bakışı başka yerlere monte edince doğru olmuyor. Şöyle ki: Arş dendiği zaman “gökyüzü ve gökyüzünün üstünde bir yer ve Rahman da orayı istiva etmiş, kaplamış” gibi düşünürsek çok küçük bir Allah’a inanıyor oluruz. Yalnızca Samanyolu Galaksisi’ne baktığın zaman bile “senin” gökyüzü dediğinin önemi kalmaz. Samanyolu Galaksisi’nde bile. O gökyüzünün üstünü senin Allah’ın kaplamışsa küçücük bir şeye inanıyor olursun, fiziksel olarak bakınca bile böyledir. Tüm uzayı düşündüğünüzde bu çok daha manasız hale gelir. Arş öyle bir şey değildir. Öyle olmadığını iyi kavramak, görmek lâzım! ARŞ Allah’ın Rahmaniyeti ile Rububiyeti arasındaki soyut sınırdır, yani Rahman ismi ile Rab ismi arasındaki soyut sınırın ismidir. Ve her şeyin Arş’ı vardır; her yapının kendine ait “Arş” dediğimiz bir kısmı vardır. Senin düşünce sisteminin de bir Arşı var, aynı şey sende de vardır. Sende de Arş’ın üstünü aynı şey kaplamış- 102 Yılmaz DÜNDAR tır. Allah’ın Rahmaniyeti ile Rububiyeti arasındaki soyut sınır, Rahmaniyet mertebesi ile Rububiyet mertebesi arasındaki soyut sınır: ARŞ! Rahmaniyet mertebesine RAHMAN, Rububiyet mertebesine de RAB diye sesleniriz. Bu iki mertebe arasındaki soyut sınır olan Arş aslında bir kavramdır. Yaratılışın bu aşaması şöyledir: Rububiyet mertebesinden sonra FİİL ALEMİ var, bizzat vücut bulmuş yapılar var! Bir yapı henüz vücut bulmamışken Rububiyet ve Rahmaniyet mertebesinin üstünde onun birçok alternatifi vardır. O alternatiflerden birisi bu Rahmaniyet, Arş ve Rububiyet süreçleri sonunda vücut buluyor. Bu nedenle bazı evliyaullah; “eğer duanızdaki bir talep o olayın alternatifler arasındaki dönemine rastlamışsa tesiri farklı olur. Duanız o olayın vücut bulmuş haline (fiil haline) rastlamışsa tesir farklı olur” demişlerdir. Duanız talebinizin manalar arasındaki henüz vücut bulmamış haline, alternatifler arasındaki haline ulaşmışsa sonuç farklıdır, vücut bulmuş haline ulaşmışsa farklıdır... Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Sana bir kâğıt verip; “On çeşit otomobil düşün” desek hemen zihninde on çeşit araba düşünürsün. Sana “bunlardan birisini çiz ama çizeceğin araç insana cazip gelen, sevgiyi hatırlatan, hoş gözüken bir araç olsun” diye bir tanım getirsek ne yaparsın? Zihnindeki o on araçtan bir tanesini seçer tanıma uygun çizersin değil mi? Senin zihnindekiler de bir nevi MANA ALEMİ’dir. Onları tarifimize göre bir süzgeçten geçirir çizersin. Biz oraya sevgiyi hatırlatan güzel bir mana koyduk diye Rahman süzgecinden geçirdin, ona öyle şekil verdin ve çizdin. Onu çizip şekil verdiğin yer RUBUBİYET MERTEBESİ’dir. Çünkü şekil veren Rab’tır. Rububiyet Mertebesi şekillendirir, montaj yapar; montaj fabrikası gibidir, ne lâzımsa onları alır monte eder. Manalardan hangisi vücut bulacaksa, hangisinin vücud bulması dilenmişse Rab onun montajını yapar. Neye göre? Rab şemsiyesi altındaki Esma’ül Hüsna imkânlarına göre montajını yapar. Sonra da onun nasıl çalışacağını, prospektüsünü ona programlar, öğretir. Ondan nasıl bir kulluk istenmişse, onun prospektüsünü yükler öğretir: Nasıl davranacağını, ne yapacağını programlar. Öğrettiği için ona Rab deriz. Mürebbiye öğreten kişidir, Rab da öyle. Rab; öğretendir, öğretmendir, yaptırandır, tarif edendir. “Ya Rabbi; Rabbim” dediğinizde bu manaların hepsi onda mevcuttur. Sen de benzerini yaparsın. Aynısını demeyelim, benzerini yaparsın. Oradan gelen bir özelliğinle sen de benzerini yapıyorsun. “On tane araba” düşündün. Tarifimizi süzgeçten geçirip onlardan o talebe uygun birini seçtin. Şimdi montaj yapıyorsun; çiziyorsun. Çizdin, o vücut buldu. Gördün mü, sende de bir Mana âlemi, bir Arş ve bir Fiil Alemi varmış! Mananda düşündün. O düşünce senin Arş’ından geçti Sen Tanrı mısın? 103 ve vücut buldu, fiile dönüştü. Bu işi yaparken sende de senin Arş’ın üstünü kaplayan bir mana var. Eğer senin Arş’ının üstünü Rahman değil de Celâl ismi kaplamışsa fiillerinin çıkışında o görülür. Mesela birisi sana seslendiği zaman sert bakarsın. Senin arşının üstündeki mana fiil bulurken, fiil haline gelirken nasıl sert çıkıyor! Allah’ın Arşı’nın üstünü gazap kaplamış olsaydı, alternatiflerden hep azaplı fiiller ortaya çıkacaktı. Ama rahmeti/merhameti gazabını geçtiği için dışarıya çıkan fiiller merhamet fiilleridir. Ama bu merhamet duygusal bakışa ait merhamet değildir. O merhamettir ki, senin hücrelerin bir arada durur! O merhamet yüzünden vücut bulursun! O merhamettendir ki sen Allah’ın seni ne kadar sevdiğini bilmezsin! Seni ne kadar sevdiğini bilmiş olsan hücrelerin dayanmaz, dayanamaz ona! Yine bir örnekle bakalım. Bir kız arkadaşından çok hoşlandın, günlerdir onu düşünüyorsun, “keşke beni sevse, keşke beni sevse” deyip duruyorsun. Sonra karşılaştınız, “seni sevdiğini” söyledi, hissettirdi. Hücrelerin ne olur bir anda? Darmadağın olur! Gözünden sevinç gözyaşları akar! Niye? Bir sevgi duydun diye! Seni sevdiğini hissettin ya! Allah seni nasıl sevdiğini sana belli etse dayanamazsın... Onun hissettirtmemesi bile bir merhamettir. Fark ediyor musun? Sana O’nu arama imkânı tanıması bir merhamettir. Farklı bir şeydir bu merhamet. Bu merhamet bir kanundur. Rahman isminin üstündekiler manalardır ve onlar Vahidiyet’tedir. Oraları ileride detaylı ele alacağız. Şimdi “Arş’ı nasıl anlamalıyız?”sorusuna cevapla işi sınırlamış olalım. Allah’ın sistemini anlamayı kolaylaştırmak için bir yöntemimiz var: “Allah bir işi nasıl yapar, nasıl yaptı?” diye merak ettiğimizde, “onu ben nasıl yaparım?” diye kendimizde onun bir modelini bulmaya çalışmak bize bir ipucu verir. Çünkü; Cüz Küll’ün aynasıdır. AYNA’yı iki şekilde düşünebiliriz: Birisi; Cüz’de ne varsa Küll’e aittir, ne varsa hepsi Küll’e aittir. Diğeri; Cüz aynı zamanda Küll’ün aynasıdır. Yani Küll Cüz’de dilediği şeyi seyrediyordur. Küll o aynada kendine ait dileği seyrediyor... -Verdiğiniz örnekteki oluşum Rahîm isminde mi gerçekleşiyor? İnsanlarda Rahîm’e sahip bir varlık var; bayanlar. Onlar Rahîm özelliğine sahipler. Rahîm ismi orada “üreten, doğuran, ortaya çıkaran” kanun olarak görülür. Bu açıyla bakıp da “Rahman ve Rahîm” dediğimizde Allah’ın Rahîm isminin nasıl bir fabrika, bir üretim yeri olduğunu görürüz. RAHİM evrende de ortaya çıkarandır. Ama Rahîm isminin tek manası bu değildir, o kadar mana içre mana var ki… Rahîm ismi öyle farklı bir şey ki aslında... Mesela bir manası şöyledir: RAHMAN çok adalet taşıyan bir isimdir, Rahman isminde 104 Yılmaz DÜNDAR adalet vardır, ama Rahîm isminde adalet yoktur. RAHİM isminin tamamen nimet olduğu söylenir. Bu manadan yararlanarak bakıldığında Rahîm isminin başka manaları açığa çıkar. Mesela, inananlara, iman nuru taşıyanlara Rahîm isminin ulaşması tamamen bu kapsamda bir ikramdır. İnanana “sen yaptıklarınla şunu hak ettin, bu senin hakkın” şeklinde değil de tamamen lütuf, nimet, hediye olan bir veriş halidir Rahim. İman nuru taşıyanlara Rahîm ismi ile ikramda bulunulurken, iman nuru taşımayanlar Rahman isminden yararlanır. Rahman’daki adalet Hak ettiğini verir. Kişi zulüm görmez. Şöyle zulüm görmez: Ne hak etmişse hakkı verilir. Var olanın, var olmanın hakkı neyse hakkı verilir. Ama iman nuru ile o yolda gayret edene muamele farklıdır. Evrendeki Sünnetullah içerisinde Rahman ve Rahîm isimleri birer kanundur, Yerçekimi Kanunu nasılsa onun gibi birer kanundur. SÜNNETULLAH YASALARI olan bu kanunlar bazen o kadar kuvvetli fark edilmiştir ki, insanlar fark ettikleri kanunları tanrılaştırmışlardır. Hatta eğer tanrılara inanılan eski dönemlerde “yerçekimi” iyi bilinseydi belki insanlar yerçekimini de tanrı kabul edeceklerdi, bir ihtimal! Eski Yunan tanrılarına bakın, Esma’ül Hüsna esintilerini görürsünüz. Fark ettikleri güçleri tanrılaştırmışlar. Vedûd ismini fark etmiş Venüs demiş, çeşitli tabii olaylar, fırtınalar... Fark ettikleri Sünnetullah kanunlarını tanrılaştırıp sembolleştirmişler, onların birer “Esma’ül Hüsna Kanunu” olduğunu anlayamamışlar! Aynı şey şimdi de yok mu? Bir kişi bilim dünyasında bir alanda gözlem yaparak, laboratuara girerek çalışır, bir şey bulur. Ne bulmuşsa, o bulduğu şey aslında bir Esma’ül Hüsna tezahürüdür. Ama o bulduğu şeyle ya bir Esma’ül Hüsna’yı fark eder veya bulduğu şeye bir tanrı ismi verir, hiçbir isim veremezse “tesadüf” der. Bugün de aynı iş devam ediyor... Bu “tesadüf” yaklaşımı günümüzde artık çok fazla kullanılmıyor. Bizim lise dönemlerimizde çok yaygın bir materyalist felsefeydi. Evrenin “tesadüfen” meydana gelmiş olduğu tezi materyalistler tarafından kuvvetle savunulurdu. Biz de o zaman veli zatların verdikleri örnekleri verip onlarla tartışırdık. Lise dönemlerimizde çok tartışırdık, yanlış yapardık, boş işti. Ama o zaman bilmiyorduk. Biz “Allah var” anlatırdık, onlar “Allah yok” anlatırdı, bayağı tartışırdık. Ama normal arkadaşlarla, bir kavga falan değil. Saatlerce günlerce, gruplar olur bunu tartışırdık. Yanlış, çok yanlış bir şeymiş! Bir hadis var: “Kim ilmi ünlü olmak için, birilerine galebe çalmak için, para kazanmak için, şöhret için yaparsa, ilmi böyle şeyler için öğrenirse o ateştedir.” Niye? Çünkü bu amaçla ilim “B” yapıya geçirilen bir poşettir. Aslında İLİM sadece Allah’ı tanımak için öğrenilir. Allah’ı tanıyabilmek ve o irtibatı kurabilmek için öğrenilirse seni Sen Tanrı mısın? 105 cennete götürür. Aksi halde ateştir. Çünkü o ilim senin “A” takdimini, sanal varlığını, poşetini öyle kuvvetlendirir ki senin için cehennem olur. Poşetlerin yeri neresidir, poşetleri ne yapıyorsunuz? Çöpe atıyorsunuz, yeri orası! İçindeki malzemeyi alıp onu çöpe atıyorsun. Sünnet’e bakın, “Allah” konusu inanmayanlarla tartışılacak, yarış yapılacak bir konu değildir. İnananlar aralarında bunları konuşarak imanlarını kuvvetlendirebilirler, ama “Allah var, Allah yok” tartışması sünnette yoktur! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem gidip de kimseye Allah’ın varlığını ispatlamamış, kimseyle böyle bir tartışmaya girmemiş. “La ilahe illallah” demiş, “kabul ettik ya Rasulallah” diyenler gelip O’nunla beraber olmuşlar, diğerleri de çekip gitmiş... “La ilahe İllallah” denince ister istemez akla “BEN” konusu geliyor. Orayı hatırda tutmak için sık tekrarlamak gerekiyor. Allah’ın yarattığı yapı da, ona sahip çıkan bu poşet te “BEN” diyor, bu yapıların ikisi de “BEN” diyor. Farkları nedir? Sahip çıkan yapı “BEN” derken “ben ilahım” diyor! Diğeri “BEN” derken “Amentü Billâhi” diyor. Amentü Billâhi ne demektir, bu aşamada onu nasıl anlamalıyız? AMENTÜ BİLLAHİ; “ben Allah hakikatini anlamaya talibim demektir. Ben “B” sırrıyla Allah’a inanıyorum. O sırrı anlamaya, kavramaya, öyle yaşamaya, o yolda fiiller koymaya talibim” demektir. “Yapacağım” demiyor, “talibim” diyor. Allah dilerse yapacak! Dolayısıyla bir kişi bu idrakla rahatlıkla “BEN” diyebilir, hiçbir sakıncası yoktur. Ama örten, sahip çıkan poşet yapının “ben ilahım” manasındaki “BEN” çok tehlikelidir. Orada bir tanrılık ilanı var. Bu tanrılık ilanı günlük yaşantıda nasıldır, yaşarken nasıl tanrı olunuyor? Ne yaparsan tanrı olursun? İleride ele alacağız inşaAllah. Öncelik bu iki “BEN”i fark etmek. O fark edilince, Allah’ın sevdiğini seven insanların “sevme sebebi”nin onlardaki hakikat olduğu, yaratılan yapıları olduğu görülür. Allah’ın sevdiğini seven yapınız sizdeki sahip çıkan yapı değildir. O “BEN” diyen yapı Allah’ı sevemez. Seven hakikat olan “BEN” yapıdır, içerideki o yapının kişiye gerçeği/hakikati hatırlatıyor olması o sevgiyi oluşturur. Sevgi sistemi böyle çalışır onlarda. Bu sevginin çalışabilmesi için temelinde korku olması çok önemlidir. Hangi korku? “B” yapının korkusu! O korkunun benzeri anneyle çocuk arasındaki ilişkide de vardır. Anne çocuğa kızar, onu iter, hatta vurur. Ama çocuk gider gene anneye sarılır. Fark ettiniz mi? Hem ağlar hem annesine sarılır. Ne kadar benzer bir korku, gelmiş anne ve çocuk arasına yerleşmiş! Annesi kızıyor diye kaçmaz, gider yine annesine sarılır. Anneyle olan bu muhabbet şuna da örnek olabilir: Sahip çıkan yapının beyindeki veri tabanı dağlanırken, o dağlama sırasındaki bir yapıyı düşünün! Dağlanırken oluşan duygu öyle bir duygudur ki, annenizin sizi 106 Yılmaz DÜNDAR sevgisiyle kuvvetle kucaklayıp sıkışına benzer. O size ne kadar tatlı bir sıkma gelir, değil mi? Ama güreşte bir pehlivan sizi sıksa aynı sıkma öyle tatlı gelmez! Bakış açısı ne kadar farklı! Dağlanmaya bakışınız eğer “B” yapıyla olursa o sıkma size acıtma gibi gelmiyor, hatta içinize büyük bir muhabbet veriyor... Sıkma işi toprakta da öyledir. “Toprak, toprağa konanı çok kuvvetli bir sıkmayla öyle sıkar ki, onun o çığlığını, nasıl bir ses çıkardığını duysanız…” diyerek Efendimiz (SAV) o olayı bize anlatır. Bu, gerçek müminlere “annenin çocuğunu sıkması gibi” tesir edermiş. Ona bir muhabbet sıkması gibi gelen bu muamele diğerine onu kündeye getiren pehlivan sıkması gibi geliyor. -”A” dediğiniz o yapıdan kurtulmak için gün boyu kılıfsız mı yaşamalıyız? Kesinlikle! Kesinlikle! Çünkü o yaşarken önemlidir! Ancak öyle bir çaba ve öyle bir gayretle “A”nın veri tabanını yok etmiş olursunuz, inşaAllah. -Beyinde yeni hat oluşması, gün içinde “A”sız yaşamamız ölçüsünde mi? Evet, ikisi birbiriyle ilişkilidir. Beyinde yeni hatlar açıldıkça siz öyle yaşarsınız. Siz öyle yaşadıkça beyinde açılım gelişir ve sabitleşir; refleks halini alır. -O zaman beyni “doğru” mu çalıştırmış oluyoruz? “Hakikatine uygun çalıştırmış oluyoruz” diyelim. Öyle yaşadığın zaman sana verilene (sende olana) zulmetmemiş olursun, diğeri Nefse Zulüm’dür! “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” derken üç duruş vardı, onu hatırlayalım ki ilerledikçe göreceklerimize hazırlık olsun. “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” üç ana duruş ile söylenir. Çoğaltabiliriz ama üç ana kolon, üç duruş sembolü vardır. Neye göre üç duruş? İnsan-30 ayetine göre! İnsan Suresi 30. ayet bizim neye inanacağımızın temsilidir; iman’dır. Bunun tekrarı ve çok konuşulması bu yüzden çok önemlidir. İman kişide bir hayat tarzı oluşturacaktır, oluşturmalıdır! Çünkü; mutlaka ikilemlerden kurtulmuş ve artık öyle yaşıyor olmak kişi için çok elzemdir, çok önemlidir. İnsan-30 ayetinin meali “dileyemezsiniz Allah dilemedikçe” şeklinde yazılır. Aslında, ayetin esas manası bu değildir. Bu mana, üç ana duruş biçiminin ikincisidir. Ama görürsünüz ki, insanlar bu manaya bile ulaşmakta, bu manayı bile yakalamakta zorlanıyorlar. Bu ayetin meallerdeki yazılışı budur: “Siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe, siz isteyemezsiniz Allah istemedikçe.” Merak edip önemli kişilerin tefsirlerine baktım. Açıklamaların sonuna doğru lâfı yuvarlayıp es geçmişler, gerçek manayı yazamıyorlar. Çok enteresandır, tefsir yaparken, orayı yorumlarken yorumunu bile yazamıyor. Neden yazamıyor? Tespitim şu: Allah’ın söylediği onun inanışına uymuyor! Allah’ın ayette Sen Tanrı mısın? 107 söylediği onun inandığına uymuyor, bu yüzden coşkuyla ve şevkle yazamıyor. Ayet onun bildiğine ters düşüyor. Bazıları da, “bana ne derler?” diye çekinip yazamıyor. Belki de Mehmet Akif Ersoy rahmetli Kur’an-ı Kerim meali üzerinde çalışırken belki de “ben bunu yapamam” deyip bıraktı, yazmaya korktu. Rahmetli belki bu nedenle çekindi, “olmuyor” deyip bıraktı. İlk İdrak: Üç ana kolonun ilki “benim aklım var. Allah insanları inanıp inanmamakta hür bırakmıştır” der. Hürriyet’i, Hürriyet kelimesinin manasını kavrayamadığı için “Allah’ın insanları hür bıraktığını” söylüyor, insanın inanıp inanmamakta bile hür bırakıldığına inanıyor. Böyle sandığı için diyor ki; “benim aklım var. İslamiyet de akıl dinidir. Aklım, iradem ve gücüm var. Düşünebilen, yapabilen bir iradem var. Bunu iyi kullanayım diye Allah iyiyi ve kötüyü göstermiş!” Bütün bunları kim söylüyor biliyor musunuz? Yaratılan esas yapıya sahip çıkıp, “ben varım” diyen sanal zann yapıdır, o poşettir. O da vehimdir, ama vehmin zulmetidir. Yaratılan gerçek yapıya sahip çıkan bu vehim Vehim Sisteminin Zulmeti’dir, VEHİM SİSTEMİNİN SUİİSTİMALİ’dir, vehim sisteminin tehlikeli/karanlık yanıdır. İşte biz bu suiistimali fark edince ondan kurtulmak için bu duaya sarılıyoruz: “Allahümme ahricniy min zulümâtil vehmi ve ekrimniy binuril fehmi.” Ondan kurtulmak için böyle dua ediyoruz. Fark edince, Efendimiz’in bize öğrettiği bu dua ile sığınıyoruz. Bu duada Efendimiz öğretiyor: Allahım beni, o vehim sisteminin tehlikeli yanından vehim sistemini suiistimal etmekten koru ve kurtar. Bana indinden öyle bir anlayış ver, bana öyle bir nur ulaştır ki onunla bu gerçeği fark edeyim. Bu duayı yaparken aynı zamanda Bakara-257’nin kapsama alanına da girmek istiyoruz: “Allahu veliyyullezine amenü yuhricühüm minez zulumati ilen nur: Allah iman edenlerin velisidir. Onları zulmetten/karanlıktan, vehmin karanlığından alır Nur’a çıkarır.” Vehim sistemini suiistimal etmiş ve bu suiistimal sonunda da tanrılığını ilân etmiş ama farkında olmayan bu yapı diyor ki: Benim müstakil bir aklım ve iradem var. İrademle iyi şeyleri yaparım, kötüleri yapmam. Böylece, iyi işleri yaparak cennete giderim, kötüleri yapan da sonucuna katlanır. Allah onlara cehennemi lâyık görmüştür. İlk kolon budur. Böyle inananlara hiç rastladınız mı? Böyle inanan birisi bu ayeti nasıl yorumlasın? Böyle inanan bir Profesör Kur’an meali yazıyorsa bu ayeti nasıl yorumlar, nasıl tefsir eder? “Siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe” meali bile onun inanışına uymaz ki! Böyle düşünen/inanan bir yapının Fatiha okurken, “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derkenki duruşu şöyledir: Allah’ım ben kimseden istemem, yalnız senden isterim. Karar verdim, esas istenecek sensin, seni seçtim ve senden istiyorum. Başka şeylerden korkmu- 108 Yılmaz DÜNDAR yorum, yalnız senden korkuyorum. Yine karar verdim yalnızca sana ibadet ediyorum. Hep kendisi karar veriyor! Bu yapının “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” duruşu budur. Bu bilince “ilk duruş biçimi” dedik ama bundan önce de bir duruş vardır, onu geçiyoruz. O EVRAK MEMURLUĞU’dur! “Fatiha bitti, şimdi sıra zammi sure evrakında, o bitti şimdi tesbihat, şimdi salâvatlar...” diyen evrak memuru! O idrakı geçiyoruz, o duruşu hiç saymıyoruz. Ele alacağımız üç ana duruşta hiç değilse bir bilinç var. İlk bilinç İnsan Suresi 30. ayet mealine hiç yaklaşmayan bu idraktı. Allah’ın “dileyemezsiniz Allah dilemedikçe” kuralına/kanununa yaklaşamayan bir idrak! Niye? Çünkü tanrı! Tanrı veremez! “Ben” der, “benim” der veremez. “Tanrılığını terk et” dersin, o gider oyuncaklarını terk eder! Esas terk etmen gerekeni terk edeceksin! ESAS TERK ETMEN GEREKEN sahip çıkan poşettir, bu sanal zann yapıdır! Onu vereceksin, o poşeti çöpe atacaksın! Sen oyuncaklarını vermeye çalışıyorsun, oysa tanrı duruyor. Onları dağıtan, onlarla oynayan tanrı duruyor! Vermen, terk etmen gereken o! Ama tanrı veremez: “Aklımı vermem, irademi vermem, benim onları veremem...” Bir türlü veremez! Veremiyor... “Onlar benim” diyor. İşte ilk duruş budur: “A” yapısının duruşu! İkinci İdrak: “Allah ötede uzakta değil içimizdeymiş” deyip O’nu içine hapseden yapının duruşudur. Bu içine hapsediyor. Esma’ül Hüsna kompozisyonu olan yapısını, Rabbini, ne varsa hepsini içine hapsediyor. Kendini de “çaresiz” ilân ediyor: “Biz kulların elinde hiçbir şey yokmuş, biz ne istesek boşmuş!” Buradaki “biz ne istesek boşmuş” diyen kim? Gene o tanrı! Ama şimdi o zavallı! Tanrı tanrılığını zavallılaştırdı. Önceki “benim gücüm var, müstakilim” diyen tanrıydı, bu “çaresizim” diyen zavallı tanrı. Bu şöyle diyor: Ben dileyemem Allah dile. O diledikten sonra ben dilerim. Yani izni O’na verdi. O diler sonra da bu diler. Bu da bir “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşudur. Adı da ÇARESİZ DURUŞ’tur. Aslında “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşu çaresiz bir duruş değildir, ama bu idrak böyledir. Yanlıştır ama diğerinden ileridir. Diğerindeki ambalaj öyle kalın ki içi gözükmüyor. Ama bu poşet hiç değilse şeffaf; içindeki kumanda gözüküyor! Üçüncü Hal: “Dileyen YOK illa Allah” anlayışıdır. Dikkat ederseniz, hem birinci hem de ikinci yapıda tamamen bir ikilik var, Allah’tan ayrıca ikili bir sistem var. Bu üçüncü duruşta “dileyen yok”tur. Bu yüzden bunun adı “LA İLAHE” DURUŞU’dur. La ilahe illa Allah: Ma teşaune illa en yeşaAllah: Ma tevfikî illa Billah” ifadelerinin hepsinin aynı şablon olduğu görülüyor değil mi? İşte bu üçüncü “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşu böyledir: Dileyen yok illa Allah... Sen Tanrı mısın? 109 Şimdi soruyoruz: İnsan-30. ayete, “dileyen YOK, illa ALLAH” manasıyla yaklaşan bir kişi “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derken hangi düşünce ve halle der? Oysa kişiler hem “dileyen YOK, illa ALLAH” diyor, hem “yalnız senden diliyorum” diyor. Dileyen yoksa sen nasıl “ben yalnız senden diliyorum” dersin? “Yalnız senden diliyorum” demek bile bir talep değil mi? “Allahım yalnız senden diliyorum” dediğinde bir dilekte bulunmuş oluyorsun. Oysa sen bu ayete “dileyen yok” manası verdin. “Dileyen yok” demenin aslı şudur: Öyle diyen yapıyı var sanıyordun, işte o yapının olmadığını, onun YOK olduğunu gördün! O yapı vehmin zulmetiymiş, vehmin suiistimal edilmesiymiş, anladın, şimdi ondan kurtuldun ve diyorsun ki: Dileyen YOK illa ALLAH. Bu bilinçle sarılıyorsun: “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym... Öyle bir rol ver ki Allahım, ben bu var olan halimi de, yani şu an seni tanımaya çalışan halimi de yok edeyim. Bana O’nun Vahidiyetini Ehadiyetini yaşat. Öyle bir rol ver ki, ben o rolde yürürken yol oraya gitsin: İhdinas sıratal müstakiym! Nasıl isteyeceğimizi bize kendisi öğretiyor. Ne güzel değil mi? Elhamdülillahi Rabbilalemiyn... Özetlersek: Birinci sütun “ben ilahım, bana ait özellikler var, gücüm var, ben yaparım” diyen ilahlığını ilân etmiş duruştur. İkincisi zavallı ilahtır. O gücünü kaybetmiş, güçleri olmayan tanrıdır. Bu yüzden de çaresizdir. Bu ikincisi boynunu büküp Allah’a teslim olmuş ilah duruşudur. Üçüncü duruş farklıdır; orada dileyen yoktur. Bu yüzden o “La ilahe” duruşudur. Allah’a gerçek teslim olmuş haldir. Teslim olan bu yapı Allah’ın yarattığı yapıdır, çünkü ancak o teslim olabilir. Kur’an-ı Kerim ona seslenir, teslimiyet yolunda olana seslenir. Kur’an’da Allah’ın hitap edip de “siz” dediği odur, sanal sahip çıkan yapı değildir. O yapı tamamen sistem dışıdır. “Siz” diye hitap ettiği, “teslim ol” dediği, Allah’ın kendi yarattığı yapıdır. Dikkat ederseniz, hem birinci hem ikinci idraklarda Allah’tan başka ikili bir sistem var. Ama üçüncü duruşta dileyen yok! Olmadığı için o “La ilahe duruşu”dur! Bu idrakları “ma tevfiki illa Billahi” ayeti açıklanırken de fark ederiz. O ayete mealen denir ki: “Başaran ben değilim Allah başarttırıyor! Allah diliyor ben başarıyorum.” Böyle manalar verilir ama bu mealler hep ikilik içerir. Halbuki “ma tevfiki illa Billah; başaran yok illa Allah” demektir. Ama bu gerçeği herkesle nasıl paylaşılır ki? Günlük yaşantıda bu ancak onu bilene söylenir, bilmeyene içinizden söylersiniz, yani işinizi o davranış biçimiyle, o idrakla yapar geçer gidersiniz. Size “bu işi çok iyi başardın” dediklerinde “teşekkür ederim” dersiniz ama bu idrakla! “Ma tevfiki illa billahi; başaran yok İlla Billah”ı içinden yaşarsın! Sistem öyle çünkü. Bu üç idrakın her birinin 110 Yılmaz DÜNDAR kendine göre bir “iyyaKE na’budu duruşu” oluşundan hareketle; “salât ikamesi bu kader bakış açılarıyla ilişkilidir” denebilir. Yani kadere bakış nasılsa, salâtı ikame ediş öyledir. Tefekkür sırasında yaşanabilecek bir halden bahsedeyim. Kişi “Amentü Billâhi” hakikatina uygun “BEN” halindeyken “Allahım BEN sensin” diyebilir veya “sen BENsin Allahım“ da diyebilir. Hallac-ı Mansur’un bir anda “Ene’l Hakk” demesi gibi, onda böyle düşünce açılımları oluşur. Ama “sen BENsin” demekle, “BEN sensin” demek farklıdır. “BEN sensin” kişiyi tehlikeye götürür. “BEN sensin” demek bir iddiadır; “BEN Allah’ım” demektir ve yanlıştır. Bu nedenle sistemi anlatırken; “ben Allah’ım, ben O’yum” gibi cümleler kurmak yanlıştır. Diğeri (“SEN bensin”) bir bakış açısıdır, bir yorumdur, Allah’la sohbet sırasındaki bir tarzdır. “Sen bensin” düşüncesi, kişinin kendisinin yok olacağını, zaten yok olduğunu, varlığın bir nevi hayal olduğunu itiraf halidir. -Allah’dan gayrı bir “ben”lik iddia edilemeyeceğine göre, meallerde geçen “Allah yapıp edenlerin en hayırlısıdır” gibi cümleleri nasıl düşünmeliyiz? Aynı şey meallerde “merhamet” kelimesi için de geçerlidir, “Allah merhamet edenlerin en merhametlisidir” gibi geçer. Oraları okurken “en hayırlısıdır, en merhametlisidir” değil de “gerçek merhamet edendir” gibi bir mana ile bakmak güzel olur. Sanki “başka merhamet edenler var ama Allah’ın merhameti daha büyük, en büyük merhamet O’nun” gibi bir bakış doğru olmaz. “Allahım en büyük sensin” der gibi bir bakış açısı doğru olmaz. Ona “tercüme hatası” diyelim ama o zaman akla şu geliyor: Bir Arab onu okuduğu zaman acaba nasıl anlıyor? Onun anladığından farklıysa o zaman “tercüme hatası” denebilir. Bu MANA HATASI’dır. Çünkü onu Arab olup okuyan da belki öyle anlıyor. Öyleyse o bir mana hatası demektir. Manayı [Tevhid’i] kavrayamamaktan kaynaklanan BAKIŞ HATASI’dır. Tevhid’i kavrayan; “öyle mana olamaz” der. Daha okurken öyle diyorsunuz. Neden? O mana Tevhid anlayışınıza uymadı. Siz öyle yazmazsınız. Onu yazan Tevhid’i kavrayamadığından öyle yazıyor. Bu kavrayamayışın ipuçları başka ayetlerde de görülür. Onlara Tevhid’e uygun mana ile bakın inşaAllah. -”İhdinas sıratal müstakiym” derken herkesin Sırat-ı Müstakiym’i farklı mı? Şöyle düşünürsek mutlaka farklıdır: Farklı olan hakikat değil, hakikate ulaşma yoludur. Bu manada bakarsak o yollar mutlaka farklıdır. Bunu, her nefs kadar yol vardır, hatta HER NEFES KADAR YOL vardır şeklinde yorumlayanlar vardır. Sen Tanrı mısın? 111 -Bu insan dışındaki canlılar için de söz konusu mudur? İnsan dışındaki canlılar kendi Sünnetullah’larına tabiler. Onların tabi olduğu Sünnetullah’ın seyri farklıdır. Onlar da tabi oldukları sistem içerisinde bir görevle gidiyorlar. Ama insandaki Sünnetullah farklı, insanın tabi olduğu farklı. Orada farklı bir seyir hali var. Onun dönüşü, dönüşümü farklı! Neye, nasıl iman ediyoruz? Şimdi biraz bunun üzerinde duralım. İman ettiğimiz şeyi, iman konusunu akıl ve ilimle çok birleştirmek lâzım. İmanımızı kuvvetlendirmek için “neye iman ettiğimizi” iyi bilmeliyiz ki iman kuvvetlensin. Aksi halde imanı kuvvetlendirmeye çalışmak insanın kendi kendini gaza getirmesi gibi bir şey olur. Neye iman ettiğini bilmiyor, ama onu kuvvetlendirmek için kendini gaza getiriyor. Bir ara azalıyor, sonra tekrar kendini gaza getiriyor. Bu faydalı mıdır? Doğru yolda olduğu için gaza getirmesi faydalıdır, bu yolda ilerlemiş olur. Ama İSTİKRAR olmaz! Bu yüzden yorulur, bazen hızlı koşmaktan bazen durmaktan yorulur. Ama neye iman ettiğini ilim ve akılla birleştirerek yakalamaya çalışırsa iman ettiği şey onda yavaş yavaş sabitleşir; tereddütsüz, sabit ve hayatının önceliği haline gelir. Bu olmadığı için iman ettiğimiz şey HAYATIMIZIN ÖNCELİĞİ olamıyor, o lüks gibi kalıyor, başka şeyler daha öncelikli hale geliyor. Onun için salât ikame etmek öncelik olamıyor. Ondan daha öncelikli bir şeyin olmadığını fark ettiğinizdeyse geri dönüş yok... Onun ne kadar öncelikli olduğunu, geri dönüşü olmayan o andan önce, o noktaya gelmeden fark edelim. “Neye iman edeceğiz?” sorusuna cevap aramaya başladığımızda karşımıza ilk çıkacak şey “cehennem” olmalıdır, “cehenneme iman etmek” olmalıdır, işe başlarken bu şarttır: Cehenneme iman edip ondan korkmakla başlamak şarttır! O iman bize bir korku getirecek, bizi motive edecek. O korkudur ki bazı şeyleri yapmamızda bizi diri ve canlı tutar. Bunu şöyle benzetelim: Doğu illerimizde nöbet tutanlar kırk yıl önceki gibi mi nöbet tutuyor? Kırk yıl önce kim bilir ne kadar rahattı? Ha doğuda ha batıda, fark etmiyordu. Ama şimdi, İzmir’de nöbet tutanla Hakkâri’de nöbet tutan aynı duyguda mı? Hakkâri’de nöbet tutan daha uyanık! Çünkü korkuyor! Düşman gelebilir, saldırı olabilir diye bir korkusu var! Cehennemle ilgili de öyle bir KORKU oluşmalı. O korku sizi daima uyanık ve diri tutar. O korku varsa siz hayatınızın her noktasını, her anını cehennemle ilişkilendirirsiniz. Ancak böyle! Zühruf; 36 ve 37. ayetleri hatırlayın: “Rahman zikrini bırakanlara can yoldaşı bir cin, bir şeytan veririz. O nihayet yaptıklarını doğru zanneder.” Kişinin KENDİNİ DOĞRU YOLDA SANMA’sı ne kadar korkunç ve tehlikelidir, ne büyük bir felâkettir! Nasıl düzelteceksin, nasıl? Doğru sanıyorsun! Bu doğru sanışı yüzünden insan önce- 112 Yılmaz DÜNDAR liğinin ne olması gerektiğinin farkında değildir. ÖNCELİK cehenneme iman ve ondan korkmaktır. Onun için yatarken Korunma Duasını okumak, herhangi bir uyanmada tehlikeyi bilip korunma dualarını okumak, gündüz onları okumak hep çok önemlidir. Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Sizden önceki hiçbir ümmete Felak ve Nas sureleri gibi bir hediye verilmemiştir.” Kimseye verilmemiş bir şey size veriliyor! Sadece bize verilmiş böyle hediyelerden birisi de Rükû’dur. Şanslıyız, Elhamdülillah... İman konusunu şimdilik şöyle tamamlayalım: İman’a yaşadığımız dünyanın, sistemin bilimsel argümanlarıyla bakabilmemiz lâzım ki; neye iman ettiğimizde şüphemiz olmasın, imanda kuvvetli olalım. Çünkü iman ettiğimiz şey hayatımızın önceliklerini belirliyor. Ona göre yaşıyoruz, ona göre “önceliğim bu” diyoruz. O iman yüzünden önceliklerimizden taviz vermemeyi öğreniyoruz. Onları göreceğiz. Bir tövbe ve dua ile bitirelim. Mantalite olarak kabul edilmiş ve övülmüş tövbeler vardır. Hz. Âdem aleyhisselam’ın tövbesi, Hz. Yunus aleyhisselam’ın tövbesi, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in vefatını hissettikten sonra yaptığı tövbe gibi... Şimdi biz bir kompozisyon yapalım ve duamıza Hz. Âdem aleyhisselam’dan başlayıp Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e getirelim. Sonra da Yaradan’ın “şöyle sığının” dediği şekilde sığınalım. Bu sığınmayı hem kullandığımız dilde hem de orijinal şekliyle yapalım: Rabbimiz biz nefslerimize çok zulmettik. Eğer Sen bağışlamaz ve merhamet etmezsen biz hüsrana uğrarız. Biliyoruz ki; illâ Sen! Var olan Sensin ve Sen Sübhansın: Her şeyden münezzehsin; tanıdığımız bildiğimiz her şeyden münezzehsin; ne sanıyorsak, ne biliyorsak öyle değilsin. Biz o manaların hepsini ifade etmek için “Sübhanallah” diyoruz: İşte öylesin. Ama biz nefsine zulmedenleriz. Seni “Sübhanallah” diyerek ve “takdir, hüküm sana aittir” diyerek tesbih ediyoruz, Sen bizim tüm yanlışlarımızı ört. Bizim ulaşmamız da, dönüşümüz de Sana’dır. “Dileyen yok, illâ Allah” duruşuyla biz salâtlarımızda “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” deriz, Senin orada belirttiğin Doğru Yol’u Senden isteriz, bizi oraya sabit kıl. En’amda bulundukların, ikramda bulundukların var ya, işte bizi onların yoluna sabitle. Bizi sapanlardan ve nankör olanlardan yapma Allahım... Rabbena zâlemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel hasiriyn. La ilahe illa ENTE SubhâneKE, inniy küntü minez zalimin. Sübhanallahi ve Bihamdihi Sübhanallahil aziym, estağfurullah ve etubü ileyh. “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, ihdinas sıratal müstakiym, sıratellezine en’amte aleyhim ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn”. Âmin. El-FATİHA 16 Zilkade 1428 / 24 Kasım 2007 Duyacağınız yeni bilgilerin ve size gelecek ilhamların Rahmani bilgi ve ilhamlar olması için, o doğrultuda hareket etmeniz için, şeytani yanılgılara düşmemeniz için bu tür konuları anlatanlar hakkında TEREDDÜT etmek, İSTİHARE yapmak önemlidir. Bu tereddüt sorgulama içindir. Bu süreçte “Rabbi inniy messeniye’ş şeytanü binusbin ve azab, Rabbi euzü Bike min hemezati’ş şeyatıyni ve euzü Bike Rabbi en yahdurun, Ve hıfzan min külli şeytanin marid” ayetleri, İhlas, Felak ve Nâs Sureleri çok önemlidir. Yeni şeyler duymak, yeni bilgilerle karşılaşmak yeni bir mücadelenin de başlaması demektir. O mücadele içerisinde de korunma sure ve ayetleri çok önemlidir. İçimizden üç İhlâs, bir Felak, bir Nâs okuyalım. Konular ilerlerken zaman zaman “Rabbi inni messeniyeş şeytanü..” ayetlerini okumanız faydalı olur. Aslında bu konunun başlangıç noktası La ilahe illallah, gelişmesi La ilahe illallah, sonu da La ilahe illallah’tır. Kelime-i Tevhid’in üstündeki “idrak perdelerini” açmaya gayret ediyoruz. Mümkün olduğunca işimiz hep bu! Hayatımızın EN ÖNEMLİ TEK ŞEY’i o çünkü: La ilahe İllallah! Öğrendik: La ilahe (tanrı yok) illa Allah. “Var” bile demedik, “var” demeyi ikilik gibi gördük. Var olan birisi “Allah var” diyerek bir tespitte bulunuyor, Allah’a sınır koyuyor gibi olmasın istedik. “La ilahe (tanrı yok) illa Allah” derken “var” kelimesini kullanmadığınızda zihninizde bir tesbit eden, bir sınır koyan, o anlatımı sunan ikilik de kalkmış oluyor: La ilahe (tanrı yok) illa Allah! Uzun süre bunu gündem yaptık. Çok açık, çok çıplak, çok net açıkladık ve hep de bunu konu yapacağız. İlkin “La ilahe (tanrı yok) illa Allah” dedik. Sonra “tanrı yok”tan kastımızın “Sen yoksun, illa Allah” olduğunu paylaştık. Böylece Kelime-i Tevhid’in üstünden bir katman daha çekmiş olduk. Eğer kişi “La ilahe illallah: Tanrı yok illa Allah” derken tanrıyı ötesinde berisinde tapınılan bir şey sanıp “onlar yok, illa Allah” derse esas tanrıdan perdelenir. “La ilahe illallah; tanrı yok illa Allah” cümlesindeki esas maksat, ilan edilen tanrının, ilan ettiğin ilahın yokluğudur. Kişinin yaratılmış olan Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve oradaki Rab gücüne sahip çıkıp; “BEN” varım, oradaki güçler de benim” demesiyle ilan ettiği ilahlık yok, İlla Allah! 114 Yılmaz DÜNDAR Hep bunu anlatmaya çalışıyoruz. Şimdi ondan bir örtü daha kaldıralım. Çeşitli anlatımlarda rastlarsınız: Cennetin kapısında “La ilahe illallah” yazılıdır. Bu, cennetin bir kapısı var ve o kapıda da böyle bir yazı var demek değildir. Göreceğiz, öyle bir mana var. Nasıl bir şeydir bu? Havaalanları gibi önemli yerlere girerken güvenlik geçitleri vardır, üstünüzde tehlikeli bir şey varsa oradan geçemezsiniz ya, işte o ifade böyle bir manadadır. Öyle bir alan var ki, Kelime-i Tevhid o alanın manasıdır, La ilahe illallah o alanın ismidir. “Cennetin kapısında Kelime-i Tevhid yazılıdır”ın manasını size farklı ve hiç söylenmemiş bir örnekle anlatmaya çalışayım inşaAllah. Genç arkadaşlarımız heveslendiler, bir eğlence yerine gittiler. Tam girecekken bir yazı gördüler, “Damsız Girilmez” diyor. Onu okuya okuya girebilirler mi? Bir şart var ve o şart yoksa “girilmez” diyor. Baktı ki dam yok, “giremeyiz” der. Yani o yazıyı okumakla oraya girip giremeyeceğini anlar, değil mi? O yazıyı ve manasını göre göre girmeye kalkmaz! O yazı ona “dam yoksa buradan geçemezsin” diye bir şart koşuyor, onu okuyarak geçmesi mümkün değil, “damsız girilmez” cümlesini söyleye söyleye oraya giremez. İşte CENNETİN KAPISI denilen idrak sınırında yazan mana da budur: La ilahe illallah! Geldin o yazıyı okudun. Ona bakıp “ben biliyorum; tanrı yok, illa Allah” deyip geçeceğin bir şey değildir o! Aslında oradaki “La ilahe illallah” şu demektir: Tanrı giremez, illa Allah! Bu manayı idrak ettiyseniz bir örtüyü daha kaldırmış oluruz: Demek ki “La ilahe illallah” çok söylenecek bir şey değildir. “Damsız Girilmez” yazısını görüp durmadan “damsız girilmez, damsız girilmez” demek gibi olur. Yüz defa, bin defa söyle, fark etmez! O cümle sana bir şey diyor: Sende şöyle bir şey yoksa buradan giremezsin! Cennetin kapısında yazan mana demek ki budur: La ilahe (buraya tanrı giremez) İllallah. Buradan tanrı geçemez, İlla Allah. Fark ettiniz mi, izah edebildim mi? Ne kadar iyi insan olursanız olun, size ne kadar “aferin” denirse densin, eğer tanrıysanız geçemiyorsunuz. Çünkü öyle yazıyor: La ilahe (tanrı giremez) İlla Allah. Kişi tanrı olduğunu ne zaman anlar? Tanrılığını ilan eden yapının ismi nereden itibaren tanrıdır? Ona “sen tanrısın” muamelesi ne zaman başlar? Ölümü tattığı an! O andan itibaren o “A” yapının ismi “tanrı”dır. Dünyada dünya yaşantısı gereği TANRI ismi çeşitli isimlerle örtülmüştür. O, birbirimize verdiğimiz isimler ve o isimler altında ilan ettiğimiz müstakil davranış biçimleriyle örtülmüştür. “Fark edin, bu tanrılıktır/ilahlıktır” diye izah etmeye çalıştığımız hep budur. Onun isminin İlah/Tanrı olduğunu anlatmaya çalışıyoruz ki, iş işten geçmeden öğrenmiş olalım. Şimdi kullandığımız isimlerin Sen Tanrı mısın? 115 kalkıp genel ismin kullanıldığı, genel muamelenin başladığı yer (size tanrı olup olmadığınıza göre davranılacak yer) ölüm sonrasıdır. Eğer kişi tanrıysa ölümü tattığı andan itibaren KABİR onun için cehennemden bir çukur olur. “Tanrıların mekânı cehennemdir” demiştik. Cehennem tanrıların yaşadığı mekândır. CEHENNEM; La ilahe, CENNET; İlla Allah! Bu yüzden cennete tanrı giremez; illa Allah ortamına La ilahe kapsamı giremez. Çünkü cennet mevhumunun içinde tanrı yoktur, oraya tanrı giremez, hiçbir şirk oradan giremez! Şirk olan bir mana, şirk olan bir bakış açısı, bir hayat, şirk olan bir iddia cennet hali değildir. CENNET HALİ; İlla Allah! CEHENNEM HALİ; İlah! İlan edilmiş ilahların tümü bu kapsamdadır. Yakaladığımız yeni mana budur: La ilahe (tanrı giremez) illa Allah. Öyleyse, ilahlık ilanı halini yaşarken çok iyi fark etmek, çok önemsemek gerekiyor ki, ilan edilen ilah kapsamından kurtulabilelim. Eğer o fark edilmezse, bu bilgileri ilan ettiğin ilaha öğretirsin, İslamiyet’i ilan ettiğin ilaha yaşatmaya çalışırsın. Ama ilahın yaptığı işlerin bir önemi yok! “La ilahe illa Allah”ın manasını düşünürken “ben bir tanrı kabul etmiyorum, cennete tanrı olarak gördüğümüz şeyler giremez” diye düşünmek yanlış olur, öyle düşünmemek lazım. Kast edilen mana “kabul edilen tanrılar” değil “ilan edilen tanrılık”tır, “ilan edilen ilahlık”tır! La ilahe: Tanrı giremez; tanrılık ilan etmiş halin giremez, işte o giremez! “O gün onları ve Dûnillah taptıkları şeyleri toplar ve “bu kullarımı siz mi saptırdınız, yoksa kendileri mi yoldan saptılar?” der.“ (Furkan-17). “Onlar: “(Hâşâ) Sübhanallah! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yaraşmaz. Fakat Sen onlara ve babalarına nimetler verdin de sonunda Seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir millet oldular” derler.” (Furkan-18). Demek ki, yeri geldiğinde EDİNİLEN İLAHLAR, tanrılar; “biz öyle bir şey yapmadık, öyle bir iddiada bulunmadık” diyecekler. Ama İLAHLIĞINI İLAN EDEN kurtulamayacaktır! Hz. Ebu Bekr es-Sıddıyk radıyallahu anh: “Ben neye bakarsam önce Allah’ı sonra baktığım şeyi görürüm” diyordu, hatırladınız mı? Demek ki o, herhangi bir şeye baktığında önce hakikati daha sonra baktığı şeyin kendisini ne sandığını veya bizim onu ne sandığımızı görüyor. Herhangi bir insana baktığında önce ondaki hakikati, sonra onun kendini ne sandığını görüyor, “o kendisini Ayşe sanıyor” diyor. Bir çiçeğe bakıyor, ondaki hakikati görüyor, sonra onu ne sandığımızı (çiçek sanışımızı) görüyor. Önce hakikati görmek, sonra ne sandığımızı görmek çok önemlidir! Bu sıralama neden önemlidir? Genellikle tersini yaptığımız için! Önce “onun kendini ne sandığını veya bi- 116 Yılmaz DÜNDAR zim onu ne sandığımızı” görürüz. Sonra tefekkür eder; “biz ona çiçek diyoruz, bu arkadaşa Ali diyoruz ama aslında onun hakikatinde bu var” deriz. Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh’ın bakışına dikkat edecek olursanız sıralama farklı! İnsan onun bu bakışını duyunca hızla “ben de öyle yapıyorum” gibi düşünür, halbuki değil! Sendeki mekanizma terstir! Ters! Hz. Ebu Bekr baktığı zaman önce hakikati, sonra gördüğünün kendisini ne sandığını, onu çevrenin ne sandığını görüyor. Bu nasıl oluyor, onu basit bir örnekle açalım: Beni bir süredir tanıyorsunuz. Diyelim ki benim farklı bir işim daha var, aynı zamanda bir tiyatroda gösteri yapıyorum. Zaman zaman karşılaştığımız için de bir oyun olunca size davetiye dağıttım, siz de geldiniz. Ben sahneye “A” rolünde çıkacağım. Ben sahnede görününce siz beni mi, yoksa rolümü mü önce görürsünüz? Önce tanıdığınız beni görürsünüz değil mi? Sonra da rolümü konuşursunuz; “A rolünde çıktı” dersiniz. Hiç tersi olur mu, mümkün mü? Eskilerden meşhur bir artist düşünelim, Ayhan Işık bir kahraman rolünde çıkmış olsun. Onu uzun süre seyredip seyredip, filmin sonuna doğru “aa, bu Ayhan Işık’mış” der miyiz? Daha o sahneye çıkar çıkmaz “Ayhan Işık çıktı” deriz. Hz. Ebu Bekr’in söylediği bundan farklı değil ki! Bu, bizim hayatta yapabildiğimiz bir şey zaten. Ama dikkat edin; biz, Allah söz konusu olunca tersini yapıyoruz. “Bir normal yaşantı bir de Allah var” gibi davrandığımız için Allah’ı normal yaşantımızın hep dışında tutuyoruz! Bazı insanlar zaman zaman efkârlanmak ister, biz de dindar olmak istediğimizde “Allah var” diyoruz. Bir aktör bile söz konusu olduğunda bu mekanizmayı düzgün çalıştırıp önce kişiyi sonra da rolünü görüyorsun. Hz. Ebu Bekr de aynısını yapıyor, ama Allah yolunda! Önce onun hakikatini görüyor, sonra da “o dünyada şu rolde” diyor. Çok dikkat edelim: İki şey var. Birisi ROLÜN. Diğeri o rolün gücünden yararlanarak KENDİNİ NE SANDIĞIN! Çok önemli! Hakikat açısından rolü size “B” diye anlattık. Bu “B” yapıya sahip çıkıp “bunlar benim” diyen hali de kendini “A” sanışın diye tanımladık. “A” yapı kendini ilah sanmaktır, kendini tanrı ilan etmendir. O yüzden ona “La ilahe” denir. Gerçekle tanışmamız şöyle başladı: Önce duyduk ki; tanrı yok illa Allah. Sonra tanrı kelimesinin açılımlarını yaşadıkça gördük ki; tanrı yalnızca ötemizde berimizde tapmak için edindiğimiz şeyler değilmiş. Oysa ilk duyduğumuzda “hayatımızda öyle şeyler yok” diye rahattık. Tanrının ne olduğunu araştırmaya, fark etmeye başlayınca gördük ki, Şirk-i Hafi denilen çok önemli bir şey var. Şirk-i Hafi’nin ne olduğunu ve onun hayatımızdaki yerini araştırınca da gördük ki; o bizim halimizmiş. ŞİRK-İ HAFİ; “La ilahe (tanrı yok)” derken bahsedilen tanrının kendimizde ilan ettiğimiz halidir. Sen Tanrı mısın? 117 TANRI denilen, var olan Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve oradaki Rab gücüne sahip çıkandır. İLAHLIK; “Ben varım ve bu güç benimdir” demektir. Bu idrakla birlikte Kelime-i Tevhid’in manasına aynı pencereden bakmaya başlamış oluyoruz. Artık üzerinde anlaştığımız, hemfikir olduğumuz bir Kader Anlayışı var. Bu anlayış olmadığı zaman bu cümlelerin anlatılabilmesi de anlaşılabilmesi de kolay ve mümkün olmuyor. Kelime-i Tevhid anlattığımız şekilde anlaşılmazsa ne olur? Herşey farklı olur. Duanız, salatınız... Tanrılığını ilan etmiş kişinin işleri yolunda gittiği sürece hiç aklına Allah ve dua etmek gelmez. Yok mu böyleleri? Ömrünün tamamı böyle olmasa da uzun süre böyle yaşayanlar yok mu? Aklına Allah gelmiyor, dua etmek, yönelmek gelmiyor! Çünkü ilan ettiği tanrının gücüyle işleri yürütüyor. Ne zaman ilan ettiği tanrının gücüyle yapamayacağı bir işle karşılaştı, o zaman bir üst tanrı olarak Allah’a müracaat ediyor! Yaşadığı yerde o üst tanrının ismi Allah’sa, Allah’a müracaat ediyor: “Ey Allahım (ey üst tanrım, ey üst makamım), şu noktadan itibaren gücüm yetmedi, bu işi sen yap” diye tarif eder, bir sipariş verir. Tanrılığını ilan etti, gücünün yetmediği işleri üst tanrıya sipariş etti, bu işe de DUA diyor! Yanlış bir yaklaşım olmasına rağmen onun duası/istekleri kabul olur mu? Olur! İsteklerin kabul olması ayrı bir şeydir! Bizim anlatmaya ve fark etmeye çalıştığımız şudur: Sistem içerisinde böyle bir dua yoktur, dua bu değildir! Onun isteklerinin kabul olmasının bir değeri de yoktur. “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhidi’ne “tanrı giremez, illa Allah” idrakıyla yaklaşıyorsanız, yani o kapıdan tanrı giremiyorsa kişinin dünyaya ait tüm istedikleri olsa ne olur ki! Hedefiniz o kapıdan geçmek olduğu halde geçemiyorsanız diğer istediklerinizin olmasının ne önemi var ki? Cennetin güvenlik alanına tanrı giremiyor! O kapıda sana; “seni çok beğenip takdir ediyorlardı, aferin diyorlardı ama sen tanrısın, giremezsin!” denilecekse onların olmasının ne önemi var! “Tanrı giremez” hükmü hep gündemimizde olması gereken çok önemli bir manadır: La ilahe (tanrı giremez, tanrıya kapalı, tanrıysan giremezsin) illa Allah! Bu hitapla karşılaşmamak için tedbiri şimdi almak gerekiyor! Kişi bu tedbiri çok önceden almışsa ona ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMÜŞ derler, o bu hali daha dünyadayken yaşamıştır. Bir kişi “tanrı giremez illa Allah” mevhumunu bu dünyada yaşamaya başlarsa ölmeden önce onu başarmış demektir. Çünkü ölümle birlikte artık “tanrılık” kriterine göre muamele başlar! Tanrıların isimleri, güçleri bu dünyada farklı olabilir, onlara farklı isimler veriyor olabiliriz, ama ölümü tatmakla birlikte genel muamele başlar. Tanrılar sınıfı- 118 Yılmaz DÜNDAR na yapılan muamelenin ismi CEHENNEM’dir. Tanrıysan cehennem! Çünkü tanrıların yaşadığı mekânın ismi cehennem! Es Sıddıyk radıyallahu anh’ın cümlesine dönelim: “Ben bir şeye baktığım zaman, önce onun hakikatini, sonra onun kendini ne sandığını, ne ilan ettiğini görürüm.” Hz. Ebu Bekr (RA)ın bu bakışını uygulamaya talip olan bunun antrenmanına nasıl ve nereden başlamalıdır? Önce kendinden başlar, kendine öyle bakarak başlamalıdır. Bu bakış önce “karşıya” değildir. Bir insan bu bakışla önce kendisine bakar, ilk bakış insanın kendisinedir. Dolayısıyla önce kendine bakıp o hakikati görmelidir ki, bu çok önemlidir! Bunu nasıl pratikleştirebiliriz? Normal hayatta bunu kendime nasıl kolaylaştırırım? Kendinize “BEN NEYİM?” diye sorun lütfen. Cevap olarak da şöyle düşünelim: BEN Allah’ın düşüncesiyim, Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Tasavvuf kitaplarında bu cümleyi çok daha manalı ve kapsamlı bulabilirsiniz, biz onu günlük yaşantıya uygun bir kıvamda söylüyoruz: BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Bu bakışın antrenmanı yapılırsa o iş çok kolaylaşır inşaAllah. Bu idrakla “BEN” demekten korkmayın. Bu bakışla söylediğiniz “BEN” nefs mertebelerinin başlaması için gereken “BEN” tasavvurudur ve bu “BEN” nefs mertebelerinde ilerlerken yok edeceğiniz “BEN”dir. Bu idrak dışındaki “BEN” ise zulmani BEN olup nefs mertebelerine başlayabilmek için yok etmeniz gereken “BEN”dir. Böyle bir açıklamaya daha önce rastlamadınız! Dikkat edin, birisi nefs terbiyesine başlayabilmek için yok etmeniz gereken “BEN”dir, diğeri nefs mertebelerine başlayabilmeniz için gereken, orada ilerken yok edeceğiniz “BEN”dir. İlkini yok etmeden bu yol başlamaz, çünkü o ilahtır! Orada “BEN” derken kastettiğiniz yapı; Allah’ın verdiklerine sahip çıkarak; “ben varım, benim gücüm var, bunlar benim” diyen yapıdır. Onu yok ettiğinizde, o örtüyü kaldırdığınızda bir şey açığa çıkar: O! Zaten O’ydu, ama onun üstündeki ilah maskesini/örtüsünü kaldırdınız! Şimdi artık örtüden kurtulan yapı “BEN” diyor. Sizin şimdi “BEN” dediğiniz bu yapı; “BEN” Allah’ın düşüncesiyim, ben O’nun düşüncesindeki suretim” diyen yapıdır. Artık bir iddianız yok! İşte nefs terbiyesinde bu “BEN”le yol alınır! Nefs terbiyesi yapacak bu “BEN” yolda ilerledikçe yok olacak olan “BEN”dir. Efendimiz sallallahu vesellem buyuruyor: “DünyaNızdan bana üç şey sevdirildi”. Neden “dünyaNızdan” diyor? Çünkü insan “dünyaM” diyor, sahip çıkıyor, öyle sanıyor, bu yüzden dünyaNızdan diyerek o idraka hitap ediyor. Mesela Ay’dan birisi gelse, ona “dünyanızdaki yer çekiminden haberin var mı, sizdeki yer çekimi bizimkinin altıda biri” dersiniz, değil mi? Burada Sen Tanrı mısın? 119 anlatılmak istenen mana çok önemli olduğu için kumanda-poşet benzetmesini yeniden yapalım. Eğer varsa bir kumanda ve poşet talep edelim, lütfen. Neden kumanda? İşlevleri var, bir şey yapıyor. Bir gücü var. Bu yüzden onu yaratılan insana benzetelim diye kumanda örneğini kullanıyoruz. İnsan “B” sırrıyla yaratılan yapıdır. Onun yaratılan yapı olduğunu iyi fark edersek Kur’an-ı Kerim meallerini anlamak da kolaylaşır. “B” idrakıyla meal okurken “B sırrı”nı anlamamız kolaylaşır. Kişi “B sırrı”nı kendisinin ilah yapısı yüzünden anlayamaz, onu ilahıyla okuduğu için anlayamaz. Daha net söyleyelim: Okuyan ilah olduğu için ve ilahın Kur’an’a dokunması istenmediği için anlayamaz! Yani ona “ey ilah, Kur’an’a dokunma” dendiği için anlayamaz, fark ettiniz mi? Çünkü La ilahe; cennete tanrı/ilah giremez! İlahlık bu kadar tehlikeli bir şeydir! Ama hayat bu tehlikeyi örtecek bir cazibeyle kaplanmıştır, sistem sürekli örtmeye yöneliktir. Neden? Aksi halde bu hayat olamaz! Bu yaşantı için tanrılara ihtiyaç var. Bu hayat tanrılığını iddia edenlerle dönebilir, dünya bu tanrılarla yürür. Anlattığımız konular, ancak tanrılığını fark edip kurtulması dilenenlere cazip gelir ve o bu tanrıdan kurtulmak için çalışır, uğraşır. Diğerine cazip gelmez! Zaten onlarla yarışmayın, ortada kalırsınız sonra! Dünya sisteminde, dünya sahnesinde vehmin zulmeti+şeytanla yarışmak kolay değildir, DÜNYA diye tarif ettiğimiz yaşantıda güç onlardadır. Bu yüzden veli onlarla tartışmaz! Çünkü, çok iyi biliyor; sistem vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinin cazibesini kuvvetlendirmeye yöneliktir! Kumanda ve poşet! “B” sırrıyla yaratılan yapı, kumandayla temsil ettiğimiz yapı kendini tanımaya başladığında bakar ki kendisinde bir güç var. O RAB GÜCÜ’dür, başka bir güç olabilir mi? Esma Mertebesindeki YAPMA GÜCÜ Rab gücüdür, Rab o gücün ismidir. “Ya Rab” diye seslendiğimiz güç; Esma’ül Hüsna’nın tümünü şemsiyesi altına almış olan, ef’al âlemindeki sistemi içine almış olan Rububiyet Mertebesi’nin gücüdür, Rab gücüdür! Yaratılan yapı [mesela insan] Esma’ül Hüsna kompozisyonundan ve bir de onun yapma gücü olan Rab yapısından oluşur. O, bu gücü fark ettiğinde bu güce sahip çıkıyor, kumandadaki güce sahip çıkıyor, ona bir kılıf, bir poşet giydiriyor “o güç benim” diyor. Bu hale “A” dedik. Kişi o yapıya sahip çıkınca o “A”nın gücü, “A”nın özel iradesi, “A”nın aklı” oluyor. Sahip çıkan bu kılıf; “ben görüyorum, ben duyuyorum, ben biliyorum, ben yürüyorum” diyerek onun tüm yeteneklerini sahipleniyor. Sahip çıktığı bu hali fark etmediği için hayatı boyunca her işi yolunda giderse Allah’ı düşünmesi gerekmiyor. Ne diye düşünsün ki? Her iş tamam! Kim bu? “A” yapı. İşte İLAH bu yapıdır, Allah’ı örttüğü için ona ÖRTÜCÜ İLAH diyeceğiz. Bu “A” yapının bir dünyası var, Efendimiz o dünyada yaşayana “dünyaNızdan bana üç şey sevdirildi!” diyor. 120 Yılmaz DÜNDAR “La ilahe” olan bu poşet fonksiyonlara sahip çıkıp ilahlığını ilan ettiği için onun mekânı cehennemdir, CEHENNEM onun ismidir. “B” yapının gideceği yer ise illa Allah; CENNET ortamı! Nefs mertebeleri, nefs terbiyesi ve orada ilerleyiş basamaklarını duyarsınız. O halleri okuyorsunuz, hatta onları okumak sizi motive ediyor, size hoş geliyor. Oralardan kendinize bir ideal, bir hedef ediniyorsunuz. Eğer o işlere ilgi duyan ilahsa olmaz, nefs mertebelerini o başaramaz: Siz ilahsanız da olmaz, size anlatan ilahsa da olmaz, başaramazsınız! Dinleyen ilahtan ve anlatan ilahtan kurtulmak gerekiyor! Her ikisinin önce “A” yapıdan kurtulması lazım! NEFS MERTEBELERİ; Allah’ı anlama ve tanımadaki idrak noktalarıdır. O idrak sıçramalarını yapacak olan yapı bu ilah değildir, o yol ona kapalıdır! Neden? La ilahe: Tanrı giremez; sana kapalı! Eğer salâtı “A” yapı ikame etmeye kalkarsa olmaz, mirac ona kapalıdır! Olabilir mi? MİRAC “B” sırrıyla olan yapının işidir. İlah namaz kılarken Allah’ın önünde eğilir kalkar, “ancak senin önünde eğiliyorum, başka kimsenin önünde eğilmiyorum” der ama eğilen kalkan tanrıdır. “Namazda aklıma hiç bir şey gelmedi” der, aklına bir şey getirmeyen ilah olur. Zaman zaman aklına bir şey getiren ilah olur. Bir şey fark etmez, çünkü ilah! Bazen çok duygulanır, ağlar “hiç böyle namaz kılmamıştım” diye düşünür, ağlayan ilah olur! Hep o “A” yapı! Bu yüzden bu poşetten, bu ilahtan kurtulmak onu atmak gerekiyor, hayatta önce ondan kurtulmanın yöntemlerini öğrenmek gerekiyor. Çünkü bu yola çıkacak olan “A” değil, onunla yola çıkılamaz! Eğer o poşetten kurtulursan, onu sıyırırsan “B” sırrı denilen yapıyla karşılaşırsın: Nokta! Bu “B” sırrı yapı önemli bir hakikattir, tüm yetenekler, özellikler o hakikate aittir! Hakikatin her türlü sırrını, özelliğini taşıdığından onun için sembol bir kelime kullanırız; NOKTA. Nokta çok ilmi bir kelimedir ve “B sırrı” diye bahsettiğimiz hakikati tümüyle içeren mananın ismidir. Biz “B” sırrıyla yaratılan yapıya [kumandaya] “B” sırrıyla yaratılan birim manasına nokta diyoruz. Yaratılan birim/nokta kendini takdim ederken “BEN” der. Onun “BEN” derkenki kastı “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” demektir. “BEN” kelimesini “A” yapı da, poşet de kullanır. Onun “BEN” demesi CD’ye kaydedilmiş doğru bilgiye benzer. Onun söylediği “BEN” kopyalanmış “BEN” olup tehlikelidir, çünkü ilahın “BEN” demesidir ve “La ilahe” denen “BEN” bu poşetin söylediğidir. Oysa noktada ortaya çıkan “BEN” “İllallah” kapsamındadır. Kumandaya benzettiğimiz o yapı holografik evren anlayışından da yararlanarak yokluğunu fark edeceğiniz yapıdır. Holografik evreni okuyanın yokluğunu fark edeceği yapı “A” değildir. Eğer o sanarsanız işin içinden çıkamazsınız ve Kuantum Fiziği’yle uğraşan ilah olursunuz. Kuantum Fiziği’nin Sen Tanrı mısın? 121 deryaları neden Allah’ı bulamıyor? O bilgiyi İLAH CD’sine, poşete yükledikleri için! Kumanda ile anlatmaya çalıştığımız nokta/birim günümüzde “holografik evren” denilen SÜNNETULLAH’ı fark ettiği zaman hayreti artar. Her fark ettiği şeyde hayreti artar ve “Allah’ım hayretimi arttır” diye bir sığınışa, bir yakarışa bürünür: “Allah’ım hayretimi arttır ki; Sünnetullah’ı daha çok bileyim öğreneyim ve ona uygun yaşayayım” der. Çünkü öğrendikçe daha fazla kavrıyor ve yaşıyor. Neyi öğrendikçe? “B” yapısının da yokluğunu! “Âlemlerin, her şeyin aslı hayaldir” cümlesini gördüğünüzde tanrılık ilanı olan “A” halinizi de o kapsamda bir hayal sanarsanız olmaz. HAYAL o değildir. O zaten hiç yoktur, onu sen uyduruyorsun! “Hayal” Allah’a göre hayal olandır, “B” sırrıyla yaratılandır, kumandadır, birimdir, noktadır. Bu yapı Allah’a göre hayaldir! Sen poşete “BEN” demekten kurtulup da “B” yapıya “BEN” diyebilirsen, yani “ben Allah’ın düşüncesiyim” hali oluşursa idrak ilerlemelerine ancak bu noktadan sonra başlayabilirsin. Diyelim ki başladın ve ilerledin, ilerledin... Sonra hayal olan yapının da yokluğunu yaşarsın inşaAllah. Hayal olan yapısını var sanan birisine onu izah etmen gerektiğinde, kendine onu anlatman gerektiğinde Hz. Ebu Bekr’i hatırla: O nasıl görüyordu? Önce hakikati sonra hakikatin düşündüğü sureti, onun rolünü görüyor. Kumandayla anlatmaya çalıştığımız nokta/birim/yaratılan hakikatin rolüdür. Es Sıddıyk radıyallahu anh o rolü sonra görüyor, ona ne dendiğini veya onun kendini ne sandığını sonra görüyor. “Bu bakışın antrenmanına nasıl başlayacağız?” bunu cevaplandıracağız. Önce bu bakıştan istifadeyle Edeb’e gelmek istiyorum: “Edeb ya HU” denilen ve çok önemli olan Edeb nedir? “Es Sıddyk gibi” görebilmeye kişi önce kendinden başlamalıdır. Kendisine bakıp önce o hakikati görüp sonra da verilen rolü görmelidir. Önce kendine öyle bakarak başlayacaksın. “Önce kılıfını, kendindeki “A” yapıyı göreceksin” demiyorum, çünkü ondan kurtulmadan hakikatin rolünü görüş olmaz. Ondan kurtulmuşsan, kendine baktığında esas hakikati görür hissedersin. Buradaki “GÖRMEK” gözle değil, idrak görmesidir. Eğer; O’nun düşündüğü sureti görüp bu hakikate göre davranırsan EDEBLİ davranmış olursun. Bu yapının hakikatine göre davranan edebli olur. Hayata dönelim: İnsanlarla ilişkide kişi birisine baktığında önce o hakikati görür/bilir ve gördüğü o hakikate göre muamele yaparsa edebli davranmış olur. Eğer rolün üstüne geçirilen kılıfa göre davranırsa hakikate edebsizlik yapmış olur, EDEBSİZ diye ona denir. Kılıfın çok hoşuna gidecek davranışlar yapıyor olsa bile hakikate uymayan davranışlarsa onlar edebsizliktir. Demek ki, edebe iki yönlü bakmak lazım. Bir; insanın kendisine davranırkenki edeb, kendisinden çıkacak 122 Yılmaz DÜNDAR fiillerdeki edeb. İki; bir başkasına davranacağı zamanki edeb, o kişinin hakikate göre davranmasındaki edeb. Her iki halde de bahsettiğim hakikate göre fiiller sergileyen kişi edebli davranmış olur. Hakikate uygun fiilleri seçen kişi artık o hakikate geçirilen kılıfa göre fiil seçmez. Aksi halde sistem içerisinde edebsizlik yapmış olur. Bu yüzden, kendisine davranacağı zaman da, başkasına davranacağı zaman da sisteme uygun davranır, karşısındakinin haline göre değil. Karşıdaki kişi kendini “A” kabul etmiş ve “A” halinde yaşıyor olsa bile edeblidir. Karşısındakinin davranış biçimi ve veri tabanı ilah sistemine göre olsa bile o ona onun hakikatine göre davranıyordur. Bunu fark etmeyen kişi yaşantıda Edeb’i karıştırır! Normal hayatta edeb tanrılara göre, bu poşete göre tarif edilir, dünya hayatındaki edeb tarifi onlara göredir: “Ne edebli adam, görünce selam verir, düğmesini ilikler...” Ona neden “edebli” dendiğini fark ettiniz mi? İlan ettiğim tanrılığa saygı gösterdiği için edebli diyorum. Beni görünce düğmelerini ilikliyor, ayağa kalkıyor. Ne desek yapıyor, öl desek ölür.. Bunları diyen ve bekleyen kim? İlan edilen tanrı! İlan edilen tanrılara göre, tanrı sistemine göre bir edeb tarifi var. Tanrılığımıza hoş gelecek davranış biçimlerini edeb olarak tarif etmişiz. Ama cennetin kapısı onlara kapalıdır: La ilahe; tanrı giremez, tanrıya ait edeb de giremez. EDEB; “Edeb ya HU” denilen hakikate göre olan davranışlardır. O davranışları bilmek, önemsemek için, o fiilleri ortaya koymak için önce Edeb’i doğru tarif etmek ve iyi bilmek gerekiyor. Sonra da “benim fiillerim tanrıya göre mi, hakikate göre mi?” diye bir irdelemeye girişmek lazım. Doğru yola götüren YAKİN çok önemlidir. Bu yüzden “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” düşüncesi ve tefekkürü bu yolda düşülebilecek yanlışlardan korunmada önemlidir. Bu konularla meşgul olanların sık yanıldıkları noktalar vardır. Bir tanesi; “ben O’yum” demektir! Bu yolda açılımlar olduğunda çok yaşanan bir şeydir bu, kişi bizzat bunu söyler. Bunu idrakinde düzeltmez ve bu fikre sahip çıkarak işleri onun üzerine bina ederse yanlış yolda ilerler; o yakîn onu doğru yola götürmez! Bazen kişi tefekküründe öyle bir hal yaşar ki, bir anda her şeyinin değiştiğini hisseder. Bir anda! Bilim kurgu filmlerindeki gibi, sanki sizden farklı bir şey çıktı! O an, o kadar net görürsünüz sizden farklı bir şey var dışarıda. O an bakan, gören, duyan farklı bir şeydir! Hatta onun farklı olduğunu o an anlamıyorsunuz, o an geçtikten sonra anlıyorsunuz! O an geçiyor, geçtikten sonra anlıyorsunuz ki, farklı bir haldi o! İşte kişi “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diye düşünmesi gerektiğini bilmiyorsa o hali yaşarken “ben O’yum, ben Allah’ım” der. Bu hali Hallacı Mansur’un “Ene-l Hakk” deyişi ile de karıştırırlar. O “ben Allah’ım” Sen Tanrı mısın? 123 demedi. Yanılmıyorsam Şah-ı Nakşibend Hazretleri anılarında “o hal iki kez başıma geldi” diyor. O haldeyken aynen öyle söylersiniz; ben Allah’ım! Ama onların da söylediği gibi o yanlış bir bakış açısıdır. Bundan yıllar önce böyle bir toplantıdaydık, bir şeyler yerken bir genç çatalını kaldırdı; “yani şimdi bu Allah mı?” dedi. O zaman bir cevap verdik, o da evet dedi ama, şimdi düşünüyorum da yeterli olmamıştır gibi geliyor. Bu süreç öyle bir şey ki, her yeni öğrenişinizle birlikte bir öncekine “yanlış ve yetersiz biliyormuşum” dersiniz. Bir şey öğrenirsiniz, önceden doğru sandığınıza “yanlışmış” dersiniz. Bazen şöyle düşünceler, sorular gelebiliyor: Biz O muyuz, Allah mıyız, gördüğümüz şeyler Allah mı? İşte bu gibi, “ben Allah’ım, ben Allah’a ait bir parçayım” gibi düşünceler yanlıştır, zihni doğru yola götürmez. Doğru bir yakine gitmek istiyorsak antrenmana; “ben Allah’ın düşüncesinde suretim” diyerek başlamalıyız! İnsan bir şeye “BEN” diyecek. Öyleyse ilahlığını ilan etmemek için yanlış olmayan bir “BEN”le başlamalı, ilahlığını ilan etmediği bir “BEN” kullanmalıdır; “BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diyerek başlamaktır. Bu cümledeki “BEN”in bir gücü yoktur! Çünkü onun her hali Allah’ın düşüncesinin sureti! “BEN” dediği bu yapı Allah’ın düşüncesi! Allah’ın, düşündüğü kompozisyona verdiği isme o şimdi “BEN” diyor. Bu, ileride kalkacak olan bir tesbittir, bu tanımlama ileride kalkacaktır! Diğer “BEN” çok farklıydı. O iddiası olan, sahip çıkan, ilahlığını ilan eden bir “BEN”di. Hep çok önemli nokta şudur: İlk “BEN”den kurtulmadan ikinci “BEN”i yaşayamazsın, bu bir mekanizmadır! “BEN”lerden ilkini atacaksın ki, VAR olan “BEN” ortaya çıksın. Onun için “BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diyoruz. Bunun mütevazilikle “BEN” dememe haliyle hiç alakası yoktur. Ne atıp kurtulacağımız “BEN”in, ne de ortaya çıkacak “BEN”in mütevazilikle ilgisi, alakası yoktur. Ölümle birlikte YENİ BİR İSİMLENDİRME ve bir genel muamele başlar, tanrılığını ilan etmiş olanlara TANRI MUAMELESİ yapılır! Onlara ölümle birlikte yapılan bu muamele CEHENNEM’dir. Cehennem o muamelenin adıdır! “Ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” tesbitini yapanların da tabi tutulduğu bir muamele, bir isimlendirme vardır. O halin ismi de HAKK’dır. “Ene-l Hakk” anlaşıldı mı şimdi? “Ene-l Hakk” demek şimdi kolay mı? “Suretleri Hakk üzere yarattık, yarattıklarımızı Hakk olarak yarattık” diyen ayetler o kadar çoktur ki... “Hakk” diye seslendiğin işte o yaratılandır! Hakk olarak yaratılmış olan Allah’ın düşündüğü surettir. O suretlerin âlemine EF’AL ALEMİ (FİİL ALEMİ) diyoruz! Ef’al âlemi Allah’ın düşüncesinin suretidir, O’nun düşündüğü surettir. O surete “BEN” derken onun hakikatine uygun fiiller ortaya koyarsan, senden çıkan fiiller onun hakikatine uygun olursa o EDEB- 124 Yılmaz DÜNDAR Lİ davranış olur. O bir salâtsa o salât edebli olur. Diyelim ki kişi “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” dedi ve salât ikame ediyor. Bu anlatacağımı salâtta uyguladığınız zaman şaşacağınız şeyler hissedip yaşayacaksınız. Çünkü mesela Tekbir’i o zaman fark edersiniz. Tekbir genellikle şöyle anlatılır, ama öyle değildir: “Allahuekber deyip dünyayı elimin tersiyle geriye attım. Her şeyi geride bıraktım, tüm işleri hepsini geriye attım.” Tekbir bu değildir, bu tarif yanlıştır! Evlat, mallar ve tüm işler sahip çıkan o poşetin oyuncaklarıdır, çok dikkat edin! O namaza dururken “Allahuekber”le demek istiyor ki; “ey üst tanrım, oyuncaklarımı attım, seninleyim, şu an oyuncakları düşünmüyorum, senin için onları bıraktım, işim bitince bakacağım.” Halbuki gerçekte TEKBİR şöyledir: ALLAHUEKBER; La ilahe; tanrıyı attım! Oyuncakları değil, bu güce sahip çıkan tanrıyı attım: La ilahe (tanrı değilim, tabi ki) İlla Allah! Halin “İlla Allah” olunca bu ayet başlar: “Ve ma teşaune illa en yeşeallahu: Dileyen yok illa Allah.” “Dileyen yok” idrakıyla salâta durdun; “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” diyorsun: Allahım, dileyen yok illa Allah idrakıyla durdum, ihdinas sıratal müstakim: Sen’den o doğru yolu isterim” diyorsun. Bu duruşu yaşayan, bunu diyen kim? “Ben Allah’ın düşüncesiyim” diyen. O idrakta Allah’tan başka bir zat yoktur ki! Allah ve Allah’ın düşüncesindeki suret var! Bu suretin salâtta duruşu kime duruştur? Onu Düşünen’e! Suretin kendisini Düşünen’e durduğu bu hal; VECCEHTÜ VECHİYE Hali’dir. “Veccehtu vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanifen” ayetindeki HANİF HAL’dir: Tanrılık iddiam yok, hanifim. Hanif olarak salâttayım, hanif olarak yaşıyorum! Düşünülen suret kendisini Düşünen’e duruyor. Biliyor ki, istek yapacak bir varlık yok, öyle BİRİSİ YOK! İstek yapacak ve isteği de kabul olacak/olmayacak birisi yoktur. “Allahuekber” demekle onu attın, Var zannettiğin varlığı attın. Allahuekber/La ilahe (tanrılar giremez) deyip tanrılığı attın: Sadece seni Düşünen! İşte O’na durdun, döndün, yöneldin... Bu yüzden SALÂT önemli bir duruştur. Düşünülen suretin Düşünen’e Veccehtu Vechiye’sidir. Efendimiz’in salâta; “İnni veccehtu vechiye lillezi fataras semavatı vel arda haniyfen ve ma ene minel müşrikin, inne salâtiy ve nusukiy ve mahyaye ve mematiy lillahi rabbil alemiyn ve la şerike lehu ve bizalike ümirtü ve ene evvelül müslimin” diyerek başladığını hadisten öğreniyoruz. O hanif duruşun seslenişidir bu: VECCEHTÜ VECHİYE: Yönümü, yüzümü, idrakimi, her şeyimi beni Düşünen’e döndürdüm, veccehtu vechiye yaptım. Şimdi o suret olarak “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” diyorum ve O’nun öğrettiği şekilde istiyorum; ihdinas sıratal müstakiym... Burada bir ikilik var mı? Yok! Çünkü Tekbir’le deklare ettik: Dileyen yok illa Allah. Sen Tanrı mısın? 125 -Bu hale mirac diyorsak, Efendimiz’in Miracı’nda düşünülen suretle Düşünen arasında bir ilişki, bir diyalog nasıl oluyor? Neden şaşırdın? Düşünülen suretle onu Düşünen rahatlıkla konuşabilir. -Efendimiz sürekli o halde değil mi? O DAİMİ SALÂT. Mirac farklıdır! Salâtta miracı yaşamak, Efendimiz’in yaşadığı miracın boyutlarında bir miracı yaşamak değildir. MİRAC anlattığım mananın ismidir. Sen miracında Efendimiz’in yaşadığı o olayları yaşayacaksın anlamına gelmez, o manada değildir. O Efendimiz’e ait özel bir haldir. -Peki, Efendimiz’in miracını bilmemiz neden istenmiş? Efendimiz o Mirac halini, yaşadıklarını çok sevmiş, bizim de yaşamamızı istemiş, o hali yaşayabilmemiz için hediyeler getirmiş. Mirac hali için, mirac halinden getirdiği ÜÇ HEDİYE vardır: Salât ikame etmek. Efendimiz o hali, mertebeyi bizlerin de yaşamasını istiyor, o zaman bize salât hediye ediliyor, o mertebe için. Bir de Kelime-i Tevhid’i bir kez söyleyebilenin cennete gireceğine dair de müjde veriyor. Üçüncüsü “Amene’r Rasulü” ayetleridir. -O zaman bu işin yolu salât mıdır? Yani, bu iş salâtla mı mümkündür? Yolu salâttır! Salâtladır! Yalnızca salâtladır! Yalnızca! Bütün öğrenilenler salâtı ikame etmek içindir! Şöyle bir yanılgıya düşmeyin: “Önemli bilgiler öğreniyorum, salâtı nasıl olsa sonra da hallederim.” Böyle bir düşünceye girmemek lazım! Ne öğreniyorsak salâtı dosdoğru ikame edebilmek için, “mükıymes salât” olmak için öğreniyoruz. Salâtı bir kenara bırakmak, bir şeyi onun yerine geçirmek için değil. Mümkün değil! Üç şey önemli: Salât! Kelime-i Tevhid’i bir kez söyleyebilmek! “Amene’r Rasulü” ayetleri. -O ayetler, “Amener Rasulü”deki hali yaşayın, böyle olun” anlamında mı? Bir; dua olarak kullanmak için. “Amener Rasulü” ayetleri çok önemli bir yakarıştır, af dilediğimiz bir sığınıştır, Allah’tan bize takatimizin yetmeyeceği şeyleri yüklememesini istediğimiz bir yalvarış biçimidir. Bir de; nelere iman edeceğimizi, nelere inanacağımızı öğretir. “Ben şunlara inanıyorum” der gibi güzel bir girişi vardır. Bu yönüyle de bir nevi imanı itiraf ediştir. -O ayetlerdeki “va’fuanna, vağfirlena, verhamna”yı iki secde arasında dua olarak okuyoruz ya, ona “vehdina” da eklenebilir mi? “Va’fuanna, vağfirlena, verhamna...”yı iki secde arasında dua olarak okurken ona “Vehdina”yı ekleyebilirsin, eklemeye bilirsin de. “Vehdina” kelimesi 126 Yılmaz DÜNDAR “ihdinas sıratal müstakim”deki “ihdina” yakarışıdır. VEHDİNA; hidayet nasib ediver... “Bağışla” dedin, arkasından da “hidayet veriver” diyorsun. Bunu salâtta iki secde arasındaki duaya ekleyebilirsiniz. -“İki secde arası” derken, orada dua yapılıyor mu? Birinci secdeden kalktınız, ikinci secdeye gitmeden ki aralıkta dua yapılır ve makbuldür. İKİ SECDE ARASI çok önemlidir. Önce, orada acele etmemeye dikkat etmeliyiz. Bu duayı yapmak acele etmemizi de engelliyor. Biliyorsunuz duaların kabul olduğu çok özel haller ve yerler vardır. Kâbe’nin yanı gibi, Mescid-i Nebevi gibi... Böyle yerlerden/anlardan birisi de iki secde arasıdır. Şekerci Dede diye bilinir, Allah rahmet eylesin, Seyyid Hüseyin Efendi gelenlere, teksirleri vardı, onlardan dağıtırdı. Onlardan birisi duayı anlatan bir teksirdi. Bu bilgi orada da var: Duaların makbul olduğu yerlerden birisi de iki secde arası olarak yazılmış: İki secde arasının duası Kâbe’nin yanındaki dua gibi makbuldür! Hâlbuki orayı biz hızla geçiyoruz... İki secde arasında şuna da dikkat etmek gerekiyor: Dik durmak! Beliniz/omurunuz anatomik pozisyonunda olmalı, S yapısını korumalıdır. Salât ikame ederken eğri duranları Efendimiz, “belinizi şöyle tutun” diye uyarıyor, düzeltiyor. -Secdede yapılan dua da çok önemli değil mi? Secdede yapılan dua da önemlidir ama namazın secdesinde değil! Namazdan sonra! Kıldınız, duanızı yaptınız, sonra secdeye gidersiniz orada dua olur. Namazın şeklini bozup [onun secdesinde dua] yaparsanız olmaz! Bu paylaşımlarında konuştuğumuz bilgiler ve haller yaşayan çoğunluğa cazip gelecek şeyler değildir, dünyadaki yaşantının takdir edeceği şeyler hiç değildir. Bu nedenle bunları dinleyenler de, okuyanlar da çoğunluğun talip olduğu şeye talip değiller! Bu, aslında zor bir işe talib olmak demektir, fark edin! Bu yüzden, bunları yaşadığımız normal hayatla ilişkilendirdiğimizde; bazen çelişki gibi olur, “nasıl yapacağız?” gibi zorluklarla karşılaşırız. Çünkü hem idrakın hem de hayatın baştan sona değişmesi/taşınması gerekiyor! İşte şimdi söyleyeceğim de böyle bir şeydir. Bunu özellikle hayatımızın çok önemli bir parçası olan dualarla ilgili olarak da yaşarız: Bundan sekiz on sene kadar önce Afyon’da üniversite öğrencileri davet etmişlerdi, evlerine misafir olmuştum, konuşmuştuk. Aradan zaman geçti, onlardan birisiyle bir caddede karşılaştım. Selamlaştık, yaklaştı: “O günden sonra namazımız bozuldu hocam, nasıl kılacağımızı şaşırdık. Ne eskisi gibi yapabiliyoruz, ne de yeni bir şey yapabiliyoruz!” dedi. Onlarla, “salâtta birisinin önünde eğil- Sen Tanrı mısın? 127 memeleri” gerektiğini konuşmuştuk, özellikle. Onlara “Allah’ın önünde eğiliyorsunuz” diye öğretilmiş! Önünde eğildiği bir varlık var gibi bir edeble yaptığı için o varlığı kaldırınca boşa çıktı. Bu durum dua ile ilgili de yaşanır. İnsan-30 ayetini çok sık gündeme getiriyoruz, çünkü çok önemli: “Ve ma teşaune illa en yeşeallahu.” Bu ayetle ilgili üç temel yaklaşım vardır ve o yaklaşımlar “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn” derken çok önemlidir. Bunu paylaşmıştık, tekrar hatırlayalım ki iyice yerleşsin. İlk manayı geçiyoruz. Çünkü o bakış bu ayete hiç yaklaşamıyor. İkinci idrak şuydu: “Siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe.” Bir de Hazreti Muhammed (SAV)’in açıkladığı bakış açısıyla manası vardı: “Dileyen YOK, illa Allah.” Eğer kişi bu son manayı kabul etmişse, “nasıl yöneleceğiz, nasıl dua edeceğiz?” gibi bir telaş olur mu? “Dualarımız, salâtlarımız bozuldu, nasıl yapacağımızı bilemiyoruz” diyorsanız ayetin bu manasını kabul etmiyorsunuz demektir. O zaman “ben henüz bu idrak mealini kabul etmiyorum” deyin ve diğerleri için bir karar verin; hangisini kabul ediyorsunuz: “Allah dilemedikçe ben dileyemem” mi, yoksa “benim müstakil, hür iradem var, iyiyi kötüyü ayıracak bir aklım var. Ben dilerim, Allah da benim ne dileyeceğimi bilir ve yaratır” mı diyorsun? Eğer, “dilemelerimiz, dualarımız bozuldu nasıl dua edeceğimizi bilemiyoruz?” diyorsanız, bu idraklardan birini kabul ediyorsunuz demektir. Hele son söylediğim öyle bir ekol ki, o bakışı çok bulursunuz. Siz de öyle düşünüyorsanız, “nasıl sipariş verir, nasıl form doldururuz?” onu anlatalım. Ama İnsan-30’a; “dileyen yok illa Allah” diyorsan, dileyen yoksa, sen yoksan “ben nasıl dileyeceğimi şaşırdım!” telaşı olabilir mi? Bu meale uymaz! Peki, bu meali kabul ettiğimiz zaman, dua etmeyecek miyiz? Duasız olur mu, dua çok önemlidir... “Onları bizim için kıymetli kılan duaları” diyor Rasulüne: “(Ey Rasulüm) söyle onlara: Duaları olmasa neye yararlar.” (Furkan-77). Bunu okuyunca, bizden sipariş bekleniyor diye düşünmeyin. “Sipariş vermezlerse bizim mağaza çalışmaz, o zaman neye yararlar! Ayetteki, “bize onların siparişleri lazım” gibi bir mana değil! Buradaki DUA teslimiyet manasını içerir. Eğer İnsan-30’a “dileyen yok illa Allah” diye meal veriyorsanız, ayette geçen “dua” teslimiyet içerir! İnsan-30’u kabul Kelime-i Tevhid’i kabuldür; La ilahe (tanrı yok) İlla Allah. TANRI YOK demek dileyen yok demektir! La ilahe (tanrı yok); Ma teşaune (dileyen yok) illa Allah! Bu manayı kabul etmekle teslimiyet başlar; “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Ne düşünmüşse o! Bu gerçeği fark ettim” demiş olursunuz. Bu itirafı yapanın herşeyi; “BEN” deyişi, duası, salâtı, tüm işleri farklıdır. HOLOGRAFİK EVREN anlayışı; görünenin 128 Yılmaz DÜNDAR aslında algılama oyunları olması demektir. İşte şimdi o oyun içerisinde gözüken yapı “BEN” diyor, “ma teşaune illa en yeşeallahu; dileyen yok illa Allah” diyor. Düşünülen suretin, o görüntünün duası bu idrakta artık değişir: Ey Allah’ım merhamet et, ey Allah’ım merhamet et. Merhamet etmezsen... Zihninizde bir insan canlandırın. Canlandırdığınız o insanı bir ateş çukuru yapıp oraya atın. Ne kadar kolay attınız değil mi? Atıp atmamak tamamen merhametinize kalmış bir şeydir. Zihninizde oluşturduğunuz insanı istediniz ateşe attınız, istediniz güzel bir bahçeye koydunuz, size kim hesap sorabilir? Öyle bir varlık var mı? Zihninizdeki varlık size hesap sorabilir mi? Hiç bir şey diyemez! O varlıklar tamamen sizin merhametinize tabidir! Ancak merhametinize tabidir! Siz ne dilerseniz zihninizdeki hayal odur, o olurlar. Zihninizdekiler nasıl sizin düşündüğünüz suretlerse, siz de Allah’ın düşüncesinde birer suretsiniz! Ama bizim hayal etme, zihinde oluşturma yeteneğimiz bize verilen, bizde bulunan imkânlar çerçevesindedir! Allah’ın imkân ve yetenekleri sonsuz ve sınırsızdır.... İşte bunu anlayan ilmi suretler fark ediyorlar ki, her türlü halleri ancak Allah’ın merhametine kalmıştır. Bunu fark ettin, ne dileyeceksin ve kim dileyecek? Anladın, gördün ki dileyen yok, dileyecek ayrıca bir varlık yok! Yalnızca Dileyen’in dilediği suretler var. Bazen “SEN BİR SURETSİN” denir, bunun manası şudur: Sen Dileyen’in düşündüğünün suretisin! O zaman, seni Düşünen’in merhameti çok önemlidir, değil mi? Bunu anladın, diyorsun ki: Allahım bana merhamet et, bana merhamet et... Bu işle meşgul olanın, bu teslimiyet noktasını bulanın, bu ayeti böyle kabul edenin duası yalnızca budur: ALLAHIM MERHAMET ET. Bu duada istenecek herşey, hepsi var, bir şey tarif etmen gerekmiyor. Allah bilmiyor mu? O düşünüyor! O’nun düşündüğü suretsin zaten! Öyleyse istenecek budur: “Allahım merhamet et, merhamet et de Seni anlayabilecek şekilde düşün beni. Seni tanıyabilecek şekilde düşün, vaad ettiğin cenneti kazanabilecek bir yapı düşün benim için. “Bu kapıdan tanrı giremez” diyorsun ya, o kapıdan girebilecek bir yapı düşün benim için. Efendimiz (SAV) “cennetlikler ve cehennemlikler belli oldu” buyuruyor. Demek ki, bu kapıdan giremeyecekler var. Hadis çok net! Demek ki, Allah dilerse cennete, dilerse de cehenneme gidiliyor. Başka bir Dileyen yok, başka bir varlık yok! Bu hadisi duyunca “o zaman işi gücü bırakalım mı?” diyenler oluyor, bu yanlışa düşmemek gerekiyor. Bunu duyunca Rabbimize yönelip “Allahım merhamet et de giremeyenlerden olmayayım, merhamet et ve beni bağışla” diye yakarışa başlamak doğru davranıştır. BAĞIŞLA; beni kötü rollerden, tanrı rollerinden bağışla, tanrı rolü verme, tanrılık görevinden al. “İlla Allah”ı anlayabilen, ya- Sen Tanrı mısın? 129 şayabilen, “B” sırrını kavrayabilen bir görev ver Allahım” demektir. O rolü, o hayat tarzını “İhdinas sıratal müstakim” diyerek istiyoruz. Bir arkadaşımız Hac’da birisinden dua istemiş, o da “Allah sana sıratal müstakim’i nasip etsin” demiş. Başka ne desin? “O kapıya geldiğinde girebileceklerden ol kardeşim” diyor, daha ne desin? Bunu Yaradan öğretiyor, programı yazan program sahibi bize menüyü öğretiyor: “İhdinas sıratal müstakim”e bas, karşılığı budur” diyor. Bunu yaparsan hiç bilmediğin şeyler de ekrana gelir. Onlar sen “İhdinas sıratal müstakim”e bastığın için karşına çıkar, şifresi odur. Yaradan sana “böyle söyle” diye öğretiyor. Sen salâtta onu istiyorsun: “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn”deki o önemli duruşla onu istiyorsun. O duruş İnsan-30 ayetinin “dileyen yok” manasıyla duruştur! O, “ma teşaune illa en yeşeallah” duruşudur, “veccehtu vechiye” bakışıdır. Allah’ın düşündüğü suret olan “B” yapının kendisini Düşünen’e dönmesidir, “veccehtu vechiye” halinin İnsan-30 idrakıyla yaşanışıdır: Dileyen yok, illa Allah Duruşu’dur. Bu duruşta diyorsun ki: Elhamdülillah bunu kavrattın, bunu kavramamı diledin ya Rabbi, bunu kavrayanlardan olmamı diledin. Ve bu duruşla; “ihdinas sıratal müstakiym” diyorsun: Kapı kapalı olmasın, benden tanrılık görevini al, beni o görevden bağışla, girmesi serbest olanlardan olayım... “Rabbimiz nefslerimize zulmettik, eğer sen bağışlamazsan ve affetmezsen biz hüsrana uğrarız” yakarışını, Hz. Âdem’in tövbesini ele aldık. Yasak bir şeyi yapıştan sonra “Allahım bir daha yapmayacağım” demiyordu. O dua biçimi için “yanlıştır” dedik. Hz. Âdem (AS) o cümlenin yanlış olduğunubildiği için “Allahım bir daha yapmayacağım” demiyor. Ayetler ve hadislerde “merhamet dileyin” denir, hep. Efendimiz (SAV) bir hadisinde buyurur: “Bildiklerimi bilseniz yerinizde duramaz, yatağınızda yatamaz, hepiniz dağlara koşar kaçar, “merhamet, merhamet” diye bağırırsınız.” Çok enteresan değil mi? Neden bu hadisleri görmezden geliyoruz? Neden buraları görmekten korkuyoruz? Gerçeği görmekten niye korkuyoruz? Markette sepeti dolduruyorsunuz, kasayı görmek istemiyorsunuz, kasayı görmekten korkuyorsunuz! Neticede kasaya geleceksin, sepette ne varsa çıkaracaklar! Neden bu hadisi ve benzerlerini görmekten kaçıyoruz? Efendimiz; “Merhamet istersiniz, merhamet. Benim bildiklerimi bilseniz gülemezsiniz bile. O kadar korkarsınız ki, işinizi gücünüzü bırakırsınız. Yatamazsınız bile. ‘Merhamet merhamet’ diye bağırarak dağlara çıkarsınız” buyuruyor. Demek ki yapılacak tek dua bu: Allahım bize merhamet et, Allahım bana merhamet et. Yavrunuzla ilgili dua ediyorsunuz; Allahım yavruma merhamet et. Hatta bir ileri idrakta “lem yelid velem yûled”i fark etmiş de sesleniyorsanız; “yavrum 130 Yılmaz DÜNDAR sandığıma merhamet et” dersiniz. Şimdi beşer gibi “yavrum” de, ama onun için merhamet iste! Çünkü Rabbin merhamet ederse mesele bitti demektir. Senin bir şeyler tarif etmen gerekmiyor. “Şunu da söyleseydim, şu eksik mi oldu?” diye telaşlanman gerekmiyor: Sadece merhamet! Diğerleri istenmez mi? Elbette istenebilir. Ama sen İnsan-30’un o mealini kabul etmişsen yaşama biçimin değişir, çok farklı bir hayat tarzı başlar. İnsan-30’u “dileyen yok, illa Allah” diye kabul etmekle başlayan hayat; EFENDİMİZ (SAV)İN BİZZAT YAŞADIĞI İSLAMİYET’tir! Kişilerin İslamiyet’ten anladıklarını kendilerine göre tarif ettikleri “Müslümanlık biçimleri” değil, bizzat Efendimiz’in anlattığı ve yaşadığı başlar! Bu ayeti fark ve kabul ettiysen böyle olur! “Kabul ettim” deyip de “nasıl yapacağım?” diye düşünmekle olmaz, o seni zorlar. Evet, gelelim “bir daha yapmayacağım” cümlesine. Böyle dediğin zaman sendeki Rab gücüne yapması için bir hedef koymuş olursun. Onu dersen Rab Rablığını kanıtlar ve tanrı da tanrılığının cezasını bulur! Bu dünyada ve devamında (ölüm sonrası hayatında) o cezayla karşılaşırsın. Dua noktasında en önemli şey MERHAMET İSTEMEK’tir; “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla...” Bu yakarış neyi getirir? İnsan-30 ayetini “dileyen yok, illa Allah” idrakıyla anlamak ve “merhamet Allahım” diye dua etmek TESLİM OLMA’yı getirir, teslimiyeti getirir. O zaman kişi teslim olmuş olur. Teslimiyet’i doğru anlamak gerekir. Eğer “A” yapı “teslim oldum” diyorsa bir üst tanrıya teslim olur: “Anladım ki zavallıymışım, gücüm yokmuş, acizmişim. Senin istediklerin oluyormuş, sana teslimim Allahım” der. Bu bir tanrının kendi dışındaki güçlü bir tanrıya teslimiyetidir. Yaratılan “B” halinin teslimiyeti çok farklıdır! Oradaki teslimiyet HASBİYALLAHU’dur. “B”nin teslimiyeti Hasbiyallahu’dur! Ayetlerde “Allah’a teslim olun” uyarısını sık görürsünüz. Hatta; “Eslemtü li Rabbil Alemiyn: Alemlerin Rabbine teslimim” dememiz önerilir. Onu, ilahlığını ilan eden BEN yapamaz. O derse, acziyetini zavallılığını ilan etmiş olur: “Zavallıyım, çaresizim, teslim oldum” der. “B” yapısı teslim olursa “Hasbiyallahu” der. Bu teslimiyet kendisini Düşünen’e, O’nun merhametine teslimiyettir! O teslimiyetini “Eslemtü li Rabbil Alemiyn” diyerek bildirir. Çünkü “böyle söyleyin” diyor, öğretiyor Yaradan: Eslemtü vechiye lillahi; yönümü, yüzümü, idrakimi Allah’a teslim ettim. “Hasbiyallahu, La ilahe illa HU, aleyhi tevekkeltü ve HUve Rabbul Arşil Aziym” (Tevbe-129). Bu ayet hayatta kullanabileceğiniz ve sonuçlarını hayretle izleyeceğiniz bir ayettir. Öyle şeyler çıkarır ki karşınıza... Hani “sipariş verir gibi isteme- Sen Tanrı mısın? 131 yin” dedik ya, istekleriniz sipariş türünden bile olsa Hasbiyallahu’yu deli gibi okursanız sonuçlarına hayret eder, şaşar kalırsınız. Siz sipariş türü bir dua yapmışsınızdır, onun olması için de Hasbiyallahu’yu kullanırsınız ve o olur. Ama öyle lütuf yollu olur ki, olan iş sayesinde hakikate ulaşırsınız. Sipariş sizi başka bir yere götürür. Tasavvuf kitaplarındaki “Tövbenin Tövbesi” gibi sen de “Siparişten Siparişsizliğe” gidersin. İşe siparişle başlarsınız ama siparişi elde etme yöntemi teslimiyet olduğu için, “HASBİYALLAHU YÖNTEMİ” olduğu için o gelen sizde öyle bir şeye vesile olur, sipariş kutusundan öyle şeyler çıkar ki sizi siparişsiz bir hayata götürür. Bizzat yaşadığımı söylüyorum. “Hasbiyallahu” ayeti gibi, okunması önerilen üç şey daha vardır: Birisi “Allahümme lekel hamdü” tövbesi, Seyyidül İstiğfar’dan sonra yapılan tövbe. Efendimiz yeminle söylüyor: “Sabah üç akşam üç okuyan vallahi cennete gider.” Bu çok önemli bir ipucudur. Sahih bir hadis ve içerisinde yemin var! “Allahümme lekel hamdü la ilahe illa ente rabbiy ve ene abdüke amentü bike muhlisan leke fi diyni inni esbahtü ve emseytü ala ahdike ve va’dike mestetatü, etubu ileyke min seyyi’i ameli ve estağfiruke bi zunubilletiy la yağfiruha illa ente.” Esbahtü (sabahladım) ve emseytü (akşamladım) kelimelerini beraber söyleyebilirsiniz ya da sabah “esbahtü”, akşam “emseytü” diyebilirsiniz. Sabah, “Allahım ahdim üzere sabahladım, o hakikat üzere fiiller ve davranışlar sergileyerek sabahladım” diyorsunuz. Eğer “emseytü” derseniz “ben işte o fiillerle akşamladım” diyorsunuz. “Bağışlayacak yalnızca sensin, bunun farkındayım, bana merhamet et” diyerek tövbeyi bitiriyorsunuz. Bunu üç defa söyleriz. Efendimiz diyor ki: “Vallahi de billahi de, her kim bu istiğfarı sabah akşam üçer kere okursa o mutlaka cennete gider.” Tabi, istediğin gibi yaşa, sonra da bunları oku değil! “Oh, ne güzel garanti. Bu iş kolaymış, ne var, bunu okumaya” gibi anlamak yanlış olur. Ama çok enteresandır, birçok test yaptım, öyle yaşıyorsa kişi bunu okuyamıyor! Okumak için karar alıyor, okuyamıyor! Bir sürü işi yapıyor, ama üç satırı okuyamıyor. Niye? Çünkü o kararı “A” yapısı ile alıyor. Fakat yine de mücadeleyi elden bırakmamak lazım. Bu dört beş satırı üç defa okumak zor iş midir? Sabah ışığa başlarken üç kez, bir de karanlığa başlarken üç defa okusak? Kalkıp namaz kılamıyor; istiyor, arzu ediyor ama henüz kalkamıyor olsa bile! Diyelim ki saat on birde kalktı, güne, ışığa o saatte başladı bunu okusa! Işığa aydınlığa giriş, güneşle beraber yeni bir mekanizmayı getiriyor çünkü, o mekanizmaya karşı bunu okusa. Sonra karanlığa girerken de üç defa bunu okusa. Yedi defa da “Hasbiyallahu..” ayetini okusa... Çocuğunuz “bunların hepsi uzun oldu, ben yalnız bunlardan birini okuyayım” derse, üçer defa “Allahumme 132 Yılmaz DÜNDAR lekel hamd” duasını okusun, mesela. Eğer bunu devamlı okursa belli bir zaman sonra yaşantısı, hevesleri, arzuları değişir, kalkma saatleri değişir, planı programı değişir. Bu önerilen şu demek değildir: Sizin yaşantınız eskisi gibi devam edecek ve siz “tanrı giremez” noktasına geldiğinizde “haydi geç, biz seni biliyoruz, sen bunu üç defa okuyordun” diyecekler, böyle değil. Hani çok güzel bir dua vardır; “Allah seni Efendimiz’e komşu yapsın” diye! Diyelim ki birisine böyle dua edildi. O kişi rastgele yaşarken Tanrı Giremez Kapısı’na geldiğinde “senin için böyle dua ediyorlardı, seni mecburen Efendimiz’e komşu yapacağız, geç bakalım” denilmez. Bir çocuğa; “inşaAllah iyi bir doktor olursun” diye dua ediyorsunuz, duanız da makbul oldu. Nasıl olur? Kabul olmuşsa, o çocuk üniversite sınavında tıp fakültesini tutturacak ve tıp fakültesinde başarılı bir şekilde okuyacak, sonra da “iyi bir doktor” olmasını istediğiniz için hayrlı işlerle meşgul bir doktor olacak demektir. Sizin duanız yüzünden ona, “senin için çok dua ediyorlardı, sana bir tıp diploması verelim” denmez. Nasıl bu böyle değilse, “Rasulullah’a komşu olursun inşaAllah” duası kabul olursa kişiye öyle bir yaşantı oluşturulur ki, o öyle bir nur biriktirir ki o biriktirdiği nur ona Efendimiz’in yanında durabilecek bir güç verir. EFENDİMİZİN YANINDA DURABİLMEK için belli bir enerjiye sahip olman lazım, aksi halde yanarsın! Duramazsın! Buradan sonraki hal normal hayattaki gibi bir hal değildir, bir yerde durabilmen için orada durabilecek gücünün olması lazım, o güç yoksa orada duramazsın. O gücü önceden tedarik etmiş “tedarikli beden” orada durabilir. Dolayısıyla, o kişinin öyle bir hayatı olur ki, yaşantısından üreyen, biriken nur ona Efendimiz’in yanında durabilecek bir pozisyon oluşturur. “Allahumme lekel hamdü” duasında da durum böyledir. Kabulüyle birlikte kişinin düşüncesi, planları, programları, hevesleri değişmeye başlar, Allah’ın merhamet mekanizmasının içine girmeye başlar. Çünkü bu dualar Allah’tan merhamet isteyen dualardır, “Allahım bana merhamet et” diyen dualardır. Bunlar hep “Allahım bana merhamet et Allahım beni bağışla. Senden başka bağışlayacak yok. Merhametinden başka bana çare yok, bana merhamet et, beni bağışla” dualarıdır. Bunları bazen Türkçesiyle de söylüyorum. Neden? Çünkü manasını bilmeden bir metni okur gibi okuduğunuzda beyninizden merhametle ilgili dalgaları hızlı çıkaramamış olabilirsiniz. Okumanızla çalışan mekanizmayı hızlandırmak ve manasını hızla yerleştirmek üzere Türkçesini de okuyoruz. Ayetler, hadisler, hatta kudsi hadislerle ilgili çalışan farklı mekanizmalar vardır. Anladığınız dilde merhamet isteyen bir duyguyla beyninizden çıkaracağınız dalgalar, o mekanizmaların daha hızlı işlemesini sağlar. Eğer kişi yaşan- Sen Tanrı mısın? 133 tısında “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla” demeyi alışkanlık edinir ve bunu bahsettiğim o teslimiyetle, o kıpırdayamazlıkla söylerse hayret edeceği güzelliklerle karşılaşmaya başlar. Buna “Allahumme lekel hamdü..” duasının sabah akşam üçer defa okunmasını ve bir de “Hasbiyallahu...” ayetini sabah yedi akşam yedi kere okumayı ekleyebilirse Efendimiz’in hadislerinde önerilmiş bir işi yerine getirmiş olur. Hadiste; “Allahumme lekel hamdü..” tövbesini sabah okuyanın akşama kadarki sürede, akşam okuduğunda sabaha kadar olan sürede ölümü halinde nasıl bir mükâfatla karşılaşacağı, özellikle şehid muamelesi göreceği müjdeleri vardır. “Hasbiyallahu” ayeti ise “bana Allah yeter” diyor. Ayete inanmak lazım: Sana ALLAH YETER! Geçenlerde biri ile merhabalaştık. “Ne iş yaparsın?” diye sordu, ben de ona “sen ne yaparsın?” dedim. O “şu işteyim ama şöyle bir iş arayışındayım..” deyince “hayrlısı, dua et inşaAllah” dedim. “Dua ediyoruz ama başka şeyler de lazım” dedi. “Duayı amaSIZ yap” dedim, “dua ediyoruz ama, onu da yerine getirdik ama, bir taraftan da şunlar lazım” diyorsun ya, o “ama”lar olmadan dua et” dedim. Duayı “ama”sız yapış farklı bir dua biçimidir. Bunu bir anda fark etti, rengi kıpkırmızı oldu çocuğun, rengi gitti. Böyle durdu, bir suç işlemiş gibi o kadar üzüldü ki.. O üzüntüsünü fark ettim; “haydi sen işine ben işime. Yalnız şu yakaladığın hal var ya, şu halle yeniden dua et. Bu halin önemli senin; çünkü şu halin tövbe hali” dedim. Birkaç gün sonra karşılaştık, işi olmuş, elhamdülillah. AmaSIZ inanmak, amaSIZ teslim olmak çok farklı bir şeydir. O poşetin teslimiyeti değildir. Kişi bu ilim doğrultusunda hayata baktığında bir şeyi fark eder. Hani hep “tanrı, tanrılar” diyoruz ya, o tanrıların Allah’la mücadelesini görürsünüz. Tanrıların Allah’la mücadelesi; DÜNYADAKİ YAŞANTI işte budur. Bu yüzden “La ilahe” cümlesi önemli: La ilahe (tanrılar hepsi birden yok) İlla Allah! Yaşanılan hayat budur: Tanrılar ve İlla Allah! Bu yaşantıda tanrılar sistemi vehmin zulmeti+şeytan gücüyle, o işbirliğiyle çalışıyor. Bu işbirliğini ileride detaylandıracağız. İlla Billah sistemi ise Akıl+İman ile çalışıyor. Hayatta bu iki sistemin mücadelesi vardır. Olaylara bakın; ya tanrılar kavgasıdır, tanrıların güç kavgasıdır, “sen önemlisin ben önemliyim” kavgasıdır veya vehmin zulmeti+şeytan işbirliği ile akıl+imanın tartışmasıdır. Bu “kavga” değil “tartışma”dır, tanrılarınki kavgadır! Vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinin yöntemi kavgadır. Çünkü birbirlerine üstünlüklerini kabul ettirme mücadelesi var ve biz bu hali normal görüp kabul etmeye o kadar alışmışız ki... Evlenen çiftlere bakın nikâhta; bas bas, ayağına bas! Yani evde yönetimi hangi tanrı eline alacak! Veya bir kız annesine sorsa; “anne, evleniyorum bana ne öğüt 134 Yılmaz DÜNDAR verirsin” dese, adamı nasıl nakavt edeceğinin öğütlerini alır; “sana şöyle der, sakın tuzağına düşme, o senin rakibin…” Bu yüzden eşler hep birbirini rakip görüp onu nasıl alt ederim diye bakarlar. Dışarıda herkese nazik, kibardır ama evde “bir düşman var, ona yenilmemeli, ona pabuç bırakmamalı” halini yaşarlar. Herkese eyvallah, ama evdekini mahvet. Niye? Tanrılar kavgası! O tanrılar kavgasını hayatın içine, her alanına böyle sokmuşuz biz! Vereceğimiz öğütlerde bile o var. Bu yüzden hayat vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinin üstünlük kavgalarıyla doludur veya akıl+imanın tartışmaları vardır. Neden tartışma? Tartışmada tartma var, iki fikir tartılır, birisi galip gelir; fikrin galip gelmesi için yapılan şey TARTIŞMA’dır. Akıl+iman ortaya kavga değil fikir koyar. Diğeri kavga arar, ama akıl+iman kavga etmez. Unutmayın, zemin daima vehmin zulmeti+şeytandan yanadır. Ve vehmin zulmeti+şeytan işbirliğini uygulayanın önemli bir silahı vardır, Allah cümlemizi o silahtan korusun ve kurtarsın; TERBİYESİZLİK! O terbiyesizlik yapar. Onun o terbiyesizliğinden akıl+iman çekinir. Onun o halini gören vehmin zulmeti+şeytan onu sindirdiğini zanneder, onun halini pasiflik sanıp terbiyesizliğini arttırır. Akıl+iman teslimiyeti nedeniyle onunla muhatap olmaz. Diğeri ise vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinin verdiği güçle, o terbiyesiz davranışla hâkimiyet sağlamaya çalışır. Sistem böyle, böyle yürür, dünya böyle yürüyor! Akıl+iman galip gelse dünya yaşantısı nasıl olur? O zaman Allah’ın bu seyretme sistemi böyle olmaz. Bu hal dilenen bu seyr sistemi için gereklidir. Sistemdeki seyr mekanizması böyle, böyle olması gerekiyor. Kişi bu hallerden hangisine talip, önemli olan o! Bunları okuyor, dinliyor olmak akıl+iman’a talip olmak demektir, ben hayatımı akıl+iman üzerine bina etmek istiyorum demektir, yolculukta akılla, akıl ve imanın rehberliğinde ilerlemek istiyorum demektir, vehmin zulmeti+şeytan işbirliğinden kurtulmak istiyorum demektir. Vehmin zulmeti+şeytan işbirliğiyle mücadele eden kişi “Hasbiyallahu Kalkanı” altındadır. O kişinin ona selamet sağlayan ama dışarıdan bakana zor gözüken bir hali vardır. Akıl+imanı şiar edinmiş “B” yapısındaki kişi kendisini dünyada gurbette hisseder, dünya ona GURBET gelir artık. Bu yüzden ölüm ona hiç zor gelmez, ölümle memleketine gittiğini çok net hisseder. Bu yüzden bazı büyükler ölümü düğün-bayram ilan etmiştir... Dünya, dünyadaki yaşantı tamamıyla ona gurbetmiş gibi gelir. Efendimiz’in bir hadisinde bahsettiği “bir ağacın gölgesinde biraz dinlenmek” gibi gelir. Bir ağacın gölgesinde biraz dinlenme şuna benzer: Trenle bir yere gideceksiniz, istasyonda bankta oturuyorsunuz. On beş dakika sonra da tren gelecek. Birisi geldi size “o oturduğun bankı sana satayım mı?” diyor. “Şu karşıdaki büfe çok iyi Sen Tanrı mısın? 135 kâr ediyor, onu sana satayım mı?” diyor. İstasyondan bir şeyler vermeye çalışıyor: Sana şuranın müdürlüğünü vereyim? Komik gelmez mi? Biraz sonra trene binip gideceksin, onların senin için ne önemi var? İşte böyle gurbette beklersin, tren gelsin de bineyim diye. “B” yapının böyle bir gurbet hali olur... Biletini almışsın, yerin belli, eşyaların valizinde paketli, bekliyorsun... Bir de aniden trene binenler vardır, hafizanAllah. Yeri ve elinde bileti yok, bir anda bakar ki trende, kondüktör ona canavar gibi gözükür. Herkes o trene binecek, kaçış yok! Markette sepeti doldur dur, kasiyerden kaçış yok! Vehmin zulmeti+şeytan işbirliğiyle yaşayan “A” yapının ana kriterlerini hep gündemde tutacağız. Çünkü ondan kurtulmak istiyoruz. O ilahı ayakta tutan, o ilahın varlığını açığa çıkaran, gösteren, ortaya koyan veri tabanı nelerden oluşuyor? O veri tabanına ait özellikleri de sık ele alıyoruz. Farklı açılardan bakarak onları çok iyi tanımak ve kurtulmak istediğimiz için! Birisi ÖFKE’dir. Öfke tamamen ilaha aittir, onun “B” yapıyla ilişkisi yoktur. İki “BEN”den ilahlığını ilan eden “BEN”in işidir öfke, “B” yapısının işi değil. Peki, “B” yapıda olan tepki vermez mi? Verir! “B” yapısı “B” pozisyonunu savunmak için tepki gösterir. Onun o hali savunmasını öfke sanmamak lazım! Çok dikkat edin, “B” yapının “B” pozisyonunu muhafazası, savunması öfke değildir. O, Efendimiz (SAV)’in hadisinde bahsettiği CELAL’dir ve onun çok önemli belirtileri vardır: Celal’de bir kişilik, bir takdir bekleme, birisini ezme, birinin üstünlüğünü yok etme, birisine üstünlük sağlama yoktur! “B” yapıyı muhafaza eden bekçinin kendisini göstermesi vardır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor: “Bu yapıyı muhafaza eden bir celal olmazsa, o hoşgörüden maraz doğar.” Bu bakış, İslamiyet’le gelen HOŞGÖRÜ’yü dünyanın hoşgörüsünden ayırır. Hoşgörünün içinde “B” halini muhafaza edecek bir celal yoksa, o halim selim yapının içinde onu savunacak bir celal yoksa o hoşgörüden maraz doğar. “Maraz doğar” ne demektir? Oraya rehavet gelir, “B” yapısı fiile dönüşemez, “B” halinden fiil çıkmaz, öyle olunca o yapıyı muhafaza edemezsin demektir. Bu yüzden Celal gerekir ve Celal’i de öfke sanmamak gerekir. Öfke tamamen “A” yapısına, ilaha ait bir şeydir ve genellikle şunları içerir: Mesela bir şeyi, bir yalanı örtüyordur. Birisini ezmeye çalışıyordur. Kendi üstünlüğünü kabul ettirmek için öfke silahı kullanılıyordur. Öfke ilahın ilahlığını ayakta tutacak, ilahın ilahlığını saygın kılacak hücumun ismidir ve ilahın veri tabanının gereğidir. Ve MERAK: Merak bir veri tabanıdır, farklı olan ondan yararlanma şeklimizdir. Var olan Esma’ül Hüsna kompozisyonu ve Rab gücüne sahip çıkan 136 Yılmaz DÜNDAR ilah merak yeteneğine de sahip çıkar; “benim merakım” der, böylece ona da zulmeder. Meraka yapılan zulmü şuradan anlarız: O insanları merak eder, onları didikler, merak eder, dayanamaz, ilahın merak yeteneğini kullanma şekli budur. Böylece ölmüş kardeşinin etini yer. O ilahtan kurtulmak için ne yapmalıyız? Onu yok etmek için önce silahlarını yok etmek gerekir. Bu silahlardan birisi meraksa, siz o yeteneği insanlar için kullanmamalısınız! Bunu başarırsanız ilah görevsiz kalır. Merak aslında Allah’ı merak etmek için verilmiştir. “Allah’ın düşüncesinin sureti” olan yapıya merak yeteneği; kendisini Düşünen’i merak etsin de O’nu bulsun diye verilmiştir. Ama o, bu yeteneği eğlence aracı yapar, diğer tanrıları düşünür, didikler, merakı tanrılar arası bir eğlence aracı haline getirir, merak onda tanrılık mekanizmasının önemli bir veri tabanı haline gelir. Ama diğeri Allah’ı merak ediyor! Sonuçları o kadar farklıdır ki! Eğer kişi merakı tanrı veri tabanı olarak kullanırsa şiddetli günahtır; o günahın adı DEDİKODU olur, gıybet olur, iftira olur. Allah’ı merak etmek için kullanırsa muazzam sevaptır ona TEFEKKÜR denir. İki farklı sonuç! İkisi de merakla ve meraktan doğuyor! Birinde Allah’ı merak edip yüksek sevap kazanıyorsun, nur üretiyorsun. Diğerinde insanları merak etmekle nar üretiyorsun. Kullandığın şey aynı merak yeteneğidir! BÖLÜCÜ’lük ilahın bir başka önemli özelliğidir. İlah bölücüdür, “B” yapısı birleştirici, bütünleştiricidir. “B” yapısının yaşarkenki en önemli hedefi evrensel sevgi ve barışı sağlamaktır! İnsanlar arasında yaşarken ona öyle misyon biçerler. Bakarlar ki o bir dünya vatandaşı ve onun hedefi evrensel sevgi ve barışı sağlamaktır. Ayetlerde görürsünüz, müslümanın bir görevi vardır; dünyayı “tek bir din” haline getirinceye kadar çalışmak! “Tüm dünyayı tek dine getireceksin” denmiyor. “Dünyayı tek bir din haline getirinceye kadar çalış” önerisini nasıl anlarız? Allah indinde DİN nedir? İSLAM! İslam nedir? Evrensel sevgi ve barış! İslam günah ve sevaplar listesi dayatmak değildir, evrensel sevgi ve barıştır. “B” halindeki kişinin insanlar arasında görünen misyonu da budur. Esas misyonunun görünmesi onu rahatsız eder. Esas misyonu fark edilirse o orayı terk eder. Onun görünen misyonu evrensel sevgi ve barış için çalışan bir dünya vatandaşı olmasıdır. “B” böyledir. İlah ise bölücüdür, bölücü olmak zorundadır; çünkü ilahlar bölücülük yüzünden varlar! “Sen, ben, o! Senin ilahlığın, benim ilahlığım, onun ilahlığı” derken bölünme başlar. Bölünme, hak dağıtırken hak yemeyi getirir. Böylece zulüm başlar. En önemli hak yeme, en önemli zulmü kişi kendisindeki hakikate yapar. Onun Hakk’ını yemek en önemli zulümdür. Kendisindeki hakikate göre davranmayıp, onun gücüne el koyup hak yer. Ona (nefse) zulm eder, ZALİM Sen Tanrı mısın? 137 olur. Nefse zulm edip zalim olan bölücülüğe başlar. Kadın haklarını, çocuk haklarını, özellikle yetim haklarını yer, tabiatla ilgili çeşitli haklar vardır, hepsini yer! Dolayısıyla hak yemek ve bölücülük birbirini besler; sizden olanlar bizden olanlar, bizim gibi olanlar sizin gibi olanlar… Daima böler, bölmek için fırsat arar, hak yer, zulm eder. Kim? İlah! Bir diğer veri tabanı ŞİKAYET’tir. İlah daima şikâyet eder. Normal konuşmalarda bile fark etmeden çok yaptığımız bir şeydir o! Yaşantıdan çok basit bir örnek vereyim. Bu örnek niye aklıma geldi? Afyon’daki yaşantımdan. Kolay kolay evden çıkmadığım için evde ekmek biter, üşenip karşı bakkaldan gidip ekmek alamazdım, günlerce öyle dururdum. Diyelim ki evdeyim, bir arkadaşım gelip “sen pek çıkmıyorsun, manava gidiyorum, bir şey lazım mı?” dedi. Ben de “madem bana da bir karpuz al” dedim. Tam da su içecektim, karpuz gelsin de susuzluğumu karpuzla gidereyim diye suyu içmedim. Getirdi, teşekkür ettim, gitti. Kestim ki karpuz kabak, hiç su yok! Hemen kızarım: “Nasıl karpuz almış böyle” Kim o kızan? O ilah! Birisine kızacak, birisini suçlayacak mutlaka! Böyle olmasın, karpuzu ben almış olayım. Geldim kestim ki kabak. Bu sefer manava kızarım: “Adam ne biçim karpuz vermiş!” Az önce alana kızmıştın, şimdi niye kendine kızmıyorsun? İlah mutlaka birisine kızar, mutlaka bir suçlu vardır ilah için. Suçlar, kızar, yani şikâyet eder. Zaman zaman da, “gücüne gitmesin ama” diyerek Allah dediği üst tanrıya kızar, “hiç aklım almıyor, Allah bunları nasıl yarattı” der, sürekli kızar. Çok net ortaya çıkıyor ki, o ilahtır. Ona “La ilahe; tanrılar giremez, siz giremezsiniz” denir. Orada serbesttin şimdi kasadasın! Markette rahat gezdin, onu aldın koydun, bunu aldın koydun ve kasaya geldin. Şimdi sonuç cüzdanına göre: Tanrıysan geçemezsin; La ilahe! Bu kadar! La ilahe; tanrılar giremez, giremezsin! -Herhangi bir kredimiz yok mu? Hiçbir şeyiniz yok! Tanrılar giremez! Ayet çok açıktır: “İnsan kendini başıboş mu sanıyor?” (Kıyamet-36). İstediğimi rahatça yapıyorum hiç bir şey de olmuyor mu diyorsun? Unutma, yetmiş yıl da yaşasan o kapıya geleceksin ve ölümü tadınca dünyada yaşadığın günleri yedi sekiz saniye sanacaksın, bir rüyaymış gibi gelecek, “ne de çabuk geçti” diyeceksin. Akşam ezanıyla birlikte birden havanın kararması gibi olduğunu göreceksin hayatın. “Bu kadar kısaymış” diyeceğin bir şeydir bu hayat! Nihayet “Tanrı Giremez Kapısı”na geldiğinde tüm alışverişlerin ayan beyan olur, dökülür: Ona kızdın, bunu beğenmedin, “Allah’ın gücüne gitmesin ama” deyip O’na da kızdın... Kasada 138 Yılmaz DÜNDAR hepsi ortaya dökülecek. Sepet şikayet dolu! Tanrının işi zaten odur. Şikâyet’le bağlantılı bir önemli şey var: İTİRAZ! “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla” diye dua eden kişiye itiraz yasaktır, bu onun ilerlemesinde çok önemli bir haldir: İtiraz yasak! İtiraz ederse; “bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedik mi?” derler. Tanrılar arasında yaşarken sana haksızlık yapan birisini Allah’a şikâyet ettiğinde sana bunu derler, hem de en haklı olduğun yerde! Sen çok haklısın ve yakarıyorsun; “Allahım görüyorsun haklıyım! Bana yaptığı yanlışlara bak, gördüğüm zulme bak...” O zaman sana; “bu bir RIZA LOKMASI’dır, yiyemezsin demedik mi!” derler! Dolayısıyla, “merhamet Allahım” diye dua edenin itirazı olmaz. İnsan-30. ayete “dileyen yok illa Allah” meali ile yaklaşan itiraz edemez, o mealin yanına itiraz gelemez! İtiraz ettiğin an, aslında diyorsun ki; Allahım sen şu konuda haksızsın! Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh’ın baktığı gibi bakar ve önce hakikati sonra onun ne sandığını görürsen kime nasıl itiraz edeceksin? Ama itiraz etmez de gördüğün o hakikate göre davranırsan onun adı EDEB’dir. Kişi “haklı haksız” düşüncesine girdi mi o hakikate göre karar vermiyor. Çünkü ilahlığını ilan eden tanrıya göre, tanrının davranışlarına göre hüküm verip “haklı ya da haksız” diyorsun. Hakikate göre bir bak bakalım, haksız olan kimin düşüncesinin sureti? Allah’ın değil mi? O zaman, “niye böyle düşündün?” gibi bir mana çıkmaz mı? Bunu diyecek bir haddin olabilir mi? Bu yüzden orada itiraz olmaz! Ama tanrılar dünyasında olur! O zaman da tanrıların mahkemesine gider; şu bana haksızlık yaptı dersin. Tanrıların hâkimi de bakar “A tanrısı haklı, diğer tanrı haksız” der, bir ayar yapar. Ama Esas Mahkeme’de bu yolun yolcusu için haklı haksız davası olmaz, itiraz edemezsin, öyle bir şey olmaz! “İtiraz edeceğim ama yasaklanmış” gibi bir şey mevzubahis değil... ŞİKAYET ve İTİRAZ ilahın veri tabanının en önemli dosyalarından olduğu için günlük yaşantıda cümlelerimize çok dikkat etmeliyiz, normal konuşmalarda bile! Karşıdaki tanrılar beğeniyor, onlara doğru geliyor diye o konuşmayı doğru sanmamak lazım, çok dikkat etmek lazım! Niye? Edeb’i fark edebilmek için! Edeb; tanrıların koyduğu kurallar değildir, onları memnun eden kurallar listesi de değildir. EDEB; fiillerin esas hakikate göre çıkmasıdır! Fiiller esas hakikate göre çıkmaya başlayınca iş değişir. İlahın veri tabanındaki kriterlerden birisi de TAKDİR’dir. Anlaşılmak, takdir edilmek, övülmek, görülmek, bilinmek ister, kesinlikle! Olmazsa rahatsız olur. Birisine iyi davranacaktır; “o ne anlar ya iyi davranıştan” der, anlamayacağı için iyi davranmaz. Birisine güzel söz söyleyecektir, “o güzel sözler- Sen Tanrı mısın? 139 den anlamaz” der vaz geçer. Çünkü işini TANRI RIZASI için yapıyor. ALLAH RIZASI için söyleyecekseniz anlar/anlamaz diye bir şey olabilir mi? Öyle bir mevzu olmaz ki! Bu nedenle, takdir beklemek ve takdire yönelik davranışlar tamamen ilan edilen ilahın davranışlarıdır. Takdir’le ilgili hadisler “ilah mevzusu” fark edilmeden okunursa o hadislerde Efendimiz’in neden tepki gösterdiği anlaşılamaz. Ama ilah mevzuunu fark etmişseniz, Efendimiz onun ilahlığının kuvvetlenmesini istemediği için itiraz etmiş dersiniz. Aksi halde “birisini övmüş ne var bunda?” diyebilirsiniz. O övgü, onun ilahlığını o kadar kuvvetlendiriyor ki, Efendimiz; “böyle yapmakla ona zarar verdin!” diyor. KANDIRMAK onun önemli bir yanıdır; ilah kandırır. Eğer iyi incelenir, iyi analiz yapılırsa işlerinin büyük çoğunluğunun kandırmaya dayalı olduğu görülür, basit şeylerde bile! Kandırmak öyle bir şey ki, hayatın içinde o kadar gizli yaşar ki, onu arayıp bulmak, fark etmek gerekiyor. Size bir hadisten örnek vereyim, onu nerelerden bulup yok etmek lazım, göresiniz. Efendimiz buyuruyor: “Bir hayvanı bile elinizde bir yem yoksa “gel bili bili” diye kandırmayın.” Bir hayvanı bile! Elinizde bir ot yok, ama bu tarafa gelsin diye “gel bili bili” yapıyorsun. Bunu bile yapmayın! Kandırma ilah veri tabanını (sendeki ilahlık yapısını) kuvvetlendirdiği için, onun ana damarı kesilsin diye böyle bir öğüt var! Dolayısıyla, bir çocuğa “gel bak, sana ne vereceğim, avucumda ne var?” deyip kandırmak ilahın işidir. İnceleyin, kandırmanın hayatınıza nasıl işlemiş olduğunu görün. Ama EN ÖNEMLİ KANDIRMA insanın kendisini kandırmasıdır. İnsan kendisinin “B” yapısını kandırır! Ki, vehmin zulmeti+şeytan işbirliği güçlü yaşasın, ilah yapı diri dursun! Kandırmanın olmadığı bir hal yaşanabilir mi? Evet! Kandırma tamamen “B” yapıda kalkar! İlah yapı için ALMA DUYGUSU çok önemli bir haldir, sürekli “ben ne alabilirim?” diye düşünür. Amirse memurlarına; “ben bunlardan ne alabilirim, bunlar bana ne verebilir gözüyle bakar, sürekli onları vermemekle suçlar; yeterince vermiyorsunuz” der. Bir patronsa işçilerine öyle bakar; bunlardan ne alabilirim? Oysa Efendimiz (SAV) bize nasıl öğretiyor: “Bir toplumun efendisi o topluma hizmet edendir, o topluma verendir.” Neden böyle? İlah yapıyı kuvvetlendirmemen için! Bu yüzden Efendimiz buyurmuştur: “Devenizde giderken yere kamçınız düşse bile istemeyin! İstemeyin onu, inin alın.” Bu hadisi görünce şu yanılgıya düşmemek lazım: Birisinin kamçısı düştü ve sizden de onu istedi, ona: “Rasulullah ne dedi? İstemeyeceksin, in al!” demeyin. Aman yanılmayın, siz verin, hatta vermekte yarışın... O tabloyu görenlerin vermekte yarışması müthiştir! Çünkü, Allah rızası için vermekte yarışan an- 140 Yılmaz DÜNDAR cak “B” yapılardır! Bu yüzden, Efendimiz (SAV) buyurur: “Bir karşılık beklemeden yalnız Allah rızası için verin.” Çünkü karşılık bekleyen kimdir? İlahtır. Karşılık bekleyen ilahtır. “Hindi gelecek yerden tavuk esirgemeyen” odur! “Onun yere düşenini vereyim, gün olur ben de ondan başka bir şey isterim” düşüncesiyle veriş, vermek değildir. Ama yalnızca Allah’ın rızası umularak vermek ayrıdır; öyle veren kesinlikle “B”dir, ancak o öyle verebilir... İlahı zayıflatmak ve YAŞANTIYI TANRI YAPIDAN KURTARMAK için yaşantımızda onun temel özelliklerini fark etmek, her anımızda tek tek yakalayıncaya kadar onları gündem yapmak gerekiyor, biz paylaşımlarımızda bunu çok sık yapacağız. Çünkü tanrısal davranışlar bu ana özellikleri ile fark edilirler. Ayet ve hadisler hep o özelliklerle ilgili güzel öğütler vermektedir. -İtiraz ve şikayeti anlamaya çalışırken kimi hallerde bir tereddüde düşüyoruz. Mesela bir zalimin zulmüyle karşılaşınca; “o da Allah’ın bir dileği” gibi düşünceler oluşuyor. Ama zalimin yanında olmamamızı, ona karşı çıkmamızı öneren hadisler var. Zalimin fiili de Allah’ın düşüncesi diye mi, yoksa hadislerde önerilen gibi mi düşünmek gerekiyor? Zalime müdahale etmememiz gerektiğini çıkarabilir miyim bu söylediklerinizden? Size “zalimle mücadele etmeyin” mi dedik? Hayır, öyle bir şey çıkaramazsın! Zalim onu yaparken “B” yapısıyla mı yapıyor? Tam tersine “A” yapısıyla yapıyor! Peki, sen onunla mücadele ederken “A” olarak mı, yoksa “B” yapınla mı mücadele edeceksin? “B” halinle mücadele edeceksin! Zulme karşı “A” yapılarıyla mücadele edenler de var. Ama sen “B” halinle mücadele edeceksin. Sen işini Allah rızası odaklı yapıyorsun, diğeri o mücadeleyi topluma faydalı bir iş yapmış olmak için yapıyordur. Onda sevap olmaz, ancak aferin denir. “B” yapısıyla yapan Allah adına yaptığı için büyük sevaptır! İkisi çok farklıdır. Dedin ki; bir zalim var, “zalim”i tanımlamalısın? İlah! O ilah olmasa zaten zalim olamaz, zalimlik ilahın işidir. Hayatı tarif etmiştik: HAYAT vehmin zulmeti+şeytan işbirliği ile akıl+iman’ın mücadelesiydi. Sen o zalime karşı duruşunla bizzat akıl+iman mücadelesi yapmış oluyorsun, o yaptığın akıl+iman mücadelesidir. Fark ettin mi? Sen onunla bir ilah olarak da mücadele edebilirdin, o zaman mücadele senin tanrılığın mı, onun tanrılığı mı daha iyi mücadelesi olur. “Biz hümanistiz; diğer tanrıları seven tanrıyız, tanrıları koruyan tanrıyız” olur. Böyle bir tanrılar kavgası yaparken toplumda KAHRAMAN olabilirsin, taraftarların seni alkışlayabilir, “aferin” diyebilir. Ama “B” yapısı ALLAH ADINA MÜCADELE yapar. Yani o yaptığı mücadele “La ilahe illallah” mücadelesidir. Fark ettiniz mi? Fiilî olarak “La ilahe illallah” Sen Tanrı mısın? 141 demektir o! İşte o yoldaki mücadeledekidir ŞEHİD! “La ilahe illallah” mücadelesinde olandır şehid, tanrılar kavgasındaki değil! Bir zalimle, bir ilahla, bir ilah mekanizmasıyla “B” mekanizmasının mücadelesi önemlidir ve farklıdır. Ama bilinmelidir ki İslamiyet’te bütün mücadeleler bir demokrasi anlayışı içerisinde yürür. “Nasıl mücadele edeceğiz?” dediğinde iş değişir, herkes kafasına göre mücadele edemez! Mücadelenin sınırlarını İslamiyet’in demokrasi anlayışı çizer! -Siz bize İnsan-30. ayetin idrakını ve buna zıt olan tanrısal idrakları anlatıyorsunuz, tamam. Henüz idrak etmesek de o idraka uygun imanı ve gereğini yaşantımızda görmek istiyoruz. Siz o ayete iman edenin halini anlatırken mesela duada sadece “merhamet” demek gerekir diyorsunuz, ben onu henüz idrak edemedim, dolayısıyla liste halinde dua ediyorum, nasıl olacak? Hiç bir sakıncası olmaz. “Hasbiyallahu”da söyledim, yeter ki o mentaliteyle dua et. O zaman, senin sipariş sandığın listeler bile Allah’ın izniyle sana lütuf yollu ulaşır ve seni siparişsiz duaya götürür, bu yüzden hiç sakıncası olmaz. Benim size söylediklerim, dinleyip bir anda yapacağınız şeyler değil ki... -O diğer duaları “mağfiret ediver ve bağışlayıver” duasının genişlemiş hali gibi mi düşünelim? Aynen söylediğin gibi. İnşaAllah Kâbe’nin yanında da onları öyle oku... -“Sabah namazı şahidlik edicidir” hadisindeki şahitliği açabilir misiniz? Sabah ve akşam salâtı için öyle söylenir! O şahitlerin ve şahitliğin yapısı nasıldır, nedir çok net bilemiyoruz. Bir enerji sistemiyle ilişkili şeyler. O enerji sistemlerine de genel ismiyle MELEK deniyor. Ama meleklerin oradaki şahidlikleri nasıldır, o mekanizmalar çok açık, net bilinen şeyler değil. Hep yorum. Şimdi benim söyleyeceğim de yorum ve his. Fakat bir enerji sisteminin çalıştığı kesin! O enerji sisteminin çalıştığı evrensel sistemde o anda bir parça olarak sen de varsın, aynı gezegenler gibi, aynı güneş gibi sen de o mekanizmanın içerisindesin, çalışan o sistemin içerisine dâhil oluyorsun. - Bu her an öyle değil mi, neden “sabah ve akşam” için böyle deniyor? Güneşin doğuş ve batış zamanlarına yakın anlar biraz farklıdır, güneş yüzünden farklıdır! Hatta o anlar öyle farklı ki; doktor arkadaşlar onu daha iyi bilir, sabah felçleri diye felçler vardır. Felçlerin %90’a yakını insanlara sabah o saatlerde gelir, adına da SABAH FELÇLERİ denir. Vücudu felce müsait olanlar, özellikle tam güneşin doğma anındaki o eğiklikte uykudalarsa felce ya- 142 Yılmaz DÜNDAR kalanırlar! Uykudaysa vücud onu kaldıramıyor! O anda uyanık ve çalışıyorsa atlatabiliyor. Şuur yerinde değilse, uykudaysa felce yakalanıyor ve ona Uyku Felçleri de deniyor. O anlarda, batarken ve doğarken güneşin tesiri farklıdır. Hatta güneş batarken/batmasına yakın ve doğarken uyumanın sakıncalı olduğu hadislerde var. Efendimiz (SAV) bunu doğrudan akılla ilgilendiriyor: “Korkarım aklınız azalır” diyor. Beynimizle ilgili nasıl bir tesirse o, güneşin o andaki açısının aklımızı olumsuz etkilediği hadislerde var. Bunları açıklarız ama, işimiz gereği yıllarca, makale yazarken literatürle desteklenmiş cümle kurmaya o kadar alıştık ki, bu yüzden yorumlarımızı, gözlemlerimizi söylemeye korkarız. Mutlaka tesbit edilmiş, literatürle desteklenmiş bilimsel cümle olunca rahat oluyoruz. Yıllarca o makaleleri yazmak öyle bir disiplin kazandırıyor. Yanlış bir şeyiniz tespit edilirse, bilimde suç işlemiş oluyorsunuz, hatta bazen tüm akademik gayretlerinizi siliyorlar, Allah muhafaza etsin, öyle bir suç! O korku nedeniyle, konuşup yazarken kesin olarak bilinmeyen, ortaya konulmamış şeyleri yorum gibi bile söylemekten korkarız. Çünkü insan kendi yorumunda yanılabilir! Onun bilimsel metotlarla tekrarlanmış, kesinleşmiş olması lazım. Bu yüzden bizim için ayet ve hadisler var. Onlara imanla bakıp, onları literatür kabul etmek gerekiyor. -O saatlerde kazaların da çok olduğu söylenir, doğru mudur? Allah muhafaza etsin, o saatlerdeki kazalara medyada sık rastlıyoruz, sürücü uyumuş deniyor, bir şeyler söyleniyor. Aslında o saatlere dikkat etmek gerekiyor, o anlarda akıl ve zihin açık olmalı, uyanık olmak gerekiyor. O anda akıl hele de zikrullahla meşgulse o çok farklı açılımlar yapıyor. O SAATLERİN ŞAHİTLİĞİ denilen mana belki de o bakımdan önemlidir. -Çok uyku geliyor o anlarda. Salâttan sonra tam o anda, nasıl yapmalı? O kadar haklısınız ki! O ana kadar durursunuz, tam o anda uyku gelir, o an zor bir andır. Ama insan vücudunun “alışmak” gibi çok önemli bir özelliği var. Belli bir sisteme bağladığınız zaman vücut ona alışmaya başlıyor. Salâtı mümkün olduğunca güneşin doğmasına yakın yaparsanız, güneşin doğmasına yakın selam verip tesbihatı yaparken hiç değilse beş on dakika geçer, doğma anında uyanık kalmış olursunuz, korunmuş olursunuz. Biliyorsunuz, güneş doğarken, tepede olduğu an ve battığı an salât olmaz, yasaktır. Bu yüzden takvimde güneş yazan yere bakar, o saatten bir iki dakika önce selamınızı verir bitirirseniz, ondan sonra yavaş yavaş tesbihatınıza geçerseniz, duanın tesbihatı beş on dakikanızı alır, sonra açılmazsanız da uyursu- Sen Tanrı mısın? 143 nuz. Orayı hiç olmazsa o beş on dakikayı atlatırsanız uyursunuz. Ama yarım saat kadar uyumazsanız sizi İŞRAK VAKTİ karşılar. - Güneşin doğmasına bir iki dakika kala alnın secdede olması idrakı açar mı? Farzın son secdesini uzatıp o anda secdede olmak bu açıdan uygun mu? O anda secde çok önemlidir. Siz secdede beyninize kan da gönderiyorsunuz ve o an secdede bulunmakla fiziken beynin bazı önemli noktalarına kan ulaştırıyorsunuz. Secdede biraz uzun kalırsanız beyindeki bazı önemli hücreleri kanın oralara hücumuyla aktif hale getirirsiniz, Biiznillah. Hele de tefekkür ve zikir halindeyseniz... O hücrelerin tefekkürle aktiflenmesini güneşin pozisyonuyla desteklerseniz daha önemli tesir eder inşaAllah. -Zamanını çok iyi ayarlamak lazım değil mi? Yani kılıçla kesilmiş gibi değil! Ama ihmal de etmemek lazım. Bir iki dakika çok önemli değildir. Geçmişe baktığınızda, saat mi var? Yoktu ama, “nasıl olsa saat yoktu” diye rehavete girip beş on dakika da geçmemek lazım. -O saatte bir kıpırdanma oluyor tabiatta. Uyanıyorlar... Bir şeyin telaşındalar. İşrakta kuvvetleniyor, orkestra gibi... Hayata başlıyorlar, güneşle ilgili bir hareket var, güneş ışınlarıyla hayata başlıyorlar. -Ben biraz Alaska’da kalmıştım. Orada güneş yaz boyu insanın etrafında dönüp duruyor. Güneşin o açısıyla, insan orada 24 saat tehlikede mi? Güneşin tesirinde eğiklik derecesi etkilidir. Oradaki derecesi ve eğikliği farklıdır. Güneş ışınlarının tesiri geldiği dereceyle ilişkilidir ama her halükarda tehlikede olan öncelikle “ilah yapı”dır, esas tehlikeli olan o ilahtır. İster Alaska’da olsun ister burada, eğer bir ilah varsa ona kapı kapalı; La ilahe! -İkindi’nin vaktinde kılınmasına dair hadis var, neden ikindi için öneriliyor? Diğerleri vaktinde kılınmamalı mı? Yani “daha erken kılınmalı” demek istedin herhalde. İkindiden hemen sonra güneş batıyor ya. Akşam ezanına özellikle yarım saat kala güneş batma dönemine girer. İşte orası kılınmaması gereken dönemdir. Orada yalnızca eğer zorda kalmışsanız, yetiştirememişseniz ikindinin farzı için izin vardır, ama mümkün olduğunca o hale bırakmamak gerekir. Zaten ikindi ile akşam arasına bakarsanız çok kısa bir mesafedir. Onun son kırkbeş dakikasını güneşin batmasına ayırırsanız, o zaman size ezan okunduktan hemen sonra bir an önce o görevi yapmak kalır. -Dua ediyoruz ya, o konuda bizi koruyan görevli varlıklar mı var? 144 Yılmaz DÜNDAR Okuduğum ona benzer şeyler var. Hatta mânâ âlemindeki düşünceler surete dönüşmeden dua etmişseniz, mânâ âlemindeki alternatiflerden birisi vücut bulmadan dua yapılmışsa, dua o döneme ulaşmışsa o manalara tesir ettiği söylenir. Bütün bunların hepsi bir mekanizma! Çalışan bir mekanizma var, ama bu mekanizma nasıl bir mekanizmadır bilmiyoruz. Bu konuda söylenenler hep yorum. Efendimiz hadislerinde açıklamamışsa, onlar kişilerin hallerine göre rüyaları, keşifleri ve hisleriyle oluşturdukları yorumlardır. Bu yorumlara bakılınca bir mekanizma var, hatta birbirinden farklı gibi anlatılan mekanizmalar var. Ama mekanizma ne olursa olsun önemli olan şudur: Allah’ın dilediğinin oluyor olduğunu, yalnızca O’nun merhametine bağlı olduğumuzu bilmek gerekiyor. Mekanizma ne olursa olsun mesele budur! Bu yüzden, anlatılan o mekanizmaları çok merak etmedim. Tefekkür için, bu amaçla yan yana gelmişken birlikte bir şeyler okuyabiliriz, ne dersiniz? Mesela bu duygularla beraberce yüz ihlâs okuyabiliriz... Bir sonraki tefekkür paylaşımında inşaAllah öyle bir okuma, bir zikr yapalım. Bir araya geliyor olmamızdan yararlanmaya gayret edelim. Aslında bu tür konuşmaları bu kadar uzun yapmak yerine, belli bir konuyu birlikte sürekli tefekkür eder gibi konuşup, o yoğunlaşmış halimizle İhlas, Salâvat, Kelime-i Tevhid okumak çok güzel olur. Daha faydalı olur zannediyorum... -Çok güzel olur inşaAllah... Her zamanki gibi, bir sığınma ve tövbe duası ile tamamlayacağız. Ama bunu yaparken mümkün olduğunca “Allah’ın düşündüğünün sureti” olduğumuzu düşünmeye, o düşünceye odaklanmaya çalışırsak güzel olur. Var olan halimizin, yani şu anda “BEN” dediğimiz şeyin, “BEN” derken kastettiğimiz yapının aslında “Allah’ın düşündüğü halin sureti” olduğunu düşünelim. O halin bizdeki biçimine her birimiz kendimiz için “BEN” diyoruz değil mi? Bu bakış öyle önemli bir basamaktır ki! Bu başarılabilirse sonra bu “BEN”lerin ayrı ayrı olmadığı yaşanır, sonra o hal gelir. Onların ayrı ayrı olmadığını anlamak üzere küçük bir antrenman yapıp duamıza geçelim. HAYY ismini ele alalım. Diyelim ki, Hayy isminin bir olduğunu, ayrı ayrı Hayy’lar olmadığını yaşamak istiyoruz. Eğer ilahlığını ilan etmiş yapıyı kast eder de, “benim bir Hayy yapım var” dersek ve o yapıyı başkasının Hayy yapısıyla bir yapmaya çalışırsak o aldatmaca olur! Tanrılık ilan ve iddiasındaki kişiler bunu yapmaya gayret eder, kafasını zorlar, ama yapamazlar! Onu ancak bu “B” yapı yapabilir, ancak onun Hayy’ı bir olabilir. “B” yapı “BEN” derken, önce müstakil Hayy’lar var gibi sanar, sonra o Hayy’ların ayrı ayrı Sen Tanrı mısın? 145 olmadığını, birimlere ait ayrı ruhların olmadığını, her bir birimde ayrı bir Hayy’ın olmadığını yaşar. Bakar ve yaşar ki onlar yok... İşte biz bu “B” yapıyla düşünüp desek ki; “biz Allah’ın düşüncesinin suretiyiz. Bizden çıkan tüm davranışlar O’nun dilemeleri, düşünmeleridir”. Ve bu düşünceyle bizi Düşünen’e yönelsek, VECCEHTÜ VECHİYE yapsak... “Veccehtu vechiye”yi öyle yapabilsek ne olur biliyor musunuz? Burada bulunanların her biri bir olur... İşte ESAS CEMAAT de odur: Her biri bir olanlar! Onların hiç ayrısı kalmaz; ayrı ayrı gözükenlerin BİRLİK HALİ olur onlar. Biz o zaman bulunduğumuz toplulukta Tevhid’i yaşarız, o zaman cemaati hissederiz, fark ederiz, bulabiliriz. Çeşitli uzak doğu felsefeleriyle uğraşanlar “tanrıların birliğinde” meditasyon yapmayı başarıyorlar. Biz bu gayreti gösterirsek Esas Hakikat’in varlığında TEVHİD’i niye başaramayalım? Eğer müstakillik ilanıyla değil de, var olan yapıya sahip çıkan halimizle değil de, “ben Allah’ın düşüncesinde suretim” teslimiyetiyle olursa niye olmasın? Kişi bu var olan yapıya sahip çıkarsa “ben görüyorum, ben yaşıyorum. ben...” diyor! Ama “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim, görmeyi dileyen O” derse varlığına ve fiillerine sahip çıkıp “ben görüyorum” diyen ilah ne olur? Yok olur! O zaman o olmaz! O kalkarsa gerçek yapı ortaya çıkar. Sahip çıkmayan, “ben Allah’ın düşüncesiyim” diyen yapı kalır. O yapı “Hasbiyallahu” der, “veccehtu vechiye” der, “eslemtü li rabbil alemiyn” der ve kendisini Düşünen’e teslim olur. O’nun dilediği şekilde, O’nun istediği şekilde teslim olur ve O’na seslenir. Nasıl? Nasıl sesleneceğimizi öğreten Rasulullah’ın öğrettiği şekilde: Allahümme eslemtü nefsiy ileyke ve veccehtü vechiy ileyke ve fevvedtü emriy ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke. La melcee ve la mencee minke illa ileyke. Amentü Bi Kitabikelleziy enzelte ve Nebiyyikelleziy erselte. Allahümme ente Rabbiy, la ilahe illa ente halakteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma sana’tu ebûü leke bi nı’imetike aleyye ve ebûü bizenbiy, fağfirliy zünubi, feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, Birahmetike ya Erhamer rahımîn. Rabbena zalemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna le nekunenne minel hasiriyn. Rabbena zalemna enfüsena ve inlem tağfirlena ve terhamna le nekunenne minel hasiriyn. Rabbena zalemna enfüsena ve inlem tağfirlena ve terhamna le nekunen- 146 Yılmaz DÜNDAR ne minel hasiriyn. La ilahe illa ente Sübhaneke, inniy küntü minez zalimiyn. Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahil aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahelleziy la ilahe illa Huvel Hayyül Kayyumu ve etûbü ileyh. Estağfirullah ya Rabbel arşil aziym. Estağfirullah ya Rabbel arşil kerim. Estağfirullah ya Rabbel alemiyn. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin Bi adedi ılmike... Ya HU, ya men HU; la ilahe illa HU! Elif, Lam, Mim; Allahu la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum. ENTE’l Hayyul Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel hamdü ve inneKE ala külli şeyin Kadir. Ya Hannan, ya Mennan, Ya Bedia’s semavati vel arz. Ya Zel celali vel ikram. Eşhedü en la ilahe illallahul EhadüsSamedülleziy lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn leHU küfüven ehad. İnni veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanifen ve ma ene minel müşrikin. İnne salatiy ve nüsükiy ve mahyaye ve mematiy lillahi Rabbil âlemin. Ve la şerike lehu ve Bi zalike ümirtü ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi, eslemtü li rabbil alemiyn… İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İhdinas sıratal müstakiym, Sıratelleziyne en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn. Âmin. El-FATİHA 28 Zilhicce 1428 / 05 Ocak 2008 Uzunca bir süredir bir tesbit yapmaya çalıştık, onun bir özetini sunmaya gayret edeceğim. O özeti okurken, içinizden bana “bu da aklını tanrıya taktı, aklını tanrıyla bozdu” demenizi istiyorum. Çünkü onu dedirtecek kadar çok söylemek istiyorum! “Aklını tanrıya taktı, durmadan tanrıdan bahsediyor” dedirtecek kadar tanrıdan bahsetmeliyim. Çünkü siz onu söylediğinizde, siz de aklınızı tanrıya takacaksınız. Aklı tanrıya takmak önemlidir! Hep bunu ana konumuz yapmaya çalıştık. Neden? Çünkü insan tanrıyı fark etmekle aslında hatalarını fark ediyor. Yanlışlarını fark edince, o yanlışlarını fark edip onlardan kurtulma sevinciyle de İSLAMİYET’İ SEVER hale geliyor... Rum Suresi 30: “Diyn’e HANîF olarak yaklaşınız.” Al’u Imran-19’a göre “Allah indinde DİYN yalnızca İSLAM” olduğuna göre, Rum-30’u “İslamiyet’e HANÎF olarak yaklaşınız” diye anlayabiliriz. İslamiyet’i bir yönüyle ALLAH’ın SİSTEMİ’ni ifade eden bir isim olarak düşünürsek, ayetin mealini; “var olan Sistem’i anlamaya Hanîf olarak yaklaşın” diye özetleyebiliriz. Hanif olarak yaklaşalım tamam, ama HANîF olmak nedir, onu tanımlamalıyız. Hanif olmak İslamiyet’te çok önemlidir. Hazreti İbrahim aleyhisselam’ın başlattığı Hanîf Bakış Açısı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’le hayat tarzı haline gelmiştir. “Hanif olarak yaşayabilmek nedir, hanif olarak nasıl yaşanır?”, bu Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemle hayat bulmuştur. Şimdi onu tanımlayalım. Bildiğimiz cümlelerle özetleyecek olursak, günlük kelimelerle basitleştirecek olursak, HANİF OLMAK; tanrısız yaşamaktır diyebiliriz. Hanif olmak tanrı edinmemektir, hiçbir tanrıya sahip olmamaktır. Ve bu noktada o en önemli cümleyi görürüz. O tek cümleyi, insan için o en önemli cümleyi söyleriz; O’ndan başka bir şey YOK! Bunu çok önemsemek gerekiyor! Bu konular şu örnekteki gibi ele alınırsa iş yürümez. Birçok zaman dikkatimi çekmiştir, diyelim ki bir film seyrediyorsunuz, konusuna dâhil oluyorsunuz, ana fikrini beğeniyorsunuz. Ama film bittikten sonra hayata dönüyorsunuz. Aklınıza geldiği zaman da “iyi filimdi” deyip hatırlayıp geçiyorsunuz! Bu konulara bir film seyreder gibi yaklaşmamak lazım! Mutlaka “içinde 148 Yılmaz DÜNDAR oynadığınız ve bitmeyecek bir film” haline getirmek gerekir, mutlaka! Kitabı okudunuz veya bir söyleşiyi dinlediniz, eğer onu ana fikrini beğendiğiniz, içine de dâhil olduğunuz bir filmin bitimindeki “film bitti, haydi hayata” bakış açısıyla okur ve dinlerseniz yararlanma farklı olur. İnsan, bu filmin içinde olmaya ve filmin bitmemesine kendisini zorlamalıdır. Bu cümleleri böyle söylüyorum ama, cümlelerin fiillerini kurarken zorlanıyorum. Çünkü tavsiyelerde bulunmak, “şu kararları alın” demek, anlattığımız konuya ve kader anlayışına ters düşüyor gibi gelebilir. Dolayısıyla öyle bir konu ki bu, hele de şimdi “çok önemli” dediğim cümleyi söylediğimde göreceksiniz ki, konu dünyada alıcısı olmayan bir konu! Alıcısı yok, hiçbir cazibesi yok ve genetik yapı olarak bu konuyu önemseyecek, hayat biçimi haline getirecek ve bunun peşine hırsla düşecek yapının da sayısı çok, çok, çok, çok az! Ve siz böyle bir konuyu anlatmaya çalışıyorsunuz! Dolayısıyla bu konuyu anlatırken amacımız, kaderinde kendiliğinden bu konuyu önemsemek bulunana ve nasibi olana seslenmektir. Tanrılıktan kurtulmuş hayatı yaşaması dilenilmiş olana ulaşılır, ancak! Aksi halde bu işler, “yarından itibaren şu kararları alın, şöyle yapın” denilecek şeyler değil. Hanif olmak TANRISIZ OLMAK’tır! Kişiler tanrıyı ötesinde, berisinde, uzağında oluşturdukları için, bu yola girerken önce o tanrılardan kurtulurlar. Onlardan kurtulunca tüm tanrılardan kurtulduğunu zannederse olmaz, o tanrılardan kurtulmak gerçekten hanîf olmak değildir, bir basamaktır. Hangi tanrıdan kurtulmak için? Kurtulunması gereken gerçek tanrıdan kurtulmak için. Nedir o gerçek tanrı? İşte önemli olan o, hep anlatacağımız da o! Bu yüzden yalnızca bu cümle var; La ilahe illallah; tanrılık yok, illa Allah! Yaratılan insan bir Esma’ül Hüsna kompozisyonudur. Bu Esma’ül Hüsna kompozisyonunun yapma gücünü oluşturan bir esma daha vardır, onu eğiten bir esması daha vardır; Rab, kendindeki Rabb Gücü! Yani yaratılan birim bir Esma’ül Hüsna kompozisyonudur, o kompozisyonu yöneten bir de Rabbı vardır. İşte yaratılan birim, bu Rabb Gücü’ne ve bu Esma’ül Hüsna kompozisyonu tezahürü olan görüntüsüne “BEN” diyerek müstakilliyet kazandırdığında, yani sahip çıktığında GERÇEK TANRI’yı oluşturur. Burası anlaşılabiliyor mu? Yaratılan bir birim var, bu birimi basitçe tanımladığımızda onun bir Esma’ül Hüsna terkibi olduğunu söylüyoruz ve bu terkibin yapma gücünü oluşturan bir de Rabb’ı var: YARATILAN budur: Bir terkip ve ondaki rab gücü! Ama bu birim kendini fark ettiğinde bu Esma’ül Hüsna kompozisyonuna ve ondaki güce sahip çıkıp “benim” diyor! İşte bu tanrılık Sen Tanrı mısın? 149 ilanıdır! Bu söylediğim cümleyi tasavvuf kitaplarında bu kadar açık ve net bulmanız, OKUmanız çok mümkün değildir! Bu kadar açık söylüyorum; bir kişinin kendisinde var olanlara müstakilliyet kazandırması ve onlara sahip çıkması tanrılık ilanıdır ve gerçek tanrıyı oluşturur! İşte hanif olmak bu tanrıdan kurtulmak demektir! Bu tanrıdan kurtulduğu zaman kişi hanif olur, tanrılığını ilan etmediği zaman hanif olur! Din’e hanif olarak yaklaşın ayetini şimdi şöyle anlayabiliriz: Din’e tanrılık iddiasında bulunmadan yaklaşın! Eğer bunu dışınızdaki tanrılardan kurtularak yaklaşın diye anlarsanız, tanrılarla ilişkinize bakar, onlardan kurtulma çalışması yapar ve “zaten Allah’tan başka inandığım bir şey yok” deyip kurtulduğunuzu sanırsınız! Deniyor ki; Din’e hanif olarak yaklaşın. “Hanif”i kısaca açtık, şimdi mana daha anlaşılır oldu: Din’e tanrılık iddiasında bulunmadan yaklaşın! Tanrılık iddiasında bulunursanız ne olur? Buna o kadar kafayı takmak lazım ki! Buna kafayı taktığınız ve bunu bütün işlerinizle ilişkilendirdiğiniz zaman, ancak o zaman siz kendinizdeki tanrılık iddiasında bulunan “BEN”i görürsünüz. O kadar açık ve net görürsünüz ki “bendeki şu “BEN”, tanrılık iddiasında bulunan “BEN”dir” dersiniz. Sizde, tanrılık iddia eden o “BEN”den başka bir “BEN” daha var. Hatta Yunus Emre’nin “bir BEN vardır bende BENden içeru” dediği “BEN” odur! Biz genellikle o “BEN”i Yaradan gibi düşünürüz. Değildir! Bir “BEN” var; tanrılık iddiasında bulunuyor. Bir “BEN” de var; ben Allah’ın düşüncesinde bir suretim diyor. İşte tanrılık iddiasındaki “BEN”den içeru olan “BEN” yaratılmış olan “BEN”dir. İzah edeceğim onu. İşte bu “BEN”lere, onların ayırımına kafayı öyle yormak, takmak gerekiyor ki! Bütün işlerimizi bununla ilişkilendirmek gerekiyor, ibadetleri bile! Aslında, ibadet diyerek ayrım yapmak, işleri bir grup yapıp “bunlar ibadettir, bunlar değil” demek yanlıştır. İslamiyet’i incelediğinizde sistemde böyle bir ayırma yapamayacağınızı görürsünüz. Yani bir “hayata ait” işler, bir de “ibadet” adı altında işler yoktur. İslamiyet’i incelediğiniz zaman görürsünüz ki, her yaptığınız ÎBADET’tir, her anınız KULLUK’tur! Bunu ayırmak bir hatadır! İbadete vakit ayıracaksın sonra dünya işine döneceksin diye bir şey yoktur! Onlar tanrının oyunlarıdır! Bunu ne zaman fark edersiniz? İbadet adıyla ayırdığınız işleri bile “o ibadetleri yapan tanrı mı?” diye didiklediğinizde! Varlığını iddia ettiğiniz tanrı mı salât ikame ediyor, o tanrı mı oruç tutuyor, o tanrı mı Hac’ca gidiyor? Bütün bunları yapan eğer oysa ondan kurtulma çalışmaları çok önemlidir. Çünkü tasavvufta insan heveslendiği ve uygulamak istediği şeyleri o tanrıya yaptırırsa mesafe alamaz. O tanrıdan 150 Yılmaz DÜNDAR kurtulma çalışmaları olarak yaparsa mesafe alabilir! O tanrıdan kurtulmuş olarak yaparsa mutlaka mesafe alır! Bu yolda nefs mertebeleri ve nefs mücadelesi çok dile getirilir, bilirsiniz. Nefs Mertebeleri denilen kriterleri okuyorsunuz ve o kriterlere göre kendinizi motive etmeye çalışıyorsunuz. Ama bilin ki, nefs mertebeleri yolu ancak bu tanrıdan kurtulduktan sonra yürünecek bir yoldur! Eğer o yolda yürümeye tanrı çıkarsa, o “tasavvufla meşgul tanrı” olur ve GİRDAP diye bahsedilenler bu tanrı içindir. Bu tanrı tasavvuf çalışmalarıyla kendisindeki bazı güçleri fark ederse daha güçlü olur. Hatta fetih denilebilecek çeşitli güçleri kazanırsa FETH-İ ZULMANİ oluşur; arzu edilmeyen güç sahibi bir tanrı ortaya çıkar. En önemli şey; önce bu tanrıyı tanımak! Tanrı nedir, tanrılık nasıl ilan edilir ve tanrıdan nasıl kurtulunur, bunu fark etmek gerekiyor. İleride bunun yöntemlerini ele alırız inşaAllah. Ama o yöntemleri ele almaya başlamadan önce hepimizin aklını tanrıya takması gerekiyor! Tanrılık iddiasının bizim için hayati bir sorun, günümüzü alt üst eden bir sıkıntı olması gerekiyor. Ve biz, bu sıkıntıdan nasıl kurtulacağız diye yan yana geliyor olmalıyız, bunun için buluşmalıyız, şart bu! Aksi halde, filmi seyreder, film bitince “tanrıların hayatına” döneriz! La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i bu tanrıdan kurtulabilmede çok önemlidir. Bir mübarek arkadaşım aramıştı; masama bir hadis yapıştırdım, onu tefekkür ediyorum dedi. “Nedir o?” dedim. Efendimiz (SAV) o hadiste “cennetin girişi/ücreti La ilahe İllallah’tır” buyuruyor, mealen böyle bir hadis. Onu tefekkür ediyorum demişti. Ben kendisine o tefekküre yardımcı olmak için daha önce sizinle paylaştığım şu cümleyi söyledim; “cennetin kapısında La ilahe İllallah yazılıdır” hadisinin manasını paylaştım: Bir kapı, kapıda öyle bir yazı ve o kapıdan giriş gibi düşünmüyoruz! Bu hadiste bize anlatılan çok önemli bir mana var, yazan bir şart var! Hadis’e baktığınız zaman, La ilahe illallah bir ücret, bir bedeldir! “Şu kadar söylerseniz” değil, “bu bedeli öderseniz” manasına bir yazıdır La ilahe İllallah! Bazı kapılarda “şunlar giremez” yazar. Geldiniz ki “silahla girilmez” yazıyor, kapının önünde “silahla girilmez” deyip duruyorsunuz. Silahınız varsa kapıdan giremezsiniz! Ben 500.000 defa “silahı olan giremez” demiştim, girebilir miyim? “Silahın var mı? Varsa giremezsin” diyorlar. Görmedin mi, “silahı olan giremez” yazıyor! Silahını çıkarıp koy, hiç bir şey söyleme geç git. Kapıda bir şart var: Silahı olan giremez! Silah bırakmanın değişik yöntemleri olabilir. Bu silahı bırakma yöntemlerinden birisi, silah mefhumunu durmadan akılda tutmaksa, bu bir silah bırakma yöntemiyse, yöntem olarak “silahı olan giremez” diye yapılacak tekrarlar ayrıdır. Ama silahı bırakmamışsan işe yaramaz! Silahın var ve defalarca “silahı Sen Tanrı mısın? 151 olan giremez” demişsin; coşarak söylemişsin, ağlayarak söylemişsin, aşk ve şevkle söylemişsin, fark etmez, silah üstünde ya! Kapıda diyor ki; silahı olan giremez! Hangi yöntemi kullandığın kimsenin umurunda değil, yeter ki silahı bırak! Sordular; silahı bıraktın mı? Bıraktım! Tamam! Nasıl bıraktın? Aşk ile ve şevk ile 500.000 kere söyledim. Peki, sen nasıl bıraktın? Ben hiçbir şey söylemedim, çıkardım, koydum. Tamam! Bak bu da o yöntemi kullanmış. Hangi yöntemi kullanırsan kullan, yeter ki bırak, yöntemini sormuyorlar! Ben hiç ağlamamıştım! Silahın var mı? Yok! Tamam! Ben çok ağladım. Silahın var mı? Var. Kapıdan geçemezsin! Mesele silahı bırakmak! Bu kadar önemli bu yazı! Peki, ne o? La ilahe İllallah. La ilahe; tanrı giremez, İlla Allah. “Ben bunu çok söylemiştim” dedin, bakıyorlar; tanrı var, “tanrı giremez, tanrılar bu tarafa” derler. Orada iki alternatif var; ya ileri ya bu taraf! Bu taraf cehennem, ilerisi cennet! GERİ döndün cehennem, İLERİ gittin cennet ortamı. Böyle söyleyerek basitleştiriyoruz, sembolleştiriyoruz yani. Peki, ileri nasıl gidiyorsun, ücreti nedir: La ilahe İllallah: Tanrı giremez, tanrı geçemez, tanrıya kapalı! Bu mananın bedelini ödeyerek, gereğini yaparak! Demek ki, TANRI cehennem demek, bu kadar somut! Cennet ve cehennem soyut kavramlar sanılır ama, bana hiç soyut gelmiyor. Ben onları o kadar somut ve açık görüyorum ki, o kadar somutlar ki! Cehennem benim için hiç soyut değil, çok somut: Tanrı; cehennemdir, tanrıların mekânıdır cehennem! İlla Allah ise cennet! Şimdi insanları üç gruba ayıran bir tasnif yapalım, kişi “ben hangi gruptayım?” diye merak ederse kendini inceleyebilsin. Üç grup insan var: Birisi insani, ahlaki kurallara çok uyan, insanlar tarafından sevilen sayılan, onun da insanları sevdiği saydığı bir insan. Hoşa gidecek her meziyet onda mevcut. Bu insanı bir kelimeyle sembolleştirelim, HÜMANİST diyelim. Bir de bunun zıddı insanı söyleyelim. O da yalnızca kendisini seven ve düşünen, her işi kendine menfaat sağlayacak şekle çevirmeyi yaşayış haline getirmiş olan bir insan, ona da diğer uç noktada bir isim verelim, NARSİST diyelim. Bunların her ikisi de tanrılık iddiası içindeki kişiler olduğundan adlarını tanrılık özelliklerine göre verip onlara; “narsist tanrı, hümanist tanrı” diyelim. Yaşadığınız ortamda eğer bir narsist tanrı varsa ondan çok rahatsız olursunuz. Bu narsist tanrı iş yerinizde yöneticinizse rahatsız olursunuz, evde eşinizse rahatsız olursunuz veya ebeveyninizse rahatsız olursunuz. Ama hümanist tanrılardan memnun kalırsınız. Çünkü o, insan haklarına saygılıdır, dürüsttür, hoşunuza gidecek her huyu onda bulursunuz. Ama siz memnunsunuz diye cennet de memnun mu ondan? Değil! Buna çok dikkat ediniz. Çünkü 152 Yılmaz DÜNDAR o hümanist ama tanrı! Siz narsistten hoşlanmadığınız için ona “bu adam cehennemlik” dersiniz, doğru da olabilir. Sonunu bilmiyoruz, öyle giderse doğru söylemiş olursunuz. Ama hümaniste ondan çok memnunsunuz diye “cennetlik adam” derseniz yanılırsınız. Çünkü o bir tanrı; hümanist tanrı! Tanrı hümanist de olsa, cennet tanrılara kapalıdır! Demek ki, dürüst olmak, hümanist olmak, ahlaklı olmak gibi hoşa giden özellikleri sıralayıp, bunları da uç noktaya getirsek, çok fedakâr, çok cömert, çok verici gibi özelliklerin tümünü o uç noktada toplasak, insanlar onu izlediği zaman “bu adam mutlaka cennetliktir” diyor olsa, çok memnun oluyor olsalar bile onda tanrılık iddiası olduğu için, tanrılığını ilan ettiği için cennet ortamı ona kapalıdır! Yani iyi insan olmak cennete gitmek için yeterli değildir. Cennete gitmenin, cennet ortamında bulunmanın TEK ŞART’ı budur: La ilahe (tanrı giremez) İlla Allah! Çünkü tanrılar giremez, tanrılar geçemez! İlk iki grup TANRILAR’dan oluşuyor; Narsist Tanrı, Hümanist Tanrı. Şimdi üçüncü insan grubuna bakalım. Sembolleştiriyoruz ya, ona da bir ayetten yararlanarak şöyle bir isim verelim. Nas Suresi’nde cin ve ins geçer. Diğerlerine tanrı dedik ya, bu gruba da insan diyelim. Ama nasıl insan? Besmelenin “B”sine sahip insan! Bunu ifade için de “B” İNSAN (B-İNS) diyelim; “B” sırrındaki insan, “B” insan diyelim. Bakın üç kategori oldu; “B” insan, hümanist tanrı, narsist tanrı. Eğer üçüne de “insan” dersek olmaz! Çünkü insana göre tasnif yapmıyoruz artık, dikkat edin, artık kriterimiz; tanrılık! Ona bakıyoruz, o var mı, yok mu? Bu bilinçten sonra insana göre tasnif yaparsak yanılırız. İnsanın başına sıfatlar koyarak tasnif yapmıyoruz, bizim için artık tanrı, tanrılık önemli! Tanrı kriterine göre bakıyoruz; tanrılık iddiasında bulunan, bulunmayan! Tanrılık iddiasında bulunanları iki grup yaptık; çok iyi, çok dürüst, çok ahlâklı ama tanrılık iddiasında bulunana hümanist tanrı, onun zıddına narsist tanrı dedik. Ama bir de tanrılık iddiasında bulunmayan bir yapı var; o da “B”İNSAN, “B” insan. Bu nedir biliyor musunuz? Bu kuldur, buna KUL denir, “B”İNSAN kuldur! “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaiyn; yalnız sana kulluk ederim” diyen budur! “Yalnız sana kulluk ederim” diyen tanrıysa olmaz, tanrı kulluk edemez; tanrılığını ilan eden “iyyake na’budu” diyemez! Buna çok dikkat ediniz lütfen! Tanrılık iddiasında bulunan ancak bir üst tanrıya yaranma çalışmaları yapar. Bu da tapmadır, buna TAPMA denir; dolayısıyla o bir üst tanrıya tapar. Tanrılık iddiasında bulunan, gücünün yetmediği bir üst tanrıya inanır, ondan korkar, ona tapar; “aman bana bir şey yapmasın” diye yaranma çalışmaları yapar. O tanrısına (üst tanrıya) “Allah” diyebilir, ismini öyle koyabilir. Dolayısıyla, “ibadet” adı altında yaptıklarınız Sen Tanrı mısın? 153 yaranma çalışmalarıysa bunu yapan tanrıdır! İbadet adı altında yaptıklarınızı bile tanrı kavramıyla, tanrılık iddiasıyla ilişkilendirin, ilişkilendirdiğinizde bakın, namaz kılan, oruç tutan, Hac’ca giden, iyilik yapan o yapı mı? Eğer oysa, o “ne güzel kıldım, tuttum, gittim, yaptım, verdim” der. “Onlar düzgün tutamıyor, hep yanlış yapıyor, ben çok güzel oruç tutuyorum. Allah benim orucumu beğenir” der. Allah’a yaranmak için bir üst tanrıya tapan yapı böyle bakar, böyle düşünür! Ama “B” insan, B-İNS; yani KUL nasıldır? AbduHU ve RasuluHU; Kul’u ve Rasul’ü! Efendimize soruluyor; bir kul rasul mü olmak istersin, bir melik rasul mü olmak istersin? Mütevazı davranması isteniyor, Efendimiz de Kul Rasul olmak, Kul olmak istiyor! Kul “B”İNSAN olmaktır, O öyle istiyor! Çünkü mevkiler tanrıya aittir! Kartvizite “Prof., Bakan, Genel Müdür” gibi rütbeler yazarız, hep tanrı rütbesidir. “B”İNS’in rütbesi olmaz. Tanrı “genel müdür, bakan vb” olur, o unvanı biter, bu sefer kartvizit değişir; “eski milletvekili, eski genel müdür…” olur, rütbesi şimdi budur. Tanrılık gücünü göstermek, tanrılar arasında yer edinebilmek, tanrılığını kullanabilmek ve tanrılarla savaşabilmek için rütbelerdir onlar! “B”İNSin rütbesi Kul’dur ve Kul önemli bir şeydir... ÜÇ GRUP oluşturduk; “B” insan, hümanist tanrı, narsist tanrı. Kişinin amacı eğer hümanist tanrı olmaksa, iyi insan olmaksa, o İslamiyeti uyguladığını ve yaşadığını zannederek yanılır! İslamiyet adı altında birçok yerde anlatılanlara dikkat edin, anlatılan şey iyi insan olmaktır: Yalan söylemeyin, komşunuzla iyi geçinin, yardımlarınızı esirgemeyin…, hep iyi insan olmak anlatılır. Öyle olunca, kişiler iyi insan olma kurallarını uygulayıp “iyi müslüman” olduklarını sanarlar. Hayır, iyi insan olmuşlardır; hümanisttirler o kadar! İslamiyet’te tek kriter vardır, budur; tanrılık iddiasında mıyım, değil miyim? İşte nefse zulm diye bahsedilen konu bu kriterle çok ilişkilidir. Tanrılık iddiasında bulunmak nefse zulmetmektir. Nefse zulmetmek “ben tanrıyım” demekle başlar. Kişi, ben tanrıyım diyen halini fark etsin veya etmesin, ben tanrıyım halinde yaşıyorsa nefsine zulmediyor demektir. Fark edip kurtulma gayretine girince nefsini bilen Rabbini bilir. Çeşitli çalışmalar sonunda bir tanıma başlar. Müstakillik ilan ederek sahip çıktığı kendisindeki Esma’ül Hüsna kompozisyonunu ve ondaki nefsin hakikatini tanırsa; “eyvah, ben yanlış bir şeye sahip çıkıp, BENlik iddiasında bulunmuşum” der ve o zaman Rabbini tanır! Nefse zulmün iki farklı halini ileride tekrar dile getireceğiz. Bir şeyi Allah rızası için yapmak nedir? Bu hep düşünülür; ne yaparsam Allah rızası için olur, ne yaptığım zaman Allah rızası için olur? Cevap olarak 154 Yılmaz DÜNDAR genellikle; bir karşılık beklemeden yapmak denir. Evet, bir karşılık beklemeden, karşılığını yalnız Allah’tan umarak yaptığınız şey Allah rızası içindir. Ama ince detayına, oradaki önemli çizgiye bakalım: Eğer karşılık beklemeyen bir tanrıysa, o yaptığı Allah rızası için olmaz! Bir işi, o üç kategori insandan “B” insanın yaptığı öyledir. Yalnızca “B”İNSAN (Kul) yapıyorsa o ALLAH RIZASI içindir. O işi yaparken “B”İNS formundaysanız, o haldeyseniz, o pozisyonda yapıyorsanız o Allah rızası içindir. O işi hümanist tanrı olarak yapıyorsanız o Allah rızası için olmaz. O sadece sizi memnun eden, kendinize aferin dediğiniz bir iştir! Demek ki, “bu iş Allah rızası için mi?” diye incelediğinizde, o işi tanrıyla ilişkilendirip işi yapanın kim olduğunu bulmalısınız; kul mu, tanrı mı? O zaman, Allah rızası için mi, değil mi, o işten Allah razı mı, değil mi, hemen fark edersiniz! “Ben bunu Allah rızası için yapmıştım” dediğiniz o işi yapanı inceleyin, onu tanrıyla ilişkilendirin, o “Allah rızası için yaptığınızı düşündüğünüz güzel şeyi, yapan kimmiş onu bulun, o an anlarsınız. Eğer karşınıza tanrı şüphesi çıkmışsa o şüpheden bile kurtulmak şarttır! Öyle yaptığınız zaman siz, sizde tanrılık iddiasında bulunan “BEN”i tanırsınız, onu çok iyi tanırsanız çok net görürsünüz onu! İnsan tanrıyı neden [çok fazla] göremez? Bir: Kişi ibadeti dâhil, işlerini ilan ettiği o tanrıya yaptırmaya alışmıştır, bu yüzden görmez. İki: Etrafla o kadar meşguldür ki, kendini analiz etmez. Hep başkalarının işlerini düşünür, kendi işini analiz etmez! “Ben şunu nasıl yaptım, hangi “BEN”imle yaptım?” gibi sorgulamaları yapmaz. Üç: İnsanın, tanrıyı tanrılığı görmesini engelleyen üçüncü neden tanrı kriterini kullanmamasıdır. Kişiler analizlerinde TANRILIK KRİTERİ’ni, tanrı standardını kullanmadığı için tanrıyı göremez! Hayata farklı bir kriter yerleştirmeye çalışıyoruz; tanrı kriteri! İyi insan, kötü insan kriteriyle analiz yapmak, iddiası/ hedefi cennet olan için yetmez! “Ben bir şey yaptım, iyi insan böyle yapmaz” cümlesini hümanist tanrı olmaya talip olan söyleyebilir. Kişi narsist tanrıymış, rahatsız olmuş şimdi hümanist olmak istiyor, olabilir. İnsan işinin analizini yapıp da; “şunu yapmasaydım, onu üzdüm, şu işi yanlış yaptım” dediğinde “neden öyle yaptığını” kendisine sormalıdır. “İyi insan öyle yapmaz” diyorsa onun hedefi iyi insan olmaktır! İslamiyet’te hedef iyi insan olmak değildir! İyi insan olmaya çalışan, eğer tanrılık iddiasındaysa, hanif değilse bir şey fark etmez! Sadece etraf sizi çok beğenebilir, aferin diyebilirler, ama kapıdan geçiş yasaktır! Öyleyse tanrılık kriterini hayata sokmak lazım! “Şu işi tanrı yapar, o tanrının işidir, bu iş tanrıya aittir, bu tanrılık iddiasında bulunana yakışır. Şu tanrılık iddiasında bulunanın işidir” dediğinizde hayatınız alt üst olacaktır; alt üst olacak! Hayatınız alt üst olmadan fark edemezsiniz! Sen Tanrı mısın? 155 Uyurken bile tanrıyla uğraşmıyorsanız fark edemezsiniz! İyi insan tuzağına düşerseniz ibadet dediklerinizi yapsanız bile size; “tanrılar giremez” derler! Bütün bu anlattıklarım [bu zor olan şey], inanın işin başlaması için! İlerleme yoluna başlamak için, o caddede bulunmak için! “Ben Allah’a ermek istiyorum, ben Allah’ı tanımak istiyorum, ben şu mertebeyi seviyorum” denmesi hep o yolculuğun başlaması için söylenen sözlerdir. Aslında böyle hedefler yoktur ama insan kendini motive etmek için bir hedef koyar. Olabilir. Ama o hedeflere ulaştıracak caddeye çıkmanın şartı tanrıdan kurtulmaktır! Tanrı varsa ilerlenilmez, sırtında tanrı yüküyle o yolda ilerlenemez! Peki, insan nasıl düşünür ve yaparsa bu işi kolaylaştırabilir? Bahsettiğimiz iki “BEN”İ birbirinden yaşarken ayırmak için kolay yollar nasıl bulunur? Bunlardan birisi şudur: İki “BEN”den birisi tanrılığını ilan etmiş BEN, diğeri “BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diyen BEN ya, bu ayrımın farkında, idrakında olarak yaşamak gerekiyor. İşe “BEN” Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diyerek başlamak gerekiyor. Çünkü “BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim” demek; “ben Allah’ın kuluyum” demektir. AbduHU; O’nun kulu: “Ben O’nun kuluyum; Ben O’nun düşüncesinin Ef’al Âlemi’ndeki suretiyim.” Bu cümleleri ilerde tasavvufî yanlarıyla da söyleyeceğiz, ama şimdi konuya tasavvuf kelimeleri karışsın istemiyorum. Evet, ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim: Allah bir şey düşündü/diledi, o düşündüğü/dilediği şekil buldu, işte ben o şekilim! “Ben Allah’ın düşüncesiyim” idrakında olanın “ben Allah’ın kuluyum” diyen “BEN”in bir gücü yoktur. O “BEN” la havle ve la kuvvete illa Billâh demektedir. Diğerine hiç bakmayın. Tanrılığını ilan etmiş olan “BEN”in müstakil aklı, müstakil iradesi, kendine ait bir gücü vardır. O iyiyi kötüyü bilir ve ayırır, doğruyu ve yanlışı ayırma gücü vardır! Eğer inanıyorsa, gücünün bittiği yerde de üst tanrıya müracaat eder, sipariş verir. “Ben Allah’ın düşüncesiyim” diyenin müstakil hiç bir şeyi yoktur. Müstakil aklı, iradesi, bedeni olursa Ehadiyet’i kavrayamaz, anlayamaz, olamaz öyle bir şey! “Ben Allah’ın düşüncesiyim” demek “Amentü Billahi”ye talip olmaktır. Orada da “B” var: “Amentü Billahi” diyen kişi, “BEN” Allah’ı tanımaya adayım” demiş olur. “BEN” derken kullandığı “BEN” bu yolda ona lazımdır, o bize lazımdır! Diğeri bize yüktür, o lazım değil; tanrılığını ilan etmiş olan “BEN” yüktür! İşte bu yüzden “La ilahe” yük olan o “BEN”i sırtınızdan atar, sizi ondan kurtarır. Bu yola o yükle koyulursan ona tehlikeli bilgiler edindirirsin. O yük “La ilahe”dir! Kelime-i Tevhid’e “tanrılar yok, tanrılık yok illa Allah” idrakıyla bakanın fark ettiği EN ÖNEMLİ TANRI kendisidir. O tanrı SEN’sin! Oraya bizzat ken- 156 Yılmaz DÜNDAR dini koy: Sen yoksun, illa Allah. Yok olan hangi sen? Tanrılığını ilan edip “BEN varım” diyen sen! O yok, illa Allah! Efendimiz “İkra’ Bismi Rabbikellezi halâk” ile bunu OKUmuştur: La ilahe (sen yoksun) illa Allah! Bu okuma holografik evren bilgisini bilmekle olmuyor. Eğer olsaydı evreni/sistemi okuyan herkes İslamiyet’i fark ederdi. Edemiyor! Örneğin kuantum fiziğiyle evreni çok iyi okuyanlar var, ama biz onlardan okuyup, görüp, yazıyoruz, o bizzat içinde ama... Birisi diyor ki, dünya dönüyor. Adam o dönüşü ayağının altında hissediyor, birinden duymamış! Biz ondan duyup “dünya dönüyor” diyoruz. Kendi fark ettiği halde o müslüman olamıyor! Biz ondan duyduğumuz bilgiyle Allah’a yaklaşıyoruz, ayağının altında döndüğü halde o yaklaşamıyor, neden? “İkra’ Bismi Rabbikellezi halâk; Rabbinin ismiyle oku!” ayetine tabi olmadığı için, öyle okumadığı için göremiyor! Okumak herkese açık, herkes okuyabilir, Sünnetullah bilgisi herkese açıktır. Ama “B’ismi Rabbikellezi halâk; yaratan Rabbinin adıyla, adına OKUmak” öyle değil! Ancak öyle OKUduğunuz zaman GERÇEĞİ GÖRMEK mümkündür. “BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim” idrakında olan “BEN” bize lazım, diğer “BEN” lazım değil. Lazım olan “BEN”muhataptır, ayette ona buyrulur: “Bu caddeye hanif olarak gel! Çünkü cennete tanrılar giremez! Bu yüzden cennete giden bu caddeye hanif olarak gel. Bu caddeye nasıl hanif olup geliriz? Tanrılardan sıyrılarak, tanrıları bırakarak geleceksin! Tanrılardan sıyrıldın, geldin, gene almıyorlar? Bu sefer de; “sen tanrısın, kendi tanrılığın duruyor” diye almıyorlar; “tanrılık iddiasında bulunmadan gel” diyorlar! “Tanrılık iddiasında değilim” dediğin zaman... Peki, yine “BEN” demiyor musun; ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim diyorsun? “Olsun, bu “BEN”le gel” deniyor. Bu caddeye gelmek için o “BEN” lazım deniyor; “BEN” Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diyerek gelebilirsin! Ben O’nun dileğinin [KÜN fe YEKÜN] suretiyim diyen, Allah’ın yarattığı “BEN”dir, o sakıncalı değildir! Bu bilinç geri dönüşsüz yaşanıyor hale geldikten sonra, o “BEN”i de müstakillikten kurtarırsın inşaAllah. Ama tanrılık ilanı olan müstakillik ayrıdır, onu sen ilan etmiştin. O müstakillik VEHMİN ZULMETİ’ydi, Vehmin Karanlığıydı, Vehmi Suiistimaldi, yasal değildi! Neden? Yaratılan bu suret bir vehimle vardır. İşte sen buradaki VEHİM SANATI’nı suiistimal edip onun zulmetini/karanlığını seçtiğin için vehmi suiistimal ettin. Bu halinle TANRILIK ilan etmiş oldun; “VWHMİN ZULMETİ, vehmin suiistimali” denen budur! Ama merhamet eder de bunu fark edersen kurtulmaN için yapacağın dua da öğretilmiştir: “Allahümme ahricni min zulümatil vehmi ve ekrimniy Bi Nuri’l Fehmi; Sen Tanrı mısın? 157 Allahım beni “tanrılık” ilan etmekten koru kurtar, beni bu yolda kullanabileceğim, sonra da yok edeceğim BEN’e kavuştur. Beni tanrı yapan BEN’den kurtar! “Allahım vehmin zulmetinden beni kurtar.” Ve şimdi sana lazım olan “BEN”le yoldasın. Şimdi de çokluk var, nasıl olacak? İnşaAllah oraya bir gelelim, o çokluğun olduğu yere bir gelelim, sonrası kolay! Orada çokluk var, ama o da, o da, hepsi de Allah’ın düşüncesinin suretleri, hepsi öyle! Oraya bir gel, bir yerleş, sonra onlardan da kurtulmak nasib olur. Oraya yerleştikten sonra kul olan “BEN”lerden kurtulma yolu açılır, yol o yol olur! O zaman Ehadiyet’i kavramak mümkün olur, bu BEN o zaman Ehadiyet’i anlar... Öyleyse önce bir kere KUL olmak gerekiyor! “Zaten kulum!” mu diyorsun? Kul olduğunu fark etmen, gereğini yaşaman gerekiyor! Sen o kulda tanrılık iddia ederek doğdun, o iddiadasın, o iddiadan vazgeçeceksin! Peki, nasıl vazgeçeceğim? Onun veri tabanını silerek! Sileceksin! Kolay mı? Hiç kolay değil! Niye kolay değil? Çünkü, dünya öyle dilenmiş! Öyle bir yaşantı ki; tanrıların galip olduğu bir hayat var. Yani siz tanrılardan ve tanrılık iddiasından kurtulmak istediğinizde sizi bekleyen bir cazibe yok, o yaşantı için size bir destek, bir mükâfat yok! Çünkü dünya tanrılara cazip, dünya tanrıların cenneti, tanrılık iddiasında bulunanların hele de narsist tanrıların cenneti dünyadır! Bu yüzden bahsettiğim “üç form”dan birini seçin, arada kalmak iyi değildir. Eğer tanrı olacaksan narsist tanrı ol! Çünkü bu dünya ona cennettir, bir daha eline böyle bir imkân geçemez onun: Kimi bulmuşsa ezer! Evet, bu dünya tanrılar için cennet! Siz tanrılar için cennet olan yerde çıkıp; tanrılık iddiasında bulunmayın diyorsunuz! Hem de tanrılara! Hiç cazip değil, bu yüzden zor! İlk başlangıç budur: Ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Kişi bunu söyledikten sonra yaşantısında buna hayat buldurtmalıdır, bu cümleyi yaşıyor hale gelmelidir. Bu “BEN” hayat bulmalıdır. Bu “BEN”in yaşıyor hale gelmesini sağlamak gerekiyor. Onun yaşamasını sağlamada “salât” çok önemli bir yöntemdir. Bu yolculukta; hayat salâta, salât hayata destek vermelidir. Bunlar birbirlerine o kadar destek verirler ve iç içe geçerler ki, nihayet hayat ve salât diye ayıramazsınız. İşte o zaman onun adı DAİMİ SALÂT’tır. Normalde “salâttayım, salât bitti, şimdi hayata bakayım” denir, ama siz bu bahsettiğim “BEN”e hayat vermek için salâta yöneldiğinizde, salât onu ayakta tutar. Çünkü bu sistemin direği salâttır! Hayat tarzı salâtı, salât da hayat tarzını o kadar destekler ki nihayet hayat ve salât ayrımı olmaz! O kadar önemsenmesi gereken bir şeydir ki salât; insanın aklını deli gibi ona takması gerekir! Deli gibi! Hiçbir şey ondan daha önemli olmamalı. Eğer o noktada değilseniz, mümkün değil, bu olacak bir iş değildir! Eğer sizin için salâtın bir önceliği 158 Yılmaz DÜNDAR yoksa, bu öğrendikleriniz; “güzel bir filmdi, konusu da iyiydi, beni etkilemişti” diyeceğiniz bir anıya dönüşür. Onu daim kılacak olan antrenman salâttır! Salât, “veccehtü vechiye”yi bizzat yaşayabileceğiniz, sonra da bu hal ile hayatta kalabileceğiniz önemli bir alandır. Salâtta “veccehtü vechiye”yi ancak, “BEN Allah’ın düşüncesinin suretiyim” diyen söyleyebilir, yaşayabilir ve yalnızca o onu Düşünen’e yönelebilir. Namazı tanrı kılar ve bir şey değişmez. Salâtı “B”İNSAN/KUL ikame eder; tanrılık iddiasında bulunmayanın işidir o! “Tanrılık iddiasında bulunmamayı” kolay bir hayat tarzı haline getirebilmek için [salâtı ikame edebilmek için] iki şeyin idrak olarak kuvvetlenmesi önemlidir: EHADİYET BİLGİSİ ve KADER BİLGİSİ. Bu iki bilgi birbiriyle o kadar ilişkilidir ki... Ehadiyet Bilgisi yeterince oluşmamışsa kişi Kader’i kavrayamaz, Kader Bilgisi ikilemler içerisindeyse Ehadiyet yaşama imkanı bulamaz! İkisi birbiriyle, bu çok önemli! Ehadiyetin, Ehadiyet bilgisinin görünüş biçimi Kader yaşantısıdır, Kadere teslim olan insanın görüntüsü de Ehadiyet bilgisinin görüntüsüdür. İkisi birbiriyle bu kadar ilişkilidir! Bu yüzden o bilgileri kuvvetlendirmek, hazmetmek, hayat tarzı haline getirmek için gayret etmek gerekiyor ki; tanrı yer bulamasın. Salâtta “veccehtü vechiye” bu yüzden çok önemlidir. İlk Tekbir’le birlikte “Allahuekber” demekle kişi teslimiyetini ilan eder. Beşeri hayatta da, birisi bir grubu elinde silahla teslim alacak olsa, karşıdakiler niye teslim olurlar? Savaşacak her şeyleri bitmişse, hücum edecek hiçbir şeyleri yoksa, teslim olurlar. Savaşamıyorlar, her şeyleri bitmiş, ellerini kaldırır “teslimiz” derler. Savaşacak hiçbir şeyimiz yok! Bitti, Senin gücüne teslimiz. Biz de bize lutfedilen iman ve idrakla öyle diyoruz; Allahuekber; Allah’a teslimiz! Salâttaki her hareketin Allahuekber’le oluştuğuna da dikkat edin! Demek ki, salâttaki her kıpırdama sevgi sonucu değil, korku sonucudur; korkuyla şekil değiştiriyoruz; Allahuekber! Allahuekber ürpermedir, ama beşeri bir ürperti değil. Allah’tan korkan hiçbir şeyden korkmaz. Ama beşeri korkuların silinmesi için Allah korkusu dediğimiz HAŞYET gerekir, Haşyetullah şarttır. Haşyet bütün korkuları öyle siler ki, hiçbir şeyden korkmazsın. Hiçbir şeyden korkmamak için ancak Allah’tan korkman gerekiyor, Allah’tan haşyet duymak şarttır. Allah’tan korku olan o haşyetin sesleniş biçimi Allahuekber’dir. “Allahuekber” onun dile getirilişidir... “Allah’tan gerçek haşyeti ancak âlimler duyar.” (Fatır-28). Demek ki bu korku kişiyi zavallı yapmıyor. Ama beşeri korkuda zavallı olmak şarttır! Gerçek haşyeti duyabilmek için âlim olmak gerekiyor; ne kadar bilirsen o kadar korkuyorsun! O yüzden bilen/âlim ne diyor: Allahuekber! Haşyetin sesle- Sen Tanrı mısın? 159 niş biçimi, dile gelişi, görünüşü; Allahuekber’dir! Demek ki, salât içindeki Tekbir’ler bir aerobikçinin “bir ki, üç, beş, hop zıpla, şimdi eğil, şimdi kalk” komutları değil. Nedir peki? ÜRKME ANLARI’dır! Şekil “Allahuekber”le değişiyor. Şekil değişirken Allahuekber’le bir evrensel biçime dönüşüyor; Elîf Lâm’a, Lâm Mîm’e dönüşüyor; Elîf Lâm Mîm ( آ,ل, ) مşekilleri oluşuyor. Ki hepsi Evrensel Pozisyonlar’dır. O Evrensel Pozisyonların her birisinin diğerine geçişi Allahuekber’ledir, değişim bir ürpertiyle oluyor! Teslim oluş ifadesi olan Allahuekber genellikle noksan anlatılıyor: “Ben tüm dünya işlerini bıraktım, sana teslimim Allahım. Şimdi namazda hiçbir şey düşünmüyorum, sonra düşüneceğim” gibi anlatılır. Böyle bir teslimiyet olmaz, bu yaranmadır. Birisine yaranacağın zaman böyle dersin: Şimdi seninleyim hiç kimseyi düşünmüyorum, yalnız seni düşünüyorum sevgilim, başkalarını sonra düşüneceğim. Niye? Ona yaranmaya çalışıyorsun! Bu TAPMAK’tır işte! Böyle teslimiyet olmaz! TESLİMİYET nedir, nasıldır: Allahuekber; Allahım, tanrılık iddiam yok! Tanrılığı bıraktım, tanrı değilim; Allahuekber! Demek ki, “evi, arabayı, çoluk çocuğu bıraktım, onları namazdan sonra düşüneceğim. Şimdi yalnız seni düşünüyorum, şimdi sana teslimim” anlamında bir tekbir doğru olmaz. Öyle bir teslimiyet değil Allahuekber! ALLAHUEKBER hanif olmaktır, “hanifim Allahım” demektir. Peki bu, o an onu söylemekle olacak iş mi? Hayır. Hayatta nasılsan o an öylesin! Hayatın önemini fark edip yaşantına bakacaksın. Hayatta tüm işlerini tanrıyla ilişkilendiriyor musun? Herşeyini tanrıyla ilişkilendirmek önemli bir işin olmalıdır. Yoksa, tanrısın ama seccadeye gelince; “Allahım tanrıyı bırakıyorum” diyorsan olmaz. İnsan “ben seccadeden önce ve sonra tanrı mıyım?” diye kendine sormalı, onu hayatıyla ilişkilendirmelidir. “Allahuekber: Tanrıyı bıraktım” diyorum ama hala tanrıyım. Demek ki, ben “Allahuekber” derken oyuncakları bırakmışım, o an onları düşünmüyorum! Neden? Çünkü üst tanrı kızıyor. Bu halde olan kişi namazda tanrıdır! Salâtta kul (“B”İNS) olmak ve “veccehtü vechiye” diyebilmek için yaşarken “Allahım ben tanrı değilim, tanrılık iddiasında değilim” idrakıyla yaşamak lazım! O idrakla nasıl yaşanır? “La Havle Ve La Kuvvete İlla Billâh” idrakı ile yaşayabilmek için en önemli kurtuluş antrenmanı bu yüzden Salât-ı Tesbih’tir. SALÂT-I TESBİH tanrı bırakma salâtıdır, tanrıdan kurtulma salâtıdır, tanrılık iddiasından sıyrılma salâtıdır. Efendimiz (SAV)’e amcası; “Ya Rasul, ya Nebi, vaktim yok, bana öyle bir şey öğret ki çabuk yol alayım” dediğinde, Efendimiz ona; “Ey amcacığım, sana öyle bir şey öğreteyim ki çabuk yol al” buyuruyor ve Salât-ı Tesbih’i öğretiyor. Onu tanrıyla ilişkilendirin, müthiş olur! Onun tanrıdan 160 Yılmaz DÜNDAR kurtulma çalışması olduğunu bilirsen Salât-ı Tesbih’deki zikir ve tefekkür müthiştir: Sübhanallahi: Allahım nasıl biliyorsam Sen öyle değilsin. Sen bilinemezsin, Sen her şeyden münezzehsin. Velhamdülillahi: Hamd sana aittir, yani güç senindir! Güç senindir, takdir senindir, karar senindir, kaderin sahibi Sensin. Ve la ilahe illallahu: Varlık, güç, tanrılık iddiaları[m] yok, illa SEN. Vallahuekber. Ey Allahım senden öyle korkuyorum ki, tir tir titriyorum! Senden o kadar korkuyorum ki, tir tir titriyorum! Merhamet etmezsen mahvolurum, bunu biliyorum: Ve la havle ve la kuvvete illa Billahil aliyyil azim: Bir güç yok! Dikkat edin, “benim gücüm yok” demiyorsunuz; başka güç yok, ancak Sen! Okurken bunları düşünüyorsunuz. Bir tesbih salâtında, her bir pozisyonda söyleyerek bu idrakı 300 defa tekrarlıyorsunuz. Bir memurun evrak sayması gibi değil. “Onbeş bitti, şimdi sıra Fatiha’da. On okudum, şimdi eğil” gibi değil. Tamam, bunun da sevabı var, olmaz olur mu? Ama senin bir iddian var; ben tanrılıktan kurtulacağım, tanrı ilanından kurtulacağım diyorsun! O zaman o bilinçle, o şuurla yaparsan sevap dışında kazanacağın şeyler, çok farklı şeyler vardır! O zaman göreceksin ki, çok farklı bir ruh açılımıyla tanrıyı tanımak ve tanrıdan kurtulmak kolaylaşmaya başlamış! Çünkü tanrıdan kurtulmanın tek yolu; tanrıya ait veri tabanını yok etmektir, tanrının sizin hayat ekranınızdaki görüntüsüne sebep olan yazılımın veri tabanını yok etmektir. O veri tabanını yok eden ve yerine İlla Allah veri tabanını yerleştiren çok önemli bir Zikrullah’tır Salât-ı Tesbih! Bizim için bir hedef olan “önce hakikati, sonra düşündüğü sureti, yani hakikatin rolünü görme” halini Hz. Ebubekr radıyallahu anh’ın cümlesiyle idrakımıza yerleştirebilmek için onu hatırlayalım. Buyuruyor ki; neye bakarsam önce Allah’ı sonra baktığım şeyi görürüm. İnsanın çok hoşuna giden bu cümle uygulamak istendiği zaman kişiye zor gelmemelidir. Zaten uyguluyoruz! Eğer uygulamalarımızı tanrıyla ilişkilendirirsek fark etmek ve uygulamamızı doğru yerde kullanmak çok kolaylaşacaktır. Aslında onu ne kadar doğal uyguladığımıza dair bir misal vermiştik: Ben aynı zamanda bir tiyatro sanatçısıyım, sizinle tanışığız, birkaç gün sonra sahne alacağım, sizi de davet ettim. Sahnede bir gariban adamı, bir fakiri oynayacağım, sahneye o rolde çıkaca- Sen Tanrı mısın? 161 ğım! Geldiniz oturdunuz, salon dolu, salonun büyük çoğunluğu beni tanımıyor. Sahneye çıkma sıram geldi, “BEN” sahneye çıktım. Beni tanımayanlar, çok doğal olarak “fakir çıktı” dediler. Peki siz? Beni görür görmez arkadaşımız çıktı “fakir” rolünde demez misiniz? Yoksa “fakir” çıktı mı dersiniz? Hiç özel bir gayret sarf etmeden beni bilir, sonra hangi role girmişsem onu görürsünüz; “o fakir rolünde” dersiniz. Demek ki yapabiliyoruz, zaten yaptığımız bir şey! O zaman Ebubekr radıyallahu anh’ın söylediğini yaşamak hiç zor değil! -Ama tanımak lazım, tanımak gerekiyor değil mi? Elbette! Tanımak için de önemsemek gerekiyor. Sizde var, hazır olan bu yeteneğin [uygulanması hiç zor olmayan bu mekanizmanın] kullanılabilmesi için o işi önemsemek lazım! Biriniz beni hiç önemsemiyor olsa, burada da otursa hiç bakmasa beni tanımaz ki. Sahneye çıktığım zaman da “kim çıkmış” fark etmez, rolden başkasını görmez! Eğer kişi işlerini Allah’la ilişkilendirirse ve tanrılık kriterini hayatına sokarsa, o zaman Hz. Ebubekr’in açıkladığını uygulamaya başlar. Çünkü o mekanizma bizde var ve kullanıyoruz. Ama yanlış yerde! O kullanımı yerine çekersek, hayat oyununa bakınca “ya Allah!” der sonra Allah ne dilemişse onu görürüz: Hüseyin dilemiş, Zehra dilemiş demek zor olmaz. Ve o zaman iş çok değişir... EDEB başlar... Molada karşılaşsak bana sahnedeki rolüme göre mi davranırsınız, yoksa arkadaşlığımıza göre mi? Rolüme göre değil, tanıdığınız “BEN”e göre davranırsınız değil mi? Bu örnekte hakikat benim sizin arkadaşınız olmam, bu hakikate göre bana bakar, hitap eder, davranırsınız değil mi? “Sahnedeki fakir geldi, boş verin, ona bakmayalım” demezsiniz, rolüme göre davranmazsınız. Bunu hayat sahnesine getirdiğinizde; insanlara rollerine göre değil de onlardaki hakikate göre davranırsanız, işte İslamiyet’teki EDEB odur! “Edeb Ya HU” denilen odur, o! Tiyatroda bana arkadaşınız “BEN” olarak, tanıdığınız hakikate göre davrandınız, rolümdeki “BEN”e göre davranmadınız. Hayat Sahnesi’ne dönünce de insanın hakikatine göre davranacaksınız! Önce onu sonra rolü görüyorsun zaten! Rolüne göre davranmayıp Hakikatine göre davranmaktır Edeb. Buna önce kendinde başlamalısın! Hakikatine göre davranman gereken önce kendinsin! Çünkü sen kendi hakikatine zulmediyorsun! Kendindeki hakikate göre davranırsan nefsine zulmetmemiş olursun! Şuna dikkat edin: Yazılan, konuşulan konu tanrıya yönelikse insanlar onu sever, Allah’a yönelikse çok sevilmez. İslamiyet tanrıya yönelik anlatılırsa sevilir, o yüzden İslamiyet adına “nasıl İYİ İNSAN olunur?” o anlatılıyor. Çünkü onu istiyorlar, onu seviyorlar. Allah’ı değil kendilerini seviyorlar, 162 Yılmaz DÜNDAR iyi insan olmak için vaaz dinliyorlar. Tanrı kendini çok sever! Her şeyi verir de aklını, iradesini, varlığını veremez! “Akıl benim veremem, irade benim veremem, “BEN” benimim veremem...” Esas cimriyi fark edin! ESAS CİMRİ budur: Tanrılığını ilan eden! O veremez... Bu yüzden, İslamiyet diye iyi insan olmayı anlatırsanız sizi çok dinleyen, çok seven olur! Siz “Allah maskesiyle” ona “güçlü tanrı” olmayı anlatıyorsunuz, hoşuna gider. Demek ki, bir yazıda veya bir konuşmada bile işi tanrıyla ilişkilendirmek gerekiyor: Yazan/konuşan tanrı mı? Okuyan/dinleyen tanrı mı? Eğer tanrıyı önemsiyorsanız bunu o derece uygulayın ki, hayatınızdan “tanrılık iddiasını” söküp atabilesiniz. Kişi kendisini ifade etmek için “BEN” dediğinde bilmeden tanrılığını ilan ediyor! Çünkü “dünya yaşantısı” bu sistem üzerinedir; bu yüzden bilmeden o ilanda bulunulur. Öyle bir yaşantı var! Bu bir suç değil! Dünyadaki yaşantının temeli budur; herkes kendisini tanrı ilan edecek! Tanrı ilan etmeden DÜNYA YAŞANTISI olmaz, olamaz! Dolayısıyla tanrı ilan etmek için bir özel gayret gerekmiyor, yaşantının kendisi bu zaten! Bir kişi kendisine “BEN” dediği zaman, kendisini ifade etmeye başladığı zaman bu iş başlıyor. Kişi eğer, iyi insan olursa biz ona hümanist tanrı, kötülükte uç noktalarda biriyse ona da narsist tanrı deriz. İnsanların büyük çoğunluğu bu şekildedir. Bunların içerisinden yalnızca Allah’ın diledikleri kendilerini tanrı ilan etmekten kurtulurlar! Bu tasnif yapılırken tanrı değil de iyi insan, kötü insan denirse [ki böyle kullanılıyor] yanılma başlıyor. Biz hayattaki bu beşeri tasnife bir şey yerleştirmeye çalışıyoruz; TANRILIK! Hiç alışmadığımız bir şey bu! Biz insanlara “iyi insan, kötü insan” diye sınıflandırma yapmaya alışığız. İyi insanların yanında, onlarla birlikte yaşamaktan memnun oluruz, narsistlerden uzak olmaya çalışırız. “İyi” dediklerimiz Allah İndi’nde iyi mi ki? Bizim memnuniyetimiz Allah’ın memnuniyeti mi, cennet hali mi? Değil! Niye? Çünkü tasnifimizi insan kriterine göre yapıyoruz; iyi insan, kötü insan derken kriter beşeridir! Hayat tamamen bu kriter üstüne bina edilmiştir! Bu dünyada yaşarken hakikati fark etmesi dilenmiş birisi varsa, TANRI KRİTERİ’ni ancak o önemser, ancak o böyle düşünür: La ilahe (tanrılar yok, hatta sen yoksun) İlla Allah! Böyle düşünmeye başladığın zaman Esma’ül Hüsna kompozisyonunu, kendindeki Rab gücünü ve neye “tanrı” dediğini fark etmeye başlarsın. Diğeri farkında değildir, hayatını yaşar gider... Farkında olmayan birisine gidip bunu anlatsan sana kızar, senden rahatsız olur. Bu anlattıklarımız herkese cazip gelmez, alıcısı yoktur! Bu konu, ancak ALLAH’I HAKKIYLA TANIMAK gibi bir “hedef”i olana caziptir. O da zaten TALİB’dir. Sen Tanrı mısın? 163 Furkan-77’de buyrulur ki: “Duaları (hedefleri) olmasa neye yararlar.” Bu yola giren Talib kendine bir hedef koydu: Rabbimi bilmek istiyorum! Bu bir hedeftir. Sen “nefsini bildi; Rabbini bildi” halini kendine hedef edindin ve “Rabbimi bilsem” diyorsun. Bu hedef koyuş olayına kader açısından baktığında, aslında bu senin koyduğun bir hedef değildir, Rabbinin sana lutfettiği, dilediği bir yoldur. Ama insan gözüyle bakınca sen bir hedef koyuyorsun, manzaraya bakınca bu da doğrudur. “Rabbimi bilsem” diyenin mutlaka şunu bilmesi gerekiyor: “Rabbini bilme” çalışmalarına girmek için tanrılık iddiasından vazgeçmesi gerekiyor. Bu olmazsa olmaz! Aksi halde “Rabbini bilmeye çalışan tanrı” olursun ve Rabbini bilme çalışmalarında edindiğin bilgilerle girdaplara düşersin, kendini [tanrıyı] daha kuvvetlendirirsin. Adına TANRI demez ama tanrılığını kuvvetlendirir. Kendindeki tanrıya o “BEN” diyor. Bastırarak “tanrı” diyorum ki o “BEN”den kurtulasın! Kişi tanrıyı maskeleyip “BEN” dediği için ilan ettiği esas tanrıyı görmüyor, “BEN” maskesiyle örttü çünkü! Bu çalışmalarla “BEN” maskesiyle örttüğü o varlığı daha güçlendirirse, “daha söylenmeden biliyorum” gibi şeyler başlar. Çünkü “çok tasavvuf çalışması yaptım, çok zikrullah yaptım. Çok zikir yaptığım için artık insanların kafasından geçeni biliyorum.” Bu tanrıdır, tasavvuf bilgisiyle kendini güçlendiriyor! “Benim rüyam mutlaka çıkar, ben başkalarının rüyalarını bilirim. Sorunlarınızı bana söyleyin, ben hallederim.” Normal insanın bileceği şeyler mi bunlar? Sonuçta ne oluyor biliyor musunuz? Normal tanrılıktan güçlü tanrılığa doğru ilerleniyor. Fark ettiniz mi, tanrıyı nasıl güçlendirdi? -Mesela bir şey okuyup onu başka bir manasıyla da anlayınca; “açıldı bana, ben farklı bir şey anladım” demek gibi mi oluyor? Evet! Ne diyeceksin öyleyse: Elhamdülillah, ma tevfîkiy illa Billah! Çünkü ayet, “onlar böyle der” diyor. Tam senin dediğin yere Allah diyor ki: Onlar “Ma tevfiki illa Billahi” der (Hud-88). Böyle diyeceksin. Kuvvetli tanrı olmamak için, tanrılıktan kurtulmak için “La ilahe İllallah, Ma tevfiki illa Billah” diyeceksin: “Anlayan YOK İlla Allah, başaran YOK İlla Allah!” Böylece gücü nereye teslim ettin: İlla Billâh, illa Allah! Şimdi söylemeye çalışacağım şey, onu kendimizde inceleme konusu haline getirirsek değişik bir açılıma sebep olabilir. Şu hal bize çok sık önerilir: Teslimiyet! Ayetlerde bu çok sık tavsiye edilir: “(Allah’a) teslim olun.” Teslimiyetimizi ifade etme tarzı da ayetlerde öğretilir: “Eslemtü li Rabbil alemiyn; âlemlerin Rabbine teslimim” (Bakara-131). “Eslemtü vechiye lillahi; vechimi Allah’a teslim ettim’ de.” (A’lu Imran-20). Böyle Rabbani ifadeler vardır. Peki, biz bu “teslim olun” tavsiyesini duyunca ne yapıyoruz, şimdi 164 Yılmaz DÜNDAR bunu tanrıyla ilişkilendirelim. Çünkü her konuyu tanrıyla ilişkilendirmeye çalışacağız. “Hayatımızdaki en önemli kriter tanrı kriteri olsun” demiştik, hatırlayın. Niye? Onu fark edelim diye! O zaman sorgulamaya önce şu noktadan başlayalım: Bendeki hangi BEN faal; tanrılığını ilan etmiş BEN mi, yoksa “B” İnsan olan kul mu? Teslim olmak ona göre hal alır çünkü! Bakın, tanrı teslim olurken ne yapıyor? Çok dikkat edin; o Allah’ı teslim almaya çalışıyor, biz teslim olurken O’nu teslim almaya çalışıyoruz! “Teslim oldum” derken diyoruz ki; Allahım teslim oldum, bütün dediklerimi yap! Teslim oldum deyip başlıyoruz isteklere. Demek ki biz; teslim olmuş gibi gözükürken teslim almaya çalışıyoruz! Yine hindi gelecek yerden tavuğu esirgemiyoruz! Çok dikkat edin, şu bir teslim olma değildir: “Allahım sana teslimim, şunları istiyorum, isteklerimi yerine getir” demek, isteklerimiz yerine gelsin diye, teslim olmuş gibi gözükmekten başka bir şey değildir. Aslında o duruşumuzla biz Allah’ı teslim almaya çalışıyoruz! İşte bunu yapan tanrıdır! Fark ettiniz mi? Onun siparişleri olur, hatta bitmez… Peki, “B”İNS, kul teslim olursa ne olur? Onun teslimiyetinde Ehadiyet Bilgisi önemlidir, Kader Bilgisinin fiile dönüşmeye başlaması önemlidir. Bunlar olunca o kişide HAŞYET oluşur. Bu korku yüzünden Talib, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in; “Benim bildiklerimi bilseniz yataklarınızda yatamazsınız, dağlara çıkar koşar ‘merhamet, merhamet, merhamet’ dersiniz” hadisini kavramaya başlar. Çok dikkat çekici bir hadis değil mi? Sadece bir şey istersiniz diyor: Merhamet, merhamet. Çünkü görürsünüz ki; dilediği olan, karar alabilen, kararını da uygulayan bir tanrı yokmuş, öyle bir şey yok! Yürürlükte olan şaşmaz kader var. Hakikat bu; ve la havle ve la kuvvete illa Billâh! O zaman en önemli şey; Allah’ın merhametiyle size kendisini anlayabileceğiniz bir rol vermesidir! Allah’ı anlayabilen, tanıyabilen cennete uygun bir hayat, bir rol; MERHAMET budur! Bunu siz “karar alarak” yapamazsınız! Karar alıcı öyle bir tanrı yok, o bir suiistimal, öyle bir şey yok! Öyleyse tek çare Allah’tan merhamet istemek! Dolayısıyla “Allahım bana şunu ver, bunu ver” diyen tanrının taleplerinden, tanrı olarak istemekten kurtulmak gerekiyor! Peki, “B”İNS/Kul bir şey istemeyecek mi? O da bir şeyler ister. Ama onun istediği aslında tek bir şeydir zaten: La ilahe İllallah Kelime-i Tevhid’ine uygun bir hayattır! Onun dışında bir isteği yoktur! Duaları varsa, bakın o listeye, onda o hayat için ne lazımsa onları istiyordur! Onları isterken de der ki; “Allahım rahmetin merhametin öyle geniş ki, sen çile çektirmeden de verirsin. Bir şeyi yaşamam, öğrenmem için çile çekmeyeyim. Senin rahmetin, merhametin bunları çektirmeyecek kadar geniştir.” Efendimizin Taif’de yaptığı BÜYÜK HACET DUASI’na bakarsanız, bu yakarışa rastlarsınız. Dolayısıyla, Allah’tan kolaylıkla, lütfuyla ve hayrlısıyla bir şey Sen Tanrı mısın? 165 istemek önemlidir. Kim için? “B” Formu’ndaki yapı için. Bu yapı nasıl ister? Merhamet yoluyla! Allah’tan merhamet ister, “Allahım merhamet ediver ve beni bağışlayıver” der. Yeri gelmişken TÖVBE’yi de tanrı kriterine göre ele alalım; tövbe mevhumunu, tövbe etmeyi tanrı mevhumuyla ilişkilendirelim. Kavramların içini tanrısal manalar doldurmuşsa onları yenilemek gerekiyor. Dualarımızda geçen “BAĞIŞLA” önemli bir kavramdır ve doğru anlaşılmalıdır: “Allahım ben bilemedim çok günah işledim, bir daha yapmayacağım, beni bağışla” demek değildir. O tanrının tövbesi ve bağışlanma beklentisidir, tanrılığını ilan eden böyle tövbe eder: “Allahım yanlış yaptım, bilemedim, bir daha yapmayacağım.” Tanrı niye böyle tövbe eder? “Aklım vardı kullanamadım, iyiyi kötüyü ayırt edemedim, artık anladım bir daha yapmam” diye düşündüğü için! Kulluk idrakıyla yaşayan “B” Formu’nun tövbesi bununla hiç benzeşmez, onun tövbesi tanrının yalvarış biçimi olan tövbe değildir. “B”insan “bağışla” derken; “Allahım beni bu rolümden bağışla, bana verdiğin bu rolden beni al” duruşuyla “bağışla” der. “Senin razı olmadığın bir şey yapıyorum ya, senin dileğin olarak beni bu rolden al, bana razı olduğun fiiller yapacağım rol ver” manasına “bağışla” der. Böylece, Allahım bana merhamet et ve beni bağışla, bu yolun çok önemli bir duası haline gelir. Bunu inanarak, gerçekten merhamet isteyen bir ihlâsla yapabilmek için kaderi [ikilemlerden kurtulmuş olarak] iyi bilmek, en azından bilgisini iyi bilmek ve kabulünde tereddütsüz bir hayat yaşamak gerekir. İnsan o zaman görür ki, merhamet’ten başka yapabileceği bir yakarış biçimi yoktur! Bu bakışla; Hz. Âdem’in Tövbesi hep yapmamız gereken bir tövbedir, bizim için önemli bir örnektir. Hz. Âdem tövbesinde; “Allahım bir daha yapmayacağım” demiyor! Allahım nefsimize zulmettik, merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz, bağışlamazsan mahvoluruz. Tövbesi bu: Allahım, nefsimize zulmettik, bağışlamaz da yeni ve razı olacağın bir rol vermezsen, rol verirken bize merhamet etmezsen mahvoluruz, hüsrana uğrarız; Rabbena zalemna enfusena ve in lem tağfirlena ve terhamna le nekunenne minel hasirîn. Kader bilgisine Ehadiyet çerçevesinde inandığınızda, bu sizin yaşantınız olduğunda, sosyologların, psikologların yeni yeni tesbit edip de açıkladıkları bilimsel bulguları hafif gülümseyerek izlersiniz. Siz onu zaten uyguluyor olduğunuz için, bilim adamlarının bu konuda yazdıkları ciltlerce kitaba baktığınız zaman onlar sizde bir tebessüm oluşturur. Din terminolojisi kullanmadan İslamiyet anlattığım bazı yerlerde diyorlar ki; sen şu sosyoloğun kitabını mı okudun, şu psikoloğu mu okudun? Hayır, okumadım. Anlattığım 166 Yılmaz DÜNDAR şey Kader Bilgisi, anlattığımız Sünnetullah. Kader Bilgisi bir Sünnetullah’tır. O bilim adamı da o bilgiyi okumuş, “ben buldum” diye yazıyor. Yazdığı da şu: Kimseyi değiştiremezsiniz, sizde kimseyi değiştirecek güç yoktur. Ancak birisini olduğu gibi kabul ederseniz, ona değişme fırsatı tanımış olursunuz. Bilim adamlarının söylediği bu! Allah’ın kaderini fark ettiğinizde, “Amentü Bilkaderi” sizde açılmaya başladığında siz birilerini değiştirmeye çalışmazsınız ki, zaten hayat öyle olur! Çünkü fark edersiniz ki, değiştirmeye çalışan tanrıdır, bunu görürsünüz! Birisini değiştirmeye çalışan, doğru yolu bile zorla öğretmeye çalışan tanrıdır! Peki, ne yapacağız? Çok yakınlarımız, eşimiz, çocuğumuz, yakınlarımızla ilgili ne yapacağız? Bu soru çok önemlidir, çünkü söylediklerimi insanın evinde uygulaması çok zordur. Bu yüzden, kişiler EV gibi önemli dergâhtan kaçar, dinin çok yoğun olduğu dergâhlara giderler. Orada zaten sorun yok ki, herkes sessiz duruyor, sen de gidip öyle duruyorsun, hep birlikte sallan dur... Ama evde? Evde olmuyor, hanım bir türlü bırakmıyor! Veya hanım; bey bir türlü bırakmıyor diyor. Veya çocuklar bir türlü bırakmıyor ki yapalım. Hayır, ESAS DERGAH evindir, esas sevab kazanacağın yer orasıdır, evde halledeceksin bu işi! İyi de, nasıl olacak? Eğer tanrıca yaklaşarak birisini düzeltmeye çalışırsan olmaz! Cahil dönemlerimizde hep yapmışızdır bunları; birisini düzeltmeye çalışmışızdır! Eğer siz “B” yolundaysanız ve birisini düzeltmeye çalışıyorsanız size öyle şeyler yaşatırlar ki... Birisini düzeltmeye çalışırken narsist tanrıysanız başarırsınız, şaşılacak derecede başarılı olursunuz. Narsist tanrıya yaranmak için insanların yaptıklarını görseniz şaşarsınız! Narsistlere yaranmayı çok severler. Bu yüzden o tür yöneticiler çok başarılı olur, onlar birisini düzeltmek istediklerinde şaşar kalırsınız. Ama şöyle bir düzeltmedir o: Hani hayvana kızgın sacın üstünde şeker vererek oynamayı öğretirler ya, narsist tanrı oynamayı işte öyle öğretir insanlara. Hümanistler? Onlar durmadan demokrasinin sopasını yerler. O süreçlerde demokratik davranırlar, bu yüzden de demokrasinin sopasını yerler. “Olsun, demokrasi böyle gelişecek” der ve katlanırlar. Narsist tanrı sopa falan yemez! Gelelim “B”yi yaşamaya aday olan kişiye! Eğer o, birini düzeltmeye çalışıyorsa vay onun başına gelene! Hani var ya “bir yiğit gurbete düşse, gör başına neler gelir” diye, “B” Formu Talibi de birini düzeltmeye çalışsa gör başına neler gelir! Haklı olduğu her konudan haksız çıkar. Böyle! O, ona Allah’ın rahmetidir. Aksi halde o yolda tanrılaşır o! Evet, haklı olduğu yerden bile haksız çıkarak tanrı olmaktan kurtulur. O hal ona Allah’ın rahmetidir. Neticede itiraz etmemeyi öğrenir. Hatırlayacaksınız; Allah’ın Talip için olan mahkemesinde tek bir kriter vardı: Tanrılığını ilan ediyor musun, Sen Tanrı mısın? 167 etmiyor musun? İtiraz ediyor musun, etmiyor musun? Bu tek kriter var. Orada “haklı haksız” ayırımı olmadığı için neye itiraz edeceksin? Sen insanların/tanrıların mahkemesinde değilsin ki, sen “Amentü Billahi” demişsin. Bu yüzden, sendeki tanrı ayaklanmasın, güçlenmesin diye, kendini din adına “güçlü ve düzeltici”, din adına “kurtarıcı” sanarak tanrılaşmayasın diye en haklı olduğun ortamlardan haksız çıkarsın, şaşar da kalırsın! Demek ki birini düzeltmeye çalışmak bir tanrı stratejisiymiş. Allah’tan istiyorsan bu olmaz! O zaman ne dersin: Allahım merhamet ediver, Allahım merhametini ulaştır ve bağışla. Allahım yavruma, yavrum sandığıma merhamet et ve bağışla. Ona öyle bir rol ver ki, hidayet üzere olsun. İhdinas sıratal müstakiym; bizi doğru yola ilet. Seni bilen ve bu hakikate göre yaşayan bir rol ver. O rol tarif etmekle olmaz, çeşitli yasaklar ve disiplinler koymakla başarılamaz! Tanrının kendine göre kullandığı veri tabanı hep aktif ve güçlenmeye meyillidir. Kendimiz için bir test gibi olsun, yaşantıda onları tanrıyla ilişkilendirebilmek kolaylaşsın diye birkaç tanrısal veri tabanı inceleyelim. Çok sık söylediğimiz bir şey var: Öfke. Öfke liste başıdır ve yalnızca tanrıya aittir, tamamen tanrıya aittir. “B” formunda öfke diye bir kavram olmaz! Hümanist tanrı hoş görülüdür, dayanır, katlanır. Narsist tanrı öfkeyi uygular, uç noktaya kadar kullanır, öfkelenmenin hakkı olduğunu düşünür. Ona göre, insanlar başka türlü anlamazlar! Hedefimiz olan “B” formundaki Kul’da öfke olmaz. Tabi, “öfke olmaz” derken öfkeyi tarif etmemiz lazım. Aksi halde yanlış hoşgörüler ve vurdumduymaz olmak gibi yanlışlarla karşılaşırız. Tanrının tanrılığıyla ilgili beklentilerini alamaması halinde yaşadığı hal ÖFKE’dir; o hale bürününce eli yüzü, hali, kimyası değişir. “B” Formu”ndaki kişi de bazen konuşurken biraz yüzü kızarır, sesi biraz değişir, ama o öfke değildir. Peki, öfke mi, değil mi nasıl ayıracağız? Eğer öfkeyi de tanrıyla ilişkilendirirsek tanımak çok kolaylaşır. “Öfkeden sonra beklentileriniz neler?” inceleyin. Tanrının beklentileri olur çünkü. O öfkeyle birlikte beklentileriniz neler? Örneğin, rahatlamak mı? Ki en fazla odur! İnsanlar maça niye gider? Rahatlamak ve stres atmak için! Öfkelenip ağzına geleni söyler veya gerekeni söyler rahatlar. Bu tanrının öfkesidir, onun dindirilme yöntemidir. “B” halinde olanın yaşantısında böyle bir duygu olmaz. İleride genişletiriz inşaAllah. Bu veri tabanının kullandığı çok önemli özellik MERAK’tır. Merak önemlidir, ama tanrı onu tanrılığını kuvvetlendirmede, başka tanrıları merak etmede kullanır. Cümledeki “TANRI” yerine de “İNSAN”ı koyalım: İnsanları didiklemek ve merak etmek için kullanır merak yeteneğini. Buna biz gıybet, 168 Yılmaz DÜNDAR dedikodu, iftira deriz. İnsanları incelemenin, didiklemenin, afişe etmenin şiddetli günah olduğunu biliyoruz. Günah olmasının önemli sebebi tanrılığı kuvvetlendirmesidir. Merakı “B” formu da kullanır ama bir şey için: Allah’ı merak eder. Zaten merakın esas varlık sebebi de odur; Allah’ı merak etmek! Allah’ı merak tefekkürdür. Onu “B” formu kullanırsa adı Tefekkür’dür, çok sevaptır, tanrının elinde adı Dedikodu’dur, çok günahtır. Tanrı BÖLÜCÜ’dür, özellikle hak dağıtırken, hak verirken bölücü davranır, böylece zalimliği kuvvetlenir. “B”İNS/Kul bölücü olmaz, bölemez! Nasıl bölsün? Bölecek biri yok, öyle biri yok! Bölen kişi Vahidiyet’i de, Ehadiyet’i de anlayamaz, bölmeye alışan beyin Tevhid’i kavrayamaz! Oysa birleştirmeye hazır bir beyin Esma’ül Hüsna’ları müstakillikten kurtarır, onları birleştirir; HU der. Hayata bölücü yaklaşan beyin HU ismini hiç anlayamaz. ŞİKAYET tanrının dilidir! İnceleyin, onu yaşantıda çok göreceksiniz. Çok normalleşmiş şikâyet dolu konuşma biçimlerini normal sandığınızı, dikkatli baktığınızda onların şikâyet içerdiğini fark edersiniz. Ama, herkes o konuda hem fikir olduğu için size normalmiş gibi geldiğini göreceksiniz. Konuşan birisi şikâyette bulunur, karşıdaki onu destekler, diğeri bir örnekle onu geliştirir. Böylece, şikâyette birleşerek tanrı veri tabanını güçlendirirler. Tanrılığın işaretlerinden birisi de TAKDİR EDİLME İSTEĞİ’dir. Tanrı takdir edilmeyi özellikle bekler; sessiz bekler, sesli bekler, sessizce bekleyip “takdir edilmedim” diye kırılır. Bunlar tanrının beklentileridir, insanı Allah rızasından uzaklaştırır! Eşler arasında öyle bir şeydir ki, bu özellikle eşler, gelin-kayınvalide ve damat-kayınvalide arasında hemen hissedilir. Çok enteresandır, bir sahnede eşleri ve davranışlarını veya gelin-kayınvalide ilişkilerini izleseniz, beğenmez ve “bir eş bunu yapar mı, gelin böyle yapar mı?” dersiniz. Ama sahneye sizi çıkarsalar siz de aynısını yaparsınız! İzlerken öyle der, sahneye çıkınca aynısını yaparsınız! Çünkü tanrının, tanrılık ilanının en kuvvetlendiği ve eğer orada halletmezseniz bu işi halletmenin zor olduğu yer en yakınlarınızdır! Bu yüzden en yakınlarınızdan başlayarak vermek, yapmak önemlidir. Çünkü önce orada halledilir. Eğer siz işlerinizi, hizmetlerinizi “B” haliyle düşünüyor ve yapıyorsanız o Allah rızası içindir. Eğer birisinden bir şey beklerseniz, beklediğiniz an “A” formuna girersiniz. Üç kategori vardı ya, tanrı kategorilerinden birine geçersiniz. Çok iyi insandır, eşinden takdir bekliyorsa hümanist tanrıdır. Süper birisidir, uç noktada özellikleri var, ama diyor ki; “ben bu kadar iyiyim, herkes beni çok iyi anlıyor ama eşim anlayamıyor.” Bu takdir beklemektir, demek ki; çok iyi bir Hümanist Tanrı! Fark Sen Tanrı mısın? 169 ettiyseniz, Narsist tanrının evde işi kolaydır, beklentileri hemen olur. Onun şerrinden korunmak ve kurtulmak için her şeyi yaparlar; yeter ki şu adam konuşmasın diye her şey yapılır, narsist tanrı evde düzeni iyi kurar! Hümanist tanrının evde işi zordur; o hep takdir bekler, ama bir türlü de anlaşılamayan adamdır. Ama “B” formu? “Amentü Billahi” diyen bu yapı yaptığı iş için aferin beklemez! Aferin beklediği an Allah Rızası düşer. Niye? Sınıf değişti! Allah rızası kürsüsünden kalktı hümanist tanrı koltuğuna oturdu: Çok dürüst, çok iyi, çok beyefendi, çok saygılı, çok kibar, kadın haklarına çok saygılı bir insansın. Şusun busun, hepsini biliyorsun; ama tanrısın! Takdir edilmek, okşanmak istiyorsun, aferin bekliyorsun! -Onu takdir edenin hali ne olur bu durumda? Takdir edenin durumu farklıdır. “Takdir beklemek yanlıştır” demek, “birisini takdir etmeyin” demek değildir. Teşekkür beklemekle, teşekkür etmemek aynı olmadığı gibi! Birisi teşekkür ettiğinde “niye teşekkür ediyorsun, ben senden teşekkür beklemiyorum” demeyeceksin. “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmiş olmaz.” Takdir etmek, takdir beklemekten ayrıdır! Çok önemli, güzel bir yeri yakaladın. Takdir edenin kim olduğu önemlidir, takdir eden kim? Tanrı mı? Önemli kriter hep o! Eğer tanrıysa, tanrıların takdirleri de farklıdır: Narsist yukardan takdir eder; “aferin, hanım dediğin böyle olur” der, onun aferini bile tepedendir. Hümanist tanrı aynı seviyeye iner. Demokrat olduğu için seviyeyi eşitler, hafif de eğilir; ama sonuçta tanrıdır! “Amentü Billahi” diyen ise Elhamdülillah der, takdirinde hamd vardır -Elhamdülillah deme konusunda; dışından “elhamdülillah” deyince, “sen de hoca kesildin başımıza” diye tepki vermeler olabiliyor, nasıl yapmalı? Haklısınız, diyebilirler! Sırf bu sebeple yurtdışına giderken valize Kur’an koymanızı istemeyen âlimler vardır. Çünkü birisi alır, hakaret eder, kötü davranır da hem Dini’nizi incitmiş hem de kendisine zarar vermiş olur diye. Demek ki, zarar vereceğine inandığın birine Din’i sunmamak lazım! Mesela bir yere girdiniz, beş altı kişi serviste oturuyor. Biliyorsunuz ki, üç dört tanesi ters düşünecek, girer girmez “Selamün aleyküm” diyorsanız yanlış olur! Elini kaldır, “günaydın” de, “merhaba” de, hiçbir şey deme. Onların rahatsız olacağını, işi ileri götürürlerse hakaret edeceklerini bile bile “Selamün aleyküm” demen yanlış olur, ona birisinin “ve aleyküm Selam” demesi lazım. SELAM o kadar önemli bir dua ki, anlayacak birisine kullanılması gerekir. Sen onlara; hepinizin tuttuğu altın olsun desen kimse rahatsız olmaz. Bir tanrı 170 Yılmaz DÜNDAR talebinde bulundun diye sevinirler bile. Halbuki çok önemli bir talepte bulunuyorsun, Selam’ın yanında altın ne ki? “Selamün aleyküm; Selam sizin olsun” diyorsun. Ona öyle bir YURT ki, Selam Yurdu’nu öneriyorsun ama onu istemiyor! Çünkü insanlar tanrıya yönelik söylemleri, tanrıya yönelik şeyleri severler. Sistem bunun üstüne kuruludur! Eğer kendine “ben sistemin neresindeyim, bu çarka kapıldım mı, tanrı sistemi içerisinde tanrılara hoş gözükmeye ve onlarla yarışa mı çalışıyorum?” diye sorarsan, böyle incelersen kendindeki tanrı yanlarını yakalayabilirsin. Onları yok etmeye başladığında, o zaman cennetin kapısı yavaş yavaş açılıyor demektir. Niye? Tanrıyı yok etmeye başladın çünkü! Tanrı yok oldukça kapı açılacak demektir! Bu yüzden “elhamdülillah”ı içinden de söylersin, olur. İlla dışından söylemen çok önemli değil. Ama takdiri bu şekilde yapmak lazım, “ma tevfiki illa Billahi” der gibi yapmak lazım. Aksi halde takdir etmek de insanı tanrılaştırabilir, iyi insansa onu hümanist tanrı yapabilir, diğeri zaten narsist, zor takdir eder! İnsan hayatı incelerse, tanrıyı en fazla yakalayacağı yerlerden birinin takdir beklemek olduğunu görür. Birisi öfke, birisi de takdir beklemektir! Kendindeki tanrıyı en fazla buralarda yakalar, bulursun. “BEN” derken kast ettiğin “BEN”in, tanrılığını ilan eden “BEN” olup olmadığını öfke ve takdir duygularında çok rahat fark edersin. Düşüncene bakıp; “bu tanrılığını ilan eden yapının arzusu ve isteği! Bu BEN yok etmem gereken BEN, bu hiç olmaması gereken BEN, Vehmin Zulmeti olan BEN” diyebilirsin. KANDIRMAK! Tanrı ufak tefek de olsa kandırır, kandırmak onun işidir, tanrıya ait bir özelliktir. Kandırır, şakadan da olsa tanrı kandırır! Şakadan bile olsa kandırmayı Efendimiz yasaklamıştır; buna çok dikkat etmek lazım. Ufak tefek ve bilmeden yapsanız bile rahatsız olup tövbe etmelisiniz. Efendimiz buyuruyor: “Hayvanları bile sanki elinizde bir yem varmış gibi yapıp çağırıp kandırmayın.” Hayvanı bile kandırma! “Hayvan ne anlayacak” da deme! Evet, o anlamaz ama sen tanrı olursun, tanrılığın kuvvetlenir! İSTEMEK ve ALMAK! Alma duygusunu çok iyi inceleyin. İnsan kendi için, kendinde yaptığı psikanalizde bunları çok rahat yakalayabilir. -Almak, sahip olmak anlamında mıdır? Diyelim öyle, sahip olan kim? Sahip olmaya çalışan “B” mi, tanrı mı? Kim, ne için sahip olmak istiyor? Hayatınızda arayın, bulun, çok net bulursunuz. HARAMLARA MEYİL tanrıda çok kuvvetlidir. O “bu kadarla bir şey olmaz” der, haramlara karşı hassasiyeti yoktur. Tanrılığına göre gittikçe kuv- Sen Tanrı mısın? 171 vetlenebilir, hiç önemsiz hale de gelebilir. Tv’de bir haram paradan bahsediyorlar, halka soruyorlar. Birisi; “kim demiş haram diye, getirsinler, bu yaşıma rağmen çatır çatır yerim” diyor. Zavallı! HARAM olduğunu kabul etmiyor, önemsemiyor. Tanrı harama meyillidir, haram ona cazip gelir. Haram ilişkiler, haram bakışlar, haram yeme içmeler hep cazip gelir! Bunu kendi hayatında yakalayabilirsin. Mesela; “hayatta kimlerin yanında çok daha rahatım?” diye sor kendine bakalım. Bazen duyuyorum, kişi diyor ki; “inanmıyorlar ama ben onlarla daha iyi geçiniyorum!” Sen nasıl daha iyi geçinebilirsin, onlarla? Allah’a küfrediyorlar ama sen onlarla rahatlıkla yemek yiyorsun, beraber gezip tozuyorsun! Sonra da; Allahım ben senin cennetine talibim! Annene küfredenlerle otursan, annen sana “sen ne biçim evlatsın” der de, Allah “sen ne biçim kulsun!” demez mi, demeyecek mi? Bunları insan gözüyle söylüyorum, kader anlayışı içerisinde değil! Çünkü Allah indinden bakışta, o “Kader Anlayışı” içerisinde bu cümleler böyle olmaz. Normal hayatta kişi “ben onlarla çok daha iyi geçiniyorum, onlar bana çok daha iyi dostlar” diyorsa, cehennem için çok önemli bir ipucudur bu! Eğer kişi kendini kandırmak istemiyorsa, cehennemin kokusunu alabileceği çok önemli ipuçlarıdır bunlar. Kurtulmak istiyorsa da fark edebileceği önemli ipuçlarıdır. -Akrabalık Kur’an ve Hadis’te önemle vurgulanır. Akrabalık ilişkilerinde sorun yaşıyorsak, uzak durmamız gerekiyorsa o çizgi nedir, ne yapmak gerekir? İlişki nasıl? Örneğin sürekli birlikte, beraber misiniz? Sana ihtiyacı olan birisi mi, sana bir ihtiyacı varsa? -Her dakika birlikte değiliz. Bayramda, özel günlerde görüşmem gerekiyor. Silemiyorsun, hayatından çıkaramıyorsun. Hayatından silmen gerekmez. Yanlış birisiyse onun görüşü senin hayatının rotasını çizmemelidir, önemli olan budur. Anlatabildim mi? -Hayatımın rotasını çizmesine izin vermiyorum, öyle bir ilişki yok. Ama o sürekli zarar vermeye çalışıyor. Alttan alıp hoş görmeye çalışıyoruz, ama... O önemli. Eğer hayatının rotasını o çiziyorsa sana hâkim demektir. Ama hâkim değilse bir ihtiyacı olabilir, insani görüşme sakıncalı olmaz. Tuzağa düşmemeye gayret ederek, Allah’tan merhamet isteyerek idare edeceksin! Hep merhamet isteyeceksin. İsterseniz tamamlayalım. Biraz uykunuzu alırsanız Sabah Nöbeti’ne daha vakitli kalkılır. Sabah o iki rekât salât çok önemlidir. Kişi bütün gecesini iba- 172 Yılmaz DÜNDAR detle geçirse, sonra uyuyup Sabah’ın iki rekât farzını kaçırsa gece yaptığı ibadet çok önemli olmaz, belki de hiç önemli olmaz! Esas o iki rekât önemlidir. Sevgili arkadaşlar, teslim olmayı içeren bir dua ve peşine de tövbe duası yapıyorduk, inşaAllah yine öyle yapalım: Allahümme eslemtü nefsî ileyke ve veccehtü vechî ileyke ve fevvedtü emrî ileyke ve elce’tü zahrî ileyke, rağbeten ve rahbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, amentü Bi Kitabikelleziy enzelte ve Nebiyyikelleziy erselte. Allahümme ente rabbiy, la ilahe illa ente halakteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü Bi zenbiy, fağfirliy zünubiy, feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, Bi rahmetike ya Erhamer rahımiyn. Rabbena zalemna enfüsena ve inlem tağfirlena ve terhamna lenekünenne minel hasirin. La ilahe illa ente subhaneke inni küntü minez zalimin. Sübhanallahi ve bihamdihi subhanallahil azim, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el azim ve etûbü ileyh. Estağfirullahelleziy la ilahe illa HUvel Hayyül Kayyumu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Ya Rabbel arşil azim, Estağfirullah Ya Rabbel arşil kerim, Estağfirullah Ya Rabbel âlemin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ılmike… Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU! Elif, Lam, Mim. Allahu la ilahe illa HUvel Hayyül Kayyum. Entel Hayyül Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedi’as Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram. Eşhedü en la ilahe illallahül EhadüsSamedüllezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekün leHU küfüven ehad. “Bismillah’ir Rahman’ir Rahiym Elhamdülillahi Rabbilalemiyn, Er Rahman’ir Rahiym, Maliki yevmid din, İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn; İhdinas sıratal müstakiym, Sıratellezine en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn.” Âmin El-FATİHA 28 Zilhicce 1428 / 05 Ocak 2008 (2) “KENDİ” kelimesi çok önemlidir, ona dikkat etmek, onu çok önemsemek ve tefekkür etmek lazım. “Ben” derken, “kendim” derken kullandığımız “kendi” ifadesi neyi kast ediyor, o hangi “kendi” acaba? Bunu mutlaka fark etmeliyiz. Ehlullah bunu fark etmiş ve çok önemsemiştir. Mesela, Yunus Emre farklı “kendi” kavramlarını tefekküründe ele almış ve kullanmıştır; “Bir BEN vardır bende BENden içeri” diyor. Dikkat edin, bu cümleyi bize anlatıldığı gibi, yani tanrıların anlattığı gibi yorumlamayacağız: “Bir “BEN” vardır “BEN”de “BEN”den içeri.” Bu söylenirken iki tane “BEN”den bahsediliyor: Bir “BEN” var, bir de bu “BEN”den içeri bir “BEN” var: Açığa çıkaramadığı, ama fark ettiği bir “BEN” daha var. Bahsettiği, dile getirdiği o “BEN” bize söylendiği gibi veya yaygın olarak yorumlandığı gibi “hakikat” değildir. O “BEN” “B” Sırrıdır, “B” sırrıyla yaratılan yapıdır; Hakikatin Rolü’dür. “Bir BEN vardır BEN’de” cümlesindeki “BEN’de” kelimesi ile kastedilen diğer “BEN” ilah yapıdır. İşte o ilah yapının kapladığı, örttüğü bir “BEN” daha var, o BEN bu ilah yapıdan içeri olan BEN’dir. Çok duyduğunuz “B” SIRRI odur. O, “B” sırrı ile yaratılan yapının “BEN” demesidir. Yani o BEN yaratılan gerçek yapının (“B” yapısının) söylediği “BEN”dir. Var olan ESAS YAPI söyler onu. Ama “BEN’den içeri” derken kullandığı “BEN” asıl “BEN”e geçirilmiş örtüdür, bir poşet gibi işlev gören örtücü “BEN”dir. O BEN asıl “BEN”e sahip çıkarak bağımsızlığını ilan etmiş, yani vehmi suiistimal etmiş “BEN”dir. Asıl “BEN”i örtüyor. Hayatımıza bakalım, konuşurken “kendim” dediğimiz bu iki “BEN”den hangisi acaba? Bunun tefrikini yapmak çok önemlidir: Hangi BEN’le “BEN” diyoruz? Eğer insan bu iki “BEN”in farkında olmaz, onların ayrımını yapmazsa tereddütte kalır. Örneğin dualarında şaşırır; “BEN demeli miyim, yoksa BEN kelimesini kullanmamalı mıyım?” gibi ikilemler yaşar. Kişi “B” sırrı yapıyla “BEN” diyebilir. Çünkü o “B” yapısının “BEN”idir, ilahın “BEN”i değildir. -Asıl “BEN”i fark edince kişi ne yapar, nasıl davranır? Mesela bir olay olduğunda sinirlenmemesi gerektiğini mi anlar, onu anlayan o mudur? 174 Yılmaz DÜNDAR Sinirlenmemesi gerektiğini anlayan ilah yapıdır, ilahlığını ilan etmiş olan “BEN”dir! Örtmeden, ilahlık ilanı olmadan “BEN” diyen “B” yapıdır, onda sinirlenme olmaz, onun öyle bir duygusu olmaz. -O asıl “BEN” halini sürdüremiyoruz, düşüyoruz tuzaklara, nasıl olacak? Henüz sürdüremezsiniz. Dünyadaki yaşantı sistemi “A” yapısı üstüne bina olmuştur, dünyada “A” yapı üstüne bir seyir var, “A” yapıyla dönen bir seyir var. Dünyada dilenen seyir “A” yapı ile yürüyor. Kişi “A”dan tam kurtulmadan o hali sürdüremez, olmaz. HAYAT bu mücadeledir zaten! ŞANS/ŞANSSIZLIK çok kullanılan kelimelerdir, ama manası nedir biliyor musunuz? “B” yapının yanında olup, “B” yapıyı fark edip, “B” yapıdan yararlanmak büyük ŞANS’tır. Onun çok yakınında olup ama “B” yapıyı fark etmeyip “B” yapıyı örtme görevini yüklenen olmak ta çok büyük ŞANSSIZLIK’tır. Peki, hayatta “çok şanslı ama çok şanssız olanlar” var mıdır? Evet, vardır... “B” yapının özelliklerinden bahsederken onun Sünnetullah’ı, Evrensel Genel Doğrular’ı kabul eden bir karakter olduğunu söyleriz. Önemine binaen “B” sırrıyla yaratılan yapıyı hayatın içinden bir olaya uyarlayarak, farklı bir örnekle anlatmaya çalışalım. Tabi, önce şu bilinmelidir: “B” yapı Evrensel Genel Doğrular’ı kabul ederken akıl+iman’la yaklaşır, Sistem’e akıl+iman’la bakar. Akıl+iman’la bakmakla da çok önemli şeyi yakalar: Kabul ettiği Evrensel Genel Doğrular’ın zaman boyutu uzar, alanı da genişler... Bu cümleyi biraz açalım, “B” yapının akıl+iman rehberliğindeki analizini, sisteme akıl+iman ile yaklaşmasını anlamak için bir örnek verelim. Vereceğimiz örnek “imanın ne olduğu”nu açabilmek adına da faydalı olacaktır, inşaAllah. Bilim kurgu filmi gibi bir sunumla anlatmaya çalışalım. Bilimle uğraşan ve ortaya faydalı bir iş çıkarmak, yararlı bir fikir üretmek için çabalayan bir insan düşünelim, ama çok gayret ediyor. Bu kişi geçmişte yaşayan birisi olsun. Öyle bir tarih olsun ki, onun yaşadığı dönemde Yerçekimi henüz bilinmiyor. Yerçekimi’nin bilinmediği dönemde yaşayan bir âlim var ve o bir fikir üretecek, gayret ediyor. O fikir topluma faydalı olacak, emin. Böyle düşündüğü için de çok uğraşıyor. Onun da, bugünkü bilim adamlarının da bir fikir üretebilmek için kullandığı malzeme nedir? İki şey: Birisi akıl. Bir de aklıyla fikir oluşturmakta kullandığı zemin. Yani yaşadığı ortamın o günkü bilimsel imkanları ve verilerinden yararlanır. Bu bilim adamı da onlardan yararlanıyor, onların ışığında bir fikir üretmeye çalışırken aklını kullanıyor. Bu bilim adamı aynı gayretiyle günümüzde yaşıyor olsaydı Yerçekimi’ni biliyor olacaktı. Sen Tanrı mısın? 175 Bu yüzden de çok farklı bir formülle çok ileri bir fikir üretebilecekti. Ama yaşadığı dönemde Yerçekimi bilinmiyor! Şimdi zamanda yolculuk yapıp o âlimin yanına gidelim, filmlerde olduğu gibi geriye yolculuk yapmış olalım. Yanına gidelim, onunla temas kuralım ve bize güvenini sağlayalım ve sonra çalışmalarında ona yardımcı olmaya gayret edelim. Diyelim ki ona; “Sen bugünkü imkanları ve aklını sonuna kadar kullanıyorsun. Ama kullandığın güncel tüm veriler ve aklın şu anda “üstün bir bilgi” bulmana yetmeyecek! Çünkü çook yıllar sonra fark edilecek olan bir bilgiden, bir kuraldan senin haberin yok. Yerçekimi diye bir şey var. Sen Yerçekimi’ni bilseydin formüllerinde onu da kullanıp çok farklı bir şey üretecektin, topluma çok farklı bulgular sunacaktın. Kişi bize güvendiği için Yerçekimi’ni öngörüyor, yani ona inanıyor, bilimsel gayretlerine göre olabilirliğini görüyor. Olabilirliğini görüyor! Neden “OLABİLİRLİK” diyoruz? Çünkü ortada henüz öyle bir bilgi yok, o bilgi o koşullarda kanıtlanmış değil. Bu yüzden, olabilirliğini görüyor ve işlerinde, formülünde Yerçekimi bilgisini bizden duyduğu, öğrendiği haliyle kullanıyor. Bize göre Yerçekimi bildiğimiz bir şey. Çünkü yaşadığımız yıldan getirdik onu. Ama bu kişiye göre o bilgi onun bildiği bir şey değil. Onun ne yapması gerekiyor? O bilgiye İMAN etmesi gerekiyor, o haliyle Yerçekimi onun iman etmesi gereken bir şeydir. Bizim hatırımız için kabul etmesi gereken bir şey değil! ÖNGÖRÜ’süyle kabul etmesi, iman etmesi gerekiyor. O alim kişi henüz bilmediği, ulaşamadığı bir bilimsel bulguya iman etmeli, onu kabul etmeli ki ileri bir fikir üretebilsin. O kişi normal çalışmalarında yaşadığı anın bilimsel imkan ve bulguları ile aklını kullanıyordu. Ama şimdi yeni bir akla, yeni bir bilgiye kavuştu! İşte bu akıl ve ona eklenen çok ileri dönemlere ait olan ama iman ederek kabul ettiği o bilgi onu çok ileri, çok yüksek bir noktaya taşıdı. O iman onu çok ileri ve çok yüksek fikir üreten bir kişi haline getirdi. Çünkü o bilgiyi çook önceden kullanmaya başladı. AKIL+İMAN budur işte! Onun kullandığı “akıl+iman”dır! Böyle olunca onun için “alan” müthiş genişledi, “zaman” müthiş uzadı, o kişinin bilimsel alanı ve zamanı müthiş oldu, iman ettiği şey yüzünden çağını aştı, geçti, gitti... Bu kişinin “akıl+iman” imkânıyla ulaştığı hali, “yalnızca aklını, zekasını” kullanan ve İmani Bilgi’den haberi olmayan birinin haliyle kıyaslayın. Onun ulaştığı şey, “sadece aklı, zekası” ile yaşayanın çok fevkinde, çok çok ilerisinde sonuçtur, değil mi? Diğeri yalnızca bilimsel bir gayret içerisinde ve hayatının patronu sadece akıl, zeka. Yaptığı doğru ama yeterli değil... O günkü bulgularla sınırlı yaşıyor, onlarla sınırlı düşünüyor. Bu yüzden, “imani bilgi”yi kullanarak “akıl+iman”ın imkanları ile düşünen ve 176 Yılmaz DÜNDAR yaşayan “B” yapısındaki kişi diğerinden o kadar ileridir ve o kadar farklıdır ki... O çok ileri zamanlara ait bir bilimsel bulguyu, bir gerçeği aklına ve yaşantısına monte ettiği için öyle düşünüyor ve ona uygun yaşıyor... Çok farklı iki karakter oluştu: Sadece aklını, zekasını kullanana ZEKİ, diğerine ise AKLLI demiş olalım. Mesela, hümanist bir kişi aklının imkanları ile ilerleyen ZEKİ adamı temsil ediyorsa, “B” yoluna Talib olan da akıl+imanı kullanan AKILLI kişi gibidir. Dolayısıyla, akıl ve akıl+iman iki karakterdir, her ikisi de de Evrensel Genel Doğrular’ı kullanır, ama kullandıkları Evrensel Genel Doğru çerçeveleri değişiktir, biri diğerinden çok farklıdır, çok ileridir. İşte Efendimiz SAV de böyledir... Efendimiz bize bulunduğu o günkü dünyanın geldiği bilimsel bulgular yanı sıra farklı bir bilgi daha veriyor. Nedir o bilgi? O bilgiye VAHY diyoruz. Bizim zaman boyutunda yaptığımız yolculuk gibi yolculuk yapan birinden (ki, biz ona CEBRAİL aleyhisselam diyoruz) bir bilgi aktarıyor. O bir bilgi getiriyor. Dikkat edin, Cebrail’in getirdiği bu bilgi öteden beriden değil. Hatır gönül için kabul edilecek bir bilgi hiç değil. Duygusal bir korkuyla veya duygusal bir sevgiyle kabul edilecek bir bilgi de değil. “Cebrail aleyhisselam’ın mekanizması nedir, vahiy nedir?” onlar çok ayrı konular, onlara girmiyoruz. Şimdi “B” yapının İMAN ettiğinin ne olduğunu bir film gibi söylemeye çalışıyoruz. Cebrail aleyhisselam da “İLERİYE AİT BİR BİLGİ” getiriyor: “Kabir şöyledir, cehennem şudur, şu şekildedir, cennet budur, sistem şöyledir...” Ve diyor ki: “Sen oluşturacağın fikirlere bu bilgileri monte edersen, buna göre bir hayat formülü oluşturursan çok farklı, çok güzel olur.” Demek ki, iman ederken birinin hatırı için veya “böyle olması lazım” diye bir korkuyla veya hissettiğimiz duygusal bir sevgiyle kabul etmiyoruz. Öngördüğümüz bir bilimsel bulgu, olabilirliğini gördüğümüz bir gerçek, bir hakikat olduğu için iman ediyoruz. EL-FATİHA 10 Safer 1429 / 16 Şubat 2008 Bu paylaşımda önemli bir bakış açısını, önemli bir yaklaşımı dile getireceğim, faydalı olacağını zannediyorum. ANA İKİ KONU var: Birisi Kelime-i Tevhid’e yüklenen mana, diğeri Kader Anlayışı’dır. Bu ikisi birbiriyle çok ilişkilidir. Özellikle Kader konusunda itiraf edilemeyen ikilemler varsa (ki var) mutlaka onlardan kurtulmalıyız. Konuyu detaylı ele alınca o ikilemleri fark edeceğiz. İşte o ikilemleri yok edecek bakış açısı nedir, ona ne isim veriyoruz? Fırka-i Naciye’nin, yani Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in Kader Anlayışı nasıldı? Sapmalar nasıl oluyor? Günümüzde bu sapmalar var mı? Önceliğimiz olan ilk ana başlıkla başlayalım. Orayı çok tekrar ediyorum. Ama diyorum ki; “kafasını tanrıya takan adam” olmak istiyorum: La ilahe illallah, La ilahe illallah, La ilahe illallah… Bütün mesele bu cümlede, bütün iş Kelime-i Tevhid’de! Cennetin kapısında bunun yazılı olduğunu söylüyor Efendimiz; La ilahe illallah! Ve cennetin bedelinin “La ilahe illallah” olduğunu buyuruyor Efendimiz. Peki, “LA İLAHE İLLALLAH” denince ne anlamalıyız? Süze, süze onun manasını şu noktaya getirdik: La ilahe (ey kendisini ilah edinen, ey tanrılığını ilan eden; sen yoksun), İlla Allah! “La ilahe illallah” için düşüneceğimiz, anlayacağımız ve vereceğimiz mana böyle özel bir noktaya geldi. “La ilahe illallah” ilahlığını ilan edene sesleniyor: Sen yoksun! TANRI İLMİ’ne başlarken zihnimizi ötede beride uzakta bir tanrı inancından kurtardık, önce onu temizledik. Sonra kurtulmamız gereken “esas tanrı”yı fark ettik: Bizzat kendimiz! Anladık ki, bakarak seslendiğimiz tanrılardan kurtulmakla yetinirsek yarı yolda kalmış oluyoruz, devam etmek lazım! Onu şimdi önemli ama basit bir bakışla farklı bir şekilde ele alalım. Fark ettik ki; esas hitap edilen ve “La ilahe” denilen tanrı bizzat insanın kendisi, kendi ilahlığıdır. “La ilahe” hep bize o iddianın yokluğunu hatırlatır: Ey ilahlığını/tanrılığını ilan eden insan, ey “ilahım” diyen insan, sen yoksun! İnsan tanrılığının farkında olmayabilir, “ben ilahım” diye bir ilanda bulunmuyor da olabilir. Ama yaşayışı, yorum biçimi, olaylara bakışı, algılayışı hep 178 Yılmaz DÜNDAR İlah Penceresi’ndendir. Dolayısıyla ona denir ki: Ey ilahlığını ilan edip “ben tanrıyım” diyen, La ilahe (sen yoksun) illa Allah. Birazdan birlikte sessizce “La ilahe illallah’’ tesbihatı yapacağız. O zaman bu tefekkür, bu konsantrasyon önemlidir. Tesbihattan önce Efendimizin “La ilahe İllallah” idrakı hakkındaki bazı hadislerini paylaşmak istiyorum. Hadisleri anlatmaya çalışırken kendinizde bu muhasebeyi yaparak sizdeki kendini ilah ilan eden yapıya “La ilahe” deyip “İlla Allah’’ gerçeğini ortaya koyma antrenmanı yapabilirsiniz. Çünkü bu konsantrasyon önemlidir. Beyin antrenmanı olarak bunu sık sık deneyin, “La ilahe illallah” tesbihatında çok olumlu bir mesafe alırız. “Ey ilahlığını ilan eden sen” diye hitap ettiğimiz yapı hadis kitaplarında “ŞİRK-İ HAFİ” diye geçer. Şirki-i hafi; gizli şirk! GİZLİ ŞİRK diye üstü örtülü anlatılan budur; kişinin kendi tanrılığıdır. Gizli Şirk kişinin kendisini ilah ilan etmesidir, Allah’a karşı “ben de ilahım” demesidir. “Cennetin kapısında Kelime-i Tevhid yazılıdır” denmesi cennete giriş koşuluydu, şimdi o koşul çalışır: La ilahe (cennete tanrı giremez, tanrılara kapalı) illa Allah! Yani, “tanrılığını ilan etmiş kişi, sen cennete giremezsin” denir. Şimdi Kütüb-i Sitte’den derlediğimiz şu hadisleri tefekkür edelim. Rasulullah aleyhis salatü vesselam buyurdular: “Ey mü’minler, amel ve ibadetlerinizi itidal üzere yapın, ifrattan kaçının. Zira sizden hiç kimseyi ateşten ameli kurtaracak değildir.” Sahabeler “Seni de mi amelin kurtarmaz ey Allah’ın Rasulü?” dediler. Aleyhissalatü vesselam; “Beni de” buyurdular. “Eğer Allah kendi katından bir Rahmet ve Fazl ile günahlarımı bağışlamazsa beni de amelim kurtarmaz” buyurdular. (Hz. Ebu Hureyre’den). Burada dikkatimizi çekecek noktalardan birisi Rasulullah’ın endişe duyuyor olmasıdır ve Rasulullah’ın bu endişesi bizim için elbette çok önemlidir. Diğer önemli nokta ise cennet çalışılarak kazanılamaz. Yani “epey ibadet yaptım, herhalde cenneti hak etmişimdir” denebilecek bir çalışma yoktur. Dikkat edin, “çalışmaların işe yaramayacağı” değil, böyle bir çalışmanın olmadığı anlatılıyor. Yani “şu kadar çalışırsan cenneti elde edersin” gibi bir muhasebenin olmadığı vurgulanıyor. Aksi halde yanlış bir anlam çıkarıp da “öyleyse amelleri yapmasak da olur” manasını çıkarmayın, o hataya düşmeyin. Bu yolda o nasıl sık düşülen bir hatadır, onu göreceğiz. Bu hadise göre, amellerle meşgul kişinin; “ben çok amel yapıyorum, cenneti hak etmişimdir” sanması yanlıştır. Çünkü cennet amellerle kazanılacak bir şey değildir! “Öyleyse onda aşırıya, ifrata gitmeyin” buyuruyor Efendimiz. İFRAT (AŞIRILIK) sınırı şahıslara göre değişir. Öyle olduğu için de, kişi bir başkasına ifrat yapıyorsun diyemez, bir başkasına söyleyemez onu. Bilirsiniz Sen Tanrı mısın? 179 orta yolu izlemek tavsiye edilir, her işte olduğu gibi ibadetlerde de orta yol tavsiye edilir. İslamiyet iyi incelediğinde zaten her halimizin İBADET olduğu görülür, dolayısıyla her halimizde ORTA YOL tavsiye ediliyor. Ama bu orta yol her insan için farklıdır. Ama insan beyni bir başkasını incelemeye, bir başkasını konu etmeye çok alıştığı için birisine bakıp “sen az yapıyorsun, sen çok yapıyorsun” derse yanlış olur. Bir kişi için orta yol olan bir davranış biçimi, bir başkasına ifrat gelebilir. Onun bünyesine, yapısına, tarzına ifrat gibi gelebilir, ama diğeri onu rahatlıkla yapıyordur, onun için ifrat değildir. Dolayısıyla, kişinin kendine ait orta yolları tesbit etmesi çok daha doğrudur. Bu yöntem; başkasına karışmamayı, başkasıyla kıyaslamamayı, başkası adına konuşmamayı da beraberinde getirir. “Eğer bildiklerimi bilseniz çok az gülerdiniz. Yataklarınızda yatamaz, dağlara kaçar, ‘Allahım merhamet, merhamet’ diye yalvarırdınız.” (Hadis). Dikkat ederseniz önceki hadis buradaki gerçeğe atıf yapan bir sonuçla bitiyordu. Sahabiler “seni de mi amelin kurtarmaz ey Allah’ın Rasulü?” dediklerinde, Efendimiz “beni de” buyuruyor ve bir şart getiriyordu: Eğer Allah kendi katından bir RAHMET ve fazl ile günahlarımı bağışlamazsa beni de amelim kurtarmaz! Bunu okuyunca “Rasulullah’a ait bir günah” var sanmayın, “Efendimizin de günahı varmış” gibi bir sonuca varmak yanlış olur! Burada “günah” olarak bahsedilen şey çok başkadır! Bu hadis bizim fark etmemiz ve istememiz gerekenin “merhamet” olduğunu öğretiyor. Diyor ki: Fark edin, insanı ancak Allah’ın merhametinin ulaşması kurtarır. “Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘Ben her çeşit şirkten müstağniyim. Öyleyse kim benim için işlediği bir amele birden başkasını ortak ederse BEN ondan uzağım ve benim için yaptığı o iş bana değil, ortak ettiği kimseyedir.” (Hz. Ebu Hureyre’den). İçine şirk karışmış bir ibadetin yalnızca “karışan şirke ait” olacağı belirtiliyor. Hadis bizi şöyle ilgilendiriyor: Kişi “ötede beride uzakta sandığı tanrı” inancından kurtulduktan sonra eğer “kendi ilahlığını” fark etmezse “benim başka tanrım yok, ben yalnızca Allah için yapıyorum” dese bile yaptığı ibadete ilan ettiği kendi ilahlığını katmış olur. Dolayısıyla, yaptığı o ibadet kendi ilan ettiği ilaha ait olur. Bu çok hassas bir çizgidir! Bu yüzden, kişinin esas tanrıdan, ilan ettiği ilahlıktan kurtulması önemlidir. Ebu Said radıyallahu anh anlatıyor: “Rasulullah aleyhissalatü vesselam bir gün yanımıza geldi. Biz o sırada Mesih Deccal’i müzakere ediyorduk. Buyurdular: “Ben size, nazarımda sizin için Mesih Deccal’den daha ürkütücü bir şeyi haber vereyim mi?” Evet, ey Allah’ın Rasulü söyleyin dedik. “Şirk-i 180 Yılmaz DÜNDAR hafi’dir. Mesela, kişi kalkar namaz kılar, bu namazını kendisine bakanlar sebebiyle güzel kılar. İşte bu gizli şirke bir örnektir“ buyurdular. Şeddad İbnü Evs radıyallahu anh anlatıyor: “Rasulullah aleyhissalatü vesselam buyurdular: “Ümmetim hakkında en ziyade korktuğum şey Allah’a şirktir. Bu sözümle ümmetimin dönüp de tekrar Güneş’e veya Kamer’e veya puta tapacaklarını demek istemiyorum. Fakat beni korkutan şey, Allah’tan başkası için yapacakları ameller ve gizli arzulardır.” Hadisi dikkatli incelediğinizde “Allah’tan başkası için yapacakları ibadetler ve gizli arzular” ifadesinde karşınıza yine “kendiniz” çıkarsınız; ilahlığını ilan eden ve kurtulunması gereken yapı karşınıza çıkar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in OKUduğu önemli şey “o ilah yapının yok”luğudur: “İkra’ Bismi Rabbikellezi halak: Halkeden (yaradan) Rabbinin adıyla OKU”nan budur. Kişi okumayı “Rabbinin Adına” yaparsa okuduklarından Rab’bine ulaşabilir. Aksi halde Sünnetullah’tan okudukları onu Rab’bine ulaştırmaz! Bir bilgi olarak bilir, ama bulduğu o bilgilerle Allah’ı anlama, tanıma gerçekleşmez. Koşul budur: İkra’ Bismi Rabbikellezi halak! Ama İKRA’yı örnek verenler “okumanın önemi”ni çok yanlış biçimde anlatırlar, ayeti ortadan kesip; “okumak önemlidir, Allah İkra’ demiştir, bu yüzden okuyalım” derler. Peki, ayetin diğer kısmı ne olacak? Diğer yarısını Allah söylememiş mi? “İkra’ Bismi Rabbikellezi halak: Halkeden Rab’binin “ADIYLA OKU.” Bu okuma bir basamak ileri giderse “ADINA OKU” olur. Çünkü “adıyla oku”mada bir ilah oluşabilecekken, “adına oku”mada Halifetullah devreye girer. Bilmek ve bilgiyle güç sahibi olmak TASAVVUFTA ÖNEMLİ BİR RİSK’tir. Eğer kişide ilah yapı varsa, tasavvufta ne kadar bilirseniz o ilah o kadar kuvvetlenir! İlahlığınızı ilan etmişseniz, siz tasavvufta ilerledikçe o ilah da kuvvetlenir; o bilgi onu kuvvetlendirir, tasavvuf yollu kazandığınız güç o ilahı kuvvetlendirir! Eğer ona beş duyu sınırlarını aşan güçler kazandırırsanız onu Feth-i Zulmani’ye bile götürürsünüz, o Rahmani olmayan bilgi ve güçler edinebilir. Güç ve Bilgi, ilahlığını ilan etmiş “BEN”i güçlendirirken “B” Formu”ndaki “BEN”i yok eder! Eğer ilaha “La ilahe” der ondan kurtulursanız, o zaman edineceğiniz bilgi ve güç “B” Formu”ndaki “BEN”i yok eder! Bu önemlidir. Tasavvufta çok bilgi edinmiş bir kişinin o bilgilere rağmen çeşitli girdaplara düşmesi o ilah yapısı yüzündendir. Veya istediği mesafeleri elde edemiyor olması/sanması yine o ilah yapıdandır! Çünkü tasavvufi bilgi ve güç ilah yapıyı kuvvetlendirir. O zaman yine şu önemlidir: Siz “BEN” derken iki farklı “BEN”den hangisiylesiniz? İlahlığımı ilan ettim, ilahım diyen “BEN”le mi, yoksa “B” bilgisine, “B” sırrına sahip “BEN”le mi? Çünkü biri ilahlık, diğeri ilahlıktan kurtulma yolu ve kurtuluş! “B” bilgisine, “B” sırrına sahip olana Sen Tanrı mısın? 181 “B”İNSAN/KUL dedik. Onun “BEN” demesi; “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” demektir. Bu ilk mana, sonrası var. Bu kalıcı bir mana değil, ileride o manadan da kurtulacak, ama başlangıç için yanlış olmayan doğru mana budur: Ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim. Bu “BEN” derken bu manayı ifade ediyor, diğeri “BEN ilahlığını ilan etmiş benim” diyor. İşte tehlikeli olan ve kurtulunması gereken “BEN” odur. Gerek tasavvuf bilgisi, gerekse başka bilgiler ilahlığını ilan eden bu “BEN”i (tanrıyı) kuvvetlendirir, onu daha güçlü tanrı yapar. Bilgi edindikçe tanrılığı artar onun, bildikçe kurtulamaz... Halbuki “ben Allah’ın düşüncesinin İlmullah’ta suretiyim” diyen “BEN” öğrendikçe o “BEN”inden de kurtulur, o “BEN” gittikçe zayıflar, yok olur. Bu yüzden, ilahlığını ilan etmiş “BEN”le yaşadığı halde onu fark etmeyen ama “BEN”ini yok etmeye çalışan başaramaz. Çünkü tasavvuf tanrılık iddia eden “BEN”in yokluğundan sonra başlar. Değilse bu bilgileri öğrendikçe o “BEN” kuvvetlenir... Salât ikamesini ve orucu düşünün. İnanmayan, müslüman olmayan birisine bunların şeklini, kurallarını anlatsak yapamaz mı? Belki bizden de iyi yapar, heveslenerek daha sıkı yapabilir, daha titiz bir sahur yapabilir, daha sıkı bir oruç tutabilir. Benim yaptığımın aynısını o da yapabiliyorsa ne farkımız var? Veya namaz? Tarif etsek aynı hareketleri bizden daha titiz yapabilir, hatta heyecanla bir kutsallık bile katabilir işin içerisine. Biz kendimizi zorlarız kutsal hale getirmek için, ama o yeni yaptığı için heyecanlanabilir, kutsallık katabilir, titreyebilir, bizden daha iyi yapabilir. Peki, ne farkımız var? Bir FARK olması lazım! Eğer Allah’a inanmayan birisi de aynısını yapabiliyorsa olmaz, benim yaptığımın farkı olmalı, bir fark lazım! Benim yapabildiğim ama onun yapamadığı bir fark lazım, oruçta da diğer ibadetlerde de. Bu ikisini özellikle örnek veriyorum, çünkü çok önemli bir hadis var: “Bir kişi beş vakit salâta devam ederse ve farz olan Ramazan orucunu tutarsa cennet onun için kaçınılmazdır.” Neticede cenneti vardır, şöyle ya da böyle. Bu önemli bir hadistir: Beş vakit salâta devam ederse, bir ay ramazan orucunu da aksatmazsa onun için cennet kaçınılmazdır. Bu iki ibadet bu yüzden çok önemlidir deyip parantezi kapatalım. Aynısını inanışı farklı birinin de yapabiliyor olması seni rahatsız etmelidir ve olması gereken farkı aramalısın! Fark nedir, nasıl bir fark var? Tek fark var, dikkat edin lütfen, tek bir fark var! Kim o farkı yakalar ve başarırsa kazanır. İnanmayan birisine bunu anlattık, kabul etti ve uyguladı, o kazanır; bu farkı edinen kazanır! O farkı yakalamışsa, artık o kişiye başka isimlerle seslenmenin manası kalmaz. Şimdi söyleyeceğim farkı salât ikamesine, orucuna ve hayatına katan kazanır. O fark şudur: Salâtı ikame eden, orucu tutan ilah değildir. İşleri yapan tanrı olmamalıdır! O iş neyse, o işi yapanın ilahlığını ilan etmiş birisi olmaması lazım! İzah edebildim mi? Birisi TANRI, diğeri KUL: Fark budur. 182 Yılmaz DÜNDAR Tefekkür Şeması 8 Biraz salâttan bahsedelim. Şemada da var ve bugün bir konumuz da salât zaten. Salât’a Tekbir’le girilir. Kişi “Allahuekber” derken “ey Allah’ım, ben sana teslimim. Şu an dünyaya ait her şeyi arkaya attım, şimdi önümde sen varsın, sana teslimim” şeklinde düşünüyorsa bu tanrı işi bir Tekbir’dir. Oyuncaklarını atmış tanrı, üst tanrıya yağ çekiyor! Allahuekber bu değil, atman gereken şey de onlar değil! ALLAHUEKBER: Diyorsun ki; “Allahım Hanifim; Rum Suresi 30. ayet idrakıyla salâttayım, salâta Hanif olarak yak- Sen Tanrı mısın? 183 laştım; ilahlığımı ilan etmiyorum. Allahım ben senin düşüncenin suretiyim, İlmullah’taki suretim ve ben, beni Düşünen’e yöneldim. Sen ilminde beni düşündün, ben o suretim.” Suret onu Düşünen’e yöneldi, “veccehtü vechiye” yaptı; TEKBİR budur. Allahuekber bu manayı idrak etmiş olanın teslimiyetidir. Ve aslında, “beni Düşünen’e yöneldim” ifadesi bu işin başlangıcıdır. Bu başlangıca gelmek için önce “ben namaz kılıyorum” diyenden kurtulmak gerekiyor. Onun yok olduğunu bilmek lazım! “Ben namaz kılıyorum, şimdi oyuncaklarımı attım” diyen tanrıdır ve o yoktur. O tanrının yaptıklarını kime öğretirseniz hareket olarak o da namaz kılabilir. Ama size söylediğim farkı edinen o idrakta olan yapıyorsa o salâtı ikame eder. Kişi o hakikati kavradı ve kabul ettiyse; “Ben İlmullah’ta Allah’ın düşüncesinin suretiyim” dediyse biz ona hristiyan, yahudi veya başka bir şey desek bile onda o özellik kalmaz, o isim kalmaz. O artık İSLAM’dır! Çünkü teslim oldu, ilahlığını ilan etmemekle teslim olmuş oldu: “Eslemtü vechiye lillahi; vechimi Allah’a teslim ettim” dedi. “24 saatiniz böyle salât olursa, siz 24 saat veccehtü vechiye halinde yaşarsınız, günün 24 saati böyle olursa ne olur biliyor musunuz? “Onun gören gözü, tutan eli, söyleyen dili olurum...” Bu hadisle ilgili bir yanlışı paylaşalım. Bazen tasavvufta kişiler şöyle düşünürler: Hele benim gören gözüm O olsun, yapacağımı biliyorum! O hevesle bekler. Bakın güç kazanmaya çalışan biri var, işte TANRI! Tasavvuf işte o tanrıyı kuvvetlendirir. O beş duyu sınırlarını aşarsa FETH-İ ZULMANİ sahibi de olur. Peki, “gören göz O, tutan el O” olunca ne değişir? Zaten gören göz O’dur. Şimdi sahip çıkan kalmadığı için o hal yaşanır. Yeni bir güç kazanılmaz! Eğer kişi “bir gün benim gözümde gören O olacak, o zaman güçlü olacağım” sanıyorsa o gün tanrısını çok kuvvetlendirecek demektir, daha kuvvetli bir tanrıya sahip olacak demektir. “Şu şahsın tutan eli O’ymuş” diye duyarsınız o kişiyi çok güçlü, insanüstü yetenekleri olan bir insan sanmayın. O “yetenekli tanrı” tarifidir, yanılırsınız; YANLIŞ VELİ imajına kapılırsınız! Sizden farklı, üstün bir insan bekliyorsanız sistem sizi öyle bir tanrı alaborasına alır, kurtulamazsınız! Kişide zaten gören O’dur! Ama sen “ben görüyorum” dediğin için, gören gözünün O olmadığını sanıyorsun. Ne zaman “La ilahe” der de ilahlığını ilan etmezsen o zaman gören göz O’dur! Yeni bir güç, yeni bir yetenek bekleme! Ben o zaman farklı şeyler göreceğim sanma! Yine aynı dünyayı göreceksin, yine aynı işleri yapacaksın! Eğer yeni bir güç kazanacağını sanan varsa o işte tanrıdır, o ilahtır. Bu yüzden TANRIYA YÖNELİK DİN anlatılınca insanların çok hoşuna gidiyor. Çünkü aslında Allah’ı değil kendilerini seviyorlar! Din’i (tasavvufu) da daha iyi, daha güçlü, daha yete- 184 Yılmaz DÜNDAR nekli insan olmak için seviyor! Şunu yaparsam şöyle olurum deyip, Din’e, tasavvufa yöneliyor. Onun için Din diye tanrısına yönelik şeyler anlatılınca seviyor. Kişi kendisini seviyor ve güçlendirmek istiyor. Güçlendirmek için de dini bilgilerden yararlanmak istiyor. İşte tanrı! Bu takdir bekler, övülmek ister, şikâyet eder, başkalarını beğenmez... Hatta Allah’ı da beğenmez, çünkü kendini beğeniyor! Allah’a karşı mecbursa öyle görünebilir ama itiraf etse Allah’ı da beğenmez; o tanrı çünkü! Dolayısıyla, edindiğin bilgiyle bir güç kazanacağını sanma, güç kazanacağını sanan BEN’i yok et! Çünkü “güç kazandım” dediğin, öyle sandığın an tanrısın. Birkaç hususu spot bilgi gibi verip konuyu değiştireceğim. Hep o tanrıyı tanıtmaya çalışıyorum, tanrıya kafanızı takasınız diye! Konserlerinin sonunda Kayahan’ın “yolu sevgiden geçenlerle bir gün bir yerde buluşacağız” demesi gibi, biz de kafasını tanrıya takanlarla bir gün bir yerde buluşacağız! Kafasını tanrıya takanlar önemli! Kafasını tanrıya takanın, tanrısıyla mücadele edenin bir suresi vardır, biliyor musunuz? KAFİRUN! O yüzden Kâbe’de de o okunur; Kafirun-İhlâs, Kafirun-İhlâs... Tanrına Kafirun’u okur; “Leküm diynüküm veliye diyn” dersin, döner ikinci rekâtta İhlâs okur İhlaslı Hayat’a girersin. Kafirun Suresi’ni okurken kendindeki kâfire/örtücüye seslenirsin, onu bir başkasına diyemezsin. Allah’ın indinde kim nedir, bilemezsin, bu yüzden kimseye kâfir diyemezsin. Ama kendine, ilahlığını ilan etmiş “BEN”ine dersin, ona Kafirun okursun. Ondan kurtulmak için, onu reddetmek için Kafirun’u oku, sonra da ulaştığın İhlâs’ı oku... Tanrının hayatı tezatlarla doludur. O TEZATLAR’a bakalım, ne kadar tezatlarla içiçe yaşıyor görelim. Bir kişi sevdiği biri için, çocuğu için dua ediyor: “Allahım ona şöyle bir iş ver, ona şöyle bir ev ver, ona şöyle bir şunu ver, bunu ver…” Duası böyle! Diyelim sevdiği kişi dünyasını değiştirdi, şimdi isteği değişir: “Allahım onun günahlarını bağışla, onun azabını yok et, onun mekânını cennet eyle…” Böyle demiyor muyuz? Ölen bir yakınımız için ev araba istemeye devam etmiyoruz. Nasıl bir tezat bu böyle? İlk talepler hep tanrılar dünyasına ait isteklerdi, şimdi “B” hayatına ait istekler? Dünya ve ahiretin birbiriyle çok ilişkili olduğunu biliyoruz, ama isteklerimiz bu bilgiye hiç uymuyor. O dünyadayken ona öyle şeyler istiyorsun ki, hepsi ona ateş olacak şeyler! Dünyada yaşarken onu mahvedecek taleplerde bulunuyorsun, ileriyi düşünmeden istiyorsun. Ama sonra? Onları isteyen sanki sen değilsin, onları bırakıyorsun, bu sefer “Allahım onun azabını yok eyle, onun günahını bağışla, onun mekânını cennet eyle” diyorsun. Bu dualar ona ya- Sen Tanrı mısın? 185 şarken lazımdı, o canlıyken lazımdı. Ama o yaşarken hiç öyle şeyler istemiyorsun. Neden? Çünkü talepler tanrının istekleri, talebi yapan tanrı... Cehennemin meleğinin ismini biliyorsunuz; Malik. Cennetin meleği; Rıdvan. Ne enteresan... Ne demek ki, Malik ve Rıdvan? RIDVAN; razı demektir! Sizin yaşarkenki razı olma enerjiniz sizin cennetteki meleğinizdir; adı da Rıdvan, Razı. Cehennemin meleği ise MALİK’tir! O da sizin “ben varım” diyen sahiplenme enerjinizin meleğidir, cehennemdeki meleğiniz bu yüzden Malik’tir. Cennet ve cehennem bu kadar somut! Bu yüzden tanrının mekânının ismi CEHENNEM’dir! Cehennem meleğini kişi burada oluşturuyor; sahip olma enerjisi onun cehennem meleğidir: “Ben varım, ben ilahım! Benim olsun, bana gelsin, beni sevsinler, beni takdir etsinler, beni övsünler...” diye, diye, diye kendi enerjisiyle o sistemi oluşturuyor! Razı olan, rıza gösteren yapı ise o enerjiyle CENNET’i, cennet meleğini oluşturuyor. İsminden de belli: Rıdvan; razı, razıyım! Kendinize sorun: Yaşantım hangisine uygun? MÜSTAKİM BİR HAYAT için önemli iki şey; Kelime-i Tevhid’in doğru anlaşılması ve doğru Kader anlayışıdır. Kader konusunu nasıl anlamalıyız? Kaderi idrak bizi ikilemlerden nasıl kurtarır? Efendimiz’in söylediğini [hiç şüphesiz onu] açıklamaya çalışacağım, Efendim Muhammed aleyhisselam’ın açıkladığını paylaşmaya gayret edeceğim. Onun için İnsan-29 ve İnsan-30. ayetleri “temsili ayetler” olarak örnek vereceğim. İnsan-29: “Dileyen Rabbini seçer.” Dikkat edin; “DİLEYEN” deniyor, bir serbestlik var, çok dikkat edin! Zihinlerdeki ikilemleri ortaya koymaya çalışıyorum. “Dileyen Rabbini seçer” denince sanki yol ortada, iyi-kötü ortada, dileyen Rabbini seçiyor anlamı oluşuyor. İnsan-29 böyle. İnsan-30’a gelelim: “Ve ma teşaune illa en yeşeallahu: Siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe.” Daha ileri mana: “Dileyen YOK, illa Allah.” Bu ikili Kur’an-ı Kerim’in “beşer lisanı” olmadığının bir kanıtıdır! Şöyle: Ben bilim adamı olarak İnsan-29 ve İnsan-30’un manasını içeren bir makale yazsam hiçbir bilim kurulundan geçmez. “Çelişki var, bilime uymuyor” derler. Böyle bir makale yazsam, yani İnsan-29 ve İnsan30’daki manaları yan yana koysam bilim kurulundan “ret” gelir: “Yukarda ne söyledin, aşağıda ne diyorsun?” derler. Kur’an’da bu iki ayeti böyle görünce içiniz öyle dediği halde neden açıkça “burada tezat var” diyemiyorsunuz? Onu söylemekten niye korkuyorsunuz? İçinizden diyorsunuz ama! Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde; “hala akletmiyor musunuz, hala düşünmeyecek misiniz?” demiyor mu? Neyi gösteriyor o ayetler? Bir serbestliği! İnsan-29 da öyle! Ama bir sonraki ayet buyuruyor ki: “Dileyen YOK, illa Allah.” Peki, Allah’a “Kitap’ta çelişki var” neden diyemiyorsunuz. Oysa içiniz ve haliniz 186 Yılmaz DÜNDAR öyle diyor. İnsanlar bu iki ayetin ilişkisini ve manasını anlayamadığında ne yapıyor biliyor musunuz? İnsan-29. ayeti okuyor: “Dileyen Rabbini seçsin.” Ve diyor ki; “bir serbestlik var, ben hürüm, serbestim, karar verip Rabbimi seçmeliyim. Çünkü ayet böyle diyor!” Eğer kişi İnsan-29’a böyle inanmış da onu telkin edecekse onun yazısında, konuşmasında İnsan-30’u bulamıyorsunuz. İnsan-29 ve benzer ayetleri seçiyor, hadislerin İnsan-29’a uygun yarılarını alıp yazıyor. Siz de yazdığını okuyorsunuz: “Allah, Allah olduğu için ne yapacağımızı önceden bilmiş ve ona göre takdir etmiştir.” Aynen böyle yazıyor maalesef, lütfen inceleyin. “O Allah olduğu için önceden biliyor, bildiği için onu yaratmıştır. Senin özel iraden var, serbestsin, muhtarsın, sen seçersin...” Buna delil olarak kendi kurduğu bu cümleyi, oluşturduğu bu hükmü destekleyecek ayetleri ve hadislerin içinden ona uygun kısımları alıp yazıyor. Okuyan mutlaka buna inanacaktır, mutlaka! Çünkü hepsi ayet ve hadis! Hüküm kişinin hükmü ama altına ayet ve hadis koyduğu için ona inanılır. Bir grup böyledir! Bu grup ise yalnızca İnsan-30’u alıyor: “Ayrıca dileyen YOK, illa Allah.” Benzer ayetleri ve hadislerin de bu ayete uygun kısımlarını topluyor, sonra da kendi oluşturduğu hükmü veriyor: Bir şey yapmana gerek yok, namaz kılmana gerek yok, Allah dileseydi, olurdu... Okuyan da buna inanıyor. Başka düşüncelere şartlanmamışsa kişi bu sefer buna inanıyor. Diyor ki; bu işin doğrusu böyle! Bu grup da böyle inanıp böyle yaşıyor. Her iki grup da ayet ve hadislere göre hüküm veriyor gibi görünüyor, değil mi? Peki, neden böyle? Kur’an’da ikilem mi var? Hadid Suresi 22 ve 23. ayetlerin kaderle ilgili ortaya koyduğu manayı kendi cümlelerim gibi yazıp yanına da “dileyen Rabbine yönelir” anlamında İnsan-29 manasına uygun cümleler yazsam makalem hiçbir bilim kurulundan geçmez. “Çelişki var makalende, böyle bilim olmaz, ya onu, ya bunu iddia et” derler. Ama Kur’an ikisini de hem de birçok defa yan yana, alt alta söylüyor. Bu çok önemli! Şimdi çok farklı bir şekilde bu İKİLEM SANILAN GÖRÜNTÜ’yü kaldıracağız. Kaderle ilgili olarak nerede olursa olsun şu iki soruya mutlaka cevap bulmalıyız: 1- Neye inanacağım? 2- İnandıktan sonra ne yapacağım, nasıl amel edeceğim? Kimin kader açıklaması olursa olsun bu iki sorunun cevabı mutlaka olmalıdır. Bir açıklamayla karşı karşıyasınız, Efendimiz SAV’in açıkladığı kadere uygun olup olmadığını anlamak istiyorsunuz. Hemen “nasıl ve neye inanacağım?” sorusuna cevap arayın. İman ile ilgili cümleyi buldunuz, bu sefer; “ne yapacağım, nasıl davranacağım, nasıl fiil ortaya koyacağım?” diye Sen Tanrı mısın? 187 sorun. Onu da bulduysanız şimdi elinizde iki tane cümle var. Bu iki cümle de Kur’an-ı Kerim’e ters düşmemelidir! Burası anlaşıldı mı? Çok önemli! Ahiret hayatınız dâhil, belki de HAYATINIZIN EN ÖNEMLİ KONUSU’nu açıklıyoruz! “Neye inanacağım?” dediniz, size bir cümle söylendi. Bu cümle Kur’an’a ve hadislere uygun olacak! “Böyle inanan ne yapar, nasıl yaşar?” dediniz. Ona verilen cevap da Kur’an’a ve hadislere uygun olacak! Kimileri her iki soruya da İnsan-29 ayeti ile cevap verir. Yani; “aklınızı kullanın, akıl etmeyecek misiniz, tefekkür edin, düşünün, dileyen Rabbini seçer” mealindeki ayetleri her iki soruya cevap olarak kullanır. Bu ayetlerde önerilen nedir? Bu ayetlerde önerilen bir DAVRANIŞ BİÇİMİ’dir. Çok dikkat edin lütfen, izahta zorlanabilirim, konu çok önemli ve ağır... İnsan-29 bize nasıl davranacağımızı açıklar, orada önerilen bir davranış biçimidir; “aklınızı kullanın” bir davranış biçimidir. “Dileyen Rabbini seçer” bir davranış biçimidir, bir ameldir. Bu ayet bize “iman” değil bir davranış öneriyor. O inanılacak bir şey değil, bir davranış. Demek ki, grubun birinin her iki soruya cevap olarak seçtiği ayetler davranış biçimini, nasıl amel edeceğimizi açıklıyor. İşte bu grup “neye inanacağım?” sorusuna cevabı uydurmuş oluyor, hem de ayet kullanarak. Uydurdukları hüküm ayet ve hadislerde yok! O ayetlerdeki davranış biçimine bakıp, “öyleyse şöyle inanmak” lazım diyorlar, nasıl davranılacağını açıklayan ayete uygun bir İMAN UYDURUYOR’lar. Yanılıyorlar! Davranış biçimini anlatırken kullandıkları ayet ve hadisler doğru, tamam. Ama inanılacak şeye yönelik açıklama kendi hükümleri, o uydurma! Ayet ve hadislere inandığınız için okuyunca siz de fark etmeden o uydurulana inanıyorsunuz! Çünkü İnsan-29 ve benzer ayetleri görünce iman ile ilgili uydurulmuş hükmün beşeri olduğunu göremiyorsunuz ve iman edilecek şeyle ilgili uydurmaya inanıyorsunuz! Nasıl anlaşmıştık oysa? “Ne yapacağım?” sorusunun cevabı da, “neye inanacağım?”ın cevabı da Kur’an’a ve Hadislere uyacak! Bu bakış açısının Kadere İman konusunda (neye inanacağım?) sorusuna verdiği cevap Kur’an’a uymuyor! Öyle bir hadis ve öyle bir ayet yok! Diğer anlayış ise sadece İnsan-30 ve benzerlerini alıyor ki, o ayetler kadere İMAN’ı açıklıyor, nasıl inanacağımızı öğretiyor. “Dileyen YOK, illa Allah” inanılacak bir şeydir, yani imandır. Diğer grup iman uyduruyordu, bu grup iman uydurmuyor. “Şöyle iman etmeliyiz” diye bu ayeti alıyorlar. Tamam. Ama bunlar da bu iman bakış açısıyla DAVRANIŞ BİÇİMİ UYDURUYOR’lar! Bu grup da ne yapacağını uyduruyor: “Kılmana gerek yok, dileseydi olurdu. Haber vermene gerek yok, nasibi varsa gelir. Uyandırma Allah dilemişse kal- 188 Yılmaz DÜNDAR kar...” diyerek davranış uyduruyorlar! Okuyan kişi de “imanı” açıklayan ayet ve hadisleri görünce davranışla ilgili uydurulmuş o hükmü de ayet hadis sanıp inanıyor. İşte BATIL FIRKALAR böyle oluşuyor. Efendimiz (SAV)’in kader konusunda açıkladığı nedir? O’nun kader Bakış Açısı şudur: İnsan-30’a inanacaksın, İnsan-29 gibi yapacaksın. Bunda bir ikilem var mı? İnanılacak şey de Kur’an-ı Kerim’den, yapılacak şey de Kur’an-ı Kerim’den! İkilem yok! Hüküm beşeri değil! Efendimiz’in hükmü bu: İnsan30’a inanacaksın, İnsan-29’un önerdiği gibi davranacaksın. Batıl Fırkalar bu idraktan uzaklaşmakla oluşan düşünce ve inanışlardır. İlk anlattığım da günümüzde vardır, yaygındır ve batıl fırkadır, ikincisi de geçmişte vardı, günümüzde de vardır ve batıl fırkadır: Bir kişi İnsan-30’u alır ona uygun fiiller uydurursa bu sapmış fırkadır. İnsan-29’u alır ona göre bir iman uydurursa o da sapmış fırkadır. Yanılma genellikle budur: Bir grup iman uyduruyor, diğer grup amel uyduruyor! Eğer Gunyetü’t Talibin’i okursanız, bu fırkalar var. Efendimiz (SAV)’in açıkladığı Kader idrakını fark edenin yaşarken ilişkilerini nasıl düzenleyeceğine çok dikkat etmesi gerekiyor. Allah’a yöneldiğinde İnsan Suresi 30. ayete göre yönelecek ve konuşacaksın, insana yöneldiğinde İnsan Suresi 29’a göre konuşacaksın. Bu karıştırılırsa olmaz! İletişim içindeyiz, insanlarla ilişki kuruyoruz, konuşuyoruz, İnsan-30’a göre konuşursan SİSTEM BOZULUR. Hem anlamazlar, hem sistemi bozarsın, hem de bilgin gösterişe girer. Mesela, İnsan-30’a göre konuşarak çocuk yetiştiremezsin! “Dileyen yok illa Allah”ı küçük çocuğa nasıl öğreteceksin? Böyle sorularla çok karşılaşırsınız; “biz bu bilgiyi çocuğa nasıl vereceğiz?” derler. Nasıl mı? İnsan-29 dilini kullanarak! Orada onu kullanacaksın. İnsanlarla ilişkilerinde İnsan-30’a göre davranırsan yanlış olur. Birisini bir yere çağıracaksın. Çağırsam mı çağırmasam mı diye düşündün. Sonra da “nasibinde varsa gelir. Benle ilgili değil ki, Allah dilemişse olur” dedin. Bu İnsan-30’a göre fiil uydurmaktır, batıldır. Bu batıl fırkadır; İnsan-30’a göre fiil uydurdun. Halbuki o ilişkide İnsan-29’u kullanacaksın. “Dileyen Rabbini seçer” ayetine göre davranıp Rabbin ne demişse onu yapacaksın. Seccadeye İnsan-29’a göre gideceksin. Aksi halde gitmene gerek yok, dileseydi giderdin. “Dileyen Rabbini seçer” ayeti gereği seccadeye gideceksin. Gittin, İnsan-30’a göre “Allahuekber” diyeceksin. Tekbir’le birlikte hukuk değişti, çünkü Allah’a yöneldin. Şunu fark etmek gerekiyor: Bu iki ayet arasında bir çelişki yok! Tam tersine, beşer dışı, beşerin kavrayamayacağı bir bütün yapı var! Sen Tanrı mısın? 189 -Müslüman toplumların çoğu maalesef “İnsan-30”a göre davranmaya meyilli. “Allah verirse olur” deyip çalışmayı bırakıyor. Yanlış değil mi? Çalışmamışsa, evet! Çünkü “Allah verirse olur” imandır ve doğrudur! Ama bu iman yanında “çalışmama” fiilini getirmişse o yanlıştır! “Allah verirse olur” doğru, çünkü o imandır. O imana göre fiil uydurup “öyleyse çalışmaya gerek yok” dersen yanlış, o batıldır! İnanış doğru, o imana bir fiil uydurmamalıyız. Kur’an bize “uydurmayın, ikisi de var; İnsan-29, İnsan-30” diyor. “Dileyen Rabbini seçer” DAVRANIŞ BİÇİMİ’dir, “Dileyen YOK, illa Allah” ise İMAN’dır. La ilahe’yi yaşayan görür ki, ayrıca dileyen yok İlla Allah... Gunyetü’t Talibin’de Abdülkadir Geylani Hazretleri FIRKA-İ NACİYE imanını, yani Efendimiz (SAV)’in bakışını şöyle tarif ediyor: Bütün yaratılmışlar Allah’ın arzusuna, kudretine ve dilemesine kalmıştır. Kulların hiçbir işte dahli yoktur, hepsi Allah’ın emrindedir. Fırka-i Naciye diye Abdülkadir Geylani Hazretleri bunu tarif ediyor. Batıl fırkaları da açıklıyor. O fırkaların isimlerine bakıp onları geçmişte kalmış şeyler sanmayın, hepsi aynen günümüzde de var! Bir kaç tanesine bakalım. Kaderiye Fırkası: Bunlar kulların masiyetlerinde Allah’ın kaza ve kaderini kabul etmezler, masiyetleri bizzat kullara bağlarlar. Bakın davranış biçimine göre iman uydurmuşlar. Bir başkası, Mutezile’nin Cibaliye Fırkası: Kullar yaptıkları işlerin yaratıcılarıdır diye inanıyorlar. Günümüzde de birisi böyle inanıyorsa bu fırkadandır. Kaabiye Fırkası: Allah’ın duyan ve gören olduğunu kabul etmezler. Kulun yaptığı işte Allah’ın dilemesi o iş için verdiği emirdir. Yüce Allah’ın iradesi, Zatının fiilinden o işi bilmesidir, zora koşmamasıdır, insana serbestlik verir. Bunlar hep BATIL FIRKALAR olarak anlatılıyor. İnsanlarla ilişkide İnsan-29’a göre, Allah’a yönelince İnsan-30’a göre davranmalıyız demiştik; DAVRANIŞTA KURAL BUDUR. Şu örnek tam oturmaz ama konuyu anlamaya yardım eder: Bizler bir tiyatronun oyuncuları olsak, hepimizin tiyatroda bir rolü var, bir de yönetmenimiz var. Ben tiyatroda bir öğretmeni oynuyorken rolüm sırasında rol arkadaşlarımla öğretmen gibi konuşurum, işim odur. Gösteri bitti, yönetmenle konuşuyoruz, yine öğretmen gibi konuşursam ukalalık etmiş olurum, değil mi? O benim rolümdü, beni öğretmen yapan, nasıl öğretmenlik yapacağımı, ne söyleyeceğimi tesbit eden o! Gidip de yönetmene öğretmenlik taslamak olmaz. “Rolü yapışmış, rolünün etkisinde kalmış, rolünden kurtulamıyor” der. Mesela birisine polis rolü vermiş, gidip yönetmene polislik yapıyor. Yönetmenle konuşurken farklı konuşulur, yönetmene göre konuşulur, değil mi? Mana anlaşıl- 190 Yılmaz DÜNDAR dıysa örneği silelim. Çünkü bire bir düşünüp de, Allah’ı ötede beride bir yönetmen gibi hayallersen tanrı inancına götürür. Önemli olan manayı anlamaktır, anladıysak silelim. “Anladım” deyip Allah’a yöneldiğinde İnsan-29 idrakıyla konuşursan; “Allahım, dileyen Rabbini seçsin diyordun, ben Seni seçtim” dersen yanlış olur. O’na “dileyen yok İlla Allah” idrakıyla İnsan-30 platformunda yönelmelisin. Ama bir arkadaşınla konuşurken de öyle konuşursan Dünya Sistemi’ni bozarsın. Karşıdaki seni anlamaz hem de yaptığın şey gösterişe döner. O da farklı bir tanrılıktır: Karşıdakine had bildirmeye çalışan tanrı, ders vermeye çalışan tanrı, karşıdakinin yanlışını vurgulamaya çalışan tanrı olur. İnsanlarla İnsan-29’a göre irtibat kurman gerekiyor. -Gün içinde bu ikisi arasında gidip-geliyoruz, bu doğal mı kabul edilmeli? Aslında çok önemli bir şeyi vurguladın; doğal kabul etmek! Nasıl kabul etmek gerekiyor? Eğer o gidip gelmeleri doğal kabul edersen seni bir yere götürür, doğal kabul etmezsen bir başka yere götürür! Doğal kabul etmez de kurtulmaya çalışırsan Rab’bine yöneldiğinde çok tövbeci olursun; “Allahım öyle davrandım ama İnsan-30. ayetin de farkındayım, bağışla Allahım” dersin ve RASULULLAH’IN TÖVBESİ’ni fark etmiş olursun! Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem bir günah işlediği için tövbe ediyor değil ki! İşte O’nun tövbesini fark etmiş olursun ve nelere tövbe etmeye başlarsın… Eğer o hal sana “doğal” gelmezse nihayet “tövbe edeni” de silersin. Onu doğal kabul etmek o Anayasa’nın açığını arayıp oradan yararlanmaya çalışmak gibi olur. Yasada bir boşluk yakaladım yürü üstüne... Oysa biz neye talip olmalıyız? Vera’yı duydunuz mu? VERA! VERA SAHİBİ! Öyle çok önemlidir ki... Vera; harama götüreceğine inanılan şeyden kaçmaktır, haramdan değil! “Bununla meşgul olmam yasak değil ama sonu haram olabilir” diye bir endişe halidir Vera! Müthiş bir şeydir Vera! İşte o zaman o gidip gelmeler sana doğal gelmez! Doğal görürsen onu bir hakmış gibi sonuna kadar kullanırsın ve bir tanrı üretirsin: Bazen İnsan-30. ayeti hatırlayan, ama hep İnsan-29’u sonuna kadar kullanan bir tanrı olursun. Oysa; İnsan-30 aklından çıkmayacak! O hale bir de şöyle bakabiliriz: O iki hal arasında gidip gelen ama bundan rahatsız olan kul aslında en önemli Zikrullah’ı yapıyor demektir. Eğer o ikisi arasında gidip gelen kişi tanrısından kurtulma gayretindeyse o önemli bir ZİKRULLAH HALİ’dir. Kafasını tanrıya takmak çok önemli bir Zikrullah’tır! Sürekli [24 saat] tanrıyla meşgulse, o “La ilahe”yi fiilde yaşıyor demektir, fiilde “La ilahe İllallah” zikri yapıyor demektir. Tanrıyı gördükçe “yakaladım seni” deyip ona “La ilahe” diyorsan, “seni yakaladım” deyip ona Sen Tanrı mısın? 191 Kafirun okuyorsan, ona fırsat vermiyorsan onun fonksiyonlarını yok ediyorsun demektir! Böyleysen, o gidip gelmeler seni çok farklı, çok hoş, çok tatlı gözyaşları olan bir tövbeye götürür. Rab’binden ikramdır o... Şimdi hazır bu hale girmişken, isterseniz bir tesbih “La ilahe illallah” diyelim, sessizce. Diyelim ki; ey Allahım, ben senin düşüncenin ilmindeki suretiyim, ilahlığımı ilan etmiyorum. İlahlığını ilan eden BEN’e “La ilahe” diyorum. “La ilahe”yi o BEN’e söyleyelim ve “İllallah” derken “İlla Allah”ı ortaya koymaya çalışalım… Buyurun: La ilaheee illallaaah, La ilaheee illallaaaah, La ilaheee illallaaaah.... “La ilahe illallah Muhammedün Rasulullah, Allahümme ente maksudiy ve rıdake matlubiy.” Bu tür sohbetlerin olduğu yerlere su koyarlar, bilirsiniz değil mi? O suyun bu enerjiden nasibini alması ve önemli bir forma girmesi beklenir. Peki, hiç tersini düşündünüz mü: Ya yanlış yerlerdeki sular? Hac’dan yeni gelmiş arkadaşlarımız vesilesiyle söyleyelim: Hac’dan gelenlere çok bakmak lazım! Veys El Karani’yle ilgili bir hadis var zannediyorum: “Göreni görmek, gördüğünü görmek gibidir” diye. Onun gibi, Kâbe’yi görenleri görmek de Kâbe’yi görmek gibidir, inşaAllah. Kelime-i Tevhid’i ve Kader Mevzuu’nu anlamak üzere bir kaç tane hadis paylaşacağız. Şunu alışkanlık haline getirmeye çalışalım: Hadisleri dinlerken, okurken mümkün olduğunca hayallemeye çalışın, hayalleyin. Buna alışırsanız bir anda çok gerçek fotoğraflarla karşılaşabilirsiniz. Hz. Ali radıyallahu anh: “Biz bir defasında Baki’ül Ğarkad Mezarlığı’nda bir cenazede bulunduk. Rasulullah (SAV) yanımıza gelip oturdu, biz de etrafına oturduk. Rasulullah’ın beraberinde bir asa vardı. Rasulullah başını eğdi ve düşünceli bir halde elindeki asa ile yere vurup çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı. Sonra şöyle buyurdu: “Sizden hiçbir kişi veya yaratılmış hiçbir nefs müstesna olmamak üzere Allah muhakkak cennetteki ve cehennemdeki yerini yazmıştır. Ve herkesin ŞAKİ veya SAİD olduğu muhakkak yazılmıştır.” Bunun üzerine sahabelerden bir kimse sordu: Ya Rasulallah, öyleyse biz ameli terk edip yazımız üzerine kalalım mı? Rasulullah dedi ki: “Said olan kimse saadet ehlinin ameline ulaşacaktır, şaki olan kimse de şekavet ehlinin ameline ulaşacaktır. Sizler amel edip çalışın, çünkü herkese kolaylaştırılmıştır. Said olan saadet ehlinin ameline kolaylaştırılır, şaki olan da şekavet ehlinin ameline kolaylaştırılır.” Sonra Rasulullah Leyl Suresi’nden şu ayetleri okudu: “Artık kim verir ve sakınırsa, o en güzeli de tasdik ederse biz onu en kolaya hazırlarız. Ama kim cimrilik ederse, kendisini müstağni görürse, en güzel olanı yok sayarsa biz de onu en güç olan için hazırlayacağız.” 192 Yılmaz DÜNDAR Hadisi inceleyelim. Sahabelerin kafaları karıştı, soru soruyorlar. Kafaları karışmasa böyle bir soru sorarlar mı? Demek ki Rasulullah onlara normal hayatlarında olmayan, o güne kadar alışmadıkları bir şey söyledi, o yüzden kafaları karıştı ki soruyorlar: Peki, biz şimdi ne yapacağız? “Nasıl inanalım?” demiyorlar! Rasulullah onlara; “şöyle inanacaksınız; said saiddir, şaki şakidir” dedi, onlar da inandı! “Öyleyse ne yapacağız; saidsek saidliğimizi, şakiysek şakiliğimizi mi bekleyelim?” diye soruyorlar. Böyle sorduklarında Rasulullah onlara; “sizin aklınız var, iyi ve kötü de belli, artık bundan sonra şöyle yapın” demiyor. Öyle diyemez miydi? Öyle demiyor! Ancak kader konusunda gördüğüm bazı yazılar hadisin sadece son kısmını koyup, sanki Rasulullah yalnızca “amel edip çalışın” demiş gibi göstermişler. Hadisin tamamına baktığımızda Rasulullah önce imanla ilgili bir açıklama yapıyor. O açıklamadan sonra sahabiler bir soru soruyor, “imanla ilgili” o açıklamadan sonra kafaları karışınca “öyleyse biz nasıl davranalım?” diyorlar. Nasıl inanacaklarını Efendimiz onlara anlattı, “Said saiddir, şaki şakidir” buyurdu. Bu İnsan-30 kapsamındadır. Onların sorusu üzerine, “şöyle davranın” diye önerdiği ise davranıştır ve bu açıklaması da İnsan-29’a uygundur. Bunu fark ettiniz mi? Efendimiz “Şöyle inanın” dedi, yaptığı açıklamadan sonra sahabeler bu imana göre nasıl davranacaklarını merak ettiler ve “öyleyse biz ne yapalım?” dediler. Efendimiz bu soru üzerine; “Çalışın, koşturun” diyor! İmana yönelik davranışın nasıl olması gerektiğini söylüyor. Bu açıklama beşeri düşünce tarzına hiç uymuyor, beşeri düşünce ile baktığınızda tezat var gibi oluyor. Dikkat edin, TEZAT iki şey arasında olur ve ikilikle baktığınız zaman gözükür. İkilikle baktığınızda İnsan “29” ve “30” çelişkilidir. “Bir Allah var, bir de BEN varım” idrakıyla bakana öyle geliyor. “Allah da bir öyle bir böyle söylüyor, ne yapacağız?” diye şaşıran bir gafil var! O ikiliğin ürünü olarak tezat var! İzah edebiliyor muyum? İşin aslında ikilik yok! İşin aslında ikilik olmayınca tezat olabilir mi? Hayır, ikilik de, tezat ta yok! Burada durum şudur: Hayata bakışta hayatın görünüşünden ve hayatı yanlış yorumlamadan kaynaklanan bir tezat var! İşin aslında ikilik yok ki! İşin aslını nasıl fark edersin: La ilahe’yi anlayarak! “La ilahe” deyip görüntüyü yok ettiğinde bakarsın ki İlla Allah! İnsan-29 ve İnsan-30’a “illa Allah” idrakıyla bakarsan zaten tekdir; O’dur: İlla Allah! İnsan yok ki! İnsan Allah gibi bakamadığı, Allah gibi söyleyemediği, Allah gibi örnek koyamadığı, her şeye insan gözüyle baktığı için “29” ve “30” ona çelişki gibi gözükür. Çünkü hala bir tanrı var, tanrılığını ilan etmiş biri var; SEN varsın! Tanrı bu iki ayeti okuyor, inceliyor, İnsan-29’u Sen Tanrı mısın? 193 kendine alıyor, İnsan-30’u Allah’a veriyor, sonra da “tezat var” diyor. Aslında, “tezat oluyor” diyen yapı yoktur! İnsan-29 da İnsan-30 da aynı varlığındır. İnsan-29. ayete göre bir iş planladığınızda bir tercihte, bir dilekte bulunduktan sonra artık İnsan-30 devrededir. Siz hala İnsan-29’a göre yorum yaparsanız o hata olur! Bir klasik örnek verelim. Sınava hazırlanan bir öğrenci kendisi bir fiil uydurup; “nasibimizde varsa bu iş olur, bu kadar kitaba gerek yok” derse İnsan-30’a göre bir fiil uydurmuş olur. İnsan-29’a göre davranıp sınav için gerekli tedbirleri alması gerekir. Hele de inanan biriyse en üst seviyede tedbir alması gerekir. İnanan bir boşluk ve ihmal bırakmamalıdır. Çünkü müracaat ettiği şeyler Allah’ın yarattığı sebeplerdir. SEBEPLER’i önemseyip onlara müracaat etmek lazım! Sebepler birer FİİLİ DUA’dır, duanın fiili kısmıdır. Var olan sebeplere müracaat da dua etmektir. Sınavına girdi çıktı, sınavı da çok iyi geçti. Eğer, “ben iyi çalıştım, sınavı hallettim” derse, o zaman da imanla ilgili bir hüküm uydurdu demektir. Bu bir hüküm! Hüküm verip işi kendisinin hallettiğine inandı. İman İnsan-30’a uygun olmalıdır. Bu yüzden halimizi doğru imana göre deklare etmeliyiz. O zaman bu başarıyı nasıl ifade ederiz? Onu da ayetle öğreniyoruz: MA TEVFİKİ İLLA BİLLAHİ. Buna eğer çokluk sistemine göre meal verecek olursak; “başarı bana ait değildir, başarı Allah’ındır” deriz. Çokluk sistemini kaldırınca mana; “başaran yok İlla Allah”dır. Aynı örneği devam ettirelim. Allah muhafaza etsin, sınav olumsuz geçti diyelim. Gerçi hayrlıysa sonuç öyle de güzeldir, ama insanlar kendilerine göre olumsuz sonuçları sevmez. O zaman ne der? “Bu kadar çalıştık, gayret ettik, olur mu böyle şey, böyle olmaması lazım.” Böyle der ve hüküm verirse yaptığı yine İnsan-30’a uymaz! Ne yaptı? İnsan-29’a, yani davranış biçimine uygun bir iman uydurdu! Yanlıştır! Yöntemimiz şu: Herhangi bir işi yaparken mümkün olduğunca sebeplere müracaat ederek üstün bir gayretle yapmak ama sonucu eleştirmemek! Bu çok önemlidir. Çünkü sonuç noktasında olmuş bitmiş bir işin eleştirilmesi ALLAH’IN EMRİNE KARŞI FİKİR ÜRETMEK’tir. O kadar önemli ve beşeri sistemle izah edilemeyecek bir sır içeriyor ki... Sizin Rab gücünüzle gerekeni yapmanız ama sonuçta yaptıklarınızın tümünün Allah’ın emri olduğunu idrak etmeniz gerekiyor! Bu konular böyle anlatılınca insanların duası etkilenebiliyor, “nasıl dua etmeliyiz?” diyorlar. Evet, insanın bulunduğu hal onun duasını çok etkiler. Bunu izahta hep çok zorlanıyorum, eğer MERHAMET kelimesini, merhamet kelimesinin içeriğini fark edebilsek onun yerine koyabileceğimiz bir dua olmadığını öyle görürüz ki... Konu ne olursa olsun; “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla...” Bunun yerine koyabileceğin bir kelime yok! Allah 194 Yılmaz DÜNDAR merhamet dilemişse o kişi için Allah’ı anlama, tanıma ve O’nun razı olacağı halleri ortaya koyma yolunda bir şey gelecek demektir! Gelecek olanı bilemeyebilir, tarif de edemeyebilir ama Allah bilir. Önemli olan Allah’ın merhametiyle karşılaşmaktır, Allah’ın merhametle muamele etmesidir! - Duanın detaylı olması konsantrasyonu artırıyor, diye okuyoruz? Detaylı olması, listenin uzun olması manasına mı? Kişi öyle istiyorsa o da olur. Ama Merhamet’i detaylandırırsın, bir kere söyleyeceğine yüz kere söylersin, o da konsantrasyonunu artırır. Tabi bu iş sana bağlı ve bunlar tarifle olmaz. Bir gün bir hal gelir “ha, o merhamet, merhamet, dedikleri buymuş” dersin, yaparsın. Tarifle olacak şeyler değil, böyle tarif edilmişti böyle yapayım diyeceğiniz şeyler değil, bildiğin gibi yap. Ama bil ki, sen eğer tanrı “BEN”iyle, kendini ilah ilan eden “BEN”le değil de diğer “BEN”le yapıyorsan, fark etmez, nasıl dua yaparsan yap, neticede o güzel davranış, seni “Allah’tan merhamet isteyen” hale götürecektir. Ama tanrıysan zaten merhamet istemezsin, “kendince” sen bir şeylere, birilerine merhamet edersin! Kişi kendisini mutmain kılmak için merhamet kelimesinin manası altında çeşitli detaylarda dua yapabilir, böyle dua yapmaktan çekinmeyin. Ama neye dikkat etmek gerekiyor? Duada mümkün olduğunca dikkat edilecek husus hep şudur: Dua ederken isteyen kim, “BEN” diyen kim? Eğer o ilahlığını ilan etmiş “BEN”se ve bir üst mertebeden, üst tanrıdan siparişteyse bu yanlış! Ama İnsan Suresi 30. ayetin bilinciyle ve hanif olarak yöneliyorsa bu “BEN” farklıdır. İlahlığını ilan etmemiş olarak onun “Allahım BEN Senin düşüncenin suretiyim ve beni düşünene yöneldim ve istiyorum” diyerek, Allah’tan kendisi için nasıl düşünülmesini istediği tüm talepler bir dua biçimidir ve kişiyi daha mutmain kılabilir. Halbuki fark edebilse merhamet kelimesi yapılabilecek tüm duaları; bildiği bilmediği, gördüğü görmediği tüm duaları içerir. Merhamet kelimesinin mekân boyutu da zaman boyutu da yoktur, hepsini içerir. Diyelim bir sınava hazırlanıyorsunuz, “Allahım bana merhamet et” diyorsunuz, gereğini içerir. Eğer sınav için çalışman gerekiyorsa, Rabbim yeterince çalışma gücü verir. Bu sınavı başarman hayrlıysa ve ne gerekiyorsa hepsi onun içindedir, onları tek tek listelemen gerekmiyor. “Allahım beni bağışla” dediğin zaman, öyle bir rol istiyorsun ki; sınavım hayrlı olsun, sonucu hayrlı olacak bir rol ver diyorsun. “Allahım bana merhamet et ve beni bağışla” duası hepsini herşeyi içerir, fark edebilsek... Ama detaylı bir dua yapmak istediğiniz zaman da çekinmeyin. Çünkü duayı detaylandırmak bazen insana ibadet hissi, zikrullah hissi verir. Ancak, Sen Tanrı mısın? 195 böyle bir dua yapmak istediğiniz zaman dua eden “BEN”, ilahlığını ilan eden “BEN” olmamalıdır! Dua edenin ilahlığını ilan eden “BEN” olduğunu duada nasıl fark edersiniz? Bu “BEN” dualarında ayrıcalık ister, onun duasında kin vardır, beddua vardır, nefret vardır. Anlarsınız ki dua eden tanrıdır; birisi için kinle, öfkeyle bir şey istiyor. Kendi gücü yetse... Ama gücü yetmiyor, yapamıyor. Üst mertebeye diyor ki; benim yerime sen yap, senden istiyorum. Bu dua tarzı tehlikelidir, çünkü o tanrının dua biçimidir. Kabul olur mu? Olur! Kişinin dua etmesi ve duasının da yerine geliyor olması onun cennete gideceğinin işreti değildir ki! Unutmamak lazım; bu dünya tanrıların cennetidir, dolayısıyla duası kabul olabilir! Cennetinde yaşıyor çünkü, dünya tanrıların cenneti! Duasının kabul olması, “ne istiyorsa oluyor, demek ki cennetlik adam” manasına gelmez, öyle düşünmek doğru da olmaz! Uğraştığımız şey hep bu: Tanrıyı fark etmek, onu yaşantıda yakalamak! Şimdi o tanrılıkla ilgili basit bir örnek verelim. Bu basit örneği detaylandırdığı zaman, insan o mantıkla birçok şeyi o sorgu listesine alabilir. Bir kişi saçını tarayarak cehenneme gidebilir mi? Gidebilir! Veya saçını tarayarak saç tarama ameliyle cennete gidebilir mi? Evet! İkisi de aynı amel oysa!? Ama birisi tanrının saçı ve yapılan iş tanrının saçını güzelleştirmek! O, tanrıya ün katacak, o tanrıya itibar katacak bir iş yapıyor; tanrısını güzelleştiriyor! Diğeri Halifetullah’ı güzel kılmak. İkisi birbirinden tamamen farklı! Bir Halifetullah’ın bu dünyada nasıl gezeceğini tesbit edip ona uygun bir biçim oluşturmak başka bir şey, tanrıyı bu dünyada nasıl dolaştıracağını belirlemek başka bir şey! Hele bir saç görsünler bakayım, insanlar bir saç görsün diye mi yapıyorsun; bak bu tanrı! Ama Halifetullah düzgün olmalı, o başka bir şey... Aynı hareket; ama birisi cehennemlik, diğeri cennetlik amel. Neden? Çünkü tanrılar giremez! “Bu saç tanrının, tanrılar giremez” diyecekler! “La ilahe illallah” bu tanrıyı mahveden bir zikirdir! Şimdi bir kez daha La ilahe illallah zikri yapacağız. Aynı duygu ve düşüncelerle yapıyoruz, ama şöyle: Bütün konsantrasyonumuzu iki kaşımızın ortasına getiriyoruz; sanki biz oradayız! Tefekkürünüzle, ayak parmaklarınızın en ucundan başlayıp tüm kanınızı, tüm hücrelerinizi toplayıp, hepsini sanki oraya getiriyorsunuz, getirmeye çalışıyorsunuz; her şey iki kaşınızın arasında! Bu tefekkürle “La ilahe illallah” diyorsunuz. Bunu ağzımız kapalı, dilimiz damağımıza yapışık olarak diyoruz, sanki burası söylüyor; konuşan, gören, yaşayan yer burası! Asıl konuşanı, göreni, yaşayanı iki kaşınızın ortasının hemen üstü gibi farz edin ve La ilahe illallah ile, Kelime-i Tevhid ile oradan bir şey çıkacakmış 196 Yılmaz DÜNDAR gibi düşünün. Siz böyle tüm enerjinizi çekip getirdiniz, getirdiniz, getirdiniz buraya topladınız, şimdi tüm vücudunuz ve enerjiniz sanki buradan fışkıracak gibi hissedin. Oradan bir ışık/nur fışkıracak gibi tahayyül edin. “La ilahe illallah” hakikatinin iki kaşınızın arasından fışkıracağını düşünerek söyleyin. Bu söylediğimi salât ikame ederken de yapabilirsiniz. Salât ikame ederken vücudunuz salât hareketlerini yapıyor ama ANA MERKEZ burası gibi bir tefekkürle yapın. Salât ikame eden ana merkezin iki kaşınızın ortasının hafif yukarısı olduğunu düşünün. Burada küçük bir para gibi bir daire düşünün, salâtı oradan yönettiğinizi hissedin, tüm salât hakikatinin oradan fışkıracağını hayal edin ve secdede onu daha yoğun yaşamaya çalışın... SALÂVAT çok önemli bir duadır, salâvat getirmek önemli dualardandır. Şimdi bir tur salâvat okuyalım. Salâvatımızda hayatta yaptığımız bir şeyi yapmaya çalışalım: Bize çok iyiliği dokunmuş biriyle karşılaştığımız zaman onun o iyiliğini hatırlar ve ona bir anda çok candan bakar, hayr duasında bulunuruz, ona duacı oluruz. Bir vesileyle o iyiliği hatırlatır “Allah senden razı olsun” deriz ve bunu çok gönülden deriz. Mesela birimizin çok önemli bir operasyon geçirdiğini düşünelim. Operasyondan sonra ona “şu doktor olmasaydı seni kurtaramazdık” dediler. O artık; bu doktor bana yeniden hayat verdi, yeniden can verdi diye düşünür. Hiç tanımadığı o doktora çok dua eder, hiç tanımadığı o doktor zalim bile olsa, yanlış biri, kötü huyları olan biri bile olsa onu gördüğü zaman “Allah senden razı olsun” der, candan söyler onu. Şimdi düşünün: Hiç, hiç bu söylediklerimiz kadar önemi yok mu Rasulullah’ın? O’nu bu kadar bile önemseyip düşünmeyelim mi? Hiç tanımadığımız birisine yaptığımız dua kadar da mı önem vermeyelim? Eğer sonsuz hayatınızı düşünürseniz, o sonsuz hayatınız içerisinde... Ahh! İnanın sizi gördüğüm gibi tanrıları gördükten sonra, size söylediğim o tanrıları bu kadar net gördükten sonra, hele de “ya ben bu tanrıları tanımadan gitseydim?” diye düşününce ödüm kopuyor! Ya ben bu tanrıları bilmeseydim ve bir tanrı olarak kalsaydım? Ödüm kopuyor!!! Bana sonsuz hayatımla ilgili bu hakikatleri öğreten Rasulümü hiç mi önemsemem? O’nu nasıl önemsemez insan? Böyle düşündüğünüz zaman, işte o zaman salâvat nasıl önemli bir duaya dönüşüyor! Bu şekilde düşünüp de “Allahümme; Allahımm” diyorsunuz... Ciğerden, Allahımm diyen bir Allahümme... Allahımm, O Rasulüne SALÂT eyle, Allahım O’na iyilik ver: Cezallahu anna seyyidena Muhammeden ma Huve ehlüh: Allahım O’nu layık olduğu şekilde mükâfatlandır, O’nu layık olduğu şekilde cezalandır. CEZA kelimesi Türkçedeki gibi değildir, neye layıksa onu ver, kıymetini sen takdir et... Ma Hüve ehlühü: Onu ben anlaya- Sen Tanrı mısın? 197 mam, kavrayamam. Sen O’na değeri neyse onu ver Allahım” diye yakaran halle bir salâvattır. Şimdi birlikte “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala âli seyyidina Muhammed” diyerek bir tesbih salâvat okuyalım. Zamanınız olduğunda salâtlarda okuduğumuz İKİZ SALAVAT’ı, Salli-Barik salâvatlarını yaparsanız iyi olur. Efendimize salâvat okurken şöyle düşünelim: “Ey Allahım, o Rasulünü tanımasaydım ne olurdu halim? Bana merhamet etmişsin, O’nu biliyorum, tanıyorum, o yolda gayretteyim. Bunun sevinciyle, “Allahım işte O Rasule salât eyle, selam eyle, iyilik ver...” Bu hisle bir dua yapalım: Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed... Efendimiz’i doğru anlayabilmemize vesile olanları da aynı şekilde duayla anmak çok önemlidir, güzel olur inşaAllah. Bir tur da İhlâs okuyalım. İhlâs okurken hızlıca şöyle düşünebilir ve bir TEFEKKÜR ZİKRULLAH’ı yapmış oluruz: “Kul HUv Allahu Ehad, Allahus Samed” kısmını okurken, o cümleyi, o manayı duyan gibi düşünün kendinizi. Size “Allah Ehad’dır Samed’dir” dendi ve siz henüz bu kesret âlemine gelmeden bu gerçeği duydunuz, bildiniz; Allah Ehad’dır Samed’dir! Ehad ve Samed’den gelirken bildiğiniz bu; Allah Ehad’dır Samed’dir! “Lem yelid ve lem yûled” derken artık kesret âlemindesiniz, dünyadasınız, burada “doğma ve doğrulma” var. Daha önceki bilginiz nedeniyle hemen “Lem yelid ve lem yûled” dediniz! Yani “Allah bunlardan müstağnidir, beridir; doğmamıştır, doğurulmamıştır” diyorsunuz. Dünyaya baktınız, doğma ve doğrulma var, “lem yelid ve lem yûled” diyerek Allah’ı SÜBHAN yaptınız. Ve tanıma çalışmalarına başladınız. Bu çalışmalar sırasında bir gerçeği tesbit ettiniz, çokluk âleminde yaşarken çalışmalarınızla bu gerçeği tesbit ettiniz: “Ve lem yekün leHU küfüven ehad”. Tesbitiniz artık budur, bu gerçeğe ulaştınız. Ehad ve Samed’den o bilgiyle geldiniz, kendinizi çokluk âleminde bulur bulmaz; “Lem yelid ve lem yûled” diyerek bir itirafta bulundunuz; Allah Sübhanallah’tır dediniz. Ve hakikat için çalışmaya başladınız, çalıştınız... Sonunda tesbit ettiniz ki; ve lem yekûn leHU küfüven ehad. Yani tekrar Ehad’a ulaştınız. Ehad’dan geldiniz, tesbitinizle Ehad’a gittiniz: İhlâs Suresi böyle bir DÖNGÜ’dür aslında... Tüm hayatı, hayatın tümünü içeren böyle bir döngüdür O! İhlâs Suresi’ni okurken bunu çok hızlıca düşünüp bir Tefekkür Zikrullahı yapalım inşaAllah. Başlarken okuyacağımız “euzü besmele” yeterli olur, her İhlâs için ayrıca “Besmele” gerekmez. Buyurun: Euzü Billahi mineş şeytanir racim, Bismillahi’r Rahmani’r Rahim. “Kul HUv Allahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekun leHU küfüven ehad....” 198 Yılmaz DÜNDAR Tövbe ve duamızı yapıp tamamlayalım inşaAllah. Euzübillahi mineş şeytanir racim, Bismillahi’r Rahmani’r Rahim. “Kul HUv Allahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekun leHU küfüven ehad.” Bismillahi’r Rahmani’r Rahim. “Kul HUv Allahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekun leHU küfüven ehad.” Bismillahi’r Rahmani’r Rahim. “Kul HUv Allahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve lem yûled, Ve lem yekun leHU küfüven ehad.” Sadakallahul azim. “Sübhane Rabbike Rabbil Izzeti amma yasifun ve Selamün alel Mürseliyn, velHamdü Lillahi Rabbil alemiyn.” Âmin. Allahım; Öncelikle Rasulullah, Nebiullah, Habibullah, Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam’ın Güzel, Temiz, Latif Ruh-u Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için, Allahım, gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul Efendilerimiz’in ruhları için, Allahım, Halife Efendilerimiz; Hazreti Ebubekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali radıyallahu anhum’un ruhları ve onların eşleri ve yavrularının ruhları için, Allahım Sahabe Efendilerimiz’in ruhları ve eşleri ve yavrularının ruhları için, Ey Allahım indinde makbul kullarının ruhları için; Ve yalnızca Senin rızanı umarak bir araya gelen bizlerin senin rahmetine kavuşmuş olan yakınlarının ruhları için, Ve Allahım rahmetine kavuşan bütün müslüman mümin din kardeşlerimizin ruhları için; Allahım, onların günahlarını bağışlayıver, onlara merhametinle muamele ediver, azaplarını yok eyleyiver, onların mekânlarını cennet eyle ya Rabbi. Ey Allahım, müslüman mü’min din kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, borçlularına acil eda, dertlilerine acil deva, yolcularına acil selamet hayrlısıyla, lütfunla, kolaylıkla nasib eyleyiver ya Rabbi. Ey Allahım, müslüman mü’min din kardeşlerimize sağlık, sıhhat, afiyet lutfeyleyiver ya Rabbi, Allahım, bizlere, ailelerimize, yavrularımıza, din kardeşlerimize merhametle muamele ediver, bizlere merhamet ediver, bağışlayıver ya Rabbi, Ve Allahım, yalnızca RIZAN için El-FATİHA. 29 Rabiulahir 1429 / 04 Mayıs 2008 Bugün, önceki anlatımı bir basamak ilerletip farklı bir bakışla tasavvuf literatürüne uygun bir yere taşıyacağız. Belki ileride daha da ileri tasavvuf literatürüne taşıyacağız. Bazı mübarek arkadaşlarımız tefekkür şemalarını özetlememizi talep ediyorlar. Onların düşüncelerinin bir bildiği vardır inşaAllah diye düşünüp geliştirilmiş bir özet yapalım. Tefekkür Şeması 2’den Çizdiğimiz bu daire İhlâs Suresi’nin dairesidir. İhlâs Suresi! İhlâs Suresi’ni böyle bir daire olarak hiç görmediniz! İhlâs Suresi’ni böyle görmek, salâtlarda okurken ve zikrederken size onun tefekkürünü daha kolaylaşmış ve yeni açılımlar yapıyor hale getirebilir. Neden İhlâs Suresi’ni ele alıyoruz? Kur’an-ı Kerim’de ALLAH KENDİNİ İKİ ŞEKİLDE ANLATIR: Birisi bildiğimiz yollardan, 200 Yılmaz DÜNDAR bu dünyada bildiğimiz misallerle anlatımdır. Bir de doğrudan kendini Kendisi tarif eder. Kendini Bizzat Kendisi’nin tarif ettiği sure İhlâs Suresi’dir. “KuL HUvAllahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve lem yûled ve lem yekün leHU küfüven ehad.” İhlâs’ı sure olarak böyle okuyabileceğiniz gibi, başındaki “kul/de” kısmını söylemeden bir tefekkür zikri olarak da okuyabilirsiniz; HUvAllahu Ehad... Onu, Kur’an-ı Kerim’in bir suresi olarak okuyacağınızda “Eûzü Billahi mineş şeytanir raciym, KuL HUvAllahu Ehad, Allahus Samed, lem yelid ve lem yûled ve lem yekün leHU küfüven ehad” diyerek veya “Euzü”den sonra “Besmele” ekleyerek okuyabilirsiniz. Az önce yalnızca “Eûzü” ile okudum. Neden? Çünkü Kur’an okumaya başlarken “Eûzü” gerekir. Şart olan odur, “Besmele” değil. Ama Besmele’yi ekleyerek okumanın da farklı bir manası ve açılımı vardır. Eûzü Billahi mineş şeytanir raciym, Bismillahi’r Rahmâni’r Rahiym; “KuL HUvAllahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve lem yûled ve lem yekün leHU küfüven ehad.” İhlâs Suresi bir dairedir, bir döngüdür. Bu daireyi anlatan ayet “KUL/DE” diyor, Sure bir tavsiye ile başlıyor; “bir şey yap, şöyle de” diyor. Örneğin, size “sabah kalkınca yere üç defa dokun” diye bir tavsiye yapılsa siz de “sabah kalkınca üç defa yere dokun, sabah kalkınca üç defa yere dokun” diye bunu tekrarlasanız ne manası olur? Kur’an ayetleri elbette çok farklıdır. Onları yalnızca okumak bile bilemeyeceğimiz sevaplar ve etkiler oluşturur, bu tamam, buna imanımız tam elhamdülillah. Öylece okumak bile güzel, öyle okumanın da bir açılımı, bir enerjisi olduğuna inanıyorum. Ama orada bize bir de öneri var: Bir şey yap, şöyle söyle diyor, bir de onu yapmak lazım değil mi? Belki de esas onu yapmamız için söylenmiş olabilir? Sabah kalkınca üç defa yere dokunalım diyedir belki de? Onu yapmadan sadece okumak da bir fayda getirir, çünkü bu bir ayet, bir sure! Ama yalnızca okumakla kalırsan yaşarken yapman gerekenden, esas yapman gerekenden perdeli ve uzak kalabilirsin. İhlâs Suresi’ne dikkat edin, “kul” yani “de” diyor. Eğer yalnızca okumamız isteniyor olsaydı, orada “kul” diye bir tavsiye olmayabilirdi. Oysa sure “şöyle de” diyor. Peki, hiç öyle yapıyor muyuz? Biz İhlâs Suresi’ni yalnızca okuyoruz! Az önceki örneğe benzetirsek, “yere üç kere dokun” diyoruz, ama yere hiç dokunmuyoruz. Oysa söylenileni de yapmak gerekir, değil mi? Esas amaç belki de odur... Sen Tanrı mısın? 201 Sure böyle başlıyor; “Kul/De”. Bunu kime diyeceksiniz? Konuyu hep buraya getirmeye çalışıyoruz: Bir şey söyleyeceğin zaman, bir uyarı yapacağın zaman birisini arama kendin yetersin! Sana sen yetersin, kendine söyle! Örneğin Kafirun Suresi’ni okumak için “kâfir” diyeceğin birisini arama, Kafirun’u okumak için sen kendin yetersin, onu kendine oku. Bu yaklaşım önemlidir. Kâfirun Suresi’nde direk “kâfir” dendiği için çok ağır geliyor insana. “Kâfir” kelimesi gerçekten de çok ağır, insan kendine konduramıyor, hemen tepki veriyor; ben kâfir miyim ki kendime okuyayım? Kâfir ne demek ki? KÂFİR örtendir; bir şeyi, gerçeği örtendir. Gerçeği örten bir yapın varsa ona Kafirun’u okuman gerekir. Yani o bir ilaçsa, sende de bir şeyi örten bir HASTALIK varsa o ilaç sana lazım demektir, Kâfirun sana lazım demektir. İslamiyet’te önerilen şeylerin hepsi, örneğin İSLAM’IN BEŞ ŞARTI kişinin tanrılıktan kurtulup Allah’ı tanıması içindir. Onlara böyle bakınca iş çok değişir. Hac ve Umre’de Kâbe’nin yanında ikame edilen iki rekâtlık salâtlarda sürekli Kafirun-İhlâs okunur. Kafirun’un ne kadar önemli olduğunu buradan da fark edebiliriz. Yakalanması gereken gerçeği fark etmeniz için, sizi Gerçek Hayat’tan uzak tutan örtücüye o salâtların ilk rekatında Kafirun okur onu etkisizleştirirsiniz, ikinci rekâtında İhlâs okur İhlâs Yaşantısı’na girersiniz! Böylece sen İhlâs yaşantısını örten kâfir yanına Kâfirun okuyup onu yok ediyorsun, sonra İhlâs okuyarak o yaşantının içerisine giriyorsun. Bu işi yaptığın bir laboratuvardır KÂBE. O yaşantıya girmek nedir, bahsedeceğiz. İhlâs Suresi’nde Allah kendisini kendisi tarif ediyor, böylece biz o tariften Allah’ın nasıl anlaşılması gerektiğini anlıyoruz. Ayet-el Kürsi gibi ayetlerdeki tariflerden ise daha çok Allah’ın bizim gibi olmadığını anlıyoruz. Örneğin Ayet-el Kürsi’de; “la te’huzuhu sinetün ve la nevm; ne uyur ne uyuklar” denir. “Uyku”nun Allah tanımıyla ne ilişkisi var, uyku bizimle ilgili bir şeydir. Bu tarifler öyle bir şeyin O’nda olmadığını anlamamız içindir. Ama İhlâs Suresi’ndeki tarif, Bizzat Kendisini Kendisinin tarifidir! Kendisini Bizzat Kendisinin tarifi neden önemlidir? “La ilahe illallah” mesajını anlamak için! La ilahe; ilah yok, İlla Allah! Allah için “var” kelimesini kullanmıyoruz: İlla Allah, başka bir şey yok! Demek ki HAYAT; yani var olan şey İlla Allah! Var olan illa Allah! Var olana “hayat” diye, “yaşadığımız bir döngü” diye bakarken bu idrakla bakarsak; o, illa Allah’tır. Yaşadığın hayat döngüsü “illa Allah”sa, o döngüyü nasıl tarif edersin? HAYAT DÖNGÜSÜ illa Allah’tır ve o döngü İhlâs Suresi’yle tarif edilebilir. İşte böyle düşünürsen, böyle inanırsan İhlâs Suresi sana seslenir: O hayata şöyle de: HUvAllahu Ehad, AllahusSamed, Lem yelid 202 Yılmaz DÜNDAR ve lem yûled, ve lem yekün lehu küfüven ehad. Yaşadığın hayatı şöyle tarif etmek için şöyle de (kul): HUvAllahu Ehad, AllahusSamed, Lem yelid ve lem yûled, ve lem yekün lehu küfüven ehad. Hayat döngümüzün tarifi budur ve bu tarif İhlâs Suresi için farklı bir bakış açısıdır. Bir daire gibi çizdiğimiz bu döngü hayat döngümüzün İhlâs Suresi’yle tarifidir. Bu tanımlarda iyice hemfikir olalım, sonra ileride bazı detayları da paylaşacağız inşaAllah. O zaman konuşacağımız detaylardan birisi A’MA HALİ’dir. Onu kimse böyle çizmemiştir, çizilmez. Biz de anlatabilmek için çiziyoruz. A’ma Hali’ni size şimdilik bir benzetmeyle anlatayım: Fotoğraf makinasının flaşını düşünün. Bir fotoğraf makinam var, onun da flaşı var. Resim çekmediği zaman flaş kapalıdır değil mi? Flaşın normal hali odur! Resim çektin, yandısöndü. Esas haline döndü; A’ma’da! Bir resim çekmeyi düşündü; yandısöndü; A’ma’da! Fotoğraf makinesi (flaşı) kendine göre A’ma’da. Çünkü öyle yaşıyor! Düşündü, resim çekeyim dedi, yandısöndü A’ma’da! Fark ettiniz mi? Allah A’ma’dadır; El-An! Evreni diledi (düşündü), A’ma’da! Düşündü (o oldu) A’ma’da. “Efendimiz’in A’ma tanımı” üzerine Hz. Ali radıyallahu anh diyor ki: “El’an öyle, zaten A’ma’da, O’nun hayatı o; A’ma’da! Altında ve üstünde hava olmayan A’ma’da.” Kendi’ne göre bir an düşündü, bir sistem çalıştı, bitti. Ama o anın içinde bize göre bir döngü, bir evren, bir hayat, bir bekleyiş, bir ölüm, kabir, kıyamet, cennet, cehennem... Bir sürü şey var, bize göre! Bu süreçler ve kavramlar, o an çekilen o tek kare resmin içinde, o resme göre! Bu daire, bu şekil “bize göre olan süreci” gösteriyor: “HU Allahu Ehad, Allahüs Samed” kısmında henüz insan yok. Sürecin o kısmına takılıp kalmayın. EhadusSamed’i şimdilik hızlı geçeceğiz. “HUvAllahu Ehad, AllahüsSamed”i şimdi hızlı geçiyoruz. “Lem yelid ve lem yûled” noktasına odaklanalım: Bu noktadan itibaren yaratılanlar var, insan var! İnsan var olunca Yaradan’ı için bir şey söylemesi gerekiyor: “Lem yelid ve lem yûled: Doğurmamış ve doğurulmamıştır” diye tespitte bulunuyor. Bir tespit varsa “tespit eden biri” var demektir. İşte “Lem yelid ve Lem yûled” noktası “BİRİLERİ”nin olduğu yerdir, burada “Yaradanını tarif eden biri” var. Tarif ediyor diyor ki; “lem yelid ve lem yûled: O bizim gibi değil, doğurmamış, doğurulmamıştır!” Bu varlık, yani insan, yani sen daha sonra çalışmalarıyla Biiznillah ulaştığı bir noktada “doğurmamıştır doğurulmamıştır” idrakını, yaptığı bu ilk tespiti geçip “Ehad” ismini anlama yolunda ilerliyor. Nihayet bir şeyi tespit ediyor, idrak ediyor, diyor ki; “Ve lem yekün lehu küfüven ehad”. Böylece geldiği gerçeğe tekrar ulaşmış, dönmüş oluyor. Bu döngüyü başaralım inşaAllah... Sen Tanrı mısın? 203 Şemamızda görüyorsunuz, A’ma’dan itibaren görülen aşamalar hep birer İDRAK NOKTASI’dır! B0Noktası’ndan itibaren süreçler Hayat Noktaları’dIr. Mesela, sürekli “B” Takdiminde olan “lem yelid ve lem yûled” idrak noktasındadır, NEFS-İ MUTMAİNNE’dedir, Mutediller sınıfındadır. Mukarrebun’a, Öncüler’e doğru ilerleyen kısma gelmişse belki NEFS-İ RADIYE dediğimiz noktadadır. İlerlerse, Takdim’in bittiği “ve lem yekün leHU küfüven ehad” noktasından itibaren NEFS-İ MARDIYE’dir. Onun da ilerisi NEFS-İ SAFİYE’dir. Bunlar hep birer idrak noktasıdır. NEFS MERTEBELERi dediğimiz noktalar, o kavramlar hayatta yaşarkenki İdrak Noktaları’dır. Tefekkür Şeması 2 İhlâs Suresi döngüsü esas döngüdür, ESAS HAYAT budur! Biz neyi fark etmeye çalışıyoruz, bu döngüyü neden anlamaya çalışıyoruz? O kadar önemli bir şey ki o, bu döngüyle fark etmeye çalıştığımız şey o kadar önemli ki... Defalarca anlattık, şimdi farklı bir şekilde yine anlatmaya çalışacağım bu şey o kadar önemli ki... Eğer bu önemli şey idrakta hemen açılıyorsa onu hızla değerlendirmek lazım. İdrakta hemen açılamıyorsa açılması için çok 204 Yılmaz DÜNDAR dua etmek, açılmasını istemek, hem de çok istemek lazım! Önce onun bir açılması lazım; “B” Noktası İdrakı’nın kişide açılması lazım! Çünkü bu noktadan itibaren varlıklar var, insan var. Bu noktadan itibaren; birisi “mağdubi aleyhim valaddaalliyn” yönünde, diğeri de “sırat elleziyne en’amte aleyhim” yönünde “lem yelid velem yûled” istikametinde ilerleyen iki yaşantı var. Bu iki yaşantı da aslında “BEN’Lİ YAŞANTI”dır, ikisinde de “BEN” diyen bir takdim vardır. Özellikle tasavvufla ilgilenenler genellikle “BEN”Lİ YAŞANTI”yı kötü görür. Öyle görürlerse, hep bir çıkmazın ve ikilemin içinde kalırlar; tasavvufun yükünü yüklenirler, onu yaşayamaz ve uygulayamazlar! “Uygulayan, yaşayan birileri var, biz de o yoldayız, öğreniyoruz” havasında hayatları geçer gider. Çünkü manzaranın yarısını görüyorlar. Hep diyoruz ki, manzarayı doğru biçimde ve Tevhid Penceresi’nden tanımlamamız gerekiyor! “BEN”Lİ HAYAT; takdimi olan, “BEN” denilen hayattır, “A” Takdimi’ni de, “B” Takdimi’ni de içerir. Bu sürece neden “BEN”Lİ HAYAT” diyoruz? TAKDİM olduğu için, takdimli bir hayat var! İnsanın var olduğu noktadan itibaren “takdim” başlıyor, kişi kendisini hayata “BEN” diyerek takdim ediyor. Kendisini anlatmaya çalışırken kendisini takdim etme, anlatma yolu “BEN”dir. Sapan kısım da, İhlâs dairesinin içindeki kısım da “BEN” der ve ortaya Takdimli Hayat çıkar. Bu hayatta iki farklı takdim vardır, kişi kendisini bu iki yoldan, iki takdimden biriyle takdim eder. Birisi takdim ederken İhlâs Yolu’ndan sapar. Sapan takdime “A” Takdim Formu” demiştik. Eğer kişi kendisini İhlâs Suresi’nde buluyor ve takdim ediyorsa, hayatı İhlâs Suresi’nin normal döngüsü içerisinde gidiyorsa ona da “B” Takdim Formu” dedik. Bu takdimleri “A ve B” diye isimlendirmemize yol açan bir sebep takdimi ikiye ayırmaktı. Bir diğer neden ise “A” takdiminin; İhlâs Suresi’ne Asi olmuş, İhlâs Suresi’ne sırt çevirmiş, kendisini Asi olarak takdim eden bilinç olması, “B” Takdiminin ise Bismillahi’r Rahmâni’r Rahiym’in “B”sinde, Amentü Billahi’nin, Amentü Bilkaderi’nin “B”sinde yerini bulmuş kendini “B” sırrında takdim etmiş olmasıydı! Şu önemlidir: Kişi kendisini nasıl takdim ediyorsa o takdimin hayatını yaşar! “A” Takdim Formu”nun yaşantısı CEHENNEM EHLİ’nin yaşantısıdır; kesin! “A” Takdim Formu”nda olan yaşantının ismi ve bu yaşantının akıbetinin adıdır CEHENNEM! “B” Takdim Formu” hayatı ise CENNET’tir. Kendini İhlâs Suresi Döngüsü içerisinde takdim eden kişinin yaşantısının akıbetinin ismi cennettir. Bu da kesin! “B” Takdim Formu”na dikkat kesilelim. Bu kişi çok tövbe eder ve “estağfirullah el aziym ve etûbü ileyh” der, duyarsınız. “Ya Rabbi ört, ört! Yanlışla- Sen Tanrı mısın? 205 rımızı, razı olmadığın şeylerimi ört. Veri Tabanımda onları ört, setret!” diye yakarışını fark edersiniz. Allah SETTAR’dır: Örtendir setredendir. Bu yüzden; “estağfirullah; ört Allahım, veri tabanımda onları ört. Ört de dışarıya öyle bir görüntü çıkmasın” diye bir yöneliştedir. Ve etûbü ileyh; dönüşümüz sanadır. “A” yapının da aynı şeyleri söylediğini, “estağfirullah el azim ve etûbü ileyh” dediğini duyabilirsiniz. Söylemesine söyler ama o nasıl dönsün? O nasıl olabilir, “etûbü ileyh” onda nasıl cereyan edebilir? Olamaz! “Etûbü ileyh” ancak İhlâs Döngüsü içerisinde olur, “A” Takdim Formu”nda mümkün değil! Bu yüzden o cümleler “B” Takdim Formu”nun yalvarma biçimiyse bir anlam ifade eder. “Etûbü ileyh” ancak orada gerçekleşir. Çünkü o bir süreçtir! “B” sırrı yapısı o süreci, o yolu görmüştür. Başarır ya da başaramaz, tamamlar veya tamamlayamaz ama biliyor ki, yol budur. Ve yolculuk başlar... Bizim bu yolculukta önce şunu bilmemiz gerekiyor: “A” Takdim Formu” nasıl şekilleniyor, nasıl oluşuyor, biz İhlas Döngüsü’nden sapıp oraya nasıl giriyoruz? Tefekkür Şeması 2’den 206 Yılmaz DÜNDAR Allah A’ma’da... Evreni yaratmayı diledi; KÜN fe YEKÜN; OL dedi OLDU. Peki, nerede yarattı evreni? Hani espri yaparlar; şöyle bir baktı, geniş bir alan var, buraya uzayı yaratayım, melekler şurada şöyle ordu gibi olsun, şeytanlar da şurada karşımda dizilsinler! Sonra ruhları yarattı karşısında, onlara seslendi: Sizin Rabbiniz kim? “Sensin” dediler... Böyle mi oldu bu iş, böyle mi cereyan etti? Özellikle Muhammedi olmayı hedefleyenler elbette “hayır” diyecektir. Çünkü “evet öyle oldu” diyenler Muhammedi olamaz. Ama “hayır, öyle olmadı!” demek ne demektir? “Öyle yaratılmadı” demek, Allah dışında bir şey yok demektir. ALLAH DIŞINDA BİR ŞEY YOK! Allah... Ve başka bir şey yok! Ötede, beride bir evren yok. “Allah var. Ama O bir de dışında bir evren yarattı” bakışını kabul etmek mümkün değil! Allah’ın dışında, ötesinde, uzağında yarattığı ve uzaktan da gözlediği bir evren yok veya “öyle bir Allah yok. Ne öyle bir Yaradan, ne böyle yaratılmış bir şey var. Çünkü “yaratılan şey Allah’tan gayrı değil, O’nun dışında olan bir şey değil.” Böyle dedin, böyle kabul ettin değil mi? Ama yaşarken böyle miyiz? Yaşarken yaşantımız buna uygun mu? Uygun değil! Neye benziyor bakın: Bunu ilkokuldaki bir olaya benzetelim. Matematiğe yeni başlıyoruz, çarpma bölme yapmak için Kerrat Cetveli’ni ezberledik. Kerrat Cetveli bir anlaşmadır! Ben hatırlıyorum, ilkokul üçte dörtte uykuya dalıncaya kadar “kerrat” tekrar ederdik. Kerrat Cetveli’ne (anlaşmaya) göre çarpma bölme yapacaksan “dört kere dört; on beş” diyemezsin! “Dört kere dört on altı” diye anlaştık, “iki kere iki dört” diye anlaştık, çarpma yaparken iki kere ikiye dört yazacaksın. Öyle anlaşma yapmadık mı? O anlaşmayı yapıp da işlem yaparken başka bir şey yapamazsın, olmaz! Ama biz yaşarken öyle yapıyoruz. Bir anlaşma yapıyoruz. Diyoruz ki “anladım, ötede beride, Allah’ın dışında bir evren yok. Ötede beride bir tanrı yok.” Zaten ötedeyse, dışarıdaysa ne fark eder, ha evren demişsin, ha tanrı demişsin. “Dışarıda bir evren yok, yaratılanlar Allah’tan gayrı değil” böyle inanıyoruz. Ama yaşarken? Yaşarken ne yapıyoruz? Hepimiz Hakikat’te yaratıldığımız halde, O’nun dışında olmadığımız halde, O’nun dışı zaten muhal olduğu halde, kendimizi bu sistemin dışında tarif ediyoruz! “A” TAKDİMİ dediğimiz yapı budur. “A” diye bahsettiğimiz şey, kişinin yaşantıda kendisini takdim ederken kendini bu sistemin dışında sanıp öyle tarif etmesidir. O yapısıyla insan kendini Hakikat’in dışında müstakil bir birim olarak tarif ediyor. Burası anlaşıldı mı, izah edebildim mi? Neden öyle hissediyor, neden öyle sanıyor, düşünüyor? Öyle hissetmesi gerektiği için! İşin hikmeti bu! “Allah dilemeden böyle bir hissetme ve takdim olabilir mi?” İşin hikmeti, yani “neden öyle?” sorusunun cevabı budur: Sen Tanrı mısın? 207 Öyle dilendiği için! Öyle dilemiş! Kişi kendini böyle hissediyor, hem de kurtulmak istediği halde öyle hissediyor, bir türlü de o histen kurtulamıyor! Neden öyle olduğunu, hikmetini nasib olursa ayrıca ele alacağız. Biz önce var olan manzarayı tesbit ediyoruz, durum tesbiti yapıyoruz. “A” takdimindeki kişi kendisini sistemin dışında nasıl tarif ediyor? “Ben varım, müstakil bir varlığım” diyerek! “Benim kendime ait bir aklım var, kendime ait bir iradem var, kendime ait bir hayatım var, kendime ait bir ruhum var, kendime ait bir bedenim, kendime ait karar verme yeteneğim ve verdiğim kararı uygulama gücüm var. Ben varım, kendime ait gücüm var” diyor. Kendini “varım ve güç sahibiyim” diye takdim ettiği için o hale uygun bir dünya kuruyor, var olan hakikat dışında bir dünya tarif ediyor. Böyle bir takdim içinde olan kişi Hakikati kabul edebilir mi? Edemez! Çünkü hakikat onun takdimine uymaz, kendini takdim ettiği halle çelişir. Dolayısıyla kabul edemez, Hakikat’, kabul ederse Tanrılar Dünyası’nda yaşayamaz. Kişinin inanışı, hakikati kabulü ile ilgili alternatiflerin bir listesini yapalım: İnançsız olabilir. Hiçbir şeye inanmıyor, herhangi bir Yaradan kabul etmiyor olabilir. Bu kişi gücü nispetinde kurduğu dünyanın yöneticisidir o dünyayı yöneten kendisidir. Gücü yetse tüm dünyayı yönetebilir. Ama kendinde ne kadar güç ve yetenek varsa o çerçevede bu dünyanın sahibi odur. İnançla ilgili bir alternatif budur. Bir diğeri; bir şeye inanmak isteyendir. Eğer genlerinde inanması gerektiği varsa kişi bir şeye inanmak ister. Ve kendi kurguladığı dünyada bir tanrı uydurur. İnanacağı bir tanrı lazım, dolayısıyla bir tanrı uydurur, ötesinde berisinde bir tanrı uydurur. Dünyanın birçok yerinde ona farklı isimler verilebiliyor, kişi bir müslüman ülkedeyse kendi dünyasında uydurduğu o tanrıya “Allah” diyor. “Ona nasıl yaranılır?” diye araştırınca bir paket program buluyor ve o programı uyguluyor. Bu arada, ismine “Allah” dese bile uydurduğu o tanrıyı kendisi yönetir. Hiçbir zaman kendisinden daha üstün bir tanrıya inanmaz, inanamaz! Ancak, dara düştüğü zaman, kendisine bir üst makam lazım olduğu zaman ona “daha üstün, daha kuvvetli” bir üst tanrı nazarıyla bakar. Gücü yettiği sürece kendisi ALLAH’TAN DAHA GÜÇLÜ’dür. Çünkü hiç kimsenin kendi uydurduğu varlık kendisinden ileri olamaz! Onu kendi uydurdu, bu yüzden ona “Allah” demesi bir şey değiştirmez, hiç önemi yok! Kendisi ondan daha kuvvetlidir ve onu kendisi yönetir. Öyle bir tanrı ki, kendisi daha önemli! İnandığını sanan bu kişinin kendini “A” yapısı ile takdim edip kendine ait bir dünya oluşturduğu (saptığı) nokta TAKDİM NOKTASI’dır, Takdim Noktası’nda böyle düşünerek sa- 208 Yılmaz DÜNDAR par. Tehlikesi nedir? Saptığı bu yolda önemli olan tek tehlike, halledilmesi gereken tek şey TANRILIK ilan ediyor olmasıdır. Biliyoruz ki insan (Halifetullah) bir Esma’ül Hüsna terkibidir. Bu Esma’ül Hüsna terkibinde bir de Rab gücü vardır. Bu terkibin montajı, bu terkibin düşündüklerini yapma gücü, bu terkibin kendisini ifade eden hali o yapıdaki RAB GÜCÜ’dür aslında. Kişi varlığını hissettiğinde kendisini takdim ederken kendindeki bu Rab Gücü’ne “benim gücüm” der. Rab’bın kendisinde olan miktarını alıp “bu bana ait, ben varım ve bu güçle yaparım, hallederim” der. Dolayısıyla, Rab’ba sahip çıkmış olur! Gayet açık söyleyelim; RABLIĞINI İLAN eder! Kendinde var olan yetenekler çerçevesinde Rablığını ilan eder. İster farkında olsun ister farkında olmasın, “A” Takdim Hali kişinin Rablık İlanı’dır, “ben Rabbım” demesidir. Kendinde var olan Rabbın müstakilliyetini ilan etti çünkü! Bu rablık ilanı yüzünden, “A” Takdim Formu” hayatının adı TANRILAR DÜNYASI’dır, “ben rabbım” diyenlerin âlemidir orası. Tefekkür Şeması 2’den “A” Takdim Formu”na ait hayat tamamıyla TANRILARIN YAŞANTISI’dır. Buradaki her insan bir tanrıdır. Şeklimizde gördüğümüz B0 Noktasından sola dönen yola (o dönemece) girmiş olan her insan bir tanrıdır, Rablığını, İlahlığını ilan etmektedir. Bu dönemeçle başlayan hayat Rablığını ilan etmişlere, tanrılara göredir. Buradaki hayatın tamamı tanrı yaşantısı olunca tanrılık normalleşir ve fark edilemez, tanrılar dünyasındaki hayat onlara normal gelir. İşte DÜNYA HAYATI budur. Tanrılık ilanıyla birlikte ortaya çıkan yaşantı Dünya Hayatı’dır. Yaşadığımız dünyada hayat böyledir. Dikkat edin Sen Tanrı mısın? 209 ve bir suçlu aramayın. Tanrılık ilan edilecek ki Allah özelliklerini seyretsin... Sistem böyle, dünya hayatının gereği, gerçeği bu! Hz. Âdem aleyhisselam’ın bu takdim noktasında yasağı çiğnemesiyle o SAPMA başlamıştır; o hal “A” TAKDİMİ’dir. Hz. Âdem yasağı Asi Takdim’le çiğnemiş, yasaklanmışı “A” Takdimiyle yapmıştır. Sonra fark edip “B” Takdim Yolu”nun açılmasında kolaylık sağlayacak tövbeyi öğrenmemize vesile olmuştur: Bize “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve inlem tağfir lenâ ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn” sığınışını bırakmıştır. Hz. Âdem aleyhisselam o hareketiyle bize doğru yola geçmeyi öğreten bir vesile olmuştur. “A” Takdimi dediğimiz sapan yaşantı VEHİM HALİNİN KARANLIĞI’dır, Vehmin Zulmeti’dir, onu suiistimaldir. “Allahu veliyyullezine âmenü yuhricühüm minez zulumâti ilen nûr: Allah inananların Veli’sidir, onları zulmetten (vehmin zulmetinden, vehmin karanlığından) alır (aydınlığa) nura çıkarır.” (Bakara-257). İman edenleri sapılan bu karanlıktan alıp Nur’a (İhlâs Hayat Döngüsü’ne) Allah getirir; ki, burası “İhdinas sıratal müstakiym” derken istediğimiz yerdir: “Sırat elleziyne en’amte aleyhim, ğayril mağdubi aleyhim ve lad’daalliiyn: Bu sapılan yoldan gitmeyelim Allahım, bu yol olmasın! “Mağdubi aleyhim ve led’daalliyn” yolu olmasın! Nankörlerin, sapanların, gazaba uğrayanların yolu olmasın! Yolumuz Sırat-ı Müstakiym (sıratellezine en’amte aleyhim) olsun.” İstediğimiz bu yol İhlâs Hayat Döngüsü’nün içidir. Salâtta Fatiha’yı onun için okuyoruz, bu bilinçle okumak gerekiyor. Sapmanın olduğu yerden, o zulmetten kurtulup Doğru Yol’a girmeye Talib’iz. Doğru Yol nedir? Doğru Yol İhlâs Suresi içerisindeki hayat tarzıdır; SIRAT-I MÜSTAKİYM odur. Tasavvufta çok rastladığınız, ne olduğunu tam tarif edemediğiniz, fakat öğrenmek istediğiniz bir şey vardır: NEFSE ZULÜM! Şimdi onu çok net göreceğiz. B0 Noktası’ndan sapmanın başladığı yer, yolun İhlâs yaşantısından sapıp “A” Takdim Formu”na ayrıldığı yer, “A”ya ait yaşantının başladığı nokta nefse zulmün başladığı yerdir. Nefse zulmetmek; “A” Takdim Formu”nda yaşamaktır. Birisi için “o nefsine zulmediyor” deniyorsa o kişi “A” Takdim Formu”nda yaşıyor demektir. ZULÜM bir şeyin hakkını vermemek, hakkını görmezden gelmek, hakkını örtmek, hakkını engellemektir. ZALİM zulmedendir! Kişi kendisini “A” olarak takdim ederken Rab gücüne sahip çıkıp onu örtünce nefsinin hakkını vermemiş oluyor, nefsinin hakkını vermeyen bir hayat kurarak nefsine zulmediyor. Nefsinin hakkını vermeden, nefsin gücünü işgal ederek oluşturduğu bu hayatla, bu yaşantıyla nefsine zulmediyor. Nefse zulüm budur, nefslerine zulmedenler tamamen bunlardır! -Dünyaya gelen herkes o sapan yola, o sürece giriyor mu? 210 Yılmaz DÜNDAR Mecbur! Şimdi onu tesbit edeceğiz. Hayat odur, mecburen! Dünyadaki hayat (DÜNYA HAYATI) odur. Bu yüzden “A” Takdim Yolu yokuş aşağı akan su gibidir; tatlı tatlı akar. “B” Takdim Formu”na giden yol yokuş yukarı tırmanan su gibidir. Zordur, tırmanamazsınız! Çünkü dünyadaki hayat “A” Takdim Formu” üzerinedir. Aksi halde bu hayat, bu dünya olmaz... “A” takdimi NEFSE ZULÜM ALANI’dır, değil mi? “A” takdiminde, yani Nefse Zulüm Alanı içerisinde ama İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel kısımda bir yaşantı vardır ve o yaşantıdakilerin bir özelliği vardır. “A” Takdim Formu” alanında İhlas Hayat Döngüsü’ne paralel bir yol, bir paralel cadde var. O caddede olup “nefse zulm” edenlerin farklı ve önemli bir özelliği var: O “A” Takdim Formu”nda yaşıyordur ama gözü esas caddededir, oraya hevesleniyordur. Kendisi bu caddede ama aklı fikri ana caddede... “Ah şu caddede olabilsem” diye iç geçiriyor. Arzu ettiği yere yakın ama farklı bir caddede yaşıyor, hedeflediği caddenin dışında yaşıyor, ama o yolu istiyor! İçinde bulunduğu caddenin sonunu biliyor! O yüzden de ilerleyemiyor, korkuyor, yerinde durmaya çalışıyor. Sapmış o yolda devam edip kuvvetli bir “A” Takdim Formu” hayatı oluşturmaktan korkuyor. Haramlardan korkuyor. Harama meylederse “A” yolunda ilerleyeceğini biliyor. Böyle bir hal içerisinde yan caddede ibadetlerle meşgul bir hayat yaşıyor... Bir yandan haramlar cazip geliyor, harama kapılırsa ibadet adı altında yaptıklarından kopup “A”da ilerleyeceğini biliyor. Haramlara karşı tedbir alıyor, meyilli olmamaya çalışıyor, çünkü o yanlış yolda ilerlemek istemiyor. İşte paralel yolda (yan caddede) yaşayan kişinin hali böyledir. Onun özelliklerini yeri geldikçe ele alacağız. -Bu kişi için Yunus aleyhisselam’ın tövbesi nasıl olur, uygun mudur? Yunus aleyhisselam’ın tövbesi her aşama için uygundur, geçerlidir. O ilacı hangi sıkıntın için kullanırsan orada işe yarar. Burada zorda olana da geçer. Tesbitiniz çok güzel, burada da geçer. Bu kişi o tövbeyi ısrarla ve sabırla kullanırsa çok etkili olur. Ama Hz. Yunus’un tövbesi her zaman kullanılabilir... Kişi kendini sistemin dışında tarif edip tanrılığını ilan etti, kendine tanrı uydurdu. Tanrıların Dünyasında yaşayan bu kişiye eğer merhamet edilmişse o bir ortama, bir mekâna, bir vesileye rastlar. Onda açılıma sebep olacak bir yazıya-çiziye kavuşur. Bir insana, bir ele dokunur. Bir ses duyar. Bir şey olur... Ve bakışı, hayatı değişmeye başlar. Bu etkiye yol açan sebep herkes için farklıdır. Bu yüzden Ehlullah’a verilen “sebep olma lütufları” da farklıdır. Hakikat tohumunun insanlarda açılmasına sebep oluşlar farklı farklıdır. Bazı kişiler vardır konuşmaz, bir şey söylemez. Gider elini öpersin, dokunmakla hayatın değişir. Bu etki bazı zatlarda onun yazısına bakmakla olur. Onların yazdık- Sen Tanrı mısın? 211 larını, yazdırdıklarını okursun hayatın değişir. Biiznillah, o yazıya o kadar feyiz verici bir özellik kazandırılmıştır ki, görenin/okuyanın bakış açısı değişir. Herkesin frekansına göre etkilendiği şey farklıdır, Ehlullah’a lutfedilen ikram da farklı farklıdır. Bazılarının “ilmi bakış açısı” etkili kılınmıştır. Öyle bir ilmi yaklaşımla bakar ki, bir anda sizi afallatır; “aradığım buydu, hiç öyle duymamıştım, hiç böyle düşünmemiştim” dersiniz. “Hiç böyle düşünmemiştim” hissi ilmî bir açılımdır, İLİM YOLLU AÇILIM demektir. Bu o kadar önemlidir ki... Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Hz. Ali’ye, “Senin ilim yollu [ilim yoluyla] Allah’ı anlamanı, tanımanı isterim ya Ali” diye duada bulunuyor. Sizin “hiç böyle düşünmemiştim” dediğiniz haller Rasulullah’ın bu duasıyla ilgili çok önemli lütuflar olarak karşınıza çıkar ve size “ilim yollu” bir açılım sunar. Bazısının yanına gidersiniz, Kâbe’nin yanı gibidir... Onun yanında durmak tesir eder, ona da öyle bir özellik verilmiştir. Allah nasıl bir lütufta bulunmuşsa zaten öyle olur! Böyle vesileler olmadan da olabilir! Bir rüya ile de olabilir. Hatta rüya işi çok enteresandır. Bir doktor düşünün, sigara içiyor, bırakmak istiyor ama bırakamıyor da. Niye doktor dedim? Sigaranın zararlarını çok iyi bilir de o yüzden. Bildiği halde bırakamıyor. Rüyasında aksakallı bir pîr-i fâni gelse “yavrucum, sen artık sigara içme” dese kalkar sigarayı bırakır. Yahu, sen bu kadar tahsil yaptın, bu işi bilip görüyordun, ne oldu? “Rüyamda böyle oldu” der, sigarayı bırakır. Rüyanın insana böyle enteresan tesiri vardır. Rüyanın bu tesirinden Rahmani de yararlanılır, şeytani de. Şeytani yöntemler, kişileri rüyayla amel ettirerek onlara yanlış işler yaptırırlar! Rahmani ruya ile kişi Rabbine yönelir. Faydalarını bilen ama bir türlü namaza başlayamayan birisi, rüyasında birini görür, bir şey olur bakarsınız ertesi gün “ben bir daha abdestsiz gezmeyeceğim” demeye başlar. Ne oldu? “Rüyamda şöyle oldu, böyle oldu” der. Doğru yolda ibadetlerini yapan birisi biraz gevşemiştir, ona hoş bir rüya gösterirler, işlerine iki üç ay daha sıkı sıkı sarılır, yeniden enerji ve şevk bulur. Rüyaların tesiriyle böyle Rahmani hediyeler de gelir. Bunlar rüyada Rahmani bir açılımın hediyeleridir. Evet, “A”ların dünyasında yaşayan kişi Rabbinden ona ulaşan bir nur ile, böyle bir vesile ile karşılaştı ve “hiç böyle düşünmemiştim, meğer...” dedi ve zannıyla inandığı yanlış şeyden rahatsız oldu, “ne yapacağım?” demeye başladı. İşte şimdi ona YENİ BİR HAYAT başlıyor... “Ne yapayım ki doğruyu bulmuş olayım?” demekle, bu rahatsızlığı duymakla o hemen Nefs-i Levvame’ye başlar, kişi artık oraya girmiştir. Nefs-i levvame bahsettiğimiz o yan caddedir. Kişi yanlış inanışından, tanrılığından rahatsız olur olmaz hemen İhlas Hayatına paralel o yola girer, Nefs-i Levvame yoluna düşer. Nefs-i levvame’nin başladığı o caddeye gelir. Gelir 212 Yılmaz DÜNDAR gelmesine ama Esas Cadde’ye geçmesi lazım. Asıl cadde olan İhlâs Hayat Döngüsü yan taraftır. Ulaşılması gereken o esas yer İhlas Hayat Döngüsü içerisindedir. Onun bulunduğu caddeyi, “A”ların dünyasında yürüdüğü bu caddeyi o kendisi uydurmuştu, o kendi zannında sanal bir caddedir. Levvame’ye girmekle “tanrı yanlışı”ndan kurtulma arayışı başlar. Tanrıyı ötede beride biliyordu, duydu ki öyle değilmiş, şimdi ne yapacak? Ötede beride değilmiş, onu nereye koyacak? Koyacak yer arar ve bir yer bulur: İçimde, bende. Böyle demeye başlar. “Bende, içimde, hakikatimde, özümde” dedikçe de o yan caddeden kurtulamaz. Çünkü “Bende” diyor. Hala “A” takdiminde! “Ben müstakil bir birimim, Yaradan da bende!” diyerek yaşıyor. Aslında içine almakla Yaradan’ın kendisinde olmasından yararlanarak güç bile ilan ediyor: Bende Yaradan var! Ben o kadar önemliyim ki, Yaradan bende! Bu nedenle içinde tutmak hoşuna bile gider. Rab dışarıdayken ona bir faydası yoktu, şimdi içinde! Ne değişti? Önceden dışındaydı şimdi içinde: Yani istedin dışarıdaydı, şimdi istedin onu içeriye aldın! Böyle bir şey olabilir mi? Öyle bir şey yok işte! Bunları hep, kendini sistemin dışında sanan yapı uyduruyor! Aslında “dışı” diye bir şey de yok! Öyle bir şey olur mu? Ama kişi dışında bir hayat uyduruyor, tarif ediyor ve yaşıyor. Eğer Allah’ın gayrındaysa, ister “ötede beride” olduğunu düşünsün, ister “yok” desin, ister “içimde” deyip içine alsın fark etmez. Çünkü uydurduğu bu dünyanın esas tanrısı kendisidir, esas Rabb kendisidir. Bu kişi biraz daha okur araştırır ve meşgul olursa yeni şeyler öğrenir: “Esma’ül Hüsna diye birşeyler varmış, habersizmişim, hemen onları araştırayım” der, sonra da “meğer biz Esma’ül Hüsna terkibiymişiz!” der. Peki, Esma’ül Hüsna’lar nerede? O da “BEN”de! Hepsi onda! Müstakil bir “BEN” var ve o hiçbir şeyi dışında bırakamıyor: Esma’ül Hüsna terkibi de onda: Ben Esma’ül Hüsna terkibiymişim aslında... Yani diyor ki; “BEN” varım ve “BEN”de bir Esma’ül Hüsna terkibi var, “BEN”de bir de hakikat var! Hepsini topladı. Neden? Hala “A” Takdimi’nde olduğu için! O hala müstakil! Bir müstakillik var! O yüzden nefsine zulmediyor, nefsinin hakikatini vermiyor. Biraz daha okur araştırırsa bu sefer; “anladım ki, “BEN”im hiçbir şeye gücüm yetmiyormuş” der. “ZAVALLI RAB” seviyesine geldi. Hala tanrı ama hiçbir şeye gücü yetmeyen tanrı! Silahlarını bırakmış tanrı. Çünkü hala o VAR! Silahlarını bırakmış ama tanrı hala var! Çünkü “A” Takdim Formu”nda yaşıyor ama hiçbir şeye gücü yetmeyen bir halde: “Allah büyük ben küçüğüm” diyen ve kendini küçük sanan tanrı formunda artık! İdrakındaki değişimleri anlatmaya çalıştığım bu kişi araştırmaya, okumaya başladığı için şimdi bir şeyleri biliyor. Cenneti, İhlâs Hayat Döngüsü’nü, Sen Tanrı mısın? 213 hakikati, cehennemi, tanrılık ilanını duydu. Ama hala kendi pozisyonuna paralel giden esas caddeye, İhlâs Suresi yoluna sıçrayamıyor. İhlâs Hayat Döngüsü’nün kokusunu alarak, onu özleyerek ama yan caddede yaşıyor! Yanlış yerde olduğu için ilerleyemiyor. İlerlemesi için İhlâs Yolu’nda olması, o caddeye geçmesi şarttır! O caddeye geçemediği için iki arada bir derede kalmış durumdadır. Nasibinde varsa bu duayla tanışır: “Allahım beni arada bırakma, Allahım beni ARA YER’de bırakma.” Bu hadis o halden kurtulmak için önemli bir duadır. Efendimiz öğretiyor: “Allahım beni ara yerde bırakma!” Ara Yer’de bırakılanın dünyada işi zordur. Dünya “A” Takdimi üzerine kurulmuştur. Bu yüzden ya “A” Takdiminde yaşayacak ve zulmünle kuvvetli duracaksın ya da “B” Takdim Formu”nda olup ilerleyeceksin, “Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” deyip güce-kuvvete sahip çıkmayacaksın, “birimdeki kuvvet birime ait değil” idrakında olacaksın. Ara yerde kalırsan orası zordur, tam zavallı yeridir! Oradaysan dünyaya göre, dünya yaşantısı için zavallı olursun! Tasavvufta okuduğunuz GİRDAPLAR hep bu ara yerde, bu paralel yolda yaşanır. Çünkü İhlâs Hayat Döngüsü’nde girdap olmaz, oraya girince girdap olmaz. Oranın yolu yordamı her şeyi bellidir, girdiniz mi her şey yağ gibi akar! Çünkü orada işleri sen tarif etmiyorsun. Burada sen tarif ettiğin için tarifinle girdaba düşüyorsun! Kendini Rab ilan etmen GİRDAP’tır, asıl girdap odur! “Ara yerde kalanlar”la ilgili olarak Fâtır Suresi 32. ayet bir tanımlama yapar. Efendimiz (SAV)’in o ayeti açıklamasına bakalım. Fâtır32’de Yaradan buyuruyor ki: “Sonra biz o kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan [kitabın miras bırakıldığı kişilerden] kimi Nefsine Zulmeden’dir, onların bazısı Mutedil’dir, onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle Hayratta Öncü Olan’dır.” Üç grup: Nefsine zulmedenler, Mutedil olanlar ve öncüler (önde olanlar; Mukarrebun). Kitap bu üç gruba miras bırakılmıştır; Nefsine Zulmedenler, Mutedil olanlar ve Öncüler. Efendimiz (SAV) bu ayeti açıklarken buyuruyor ki: “Bunların hepsi (bu üç grup) aynı makamdadır, hepsi de cennettedir.” Bu Rasulullah açıklamasıdır! Bu Efendimiz’in verdiği müjdedir: Bunların hepsi aynı makamdadır, hepsi de cennettedir. Ne güzel müjde, elhamdülillah! Bu saydığımız üç grup için Efendimiz buyuruyor: Paralel caddedeki nefse zulmedenler (ara yerde kalanlar), mutediller ve mukarrebun; üç grup da cennettedir. Burada bir parantez açalım: “Tefekkür Paylaşımı” için en tesirli yol SOHBET’tir. Çünkü Rasulullah Yöntemi’dir. FİKİR ALIŞ VERİŞİ Rasulullah Yöntemi’dir. Bu yolda bir konunun sohbeti tefekkürdür ve birinci derece ibadettir, çok önemlidir! Bir de mümkün olacak, bu işi yüz bin kat artan bir enerjiyle Kâbe’nin yanında yapacaksınız... Hac’cın, Umre’nin, Kâbe’nin esas 214 Yılmaz DÜNDAR yararlanılacak yanı budur: Yüz bin kat artan bir enerjiyle idrakların açılması! Bu yüzden, tefekkür paylaşımını Kâbe’nin yanında yapmak, uygulamak çok önemli ve başka bir şey olur... Orada özellikle tavaflardan sonra Kâfirun, İhlâs okuyarak salât da ikame ediyorsunuz ki... Efendimiz’in “o nefse zulmedenler, mutediller ve mukarrebun; üç grup da cennettedir” buyurduğu hadisi ile ilgili olarak âlimlerin “nefse zulmedenler” hakkında tartıştığına rastlayacaksınız. Daha önce de hafifçe değindiğimiz bu konuda yapacağımız açıklama karşılaşacağınız ikilemi ortadan kaldırmak açısından belki bir ilktir. Âlimlerin bazısı; “nefse zulmedenler cennette olamaz” derken diğerleri “Efendimiz böyle açıklamıştır; nefse zulmedenler cennettedir!” diyor. Hangisi doğru acaba? Her ikisi de! İki açıklamanın da doğru olduğunu bize Tevhid öğretiyor. Beyinde açılan Tevhid hücreleri sistemde bunu size okutuyor. Sünnet üzere doğru yolda olan âlimlere bakıyorsunuz, biri onu, biri de bunu demiş. “Ben onu kabul etmem, bunu kabul ederim” diyemezsiniz, derseniz yanlış olur! O da doğrudur, bu da! Çünkü ikisi de sünnet üzere ve doğru yolda! Eğer fikir beyan edenler Hanif’se, Tevhid ehliyse yanlış söyleyemezler! Tevhid’le baktığın zaman sen o söylenenlerin hepsini birleştirirsen en doğruyu bulursun! İki görüşün ikisini de görelim: Âlimlerin bir kısmı “nefse zulmedenler de cennet ehlidir, çünkü Rasulullah öyle söylüyor” der. Doğrudur. Bu kapsamdaki nefse zulmedenler kavşağı dönmemiş olanlardır, arada kalmış olanlardır. Onlar ibadetlerle ve zikirle meşguller, nefse zulümden kurtulma telaşındalar, korkuyorlar. Ama iddiacı “BEN”i de atamamışlar. Bir kısım âlimler ise “nefse zulmedenlere cennet yoktur” der. Bu da doğrudur. Çünkü bu âlimlerin kast ettiği nefse zulmedenler; tanrılar dünyasında olup, “BEN” varım ve muhtarım” diyen ve öyle yaşanlardır, onlara cennet yoktur! Bu “nefse zulmedenler” paralel caddedeki arada kalmışlar değildir! Kavşaktan dönüp kendilerine başka bir yol çizmiş olanlardır! “Nefse zulmedenler de cennete gidebilecektir” diyenlerin işaret ettikleri ilk anlattıklarımdır, onlar kavşağı geçmemiş olanlardır: İbadetteler, zikirdeler, meşguller... Kavşağı geçmekten korkuyorlar, ama tanrılık ilanındaki “BEN”den de henüz kurtulamamışlar. Tanrının elinden silahlarını almışlar, onu zavallı tanrı haline getirmişler, ama tamamen yok edememişler. Onu yok etmek İhlâs Hayat Döngüsü’nün içine düşmek demektir! Bunlar, tanrılık iddiasındaki “BEN”i zavallı tanrı haline getirmişler, ama tamamen yok edememişler. Fatır Suresi’nde bahsedilen bu üç gruba, nefse zulmedenler, mutediller ve mukarrebun’a ait idrakları, onların yakinlerini Tefekkür Şemamızdaki tabloda inceleyebilirsiniz. Sen Tanrı mısın? 215 Tefekkür Şeması 10 Efendimiz bu gruplarla ilgili açıklamasına şöyle devam ediyor: “Öncülere gelince bunlar cennete hesap vermeden girerler.” Mukarrebun cennete hesap vermeden girer buyuruyor. “Mutedillere gelince; bunlar kolay bir hesaptan sonra cennete girerler. Nefslerine zulmedenlere gelince; bunlar mahşer boyu hapsedilirler.” İşte bu nefse zulmedenler o yan yoldakilerdir. Harama bulaşmaktan korkan, tanrılıklarını zavallı hale getirmiş ama ondan kurtulamamış, doğruyla meşgul olanlardır. Kendilerindeki iddiadan kurtulamadıkları için Hakikati içlerine hapsetmişler. “ÇEKİL ARADAN, ÇIKSIN YARADAN”ı yaşayabilseler kurtulacaklar. Aradan çekilemedikleri için içlerinde hapsetmişler onu. “Çekil aradan” önerisi arada kalmış olanlara denir: Çekil aradan çıksın Yaradan. Bunlar henüz aradan çekilememişler! İşte bu haldeki nefslerine zulmedenlere gelince bunlar mahşer boyunca hapsedilirler. Efendimiz müjdelemeye devam ediyor: “Sonra Allah onların eksiklerini Rahmetiyle telafi eder.” Halledemedikleri, kurtulamadıkları tanrılığı Allah Rahmetiyle telafi eder. Bunlar Fatır Suresi 34. ayette belirtildiği üzere şöyle diyen kimselerdir. “Hamd, bizden tasayı gideren Allah’a aittir. Rabbımız çok affedici, çok nimet vericidir.” Hadis burada tamamlanıyor. Şimdi onların halini bir hayal edelim: Cennete girmeden önce gördükleri “hapis” olarak ifade edilen muamele sırasında onları bir tasa alıyor. “Biz bu işle meşguldük, bu 216 Yılmaz DÜNDAR kadar korktuk, kaçındık, uzak durduk, kendimizi cenneti hak etmek üzere hazırladık” diye tasalanıyorlar, öyle bir tasa oluşuyor. Ama tanrı varsa cennet yok, onunla girilmez! Cennetin kapısında ne yazıyordu? La ilahe illallah! Bu ifade bir koşuldur; “bu ortama girecekseniz haliniz bu olmalıdır” manasına bir şarttır! Kapısında “silahla girilmez” yazan bir yere üzerinizde silah varken, sırf o yazıyı okuduğun için girmen mümkün mü? Dedektörler yakalıyor, çünkü silahla girilmez! Yazıyı gördüğünüz halde silahla girmek için inat eder misiniz? Ederseniz geçemezsiniz, yakalarlar! Ne yapacaksınız? Silahı bırakacaksınız! O yazıyı görünce; “silahla girilmez, silahla girilmez, silahla girilmez...” demeye defalarca tekrar etmeye başladınız, kapıya da geldiniz; “BEN” aşk ile şevk ile bin defa; silahla girilmez” dedim! “Olabilir, ama silahın var! Öyle derken bıraksaydın” derler. Bıraksaydın! Aşk ile şevk ile söylerken o aşkla terk etseydin! Aşk ile şevk ile Kelime-i Şehadet denir... Ne aşkıyla? Allah aşkıyla! Allah aşkıyla Kelime-i Şehadet söylemek sizdeki iddiacı “BEN”i bırakmaktır! “Aşk ile” söylemek; onu bağırarak söylemek, tekrar tekrar söylemek, terleyerek söylemek, yoruluncaya kadar söylemek değil ki. “AŞK İLE” Allah Aşkı ile demektir! O aşk yoksa neye yarar! Bu yüzden; “silahı kapıda bıraksaydın geçerdin. Bin defa söylemen gerekmezdi, bir kere söylesen geçerdin” derler. Bir kere söylesen geçerdin! Çünkü Mirac’da Efendimiz’le bize gönderilen bir hediyedir bu: “Bir kere La ilahe illallah diyen cennete girer.” Bir kere! Bir sürü kere değil, bir kere! Yani silahını bir kere çıkardıysan yetiyor, bir kere! Kapıdaki koşulu sağlamış da geçmişsen bitti! Ama şart bu; tanrılığınla giremezsin, o eksikle geçilmez, demek ki bu bir koşul! Efendimiz’in bir hadisi var: “Cennetin bedeli La ilahe illallahtır” buyurur. O ortam için istenen bedel bu, şart bu, bu hal varsa o ortam var! Kapıda böyle bir koşul var; La ilahe! Onu birlikte manalandırdık ve dedik ki; La ilahe (tanrı giremez, tanrıysan giremezsin) İlla Allah! Kendisini tanrı ilan eden, rablığını ilan eden buradan giremez, İllallah! Orası İhlâs Suresi’nin Hayat Döngüsü’dür, o döngüden sapmışsan giremezsin; La ilahe! Nefsine Zulmedenler hala “ilahlık ilanında” oldukları için giremiyorlar, bekletiliyorlar. İşte onların bu noksanını Allahu Rabbülalemiyn merhametiyle, rahmetiyle telafi ettikten sonra bu tasaları kalkıyor ve “hamd, bizden tasayı kaldıran Rabbimize aittir; elhamdülillahilleziy ezhebe annel hazen” diyorlar; Fatır-34 açıklıyor bunu. Böylece o noksan kalkıp da kapıdan geçme koşulu gerçekleşince tanrılık ilanı kalktığı için onlara cennet hali oluyor! İşte cennetlik üç grup; nefse zulmedenler, mutediller, mukarrebun. Demek ki: Cennet ehli olan nefse zulmedenler “A” hayat çizgisinde ilerleyenler değil! “Cennete giremezler” denilen grup, geri Sen Tanrı mısın? 217 dönüşsüz “A” yapısında olanlardır, nefse zulm halleri geri dönüşsüz olanlardır. “Cennete girecek olan nefse zulmedenler” arada kalmış olanlardır, İhlas Hayat Döngüsü’ne paralel o yolda, o yan caddede yaşayanlardır. “A” Takdim Formu”nda tanrılara göre bir hayat vardır, ona “La ilahe” diyoruz. “B” Takdim Formu”nda ise bir başka hayat vardır; “İlla Allah”. Efendimiz’in OKU’duğu budur. “İkra’ Bismi Rabbikellezi halak; yaratan Rabbinin adıyla/adına oku” ile okunan La ilahe illallah’tır! Tanrılar dünyası ve oraya ait hayat La ilahe’dir! İhlâs Döngüsü hayatı illa Allah! La ilahe illallah aslında La havle ve la kuvvete illa Billah’tır. Bu okuma için antrenman olsun diye kendimizde şöyle bir tefekkür ve uygulama yapalım. Bizde bir “A” yapısı var; Rablığını ilan eden, bir güç ilan eden, Rab’bın gücüne sahip çıkan yapı var. Şimdi kişinin esas yapısı olan ve “B” hayatına talip olan yapısı ondaki “A” Takdim Formu” yapısına ve hayatına; “La havle ve La kuvvete” diyor. La havle ve La kuvvete derken nefesle “A” halini atıyor ve “illa Billahil aliyyil azim” diyerek “B” Takdim Formu”nu nefesle içine çekiyor. Bu tefekkür, aslında hemen aklımıza Salât-ı Tesbih’i getirir. Salât-ı Tesbih: Bu salât “A” Takdim Formu”nu yok eden, “B” Takdim Formu”nun veri tabanını açan en güzel duadır, yöneliştir, salâttır! Siz orada en önemli üç zikri; “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” zikirlerini yapar, sonra da “A” Takdim Formu”ndan kurtuluş için “ve la havle ve la kuvvete illa Billahil aliyyil azim” dersiniz: Benim güç kuvvet, varlık iddiam yok Rabbim! Ben “A” Takdim Formu”nda değilim, ben asi değilim. Ben vehmin zulmetini istemem, güç iddiasında değilim! La havle ve La kuvvete (La ilahe), İlla Billah (İlla Allah)! Güç kuvvet Allah’a aittir, bunun farkındayım, bilincindeyim. İşte böyle bir itiraftır o. Böyle bir itirafla, o itirafın getirdiği arzu ve istekle yeni bir hayat oluşur; o İhlâs Hayatı’dır. Bu farklı bir hayattır, “B” tarafı farklı bir yaşantıdır. Buradaki hayatı önemseyip, mutlaka araştırıp bulmamız gerekir, “bu döngüye nasıl girilir, bu hayat nasıl yaşanır?” deyip mutlaka ulaşılması gereken bir yaşantıdır o. O, bu yaşadığınız dünya ve hayat değildir. O hayatla birlikte her şeyiniz, tüm dosyalarınız değişir! Mesela “A” yolunda namaz kılarsınız, ama “B” yolunda salât ikame edilir. Çünkü “B” Takdim Formu” hayatı salâttır, o yaşantının ismi salâttır. Ve bu noktada şu yaşanır: “Nefsini bilen Rabbini bilir; nefsini bildi, Rabbini bildi.” O hadis çok açık görülür burada. Kişi dünya hayatına “ben rabbim” diyerek başladı, nefsine zulmederek başladı. Sonra kendisine Allah lutfetti, nefsinin hakikatini bildi, Rabbini bildi, yani onu işgal etmedi, o gücü kendi gücü olarak ilan etmedi. “Nefsini bildi, Rabbini bildi” hali çok önemli bir makamdır. Bu anlattıklarımı başka kaynaklarda okuduğunuzda ne kadar 218 Yılmaz DÜNDAR önemli makamlar olduğunu görürsünüz. Şu an yaşadıklarınız, şu an fark ettikleriniz çok önemli makamlardır. Onları biz “makamlar” olarak söylemiyoruz ki kişiler yanlış bir gurura, yanlış bir makam takibine, yanlış bir yarışa girmesin. Aksi halde “o hangi makamda?” sohbeti başlıyor, yanlış olur. Ama ileride kişi “A” hayatından kurtulursa, beşeri yarış işinden kurtulursa, bulmaca çözme işini aştıktan sonra bunları MAKAMLAR olarak okumasının hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü o zaman oralarda hep geride bıraktıklarınızı okuyorsunuzdur! Denir ki, âlimin söyledikleri kendisinden yukarıdadır, arif ise söylediklerinden yukarıdadır. Bu hali fark edip yaşadığınızda siz âlim değil ârifsinizdir artık! ARİF fark ettiğinin, okuduğunun, söylediğinin üstünde bir hayatı olandır. “Nefsini bilen Rabbini bilir” cümlesi aynı zamanda şudur: Nefsini bilen Rabbine döner. Çünkü YOL bu yoldur... Rabbine yönelene, “B”ye doğru o yola yönelen kişiye, inanan ama hala o tanrıyı atamamış kişiye bir ayet seslenir: “Ya eyyühellezine amenü, aminü Billahi...” (Nisa-136). Ey inandım diyen, doğru inan, “B” ile inan, kendini “B” ile takdim et!” İnanana sesleniyor: Ey inanan, ama yan caddede olan, kendini “B” ile takdim et! Kişi bu emre ittiba edip “B” takdimiyle İhlâs Hayat Döngüsü yoluna girmişse, kendisine nasip edilmişse onun yaşantısı “ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” yaşantısı olur, o yaşantının adı budur. Bu yaşantıda o kişi gittikçe FAKR’laşır. Fakr odur. Bırakın tanrılık iddiasındaki “BEN”liği, onda durum tespiti yapan “BEN” bile kalmaz. Yok! Tanrısı da yoktur onun, takdim ettiği diğer “BEN”i de! Bu yolda gittikçe Fakr Hali, KURBİYET başlar. Artık onun söyleyen dili, gören gözü, tutan eli O olur. Daha önce de O idi! Ama ona sahip çıkıldığı için fark edilmiyordu. Bu yolculukta kişi bazen şöyle düşünür: Çalışsam, gayret etsem de benim tutan elim O olsa, gören gözüm O olsa! Allahım ne olur, tutan elim sen ol, gören gözüm sen ol, söyleyen dilim sen ol. Niye? O hale bir geleyim, güçlü olayım da insanlara bir göstereyim! Aslında ben ne kadar haklıymışım, insanlar bir görsünler. “Çok gayret ediyordu, gördünüz mü güçlenmiş” desinler. Bazen böyle düşünceler gelir, ama yanlıştır, hedef bu değildir. Bu yol TAMAMEN GÜÇ KAYBETME YOLU’dur! Ne kadar güç o kadar cehennem! Güç budur. O yüzden gücü bıraktıracak kadar ateş alırsın! Ateşinin kuvveti, sahip çıktığın güçlerle ilgilidir. O güç senden sökülünceye kadar ateş alırsın! Sökülmüyorsa, o güçle o ateş beraber yaşar... Güç ateşi, ateş gücü körükler, beraberleşirler, birbirlerinin olurlar... Cehennem yakıtını oluşturmak, ATEŞİNİ YANINDA TAŞIMAK budur, böylece ateşlerini yanlarında taşımış olurlar. Sen Tanrı mısın? 219 “B” Takdiminde gören gözü, tutan eli, söyleyen dili O’dur. “A” takdiminde sen bırakmıyorsun, “benim” diyorsun. Öyle dediğin için tanrılığını ilan ettin! “Gören göz benim, tutan el benim...” Bırakmıyorsun ki hakikat açığa çıksın! Bırakmıyorsun; örtüyorsun; örtücüsün! Her halükarda gören göz O’nun, söyleyen dil O’nun, tutan el O’nun. Ama sen suiistimal edip o gücü işgal ettin, ona sahip çıktın: Rablığını ilan etti: RABSIN! “B” takdiminde artık o rablık yok. O suiistimal olmadığı için kendiliğinden HAKİKAT gözükür. “A” Takdim Formu” ve “B” Takdim Formu”nu, bu iki farklı “BEN”her bir bölümde çok uzun ve çok detaylı olarak anlattık, bu konuda hemfikir olduk gibi? Öyleyse, artık “A” ve “B” Takdim Formu”nu tartışmayı geçmemiz gerekiyor. Ama bu konuda tam hemfikir olmuşsak! Hemfikir olmalıyız ki, arada kalmışlıktan kurtulup “B” Takdim Formu” yolunda ilerlemeyi deneyelim. Biz nereye gelmeye çalışıyoruz, biliyor musunuz? Sıfır Noktası’na, B0’a ulaşmaya çalışıyoruz. Matematikten örnek vereyim. Bir sayı skalamız var. Ortada sıfır ve bir, iki üç, dört... diye devam ediyor. Bir de negatif sayılar var; eksi bir, eksi iki, eksi üç... diye devam eden. Vehmin Zulmeti olan yaşadığımız bu hayat sıfırın negatif yanı gibidir; biz bu tarafa sapmış hayatı yaşıyoruz. Önce bu sapmışlığı fark edip Sıfır Noktası’na gelmeliyiz, B0’a gelmeliyiz ki, sonra da “B” Takdim Formu”na girelim. Şimdi biz “sıfır noktası”na gelmeye çalışıyoruz. Bu fark edilmezse negatif kısımda uğraşılır, gerçek hayat o zannedilir ve İslamiyet’in önerileri orada uygulanmaya çalışılır, ama yanlış olur! Yapılan da bu zaten, insanlar bununla meşguller, maalesef! Dikkat edin; vehmin zulmetinde olduğunu fark etmeden İslamiyet’i uygulamanın o kişiye “gelecek için” bir faydası yoktur! Fark edip Sıfır Noktası’na gelmek için uygulamak ve Sıfır Noktası’ndan sonra uygulamak faydalıdır. ESAS İSLAM DİNİ Sıfır Noktası’ndan sonra başlar. “Allah indinde Din İslam’dır, Allah İslam’dan başka din kabul edeni istemez, kabul etmez, İslam’dan başka dinle meşgul olan hüsrandadır” gibi ayetlerin anlamlarını birleştirince oluşan manayı sayı skalası örneği ile şöyle ifade edebiliriz: Sıfır Noktası’ndan sonraki sayıların olduğu yer Allah indinde DİNdir ve makbuldür. Eğer, diğer sayılarla uğraşıyorsanız kabul olmaz. Din diye, Sistem diye eksi sayılarla meşgulseniz kabul olmaz, orayla meşgul olanlar hüsrandadır. Ancak Din İslam’dır. İSLAM’ı biz İhlâs Hayat Döngüsü adıyla anlatmaya, İhlâs Suresi’nden yararlanarak göstermeye çalışıyoruz. Çünkü “Allah indinde sistem” orasıdır. Onun dışındaki uğraşlar kabul olmaz. Zaten dışında bir sistem yoktur. Dolayısıyla, bizim “A” ve “B” olarak tarif ettiğimiz iki hayatı birbirinden ayıracak somut karineleri ortaya koymamız gerekiyor. “Ben kendimi yarın- 220 Yılmaz DÜNDAR dan itibaren “B” Takdim Formu”nda tutacağım” demekle hemen olmuyor. “A” Takdim Formu”ndan nasıl kurtulunur ve “B” olarak nasıl yaşanır?” deyip onu öyle bir didiklemeniz, öyle incelemeniz gerekiyor ki… Bu 24 SAAT’inizi vermeniz gereken bir uğraş olmalıdır. Farklı bir hayat var çünkü! Ve bu farklı hayatın içindeki çeşitli zorluklardan birisi de şudur: “A” Takdim Formu” hayatını yaşamak için işler o kadar kolay ki, o hayat içerisinde herhangi bir şeyi yapmak için sizin birilerini, birilerinin de sizi zorlaması gerekmiyor. Özel dersler almanız, feyz almanız gerekmiyor, kendinizi bıraktınız mı o hayat su gibi akıp gidiyor. Ama “B” Takdim Formu” yolundaki hayat öyle değil! Orada sürekli kendinizi motive etmeniz ve sizi motive edecek, sizi uyaracak birileri veya bir şeyler gerekiyor. Devamlı! Bu yüzden “A” Takdim Formu”na ait cazibe gittikçe artan bir cazibedir, “B” Takdim Formu”na ait cazibe ise gittikçe enerjisi sönen bir cazibedir. Onun için bir konuda bir ay kadar zikir yapıyorsunuz, bir şeyler hissediyorsunuz ama biraz bıraktığınız zaman eski halinize dönüyorsunuz, yerinde tutamıyorsunuz onu. Ama dünya hayatını yerinde tutmak için hiç öyle uğraşmıyorsunuz. DÜNYA HAYATI dediğimiz, dünyadaki hayatın zulmetidir. “Dünya hayatı yanlıştır” demiyorum. Dünya Hayatının yaşanan zulmetini “legal”e çevirmek gerekiyor. Onu eksi skaladan sıfıra ve sonra da artıya getirmek gerekiyor. Fark edin, dünya hayatının İslam Sistemi’ne göre meşru olmayan hali için bir çaba gerekmiyor, kendiliğinden, coşkuyla yapılabilir olarak o karşınıza geliyor. Ama dünya hayatının meşru olan hali için kendinizi zorlamanız gerekiyor, böyle de bir handikap var. Dolayısıyla “A” Takdim Formu”nun yaşantısını o kadar iyi bilmeliyiz ki, ilan edilen tanrılık fonksiyonsuz hale getirilebilsin. “B” Takdim Formu”nun hayat tarzını da öyle bilmek lazım ki, “B” Takdim Formu” zorlanılarak yaşanan bir hayat değil, çok kolay yaşadığınız bir hayat haline gelsin. “A”nın hayatını dünya bize kendiliğinden öğretir. Ama “B” hayat tarzının dilini, davranışlarını, o hayatın her şeyini bize ayet ve hadisler öğretir. Efendimizi bize hep “B” hayatı için örnektir. Mesela Efendimiz (SAV) öğretiyor: “Allah indinde sağlık, sıhhat ve afiyet istemekten daha sevimli bir dua yoktur.” Bize bir dua öğretiyor, içinde “AFİYET” var. Biz genellikle “A” gözüyle bakıp “Afiyet”i hayatın içerisinde yanlış uygularız. Hatta onu yalnızca sofrada kullanırız. “Afiyet” ne demektir? “Afiyet olsun”un başka dillerde karşılığı yoktur! “İyi sindirimler, iyi gıdalar, yarasın” gibi manalar yanlıştır. “AFİYET OLSUN” çok geniş spektrumlu bir duadır ve aslında her şey için kullanılmalıdır. Ama manasını doğru anlayarak! Biz onu şimdilik yemekle sınırlı kullansak bile manasını doğru oluşturalım. AFİYET OLSUN: Yediğiniz, Sen Tanrı mısın? 221 içtiğiniz şey sizde öyle bir enerjiye, öyle bir hücreye dönüşsün ki; o enerji, o hücre Allah yolunda olsun! Allah’ın “yap” dedikleri o hücreye zor gelmesin, o hücre Allah’ın “yap” dediklerini yapmaya üşenmesin. Yiyip içtikleriniz öyle bir hale dönüşsün ki cennetinize vesile olsun, sizi cennete götüren bir hal oluşsun. “Afiyet” böyle farklı ve önemli bir manadır. “Afiyet olsun” ne kadar önemli bir duaymış meğer! “B” Takdim Formu”nun işte böyle çok farklı, çok güzel bir hayatı vardır. Onu yaşamamız için ayetler ve hadisler bize onu öğretir. “A” Takdim Formu” yaşantısı için ise özel bir ders, özel bir çaba gerekmez. Yemeği, yürümeyi, çiftleşmeyi, üremeyi hepsini yapar insan. Ama “B” Takdim Formu” olarak nasıl yaşanır bilinmediğinden Kur’an-ı Kerim ve hadisler onu ğretir. Kur’an ve Sünnet’in bize “B” Takdim Formu” yaşantısını öğrettiğini fark edin. “B” Takdim Formu”nda nasıl yaşanır, bize o öğretiliyor. Bu iki yaşantıyı tanımak üzere günlük hayattan bazı kesitler vermeye çalışayım, ileride o örnekleri çoğaltacağız inşaAllah. Diyelim ki, bir kişi çok ünlü bir futbolcunun vefat haberini aldı. Buna “A” Takdim Formu”ndaki kişinin tepkisi farklıdır: “Nasıl olur! Ölüm onu mu bulmuş genç yaşta! Başka kimse yok muydu? Çok genç kaybettik! Daha vereceği çok şey vardı, yararlanamadık! Hak etmemişti!” der, bir sürü şey söyler. Bu “A” Takdim Formu”ndaki kişinin ölüm haberine tepkisidir. Ona bu davranışı öğreten olmadığı halde böyle davranır. Bir vefat karşısında “B” Takdim Formu” ne yapacaktır, onu bilmiyoruz. Onu Allah öğretiyor: “Onlar bir musibetle karşılaşınca ‘innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn derler.” Kur’an’ı ile bize öğretiyor (Bakara-156): “Onlar bir felaketle (bir ölümle) karşılaşırlarsa; ‘innâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’ derler.” “İnna” kesinlik ifade eder. İNNA LİLLAHİ; tereddütsüz Allah içiniz! “B” kişisi sıkıntılı bir haber duydu mu hemen “İnnâ lillahi (kesinlikle bu Allahtan, Allah’ın emri) ve innâ ileyhi râciûn (kesinlikle de dönüşümüz O’nadır)” diyor. “B” Formu’ndaki böyle söyler, böyle de inanır. Onu ayet böyle tanımlıyor: “Bu Allah’tandır ve dönüşümüz O’nadır” derler. Bir karakter daha var, ona da TAKLİT EHLİ diyoruz. O nasıl davranır? Duydu ki böyle denirmiş. Bir ölüm haberi aldığında önce görevini yerine getirir; “öyle mi, inna lillahi ve inna ileyhi raciun.” Sonra da “niye ölmüş kardeşim?” diyerek gerçek kimliğiyle, yapısının gereğiyle davranmaya başlar. İlki göreviydi, onu söyledi görevini yerine getirdi. Evrak işini yerine getirdi, evrakı mühürledi, şimdi esas işine döner: “Nasıl olmuş ya, nasıl olur ya! Ben de çok seviyordum onu, nasıl olur ya, inanamıyorum bir türlü! Olmaması gereken bir şey!” Taklit ehlinin (“A” Takdim’inin) bu ayeti uygulaması böyle olur. Ama “B” Takdim Formu”nda olan onu yaşar. Hatta “B” Takdim Formu”ndaki kişi bu haberi 222 Yılmaz DÜNDAR duyduğunda yüzüne bakın, içinden bir şey geçirdiğini anlarsınız. Bakışından anlarsınız, zaten kendiliğinden o hali yaşıyordur o! “Ben zaten öyle yaşıyordum, demek ki o olay buymuş: İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” der. Hazreti Ömer döneminde bir evin bahçesinde baba ve kız süt sağıyorlar. Sağım bitince baba kızına diyor ki; kızım su koy, çoğalt. Yavrusu uyarıyor; baba, Ömer yasakladı ya, süte su koymayacaksınız dedi ya! “Kızım burada Ömer mi var?” diyor... Hz. Ömer de o an oradan geçiyor ve bu konuşmaları duyuyor: Kızcağız babasını uyarıyor: “Baba, Ömer yok ama Allah var!” Bunu duyunca Hz. Ömer çok umutlanıyor, çok mutlu oluyor. “Bu çocuklar böyle olursa gelecek önemlidir, güzeldir” diye umutlanıyor... Bir tablo ki, baba “A” Takdim Formu”nda yaşıyor: Ömer mi var burada, su koy! Kızın “B” Takdim Formu”nda bir hayat tarzı var: Ömer yok, ama Allah! Böyle bir başka olay: Efendimiz salât ikamesini emredince her bir yerleşim yerinde salât ikame ettirecek birisi gerekiyor. İnsanlar da içlerinden iyi yaşadığına inandıkları Allah için çok sevdikleri birine imamlık yaptırıyorlar. Bir yerde, yetişkinler arasında öyle birini bulamıyorlar ve yedi yaşındaki bir kız çocuğu yapıyor o işi, ancak onu layık görüyorlar, onu “yapabilir” buluyorlar, onu “B” Formu”nda buluyorlar. Aynı Hz. Ömer’in bahçe hikayesindeki babanın “A” Formu”nda, yavrunun “B” Formu”nda oluşu gibi! Ayet ve hadislere hep bu gözle bakın lütfen: “B” nasıl inanıyor ve davranıyor? Ra’d-22 ve Kasas-54’de Allah hoşnut olduğu bir gruptan bahsediyor: “Onlar kötülükleri iyilikle yok ederler.” Bu ayetlerde verilen ipucu, “B”nin önde gidenlerinin nasıl davranacağının bir ipucudur. “Bana kötülük yaptı, öyleyse kısasa kısas, ben de ona şunu yapayım” demiyor. Dikkat edin, “onlar kötülük yapana iyilik yapar” da demiyor. “Onlar kötülüğü iyilikle yok eder” diyor. Amaçları kötülükleri yok etmektir. Yöntem ise; kötülükleri iyilikle yok etmek! Ayet ve hadislere “bu ayet, bu hadis bana “B” hayatı için ne öğretiyor?” gözüyle de bakmak lazım. -Sabrı tavsiye etmek nasıl bir şeydir? İnanmayanlar bile bir sıkıntı anında “hayırlısı olsun” diyorlar. Sabrı tavsiye etmek bu mu, o kadar mı? “B” Formu” sabrı nasıl tavsiye eder? Sabr nasıl tavsiye edilir? Başkasına mı tavsiye edilir? “A” Takdimindeki kişi “hayırlısı olsun”u genellikle teselli için söyler. Bu yüzden onlar bir başarı durumunda “hayırlısı olsun” demezler, “aferin, iyi başardın” derler, başaranın tanrısını tebrik ederler. Kaybettiği zaman teselli amaçlı olarak “üzülme, hayırlısı olsun” derler! Oysa “HAYRLISI OLSUN” çok güzel bir duadır ve her halukarda söylenir. Başarınca da söylenir. Rabbimiz Sen Tanrı mısın? 223 öyle öğretiyor: “Onlar; ‘ma tevfîkî illa Billahi’ derler.” (Hud-88): “Başaran yok, İlla Allah” derler. Sabr tabiri özellikle Asr Suresi’nde geçer, ama tek başına değildir. “Hakk’ı tavsiye ederler ve sabrı tavsiye ederler” diye ikisi bir aradadır. Önce “HAKK” tavsiye ediliyor. Hakk’a tabi olmayı kabul edip Hakk’la meşgul olana Hakk yolunda “SABR” tavsiye ediliyor. Ayetteki Hakk; “Ene-l Hakk” diyenin halinin adıdır, o statüye verilen isimdir. “B”deki kişi bu statüyü fark ettiği için “Ene’l Hakk” diye düşünüyor, “ben Hakk’ım” diyor! “Ben Allah’ım” demiyor! Kimse öyle bir şey diyemez, o muhal! Ama “Ene’l Hakk” diyebiliyor. Kişiye “Hakk” olmayı tavsiye ederler ve yolda da ısrar etmesini, çalışmasını, dayanmasını, yolun sabrını tavsiye ederler. Tavsiye edilen Sabr, “A” yolundaki “dayan ha” sabrı değildir. Şu da önemlidir: Sabr gerektiren herhangi bir olay yokken sabır istemek çok doğru olmaz. Göğüslemek zorunda olduğunuz sizi yakan, üzen, sıkan bir iş vardır ve iş bellidir. O göğüslemenin size kolaylaşmasını, o işin tamamlanmasını ve dayanmak için sabrını istersiniz. Ama ortada hiçbir şey yokken sabır isterseniz biraz zor olur. Nasıl mı? “Uçak istiyorsunuz ama havaalanınız yok”sa durduk yere size havaalanı yaptırırlar; “uçağın var, inecek yer lazım” derler. “A” Takdim Formu” yaşantısını oluşturan veri tabanını ve onun yaşayış biçimini çok irdelememiz, ondan kurtulmak için kısa yollar bulmamız şarttır. onun için hep o ikisini (“A” ve “B”yi) mukayese ediyoruz ki; “A”yı tanıyıp ondan kurtulalım, “B” nasıl inanır ve yaşar onu da öğrenelim, yaşayalım. “B”nin hayatının çok önemli bir hali vardır: Haşyet! “A” yapı ondan hoşlanmaz, hatta onu tanımaz! Haşyet, “A” Takdim Formu”nun hiç sevmediği bir şeydir, haşyeti gördüğü zaman paramparça olur! Haşyet; öğrenmemiz, önemsememiz gereken bir duygudur ve insanı bir anda İhlâs Hayat Döngüsü’ne fırlatacak olan haldir! Uzaya bir füzeyi fırlatırken ona yer çekiminden kurtulacağı bir hız verilir, yer çekimini yenmezse gidemez. O araç, yer çekiminden kurtulacağı bir hızla gider ve sizin tesbit ettiğiniz yörüngeye düşer ya, işte haşyet sizi o füzeler gibi alır getirir, İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki yörüngeye oturtur. O yörüngeye oturduktan sonra hayat kendiliğinden o döngüde olur. Sizi oraya getirecek ve orada sabit kılacak olan şey Haşyet’tir. Bu yüzden haşyet bu yolun olmazsa olmazıdır! Haşyet duygusunu çok önemsemek gerekiyor! İnsanın kendisini o konuda çok irdelemesi, incelemesi, kendisini rahatsız etmesi lazım. Bir kere “bende neden yeterince haşyet yok?” demeliyiz, beşeri bile olsa! “Neden ben haşyeti yeterince yaşayamıyorum?” korkusuna girmeliyiz, yokluğundan rahatsız olmalıyız: Neden bende yeterince haşyet yok? Bu rahatsızlığa girmeliyiz. Çünkü sis- 224 Yılmaz DÜNDAR temde (İhlâs Hayat Döngüsü’nde) olumlu bir şeyi elde edeceğimiz zaman onun prosedürü şöyledir: Bir: Rahatsız olmak: İhlâs Hayat Döngü’süne ait bir şeyin yokluğundan, onun sizde olmamasından rahatsız olmak! O rahatsızlık o konuda levm etmeyi getirir ve o konunun nefs-i levvamesini yaşatır size. Rahatsız olmak lazım! İki: Tövbe etmek: Rahatsız olduğunuz zaman bu rahatsızlık yanında tövbeyi getirir. Üç: Dua yapmak. TÖVBE karardır, bir şeye karar vermektir. DUA hedef koymaktır. Tövbe ile siz “şöyle olsun, şöyle yapayım” diye karar oluşturursunuz. Tövbenin, kararınızın iki yüzü vardır: Birincisi Rab’binizedir. İkincisi kendinize, sizin zulmetten yararlanan “A” yapınızadır! Bu ikisi farklı şekillerde dile getirilir. Mesela ben, kendi yöntemim içinde kendime “bir daha şöyle yapma!” diyorum. Ama Rabbime “Rabbim bir daha şöyle yapmayacağım” diyemem! Eğer Rabbime de “bir daha şöyle yapmayacağım” dersem o zaman “A” Takdim Formu”nda olurum, onu üst tanrıya söylüyor olurum. Kerrat Cetveli’ni kabul ettik, “iki kere iki dört” demek üzere anlaştık. Onun gibi, İhlâs Hayat Döngüsü dışında bir hayat yok dedik. O zaman hem böyle deyip hem de nasıl Rab’bime karşı bir tarif yapabilirim? Tarif edersem “ben müstakil bir birimim, bir daha yapmayacağım” demiş olmaz mıyım? Müstakil biriyim, yapmaya/yapmamaya karar veriyorum: Bu “A”nın işidir! Ama kendime (kendimdeki zulmani yana) “bir daha öyle yapmayacağım” diyebilirim. Bu “B” Takdim Formu”nun “A” Takdim Formu”na dönüp “sana uymayacağım” seslenişidir; “Leküm diynüküm veliye diyn; sen yoluna ben yoluma, senin taptığına tapmam!” demesidir, ona Kâfirun okumasıdır. Kâbe’de yaptığınız gibi! “A” Takdim Formu”na Kâfirun okuyor onu def ediyorsun, ikinci rekâtta İhlâs okuyarak İhlâs Hayat Döngüsü’ne giriyorsun. Kâbe’nin yanında hep bunu yapıyorsunuz... “A” Takdim Formu”nu yok ediyor “B” Takdim Formu”nu yaşıyorsun, “A” Takdim Formu”nu yok edip “B” Takdim Formu”nu yaşamanın antrenmanını yapıyorsun. Bunu yaparken de gerekli olan enerjiyi Kâbe’den misli misli alıyorsun. Eğer o enerjiyi bu geçiş için kullanmazsan, onu gene yüklenirsin, sonra da gelir “A” Takdim Formu” dünyasında kullanırsın, daha zeki olarak! “A” Takdim”ini daha iyi başarırsın. O zaman sana, “Hac’ca gitmeden önce daha iyiydi” derler... HAŞYET “A” Takdim Formu” veri tabanını yok ediyor, böylece “A” fonksiyonsuz, işlevsiz kalıyor. Haşyetin olduğu bir ortamda “A” Takdim Formu” fonksiyonunu yitirir, o kişiye “B” Takdim Formu” kolaylaşır. Eğer “A” Takdim Formu” gözükmezse “B” Takdim Formu” sürekli zihninizde olan bir hayat tarzı olur, hayatınız değişir, çok farklı olur... Bunu sağlayan şeyi, Haşyet’i gö- Sen Tanrı mısın? 225 receğiz. Haşyet denince “sevgi bu yolun neresinde, sevgiden hiç bahsetmeyecek miyiz?” diyenler oluyor. SEVGİ Haşyet’in içerisindedir. Önce Haşyet’i anlamadan, yaşamadan sevgiyi anlamak mümkün değil. Bu yüzden Haşyet’i çok konuşacağız, bir tefekkür paylaşımını belki sırf ona ayıracağız, o kadar önemli. Ama onu ele almamız için, yani suyu hepimizin paylaşıp içmesi için bu suya çok susamak gerekiyor, çok önemsemek gerekiyor. “Neden bende haşyet yok?” rahatsızlığına girmek ve levm etmek gerekiyor. Çünkü o rahatsızlık sizde bir mekanizmayı başlatır: Rahatsızlık tövbeyi getirir, tövbe İhlâs Hayat Döngüsü’nün kapısını açar ve dua ile kendine orada bir hedef koyarsın. Rahatsızlık sizi önce İhlâs Hayat Döngüsü’nün yan caddesine getirir. “Neden haşyet duymuyorum?” diye rahatsız olduğunuzda o sizi yan caddeye; nefs-i levvameye getirir, hangi konuysa o konunun nefs-i levvamesine getirir. Geldiniz, yani tövbe ettiniz, İhlâs Hayat Döngüsü kapısı açıldı, ama sen henüz dışarıdasın. Tövbe kapıyı açtı, kapı açık, şimdi içeri girmen lazım. İçeri girmek için hedefinin olması gerekiyor; o da duadır! İçeriyle ilgili bir şey talep edip gireceksin. İçeri girme gayreti hedeftir, DUA’dır! Furkan-77 diyor ki: “Duaları olmasa neye yararlar.” Yani “böyle bir hedef koymasalar neye yararlar, bu kapıdan içeri girmezlerse neye yararlar, onları önemli yapan kapıdan içeri girmeleridir.” Dua “B” kapısından girmektir! Mekanizma bu: Seni o kapıya pişmanlık yaklaştırıyor. Kapı tövbeyle açılıyor, seni içeriye dua sokuyor, yani içeriye bir hedefle giriliyor. Kapıya yaklaşabilmek için o konuda çok rahatsız olman gerekiyor, değilse kapıya gelemiyorsun! Çok rahatsız oldun, İhlâs Hayat Döngüsü kapısına geldin, kapının açılması için tövbe gerekiyor. Aksi halde kapı açılmaz, geriye emmareye düşersin. Tövbe ettin kapı açıldı, şimdi içeri girmek için dua lazım. Dua ile hedef oluşturmazsan kapı açık olsa da giremezsin. Böyle çalışır: Rahatsız olacaksın, karar vereceksin, hedef koyacaksın. Haşyet için de bu mekanizma çalıştırılmalıdır. Önce “neden bende yeterince haşyet yok, neden ben salât ikame ederken o haşyeti hissedemiyorum?” rahatsızlığını duymak ve o konuyla ilgili tövbe etmek lazım. Nasıl tövbe edilir? Rab’binden MERHAMET isteyerek! Allahım bana merhamet et. Bana merhamet et ki haşyet duyanlardan olayım. Allahım beni bağışla, haşyet duymayan rolden beni al. Allahım merhamet ediver ve beni bağışla. Rahatsızlığı yaşadın ve tövbe ettin. Şimdi dua edeceksin: İki secde arasındaki dua kabul olmaya en yakın dualardandır. Bu yüzden Talib iki secde arasındaki duaya devam eder: Va’fuanna vağfirlena verhamna vehdina; Allahım merhamet et, affet, bağışla ve hidayet nasib et; yani bana İhlâs Hayat Döngüsü’nü nasib et. İki secde arasının duası budur: 226 Yılmaz DÜNDAR Va’fuanna vağfirlena verhamna vehdina. Ona “Verzukna”yı da ekleyebiliriz: Allahım bana İhlâs Hayat Döngüsü’ne girebileceğim gereçler ver. Bu gereç, para olabilir, ev olabilir, araba olabilir, servet olabilir, neyse, hayrlı bir rızk ver bana. Bir iş kapısı ver, bir aile ver, çor-çocuk ver. RIZK kelimesi senin hedefin için ne gerekiyorsa hepsini içerir. Hedef “B”dir, İhlâs Hayat Döngüsü’dür! “Vehdina” ile istenilen hedef odur: Hidayet ver Allahım diyorsun. HİDAYET; “B” takdimi hayatıdır! “A” Takdiminde hidayet yoktur! “İhdinas Sıratal Müstakıym” diye istenilen yol “B” yoludur! Hidayetle bu hayat isteniyor... İslamiyet’i, Sistem’i yaşadığımız hayattan örneklerle hayatı içine alacak şekilde anlatmaya çalışırken yeri geldi bir yerde beşeri münasebetlerden, aile içi ilişkilerden bahsediyoruz. O konuşmaya rastlamış, dinlemiş, okumuş birisi bakıyor ki, “demokrasi, insan hakları, kadın hakları, akıl” gibi konulardan bahsediliyor, çok memnun oluyor, “benim de aradığım bunlar zaten. İslamiyet böyleyse güzel” diyor. Manzaranın “A” takdimine sapan kısmını bilmiyor, görmüyor. İhlas hayatından sapan o kavşağı ve önemini bilmediği için başka kitaplara, başka konuşmalara, başka felsefelere, Reiki gibi şeylere rastlıyor. Bakıyor benzer mevzular, benzer konular. “Orada da böyle bilgiler var” diye o felsefeleri doğru kabul ederse yanlış olur! Elbette benzer şeyler olabilir! Diğer ilimler nasıl Sünnetullah’sa Sosyoloji, Psikoloji de Sünnetullah, sosyal bilimler de Sünnetullah! İnsan ilişkileri içerisinde tespit ettiğiniz bulgular da birer bilimsel bulgu/Sünnetullah! O bilgiler herkese açık. “Bu bilgilere bakarak” o felsefeleri doğru sanmak yanlıştır! Sünnetullah bilgileri, bulguları aynıdır. Onları inanan da bulabilir, inanmayan da, farklı inanan da! “Kime dilenmişse” o bulur! Yanılıp şu hataya düşmeyin: “Onlar da iyi insanı anlatıyorlar, onlar da çok iyiler.” Dikkat edin, biz İslamiyet’i iyi insan olmak için anlamaya çalışmıyoruz. Derdimiz “hümanist bir tanrı” olmak değil. Çeşitli inanışların, meditasyonların, yoga [“fiziksel hareketleri”ni demiyorum] felsefelerinin hayata bakış tarzı ile başarılabilecek son nokta, bu felsefelerin başarabileceği maksimum nokta “A” Takdiminde “hümanist bir tanrı” üretmektir! Onlar ancak “A” yolunda iyi bir insan, hümanist bir tanrı üretirler. Bu yüzden, o felsefelere inanan kişiler çocuğunun da aynı yolda olmasından korkarlar. Çünkü başına o kadar çok şey gelir ki, çocuğu dürüst olursa, onun da başına çok şey gelecek diye ona dürüstlük öğütlemekte zorlanırlar. “Ne kadar dürüst olursan, o kadar kaybedersin” derler. Niye? Çünkü hümanistlik “A” Takdim Formu yaşantısı içerisinde geçer akçe değildir. Zavallı ve sömürülen insan olursunuz! Ferrari’sini satar zavallı olur, gider dağ tepe dolaşırsın. Ferrari’sini satmış zavallı olursun! Çok iyi ama zavallı biri! Olacak Sen Tanrı mısın? 227 olan budur! Evet, o tür felsefeler ancak “A” Takdimi yolunda hümanist tanrı üretirler. “A” Takdimiyle yaşantıda iki uç karakter vardı; birisi hümanist tanrı, birisi narsist tanrı, işte onlar hümanist tanrı üretirler, adamı zavallı yaparlar! Onun zavallılaştığı tanrısal yaşantıda narsist tanrılar çok başarılı olurlar, süper olurlar. İnsanlar narsistlerin şerlerinden korunmak için onların her dediğini yapar. Narsist tanrının evde istekleri hemen yerine gelir; terliği zamanında ayağına konur, havlusu eline verilir, uyandığı zaman ne lazımsa yapılır, çorbasının tuzu eksikse yerine getirilir… Çünkü “A” Takdim Formu”na ait “bana hizmet etmek zorundasınız” anlayışının maksimumu o tanrılarda görülür. Ama bir de “B”İNSAN var, KUL var. Onun davranış ve yaşayışı nasıldır? “B” Takdim Formu”ndakilerin Efendisi’nin hanımları diyor ki: Bir kere “şunu yemek istiyorum” demedi... “B” Takdim Formu”nun Efendisi’nin hanımları diyorlar ki: Bir kere bile bize “öff” demedi... “B” Takdim Formu”nun Efendisi’nin evlatlığı diyor ki: Bir kere bile “niye öyle yaptın?” demedi... Bu Efendimiz Rasulullah, Nebiullah, Habibullah sallallahu aleyhi vesellem… O’nun bize açıkladığı ve öğrettiği İslam Dini’nde bir şey var ki, başka hiç bir inanışta, felsefede o yoktur: ŞEHADET! “A” Takdim Formu”na ait ne kadar felsefe, inanış, bakış açısı varsa inceleyin, üstün sanılan yanlarını tek tek araştırın, korkmayın neleri varsa bakın. Hiçbirinde bulamayacağınız şey budur; Şahidlik. İhlâs Hayat Döngüsü hayatı içerisinde olmazsa olmaz bir kuraldır; şahidlik, şahit olmak! Bu yola giriş onunla başlar: Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Abduhu ve Rasuluhü! İslam dışındaki inanış ve felsefelerde şahidlik yoktur! Hiçbir felsefe anlattığı şeye sizin şahid olmanızı istemez, görüp şahid olacağınız bir şeyleri yoktur, öyle bir beklentileri yoktur. Ama bu Sistem içerisinde şahidlik esastır: “Kuluna Allah Şahid; Kulu Allah’a şahid!” Şahidlik var ve Allah’ın Esma’ül Hüsna’larından birisi ŞEHİD’dir. O Esma’ül Hüsna’yı okuyup araştırın. Şehid ismi çok önemlidir; Şahidlik Hücreleri’ni açar. Şehid kulu ŞAHİD yapan esmadır, Allah’ın Kul’unu şahid yapan ismidir. Ve bu yolda şahidlikle iç içe olan bir şey vardır: Salât. Şahitlik ve salât çok içiçedir; Şahitlik ve Tahıyyat! “Et-Tahıyyatü”deki bu şahitliği ileride detaylandıracağız, sonra da Fatiha’ya geçeceğiz. Salâta ait iki noktayla bu paylaşımı tamamlayalım inşaAllah. Salâtta kıraat şarttır. Salât ikame ederken Fatiha’yı ve ayetleri sessiz okuyamazsınız, dudakları kapatıp okumak geçersizdir. Duyabileceğiniz bir sesle, birilerini rahatsız etmeden kıraat gerekir. Gusül abdesti gerektiren hallerde ve bazı özel 228 Yılmaz DÜNDAR hallerde ayetleri içinizden okuyabilirsiniz ama salâtta kıraat şarttır. Kıraat, salâttaki huşu ve gözler arasındaki ilişkiyi ileride detaylandırırız inşaAllah. Salât bitiminde TESBİHAT yapılır ve çok önemlidir. Onu nasıl yapmalıyız? Ayet’el Kürsi okuduktan sonra yaptığımız “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” tesbihatını farzdan, farzı ikame ettikten sonra yapmaya alışırsanız güzel olur, iyi olur; çünkü Efendimiz öyle yapmıştır, sünnetleri bitirdikten sonra değil salâtın farzının peşine yapmıştır. Salâtın farzını ikame ettiniz, Ayete’l Kürsi okuyup “Sübhanallah Elhamdülillah Allahuekber” tesbihatını ve duanızı yaparsanız çok isabetli olur. Çünkü Efendimiz öyle yapıyor, öyle öneriyor! O tesbihatı yaparken tesbih değil parmaklarını kullanıyor, bize de öyle öneriyor. “Tesbih kullanmayın” demiyor ama nasıl yapacağımızı tarif ediyor; içinde tesbih yok! Tesbihi diğer Zikrullah’larınızda kullanırsınız, tesbih o zaman lazım olur. Ama bunları 33 defa söylerken tesbih gerekmez. Eğer sünnete uygun yapmak gibi bir hedefiniz varsa onları ellerinizle yapın. Elleriniz size şahidlik yapacak, ellerinizle yapın! Salâtın farzını tamamladınız, oturuşunuzu bozmamışken, eller diz üstünde dururken parmaklarınızı kullanarak 33 Sübhanallah, 33 Elhamdülillah, 33 Allahuekber’i yapabilirsiniz. Her parmak için üç defa söylemek insanı şaşırtmaz. Parmağınızı dizinize hafif dokundurarak bir parmakla üç tane söyleseniz, parmaklarınızın 10’u dokununca 30 olur, başlarken veya sonunda da 3 söylediniz mi 33’ü tamamlarsınız. Bu tesbihatı; oturma şeklinizi bozmadan, parmaklarınızla ve farzdan sonra yapmak iyi olur; şeklen EFENDİMİZİN TESBİHAT YAPIŞI’na benzemiş olur. Oturuşta da şu önemlidir: Orada elinizi parmakların araları açık olarak dize koymak gerekiyor. Elleri iki diz arasına koymak, başka türlü koymak yasaklanmıştır. Salât ikame ederken, secde hariç, parmaklar hep açık vaziyette olacaktır. “Neden açık olması gerekiyor, neden şu şekilde olması gerekiyor” deniyor, onların hepsinin hadislerde sebepleri var. Tövbe ve duamızı yapıp tamamlayalım inşaAllah. Allâhümme eslemtü nefsiy ileyke ve veccehtu vechiy ileyke ve fevvedtu emriy ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, amentü Bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte… Ya Rabbî, Ya Rabbî, ya Rabbî, Allâhümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halâktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûu leke Sen Tanrı mısın? 229 binı’metike aleyye ve ebûu bizenbî, fağfirlî zünûbî, feinnehu lâ yağfiru’z zünûbe illâ ente, Bi rahmetiKE yâ Erhamer râhımiyn. Rabbena zalemna enfüsena ve inlem tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel hasiriyn. La ilahe illa ENTE SübhâneKE, inniy küntü minez zalimin. Sübhanallahi ve bihamdihi Sübhanallahil aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahelleziy lâ ilahe illâ HÛ vel Hayyul Kayyûmu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Yâ Rabbel arşil aziym, Estağfirullah Yâ Rabbel arşil kerîm, Estağfirullah Yâ Rabbel âlemiyn. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin Bi adedi ilmiKE… Yâ HÛ, Yâ men HÛ, Lâ ilahe illâ HÛ. Elif, Lam, Mim… Allahu lâ ilahe illa HUvel hayyul kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve lâşerike lek, ve lekel mülkü ve lekel hamdü ve inneke alâ külli şey’in Kadir. Yâ Hannân, Yâ Mennân, Yâ Bedia’s Semavati vel arz, Yâ Zel Celâl-i vel İkrâm, Eşhedü en lâ ilahe illallâhül Ehadüs Samedülleziy lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad… İnnî veccehtü vechiye lillezî fataras semâvâti vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikîn. İnne salatî ve nüsükî ve mahyâye ve mematî lillahi rabbil âlemîn ve la şerike lehu ve bizalike umirtu ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi, Eslemtü li rabbi’l âlemîn. Âmîn; Allahım; öncelikle Rasülullâh, Nebîullâh, Habîbullâh, Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhis salatü vesselamın Güzel, Temiz, Latif Ruhu Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için, Allahım gelmiş olan tüm Nebi ve Rasül Efendilerimizin ruhları için; Halife Efendilerimiz Hazreti Ebubekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali radıyallahu anhümün ruhları için; Ashabı Kiram, Sahabe Efendilerimizin ruhları için; İndinde makbul kullarının ruhları için; Yalnızca Senin rızanı umarak, Seni anlayabilmek, tanıyabilmek, Senin razı olduğun kul olabilmek arzusu, heyecanı ve telaşıyla bir araya gelmiş 230 Yılmaz DÜNDAR olan buradaki sevgili kardeşlerimizin, bizlerin Senin rahmetine kavuşmuş olan yakınlarının ruhları için; Rahmetine kavuşan müslüman mü’min din kardeşlerimizin ruhları için; Ey Allahım, müslüman mü’min din kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, dertlerine acil deva, borçlarına acil eda, yolcularına acil selametlik hayrlısıyla, lütfunla, kolaylıkla nasib eyleyiver. Bizlere, ailelerimize, çocuklarımıza, anne-babalarımıza, tüm din kardeşlerimize sağlık, sıhhat, afiyet lutfeyleyiver. Bizlere merhamet ediver, bizleri bağışlayıver, bizleri affediver, bizlere hidayet nasib eyleyiver. Allahım, bizlere hayrlı rızklar lutfeyleyiver, Ey Allahım, Efendimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi vesellemin açıkladığı Din’in yayılabilmesi için evlerini açan, gönüllerini açan kardeşlerimize Selam eyle. Selamın, Nurun, Bereketin, İlmin onları sarsın kuşatsın Ya Rabbi, sonsuza dek… Ve Allahım yalnızca RIZAN için El-FATİHA. 05 Cemaziyelevvel 1429 / 09 Mayıs 2008 Tefekkür Şeması 1: İhlas Hayat Döngüsü Büyük Haritası 232 Yılmaz DÜNDAR İhlâs Hayat Döngüsü’nün bu halini bir mübarek görünce; “SAVAŞ TAKTİKLERİ HARİTASI’na benziyor” dedi. Tabi ihlâslı bir kalble ve ihlâslı bir dille söylediği için, fark etmeden bir hadisi işaret etmiş oldu. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem çetin bir savaştan dönüyorlar, evlerine şehirlerine girerlerken ashabına buyuruyor: “Küçük Savaş’tan çıktık, şimdi Büyük Savaş’a dönüyoruz.” Ya Rasulallah, nasıl olur evimize geldik! Savaş bitti evimize geldik? Efendimiz; “Hayır, o savaştan daha büyüğüne geldik. Şimdi evimizde Nefs Savaşı’na geldik, daha büyük bir savaş yapacağız” buyuruyor. Dolayısıyla, anlattığımız bir “nefs savaşı” olduğu için o mübarek tam isabetli söylemiş oldu; bu bir Savaş Haritası’dır! Şimdi bu haritanın bir yerinden başlayalım. Kur’an-ı Kerim’de ALLAH KENDİNİ TARİF EDER, anlamamızı kolaylaştıracak misaller verir. Bunların bir kısmı bizimle, insan boyutuyla ilgili cümlelerdir, hayattan bildiğimiz cümlelerle tariflerdir. Ayet’el Kürsi’de geçen, “la te’huzuhu sinetün ve la nevm; O’nu bir uyku tutmaz, O’nu bir uyuklama tutmaz” misali böyledir. Allah için uyku düşünmek, O’nu uykuyla tarif etmek olmaz! Bu misalleri okuyunca, doğrudan Ehadiyet’i anlamak isteyen bazı kişiler “niye insana ait bir misalle anlatılıyor, hikmeti ne?” gibi düşünebiliyor. O tarifler tamamen bizim “lem yelid ve lem yûled”i anlayabilmemizi kolaylaştırmak amacıyladır! Buna benzer sebeplerle verilmiş bu tür tarifler vardır. O’nu anlamamızı sağlayan böyle ayetlere bakıp Allah’ı insanların yaptığı bildiği şeylerle kıyaslamak, O’nu insan gibi düşünmek, ötede beride sanmak yanlış olur. Bu yanlışa düşmemek için “bizzat Kendisini Kendisinin tarif ettiği” ayetleri de tefekkür etmemiz gerekiyor. Bunlardan bizim için en önemlisi İhlâs Suresi’dir. Orada Allah Kendisini Bizzat Kendisi tarif eder. Ele alacağımız konunun birisi İhlâs Suresi’ndeki Allah anlatımıdır. Diğeri ise La ilahe İllallah’ın, Kelime-i Tevhid’in manasıdır. Önce La ilahe İllallah Kelime-i Tevhid’ine bakalım. Kelime-i Tevhid’in manası olarak artık rahatlıkla; “La ilahe (bir şey yok) illa Allah” diyebiliriz: Bir şey yok, illa Allah! Böyle söyleyince var kabul ettiğimiz ve yaşadığımız bu hayat “illa Allah” dışında olabilir mi? “Bir şey yok” diyoruz! Hem “bir şey yok” deyip hem de “bir Allah, bir de hayat var” diyebilir miyiz? Öyleyse, yaşadığımız hayat da “illa Allah” kapsamı içerisindedir. “La ilahe illallah” Kelime-i Tevhid’inden bu sonuca ulaşıyoruz: Hayat “illa Allah” kapsamı içerisindedir. O zaman da “İlla Allah” nedir, “Allah” tanımı nedir?” onu bilmemiz gerekiyor. Bunun için Kur’an’a baktığımızda karşımıza O’nu tanımlayan İHLAS SURESİ çıkar. Allah’ı dolayısıyla da hayatı anlamak için İhlâs Suresi’nden yararlanabiliriz. İlla Allah kap- Sen Tanrı mısın? 233 samında olan hayatı şekillendirebilmek, tanımlayabilmek, gerçek hayatın ne olduğunu bizzat Hayatın Sahibi’nden öğrenmek için İhlâs Suresi’nden yararlanabiliriz: “Kul; HUvAllahu Ehad, AllahusSamed, Lem yelid ve Lem yûled, ve Lem yekün leHU küfüven ehad.” “Allah bizleri yaratmadan önce neredeydi?” diye soruyor Ashab. Efendimiz buyuruyor: “Altında ve üstünde hava olmayan A’ma’daydı.” A’ma Hali’ni ve benzer terimleri şimdi ele alacağımız konuyu iyice yaşıyor hale geldikten sonra açmak faydalı olur. Dikkat edin lütfen: “Anlıyor” hale geldikten sonra demiyorum, “yaşıyor” hale geldikten sonra. Ancak o zaman o kavramları da yaşıyor olarak açmaya çalışırız, İnşaAllah. “Anladıktan sonra, siz onu fark ettikten sonra, bildikten sonra” değil! Çünkü yaklaşık çok uzun süredir bu konuyu paylaşıyoruz. Dolayısıyla bu konuları, bu kavramları duyuyorsunuz. Bu yüzden bildikten sonra değil, yaşıyor hale geldikten sonra! O zaman A’ma Hali ve diğer tanımları da “yaşıyor gibi” açmaya çalışacağız. Tefekkür Şeması 2’den 234 Yılmaz DÜNDAR İhlâs Suresi’nden yararlanarak oluşturduğumuz bu çizimde, bu şemada A’ma Hali’nden bir döngü oluşturduk. Bu hayat döngüsüne İhlâs Suresi’nden yararlanarak İhlâs Hayat Döngüsü dedik. Birisi size, “inandığın Allah’ı bana söyle” dediğinde; “inandığım Allah; HUvAllahu Ehad, Allahus Samed, Lem yelid ve Lem yûled, Ve lem yekün lehu küfüven Ehad” diyebilirsiniz. Bunu kendinize de söyleyebilirsiniz! Bu tanımlamayı hayatı tarif ederken de yapabilirsiniz: “Benim kavramam gereken hayat nedir?” diye sorup, gerçek hayatı tanımlarken; o hayat; “HUvAllahu Ehad Allahüs Samed, Lem yelid ve Lem yûled, Ve lem yekün lehu küfüven Ehad” dersin. A’ma Hali’nden oluşturduğumuz bu döngü evren için “KÜN fe YEKÜN” noktasıdır. Bu döngünün insanlar için bir süreci var. Ama dikkat edin, bizim için olan süreçlerle Allah indinden süreç kavramlarını karıştırmayın. Bu döngünün ilk kısmına; “HuvAllahu Ehad, Allahüs Samed”, ortasına “Lem yelid ve Lem yûled”, son kısmına da “ve lem yekün lehu küfüven Ehad” ismini verdik. Sürecin “HuvAllahu Ehad Allahüs Samed” kısmında insan yoktur. İhlâs Hayat Döngüsü’nün yararlanıp da Allah’ı anlamaya çalıştığımız bu kısmında henüz insan yok! İstiyorum ki, size “Ehad ne demek, Samed ne demek” hemen izah edeyim. Ama onlara şimdi açıklayacağımız “asıl nokta”dan sonra gelirsek faydalı olacağına inanıyorum. Aksi halde, oraların izahları insanı öyle seyahatlere çıkarır ki, gelmemiz gereken noktayı yakalayamayız. Yakalayamayınca da zorlanırız, hayatı yaşamakta zorlanırız, üst üste binmiş hayatlar gibi olur, ayırmakta zorlanırız. Hayatın içinde ama ondan kopuk ve rahatsız bir vaziyette yaşarız... Bu yüzden, o tanımları şimdilik bırakıyorum. B0 Noktasıyla başlayan TAKDİMLİ HAYAT’a “lem yelid ve lem yûled” diyoruz. Aslında Ehad ve Samed isimleri daima geçerli olmasına rağmen biz insanla ilgili kısmı anlayabilmek, kavrayabilmek için “sanki Allah B0 noktasına kadar Ehad’mış” gibi, “lem yelid ve lem yûled” noktasına kadar Ehad’mış gibi” düşünüyoruz. Oysa işin aslına baktığınızda Hz. Ali radıyallahu anh buyuruyor ki; “el an öyle” yani hep A’ma’da! Hep A’ma’da oluşa göre düşünürsek anlatacak bir şey kalmaz ki, bu döngü de hepsi muhal olur, yok olur. Her şey birden yok olunca kavrama zorlaşır. Anlayabilmek için, “bu süreçler varmış gibi” düşünüp, bize göre ele almak zorundayız! Evet, “Lem yelid ve Lem yûled” denilen yer, kavranılması gereken çok önemli bir noktadır. “Lem yelid ve Lem yûled; doğurmamış ve doğurulmamıştır!” Bakın insanla, yaratılmışlarla ilgili bir tanım var; Ehad ve Samed’den sonra bu tanım geldi: Lem yelid ve lem yûled; doğurmamıştır ve doğurulmamıştır! Demek ki, bu Sen Tanrı mısın? 235 noktada “lem yelid ve lem yûled” diyen birileri var, onlar bir tespitte bulunup “lem yelid ve lem yûled” diyorlar. Tespitte bulunabilmek için, burada kıyas yapan “birileri”nin olması lazım! “BİRİLERİ” Kesret Âlemi demektir, yaşadığımız âlem demektir. İşte bu âlemin temsil edildiği yer “lem yelid ve lem yûled” alanıdır. Bu âlemin özeti, ulaşılacak noktası ise “lem yelid ve lem yûled”dir. Ama yaşarken, hayattayken buna nasıl ulaşırız? Dedik ki, bu “lem yelid ve lem yûled” noktasından girişten itibaren Kesret Âlemi var. Kesret âleminin başladığı nokta, o B0 noktasıdır! Bu nokta neden önemli, önemi nereden geliyor? Bu noktada takdim başlıyor! Dünyaya gelen insan kendini kesret âlemine anlatacağı zaman bu noktada kendini takdim eder. Bu nokta takdim noktasıdır, B0 NOKTASI takdim noktasıdır; kişinin kendini takdim ettiği, tarif ettiği noktadır. B0 noktası; insanların kendilerini hayata, kesret âlemine takdim ettikleri noktadır. Ama yapılan takdimle birlikte yollar ayrılır, bu noktada yaptıkları tarif yüzünden kişiler ve hayatlar ayrılırlar. Dünyaya gelen kişi bu noktada öyle bir tarif yapar ki, yaptığı bu tarif yüzünden İhlâs Hayat Döngüsü’nden ayrılır, sapar. Neden sapar? Dilek öyle! Hikmetini henüz konuşmuyoruz. Biz bir plan yaptık, dedik ki; B0 noktasında yaşıyor hale gelene kadar hep “durum tespiti” yapmaya çalışacağız, böyle anlaştık. DURUM TESPİTİ’ni yaptıktan, manzara konusunda hemfikir olduktan sonra “bu neden böyle?” deyip işin HİKMETLER’ini, sebeplerini irdeleriz, inşaAllah. O hale bir gelsek, o zaman bu işleri yaşamak daha kolay olacak, hem de kendi içerisinde meşru olan bir haz kazanacak. İman aslında öyle bir şeydir ki, hayatı manalandırır, iman olmazsa hayat manasız olur! İhlâs Döngüsü’ne girmekle hayat mana kazanır. Yeni tanıştığınız o hayatın kendi içerisinde MEŞRU BİR HAZ’zı oluşur. Göreceğiz, meşru olmayan hazlar da var. B0 noktasında takdim var, dedik. Kişinin kendisini takdim etmesi bir kelimeyle ifade edilir; BEN! “Ben şuyum, ben buyum..” Takdim “BEN” diyerek yapılır. O takdime göre Kesret Âlemi’nde bir noktaya gelir oturursunuz. Bu yüzden B0 noktasından sonraki hayata “BEN’Lİ YAŞANTI” diyoruz. Çünkü takdim var, hatta iki tip takdim var: Birisi “A” Takdimi, diğeri “B” Takdimi. B0 noktasıyla birlikte İhlâs Hayat Döngüsü’nden SAPAN TAKDİM “A” Formu’nun takdimidir. Bu takdim bir süre İhlâs Hayat Döngüsü’ne zıt ama yan yana gider, İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel giden kısmı vardır, bir de kavşak geçildikten sonra İhlâs Hayat Döngüsü’ne tamamen zıt bir hayat oluşturan bölüm vardır. Bu “A” Takdim Formu” hayatıdır, bildiğiniz DÜNYA HAYATI’dır. Dünya hayatının oluşabilmesi için bu takdim şarttır. Hatta 236 Yılmaz DÜNDAR bu nokta, “Âdem cennetten kovuldu” diye ifade ettiğimiz noktadır. Hazreti Âdem’in yasak meyveyi/yasaklanan ürünü yemekle veya yasaklanan bir şeyi, bir kuralı çiğnemekle oluşturduğu “CENNETTEN KOVULMA” denilen şey o noktayladır, “A” Takdim Formu”dur, dünya yaşantısıdır! Çünkü o yasağı ihlal ettiği, çiğnediği hal yeni ve farklı bir takdimdir. Yeni bir “BEN” tarif edip “ben yasağı çiğnerim!” dedi, işe farklı bir “BEN”le yaklaştı! O farklı “BEN”le birlikte yeni bir anlayış ve yeni bir hayat (bildiğimiz dünya hayatı) başlamış oldu. Dünya hayatının başlamasının prosedürü budur, böyledir! Aksi halde; bir yerde cennet vardı, cennette gezerken yaptıkları yanlış yüzünden onları yakaladılar ve “haydi, sizi kovuyoruz” dediler değil. O olay tamamen; kendisini İhlâs Hayat Döngüsü’ne uymayan tarzda takdim etmesi, ifade etmesi sonucu başlattığı yeni hayattır! Neden YENİ BİR HAYAT oluşuyor? Bunun cevabı “A” Takdim Formu”nda, onun özelliğinde gizlidir: “A” Takdimi”nde hayatı yöneten bir GÜÇ İDDİASI vardır! Kendisini “A” Takdimiyle anlatan kişi der ki; “ben müstakil bir akla sahibim, kendime ait müstakil bir iradem var, benim kendime ait bir ruhum, bir benim bedenim var! Hükmederim ve kendi gücümle de bir şey yaparım”. Bütün bunları birleştirdiğiniz zaman, güç iddiasında bulunan bir “BEN”le karşılaşırsınız. Bir “BEN” diyen var ve o “BEN” diyen bir güç iddiasında bulunuyor. İşte bu güç iddiasında bulunan kişinin “bende” dediği güç aslında insanın terkibi olan Esma’ül Hüsna kompozisyonundaki Rab’ba ait güçtür; Rab Gücü’dür; kişinin kendisinde bulunan Rab miktarının gücüdür! Dolayısıyla, Rabb’a ait o güce “güç benimdir” dediğin an aslında yeni bir hayat başlatıyorsun. “BEN RABBIM” manasında bir hayat başlıyor! “Ben Rabbım” hali, yani tanrılık ilanı başladığı zaman, ilan edilen tanrının hayatı başlar. İşte o, İhlâs Hayat Döngüsü yaşantısından tamamen farklı bir hayattır! Bu o kadar önemli bir şey ki! O kadar önemli bir şey ki; insan için bunu fark edip bundan kurtulmaya çalışmasından daha önemli bir şey yoktur! Çünkü bu onun gelecekteki hayatını belirler, gelecekteki hayatının nasıl olduğunun işaretidir. Bu yüzden, bir insanın gelecekte “cennette mi, cehennemde mi?” olacağı o kadar açık ve net ki! Sizi gördüğüm gibi bunu görebildiğimi söyleyebilirim. Bu kadar açık, bu kadar net! Cenneti ve cehennemi açık, net, rahat gördüğümü söyleyebilirim! Bu yüzden, B0 noktası insan için çok önemlidir! Buradan itibaren takdim var ve takdim ederken oluşturulan SAPAN BİR HAYAT tarifi var. Ayet ve hadislerde bu hayat tarif edilirken; “onlar ahiret hayatlarını küçücük dünya hayatına sattılar, ahiret hayatlarını dünya ile ilgili şeylere sattılar; kötü alış veriş yaptılar” denir. İhlâs Hayat Döngüsü’nden sapan yoldaki ha- Sen Tanrı mısın? 237 yatlardır onlar; ahiret hayatlarını dünya ile ilgili bir şeylere satmışlar! Ahiret hayatlarını dünya ile ilgili bir şeylere sattılar, kötü alış veriş yaptılar! “B” yaşantısındakiler nasıl bir hayat tarif eder? “B” takdimindekiler hayatı “Allahu la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum” diyerek tarif ederler. Ayet’el Kürsi’deki ve Âl-u İmran Suresi’nin ilk ayetlerindeki gibi tarif ederler: “Elif Laam Miym, Allahu la ilahe illa Huvel Hayyul Kayyum.” Bu ayetler aslında bize “hayat budur” diyor: Kayyum ve hayat budur; Allahu! La ilahe (başka bir şey yok) illa HU! “A” Takdimi’nin hayatı tarif edişi “ben Rabbım; varım, gücüm var” şeklindeyken, “B” Takdim Formu”nun tarifi; Allahu la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum. Kendisine ait bir tarif yok, dikkat edin: Allahu la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum! Bu cümle Allah’a ait bir hayat tarifidir. Başka bir hayat tarif etmek “Allah dışında bir şey var, Allah dışında bir hayat var” demektir. Dolayısıyla Allah dışında bir hayatı, bir gücü tarif eden yol, rab ilan edenlerin yoludur, KENDİLERİNİ TANRI İLAN EDENLERİN YOLUdur. İnsanlar bu halle yaşadıklarını niye fark edemezler? Eğer inanıyorlarsa, tanrıyı uzaklarında, ötelerinde sandıkları için! Öyle sanıp, sonra da o tanrıyı yok edince, tanrıları yok ettiklerini zannettikleri için! Oysa en önemli tanrı kendi ilan ettikleri tanrıdır, kendi rablıklarıdır. Bu o kadar önemlidir ki! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “İkra’ Bismi Rabbikellezi halak/yaratan Rabbinin adına OKU” ile onu okudu ve bu okumadan sonra “La ilahe illallah” Tebliğini yaptı! Dedi ki; ilahlar, tanrılar yok, illa Allah. Eğer ayetler ve hadislere bir insan gibi bakarsanız, “La ilahe İllallah” Kelime-i Tevhid’i hatır için söylenmesi gereken bir söz gibi gelir size. Ama ayet ve hadisleri bu çerçevede incelediğinizde görürsünüz ki, ayetler ve Efendimiz “A” Takdiminden kurtulmak isteyenlere sesleniyor: “Rablığınızı ilan ettiğiniz, kendinizi tanrı ilan ettiğiniz, tanrı olarak yaşadığınız bu hayat yok, o La ilahe! La ilahe (o yok, bu tanrılar yok) İlla Allah. Bunun insanın geleceğiyle ilgili önemi nedir? Allah cehennemi yarattı, cehennem için de cehennem ehlini yarattı. Cehennem ehli kimdir? CEHENNEM EHLİ bu dünya yaşantısı için gerekli olan kişilerdir. Allah “dünya”yı, yani “dünyada yaşayanları” diledi ve onlara öyle bir yaşantı diledi ki, sonucu cehennem! Dolayısıyla, dünya için dilenen o hayatı yaşayanlar için akıbet olarak cehennemi yarattı! Bu idrakla bakılırsa “La ilahe illallah”ın manası bize önemli bir ipucu verir. Önemli bir haber veriyor, diyor ki: “Tanrılar yok. Tanrılı yaşantı yok. Cennete tanrı ve tanrılar giremez!” “Cennetin kapısındaki La ilahe illallah”ın manası budur; bir KOŞUL var! Orada anlatılmak istenen şey, bir kapı ve üstündeki yazı değil! Cennet 238 Yılmaz DÜNDAR denilen boyuta geçiş şartı anlatılıyor. Tek şartı var: Tanrı olmamak! O kapıda “tanrı giremez” deniyor. Bir ara çok önemli bir gündemdi ve üniversitelerin kapısında “türbanlı girilmez” yazardı, içeri geçiş için gereken şart oydu! Öğrenci baktı o yazı var, girecekse türbanını çıkarmak zorunda kalırdı. Çünkü kapıdaki koşul oydu o zaman! O koşula göreysen kapıdan geçebiliyordun! Bu dünyada öyle bir koşul koymuş olabilirler, ama ESAS KAPI’da da bir koşul var ki; Tanrı Giremez! O tanrılar bu kapıdan giremez! Kim kendisini tanrı ilan etmişse, kim kendisini rab ilan etmişse, Allah’ın Rab Gücü’ne sahip çıkmışsa ve ona göre bir hayat düzenlemişse o cennet ortamına giremez, onun gireceği mekân cehennemdir! O zaman sonuç şudur: “A’’ Takdim Formu” TANRILAR DÜNYASI’dır, bu kesin! Tanrıların daha sonra yaşayacağı ortam CEHENNEM’dir, bu da kesin! Çünkü CENNET KOŞULU; İlla Allah! Manzara bu! Buna inandıysak, “A” Takdim Formu”nu çok iyi tanımak ve ondan kurtulmak şarttır! Bunun için “nefse zulm”ü iyi bilmek gerekiyor. Çünkü nefse zulüm, “A” Takdimi hayatının diğer adıdır. “Nefse zulmetmek, nefse zulüm’’ diye duyduğunuz, okuduğunuz şeyler “A” Takdim Formu” hayatını anlatır. “A” Takdim Formu”, Rab Gücü’ne sahip çıkılarak ilan edilen Rablık/tanrılık olduğu için, müstakil rablığın ilan edildiği bu hayat yaşanırken kişideki Rab’bın/nefsin hakkı verilmez! O hakkın gasp edilmesi zulümdür, nefse zulmetmektir! ZULMETMEK bir şeyin hakkını vermemektir. Rab gücünün hakkını vermeyen hayatın ismi NEFSE ZULÜM HAYATI’dır. Ve bu hayatın gereğidir ki; kişi hem nefsine hem de çevresindeki [özellikle] inananlara zulmeder. Nefsine zulmeden bir kişi “TANRILAR SAVAŞI” içerisinde olduğu için insanlara haklarını vermez, ama özellikle bilinçli şekilde imanlılara da zulmeder, imanlılardan rahatsız olur. Bu nefse zulüm haline yol açan nedir? “Allah’ı HAKKIYLA İDRAK edemediler.” (Hac-74). Kimler? Takdim noktasında sapanlar! B0 noktasına gelip, Allah’ı hakkıyla idrak edemedikleri için rablıklarını/tanrılıklarını ilan edenler, tanrılık iddiası üzerine oturan bir hayat düzenleyenler! Ayet, onların neden o halde olduklarını söylüyor. “Rabbiniz hakkında beslediğiniz ZANN var ya, işte sizi o mahvetti ve siz kaybedenlerden oldunuz.” (Fussılet-23). Bu ayet de kendini “A” Takdim Formu”yla tarif edenlerin düştüğü zan ve o zanna göre düzenledikleri hayat hakkında uyarıyor! Mahvolmaya yol açan sebep, kaybettiren şey, Allahu Rabbulalemin hakkında beslenen yanlış zandır! “Kendi HEVASINI KENDİNE TANRI EDİNEN’i gördün mü?” (Furkan-43:). Kendi hevasını kendine tanrı edinmek nasıl bir şeydir? Kendi hevasını tanrı edinmek; kişinin arzusunu, hedefini; kendine ait bir şeyi tanrı edinmesidir, Sen Tanrı mısın? 239 kendi uydurduğu bir şeyi tanrı edinmektir, rablık ilan etmektir! Yine “A” Takdim Yolu”na götüren bir neden açıklanıyor ve bu yoldaki kişi tanımlanıyor! “İSLAM DIŞINDA DİN arayandan bu kabul edilmez.” (Al’u İmran-85). “A” Takdim Formu”nda olanlar kendi rablıklarını ilan etmeleri nedeniyle “İslam dışında bir sistem” ortaya koymuş olurlar ve ortaya koydukları sistemin hayat tarzını yaşarlar! Ama bu onlardan kabul edilmez! “İnne’d Diyne ındallahi’l İslam; Allah indinde DİN İSLAM’DIR” (Âl’u İmran-19). “Allah indinde DİYN nedir?” diye soracak olursan, yalnızca İslam’dır. Peki, İslam nedir? İSLAM o sistemin ismidir! Bir önceki ayette; İslam dışında din arayandan bu kabul edilmez buyrulmuştu! Eğer İslam dışında bir sistem arıyorsanız, onun dışında bir sistem uydurmuşsanız, bu asla kabul edilmez! “A” Takdim Formu”nda olanlar, kendilerine ayrı bir dünya oluşturmakla “İslam dışında bir sistem” ortaya koymuş olurlar ve o sistemin hayat tarzını yaşarlar! Bu yüzden uyarılıyoruz: yanılmayın, Allah indinde sistem İslam’dır. “Hiç şüphesiz şirk çok BÜYÜK BİR ZULÜM’dür.” (Lukman-13). “A” Takdim Formu”nda olanlar bir şirk içerisindeler. Çünkü rablıklarını ilan ettiler, Allah’ın Rab gücüne sahip çıktılar, Allah’ın onlarda bulunan Rab gücüne “benim” deyip bir şirk oluşturdular. Bakın, hiç şüphesiz şirk çok büyük bir zulümdür. İşte nefse zulüm denilen halin “A” Takdimi olduğunu gösteren bir ayet daha! Şirk içerisinde olanlar hiç şüphesiz büyük bir zulüm içerisindeler, zulüm yapıyorlar. Konu ne olursa olsun, zalim; bir şeyin hakkını vermeyendir. Bir şeyin hakkını vermeyen o konuda zulmediyor demektir, zalimdir. “Eğer şirk koşarsan amellerin BOŞA GİDER.” (Zümer-65: ). Eğer “A” Takdim Formu”ndaysan amellerin boşa gider. Ayet çok açık: Eğer şirk koşarsan, [“A” Takdim Formu”ndaysan] kendini böyle takdim ettiysen, bu takdimle ilgili bir hayat düzenlediysen amellerin boşa gider. O amellerin İhlâs Hayat Döngüsü Hayatı içinde bir anlamı yoktur, orası için bir anlam taşımazlar. “Allah kendisine şirk koşulmasını asla BAĞIŞLAMAZ. Bunun dışındaki günahı dilediğinden affeder.” (Nisa-48). Şirk koşmak “A” Takdim Formu”nda olmaksa... “İblis dedi: “İzzetin adına yemin ederim ki, bütün kullarına yollarını şaşırtacağım, İHLASLI KULLAR’ın hariç olmak üzere.” (Sad; 82, 83). “Bütün kullarına yollarını şaşırtacağım” diyor. İblis’in görevi bu! Ama İhlâslı kulların hariç olmak üzere! O zaman bilmek önemli değil midir; İhlâslı kul nasıl olunur, nasıl olursam ihlâslı olurum ve şeytan yolumu şaşırtamamış olur? Eğer 240 Yılmaz DÜNDAR bir kişinin bilinç ve şuuru İhlâs Hayat Döngüsü içindeyse, yani “B” Takdim Formu”nda yaşıyorsa o İHLASLI kişidir. İHLAS’ın bundan başka bir tarifi yoktur. Bu yüzden, o surenin ismi İHLAS SURESİ’dir. Bu hayat döngüsünün manası, ifadesi o surede yerini bulduğu için o hayatı benimseyen, o hayatı kendisine düstur edinen kişi İhlâs Hayat Döngüsü içerisinde olur; “ihlâslı” olur. İhlâsla beraber nelerin başlayacağını, nelerin geleceğini konuşacağız, inşaAllah. Biz şimdi öncelikle “A”dan kurtulmalıyız. Bu yüzden hep “A” diyoruz, hep “A”yı konuşuyoruz... Bu yüzden “A” takdiminin özelliklerini farklı şekillerde söylemeye çalışıyorum ki; “A” Takdim Formu”nda nasıl bir hayat var, ne olunca orada oluyoruz?”u çok önemsemiş, irdelemiş olalım. Bunun üstüne o kadar düşeceğiz ki, hayatınızın gününe değil saniyesine bakıp [“A” Takdim Formu”nda mıyım, “B” Takdim Formu”nda mı?”] karar verecek hale gelebilesiniz ve verdiğiniz bu kararda da mutmain olabilesiniz. Çünkü bu kararda mutmain olmak “B”de karar kılmaktır ve o Nefs-i Mutmainne’dir. Nefs-i Mutmainne budur! İHLASLI HAYAT budur. “B”ye bu yolculuk nasıl başlıyor? Hatırlayacaksınız, daha önce İhlâs Hayat Döngüsü’ne PARALEL BİR CADDE’den bahsetmiştik. İhlâs Hayat Döngüsü’nde olmayan ona paralel bir yol ve o yolda bir hayat vardı. Bir kişi “A” Takdim Formu”nda yaşıyorken yanlış yaşadığını fark eder ve takdim ettiği o hale levm ederse yolun yönü değişir. Kendisine levm etmekle bu yan caddeye gelir. Oluşturduğu bilinç noktasına göre bu caddenin bir yerine düşer ve B0Noktasına doğru ilerlemeye başlar. Bu paralel cadde, yan cadde çok enteresandır! Öyle yerleri var ki, orada “din konusunda çok önemli“ bildiğiniz kişileri görürsünüz, orada çok önemli din adamları vardır! Onlar -hâlâ- kendilerinin müstakil bir hayatı var sandıkları için, çok ileri dini bilgilerine ve çok iyi etiketlerine rağmen İhlâs Hayat Döngüsü’ne geçemiyorlar! Çünkü onlara göre “bir Allah, bir de müstakil kendileri” var. Kendi aklı, kendi iradesi var sanan bir idrakı yaşıyorlar! “Ben varım” dedikleri, bu yüzden de kader sırrını kavrayamadıkları için oluşturdukları kader anlayışına göre bir hayat bina etmişlerdir. Ona göre yorum yaptıkları ve yaşadıkları için bu caddededirler ve kalmak zorundadırlar! Oysa siz onları çok önemli isimler olarak duymuş olabilirsiniz. Kader anlayışları, kadere bakış açıları İhlâs Hayat Döngüsü içinde değilse maalesef durum budur. Çünkü “La ilahe illallah” demekle imzaladıkları anlaşmayı bozuyorlar. Size ilkokul matematiğinden bir örnek vermiştim. İşlem yapmadan önce Kerrat Cetveli’ni ezberlediğimizi, ilkokul iki, üç, dörtte gece gündüz onu ezberlemek için uğraştığımızı anlatmıştım. Tahtaya kalkıp bir çarpma yapacağımızda dört kere dört; on altı di- Sen Tanrı mısın? 241 yebilmemiz gerekiyor. Hepimizin onu diyebilmesi için de Kerrat Cetveli’nde anlaşmamız gerekiyor. Hem o anlaşmayı yapıp hem de “iki kere iki beş” yazılır mı, olabilir mi öyle bir şey? Olmaz! O zaman siz o konuda doğru yapıyor olmazsınız. Çünkü sizin anlaşmanız “iki kere ikinin dört etmesi”dir. Şimdi düşünün; bir kişi anlaşma yapıyor, “La ilahe illallah: Bir başka varlık, müstakil bir akıl, bilinç, güç yok” diyor. Ama hesap yapmaya gelince; “Allah’ın kendine ait gücü, benim de kendime ait gücüm var” diyor. Anlaşmaya uymamış oluyor, o yüzden bu caddede kalır o! Çok önemli din bilgini gibi olabilir ama yan caddede kalır. Çünkü iş uygulamaya gelince; “Allah iyiyi, kötüyü göstermiş, Rasulüyle de nasıl yapacağımızı öğretmiş. Benim de müstakil aklım var; dilersem iyiyi, dilersem kötüyü yaparım. Yanlış yaparsam cezalandırır, iyi yaparsam da kendim yaptığım için kazanırım” demeye başlıyor, çalışıp bir şey kazanacağını sanıyor. “Kendisinde müstakil bir güç var” sandığı için böyle düşünüyor! Bu yolda neden “Allah” diyerek ama bir üst makama, üst tanrıya niye inanılır? Çok açıkladık, ama hatırlatalım: Kişinin kendi ilan ettiği tanrılığın bir yerde gücü yetmemiştir, bir güç gerekir, aklına “üst tanrı” gelir. Bir hastalık, bir sınav, yoksulluk, bir sıkıntı olur da gücü yetmezse der ki; “ey [üst] tanrım, burada gücüm yetmedi, bana yardım et.” Yolda arabası kalmış birinin “bir el atın da araba yürüsün” demesi gibi, “Allahım bir el at da bizim hayat arabası yürüsün” der. Gücü yettiği sürece Allah’tan bir şey istemek aklına gelmez, çünkü hallediyor. Bazen duyarsınız “buraya kadarı benden, gerisi senin Allahım, sonrasına Allah Kerim...” denir. Bu tanrı sisteminin bakışıdır, bu hayat tarzı İhlâs Hayat Döngüsü’nün değildir, tanrıya aittir. ÜST TANRI İNANIŞI tanrılığını ilan etmiş olana aittir. Buna dua diyorsanız böyle bir dua sistemi yoktur! Bunları tek tek bulup “terk etmek” gerekiyor. TERK ETMEK! “A” Takdim Formu” hayatını ve özelliklerini tanımamızda önemli bir özelliktir ki; “A” Takdim Formu” TERK EDEMEYENLER DİYARI’dır! Burası terk edemeyenler diyarıdır! Demek ki “terk edemeyenler”den olmak çok tehlikeli! Bu yüzden “terk” kelimesi tasavvufta karşımıza çok önemli bir hayat tarzı olarak çıkar. TERK öyle bir şeydir ki; siz ancak o terklerden sonra İhlâs Hayat Döngüsü’nün “Lem yelid ve lem yûled” alanına düşersiniz. Bir de “Lem yelid ve lem yûled”in bittiği bir yer vardır ki; orada da TERKİ TERK edersiniz, artık terkle işiniz olmaz. Orada da karşınıza o ortama ait terk edeceğiniz bir şey çıkacaktır, ama o legaldir; rab ilanlığı değildir. Bu iki terk karıştırılmamalıdır. Kişi vehmin zulmetinde [“A” halinde] yaşadığının farkında olmadan o halde yaşarken yaptığı terkleri “B”nin terkleri sanmasın. Bu yüzden “terk”in ona kazandıracağı sıçramalardan yoksun kalır. Bir 242 Yılmaz DÜNDAR arkadaştan örnek vereyim. Kendisine defalarca “şu sigarayı içme, günah” demişimdir. GÜNAH derken; Allah o işten razı olmaz, onda zarar var” demek istiyoruz, günah budur. Bu anlamda zarar günah demektir, fayda SEVAB demektir. Siz zarar ve faydayı “A” Takdim Formu” dünyasının kabullerine göre tarif ederseniz günahı ve sevabı doğru tanımlamış olmazsınız. Kast edilen bu dünyaya ait zarar ve fayda değildir! ZARARDASIN; yani “A” Takdim Formu”ndasın! FAYDADASIN; “B” Takdim Formu”ndasın! Başka da zarar ve yarar yoktur! Bu dünyada tanrılar arasındaki zarar ve yarar değil! Terk işine de öyle bakarsan yanılırsın! Evet, “arkadaşım içme şunu, işte bak günah” deriz, burun kıvırır, önemsemez. Aradan yıllar geçer, birkaç arkadaşının hastalığını görür, duyar; sigara içtiği için şu olmuş, bu olmuş, ödü kopar; eyvah, biz de öyle olursak? Bir gün karşılaşırız; “biliyor musun, ben sigarayı bıraktım” der. Sanırsın ki haram diye bırakmış, sorarsın; çok iyi, nasıl oldu bu iş? “Şunu duydum şöyle hasta, bunu duydum böyle hasta, bu yaştan sonra korktum bıraktım!”Sigarayı bırakmakla faydalı bir iş yaptı ama bu terkin tasavvufla, Allah rızasıyla alakası yok! Allah için terk etmemiş! Yine tanrılığı için terk etmiş! Ölümden korkarak, akciğerini, bir başka organını kaybetmekten korkarak terk etmiş, tanrılar dünyasıyla ilgili bir terk! Yapmasın mı? Yapsın! Ama onu “B”nin terki zannetmesin. Çünkü “günah” dendiği zaman burun kıvırıyor! Allah için, “B” Takdim Formu”na girmek için bırakmış değil! “A” Takdim Formu”nda sağlam kalayım. Başka tanrılar tarafından ezilmeyeyim, başka tanrılar beni çirkin görmesin, başka tanrılar beni güçsüz görmesin, başka tanrılar beni çiğnemesin, başka tanrıların arasında tutunayım” diye bırakmış. Kazanır ama tanrılar arasında güç kazanır ama tanrıların içinde de kalır! O zaman ona; “La ilahe (tanrılar giremez) illallah” derler. “A” Takdim Formu” terk edemeyenler diyarıdır. Oradan kurtulmaya talip olan kişinin “B” Takdim Formu” yaşantısı için yapacağı muhasebelerden birisi budur: Ben neyi terk etmeliyim? Terk edeceği bir şeyler bulmalı, zorlamalıdır! “A” Takdim Formu”nun veri tabanı ancak böyle fonksiyonsuz hale gelir. Terk edecek bir şey bulmalı ve Allah rızası için terk etmeli, daima! Bir şeyi Allah rızası için yapabilmek için, önce “Allah rızası nedir?” bilmek lazım! ALLAH RIZASI “B” Takdim Formu”na girebilmektir. “Ben bunu Allah rızası için yapıyorum” diyene; “Allah rızası için yapmak nedir?” diye soruyorsun, bilmiyor. Bildiğini sanan ise; “bir karşılık beklememektir” diyor. O güçlü tanrıdır, bir şey istemeyen tanrıdır, bir karşılık beklemeyen tanrıdır. Allah’a bahşiş veriyor, diyor ki; ne senden ne başkasından bir şey istemiyorum. Öyle Allah rızası olmaz! Allah rızası; “B” Takdim Formu”nun yaptığı şeydir. “B” Sen Tanrı mısın? 243 takdiminde olan ne yapıyorsa o Allah rızasıdır! Kişi “B” takdimindeyse onun “Allah rızası için” demesi önemli değildir, “bu işi Allah rızası için yapıyorum” demesi gerekmez. Yani siz Bursa’ya giden otobüse bindiyseniz “Bursa’ya gidiyorum” demeniz gerekmez. Bir kere biletçiye “Bursa’ya bilet ver” dediniz mi, bitti! Otobüste durmadan “Bursa’ya gidiyorum, Bursa’ya gidiyorum..” derseniz, “yeter ya” derler, indirirler sizi! Durmadan “Allah rızası için” demeniz gerekmiyor. O otobüse binmişsiniz, “B” Takdim Formu”ndasınız; yolunuz, gidişiniz, yörüngeniz zaten o! “A” Takdim Formu” niye vehmin zulmetidir? Yaşadığımız bu hayat aslında bir vehim! Bu vehmin bir legal yanı, bir de karanlık yanı var. LEGAL yanı “lem yelid ve lem yûled yolu” üzerinde olandır. KARANLIK yanı ise, legal olan bu vehmin suiistimal edildiği sapmış yerdir. Kişi asi olunca öyle bir takdim yapıyor ki o vehmi suiistimal ediyor ve VEHMİN ZULMETİ, karanlığı oluşuyor. Bu yüzden “A” takdiminde, asıl yaratılan yapıyı, vehmi suiistimal etmekten kaynaklanan bir güç işgali, bir Rab işgali vardır. İşgal ediyor ve “bu güç benimdir” diyor, böylece yeni bir hayat başlıyor. Bize bu işgalden kurtulmayı öğreten önemli şeylerden birisi “La havle ve La kuvvete illa Billâh”dır. Eğer manasını anlamamışsak bunu da çok yanlış kullanırız. Mesela sinirlendiğimizde teskin edici, Diazem gibi kullanırız: Hele bir “la havle” çek, “ve la havle ve la kuvvete” de! Değil! Din’e ve dualara böyle bakmamak lazım! Ve La havle ve La kuvvete illa Billâh demek; “A” Takdim Formu” yok demektir. Ve La havle ve La kuvvete; yani “A” takdiminde ilan edilen korkular ve kuvvetler yok! İlla Billâh; ancak Allah’tan korkulur, kuvvet ve güç O’nundur: Ve La havle ve La kuvvete illa Billâhil aliyyil aziym! Bu yüzden Salât-ı Tesbih çok önemlidir! Bu salât boyunca kıyamda, rükuda, secdede bu bilinçle “ve La havle ve La kuvvete” der, “A”yı yok ederiz: Öyle bir korku, öyle bir kuvvet yok Allahım; illa Billâh! Salât-ı Tesbih bu yüzden “B” Takdim Formu”na geçmek için bir laboratuardır, bu işin önemli bir laboratuarıdır. Efendimiz buyuruyor ki: “Cennetin bedeli La ilahe illallah’tır!” Başka bir bedel yok; La ilahe illallah! Yani eğer tanrı değilsen cennete girersin! Bu kadar! Tanrıysan, ister hümanist ol, ister çok dürüst ol fark etmez. Etiketin ne olursa olsun cennete girmen mümkün değil! Tanrılara kapalı! Tanrılıktan kurtulmak isteyen için Efendimizin öğrettiği bir dua var, onu hatırlatmak isterim: “Allahümme ahricniy min zulümatil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi.” Bunu artık daha şuurlu söyleyebiliriz. Gürdük ki “A” Takdimindeyiz ve o takdim vehmin zulmetiymiş, vehmi suiistimalmiş. Sığınıyor- 244 Yılmaz DÜNDAR sunuz: “Allahım beni vehmi suiistimal etmekten koru, kurtar, çıkar. Beni bu karanlıktan çıkar, bana indinden gelen bir anlayış ver de Nurlu Yolu nasib et, İndinden bir anlayış, bir nur nasib et, beni “B” tarafına gönderiver.” Dualara bu anlayışla baktığınız zaman mana nasıl değişiyor değil mi? Dualarda HEDEF koymuş oluyorsunuz! Hedef koymak ve koyduğunuz hedef netleşiyor değil mi? Diyelim ki elinizde Scud füzesi var, baktınız etkili, gönderip duruyorsunuz. Sorulunca da “günde yüz tane Scud füzesi gönderiyorum” diyorsunuz. Nereye? Ses yok! Ama şimdi hedef koydunuz; füzeyi kilitleyeceğiniz yer vehmin zulmeti! Hedefe kilitle ve gönder. Bakara-257. ayet hem bu duayı teyid ediyor ve müjdeliyor hem de bu zulmete işaret ediyor: “Allahu veliyyülleziyne amenü, yuhricühüm mine’z zulumati ile’n Nur. Allah inananların Veli’sidir, onları karanlıklardan, vehmin zulmetinden alır çıkarır, aydınlığa nura sokar”. Ayette bahsedilen ZULMET “A” takdimidir! Ayetlerde ve hadislerde hep “A”dan kurtulmamıza işaret edilir. “A” Takdim Formu” dedi ki; benim bir gücüm var, “BEN” rabbım. “B” Takdim Formu” ise, ben Allah’ın dileğinin suretiyim manasında “BEN” diyor! İkisinde de takdim var, ikisinde de “BEN” var. Bu “BEN”leri hiç karıştırmamak lazım! “BEN” kelimesi tasavvufta o kadar önemli ki, onun nerede ne olduğunu bilmeyince, kişi neyi yok edeceğini bilemez! Bir şeyi yok edecek, ama neyi yok edecek bilemez, uğraşır durur. Eline bakar; bunlar yok, ayağına bakar; bunlar yok, etrafa bakar; bunlar yok… Bir şeyi yok edecek, ama neyi yok edeceğini bir türlü yakalayamaz! Hangi “BEN”i yok etmeli? Yok edilecek “BEN” vehim olan “BEN”dir. Vehmin zulmetinde söylenen “BEN” yok edeceğiniz “BEN” değildir, o hiç OLMAMASI GEREKEN “BEN”dir! Çünkü o tanrılıktır, o Rablıktır; zaten yoktur! Bizim o zandan kurtulmamız gerekiyor. “Zaten yok” olan o “BEN”i çok iyi tanımak gerekiyor ki o zandan kurtulalım. Ondan kurtulmak için “A” takdiminin veri tabanını iyi bilmek, sürekli bir analiz içinde olmak lazım: Bendeki hangisi? Kendimizde o testi yapmak için ipuçları verelim: “A” takdiminde olanın veri tabanında ÖFKE vardır. Öfke ona ait olduğu için “öfkeli anda ölen imansız ölür” denir. Neden? Çünkü öfkeliyken rabdır o! Öfkeliyken rablığını ilan etmiş olduğu için, ölürse öyle ölür. Öfkenin her türlüsü “A” ya aittir, çünkü tanrı hazmedemediği yerlerde öfkelenir! O tanrıya ait bir iştir, çünkü “B”de öfke olmaz! “B”de sizin hoşgörünüzü koruyacak bir CELAL vardır ve o çok farklı bir şeydir. O sizin hoşgörünüzün suiistimal edilmesini engelleyen bir bekçidir; Celal’dir! Ve o yalnızca koruyacak kadar görünür! Eğer koruma anında bir adrenalin oluşur da coşarsanız bir anda “A”ya düşersiniz. Hoşgörünüzü koruyacak kadar bir Celal. Efendimiz Sen Tanrı mısın? 245 buyuruyor: “Hoşgörünüzü koruyacak bir Celal yoksa o hoşgörüden maraz doğar. İçinde Celal olmayan hoşgörüyle karşılaşırsanız bilin ki o “A”ya aittir! Dünyada anlatılan hoşgörü “A”nın tarifidir. “B” Takdim Formu”nun hoşgörüsü kaderle, kader sırrıyla ilgilidir. Kaderi kavramaktan ileri gelen bir haldir, “var’ı, var olduğu haliyle sevebilme” yeteneğidir; HOŞGÖRÜ budur. Tanrılar dünyasının hoşgörüsü ise dayanma ve katlanmadır; “ne yapalım, sana da katlanacağız, bizim gibi düşünmesen de ne yapalım katlanacağız” denir. “B” Takdim Formu”ndaki böyle bir hoşgörü değildir. “B”deki kişi kaderi öyle yaşıyordur ki, “var’ı, var haliyle sevme” onda hayat bulmuştur. Ama onun bu hali tanrılar tarafından suiistimal edilecek olursa bir de küçük bekçisi vardır; CELAL! Aksi halde tanrılar onun imanî hoşgörüsünü suiistimal eder, ona zarar verirler, onu korumak gerekir. Onu korumak; tanrıları ezmek, yok etmek değildir! Sadece “B”yi koruyacak kadar! İşte onun adı Celal’dir! Öfke gibi, merak gibi, daha ne kadar varsa, “A”ya ait veri tabanının bu tuzaklarından ancak terkle kurtulabilirsiniz. “A” ile ilgili özellikler diye saydıklarımı “terkler” listesine koyun ve Allah rızası için hemen terk etme kararı alacağınız neler çıkacak karşınıza, bir bakın! Terk etmeniz gereken o kadar çok şey var ki! O durumda, eğer terk edemeyenlerden olursanız terk edilirsiniz! Bir ayet meali; onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu! Evet, ya TERK EDEMEYENLER’den olacaksınız terk edileceksiniz veya TERK EDENLER’den olacak kazanacaksınız veya terk edenlerden olup sonra da TERKİ TERK edeceksiniz. Terk’le ilgili üç grup, üç kategori böyledir. “A” takdiminde yaşayanın düştüğü en önemli tuzaklardan birisi de MERAK’tır. Merak bizim veri tabanımızda var, olması da gerekiyor. “A” Takdimi”ndeki insan vehmi suiistimal ediyor, ona zulmediyor. Çünkü onun işi zulmetmek, suiistimal etmek! İşi o olunca, eline ne geçerse mesleğini onda icra ediyor. Bu yüzden “merak” yeteneğini de suiistimal eder. Merak gibi güzel bir yeteneği alıp, tanrıları merak etmede kullanır. Hep tanrıları merakta kullanır! Merak aslında Allah’ı merak etmek için verilmiştir, önemi buradan gelir! Eğer siz merak gibi güzel bir yeteneği Allah’ı merak etmede kullanırsanız, “onlar Allah’ın nasıl yarattığını düşünürler, tefekkür ederler” ve “hiç düşünmez misiniz?” ayetlerini yerine getirmiş, yaşamış olursunuz. Ama siz “Allah’ı tanıma fırsatı yakalayalım” diye verilen merak duygusunu alır, suiistimal ve işgal eder, başkalarını merak etmede kullanırsanız o ona zulümdür. Ve eğer siz, merakı öyle işlerde kullanıyorsanız bilin ki; bir DEDİKODU (bir merak) otuz altı zinadan günahtır! Ama onu Allah’ı merak 246 Yılmaz DÜNDAR etmede kullanırsanız o TEFEKKÜR’dür, çok üst seviyede bir ibadettir! Merakı suiistimal ederseniz çok derin bir cehennemi mevki oluşuyor, yerinde kullanırsanız önemli bir cennet mevkiine dönüşüyor! “A” Takdim Formu”nda olanlar BÖLÜCÜ’dür, mutlaka bölerler: “Bizden değil, bizim gibi değil. Bu yüzden ona yaşama hakkı vermeyelim, ona ekmek vermeyelim. O işçi bu patron, o siyah bu beyaz, o güzel bu çirkin, o zengin bu fakir, o kapıcı bu genel müdür, o kadın, şu çocuk, bu zayıf” der hep böler. Bölmek ne getirir? Hak verirken adaletsizliği getirir. O bakan ona büyük verin, o işçi ona küçük verin, bu öksüz, yetim, vermesen de olur, hakkını arayamaz, onun elinden al şuna ver... Bu bölücülük nihayet çok tehlikeli bir şeyi getirir; ŞİDDET. Bir ara sporda şiddet çok gündemdeydi. Şiddetin, özellikle stadyum şiddetlerinin önlenmesi için bir sürü yöntemler öneriyorlardı. Bedava bilet vermeyelim, amigo şunu yapsın, kapıda şöyle yapalım... Hayır! Sen bölücü davrandıkça şiddet kalkmaz! Sen bir takımı bile bahane edip insanları böler, fanatikliği destekler, herhangi bir konunun fanatiğini üretirsen, bölmenin geleceği yer şiddettir. Bölme; neticede şiddeti getirir, mutlaka şiddeti getirir. Eğer siz İslam adına bile bölücülük yapıyorsanız İslam’ı kullanarak şiddet uygularsınız. Oysa İhlâslı hayatta, “B”nin hayatında şiddet yoktur, öyle bir şey olmaz. Şiddeti kim uygulayacak? Tanrı yok ki şiddet uygulasın! O iş tanrılar dünyasının işi! Kural bu: Tanrıysan bölücüsündür. Bölücü bir başlangıcın neticesi de şiddettir! Çünkü bölücü bir işi diliyle halledemiyorsa eliyle halleder! Tanrının önemle ve devamlı yaptığı bir işi de ŞİKAYET’tir, hep şikâyet! Bir bakın hayatına, tanrının hayatına; hep şikâyet, her şeyden şikâyet... Tanrı TAKDİR bekler daima! Tanrı takdir ister. Takdir etmeyene de küser. Gücü yetiyorsa açıktan, gücü yetmiyorsa gizlice küser. Tanrının özelliğidir; daima herkesten takdir ister. Çocuğundan bile! “Nankörler, hayatımı size verdim, yaptığınıza bakın!” Niye? Onu takdir edemediler! Takdir istiyor... Tanrı daima her konuda KANDIRIR. “Ne olacak” der, belki küçücük konulardır ama kandırır. Kandırmak kişiyi katı bedende sabitler. Kandırdıkça beden kalınlaşır, ondan kurtulamazsınız. Ve katı bedenin yeri cehennemdir. “B” Takdim Formu”nda ise şeffaf yaşamak çok önemlidir. Bu yüzden orada kandırma olamaz! Cennettekilerin bedenleri nasıl tasvir edilir, baktınız mı nereleri görünür, nasıl bir şeffaf bedenleri vardır, hiç okudunuz mu? Şeffaf yaşamak sizi ŞEFFAF BEDEN’e götürür... Sen Tanrı mısın? 247 İstemek ve almak, ALMAYI SEVMEK tanrının özelliğidir: O hep ister. Amirse memurlarına bakar, kendine hizmet ister, ona versinler ister. Eşinden, çocuklarından ister. Ne olduğu, kim olduğu önemli değil, ister. Onun işi istemek ve almaktır! Hep “ne isteyeceğim?” diye düşünür! “A”nın yaşantısı HARAMLARA MEYİL’lidir. Bunu mutlaka incelemelisiniz: Haramlara meylimiz var mı, nasıl fark ederiz? Şu düşünceyi test edin: “Allahım, olmasan ne güzel yapacağım ama hep sen çıkıyorsun karşıma. Tam bir şey yapacağım sen çıkıyorsun. Öyle dostlar edineceğim ama yasaklamışsın. Bana uygun, sıcak, sempatik gelen şeyleri hep yasaklamışsın!” Harama meyli gördünüz mü? Talib kişi “meyilli miyim?” testinden ziyade “hangi haramlara meyilliyim?” analizi yapar ve kendinde onları arar, bulur. Ve terk başlar... Ama nasıl bulacak da kurtulacaksınız? Kurtulmanın yolu UMURSAMAK ve RAHATSIZ OLMAK’tır! O işi umursamak ve rahatsız olmak şarttır! Çok umursamak ve çook rahatsızlık şarttır! İnsan kendinin bazı konularda “B0” noktasına yakın, bazılarında uzak olduğunu görebilir. Bir konuda B0 noktasından uzak olduğunuzu fark ettiniz diyelim, yani tanrılıktan kurtaramadığınız bir konu var, fark ettiniz ve rahatsız oldunuz. O rahatsızlık sizi hemen yaklaştırır, o konunun nefs-i levvamesine gelirsiniz. O rahatsızlık size “Allahım, ne yapayım da bundan nasıl kurtulayım?”ı açarsa tövbe edersiniz. Tövbe ettiğiniz zaman “B” Takdim Formu” kapısı açılır. İçeri girebilmek için bir hedef koymanız, dua etmeniz gerekiyor! Duanın nasıl bir hedefe, hedefin de nasıl duaya dönüştüğünü gördük. “Ne istiyorsun, hazinenin kapısı açıldı ne istiyorsun?” dendiğinde bir şey istemelisin, bir talepte bulunmalısın, kendine ait bir hedef koymuş olmalısın; işte onun ismi DUA’dır! Ancak o zaman rahatsızlık, tövbe ve dua mekanizması çalışır. Bu mekanizmayı çalıştırdığınız zaman, Allah’ın izniyle her şeyden sonuç alırsınız. Tövbeden biraz bahsedelim. Hayatınızda tövbeye üç türlü rastlarsınız. Daha çok cezadan korkarak yapılanın adı TÖVBE’dir, “bunu yapıyorum ama bir ceza göreceğim!” korkusuyla yapılıyorsa o tövbedir. İş fark edildikçe ceza korkusuyla değil de cennet ve sevab umuduyla yapılan tövbeye İNABE denir. İlki Tövbe, ikincisi İnabe’dir. Bir şey Allah’tan utanıldığı için yapılmıyorsa ona da EVBE denir. Evbe utanç duygusudur, Allah’tan utanmaktır ve bu hal NASUH TÖVBESİ’yle çok ilişkilidir. Bir şey olur da “Allah’tan utanmıyor musun? Allah’tan da mı utanmıyorsun?” deriz, işte Allah’tan utanarak yapmak veya yapmamak Evbe’dir! Bu utanma insanı üst seviyeye götürür ve o 248 Yılmaz DÜNDAR zaman kişi Hz. Osman radıyallahu anh’ın halini anlar. O neden önemliymiş o zaman anlar. O Hz. Osman ki; “melekler bile ona yaklaşınca hayâ ederler” der Efendimiz. İşte onu o zaman anlarsınız! Utanma duygusu Allah’tansa ona EVBE denir ve Nasuh Tövbesi’nin açılmasında bu duygu önemlidir. O utanma duygusu normal hayatta da önemli, salât ikame ederken de önemlidir. Hem hayatta hem salâtta önemlidir. Konuyu salâta bağlayacak bir giriş yapalım inşaAllah. “B” Takdim Formu”ndaki kişi de “BEN” der. Ama bu “BEN”, “A” takdiminin söylediğinden farklıdır. Buradaki; Ben İlmullah’ta Allah’ın dilediğinin suretiyim diyor: O ilminde bir şey diledi, ben o suretim. Her şey O’nun dileğidir; ben buyum.” Bakın bir güç iddiası yok, ama “bir takdim” var, gene de “BEN” diyor ve kendisini takdim ediyor, bu yüzden “BEN’Lİ HAYAT” devam ediyor. Nefs mertebelerinde “ilerlemek için” kurtulunması gereken “BEN” bu takdimle söylenen “BEN”dir! Rablık ilanıyla söylenen “BEN” nefs mertebelerine “başlamak için” kurtulunması gereken “BEN”dir! Bunu fark edin! Eğer rablığını ilan etmiş kişinin söylediği “BEN”den kurtulmadan nefs mertebeleriyle uğraşırsanız, yani kişi “A” olduğunu fark etmemişse, o “BEN”den kurtulmadan “benlikten” kurtulmaya çalışıyorsa zavallı, güçsüz bir tanrıya döner. O yanlış bir iştir! “A” takdimiyle iddia edilen “BEN”i, zaten yok olan o “BEN”i etkisizleştirmek gerekiyor. Önce o! O suiistimalin bir bitmesi lazım. Ondan sonra “ben Allah’ın ilminde Allah’ın dilediğinin suretiyim” diyenin söylediği LEGAL “BEN” görülür. Bu yolda ilerlerken kurtulmamız gereken “BEN” bu “BEN”dir. Ondan da kurtulunacak hal olur, inşaAllah. Kişi kendini içinde bulduğu suiistimalden geri dönüşsüz kurtulursa “B” hayatı başlar. Oradaki hayat Esma’ül Hüsna’ların hayatıdır, “B” Takdimi’nde yalnızca Esma’ül Hüsna’lar vardır. Eğer siz Esma’ül Hüsna’lardan başka bir şey görüyorsanız “B” Takdim Formu”nda değilsiniz demektir! “B” olan Esma’ül Hüsna’lardan başka bir şey görmez. Bu hal, “ne yana dönerseniz Vechullah’ı görürsünüz” denilen haldir: (Bakara-115). Çünkü “B” Takdim Formu”nun hayat tarzında, her şey, her taraf Esma’ül Hüsna’dır. Oradaki manzara bu yasalardır, esmaların görüntüsüdür. “B” hayatıyla birlikte sırasıyla Fiillerin Tecellisi, İsimlerin Tecellisi, Sıfatların Tecellisi hayatları başlar. Onlara “tecelliler” denir, ama zaten O’ndan başka bir şey yok ki tecelli etsin! Velilerin hayatı diye okuduğunuz halleri o zaman yaşamaya başlarsınız. “O’ndan başka bir şey” var olmayınca, veli yaşantısı denilen o haller hiç umurunuzda olmaz. Niye? Zaten öylesiniz, öyle yaşıyorsunuz! Şimdi yaşadığınız bu hayatın Sen Tanrı mısın? 249 ismi; “B” Takdim Formu”dur ve salâttır! “B” Takdim Formu”nun hayatının ismi SALAT’tır. Bu yaşantının adı salâttır, YÖNELİŞ’tir. Salât ikame etmek yönelmektir, yöneliştir. Bu hayattaki kişi yöneliştedir, daima! Bu yüzden esas işimiz, esas konumuz salâttır. Salât deyince akla onu tamamlayan, tam yapan şey gelir; Fatiha! “Fatihasız salât noksandır” hadis böyle! Salât Fatiha’dır, Fatiha salâttır! Salât; yönelmektir, yöneliştir. Hem öyle bir yöneliş ki... Salâta başlarken “Allahuekber” der Tekbir’le başlarız. Tekbir ile ilgili yaygın bir yanlışı hatırlatalım. “Allahuekber yönelişi” anlatılırken onu anlatan eğer bir tanrıysa der ki: Siz elinizi kaldırıp Allahuekber demekle “Allahım, her şeyi arkada bıraktım, arkaya attım, şimdi Seninle meşgulüm” diyorsunuz. Bunu duyan kişi eğer işin aslını görmüşse bu açıklama ona çok saçma bir bakış gelir. Bir çocuğun oyuncaklarıyla oynarken babasını görüp “oyuncakları bıraktım, seninleyim babaa” demesi gibi gelir. Eğer Allah’a tanrı inanıyorsa öyle olur; gider Allah’ın önünde eğilir, hazır ol’a geçer, “oyuncaklarımı bıraktım Allahım, şimdi seninleyim” der. “Allahuekber” deyip oyuncaklarını atıyor, senedi sepeti, şunu bunu düşünmüyor. Çünkü Allah’ı o yönetiyor... Bunu iyi inceleyin, bu kişi öyle bir rablık ilan etmiş ki, Allah diye inandığını o yönetiyor, günahlara bile Allah adına o karar veriyor. Allah Kur’an’da “şu günahtır” diyor, Rasul’ü hadiste “şu günahtır” buyuruyor, ama ona göre o günah değil! Çünkü Rasul’ü de, Allah’ı da o yönetiyor! Olabilir mi? Tanrıysa olur, tanrının işi odur. İşte bunların tümü LA İLAHE’dir! Bu hali mağazada rastgele alışveriş yapana benzetip ona, “kasadan geçiremeyeceğin şeyleri doldurma!” diyoruz. Ama dolduruyor. Bırak doldursun, dünya mağazasında sepeti doldursun, neticede kasadan geçecek. Evet, salât yöneliştir ve yöneliş Allahuekber’le başlar. Tekbir’le siz teslim oluyorsunuz, “zaten teslim” olduğunuzu itiraf ediyorsunuz: Allahuekber! Bunu derken ellerinizle şeklen de teslimsiniz. Teslim haldesiniz, La havle ve La kuvvete illa Billâh halindesiniz: Allahım, bir kuvvet iddiasında değilim. Ne korkuyorum, ne benden korkulmasını istiyorum! Ve La havle ve La kuvvete (bir korku, korkulacak bir varlık, bir kuvvet iddiaları yok) İlla Billah (ben “B” Takdim Formu”ndayım. Salâta geldiğim için değil her an öyleyim; teslimim). “Eslemtü vechiye lillahi (yüzümü sana teslim ettim, sana yöneldim). Eslemtü li rabbil alemiyn (Âlemlerin Rabbine teslimim). Bu idrakla sen yönelişin yalnızca salât ikamesi sırasında seccadede yapılacak bir şey olmadığını yaşıyorsun. Şu söyleyeceğimi hayatınızda inşaAllah uygulayın: Hayatta ya- 250 Yılmaz DÜNDAR şarken Allahuekber’i sık kullanın, açıkladığımız manada, o idrakla “Allahuekber” deyin! Etrafta tanrıları gördünüz mü hemen “Allahuekber (tanrılar yok ve ben tanrı değilim. Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim) deyin. Sana yöneldim Allahım; Allahuekber! Hayatta, yaşarken “Allahuekber”i bu manada söylerseniz, salât ikame ederken de kendiliğinden o manada söyler ve kolay teslim olursunuz. Salâta başlamadan önce bu tefekkürü yapıp Tekbir almayı alışkanlık haline getirirseniz görürsünüz ki, salâtta siz İhlâs Hayat Döngüsü’ndesiniz, o yörüngedesiniz, Fatiha’yı o idrakla okuyorsunuz: “Bismillahi’r Rahmâni’r Rahiym Elhamdülillahi Rabbil alemiyn.” “Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym” Fatiha’nın ilk ayetidir. “Elhamdülillahi Rabbil alemiyn” ise ikinci ayettir. Bu iki ayeti ayırmadan okuyun. Bu iki ayette sıfatınızı belirlediniz: Allah ismi, Rahman ismi, Rahiym ismi ve Rab ismi, bu mertebeler, bu statüler sizin sıfatlarınız! Bunları ileride göreceğiz: Ulûhiyet Mertebesi, Rahmaniyet Mertebesi, Arş ve Rububiyet Mertebesi. Ulûhiyet’ten Rububiyet’e geldiniz ve Rab noktasında “Bismillahi’r Rahmâni’r Rahiym Elhamdülillahi Rabbil alemiyn” diyerek statü belirlediniz. Önemli bir işe girişeceksiniz, önce statünüzü belirlediniz. Statünüzü “Bismillahi’r Rahmâni’r Rahiym Elhamdülillahi Rabbil alemiyn” olarak belirlediniz. Şimdi de icraata geçiyorsunuz: “ErRahmani’r Rahiym, Maliki yevmidDiyn.” Rahman ve Rahim geçmişti, ama yine söylüyorsunuz. İlki statü belirlemekti, bu ise bir iş yapış! “ErRahmani’r Rahiym, Maliki yevmid diyn” iş yapıştaki halinizdir. Yolculuk devam ediyor; RAHMAN’la oluşacak manalar RAHIYM’le vücut bulacak ve MALİK şemsiyesi altına yerleşecekler: Rahman Rahiym Malik! “ErRahmani’r Rahiym, Maliki yevmidDiyn.” Bir Hadis-i Kudsi buyuruyor ki: “Fatiha’yı kulumla bölüştüm.” Buraya kadarki kısım Sahibi’nin seslenişidir. Şimdi Kul devrede, şimdi siz duruşunuzu belirliyorsunuz, sıra sizin takdiminizde! Artık siz “BEN” diyerek yaptığınız takdimle durum belirliyorsunuz: “İyyaKEe na’budu VE iyyaKE nestaıyn.” Bu ayetle siz bu noktada pozisyonunuzu, duruşunuzu belirlediniz. Oradaki duruşun idrakı çok önemli diyorduk ya, işte o pozisyonu, durumunuzu belirliyorsunuz; Pozisyonunuz Rum Suresi 30’un önerdiğidir: “Diyne (Sisteme) Hanif olarak yaklaş.” Artık “A” yok! Tefekkürle “Allahuekber” dedin, Fatiha okurken “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” diyerek “A”yı sildin. “Hanifim” dediğin için o etkisizdir artık. Rum-30’daki “Diyne hanif olarak yaklaş!” uyarısını duyup “semi’na ve ada’na; işittik itaat ettik” diyen Kul sisteme (dine, İhlâs Hayat Döngüsü’ne) hanif idrakla yaklaştı, şimdi o hanif haliyle “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” Sen Tanrı mısın? 251 diyor. Onu okurkenki şuurunuz “Rum-30 Duruşu”dır, HANİF DURUŞ’tur. Buna “İnsan-30 Şuuru” da diyoruz: “Ve ma teşaune (dileyen yok) illa en yeşeallahu (illa Allah).” İnsan-29 ve İnsan-30. ayetler kaderi anlamada ANAHTAR AYET’imizdir! Siz “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” derken Hanif’siniz ve “dileyen yok illa Allah” şuurundasınız. Madem dileyen yok, “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” dedikten sonra bir talepte bulunuyoruz, niye? Bunun nedeni İnsan Suresi 29. ayeti yaşamaktır. İnsan-30 imanı, İnsan-29 icraatı gösterir: “Dileyen Rabbini seçer.” Efendimiz’in açıkladığı kaderi anlamamızda en önemli anahtar bu yüzden İnsan-29 ve 30 ayetleridir! “Her şey Allah’tandır” diye inanmak İnsan-30’dur, onun gereğini yapmak İnsan-29’dur. “Her şey Allah’tandır” der bir köşede beklersen, beklemen gerekiyor demektir, o olur ve beklemenin karşılığını alırsın... İnsan-29 “dileyen Rabbini seçer” diyor, demek ki, ne gerekiyorsa onu yapacaksın, dilemek, seçmek budur: Bir icraat gerekiyor, bir şey yapman gerekiyor. Nasıl bir imanla? “Her şey Allah’tandır” imanıyla. Siz İnsan-29’u iman gibi görürseniz, “Allahım diledim seni seçtim” der onu iman zannederseniz “A” Takdim Formu”na düşer, tanrı olursunuz. Bu ayetle siz bir iş yapacaksınız. Bir icraat yaparken tanrı olmamak için İnsan-30 imanıyla (“Dileyen yok, illa Allah”) idrakıyla yapacaksın. İşini bu imanla yapan “B” Takdim Formu”nda iş yapmış olur. Aksi halde bir tanrı olarak kalırsın. “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşuyla şimdi talepte bulunacaksın. Talebde bulunabilmek için “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” pozisyonunda olman şarttır. Talebinin ortaya çıkması için “İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” duruşunuzu gösteriyorsunuz ve istiyorsunuz: “İhdina’s Sıratal Müstakim.” Sırat-ı Müstakım’i, Doğru Yol’u istiyoruz. “Billahi anlamıyla Allah’a iman edenleri ve bu imanın gereğini yaşayanları Allah Zati rahmet ve faziletine erdirir ve sırat-ı müstakıyme hidayet eder.” (Nisa-175). “B” Takdim Formu”yla iman edenler ve böyle iman edip buna uygun yaşayanlar müjdeleniyor. Ama “iman ettim” deyip de “A” Takdim Formu”ndaki gibi yaşayanları değil! “B” imanına uygun yaşayanları! Allah onları Sırat-ı Müstakime hidayet ediyor, “A” gibi yaşayanları, “A” olarak yaşayanları değil! “Salât ikame ediyorum” diye “A” takdiminde namaza durup “İhdina’s Sıratal Müstakim”le Doğru Yol’u isteyeni değil! Nisa-175 çok açık söylüyor: “Billahi anlamıyla Allah’a iman edenleri ve bu imanın gereğini yaşayanları 252 Yılmaz DÜNDAR Allah Zati rahmet ve faziletine erdirir ve sırat-ı müstakıyme hidayet eder.” Böylece bu vaatten de ümitlenerek istiyorsunuz: İhdina’s Sıratal Müstakim; Allahım bana “B” yolunu nasib et. Eğer bunu söylerken tanrı yolunda bir şeyler istiyorsanız, oralardaki güçleri istiyorsanız boştur! “İhdina’s Sıratal Müstakim”le istenen “B” hayatıdır. “B”ye razı değilseniz hiç Fatiha’yı okumayın, onunla istenen “B”dir! “Bana “A” hayatı cazip geliyor, hem o hem de bu olsun” diyorsanız o boştur! Salâtta istenilen yol budur. Ayetin devamında yolu tarif ediyorsunuz zaten: “Sıratelleziyne en’amte aleyhim: “En’am”da bulunduklarının yoludur talebim!” En’amda bulunduklarının yolu “B”dir, İhlâs Hayat Döngüsü’dür. Ümitlendiniz ve isteklerinizi söylediniz ama şimdi sizi bir haşyet, bir ürperti kaplıyor ve korkuyorsunuz: “Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn: Aman böyle bir rol olmasın Allahım, bana böyle bir rol verme, bana “A” Takdim Formu”ndaki rolden verme, bana orayı cazip yapma, bana haramlar cazip gözükmesin, ben harama meyilli olmayayım, haramlar hoşuma gitmesin, istemiyorum! Sana inanıp, ondan sonra da sapanlardan, sana inanıp da nankör olanlardan olmak istemiyorum; ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliyn; onları istemiyorum! Âmin. Bu manasıyla salâttaki Fatiha “B” hayatı için çok önemlidir. En’amda bulunduklarının yolunu, “B” Yolunu istiyoruz. Böyle bir salâtın secdesi nasıldır, onu ilerde konuşacağız inşaAllah. “A” Takdim Formu”nun yaşantısı için özel ders almanız ve birinin sizi motive etmesi gerekmez” demiştik. İnsan kendisini hayata böyle takdim ettiği için dünya işlerini, “A”ya ait işleri şaşılacak derecede kolay yaptığını fark eder. Bakar ki, onları öğrenmek ve yapmak için özel bir gayret gerekmiyor. Hele de narsistse! Hümanistse bu dünyada işi zordur, kaybedebilir, hatta kaybeder, hümanistseniz tanrılar dünyasında kaybedersiniz! “Ne kadar dürüstsen o kadar kaybedersin, iyilik mi yapıyorsun mutlaka kötülük göreceksin” cümleleri tecrübelerin sabitleşmiş hükmünü yansıtır, onu hümanistler yaşar. Çünkü bu dünyanın, bu TANRILAR DÜNYASININ BAŞARISI zulme dayanır. Burada “tanrılar savaşı” vardır ve tanrılar savaşında ne kadar zulmedersen o kadar kazanırsın. “A”ların zulme dayalı bu yaşantısını öğrenmek için özel bir gayret gerekmiyor! Ama “B” Takdimi”ni yaşayabilmek için gerekiyor, çünkü o bilinmiyor! Eğer Rabbimiz dileseydi hiç bilinmezdi de... Bilemiyoruz, belki öyle yaşantılar da diledi... Bilmiyoruz! Niye bilmiyoruz? A’MA HALİ’ni fotoğraf makinası flaşına benzetmiştik. Flaşın normal hali, yanmadığı, patlamadığı haldir ve o hal onun A’ma Hali’dir. Tüm güç kuvvet flaşta mevcut ve duruyor. Bir şey diledi, bir kare Sen Tanrı mısın? 253 resim diledi, flaş yandısöndü A’ma’da. Bizim uzun süreçler olarak gördüğümüz hayatı, evren’i Allah bir an düşündü “OL dedi oldu”. Yasin Suresi’nin sonlarında ayet var: “İnnema EMRUHU iza erade şey’en en yekule lehu KÜN fe YEKÜN.” Bir şey murad etti mi “OL” der OLUR; KÜN fe YEKÜN. Bu hayatı (tek kare resim) diledi oldubitti. Allah indinde bir an; oldubitti! O bir anın, o tek kare resmin içerisinde bizim için uzun süreçler var. O süreçler bizim için, bize göre! Kıyamet kopacak, mahşer, hesap, cennet, cehennem yaşanacak diye biz bekliyoruz, Allah da bekliyor sanmayın! Allah da bizim gibi bekliyor mu? “Çok yaşadılar, kıyamet kopsa da karşıma gelseler, hesaplarını bir görsem” mi diyor? Öyle bir şey yok, o iş bitti. Size söyleyeyim; herkes yerinde: Cehennemlikler cehennemde, cennetlikler cennette, zaten! Biz o süreci yaşıyoruz. Bitti o iş, herkes zaten yerinde! Biz bir şeyler yaşayacağız da sonra cennet, cehennem... Değil! Hepsi bitti, herkes yerinde! Farklı dilekleri de vardır belki, bilmiyoruz, bilemeyiz de! Fotoğraf makinasının flaşı yandısöndü. Kim bilir daha önce kaç defa yandı söndü, daha sonra da kim bilir kaç defa yanıyor sönüyor… Yani bir kere mi yanıp söndü? Bilmiyoruz! Aklın alabileceği bir şey değil! Ama içinde olduğumuz “bu kare resim”de dilediği bu! Bu kare resimde böyle diledi. Diğerlerinde ne diledi, ne oldu, bilemiyoruz! Bilmemiz muhal, mümkün değil! Çünkü biz bu karenin içerisindeyiz. Ve resmin bu karesinin bizim bulunduğumuz noktasında seyr “A” takdimi üzerine! Dilediklerini Sırat-ı Müstakim’e hidayet eder, kurtarır... “A” Takdim Formu”ndan KURTULMAK, o yaşantıyı sağlayan veri tabanından kurtulmaktır. Onun veri tabanını hızla yok edecek önemli şeyi Haşr Suresi öğretiyor: Euzü Billahi mineş şeytanir racim Bismillahi’r Rahmâni’r Rahiym. “Lev enzelna hazel Kur’ane ala cebelin leraeytehu haşian mutesaddian min Haşyetillah ve tilkel emsalü nadribuha lin’nasi leallehum yetefekkerun: Eğer şu Kur’an’ı (başı semada, kökü yedi kat yerin dibinde) bir dağın (kaskatı kesilmiş bir şuur mazharının) üstüne inzal etseydik, elbette onu Allah haşyetinden dolayı huşu ederek çatlayıp parça parça olduğu halde görürdün. İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye darbediyoruz (veriyoruz).” (Haşr-21). Sadakallahu’l Aziym. Bahsedilen parçalanmaya ALLAH HAŞYETİ sebep oluyor. Allah Sevgisi değil. Haşyetullah olmadan istenilen sevgi risktir. İnsanlar bazen İslam’a sevgi açlığından da yaklaşır. “Onu sevdim olmadı, bunu sevdim olmadı, gerçek sevgiyi buldum, Allah’ı seveceğim” der ve yaklaşır ama o bir kandırmacadır! Bakar olmuyor, sonra o sevgiden bıkar. Çünkü yanlış bir iş; tanrılar dün- 254 Yılmaz DÜNDAR yasının sevgisiyle Allah sevilmez, Tanrılar Dünyası’na ait duygularla Allah’a yaklaşılmaz. Yaklaşırsan, yarın bir gün heyecanla sarıldığın o şeyi mecburen bırakırsın. Yaklaştıracak şey HAŞYET’tir, Allah’a haşyetle yaklaşırsın! Bu ayetteki bir önemli şey de; tanrılığı parçalayanın, yok edenin haşyet olduğudur! -Bu haşyet, bildiğimiz korkulardan farklı mıdır? Çok farklıdır! Bildiğimiz korku dediğiniz şey tanrıların birbirlerinden korkusudur, Tanrılar Dünyası’nın korkusudur. Haşyet o korku değil! Allah’tan korkmak tanrılar dünyasındaki korkularla hiç ilişkili değildir, Allah’ı sevmek de tanrılar dünyasındaki duygusal davranışlarla hiç ilişkili değildir. Haşyeti içindeki korku ve sevgiyle açacağız, “demek ki buymuş!” deyinceye kadar açacağız ve beynimizde Haşyet’le ilgili bir veri tabanı oluşturacağız. Çünkü haşyet çok önemli! Ne olduğunu tanımlarıyla çok iyi bilmemiz gerekiyor. -“Allah’a korkuyla yaklaşmak” doğru mu sizce? Allah’a korkuyla yaklaşılmaz, ama şöyle: Siz Allah korkusunu tanrılar dünyasındaki korkuyla anlatırsanız doğru olmaz! Kimsenin Allah’tan öyle korkmasını istemem, o yanlıştır, Allah’tan öyle korkulmaz! ALLAH KORKUSU tanrılar dünyasındaki gibi bir korku değildir. Çocuğunuza da “sadece Allah’tan çekinip korkma”yı tanrılar dünyasındaki korku gibi anlatırsanız çocuk Allah’a karşı siner. Çünkü tanrılar dünyasındaki korku sindirir. Oysa Allah korkusu olan HAŞYETULLAH cezb eder, çeker. Kendine çeken, içine alan bir korkudur o. O korku; razı olmama, istenmeme korkusudur. Öyle bir korku sizi sindirmez! Ama tanrılar dünyasındaki korku nefret doğurur. Eğer siz Allah korkusunu da öyle sanıp anlatırsanız nefret oluşturursunuz, yaptığınız iş tanrı işi olur! Oysa haşyette bahsedilen korkuyu yaşayabilseniz, o hem sizi kendine çeker, hem de bir sevgi doğurur; o korkudan sevgi doğar. Haşyeti saksıdaki bir çiçek gibi düşünürsek, onun toprağı korku, ürünü sevgidir, korku toprağından sevgi çıkar. Dolayısıyla, bir kişiye baktığınızda “bu kişi Allah’ı çok seviyor” diyebilmeniz için onda sevgiye ait görmeniz gereken beden dili Haşyet’tir, korkudur. Ne kadar korkuyorsa “Allah’ı o kadar seviyor” dersiniz. Bu cümleyi onda fark ettiğiniz korkuya söylersiniz: O kadar seviyor ki Allah istemez diye korkuyor! O kadar seviyor ki çok utanıyor, Allah’tan çok korkuyor. Nasıl farklı bir korku imajı çıkıyor, görüyor musunuz? Haşyetin bir boyutu böyle bir Allah korkusudur. Onun bir boyutu da Allah’ın yarattığı sistemde romantikliğin olmamasından kaynaklanan kor- Sen Tanrı mısın? 255 kudur. Mesela elimdeki bardağı bıraksam düşer. Yer çekimi çalışır, bir romantiklik yok, düşer! Öyle bir sistem çalışıyor ki, siz bu sistemin gerçeklerini fark etmez ve buna karşı korunmazsanız cehenneme gidersiniz! Haşyetteki korkunun bir boyutu da sistemin çalışmasından korkudur, sistemle ilgili korkudur. Bir aralar kuş gribi hayatımızı nasıl etkilemişti? Kuş gribi salgını varken nasıl korktunuz, tavuk eti yemediniz, kanatlı görünce ürperdiniz! Şu an kuş gribini konuşuyor olsak ve size; “sakın kuşlara, tavuklara dokunmayın” diyor olsam, siz de bana; “niye korkutuyorsun? Ondan korkutarak değil sevgiyle bahset!” deseniz olur mu, kuş gribi sevgiyle anlatılabilir mi? Kuş gribinden korkmanız gerekiyor! Niye? Kuş gribi olmamak için! Korkup tedbir alacaksınız. Buna Kur’an MÜTTAKİ diyor. Allah, bize onları Bakara Suresi’nin hemen ilk ayetlerinde “korunanlar, korunmak isteyenler” olarak tarif ediyor! Arka plan bakışıyla, onlara “korunması dilenmiş olanlar” diyebiliriz. Ama insan boyutundan baktığımız için, müttakilere “korunmak isteyenler” diyelim. Neden korunmak istiyor? Sistemden! Onu OKU’du, sistemdeki gerçekleri gördü, sistemden korunmak istiyor, tedbir alıyor, korunuyor. Buraya şüpheli bir piliç eti koysak, kuş gribi de çok yaygın, aramızda da kuş gribini konuştuk, çıktık. Siz çok açsınız, baktınız kimse yok, hazır kimse yokken şu buttan bir ısırayım der misiniz? Kimse yok ama niye korktunuz? Sistem korkusu budur! Bu olay Allah korkusuyla, Allah’ın sisteminden korkmakla nasıl bağdaştı değil mi? Allah sana “yapma yasak” diyor, baktın kimse yok, yapıyorsun! Demek ki, böyle bir korku gerekiyor! Nasıl, sistemi okudun, o eti ısırmadın, onun gibi bir korku şart! Kimse yoktu ama korktun, ısırmadın: Korundun, korudun kendini! Halbuki Allah’ın söylediklerinde böyle yapmıyorsun, yapıyor musun? “Şu haram, şöyle yap” deniyor, bakıyorsun kimse (?) yok yapıyorsun! Veya varsa da aldırmıyor yapıyorsun! Niye? Bu sefer de sana göre Allah YOK! Allah olsa, inansan yapmazsın! Demek ki, uydurduğun bir Allah mefhumu var; istediğin zaman ortaya çıkıyor, istediğin zaman çıkmıyor. Mevlüd’lerde, cenazelerde çıkıyor, bir hasta görünce çıkıyor, çoluk çocuğunun başına bir şey gelince çıkıyor, sonra yok! Yani her şey rayında gittiğinde ortaya çıkmayan bir Allah uydurmuşsun. Çok yanlış! Sistemle ilgili böyle bir korkuyu hızla yakalamak gerekiyor! “Şunları şunları yapmazsam cehennemden kurtulamam” korkusu öyle olmalı ki; tavuk için olan “dikkat etmezsem kuş gribine yakalanırım” korkusunu geçmelidir! Sistemle ilgili tedbir gerekiyor! Bir profesör çıkıp kuş gribiyle ilgili konuşsa, tedbirleri anlatsa, “ne biçim adam, hep korku anlatıyor!” der misin? İşte sistemi anlatan kişiye de bu gözle bakmak gerekir. Ama Allah’tan korku in- 256 Yılmaz DÜNDAR sanların birbirlerinden korkuları gibi anlatılırsa o yanlış olur, o zaten yanlış! Kimse, Allah’tan öyle korkmamalı! Haşyetullah öyle bir korku ki muhabbet doğurur! Allah korkusunun doğruluğunu insan oradan anlar, fark eder. Hiç bilmediği bir sevginin, bir muhabbetin doğduğunu görür. Onun doğmasına sebep olan Allah korkusudur. Bu yüzden bir kişiye baktığınızda hükmü verirsiniz: Çok seviyor çünkü çok korkuyor! Ama bu korku örnekteki korku gibidir; sizi korur, sizi korkak yapmaz! Haşr-21. ayete göre tanrılığı parçalayan şey haşyettir. Haşyetin parçaladığı yapı ise bir dağ idi! Allah haşyetinden paramparça olan o DAĞ “A” Takdim Formu”dur. Çünkü “A”ların dünyası dağlarla doludur, hepsi “küçük dağları ben yarattım” diyen birer dağdır! Hepsi müstakil bilinç ilan etmiş, müstakil bir güç ilan etmiş, o güce, gücünü uyguladığı alanlara, bulduğu fırsatlara göre de dağları ben yarattım edasına girmiştir! O tanrıların dünyasını param parça edecek olan Haşyetullah’tır. İnsana o haşyeti sağlayacak şey nedir? Bu KUR’AN-I KERİM’dir; OKU’maktır! Yani Kur’an’ı ve kitabı (kâinatı, sistemi) okumaktır! Sistemi okumakla, Kur’an okumakla sizde açılacak olan HAŞYET sizin rablığınızı, ilan ettiğiniz tanrılığınızı paramparça yapar. Haşyeti dile getirmek istedim, çünkü “B” Takdim Formu” için haşyet şarttır! “B” halinde yaşayanların hayatı “pür haşyet”tir. O hayatta “ihlâs” vardır, “ihsan” vardır. Bazen birisi için “ihlâslı” veya “salâtlarını ihlâsla ikame ediyor” deriz, bunu neye göre diyoruz? Nasıl ihlâslı olunuyor, bunu nereden anlayacağız? Bunları çok net tanımlamak gerekiyor. Hatta bazen “önce güzel bir abdest alınır, sonra o abdestle” yapılacak bir şey tarif edilir. Güzel bir abdest nasıl alınır, ne yaparsam güzelce olur, tarif etmek gerekiyor. ABDEST aslında çok önemli bir elbisedir; ruhunuzun Allah’a karşı önemli bir elbisesidir. O elbiseye çok önem vermeliyiz, elbisesiz kalmamaya dikkat etmeliyiz. Eğer siz tanrılar dünyasının elbisesine daha fazla önem veriyorsanız, o farklı! Abdest de bir elbisedir, talibi için! Katı bedeni maddi elbiselerle örteriz, ama enerji beden de elbise ister. O enerjiyle, nurdan elbiseyle örtülür. Onun elbisesi enerjidir ve o elbise o kadar önemlidir ki... O elbiseyi çok önemsemek lazım! Onu çok önemsemeyip, kenara koyup, başka elbiseleri önemsiyorsanız, o elbiselerin akıbeti neticede ateştir! İhlâs nedir, ihlâslı nasıl olunur: İhlâs Döngüsü’nün içindeysen İHLASLI olursun. Onun dışında İhlâs olmaz! İhlâs Hayat Döngüsü’nün içinde “ihlâslı” olunur. Başka bir tarifi yok! İhlâs’ı, İhsan’ı, Edeb’i detaylı göreceğiz. Bunları ancak İhlâs Hayat Döngüsü’nde olan fark eder ve yaşar. Özellikle Edeb’e ria- Sen Tanrı mısın? 257 yet şarttır. “Edeb ya HU” seslenişiyle işaret edilen “B” takdiminin edebi çok farklıdır. “A” Takdimi”nin hayatında edeb tanrıların birbirlerine hürmetleriyle ilgilidir ve o edebin İslam’da yeri yoktur. İslam’da edeb “beni görünce ayağa kalkar” anlayışı değildir. O tanrıların birbirlerine gösterdikleri hürmettir. İslam’da EDEB “B” Takdim Formu”nun hayatıdır, o hayat tarzı içerisindeki yaşantıdır. İhlâs’ın, İhsan’ın ve Edeb’in yaşandığı yer “B” takdimidir. Orada “sübhanallah, elhamdülillah, Allahuekber, maşaAllah, inşaAllah yaşantıları” vardır. Ve şu dua o hayatta yerini öyle bir bulur ki... “Allahümme inni eûzü Bi rızake min sehadıke ve Bi muafatike min ukûbetike ve Bi rahmetike min gadabike ve EUZÜ BİKE MİNKE. La uhsıy senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nefsike.” Bu dua ile tamamlamış olalım inşaAllah: Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve inlemtağfirlenâ ve terhamnâ lenekûnenne minel hâsirîn. La ilâhe illâ ente Sübhâneke, inniy küntü minez zalimîn. Sübhânallahi ve bihamdihî sübhânallahil aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahelleziy lâ ilahe illâ HUvel Hayyul Kayyûmu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Yâ Rabbel arşil aziym. Estağfirullah Yâ Rabbel arşil kerîm. Estağfirullah Yâ Rabbel âlemiyn. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ilmike… Yâ HÛ, Yâ men HÛ, Lâ ilahe illâ HÛ! Elif, Lam, Mim. Allahu Lâ ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve lâ şerike lek ve lekel mülkü ve lekel Hamdü ve inneke alâ külli şey’in Kadir. Yâ Hannân, Yâ Mennân, Yâ Bedia’s Semavati vel Arz, Yâ Zel Celâl-i vel İkrâm, Eşhedü en lâ ilahe illallâhül EhadusSamedulleziy lemyelid ve lemyûled ve lem yekün lehû küfüven ehad. İnnî veccehtü vechiye lillezî fataras semâvâti vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikîn. İnne salatî ve nüsükî ve mahyâye ve mematî lillahi rabbil âlemîn ve la şerike lehu ve bizalike umirtu ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye Lillahi, Eslemtü li Rabbi’l âlemîn, birahmetike ya Erhamerrahimin, Velhamdülillahi rabbil âlemîn. Âmîn. Allahım; Öncelikle Rasulullâh, Nebîullâh, Habîbullâh, Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam’ın Güzel, Temiz, Latif Ruhu Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için, Gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul Efendilerimizin ruhları için, Allahım, Halife Efendilerimiz Hazreti Ebubekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali radıyallahu anhüm’ün ruhları için, 258 Yılmaz DÜNDAR Allahım, Ashabı Kiram Sahabe Efendilerimiz’in ruhları için, Allahım, indinde makbul kullarının ruhları için, Ve Allahım, yalnızca Senin rızanı umarak, Seni anlamak, tanımak ve Senin razı olduğun yolda bulunabilmek amacıyla bir araya gelmiş olan biz kullarının ve onların senin rahmetine kavuşanlarının ruhları için; Ki Allahım, onlardan razı oluver onlara merhametinle muamele ediver, onların günahlarını bağışlayıver, onların azabını yok ediver, onların mekânını cennet ediver Ya Rabbi, Allahım, rahmetine kavuşan bütün müslüman mü’min din kardeşlerimizin ruhları için; müslüman mü’min din kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, borçlularına acil eda, dertlilerine acil deva, yolcularına acil selametlik hayrlısıyla, lutfunla, kolaylıkla nasib eyleyiver Ya Rabbi, Ey Allahım, bizlere ailelerimize, yavrularımıza ve inanan din kardeşlerimize sağlık, sıhhat, afiyet lutfeyleyiver, Allahım bizlere merhamet ediver, bizleri bağışlayıver, bizleri affediver, bizlere hidayet nasib eyleyiver. Ve Allahım, bizlere hayırlı rızklar lutfeyleyiver, Ey Allahım, Rasulullah Efendimiz’in bize anlattığı “Senin Yolunu” anlatmak ve bu konuları paylaşmak için Rasulullah Efendimiz’in evinin bir şubesi olmak üzere evlerini açan kardeşlerimizin evlerine Nur yağdır, Allahım Selam’ın kaplasın, yolundan ayırma ve yolunun yuvası eyle Ya Rabbi. Gelenlerden, hizmet edenlerden, evini açanlardan razı ol Ya Rabbi, Ve Allahım; yalnızca rızan için; El-FATİHA 28 Cemaziyelevvel 1429 / 01 Haziran 2008 Tefekkür Şeması 2; İhlâs Hayat Döngüsü 260 Yılmaz DÜNDAR Uzunca bir süre paylaşımlarımızda önemli bir şeyi tefekkür etmeye çalıştık; tanrı ve tanrılık iddiası. Onu özetler gibi başlayacağız ama daha farklı bir şekilde, konuları bir adım daha ileri götürerek yerlerine yerleştireceğiz. Bugüne kadar daha çok “A” Takdim Formu”nu, “A”nın yaşama biçimini, “A”nın yaşantısını oluşturan veri tabanını konuştuk, konuşmaya da devam edeceğiz. Zaman zaman da “B” Takdim Formu”ndan bahsedeceğiz. Takdimi ikiye böldük; birinci takdim “A”, ikinci takdim “B” veya “A” derken “Asi” yapıyı, “B” derken “B” sırrıyla yaratılan yapıyı kastettik. Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym’in “B”sinin takdim edildiği hayat tarzını anlatmak için sembol olarak “B” demiştik. Şimdi “B” takdimindeki kişinin kendisini “B” olarak ifade ettiği noktayı hatırlayın. İşin başlangıcı olduğundan oraya “SIFIR NOKTASI” demiştik. Sıfır noktası! Adı sıfır noktası, ama bu noktada durmak, sabit kalmak gayet zordur. Çünkü orada kararlı olmak, o noktada sabit durmak bazı gerekleri içerir. Ve ancak ondan sonra o yolda ilerleme olur. Yukarıda şemamızda İhlâs Hayat Döngüsü’nün bir gösterimi var. İhlâs Hayat Döngüsü’nde özellikle “lem yelid ve lem yûled” noktasına gelindiğinde takdimin başladığını, bu noktadan itibaren insanın kendisini kesret âlemine anlatmaya başladığını, takdim ettiğini, bu takdimi yaparken de bu iki yoldan birisini, özellikle de “A” Takdimini yeğlediğini, daha doğrusu kendisini “A” Takdiminin içinde bulduğunu söylemiştik. Dünya yaşantısı zaten “A” Takdiminin kendisidir, “A” hali DÜNYA YAŞANTISI halidir. Bu yüzden kişi kendisini zaten “A” Takdiminin içinde buluyor! Fark ettikten sonra hayatını “B” Takdimiyle şekillendirmeye başladığında bu noktaya geliyor. İnşaAllah bu noktayı tanımlamaya, daha detaylı ele almaya çalışacağız. “B0 noktasının özellikleri nedir ve bu noktadan ileriye nasıl yol alınır?” onu görmeye çalışacağız. Bunun bize ne yararı olur? Nefs mertebelerini inceliyor, okuyor, görüyorsunuz ve “acaba ben neredeyim, hangi nefs mertebesindeyim? Levvame başlamış mı? Nefs-i Levvame sürecinde ilerliyorken hangi duraktayım; Mülhime’de miyim, Mutmainne’de miyim?” gibi sorularla kendinizin hangi nefs mertebesinde olduğunu merak ediyorsunuz, ama size onu somut gösterecek bir şey de bulamıyorsunuz. Bu merak gerekli midir? Bu merak bu işi böyle önemseyen için gereklidir! Birisi “işiniz bu mu, mertebelerle mi uğraşıyorsunuz?” derse; hayır, öyle bir işimiz yok! Ama insanın kendisine bir hedef koyması ve o hedef üzerinde de “acaba ne yapıyorum?” diye merak edip test yapması da doğaldır. Bu doğallık içerisinde bu merak, bu işin yolcusu olan Talib’in merakıdır, Talib olan bu merakı duyar... Sen Tanrı mısın? 261 Günümüze gelinceye kadar, böyle merak edenlere; “sen hakiki bir mürşidle karşılaşmalısın ki, senin hangi seviyede olduğunu sana söylesin” denirdi. Bugün, hakiki bir mürşidi kişi karşısında bulamıyor, bulsa sorup merakını tam gideremiyor gibi olabilir. Oysa: Eğer siz HAKİKİ MÜRŞİD olan Kur’an’ı mürşid edindiğiniz ve o mürşidin nasıl hayat bulacağını Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’de gördüğünüz zaman bu meraklarınızı çok somut olarak ortaya koyup kendinizi bizzat analiz yapmanız ve bu analize göre de kendinize bir rota çizebilmeniz çok mümkündür! İşte bu yüzdendir ki anlatım tarzımızda, bu meraklarınızı gidereceğiniz ve hedeflerinize ulaşmada kendinizin izleyebileceği yöntemleri bulabileceğiniz bir hal, bir üslup fark edeceksiniz. Bu yöntemin maddelerini birkaç cümleyle sıralayalım: Bir kere kişinin “A” Takdim Formu”nu ve “A” Takdim Formu” kapsamındaki rablık ilan edişi fark etmesi ve iyi görmesi gerekir, bu kabulde buluşmamız lazım: Bir kişi kendisini “A” Takdimiyle tanıttığında rablığını, tanrılığını ilan etmiştir. Tanrılığını ilan etmekle Allah’ın varlığını örtmüştür, örtüyordur, ÖRTEN’dir; küfür halindedir. Önce bu noktada hemfikir olmamız gerekiyor ki, “örten olmaktan nasıl kurtulurum?” telaşına girsin, buna kafayı taksın, bunu önemsesin. Bunu çok önemserse, örtücülükten kurtulma çalışmalarıyla “B” takdim noktasına doğru gelir. Mesele “B” Takdim noktasına gelmek ve orada geri dönüşsüz durabilmektir. O noktaya gelip de kendisini “B” ile takdim ettiğinde neler olacağını, orada ne gibi haller olduğunu da somut söylemeye çalışacağım, böylece kişi bu seyr-i sülukta nerede olduğunu, kendisi çok rahatlıkla tesbit edebilsin, gidermesi gereken noksanlarını kendisi görebilsin ve ilerleyebilsin! Günümüzde bu, bu kadar mümkündür. Çünkü hadisleri incelediğinizde, hakikati yakalamakta günümüzdeki imkânlar geçmişe göre çok farklıdır! “Neden böyle?” onu konunun içinde görürüz. Bir talibin az sonra söyleyeceğime çok önem vermesi lazım. Siz neden böyle bir çaba içindesiniz? Bu yazıları okuyanın, söyleşileri dinleyenin, bu mantalitede olanın gayesi Allah’ı tanımak, İslam’ı öğrenmek, İslam’ı anlamaya gayret etmektir. İslam’ı öğrenmeye ve anlamaya gayret edenin de şuna dikkat etmesi gerekiyor: İslam tanrıya yönelik mi anlatılıyor? Çünkü bu konular ilan edilen tanrıya yönelik de anlatılabilir! Sizinle daha önce tanrıyı çok konuştuğumuz için konuya buradan girebiliriz. İslam tanrınıza yönelik anlatılabilir; yani kendisini tanrı ilan etmiş, Rablığını ilan etmiş kişiye anlatılabilir. Karşılaşacağınız bir anlatım yolu budur ve insanlar genellikle bu anlatım yolunu severler! Eğer İslam, kişinin ilan ettiği tanrıya yönelik anlatılıyorsa insanlar o tarz İslam anlatılışını yeğlerler, severler. Neden? Çünkü ilan ettikleri tanrıyı güçlendirecek bir yöntem yakalamış oldular. Bir kişi 262 Yılmaz DÜNDAR inanca, dine, felsefeye meyilliyse, “iyi insan olmak” gibi bir ideali varsa veya mükemmelliği seviyorsa, onun arayışı “ben nasıl iyi insan olabilirim?” diye bir arayış içerisindedir. Burada bir noktaya da değinelim. Aslında mükemmellik insanın yapısında vardır, Aristo bunu ortaya koymuştur. Aristo çevresinde inançsız bilinirdi, hatta bu yüzden bazen ona hücum edilir. Oysa şimdi söyleyeceklerimden anlıyoruz ki, Aristo belki de Hanif bir yapıdaydı, Hanif anlayışı yüzünden çevresindekilerin inandıklarına inanmıyordu. Bir Yaradan’a inanıyordu. Ona Erke ismini verdi ve bunu da kendine göre bir teoriyle ortaya koydu; Mükemmellik Teorisi: İnsan mükemmel değil ama onu arıyor, istiyor; mükemmellik istiyor. Gördüğü bir şey değil ama onu arıyor ve istiyor. Aristo o mükemmelliği tanımlıyor: “Mükemmellik onun hamuruna, fıtratına mükemmel olan Yaratan’ın koyduğu bir olgudur” diyor. Böyle bir yaklaşımla da kendince bir mükemmel varlığa inanıyor. Buradan da anlaşılıyor ki, insanlarda bir mükemmellik arayışı vardır; fıtraten! İşte bu sebepten kişi “bu mükemmelliğin ne olduğunu, mükemmelliğe nasıl ulaşacağını” çeşitli felsefeler içerisinde arıyordur. Bu felsefeler içerisinde ararken karşısına farklı bir İslam anlatımı çıkar, çıkabilir. Bu anlatım ona cazip gelirse yaklaşır. Söylemek istediğim şu ki; bir şeye inanmaya meyli olanın İslam’ı dinlemeye, anlamaya ve uygulamaya çalışması Allah’ı tanımak için değil, ilan ettiği tanrıyı güçlendirmek içindir, onu tatmin etmek içindir, o tanrıyı hedeflerine ulaştırmak içindir! Burayı çok iyi fark edelim, atlamayalım! Ve bu tür İslam anlatımlarının cemaati büyüttüğünü, genişlettiğini de bilelim. Neden? Çünkü insanların tanrı ilanı ve o tanrıyı güçlendirmekle ilgili genetik yapılarının istatistiksel alanı, oranı bunu gerektirir. Bu yüzden onlara bu tür İslam anlatılışı uygun gelir. Bunu herhangi bir yeri eleştirmek için değil, bir gerçeği ortaya koymak için söylüyorum. İnananları eleştirmek ne görevim, ne de haddim, Allah muhafaza etsin! Konuyla ilgili bir gerçeği tesbit etmek için söylüyorum. Özellikle camilerde İslam’ın anlatılışını dinlediğinizde göreceksiniz ki hedef; iyi insan üretmek; nasıl ahlaklı ve iyi, nasıl dürüst insan olunur, o anlatılır. Bu da insanların hoşuna gider. Kişiler çocuklarını veya bir başkasını “iyi insan olsun” diye camiye götürür; vaaz dinlesin ister. Fark etmese de, oraya giderken hedefi tanrısını güçlendirmektir! İslam’ı öğrenmeye, anlamaya gayret edenin dikkat edeceği ikinci husus da şudur: İslam’ı bendeki tanrı mı dinliyor? Çeşitli bakış açılarıyla tanrıyı söylemeye çalışmamın nedeni, hayatınızda o tanrıyı birbirinizi gördüğünüz gibi görebilmenizi sağlamak, hedefim bu! Çünkü bu yolda olanın üç şeyi net, somut görmesi gerekiyor, tahminen değil net görmek gerekiyor! Bir: Bu yolda olanın birbirimizi gördüğümüz gibi tanrıyı görmesi gerekiyor! Görmesi gereki- Sen Tanrı mısın? 263 yor; aksi halde Kelime-i Şehadet getiremez, şahid olamaz, şahidlik edemez. Zanla şahid olunmaz! Bu yüzden üstüne çok düşmeye çalışıyorum. Tanrıyı, “A” Takdimini net görmek, iyi analiz etmek, bu tanrıyı iyi tanımak gerekiyor. İki: “B” Hali’ni net görmek gerekiyor. Tanrıyı çok net gördükten sonraki hedef “B” Takdim Hali’ni somutlaştırmaktır. “B” takdimini net görmek son durak değildir, lütfen dikkat edin, bu sıfır noktasıdır, sıfır noktasına gelmektir! Üç: Hakikati net görmek gerekiyor! Artık burada hedef “B” Takdimi’nin de olmadığını, o halin de olmadığını fark edip hakikati net görmektir! Hakikati net görebilmek için bu sıra şart: 1) Tanrıdan kurtulmak; kendinizi “A” ile takdim etmeyip “B” ile takdim etmek. 2) “B” Takdimiyle sıfır noktasında sabit durmak. “Bu ne demektir, o hayata nasıl bakılır ve o nasıl yaşanır?” biraz bahsetmeye çalışacağız. 3) Sonra da ilerisi... Ama biz şimdilik Sıfır Noktası’nı anlatacağız; Sıfır Noktası’ndaki hal nedir, o nasıl bir haldir? Demek ki, kendimize bunu diyeceğiz: “Bende İslam’ı dinleyen tanrı mı, onu benim ilan ettiğim rab mı dinliyor? İslam’ı seven, İslam’dan yararlanmaya çalışan o mu?” Bu neden önemli? Eğer sizdeki tanrı İslam’ı dinlerse, siz Allah’a teslim oluyorum sanarak Allah’ı teslim alırsınız, Allah’ı teslim almaya çalışırsınız. Mesela tanrınız “4444 salâvat okuyayım da Allah şunu yapsın” der, bir holdinge sipariş verir gibi talebini geçer. Bu bir tanrı işte: Güçlenmek, var olan yeteneklerine yetenek katmak ve Allah’ı da kullanmak istiyor! Veya sıkıştığı yerde hobilerine, zevklerine, ideallerine göre Allah’tan yararlanmak istiyor. Bu Allah’a teslim olmak değil, Allah’ı teslim almaktır. Bu yüzden “ben acaba İslam’ı tanrıma mı dinlettiriyorum?” sorusu önemlidir. Bu özellikle şu noktada da size iyi gelir. Örneğin veli bir zat tanıdınız, kendinizi test etmenizi sağlar; onu ilan ettiğim rab mı seviyor, acaba o tanrı mı seviyor? Eğer seven oysa yararlanma nasıl olur? Efendimiz(SAV)e de öyle yaklaşanlar oluyor. Ona örnek olsun diye bir hadis vardır: Bakıyorlar ki Rasulullah her şeyi biliyor, her şeyi bilen bir Rasul var, yararlanmak lazım, bu fırsatı kaçırmamak lazım! Gelip diyorlar ki; ya Rasulallah, biz ekinimizi, hurmamızı, ağacımızı, ürünümüzü bir yıl şöyle, bir yıl böyle yaparız, şöyle de ürün alırız. Bize ne tavsiye edersin, ne yapalım? “Gidin şöyle yapın” diyor. Gidip yapıyorlar, o yıl hepsi zarar ediyor. Koşup geliyorlar; Ya Rasulallah, böyle dedin, biz de yaptık, mahvolduk! “Bana dünya işi sormayın” diyor. Bana dünya işi sormayın; bana tanrınızla ilgili taleple gelmeyin demektir. Bana tanrınızla ilgili taleple gelmeyin, ben ondan anlamam, çünkü o örtücü, örtücü işlerle beni muhatap etmeyin. “Bana “B” halinizle ilgili şeyler sorun, ona yönelik taleplerle gelin” manasında bir hadistir bu. 264 Yılmaz DÜNDAR Hem sen tanrına dinlettirmeyeceksin, hem de sana İslam’ı anlatan tanrı olmayacak, ikisine de çok dikkat etmemiz gerekiyor, eğer bu işin talibiyseniz! Evliyaullah anılarına, yıllar öncesine baktığınız zaman bu sebeple dünyayı dolaşan dervişler görürsünüz. Birisini duyar, İran’a gider. Sorusunu sorar, dinler, “yok” der. Kalkar Hind’e gider, sorusunu sorar, “yok” der... Birisini arıyor: Neyi arıyor? Bana bunu ANLATAN TANRI olmasın, bunu anlatan tanrılığını ilan etmiş birisi olması. Çok önemli, çok önemsemek lazım! Dinlediğiniz tanrı mıdır? Onun işaretleri vardır. Bu işaretlerden birisi; anlatanın KENDİSİNE AİT ŞERİAT geliştirmesidir! Tasavvuf anlatan kişi o tasavvufu bir tanrı olarak anlatıyorsa kendisine ait bir şeriat geliştirir. RASULULLAH’IN ŞERİATI’nı, Efendimiz’in Uygulamasını çok önemsemez. Onları yavaş yavaş gevşetmeye, onlar sanki yokmuş gibi bakmaya, “onları yapmasanız da olur, önemli olan şudur...” gibi anlatmaya başlar. Bunlardan örneğin en önemlisi salâttır, önemli işaretlerdendir. Kişi tasavvufla meşgul, tasavvuf anlatıyor ama salâtı çok önemsemiyor! İleride göreceğiz, tasavvufla meşgul olana ŞEYTAN telkinde bulunur, İBLİS yani İKİLEM ilerledikçe ona telkinlerde bulunur. İnsan-ı Kâmil’i incelemişseniz Abdülkerim Ciyli Hazretleri bununla ilgili bazı örnekler verir. Bir tanesi, Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani Hazretleri’yle ilgili bir örnektir. O mertebede olan bu zata bir çöl tenhasında şeytan sesleniyor “Ey Abdülkadir Geylani, artık sana haramlar helal kılındı, rahat ol” diyor. O, bu teklifin şeytandan geldiğini bilerek onu kovma cümleleri kullanıyor. Kendisine sorulduğunda; “Allah, kesinlikle günahı teklif etmez” diyor. Yani, “avama günah ama sen ilerlediğin için sana günah değil” diye bir olay olamaz diyor! Eğer bir şey normal insan için haramsa ilerlemiş kişi için de haramdır! Farkında olmamız gereken üçüncü nokta, İslam’ın ne için anlatıldığıdır. İslam “B” Yapı’nın tanınıp hayata hâkim kılınması için anlatılır. İslam’da yalnızca “B” yapı anlatılır, yani “B” yapı hayata nasıl hâkim kılınır?” anlatılır. Bu gerçeği bilenin bir şey dikkatini çeker: Başlangıçta insanlara çok cazip gelen bu anlatım tarzı belki geniş bir cemaat bile oluşturur. Ama sonra iş uygulamaya geldiğinde cemaat gittikçe azalır. Bu “B” anlatımının gereğidir, doğal sonucudur. Çünkü “B” yapıyı sürdürülebilir şekilde umursamak, önemsemek ve onun talibi olmakla ilgili genin insan popülasyonu içerisinde sayısı çok düşüktür. O malı alacakların sayısı belli ve çok az! Dolayısıyla, siz o malla ilgili tanıtım yaptığınızda toplanan kalabalık zamanla azalır. Cemaatin azalması konunun cazibesini yitirmesinden değil, talibinin azlığı yüzdendir! Sen Tanrı mısın? 265 İslam’ı anlamaya, öğrenmeye ve yaşamaya gayret eden için, bir diğer önemli şey, İslam’ı anlatanın halidir. İslam’ı “B” halinde olan birinin anlatması önemlidir! Ama anlatanı nereden bileceğiz? Bilemeyiz! Kimse de çıkıp “ben “B”yim, gelin size İslam’ı anlatayım” demez. Öyle bir şey olmayacağı için de, bunun şıklardan biri olduğunu belirtip, dua ediyoruz; inşaAllah bize İslam’ı “B” halindekiler anlatır, “B”lerden dinleriz. Birisi gelip “ben “B”yim, size İslam’ı anlatayım” demez, onu dediği an tanrı olur, onu diyen onun tanrısıdır! Çünkü “önemliyim, önemli” veya “biliyorum, biliyor” konumu oluştu! Bu yoldaysanız buna da çok dikkat etmek lazım: “Ben önemliyim” veya “önemli olacağım” duygusu tamamen tanrıya aittir! Veya bir kişiye “önemli” derseniz de öyle! O kişi kendisine “önemli” demese bile, siz ona “önemli” diyorsanız; onu önemli bulan büyük ihtimalle sizin tanrınızdır! “Ben bilirim” veya “o bilir, o her şeyi bilir” diye olaya yaklaşmak tanrısaldır. Birisi her şeyi bilemez! Niye? Çünkü hiçbir şeyi bilemez! “Biliyorum” diyen kimdir? Tanrıdır! “Biliyorum” diyendeki “biliyorum” diyen tanrıdır. Birisine, “çok şey biliyor, her şeyi biliyor” diyorsanız, bu sefer sizde onu diyen tanrıdır! -Gerçekten biliyorsa ve önemliyse? Sorunuz şöyle olmalı: Bilen “B” halindeki bir kişiyse? Açıklamaya çalışalım: “B”halini yaşayan kişi de “biliyorum” der, ama “B” nasıl der veya “B” kişisi birisini nasıl önemli bulur? Buna ileride değineceğiz. Şimdi “A” bu konuda ne yapıyor onu inceleyelim. İnsanlar “önemli birisi” veya “o biliyor” diyerek İhlâs Hayat Döngüsü’nü yaşayan bir kişiye yaklaşırlar. Sonra onların tanrıları o kişiyi çok sever. Halbuki ona ilk yaklaşma sebepleri Allah’ı tanımak ve anlamaktı! Sonra yaklaştıkları kişiyi çok sevip Allah’ı unuturlar! O kişiyle meşgul olmaya başlarlar. Bu yüzden, “bu kişi önemli, biliyor” diyen eğer tanrıysa sonuç ALLAH’I UNUTMAK ve o kişiyle meşgul olmak olur! Hazreti Musa aleyhisselam’ı firavun davet etti; “gel, gücünü göster, anlattığın nedir göster, bizim sihirbazlarımızla yarış” dedi. O da, sihirbazlar da geldiler. Hazreti Musa korkuyor, sihirbazlar korkmuyor. Hazreti Musa’daki KORKUNUN SEBEBİ farklı, sihirbazlardaki kendilerine GÜVENİN SEBEBİ farklı. Sihirbazlar kendilerinden eminler, ama Hz. Musa aleyhisselam kendisinden emin değil! Çünkü “kendisinden emin olma” gibi bir duygusu yok! O duygu farklı bir şey, anlatmaya çalışacağım ama “özgüvenimizi mi kaybedelim?” manası çıkmasın! Biz “kendisinden emin olan tanrıyı” hayatta iyi görmek, yakalamak için, onu anlatmaya gayret ediyoruz. Amaç, birbirimizi gördüğümüz gibi onu görmek! Onu bir kere, birbirimizi gördüğümüz gibi 266 Yılmaz DÜNDAR gördüğünüzde, cennete gidersiniz. Bir kere! Çünkü bir kere “La ilahe İllallah” demiş olursunuz! Şahitliktir! Başlangıçtır, önemlidir, cennet halidir! “Bir kere La ilahe İllallah diyen cennete gider” hadisi bu manadadır. Bu hadisi bir tanrı dinlemişse diğer tanrılara der ki; “olur mu öyle şey! Her türlü günahı işle, sonra da çık bir kere “La ilahe İllallah” deyip hepsini sil. Olamaz!” Ama iş onun dediği gibi değildir Bir kere “La ilahe İllallah” demek; tanrıyı bir kere net görmektir, bir kere onu iyi tanıyıp görmektir! Siz o zaman ona celalle dönüp “leküm diynüküm veliye diyn; sen yoluna, ben yoluma” demiş olursunuz! Hep diyoruz; Kafirun’u kişi kendisine okur, kendisindeki tanrıya okur! Böyle “La ilahe” dediği an ona bir kere açılacak “İllallah” kapısı yeter. Bu yüzden, bunu tereddütsüz diyebilmek için o tanrıyı çok iyi tanımak lazımdır. Evet, Hz. Musa çağrıldı ve gitti, ama ne olacak bilmiyor. Çünkü“Rabbi ne dileyecek?” bilmiyor! Niye? Çünkü şöyle inanıyor: Ben Rabbimin dileğinin suretiyim, bu yüzden ne dileyeceğini bilmem! Eğer bildirilirse bilirim! Aslında bu bilme işi öyle farklıdır ki, genellikle “Allah için” de yanlış kullanılır: “Allah her şeyi bilir” cümlesi biraz tanrısal ifadedir. “Allah Alim’dir” için verilen “Allah her şeyi bilir” anlamı tanrının tarif ettiği bir Esma’ül Hüsna manasıdır, “A”ya ait bir tanımdır, onun Esma’ül Hüsna tanımlamasıdır. Yani Allah var, karşısında da bilmesi gereken bir şeyler var. Allah, dersini iyi çalışmış gibi hepsini biliyor! Böyle bir bilme değil! ALLAH’IN BİLMESİ “Bilme olayı”nın kendisidir, Allah “bilme”nin kendisidir, “bilme” mevhumunun kendisidir! İnsan bu “bilme” mevhumundan edindiğiyle bilir. O “bilme” mevhumundan gelen yetenekle biz bir şeyi öğrenir, biliriz. Ama Allah bir şeyi bilmek için talim etmez! Çalışacağı bir ders, öğrenmesi için beklemesi gereken bir bilgi yoktur! Veya bir şeyi iyi öğrenmiş de biliyor, değildir. “Bilme”nin kendisi O’dur! Mesela “Semi” için; Allah her şeyi işitir, demek bir tanrı tarifidir! “İşitme mevhumu” var ya, “Semi” odur işte, işitme olayının kendisidir, işitmenin kendisidir! Allah Basir’dir görür, Semi’dir işitir. Esma’ül Hüsna’ları tanrı gibi düşünmemek lazım. Bunları neden bu tanımlarla söylüyorum. Çünkü “B” noktasından itibaren Esma’ül Hüsna’ların tanımı gerçek yerine oturacaktır. Öyle olmalıdır ki Esma’ül Hüsna dünyasına girebilesin! B0 Noktası Esma’ül Hüsna dünyasına giriştir. Başka neler için bir başlangıçtır, bakacağız. Hz. Musa huzurda ve sihirbazlar birer küçük yılan oluşturuyorlar, onlar günümüz sihirbazlarından daha güçlüler. Günümüzde de dünyada bu tür şeyler var. Hatta tasavvufu öyle biri olmak için öğrenenler bile var! Bu yolda yaygın yapılan yanlışlardandır; kişi İslamiyet’i burçlarla ve fallarla ilişkilendirir! Ve “ben onları nasıl kullanır da gücüme güç katarım?” diye bakar, Sen Tanrı mısın? 267 yararlanması öyle olur. Hz. Musa aleyhisselam ne olacağını bilmiyor, ama sihirbazlar kendilerinden eminler, bir sihir yarışı yapacaklarını biliyorlar. Birer yılan oluşturuyorlar, etrafta yılanlar dolaşıyor, Hazreti Musa şaşkın! “Ben şimdi hallederim sizin yılanlarınızı” diyemiyor, ama sihirbazlar diyor! Çünkü onlarda sihiri yapan, güce sahip çıkan onların ilan ettikleri rablar, tanrılar! Onlar öyle de “B” yolunda olan nasıl? “B” yolunda olanın ulaşacağı sıfatlardan birisi FAKR’dır: Hiçbir şeyi kalmayan, hiçbir şeyi olmayan! FAKİR bir güç kazanmaya, birşey olmaya talip olan değildir. O; tanrı olmayandır, ilan ettiği bir tanrılık olmayandır, bu yüzden hiç birşeyi olmyandır. Ve Hz. Musa’ya vahy geliyor, Rabbinden bekliyordu zaten. Olacak şeyler Rabbinin dileğinin sureti olduğu için O’nun dileğinin ne olduğunu bekliyor. “Asanı at!” Atıyor ve daha büyük bir yılan diğer yılanları yutuyor. Musa da o zaman görüyor. Bu iki yapı, birbirinden çok farklıdır! Bu olay, tanrılarla “B” yapının savaşını anlatıyor! Hayat hep budur! Hayat, tanrılarla “B” yapının savaşıdır ve tanrılar kaybetmeye mahkûmdur! Neticede, dünya kâinat akışı içerisinde tanrıların mekânının ismi cehennemdir: Kaybedenlerin mekânı cehennemdir. Hz. İbrahim aleyhisselam ateşe atılacağında rahatlığının tek sebebi “Rabbim ne dilemişse o! Dilemişse yanarım!” diye düşünmesidir. “Atarlarsa atsınlar, ben orayı Gül Bahçesi’ne çeviririm” demiyor! Ne olacak bilmiyor ki! Vahy geliyor; Hasbiyallahu, de. “Hasbiyallahu” diyerek teslim oluyor ve ateşe Emir geliyor: “Serin kal, yumuşak ol” ve Hazreti İbrahim’i yakmayan bir ateş! Hazreti İbrahim de olanları o zaman fark ediyor! Ama “A” ile izleyenler; “ne büyük adam, ne güçlü insan, ateşi bile söndürdü” diyebilirler. Bu yaklaşım tanrı yaklaşımıdır! Eğer Rasullerin, Nebilerin hayatlarını veya Velilerin menkıbelerini okurken, hem de bir müslüman olarak, böyle bakılırsa hiç doğru olmaz! “Hazreti İbrahim ne önemli, ne mübarekmiş ateşi söndürmüş. Şu veli şurdan şuraya uçmuş” gibi yaklaşımlar tanrı bakışlarıdır. Tanrının okuduğu ve hayran olduğu şeylerdir. Ve öyle tehlikelidir ki, Allah’ı unutturur! “A” ve “B”nin bakışlarını analiz için, bir de Hazreti Yunus Emre’nin bir sözüne bakalım: “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” Bu sözü tanrı sisteminde birisi okumuşsa, Yunus Emre’yi size sunarken, onun burada hakikati vurguladığını söyler. Onların ne dediğini bir kenara bırakalım, şimdi bu sözü tefekkür edelim: Bu cümleyi bir düşünün, bu söz doğru mu; ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm? Bunu kim söyleyebilir? Ancak bir tanrı! Eğer bunu böyle söyleyen Yunus ise [ben onu söyleyenin Yunus Emre olduğuna inanmıyorum!] o Yunus Emre ismindeki tanrıdır! Kendisini “ete kemiğe bürünerek görünen bir Hakikat” sanan tanrıdır o! Peki, Yunus 268 Yılmaz DÜNDAR söylerse nasıl söyler: “Ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” der! Eğer tanrı söylerse; “ete kemiğe büründüM, Yunus diye göründüM” der. Yani diyor ki; Yunus diye göründüğüme bakmayın, aslında Yunus değilim, önemli kişiyim, önemli birisiyim! Ete kemiğe bürünüp öyle göründüm, ben önemli bir şeyim. Bunu söyleyen tanrıdır. Bunu eğer “B” halindeki birisi [Yunus] söylerse der ki; ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü! Peki, “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” ifadesi söylenmez mi? Söylenir! Ama onu söyleyen kimdir? Onu söyleyen Yunus değildir! Tanrı gözüyle bakanlar “Yunus Emre’nin şiiri” diye anlatabilir, ama onu Yunus Emre’de söyleyen Yunus Emre olmaz! Onun söyleyen dili Yunus Emre olmaz, ancak O! O “ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” diyebilir. Yunus Emre onu diyemez. Yunus; “ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” der. Bunun söylendiği nokta ise İhlâs Hayat Döngüsü’nün Sıfır Noktası’dır. Sonra ilerleme olursa “ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” diyen olmaz, o kalmaz! O zaman, ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm diyen gözükür! Tanrılıktan kurtulabilirsek, zaten asıl amaç “ete kemiğe büründü, Yunus diye göründü” diyeni yok etmektir. O zaman onu Sahibi söyler; ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, o Yunus Emre’nin sözü olmaz! Cümlelere, sözlere bakarak tanrı ve “B” hali ayrımını yakalamak mümkündür, bu örnekleri onun için veriyorum. Yunus’un bir diğer güzel sözü: Bir “BEN” vardır “ben”de, “BEN”den içeru. Bunu Yunus Emre söyleyebilir, ama bunu da Sıfır Noktası’nda söyler. Yani; “ben kendimi “A” diye takdim ediyordum, halbuki “ben”de iki farklı “BEN” varmış. “BEN” diyen “A” Takdimi’ne bakma, ona aldırma, asıl “BEN” diyen bir de “B” Takdimi var, onu fark etmeye çalış” diyor. Konuşmalarda, cümlelerde rastlayacağınız ve rastlayınca da tanrıyı hemen tanıyacağınız bir şey daha var! Ben özellikle gençlere anlatırken bir öneride bulunurum, derim ki; size bir fikri, bir felsefeyi, bir doktrini anlatan veya dünyanın önemli en kutsal bakış açısını anlatan, anlatırken size; “böyle düşünmeyenler bizden değildir” diyorsa, çok doğru şeyler anlatılıyor olsa bile siz yanlış yerdesiniz veya anlatan yanlış birisidir! Neden? Çünkü “bölücülük” var! Neden yanlış olduğuna hükmettik? Hadislerden! Hadislerde bölücülüğün yasaklanmış olmasından! Bölücü bakış açısıyla anlatım İslam’a uygun değildir! İslam’ı anlatıyor olsa bile, bölücü bir bakışla anlatıyorsa, anlattığı şey İslam’a uygun değildir! Bu çok önemlidir. Şimdi bunu duyan birisi hadisleri incelerken, “bizden değildir” tabirine rastlayınca “Efendimiz ne kast ediyor acaba?” diye manasını merak eder. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bazı hadislerinde; şöyle yapan bizden değildir, şöyle olanlar biz- Sen Tanrı mısın? 269 den değildir der. Burada geçen “bizden değildir” ifadesini “A” ve “B” yapısını bildiğinizde anlamak kolaylaşır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in “BİZDEN DEĞİLDİR” demesini, tanrıların “bizden değildir” demesi sanmamak lazım! “Kur’an-ı Kerim’in “siz” diye hitap ettiği tanrı değildir” demiştik! Peki, Kur’an tanrı’ya hitap etmez mi? Eder! Ama tanrıya “tanrı” der, tanrıya “tanrılarınız” diye hitap eder. Ayet ve hadislere bu gözle de bakın; tanrıyı daha iyi tanıyacak ve onun nasıl reddedildiğini göreceksiniz! Kur’an-ı Kerim’deki “TANRILARINIZ” ifadesini geniş manasıyla tanrılar nelerse bir tanrı cümlesi yapıp, onun içerisine ilan ettiğiniz tanrılığı da mutlaka koyun. O zaman tanrı hitabı, ilan ettiğiniz tanrıya da ulaşır! Eğer olaya öyle bakmazsanız kendinizi ayetin dışına çeker, kendinizi ayetin dışında bulursunuz. Tanrınızı ayetin dışında tutup, sanki o hitap sizdeki tanrıya değilmiş gibi yorumlarsınız, ayette bahsedilenin bizimle ilgisi yok der, öteler geçersiniz. Hatta içinizden şöyle geçebilir: Bunlar o zamana ait kavramlar, bu yüzden yazılmasa da olur! Öyle demeyeyim günah olur, okuyup geçeyim. Şu ayet nasıl da masala benziyor, günümüzde masal daha iyi yazılıyor. Ama neyse böyle demeyeyim günah olur, okuyup geçeyim... Nihayet işin içinden çıkamaz ve “mealler böyle olur” der kapatırsınız. Ama bir yerde ayet ona şöyle der: “Sizin hepiniz, âlimleriniz bir araya gelseniz, okyanuslarınız mürekkep olsa, bir ayet oluşturamazsınız!” Neden? Yazan da okuyan da tanrı olduğu için! Tanrı okuyor, meali de tanrı yapıyorsa o zaman bu hitap gelir! Demiştik ya, size İslam’ı anlatan tanrı mı? Bir meale veya Türkçeleştirilmiş bir tasavvuf kitabına bakınca da aynı soruyu sorun lütfen! Zamanında bir veliyullah bir şeyler yazmıştır, günümüzde birisi onu Türkçeleştirir. Türkçeleştirenin tanrısı Türkçeleştiriyorsa, o tasavvuf kitabındaki fiiller, bakış açıları hep değişir. Onu Türkçeleştiren tanrıysa değiştirir! Hatta öyle bir tanrı Marifetname’yi sadeleştirirken “günümüzde böyle olmaz” diye içinden bazı yerleri çıkarmış. Eğer ayetlere de böyle bir tanrı bakıyorsa “tanrı, put” ifadesi geçince; “eskiden putlar varmış, insanlar putlara inanırmış, ayet onlara kızıyor. Günümüzde öyle bir şey yok” der. Böyle bakarsanız siz de yanılırsınız. Ama oradaki tanrıya “ilan ettiğiniz tanrıyı” da koyarsanız, o zaman ayette yerinizi bulursunuz! Ve böyle düşünmeniz, böyle yapmanız sizde Haşyet’in oluşmasını sağlar ki, bu yolda haşyet çok önemlidir. Eğer Kur’an’ı bir Talib olarak okuyorsanız “tanrı” yazan yerlerde, oraya “kendi tanrınızı” da koyarsınız. Ve o zaman oluşacak haşyet sizde çok önemli açılımlara sebep olur! Kur’an “B” halinde olana nasıl hitap ediyor? Onu muhatap alarak “siz” diyor! “SİZ” dediği “B” halinizdir, örtmeyen halinizdir! Onun için Efendimiz 270 Yılmaz DÜNDAR sallallahu aleyhi vesellem’in de “biz” derken “bizden değil” derken kastettiği Kur’an’daki manadır, tanrıların kendileri arasındaki mana değil! Efendimiz’in “Bizden değil” demesi, “B” haline değil tanrıya ait” demektir! “Bizden değil” denilen bir davranışsa, o davranış tanrılara aittir, tanrıların davranışıdır, o davranış “La ilahe” kapsamındadır demektir! Efendimiz’in ifadesi bir bölücülük olmayıp tamamen Tevhid kapsamındadır, yani “bizden değildir” dediği şeye “La ilahe” diyor demektir. “Efendimiz de bölüyor, ayrım yapıyor” gibi düşünmek İslam’ın ruhuna ters bir mana yüklenmektir! Mümkün mü hiç! Kur’an nasıl hitap ediyorsa, Efendimiz de öyledir. “Ayakkabınızın bağını bile Allah’tan isteyiniz, yemeğinizin tuzunu bile Allah’a sorun.” (Hadis). Bu hadis “B”ye bir sesleniştir: Bu sözü kişinin tanrısı önemser o prensip edinirse “ben kimseden istemem, yalnız Allah’tan isterim, kimseye sormam yalnız Allah’a sorarım” der. Bu hadisin muhatabı “B” yapıdır, hadis “B” halinde yaşamak isteyene yol gösterir. Bu hadisi “B”ler ve talipleri önemser. Burada Efendimiz buyuruyor: “KİMSE” olandan kurtulman için, “kimse”lerden kurtulman için ayakkabı bağını bile Allah’la ilişkilendir, yemeğin tuzunu bile Allah’la ilişkilendir! Ama şu çok önemlidir: Madem Efendimiz “A” hali için “bizden değildir” diyor, o hali çok önemseyip tanımak, yakalamak ve etkisiz hale getirmek gerekiyor. Bu amaçla tanrının özelliklerinden yola çıkıp onu yakalayalım ve ona “La İlahe” diyelim. Tanrı tanrıların arasında boy göstermeyi sever, tanrı tanrıların arasında süzülmeyi sever. İşin gereği bu! Eğer kişi bunu duyup da “ne yapayım, Allah böyle emretmiş” derse, doğru, öyle emretmiştir. Ama sonunu da cehennem emretmiştir! Yapacak hiçbir şey yok! Yani burada haline bakıp da “ne yapayım” diyorsan, aynı şeyi “ne yapayım, buraya geldik” diye sonucunda da söylersin. Bu neden önemlidir? Tanıyacağınız tanrının beşeri münasebetlerdeki niyetini iyi irdelemek için! Tanrı tanrılar arasında boy göstermekten hoşlanıyorsa yani şimdi hiç dışarı çıkmayacak mıyız, hiç kimseye gözükmeyecek miyiz? Hayır, öyle değil. Tasavvufta yalnızlık önerilir. Bu yalnızlığı tanrı okuduğu zaman zanneder ki, dağa çıkmam veya bir yere hapsolmam lazım! Oysa insanların arasında yalnızlık önerilir! YALNIZLIK tanrıdan kurtulmanın ismidir, tanrıdan kurtulma çalışmalarının bir yöntemidir! Amaçlanan şey, tanrılardan kaçan, bir yere sığınan, saklanan tanrı üretmek değildir! O yalnız tanrıdır! Tasavvuftaki önerilere dikkat etmek gerekir. -“Zor ve münzevi bir hayat gerekiyor” gibi tarifler görüyoruz bazen? Sen Tanrı mısın? 271 Bazı tasavvuf yöntemlerinde öyle şeyleri okuyoruz. Yaptıkları ve içinde zorluklar olan şeyler tanrılarından kurtarmak içindir, onun içinse doğrudur! Tanrılarından kurtulmak için o gayreti gösterir, o sıkıntıya katlanırlar. Eğer o yöntemi öneren bir tanrı değilse, o yöntemle tanrıdan kurtulmaya gayret edilmiş olur. Yoksa onu yapan yalnız bir tanrı olur; aç kalmış, yalnızlaşmış, zavallı bir tanrı. Öyleyse bir şey fark etmez ki! -Tanımak için “kalabalık mı, tenha mı olmalı?” diye kendimize soruyoruz, ama bazen de ne yaparsan yap tanrıdan kurtulmak zor gibi düşünüyoruz? Çok zor! Kurtuluş için gereken bazı uygulamalar tabi ki yapılabilir. Ama “mutlaka kalabalık şehre veya sakin bir yere gitmek gerekiyor” diye bir şey yok, fiziksel alan her zaman çok önemli değil! Kişilerin yapısına göre değişen şeyler olabilir. Ama bir genelleme yapılırsa önemli olan fiziksel alan değildir! Örneğin evde zor oluyor diye yanılıp gerçek dergâhtan kaçıyor insanlar! Size zor gelen o yer esas dergâhtır, ESAS DERGAH evdir! Bazıları kolay yapmak için nur-u pak olmuş hocanın yanına gidip oturuyor. Onun yanında herkes sessiz duruyor zaten, sen de sessizce durursun, tamam. Önemli olan, dışarıda da öyle duruyor musun, hayatın içerisinde de öyle misin? O önemli! Allah’ın varlığını anlamada farklı bir yaklaşım tarzını paylaşayım. Allah’ın varlığını anlamaya çalışıyor değiliz elhamdülillah. Öyle değiliz ama bu anlatacağım o noktalarda gayret eden kişi için yararlı olabilir. Diyelim ki, Hazreti İbrahim’i veya Efendimiz’in zamanını konuşuyoruz. Hazreti İbrahim, Efendimiz ve sahabeler anlatılırken dinleyen kişi Allah’ın varlığını hissedebilir, Allah’la ilgili bir duyguya, bir manaya bürünebilir. Ama onun Ebu Leheb’de de Allah’ın varlığını görebilmesi lazım, Nemrut’ta da Allah’ın varlığını görebilmesi lazım! İşte onu başardığı zaman Tevhid’i anlaması kolaylaşır, TEVHİD ANLAYIŞI kolaylaşır. Onları okurken dinlerken, “Allah bir takımın kaptanı, karşıda da inanmayanlar var ve kavga ediyorlar” gibi mücadele eden iki takım düşünürse yanılır. Halbuki karşı takım dediği yerde de Allah’ın emrini görebilirse, onun Tevhid anlayışı kolaylaşır. Bu yüzden, bazen kalabalık şehirler ve sosyal hayatın içinde olmak Tevhid anlayışını pekiştirmek isteyen için iyi bir antrenmandır. Şimdi söyleyeceğim sebepten dolayı zordur, ama başarınca da getirisi çok büyüktür. O zorluğun, o riskin karşısında da başarı çok büyüktür! Tanrının izini sürüp yakalamaya devam edelim mi? Tanrı tanrılar arasında boy göstermeyi severken onun cazibe platformu cinselliktir. Tanrılar âleminin bir cazibesi vardır; CİNSELLİK! Bu cazibe neye benzer? Evin eşyalarının üzerine spreyle şeker solüsyonu sıkıp camları da 272 Yılmaz DÜNDAR açalım, hava da sıcak, ne olur? Sinekler üşüşür! Kimi koltukla meşguldür, kimi sehpayla meşguldür, kimi aynayla... Baktığımız zaman, aynayla meşgul sinek, sehpayla meşgul sinek, duvarla meşgul sinekler görürsünüz. Gerçekte onlarla mı meşguller, cazibeyle mi? Aslında şekerle meşguller! Bir cazibe var; görünüşte hep “başka şeylerle” meşguller, ama onları meşgul eden tek bir cazibe var. İşte bunun gibi, tanrıları da tanrılık âleminde tutan cazibeyi hiç düşündünüz mü? O cinselliktir! İnsanın tanrılar âleminden kopmasını zorlaştıran, kopacakmış gibiyken mıknatıs gibi kendine çeken şey cinselliktir; tanrılar âleminin tanrılık veri tabanının platformunun cinsellik olmasıdır! Tanrının tanrılar arasında boy göstermeyi sevmesine neden olan şey bu cazibe platformudur, cinselliktir. Ve o tanrıdır işte! Bahsettiğimiz haşerenin evde boy gösterişi gibi hayatı onun üzerine kurulur. Baktığımız zaman her şeyle meşgul, faaliyette, aktif görüyoruz hepsini. Biri çerçeveyle, biri aynayla, biri sehpayla meşgul, ama hepsi aynı şeyle meşguller; o cazibeyle, şekerle meşguller! Tanrılar âleminin platformu cinselliktir! Bunu hayatınızda iyi incelediğinizde tanrıyı fonksiyonsuz kılmakta çok önemli bir gücü elde etmiş olursunuz. Bunu işin Talibi için söylüyorum, çünkü bununla ancak o ilgilenir! Kendinizi iyi, tarafsız, Hakem ismiyle inceler ve kararlarınızı böyle verirseniz, oluşturduğunuz fiillerin bu cazibeye mi yönelik, yoksa “B” halinin cazibesine mi yönelik olduğunu görürsünüz! -Cinsellik tamam, ama “para, unvan, mal gibi” cazibeleri de görüyoruz? Hepsi cinsellik platformundadır. O saydıkların, diğerleri, hepsi bu platformun üstündedir. Cinsellik platformunun üstünde para vardır, ün vardır, görünme vardır, onları dürtüleyen zemin cinselliktir. Cinsellik derken seksi kast etmiyorum! Bir kişi “ben hiç seksle meşgul değilim, karşıyım bile” diyebilir, o başka bir şeydir. Ama hayatı, fiillerin temelini incelediğinizde bir cinsellik, cinsellikle ilgili bir boy gösterme bulursunuz, hep... İşte o tanrının, tanrılar âleminin cazibesidir! Kişi kendisini ondan kurtarabilmelidir. Kurtaramadığı zaman kişinin fiilleri tanrılar âleminden kurtulamaz. Söylemiştim hatırlayacaksınız; saç tarama fiili bir iştir. O işi tanrı yapıyorsa o cehennemlik bir ameldir, “B” yapıyorsa cennetlik bir iştir. Saç tarama “B” ile ilgili bir fiilse başkadır, tanrıyla ilgili bir fiilse başkadır. Bunu rahatlıkla bilebilir, izleyebilir, yönetebilirsiniz. Bunu önemseyip yönettiğiniz zaman, toplum içerisindeki fiillerin büyük çoğunluğunun temelinde fark etmediğiniz bir cinsel dürtü olduğunu görürsünüz. Cinsellik tamamen tanrıya ait önemli bir cazibedir. Sen Tanrı mısın? 273 “A” (tanrı) “B” kılığında görünebilir, bu onun özelliğidir. Ama “B” “A” kılığına girmez, “B”de kandırma yoktur. O yüzden; YA GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OL, YA OLDUĞUN GİBİ GÖRÜN denilmiştir. Bu söz çok beğenilir. Ama bu söz “B”ye hitap eder, ona ait bir şeydir. Çünkü “B” öyle olabilir! “A” hiçbir zaman öyle olamaz, tanrı hiçbir zaman olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olamaz! Dikkat ederseniz bu sözü tasavvufun büyükleri söylerler; olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol! Bu söz “B”ye aittir! Eğer bir kişi bu cümleye uymaya gayret ederek “A”dan kurtulmaya çalışsa, sırf bu bile bir kurtuluş yöntemidir. Önerilenlere; yani farzlara ve haramlara titizliği yanında yöntem olarak yalnızca bunu bile prensip edinse, “B”yi anlayabilmek fark edebilmek, “böyle bir şeyler de varmış” diyebilmek için iyi bir yoldur bu! Örneğin, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e bir zat geliyor diyor ki, “bana çok şey söyleme, bir şey söyle! O bir şeyi yapmakla hepsini yapmış olayım; ondan taviz vermeyeyim, hep onunla uğraşayım, ama bir tane olsun. Efendimiz bir şey söylüyor: Hep doğru söyle! Çünkü biliyor ki, hep doğru söylemeyi prensip edinirse kişi “B”yi fark edebilir. Çünkü “B” kandırıp da “A” gibi gözükmez, ama “A” rol yapıp “B” kılığına girer, “B” gibi gözükür. Böylece kişi kendisini “İslamiyet’te ilerliyorum, İslamiyet’le meşgulüm” bile sanar. Bunun temeline baktığınızda şu kuralı görürsünüz: İnandığı gibi yaşamayan yaşadığına inanmaya başlar, rahat etmek için yaşadığını doğrular, yaşadığını tasdik eder. Böylece, kendindeki tanrıya “B” elbisesi giydirmeye çalışıyordur. Hani çocuklara bazen “asker, polis elbisesi” giydirirler ya, işte onun gibi kişi de “B” elbisesini” tanrısına giydirir ki öyle gözüksün! Ve “ben de bu yoldayım” der, tatmin olur, rahat eder. En önemli sebep; inandığı gibi yaşayamaması nedeniyle yaşadığına inanmaya başlamasıdır. Bu anlattıklarım kimin için önemlidir? Talip olan için! Neden, bakın: Bu yola Talip olan kişinin hedefi en azından nefs-i mutmaine değilse, böyle bir hedefi ve hevesi yoksa bu konulardan ne zevk alabilir ki, ne anlamı olur ki? Hedefine ulaşır ulaşmaz bilmiyoruz, ama onun için olması gereken şey, onun bir hedefinin olmasıdır. Acaba nefs-i mutmaine halini yaşayabilir miyim, mutmain nefs olabilir miyim? Kendisi için bir korku, bir mahzunluk olmayan hali yakalayabilir miyim? Bu önemli bir hedeftir! İşte hedef bu olunca söylediklerim Talip olan için çok önemli ipuçları haline gelir. Tanrılar âleminin çarkı vehmin zulmeti+şeytan işbirliğiyle döner. Tanrılığın çarkı nasıl dönüyor, ileride genişleteceğiz. Tanrılık döngüsünün mekanizması vehmin zulmeti+şeytan sistemidir. “Bu döngü nasıl kırılır, bu dön- 274 Yılmaz DÜNDAR güyü bir yerinden kırmak nasıl olur?” bunu da talip olan çok önemser. Bunu anlamak için vehmin zulmeti+şeytan işbirliğini inceleyeceğiz. Peki, “B” döngüsü nasıl çalışır? “B” halinin döngüsü akıl+imanla çalışır, “B” noktasının işleyişi akıl+iman mekanizmasıyladır! Orada akıl çok önemlidir! “B” noktasına gelebilmek ve “B” yolunda ilerleyebilmek ancak akıl+iman’la mümkündür. Yalnızca akıl yetmez, mümkün değildir! Kişi sadece imanla takliden de yapabilir, ama işin hakikatini yaşayabilmek için akıl+iman önemlidir. Aklın sağladığı nedir? AKIL beynin mutmain olmasını sağlar. Nefs-i mutmaineye gidiyoruz ya, akıl beynin mutmain olmasını sağlar. İMAN ne yapar? Aslında iman da bir akıl ürünüdür. Siz o konuda henüz bir bulguya ulaşamadığınız için iman öngörüyle kabul edeceğiniz bir bilimsel bulguysa da bir nevi bir akıl ürünüdür. Bilimsel bir öngörmedir, hatır için kabul edilecek bir şey değildir, “hatırın için sana inanıyorum” diyeceğiniz bir şey değildir, bilimsel bir bulgudur! Ama sizin şu anki bilimsel pozisyonunuz onu ortaya koymaya yetmiyordur. AHİRET aslında bilimsel bir bulgudur, ama sizin şu anki bilimsel pozisyonunuz onu ortaya koymaya yetmiyor! Bu yüzden siz o bilimsel öngörüyle ona iman ediyorsunuz. O bilimi, o bilgileri çook önceden kabul ediyorsunuz. Peki, bunu kabul eden nedir? Bakın lütfen dikkat edin, bunu kabul eden Kalb’dir. Dolayısıyla, AKIL+İMAN işbirliği, BEYİN+KALB işbirliği demektir: Akıl bu yolda beynin tatmin olmasını sağlar, iman ise tökezlediği yerde aklın yolunu açar. Beynin tatmin olması için hızlı ilerlemesi lazım, bunun için akıl gerekiyor. Kalbin tatmin olması için de iman gerekiyor, iman kalbi mutmain yapıyor. Böylece bu yolda siz akıl+imanı, yani beyin+kalbi birlikte götürürsünüz. Bunlardan birisini bırakmak yanlış olur! “İnne şerrad devabbi indallahis summül bükmülleziyne la ya’kılun: “Muhakkak ki Allah indinde canlıların en şerlisi akletmeyen; akıl nurundan perdeli sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfal-22). Ayetin “sağırlar ve dilsizler” dedikleri bizim sağır dilsiz dediklerimiz değildir. SAĞIR; duyduğu halde anlamayan, söylendiği halde işitmeyen, DİLSİZ; konuştuğu zaman tanrı kelamı yapan, tanrısını dile getirendir! Bu manayı görünce, kendimize soruyoruz; kişi nasıl öyle olur? Akıl nurundan perdeliyse, aklını kullanmıyorsa; o muhakkak ki Allah indinde CANLILARIN EN ŞERLİSİ’dir! Akıl nurundan mahrum kalanlar, akletmeyenler Allah indinde “canlıların en şerlisi” olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla, Kur’an-ı Kerim’de karşımıza çok sık çıkan “akletmeyecek misiniz, aklınızı kullanmayacak mısınız?” önerileri, imanın yaşanabilmesi için akla nasıl sıkı sarılınması gerektiğinin Sen Tanrı mısın? 275 işaretleridir, “AKL ETME” işi beyinle ilişkilidir. Kalble ilgili olan ise İMAN’dır. “Allah’a iman etmeyecek misiniz? Gördünüz, artık iman etmeyecek misiniz?” ayetleri Kalb’le ilgilidir. Mekanizmaya organ bazlı bakacak olursanız olay beyin+kalb işbirliğidir, işe bâtınından bakacak olursanız akıl+iman işbirliğidir ve bu mekanizma bu yol için çok önemlidir... “B” Takdim Formu”na talip olan kişi kendini “B” ile takdim ettiğinde “sıfır noktası” dediğimiz noktada şöyle diyordu: Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim. Bu cümle başlangıçtı, “B” halinin başlayabilmesi için deklare edilmesi gereken takdim şekliydi, son durak değildi. Kişiyi Esma’ül Hüsna dünyasına sokan o cümleyi, o başlangıç noktasını iyi anlamak, iyi analiz etmek gerekiyor. Çünkü İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerleme, o noktada karar kılmış bir yaşantıdan sonra başlar. Dolayısıyla, “ne yaparım da o noktada karar kılarım, sabit dururum?” bunu bilmemiz ve uygulamamız gerekiyor. “B” sıfır noktasıyla başlayan takdimin tanrılık iddiasındaki takdimden farkını bilmek ve o takdimi hayat tarzı yapmak şarttır. Bu yüzden “B” Takdimi’ni iyi tanımalıyız. “B” Takdimiyle beraber kişi Esma’ül Hüsna Dünyası’na girer. Zaten Esma’ül Hüsna Dünyası’nda ama şimdi iş değişmeye başlar. “A” Takdiminde de Esma’ül Hüsna’lar geçerli ve onlar var. Farkı şu: “A” Takdim Formu”ndaki hayatı tanrılar tanımlar, hayatı Allah tanımlamaz. Orada Allah yerine ilan edilen rab bir hayat tanımlar, hatta doğru ve yanlışı da o tarif eder. Onun yaptığı tanım/tarif doğru bile olsa onu tanımlayan tanrıdır! Yani yapılan çok doğru bir tesbit olabilir, çok dürüstçe bir davranış olabilir, ama o tesbiti yapan tanrılar dünyasında yaşayan bir tanrıdır. O bir tanım yapacağı zaman tanımı kendisi yapıyor veya kendisi belirliyor. Diyelim ki herkes hayat için canlılık diyor. O; hayır, ben ona Hayy diyeceğim diyor. “Şöyle diyeceğim” diyen var ya, işte o tanrıdır! Tanrı öyle tanımlamak istiyor, tanrı öyle demeyi yeğliyor! Dolayısıyla, “A” Takdim Formu” dediğimiz tanrılar âleminde Esma’ül Hüsna’ları tanrılar tanımlar: “Ben ona “Hayy” diyorum, ona “Kayyum” diyeceğim, ona “Alîm” diyeceğim, “Kadir” diyeceğim...” diyor, nasıl istemişse öyle tanımlıyor. Halbuki kişi “B” takdimine girişteki noktada karar kıldığında bir tanımlayan olmaz. Kişi gerçek Esma’ül Hüsna âlemine girer, Esma’ül Hüsna âleminin gerçeğiyle yüz yüze gelir. “Bu nedir, nasıldır?” göreceğiz. Biz B0 noktasının özelliklerini görmeye, anlamaya devam edelim. “B” Takdimiyle birlikte kişi hemen “Şekûr” ismi kapsamına girer. O artık ESAS ESMA’ÜL HÜSNA ALEMİ’nde! Tanrılar âlemindeyken Esma’ül Hüs- 276 Yılmaz DÜNDAR na’ları uzaktan tanımlıyordu, “B” Takdim Formu”yla, “B” haliyle beraber bir tanımlayan kalmaz. Kalmaz ama o hala vardır. O var olduğuna göre, nerede yaşıyor? Şimdi o Esma’ül Hüsna’larda yaşıyor. Oraya girer girmez hemen fark ettiği Esma’ül Hüsna’lardan birisi Şekûr ismidir. Çünkü o noktada sabit kalmakla ŞEKUR, HAMİD ve ŞEHİD ismi kapsamına girilir. “B” takdimiyle birlikte Hamid ismi ve Şehid ismi kapsamına girilir. Talibin orada karar kılabilmesi, hayatını orada idame ettirebilmesi için başlangıçta bu üç esmayı fark etmesi lazım! Birazdan detaylandıracağız. ”B”nin başladığı noktadan itibaren İLMEL YAKİN hal başlar, FİİLLERİN TECELLİSİ başlar. Sıfır noktasıyla birlikte İlmel Yakin hal başlar. Ona biz Fiillerin Tecellisi de diyoruz. Fiillerin Tecellisi için ona kapı açılmıştır artık. Fiillerin Tecellisi halinin başlamasıyla açılan önemli kapı KEŞF KAPISI’dır. Ona o takdimle beraber Keşf Kapısı açılır. “B” takdimiyle beraber onun İLK KEŞF’i şudur ve bu önemli bir keşiftir: Bendeki “Hayy” Allah’ın Hayy’ıdır, bendeki “Semi” Allah’ın Semi’sidir, bendeki “Basir” Allah’ın Basir’idir, bendeki “Alîm” Allah’ın Alîm’idir, bendeki “Kadir” Allah’ın Kadir’idir, bendeki “Mürid” Allah’ın Mürid’idir, bendeki “Mütekellim” Allah’ın Mütekellim’idir. Bunlar NEFSE AİT YEDİ SIFAT’tır, kişi “nefsin yedi vasfı”nın kendisine ait olmadığını keşfeder, ilk keşfi budur. Neden ona ait değildir? Ona ait olursa “A” Takdim Formu”nda olur, tanrı olur! O zaman “B” noktasında olmaz! “Benim görmem, benim işitmem, benim ilmim; benim bilmem, benim iradem, benim aklım, benim hükmüm, benim o olaydaki gerçekleştirme gücüm, benim iletişim yeteneklerim; benim kelamım” diyorsa “A” Takdim Formu”ndadır. Kendisindeki Rab Gücüne sahip çıkan bu yapı Vehmin Zulmeti’ne uyarak tanrılığını ilan eden yapıdır. Zaten siz kendinizi “B” olarak takdim ettiğinizde kendinize ait böyle iddialarda bulunamazsınız. Demek ki, B0 Noktasıyla birlikte Keşf Kapısı’ndan giriliyor ve bu noktaya ait bir önemli keşf yaşanıyor. Açıklamıştık. Kişi “B” Takdim Noktası’nda sabit kalır ve o yaşantıda ilerlemeyi başarabilirse keşiflerle ilgili ilerlemeleri olur, devam eder. -“B” Takdiminde, başlangıçtaki şahit olma nedir? Gerçekten var olmadığını anlamak mıdır? Kişi orada “La ilahe illallah” dediğinde ne hissediyor? İhlâs Hayat Döngüsü şemasını hatırlıyor musunuz? O hayat döngüsünün ilk başlangıç noktası normal yaratılış akışı içerisinde bir “nokta” idi. O noktadan yaratılan kişi Sıfır Noktası dediğimiz takdim noktasında İhlas Hayat Döngüsü’nden saparak rablığını ilan ediyordu, kendisini “A” Takdim Formu”yla takdim ediyordu. Böylece “Hakikat’ın dışında” sandığı bir hayat Sen Tanrı mısın? 277 başlıyordu. Bu kul Hakikat’ten sapışını fark edip, onu zulmete düşüren “A” Takdim Formu”nu etkisiz hale getirirse ilan ettiği rablığı fonksiyonsuz hale getirir. Bu gayretiyle de “B” Takdiminde sabit, kararlı bir hayat oluşturabilirse Sıfır Noktası’yla birlikte kendisine İlmel Yakin kapısı açılır; Keşif Kapısı açılır; Fiillerin Tecellisi kapısı açılır ve o hemen şu üç ismin kapsamına girer, kendiliğinden: Şekûr, Hamid ve Şehid isimleri. Bu takdimin gereği budur. ŞEHİD; her şeyin, her olayın, her varlığın hakikatini gören demektir, bu isimle birlikte ŞEHADET başlıyor... O kul artık Kelime-i Şahadet’i, Et-Tahıyyatü’yü, Mirac’ı (salâtta miracı) gereği gibi yerine getirebilir. Bu kişi artık Kelime-i Şahadet’i okuyabilecek kapsama girmiştir. Ama bütün bunlar için önce tanrılık iddiasından ve tanrıya ait veri tabanından kurtulmak şarttır. Tanrıya ait veri tabanını siz ŞARTLANMALAR diye duyarsınız. -Şehid, Hamid, Şekur isimlerinin tecellisinden sonra “A”ya dönülebilir mi? Geri dönme, kayma olabilir! O yüzden, önce bu noktada sabit kalmayı başarmak lazım! İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel bir yol çizdik, o yol sonra tanrılar dünyasında ilerleyip gidiyor. O Paralel Yol Nefs-i Mülhime’dir ve bir nevi iyi bir yerdir. Ama kişi bu paralel yola gelse bile henüz tanrıdır, yani “A” Takdimi’ndedir. Fatır-32. ayete göre cennete gireceği söylenen nefse zulmün yeri burasıdır. İhlas Hayat Döngüsü’ne geri dönüşsüz girmemişse kişi geldiği bu sıfır noktasından kayabilir, kayarsa da NEFSİNE ZULM’e geri dönmüş olur. Sonra “B” noktasına tekrar gelir, bu gel-gitler yaşanır… Sıfır noktasında “sabit kalmayı başarmak” önemlidir. Ancak orada sabit kalmayı başardıktan sonra İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerleme başlar. Kişi kendini “B” ile takdim etmekle, yani “ben Allah’ın düşüncesinin suretiyim” demekle hemen birden orada sabit kalamaz. Orada sabit olmak için hem “A”yı hem de “B”yi iyi tanımak ve hayatta karşısına “A” çıktıkça ona “La ilahe” demek önemlidir. Hem sözlü olarak hem o işi yapmayarak “La ilahe” demek, yani kendisini hala “A” çizgisine çeken davranışlarla karşılaştıkça onları yok eden bir mücadele içinde olmak gerekiyor. Onlara “La ilahe” dedikten sonra sıfır noktasında sabit kalabilme gayretiyle “İlla Allah” dersiniz. Bu mücadele sırasında bazı davranışlarınızı “B”ye getirmiş olabilirsiniz, ama hepsinin oraya gelmesi gerekiyor. Kişi yüz kadar davranışını oraya taşımıştır ama iki davranışı onu tekrar “A”ya çekiyordur, onları fark edip, mücadele edip “B”de sabit kalmaya gayret etmelisin. “B” SIFIR NOKTASINDA SABİT KALMAK çok önemli bir başarıdır. Çünkü YOL o noktadan itibaren başlar, İLERLEME o noktadan itibarendir. Bu noktaya gelen kişi önce orada sabit kalma mücadelesi veriyordur. O mücadeleyi verirken “A”ya düşebilir, nefse zulüm hallerine dönebilir. 278 Yılmaz DÜNDAR Ama yolda sabitlenmişse, kararlı hale gelmişse, ilerleme başlamışsa, artık onda “ne korku ne mahzunluk vardır” hali başlar. O zaman geri dönüş olmaz, mümkün değil! -”Ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala diynike” duası burada nasıl olur? O dua hep geçerlidir, ama belki de onun fark edilip söyleneceği en önemli yer, en önemli nokta burasıdır. Bu durumda çok güzel bir dua olur; ya Mukallibel kulub, sebbit kalbi ala diynike; beni “B”ye sabit kıl Allahım. ŞEKUR İSMİ “vereni bilme” manasına gelir, o bir nevi vereni bilmedir. Vereni bilmek iki türlü olur. Tanrılığını ilan etmiş birisi “bana bunu Allah verdi” diyebilir. Ama onun o söylediği bir üst makama havale gibidir. Kendisine onu kendi ilan ettiği üst makamın verdiğini söyler. Bu şükür hali değildir, buradaki “bilme” Şekûr için geçerli hal değildir. Gerçek şükür hali için tanrı olmamak, tanrılığını ilan etmemek gerekir! Bu çok önemli; buna çok özen gösteriniz! Kişi kendisini “B” haliyle takdim ettiğinde o takdim, bizzat verenin Allah olduğunun keşfidir zaten. Diğerinde, Rablığını ilan etmiş müstakil bir birim var ve ona Allah bir şeyler veriyor; bakın bu da Allah’tan bilmektir ama yanlıştır. Kişinin karşısına ummadığı bir yerden büyük bir para çıkar “bunu bana Allah verdi” der, Allah’ın verdiğini söyler “çok şükür” der ya, bizim anlatmak istediğimiz bu değildir! Kişi kendisini “B” olarak takdim ettiğinde, kendini Allah’tan gayrı bir birim olarak görmediğinde zaten veren Allah’tır noktasındadır, kendiliğinden ŞÜKREDEN KUL haline gelir. Şükreden kul haline gelmekle Şekûr kapsamına girmiştir. O şimdi şükredene (vereni bilene) Allah daha çok verir kanununun çalıştığı bir noktaya gelmiş olur! “B” halinde sabit durursa, şükreden kul noktasında/Şekûr isminde kararlı olursa Allah ona bu yolu daha çok verir ve ilerlemesi kolaylaşır. “B” takdimiyle beraber HAMİD İSMİ kapsamına girilir. Hamîd ismi kapsamına şöyle girilir: Kendisini “B” haliyle takdim etmiş kişi o halde yaşarken fikir ileri sürer, yorum yapar. “B” Takdiminde olan birisi fikir ileri sürerken, yorum yaparken bilir ki; hamd Allah’a mahsustur; takdir Allah’a mahsustur. Yine bilir ki; kendisi takdir ederse, kendisi yorum yaparsa ve birimselliğinden kaynaklanan bir fikir ileri sürerse “tanrı” olacaktır, nefsine zulmedecektir; nefsinin hakikatini vermemiş olacaktır! Nefsle ilgili basit bir benzetme yapıp konumuza dönelim. Diyelim ki, bana birisi bir çanta para verdi ve “bu çantadaki para sana emanet, ben sana bu parayı nasıl harcayacağını söyleyeceğim, sen de bu parayı söylediğim yerlere harcayacaksın” dedi. Bu para benim değil, parasal bir gücüm de Sen Tanrı mısın? 279 yok, para bende sadece duruyor değil mi? Bu durumda ben kendimi; “para dolu çanta tutan adam” olarak takdim ederim. Parayla ilgili bir güç, parayla ilgili bir mertebe ilan etmem, parayla ilgili bir iddiam yoktur! Onun ne olacağını da bilmem. Denecek ki, şu kadarını şuraya ver, onu oraya vereceğim. Pozisyonum bu, böyle bir yapım var! Manayı anladıktan sonra örneği yok edelim. Tasavvufta böyle örnekler olmaz ve hiçbir örnek anlatılmak istenene tam oturmaz! Manayı yakalayalım ve örneği atalım! Bu durumda A’si olan ne yapar? Kendini “A” ile takdim eden bakıyor ki bir çanta para, paraya sahip çıkıyor ve başlıyor harcamaya. Buradaki gücü kullanıyor, emaneti suiistimal ediyor, nankörlük yapıyor! Ayetlerden nankör kelimesini hatırlarsınız, nankörlük yapıyor; böylece kendisine verilen bu hakkı yiyor. Hak yemek zulmetmek demekti değil mi? O da buradaki bu Hakk’a zulmetmiş oluyor. Örnekteki adamın hali “A” Takdim Formu”ndaki kişi gibidir; kendisine verilen nefs gücünü alıp kullanıyor. Tabi, işin aslı; o veri tabanı kendine nasıl takdir edilmişse öyle davranıyor, onu yaşıyor. Ama biz manzaraya insan boyutundan baktığımız için böyle anlatıyoruz! Aksi halde; “tanrı olanın emrini Allah vermiyor mu?” diyebilirsiniz. Elbette! Saffat-96’yı hatırlayın: ”Sizi de, tanrılarınızı da Allah yaratmıştır.” Sizi de [“B” halinizi de] tanrılarınızı da [tanrılık ilan etmişseniz onu da] Allah yaratmıştır. Yani “A” haliniz de Allah’ın yarattığı bir şeydir! Kurduğumuz cümleler bu yolda mücadele içindir, İnsan-29’a göre gayret sarf etmek için geçerlidir, İnsan-29 gereğidir. “Dileyen Rabbine yol tutsun, Rabbine dönsün” ayetinin gereğini yerine getirme gayretinde olana yardımcı olabilmek içindir bu cümleler! Kişiye verilen ve NEFS diye tanımladığımız rububiyet nuru, rab gücü, yapma gücü ve rablık verdiğimiz örnekteki “para gücü” gibidir. O güç iyi kötü, doğru eğri demez yapar. Tanrılığını ilan edene “şunu yap, şöyle yap” diyen, gücü suiistimal edip tanrılığını ilan eden “A” yapısıdır. “B” yapısındaki kişi fikir ileri süreceğinde, bir yorum yapacağında “o Allah’ın takdirindedir!” manasına gelen yorumlar yapar, onun hiçbir bakışı, hiçbir düşüncesi o manadan ayrılmaz! Bu yüzden, özellikle “B”de sabit kalabilmek için Şekûr ve Hamid ismini iyi kavrayıp yaşıyor hale gelmek, onu adet haline getirmek, rutinleştirmek gerekiyor. Mesela bir kişiye “araban var mı?” diye sorduğumuzu düşünün. Bakın “var mı?” diye sorduk, arabayla ilgili herhangi bir fikir sormadık. “Çok şükür arabam var, Şekur olan Allah’a şükürler olsun ki arabam var” demesi “Allah bana araba nasib etti” demektir ve bu Şekur kapsamında bir davranıştır. Ona bu kez “arabanın bir sorunu var mı?” diye sorduk, “Elhamdülillah bir sorunu yok” derse “takdir kendisine ait olan, kader elinde olan, emir kendi elinde 280 Yılmaz DÜNDAR olan, irade kendi elinde olan Allah bana sorunsuz bir araba verdi” demiş olur. “İnceledim, baktım bir sorunu yok” demiyor, diyemiyor. Kişi başlangıçta öyle cümleler de kurabilir, antrenman sırasında olur öyle şeyler, ama hemen düzeltir; “ben şöyle dedim, öyle dememem lazımdı, şöyle söylemem lazım” diye düzeltir. O düzeltmeler de önemlidir ve onlar FİİLDE ZİKİR’dir, Hamîd’in fiilde zikridir. Zikir neye benzer bakın? Birisi Antalya’ya gidecek, ama Antalya’ya gideceğini unutuyor. Ona denir ki, “Antalya’ya gideceğim, Antalya’ya gideceğim” de, durmadan böyle söyle. Unutuyor çünkü! İşte o dilde zikirdir! Unutmayan kişinin “Antalya’ya gideceğim” diye tekrar edip durmasına gerek yok! Ona onu unutmaması için tembihlemişlerdir: Sen durmadan böyle söyle! Çünkü Antalya mevhumunu unutabiliyor. Bu kişi terminale gider, Antalya otobüsüne biner hala “Antalya’ya gideceğim” diyordur ama yine de unutup yanlış yerde inebilir! “Antalya’ya gitmek” kişinin hayatı haline gelmişse, bunu söylemesine gerek yoktur! Gerektiğinde söyler, sorulunca söyler! Nereye gidiyorsun? Antalya’ya! Sorulduğu zaman söyler. Bunu sana kim verdi? “Allah” der, “elhamdülillah” der. Bu hale gelene kadar dilde zikir yapar! Biz neden dilde zikir yapıyoruz? Yaşantımız “A” Takdimi üzerine olduğu için! “B”yi bilmiyoruz, “B”yi unutuyoruz, yaşarken onu hep unutuyoruz! Onu veri tabanı haline getirebilmek için önce DİLDE ZİKR’ini yapıyoruz. Dilde zikir, yanlış otobüse binmemek içindir. Neyi yapmak ve ne olmak istiyorsak onun dilde zikrini yapıyoruz ki, onu unutmayalım ve beynimizde onunla ilgili kapasiteler açılsın, şaşırmadan, unutmadan Antalya’ya giden adam haline gelelim. Hedefini bilen, saatini bilen, biletini alıp koltuğuna oturmuş kişi haline gelmek ise HALDE ZİKİR’dir. Antalya otobüsüne oturmuş, sessiz güzel gidiyor. Gideceği yeri ve yapacağı şeyi bilen kişinin ulaştığı yerde yaşaması, oranın gereği işlerle hayatını sürdürmesi ise FİİLDE ZİKİR halini yaşamaktır. Antalya’da gideceği yere gitti, Antalya’yı yaşıyor; bu fiilde zikirdir. Ve ESAS ZİKİR budur, zikirde hedeflenen fiilde zikirdir. O artık Antalya’da! Şuraya gidiyorum, buraya gidiyorum demesine gerek yok. Ama bu noktaya gelene kadar, oraya giden yolu şaşırmamak için onu çok tekrar eder, çok söyler, o DİLDE ZİKİRdir. Biz “B” hayatına ait bir fiili yapabilmek için önce onun dilde zikrini yapıyoruz ve o bizde halde zikre dönüşüyor, vücudumuzun kimyası haline geliyor, vücudumuzu o zikre sokacak hale dönüşüyor! Dilde zikir ile oluşan ve açılan beyin kapasitelerinin yönlendirmesiyle salgılanan hormonlar, enzimler vücut kimyasını o hale çeviriyor, senin kimyanı değiştiriyor! Vücuttaki kimyanın değişmesi HALDE ZİKİRdir, zikri yapılan Sen Tanrı mısın? 281 Esma’ül Hüsna’ya uygun bir kimya oluşması halde zikirdir. Bu olmuşsa, artık sizden o esmaya ait fiiller çıkıyorsa, o da FİİLDE ZİKİRdir. Esas amaç da budur; fiilde zikri yaşıyor olmaktır! Rasulullah’ın sürekli yaşadığı zikir hali; fiilde zikirdir; EFENDİMİZİN 24 SAATİ fiilde zikrullahtır. Böyle bir süreç yüzünden, kişi Hamid ve Şekur ismi kapsamına girerken ilk zamanlar unutabilir, sonra da “aslında veren Allah’tı” diyebilir. Dilde zikirle bunu düzeltmesi, “B”de sabit kalmak için önemli bir antrenmandır, “A”ya düşmemek için önemli bir uğraş ve önemli bir Zikrullahtır. “Nasılsınız?” diye sorulduğunda “Elhamdülillah” deriz. Sen birine “nasılsın?” derken onun bir yorum yapmasını bekliyorsun, o bir yorum yapacak ve “iyiyim, hastayım, şöyleyim, böyleyim” diye bir takdirde bulunacak, var olan şeyle ilgili bir takdirde bulunacak. Bunu nasıl söyleyecek? Biliyor ki; takdir Allah’a aittir; emir Allah’a aittir. O zaman “Elhamdülillah” diyerek, “emir kendisine ait olan Allah, beni iyi yaptı Elhamdülillah” manasına gelen bir cevap veriyor. Vereni bilmek Şekûr ismiyle ilgilidir, verilenle ilgili yorum yapmak ise Hamid ismi kapsamındadır. Takdirin; hamdın; kaderin; emrin Allah’a ait olduğunu ortaya koyan söz ve davranışlar Hamid ismi kapsamındadır. Hamid ve Şekur isimleriyle yaşamak, bu noktada olan kişinin hayat tarzının önemli iki göstergesidir! “B” Takdimiyle beraber mutmainlik başlar. MUTMAİN OLMAK mutlu olmaktır. Ve MUTLU OLMAK ancak “B” Takdimi’yle mümkündür! Mutmainliğin yaşanmaya başlanması “B” Takdimiyle beraber fark edilir. İşte bu yüzden o nokta “Amentü Billahi” noktasıdır, o nokta “Amentü Bilkaderi” noktasıdır. “B” Takdimiyle başlayan mutmainlik, mutmain olmaya adaylık Amentü Bilkaderi’nin yaşanmaya başladığı noktadır. Bahsettiğimiz ilah yapı, tanrılık halinde yaşayan yapı hiçbir zaman mutlu/mutmain olamaz, mümkün değil! Mutluluk tanrıya kapalıdır! Mutluluk hali Cennet Hali’dir ve cennet tanrıya kapalıdır, o hiçbir zaman mutlu olamaz! Diyeceksiniz ki, “ama yaşantısında mutlu”. O sizin mutluluk dedikleriniz “mutluluk” değildir, ya “memnuniyet”tir veya “rahatlık”tır. O, memnun olabilir, rahat olabilir ama hiçbir zaman mutlu olamaz. Mesela, tanrının namazıyla “B”nin salâtını analiz yapalım: Tanrı namaz kıldığında memnun olur, rahatlar, hatta kendisini takdir eder “aferin, bak namaz kılıyorsun” der, “herkes yatarken sen kalktın, müslüman dediğin böyle olur” der. O tanrıdır; MEMNUN olur, RAHAT’lar! Kendini “B” ile takdim edense salât ikamesinden dolayı MUTLU olur. İkisi de bir haz yaşıyor; ama birisinin hazzı çok tehlikeli bir şirkken, diğerinin hazzı yasaldır. Bu da bir hazdır ve zamanla terk edeceği bir şirktir. Ama yasaldır, cennete uygun bir haldir! Kendisini “A” olarak takdim edenin 282 Yılmaz DÜNDAR ibadetlerinde duyduğu HAZ, tanrının memnuniyet ve rahatlığından kaynaklanan adrenalin salgısının hazzıdır, onun verdiği hazdır! Kendisini farklı ve iyi insan görme, kendisini önemli görme, kendisini ayrı görme gibi duygulardan kaynaklanan bir hazdır! Peki, “B” takdiminde olanın duyduğu hazzın kaynağı nedir? “B” Takdiminde olan da, kendisini “B” ile takdim eden de haz duyar. “B” Takdimi’nde olan, Allah kendisine salât ikame etme rolü verdiği için haz duyar, o bu nedenle mutlu olur, mutmain olur; “elhamdülillah öyle diledi” der, bunun hazzını yaşar, duyar. İkisi birbirinden çok farklıdır. Birisi tanrılığı, diğeri Allah muhabbetini kuvvetlendirir, haşyeti kuvvetlendirir, “ya dilemezse, ya lutfetmezse!” korkusunu getirir. Tanrı namaz kılıyorsa; “adet edindik, daha bırakmayız, artık kimse bana namazı bıraktırtamaz. İyi işmiş, bu zamana kadar bunu fark etmemişiz, ben bundan sonra böyleyim” der. -Rasulullah Efendimiz’in “bana üç şey sevdirildi; salât, kadın ve güzel koku” hadisindeki “sevdirildi”yi nasıl anlamalıyız? SEVDİRİLDİ, geleceğimiz noktalardan birisiydi. Tanrı sistemine ait bir cazibeden bahsettik, onu şekere benzettik. “B” tarafının da bir cazibesi vardır. O cazibeyi fark ettiği zaman kişi görür ki; “B”nin cazibesi diğerini örtüyor. Onlar yan yana konulduğunda, Talib “B” tarafındaki cazibeyi tercih eder. Bu hal CEZB/CEZBE halidir. Bu takdimle yaşamak onu oraya cezb eder. İnşaAllah yeri gelince o hadise bakacağız. Ama sen hadisteki “dünyaNızdan” ifadesine de dikkat et! Efendimiz niye “dünyaMızdan” dememiş de “dünyaNızdan” demiş? Çünkü “sevdirilen” şeyler sizin dünyaNızdan... “B” Takdimi’yle birlikte kişinin yaşantısında “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber, MaşaAllah, İnşaAllah, La havle ve La kuvvete illa Billah” ifadeleri mana bulur. Hamid isminin başlamasıyla birlikte bu ifadeler onun hem dilde zikridir, hem de yaşayarak fark ettiği şeylerdir. Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber, MaşaAllah, InşaAllah artık onun halleridir, yaşadığı hallerdir. Bunları hem dilinde rahatlıkla kullanır, hem de onları hayatında görmeye başlar. Dolayısıyla, o kişi için “SÜBHANALLAHİ ve BİHAMDİHİ” çok büyük bir mana ifade eder! “B” Takdiminde olan kişinin çok önemli bir zikridir Sübhanallahi ve Bihamdihi... “B” halinin dilidir Sübhanallahi ve Bihamdihi... Ve yine “la havle ve la kuvvete illa Billâh” o hali yaşayışının çok önemli bir diğer zikridir. Bu paylaşımdan sonra yavaş yavaş FİİLLERİN TECELLİSİ’nden bahsetmeye başlarız. Çünkü bu noktadan itibaren Talib kişi hayatında fiillerin tecel- Sen Tanrı mısın? 283 lisini yaşamaya başlar. Fiillerin Tecellisi’ni yaşamaya başlamak, kendini “B” ile takdim eden kişi için çok önemli bir antrenmandır. İnşaAllah göreceğiz. Bir tövbe ve dua yapıp tamamlayalım, inşaAllah. Allahümme eslemtü nefsiy ileyke ve veccehtü vechi ileyke ve fevvedtü emriy ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke. La melcee ve la mencee minke illa ileyke. Amentü Bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte. Allahümme ente Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi, Ya Rabbi! Allahümme ente Rabbi la ilahe illa ente halakteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü euzü bike min şerri ma sana’tu ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bizenbiy, fağfirliy zünubi, feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, Bi rahmetike ya Erhamer rahımîn. Rabbena zalemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel hâsirîn. La ilahe illa ente Sübhâneke, inniy küntü minez zalimin. Rabbi inniy zalemtü nefsi zulmen kebiyran ve la yağfiruz zünube illa ente, fağfirliy mağfiraten min ındike verhamni, inneke entel Gafuru’r Rahiym ve Tevvabu’r Rahiym. Sübhanallahi ve Bihamdihi Sübhanallahil Aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahelleziy la ilahe illa HUvel Hayyül Kayyumu ve etûbü ileyh. Estağfirullah ya Rabbel arşil azim, Estağfirullah ya Rabbel arşil kerim, Estağfirullah ya Rabbel âlemin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ilmike… Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU! Elif, Lam, Mim… Allahu la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel Hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedia’s Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram. Eşhedü en la ilahe illallahül Ehadüs Samedülleziy lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad. İnni veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda hanîfen ve ma ene minel müşrikin. İnne salatiy ve nüsükiy ve mahyaye ve mematiy Lillahi Rabbi’l âlemin. Ve la şerike lehu ve bizalike ümirtü ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi, eslemtü li Rabbi’l âlemin. Âmin... Allahım; Öncelikle Rasulullah, Nebiullah, Habibullah, Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam’ın Güzel, Temiz, Latif Ruhu Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için, 284 Yılmaz DÜNDAR Allahım, gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul Efendilerimizin ruhları için, Ve Allahım, Halife Efendilerimiz Hazreti Ebubekr, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali radıyallahu anhüm’ün ruhları için, Ashab-ı Kiram/Sahabe Efendilerimizin ruhları için, Ve Allahım, indinde makbul kullarının ruhları için, Allahım, yalnızca Senin rızanı umarak, yalnızca Senin Yolunu bilebilmek, anlayabilmek, yaşayabilmek amacıyla yan yana gelen, bir araya gelen bizlerin Senin rahmetine kavuşmuş sevdiklerimiz ve yakınlarımızın ruhları için. Allahım, onlara merhametinle muamele eyleyiver, onların azablarını yok ediver, onları bağışlayıver, affediver, mekânlarını cennet ediver ya Rabbi, Ve Allahım, rahmetine kavuşan bütün müslüman mü’min din kardeşlerimizin ruhları için; Ey Allahım, müslüman mü’min din kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, dertlilerine acil deva, borçlularına acil eda, yolcularına acil selametlik hayrlısıyla, lutfunla, kolaylıkla nasib eyleyiver Ya Rabbi, Ey Allahım, bizlere, ailelerimize, yavrularımıza, inanan din kardeşlerimize sağlık sıhhat afiyet lutfeyleyiver, Allahım bizlere merhamet ediver, Allahım bizleri bağışlayıver, Allahım bizleri affediver, bizlere hidayet nasib eyleyiver Allahım, Ey Allahım, bizlere hayrlı ve helal rızklar lutfeyleyiver Allahım, Allahım, Rasulullah Efendimiz’in ilminin ve yönteminin yayılması için evlerini açan müslüman mü’min din kardeşlerimizin evlerini nurunla nurlandır, bereketinle bereketlendir. Selamın daim orayı kaplasın Ya Rabbi. Onların gayretlerinden, emeklerinden, işlerinden razı oluver inşaAllah. Ve yalnızca RIZAN için El-FATİHA Allah’a emanet olunuz Es-Selâmü aleyküm... 11 Cemaziyelahir 1429 / 14 Haziran 2008 Fatır Suresi 32. ayeti görmüştük: “Biz Kitab’ı şu üç gruba emanet ettik, biz Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık” manasındaki bu ayetteki MİRAS BIRAKTIK ifadesi “muhataplık” manası da içerir, ayetten kimlerin muhatap alındığı da anlaşılır. Muhataplık biraz da şöyledir: Kendisine hidayet dilenilmiş olan kulda, hidayetin yaşanış biçimine göre onda kulluğun açığa çıkmasını motive edecek bir kıvılcım gerekiyor. Bu genellikle Kur’an-ı Kerim ayetleridir. Hatta Kur’an-ı Kerim ayetlerinin bu tesirini fark ettiren, o açılımı destekleyen şeyler de olabilir. Bir mekân, bir kişi, bir ses, bir rüya, bir ilham veya başka bir şey Kur’an’ın bu etkisini, bu muhataplığı daha cazip hale getirebilir. HİDAYET HAYAT TARZI’nın yeşermesi, çimlenecek bir tohuma benzetilirse o tohumu çimlendirecek şey Kur’an-ı Kerim ayetleri ve öğütleridir. Kur’an-ı Kerim’in gerekliliğinin bir boyutu da budur: Kime tesir edecekse, kimde bir açılım yapacaksa Kur’an ayetleriyle o ilgilenir, aksi halde çok ilgilenmez. Kur’an-ı Kerim’in onu muhatap almasından öte o Kur’an-ı Kerim’i muhatap almaz, hayatında Kur’an-ı Kerim’e yer vermez, yaşantısında O’nu muhatap almıyordur. Eğer kişi o üç gruptan birinde değilse, onun hayatında hidayet yönünde açılacak bir şey yoktur. Bu yüzden Kur’an onda bir şeye vesile olmaz, çünkü onda hidayet için bir açılım olmayacaktır. “Sonra biz o Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, onların bazısı mutedildir, onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayratta öncü olandır.” (Fatır-32). Ayette üç grup’tan bahsediliyor; nefsine zulmedenler, mutedil olanlar ve hayratta öncü olanlar (Rablerinin izniyle önde olanlar). Nefsine zulmedenler Kitab’ın miras bırakıldığı gruplardan biri! Bunlar kimlerdir, özellikleri nedir? Bir kişi bu yolda Hanifliği anlamış kavramış ama hanif hayat tarzını henüz sürdürülebilir hale getirememişse buradaki “nefsine zulmedenler” o halde olanlardır. Açıkladığımız bu hakikatlere göre düşünen, inanan, ama nefse zulümden kurtulamamış olanlar, ayette muhataplar içerisinde sayılıyor. Tabi, amaç o sınıfı geçmektir, bunu duyunca buraya yerleşmek değil! 286 Yılmaz DÜNDAR Bu grupta olanlar, çizdiğimiz İhlâs Hayat Döngüsü’nün dışındadırlar. “B” Noktası’ndan sapmış yolun İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel kısmındadırlar. Tanrıların dünyasında ilerlemekten korkarak yaşarlar ama tanrılar dünyasından da kurtulamamışlardır. “A”ların yaşayışına, onların hayat tarzına uymak istemeyen, bunun için de kendini zorlayan bir halde bu caddededirler. -“Paralel yol, yan cadde” dediğiniz burası mı oluyor? Tefekkür Şeması 2’den Sen Tanrı mısın? 287 Evet, burası paralel yol, burası yan cadde, burası Nefs-i Mülhime! Nefs-i mülhime burada yaşanır. Nefs-i mülhime “B” noktasına gayet yakın bu pozisyonun adıdır. Oradaki kişi, bir dokunan olsa hemen İhlâs Hayat Döngüsü rayına geçecekmiş gibi bir pozisyondadır, ama o paralel caddededir, orada sürdürür hayatını. İlham alır, aldığı ilhamlarla yaşar. İLHAM’ı şuna benzetebiliriz: İhlâs Hayat Döngüsü’nün giriş kısmı bir Gül Bahçesi’yse, o bahçeden de etrafa güllerin güzel kokuları yayılıyorsa, bu paralel caddede duran kişi o kokuları duymaya, hissetmeye başlar. Esas Yol’un, Ana Cadde’nin kokularının hissedilmesi onda ilham oluşturur. Hatta bazen o kokuları o kadar kuvvetli hisseder ki, kendisi Gül Bahçesi’nde olmadığı halde, o koku nedeniyle kendini Gül Bahçesi’nde sanar. Bir an, kısa bir süre de olsa kendisini orada sanar, sonra tekrar normal hayatına döner, normal yaşantısına devam eder. Ama o “Gül Bahçesi’nde sandığı hal” onu çok mutlu eder, bu yüzden o hali arar durur. O ona motivasyon kaynağı bile olur. O hevesle bu yolda kalmaya devam eder, onların sıklaşmasını ister. Havayı koklar, o Gül’ün kokusunu almaya çalışır... Çünkü o koku geldiği zaman bir an da olsa kendini bahçede sanıyor. Lutfedilmişse de ona mutmainlik açılır. Ne zaman Esas Cadde’ye geçer ve o bahçede sürdürülebilir kalır, o zaman halinden MUTMAİN olur. Bahçe’de olduğundan Emin yaşar, artık ilham alması gerekmez. Artık uzaktan bir koku alıp hayalle kendisini bahçede sanması gerekmiyor. Kendini bahçede bulunca; “bahçedeyim, elhamdülillah” der ve kalbi mutmain olur! - Bir kişide gülleri koklama isteğinin çok fazla olması önemli midir? Kesinlikle, o çok önemli bir lütuftur ve şu hadis aslında bu söylediğinizle ilişkilidir: “Kişi nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle ba’s olur.” Bir kişi o kokuyu çok önemsiyor, onun gayretiyle fiiller ortaya koymaya çalışıyorsa, bahsettiğimiz bahçeye/esas caddeye geçiş sağlayamamış olsa bile, böyle yaşadığı için son nefesini bu bahçeye geçmiş olarak verebilir, bilinmez! Öyle yaşadığı için ölümü tattığında o pozisyona geçmiş olabilir. Bütün mesele o tanrıdan kurtulmaktır! O, çok antrenmanlı olduğu için, ölümü tatma anının onda oluşturduğu bilinçle, hissedişle tanrıdan hızla kurtula da bilir. “Ha, o hal buymuş” deyip, kendini tanrı ilan etmediği [HANİF] halle son nefesini vermiş olabilir! Bir önemli şans budur! Bir şans da Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in Fatır-32. ayeti yorumlayışıdır. Efendimiz bu ayeti yorumlarken bu caddede olup da duydukları gül kokusuyla yanıp tutuşanlar için buyuruyor: “Eğer kişi böyle bir nefse zulümle gelmişse, mahşerde hapsedilir” diyor. Mahşerde bu tasayla yaşarlarken Rableri onları rahmetiyle noksanlarından 288 Yılmaz DÜNDAR kurtarır. “Hamd bizden tasayı kaldıran Allah’a aittir” diyen grup bunlardır” buyuruyor. “Hapsedilirler” mevhumunu insani boyuttaki bir hapis, bir yere tıkma gibi düşünmeyin. O yolculuktaki “bilinçlerin hapsedilmesi” nasıl bir şeyse, bilinçlerin hapsedilmesidir o. Bilinçleri o haldeyken onlar bir tasaya kapılıyorlar; biz bu kadar gayret ettik, bu doğrultuda inandık, neden cennetle müjdelenmedik? Bu tasasıyla yaşarlarken, Rableri rahmetiyle onların noksanlıklarını telafi eder. Yani, henüz kurtulamamış oldukları o tanrılıktan onları kurtarır, böylece cennet ehli olurlar. Fatır-34’de; “hamd, bizden tasayı kaldıran Allah’a aittir” diyen grup bunlardır.” Dolayısıyla, yaşarken bu gayretle yaşamanın bu ayet gereği bir müjdesi vardır. Bu müjde ölüm anında da gelebilir, bu ayetteki gibi sonra da! Ama bir müjde var: “Onlar bu noksanlarından Rablerinin rahmetiyle kurtarılacaklardır” diye Efendimiz bu halde olanları müjdeliyor. -Nasıl olacak bu? Dünyada “âmâ” olan ahirette de âmâ olmuyor mu? Dünyada başaramadıkları bir şeyi mahşerde nasıl başaracaklar? Bu Rasulullah’ın açıklaması, onu naklediyorum! Rasulullah böyle müjde veriyor, bu ayeti böyle yorumlamış! Sizin kast ettiğiniz “bu dünyada âmâ olan hal” nefse zulmetmenin bu boyutu değildir. “Bu dünyada âmâ olan” o âmâlar genellikle Nefs-i Emmare’dedirler veya Emmare ile Levvame arasında gidip gelen bir Nefs-i Emmare’yi yaşıyorlardır. O nefse zulm bu kapsamda değildir. Hadis âlimlerinin bazılarının “nefse zulmedenlerin kesinlikle cennete giremeyecektir” dediği grup bunlardır. Efendimiz’in müjdelediği nefse zulmedenleri açıkladık. İki tip nefse zulm düşünmemiz ve bu iki farklı nefse zulmü ayırt etmemiz gerekiyor. İzin verirseniz onu şekille göstereyim. Tefekkür Şeması 2’den Sen Tanrı mısın? 289 Bakın “B” ile gösterdiğimiz yer, Allah’ın evren için “OL” dediği yerdir; “OL dedi OLDU”. Olanı, yani yaratılanı “B” ile gösterdik, “B” ile gösterilen yer Hakikat’in bu dileğidir! B0 ile gösterdiğimiz noktadan itibaren varlıklar var, insan var. İnsan, hayatı fark etmeye başladığında kendini hayata “BEN” diyerek takdim ediyor ve bu yüzden de “BEN”Lİ bir HAYAT” başlıyor. Biz bu hayatı “A” Takdim Formu”, “B” Takdim Formu” diye ikiye ayırdık. Bu takdim noktasında insan ilkin kendini “A” takdimiyle takdim eder, öyle ifade etmeye başlar ve “A” takdimiyle “BEN” demekle kişi idraken Hakikat’in dışına düşer! Çünkü “BEN” demekle bir iddiada bulunur, ona verilmiş olan “rablık gücü”nü “kendi gücü” ilan eder. İşte bu “ben rabbim” demektir. Dolayısıyla “BEN” demek “ben rabbim” demektir! Onun rablığının sınırı ona verilmiş olan “rablık gücü” kadardır! Kişi yaşarken onu daha da kuvvetlendirmeye çalışır! Mesela Tibet’e, şuraya buraya gidip bazı bilgiler öğrenenler veya Hint felsefesi içerisinde yetenekler kazanmaya çalışanlar, meditasyonla sakin olmaya gayret edenler, o tür yöntemlerle gelişeceğini sananlar hep bu “A”yı kuvvetlendirirler, doğal olarak da tanrılıktan hiç kurtulamazlar! Onların yaptığı nedir? “A”nın beş duyuyla sınırlı yeteneğini o gayretleriyle kuvvetlendirmeye çalışırlar! O gayretler tamamen “A“yı kuvvetlendirmek içindir. Ve “A” ne kadar kuvvetlenirse cehennemdeki mertebe, cehennemdeki azap da o kadar kuvvetli olur. Çünkü CEHENNEM MUAMELESİ kişinin oluşturduğu rablıktan kurtulmasını, o rablıktan sıyrılmasını sağlayacak muameledir, rablıktan sıyrılma olmuyorsa o muamele ebedidir. “Ama onlar çok iyi insan oluyorlar” mı diyorsunuz? Doğru, hümanist tanrı oluyorlar! Ama çok iyi olmaları onları hiçbir zaman tanrılıktan da, cehennemden de kurtarmaz! Hep tanrı olarak kalacak karakterlerden birisi inançsızlardır. “BEN” diyen kişi inançsızsa, bir şeye inanma ihtiyacı duymuyorsa “BEN” demekle oluşturduğu dünyanın tek tanrısı o kendisidir! Bir inancı yoksa o tam bir tanrılık ilan eder! Bir de bir şeye inanmak isteyen bir karakter vardır. O da kendi uydurduğu bir varlığa inanır. O inandığı şeye çevre ne diyorsa öyle bir isim takar. Mesela, İslami ibadetlerle meşgulse, ötesinde oluşturduğu, uydurduğu imaja “Allah” adını verir! Bu anlattıklarımın ikisi de nefse zulümdür ve bu nefse zulüm sizin bahsettiğiniz “âmâ”ların nefse zulmüdür, bunlar Efendimiz’in müjdelediği nefse zulüm tipleri değildir! -Konu değişecek ama, Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin kitabında okumuştum, orada şeriat namazı, tarikat namazı veya zekâtı gibi tasnifler var. Mesela, “asıl zekât sevaptan vermedir, yaptığı işin sevabından vermektir, asıl buna ulaşmak lazımdır” diyor. Sevaptan zekât nasıl verilir? Nasıl bir şey bu? 290 Yılmaz DÜNDAR O ifadenin önüne arkasına bakmak lazım, konu oraya gelinceye kadar bir şey anlatılmıştır veya sonrasında devam eden bir mana vardır. Ona bakmadan yorum yapmak yanlış olabilir. Bir de, tercüme yapılırken kelimeler yeterince yerine konulamamışsa ondan kaynaklanan mana noksanlıkları oluşur. Ama bütün bunlara rağmen o cümleyi nasıl anlamalıyız? Bir şeyi doğru ve kolay anlamak için ölçü, “daima tanrı kriteriyle bakmak” olmalıdır! Şimdi bu bakışla o kelimeleri inceleyelim. Orada “ŞERİAT” diye bahsedilen işin şeklidir. Kişi taklit ehli olmaktan kurtulduğu ölçüde şeriat halinden TARİKAT’a gelir. Taklitten tam kurtulamasa bile, kurtulduğu ölçüde tarikat idrakına geçer. Bahsedilen tarikat hali ilimle yoğrulmak demektir, onu anlatır. Tarikattan sonra da HAKİKAT hali vardır... Hani bir sıralama vardır: Şeriat, Tarikat, Hakikat, Marifet... Bu sıralamanın yapıldığı zamanın anlatım tabirlerine göre Şeriat “tamamen taklidî” olup sebep ve sonuç ilişkisi olmayan, çok körü körüne yapılan, bu yüzden de bazen fanatik ve radikal sonuçlara ulaşan bir hayat tarzını işaret eder. Ama o hayata tarikat karıştığında kişi bir şeyler bilmeye başlar, bildikleriyle yaşamak başlar. Biliyor, ilişki kuruyor, ayet ve hadislerde okuduğu şeklin, mecazın bir adım ötesine gidiyor, gitmeye çalışıyor. TARİKAT diye bahsedilen şey “mürekkep yalamışlık” diyebileceğimiz veya günümüzde “üniversiteye gitmişlik” dediğiniz statüdür. O zamanın konumuzla ilgili üniversitesi, yolu, bilimi tarikat kelimesiyle ifade ediliyor. Günümüzde tarikat denince anlaşılan manada değil. O konuların bugün üniversitede anlatılıyor olduğu halin adı tarikattır; mürekkep yalamışlıktır, o konudaki ilim tahsili olarak kastettiğimiz şeydir. Üniversitede ehil bir hocanın bulunması, bir bilenin, yol göstererek anlatması ve bilerek anlatan biri sayesinde bir şeyler öğrenmeye başlamak, öğrendiklerine göre yaşamaya başlama hali TARİKAT’tır! Hakikat nedir? HAKİKAT’te artık öğrendiklerinin ötesine geçmiş olursun. Hatta kolay anlaşılsın diye şöyle tarif edelim: Şeriat’te kişi sırf şekille (“B” imanı gereği değil de) taklitle meşguldür. Tarikata gelince öğrenme ve âlimlik başlıyor. Tarikatta olana, ilimle meşgul manasına âlim diyebiliriz. Şimdi işe “bilmek” karışıyor. Bu yüzden; Âlimin söyledikleri kendisinden yukarıdadır denir; yaşantısını değil de bilgisini söylediği için! Bir şeyler söylerken kurduğu cümleler kendisinden yukarıdadır. Kendi o cümlelere ulaşmak için çalışıyordur, gayret ediyordur ama o cümle onun amelinden, onun yaşantısından yukarıdadır! Şimdi Hakikat ehline de ARİF diyelim. Hakikat ehli olan Arifler kendi içinde; “ârif” ve “Ârif-i Billâh” diye ayrılır. Biz şimdilik Arif’in halini tarif edelim: Ârif söylediklerinden yukarıdadır, onun böyle bir yaşantısı vardır. Fark edebildiniz mi? Dolayısıyla, Şeriat Sen Tanrı mısın? 291 Ehli’nin vermesi farklıdır, Tarikat’ta olanın (Alim’in) vermesi farklıdır, Hakikat Ehli Arif’in ve Arif-i Billah’ın vermeleri farklıdır. Söylediğiniz literatüre göre Şeriat kısmında tanrılığını ilan etmiş biri veriyor. Veren ve verdiği için kendi kendini takdir eden biri var ve o takdir bekler. En azından içinden sessizce kendisini takdir eden biri vardır. Bu haldeki MÜTEVAZİLİK bile takdir beklemektir, kendisini tanrı ilan etmiş kişinin mütevaziliği de tanrılıktır. “B” halindeki mütevazilikle “A” halinde birinin mütevaziliği arasında hiç ilişki yoktur! Evet, tarikat kısmındaki vermede de ikilikten kurtulmamış bir verme vardır, “Allah bana veriyor, ben de veriyorum” şeklinde bir verme vardır. Bu da henüz ikilikten kurtulamamış bir pozisyondur. Ama Hakikat’te, ESAS VERME yaşanır. Onda “veren biri” yoktur! Allah birisine veriyor, o da başkasına veriyor pozisyonu kalmaz. Dolayısıyla o pozisyonda görev gören ancak ENERJİLER’dir, yapılanlara sahip çıkacak birisi yoktur. Hatta kişi kalkar! Veren kişiler yok, enerji aktarımları vardır. Enerji aktarımları faydalı yöndeyse, biz onlara kolay anlaşılsın diye SEVAB deriz. Bir örtücü o enerjiyi örtüyordu ve o enerjiye “BEN” diyordu. O kişi kalktığı zaman enerji salt kalır; sevab diye bahsettiğimiz işte o nurdur. Birisi çıkıp oraya “o güç benim” demediği için o nur sevaba dönüşür. İşte burada yaşanan olaylarda bir enerji akışı var ya, belki ona “sevabdan vermek, sevabından vermek” deniyor olabilir. -“Namazlarınızı bile bağışlayın” denmesi de aynı manada mıdır? Bu biraz farklı. Burada; sevap kazanacağım diye ibadet yapmayın deniyor! Yani salât ikame etmek “SEVAB KAZANACAĞIM” diye yapılmaz, demek isteniyor. Çünkü “sevab kazanacağım” diye yapan bir tanrı var. Bir varlık var, almış eline sevab kasasını çantayı doldurmaya çalışıyor, bir tanrı var! O tanrıdan kurtulman için; sevab iddiasında, peşinde olma deniyor. Hep anlaşılması çok önemli olan bir şey var ki; tanrı/tanrılık! İnsan, tanrıyı terk etmeden bunları terk ederse “sevap peşinde koşmayan tanrı” olur! Sevab peşinde koşmaz ve der ki; hakikaten bana bir şey kalmadı, hepsini verdim! Tanrı hepsini dağıttı, kendine de bir şey kalmadı. Bütün mesele o tanrı imajından kurtulmaktır! O tanrı var olduğu sürece... Tasavvufla ilgili yerlerde denir ki; az yiyeceksin veya bağlamalı oruç tutacaksın. Kişi de bağlamalı oruç tutar. Sonra da arkadaşına veya kendine der ki; üç gün bağlamalı oruç tuttum! O üç gün aç duran tanrı! Onun orucuna kimin ihtiyacı var? Yani, bu aç kalsa ne olur ki! Sen uykusuz kalsan ne olur? Uykusuz kalıp yorgun düşen tanrı olursun, aç kalıp zavallı düşen tanrı olursun. Eğer aç kalmak tanrılıktan kurtulmak için bir disiplin değilse, uykusun- 292 Yılmaz DÜNDAR dan fedakârlık yaparak bir şeyler yapmak onun tanrı imajından kurtulmasına bir zemin hazırlamıyorsa onlarla meşgul ve yaptığıyla da kendini takdir eden bir tanrı olur, daha kuvvetli tanrı olur ve der: Ben üç gün aç durabiliyorum, ben uykusuz durabiliyorum... Hiç önemli değil! Hep tanrıya ait yeni güçler! Yeni güç kazandın, eskiden oruç bile tutamıyordun, şimdi üç gün bağlamalı oruç tutuyorsun. Güç kazandın, güçlenmiş tanrı oldun! Kendini sevişini fark ettin mi? Üç gün aç duruyor, aferin ona! Üç gün aç duran tanrı! Hac-37 der ki: “Sizin kestiklerinizin kanları Allah’a ulaşmaz, ancak takvalarınız ulaşır.” İstediğin kadar kurban kes ve kan akıt, onlar Allah’a ulaşmaz. İstediğin kadar aç kal, açlığın Allah’a ulaşmaz. İstediğin kadar uykusuz kal, uykusuzluğun Allah’a ulaşmaz. İstediğin kadar yalnız kal, yalnızlığın Allah’a ulaşmaz... Neyin ulaşır? Ancak takvan ulaşır. Peki, takva nedir? TAKVA “B” yolundaki ilerleme gayretleridir. İşte bu ulaşır. Çünkü o hal, bir yere giden ve Allah’a ulaşan bir şey değildir! O hal İlla Billah’tır; Kendisi’dir, o yüzden ulaşır! Yoksa Allah bir yerde ve bu yaptıkların O’na ulaşıyor değil, senin o halin Allah tanımının içinde olduğu için ulaşıyor. “Ben yere göğe sığmam, mü’min kulumun KALB’ine sığarım.” Bu hadiste geçeni et parçası (yürek) sanarsanız, o Allah’ı içine hapseden idraktır; hiçbir yere sığmıyor, mü’min kulunun kalbine sığıyor. Tanrıların birbirlerine olan sevgisi böyledir; “sen kalbimdesin...”. Tanrıların sevgi imajları! “Allah’ın sığması” da öyle düşünülürse yanlış düşünülür. Hadiste bahsedilen kalb; tamamen insanın Veri Tabanı’dır, birimin Esma’ül Hüsna kompozisyonudur. Eğer kişi “B” halini sürdürülebilir yaşantı haline getirebilirse onun Esma’ül Hüsna kompozisyonu isim ve sıfatlarla bezenir. Böylece Allah’a ait esmalar, sıfatlar onun KALB’inde [kalıbında, veri tabanında] gözükür. Bu müthiş bir şeydir! Böyle bakıldığında, “B” halinde yaşanan fiillerin tecellisi, isimlerin tecellisi, sıfatların tecellisi hallerinin kalıpla ilgili pozisyonlar olduğu fark edilir. -Farklı olacak ama, secdede niye eğiliyoruz? Secdede bir eğilme var? Konu akışımız içerisinde henüz secdeye gelmedik, inşaAllah o zaman detaylı bakacağız ama şöyle söyleyelim: Birinci secde YOKLUK SECDESİ’dir. Neden yokluk secdesi? İkinci secde yokluk secdesi değil, mesela! İki secde arasındaki fark ne? Bu iki secde arasındaki dua neden önemlidir, iki secde arasındaki dua neden çok makbuldür? Bunları geniş olarak anlatış akışımız içerisinde inşaAllah göreceğiz. Ancak bu sorunun net cevabına hiçbir şekilde rastlamamışsındır. Yazılı olarak yoktur! Neden? Bilinmediğinden değil! Her dönemin geldiği bilimsel anlayışın ortaya koyduğu bakış ve yaşantıda Sen Tanrı mısın? 293 hep yeni anlaşılabilecek bir boyut olduğu için! Şu an bin yıl öncekinden daha farklı anlaşılabilecek bir boyut var, önümüzde kaç yıl varsa, ileri yıllarda daha iyi, daha farklı anlaşılabilecek bir boyut olacağı için öyledir. Ama bu secdenin şeklini değiştirmiyor. Sadece onun değişen koşullarda anlaşılmasını sağlıyor. Anlaşılması sağlanınca ne olur? Anlayan MUTMAİN olur! Soruş sebebin de mutmain olmak, secdeden mutmain olmak istiyorsun! Yoksa secde aynı secde, değişmez! Bin yıl önce de aynı secde yapılıyordu, şimdi de aynı secde yapılıyor. Ama diyorsun ki; ben daha mutmain nasıl yapabilirim? Özellikle birinci secde çok açıklanıp ortaya konmuş bir şey değildir. Yalnızca “yokluk secdesidir” denip geçilir. Ve onu o şekilde yaşamış olanlar, ikinci secdeye öyle bir arzu ve istekle giderler ki ikinci secde öyle oluşur. Aslında, ikinci secde birinci secdenin taklididir, ESAS SECDE birinci secde’dir. “YOKLUK”la secdenin şeklinin ilişkisi var mıdır? Fiziksel olarak o şeklin tanrılar âlemiyle ilgili bir yanı vardır: Siz tanrılar arasında birisine gücünüzü kanıtlamak istediğiniz zaman onu yere çöktürürsünüz. Bir tanrı diğer tanrıyı çöktürerek “ben senden üstün tanrıyım” der. Diğeri de korkuyla yere çöküp “tanrılığını kabul ettim, bana zarar verme” der. Kişi önünde bir tanrı olmaksızın yalnızca “Veccehtü Vechiye” manasıyla secde yapmakla temsili olarak kendindeki tanrıyı yok etmiş olur, şeklen. Ve Rabbine der ki; ben o tanrıyı yere yatırdım, gücünü yok ettim, onu ezdim, artık o güç ilan edemez, çünkü o yok! Birinci secde bu idrakla YOKLUK SECDESİ haline gelir. Secdede oluşan şekil fiziksel olarak şöyle de önemlidir. O tefekkür içerisindeyken, secde sırasında kan beynin öyle noktalarına gider ki; o noktalar Allah’ı tanıyabilmeni ve o tanıyışı hayat tarzına dönüştürebilmeni kolaylaştıracak hücreleri canlandırır! Allah’ı anlayabilmeni ve o anladığını yaşayabilmeni sağlayacak hücrelerin canlanması sende bir enerji yayımına sebep olur. Hatta bu enerji öyle bir hale gelir ki, senden farklı renklerde dışarı çıkmaya başlar. O enerjiye o rengi kazandırabilmede secdedeki kan hareketinden de yararlanırsın! Dolayısıyla, tefekkürle beraber secdenin uzun hali güzeldir. Hatta salât dışında secdede dua etmek çok güzeldir. Eğer bu Seher Vakti’ne rastlarsa daha da güzeldir! Çünkü o zaman önemli bir ayetin kapsamına girer kişi. ALLAH’IN SEÇTİĞİ ÖVDÜĞÜ BİR ZÜMRE var: Seher vakti tövbe edenler, secde edenler. “Onlar seher vakti secde ederler, tövbe ederler” önerisini duyunca o iki işi birleştirir ve tövbeyi secdede edersen [salât dışındaki secdede] ayetin kapsamına girersin. Güneş doğmadan, hele de Seher Vakti yokluğunla ilgili o kadar enerji üretirsin ki... Secde pozisyo- 294 Yılmaz DÜNDAR nun nedeniyle o enerjinin hücrelerden üretilmesini sağlayacak kanı oralara gönderirsin, bir diğer boyutu da budur. Böylece duyacağın hazla ilgili mekanizmayı çalıştırmış olursun. Yaşadığın güzellikle ilgili bir haz duydun, onu tekrar yaşayabilmek için de İKİNCİ SECDE’ye gidiyorsun... Aslında secde rükûyla da çok ilişkilidir! Ve Rükû yalnızca müslümanlara verilmiş bir ikramdır! Secdeden önce rükûya gidersiniz. Orada yokluk secdesi için bir nevi randevu istersiniz, rükû ile! Bazı ayet ve hadislerde “onlar birlikte Rükû’dadırlar” diye bir tavsif yapılır: Rükûdadırlar; yani secde için randevu isteğindedirler. Secde hali için bir tamlık gerekir, ama o tamlıkta da değilsin, işte rükûda o izni alırsın! Rükûda onların noksanları kabul edilir. Rükû, secdeye gidebilmen için noksanlarının telafi edildiğini o an için sana müjdeler. Şöyle: Salâtta her hareketinde “Allahuekber”le şekil değiştirmene rağmen sadece orada “Semiallahu limen hamideh” der o pozisyondan çıkarsın. Onun dışında hep “Allahuekber” dersin. Ehlullah diyor ki, rükûdan kalkarken duyduğun “semiallahu limen hamideh” seslenişi, sana “hamdın işitildi” denilmesidir. Senin ağzından sana “haydi secdeye git, iznini aldın” denir. Böyle önemli bir haldir rükû. Böylece sen o an secdeye gidebilecek yetkiyi almış oldun. Salâttaki şekiller, mesela secde, o niyetle, o yetkiyle yapıldığında önemlidir! Bunu fark etmeden anlattığımız bir gün, zeki bir tanrı demişti ki; secdeyle uğraşmaya ne gerek var, amuda kalk, oraya daha çok kan gider! Çok önemli bir şeyi görmemize vesile oldu: Secde için rükû gerekiyordu! Rükû’da izin almamışsan amuda kalkıp yarasa gibi durman bir mana ifade etmiyor. Mekanizmanın çalışması için izin şart: O izin RÜKU ile! Salât için bir izin daha alıyorsun! Neyle? ABDEST’le! Abdest hareketleri de niyetlenmenle abdest enerjisini oluşturuyor. Aksi halde hiç hamamdan çıkmayan senden daha mı abdestli oluyor? Adamın görevi hamamda, suyun içerisinde çalışıyor, daha mı enerji dolu? Hayır! Abdestte niyetlenmenle beraber bir mekanizma var, bir izin mekanizması başlıyor. Öyle bir izin mekanizması ki... Bu yüzden, abdest işini çok önemsememiz gerekiyor. Nasıl bu bedenimizi örtmek için elbise kullanıyoruz, bedenin bir elbisesi var. Madde beden maddi elbiseyle örtülüyor! Ruhun enerji bir beden, onun elbisesi de enerjiden olmalıdır. RUHUNUN ZEDELENMESİ’ni istemiyorsan, örtmelisin! Onu abdestle örtersin; enerjiyi enerjiyle örtersin! Bu yüzden abdest önemli hale gelir, ruhunu önemsiyorsan, onun zarar görmesini istemiyorsan, onu birisinin zedelemesini istemiyorsan ona bir kılıf geçirmen gerekiyor. Nasıl üstümüze bu kılıfı geçiriyoruz, örtünüyoruz, ruhuna da öyle bir örtü ge- Sen Tanrı mısın? 295 çirmen gerekiyor, eğer talipsen! O örtü abdesttir. Abdest, suya girmek değildir! Aksi halde Tibet’ten çıkmayanlar çok mu korunuyorlar? Hiç alakası yok! Sen abdeste niyetlenmekle Allah’ın Rahim isminden yararlanıyorsun ve Rabbinden bir izin istiyorsun. Rahman isminden yararlanmak için o izne, o niyete gerek yok! Çünkü Rahman isminde adalet vardır, bir şeyin tam karşılığını verir. Rahman ismi yüzünden tüm yaratılanlar Rahman süzgecinden geçmiştir, yani Rahman’ın adalet süzgecinden geçmiştir. Rahman’ın adalet süzgeci merhamettir. Bu merhamet, bizim birbirimize acıyarak yaklaşmamızın merhameti değildir. RAHMAN’ın ADALETİ merhamettir; karşılığını verir, Rahman’da zulm olmaması merhamettir. Bir insan için nasıl bir kulluk dilenmişse, o kulluğun karşılığı olan bedeni, yapıyı, hayatı Rahman verir, O tam karşılığını verir. Ama Rahim? RAHİM isminin bir manası üretendir, evrende üreten Rahim’dir. Bu anlamı yanında Rahim ismi sırf nimettir, sırf hediyedir. Öyle bir nimet ve hediyedir ki, hediye verilecek kişiye “bunu almayı hak ediyor musun?” diye bakılmaz. Rahman’da bakılır! Çünkü Rahman var olanın karşılığını verir. Ama Rahim ismi iman edene çalışan bir mekanizmadır, Rahim ismindeki nimetin akışını iman çalıştırır, iman nuru çalıştırır. O yüzden birinci secdeye giderken rükûda aldığımız kabul, Rahim isminin bize bir hediyesidir. Çünkü senin hiçbir şeyin o tamlığı sağlayacak bir halde, bir kompozisyonda değildir ki! Bu nedenle “ben nasıl yokluk secdesi yaparım ki?” demek yanlış olur. İhlâs ile yaklaştığın zaman noksanın neyse, o noksan salâtta özellikle secdede telafi ediliyor. Bu yüzden “şöyle yaparsanız salât size miractır” değil de; “salât mü’minin miracıdır” denmiştir; mü’minseniz SALÂT MİRAC’tır! Çünkü telafi ediliyor, izin veriliyor. Abdestte de öyle: O an Rahim ismi çalıştığı için izin alıyorsun, halbuki Tibet’te yıkanan Rahman isminden yararlanıyor: Suya ne kadar girmişse o kadar ıslanır. O da karşılığını alır, kirinden temizlenir. Bu Rahman’dır; burada yaptığının karşılığı verilir! Ama Rahim’de yaptığının karşılığı değildir sana verilen, çünkü herhangi bir şey yaparak kazanabileceğin bir iş değil o! Salâttaki pozisyonlar ayetlerdeki bazı harflere benzetilir, Ehlullah’tan ona Bir başka şekilde secdesecde ayet harflerine de Bir başka şekilde bakldğnda ayet harflerine debenzetilir: benzetilir: A böyle bakan vebakldğnda değişik manalar yükleyenler olmuştur: Ayakta durduğun Bir başka şekilde bakldğnda secde ayet harflerine de benzetilir ), rükûda LAM ( ),()ل, secdede MİMMim ( Mim )sin. Dolayısıyla salât“elif, zaman (rükûda Elif ()آ, rükûda Lam ()ل, secdede Mim ()م. Dolaysyla lam, Elif ELİF ()آ, ()آ, Lam ()ل, secdede ()م. Dolaysyla “elif, lam, Elif rükûda Lam secdede ()م. Dolaysyla “elif, la ikame “elif, lam, Brak öyleöyle mim” şekillerini yaparsın. Bırak o şekilleri yapmayı, Brak ederken Brak öyle sen Elif Lam Mim’i orijinal harfleriyle kâğıda yazdığında bile onun enerjisinin yüklendiğini söyler Ehlullah. O niyetle [Kur’an adına] yazılan harflerin kendi enerjisini taşıdığını söylerler. O yüzden elle BESMELE YAZMAK çok öğütlenir. Şu çok dikkat çekicidir: Satanistler belli zamanlarda Kur’an yakar- 296 Yılmaz DÜNDAR lar, belli zamanlarda kurban verirler. En önemli faaliyetlerinden birisi Kur’an yakmaktır ama bildiğimiz Kur’an’ları yakmazlar! “El yazması Kur’an” yakarlar! O yüzdendir ki, zamanında “O’nun basımı” matbaaya verilsin istenmemiştir, ama yanlış bir değerlendirmeyle “matbaaya karşı çıkılıyor” sanılmıştır. El yazmasındaki enerjinin devamı taleb edildiği için, bilenler Kur’an’ın matbaa harfi olmasını istememiştir. Düşün, yazmakla oluşan bir enerjiyi sen salâtta bedeninle yazarak oluşturuyorsun. Anlatılması imkânsız bir enerji deryasının içerisindesin salâtta... - Mesela, rükûdan kalktığımız anın veya secdede olduğumuz anın enerjilerini görüntüleyen bir makine veya gören biri, farklı enerjiler mi görür? Bir yöntemle bazı enerjilerin resimlerini çekiyorlar. Secde halinde ve secdeye gitmeden çekilen resimler var ve birbirinden farklı. Çünkü en azından kanın akışı, dolaşımı farklı. Çeşitli isimler verdikleri o enerjilerin dağılımlarını renkli görüntülemişler, resimde farklı gözüküyor. İleride Esma’ül Hüsna’larla ilgili de görüntü teknikleri gelişirse, daha farklı şeyler görülebilir. - Bu enerjilere de “hanif” olarak yaklaşmak gerekiyor, değil mi? Kesinlikle! Rum-30 öyle diyor: “Diyn’e Hanif olarak yaklaşın.” Hanif olmak, Hanif olmayı düşünmek, onun üstüne çalışmak, Hanif olma yolunda gayret etmek çok büyük bir ibadettir. Zaten o ibadetlerin oluşturduğu enerjilerle kişi zamanla hanif olur, SÜRDÜRÜLEBİLİR HANİFLİK öyle oluşur. “Ne zaman ve nasıl hanif oluruz?” diye düşünmeyin, Hanif olma gayretine girin. Hanif olma gayreti önemli bir ibadettir. Hanifliğin ne olduğunu bilmek ve hanif olmaya çalışmak önemli bir mevkidir. Ona ne denildiğini göreceğiz. -Önceki paylaşımlarda konuşulmuştu. Bir şey için “onu yapmayacağım” denildiğinde Rablık kuvveti onu sana yaptırıyor, Rablığını ispat ediyor”. Hep aklıma takılan şu oluyor: Ben genelde “kötü” bir şeyi yapmak istemem, ama Rablık kuvveti de onu bana yaptırtır. Rablık kuvveti öyle bir şey ki, hep kötü olanı yaptırtıyor. Tersi mümkün değil mi? “A”dan kurtulmak istiyorum, o kuvvet “A”dan kurtulmam için bir mekanizma devreye sokmaz mı? Konuya şöyle bakalım: Senin “kötü” dediğin şey dünya prosedürü için kötü değil ki, dünyada yaşanacak hayatın tarzı o, dünyaya göre o kötü değil. Onu kaldırırsan dünyadaki hayat kalkar. Dünya yaşantısının gereği “tanrılık”tır, tanrıların varlığıdır: Tanrılık ilanı olmasa dünyadaki bu yaşama biçimi olmaz. Şunu söyleyelim ki bir yanlış anlamayı giderelim: Bir başkasına “ben bunu yapmayacağım” diyebilirsin. Bir arkadaşına veya “A” yapı- Sen Tanrı mısın? 297 na “bunu yapmayacağım” demenin bir sakıncası yoktur. “Yapmayacağım”ı Allah’a dersen tehlikelidir! Elhamdülillah, arkadaşımızın sorusu konunun daha net anlaşılmasını sağlıyor. Hz. Âdem’i bu konuda örnek vermiştik. Önce küçük bir açıklama yapalım: Tefekkür Paylaşım Toplantıları’na ben “sohbet” demiyorum. Hem farklı olsun diye, hem ibadetin adını doğru koyalım diye! Hep beraber tefekkür ediyor ve onu paylaşıyoruz. Neden paylaşıyoruz? Sünnetullah’tır; neyi paylaşırsanız o çoğalır! Biz de her birimize lutfedilen ilmi çoğaltmak için paylaşıyoruz. Neyi? Tefekkürümüzü! Âdem aleyhisselam’ı örnek vermiştik; O, Rabbine “bir daha yapmayacağım” demedi! Yasağı işledi, sonra Rabbine; “fark ettim Ya Rabbi, bir daha yapmayacağım” demedi. Şöyle yakardı ve sığındı: “Nefisimize zulmettik, nefsine zulmeden pozisyonuna girdik, eğer bağışlamazsan, affetmezsen merhamet etmezsen biz hüsrana uğrarız.” Çünkü kim Rabbine karşı “bir daha yapmayacağım” derse “onu yaparak” karşılığını görür! Çünkü Rabbine “bir daha yapmayacağım” diyerek tövbe görünümlü bir iddiada bulunuyor. Onu derken aslında iddiada bulunuyor. O iddiada bulunan birimin “yapmayacağım” dediğinin yapılması lazım ki Rab Rablığını kanıtlasın. Aksi halde Rablığını iddia eden kişi galip gelir. O bir şey söylüyor ve dediğini de yapıyor. Olabilir mi? Rabbe karşı “bir daha yapmam” demek çok yanlıştır! “Bir daha yapmayacağım” kararlılığını birine bunu mutlaka söylemeliyiz! Kime? İlan ettiğin tanrıya! EN ÖNEMLİ ZİKRULLAH’tır bu! Kişi ilan ettiği Rablığa “bir daha yapmayacağım” derse bu çok önemli bir Fiili Zikir’dir. Rabbine öyle diyemezsin! Sende bir Rab var ve sen onun gücünü suiisitmal edip kendi Rablığını ilan ediyorsun ya, ilan ettiğin rablığa dersin. Hatta ona “bir daha yapmayacağım” de! Müthiş bir şeydir! Bu nasıl denir? Kelime-i Tevhid’le! Ona döner “La ilahe! İllallah” dersin! Onu mahveden şey budur; La ilahe! Eğer bunu sana söyleten sendeki Haşyet’se O dağı paramparça edersin! Bu “La ilahe”yi sana söyleten duygu, bunu söylemene sebep olan yönlendiren şey Haşyet’se, Haşyetullah o Rablığı mahveder, yok eder, paramparça eder. Senin tanrılığına “bir daha yapmayacağım” demen ona Kafirun okumak gibidir de! Kâbe’nin yanındaki salâtlarda Kafirun-İhlâs okunur ya onun gibidir. İlan ettiğin rablığa Kafirun okur, ona; “sen yoluna, ben yoluma” dersin, ikinci rekâtta da İhlâs okur o döngüye girersin. İhlâs Suresi’yle ilgili hadislerde Efendimiz (SAV) İhlâs’ı bize önemsetmiştir. Bir tanesi şöyle: Bir bölgedeki görevli kişi salâtta Fatiha’dan sonra İhlâs okuyor sonra zammi sure okuyor, hep böyle yapıyor. “Böyle bir usul yok. 298 Yılmaz DÜNDAR Fatiha’dan sonra doğrudan sureyi oku” diyorlar. O “böyle yapmak bana sevimli geliyor, istiyorsanız beni değiştirin” diyor. Fakat o kadar düzgün kişi, öyle çok seviyorlar ki değiştiremiyorlar, değiştirmek de istemiyorlar. Soruyorlar: Niye böyle yapıyorsun? “İhlâs Suresi’ni çok seviyorum, onun için!” Rasulullah’a söylüyorlar: “Ya Rasulallah, bize salat ikame ettiren arkadaşımız böyle böyle yapıyor. “Niye yapıyorsun?” deyince de “İhlâs Suresi’ni çok sevdiğim için” diyor. “Söyleyin ona, Allah da onu çok seviyor” buyuruyor! Onun orada sevdiği enteresan şeyi, o mubareğin o hareketini İhlâs Hayat Döngüsü ile anlamaya çalışalım. O döngüye Fatiha’yı da yerleştirmiştik. Mubarek Fatiha’yı okuyor, “ihdinas sıratal müstakim...” ile Fatiha’daki duasını tamamlıyor, sonra İhlâs okuyarak İhlâs Hayat Döngüsü’ne giriyor. Oraya girince okuyan o olmaz artık. O olmaz değil o kalmaz, okurken o kalmaz. Çünkü imajında İhlâs Hayat Döngüsü içerisine girdi... Fatiha’nın ardından İhlas okumakla İhlâs Kapısı’ndan girdiğini hissediyor. O Kapı’dan girdiği için Allah onu seviyor. Hep o kapı, hep o kapı... O kapıda sizi kim karşılar, hiç düşündünüz mü? Et-Tahıyyatü “Haniflik ve Şahidlik” için önemliydi, şimdi o noktayı biraz açalım. Size söyleyeyim, o kapıda sizi Rabbiniz karşılar! Kanıtlayayım mı? “Et-Tahıyyatü lillahi vessalavatü vettayyibat. Es-selâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu.” Size Selam verdi! Et-Tahıyyatü’de önce siz; Allahım her türlü Güzel şey, Selam sana, Güzel şeyler hepsi sana” diyorsunuz. Ve “ey Nebi sana Allah’ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi olsun” diye size mukabelede bulunuluyor, size Selam veriliyor! Lütfen çok önemseyin: Eğer siz “B” halinde yaşıyorsanız aynı şey olur. “B” hali aslında Et-TAHIYYATÜ OKUMA POZİSYONU’dur, orada siz MİRAC halindesiniz! Salâtta, takliden de olsa bir miraçtasınız, size o yüzden Rabbiniz Selam veriyor. Siz de diyorsunuz ki; bu Selam Salih Kullar’ının üzerine de olsun. Söylendiğine göre, siz onu dediğiniz zaman o Selam’dan Salih Kullar’ın hepsi haberdar olurmuş! Peki, o Salih Kullar nerede? Önünüzdeler! Siz o Selam’ı “B” kapısında söylediğiniz için önünüzdeki herkes sizin için Salih Kul’dur! Siz neredeyseniz de söylüyorsanız o yoldakilere o Selam’ı söylüyorsunuz... -Et-Tahıyyatü’de Kelime-i Şehadet’i okurken “yalancı şahitim” diye o kadar rahatsız oluyorum ki, orayı hızlı geçiyorum. Kendimi “yalan söylemiş gibi” düşünmek çok rahatsız ediyor. Yanlış mı yapıyorum? Senin o rahatsızlığın çok büyük bir ibadettir, oradaki “ikilik”ten korkma. Et-Tahıyyatü’deki miraçtan, oradaki ikilikten rahatsız olmamalısın, o legal bir ikiliktir, yasaldır. Çünkü orada Et-Tahıyyatü okuyan “A” Takdim For- Sen Tanrı mısın? 299 mu” değildir. Oysa seni rahatsız eden “A” Takdim Formu”! Sen “A” Takdim Formu”nda rablığını ilan etmiş birisinin “şahidim” demesinden rahatsız oluyorsan, haklısın. Ama takdim oldukça ikilik olacaktır, “B” sıfır noktasındaki kişi de “BEN” der, o da kendini takdim eder. “BEN”li hayat” eğer rablık ilan eden “BEN”li hayatsa o ikilik tehlikelidir, ona “A” Takdim Formu” dedik. Eğer İhlâs Hayat Döngüsü’nün “lem yelid ve lem yûled” bölümündeysen o kendisini “B” sırrıyla “BEN” diye takdim edenin hayatıdır. “Amentü Billahi” ve “Amentü Bil Kaderi” imanıyla “BEN” diyen o yapıya da “B” Takdim Formu” dedik. Bu takdimle “BEN” diyenin bir iddiası yoktur, yalnızca “takdimi” vardır ve o takdim “Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim”dir. O zaman Et-Tahıyyatü okuyan Rabbı’yla konuşan bu surettir. Şimdi de ikilik var. Ama bu ikilik bu yoldaki YASAL İKİLİK’tir, şirk değildir, “A” takdiminde olanlara bakınca değildir. Ama “B” yolunda ilerlemek isteyen için şirktir. Gördüğünüz gibi bu takdim tanrılığını/rablığını ilan edenin “BEN”liğiyle hiç ilişkili değildir, iki takdimin birbiriyle hiç ilgisi yoktur! “A” takdimi gittikçe kuvvetlenen bir “BEN” iken “B” takdimi gittikçe olmayacak bir “BEN”dir, gittikçe zayıflayan değil. Aslında “B” takdimi kulluk için gereklidir. Onun olmadığı hale gelmenin prosedürü önce onun olmasıdır, yani olmaması için olması gerekiyor. Olacak ki olmamaya gitsin... O “BEN”in olmaması İhlâs Suresi’nin yukarısıdır! “HuvAllahu Ehad, Allahus Samed” kısmında bu “BEN” yoktur. Lem yelid ve lem yûled’de kesret hayatı [varlıklar] başladığı için mecburen bir “BEN” diyen olacak, birisi “BEN” diyecektir. Ama iki türlü; birisi tanrılık “BEN”i, diğeri cennet ehlinin “BEN”idir. Bu “BEN” bu döngü için vardır, “aslına rücu etsin” diye vardır. Eğer yoksa, olmayan nasıl rücu edecek? Bir şey olacak ki o Rabbını tanısın. Bu yüzden bu konulardaki cümlelere çok dikkat etmek lazım. Mesela, “Kişi tanıdıkça olmadığını anlar” gibi cümleler yanlıştır. Böyle bir şey olamaz: Olmadığını anlayan biri var ve hatta sonra o Allah’ta yok olacak! Olabilir mi? Şöyle bir cümle olabilir mi? “Ben Allah’ta yok oldum!” Onların hepsi muhal bakışlar olup bu işi yaşamamışların ifadeleridir. O tip cümleler yaşayan kişinin tarifi olmayıp tahminen söylenmiş şeylerdir! Dolayısıyla, “bir kişi yokluğunu anlar” diye bir şey olmaz, kişi yok olur! Anlayamaz! Nasıl anlayacak? Anladığı zaman “o var” demektir. Belki, “yok olacağını anlar, yok olacağını bilir” diyebilirsiniz Nedir o? İlimle bilmektir, ona “İlmel Yakin” denir, sonra o yolda “Aynel Yakin” yaşanır, sonra da “Hakkal Yakin”. Hakkal Yakin’in ileri noktalarında yokluğunu da anlamaz, çünkü öyle bir varlık olmaz. Kendini takdim eden birisi vardı, o takdim eden yok artık! O noktaya kadarki yaşantılarda kendisini “BEN” diye takdim eden 300 Yılmaz DÜNDAR biri vardır. Bu yüzden Tahıyyat’ta şahitlik ederken kullandığınız o “BEN”den korkmayın, o legaldir, rahatlıkla söyleyin. Onu rahatlıkla söyleyeceksiniz ki elde ettiğinizle gördüğünüz o “BEN”i yok olmaya götüresiniz. Sahabelerden bir zat bütün geceyi ibadetle geçiriyor. Herhalde gündüz de oruç tutuyor. Gündüz oruç, gece ibadet.... Eşi şikâyetçi oluyor, “bütün geceyi ibadetle geçiriyor, bize bir hayrı yok” diyor. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ona tavsiyelerde bulunuyor, ama kişi kendini kontrol edemiyor. Bunun üzerine Efendimiz birisini görevlendiriyor. Daha yeni yatıyorlar, biraz sonra bu diyor ki, hadi kalkalım. “Yok, yat” diyor. Biraz sonra tekrar kalkıyor, “hayır, yat” diyor. Bu birkaç defa tekrar ediyor, geceyi ibadetle geçirmek için kalkamaya çalışıyor. Ama gecenin sonuna doğru “haydi, şimdi kalkalım” diyorlar. Bu hadisten nasıl bir şey anlayalım? Esas yapılması gereken ibadet Sabah Salâtı’nın [Salât-ı Fecr’in] iki rekâtlık farzıdır. Bu önemli, esas ibadet budur! Bir kişi gece boyu “ibadet yapacağım” diye uğraşsa, tam o saatte de uyusa, gece ibadetinin hiçbir manası kalmaz. Esas o iki rekât farz önemlidir. Bütün gece uyusa, kalksa o iki rekât farzını ikame etse daha hayrlı bir iş yapar. Demek ki en alt seviye, yani olmazsa olmaz bu: İki rekât Salât-ı Fecr’in farzı! Olmazsa olmaz budur. Onu güneş doğmadan önce ikame etmek gerekiyor! Güneşin doğma saatini takip edip ona göre titizlenmek lazım. Mesela, şimdi Ankara’da beş oniki’de güneş doğuyor. Biliyoruz ki, güneşin doğduğu an, tepede olduğu an ve battığı anlar tehlikelidir, o anlarda salât olmaz. “Battığı an” tehlikelidir, batarken değil! Battığı an, doğduğu an, tepede olduğu an! Bazen Cuma salâtlarında dikkatimi çekiyor, bazı kişiler girmişken iki rekât namaz kılıyorlar. Halbuki o tam güneşin tepede olduğu âna rastlayabilir, tehlikeli olur, dikkat etmek lazım. Evet, sabahın iki rekât farzını sağlıklı şekilde ikameyi güvenceye aldıktan sonra yapacağın şey sabahın iki rekât sünnetini hayatına yerleştirmektir. Sabah salâtının iki rekât sünnetini de umursaman gerekiyor. Diyelim ki, iki rekât farza ancak gücün yetiyor, tamam. Ama yeni bir görev umursuyorsun, ben başka bir şey de yapayım istiyorsan; daha fazlasını yapmak isteyen için sünnet oluşur! Ona da imkân tanımak gerekiyor, bu yüzden sünnetler var! Farzdan fazla bir şey yapmak isteyen ne yapacak? Orada da aşırıya gitmemek için bir sünnet mekanizması ikram edilmiştir. Hatta on rekâtlık sünnet tarif etmiş Efendimizin eşi. O on rekâtlık sünneti ikame edenin cennette şansının yüksek olacağı, bazı mükâfatlarının olacağına dair müjdeler vardır. Onlardan birisi sabahın iki rekât sünneti! Eğer salâtın farzı ve sünnetin- Sen Tanrı mısın? 301 den sonra bir şey daha yapmak istiyorsan işrak vakti ikame edilen iki rekât sünnetle tanışırsın. Daha mı istiyorsun? Farz salâtları ve sünnetlerini sağlıklı hale getirdikten sonra daha mı istiyorsun, “daha”larıyla tanışırsın. Ama geceyi ibadetle geçirip salâtın farzında sallanıp “bir an önce bitse de yatsam” dersen olmaz. Sabah salât için sağlıklı, zinde bir hali güvenceye alacaksın, ondan sonra da kendine ait bir orta yol tesbit edeceksin. Herkes için kendi orta yolu (KENDİ ORTA YOLUN) önemlidir. Var olan hayat akışı içerisinde yapabileceğin bir orta yol tesbit edeceksin. Örneğin, “ben gece kalksam ibadetle meşgul olsam, sonra yatsam, tekrar kalkıp gayet zinde olarak sabah salâtını ikame edebilirim” diyorsan, bu sana ait bir haldir, olabilir. Herkes becerebilir mi onu? Beceremez. O sana ait bir hal! Veya “kalkıp sonra yatarsam, tekrar kalkarım ama kendimi toplayamam” diyorsan, o zaman sabah salâtına yakın kalkarsın. Çünkü sabahın farzı önemli, farz güvencede olacak! Bu olmazsa olmaz çünkü! Sabah salâtına yakın kalkarsın. Onu da sen tesbit edersin; “ben ne kadar erken kalkarsam başarırım? Yarım saat erken kalkarsam, ben bu yarım saat içerisinde şunları yaparım... Örneğin, sabah salâtının sünnetini ikame ederim, farzdan önce çeşitli zikirler yapar, sonra da farzı ikame ederim” der öyle yaparsın, bu da güzel bir yoldur. “Ben aslında bir saat önce kalkabilirim” dersen onu yaparsın... Çok önemli olan şey, o işi her gün yapabilmendir! Her gün yapabildiğin şey makbuldür! Bir sefer coşup da sonra “halim kalmadı, coşmak için zamanını bekliyorum” demek olmaz! O yüzden, AZ AMA SÜREKLİ yapabileceğin şey çok önemlidir. Diyelim ki salâttan kırkbeş dakika bir saat önce kalktın, o sende bir alışkanlık yaptı, bunu halledebilecek bir vücut ritmin oluştu. O zaman bunu beşer, onar dakika daha öne çekebilir, başardıkça ilerletebilirsin. Sabah salâtını ikame ettiniz, güneş te doğdu. Sonraki onbeş yirmi dakika, yarım saat çok önemlidir; orada uyumamak gerekiyor! Esas uyunmaması gereken önemli yer orasıdır! Gece uyu, ama orada uyuma! Güneşin doğma saati var ya, güneşin doğma saatinden sonra o yarım saatlik sürede uyuma! Orası çok önemli, orada uyumak aklın için tehlikelidir! Gece uyumak aklın için tehlikeli değil, ama geceyi yoğun geçirip orada uyursan yanlış yapmış olursun. Olmazsa olmazlardan birisi de budur: Salâtı vaktinde ikame edip, güneş doğduktan sonraki yarım saatlik vakitte uyumamak. Eğer, o yarım saatten sonra iki rekât salât ikame edebilirsen çok güzel olur. O vakit İşrak Vakti’dir ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur: “Kim sabahın farzını ikame eder, hatta cemaatle ikame eder, sonra o vakitte uyumaz zikirle, Zikrullahla meşgul olur ve işrak vakti de iki rekât salât ikame ederse 302 Yılmaz DÜNDAR tam, tam, tam bir Hac ve Umre sevabı alır.” Her gün! Anlaşılsın diye de üç defa bastırarak söylüyor; tam, tam, tam bir Hac ve Umre! “Yapmış gibi olur” demiyor, o farklı bir şey, “Hac ve Umre sevabı alır” diyor. Önce bunu, hiç yerinden kıpırdamayacak şekilde bir başarmak lazım! Baktın ki bu her gün yapabildiğin hale gelmiş, sonra kalkma saatini kalkabildiğin kadar erkene alırsın. Sana kolaylaşan kadar, gidebildiğin kadar... Bu senin orta yolundur; sürekli yapabildiğin; ifrata kaçmayan miktar senin için orta yoldur. Seni dışarıdan izleyen birisi için ifrat sayılabilir, ama “senin için ifrat” değildir! Senin Orta Yol’un odur, sen kendini ona alıştırdın, o sana kolaylaştırıldı. Mesela bu okuduklarınızı ertesi gün tümüyle uygulamaya kalkarsanız zorlanırsınız, o aşırı olur, ifrat olur. Ertesi gün devam edemezsin, hayatın aksar. Ama böyle bir disiplinle süreyi genişleterek yapabilirsin. Sonra “ne kadar saat olursa makbuldür?” gibi, onları arar, bulur, dener, yaparsın. Ama önce böyle bir disiplinle olmazsa olmazları aksatmadan gitmek lazım! Bu kitapçıkta TANRI’yı anlatmaya çalışıyoruz, çünkü onun çok iyi bilinmesi lazım. Tanrılık halinin devam etmemesi için, fonksiyonlarının yok olması için iyi tanınması lazım. Bu yüzden müfredatımız “tanrı ve özellikleri”dir. Zaman zaman “B” halini ve özelliklerini de göreceğiz ki, ikisi kıyaslanabilsin. KIYAS beynin bir şeyi anlaması ve onu yaşamak için önemli bir yöntemdir. “B” Takdimiyle birlikte (B0 Noktası’yla birlikte) kişi Esma’ül Hüsna dünyasına girer. Bu önemlidir. Çünkü tanrı hali, rablık ilanı Esma’ül Hüsna dünyası değildir. Tanrıların yaşadığı âlem tanrıların oluşturduğu tanımların âlemidir. Orada olayların tanımını tanrı yapar, tanrılığını ilan etmiş yapılar “kendine göre tanımlar” koyar! Halbuki esas tanımları Yaradan koymuştur. Nedir o? Esma’ül Hüsnalar! O âlem, yani Esma’ül Hüsna Dünyası, ALLAH’IN KOYDUĞU TANIMLAR’dır. O âlemin aslına siz “B” Takdim Noktası’yla girmiş olursunuz. Sıfır noktasında (“B”ye giriş kapısında) sabit kalmayı başarmakla Esma’ül Hüsna dünyasına girmiş olursunuz. Esma’ül Hüsna dünyası dışında başka bir dünya yoktur. Ama esmaların aslı İhlâs Hayat Döngüsü’ndedir! Bu yüzden en önemli gayret B0 noktasında sağlam durabilme gayreti olmalıdır. İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki hayatın tanımı şudur: Allahu la ilahe illa Huvel Hayyül Kayyum; Hayat Döngüsü Hayy’dır ve Kayyum’dur. Tanrılar âleminde de hayat Esma’ül Hüsna’larla yürüyor olmasına rağmen orada Esma’ül Hüsna’lar tanrısal tariftir. Tanrı bir şeye bir isim verecektir, bakar; “ona Allah Hayy demiş, öyleyse ben buna Hayy diyeyim” der. Tanrılar âleminde yapılan o tanım doğruysa bile, bir Esma’ül Hüsna’ysa bile, o tanımı yapan, yani onun Sen Tanrı mısın? 303 Esma’ül Hüsna olmasına karar veren bir tanrıdır! Dolayısıyla, bugün böyle tarif eder, ama yarın tarifinden vazgeçebilir. Oysa siz “B” Takdimindeyseniz [İhlâs Hayat Döngüsü’ndeyseniz] bir şeye bakıp “şu Hayy’dır” demezsiniz, Hayy’da olursunuz! Tanrı uzaktan bakıp şu trendir diyor. “B” Takdim Formu”nda bir yere bakıp, trendir demiyorsun; trendesin! Esma’ül Hüsna’yı yaşıyor olmanın en önemli özelliği budur; onun içindesin, oradasın, o’sun. Bu çok önemlidir, bu anlayış insana ne kapısı açacak, göreceğiz. “B” takdimiyle beraber (Sıfır Noktası’nda) Amentü Billahi ve Amentü Bilkaderi’nin dilde, halde ve fiilde ZİKRULLAH’ı başlar. Kişinin kendini “B” ile takdim etmesiyle ve takdim ettiği yerde sabit durmaya gayret etmesiyle “Amentü Billahi” ve “Amentü Bilkaderi”nin dilde, halde ve fiilde zikrullahı başlar. “La havle ve la kuvvete illa Billâh, Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” zikirleri Amentü Billahi’nin dildeki zikirleridir. Dildeki bu zikrullah artık halde de başlamıştır, yani vücudunun kimyası artık dildeki o zikrullaha uygundur; artık Amentü Bilkaderi’nin kimyası vardır vücudunda. Amentü Bilkaderi’nin kimyası olan bir vücutta siz stres bulamazsınız, orada stres söz konusu olmaz! “STRESSİZ YAŞAM” ifadesini tanrılar âleminde çok duyarsınız, onlar hayatı stressiz yapmaya çalışırlar, stresi yok etmeleri mümkün değildir! “B” nin hayatında zaten öyle bir şey olmaz, “Amentü Bilkaderi”nin fiilde zikrullahının başladığı yerde o olmaz. Siz artık, kabul ettiğiniz kader anlayışına göre fikir ileri sürmeye, ona göre yorum yapmaya, öyle yaşamaya başladınız ve stres kalktı! İnsanda strese sebep olan şey, onun ileri sürdüğü fikirler/yorumlar veya karşılaştığı fikirler/yorumlar değil midir? Sizin yorumlarınız, fikirleriniz, eleştirileriniz, kabulleriniz Amentü Bilkaderi anlayışına, o imana göre olunca sizi strese sokacak bir olayla, bir tavırla karşılaşmanız mümkün olabilir mi? Mümkün değil! Ancak bir şartı var: Amentü Bilkaderi’nin ortaya çıkabilmesi için Amentü Billahi’nin yaşanıyor olması gerekir! Yani hem kabulü, hem de yaşanıyor olması şarttır! İkisi birbiriyle çok ilişkili ama Amentü Billahi çok önceliklidir! İmanın Şartları’nı sıralarken de “Amentü Billahi”yi ilk söylüyorsunuz. Belirli prosedürler ve bazı kabullerden sonra da “Amentü Bilkaderi” diyorsunuz. Zikrullahı “dilde, halde ve fiilde” olmak üzere böyle üç ana gruba ayırıyoruz, ancak amaç o zikri fiilde yapmaktır! Kolay anlaşıldığı için bu örneği verelim: “Öfke tanrıya aittir” dedik, kişi de bunu fark etti, bundan kurtulmak istiyor, çeşitli yöntemler deniyor. Onun hayatında deneyeceği, çalışacağı yöntemlerden birisi Zikrullah’tır. Öfkeden kurtulma sürecinde ÖFKESİZLİK 304 Yılmaz DÜNDAR noktasına gelebilmesi için kişide bir “beyin kapasitesi” açılması, o açılan beyin kapasitesine uygun bir “vücut kimyası” oluşması lazım. Çünkü öfkeyle mücadele sürecinin seyri şöyledir: Öfke’den rahatsız olup kurtulma çalışması yapan kişi önce öfkesini yutar. Öfkelenir, öfkelendiği zaman vücutta “öfkenin kimyası” vardır, ona ait hormonlar ve reaksiyonlar çalışıyordur, fakat o öfkesini yutar ve bu çok önemli bir marifettir aslında. Hatta o kadar önemli bir marifettir ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur; “Allah indinde kıymetli bir yudum yutmak ister misiniz?” Sahabe; öğret Ya Rasulallah, isteriz diyorlar. “Öfkelendiğiniz zaman öfkenizi yutarsanız, siz Allah indinde kıymetli bir yudum yutmuş olursunuz” buyuruyor. Demek ki, bu bile çok önemli bir noktadır, ancak tanrıya ait bir noktadır! Hedefi tanrılıktan kurtulmak olan talibin antrenmanıdır; öfkesini yutmak! Önemli bir başlangıçtır, çok önemli bir marifettir, ama tanrıya ait bir marifettir! Dikkat ederseniz öfkeyi yutma var! Öfkelendi, vücutta öfkenin kimyası var, vücutta öfke hali var, ama yutuyor! Aslında bu kimyanın yok olması gerekiyor! Bu kimyanın yok olması için, o hormonun o olaylarda salgılanmadığı bir bilinç lazım. O bilinç için de sizin yeni bir beyin kapasitesine ihtiyacınız var, onu zikrullahla sağlayacaksınız. Bu amaçla yapacağınız esma zikrullahı bildiğiniz gibi özellikle “Halim” ismidir. Çeşitli esmalarla birlikte, ama özellikle Halim isminden yararlanırsınız. Kişi öfkelenen birisi ve Halim ismini dilde zikrediyor. Ama öfkesi de devam ediyor. Halim ismini zikrediyor, çünkü öfkeli halden rahatsız! Bir şeyden rahatsız olmak çok önemlidir, eğer rahatsızlık yoksa mekanizma çalışmaz! Çünkü RAHATSIZLIK o konunun nefs-i levvamesidir. Öfkenin nefs-i levvamesi de öfkeli halden rahatsız olmaktır, böyle başlar. Bu rahatsızlıktır ki kişiyi çeşitli yöntemlere yöneltir. İşte bu yöntemlerden birisi de, belki en önemlisi de Halim ismini zikretmesidir. Önce “Halim Halim Halim” diyerek dilde zikre başlar. Fakat onu sinirlendiren bir olay olduğunda vücudunda öfkenin kimyası vardır. Zikir hala dilde, henüz halde bir zikir oluşmamış! Ama başlayan rahatsızlık ve yapılan zikrin etkisiyle öfkesini dışa vurmuyor, onu yutması kolaylaşmış. Süreç devam ederse; yaşadığı rahatsızlık, yaptığı antrenmanlar ve zikrullaha devamı neticesi onda yeni bir beyin kapasitesi oluşur. Oluşan bu yeni kapasiteyle çok açık ve net görür ki, daha önce onu kesinlikle öfkelendiren herhangi bir olayın benzeri bir olayla, hatta daha kuvvetlisiyle karşılaşır, bakar ki o kimya yok: “Bu olay olduğu zaman benim elim titrerdi, sesim, bakışım, fikirlerim değişirdi, kin duyardım” der. Bakın yeni bir kimya başlıyor. İşte bu halde zikirdir. Bu da bir zikrullahtır, çok önemli bir zikrullahtır! Artık siz “Halim, Halim..” demeseniz bile sizin vü- Sen Tanrı mısın? 305 cudunuzun kimyası Halim oldu. Haliniz bu olmasına rağmen davranırken öfkeyi dışarı yansıtmanız devam ediyorsa, küçücük bir öfke kokusu varsa şimdi de bundan rahatsız olursunuz, bununla mücadele edersiniz. Sonra, bakarsınız ki, sizden fiil olarak da artık öfkeli bir fiil, öfkeli bir davranış çıkmıyor. Mesela, bir olay olduğunda, sizin o olayla ilgili öfkeniz kişiyeyse, öfkenizi yutsanız bile döndüğünüzde ona bakışınız farklıdır. Çünkü sizden çıkan fiil kimyanızın yansımasıdır! Bu sefer aynı olayda sizin yüzünüzden o öfkeli bakış okunmaz, elinizi uzatmanızdan, sesinizin tonundan, kurduğunuz cümlelerden, hamlelerinizden bir öfke okunmaz. Oluşan bu yeni durum fiilde zikirdir. Bu esas zikrullahtır, makbulü budur, hedef budur! Bu yaşayış için “dilde zikir” yapıyoruz. Yapa, yapa, önce halimiz sonra amelimiz değişiyor. Yani dilde zikir sonuç değildir, son durak değildir. O zikir bu hayat tarzına ulaşmak için yapılıyor. “Amentü Billahi”nin ve “Amentü Bilkaderi”nin fiilde zikrini yapabilmek için “Bo” Noktasında sabit duruyor olmak şarttır! Çünkü orada sabit durmak, tanrılık ilanı yok demektir. O sıfır noktasında durduğunuzda söylediğiniz cümleye dikkat edin: “Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim.” Bu cümleyi söylediğinizde size ait bir güç, bir iddia, bir heva, bir heves kalabilir mi? Mümkün değil! Siz bu cümleyi söylemekle bir kabulleniş ve o kabulün gereğini yaşar pozisyondasınız zaten. İşte bu halle beraber hemen Şekûr ismi kapsamına girersiniz. Demiştik ki; tanrılar âleminde Esma’ül Hüsna tarif edilir. Halbuki şimdi “tarif” yok. Şimdi zaten esma’ül hüsnadır, odur, oradadır, onu yaşıyordur. Bu yüzden B0 Noktasıyla hemen Şekûr ismi kapsamına girilir ve hemen Hamîd ismi kapsamına girilir. “Amentü Bilkaderi’nin fiili zikrullahı” içerisinde olmak bunu gerektirir. Şekûr ismi kapsamına giren diyor ki; ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim: Yani, ne oluyorsa o Allah’ın dileğidir! Böyle diyen bunun dışında bir şey düşünebilir mi? Mümkün değil! İşte kişinin bunu kabul etmiş olması şükür halidir, şükür halinin fiili zikrullahıdır. Siz artık “Şekur, Şekur, Şekur” demeseniz de sizin o haliniz zikrullahtır, siz o halinizle 24 saat zikirdesinizdir. Halbuki siz dilde zikir yaparken sayıyordunuz; 3600 Şekûr, şu kadar şu, sonra şu kadar bu... Şimdi öyle değil! Siz artık 24 saat o haldesiniz, zikrullahtasınız. Bunun çok iyi anlaşılması lazım: Şimdi sizin yaşantınız fiili zikirdir, şimdi fiilen zikrullahdasınız! Burası iyi anlaşıldığında görülecektir ki; EFENDİMİZ’İN 24 SAATİ tüm esmaların zikrullahıdır, O 24 saat zikrullahtadır. Biz Efendimiz’ (SAV)in haline ulaşabilmek, o halden nasiplenebilmek için işe dilde zi- 306 Yılmaz DÜNDAR kirle başlıyoruz. Bu yüzden “sünnete bakıyoruz, Efendimiz kimseye hiç “sen 3600 şunu zikret, 4500 bunu zikret” dememiş, bu nasıl iş?” demek doğru olmaz. Efendimizin fiili zikrullahına ulaşabilmek için bu yoldan geçmen, böyle başlaman gerekiyor. Esas hedefe önce dilde zikirle, sonra vücut kimyasında zikir ile sonra fiilde zikir ile ulaşırsın. Ulaşılması gereken en önemli zikrullah fiildedir, yüksek derecede nur üreten çok önemli zikrullah fiilde zikirdir. Kendini ”B” ile takdim etmenle başlayan hal şükür halidir, ŞEKUR İSMİ kapsamıdır. Çünkü o hal, “veren Allah’tır”ın hayat tarzıdır. Yani, kendisini ”B” ile takdim edene Şekûr ismi gereği Allah daha ilerisini verir. Onun için bu kişinin “B” yolunda ilerlemesi, artık Rabbinin öğretimindedir. Onun öğretmeni Rabbi olur, şimdi o Rab isminin denetiminde olur! “Ben Rabbım” diye başlayan hayat, daha sonra “benim hakikatimde O var”a, sonra da “ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim”e dönüştü. Böyle başladığınız bu yolda şimdi siz Şekûr ismi gereği size fazlasını verecek olan Rabbınızın öğrencisi olursunuz, öğretmeniniz/mürebbiyeniz Rabbınız olur. Siz bu takdimi yaşarken fikir ileri sürmeye, yorum yapmaya devam edersiniz. Ama böyle yaşarken bu takdim gereği HAMİD İSMİ kapsamına girersiniz. Ancak şuna dikkat edin, fikir ileri sürerken, yorum yaparken haddinizi aşacak olursanız bir anda tanrı olursunuz. Mesela “Allah ne güzel yaratmış” dediğiniz an “takdir eden tanrı” olursunuz! Artık fark ettiniz ki; siz Allah’ı hakkıyla anamazsınız bile! Çünkü; ALLAH’I KAVRAYABİLMEK kavrayamamaktır, kavrayamayacağını kavramaktır. Allah’ı anlayabilmek anlayamayacağınızı anlamaktır. İşte şimdi sen Allah’ı takdir edemeyeceğini fark edersin! Bu, öyle bir yeteneğinin yokluğunu fark ediş değildir, O’nu takdir edecek bir varlık olmadığını fark etmektir. “Allah’ı anlamaya bizim gücümüz yetmez” dersen, sen “Allah’ı anlayamayan, buna gücü yetmeyen tanrı” olursun! Allah’ı takdir edecek bir varlık yoktur. Allah’ı ancak Allah takdir eder, bilir. Bu yüzden Hamd O’na aittir. Şimdi Elhamdülillah’ı öyle bir fiili zikirle çıkarırsın ki, yorumların, fikirlerin Elhamdülillah kapsamında olur. Ne yapıyorsan, ne fikir ileri sürüyorsan, ne yorum yapıyorsan hepsi Elhamdülillah kapsamında olur. Kendini “B” olarak takdim ettiğin, “B” takdimiyle “BEN” dediğin fikir ileri sürmeler, yorum yapmalar hep “Elhamdülillah Kapsamı”ndadır. Çünkü sen artık Hamiyd ismi kapsamındasın. “B” takdimiyle hemen o anda ŞEHİD İSMİ kapsamına da girersin ve bir olayın, bir şeyin, bir varlığın hakikatini görmeye başlarsın. Şehid ismi kapsamına girince ne olur, bir işin hakikatini görürsen ne olur? Şahid olursun, bu Sen Tanrı mısın? 307 kadar! İşte “B” Takdimiyle beraber yavaş yavaş şehadet başlar, şahid olmayı öğrenmeye başlarsın. Kendini “B” ile Takdim ettiğin an bu çalışır; Şehid ismi kapsamında olursun. Şehid ismi kapsamında olunca şahidliğin hem derecesi hem de şahid olduğun şeyler öyle bir hale gelir ki; sonuçta İMANIN İKANA DÖNÜŞÜR. Çünkü şahid olmakla Keşf Kapısı açılır, bu kapı “B” Takdimiyle açılır. Keşif kapısı neden açıldı? Sen “ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim” demekle “ilk keşfini” yaptın, bu bir keşiftir. Böylece, yedi önemli isme ait şu keşf oluştu: Sendeki Hayy, sendeki Semi, sendeki Basir, sendeki Aliym, sendeki Mürid, sendeki Mütekellim, sendeki Kadir isimlerinin aslında Allah’a ait olduğunu onların yetkisinin Allah’a ait olduğunu, onlara ait bir güç ilan etmediğini keşfettin! Bu keşiftir ki, seni tanrı olmaktan kurtardı, tanrılık ilanından bu keşifle kurtuldun. Bunu keşfettiğin için dedin ki; bendeki rab Rabbımdır. “Bendeki rablık bana aittir” demedin. Başlangıcında “O güç Rabbımındır” diyebilirsin ama sonra “Rabbımdır” demek normalleşir. “B” Takdimiyle beraber İlmel Yakin Hal başlar. Kişi kendisini “B” ile takdim eder ve orada sabit durursa İlmel Yakin hal başlar. İlmel Yakin hal kime aittir biliyor musunuz? Nefs-i Mutmainne’ye aittir. İşte bu kapı onun kapısıdır, o kapıya gelmiş olursunuz. Geri dönüşsüz, sabit durulursa o kapı velayete girme yeridir! Çok önemli bir şahsa gittiniz, Özel Kalem’i vardır, randevu verirler, orada oturursunuz, Özel Kalem’de beklersiniz, sonra da içeri alınırsınız. İşte burada sabit durmak, Özel Kalem’de beklemek gibidir; ayrılırsanız randevuyu kaybedersiniz, Özel Kalem’de oturup bekleyeceksiniz. Velayete gireceğiniz Özel Kalem “B” Takdimi’nin Sıfır Noktası’dır. Eğer sabit olur, orada karar kılarsanız İlmel Yakin Hal başlar! Bu kararlılık devam ederse sonra Aynel Yakin, sonra Hakkal Yakin haller gelir, yaşanır. İlmel Yakin’le beraber Fiillerin Tecellisi de başlamış olur. Fiillerin Tecellisi daha önce değil, burada başlar! Bunları çok önemseyiniz! Kişi kendisini “B” ile takdim eder ve orada sabit olabilirse başlar! Fiillerin tecellisi çok önemli bir şeydir ve İlmel Yakin’in başlamasıyla beraber Esma’ül Hüsna dünyası içerisinde başlar. Fiillerin tecellisini yaşamak zor mudur, insan onda zorlanır mı? Olur mu, hiç zor olur mu, niye zor olsun? Zaten Esma’ül Hüsna dünyasındasın, artık senin için fiillerin tecellisi kadar normal bir şey olamaz. Gördüğün, düşündüğün, yaptığın, bildiğin her şey fiillerin tecellisi kapsamındadır zaten, kendiliğinden. Sen her şeyde Allah’ın emrini gördüğün için fiillerin tecellisi denilen hayatı kendiliğinden yaşarsın! Ancak önce bu girişte çok dikkatli olmamız gerekiyor, çünkü: Özel Kalem’de otururken birisi size getirir çay verir, verirken eğilip kulağınıza “siz ne önemli adamsınız” diyebilir. Ve sen 308 Yılmaz DÜNDAR orada beklerken bir anda kendini içerdekinden daha önemli bilirsen, tuzağa düşersin! Geri dönüşsüz hale gelene kadar, bu giriş aslında girdapların olduğu yerdir, eğer dikkat etmezsen çok risklidir. Orada sabit kalabilmek için, kararlı olabilmek için uyanık olmak, ilimle dikkatli olmak gerekiyor. Aksi halde bir anda kişi tanrılar âlemine düşer! Bu hal nasıldır? İhlâs Hayat Döngüsü hareket eden bir tren olsun, atladın bir yerinden tutundun ama daha içeri girmedin, trene tutunmuş gidiyorsun. Biraz sonra elin açılır düşersin... İhlâs Hayat Döngüsü’ne girip oturabilmek için, kararlı olmak ve o işle ilgili güce sahip olmak lazımdır! O hayat döngüsünün treninde sana ait bir yerin olması için, o kompartımanda oturabilmen için bu şarttır! Fiillerin tecellisine ait çok farklı idraklar mevcuttur. Bir insanın fiillerin tecellisi prosedürü içerisinde ulaşabileceği hemen hemen en iyi hal şudur: Kişi orada tüm arzulardan ve isteklerden kesilir! Bu cümleyi “dünyadan bir şey arzulamaktan ve istemekten kesilmek” diye anlarsanız doğru olmaz! Kişi, fiillerin tecellisinde tanrıya ait isteklerden, tanrısal heveslerden, tanrı bakışına ait arzu ve isteklerden kesilir! Ondaki TALEPLER tanrı talepleri değildir artık! Tasavvuf kitaplarında, özellikle Abdülkerim Ciyli Hazretleri’nin İnsan-ı Kamil’inde fiillerin tecellisi bölümünde bu tür cümlelere rastlayacaksınız. Bunları okuyup “biz bir şey istemeyecek miyiz, arzu ve istekler kesildiğinde hayat nasıl olur?” deyip, kendinize sıkıntılı işkenceli, yanlış bir hayat seçmeyin! Tanımlar, öneriler ve uyarılar hep tanrıyla ilgilidir, tanrıyı iyi tanırsanız çalışır. Sizden çıkan şey tanrıya aitse, o iş, o arzu, o talep YANLIŞ’tır! Yaptığınız işler tanrıya ait değilse bilin ki, gayet iyi bir yolda gidiyorsunuz... Bu yüzden, bu ayırımı çok iyi yapabilecek bir bakış yakalamamız gerekiyor. “Fiillerin tecellisi önemli bir noktadır” demiştik, bir de “insanın duasının aslında yalnızca merhamet istemek olduğunu” söylemiştik, şimdi ikisini alakalandıralım: İnsanı, duasının yalnızca merhamet istemek olduğunu anlamaya götürecek yer burasıdır. Kişi fiillerin tecellisini yaşıyorsa yalnızca “merhamet ve bağışlanma” ister! “Amener Rasulü”de bize öğretilen de budur; Allahım affet, bağışla ve bize merhamet et. Ulaşacağınız esas talep noktasını, yalnızca bunu isteme halini fiillerin tecellisinde fark edersiniz. Fiillerin Tecellisi konusunu okuyunca insan şu tür bocalamalara düşebilir: Kişi, tanrılık iddiasından kurtulmadığı halde kurtuldum ve fiillerin tecellisini yaşıyorum sanıyorsa, kendisini kurtulmuş sanarsa; “günahlar da, günah denilen şeyler de Allah’ın emirleri” der ve yanılır. Gerçekte öyle değil mi? Bir şeyi “doğru-yanlış” diye tarif ettiğimizde bunların bize göre şeyler olduğunu, Sen Tanrı mısın? 309 göreceli olduğunu biliyoruz. Aslında “yanlış” diye tarif ettiğimiz şeyler de Allah’ın emridir. O dilemese olmaz! İşte, kurtuldum sanan tanrı, “bazı yanlışları yapıyorum ama onları Allah diliyor, aslında sorumluluğumun olmaması lazım” gibi yaklaşır. Hayatta buna benzer olaylarla karşılaştığınızda ne yapacağız? Fiillerin tecellisi konusunda insanı en fazla tereddüde düşürecek şeylerden birisidir ki, yanlış bir hoşgörüye girilebilir. Yanlış yapanlara bakıp “o da Allah’ın emrini yapıyor” deyip yanlış bir hoşgörüye girilir! Bu düşünce yanlış yorumdan kaynaklanır. Elbette hepsi Allah’ın emri! Onlar Allah’a rağmen mi tanrılıklarını ilan ediyorlar? Hayır! Onlarda dilenen de tanrılıklarını ilan etmeleri! Ama burada tuzağa düşmemek için ne yapmalıyız? Burada zihinlerin henüz beşer olduğu için çözemediği, ama Rab Sistemi içerisinde yeri olan bir şey var! Nasıl olduğunu ancak uygulayarak yaşayabildiğimiz, fark edebildiğimiz bir yol gösterici var! Nedir o? İnsan-29, İnsan-30. Siz hayata İnsan-30’a göre baktığınızda “dileyen ancak Allah’dır” dediğinizde yanlış yapılanlar dâhil her şeyin Allah’ın dileği olduğunu -fiillerin tecellisinde- görür, kabul edersiniz. Ama karşınıza çıkan olaylarda siz nasıl davranacaksınız? Yani olaylar İnsan-30 kapsamında ama siz sizin için doğru davranışı nasıl seçeceksiniz? İşte o zaman İnsan-29 devreye girer; “dileyen Rabbini seçer, Rabbine yönelir” der. Siz kesinlikle İnsan-29’la hareket edeceksiniz! Nasıl? Fiillere bakacaksınız, sizden çıkan veya başka yerde rastladığınız fiillerden Allah razı mı? İnsan-29’u uygulamak için; “bu fiilden Rabbim razı mı? Böyle emir verdi ama, razı mı?” diyeceksiniz. Razı olup olmadığını nereden anlayacağız? İşte o zaman devreye EFENDİMİZİN SÜNNETİ girer! Dolayısıyla bu tür çalışmalarda denir ki; “hep” ayağın birisi Efendimiz’in hayat tarzında duracak, oradan hiç kıpırdamayacak, öbürü de onun yanında! Orada sabit dururken ayağının birini açacaksın, ama nasıl? İlimle açacaksın. Açabildiğin kadar aç, ama Efendimiz’in hayat tarzında çakılı sabit duracaksın, o kıpırdamayacak, orada sabit durarak açacaksın! O çünkü senin mihenk taşın, ayar taşın. Efendimiz’in hayatı ayetlerin ve hadislerin yaşanış hali olduğu için, sen oraya bakıp “bu fiil Allah’ın razı olduğu bir davranış biçimi mi?”yi belirleyeceksin. İşte bu seni İhlâs Hayat Döngüsü’nde, “B”de ilerletecek en önemli davranış biçimidir. Fiillerin Tecellisi’ni fark edince de “Allah’ın razı olduğu” fiilleri kendinize hedef edinmek, buna çok özen göstermek gerekiyor. Çünkü tasavvufu öğrenenlerin düştükleri çok önemli tuzaklar vardır ki, o tuzaklar onları takliden yaşayanlardan da geriye götürür. Biri de burasıdır! -Allah’ın razı olmadığı fiili yapana bakıp onun gibi yapmamak lazım değil mi? “Kötü birisi” gibi bir yorum yapmayıp, yorumsuz kalmak mı gerekiyor? 310 Yılmaz DÜNDAR Bir yorum yapman gerekirse, bu yolda olan kişinin yapacağı şey, belki de en azından BUĞZ etmektir, yani “bu iyi bir davranış değil” demektir. Hatta o buğz edenin dilinde korunma duası vardır; Allahım koruyuver, muhafaza ediver, bize o tür emirler vermeyiver. Kuracağınız cümleler Allah’ın emriyle didişen ve karşıdakini kınayan, (yüz yüzeyseniz) onurunu kıran cümleler olmamalıdır, o hale dönüşmemelidir. O hale nasıl dönüşmez? “Allahım bize öyle emirler verme, biz öyle olmaktan çok korkarız” derseniz! Fatiha’da var: “Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliiyn: Allahım bizi sapanlardan ve nankörlerden yapma.” Sığınıyoruz! Olaya bir dua gibi bakmak lazım. İnsan-30. ayet aslında bu söylediklerimizi hayat tarzı haline getirmekte çok önemlidir! Bu ayete bakıştaki üç ana idrakı hatırlayın. Birisi; “benim kendime ait aklım, iradem, gücüm var. Allah iyiyi ve kötüyü belirtiyor, seçtiği elçisi de iyi ve kötü nasıl uygulanacak, göstermiştir. Ben bunlardan yararlanarak iyiyi tesbit eder uygular, böylece cenneti kazanırım. Benim ne yapacağımı Allah önceden ilmi gereği bilir. Kulu olarak ne yapacağımı önceden bildiği için de yaratıyor.” Bu inanıştaki kişi bir tanrıdır. Niye? Bir iddiada bulunuyor, kendindeki Rab Gücü’ne “gücüm” diyor. O güce sahip çıkmak, “ben de kendime göre bir rabbım” demektir: Gücüm çerçevesinde muhtarım, karar veririm. Bu haliyle o bir tanrıdır, muhtar tanrıdır. İkinci grup; “ben dileyemem, benim dileme gücüm yok. Allah diler, O ne dilemişse ben onu yaparım” der. Yine bir tanrı var, ama Allah diliyor, sonra da o! Bu da mecbur tanrı! Zavallı, mecbur ama tanrı! Ama bu diğerine göre önemli bir mertebedir. İkisi de nefsine zulmeden pozisyonda olmasına rağmen muhtar tanrı hiç affedilmeyecek bir nefse zulm haliyken, mecbur tanrılık ilerde kurtulabilecek bir nefse zulümdür. Bu idrakları tabloda da görüyorsunuz. Tefekkür Şeması 13’den Bir hal de var ki İlla Billah: DİLEYEN YOK İlla Allah! “Ve ma teşaune illa en yeşeallah” ayetine asıl bakış budur: İlla Allah, İlla Billah! Bu üç ana bakış açısı Sen Tanrı mısın? 311 anlaşıldı mı? Muhtar Tanrı, Mecbur Tanrı ve İlla Billâh. “B” hayatının bakışı İlla Billâh’tır! “B” Takdim Formu”na girilen o noktada sabit kalabilmek için “İlla Billah” bakış açısının hayat tarzı haline gelmesi şarttır! Eğer kişi mecbur tanrı pozisyonundaysa kendini “B” Takdim Formu”nda sanar! Yan caddede bahçenin kokusunu hissederek ilham alıyor ve kendini bahçede sanıyor, o konuda nefs-i mülhime yapıyor. Hala tanrılık var! Tanrılık olduğu sürece “B” Takdimi’nde kalmak mümkün değildir. Tanrılık varsa, saydığımız şu haller [Şekûr hali, Hamid hali, Şehid hali; ilmel yakin; fiillerin tecellisi; keşif kapısı] hiçbiri olmaz! Olabilmesi için Amentü Billâhi ve Amentü Bilkaderi’nin dilde, halde ve fiilde başlamış olması şarttır. Bunun için de İnsan-30. ayetin asıl idrakı olan “İlla Billâh hayat”, “B yaşantısında hayat” önemlidir. Fiillerin Tecellisi’nde miyiz değil miyiz, nasıl anlarız? Fiillerin tecellisi önce sanışla, “kendini bahçede sanışla” başlar. Kişi kendisini fiillerin tecellisinde “sanar” ve bu çok önemlidir. “Sanar”ı tenzili rütbe gibi düşünmeyin, gerçekten önemli bir basamaktır. Sanan bu kişinin fiillerin tecellisini yaşaması şöyledir: Önce fiili yapanı görür, sonra “aslında o fiili o yapmadı, o fiilin emrini Allah verdi” der. Önce tanrının yaptığı fiili görür, sonra düzeltir. Bu çok önemli bir başlangıçtır, ama henüz “gerçek Fiillerin Tecellisi” değildir! Bir tanımlama var, dikkat ederseniz, aynı Esma’ül Hüsna’da olduğu gibi bir tanımlayan var! Hani dedik ya; tanrılar âlemi Esma’ül Hüsna’yı tarif eder, kendisi tanım koyar; Allah’ın hatırını kırmayalım biz buraya Kâdir diyelim der. Başka bir şey de diyebilirdi, demiyor, ama kendisi bir tanım koyuyor! Fiillerin tecellisinde de o tanım koyuyor; aslında bu o şahsa ait gibi gözüküyor ama Allah’ın emridir. Evet, olsun yine de önemli bir başlangıçtır bu, çok önemli bir mertebedir, çok önemli bir hayattır. Ancak esas fiillerin tecellisi değildir. Fiillerin tecellisini yaşıyorsanız, siz o fiilin içerisindesinizdir! İnceleyerek, önce yapan kişiyi görüp, oradan fiile gitmezsiniz. Bu yüzden Hazreti Ebubekr Es Sıddıyk diyor ya; “ben neye bakarsam önce Allah’ı görürüm, sonra baktığım şeyi görürüm”. Bunun antrenmanını yapmak lazım. Eğer bir kişi Fiillerin Tecellisi’ni bize İngilizce öğretilişi gibi yaparsa başaramaz. Biz de İngilizceyi o yüzden bir türlü başaramıyoruz, yanlış öğrettiler çünkü. Ortaokuldayken öyle bir öğrettiler ki, öyle şartlandık ki, silemiyoruz. Öğretmenimiz bize İngilizce konuşmayı öğretirken dedi ki: Size birisi İngilizce cümle söylediğinde hemen Türkçeye çevirin, cevabı Türkçe oluşturun, sonra İngilizceye çevirip söyleyin. Bunu o kadar hızlı yapmaya alıştık ki! Hala bir İngilizce cümle söylenince, bir filmde dinlediğimde onu hızla Türkçeye 312 Yılmaz DÜNDAR çeviriyorum, İngilizce dinlemiyorum. Cevap vereceksem, Türkçe bir cevap oluşturup onu İngilizceye çevirip söylüyorum. Ben şimdi İngilizce mi konuşmuş oluyorum? İngilizceyi refleks olarak konuşan onu bir başka dile çeviri mi konuşur? İngilizce konuştuğunun farkında bile değildir. Biz Türkçe konuştuğumuzu düşünüyor muyuz? İçindeyiz. Halbuki ben o sistemde İngilizce konuşunca İngilizceyi tarif ediyorum! Önce Türkçe düşünüp sonra İngilizce bir tarif yapıyorum ve onu sunuyorum. İngilizce konuşan bir tarif yapmıyor, o İngilizcenin içinde! İşte Fiillerin Tecellisi de böyledir: Bir tarif yapmıyorsun! Şu yaptı, ama aslında o Allah’ın! Bu, Allah’a tercüme yapmaktır. Çok iyi bir başlangıçtır, ama tercümedir. Ben de size söylediğim şekilde çat pat İngilizce konuşuyorum, yani iyi bir başlangıç! Ama ondan kurtulmak gerekiyor, ilerlemek için ondan kurtulmak şart. Dolayısıyla fiillerin tecellisi için de bu çok önemli bir başlangıçtır, çok önemli bir mertebedir, fakat kurtulmak gerekir. Bir tarif var, tariften ve tarif edenden kurtulmak gerekiyor. Ondan kurtulunca Hz. Ebubekr Es Sıddıyk’ın söylediğini anlarız: Neye bakarsam önce Allah’ı, sonra baktığımı görürüm. Onun “baktığım şeyi görürüm” dediği, karşıdakinin KENDİNİ NE SANDIĞI’dır. Önce Allah’ı görür, sonra da Allah ona “kendini ne sanma” görevi vermiş, “kendini ne san!” demişse onu görür, hitap ederken de bu idrakla seslenir. Kendini “Hureyre” sanması dilenmiş der ve “Hureyre” diye seslenir. Bunu biz de yapabiliriz. “Önce Allah’ı görmek çok mümkündür” demiştik. O kadar mümkün ve o kadar kolaydır ki! Ama o mekanizmayı çalıştırmak lazım! Hatırlayacaksınız çok basit bir örnek vermiştik. Ben bir tiyatrocuyum, hafta sonu oyunum var, sizleri davet ettim. Sahnedeki rolüm; fakir. Salonda kimse beni tanımıyor, sadece siz tanıyorsunuz, sahneye çıktım. Siz baktığınız zaman “fakir çıktı” demezsiniz ki. Önce beni, sonra rolümü görürsünüz. Demek ki, bu mekanizma var, yeni bir şey gerekmiyor. Allah’ı anlamak için hiç yeni bir şey gerekmiyor. Sadece tanrılıktan kurtulmak gerekiyor, o kadar! Yeni bir yeteneğe ihtiyaç yok, hepsi var! Sadece var olanı Allah yolunda harcayacağız, bu kadar! Var olan yeteneği İNFAK edeceksin. Allah bu yeteneği vermiş, gördün ya! Önce beni, sonra rolümü görüyorsun; “fakir rolünde çıktı” diyorsun! Ama “beni bilmeyenler” ne diyorlar? Fakir çıktı! Bir ara yaygın izlenen bir dizi vardı; Avrupa Yakası. Orada Burhan”ı görünce “Burhan geldi, Burhan şöyle” diyorduk. Biz onu “Burhan” olarak tanıyoruz, esas adını bilmiyoruz. Peki, onu babası Burhan diye mi biliyor? Tv’de görünce “bizim oğlan Burhan rolünde” diyor. Tanımayan “Burhan” diyor, onu Burhan diye tanıyor. Aynı Ahmed’i Ahmed diye tanımak, Hüseyin’i Hüseyin diye tanımak gibi, onu da Burhan diye tanıyo- Sen Tanrı mısın? 313 ruz. Babası “bizim oğlana dizide Burhan diyorlar” diye düşünüyor. Hz. Ebu Bekir (RA) de baktığı zaman “ona Rasul diyorlar, buna Enes diyorlar” diye bakıyor. Dikkat edin, önce bir şeyi görüyor o! Peki, bu Hazreti Ebubekr’e ait bir mekanizma mı? Hayır! O, var olan yeteneği Allah yolunda kullanıyor; İNFAK ediyor. Bu bir yetenek, o bunu Allah yolunda kullanıyor. Sana verileni Allah yolunda kullandığında ZEKAT vermiş; sevabından vermiş oluyorsun. Demek ki, biz de baktığımız zaman bir şeyin Hakikatini görebiliyoruz. Bunu Allah yolunda kullanmak bizi Şehid ismi kapsamına götürür, yavaş yavaş şahitliğe götürür. Nasipse sonraki tefekkür paylaşımına buradan başlarız. Burada “Edeb ya HU” başlıyor, EDEB bu anlattığımızın içindedir. “B” hayatındaki Edeb tanrıların birbirlerine olan saygı biçiminin ismi değildir! “Edeb Ya HU” denilen Edeb, Hz. Ebubekr’in ifade ettiği o hayat tarzındaki fiillerdir. İnşaAllah duamızı yapıp tamamlayalım. Rabbena zalemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna lenekünenne minel hasirin. La ilahe illa ente Subhâneke inniy küntü minez zalimin. Rabbi inniy zalemtü nefsi zulmen kebiyran ve la yağfiruz zünube illa ente, fağfirliy mağfiraten min ındike, verhamni inneke entel Ğafuru’r Rahim ve Tevvabu’r Rahiym. Ya Rabbi Ya Rabbi Ya Rabbi, Allahümme ente Rabbi, La ilahe illa ente halâkteni ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi zenbiy, fağfirliy zünubiy feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, birahmetike ya Erhamer Rahımiyn. Sübhanallahi ve bihamdihi sübhanallahil Aziym estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahellezi la ilahe illa HUvel Hayyul Kayyumu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Ya Rabbel arşil azim, Estağfirullah Ya Rabbel arşil kerim, Estağfirullah Ya Rabbel âlemin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ilmike… Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU! Elif Lam Mim, Allahu la ilahe illa Huvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel Hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedia’s Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram. Eşhedü en la ilahe illallahül EhadüsSamedüllezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad. İnniy veccehtü vechiye lilleziy fataras semavati vel arda hanifen ve ma ene minel müşrikin. İnne salatiy ve nüsükiy ve mahyaye ve mematiy lillahi 314 Yılmaz DÜNDAR Rabbi’l âlemin. Ve la şerike lehu ve bizalike umirtu ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi. Eslemtü li Rabbi’l âlemin. Bismillahi’r Rahmani’r Rahim Elhamdü Lillahi Rabbilalemin, Er-Rahmani’r Rahim, Maliki yevmid Diyn, İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn, İhdinas Sıratal Müstakiym, Sıratellezine en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaaaliiiyn. Amin… Allahım; Öncelikle Rasulullah, Nebiullah, Habibullah, Keremullah Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhis salatü vesselam’ın Güzel, Temiz, Latif Ruhu Şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için; Allahım, gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul Efendilerimiz’in ruhları için; Allahım, Halife Efendilerimiz Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali radıyallahu anhüm’ün ruhları için; Ashab-ı Kiram, Sahabe Efendilerimiz’in ruhları için; Allahım indinde makbul kullarının ruhları için; Allahım yalnızca Senin rızanı umarak ve yalnızca Seni anlayabilmek, kavrayabilmek, Senin yolunu yaşayabilmek amacıyla bir araya gelmiş olan bu kardeşlerimizin ve bizlerin Senin rahmetine kavuşmuş olan tüm yakınlarının ruhları için; Ve rahmetine kavuşan bütün müslüman mü’min din kardeşlerimizin ruhları için; Ki onlara Ya Rabbi, merhametinle muamele ediver. Onlardan razı oluver, günahlarını bağışlayıver, affediver, onların mekânını cennet ediver Ya Rabbi, Ey Allahım, müslüman mü’min din kardeşlerimizin hastalarına acil şifa, borçlularına acil eda, dertlilerine acil deva, yolcularına acil selametlik hayrlısıyla, lütfunla, kolaylıkla nasib eyleyiver Ya Rabbi, Ey Allahım, bizlere yakınlarımıza, yavrularımıza ve inanan din kardeşlerimize sağlık sıhhat afiyet lutfeyleyiver Allahım, Allahım bizlere merhamet ediver, bizleri bağışlayıver, bizleri affediver, bizlere hidayet nasib eyleyiver Ya Rabbi, Ey Allahım, bizlere hayrlı ve helal rızklar lutfeyleyiver, Ey Allahım, Rasulullah Efendimiz’in anlattıklarının devamını yapabilmek için, Efendimiz’in Evi’nin Şubesi olarak evini açan kardeşlerimizin evine Selâmını ulaştır, Nurunu ulaştır, İlmini ve Bereket’ini ulaştır ve orayı sonsuza dek kaplayıversin Ya Rabbi. Ey Allahım, yalnızca rızan için El-FATİHA 07 Ramazan 1429 / 06 Eylül 2008 Bir dua ile başlayalım: Ramazan Ayı’nın enerjisinden, özellikle de Onun Gecesi’ndeki nurundan istifade edenlerden oluruz İnşaAllah. Aslında, “A” ve “B” diye bahsettiğimiz şey, nasibinde fark etmesi dilenen için o kadar önemlidir ki! Bunun önemini anlatamadığım, bunun önemini vurgulayamadığım için o kadar çok üzülüyorum ki! Örneğin, yine böyle bir toplanmış olsak, konuşma arasında ben “bir preparat var, beyne, kalbe, karaciğere çok iyi geliyor, onu fark ettim, kullanıyorum” demiş olsam büyük ihtimalle dinleyenlerin çoğu “neydi o preparat?” diye arar, sorar, bulup kullanmaya başlarlar. Ama “A”yı “B”yi hiç soran yok, bu nasıl iş? Bilmem izah edebildim mi? Herhangi bir yerimize fayda sağlayacağına inandığımız bir şeyi kafamıza yazıyoruz, onu mutlaka öğrenip elde etmek için çalışıyoruz, ama ahiretimizle ilgili önemli bir bilgiyi dinlemek bize yetiyor, telaşına hiç düşmüyoruz! Yoksa bu sadece bana mı tuhaf geliyor? Düşününce “demek ki “A” ve “B”nin insan hayatındaki yerini, önemini yeterince izah edemiyorum” diyorum. Yıllardır gündemimiz bu, ama insanlarda bir telaş yok! O telaşı göremeyince kendime; demek ki, sen konuyu yeterince izah edemiyorsun diyorum. Çünkü dünyayla (dünyaMızla) ilgili bir konu olduğu zaman bir telaş ve heyecan oluyor, o sıkı takip ediliyor, ama “dünyaNızdan bakışı” söz konusu olunca aynı telaş gösterilmiyor! Aslında fark eden için bu durum “neden böyle?” rahatsızlığını getirmelidir. “Neden böyle oluyor?” derken fark etmek gereken şu: Acaba benim akıbetim cehennem mi, akıbetim cehennem olduğu için mi dünyaM peşindeyim? Diyelim ki bu sorgulamayı yaptı ve fark etti ki, cehennemlik işler ona daha cazip geliyor. O zaman “bu toplantılarda ne işim var, niye uğraşayım, akıbet belli” mi demek gerekiyor? Tabi ki hayır, öyle düşünmemek lazım! Bunu fark eden, rahatsızlığını duyup tövbesine giren ve o tövbenin getireceği yeni hayata giren kazanacaktır! Belki kaderinde böyle bir çizgi vardır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in şu hadisini hatırlayalım: “Kişi cehennemlik amellerle meşgul olur, cehenneme girmesine bir kulaç kalır, ama yazısı gelir, cennetlik ameller yaparak cennete gider. Kişi cennetlik amellerle meşgul olur, cenneti kazanmasına bir kulaç kalır, 316 Yılmaz DÜNDAR ama yazısı gelir, cehennemlik ameller yapmaya başlar, cehennemlik olur.” Allah muhafaza etsin... Bu hadisin ilk kısmı insana şu kapıyı açıyor: Kişi “ben neden “dünyaM” konulu heves ve telaşlar içerisindeyim, niye diğeri bana bu kadar tesir etmiyor, benim hayatımın önceliği haline gelmiyor?” diye bir pişmanlıkla bu yola girmesi dilenilmiş olabilir. Onun kaderi içinde o telaşın getireceği tövbe, cennete olan açılımı sağlayacak duayı oluşturacak olabilir, kaderinde öyle bir çizgi olabilir. Ama “bu neden hayatımın önceliği olmuyor?” telaşına mutlaka girmek, bu telaşı derinden yaşamaya çalışmak lazım! Konumuzun tüm aşamalarını oluşturan TEK CÜMLE La ilahe İllallah’tır, Kelime-i Tevhid’dir. Rasulullah (SAV)’in Sefa Tepesi’nde açıkladığı buydu; La ilahe illallah! Gördük ki; La ilahe (hiçbir şey yok) illa Allah! Hatta “var” bile demedik. “Var” kelimesinin bir sınır getireceğini kabul edip; “bir şey yok aslında (la ilahe) illa Allah” dedik. Yola çıkışımızın, konuyu ortaya koyuşumuzun bir yanı buydu: La ilahe (bir şey yok), İlla Allah. “Allahu La ilahe illa HUvel Hayyul Kayyum.” (Bakara-255, Al’u İmran-2). Her iki ayetin baş kısmı Kelime-i Tevhid’deki gibi; “Allahu la ilahe illa HU”dur ve “La ilahe illallah” manasındadır. Ancak Kelime-i Tevhid’e bir özellik ekliyor: “La ilahe (hiç bir şey yok), illa Huvel Hayyul Kayyum (ancak O Hayy ve Kayyum’dur). Burada yakalamak istediğimiz bir mana var, işi hayata getirmeye çalışıyoruz, yaşadığımız HAYAT’I AYETLE TARİF ETMEK istiyoruz. Yaşadığımız hayatı niye tarif etmeye çalışıyoruz? Hayatın gerçek tarifi nedir? Çünkü fark edeceğiz ki, biz “hayat” diye “gerçek hayat”tan başka bir şeyi tarif ediyoruz, başka bir tarifle meşgulüz! Peki, gerçek hayat nedir? İşte onu şimdi “ayetlerle” tanımlamaya çalışacağız. La ilahe (bir şey yok), illaAllah! Ve yakaladığımız bu “illa Allah” kapsamı içerisinde düşünüyoruz ki; HAYAT; Hayy ve Kayyum olan Allah... Yani Hayy olan Allah: Hayat da Allah’ta... Gayrı yok, başka bir şey yok! Allah’ın dışında bir hayat düşünmek muhaldir, “La ilahe” kapsamına girer. La ilahe illallah; başka bir şey düşünmek yok! O zaman, hayat diye düşüneceğimiz şeyi Allah’tan gayrı [O’nun dışında] düşünmemeliyiz, burada hemfikiriz değil mi? Hayat diye düşüneceğimiz şeyi, hayat diye tanımlayacağımız şeyi Allah’tan gayrı düşünmemeliyiz. Peki, ama onu nasıl düşüneceğiz? Allah diye “nasıl bir şey” düşünmeliyiz? Biraz zihnimizde somutlaşması için onu nasıl düşünmeliyiz? Bunu Kur’an öğretiyor, Allah tanımını bizzat Allah’ın kendisinden alarak düşünebiliriz. BİZZAT KENDİSİNDEN ALACAĞIMIZ TANIM İhlâs Suresi’dir. “De ki; Hu AllahuEhad, AllahusSamed, Lem yelid ve Sen Tanrı mısın? 317 Lem yûled ve Lem yekûn lehu küfüven ehad.” Bu yüzden İhlâs Sûresi aslında bizim “hayat döngümüzün tarifi”dir. Bu gözle bakınca İhlâs Sûresi’nin farklı bir mana ifade ettiğini görürüz. “La ilahe illa Allah” dedik ve Allah dışında bir şey düşünemedik, buna hayat dahildir. O zaman hayatı tarif etmek istesek nasıl tarif edeceğiz? Tarif ederken hayatı Allah dışında düşünemeyeceğimiz için hayata İlla Allah gözüyle, o kapsamda baktığımızda karşımıza İhlâs Suresi’yle tanım çıkacaktır. Yani, hayatı “Allah’tan gayrı bir şey düşünmeden” tanımlamaya çalışırsak, Allah tanımına bakmamız gerekecektir. Çünkü hayatı onun içinde tanımlamış olacağız. Öyleyse Allah’ın Bizzat kendisinin tanımlayışına bakalım: Allah sana sorulduğunda “de ki, Allah; Hu Allahu Ehad, Allahüs Samed, lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven Ehad.” Bizim aradığımız tarif, hayatı anlatan tarif budur. Bu nedenle ona İHLAS HAYAT DÖNGÜSÜ dedik. TEKRAR ETMEK bu yolda çok önemlidir. Özellikle bu konuların ve kavramların tekrarı öyle önemlidir ki... Neden? Hayat tarzı haline gelmesi için! Biz konuları tekrar ederken her defasında geliştirerek de ele almaya çalışıyoruz. Bu paylaştıklarımız yaşanır hale gelince, öyle bir yaşantı oluşunca, konu pekişip de hayat tarzına dönüştüğünde konular elbette değişecek. Mesela o zaman ele alacağımız bir konu A’MA’dır. Sırasının gelmesi gerekiyor... Şimdilik hafif değinelim: Bir zat Efendimiz (SAV)’e; “yeri göğü yaratmazdan önce Allah neredeydi Ya Rasulallah?” diyor. Efendimiz; “Altında ve üstünde hava olmayan A’MA’daydı” buyuruyor. Bu cümle ne manaya geliyor, inşaAllah bunu da tefekkür ederiz. Ancak şu çok dikkat çekici: Efendimizden bu açıklamayı duyanlar onu anlıyorlar! Bir önemli nokta da şudur: O zat yolda Hz. Ali’yle karşılaşıp bunu onunla paylaştığında, Hz. Ali radıyallahu anh; “El’an öyle, zaten öyle, şu an da A’MA’da” diyor! Enteresan! Böyle bir cevap alıyorlar ve bu cevap onları tatmin ediyor! Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir şeydir. Birisi “Altında ve üstünde hava olmayan A’ma’daydı” cevabını duyunca anlıyor, Hz. Ali de bunu duyunca; “zaten öyle, el an öyle” diyor, çok ileri derecede bir ilimle karşılık veriyor. Ama duyanların hepsi bu cümleyi anlıyorlar! Kavradıkları mana, gördükleri olay ve bunları kuşatan ilim, düşünmemizi gerektiren bir konu aslında... Üzerinde duracağımız konuları daha kolay paylaşabilmek üzere İhlas Suresi’nden yararlanıp bir çizim yaptık. Çizimimizle Hayat’ı (hayatın gerçek tanımını, kesret hayatının başlamasını, takdimin başlamasını, takdimli hayatı) anlatmaya çalışacağız. İhlâs Suresi’yle ilgili olarak bir şema oluşturmak- 318 Yılmaz DÜNDAR la anlatımımızda bir teknik kullanmış ve çizimden yararlanarak anlatımı kolaylaştırmaya çalışmış olduk. A’ma’yı ESAS kabul eden, oradan başlayan bir prosedürle bu şekli oluşturduk: İHLAS HAYAT DÖNGÜSÜ. Bu tamamen anlatabilmek sadedindedir, değilse bunlar çizilecek şeyler değildir... Tefekkür Şeması 2 Bu döngü, “Dönüşümüz O’na Döngüsü”dür! “Sübhanallahi ve Bihamdihi SübhanAllahil aziym estağfirullah ve etubü ileyh; dönüşümüz sanadır” tövbe ve duruşundaki “dönüşümüz O’na” döngüsü budur: Dönüş O’nadır, rücu O’nadır! Döngümüzün adı İhlas Hayat Döngüsü olduğundan, içindeki süreçleri İhlas Suresi’nin ayetleriyle isimlendireceğiz Bu döngüde iki nokta var ki, onlar hayatla ilgili önemli dönüm noktalarıdır. Şöyle söyleyelim: Aslında YAŞADIĞIMIZ HAYAT Vehim’dir, bizim var sandığımız hayat vehimdir. Vehim’den önceki kısmı “HuvAllahu Ehad, Allahus Samed” olarak isimlendirdik. Vehmin, bu hayatın olduğu yeri ise “lem yelid ve lem yûled” olarak adlandırdık. Çünkü buradaki hayatın özeti budur; Lem yelid ve lem yûled; doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Bu kısımda bunu söyleyen, bu tespiti yapan birisi olduğuna göre, Allah’tan başka biri var demektir. Birisi tespit yapıyor diyor ki; lem yelid ve lem yûled. Demek ki yaratılan var, tespit Sen Tanrı mısın? 319 yapıyor! Hatta ilerlerse daha sonra bir tespit daha yapıyor; “ve lem yekün lehu küfüven ehad” diyor. Henüz vehim nuruyla yaratmanın olmadığı yerde bir tespit yok, orası; HuvAllahu Ehad, Allahüs Samed! Orada tespit eden “biri” yok. Tespit “lem yelid ve lem yûled” ile başlıyor ve bu daha sonra, daha ileri bir tesbite dönüşüyor; “ve lem yekûn lehu küfüven ehad” yaşanıyor. “Lem yelid ve lem yûled”deki tespit, kişinin kendi hayatıyla bir kıyaslamadır, böyle bir tespittir. Sonra kişi daha ileri bir kıyasa giderse, Allah’ın kendisine benzemediğini söylüyor, bizim gibi değil diyor. Döngüdeki bu süreçler birer idraktır, farklı idrakların yaşandığı noktalardır. “Lem yelid ve lem yûled” yaşantısı, bir nevi bu döngünün avamının yaşantısıdır. Onlar MUKTESIDLER veya MUTEDİLLER olarak isimlendirilmiştir. Göreceğiz, çok farklı bir avamdır o! İşte “lem yelid ve lem yûled”, İhlâs Hayat Döngüsü’nün Mutediller’inin tespitidir, Mukarrebun’un değil! Bu döngünün Mutedil’inin tespiti; “lem yelid ve lem yûled’dir; doğurmamıştır, doğurulmamıştır”. Sonra idrak ve o idraka uygun yaşayış ilerleyince bu tesbit; “ve lem yekûn lehu küfüven ehad; eşi, dengi, benzeri olmayan Ehad’dır”a dönüşüyor. Aslında bunlar birer idrak ve o idrakların yaşanış biçimleridir. Dolayısıyla; Ehad’la başlayan İhlâs Hayat Döngüsü, nihayet yaşayanın kendi tespit ettiği, onun ulaştığı Ehad’la tamamlanır. Biz bu sürece İİHLAS HAYAT DÖNGÜSÜ dedik. Bu döngüde, sıfır noktasıyla birlikte bir olay gelişiyor, bu döngüden sapan bir bilinç oluşuyor! İşte onu tanımamız, bilmemiz ve o bilinçten kurtulmamız gerekiyor. Dikkat edelim, bu döngü aslında CENNET YAŞANTISI’dır, İhlas Hayat Döngüsü’nde dünya yaşantısı yoktur, orası tamamen cennet yaşantısıdır! İhlâs Hayat Döngüsü’nün dünya yaşantısıyla, dünya ile hiç ilişkisi yoktur. Dünya bu değildir de nedir? Bunu göreceğiz. Şimdi lütfen döngüdeki “B” Noktası’na dikkat edin. “B” dediğimiz nokta, Bismillahi’r Rahmani’r Rahiym’in, “Amentü Billahi”nin, “Amentü Bilkaderi”nin “B”sine yönelen, oraya dönen noktadır, “B” SIRRI’nın başladığı noktadır. Bu yüzden oraya “B” noktası dedik. “B” Sıfır noktası döngüden sapan bilinçle, döngüye ait bilincin ayrıldığı dönemeçtir. “Bu döngünün dünyayla ilişkisi yok” derken neyi kastediyoruz, bakın: İnsan bilinci kendisini B0 noktasından itibaren bulur ve bulduğu bu noktada kendisini hayata takdim eder, kendisini “BEN” diye takdim eder, o yüzden burası aynı zamanda Takdim Noktası’dır. Ancak yaptığı ilk takdim, gerçeği fark etmeden yaptığı bir takdim olduğu için “B”den perdeli bir takdimdir! Kişi kendini böyle takdim etmekle İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel yola düşer. Bu paralel yol, ileride sapar gider; DÜNYA HAYATI dediğimiz, sapıp giden o yoldur, o yoldaki hayattır. Dünya için olu- 320 Yılmaz DÜNDAR şan hayat, dünya için dilenen hayat odur; o olmasa dünya olmaz! İşin aslına, hikmetine baktığımızda o dünya hayatını dileyen kim? Allah değil mi? Elbette! O zaman bir suçlu, bir yanlış yapan olabilir mi? Allah dünya hayatı dediğimiz hayat tarzını dilemiş, o yüzden bu hayat var, böyle dilediği için var! İşin önemini anlatmak için söylüyorum! Eğer “lem yelid ve lem yûled” idrakını fark etmiş birisi; “ben bunu herkese bildireceğim, cennet ve cehennem neymiş anlatacağım, cennet ve cehennemi bütün dünyaya ilan edeceğim” dese ve anlattığımız gerçekleri, hakikatleri o çıplaklıkla söylemeye çalışsa “Allah yolunu açıklıyorum” diye ALLAH’A SAVAŞ açmış olur, dünyanın dönen tekerine çomak sokmuş olur. O zaman ne olur biliyor musunuz? Allah’ın dileği olan bu mekanizma, bu sistem onunla mücadeleye girer! Bir kişi sistemi fark etmek istiyorsa, takdimin başladığı “B” noktasını önemsemelidir, çünkü hayatındaki EN ÖNEMLİ NOKTA odur. Bu yüzden, fark etmek isteyen insanın bundan daha önemli bir işi yoktur! Neden? Çünkü kişi bu noktada “BEN” diyor, “ben varım” manasında “BEN” diyor! “Ben varım” dediği an, o kendisine yeni bir dünya oluşturuyor. Nasıl mı? B0’dan sonraki alan “BEN”Lİ HAYAT”tır, burada “BEN” var, yani takdim var. Bu “BEN” deyiş iki manadadır: Birisi, Vehim Nuru kısmındaki “B” Takdim Formu”nun “BEN” deyişi, diğeri Vehmin Zulmeti kısmındaki “A” Takdim Formu”nun “BEN” demesidir. Bu “iki BEN”i mutlaka fark etmek lazım. Bu “BEN”lerin birine “A”, birine “B” derken bir amacımız, birini diğerinden ayırmaktı. Bir de, ilk takdim ediş Asi bir takdim olduğu için Asi’nin “A”sını alıp ona “A” Takdim Formu “BEN”, diğeri de Bismillahi’r Rahmani’r Rahim’in “B”si kapsamında bir takdim olduğu için ona da “B” Takdim Formu “BEN” demek içindi. Her iki takdime ait hayatları, onların veri tabanlarını ve özelliklerini kıyaslıyoruz. Bunu yaptığımız zaman farklarını anlamak kolaylaşacaktır, inşaAllah. “A” Takdim Formu”nun “en belirgin özelliği” MÜSTAKİLLİK iddiasıdır: “Benim müstakil aklım, iradem, kendime ait bir gücüm var” der. “Ben iyiyi kötüden ayırır ve yaparım, bu yetki bendedir” der. Kim böyle diyorsa o “A” takdimindedir, çünkü bu bakış açısı “A”ya aittir” “Ben müstakil bir insanım, kendime ait bir aklım var, kendime ait bir iradem, kendime ait de bir gücüm var” diyen birisi, bu takdimi nedeniyle “A” Takdim Formu”nu ve dünya hayatını başlatır. DÜNYA HAYATI budur; kişinin kendisini müstakil takdim ettiği hayat, yaşadığımız “dünya hayatı”dır. Ve yaşadığımız bu hayatın sonu cehennemdir, böyle bir takdimin akıbeti CEHENNEM’dir! Demek ki, dünya hayatının prosedürüdür cehennem! Cehennem dünya için, dünyanın sonu için yaratılmıştır, yani dünyanın devamıdır... Sen Tanrı mısın? 321 Öyleyse, “A” ile “B”nin, İhlâs Hayat Döngüsü’yle “A” Takdim Formu”nun ayrı düştüğü şey nedir? “A”nın özelliklerini görüp onu tanıyınca bunu daha kolay fark edeceğiz. Kendisini “müstakilim” diye takdim eden kişi, İhlâs Hayat Döngüsü’ne göre ne diyor? Diyor ki, ben rabbım! Buraya çok dikkat edin! Kendisindeki Rububiyet Gücü’ne sahip çıkıp “ben rabbım” diyor, rablığını ilan ediyor. Öyleyse “A” Takdim Formu” RABLAR/TANRILAR DÜNYASI’dır, rablıklarını ilan etmişlerin yaşantı alanıdır, tamamen! Rububiyet gücüne sahip çıkan ve o gücü “kendisinin müstakil gücü” ilan eden, dolayısıyla farkında olsun olmasın “ben rabbım, ben tanrıyım” diyen takdimin olduğu yer Tanrılar Dünyası’dır! İşte, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in bize açıklamış olduğu tebliğ budur; La ilahe (“A” Takdim Formu” yoktur), illa Allah! La ilahe illa Allah; kendini tanrı ilan etmen yanlıştır! La ilahe; öyle bir ilah, öyle bir tanrı, öyle bir rab yoktur; illa Allah! İşte, önemli okuma [İKRA’], önemli tesbit budur; La ilahe illa Allah! Bu okuma bir ileri aşamada kişiye diyor ki; kim tanrılığını ilan etmişse, kim rablığını ilan etmişse cennet ona kapalıdır, o cennete giremez: La ilahe cennete giremeyeceklerin vasfıdır! İllallah cennet hayatının tanımıdır! Kim rablığını ilan etmişse onun akıbeti cehennemdir, ona cennet kapalıdır! Onu isterseniz bir de şöyle açıklayalım: “Nefse zulmetmek” ifadesini duyarsınız, nefse zulm nedir? “A” Takdim Formu”dur! “A” Takdim Formu” NEFSE ZULÜM’dür, onun olduğu yer nefse zulüm yeridir. Burada nefsine zulmedenlerin hayat tarzı yaşanır. Neden nefse zulm? Çünkü kendisinde var olan hakikatin, onda bulunan Rububiyet gücünün hakkını vermiyor! Onu işgal ediyor, sahip çıkıyor, suiistimal ediyor, böylece; hakkını vermediği Rububiyet gücüne zulmediyor, işte nefse zulüm hali budur! Denmiştir ki, nefsini bilen Rabbini bilir. Bu; kişi nefsinin hakikatini kavrayabilirse bu zulümden kurtulabilir demektir! O hakikati kavrayamadığı ve ona sahip çıktığı için burada nefse zulüm yaşantısı vardır. Bu nefse zulüm yaşantısı ayrıca Vehmin Karanlığı’dır, Vehmin Zulmeti’dir. Vehim neresidir? Henüz tanımlamadık ama; “B” Takdim Formu”nun olduğu yer VEHİM’dir, orası “Vehim Nuru”ndan yaratılmıştır. “B” takdimindeki hayat vehimdir! “A” takdiminde görülen vehmi sahiplenme, vehmi suiistimal etme ise VEHMİN ZULMETİ’dir. Efendimiz (SAV)’in şu duasına bu idrakla bakalım: “Allahümme, ahricniy min zulümatil vehmi ve ekrimnî bi nuril fehmi: Allahım, beni vehmin zulmetinden kurtar ve bana vereceğin nurla bir anlayış nasip et ki, ben burayı kavrayayım, anlayayım, yaşayayım.” Bu yakarış “A” Takdim Formu”ndan kurtulmak için yapılacak güzel bir yakarıştır. Vehmin zulmetinden kurtulmak için çok güzel bir yakarıştır, bir sığınıştır... 322 Yılmaz DÜNDAR Ashab bir konuda konuşuyor, konuştukları konu da Deccal, onun tehlikesinden bahsediyorlar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bu konuşmanın üzerine geldiğinde; “size Deccalden daha tehlikeli bir şeyi haber vereyim mi?” diyor. “Ver Ya Rasulallah, söyle bize” diyorlar. “Daha tehlikeli olan ŞİRK-İ HAFİ’dir; GİZLİ ŞİRK’tir. Sizin için daha tehlikeli olan Şirk-i Hafî’dir. Şirk-i Hafî nedir, biliyor musunuz?” diyor ve bir örnek veriyor: “Bir kişi salâttayken “birisi beni görüyor” diye dikkatli, özenli davranıyorsa bu Şirk-i Hafî’dir” buyuruyor. Bu hadisi birlikte tefekkür edelim. Salâtta olan kişi “bir başkası görüyor” diye işini dikkatli yapıyor. Bu ne demektir? Kişi salâtta, ama arkasındaki onu izliyor diye de işini dikkatli yapıyor. Bu neden şirk-i hafîdir? Efendimiz’in söylediğini şöyle anlamaya çalışın: Salâtta olan “beni izleyen birisi var” diye arkasındaki kişiden “kendisini yargılayacağı için” çekiniyor, yani onu “A” kabul ediyor! Onu “A” kabul ettiği için ondan korkuyor, çekiniyor veya takdir bekliyor. Bu hadiste vurgulanan şirkin nedeni oradaki “ikilik” değildir, kişinin kendisini ve başkalarını görmesi değildir! Buradaki şirk-i hafî o değildir! Çok dikkat edin, buna herhangi bir yerde rastlamazsınız! Oradaki şirk-i hafi bir başka varlık görmekten kaynaklanmıyor! Öyle olsa cemaat olamazlar. İmam var, yanında saf arkadaşları var, onları nasıl tek yapsın? Bu şirk-i hafi birini “A” kabul edip ondan çekinmek veya beklintide olmaktan kaynaklanıyor. Aslında, yapamayacağınız şeyleri hayalleyerek Din’i çok soyutlaştırmamak lazım! Hayat öyle bir tuzak değildir, Din öyle bir tuzak değildir! Yapamayacağınız şeyleri zorla hayalinizde oluşturmayın; “şimdi imam yok, bu arkadaşlar yok, hepimiz bir bütünüz...” diye hayal kurmak yok, yok öyle bir şey! Yaşadığımız şu hayatta öyle bir şey yok, “B”de yok. Onun olabilmesi için başka tecellilerin olması gerekiyor. O ancak sıfatların tecellisinde olur! Sıfatların tecellisini yaşayan birinin yaşayacağı bir iştir. O zaman “o yok bu yok” diye birilerini görmemek için kendini/zihnini zorlamaz, o hali yaşar! Bu yüzden, var olan hayattan koparak İslamiyet’i yaşayamazsınız, var olan hayattan koptuğunuzda kavrayamazsınız. Sizi bu hayattan koparırsa yaptığınız YANLIŞ’tır! Buradaki şirk-i hafî neden konumuzla çok ilişkilidir, bakın: Bir şahıs var. Namaz kılan kişi o şahsı düşünüp, “beni izliyor” diyor. Neden öyle düşünüyor? Ondan çekindiği veya takdir beklediği için! “Yanlış yapıyor” der diye çekiniyor veya “iyi yapıyor” desin diye takdir bekliyor. Düşündüğü o kişiyi de, kendisini de “A” Takdim Formu”nda düşünüyor. Burayı anlamadan geçmeyelim! -Yani onu tanrılaştırıyor mu? Sen Tanrı mısın? 323 Kendisi öyle demese bile, evet! “Bu tanrıdır” diye düşünmese bile, “birisi” diye Allah’tan gayrı birisi düşündüğünüz an o bir tanrıdır! Allah’tan başka bir varlık düşünüyorsanız o bir tanrıdır! Peki, siz salâtta hiç mi “birisi beni izliyor” demeyeceksiniz? Diyebilirsiniz! Ama çok dikkat edin; sizi izleyen ya tanrıdır, ya da Allah’tır! Demek ki sizi biri izleyecek, izlesin! Burada mevzu ikilik çokluk değil, sizi izleyenin tanrı olmasıdır! Sizi izleyen Allah’sa şirk yoktur! Ama siz bir birim oluşturup; “Ayşe beni izliyor, o bana kızar, o beğensin veya o yanlış yaptı” dediğinizde şirk vardır! Çünkü siz orada bir tanrı, bir rab oluşturdunuz, size göre orada bir rab yapı var; ŞİRK-İ HAFİ budur! Diyelim ki arkada beni izleyen biri var, eğer ben “onun gözünde beni izleyeni Rabbım” diye kabul etmişsem bunda bir şirk yok, Rabbım onun gözünden beni izler! Dolayısıyla bir korku veya bir takdir söz konusu olacaksa o Rabbınızla ilgilidir, bir tanrıyla ilgili değildir. Ki bu yasal yanlıştır, İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerlerken kurtulacağın bir yanlıştır. Diğeri tanrılık ilanıdır! -“Başkasını” düşünmeyelim. Ama bir camiye girdiğimde, birisi bana bakıp “buraya böyle gelinir mi?” der de “benim yüzümden günaha girer mi?” diye düşünüyorum. Bu sefer çelişir gibi oluyor? Çelişmiyor, yaptığınız doğrudur. Karşıdakinin “A” yapısına göre tedbir almak yanlış değildir. Onun bir rolü, yaşadığı bir rol var, onun o rolüne göre tedbirli olmanız ayrı bir iştir! Ama siz o tedbiri alırken, bâtınında onun o rolünün hakikatini biliyorsanız o sizi şirkten kurtarıyor. Onun rolü gereği yapacağı şeye karşı tedbirli olmanız yanlış değildir! Onun bir rolü, bir kulluk görevi var, o kendisinin “B” olduğunun farkında değil ki! O, verilen rolü yerine getirirken, siz de tedbir alıyorsunuz, o ayrı bir iştir. Bunun hikmeti nedir gözüyle bakıp da kişinin “B” yapısını, hakikatini düşündüğünüzde siz o kişiye kızmıyorsunuz, sadece “A” yapıya karşı tedbir alıyorsunuz, onun Zat’ına kızmıyorsunuz, Zat’ını suçlamıyorsunuz! Zat’ını suçlarsanız HAKİKATTEN PERDELİ olmuş olursunuz. Siz ona o görevi kimin verdiğini, o rolü kimin verdiğini, hatta o rolü orada kimin yaptığını biliyorsunuz, öyle değil mi? -Ama yine de “A” görmüş, o kişiyi “A” kabul etmiş olmuyorum muyum? O kendisini “A” bilmiyor mu? Sen onu o rolde “B” gördüğün zaman yanılırsın! O “A” rolünde, ancak “A” rolünde olduğunu bilmiyor! Niye? “A”ya sahip çıkmış, o role sahip çıkmış, farkında değil. Ama sen farkındasın! Senin farkında olman; ona baktığın zaman önce “onun hakikatini görmen” demektir! Yani, Hz. Ebubekr Es Sıddîk radıyallahu anh’ın buyurduğu gibi görmendir; neye bakarsam önce Allah’ı, sonra baktığım şeyi görürüm. Ti- 324 Yılmaz DÜNDAR yatroyla ilgili verdiğim örnek bunu açıklıyordu: Bir işim de tiyatroculuk ve sahneye çıkacağım, sizi de davet ettim. Gelip oturdunuz. Siz beni tanıyorsunuz ama tiyatrodakiler tanımıyor, yani bu halimi bilmiyorlar, beni sahnede görecekler. Ben de sahneye fakir rolünde çıkacağım. Sahneye rolüm için çıktım, siz bakınca “fakir çıktı!” mı dersiniz? Beni tanıyorsunuz, adımı söyler, sonra “fakir rolünde” dersiniz, rolümü sonra görürsünüz, öyle değil mi? Ve bunu hiç farkında olmadan yaşarsınız. Yani, önce beni sonra rolümü görmek için kendinizi zorlamazsınız! Oysa beni tanımayanlar doğrudan “fakir çıktı” diyecek ve tiyatroyu olduğu gibi seyredecekler. Fakat işin hakikatini bilen sen “önce beni sonra rolümü fark” edersin. Sen böyle görsen de benim “kendimi ne sandığım” da önemlidir! Eğer ben rolüme sahip çıkmışsam? Diyelim polis rolündeyim, polis rolüne o kadar inanıp sahip çıkmışım ki, sahne bitmiş ama hala polis rolündeyim. Ne yaparsın? Benim o zannıma göre tedbir alırsın. Bu tedbiri alırken, bilirsin ki aslında o benim rolüm, hatta bana o rolü yönetmenin verdiğinin farkındasın. Ama ben aklımı kaybetmişim, bana o elbise giydirilince ona sahip çıkmışım, polis gibi davranıyorum. “Aman şuna uymayalım” der, tedbirli davranırsın! Biliyorsun ki, o kendini polis sanıyor, aslında polis değil! Fark ettin mi? “Nefs-i mutmainede ikilik mevcuttur, Nfs-i Mutmainne’yi yaşayanda ikilik vardır” denir. Bu nasıl bir İKİLİK’tir? Şöyle: Mutmainne’de olan düşünür; Ey Allahım, tamam teksin, ama bir Sen bir Ben? Onun kendini yok edemediği bu ikiliği “A”lardaki ikilik gibi sanarsanız olmaz! O, “B” Takdim Formu”ndaki “BEN”dir, yasal yanlış olan “BEN”dir. Nefs-i mutmainnede söylenen bu “BEN”de müstakillik yoktur, kendi hürriyetini ilan etmiş bir “BEN” değildir o! Nefs-i mutmainnede öyle bir şey mümkün değildir, olamaz! Eğer “A Takdim Formu”ndaki “BEN”le nefs-i mutmainnedeki “BEN”i, oradaki ikilikle buradakini karıştırırsanız yanılırsınız, işin içinden çıkamazsınız! Bunu niye bastırarak söylüyorum? Zihinleri dolaştığımda, evleri gezdiğimde her ne kadar; “tamam, ben “A”yı “B”yi dinledim anladım, artık onları tanıyorum, ben “A” değilim” deniyorsa da görüyorum ki kişiler “A” gibi yaşıyor, hala “A”yı yaşıyorlar! “A”dan kurtulmadığı için yorumlarını “A” Takdim Formu”yla yapan bu kişiler “nefs-i mutmainnedeki ikiliği” okuyunca da yanılırlar. Nefs-i mutmainne için bahsedilen ikilik “A” Takdim Formu”ndaki “birimsellik içeren BEN”in ikiliği gibi değildir. Nefs-i mutmainnedeki “BEN”, “B Takdim Formu “BEN”dir, yasal yanlış olan “BEN”dir, hatta o “BEN” Nefs-i Radiye’de de vardır, Nefs-i Mardiye’de ve sonrasında olmaz. Nefs-i Mardiye ve sonrası ArifiBillâh’tır. ARİF-İBİLLAH YAŞANTISI “B” hayatının farklı bir boyutudur... Biz şimdi kurtulmamız gereken tanrılığı fark edip onunla meşgul olalım... Sen Tanrı mısın? 325 “A” Takdimi’nde önemli İKİ UÇ KARAKTER vardır, İKİ TANRI karakteri vardır. İnsan yerine “tanrı” diyoruz ki anlaşılsın! Çünkü “A” takdimindeki insanlar rablıklarını ilan etmiş tanrılardır. İki uç tanrıdan birisi narsist tanrı, birisi de hümanist tanrıdır. Narsist tanrıyı anlatacak olsam “tamam, zaten o cehennemin adamı, ta kendisi” dersiniz. Hatta Allah muhafaza etsin, öyle biriyle yaşıyor, çalışıyor olsanız, onu gördüğünüz zaman “cehennemin dibine” dersiniz! Sizi bezdirmiştir, hayattan bezdirmiştir, hali bezdirmiştir, ona zaten cehennemi okursunuz. Ama hümanist tanrı sizi yanıltır: Hümanist tanrı çok iyi bir insandır; uyumludur, dürüsttür, iyilikseverdir, hayırseverdir, Afrika’da dört döner “açlara yardım” için dolaşır. Çok dikkat edin, onu gördüğünüz zaman, eğer ona “cennetlik” derseniz yanılırsınız. Narsiste “cehennemlik” derseniz yanılma ihtimaliniz az. Çünkü son nefesini bilmeyiz! Ama hümanist sizi yanıltır, gördüğünüz zaman ona cennetlik adam, cennetlik insan derseniz yanılırsınız. Neden? Çünkü tanrı! Çünkü rablığını ilan etmiş! Çok iyi bir insan olması onun cennetlik olduğunu göstermiyor. Çok dürüst, çok ahlaklı, insanları çok düşünen, hayır peşinde koşan, bunun için çok terleyen, uyumayan bu kişi eğer rablığını/tanrılığını ilan etmişse, onun o vasıfları ancak bu dünyada ona “aferin” getirir. “Aferin” derler, bir de şilt verirler o kadar! Cennete gidemez, neden? Cennete tanrılar giremez, tanrılara cennet kapalıdır, hümanist olsa bile kapalıdır! O yüzden, sizi hümanist yapmaya çalışan yöntemlere bakıp İslam’dan perdelenmeyin! Efendimiz’i okumayı bırakıp, Efendimiz’i bırakıp “bunlar da çok güzel şeyler anlatıyor, ne iyi insan oluyorlar” deyip hümanist kitaplara, öğretilere sarılmayın! “A” Takdim Formu” Tanrılar Dünyası’dır ve tanrının adı ne olursa olsun cennet ona kapalıdır! İşte bu tanrıların bazıları: NARSİST TANRILAR: Bu dünyanın en iyi yaşayanları narsist tanrılardır, sapmış çizgide cenneti narsistler yaşar. Neyin cennetidir o? Deccal’in cennetidir ve Deccal’in cennetini Allah cehenneme çevirmiştir. Normal yaşantınız içerisindeki “Deccal’in Cennetleri”nden daha sonra bahsedeceğiz! Narsistin cenneti bu dünyadır, narsist olması onun bu dünyayı iyi yaşamasını sağlar. İnsanlar ona yaranabilmek için, ona haber götürebilmek için çırpınırlar! O birazcık şöyle gülümsese, “bana gülümsedi” diye günlerce sevinirler. Narsistlerin etrafında bir de böyle, üst tanrıdan merhamet bekleyen tanrılar vardır. Böylece; narsist tanrı eğer bir yöneticiyse çok güçlü olur, eğer bir kocaysa güçlüdür, eğer evli bir hanım narsistse hep kazanır, kimsenin gücü yetmez ona, kimse onunla mücadele edemez... ÇARESİZ TANRILAR: Bunlar da daha çok inananların/müslümanların içinden çıkar. “Allah büyük biz küçüğüz, biz ne yapabiliriz ki, bizim O’na gü- 326 Yılmaz DÜNDAR cümüz yetmez, aslında gücümüz yetmiyor, gücümüz yetmez, biz zavallıyız” idrakındaki tanrılar bunlardır. Dikkat edin camilerde bunu duyarsınız; insanın bir gücü yoktur, çaresizdir diye anlatırlar, anlatılan çaresiz tanrıdır. Bir başka türü vardır, o da zavallı tanrıdır. Onları gördüğünüz zaman, “bunlar çok iyi müslüman sanarsınız, sanmayın! Niye? Adam tanrılığını ilan etmiş! Tanrı ama zavallı; silahlarını bırakmış, kendini güçsüz/çaresiz sanan tanrı haline gelmiş! Kime karşı güçsüz? Allah’a karşı! Bunlar; kendi hürriyetini, kendi müstakilliğini ilan etmiş, ama o ilan ettiği güç Allah’a yetmiyor, diye düşünen, kendi gücü küçük Allah’ın gücü büyük sanan tanrılardır. POLLYANNA TANRILAR: Dünyada çok yaygındır! Her şeye hoşgörüyle bakacaksın felsefesiyle yaşamaya çalışırlar, bunu öğretirler: Her şeye iyi gözle bak, pozitif enerji yüklen. Orada negatif enerjiler var, benim pozitif enerjime zarar verir, şunun enerjisi çok pozitif ona gideyim” gibi cümlelerle, pozitif ve negatif enerjilerle uğraşır dururlar. Bu dünyaya ve olaylara Pollyanna felsefesiyle bakmaya çalışırlar. Bu da rabdır, ama Pollyanna’cılık oynayan rabdır. STRESSİZ TANRILAR: Bu tanrı stresten kurtulmuş!? Çeşitli meditasyonlara gider, çeşitli terapiler alır, streslerini atarlar. Bunları niye söylüyorum? Onları “doğru yol” sanmayasınız diye! Böylelerini görünce “bu da başarmış, hiç stresi yok!” demeyesiniz diye! Tamam, stressiz! Ama tanrı! Demek ki, cehenneme stressiz gidecek, böyle yani! Sakın, öylelerini görüp de bu işi başarmış sanmayasınız! Onların yayınları daha çoktur hayatta, onları görüp de Efendimiz’den perdelenmeyin, onları doğru sanmayın. Onların kitaplarını raflarda görüp, “aynı şeyleri anlatıyor, nasıl da bizim öğretimize benziyor” deyip, alıp günlerce hayatınızı boşa geçirmeyin! “On tane kitap okudum” diyor. Soruyoruz, ne okudun? Bunları okuyor! Ya, sen bunlardan yüz tane okusan ne olur ki! Seni cehennemden kurtarmaz! Olsa olsa seni bu dünyada zavallı yapar. Karar ver, kararını doğru ver! Eğer sen “ben bu dünyayı sonuna kadar yaşayacağım” diyorsan narsist ol, o zaman kazanırsın. Niye gidipte zavallı oluyorsun! Hem tanrısın hem zavallı! Eğer “B Takdim Formu”na girmek gibi bir hedefin yoksa boşuna uğraşıp da hümanist olup ezilme, yazık olur! Ne diyorlar; yemeyenin malını yerler! Gerçekten yerler, seni mahvederler! Ondan sonra da çıkıp; dürüstsen kaybedersin, sakın iyilik yapma, kötülük bulursun dersin. Niye? Tanrıların işi ezmektir çünkü! Zavallılaştığı için diğer tanrılar eziyor onu! Tanrılıktan kurtulmadığı sürece o zavallı tanrıdır. Tanrılığını, tanrıların dünyasını iyi yaşamak istiyorsan narsist olacaksın, kural bu, niye gidip de zavallı oluyorsun! Çünkü Deccal’in cennetinde narsist olursan ileri gidersin. Sonu cehennemmiş ayrı mesele, ama dünya cennetinde ileri gidersin, hiç değilse dünya cennetinde zavallı kalmazsın! Sen Tanrı mısın? Tefekkür Şeması 11 327 328 Yılmaz DÜNDAR HEYKEL TANRILAR: Bunlar meditasyonlarda üretilir. Yogalarda, meditasyonlarda uzakdoğu felsefeleriyle üretiyorlar. Reiki gibi bir sürü uyduruk şey var, bu heykel tanrılardan üretiyor. Allah yetmediği için insanlar onlarla meşgul! Camide üç dakika duramayanlar onların karşısında üç saat duruyor, camiye beş kuruş veremeyenler onlara bilmem ne kadar para veriyor. Bakın ne kadar enteresan bir şey söyleyeceğim: Kişi “Allah” diyeni görmeye dayanamıyor, “Allah” diyeni seyretmeye dayanamıyor, yani o tipi sevmiyor, ama cennete talibim diyor. Hem diğer tipleri seviyor, hem de cenneti istiyor! Ama cennette o tipler yok! Nasıl olacak o iş? Çok ironik değil mi? “Ben cennette onlara katlanırım” mı diyorsun? Olmaz öyle bir şey! Bu dünyada kimi seviyorsan sonra da onunla berabersin, kimi seviyorsan onunla berabersin! Bu dünyada cehennemlikleri sevip, ama cenneti istemek nasıl mümkün olur! Sana derler; ama sen dünyada cennetlikleri sevmedin ki, ters iş! Bu tanrılar da diğer tanrılar da aslında hep kendilerini kandırırlar. Evet, bu heykel tanrıları Uzakdoğu felsefeleri ve özellikle meditasyonla üretirler. Bakın nasıl? Onlara “düşünmemeyi” öğretirler. Televizyonda onun bir üstadını dinledim, anlatıyor; “başlangıçta başaramazsınız, ama sonra, düşünmemeye alışacaksınız, alışırsınız” diyor. Yani başlangıçta biz sizi oturturuz, salonlarımıza, düşünmemeyi öğretiriz, ama siz yapamaz düşünürsünüz, sonra biz sizi alıştırırız, bakarsınız ki; hiçbir şey düşünmüyorsunuz! Hiçbir şey düşünmeyen nedir? Heykeldir! Hiçbir şey düşünmemeyi öğrenmek gibi bir aptallık olabilir mi! Hiçbir şeyi düşünmeyerek rahatlamak heykel olmaktır! Heykel hiçbir şeyi düşünmez! İşte heykel tanrı dediğimiz bunlardır: Bunlar da, düşünmemeyi başarıp rahatlayan, cennete öyle gidileceğini sanan tanrılar. KOMANDO TANRILAR: Komando tanrı ne yapar? Mesela, üç gün bağlamalı oruç tutar ve “başardım, üç gün dayandım” der. Dayan, ne olur ki? İyi komando olursun! Bağlamalı orucu “A” tutuyorsa ne fark eder! “İyi hallettim, üç gün tamam, dört güne çıkmalıyım” gibi düşünerek kendi rekorunu egale etmeye çalışır. Bunları SAS komandolarına öğretiyorlar. “A” Takdim Formu”ndaysan aç ve uykusuz kalmakla ancak bir komando olursun... Bu sıraladığım tanrı tipleri hep benim gözlemlerim, gördüğüm, tek tek bildiğim tanrılar. Tanrı tiplerine rastladıkça bunları çoğaltıyorum, “yeni bir tanrı yakaladım” deyip gereğini yapıyorum, sizinle de paylaşıyorum. Neden hep tanrıları konuşuyoruz? Tanıyalım diye, “A”yı tanıyalım diye! Çünkü tanrıların dünyasından ancak tanırsak kurtuluruz! Ancak! Aksi halde bunlardan birini yaşayıp, hem de kendimizi “kurtulmuş” sanabiliriz! “A”dan kurtulabilmek için “A”yı çok iyi tanımak gerekiyor. TANIYINCA YAPACAĞIN ŞEY Fiili Kelime-i Tevhid zikridir! Tanrıyı tanıyınca bunu yaparsın: O tanrıya “La ila- Sen Tanrı mısın? 329 he” dersin. Tanrı yoksa “İllallah”tır zaten! En önemli zikir budur! Mirac müjdesidir ki; bir kere yaparsan cennete gidersin, bir kere söylersen cennete gidersin. Yani bir kere şahit olursan, bir kere fark edersen, bir kere bu “A”ya “La ilahe” dersen “B” Formu”na girersin: İllallah; İlla Allah! “B” Formu’na girmek İhlas Hayat Döngüsü’ne girmektir, İhlaslı olmaktır. “A” Takdim Formu”nda olan hiçbir zaman ihlâslı olamaz! Dikkat edin, hep derler; şu işi ihlâslı yap, şu namazı ihlâslı kıl, ama o iş ihlaslı nasıl yapılır bir de onu açıklamak lazım, değil mi? “Güzel abdest alın!” Tamam, ama güzel abdest nasıl alınır? Tanımlamak çok önemlidir, tanımlanmamış bir şeyi kişi nasıl yapsın? Bu yüzden bunları hep tarif edeceğiz. Mesela, ihlâslı nasıl olunur? İhlâslı olmayı böyle tarif etmezler, böyle tanımı yoktur, göremezsiniz! Bazı yerlerde onu “samimi olmak” diye tarif ederler. Peki, öyle midir? Hayır, öyle değil! Samimi olursa, o da SAMİMİ TANRI olur, samimi olmakla tanrılıktan kurtulamaz ki! İHLASLI HAL; İhlâs Hayat Döngüsü’ne girenin halidir, oraya girince İhlaslı olunur. Bu döngüye girmezse kişi, sıfatı ne olursa olsun ihlâslı olamaz, mümkün değil! Bir işi ihlâslı yapmak, o işi İhlâs Hayat Döngüsü’nde yapmak demektir. Kişi İhlâs Hayat Döngüsü’nde değilse ihlâslı olamaz. Samimi olabilir, ama ihlâslı olamaz! Mesela, ancak “B” Takdim Formu”nda olan ihlâslı salât ikame edebilir, ihlâslı bir hayrı “B” Takdim Formu”nda olan yapabilir. “A” Takdim Formu”nda olan ihlâslı hayr yapamaz. Çok samimi yapabilir, “ben bu hayrı çok samimi yapıyorum” diyebilir, ama “A” terleyerek sevap kazanamaz! TANRI GİBİ YAŞAMAYAN TANRILAR: Bu farklı bir tanrı tipidir. Tanrı gibi yaşamayan tanrı çok enteresandır. Benim çok sevdiğim, çok yakın bir arkadaşım böyleydi. Size tanrı gibi yaşamayan tanrının özelliklerinden bahsedeyim. Biliyorsunuz, “A” Takdim Formu”nun platformu CİNSELLİK’tir, nefse zulüm platformu CİNSELLİK PLATFORMU’dur! Cinsellik bu platformda çok hâkimdir! Bu yüzden, “A” Takdim Formu”ndaki hayatı, oradaki tanrıların fiillerini incelediğinizde altında hep cinsellik bulursunuz, mutlaka! Freud’un kitaplarında görürsünüz, Freud bunu gayet açık net tespit etmiştir, hatta bunu teori haline getirmiştir. Seks değil! Dikkat edin, bu platform cinsellik platformudur! Cinsellik platformu bir kişide nasıl çalışır, onu nasıl anlarız, bir basit örnekle açıklayalım. Mesela, kendisini “A” olarak takdim etmiş bir bayanı düşünelim. Dünyaya “ben hürüm” demiş bu kişiye cinsellik platformu öyle kuvvetli gelir ki! O hürriyetle bu platformun gereğini yaşamaya başlar: Bu göğüs benim, gösteririm. Benim! Benim göğsüm, benim baca- 330 Yılmaz DÜNDAR ğım.. Çok dikkat edin, çok tehlikelidir! “Benim” diyor ya, “BENİM” demek “hür irademle” demektir! Böyle demekle hemen “A”ya düşersin... “B” hali nasıl yaşanır, onu bilmiyoruz. Onu bize Sahibi öğretir. “A”da nasıl yaşanacağını ise hür iradesini ilan eden kendisi tarif eder: “Benim” der... Bunu bir çanta paraya benzetmiştik, basitçe. NEFS dediğimiz Rububiyet Gücü birisine bir çanta para vermeye benzer. Bir elemana çantayı verdim ve dedim ki; “nereye diyorsam, çantadaki parayı oraya harcayacaksın”. Bu kişi kurye, parayı taşımakla ve emre göre dağıtmakla görevli kurye! Ama parayı alıp kapıdan çıktıktan sonra “benim” dedi ve kendi bildiği gibi harcamaya başladı. İşte bu suiistimaldir, bu “Vehmin Zulmeti”dir. Çünkü emanete sahip çıktı, paraya “benim” dedi. Şimdi bunu al, kendinle kıyasla! Paranın, malın, mülkün, bedenin Sahibi nasıl harcayacağını sana söylüyor, “şöyle harcayacaksın” diyor. Neyi nasıl kullanacağını Sahibi söylüyor, çok dikkat etmek lazım! Eğer sen, kendi oluşturduğun şekilde karar verip kullanıyorsan o hür iradedir! “Ben, hür bir akıl, hür bir irade iddiasında değilim” diyorsun. Tamam, güzel. Ama hür karar veriyorsun! “Benim” deyip hür yapıyorsun! Ne fark etti? “A”nın amelidir o! Ve platform olan cinsellik bu şekildeki hayata çok kuvvetli bir şekilde hâkim olur! Bütün bu açıklamaları biraz da, “tanrı gibi yaşamayan tanrı”yı daha iyi anlatabilmek için yaptık. Ona devam edelim: Tanrı gibi yaşamayan bu arkadaş cinsellik platformundan hiç etkilenmez. Cinselliği yanlış kullanmak tanrının özelliğidir, ama o öyle kullanmaz! Öfke tanrıya ait bir vasıftır; ama onun öfkesi yoktur! Tanrı hep insanları merak eder, ama o insanları değil Allah’ı merak eder; 24 saat! “A” bölücüdür, o kişi hiç bölücü değildir! “A” şikâyetçidir, bu kişide hiç şikâyet yok! “A” takdir bekler, bunun takdirden, takdir beklemekten ödü kopar, beklemez! “A” kandırır, o kandırmaz, “birisini kandıracağım” diye ödü kopar! “A” ister ve alır, o hiç istemez ve almaz, hep vermeye çalışır, “ne verebilirim?” diye çırpınır! Çok yakından, yirmi yıldır tanıdığım birisi. “A” haramlara meyillidir, bu arkadaşın haramın “H”sinden ödü kopar! Bakın, tanrının veri tabanına ait özelliklerin hiç birisini yaşamıyor, yani tanrı için saydığımız bu işleri hiç yapmıyor, tanrı gibi yaşamıyor! Ama cennet yok! Niye? Çünkü “ben hürüm, hür iradem var” diyor. Sırf bu nedenle, tanrı gibi yaşamayan tanrıdır o! Tanrı gibi yaşamıyor, ama tanrı! Niye? Çünkü “benim müstakil aklım var, benim müstakil iradem var, kendime ait bir gücüm var. Allah iyiyi ve kötüyü ilan etmiş, Rasulü’yle de onun nasıl yapılacağını göstermiş, ben oradan seçiyor ve yapıyorum” diyor. Bu vasıf, bu takdim onu nereye getirdi? Tanrı vasıfları göstermeyen bir hayatı Sen Tanrı mısın? 331 olmasına rağmen, tanrı gibi yaşamamasına rağmen bu takdim onu tanrı yaptı! Çünkü o rablığını ilan ettiği bir takdim içinde yaşıyor. -Ama onun “B”ye geçmesi an meselesidir, değil mi? Rabbim dilerse! O dilerse her iş gibi o da kolay olur! Onun bu TANRI GİBİ YAŞAMAMA halini, “valize eşya koyma” işine benzetelim. Bu arkadaş valizi iyi doldurmuş ve valizdeki her şey gümrükten geçebilir. Cennet kapısından kolayca geçebilecek, vize alacak eşyalarla dolu bir valiz yapmış, hepsi tamam. Her gün tıka basa da dolduruyor; hevesle, karıncanın telaşla yuvasına bir şey götürüşü gibi bir gayretle valizlerini dolduruyor. Güzel, ama yanlış otobüse yüklüyor, yanlış otobüsün bagajına yüklüyor! Çok dikkat edin, bu durumda valizin içi önemli midir? Valizi çok iyi dolduruyorsunuz ama yanlış otobüse, “A” otobüsüne veriyorsunuz! O otobüsün güzergâhı, varacağı hedefi başka, ama kişi valizin içindekilerle meşgul! Onlarla perdelendiği için firmaya hiç bakmıyor, hangi firma ve hangi yöne giden otobüs olduğunu hiç önemsemiyor, farkında değil! İşi gücü valiz doldurmak! Tanrı gibi yaşamayan tanrıyı biraz anlatabildim mi? Allah’ın izniyle, ona otobüsünün farklı olduğunu Rabbim fark ettirdi, bir anda telefon etti firmaya “benim valizleri şu otobüse yükleyin” dedi ve... Sizin biraz önce dediğiniz gibi o güzelim valizleri doğru otobüse yüklediler bir anda. Valizler güzel, otobüs doğru, Allah yolunu açık etsin... Öyle kişiler vardır ki, ona “A”nın özelliklerini söyleriz, “A”yı fark eder, ama hayatı onlardan kurtulmakla, o mücadeleyle geçer. Oysa, bu kişi çok farklı, bunun hiç öyle bir derdi yok. Bunda “A”ya ait hiç bir özellik yok! Ama ne var? “A” Takdimi! “A” Takdim özelliği var! Bu, o kadar önemli bir şey ki, bu varsa o valizlerin hiç önemi kalmıyor. Valizlere ve valizlerin içine bakıp “bu cennetliktir” derseniz yanılırsınız, çünkü o otobüs firması cennete gitmiyor; La ilahe! O firmanın yolcularına; “tanrılar cennete giremez, tanrılara cennet kapalı, tanrılar geçemez” deniyor. -Nasıl oldu, bu durumdaki kişi bu işi nasıl fark edebildi? Oradaki fark etme, o arkadaşın işi fark etmesi hemen olmadı, hemen öyle bir soru sorup “haa” demeye dayalı olmadı, epey bir zamana yayıldı aslında. Fark etmenin esası Kader’e dayanıyor, KADER KONUSU kavrandığı zaman gerçekleşiyor, o zaman fark edilmiş oluyor, Biiznillah. ESAS MESELE budur: İnsan Suresi 29 ve 30. ayetleri doğru anlamak ve gereğini yaşamak! Tanrıları oldukça detaylı ele aldık, biraz da “B” halinden, “B” Takdimi’nden bahsedelim. “B”deki “BEN”, Yasal Yanlış olan “BEN” kendisini hayata nasıl takdim ediyor, biraz da ona bakalım. 332 Yılmaz DÜNDAR Tefekkür Şeması 2’den Şemamızdaki B0 Noktası HANİFLİK NOKTASI’dır. “B” Noktası’nda kararlı, geri dönüşsüz duruyor olmak “HANİF” olmak demektir! Hanif hal, bize Rum Sûresi 30. ayetin önerisidir: “Din’e Hanif olarak yaklaş.” Allah indinde DİN İslam’dır! O halde; İslam’a Hanif olarak yaklaşın. İSLAM denince anlayacağımız şey de Sistem’dir. Öyleyse; Sistem’e Hanif olarak yaklaşın. Sistemi inceleyeceksen, sistemde bir şey yapacaksan, yaklaşma şartı demek ki Hanif olmakmış! Hanif olmak “B” Noktası’nda ısrarlı durmak demektir. Bu noktanın özelliklerini göreceğiz. Örneğin bu nokta “iyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn” noktasıdır. Başka özellikleri de var, sırası geldikçe paylaşacağız. Şimdi Hanif’i daha yakından tanıyalım; Hanif olmak ne demektir? “Vechini hanîf olarak o tek Din’e doğrult!” Vechini; idrakını, bakışını, yaklaşmanı, yönelişini, yönünü, yüzünü, kendini... Bunların hepsini içine alacak şekilde, yüzünü Din’e hanif olarak doğrult: Kendini tanrı ilan etmeksizin, rablığını ilan etmeksizin yönel, yaklaş, bu bakışta ol! HANİF OLMAK rablığını ilan etmemek demektir, Rablığını ilan etmeksizin vechini o tek Din’e doğrultmak demektir. Böyleysen “B” noktasındasın demektir. O zaman, kendini nasıl takdim edersin? Yine “BEN” diyeceksin, kendini “BEN” diyerek takdim edeceksin. Şimdi söyleyeceğim takdim burası içindir, başlangıç için geçerlidir, daha sonrası için geçerli değil. Çünkü daha sonra bu yolda ilerlerken, bu noktada söylediğin “BEN”in hata olduğunu görürsün ve hayatın o Sen Tanrı mısın? 333 hatayı düzeltmekle geçer. O takdim yasal bir hatadır, bu yol içinde yasal bir yanlıştır. Burada şimdi “BEN” diyeceksin, kendini takdim edeceksin. Kendini takdim etmeden bu yola giremezsin. Girdikten sonra o takdimi düzeltirsin, onu düzeltmeyi öğrenirsin. Peki, buradaki “BEN” nasıl bir takdimdir? Bu “BEN”, ben İlmullah’ta, Allah’ın dileğinin suretiyim takdimidir. Aslında bu bir durum tesbitidir, var olan halin tarifidir, takdimden ziyade tariftir! Oysa “A” Takdim Formu”yla söylenen “BEN” tamamen bir iddiadır. Rububiyete sahip çıkan, rablığını ilan eden bir iddiadır: Varım ve muhtarım! Hac’ca, Umre’ye bu “BEN”lerden kurtulmak için gidilir. Hac ve umre, [özellikle Hac] bu iş için çok önemlidir! Niçin? Umreye, Hac’ca gidecekler için söyleyelim, inşaAllah. Kâbe’nin enerjisinin yanında, tavaf sonrasında iki rekât salât ikame edilir. Birinci rekâtında Kâfirun, ikinci rekâtında İhlâs okunur. Birçok salâtınızda da bunu yaparsınız: Rasulullah (SAV) sabah salâtının sünnetinde Kâfirun-İhlâs okur, akşam salâtının farzında Kafirun-İhlâs okur! Hacet ve istihare salâtlarında Kafirun-İhlâs okunur. Birinci rekâtta Kâfirun okuyup “A”ya “Leküm diynüküm ve liye diyn” diyor, kendinizdeki rablık ilan eden o yapıyı yok ediyorsunuz. İkinci rekâtta İhlâs okuyup İhlas Hayat Döngüsü’ne giriyorsunuz, o sizin hayatınız oluyor. Ve bu işi, buraya göre yüz bin kat değerli olan Kâbe’nin yanında, o enerjide yapıyorsunuz. Beyninizin Kâbe’nin yanındaki enerjiden kazandığı yetenekle bu işi orada yapıyorsunuz. Hatta o enerjiden etkilenmiş [onunla kirlenmiş!] suyu da içtiniz, o su da hücrelerinize girdi; ZEMZEM diye! Şimdi elde ettiğiniz bu yeteneği nasıl ve nerede kullanacaksınız? Beyin bir yetenek kazandı, bu yeteneği nerede kullanacak? Beynin kazandığı bu yetenekle bir şey yapacak ama ne yapacak? Eğer bu yeteneği “A” takdimiyle “BEN” diyen halden kurtulmak için kullanmazsa ne yapar biliyor musunuz? Romantik duygularla sallanır, ağlar, bağırır, psikolojik rahatsızlıklar yaşar. Bir yetenek kazandın, onu bir şeye kullanacaksın! O yetenek “A”yı fark edip yok etmek ve İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmek içindir, onu orada kullanmalısın! Bu yüzden tavaflardan sonra salâtta Kafirun-İhlas okursunuz. Kendinizdeki “A” yapıyı fonksiyonsuz kılmak için! Kendinizin “A” yapısına Kâfirun okumak çok önemlidir! Zaten Kâfirun bir başkasına okunmaz! Kendinizdeki kâfirlik varken bir başkasıyla ne işiniz var! Sizde Allah’ı örtene, Allah’a eş olana, “ben de varım” diyene Kâfirun okunur. Kafirun’la ondan kurtulur, İhlâs Suresi’yle İhlâs Hayat Döngüsü’ne girersiniz. Bunun bir başka uygulanışı da Salât-ı Tesbih’dir, tesbih namazı diyorsunuz ya, odur. Salât-ı Tesbih o kadar önemli ki... Allah nasip ederse, bir son- 334 Yılmaz DÜNDAR raki yan yana gelmemizde inşaAllah hayrlısıyla onu yapmaya gayret ederiz. Tesbih Salâtı bu işin salâtıdır. Tesbih salâtında ne yapıyoruz: İnşaAllah birlikte “Sübhanallahi Velhamdülillahi ve la ilahe illallahu vallahuekber ve la havle ve la kuvvete illa Billahil aliyyil azim” zikriyle ve her rekâtta da 25 İhlâs okuyarak bir Salât-ı tesbih ikame ettik diyelim. İhlâs okurken, bu konuştuklarımızı düşünerek, zihnimizden “A”yı attık, yok ettik, zihnimizle kendimizi İhlâs Hayat Döngüsü’ne soktuk. Nasıl mı olacak? “Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahu vallahuekber ve la havle ve la kuvvete illa Billahil aliyyil azim” zikrine, manasına itiraz eden var mı? Buradaki “ve la havle ve la kuvvete illa Billâh”a ve onun manasına itiraz eden var mı? Hiç itiraz eden yok! İtiraz etmediğiniz bu cümlenin manası nedir: Bir havl ve bir kuvvet yok, İlla Allah! Oysa “A” Takdim Formu”ndaki kişi ne diyor? “Bende kuvvet var. Benim de kendime göre, bir havl ve kuvvetim var” diyor. Çünkü “A” Takdimi bir kuvvet ilanıdır! Dolayısıyla, o hiç “la havle ve la kuvvete İlla Billah” diyebilir mi? “A” Takdim Formu”nda olan bunu nasıl söyler? Kendisini “A” olarak takdim eden, öyle yaşayan nasıl “ve la havle ve la kuvvete İlla Billah” diyebilir? Diyemez, olmaz! Kendisi var! Kendisine ait bir kuvvet var, nasıl “la havle” der! Onu ancak bu “B” noktasında olan söyler! Bu sıfır noktasındaki takdim “ve La havle ve La kuvvete illa Billâh”dır. O yüzden bu kişi bu zikirle “A”yı yok ediyor, TEKBİR de zaten odur! Aslında Tekbir alıp Allahuekber dediğiniz zaman onu söylemiş oluyorsunuz! Tekbir; “ben dünyaya ait şeyleri geride bıraktım, bir şey düşünmeyeceğim, işi gücü, senedi sepeti, harcı borcu, düşünmeyeceğim. Şimdi yalnızca Allah’ı düşüneceğim, hepsini geriye attım” demek değildir! Bu mana çok yanlıştır, bu işle, bu ilimle hiç ilgisi olmayan bir Tekbir manasıdır. Halının üstünde oyuncaklarıyla oynayan çocuğun haline benzeyen bir manadır. Kapıdan annesi-babası geliyor, görünce oyuncaklarını fırlattı onlara koşuyor. Onun gibi, bu da dünyadaki oyuncaklarını bırakıp Allah’a koşuyor; ey Allahım, şimdi oyuncakları bıraktım, sana koşuyorum. Babasına öyle bakmaz mı? Bak oyuncaklarımı bıraktım sana geliyorum, seni seçtim! Tekbir bu değildir, bu ona çok yanlış bir anlam yüklemedir! Senin o “attım” dediklerin kendi ilan ettiğin rabbın oyuncakları. Bir tanrı ilan ettin ya, onun oyuncakları onlar. Eğer sen Tekbir alırken, ”Allahım ben dünyayı, ona ait şeyleri bıraktım” dersen, sana şöyle derler: Ee, sen rabsın, Rab Tekbir alıyor! Oyuncakları bıraktın tamam da sen? Sen nesin? Rablığı bırakmadın ki! Esas bırakman gerekeni at, ondan kurtul! Esas bırakılması gereken Rablıktır! Salât-ı tesbih bunu öğrendiğin antrenmanlardan birisidir: Rablığı bıraktım, rablık ilanım yok, rablık ilan etmiyorum; ALLAHUEKBER: Ben korkarım öyle bir şeyden! Böyle bir halle “Allahuekber” diyorsun! Sen Tanrı mısın? 335 “Allahuekber haşyetinin karşısında rablık ilanı paramparça olur” diyorsun. “Şu karşı dağları ben yarattım” gibi kendini öyle zannederek bakan rab var ya, “o Allahuekber’le paramparça oldu” diyorsun! Allahuekber: İşte o rab paramparça oldu; öyle bir şey yok! Demek ki, rabbın oyuncaklarını terk etmek, salât için yeterli bir iş değildir. Rab bulunduğu sürece o işi o yapıyor, salâtı “A” kılıyor demektir. “B”nin salâtının ikame edilebilmesi için B0 noktasında hanif olmak gerekiyor! Yani kendini tanrı ilan etmeden, rablığını ilan etmeden yönelmen gerekiyor. Çünkü: Bu tek Din’e Hanif olarak yönel, öyle sarıl, kendi rablığını ilan etmeden YAKLAŞ! B0 Noktası sizi bu bilinçte bir hayata başlatır ki, böylece, yasal olan vehim yaşantısı başlar. Diğeri vehmin zulmetiydi, şimdi VEHİM YAŞANTISI başlıyor, “B”nin yaşantısı başlıyor. Peki, o zaman “B”deki özellikler nelerdir? “B” Noktası’yla birlikte kişi, GERÇEK ESMA’ÜL HÜSNA HAYATI’na geçer, asıl Esma’ül Hüsna mertebesinin hayatı başlar. “A”ların dünyası da Esma’ül Hüsna hayatıdır, ama [çok dikkat edin] burada Esma’ül Hüsna’ları “A”lar tarif eder, onlar “A”ların tarif ettiği Esma’ül Hüsna’lardır. Hatta Esma’ül Hüsna listesi olarak görüp okuduğunuz tarifler, mana olarak da, büyük çoğunlukla “A” dünyasının tarifleridir. Birisi [tanrılığından kurtulmamış birisi] Allah’a ait özellikleri tarif ediyor! Gerçek Esma’ül Hüsna yaşantısına girmeden bu nasıl olur, mümkün değil! Oysa esas Esma’ül Hüsna yaşantısı “B” Noktasıyla beraber başlıyor. Bu noktayla beraber, “Amentü Billahi” ve “Amentü Bilkaderi” artık dilde değil halde zikir olmaya başlıyor. Detaylarına sonra geliriz. “B” Noktasıyla beraber kişi ŞEKUR, HAMİD, ŞEHİD esması kapsamına girer, anında! Şehid esması kapsamına girmekle müşahede başlar, şahit olmak başlar. İslamiyet’in “A”ya ait öğretilerden, felsefelerden, “cennet yolu” diye lanse edilen neler varsa hepsinden çok önemli bir farkı vardır; Şehadet mekanizması! İslamiyet’te Şehadet/Şahidlik vardır, diğerlerinin hiçbirinde şahidlik yoktur. Hiçbir öğreti sizi şahidliğe götürmez, sizi şahid edecekleri bir şey yoktur! Hayal kurdururlar, yalnızca bu! Onların hiçbirinde bir şahidlik mekanizması yoktur. Oysa İslamiyet daha başlarken böyle başlar! Birisi Müslüman olmak istediğinde hemen ne söyler? Kelime-i Şehadet! İslamiyet daha başlarken şahitlikle başlıyor, işin ilerisinde değil, daha başlarken; “şahit ol ki” diyor! O da, “tamam, şahidim ki” diyor, hem de “kesinlikle şahidim ki” diyor. Henüz idrakında olmasa da, henüz neye şahid olduğunu bilmese de dille şahidlik yapıp bir şahidlikle başlıyor! Bunun esas şahidliğe dönüşeceği bir yolculuk başlıyor. Onun gerçek şahitliğe dönüştüğü yer “B” sıfır noktasıdır, GERÇEK ŞAHİDLİK sıfır noktasında Şehid ismi kapsamına girmekle 336 Yılmaz DÜNDAR birlikte başlar. Böylece siz GERÇEK KELİME-İ ŞEHADET’i burada getirirsiniz. Gerçek Kelime-i Şahadet, bir zaman sonra salâtta Et-Tahiyyatü’yü sizdeki Hakikat-i Muhammedî’nin okumasını sağlar. Çünkü şahid oldunuz, şahadet başladı. Bunun “A” takdiminde olması mümkün değildir! B0 Noktası’yla beraber İLMEL YAKİN başlar, FİİLLERİN TECELLİSİ başlar, KEŞF KAPISI açılır. “B” halinin bir başka özelliği budur; kişi, “B”ye girmekle İlmel Yakîn haline girmiş olur. Bu “fiillerin tecellisi”nin başlaması demektir. Fiillerin tecellisinin başlamasıyla beraber “keşf kapısı” açılır. Peki, burada kişi neyi anladı, ne oldu da kapı açıldı, neyi keşfediyor? Kendi “hür iradesinin olmadığını” fark ediyor! Bu fark ediştir ki, ona keşf kapısını açıyor. İLK KEŞF kişinin müstakil olmadığını fark edip kendini HÜR ilan etmemesidir. -“İlk keşf” kendinin hür olmadığını fark etmektir, dedik. Bunu daha önce zaten sürekli duyduysa ve ona da iman ettiyse keşf ne oluyor o zaman? “Ne olunca ona keşf denir?” göreceğiz inşaAllah. Zaten siz onu gördüğümüz zaman “keşfettim” diyeceksiniz. Önce oraya bir gelseniz! O keşfin açığa çıkması için “B”de kararlı olmak lazım, “B” koltuğunda kararlı olmak şart! Yani “A”ya gidip gelen bir yapıda olmaktan kurtulmak gerekiyor. Dolayısıyla “A” Takdim Formu”na ait fonksiyonları yok etmek lazım! Oraya bir gelebilsek göreceğiz... Şimdi bir tefekkür molası verip devam edelim inşaAllah. -Hz. İbrahim Efendimiz’in ateşe atılma anında orada olduğumuzu düşünsek: O an kişinin aklından neler geçebilir? Benzerini Hz. Musa ve Hz. İbrahim Aleyhimüsselam için söylemiştik, hatırlayacaksınız. İbrahim aleyhisselam “yanmam, hallederim” demiyor, Rabbi dilediyse yanacak. Derse zaten “A” olur. Onu diyenler kâhindir; feth-i zulmani sahibidir! Veya Musa aleyhisselam’ın Asası’nı örnek vermiştik. Firavun yarıştırıyor. Sihirbazlar küçük yılanlar oluşturdular, Hz. Musa AS ne yapacak, ne olacak bilmiyor, öyle bir planı yok! Hz. Musa’ya vahiy geliyor; ya Musa asanı at! Asasını atıyor, o daha büyük bir yılan olarak diğerlerini yutuyor. Yoksa Hz. Musa yılanları görünce “şimdi asayı atarım, onları hallederim” demiyor. Ne olacağını bilmiyor ki, öyle bir planı yok! Rabbi ne emir vermiş onu da bilmiyor, belki de yılanlar Hz. Musa’yı yiyecek, Rabbi öyle dilemişse öyle, bir hikmeti vardır! Bilemez; O teslim olmuş! Hz. İbrahim’e “Hasbiyallahu de!” deniyor. Denileni yapıyor! Rabbi dilemişse yanar, yanar! Ateş Hz. İbrahim’i yakacak mı, yakmayacak mı bilmiyor, öyle bir kararı da yok. O, hür iradesi olduğunu sananın kararıdır, o zaman o feth-i zulmani olur, Feth-i Rahmani olmaz! Hazreti İbrahim; “Eslemtü li Rabbil alemiyn; âlemlerin Rab- Sen Tanrı mısın? 337 bine teslimim” dedi, TESLİM oldu. Bu teslimlikteki hal nedir? Bu teslimiyet, “B”nin kuvvetli yaşanmasından kaynaklanan EMİN HAL’dir. Yani, ister ateş, ister şu, ister bu, öyle bir kaygı kalmıyor burada! Bu çok farklı bir hayattır... -Mesela bir iş yapıyoruz, kalanını başkası tamamlayacak; “Ali o işi halleder” diyoruz. Aslında Ali’nin bir gücü varmış gibi! Bir de “ben üzerime düşeni yaptım, gerisine Allah Kerim. Çok ayıp ediyormuşuz gibi değil mi? “A”nın ve “B”nin cümleleri de farklıdır. Bu yüzden, “B”yi anlatırken diyeceğiz ki; “B”deki cümleler ve fikirler Elhamdülillah Platformu’na oturur. O zaman “elhamdülillah, sübhanallah, inşaAllah” kendiliğinden senin bakış açın olur, bakış açın Elhamdülillah Platformu’nda olur. Yani “hamd Allah’a aittir; takdir, karar Allah’a aittir; kader Allah’a aittir” manası kokan cümleler kurulur. O kısma geleceğiz, ancak “A” nasıl konuşur?” önce onun şu özelliğini bilmek gerekir. “A”NIN EN ÖNEMLİ ÖZELLİĞİ düşünürken Allah Yokmuş Gibi düşünür, konuşurken Allah Yokmuş Gibi konuşur. “A”yı tanımak için çok önemli bir ipucudur bu! “A”nın konuşması Allah Yokmuş Gibi’dir! Bu yüzden günlük yaşantı içerisinde onları tek tek bulup “A”yı fonksiyonsuz kılmak gerekiyor, esas meselemiz bu: Yaşantımızın içerisinde çok detaylı bir şekilde “A” Takdim Formu”nu bulup, onunla öyle mücadele etmemiz lazım! Tefekkür Şeması 5 338 Yılmaz DÜNDAR Tefekkür şemamızda NUR YİYİCİ ifadesi var, onu göreceksiniz, “A”nın kurduğu cümleler nur yiyicidir. Siz “B” kapsamında bir şey söyleyip, bir iş yaptığınızda hemen nur yiyici devreye girer. Eğer fark etmezseniz ürettiğiniz nuru yer bitirir. “A” Takdim Formu”nda sistem “B”yi yok etmeye yönelik çalışır. “B” mevhumunu örtmeye yönelik bir sistem var ve çalışıyor. Bu sistem sende de var! İşte o sistemi fark edip, çalıştırmaman gerekiyor. O sistemi sen kendi doğal halin sanar, kendi haline bırakırsan sende “A” doğal yaşar. “Ben böyleyim, buyum” dersen, onu fark etmemiş olursun. Onu fark etmelisin ki fonksiyonsuz kılasın! Bunlardan birisi onun dilidir, evde, iş hayatında, her yerde! Zaten hep ne diyoruz; anlattığımız konu sadece seccadeye gittiğiniz zaman yapacağınız bir şey değil, hayata hâkim kılmanız gerekiyor! Çok önemli bir şey söyleyeyim: “Salât mü’minin miracıdır” değil mi? Ama miracı sadece salât ikame ederken yaşayacağınızı sanmayın! Miracın çoğunu normal hayatta yaşarsınız! Salât mü’minin miracıdır demek, yalnızca seccadede bir şey yaşayacaksınız demek değildir! Kişi bunu fark etmezse seccadede kendisini zorlar, “ne yaşayacağız acaba?” diye bekler. “Bunu yaşayan ne yaşıyor, ne yapıyor, benim yaptığımdan farklı ne yapıyor?” diye telaşla onu arar. Değil! Mirac salâtta, seccadede rastlarsa, miracı seccadede yaşarsın, ama miracı esas hayatta yaşarsın! Yani “istediğin gibi yaşa seccadeye gelince de mirac yaşa” değil! Normal hayatında yaşarsın miracı. O miracı yaşadığın anlarda da, neyi yaşarsın? KADİR HALİ’ni! O anlarında Kadr Suresi’ni fark edersin, “bin aydan hayrlı an”ları yaşarsın. Ve normal hayattadır o! Onun içindir ki, normal hayatta çözeceksin bu işi; normal hayatında! İnsanlar en fazla nerede tuzağa düşerler? Evde! Eşler birbirleriyle kavga eder ya, anında bitirirler işi! Hele de bu işle meşgul olanlar, evlerinde birbirlerini umursamıyor ve kavga ediyorlarsa, şeytan oradan gider; bana gerek yok, bunlar işi hallediyorlar. Ben enerjimi, vaktimi başkalarına harcayayım der. Bu yüzden Nur Yiyici’ye çok dikkat etmemiz gerekiyor. O nur yiyici öyle bir şeydir ki; sen güzel bir cümle kurarsın, “B” haline ait güzel bir işten bahsedersin, “B” formuna ait güzel bir hareketten, bir davranıştan, bir olaydan bahsedersin, ardından senin “A” yapın hemen devrededir! “A” yapı onu yok edecek çünkü! Görevi! Önceki cümlenin bittiği an, oraya noktalı virgül koydurur; sonra öyle bir cümle kurar ki, o cümle önce kurduğun cümlenin nurunu yer bitirir. Mesela: İki arkadaşımız konuşuyor olsun; bu gece o kadar güzel bir konu konuştuk ki.... Bu cümle, güzel bir cümle, değil mi? Ama hemen ikinci cümle gelir; valla ben anladım, ama başkalarını bilmem! Dikkat ettiniz mi? Bitti, gitti! Bu cümle diğerinin nurunu yedi bitirdi. İlk cümlesinde “çok güzel bir konuyu ele aldık” dedi, hayrlı bir şey söyledi, hemen nur yiyici olarak “A” Sen Tanrı mısın? 339 devreye girerek; “insanlar anladı mı bilmiyorum, ama ben anladım” dedi. Fark ettiniz mi “A” yapıyı? “Kimse anlamaz, ben bilirim.” Veya bir hayr işi, bir yardım anlatılıyordur; “şuraya şunu verdik, şöyle yaptık” denir, duramaz: “Ben hep o işlerin içindeyim, nerede fakir görsem veririm. Şöyle dağıtırım...” “A” yapı; ya kendi rablığına ait bir özellik ortaya koyar veya kıyas yapar! O kadar çok kıyas yapar ki, cümlelerinizin bitiminde bunu görebilirsiniz. Hayatınıza baktığınızda o kadar fazla rastlayacaksınız ki buna! “B” anlayışına uygun bir cümle kurduğunuzda korkun, mutlaka biraz sonra “onu yiyecek” cümleyi kuracaksınız demektir! O cümleyi kurmayacaksınız işte! Kursan bile hemen “La ilahe” diyeceksin. Orası “La” deyip tanrıyı süpürme yeridir! La ilahe illallah diyerek, beyninizde “A”ya ait o cümlenin fonksiyonlarını yok etmiş olacaksınız, “A” Takdim Formu”nu işlemez hale getireceksiniz. Ama bu nur yiyici mekanizmayı fark etmez de onu normal hayat sanarsanız, yanarsınız! Şimdi bu anlattığımı gidip birisine anlatsanız, size ne der? “Ne yapacağız, hiç mi konuşmayacağız!” Konuşacaksın! Ama konuşa konuşa cehenneme gidersin! Sistemin umrunda olmaz! Kimin umurunda? Cehenneme gidilmesi evrenin hiç umurunda değildir. İşin gereği çünkü! İnsanın kendisinde de o vardır, insanın kendisinin de umurunda değildir o! Bir film izliyorsunuz, diyelim ki Rambo’nun filmi, başrolde o var, filmde onu tutuyorsunuz. Elinde bir makineli var, geldi ki önünü bir sürü insan çevirmiş. Tam o anda bir kurşun geldi Rambo’nun kolunu sıyırdı. Siz izliyorsunuz ya “hii” ettiniz. Ne oldu ki, kolunu sıyırdı geçti. Ama dayanamadınız, başrolde ya o, ona dayanamadınız. Bunun üzerine o silahını bir çalıştırdı, leblebi gibi patır patır patır insanları döküyor. Hiç umurunuzda değil, hatta rahat ediyorsunuz “Rambo’nun önü açıldı! “ diyorsunuz. Yaa, onun kolu sıyrıldı “ıh” ettin, diğerleri için niçin demiyorsun; bu adamın eşi çocuğu var, evi barkı var, akşam nereye gidecek? Öldü gitti! Hiçbirine acımıyorsun bak! Niye? Başroldeki’nin önü açılıyor! Haa, bu dünya hayatı bittiğinde de “B”lerin önü açılırken, “A”lar patır patır cehenneme düşerken kimsenin umurunda olmaz! Onun öyle olacağını sen kendinden anladın, sende de o duygu var çünkü. Rambo yürüsün diye adamlar patır patır dökülüyor, rahatlıyorsun; aynı şey! Aynı rahatlama evrende olur, evren rahatlar. “B” cennete gidiyor, “B”nin önü açılıyor! Diğerleri patır patır cehenneme dökülüyor ama kimsenin umurunda değil! Bu yüzden işi dikkatle önemseyen, ona göre düşünen, ona göre cümle kuran, her şeyi o kritere göre belirleyen olmak gerekiyor. -Bazen, bir şeyi düşünürken doğru olduğunu sanıyoruz, ama söyleyince fark ediyoruz ki yanlış. Bu durumda söylemek, kontrol etmek gibi mi oluyor? 340 Yılmaz DÜNDAR Onlar hep antrenman işte. Bu mücadele sizin kendinizi test ettiğinizi, incelediğinizi gösteriyor; ne düşündüm, ne söyledim? Bir mücadeledir bu! Mücadele “A” ve “B” muhasebesi olarak yapılıyorsa “La ilahe illallah”ın, Kelime-i Tevhid’in FİİLİ ZİKR’idir. Fiilen yaptığınız çok önemli bir zikrullahtır. -Veri tabanımızda “A”ya ait olan bu gibi hal ve özellikler temizlenmesi için mi açığa çıkıyor? Fark edip, üzerine gidip, temizlensin diye mi? Hadi, hiç açığa çıkmasa ne yaparız? Açığa çıkıyor ki temizlensin, gibi mi anlayalım? Elbette. Ve bunlar hepimizde daima olacaktır. Bunlarla mücadele ediyorsunuz ya, o mücadele size nurdur! O mücadeleyi yapmasan nur kazanamazsın ki, o mücadele size nur kazandırıyor. Ona biz fiili Kelime-i Tevhid zikrullahı diyoruz, bu yolda çok önemli bir muhasebe ve mücadeledir o! Böyle hallerle karşılaştığınızda La ilahe illallah deyip “B”ye yönelmeniz nurunuzu katlayarak artıran ve size “B”de kararlılık kazandıran bir zikirdir. Tefekkür Şeması 5’den Bizim için önemli hedeflerden birisi “A”dan kurtulmak, “B”yi yerine oturtabilmek ve oraya sabitlenebilmekti. Şimdi “B”ye sabitlenebilmeye yönelik birkaç cümle söyleyelim. “B” yaşantısıyla beraber, İlmel Yakîn hal başlar” demiştik, bu cümleyi açmamız, tarif etmemiz lazım ki, okuduğumuz yerlerde, kavramları yerlerine oturtabilelim. “B” yaşantısıyla beraber sırasıyla İlmel Yakîn, Aynel Yakîn, Hakkal Yakîn hal başlar. İlmel Yakîn hale “fiillerin tecellisi” de deriz. Eğer siz “A”yı fonksiyonsuzlaştırmış ve “B”de karar kılmış ve ona göre Sen Tanrı mısın? 341 bir hayat düzenlemişseniz; İlmel Yakîn halle beraber Fiillerin Tecellisi hayatı başlar, Aynel Yakîn halle beraber sizde İsimlerin Tecellisi görülür, Hakkal Yakîn’in yaşanmasıyla da Sıfatların Tecellisi görülür. Bu yaşantıların başlaması için herşeyden önce “A”dan kurtulmak şarttır. “A”dan kurtulmak ve sonra da o yaşantılar için antrenman yapmak üzere hayatta uygulayabileceğiniz şeyleri bir yöntemle söylemeye ve bir İDRAK ÇERÇEVESİ çizmeye çalışalım: Tefekkür Şeması 10’dan FİİLLERİN TECELLİSİ dediğimiz yerde kişi bütün fiilleri, rastladığı bütün davranışları RABBİNDEN bilir! Kendisinde ve dışında rastladığı bütün davranışlarda fiillerin tecellisi halini o zaman fark etmeye başlar! Çünkü zaten fiillerin tecellisiyle beraber, Rabbinden bilmeyle beraber Edeb yaşantısı başlar. Buradaki edeb, “A” Takdim Formu”nda tanrıların birbirlerine saygı göstermek için oluşturdukları davranış biçiminin adı değildir. Burada bahsedilen “Edeb ya HU” denilen Edeb’tir; ne oluyorsa Rabbinden bilmektir! Sıfır noktasının başlangıcı böyledir, Rabbinden bilir, yola bu idrakle devam eder. Fiillerin Tecellisi’nin yaşayacağı idrak budur. Tabi, fiillerin tecellisinin çok çeşitli kısımları var, on kadar farklı fiillerin tecellisi hali var ve onların kendine ait düşünce girdapları var, ileride inşaAllah inceleriz. Ama “A”yı fark ettikten sonra onunla mücadeleyi sürdürürken bir yandan da bu hali yaşamak kolaylaşsın diye bu yolun antrenmanı yapılmalıdır. Rabbinden bilecek, her şeyi 342 Yılmaz DÜNDAR Rabbinden bilmeyi alışkanlık haline getireceksin! İlerlersen sonra farklı bir hal gelir ve idrak değişir: Rabbinden biliyordun, artık RABBİNDEN BİLME biter, RABBİ BİLME başlar, artık Rabbi bilirsin. Bu farklı bir hal ve idraktır. -Başlayan bu yeni aşama “mirac” yaşantısı mıdır? MİRAC denilebilir, çünkü o hal aynel yakîn halidir. AYNEL YAKİN bir nevi salât halidir. Aynel yakin halle beraber “Rabbi Bilme” başlar. Rabbinden Bilme’nin yaşandığı İlmel Yakîn hal KELİME-İ ŞEHADET olarak, Rabbi Bilme’nin yaşanışı olan Aynel Yakîn hal SALAT olarak tarif edilir. Rabbi Bilme “salât olarak tarif edildiği için sonucu da MİRAC gibi düşünülebilir: Rabbi Bilme salâttır, salât ta miractır. İdrak daha ilerlerse hakkal yakin hal başlar, orada bilen ve tespit eden olmaz. Daha önce birisi “Rabbimden” diyor, birisi “Rabbim” diyordu; bir tespit eden vardı. Kendini “B” ile takdim eden YASAL YANLIŞ dediğimiz bir takdim var. Sonra Hakkal Yakîn pozisyonunda yasal yanlış kalkıyor, tesbit ve takdim eden birisi kalmıyor. Bu antrenmanı kolaylaştırmak için önce “Rabbini Bilme” ile “Rabbinden Bilme” idraklarının farkını görelim. “B” Noktası’nda sabitlenmekle davranışlarda, fiillerde “Rabbinden Bilme” yaşanır. Bundan önceki idrak “Rabbini Bilme” idi. “A” Takdim Formu”na ait olan ve İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel giden caddenin özellikle “B”ye daha yakın kısımları Nefs-i Mülhime halleridir ve orada “Rabbini Bilme” yaşanır. “Bilim yollu ya da tasavvuf yollu koku almak” ifadesine rastlarsınız, bu hali anlatmak içindir. Yolun bu kısmındaki kişi Kudret’in (Hakikat’in) kokusunu alır, bu yüzden NEFS-İ MÜLHİME denir. Yan yolda olan “koku” alır. Ana caddede Gül Bahçesi var, kişi de yan caddede yaşıyor. Kendisi Gül Bahçesi’nde olmasa da kokladığında Gül kokusu alıyor, bahçedeki güllerin kokusunu alıyor. Aldığı o koku nedeniyle kendisini Gül Bahçesi’nde sanıyor. Sanmamalıdır! Sanarsa yanılır. O bahçede değil, sadece kokusunu alıyor; sadece İLHAM alıyor. Onun o bahçeden oradaki Kudret’e ait aldığı koku İlham’dır ve buradaki kişinin idrakı “Rabbini Bilme”dir ve bu idrak İhlas Hayat Döngüsü’nün dışındadır, bu yüzden yukarıda onu zikretmedik. Bu idrak niye “RABBİNİ BİLME” olarak tanımlandı? Çünkü henüz Rabbinin yeriyle meşgul: “Orada, burada, her yerde, içimde” gibi tariflerle Rabbini arıyor. Yeriyle meşgul henüz, yerini bir türlü belirleyemiyor. Ötede beride sanıyordu, sonra baktı ki öyle değilmiş! Nerede olmalı? İçimde veya her yerde! Böyle tariflerle Rabbini bilmeye çalışıyor. İlerler de idrakı değişirse “RABBİNDEN BİLME”ye başlar! İdrak daha değişirse “RABBİ BİLME”ye başlar, daha ilerlerse “BİLEN OLMAZ”. Sırasıyla idraklar; Rabbini Bilme, Rabbinden Bilme, Rabbi Bilme ve Bilen olmaz... Sen Tanrı mısın? 343 Bu idraklara bir örnek üzerinden de bakalım: “Allah beni görüyor, Allah beni işitiyor” deriz. “Allah beni görüyor, Allah beni işitiyor” dediğinizde kendiliğinden zihniniz sizi dışarıdan bir gören, bir işiten düşünür, sizin için dışarıdan sizi gören ve bir izleyen oluşturur! Eğer siz SEMİ [Allah işitir] ve BASİR [Allah görür] manalarını, “Allah beni görür çünkü Basir’dir, Allah beni işitir çünkü Semi’dir” diye anlarsanız bu “A”ya ait bir tanımlama olur, “A” tanımlamış olur onu! “Allah beni görüyor” idrakı “A” ya aittir! Bu idrak ilerler de yeni bir idrak oluşursa “Allah bende görüyor, Allah bende işitiyor” demeye başlarsın. İkisi farklıdır. “Allah BENİ görüyor” ile “Allah BENDE görüyor” farklıdır. İdrak daha ileri giderse yine değişir, bu kez de “Allah görüyor” olur. Artık “beni” ve “bende” diyen yoktur! Bir yer vermiyorsun O’na! “BEN” diyerek kendinde de bir tecelli yeri, bir mekân oluşturmuyorsun. “Beni görüyor, benden görüyor” idrakları dağıldı, şimdiki idrak “Allah görüyor, Allah işitiyor” idrakıdır. Daha da ilerlerseniz Semî ve Basîr’in gerçek tarifiyle karşılaşırsınız: GÖRME ve DUYMA değiniz şeyin kendisi Allah’a aittir. İbadetlerden mükâfat beklentisi çok yaygındır. Yaptığı işlerden, mükafatı kim bekler? “A” bekler! Bir şey yapar ve onun karşılığını Allah’tan bekler. Tabi, inanıyorsa! “B” yapı; “Ben İlmullah’ta Allah’ın dileğinin suretiyim” dediği için orada ayrıca bir yapan yoktur! İbadet adı altındaki o güzel davranışları dileyen, yapan Allah’tır! O kişi yaptığı işlere bir mükâfat bekler mi? Ama hayatınıza dikkat edin, yaptığı işten mükâfat isteyen biri var! Yaptığın ibadetten karşılık bekliyorsun! Bu durumda kendini “bir şey yapmış” kabul ediyorsun. İşte bu da GİZLİ “A”dır, fark ettiniz mi gizli “A”yı? Hem “benim oruç tutan biri olmamı dileyen O’dur, o dilediği için oruç tutan birisiyim, öyle dilediği için bu işlerle meşgulüm” diyor, hem de “Allah’ım oruç tuttum, bana mükâfat ver, salât ikame ettim mükâfatını ver” diyorsun. Hani sen yoktun? İnsan, bilmeden sessizce “A”yı yaşıyorsa kurtulamaz! “A”nın açığını da, gizlisini de fonksiyonsuz kılabilmek ve “B”de sabit olabilmek için Kader konusunu iyi sindirmek ve hayat tarzı haline getirmek şarttır. İnsan Sûresi 30. ayet bizim için hep çok önemlidir. Eğer bu ayetin manası tanrıca yazılmış ise tefsirlerde, meallerde o ayeti es geçerler, çok detaylı anlatamazlar. İnsan-30. ayeti anlatırken suya sabuna dokunmadan geçtiklerini göreceksiniz. Neden öyle yaptıklarını biraz sonra fark edeceğiz. İnsan Sûresi 30. ayet ve meali şöyledir: “Ve ma teşaune illa en yeşa Allahu: Siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe.” Meal bu haliyle tam doğru değildir! Fakat bu haline bile insanlar idrak olarak yabancıdır, bu manaya bile uzak düşerler, 344 Yılmaz DÜNDAR yaklaşamazlar. “Biz robot muyuz, bizim hiçbir dahlimiz yok mu? Biz hiçbir şey yapmıyor muyuz? Bu nasıl iş? Demek ki bizim elimizde bir şey yok!” gibi tepkiler verirler, iman edilmesi gereken bu gerçeği kabul edemezler, ayeti bu manasıyla bile kabullenmekte zorlanırlar. Tabi, bu halini bile kabullenmekte zorlanana esas meali verebilmek çok mümkün olmaz! Hatta isimleri “İslami âlim” olarak bilinen bazı kişiler bile bu kabulden uzak görünürler, buraları yazarken es geçmeye, yazmamaya çalışırlar. Çünkü onları perdeleyen ayetler vardır, o ayetler daha çok hoşlarına gider. Nedir onlar? Örneğin İnsan Sûresi 29. ayet: “Bundan böyle dileyen Rabbine yönelir.” Dikkat ederseniz “Dileyen” diyor. “Dileyen” ne demektir? Bir kişi var ve dilemekte serbest demektir, hür iradesi var ve dileyebilir demektir. Bu manada başka ayetler de var: “Siz hiç aklınızı kullanmaz mısınız, artık düşünmeyecek misiniz, artık akıl etmeyecek misiniz?” mealinde ayetler var. Kişi bu ayetlere bakıp; “demek, benim bir aklım var, kullanmam lazım, ayet böyle” diyor, öyle inanıyor. Biz tefekkür paylaşımlarımızda “A Takdim Formu” için dedik ki; kendisinin hür iradesini ilan eden, hür aklını ilan eden kişi “A”dır. Bu cümlemizi dinleyen birisi buradan çıktı ve meal okurken de İnsan-29’a rast geldi, okudu. Ayette buyruluyor ki; dileyen Rabbine yönelir. Ne yapacak şimdi, ne düşünsün? Toplantıda onu söyleyen bir insan, ama bu okuduğu ayet, bu okuduğu Rabbi’nin beyanı! Diyor ki; DİLEYEN! “Dileyen” kelimesinden “serbestsin, ister Rabbini seç, ister seçme” manasını çıkarıyor. Ama İnsan-29 ve İnsan-30 alt alta! İnsan-29 “dileyen Rabbine yönelir” derken, hemen sonra İnsan-30 “Allah dilemedikçe dileyemezsiniz” buyuruyor. Çelişki oldu! Bu iki ayeti okuyanlar, meallendirenler neden “Kur’an’da çelişki var” demekten korkuyorlar? Hanif olmadığı halde meal yazan kişi bu tablodan şöyle sıyrılıyor, şöyle bir yol izliyor: Önce bir iddiada bulunuyor ve “insan hürdür” diyor. Bu ona ait bir iddiadır, kendi bir iddiada bulunuyor ve “insan hürdür, hür iradesiyle aklını kullanarak iyiyi-kötüyü bilir, seçer ve birisini yapar, ona göre de cennete veya cehenneme gider” diyor. İddia ediyorum ki, bu tamamen CEHENNEMLİK BİR İNANIŞ BİÇİMİ’dir! Ama bunu söyleyen bir İslami âlim! Bunu böyle iddia ediyor, altına da İnsan-29’u destekleyen ayetleri yazıyor. Buraya çok dikkat ediniz. Ama mesela Hadid; 22, 23 orada hiç geçmiyor, yazamıyor, bu iddiaya uymuyor. İnsan-30’u yazamıyor, çünkü iddiasına uymuyor! O zaman bunu nasıl izah etsin? Kitaplarda en sık rastlayacağınız budur: Önce bir fikir uyduruyor, peşine o fikri destekleyen ayetleri yazıyor. Hadis yazamıyor ya da hadislerin yarısını yazıyor, tamamını yazamıyor, hadislerin içerisinden cümle çıkararak yazıyor. Bu durumda siz ayet ve hadisleri görünce, uyduru- Sen Tanrı mısın? 345 lan o fikri sanki ayet veya hadismiş gibi kendiliğinden kabul ediyorsunuz: Bu bakış yanılgısı belki binlerce yıldır böyle gelmiştir! Okuyunca bakıyorsunuz ki hep ayet ve hadis. Öyle olunca kişiye ait iddiayı da ayet ve hadis kapsamında doğru sanıp hiç eleştirmeden, düşünmeden kabul ediyorsunuz. Bir diğeri de şudur: Önceki bakışın aksine bu yaklaşım “insan hür değildir, Allah ne dilerse ancak onu yapar” diyor. İddiasını da İnsan-30. ayete bağlıyor. Kişi bu sefer davranışla ilgili bir fikir uyduruyor; “öyleyse, senin herhangi bir şey yapmana gerek yok. Allah dileseydi yapardın” deyip bir hayat tarzı uyduruyor! Mesela “salât ikamesine gerek yok!” diyor. Niye? “Allah dilerse yaparsın. Yapmıyorsan demek ki, dilememiş, senlik bir şey yok, senin bir sorumluluğun yok” gibi düşünerek bir davranış biçimi uyduruyor. Bunun yazdığına baktınız, orada da ayet ve hadisler var, öyle olunca sanki ayet ve hadismiş gibi beşere ait hükmü de kabul ettiniz! Çok dikkat edin lütfen: İlk anlattığım bakışta olanlar İNANIŞ BİÇİMİ uydururken bu bakıştakiler DAVRANIŞ BİÇİMİ uyduruyorlar. Dışarıdaki anlatımların yüzde doksan dokuzu bunlardan birine uyuyordur. Öyle olduğunu ve bu konuları anlatanın/yazanın da “önemli isimler” olduğunu göreceksiniz. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin açıkladığı KADER BAKIŞ AÇISI’nı, yani FIRKA-İ NACİYE’yi anlayabilmek açısından size bir önerim var: Diyorum ki; inanış biçimi de davranış biçimi de ayet olmalıdır. İmanla ilgili dayanak ayet ve hadis olmalıdır, amelle ilgili dayanak da ayet ve hadis olmalıdır: “İnanış biçimi de ayet, davranış biçimi de ayet” ilkesinde anlaştıysak şu şıklardan hangisini kabul edersiniz? A) İnanış biçimi uydurulmuş, davranış biçimi ayet. B) İnanış biçimi ayet, davranış biçimi uydurulmuş. C) İnanış biçimi ayet, davranış biçimi ayet. Elbette “ikisi de ayet” olanı seçersiniz! Öyleyse, biz şimdi hem inanış biçimi ayet, hem de davranış biçimi ayet olacak bir bakış oluşturalım. Önce neye inanacağımızdan, fikrimizden başlayalım. Bizim inanışımız, fikrimiz naıl olmalıdır? Bizim için fikir ve inanış, yani iman İnsan-30’dur: Ve ma teşaune illa en yeşeAllahu: Siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe. Bu ayete iman etmiş birisi nasıl davranır? Şimdi de nasıl davranacağımızı, davranış biçimini belirleyelim: Davranış biçimimiz ise İnsan-29’dur: Dileyen Rabbini seçer! EFENDİMİZ’İN AÇIKLADIĞI KADER İNANIŞI’nın temeli budur! FIRKA-İ NACİYE’nin (KURTULUŞ FIRKASI’nın) ve Efendimiz’in Kader Anlayışı budur. Kişi “davranış” uydurursa da “iman” uydurursa da bir SAPKIN FIRKA doğar. “Amentü Bil Kaderi” konusundaki açık veya gizli ikilemlerin giderilebilmesi için 13. Şemada’ki yöntemi önemseyin lütfen. 346 Tefekkür Şeması 13 Yılmaz DÜNDAR Sen Tanrı mısın? 347 Kader bakış açıları İnsan Sûresi 30. ayete verilen meale göre üç gruba ayrılabilir: Bir: İlk gruptakiler; “benim hür iradem, hür aklım var. İyiyi ve kötüyü seçerim, kendim karar verir, yaparım derler. Bu ayete böyle meal verenler kendisini “muhtar” ilan etmiştir, muhtariyetini ilan etmiştir: Bunlar MUHTAR TANRI’dır! Bu bakış açısı gayet iyi bir “A” bakış açısıdır. İki: Bu grup; ben dilemiyorum. Önce Allah diliyor sonra ben diliyorum. “Siz dileyemezsiniz Allah dilemedikçe” mealini bunlar böyle anlıyor: Ben duruyorum. Allah diliyor, sonra ben diliyorum. Doğru gibi gözükürse de bu da tanrı inancıdır. Bu nasıl tanrıdır? Bu da MECBUR TANRI’dır! Kendisini mecbur ilan etmiş tanrı! Üçüncüsü ise “Ayrıca dileyen yok, İLLA ALLAH” idrakıdır. Dikkat ederseniz, “ve ma teşaune illa en yeşeAllahu” ayetine Kur’an-ı Kerim meallerinde yazılmış mananın genellikle tanrısal olduğunu, tanrıca yazılmış olduğunu görürsünüz. “Siz dileyemezsiniz, Allah dilemedikçe” bile tanrıca bir mealdir, “B” Meali değildir! “B” Bakış Açısı’ndaki mana, “B” ile meal şöyledir: Dileyen yok, illa Allah. “Amentü Bilkaderi İnancı” budur! Diğer iki meal “Amentü Bilkaderi” anlayışına uymaz, girmez! Câbir (RA)’den: Surûkat ibnu Mâlik ibnu Cu’şûm geldi ve şöyle sordu: Yâ Rasûlallah, bize “dinimizin aslı”nı beyan et; bugünkü amel neyin içindedir? Bunun bilgisine nisbetle biz sanki şimdi yaratılmış gibiyiz. Bugünün ameli; kalemlerin yazıp da kuruduğu, takdirlerin cereyan ettiği işler içinde midir, yoksa oluşacak işler içinde midir? Rasûlullah (SAV): “Hayır! Bugünkü iş yeni oluşacak işler içinde değildir! Kalemlerin yazıp kuruduğu, takdirlerin cereyan etmiş olduğu işler içindedir” buyurdu. Surâka bu defa sordu: Öyle ise amel ne için? Surâka niye bunu sorma ihtiyacı duyuyor? “Öyleyse niye amel ediyoruz?” diye neden sordu? Rasulullah bir açıklama yaptı ve kişi “o zaman biz niye çalışıyoruz, amel niye?” diye tereddüde düştü. -“Dileyen yok illa Allah” ayetine mecbur tanrı gibi mi bakılıyor? Evet. Çünkü hızla bir idrak gelişim sürecindeler. Efendimiz bir açıklama yapıyor, o açıklama onları tereddüde düşürüyor, bu soruyu sorma ihtiyacı duyuyorlar. Neden tereddüde düşüyorlar? İnsan-30’a göre açıklama yapıldığı için! Yoksa bu soruyu sormazlar. Diyorlar ki: Ya Rasulallah, senin bu açıklaman bu hayata uymadı, bize farklı bir şey açıkladın. Amelin niye olduğunu bize lütfen anlat! Surâka “öyleyse niçin amel?” diye sorunca Efendimiz buyurdular: “Amel ediniz, çünkü herkese kolaylaştırılmıştır!” Bakın, Efendimiz ne yapılacağını İnsan-29’a göre söylüyor: “Siz yapınız, herkese yapacağı şey kolaylaştırılmıştır.” Yarım yazanlar hadisin üstünü yazmıyor, “amel edin 348 Yılmaz DÜNDAR çünkü herkese kolaylaştırılmıştır”ı alıyor, izah edemeyeceği için hadisin bu yarısını alıyor. Hadisin tümünü alırsa “A” Bakış Açısına uymuyor! Kur’an-ı Kerim ve hadislerde kader konusu hiç tereddüt olmayacak şekilde çok açıktır, nettir: İnsan-30 gibi inanacaksın, İnsan-29 gibi davranacaksın! -Günümüzde de en çok sorulan bu! Demek ki aynen devam mı ediyor? Aynen devam ediyor! Çünkü “A”dan bir türlü kurtulunamıyor! Esas cimri kimdir bilir misiniz? ESAS CİMRİ parasını değil, “A” yapısını veremeyendir. “A”yı bir türlü veremez insan: “Benim aklım, benim iradem, vermem” der... Sahur saati yaklaşıyor, dua yapıp müsaade isteyelim inşaAllah. Allâhümme eslemtü nefsiy ileyke ve veccehtu vechiy ileyke ve fevvedtu emriy ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, amentü bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte… Allâhümme ente rabbiy, lâ ilâhe illâ ente halâkteniy ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü, ebûu leke bi nı’metike aleyye ve ebûu bizenbiy, fağfirliy zünûbî, feinnehu lâ yağfiruz zünûbe illâ ente, bi rahmetike yâ Erhamer râhımiyn. Rabbena zalemna enfüsena ve in lem tağfirlena ve terhamna, lenekünenne minel hasiriyn. La ilahe illa ente Sübhâneke, inniy küntü minez zalimin. Rabbi inniy zalemtü nefsiy zulmen kebiyran, ve la yağfiruz zünube illa ente, fağfirliy mağfiraten min ındike, verhamni, inneke entel ğafurur rahim ve tevvabur rahiym. Allâhümme inniy eûzü Birızake min sehatike ve Bimuafatike min ukubetike ve Birahmetike min gadabike ve euzü BiKE MİNKE... Lâ uhsıy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsike. Sübhanallahi ve bihamdihi, Sübhanallahil aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Bismillahi’r Rahmâni’r Rahıym Elhamdülillahi Rabbil alemiyn, Er Rahmani’r Rahiym, Maliki yevmidDiyn, İyyaKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn, İhdinas sıratal müstakim, Sıratelleziyne en’amte aleyhim, Ğayril mağdubi aleyhim ve laddaalliiyn. Amiiin. Hayrlı geceler inşaAllah, Allah razı olsun. El-FATİHA 14 Ramazan 1429 / 13 Eylül 2008 Farklı bir bakış açısıyla yeni bir konuya kısacık girelim, onu ileride belki detaylandırırız. Bu kısa açıklamadan sonra konuyu salât-ı tesbih’e bağlayıp birlikte salât-ı tesbih ikame ederiz inşaAllah. Allah, o zor günde yedi özellikten/yedi gruptan bahsediyor, “onlar mahzun olmasınlar, korkmasınlar” diyor. O YEDİ GRUB’u merak edip okuduğumuzda özellikle bizim yaşımıza gelmiş olanlar biraz ürkebiliyor. Çünkü orada gençler için çok avantajlı bir grup var, gençliğini “A” Takdim Formu” gibi geçirmemiş olanlara müjde var. Ama bir grup da var ki, bize de o ferahlık veriyor: Allah rızası için yan yana gelenler ve sonra yine Allah’ın rızasını umarak ayrılanlar, dağılanlar. Tefekkür paylaşımlarımız bu tanıma o kadar uyuyor ki Elhamdülillah. “A” Takdim Formu”na, yani dünyaya ait hiçbir beklenti olmaksızın yalnızca Allah’ı daha iyi fark edebilmek ve O’nun rızası umuduyla bir araya gelenler, dağılırken de aynı amaçla yeryüzüne dağılanlar, hadiste müjdelenen o önemli gruba çok uygun düşüyor, inşaAllah. Halife döneminde zaman yönünden zorluk çekiliyor ve TAKVİM ihtiyacı oluşuyor. Bir takvim oluşturulacak ama neyi başlangıç alacaklar, bunu tartışıyorlar ve çok güzel bir olay oluyor: Fikirler ileri sürülüyor, oturup tartışıyorlar. Bir kısmı Efendimiz’in doğumunu başlangıç yapalım derken diğer bir kısmı bir başka olayı başlangıç yapalım diyor. Çok enteresan bir şeyi başlangıç yapıyorlar: Hicret! Tartıştıktan sonra Efendimiz’in doğumunu değil de Hicret’i başlangıç yapıyorlar. “B” kapsamında hareket edince sonuçlar da o doğrultuda ilham yollu oluyor; yani heva ve heveslerinden olmuyor! Hicret’i, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in Hicreti’ni takvim başlangıcı yapıyorlar. Hicret’in başlangıç olması çok önemli! O bir mana çünkü! Dünyada hiç olmamış şeyler var, dünyanın hiç görmediği şeyler var! Bunlardan birisi ŞEHADET MEKANİZMASI’dır: Hiçbir inanış, hiçbir felse- 350 Yılmaz DÜNDAR fe, hiçbir anlatımda şahadet mekanizması yoktur! Neye şahit edecekler ki? Şahit edecekleri bir şey yok! Boş işle uğraşıyorlar, şahitlik yok! Ama bakın İslamiyet’te daha işin başında Kelime-i Şehadet var, şehadet var, şahitlik var. İnandığı şeye şahit olmasını istemekle, şahitliği şart koşmakla, onu sağlamakla başlıyor; şahitlik mekanizması var! Ve dünyada öyle bir şey yok! “DünyaNızdan Bakış Açısı” bu dünyada rastlamayacağınız bir bakış açısıdır: DÜNYANIZ! Hiç bir düşünce, inanış ve felsefede böyle bir şey yoktur! Bu bakış açısı derin bir ilim ve ilmî hayat tarzları içeren bir mana taşıyor! Üçüncüsü HİCRET’tir. Bu üçü dünyanın bilmediği, tanımadığı bakış açılarıdır. Hicret de öyle! Ve onlar birçok farklı teklifi, öneriyi tartışıp Efendimiz’in Hicreti’nde karar kılıyorlar, Hicret’i başlangıç görüyorlar, takvimin başlangıcı olarak Hicret’i kabul ediyorlar! Bu yüzden, bize kadar gelen, yakalamamız gereken önemli şeylerden birisi Hicret’tir. Çok önemli bir şeydir hicret etmek! Kişi mutlaka hicret etmelidir! Hicret etmeden cennete girilmez, hicret etmeyen cennete giremez! Mutlaka hicret lazım! Cennetin en önemli şartıdır; hicret etmeden cennete girilemez. Çünkü yapacağınız hicretin karşılığı cennete giriştir, cennete hicrettir, bu yüzden hicret etmek şarttır. Çünkü hicret bir başlangıçtır. Ama esas hicret nedir, cennete girmeyi sağlayacak hicret nedir? GERÇEK HİCRET “A” Takdim Formu”ndan “B” Takdim Formu”na hicrettir! Bu hicreti çok önemsemek ve mutlaka hicret etmek lazım, mutlaka! Mutlaka bunu yapmak lazım! Asıl bu hicret yapılmadan cennet yoktur, bu olmadan kişi cennete giremez. Peki, biz bu hicreti nasıl yapacağız, ne yaparsak hicret etmiş olacağız? Gerçek hicret; “A” Takdim Formu”ndaki hayatı “B” Takdim Formu”na taşıyarak yapılır! Bir bölgeden bir başka bölgeye taşınır gibi, göçer gibi, bildiğimiz zahiri hicreti yapar gibi! Taşınacağınızda ne yapıyorsunuz? Evden eve nakliye diyorlar, bir nakliyeci tutup eşyalarınızı [size yeni evinizde neler lazımsa] alıyor, diğer eve taşıyorsunuz. Aynı onun gibi “A” Takdim Formu”nda neleriniz varsa, onlardan “B” hayatında işe yarayacak olanları İhlâs Hayat Döngüsü’ne taşıyacaksınız, taşımak gerekiyor. Bu hicret çok önemlidir ve mutlaka yapılmalıdır. - “A” Takdim Formunda nelerimiz var mesela? Neyimiz orada değil ki? Her şeyimiz orada! Biz burada anlatırken onlardan bazılarını söylüyoruz, ama her şeyimiz orada. - İlla hepsini taşımak lazım mı? Sen Tanrı mısın? 351 “B” için ne lazımsa! Diyelim ki “A” Takdim Formu”nda kişi alkolle meşgul, alkolü taşımaz. “B” hayatında lazım olanları, o gümrükten geçecek şeyleri taşır. Bazıları gümrükten geçmiyorsa olmaz, gümrükten geçecek şeyleri taşımak gerekiyor. Peki, nasıl taşınır, taşırken ne yapmamız gerekiyor? Önemli bir ipucu vereyim, “A”yı fonksiyonsuz kılmak için çok önemli bir ipucu: İhlâs Hayat Döngüsü’ne (İhlâs Suresi’ne, ihlâslı hayata, ihsanlı hayata, “B”ye) hicrete karar verdiniz diyelim. Bu hicrete karar vermeden önce nerede, kimi nasıl sevmişseniz değiştireceksiniz, değiştirin! Mesela, kişi eşine desin ki; “ben seni “A” Takdim Formu”ndayken sevmiştim, o sevgi benim “A” halimle ilgiliydi. Sende ona göre kriterler görüp ona göre beğenmiştim, ona göre sevmiştim! Şimdi ben seni İhlâs Hayat Döngüsü’ne “B” Takdim Formu”na göre yeniden seveceğim”. Bu size tuhaf geliyor değil mi? SEVGİ ile ilgili ne varsa hepsini değiştireceksiniz! Çünkü onların hepsi “A”nın sevgileri! “A” Takdim Formu”nun sevgisinden maraz doğar ve o sevgi cehenneme yöneliktir. Çok önemli ikinci nokta; Hicret’e karar vermeden önce nelerden KORKUyorduysan onların hepsini “B”ye taşımaktır. Onlar “A” Takdim Formu”nun korkularıydı, şimdi o korkuları “B” Takdim Formu”na taşıyacaksın. Eğer “A”’da kalması gerekiyorsa bırakacak, “B”de gerekenleri alacaksın. Yapman gereken üçüncü önemli iş; “A” Takdim Formu”nda ne tür YETENEKlerin varsa o yeteneklerini “B” Takdim Formu”na taşımaktır. Taşıdığında o yetenekler ihlâslı olur. Mesela bir doktor, “A” Takdim Formu”ndaki tedavi yeteneklerini “B” Takdim Formu”na taşıdığı zaman onun elinde tedavi eden o olmaz. Demek ki YENİDEN! Yeniden sevmek, yeniden korkmak, yeniden tanımlamak gerekiyor! Bir grubun şarkısı var “yeniden” diye, Yeniden Aşk mıydı o? Onun bir cümlesi manalıdır aslında; “aşk yeniden kendini yarattı kendinden” diye! Yeniden! Yeniden ele almak, yeniden değerlendirmek, yeniden umursamak ve hayatı yeniden değerlendirmek! Yeniden sevmek, yeniden düzenlemek, yeniden seçmek! Hepsini yeniden… Ahbaplarınızı, arkadaşlarınızı “A” Takdim Formu”yla seçmişsinizdir, şimdi yeni kriterinize göre yenileyeceksiniz, “ben daha önce bu arkadaşları hangi kriterlere göre seçtim ve sevdim?” deyip yenileyeceksiniz. Hicret ediyorsanız bunlar değişecek! Çünkü şimdi kriterler “B” Takdim Formu’na göre! “B” Takdim Formu”nun değerlendirmesi, “B” Takdim Formu”nun seçmesi var. Her şeyi, özellikle “sevmeyi ve korku”yu bu kriterlere göre belirlemek çok önemlidir! Özellikle bu ikisi bu hicrette çok önemlidir! Çünkü neticede sevdiklerinizle ve korktuklarınızla baş başa kalırsınız. Eğer “A” Takdim Formu”nun kriterlerine göre seviyor ve o kriterlere göre korkuyorsanız, karşınıza çıkacak olan onlardır. 352 Yılmaz DÜNDAR -Kişileri seçmekten maksat, onları bırakıp yeni kişiler seçmek mi, yoksa o kişilerdeki “B”yi görmeye çalışmak mı? İkisi de! Yoksa sen öyle bir kişiyi bırakmaktan mı korkuyorsun? “Onun hakikatinin “B” olduğunu görsem yeter” mi diyorsun? - Evet, ona takılıyorum, nasıl davranacağım ben? Eğer bir kişi senin “B” yolunda ilerlemene engelse ve sen hala onunla meşgulsen zaten yanlış bir işle meşgulsün! Yani “B” yolunda ilerlemene engel olan birisi var ve sen “acaba onu bıraksam mı, bırakmasam mı?” diye düşünüyorsan yanlıştır. Normal hayata ait bir hicreti, bir taşınmayı düşün. Öyle bir hicret yapacağında, taşınacağında, arabanın tekerine taş koyanlara, arabanın tekerine çivi koyanlara müsamaha gösterir misin, onların çivi koymasına müsaade eder misin? O nakliyeyi yapabilmek için her türlü tedbiri alırsın! Aynı şey, öyle değil mi? -Kaybetme korkusuyla ve cehennem korkusuyla mı taşınmak gerekiyor? Adı ne olursa olsun korkular sende HAŞYET’i oluşturur, böylece “veccehtu vechiye” gerçekleşir. Hicrette o fiilen gerçekleşmiş olur; “veccehtu vechiye” yaparak hayatını salâta taşımış, SALAT’A HİCRET etmiş olursun. Hicret için gusül abdesti gibi bir yıkanma vardır; SALÂT-I TESBİH. Bu yüzden, hicreti önemseyen kişi için Tesbih Salâtı/Salât-ı Tesbih çok önemli hale gelir. İdrakı hicrete uygun hale getirmek için, hicreti kolaylaştırmak için o önemlidir, idrak yıkanması tesbih salâtıyla gerçekleşir. Hani “gerekiyorsa kişiyle ilişkimizi kesecek miyiz?” diye sordunuz ya, Salât-ı Tesbih gerekirse o ilişkiyi kesmeyi kolaylaştıracak bir yardımcıdır, o işi kolaylaştırmak için gerekli olan yıkanmadır. Bu yüzden tesbih salâtı çok önemlidir. Tesbih salâtını çok önemsemek ve tesbih salâtıyla her seferinde hicreti yenilemek gerekir, inşaAllah! Salât-ı Tesbih hicret gibi yeni bir sayfa açan ve hicreti gözden geçiren bir haldir; “acaba neleri taşıyacaktım, daha neleri taşımam lazım, nelerimde hala “A” kokusu var?” diye bir telaşlanıştır. Dosyalarımızdaki bu “A” kokusu, o kadar önemlidir ki! Eğer kişi bu hicreti gerçekleştirirse “A”ya ait şeylerin kokusunu duymaya başlar, bakar ki onlar kokuyor! Şimdi hepimiz sarımsak yemiş olsak, bize sarımsak kokusu gelir mi? Hepimiz sarımsaklıyız. Ama sarımsak yemeyenlere kokar, değil mi? Sarımsak yemiş olanların almadığı o kokuyu diğerleri alır, burnunu falan tutarlar “ne oluyor, bunlar niye burunlarını tutuyor?” denir, o koku onlara gelmez! “B”ye tamamen hicret edenler de “A”ların kokusunu aynen öyle alırlar. Kokar o! Hadislerde de rastlarız ona. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “burnuma koku geliyor” Sen Tanrı mısın? 353 der ve o kokuyu tarif ettikten sonra içlerinden birisi; “ya Rasûlallah, bende şöyle bir hal vardı” der, Efendimiz de “A”ların dünyasına ait olan o eşyayı, o kokunun kaynağını onlara tarif eder, söyler. Böylece kişi o kokunun kaynağını fark eder, “A” Takdim Formu”na ait tanrı ilanının kokusunu fark eder! Hani, hani çok mübarek yerlere gidince bir koku alırsınız, çok mübarek kişilerden kokular alırsınız, o kokuları önemsersiniz ve nihayet o kokuları ta Rabbinize kadar ulaştırırsınız! Tanrı ilanının da kendine göre bir kokusu vardır. Kişi tanrılığını ilan etmişse onun kendine göre bir kokusu vardır! “B” Takdim Formu”nda sabitlenmiş, “B”yi hayat tarzı haline getirmiş kişi tanrıların kokusunu alır, o kokuyu tanır, tanrıyı kokusundan bilir! Tesbih Salâtı o kokulardan sıyrılmada, o kokulardan arınmada insanın ruhu ve idrakı için gusül abdesti gibidir! Özellikle “ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” nedir biliyor musunuz? KESECİ! Kir çıkarır! “Ve la havle ve la kuvvete” o kiri, o tanrıyı söker atar, keseler. O tanrı görünümlü kiri keseler ve tertemiz “B” Takdim Formu” cildini çıkarır, oraya “PEELING” yapar; idrakinizi temizler! “Ve la havle ve la kuvvete” tesbihatını “burada şu kadar söylenecekmiş” diye değil de bu duyguyla söylerseniz idrakinizi temizlersiniz! Bizzat secdede “ve La havle ve La kuvvete illa Billâh” diyerek o tanrıyı sileceksin, ona kötü bakacak, keseleyip atacaksın! Ve La havle ve La kuvvete illa Billâhil aliyyil azim… “Ve La havle ve La kuvvete” demek; “Allahım, ben kuvvet ilan etmiyorum, ben bendeki Rububiyete sahip çıkmıyorum, ben bendeki Rabba sahip çıkmıyorum, o Rabbı suiistimal edip rablığımı ilan etmiyorum. Oralara bakıp da “bende de bir kuvvet var” demiyorum. “La havle ve la kuvvete illa billâh; illa Billah’ın idrakındayım ya Rabbi” demektir. İşte salât-ı tesbihte “ve la havle ve la kuvvete”yi bu duyguyla “OKU”mak lazım: Bir keseci gibi! Ve la havle ve la kuvvete diyerek, idrakı Rabba sahip çıkma kirinden keseleyip temizlemek gerekiyor. Ondan önce ne diyorsunuz? “Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahu Vallahuekber.” Bu cümlenin bir tefekkürü olarak bazı manalarını kısaca açalım. Bu manalar çok kitabî de söylenebilir, ama tefekkürü kolaylaştırmak için şimdi böyle ifade edelim. SÜBHANALLAHİ: Allahım nasıl biliyorsam, nasıl düşünüyorsam öyle değilsin! Sandığım gibi değilsin, ne sanıyorsam öyle değilsin, tüm zanlarım yanlış! Hepsinden berisin, hepsinden münezzehsin. VELHAMDÜLİLLAHİ: Sana, kaderine teslimim! Buradaki “hamd”ı kolay yaşayabilmek için boyun bükün, teslim olun! HAMD kader anlayışının teslimiyetidir! Hamdın ameli teslim olmaktır. Hamdın göstereceğiniz ameli, onun sizde görülecek hali teslimiyettir. Neye teslimiyet? Kadere, kader 354 Yılmaz DÜNDAR anlayışına teslimiyet! Çünkü kaderi ne kadar kavramışsanız o kadar hamd edersiniz, kaderi kavradığınız derecede TESLİM olur, hamd edersiniz! Sübhanallahi deyip O’nu tenzih ettiniz, Allahım münezzehsin dediniz. Şimdi Velhamdülillahi; teslimim, kadere teslimim diyorsunuz, “merhamet ya Rabbi” diyorsunuz! Bu duayı biraz genişletelim: “Allahümme inni euzü bi rızake min sehatike ve bi muafatike min ukubetike ve bi rahmetike min gadabike ve EUZÜ BİKE MİNKE, la uhsi senaen aleyke ente kema esneyte ala nefsike.” Bu tamamen merhamet isteyen bir duadır; “ya Rabbi merhamet!” diyen bir yakarıştır. Kaderi öyle fark etmiş ki “merhamet”ten başka isteyecek bir şey olmadığını anlamış! “Ya Mukallibel Kulub; ey kalbler iki parmağının arasında olan” diye seslendiği kaderin sahibine, kaderin kendisine yakarıyor, merhamet, merhamet diyor: Senden Sana sığınırım, merhamet! İşte “elhamdülillah” aslında bu duadaki SENDEN SANA SIĞINIRIM TESLİMİYETİ’dir. ALLAHUEKBER: Allahuekber öyle bir buldozerdir ki, dağ mağ bırakmaz, Allahuekber dozeri ilan ettiğiniz tanrıyı yerle bir eder. Siz “Allahuekber” dediğinizde, sizdeki onu duyan tanrı duramaz, onu duyan tanrı tanrılığından vazgeçer ve secdeye gider. Bu secdenin adı YOKLUK SECDESİ’dir. Tanrının yokluğunun yaşandığı secde bu secdedir! Yaşanacak İLK YOKLUK budur: Tanrının, yani “A” Takdim Formu’nun yokluğu yaşanacak ilk yokluktur! Bu, işte onun yokluğunun secdesidir! Bu secde “A” Takdim Formu”na boyun eğdirmektir, kendini tanrı ilan etmiş olana boyun eğdirmektir. Bu yüzden birinci secde, “A” Takdim Formu”nun yokluğunun secdesidir, ona “yokluk secdesi” dememizin sebebi budur. Orada yaşanacak başka “yokluk manaları” da vardır, ama yaşanması gereken ilk mana budur. Yokluk secdesinde ilk yaşanacak mana, “A” Takdim Formu”nun olmadığını idraktır. Rablık, tanrılık ilanının olmadığını fark etmektir! Bu yüzden “La ilahe” ile kastedilenleri yok eden secde budur, bu secde o tanrıların yokluğunun secdesidir! Şimdi hicret için bir kese atalım İnşaAllah... EL FATİHA 22 Ramazan 1429 / 21 Eylül 2008 Düzeltmek istediğiniz bir konu varsa ne yapacaksınız? Bir şeyi, bir davranış biçimini düzeltmeyi planlıyorsanız yönteminiz ne olmalıdır? Aslında yöntem hep aynıdır: Düzeltmek istediğin konuyla ilgili çok önemli bir mekanizma olan rahatsızlık mekanizmasından yararlanman lazım, yani YETERİNCE RAHATSIZ OLMAK gerekiyor. Yeterince rahatsız olmak! Yeterince rahatsız olduğun zaman o konuyla ilgili nefs-i levvameye, o konunun nefs-i levvamesine gelirsin! Nefs konularını henüz daha tek tek ele alma fırsatımız olmadı. Nefs mertebeleri kitaplarda nefs-i levvame, nefs-i mülhime ve devamı olarak anlatılır. Ama aslında nefs mücadelesi içerisinde her davranış biçiminin kendine ait bir nefs mertebesi vardır, o davranış biçiminin kendi süluğu içerisinde ona ait nefs mertebeleri yaşanır. Herhangi bir davranışınızı, fikrinizi, yorumunuzu bir mertebeye sıçratmış olabilirsiniz, ama diğerleri başka yerde olabilir. Bir fikir, yorum ve davranışınızı nefs-i mülhimeye, bazen sıçramalarla nefs-i mutmainneye, nefs-i raziyeye taşıyabilirsiniz. Ama diğer fikir ve davranışlarınız henüz nefs-i levvameyle nefs-i mülhime arasında gidip geliyordur. Bu yüzden, kişi hızla ileri götürdüğü o davranışa bakarak bütün dosyalarını, yani her şeyini taşımış/taşıyor sanmamalıdır. Bunun tamam olması için her bir davranışı TEK TEK TAŞIMAK gerekiyor; davranışların her birinin tek tek nefs-i levvamesini hissetmek gerekiyor! O nasıl olur? Kendinizi incelerken tesbit ettiğiniz ve üstüne gitmeyi düşündüğünüz konunun rahatsızlığını kuvvetle hissetmekle olur. Eğer o rahatsızlığı kuvvetle hissetmezseniz; “neyse şimdi böyle oldu ama” gibi düşünüp önemsemezseniz sistem çalışmıyor! Çok kuvvetli bir rahatsızlık duymak gerekiyor. Aslında o rahatsızlığın kuvvetli olması çok önemli bir hediyedir! Çünkü o rahatsızlık levm etmek demektir ki, o sizi tövbeye götürür. Eğer tövbeye götürmüyorsa rahatsızlık çok fazla bir mana ifade etmez. Bu prosedür içerisinde rahatsız olmak/levm etmek bir basamaktır. Ancak o rahatsızlığın yaşantınızı etkilemesi gerekiyor! Nasıl, sevdiğiniz bir arkadaşınızın bir tavrı sizi birkaç gün etkiliyor, davranışınızı etkiliyor, sizi görenler; “ya ne oldu, bir hal var sizde” diyor. İşte “bir şey yok” dedikten sonra, eğer ısrar ederlerse diyorsunuz; ya şöyle bir şey oldu, hala etkisinden kurtulamadım. Sizi etkiliyor, bakışınızı, iştahınızı, yerine göre normal iş akışınızı etkiliyor. Hatta o kişiyle ilişkinize 356 Yılmaz DÜNDAR göre, hayatla ilişkinizi etkiliyor. Ama Allah’la olan ilişkiniz hiç bu kadar etkilenmiyor! Bu incelenmesi gereken önemli bir şey değil mi? Demek ki rahatsız olabiliyoruz. Birçok şeyde rahatsız olabiliyor, arabasının bir yeri çiziliyor, üç gün uyuyamıyor, etkileniyor! Ama Allah’la olan ilişkisi bir gün uykusunu kaçırmıyor!? Bu yüzden oraya verdiğim bir isim var; ALLAHUEKBER FARKI. Hayatla ilgili olarak bunu önemsemeli ve “ben hayatıma Allahuekber farkı katacağım” demeliyiz! Kim der bunu? Ancak Talib der! Talib’in işidir bu, Talib der! Talib “ben hayatıma Allahuekber farkı katacağım” der ve her bir davranışını tek tek yakalar, sorar; ben bunun Allahuekber farkını oluşturdum mu? Ve onun Allahuekber farkını hayatına kazandırır! Nasıl olur o? Mesela herhangi bir kişiye bir işle ilgili teşekkür ettiğinizde, Allah’a olan şükrünüz o teşekkürden bile geriyse olmaz! “Allah’a şükredelim, zaten şükrediliyor, ama belli sayıda şükür de yapalım” gibi düşünüyorsanız olmuyor. Sen arkadaşına, yüzüne bile bakmadan teşekkür etsen, yani candan ciğerden teşekkür etmesen nasıl olur? Mesela, Ayşe diye bir arkadaşın olsa, eline de tesbihi alsan yüz kere “teşekkür ederim...” deyip, “Ayşe, sana bugün bir tesbih teşekkür ettim” desen, bu Ayşe için ne ifade eder? Hiç bir şey! Bir insan için bile hiçbir şey ifade etmeyen bir şeyi sen ibadet diye Allah’a sunarsan onun getirisi çok fazla olmaz! Niye? Çünkü sende bir kapasite var ve sen o kapasiteyle insana veya başka bir şeye daha fazla yönelebiliyorsun, daha içten teşekkür edebiliyorsun, daha fazla üzülebiliyorsun, daha fazla koşturabiliyorsun, daha fazla uykusuz kalabiliyorsun, daha fazla yoruluyorsun! Ama Allah’la ilgili bir şey olduğu zaman en azı, en azını yapıyorsun! Biz bir defasında arkadaşlar arasında, namaz kılan arkadaşlarla bir gün dürüst bir test yapmaya çalışmıştık, “hayatta en uyduruk yaptığın şey ne?” diye sormuştuk. Cevap “namaz” çıkıyor, “en uyduruk onu yaparım. Diğerlerini daha titiz yaparım; öyle bir cam silerim ki! Veya öyle bir evrak düzenlerim ki! Veya şu işi öyle bir yaparım ki!” Namaz en geride kalıyor! Dolayısıyla, hayata bir Allahuekber Farkı kazandırmak, bu telaşta olmak lazım! İşte bu telaş, insana o işe layık rahatsızlığı getirir. O rahatsızlıktır ki tövbeyi getirir, tövbenin kapısını açar. Tövbe yeter mi? Yetmez! Tövbeden sonra da dua gerekir, yani bir hedef koyman gerekir, bir hedef belirlemen lazım! Bir arkadaşınız “gün içinde Allah’ı unutuyoruz” demişti ya, eğer Allah’ı unuttuğunuzu sandığınız o anları böyle bir rahatsızlığa çevirebilirseniz, o rahatsızlıktan sonra tövbeyle Allah’a yönelirseniz, sonra da bir hedef koyarsanız; Allah’a dua eder, bir talepte bulunursanız, bu çok güzel çalışan bir mekanizma olur. Neden böyle bir mekanizma? Çünkü, sizin rahatsız olup da “bir daha yapmayacağım, Allah’ı unutmayacağım” demenizle başaracağınız bir yol değil Sen Tanrı mısın? 357 bu, başaramazsınız, verdiğiniz o kararla başaramazsınız. Ama kendinizdeki bu mekanizmayı çalıştırırsanız, kendinizi bu konuda fark etmediğiniz bir başarıya ulaşmış bulursunuz. Biraz izah edebildim mi? -Çok istemek gerekiyor, öyle mi? Konsantrasyon öyle mi sağlanıyor? Ancak! Ancak öyle! Ancak çok istemekle, kesin! Ancak çok istediğiniz zaman o sizin önceliğiniz oluyor. ÖNCELİĞİNİZ haline geldiği zaman o size rahatsızlığı getiriyor. Rahatsızlık tövbeyi, tövbe duayı getiriyor. Bu çarkı bu mekanizma döndürüyor: Rahatsızlık, tövbe, dua. Konservatuarlardaki keman eğitimini incelediniz mi hiç? Eğitimlerinin, eğitim sürelerinin önemli bir kısmı ne ile geçiyor, biliyor musunuz? Kemanın üstüne sürdükleri yayın nasıl tutulacağıyla ilgili geçiyor. Yay nasıl tutulur? Bunu ben o işi bilenlerden dinledikten sonra diyelim ki Tv’de bir konser var, bir sanatçının saz ekibi var, arkada beş altı tane de kemancı var, hareketlerine dikkat ediyorum. Dikkat ediyorum, aynı müziği çaldıkları halde yayı aynı anda getirip götüremiyorlar, küçük de olsa farklar var. Ama büyük orkestraları, bir klasik müzik orkestrasını izlediğiniz zaman belki yirmi tane kemancı var, ama yay aynı anda gidip geliyor. Çünkü o eğitimi çok aldıkları için böyle! Diğerleri çok kendi kendilerine yetiştikleri için o birliği sağlayamıyorlar. Oysa bunlar o yayı tutabilmek için eğitimlerinin çok önemli bir kısmını sırf yay tutmayı öğrenmeye harcıyorlar. Hocaları geliyor, konuları yay. Bir sene geçiyor konuları yay, bir sene daha geçiyor konuları gene yay! Yayı hakkıyla tutmadıkça bir ileri geçemiyor. Şimdi bu bir keman eğitimi, kemanı çalmak gibi bir ideali olan için böyle bir eğitim gerekiyor! Bir de kemanla ilgili şöyle bir yan var; keman dinletisi! Yani kişi bir keman konserine gideyim diyebilir. İster ki bir virtüöz gelsin, orada güzel bir konser dinlesin, “oo, ne kadar güzel çaldı” desin. Bir başka konsere gidince; “bu da iyi çaldı, diğeri şöyle çalmıştı” desin, konserleri kıyaslasın, eleştirsin. Bu iki aktivite de kemanla ilgili, ama birbirinden çok farklı, değil mi? Biz de dört yıl boyunca hep belli bir müfredatı izlemeye çalıştık, stratejik götürdük, bir şeyi bina etmeye çalıştık. Bir virtüöz konseri vermeye çalışmadık, idrakımızı birlikte bir yere taşıyabilmeye gayret ettik. Bunu yaparken mecburen (belki hala yapmamız gereken bir şey ki) aynı şeyleri, farklı cümlelerle söylemeye, vurgulamaya, tekrar tekrar örneklendirmeye gayret ediyoruz. Bu bir yöntemdir. Bu yöntem bu tür paylaşımın bir yanıdır, bir sohbet tarzıdır! Sohbetlerde olabilecek bir başka tarz da şu olabilir: Kişi yeni bazı bilimsel bulguları, mekanizmaları bir şeyleri fark etmiştir, duymuştur, öğrenmiştir onu paylaşır, o farklı bir toplantıdır. Sizlerle yan yana gelişimizde “bir 358 Yılmaz DÜNDAR hedefimiz olsun, idrakımızı birlikte bir yere taşıyalım” yöntemini uyguladık. Onun için size “ben ne biliyorum”u anlatmaya, onun sınırlarını ortaya koymaya hiç gayret etmedim. Bu, zaman zaman bazı soruların oluşmasına yol açtı. Uyguladığımız yöntem bazı tekrarları getirdiği için! Özellikle en fazla “A” Takdim Formu”nu ele aldık. Son iki yıldır kesintisiz hep “A” Takdim Formu” dedik, onu inceledik. Ondan kurtulmaya talipseniz devam edeceğiz de... Az önce, “demek ki bu işi çok istemek lazım!” dedik, onu bir benzetmeyle doğrulayalım. Bu anlatılanları bir havuz gibi düşünelim, bu havuza yaklaşan birisini düşününüz ki, dili susuzluktan yapışmış, dudakları çatlayacak derecede kurumuş, susamış. Susuzluktan konuşamıyor, dilim damağıma yapıştı denilen hakikati yaşıyor, gerçekten yapışmış. Bu kişi suya yaklaşır yaklaşmaz ilk yapacağı şey kanasıya suyu içmektir, suyun temizliğini bile çok incelemeden suyu içmektir. İçecektir ve içtiği su onun tüm hücrelerine yayılıp gidecektir. Ama yeterince susamamış birisi burayı gördüğü zaman “gitsem de kanasıya bir su içsem” demez, “gitsem de bir ayaklarımı soksam, şöyle cıbı cıbı yapsam” diye düşünür. Şimdi bu iki aktivite birbirinden farklıdır! Yani, bu tür toplantılara, bu bilgileri anlatan kişilere, kitaplara nasıl yaklaştığımıza dikkat etmek gerekiyor, böyle çok susamışçasına yaklaşmak gerekiyor. Bu çok önemli bir ön şarttır; ÇOK İSTİYOR OLMAK ön şarttır! Çok arzulu, çok istekli olmak kişide rahatsızlığı hayat tarzı haline getirir. Başka hiç bir şey düşünemeyen hale gelmiş olmak gerekiyor, bu çok önemli! Bu yüzden, buralarda anlatılanlara Bilgi Yarışması Jürisi’ndekiler gibi yaklaşmayın. Yararlanabilmek isteniyorsa buna dikkat edin. “Bu ne biliyor?”u ölçmek için değil, “rahatsızlığımı tatmin edecek ne alabilirim?” için okuyun, dinleyin. Okuyup, dinleyip sonra da size ne lazımsa onu alıp amel haline getirin. Bunu uygulamak kişi için çok yararlı olur. Aslında her şey “ekamus salâte ve etavüz zekâte” prensibine yöneliktir: Salâtını ikame edeceksin ve zekâtını vereceksin. Hep söylüyoruz; mesele budur: Salât ve Zekât! SALAT yöneliştir, ZEKAT infaktır! Eğer salâtı yöneliş, zekâtı da infak olarak görürsek bu bir hayat tarzı olur. Zekâtı, zenginin malından bir miktar vermesi değil de “Allah’ın verdiğini Allah yolunda verirler” ayeti gereği infak olarak, salâtı da yöneliş olarak ele alırsak, YÖNELİŞ ve İNFAK karşımıza HAYATIN TANIMI olarak çıkar. Hayat bu olur: Yöneliş ve infak! Yalnızca bu! “Ekamus salâte ve etavüz zekâte” ayeti bizim için “hayatın tanımı”dır. Ayet o zaman öyle bir tavsiye olur ki, tüm hayatı kapsar, dışında bir faaliyet olmaz! Bir şeye “hayatın tanımıdır” demek, davranışlarımızın bütünüdür demektir. Bu karşımıza SALİH AMEL’i çıkarır. Ekamus salâte; salâtı ikame etmektir! İkame nedir, nasıl ikame edilir, zekat nedir? Bunları ve salih ameli ileride göreceğiz. Ama şimdi Yöneliş ve İnfak’a biraz bakalım: Sen Tanrı mısın? 359 Bu sistemi okuyan kişi okuyabildiğince korunma ihtiyacı duyar, muttaki olur. Okuyanın okuduğuna iman eden kişi de öyledir; o da aynı şekilde korunma ihtiyacı duyar ve müttaki olur. Müttaki olan kulun aradığı şey bu iki haldir; Salât ve zekât; yöneliş ve infak! Tefekkür Şeması 3’den Zümer-9. ayetten öğreniyoruz: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Bu prensibin ne olduğunu anlamak için şöyle soralım: Bilenle bilmeyenin farkı nedir? BİLEN ve BİLMEYEN arasında tek bir fark vardır; o da salâttır! Bilen salât ikame eder, bilmeyen salât ikame etmez. Bilenin bildiğini oradan anlarsın; salât ikame ediyor, bilmeyenin bilmediğini de oradan anlarsın; salât ikame etmiyor, yani musalli değildir; salâtla ilişkisi yoktur; yönelmemiştir! Bilen yönelir, bilmeyen yönelmez! Bu manaya Efendimiz (SAV)’in bir hadisinden ulaşıyoruz: “Kişi için küfür ile iman arasında fark salâtın terkidir.” Eğer kişi salâtını terk etmişse küfre düşmüştür! KÜFÜRLE İMAN ARASINDAKİ TEK FARK salâtın terkidir. Böyle olunca, salât hayatın vazgeçilmez bir önceliği oluyor! Kişi talipse böyledir. Bu yol için salât vazgeçilmez bir önceliktir! Bilenle bilmeyen arasındaki tek fark, imanla küfür arasındaki tek fark salât olunca o nasıl bir öncelik olur, fark edin! Salâtın her bir anı tümüyle o kadar önemli ki... Biz şimdi onun bir yerindeki önemden bahsedelim: BİRİNCİ SECDE. Salâtta önemli olan her rekattaki ilk secdedir ve onun adı YOKLUK SECDESİ’dir. Aslında bütün mesele, ikame edilecek salâtta ilk secdede yokluk secdesini yapabilmektir, yokluk secdesini gerçekleştirebilmektir! Yokluk secdesinin tanımını aradığınızda belki de bulamayacaksınız. Genellikle “birinci secde yokluk secdesidir” diye yazılır ama tarifi yoktur. Peki ne yapacaksınız, nasıl bir yokluk yaşarsanız bu secde yerine gelir, bunu 360 Yılmaz DÜNDAR bilmeyiz! Bir şeyi TARİF ETMEK ne kadar önemli demek ki! Özellikle bu ilimle meşgul olunca tanım/tarif önemli oluyor; anlamak ve yaşamak için! Tanım, tarifdir! Bir şeyi tanımlamak onu tarif etmektir, çok önemlidir. Neden? Onu amele çevirebilmek için! Bu yüzden, anlayabildiğin, kavrayabildiğin ve hayatta hemen uygulayabileceğin bir tanım gerekiyor. Şuna çok dikkat etmek gerekir: İslamiyet hiçbir zaman, hayal kurarak, hayalinde, düşünerek soyut bir şeyler ortaya koyacağın bir şey değildir. İslamiyet hayatta yapabileceğin bir şeydir; somuttur! Çünkü hayatta hemen yapabileceğin şey, senin ulaşacağın mananın zâhiridir, zâhirî ucudur, somut halidir! O ucu tutmazsan bâtınına ulaşman mümkün değil! Ulaşmayı düşündüğün batına gidebilmen için tutacağın uç zâhirden geçiyor. Zâhiri tutabilmen için de zahirin tanımlanması, somutlaşması gerekiyor. Tanımlamak ne getirir? Bir: TANIM insana noksanını gösterir. Eğer herhangi bir konuda bir tanım yaparsanız, o konuda o tanıma göre kendini gözden geçirir, noksanını tesbit edersin, tanımın böyle bir faydası vardır. İki: Eğer kişi o tanıma uygun işler yapıyorsa, tanımı görünce kalbi mutmain olur, o işle ilgili mutmainlik oluşur, ikilemden kurtulur. Üç: Tanım sizin bir sonraki hedefinizi belirler. Tanım yapılmadıkça siz “hedef” belirleyemezsiniz. Tanım size hep yeni bir hedef koyar, bu yüzden de önemlidir. Eğer hakikate ermiş kişilerin tasavvuf kitaplarını, seyr-i süluk önerilerini okuyacak olursanız şu çok dikkatinizi çekecektir: Onlar kişilere göre tanım oluştura oluştura, onları kendi hayatlarında basamak basamak ilerletirler, hatta tanımları bazen kişilere göre oluştururlar. O, o kişiye o tanımı yapar ki; kişi noksanını gidersin, mutmain olsun, hedefini belirlesin, hedefini görsün. Önünüzde dört basamaklı bir merdiven var ve siz ikinci basamağa bakıyorsunuz. Çıktınız, artık o ikinci basamak yukarıda değil ayağınızın altındadır. O bitti, şimdi yeni bir basamak lazım. Tanım, olayları ayağınızın altına çeker ve size çıkmanız gereken yeni basamaklar getirir. Bu yüzden DOĞRU ve SOMUT TANIM’a ulaşmak bu ilimde çok önemlidir! Peki, TANIMSIZLIK ne yapar? Bir konuyu öğrendin ama tanımını bilmiyorsun. Mesela birinci secde yokluk secdesidir, bunu duydunuz. Ama “yokluk nedir, nasıl olur, secdeye gittiğim zaman yok mu olacağım?” bunları nereden bileceksiniz? Bir hevesle kişi secdeye gidiyor ama hiçbir şey olmuyor, kalkıyor tekrar gidiyor hiçbir şey olmuyor... Diyor ki; “Bu nasıl bir sır, yokluk secdesini anlatanlar bunu nasıl ikame ediyor acaba? Bu yoklukta, birinci secdede nereye gidiyorlar, ne oluyor, hiç bir tarifi yok!” Öğrenmek, yaşamak isteyen talip bunu nasıl yapacak? Tanımlanmadan onu yapabilmesi mümkün değil! Dolayısıyla tanımsızlık tereddüt ve ikilem getirir. Bu tereddüt ve ikilem ise ilerlemeyi önler, engeller. Demek ki tanım çok önemli! Biz Sen Tanrı mısın? 361 eğer; “salât imanla küfür arasındaki tek farktır, Bilen ile bilmeyenin tek farkı salâttır. Salâtta da önemli olan birinci secdede ulaşacağın yokluktur” diyorsak bunu tanımlamalıyız. Ki kişi birinci secdede hangi yokluğu, nasıl bir yokluk yaşayacağını bilsin. Şimdi bir tarif yapacağız ve daha önce tekrarladığımız şeylere atıf yaptığımızda bu tarifi anlamak çok kolaylaşacak inşaAllah. Birinci secde için bir yokluk tarifi koyacağız, çünkü salâtta hedef birinci secdedeki yokluktur. Birinci secdedeki yokluk HAKKAL YAKİN halidir. Rükû AYNEL YAKİN halidir. Kıyam İLMEL YAKİN halidir. Tefekkür Şeması 8’den “B” noktasından itibaren başlayan yolu “Fiillerin Tecellisi, İsimlerin Tecellisi, Sıfatların Tecellisi” diyerek “B”nin seyri süluğu içerisinde isimlendirdik. Farklı bir açıdan bakarak fiillerin tecellisine İlmel Yakîn, isimlerin tecellisine Aynel Yakîn, sıfatların tecellisine Hakkal Yakîn dedik. Salâtta (YÖNELİŞ’te) bu üçünü yaşadığımıza göre salâtta bu döngü yaşanmış oluyor. O zaman şunu diyebiliriz: İHLAS HAYAT DÖNGÜSÜ YOLU yöneliş yoludur, salât yoludur! Çünkü kişi salâtta yönelişteyken bu döngünün hareketleri içerisinde, bunun frekansı içerisindedir. Başlarken Tekbir getirip bu döngüye, bu sisteme Hanif olarak yaklaştığında, B0 noktasındadır! Hanif olarak tekbir getirdi; B0 noktasında! Sonra; kıyamda ilmel yakîn, rükûda aynel yakîn ve secdede hakkal yakîni yaşadı ve İhlâs Hayat Döngüsü’nü salâtta tamamladı. Bu neyi gerektirir? Salâttan kalktıktan sonra hayata devam ederken o salât anlayışı içerisinde olmayı! Böylece sizi hayatta miraca götürür. Salâtla ilgili mirac yalnızca seccadede rastlayacağınız bir şey değildir! “Salât mü’minin miracıdır” hadisi seccadeye gittiğinizde bir yere gideceksiniz demek değildir, manası o değildir. Demek ki “mirac” da tanımlanmalıdır, onun da tanımı gerekiyor, miracın bile 362 Yılmaz DÜNDAR ulaşabileceğimiz tanımları gerekiyor. Siz o zaman, bizzat “şu miracı yaşadım, şimdi sıra şu miraçta” diyeceksiniz! Aksi halde hep soyut kalır. Aslında bunlar soyut şeyler değildir, hepsi yaşanabilen somut şeylerdir. Eğer siz salâttan kalktığınızda sizin salât anlayışınız (yönelişiniz) devam ediyorsa bakarsınız ki, yatıyorum diye yanınız üzere durduğunuzda miraca gidersiniz, o anda miraçta olursunuz. Bir kitap okurken, yolda yürürken… Seccadede de gelebilir, başka anlarda da... Fark etmez, zaten yöneliştesiniz... Ama mutlaka seccadede sanarsa kişi yanılır. Artık hayatı boyunca salâtta olduğundan mirac da hayatının her anında karşısına çıkacak bir şeydir ve gayet de somuttur. Tabloda, salatta yaşanan ilmel yakin, aynel yakin ve hakkal yakin halleri ve idrakları açıklanmaktadır. Tefekkür Şeması 10’dan İlmel yakîn, aynel yakîn ve hakkal yakîni basit bir örnekle biraz daha anlamaya çalışalım. Kitaplarda bunu şöyle bir örnekle hissettirirler: Ölümü bilmek ilmel yakîndir. Ölümü bilirsiniz, her kişi ölecektir, ölümü tadacaktır. İşte ölüm gerçeğini bilmek, onun olacağını bilmek ilmel yakîndir. Kişinin ölüm meleğini görmesi aynel yakindir. Bir kişi ölüm meleğini gördü henüz Sen Tanrı mısın? 363 ölümü tatmadı, ama biraz sonra öleceğini gördü, bu aynel yakîndir. Ölüm meleğini görmek aynel yakîndir! Ölümü tattı, o da hakkal yakîndir! Ölüm için, ölüm mevhumuna göre ilmel yakîn ölümü bilmektir. Aynel yakîn ölüm meleğini görmektir! Hakkal yakîn ölümü tatmaktır! Demek ki bir tanım ortaya koyduğumuzda o tanımın ilmel yakîn, aynel yakîn ve hakkal yakîn halini böyle somutlaştırabiliyoruz. Peki, sistemdeki esas ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn nedir? Esas ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn; “B” Takdim Formu”nda “B” sırrıyla yaşayanın seyri süluğu içerisinde yaşadığı hallerdir. Şimdi tekrar Birinci Secde’ye dönelim, oradaki yokluk nedir, onu somutlaştıralım. Biz bugüne kadar “A” Takdim Formu” ve “B” Takdim Formu”nu çok yoğun gördük, o ikisini çok tekrar ettik. O tekrarlardan sonra birinci secdedeki yokluğu yaşamanın ilk basamağını çok rahat konuşabileceğimiz bir noktaya geldik. Salatta HEDEF ilk secdede yaşanacak yokluktur ve onun ilk manası şudur: Birinci secdede yaşanacak yokluk “A” Takdim Formu”nun yokluğudur! İlk yaşanacak olan budur! Bunu yaşamadan diğer yoklukları yaşayamazsınız. Birinci secdede yaşayacağınız ilk yokluk “A”nın yokluğudur. Kişi burada yaşayacağı yokluğun gerçek miraclarını yöneliş haline gelmiş hayatı içerisinde defalarca görür, gün içinde defalarca o miracları yaşar, defalarca... Kişi “birinci secdede ilk yaşayacağı yokluğun “A” Takdim Formu”nun yokluğu” olduğunu anlarsa yeni soruları, yeni hedefleri oluşur. Önce şunu merak eder: “A” Takdim Formu”nun yokluğu nedir ve daha sonra hangi yokluk yaşanır? Çünkü tanım üç şeyi getirir: Noksanlarını gösterir, “şu kadarını biliyordum, şunları ekleyeceğim”i gösterir. Bildiklerinizde mutmain yapar ve bir hedef koyar, yeni bir hedef oluşturur. Biz bir tanım yaptığımızda, bir tanımla karşılaştığımızda üçünü birden görmeliyiz; noksanlarımızı tesbit etmeli, o bilgiyle mutmain olmalı ve yeni bir hedef koymalıyız. “Bundan sonra şu yokluk, sonra şu yokluk var” diyebilmeliyiz. “A” TAKDİM FORMU”NUN YOKLUĞU ne demektir?” aslında bu biraz sonra biraz daha netleşecek ama şöyle düşünelim; “A” Takdim Formu”nun yokluğu bir davranış biçiminin yokluğudur! Yani bir şeyi yok etmek, bir şeyin yokluğunu yaşamak denince, hemen “sen yoksun, ben yokum, o yok, şu yok bu yok, vücudumuz yok” diye düşünmemek lazım, öyle değil, onları yok sanmaya çalışmak değil. İlk yapılacak şey bu değil! Eğer kişi “A” Takdim Formu”ndan sıyrılmamışsa zaten yokluk yaşayabilmesi mümkün değil ki! Bu yüzden ilk yaşayacağı yokluk “A” Takdim Formu”nun yokluğudur, önce onu yok etmelidir. “A”daki takdim nasıldı, “A” Takdim Formu”nda kişi kendisini nasıl takdim ediyordu? “Ben varım gücüm var, aklım iradem var” diyor- 364 Yılmaz DÜNDAR du. Bu bakışıyla o “ben bende var olan Rububiyet gücüne sahip çıkıyorum, o gücü alıp rablığımı ilan ediyorum, tanrılığımı ilan ediyorum” manasında bir yaşantı ortaya koyuyordu. O iddia bir davranışa dönüşüyor! “A” takdimi bir davranıştır, bir davranış biçimidir. İşte bu davranışın yokluğu “A” Takdim Formu”nun yokluğudur. Vücudun yokluğu, evrenin yokluğu değil, henüz oraya gelmeniz mümkün de değil! “A” davranışından kurtulmadan, bu davranışı yok etmeden holografik evrene giremezsiniz! Holografik evren, İhlâs Hayat Döngüsü’nde göreceğiniz bir yerdir! İhlâs Hayat Döngüsü’nden sapan hal olan “A” Takdim Formu” holografik evreni göremez, fark edemez, holografik evrenden yararlanamaz; Vahidiyet’i hiç göremez. Dolayısıyla Holografik Evren denilen bilimsel bulguyu yöntem olarak kullanabilmek için önce “A” davranışının yokluğunu yaşamak gerekiyor. Öyleyse, birinci secdede bir iddianın yokluğu (o iddiaya ait davranışın yokluğu) yaşanacaktır! Biz onu Tesbih Salâtı’nda yapıyoruz: “Ve la havle ve la kuvvete illa Billâhil aliyyil azim” diyoruz. Bu yokluğu birinci secdede yaşamayı başarmak gerekiyor. Bunu yaşadınız, sonra yaşanacak İKİNCİ YOKLUK “B” Takdim Formu”nda durum tespiti yapan “BEN” anlayışının yokluğudur, o takdimin de olmadığının yaşanmasıdır. Bu önemli bir şeydir, biraz sonra onu daha geniş ele alacağız. Burada bir cümleyle söyleyelim: “A” Takdim Formu”nun yokluğunu yaşamak bir davranış biçimini, bir iddiayı yok etmektir. “B” Takdim Formu”ndaki “BEN”in yokluğunu yaşamak ise, vehmî anlayışın yokluğunu yaşamaktır. Vehmin, vehmî hislerin yokluğunu yaşamaktır. İkisi birbirinden öyle farklıdır ki, bilmem izah edebildim mi? Ve bunu fark etmek çok önemlidir! Demek ki, “A” Takdim Formu”nun, tanrılık ilanının yokluğunu yaşamak bir davranış biçiminin yokluğunu yaşamaktır, bir iddianın yokluğunu yaşamaktır! Buraya çok özen gösterelim! Bunu başarmadan diğeri mümkün değil, bu olmadan hiçbirinin başarılması mümkün değil! Bu iddiadan, bu davranıştan kurtulmadan mümkün değil! Göreceğiz; bu davranışın yokluğunu yaşamak edeb kapısından girmek demektir, EDEB budur. Çünkü “A”nın hayat tarzı, onun davranışları bu ilme göre EDEBSİZLİK’tir. Edepsizlik onun davranışının ismidir, o davranıştan sıyrılmak da edebdir. Edeb; tanrıların birbirlerine karşı oluşturdukları kurallar manzumesi değildir! Tanrılığını ilan etmiş olanların birbirlerine karşı oluşturdukları kurallar manzumesine bakarak bir kişiye “edebli, edepsiz” derseniz yanılırsınız. O kurallar tanrıların birbirlerine karşı olan saygılarını veya haklarını koruyor! Onlara bakarak tarif edeceğiniz edeb “tanrılar dünyasının edebi”dir. “Edeb Ya HU” ile kaste- Sen Tanrı mısın? 365 dilen EDEB, “A” Takdim Formu” davranışlarının olmadığı haldir. “A”nın hayat tarzı edepsizlikse ondan sıyrılmak da edebdir. EDEB HALİ odur. -“O bir davranış biçiminin yokluğudur” dediniz. O zaman; “öyle davranmayınca kurtulmuş oluruz” gibi bir düşünce yanlış olur mu? Öyle davranmayınca! Öyle davranmazsan kurtulmuş olursun! Öyle davranmayınca ve öyle davranmamayı tamamlayınca kurtulmuş olursun, “öyle davranmayacağım” demekle değil! Davranmazsan kurtulmuş olursun! -Öyle düşünüyoruz, ama öyle davranmayabiliyoruz. Nasıl olacak? Olmaz! Davranacaksın, yapacaksın! Kişi düzgün düşünecek, düzgün düşündüğü gibi de yapacak, yaşayacak. Düşünmek yetmez, öyle amel edeceksin, ikisi beraberdir. Nisa-175; “B” manasıyla iman eden ve o imanın gereğini yerine getiren”i müjdeliyor. İkisi beraber olacak: Düzgün düşüneceksin ve o düşünüşe, o imana uygun amel edeceksin. Söylediğimiz biraz netleşsin, gerekirse daha iyi anlaşılması için bu noktaya döneriz. “Vehim” nedir, yani “vehim nurundan yaratılan” nedir? İfadelerin tanımın anlaşılması şart! Tanım anlaşılmadığı zaman tereddüt ve ikilem doğuyor! Vehmi çok uzun tanımlayabiliriz, ama o bizi şu an konumuzdan uzaklaştırır, bu yüzden şimdi biz kısa bir tarif yapalım: İhlâs Hayat Döngüsü’nde “B” noktasıyla başlayan “lem yelid ve lem yûled” olarak isimlendirdiğimiz hayat VEHİM’dir! Bo noktasından itibaren bir de “A” Takdim Formu” dediğimiz sapan taraf var, orası da VEHMİN ZULMETİ’dir. Vehmin zulmeti vehim olmayıp bir davranış biçimidir, yani yaratılmış bir şey değildir, bir iddiadır; insanı altüst eden bir iddiadır! Vehme zulmeden bir iddiadır, vehmin karanlığıdır, vehmin suiistimalidir. VEHİM NURU Allah’ın yarattığıdır. Vehim olmasa şu anda hiç birimiz olamayız, bu hayat olmaz! -“Vehim” ve “vehmin zulmeti” birbirinden çok farklı o zaman? Çok farklı tabi! Vehmin zulmeti, tanrıların kendi vehimleridir, Allah’ın yarattığı vehimden ayrıdır ve aslında öyle bir yaratılan yoktur! Ama “vehim” çok ilmî bir biçimdir, bir prosedürdür, bir enerjidir hatta! Bir enerjinin ismidir, o enerjinin sanal görüntüsünün adıdır! Ama öyle bir sanal görüntü ki, o görüntüyü iyi okuyamazsan o vehim yüzünden “varı yok yoku var” sanarsın. Böyle sandığın an, var olan bu vehmi suiistimal edersin ve “A” Takdim Formu” oluşur, bir farklı davranış çıkar. Bu yüzden çok korkuyor ve diyoruz ki: Allahümme ahricni min zulümatil vehmi ve ekrimniy bi nuril fehmi. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in öğrettiği bu duayı bu idrakla söyler- 366 Yılmaz DÜNDAR ken diyoruz ki: Allahım, beni vehmin karanlığından, zulmetinden kurtar, çıkar. Bana vehmi suiistimal ettirtme, bana kendi nurundan bir anlayış nasib et ki bu işi kavrayayım, kendimi gerçek şekilde ortaya koyayım. Senin bana vermiş olduklarını suiistimal etmeyeyim. Bakara Suresi’nin ilk ayetleri Muttakiler’i anlatır: “Elif Lam Mim... Zalikel kitabu la raybe fiyh, Hüden lil müttakiyn. Elleziyne yu’minune bilğaybi ve yukiymunes salate ve mimma razeknahum yunfikun: Allah’ın onlara verdiğini, Allah yolunda harcarlar; İNFAK ederler!” Ama “A” takdimindeki kişi daha baştan bu anlaşmayı bozuyor. Allah’ın ona verdiği bir Rububiyet gücü var, onu alıp onunla kendi rablığını ilan ediyor, onu “A” yolunda kullanıyor ve daha baştan anlaşmayı bozuyor, böylece vehmi suiistimal ediyor. Vehmin karanlığı budur, vehmin zulmeti budur işte! Biz, kendini vehmin zulmetiyle takdim eden “BEN”i, kendini vehimle takdim eden “BEN”den karışmayacak şekilde ayırdık, ortaya koyduk: Bir kişinin “A” Takdim Formu”nda “BEN” demesi vehim değil VEHMİN ZULMETİ’dir. O bir suiistimaldir, bir iddiadır, bir davranış biçimidir. “B” Takdimi ise vehimdir! “B” Takdim Formu”nda kişinin “BEN” demesi VEHİM’dir. O yasal yanlıştır; yanlıştır ama yasaldır. “A” Takdim Formu”nu vehim sanarsanız olmaz. Kişi “A” Takdim Formu”nu etkisiz hale getirirse, Rububiyete sahip çıkmaktan kurtulursa “vehim”den değil “vehmi suiistimal etmek”ten kurtulur. Vehm’e ulaşır, vehmin kendisine, aslına, yasal yanlış dediğimiz yere gelir, “B” Takdim Formu”nda “BEN” demiş olur, durum tespiti yapan hale dönmüş olur; bu durumda HANİF olur, durum tesbitini hanif olan yapar. VEHİM HALİ o hanif haldir! Burayı anlamaya çalışalım inşaAllah: “B” Takdim Formu”ndaki seyri süluk nefsin hakikatine uygun seyirdir, buradaki “BEN” haniftir. Oysa “A” nefsin şerridir. Şimdi şu duayı iyi anlamış olacağız: Allahümme elhimni rüşdi ve eızni min şerri nefsi; Allahım, benim rüşdümü tamamla, bana rüşdümü ver ve nefsimin şerrine beni bırakma. İnsanlar buraya yanlış bakarak nefsi “şer” zannederler, nefsi “kötü” zannederler ve “nefsine uyma” diyerek bir nefs mücadelesi çıkarırlar! O zaman gelin, nefs mücadelesinin ne olduğunu da görelim: İsterseniz “A” ve “B” Takdim Form”larına şöyle bir açıdan bakarak başlayalım tarifimize. Diyoruz ki; “A” Takdim Formu” nefsin şerridir, yani bir kişinin kendisindeki Rab gücüne sahip çıkarak tanrılığını ilan etmesi nefsin şerridir. Neden nefsin şerridir? Çok dikkat buyurunuz lütfen, onun kendisinde bulunan Rab gücüne sahip çıkma gücü yine ondaki Rabbındır, o Rabba aittir değil mi? Başka bir yerden olabilir mi? Rab gücüne sahip çıkan, yine oradaki Rabdır. Nefsin şerrini oluşturan da yine oradaki nefsdir, Sen Tanrı mısın? 367 Rab’dır. Nefs mücadelesi derken nefsin o “sahip çıkan haliyle mücadele”yi, yani şerriyle mücadeleyi görmek lazım! Peki neden, kişinin Rububiyet kompozisyonu böyle kendi müstakilliğini neden ilan ediyor? Onu Nokta’yı tarif ederken göreceğiz. Şimdi “Nefsin şerri” anlaşıldı mı İnşaAllah? Yakaladığımız bu bilinçle bakınca dualar nasıl dikkatimizi çeker, nasıl ilaç gibi gelir artık: “Allahümme elhimni rüşdi ve eızni min şerri nefsi; Allahım beni nefsimin şerrine bırakma, beni nefsimin şerrinden koru ve kurtar.” “Allahümme rahmeteke ercu, fela tekilni ila nefsi tarfete aynin; Allahım rahmetini umuyor, bekliyorum. Beni göz açıp kapaması kadar bile nefsimin şerrine bırakma.” Yani; göz açıp kapaması kadar bile beni “A” Takdim Formu”na sokma, ben oradaki Rab gücüne sahip çıkmayayım. Nefs mücadelesine bu çerçevede bakalım, nefs mücadelesi nedir? NEFS MÜCADELESİ nefsin şerriyle mücadeledir. Kişi eğer vehmi ve vehmin zulmetini, nefsi ve nefsin şerrini, tanrılık ilanı ve Allah kavramlarını doğru tanımlamazsa, “illa Allah” kapsamında tarif etmezse, “La ilahe illallah” kapsamında fark etmezse nefs mücadelesini yanlış yapar; günahlarla mücadele edince nefsle mücadele ettiğini sanar, günahları işlememeye çalışınca “nefsle mücadele ettim” sanır. Bu yanlış mı? Tek başına yapılırsa yanlıştır! Çünkü kişiler GÜNAHLARLA MÜCADELE’yi biraz başarınca nefs mücadelesini başardıklarını sanarlar! Bu sefer fazla yemeyerek, fazla uyumayarak, bir şeyi fazla yapmayarak nefs mücadelesi yapmaya başlarlar, o yaptıklarını nefs mücadelesi sanarlar. Bu durumda nefs kuvvetlenir! Kuvvetlenirse ortaya iyi bir komando tanrı çıkar. Bu yanlış nefs mücadelesinin ürünü odur! Bunu başarırsa o zaman kişi nefse haddini bildirmek için doğruları da yapmaz, örneğin bir süre salât ikame etmez. Ona (yetkilisi!) der ki; “sen bir süre namaz kılma, senin nefsin namaz istiyor, onunla mücadele et!” Böylece doğruları bile yapmayarak mücadele etmeye çalışır. Bunlar doğru mudur? Vehmin zulmetinden kurtulmadan ne yapılıyorsa yanlıştır! Kişi esas şer olan nefsin şerrinden kurtulmamış da bunları şer zannediyorsa yanlıştır. Günahlar şer değildir, bir davranış biçimidir. Böyle deyince hemen yanlışa düşmeyin; günahlar elbette yapmaman gereken şeylerdir! Bilmeniz gereken şudur: ASIL ŞER nefsin hakikatine göre davranmıyor olmandır! Hakikatine göre davranmaman senin o güce sahip çıkmandır, müstakillik ve tanrılık ilan etmendir! -Nefsle mücadele edeceğim diye ibadetleri bırakmak, günahları önemsememek insanı rehavete sokmaz mı? 368 Yılmaz DÜNDAR Bırakmıyorsunuz! Nereden çıktı o? Hayır, bırakmıyorsunuz! Bırakmıyorsunuz, yanlış anlaşılmasın! Günahlarla mücadeleyi, vehmin zulmetinden kurtulma mücadelesine girmeden yapıyorsanız faydası olmaz! Siz “A” Takdim Formunda”sınız ve bunu fark etmemişsiniz. Yani bir tanrı var ve o tanrı tanrılığından kurtulması gerektiğinden habersiz olarak günahlardan korunuyorsa, aşırılık yapmıyorsa, kendine bazı disiplinler getiriyorsa ne olur ki? Eğer tanrıysanız faydası olmaz, bir komando tanrı oluşur, güçlü bir komando çıkarırsınız. Ama bu işleri tanrılıktan kurtulmaya çalışan birisi yapıyorsa bunlar ona faydalıdır, günahlarla mücadele onun nefsin hakikatine uygun seyr-i sülukünde bir disiplin oluşturabilir. Eğer siz İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki seyr-i sülukta rehavet yüzünden bir yerde kalmışsanız, onlar seni takıldığın yerden kurtarır, ilerletir. Ama “A” Takdim Formu”ndaysanız, oradaki kişi rehavetten kurtulsa ne olur kurtulmasa ne olur; tanrısınız bir kere! Önemi yok, bir faydası yok! İzah edebildim mi? NEFS MÜCADELESİ “A” Takdim Formu”yla mücadeledir, o davranışla mücadeledir! O mücadele aslında “A” yapının fonksiyonlarını oluşturan VERİTABANI İLE MÜCADELE’dir. Nefs mücadelesi; “A” Takdim Formu”nun o veritabanını işlemez hale getirme mücadelesidir. Onunla mücadele, onu fonksiyonsuz kılma mücadelesidir. Ama “A” Takdim Formu”nu bu dünyada tamamen yok etmek mümkün olmaz. Bu dünya hayatının gereği olarak o hep olacaktır. Çünkü dünya demek o demektir, dünya hayatının görüntüsü odur! Ancak onu fonksiyonsuz kılmak mümkündür. Sizin bu mücadeleniz sırasında o da boş durmaz, sizin onu fonksiyonsuz kılma mücadelesi içerisinde öğrendiklerinizden o yeni şeyler üretir, karşınıza “yeni fonksiyonlar” üreterek çıkar. Onun bu yöntemini fark ettiğin zaman çok dikkatli ve çok müttaki olursun ve onun yeni fonksiyonlarına düşmeden, onları işlemeden fark eder ve onlara; “La ilahe” der, onları çalıştırtmazsın. Demek ki “A” Takdim Formu” bitecek, ortadan kalkacak bir şey değil! Öyle bir mana çıkarmamak lazım. Yaşadığınız sürece o form vardır, olacaktır, onu fonksiyonsuz kılmayı başarmak gerekiyor. Onun bir fonksiyonunu etkisiz hale getirirsiniz o size yeni fonksiyonlar çıkarır, onu sizin yeni seyr-i süluğunuzdaki yeni bilgilerinizden çıkarır. Siz onu uygulamadan fark ederseniz, “bu ona aittir” der, güler geçersiniz. Onu nasıl fark edersiniz? Şöyle: O yeni fonksiyonu, ona ait fikri siz oluşturmazsınız. Siz o fikrin ortasında fark edersiniz onu. “Ben böyle bir şey düşünmemiştim, böyle bir şey yoktu, bu nereden çıktı, yürüyen bir fikir var” der, fark edersiniz. O düşünceleri siz planlamamışsınız, siz öyle bir şey planlamamışsınız. Ama! Ama bu mekanizmayı bilmeyen, onu kendi planı Sen Tanrı mısın? 369 zanneder ve uygular! Uygular da “A” Takdim Formu”nun tuzağına düşer. Oysa bu mekanizmayı bilen ve onunla mücadele eden onu bir yerinde fark eder, Çünkü yürüyen bir fikrin ortasında bulur kendisini. İşin planlayıcısı da değildir, kendini fikrin ortasında bulur ve “hiç de bana uymadı, bu nereden çıktı?” der. O durumda “La ilahe” derse yok eder onu. Bu hep karşınıza çıkacaktır, hep bu mücadeleyi yaşayacaksınız! Bu hal, bu mücadele içerisinde hep dikkat kesilip fark etmeniz gereken bir şeydir. Bunun antrenmanını yaparsanız size çok faydası olur, şeytanın verdiği vesveseyi fark edebilirsiniz. Diyelim ki, birisi hakkında bir şey düşünüyorsunuz. Düşünürken, o düşüncenin üçüncü dördüncü basamağında “onun hakkında düşündüğünüzü” fark ettiniz. Fark ettiğinizde, kendinizi onu düşünüyor buldunuz, hatta üç beş cümle de geçmiş. Siz üç beş cümle sonra o kişinin hakkında düşündüğünüzü fark ettiniz ya, işte siz aslında devreye yeni girdiniz, dikkat edin! Dikkat edin de ŞEYTANIN VESVESESİ denileni görün! Fark ettiğiniz an siz devreye girdiniz! Bu mekanizmayı bilmiyor olsanız, onu hep kendinizin planı zannedeceksiniz, zaten öyle de zannettiniz. O fikri hissettiğinizde; “ben ona gösteririm” deyip o fikre sahip çıktınız mı vesvese kazandı demektir. Siz vesveseyi, zannı aldınız, kendi malınız yaptınız. Halbuki siz ona üç beş cümle sonra dâhil olduğunuzu fark edip, “bu benim değil, bana ait değil, benim hakikatime uymaz” derseniz verilen vesveseyi yakalamış olursunuz, hem de tuzağa düşmeden! Ona sahip çıkmazsanız o önemini yitirir. Sahip çıktığınız zaman çok önemli hale gelir, vücudunuz birden onun kimyasına girer. Merak ettiğiniz bir kişiyse “kim?” kimyasına, kızdıran bir olaysa “öfke” kimyasına girer. Ne duygusuysa o duyguya ait kimyaya girmekle vesveseye sahip çıkmış olursunuz. Size ait olmadığını, reddetmeniz gerektiğini bildiğiniz an o kimya çalışmaz! Çünkü sahip çıkmadınız, fark edip hayatınız haline gelmesini engellediniz, şeytanın vesvesesini kendinizde yakaladınız! -Vesveseyi yakaladığımız zaman yapacağımız nedir, ne yapmalıyız? Birçok şey... “Allah” demek de yeterlidir, “Estağfirullah” demek de. Fark ettiğiniz vesveseye “La ilahe İllallah” deyin “İhlâs, Felak, Nas…” okuyun, hepsi olur. O an onun size verdiği o korkuya, o duyguya göre hangisi olsa olur, yeter ki Allah’a sığının! Yeter ki Allah’a sığının! Hatta hadislerde şu vardır: “Kişi hiçbir şey söylemese, “Allah adına” rahatsız olsa yeterlidir, o bile sığınmadır, rahatsız olmak bile bir tövbedir.” Ama bu bir tanrı rahatsızlığı olmamalıdır, bu ilan edilen tanrının haklarını koruma rahatsızlığı değildir. Allah adına (Allah için) rahatsız olmak yeterlidir. 370 Yılmaz DÜNDAR Bu yolda GİRDAB’a neden düşülür? Bu ilimde önemli bir girdabı söylemeye çalışayım. Bu yolda girdaba yanlış nefs terbiyesi yüzünden düşülür! Bu yolda girdap oluşturan odur ve o önemli bir girdaptır. Nedir o girdap? “A” Takdim Formu”nu fark etmeden ve onu yok etmeden başka şeylerin mücadelesine girmek! Hayatın içinden bir örnek verelim, şöyle bir mücadele ve hal girdaptır: Ben yapmıyorum ki, ben işitmiyorum ki, yapan ben değilim ki. Çok dikkat edin buraya, “yapan ben değilim” demek yeterli bir şey değildir, “yapan ben değilim” sanmak doğru yol değildir, yeterli doğru yol değildir. Kişi bir anlatanı dinlerken, bir yazıyı okurken karşılaşır, denir ki, yapanın sen olmadığını fark et! Bu öğüt yüzünden “yapanın kendisi olmadığını” fark eder ve onu o kadar güzel hayata geçirir ki “yapan ben değilim, bende yapan Allah” der, yürür. Tanrı duruyor! Tanrı var, dikkat et! Hala tanrılık iddiasında biri var ve Allah onda bir şey yapıyor. Terk etmediği tanrılık var. Şimdi o tanrıyı zavallı hale getirdi, yaptığı budur; ZAVALLI TANRI oluşturdu! Zavallı tanrıları insanlar çok önemli sanar, gördüklerinde ona önemli kişi gibi yaklaşırlar. Genellikle onlar nefs-i mülhimeye gelmiş olurlar. Eğer bir zavallı tanrı nefs-i mülhimeye gelmişse insanlar onu veli, hatta çok önemli veli sanarlar! Böyle bir yanılgıya düşerse kişi bu yoldan yararlanamaz. Dikkat edin bir noktadan sonrası için hep ne diyorlar: HAKİKİ MÜRŞİD! Bir noktadan sonra gereken budur; HAKİKİ BİLEN! Gelinen bir noktadan sonra, yararlanmayı ilerletebilmek için, bu söylediğim ipuçlarıyla dikkat etmek gerekiyor. -Tersi de olabilir mi; zavallı değil de “her şey bende” diyen güçlü bir tanrı? Mümkündür. Yalnız etraf onları “çok önemli” sanmaz. Onlar kendilerini “çok önemli” sanarlar! “A” yapılarını çeşitli tasavvuf kokuları ve bilgiyle güçlendirmiştir onlar. Hatta o kokuyla beş duyusu dışında özellikler de kazanmışsa feth-i zulmani yolunda ilerlemiştir. İnsanların bir kişiyi KUTSAL SANMA’sı, zavallı görüntüyle, mütevazı görünmeyle çok ilişkilidir. -Düşünme olayında “ben bunu düşündüm” derken sahip çıkmak gibi olmuyor mu, onu düşünen “BEN” mişim gibi olmuyor mu? “B” Takdim Formu”ndaysan hiç bir sakıncası olmaz! Eğer sen İhlâs Hayat Döngüsü içindeysen aynen öyle söyleyebilirsin. SAHİP ÇIKMAMAK konuşmandaki “B,E,N” harflerini silmek değildir. Onları aynen yine kullanabilirsin. Örneğin “B” Takdim Formu”ndaki bir kişi “düşüncem” diyebilir, “arabam” diyebilir. Çünkü “B” anlayışıyla kendini takdim eden kişi, durumunu “B” olarak tesbit eden kişi kesret âleminde, biriyle konuşurken bir dil kullanacaktır, hiçbir sakıncası yoktur. Bir de Yaradan’ına yöneldiği zaman bir dil kullanır, Sen Tanrı mısın? 371 o diğerinden farklıdır. Yaradan’ına yöneldiğin zaman kullandığın dili sen normal hayatta kullanırsan olmaz, ikisi farklıdır! Yaradan’ınla da o anlayışla konuşursan dilin bozulur. Tövbe açısını anlatırken söylemiştik, Yaradan’ına yöneldiğinde “Allahım bir daha yapmayacağım” dersen yanlış olur demiştik. Rabbine karşı birimselliğini ilan etmiş olursun. Ama birisiyle konuşurken rahatlıkla “yapmayacağım” diyebilirsin! -Hz. Âdem ile şeytan arasındaki cümleler nasıl yorumlanabilir? Dikkat edin, o diyalog ikisi arasındaki konuşmadır! Âdem Rabbine öyle demiyor! Şeytana diyebilir, ama Rabbine öyle demiyor. Rabbine; “nefsimize zulmedenlerden olduk, eğer merhamet etmezsen ve bağışlamazsan hüsrana uğramışlardan oluruz” diyor. “Allahım beni şeytan kandırdı, bir daha ona uymayacağım” demiyor. Ama şeytanla konuşurken ona diyebilir. Hz. Musa ile Hz. Âdem aleyhimüsselamın hadiste anlatılan konuşmalarını hatırlayın. Onlar Rableriyle öyle konuşamazlar. Her iki diyalogun tipi farklıdır. “Rububiyet gücüne sahip çıkarak Vehmin zulmetini oluşturan güç de aynı güçtür, o da sizdeki rab gücüdür” demiştik. Rububiyet gücünü fark edip “ben müstakilim” diyen de yine oradaki Rab gücüdür, başka bir güç olabilir mi? Rabbim dilemeden olur mu? Mümkün değil! Yine de “seyrimizce” diyelim! Kişideki “ben müstakilim” sanışı nereden kaynaklanıyor? NOKTA’NIN MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ’nden! “Ben müstakilim” diye sahip çıkış, Nokta’daki Muhtariyeti Tercih Gücü nedeniyledir! Nokta’da bir tercih gücü var, o gücü kullanıyor. Nokta kendisindeki o gücü kullanmayabilir mi? Muhtariyeti Tercih Gücü’nü fark etmesi ve kullanmaması dilenmişse kullanmaz! Ama onun bu gücü kullanmasıdır ki zaten noktada dünya hayatını başlatıyor. “Nokta nedir? Nokta ve Kudreti nedir?” göreceğiz. Eğer kişi “A” Takdim Formu”ndan habersiz yaşarken “nokta” diye bir şey duymuşsa ve noktanın ne olduğunu düşünüyorsa, noktaya bir yer belirler, nokta onun bir yerindedir hep! Beynindedir, kalbindedir, derunundadır, içindedir, hakikatindedir, bir yerindedir. Niye? Kendi var ve Allah da, nokta da onun bir yerinde. Allah’a da yer arar ve “bizde” der, çok sıkışırsa “her yerde” der, karşıdakini iknasına bağlı! Karşıdaki “her yerde”yi kabul ederse tamam, kabul etmezse bu sefer; sende, kendinde, içinde, özünde, hakikatinde… Bir yere koyacak mutlaka. Niye bir yere koyuyor? Rububiyete sahip çıkmaktan bir türlü sıyrılamadığı için, o rububiyet ilanının verdiği hükümranlıkla O’nu bir yere koyuyor. En iyi yere, en kutsal yere koyuyor olabilir, ama hep onun hükümranlığı içindedir! Nokta’yı da rablık ilanının hükümranlığı içinde bir 372 Yılmaz DÜNDAR yere koyar. Oysa nokta öyle değil! Nokta’yı fark ettiğiniz zaman “A” Takdim Formu”nu da “B” Takdim Formu”nu da daha iyi yakalamış oluruz inşaAllah. Tefekkür Şeması 3’den Her bir insan bir Esma’ül Hüsna terkibidir, değil mi? İNSAN Esma’ül Hüsna terkibidir. Bu Esma’ül Hüsna terkibini çok basit bir benzetmeyle anlamaya çalışalım. Benim elimde beş çeşit meyve suyu olsun ve ben bunlardan farklı lezzetlerde yeni meyve suları yapacağım. Her birinden farklı ölçülerde alıyor çeşitli seri lezzetler oluşturuyorum. Oluşturduklarımın hepsi, elimdeki bu beş çeşit meyve suyunun terkibidir, değil mi? Aslında yeni meyve suları elde ettim ama bu terkipler var olan o beş çeşit ana, saf meyve sularından alınan miktarlardır, ama farklı yeni lezzetlerdir. İşte yeni çıkan her bir lezzet kompozisyonu, ilk, saf, ana meyve sularına göre NOKTA’dır! Nokta yaratılanın adıdır, her bir yaratılandır! Allah ne için dilemişse, O’nun dileğine uygun o kompozisyon neyse, o kompozisyonla orada yeni bir şey meydana geldi ya, o dileğe uygun bir yapı oluştu ya; işte o noktadır. O dileğe uygun her bir kompozisyon noktadır, o dileğe uygun bir nokta oluştu. Dikkat edin, nokta onun herhangi bir yerinde değil; o terkibin adı noktadır! Yalnız insan için değil, dilediği her şey için bu böyledir! Dilediği her terkip, dileğiyle meydana gelen her terkip bir noktadır! Ver her bir noktadan açığa çıkan bir güç vardır ve o güç, bâtında Allah’ın kudretidir! KUDRET ise, Allah’ın gücüdür! Peki, ilahi kudretin özelliği nedir, Allah’a ait kudret nedir? İLAHİ KUDRET yoktan var etme gücüdür, yoktan var etme gücü Kudret’tir. Bu manası nedeniyle kudret, kuvvetden ayrılır. Biz, insan için “kudretli” kelimesini “kuvvetli” ma- Sen Tanrı mısın? 373 nasında kullanmayız. KUDRETLİ kudret sahibidir, var ediyor. Kudretli olan yoktan var edendir. Bu manası ile “kudretli” kuvvetliden çok farklıdır. “Yoktan var etmek” geçmişte çok büyük kişiler arasında bazı farklılıklara değil ama hoş tartışmalara da sebep olmuştur. Mesela, Muhyiddin ibni Arabî Hazretleri’nin bir görüşüyle Abdülkerim El-Ciyli Hazretleri, zamandaş olmadıkları için, gıyaben çok nazik bir fikir tartışması yapmıştır. Muhyiddin ibni Arabî Hazretleri, Kudret’e; “Allah’ın ilminde var olan şeylerin açığa çıkmasıdır, Allah’ın ilminde zaten bir şey var, onun yaratılmasıdır” demiştir. Abdülkerim El-Ciyli Hazretleri ise; “hayır, Allah’la beraber ilminde öyle bir şey yok” diyor. Çok önemli bir incelik var, orada “yoktan var etme” hakikatine işaret var. Orada bir zaman yok, orada zaman önceliği değil, hükmi öncelikler var. Önce Zatı, hep Zat’ı! Zatı’ndan sonra ilminde diledikleri! Zatıyla beraber ilminde de o bilgiler vardı, o şekiller vardı, değil! Burası şimdilik biraz derin tarafa doğru gidebilir, konumuza dönelim. Kudret [İlahi kudret] yoktan var etmektir! Dolayısıyla bu yoktan var etme gücü Nokta’da da vardır! Nokta’nın dilendiği bu hale gelirken geçirdiği evreler yüzünden oluşan perdeler nedeniyle o güç Nokta’da “Noktanın Gücü” olarak açığa çıkar. Nokta bu gücü ya sahiplenir veya yasal olarak kullanır. Sahip çıkarsa “benim gücüm” der, fark ederse “La havle ve La kuvvete” der. Nokta biraz anlaşıldı mı? Burası anlaşılmazsa ve kişi “A” Takdim Formu”ndan kurtulmadan “herhangi bir yerimde nokta var” zannına düşerse yeni bir tanrı çıkar; Noktalı Tanrı! O kadar çok farklı tanrı var ki... O tanrıları iyi tanımak ve o tanrılardan olmamak lazım! Kişi “A” Takdim Formu”ndaysa “nokta bende” der ve noktalı tanrı olur! Çok hassas bir nokta! Burayı çok iyi fark ettiğinizde o kadar hızlı anlama, ilerleme mümkün olacak ki! Kendinizdeki kudrete sahip çıkan bu davranışı fark edip bu davranıştan sıyrıldığınızda, bu davranışı “ti”ye aldığınızda anlama ve ilerleme o kadar hızlanacak ki! Tanrıya ait o davranışı “ti”ye almak ona “La ilahe” demektir. Onu önemsemediğinizde ona sahip çıkmamış ve onu fonksiyonsuz kılmış olursunuz. “La ilahe illallah” diyerek onu yok saymak iyi bir Kelime-i Tevhid Zikrullahı’dır. Yaptığımız nokta tarifi “B” Takdim Formu”nda durum tespiti yapan kişi içindir, konuya hanif yaklaşan “BEN” anlayışı içindir, yani gerçek kesret âlemi için geçerlidir. Amacımız “A”dan kurtulup “B”ye girmek ya! Hedefimiz önce “A” Takdim Formu”na ait davranış yanlışlığından, edep dışı olan bu davranıştan kurtulup “edeb” haline, “B” Takdim Formu”na girmek ya! Şimdi hedefimiz bu; “B” anlayışıyla durum tespiti yapmak, “B” anlayışıyla durum tespiti 374 Yılmaz DÜNDAR yaparak “BEN” demek! İnşaAllah bu gerçekleşti diyelim. Bu gerçekleştiğinde bakacaksın ki, “BEN” diyen birçok VARLIK var, bir KESRET var, yine birçok NOKTA var, öyle göreceksin. Ama şimdi yeni bir seyr-i süluk başlıyor... Bu yeni seyr-i süluk; birçok “BEN”in olmadığını anlayacağın Vahidiyet’e doğru gidiştir! Farklı “BEN”lerin olmadığı, farklı Hayy’ların, farklı Mürid’lerin olmadığı; her “BEN”de ayrı bir Hayy’ın, her “BEN”de ayrı bir Mürid’in olmadığını fark edeceğin yeni seyr-i süluk başlıyor şimdi. Bu seni Vahid ismine götürür! Sonra? Farklı bu “BEN”leri birledikten sonra, sonra bu birlediğinin de yokluğunu başarman gerekir ki, o da seni Ehadiyet’e götürür. Gerçek kesret âlemine girince de çeşitli noktalar, çeşitli “BEN”ler göreceksin; çeşitli Esma’ül Hüsna terkipleriyle karşılaşacaksın. Karşılaştın, sonra? Şimdi onların ayrı ayrı olmadığını, hatta aslında görüntü oyunları olduğunu ve onları birlemen gerektiğini anlarsın! O zaman farklı yöntemler kullanacaksın ki o seni Vahidiyet’e götürsün. Bir hedef var; Vahidiyet! Bu hedefe, hedefine ulaşabilmen için hedefini tarif etmen gerekiyor; “ben bu bakış açısıyla nereye gideceğim, neyi elde etmek istiyorum?” diye sorman gerekiyor. Eğer bu tarifi yaparsan, o zaman zikrullahı tefekkürle yapabilirsin. Zikrullahı tefekkürüyle yapmak önemlidir. Hedefine giderken, fiillerin tecellisinden sonra isimlerin tecellisi gelir. Oraların antrenmanını yaparken o bilimsel bakışlardan yaralanarak tefekkür yaparsın; yani fikri müşahedelerle Esma’ül Hüsna zikrullahlarını birleştirirsen zikrini ve tefekkürünü yaptığın Esma’ül Hüsna’ya ait beyin kapasitesinin hızla ve sağlam açılmasını sağlarsın. Sonra da onları bir, tek yaparsın. Sonra da… -Ama bunlar yine de “A”dan kurtulmadan yapılamıyor, değil mi? Mümkün değil, kesinlikle mümkün değil! -O zaman “A”dan kurtulup kurtulmadığımızı nasıl anlayacağız? Çünkü bir şekilde ilerlediğimizi zannedip, kendimizi “B”de zannedip yanlış yapabiliriz? Elbette! Onun için çok hızlı gitmeden anlaya anlaya ilerliyoruz! Bu yüzden, sürekli olarak “A”yı ve A”dan kurtulma yöntemlerini anlatıyoruz, ondan kurtulmak için nasıl bir gayret gerekiyor onu konuşuyoruz. Çünkü, akşam bu konuyu konuştuk diye sabah kurtulunmuyor. Bu bir ömür, bir hayat bu! Böyle yaşamak önemli, bunun mücadelesi önemli! Ama önce böyle yaşamanın telaşına girmek gerekiyor bir kere! Böyle yaşamak, böyle yaşamayı öncelik haline getirmek için bir telaş lazım; ALLAH RIZASI İÇİN YAŞAMAK budur! Allah rızası için yaşamak başka bir şey değil ki! Eğer bu telaş ve gayret Sen Tanrı mısın? 375 yoksa, yapılan diğer şeyler “A”nın Allah’a yaranma yöntemleridir, Allah’ın rızasını kazanmak için yağ çekmesidir ve onlar ALLAH RIZASI değildir! Tarifi yapılınca Allah rızası’nı anlamak da kolaylaşıyor, elhamdülillah... -Korkum, kendimi “B” zannetmek. Şeytanın vesvesesi nedeniyle kişinin kendini “B” zannetmesinden kurtulmak için ne yapılabilir? Nasıl bir korku oluşuyor söyler misin, biraz somutlaştırman lazım. -Ona, aslında “B” olmadığın halde kendini “B” sanma korkusu diyebiliriz. Kendisini “B” sanmanın bir sakıncası olmaz ki! Yeter ki “A” sanma! Kişinin kendini “A” sanması sakıncalı, “B” sanmasının hiçbir sakıncası yok, keşke sansın. Zaten öyle! Kendini “B” sandın diye sana kimse kızmıyor ki. O “yasal yanlış” ve şu an bizim için hedef o! Yeter ki kendini “A” sanma. Kendini “B” san ve “B” sanmaktan da korkma, “A” sanmaktan kork! -Sormak istediğim tam şu: Bazı şeyleri aslında “A” olarak yapıp da, “B” olarak yapıyorum” zannetmek olabilir mi? İlk söylediğinle bu, ikisi birbirinden farklı şeyler! Kendini “B” sanmak başka, yaptığın işi “B”ye yaptırıyorum sanmak başka! Kendini “B” sanmanın hiçbir sakıncası yoktur. Niye? Zaten öylesin de onun için. Adam asker, kendini asker sanıyormuş. Sansın, hiçbir sakıncası yok! Kendini sivil sanmasının sakıncası var. O zaten asker, hiçbir sakıncası olmaz! Eğer sen “A”dan kurtulma mücadelesi içerisindeysen işlerini mümkün olduğunca “B”ye yaptırıyorsun demektir, “B” anlamıyla yapıyorsun” demektir, çünkü bunun telaşındasın. Elbette bunlar bıçakla kesilmiş gibi birden olmaz! “A” burada “B” orada değil ki! Niye? Çünkü “A” hiç yok, o bir iddia, bir iddiaya dayanan bir davranış biçimi! O zaten hiç yok, zaten yapan eden “B”. Ama eğer ilk keşfini yapmışsan! İlk keşf; “Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” anlayışını fark etmiş ve ona göre yaşıyor olmaktır. Keşf konusunda şuna dikkat edelim: Söyleyeceğim şu hal “keşf” sanılır ama değildir! “Bende gören Allah, bende işiten Allah, bende söyleyen Allah” şeklindeki yaklaşım keşf değildir! “Bende gören Allahtır” dediğinde [“BEN”de gören!] birimselliğini ilan etmiş oluyorsun, bu “BEN” anlayışını keşf sanarlar ama bu, keşfin gölgesidir! İlk keşf’i yapan idrakın cümlesi nedir? “İşiten Allah, gören Allah, söyleyen Allah...” Merak ettin, “A”ya mı, yoksa “B”ye mi yaptırıyorum” dedin, kriterin bu: İşiten Allah, gören Allah, söyleyen Allah.. Bu keşfi yapmışsan, bu keşifte sabitsen o zaman yaptıkların “B”nindir, “B” kapsamındadır, “B” mealiyle oluyor demektir, o zaman “A” yapıyor sanıpta korkma! Çünkü gören Allah, işiten Allah, söyleyen Allah’ı 376 Yılmaz DÜNDAR bilmek, tanrı ilan etmemek demektir, kendinde tanrılık ilan etmemek demektir. Oysa “bende gören Allahtır” ifadesi birimsellik, tanrılık içerir. -“B” halini yaşayan öyle diyemez mi? Diyemez tabi, diyemez! Onu “B”ye yaklaşan der, henüz daha fark etmemiştir, der! “B” manasına girmiş de durum tespiti yapan onu diyemez, bu yüzden o cümle keşf sayılmaz. Keşf kapısından girerken İLK KEŞF budur; gören Allah, söyleyen Allah, işiten Allah! Bunu söylemek kolay! Sonra? Sonra hayat niye böyle devam etmiyor? Ne yapınca bu hal bozuluyor? Bu söylediğimiz tespiti yapıp keşf kapısından girdik diyoruz da, bu sonra neden bozulur gibi oluyor, biliyor musunuz? Çünkü bu söylediğiniz henüz ilmel yakîn! Bozulmaması için hakkel yakîn olması gerekiyor! Başlangıç çok doğal olarak böyledir, ilmel yakîndir; ilk bilinç budur! Bu yolda ilerlerken ilk bilincin adı ilmel yakîndir, onun amel olarak ismi ise fiillerin tecellisidir! Bu safhada kişi hayatına dikkat ettiği zaman fiillerin tecellisinin başladığını görür! Bazı kaynaklarda fillerin tecellisinde yaşanan on farklı bilinç tanımlanmıştır. Kişi onları fark ettikçe halini onarır ve ilerler. Demek ki FİİLLLERİN TECELLİSİ başlıyor. Bu başlayacak, zamanla pekişecek ve hayat tarzı haline gelecek, sonra isimlerin tecellisi gelecek, pekişecek ve senin yaşayışın haline gelecek, sonra sıfatların tecellisi... Fiillerin tecellisinde, isimlerin tecellisinde ne oluyor? “B”deki idrak ilerleyiş süreçleri fiillerin tecellisi, isimlerin tecellisi, sıfatların tecellisi şeklindedir. Aynı süreçler; ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn olarak da isimlendirilir. Onları, uygulayabileceğiniz idraklar olarak Rabbinden Bilmek, Rabbi Bilmek, Bilen olmaz diye de isimlendiriyoruz. Hatta buna nefs-i mülhimeyi de dâhil edip başlarsak iş Rabbini Bilmek’ten başlar: Rabbini Bilmek, Rabbinden Bilmek, Rabbi Bilmek ve Bilen olmaz. İhlâs Hayat Döngüsü’ne paralel cadde Rabbini Bilme idrakının yeridir. Bu idraka niye Rabbini Bilme diyoruz? Rabbini Biliyor ama yeriyle meşgul: “O heryerde, bende, özümde...” Henüz O’nu bir yere yerleştiremedi, O’nu bir türlü bir yere tayin edemedi. Veya bir yere yerleştirmiş, oturtmuş ve o idraktan mutmain olmuş da olabilir! Mesela “içimde” diyor ve bu noktadan da mutmainse orada kalır, “Rabbini Bilmek” onun son durağı olur! Ama durmaz da devam ederse “Rabbinden Bilmek” gelir, fiilleri Rabbinden Bilme başlar. Mesela oruç tutmayan birine baktı, Rabbinden bilir. “Rabbimden bilirsem, onunla uğraşmam, didişmem, işimle meşgul olurum” der. Onun o halinde Allah’ın emrini görüp “ne güzel oruç tutmuyor” diye bile düşünebilir. İşte bu da Rabbinden Bilmek’tir! Bunu iyice rutinleştirdin, her şeyi Rabbinden bilmek sende hayat Sen Tanrı mısın? 377 tarzı oldu, ama ilerlemek de istiyorsun, sana yeni bir hedef çıkar; “Rabbin Bilmek” başlar. Fiilden geçtin, artık Rabbin Bilmek’tesin; Rabbin biliyorsun! Bu senin için yeni bir idraktır. “Rabbin Bilmek” sende bilinç haline geldiği zaman ne olur? Örneğin daha önce arkadaşına diyordun ki; mübarek Cum’a gününün sahibi Allahtır. Bu Rabbinden Bilmek’ti! Sonra düşündün: Cum’a Günü ne, o kim? Cum’a Günü’nün sahibi Allah” da “Cum’a Cum’a günü kim? -Allah, illa Allah... “Her şey Allah’ın ilmindedir” idrakıyla “Allah, illa Allah” diyorsunuz. Şimdi “Rabbin” bildin, bu idrakla “Rabbin bilmek” oluştu. İdrakında “Rabbin bilmek” yerleşirse, (ki bu İSİMLERİN TECELLİSİ’dir) bu rutinleşirse sonra BİLEN OLMAZ, bilen kalkar, yani Kul kalkar! Kul kalkar, kul kalkınca Rabb kalkar. Kul’a “nokta” dersek; Nokta kalkar. Nokta kalkınca Rabb da kalkar. Bir tefekkür molası verip tekrar edelim inşaAllah. Bu yoldaki popülasyonun nefs-i mülhimede yoğunlaştığını görürsünüz. Sonra fiillerin tecellisinde, sonra isimlerin tecellisinde, sonra sıfatların tecellisindedir. Hatta buradakilerin sayısı tanelere iniyor! Dolayısıyla, bu konular ele alınırken taneleri muhatap alan davranış biçimi mi yazılır, örnek verilir, yoksa geniş popülasyonları ilgilendirecek kısım mı? Bu popülasyon nedeniyle, o bilgileri ancak özel zatların kitaplarında, fikirlerinde bulabiliyorsunuz. Böyle bakınca, aslında bazı konuştuklarımız o kadar özel ve ileri hayat tarzları ki, ancak onları çok, çok gayretle aradığınızda ipuçlarını bulabilirsiniz. Normalde insanlara bir tavsiyede bulunacağın zaman hakkal yakîn hayat tarzını tavsiye edemez, onu örnek veremezsiniz! Doğru olmaz! Bu yüzden ilerlemek için, “B” noktasına, sıfır noktasına, keşf kapısına gelmiş kişinin ilk fark etmesi gereken şey fiillerdir, fiilleri Rabbinden bilmesi gerekir! İlk aşılması gereken fiillerdir, önce “fiilleri Rabbinden bilme”yi halletmek gerekiyor. HU ismini hafif konuşmuştuk, hatırlayacaksınız. Şimdi onu daha anlamak üzere bir örnek verelim. Biz Esma’ül Hüsna’ları görmeden, onları fark etmeden birbirimize nasıl hitap ediyoruz? Normal isimlerle “Hakan Bey, Hüseyin Bey” diye değil mi? Böyle hitap ederken, o birimleri müstakil gördüğümüz bir kesret âlemi var, değil mi? Biz, bu kesret âlemi görüntüsünden sıyrılsak ve Esma’ül Hüsna’ları görmeye başlasak, o zaman ne deriz? Deriz ki; tamam, şimdi doğruyu bulduk, kesret âleminden sıyrıldık. Evet, doğru! Ama bu da bizde normal hayat haline gelir de burada kalmak istemezsek, ilerlemek istersek, bu sefer oraya ait sorunları fark etmeye başlayacağız. 378 Yılmaz DÜNDAR Nedir o? Nasıl şimdi “Hakan Bey, Hüseyin Bey” demek bize kesret geliyor ve bundan kurtulmak istiyoruz, o zaman da “Hayy, Mürid, Semi, Basir” demek bize kesret gözükür. Kişi şimdi “Hakan Bey, Hüseyin Bey, Ahmed Bey…” derken duyduğu rahatsızlığı, aynen “Hayy, Semi, Basir” derken yaşamaya ve Allah’tan utanmaya başlar. O’na çoklukla sesleniyor olmaktan mahcup olur ve HU ismine sığınır. HU ismine sığınır; ne yana dönse “HU, HU, HU” demeye, bütün esmaların yerine “HU” kullanmaya çalışır. HU diyerek esmaları birleme gayretine girer, esmaları HU diyerek birler. Kişinin mahcubiyetle oluşturduğu bir davranış biçimi olduğu için, kolay anlaşılsın diye oraya MAHCUBİYETTEN GELEN VAHİDİYET diyoruz. Ama bu mahcubiyetle oluşturduğu Vahidiyet’i idrakla da yakalarsa o zaman kişi VAHİD ismini fark eder! Şimdi “Hayy, Semi, Basir...” diye isimler görüyor ve sesleniyor olmaktan mahcup olduğu için “HU” diyor. Aslında ona göre onlar var, ama onları ayrı ayrı görmek istemediği için “HU” diyor. Bu mahcubiyetten görmemektir! Bir de idrak olarak onların yokluğunu yaşamak vardır. Esmaların yokluğu yaşanabilir, bir kişi “esmaların yokluğunu yaşadım” diyebilir. Esmalar Vahidiyet’in altında bir mertebe olduğu için orada bir tesbit eden olabilir. Vahidiyet’ten sonra tesbit eden kalmaz. Kalırsa hala bir birim var demektir. -Hazreti Osman’ın utanması o anlattığınız mıdır? Biz Hz Osman radıyallahu anh’ın baktığı yerde ne gördüğünü bilmiyoruz! Belki de melekleri görüyor! Onun bir banyo yapışı anlatılır, iki büklüm, üç büklüm, beş büklüm... Bir sürü böyle otururken ben de şurada banyo yapsam nasıl banyo yaparım? On büklüm! Niye? Sizi fark ediyorum! İşte bizim “boş banyo” sandığımız yerde, Hazreti Osman radıyallahu anh ne görüyor ki on büklüm oluyor? Biz baktığımız zaman “boş” diyoruz ama o ne görüyor? Bir şey görüyor ki çekiniyor! Ama ALLAH’TAN UTANMAK daha başkadır. İnsanlar elbiselerini genellikle Allah’tan utandıkları için giymezler, insanlardan utandıkları için giyerler! Allah için ne fark eder ki! “Ötede beride Allah var, üstümü örteyim” demek o açıdan ne mana ifade eder! Efendimiz (SAV) bir zatın defnine katılıyor. Tahtalar örtülürken tahtanın biri hafif eğik kalıyor, ama toprak atmaya başlıyorlar. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem; “o tahtayı düzeltin” diye uyarıyor. “Ya Rasulallah, altta kalacak, üzerini örteceğiz” diyorlar. “Altta kalsa bile düzeltin, örtülüyor olsa bile düzeltin” buyuruyor. “Altta kalacak” diyen ona insan gözüyle bakıyor. Allah için baktığınızda, örtülü örtüsüz, ölü diri, toprağın altı üstü yok ki! Eğer sen tahtaları Allah için düzelteceksen “Allahım, üstünü örttük” diyemezsin. Allah indinde “çıplak veya değil” yoktur. Öyle olsa çıplak yaratılmazdık! Örtü işi insanlar için yapılıyor... Sen Tanrı mısın? 379 Bazı önemli noktaları peş peşe, kısa kısa açıklayarak devam edelim. ÖFKE. “Yaptığımız şey öfkeye giriyor mu, girmiyor mu?” sorusu üzerine onun püf noktasını vermeye çalışalım, olaylara göre değişir ama bunu anlamak için bir ipucu verelim! Aksi halde, Mevlana’yı yanlış anlayanlar karşımıza gelip “Mevlana kimseye karışmamış, size ne oluyor” diyorlar. Aslında böyle diyeni incelemek lazım: Acaba Mevlana yolunda biri mi? Yoksa kendisi hiç Mevlana yolunda değil de seni sıkıştırmak için mi Mevlana’yı örnek veriyor? Bazen kişinin hiç dinle diyanetle ilgisi olmaz, öyle bir yaşantısı yoktur, ama seni sıkıştırmak için; “Mevlana herkes gelsin demiş, sana ne” der. Bunu söylüyorsun güzel, ama biraz Mevlana’ya uysan! İkimiz de O’na uyalım ki bir yerde buluşalım. Sen Mevlana’ya hiç uymuyorsun! Böyle diyen kişi Mevlana gibi yaşama gayretinde olmayan birisiyse çok aldırmayın. Ama O’nun gibi Sünnet Ehli birisiyse, onu çok önemseyin! Kişi Sünnet Ehli değilse dikkatli olun, gerekirse onun söylediğinin tersini yapın! Çünkü onun doğru önerisi bile seni yanıltabilir, Sünnet Ehli değilse yanıltabilir! Ama SÜNNET EHLİ olan (MUHAMMEDİ) bir kişi “iki kere iki beş” demişse bile önemseyin, “olabilir” deyin, “şu an beş mi?” deyin, “ben şimdilik beş kabul etsem” deyin. Çünkü bir hayr vardır onda! O söyleyen önemlidir! NOKTA’NIN MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ’nü tefekkür edelim inşaAllah. Nokta’nın Muhtariyeti Tercih Gücü nedir? Noktada bu güç var ve adı Muhtariyeti Tercih Gücü. Bu güç ondaki Rabba sahip çıkmayı getiriyor, bu güç nedeniyle kendisini müstakil sanıyor, kendini Rab sanarak Rububiyet’e sahip çıkıyor, Muhtariyeti Tercih Gücü’nden bu yönde yararlanıyor. ŞARTLANMALARDAN KURTULMAK tabiri karşınıza çok çıkar. Şartlanmalardan kurtulmak nedir, bir kişi şartlanmalardan nasıl kurtulur? Çünkü “şartlanmalardan kurtulmadan başaramazsın” denir. Bu yüzden, insanlar şartlanmalardan çeşitli şekillerde kurtulmaya çalışırlar. Hatta bu, günlük konuşmaların içinde de vardır. Kişi eğer karşısındakini bir şeye ikna edememişse “sen daha şartlanmalarından kurtulamamışsın” der. Özellikle bir tasavvufçu diğer tasavvufçuya; “sen hala şartlanmalarından kurtulamamışsın!” der. Çünkü ona göre “onun istediği gibi olursan” şartlanmalardan kurtulmuş olursun. Halbuki o da yeni bir şarttır, şartlanmadır! O zaman, şartlanmalardan kurtulmak nedir ve ne yaparsan şartlanmalardan kurtulursun? Bir kere bilmeliyiz ki; şartlanmalardan kurtulmak “A”nın kısıtlarından kurtulmaya çalışmak demek değildir! Bu, “A” Takdim Formu”nun, kendisini tanrı ilan edenin davranış biçiminin kısıtlarından kurtulmayı tarif etmez! Örneğin beş duyu yeteneği! Beş duyu yeteneğinden kurtulmaya çalışmak, şartlanmalar- 380 Yılmaz DÜNDAR dan kurtulmaya çalışmak demek değildir. Gözümün görmediğini görsem acaba nasıl olur? Bu gözün şartlanmalarından kurtulsam da, bu gözle görmediğimi de görsem ne olur? Kulağım 20 ile 20.000 titreşim arasını duyuyor. Diğerlerini de duysam, kulağımın şartlanmalarından kurtulsam nasıl olur? Şartlanmalardan kurtulsam da ateşte yürüyünce yanmasam ne olur? Hiç birisi seni cehennemde yanmaktan kurtarmaz! İstediğin kadar burada o ateşte yürü ve yanma. “Ben dünyada ateşte yanmıyordum, şartlanmalarımdan kurtulmuştum orada da yanmam” sanarsa kişi, yanar! Peki, şartlanmalardan kurtulmak ne demektir? ŞARTLANMALARDAN KURTULMAK tek bir şeydir; “A” Takdim Formu” elbisesini çıkarmaktır! Bu şarttan kurtulmak şartlanmalardan kurtulmaktır! Başlangıçta, bundan başka “şartlardan kurtulma” yoktur, “şartlanmalardan kurtulmak” demek yalnızca budur! Bir kişi kendisini tanrı ilan etmekten kurtulmuşsa, şartlanmalarından kurtulmaya başlamış demektir. Kurtulunacak birinci şart ve şartlanma budur. Birincisi budur, ilkin budur! Şartlanmalardan kurtulmak “A” Takdim Formu”ndan, yani Rububiyet gücüne sahip çıkmaktan kurtulmaktır, “A” elbisesinden sıyrılmaktır! Ancak bundan kurtulduktan sonra diğer şartlanmalardan kurtulabilirsin. Çünkü bu kurtulduğun şartlanma bir davranış biçimidir! Vehmin zulmeti olan bu şartlanmadan kurtulduğunda vehim şartlanmasından kurtulmaya sıra gelir. Ama önce bu davranış biçiminden, o davranış şartlanmasından kurtulacaksın! Şartlanmalardan kurtulmayı tayyi mekân, tayyi zaman sanmayın, “kişinin gözü, kalbi açılıyor” sanıp tuzaklara düşmeyin. “Kalb gözü açık” ifadesini çok duyarsınız. KALB GÖZÜNÜN AÇILMASI zaten açık olan kalb gözünün önündeki tanrı perdesinin kalkması demektir. Değilse yeni bir göz açılmaz! Orayı tanrı perdesi kapatmıştı! Zaten, o perde varken o gözün açılması daha tehlikelidir; tanrının gözü açılmış olur, feth-i zulmani olur! Kalb gözü zaten açıktır, ama orayı o TANRI PERDESİ örtmüştür; işte o örtü ŞARTLANMA’dır! O kalktığı zaman, yeni bir göz açılması gerekmiyor, o göz zaten açık! Ama o göz sana ait değil, bu yüzden “kalb gözüm açıldı” dersen yanlış olur. Bendeki kalb gözü, kalb gözüm demekle, sahip çıkmakla, oraya bir yer vermekle yanlış yapmış olursun! Öyleyse şartlardan kurtulmada birinci şart; “A” Takdim Formu” elbisesini çıkarmaktır, tanrılık ilanından kurtulmaktır, “ben rabbım” davranış biçiminden kurtulmaktır! Bundan kurtulduğunda ne başlar? “B” Takdim Formu” başlar, yasal yanlış başlar. Niye “yasal yanlış” diyoruz? Çünkü kurtulman gereken bir şartlanma “B”de de var ve o Vehim anlayışıdır! Vehim anlayışından da kurtulman gerekiyor! Demek ki, şartlanmalardan kurtulmak beş duyudan kurtulmak, Sen Tanrı mısın? 381 sınırları aşmak, bu kısıtlardan kurtulmak farklı insan olmak değildir! Hele de insanı bu hayattan koparan bir şey hiç değildir! Kazanılacak tüm sevaplar hayatla olan ilişkiyle kazanılır. Hayattan sıyrıldığın zaman kazanamazsın... Biraz tasavvufa meraklı onlara hediye alırlar veya kişi kendisini ödüllendirir, bir şey alır. Ne alır, biliyor musunuz? Tütsü! Kokulu, yandığı zaman duman çıkaran Hintlilerden gelmiş meditasyon aletlerinden olan tütsü alırlar. Niye o? Halüsinasyon görmek için, dalmak için, gevşemek için! İnsan dışındaki şeyleri cezb edelim, ruhaniler gelsin diye! Çok dikkat ediniz lütfen; en önemli ibadet tefekkürdür! Bir insan, aklını kaybederek ve halüsinasyon görerek tefekkür yapamaz! Onlar; tanrılıklarını ilan etmiş olanların, stressiz tanrı, relakse girmiş tanrı, Polianna tanrı, hümanist tanrı gibi yeni tanrılar üretme yöntemlerindendir. Yeni tanrılar üretenlerin, böyle bir tanrı üretecekleri zaman uyuşma yöntemleri onlardır! Beynin kimyasını bozup çeşitli kokularla, dumanlarla çeşitli varlıklar görürler! Yazık! Unutmayın; hiçbir zaman hayalinizde gördüğünüz bir varlıkla sevap kazanamazsınız. Ama bizzat yanında olan bir arkadaşına, bir insana davranışınla sevap kazanırsın, ona olan bakışınla bile kazanırsın. Sen onu görmemeye, ama başka varlıkları görmeye çalışıyorsun. Olmaz! Onlarla bir sorumluluğun yok ki senin. Buna çok dikkat etmek lazım. Tamamen sağlam ve doğru yolda yürüyen akılla insan cenneti fark edebilir ve kazanabilir. Dolayısıyla, “şartlanmalardan kurtulacağım” diye çeşitli Uzakdoğu tekniklerine, meditasyonlara yönelmek insanı alır götürür... Onların hiçbirisi (hiç bir felsefe ve bakış açısı) İslamiyet’e uygun değildir, benzer değildir, yardımcı değildir. Olamaz da! “A” Takdim Formu”nun Muhtariyeti Tercih Gücü’nü sürdürülebilir kılan MIKNATIS ETKİLİ BİR ÇEKİM PLATFORMU vardır! Sizlerle bu noktaya gelene değin “A” Takdim Formu”nu o kadar çok konuştuk ki, şimdi işimiz kolaylaşıyor. Yoksa şimdi bir de yeniden “A” Takdim Formu”nu anlatmak gerekseydi, düşünün… “A” Takdim Formu”nda Muhtariyeti Tercih Gücü var, bu güç yüzünden o Rablığını, muhtariyetini ilan ediyor. Oradaki, o kompozisyondaki, o terkipteki Rab kendi müstakilliğini ilan ediyor. Neden? Çünkü o kompozisyondaki Rabbın, yani o kompozisyonun gereğidir ki o kendisini hakikatin tamamı sanıyor. Çünkü oradaki cüz aslında “cüz” değil, bu yüzden Küll gibi davranıyor ve Rablığını ilan ediyor. O kompozisyondaki, o terkipteki Rab gücü cüz ama, aslında cüz değil, dolayısıyla da Küll gibi davranıp kendi ilahlığını, Allahlığını ilan ediyor, bilmeden. Onda bir “Muhtariyeti Tercih Gücü” oluşuyor ve o Muhtariyeti Tercih Gücü’nü böyle kullanmakla da “A” Takdim Formu” davranışı çıkıyor. İşte bu “A” Takdim Formu”nun Muhtari- 382 Yılmaz DÜNDAR yeti Tercih Gücü’nü, dünya hayatı boyunca sürdürülebilir kılan mıknatıs etkili çekim platformu vardır! Mıknatıs etkili! Sen uzaklaştıkça seni “A” Takdim Formu”na çeken! O yüzden “A” Takdim Formu”ndan çıkmanı zorlaştıran, “B” Takdim Formu”na girmeni zorlaştıran bir çekim! “A” Takdim Formu”nda öyle bir çekim var ki oradan çıkman zor! Neden? Çünkü senin veri tabanın “A” Takdim Formu”na uygun, ona göre bir çekim olduğu için seni oraya çekiyor. Elimizde bir mıknatıs olsa toplu iğneleri çeker, ama plastiği çekmez değil mi? Şimdi senin veri tabanın toplu iğne gibi olduğu için, “A” Takdim Formu”ndaki mıknatıs seni kolayca çekiyor. “B” Takdim Formu”nda da bir çekim gücü var ama oradaki çekim gücü sendeki veri tabanına göre değil, onun için seni çekmiyor! Bu yüzden “A” için cazip olan veri tabanını fonksiyonsuz yapmalısın ki, o mıknatıstan kurtulasın, “B” Takdim Formu”nun çekim alanına giresin. “B”de ilerleyebilmek için de oranın mıknatısına uygun bir veri tabanı oluşturmalısın, ki seni çeksin! Buna tarikat dilinde CEZBE denir. Şah-ı Nakşibend Hazretleri onun için; bizim yolumuz cezbe yoludur diyor. Bazı kişiler oraya, tarikata gelir, onlara bir çekim gücü, bir cezbe verirler, böylece o dolaşır dolaşır, olmaz, Adrenalin ancak orada salgılanıyordur, oraya gelir, oradan ayrılamaz. Normal yaşantıda siz bir veri tabanı oluşturmalısınız ki, o veri tabanı “B” Takdim Formu”nun çekim gücüne uygun olsun, onu çeksin. Bu iş için ZİKRULLAH çok önemlidir! Yapılan esma zikrullahı, açılacak yeni kapasitelerle veri tabanını “B” Takdim Formu”nun çekim gücüne göre ayarlar ve “B”deki seyr-i süluk o çekim gücü yüzünden kolaylaşır. Hele de kişi “A” Takdim Formu”nu fonksiyonsuz kılarsa o mıknatıs çalışmaz! O zaman o plastikleri çekmez, ama eğer toplu iğne varsa şakır şakır çeker! -Tasavvuf müziği, sema gibi şeyler bir cezbe mi veriyor? Olabilir. Ona uygun yapıda olup etkilenenler için bir cezbe etkisi yapıyordur. Özellikle Mevlevilik’teki SEMA’yı inceleyin, aynen bizim İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki gibidir. A’ma” dediğimiz yerde Post Sahibi/Postniş oturur. Kişi “A” Takdim Formu”ndan gelir, oradan yetki alır ve dönmeye başlar. Aslında dönmeye başlarken ve dönerken İhlâs Hayat Döngüsü çizgisini, aynı o çizgiyi oluşturur: “Huvallahu Ehad, AllahusSamed. Lem yelid ve lem yûled”i, oraları dönerek gelir. Mesela “Lem yelid ve lem yûled”de ellerin duruşu, hareketleri, hızı değişir. Nihayet “ve lem yekûn lehu küfüven Ehad”la tekrar posta doğru gider, yani bu isimleri tamamlar! O hal, bu döngünün bir nevi hareketle yaşanmasıdır. Aslında onu show olarak değil de, takliden değil de, şeklen değil de esas yaşayanlar, onu tefekkürle yaptıklarından bu döngüyü tefekkürle yaşayarak tamamlar, bir nevi Zikrullah yaparlar! Henüz insanın Sen Tanrı mısın? 383 olmadığı yerden başlar, sonra insanı yaşar, bahsettiğimiz tecellileri tefekkür ve hareketlerle yaşar, sonra tekrar yokluğu bulur. Böyle bir manası ve kendi içinde kendine ait böyle bir cezbesi de vardır. “A” Takdim Formu”nu sürdürülebilir kılan mıknatıs etkili çekim platformu” üzerinde konuşuyorduk, devam edelim, çünkü çok önemli! Nedir ki bu, kişi buradan kendini bir türlü sıyırıp kurtaramıyor? “A” Takdim Formu” davranışının çok güvendiği iki tane çekim gücü vardır: CİNSELLİK ve ÖFKE! Bu ikisi, “A” Takdim Formu”nun, yani ilan edilen tanrılığın kalıcı, sürdürülebilir olmasını sağlayan güçlerdir. Cinsellik platformunu inşaAllah ilerde görelim, onun için henüz çok hazır değiliz. Cinsellik platformunu kavramak ancak epey mesafe aldıktan sonra kolaylaşır. Öfke ve Cinsellik ikisi “A” Takdim Formu”nun çok kuvvetli mıknatıslarıdır. Kişi kendisini bunlardan kolay kolay sıyıramaz, yani bu ikisini “tam fonksiyonsuz” hale kolay kolay getiremez. Hele, velilik yolunda olan bir hanımefendi için cinsellik platformu öyle önemli hale gelir ki, ilerlerken en fazla takıldığı yer orası olur. Belki, erkekler o bakımdan avantajlı olabilirler. Bayanlar için orayı aşıp geçmek daha zordur! Orada öyle bir Rab gücü vardır ki, o güç onda tanrıça gücüne döner! Tanrılık ilanıyla gasp edilen o güç onda, hem de kişi farkına bile varmadan, bizzat eski Yunan tanrıçaları gibi bir güce dönüşür. Ondan sıyrılması, kurtulması çok farklı bir mücadeleyi, özellikle o işi çok önemsemesini gerektirir! -Dış görünümle mi, ona önem verip vermemekle mi alakalıdır bu? Yani bunu böyle tarif ettiğimiz zaman çok dar tarif etmiş ve işi kolaylaştıralım derken zorlaştırmış olabiliriz. Dış görünüme önem versin veya vermesin, sonuçta “cinsellikle” önem veriyor veya vermiyor olabilir. -Kapanmak mı? “Cinsellikle kapanmışsa” hayır! Cinsellik platformu öyle farklı bir şey ki, hemen anlatmak zor! Bir kere seks değil! Örtününce de hemen biten bir şey de değildir! Farklı bir platform! Hem erkeğin hem kadının ondan sıyrılması zor, ama kadının daha zor! Fakat sıyrıldığı zaman da ilerlemesi çok hızlıdır! Bir kadın ondan sıyrıldığında, onu hallettiğinde herşey ona çok kolay gelir, mücadele edeceği diğer şeyler daha zor değildir. Ama erkek için ondan daha zor şeyler olabilir. Fakat kişi öfkeyi halletmeden cinsellik teferruattır. Önce öfkeyi halletmek gerekiyor! Öfkeyi halletmeden cinsellik teferruat olur. ÖFKE sahip çıkılan Rububiyet gücü ile ilan edilen tanrının sözde haklarını koruyan şiddettir! Bu tarifi yavaş yavaş tekrar edeyim, bu tanımlama 384 Yılmaz DÜNDAR bir yerde yazmıyor. Sahip çıkılan Rububiyet gücü ile “ilan edilen tanrının sözde haklarını” koruyan şiddet öfkedir. Öfke bir kere bir şiddet içerecek. Ama şiddet yalnızca “bağırmak, kırmak, dökmek” değildir. Sessiz kalmak da bir şiddettir, bazen de çok kuvvetli bir şiddettir. Herkes öfkesini yüksek sesle ortaya koymaz. O kadar sessiz kalırsın ki, sessiz tavır koyarsın, o da bir şiddettir! Demek ki öfke bir şiddet içerecek! Ama bu şiddet ne için, ne uğruna? İlan ettiği tanrının sözde haklarını koruma uğruna! “Sen bunu bana nasıl yaparsın, ben bunu sana ödetirim!” Bir hak koruma var. Ama tanrının hakkı! Dolayısıyla, sen yaptığın davranışta; “ben bu davranışla, bendeki birimselliğin, ilan edilen tanrının haklarını koruyorum? Onu korumak için mi bu şiddeti uyguluyorum?” diye sorduğunda, “evet” diyorsan, o davranış çok nazik konuşmuş olsan bile ÖFKE’dir. Çok yumuşak sesle konuşmuş olabilirsin, ama sen o Rububiyet gücüne ait sözde hakkı korumaya çalışıyorsun! Seni uzaktan izleyen birisi, bağırmıyor çağırmıyor, ne kadar nazik konuşuyor diyebilir. Ama o hal öfke kapsamına girer! Neden? Çünkü kendisindeki tanrının haklarını koruyor. O tanrının haklarını koruyan hareket neyse o şiddettir! Bu mutlaka bağırarak ve fevri olarak uygulanmaz, şart değildir. Kişi öfkesini çok nazik olarak da gösterebilir. Öfkeye çok enteresan bir kılık geçirir, dışarıya onu sakin ve nazik gösterir. Ama aslında o davranışın koruduğu şey, o birimdeki ilan edilen tanrının sözde haklarıdır. İzah edebildim mi? Eğer bir davranış öyle bir şey içeriyorsa onu öfke sınıfına koyabilirsin. -Öyle bir şey içermiyorsa tartışmak doğru mudur? İçermiyorsa evet! Eğer sizin hücumunuz ilan edilen tanrının sözde haklarını korumaya yönelik değilse başka bir şeyi korumaya yöneliktir! Neyi? Sistemi korumaya yöneliktir ve sistemi korumaya yönelik hücum, ALLAH RIZASI İÇİN HÜCUM demektir! Neden? Çünkü onda sen yoksun! Sen yoksan, o sistemi korumaya yönelik olur! Sistem neydi? İslam! İslam’ı korumaya yönelik bir hücum var demektir. İşte o hücum Allah rızası içindir. Ama o zaman da haddi aşmamak gerekir! Savunacak kadar, koruyacak kadar bir tepki doğrudur! O koruma, o tepki eğer sende adrenaline ve bir coşkuya sebep olursa, olmaz! Haklılığın [“haklıyım” diye düşünmen] hoşuna gider de hücuma devam edersen, sendeki o işten hoşlanan tanrıyı tatmin için devam etmiş olursun. Bildirdin, korudun, anlaşıldı, tamam! Orada biter. Devam edersen yanarsın, ileri geçersen yanarsın! Çünkü devreye “A” girer. -Anlaşılmamışsa? Sen Tanrı mısın? 385 Anlaşılmamışsa tekrar ederiz. Durmadan anlaşılmıyorsa çok ısrar etmemek lazım! Bu muhatabına da bağlı! Anlamayan çocuğun mu? O zaman devam etmek görevin! Eşin mi? Görevin devam etmek! Ama seni bağlamayan bir kişiyse, görevini yaptın uzaklaşırsın, ısrar etmezsin. Çünkü anlaşılmadığını fark ettiğin halde ısrar etmek de “A” Takdim Formu”nu devreye sokar ve kendi haklılığını anlatmaya çalışan, ona gayret eden “A” olursun! Yine “hak” koruyorsun, “A” Takdim Formu”nun, yani ilan edilen tanrının haklarını koruyorsun. Haklılığını anlatmaya, üstün olmaya çalışıyorsun, o tanrının üstünlüğünü kanıtlamaya çalışıyorsun: Bunun adıdır ÖFKE! -Zekâ da etkili olur mu kişinin öfkesinde? Kullanılış biçimine göre gayet etkili olur. Öfkeyi çok iyi kullanabilir zekâ! Haklarını koruyor çünkü. -Öfkeyi tarif için “şiddet” sert bir ifade gibi. “Tepki” desek nasıl olur? Sert ifadedir, sert manadır doğru, ama “şiddet” iyidir orada. Sen tepki de diyebilirsin veya ikisini birden diyebiliriz, “tepki ve şiddet”i birlikte de söyleyebiliriz. Ama neden şiddet dedik, bak: Senin gösterdiğin tepkide, verdiğin reaksiyonda, öfkeyi sunuşunda “yokmuş gibi” gözükse de, onu sunduğun yerde oluşan tesir şiddet sonucudur! Onu sunduğun yerde, muhatabında bir şiddet, bir psikolojik baskı, bir etki oluşturuyorsun. Ama “tepki” de olabilir, gayet doğrudur, ikisi de mümkündür. Yani bu bir kesin terminoloji değil. Anlatırken öyle denk gelir ki “tepki” demen gerekir, öyle dersin. Ama konu öfke olduğu için belki elime şiddet kelimesi geldi, farklı bir yerden bakınca dediğin de doğrudur. “Şiddet” kelimesi oraya oturmuyorsa “tepki”yi kullanabilirsin. O gösterilen bir tepki ise, daha doğru oturabilir, neden olmasın. Âl’u İmran-134 müttakilerin özelliklerinden bahseder: “Onlar salâtlarını ikame ederler, zekâtlarını verirler ve öfkelerini yutarlar.” MÜTTAKİLER sistemi okumuş olanlardır veya okuyandan okuyanlardır! Sistemi okuyanın okuduklarına iman edip sistemi fark edenler ve bu sistemden korunmaya çalışanlardır. Onlar salâtlarını ikame ederler, zekâtlarını verirler ve öfkelerini yutarlar. Müttakiler için bu tavsiye yapılıyor: Onlar öfkelerini yutarlar! Hatırlayın, Hazreti Ebubekr radıyallahu anh bir yerde sözlü bir tacize uğruyor, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bu manzarayı izliyor. Ebubekr radıyallahu anh bu kişiyi gülümseyerek izlerken, bir noktadan sonra o yumuşak insan tepki göstermeye başlıyor. Gösterdiği tepkiden sonra Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem oradan uzaklaşıyor. Hz. Ebubekr, Efendimiz 386 Yılmaz DÜNDAR sallallahu aleyhi vesellem’e koşup soruyor, neden oradan uzaklaştın? “Ya Ebu Bekir” diyor, “sen bu işi hoşgörüyle karşılarken senin etrafını melekler sarmıştı. Ne zaman karşılık verdin, etrafını şeytanlar sardı. Onların olduğu yerde duramazdım, oradan ayrıldım.” Efendimiz, bize bir sistemden, sistem içinde bir mekanizmadan bahsediyor: Siz öfkenizi yuttuğunuzda, o sözde hakları korumadığınızda, yani siz “B” Takdim Formu”ndayken bulunduğunuz hal, etrafınızdaki enerji MELEK ENERJİSİ’dir. Ne zaman tanrı haklarını korumaya başladınız, o zaman etrafınızdaki enerji ŞEYTAN ENERJİSİ olur, şeytan sistemine girmiş olursunuz! Çünkü Rablık başladı! Efendimiz (SAV) bir gün sahabeye “size DEĞERLİ BİR YUDUM nasıl yutulur, söyleyeyim mi?” diyor. Sürekli, “Allah için ne yapabiliriz” telaşıyla Efendimizin etrafında yaşamayı adet haline getirenler; “elbette, öğret Ya Rasulallah” diyorlar. Efendimiz buyuruyor ki, “öfkelendiğiniz zaman eğer o öfkenizi yalnızca Allah’ın rızasını umarak, karşılığını Allah’tan bekleyerek yutarsanız, siz Allah’ın indinde çok değerli, çok kıymetli bir yudum yutmuş olursunuz.” Bizim için ne kadar önemli bir teşvik! Eğer kişi o tanrıya ait bir hak ortaya çıktığında onu korumak için bir tepki göstermez de onu yutarsa La ilahe demiş oluyor, doğal olarak İllallah yaşantısına dönüyor. “Bu, yaptığınız Allah indinde çok değerli bir yudumdur” diyor Efendimiz. -“A” öfkesini yutabilir mi? Yoksa yuttuğunu sanan “zavallı tanrı” mı olur? “A” öfkesini yutar ve ZAVALLI TANRI olur! Zavallı tanrılık iyi bir mertebedir. Zaten, o yoldan geçmeden kurtulmak kolay değil! “A”yı fonksiyonsuz kılarken zavallı tanrı haline gelmiş birisi aramıza gelse hayran olursunuz. Dünyada öyle kişilere hayran oluyorlar, peşinde cemaatler oluyor. Yani o yüksek bir mertebedir, zavallı tanrı olmak kolay bir şey değildir. Dinlediğiniz, gördüğünüz zaman hayran olursunuz ona! Bu tanrılıktan kurtulursa o hızla ilerler. Ama tanrılık ilanından kurtulmadıkça cennet ona da kapalıdır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, “ALLAH İLE SOHBET etmek ister misiniz?” Sahabe yine seviniyor, “istemez miyiz!” diyorlar, “bize öğret ya Rasulallah” diyorlar. “Ne söyleyecekseniz güzel söylerseniz ve davranacağınızda güzel davranır, o işi güzel yaparsanız kesinlikle Allah’la sohbette olursunuz” diyor. Demek ki, haklarını koruyacağın zaman yöntem budur! Bunu elbette “B” Formu”ndaki kişi için, Talib için söylüyorum... -Kişi “A” olduğu halde “B” gibi davranabilir mi, rol yapabilir mi? Sen Tanrı mısın? 387 Davranabilir. Bu yüzden önce “A” elbisesini çıkarmak şarttır. Ama tam kurtulmamış olsan bile ne söyleyeceksen, güzel söylemelisin! “Hâyır” derken illa bağırman gerekmiyor, bağırarak “hâyır” demen gerekmiyor, “hâyır” kelimesinin anlaşılması ve tesiri için bağırman gerekmiyor. “Hâyır” bazen çok yumuşak ve çok nazik söylenince daha tesirli olur. Çünkü yüksek sesle söylediğin zaman rabların savaşı başlıyor! O zaman rabların savaşı, ilan edilmiş tanrıların savaşı başlıyor. Öfkedeki en önemli tehlikelerden birisi budur. Bu en fazla nerede yaşanır? En fazla evde çiftler arasında yaşanır! İnsan dışarıyı halleder de evini halledemez, bu kadar da zordur. Bu yüzden ev dergahtır; esas dergâh insanın evidir! İnsanlar, zor diye evi bırakır bazı dergâhlara giderler, yanılırlar. ESAS DERGAH evdir, evi o iş içindir, onu yaşamayı evinde halletmesi lazım. Bunu nereden anlıyoruz? “İnfakla, vermekle” ilgili ayetten: Önce yakınlarına vereceksin, ÖNCE YAKINLAR’ına! Ne kazandıysan zekâtını vermeye önce yakınlarından, en yakınından başlayacaksın. Dolayısıyla, en yakın olan eşin ve çocuklarından başlayacaksın. Annen baban, yakınların kimse, ama en yakından! “Ben dışarıda insanlarla çok iyiyim” dedin mi olmaz! Önce en yakınlarınla iyi olacaksın, en yakınlarına vereceksin, sonra başkalarına! Dışarıda herkes seni “çok kibar” ilan ediyor, eve geliyorsun senden kabası yok, olmuyor! Dışarıda çok sevilen müthiş davranışların var, en yakınına yok, olmaz! Kaybedersin! Kime göre? İslam’a göre! Diyor ki önce en yakınına vereceksin, en yakınından başlayacaksın. Dolayısıyla, bu davranışta da en güzel söyleyeceğin, en güzel davranacağın yer evin! Bunu önce yapman gereken yer evin! Bunun başarılması en zor olanı da eşindir! Eşler arasında bu çok zordur! Çünkü bir anda “tanrıların kavgası” başlar bir anda. Ama inanın, deneyin, birbirinizle tartışın sonra da salât zamanı gelince eğer salât ikame edilen evse seccadelerinize gidin, göreceksiniz ki seccadede namaza duran tanrıdır! Kurtulamamıştır, o tartışmayla ilan ettiği tanrıdan henüz kurtulamamıştır! Tanrı; duyduğu, sindiremediği, rastladığı ve sindiremediği o davranışla, tanrıya ait olan sindirememe haliyle seccadeye gelmiştir, orada salât ikame eden tanrıdır, üst tanrıya gelmiştir. “Kim haklı, kim haksız”ı bulmak bizim işimiz değil ama test etmek isteyen için bir yol söyleyelim. Kişiler karşılıklı konuşurken haklıyı ve haksızı kolay yakalayamazlar. Bu ancak Allah’la konuşunca yakalanır. Diyelim ki, sigara içerken gördüm, tepki gösterdim, çocuğumla tartıştım. Birbirimize hafif öfkelendik, birbirimize yanlış yaptık, ikimizdeki tanrılar sürtüştü, tanrılar birbirlerine güç gösterdi; onun tanrısıyla bendeki tanrı sürtüştü! Çocuğum, benim onun babası olduğumu unuttu! Ben de onun kim olduğunu 388 Yılmaz DÜNDAR unuttum ve “ben senin baban değil miyim, sen nasıl bana hakaret edersin!” formuna girdim. İşte bakın tanrı! Bunu diyen bir tanrıdır, hakkını koruyor! “Sen bunu bana nasıl yaparsın, nankör! Ben hayatımı, paramı pulumu sana vermişim, sen bu sözü bana nasıl söylersin!” diyorum. Burada Allah rızası nerede? Senin ilan ettiğin tanrıya hürmet etmediği için kızıyorsun, tanrının sözde haklarını koruyorsun işte! Diyelim, böyle bir konu oldu, ikisi de öfkelendi, ama hangisi haksız? İkisi de seccadeye gitti, baba diyor ki; ey Allah’ım bağışla, yanlış davrandım. Ama çocuğum da yanlış hareket yapıyor, onu muhafaza et, koru, yanlış yapmasın merhamet et. Peki, çocuk ne diyecek? “Allahım ben sigara içiyordum babam izin vermedi” mi diyecek? Olur mu öyle bir şey? Veya “tam bir yerden bir şey çalıyordum, bana kızdılar Allahım, bırakmadılar ki çalayım” olabilir mi? Eğer insan davranışını Allah’ıyla konuşursa haklı olup olmadığını anlar. Allahım, ben birine bir şey yapacaktım, bırakmadılar diyemez! Anlar! İşte o anladığıyla da dönüp davranışını onarırsa, düzeltirse çok kazanmış olur. Çünkü bir kırgınlıkta fark edip, gidip ilk düzeltenin cennete ilk girme müjdesi var. Niye? O anda tanrının inadını kırıyor! “Fark ettim ama ben ona gitmem!” de diyebilirdi! Öyle dediği an tanrıdır! Bazıları öğünür; ben hiç kimseden özür dilemem der, bunu marifet sanar! Bir insandan bile özür dileyemeyen Allah’a nasıl tövbe edebilir ki! Olacak iş değil! Ben kimseye teşekkür etmem, aferin demem! Efendimiz “insanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükredemez” diyor, o ise aferin dememeyi marifet sanıyor! Çocuklar ağızlarıyla kuş tutsa bazen babalarına, öğretmenlerine veya memurlar amirlerine yaranamaz. Niye? “Ben kimseye aferin demem, şımarmasınlar!” anlayışı! Allah sana öyle yapsa ne yaparsın? Sen Allah’a döndüğünde çok mükâfat istiyorsun! Kimseye vermiyor ama istiyorsun! Olmaz! “Ben “A” Takdim Formu”nda kalacağım” diyorsan tamam, söylenecek bir şey yok! Ama sen edeb dışı “A” yaşantısından kurtulmaya ve “edeb” halini yaşamaya talipsen, Efendimiz’in bize öğrettiğine göre “B” manasıyla durum tespiti yapan kişi en güzeli söyler, en güzeli yapar! Sinirlenip kapıyı çarpmak “A”ya aittir. “B” Takdim Formu”nda olan kapı çarpamaz, birisinin önüne bir şeyi hızla fırlatamaz, mümkün değil! Çünkü onları yapan hep “A”dır, tanrıdır! Bir kıssa vardır, Rabbi Hz. Yakub’a Hz. Yusuf’tan niye uzak kaldığını söyler. Yıllarca niye uzak kaldı? Bir Rasule söyleniyor, dikkat edin: “Diğer çocuklarına “onu kurtların yemesinden korkarım” dedin, Allaha teslim etmedin! “Onu Allah korur” demedin! Allah’ın koruyacağına güvenmedin, böylece uzak kaldın ondan!” diyor... Allah’a sığınmayı adet haline getirip o korkuyu Sen Tanrı mısın? 389 yaşamak lazım. Kişiyi kınama ve eleştirme telaşına düşünce insan Allah’tan korunmayı unutabiliyor. Aslında kaderi çok önemsemek ve halletmek gerekiyor. Kader konusunu hadislerden, ayetlerden tekrar tekrar okumalı, takıldığımız noktaları çözünceye kadar uğraşmalı, didinmeliyiz. Onu halledinceye kadar bilenlerle konuşmak, sorup, araştırıp öğrenmek lazım, bilenlerle! Mutlaka kader konusunu halletmek gerekir, mutlaka! Kader konusunu tereddütsüz halletmiş olmak lazım! Onu hallettiğiniz zaman bunlar çok kolay çözülecektir. Mesela öfke! Öfke kader konusunu hallettiğiniz ölçüde çözülecek bir şeydir. Kader konusunu anladım ama öfkeyi çözemiyorum diye bir şey olamaz, olmaz! Kader konusunu anladım ama hoşgörüyü çözemiyorum diye bir şey olamaz, olmaz! Kader konusunu anladım ama “A” Takdim Formu”ndan kurtulamıyorum diye bir şey olamaz, olmaz! O anlaşıldığı ve idraklaştığı ölçüde diğerleri oluşur, hepsi/her şey ona bağlıdır! Aslında bu yüzden, öfke yutulması gereken bir şey değildir, yani onu yutmak marifet değil! “Yutmak” bir başlangıçtır, asıl önemli olan öfkelenmemendir! Öfkelenmemen gerekiyor! Fiillerin tecellisini yaşayanın, fiilleri “Rabbinden” bilenin öfke neresindedir? Artık onda ancak HAŞYET vardır, SIĞINMA vardır, KORKU vardır, MERHAMET İSTEME vardır. Onda birisine bir hücum, bir kınama yoktur, olamaz! -Rasulullah’ın verdiği hükme razı olmayıp O’na gelip sorana, Hz. Ömer’in kılıcıyla hüküm verişi, O’nda korkunun ve öfkenin olmadığını mı gösteriyor? Eğer korumaya çalıştığınız sistemse, sisteme ait o anki mücadelede mücadelenin gereği neyse onu yaparsınız! Siz sistemi korumaya çalışıyorsunuz, sistemi korumaya çalıştığınız zamanın konjonktürünün gereği neyse, o yöntemden yararlanırsınız! Eğer koruduğunuz şey ilan ettiğiniz tanrının hakları değilse, kesinlikle öfke yoktur! Bir mücadele vardır ve o öfke değildir! “B”de öfkenin olmadığı, Hazreti Ali’nin savaştaki halinden, o kıssadan çok güzel anlaşılır. Kılıcını sallarken nihayet yere düşürdüğü bir kişiye kılıcını vuracağı zaman, kişinin Hz. Ali’ye tükürmesi sonucu, Hazreti Ali birden kafasını salıyor ve kılıcını da çekiyor; “biraz önce seni Allah için öldürecektim! Ama şimdi bu tükürüğün beni öfkelendirdi, eğer öldürürsem kendim için öldürmüş olacağım” diyor ve onu bırakıyor! İyi bir örnek değil mi, aslında? İkisinde de kılıç var, iki halde de savaşın içindeler, bir savaştalar. Ama birisi artık “Ali’nin haklarını” korumaya girecek. “A”ya ait bir fonksiyon geldi onu savaşta buldu! “A” sürekli yeni fonksiyonlar üretir” diyoruz ya, savaşın ortasında ona o kişinin tükürüğüyle bir fonksiyon üretti. Ama bu mücadeleyi bilen Hazreti 390 Yılmaz DÜNDAR Ali, daha o fonksiyon devreye girmeden, yazılımını oluşturmadan onu anti virüs programıyla sildi attı, fark ettiği için ona sahip çıkmadı! O duyguya sahip çıksaydı, “sen bunu bana nasıl yaparsın!” diye, bir buradan bir oradan sallardı kılıcını, iki defa sallardı, ama hiç sallamadı! Fark ettin mi? -Şöyle bir virüsün anti virüsü ne olabilir? Mesela fiillerin tecellisini, esas kaynağını idrak ettik, hemen içimde konuşmaya başlıyorum; “bunu fark etmem ne iyi oldu. Ve ikinci cümle ise; “aferin bana” oluyor. Nasıl yapmalı? “Aferin” değil de “hayrlı oldu” demen iyi olur. İkinci cümle “nur yiyici” cümledir, “aferin bana” cümlesi nur yiyici cümledir, daha öncekileri yer bitirir! Dolayısıyla, o noktaya gelince fark edip onu bırakacaksın, söylemiş olsan bile! Onu söylemiş olsan bile o dediğini fark edip, “estağfirullah” deyip Allah’a sığınman orada oluşturduğun hatayı sevaba çevirir. -Bunun hiç ortaya çıkmaması için ne yapmalıyız? Böyle yapınca olur, böyle yapa yapa olur! Dediğim gibi yapınca o ortaya çıkmaz, mekanizması budur: Rahatsız olmak, tövbe etmek ve hedef koymak, yani dua etmek! Öyleyse rahatsızlık duymak, çok rahatsız olmak ve o rahatsızlıkla ilgili bir karar almak gerekiyor. Karar budur ve kararın diğer adı tövbedir! Bir karar almak tövbedir! Karar almak için, yani tövbe etmek için Mürid ismi çok önemlidir! Tövbeden sonra da bir hedef koymak, dua yapmak gerekiyor. O işi bir daha yapmayacağın bir hale ancak böyle gidersin. Dua hedef demektir, bir hedefinin olmasıdır! “Duaları olmasa neye yararlar; bir hedefi olmasa insan neye yarar!” İnsanı insan yapan hedefidir! İnsanı insan yapan o hedef nedir biliyor musunuz? “Ve lem yekün lehü küfüven Ehad!” İşte bu hedefi olmasa insan neye yarar! Onu önemli yapan bu hedeftir, bu duadır! -Peki, açığa çıkan farkındalığa şükretmek nasıl olur, ona nasıl şükrederiz? Açığa çıkana şükretmek veya başka bir şeye de şükretmek şöyledir: Siz “B” Takdim Formu”na girdiğinizde, kendinizi “B” sırrında durum tespiti yapıyor bulduğunuzda zaten şükrediyor olursunuz, söylemeseniz bile siz Şekur ismi kapsamındasınız o zaman. Çünkü zaten siz o yola çıkarken; “gören Allah, bilen Allah, veren Allah! İlla Allah” dediniz, ŞÜKÜR budur. Yaşadığınızı, yani bu olanı yorumladığınızda, bir fikir ileri süreceğinizde ise Hamid ismi devreye girer. O zaman da; “bunun takdiri Allah’a aittir; Elhamdülillah” demiş olursunuz, Hamid ismi kapsamına girmiş olursunuz. Hiç söylemeseniz bile o şükür halidir, kendiliğinden. Şükür yaşanan bir şeydir zaten. Sen Tanrı mısın? 391 -Evlerimize dağıldıktan sonra “bugün ne kadar da güzel şeyler öğrendim. İlmime çok şey kattım, çok hoş oldu” desem yanlış mı olur? Elhamdülillah Platformu’nda söylersen sakıncası yoktur. Elhamdülillah idrakıyla söylemen; “Allahım bize böyle bir şey nasib ettin, Sen diledin de oldu” demektir. Bu yasal yanlıştır, hiçbir sakıncası yoktur! -Bu sefer kendini torpilli zanneden tanrı olmaz mıyız? Elhamdülillah Platformunda söyleyince öyle olmaz. ELHAMDÜLİLLAH demek “bu işte hiçbir iddiam yok” demektir, “Allahım bana böyle bir rol verdiğin için” demektir, “bana böyle dilediğin için” demektir! Bir tanrı cümlesi olan “Allahım bugün iyi yaptım, değil mi?” manası yoktur orada. Eğer Elhamdülillah Platformu’nda olanın söylediği “bugün iyi bir iş yaptım, başka yere de gidebilirdim ama buraya geldim, aferin bana” manasına gelmez! -Hissettiğimiz şükran duygusu, bize ister istemez bir sevinç getiriyor. Bu sevinç duygusunun coşkuya dönüşmesi yanlış mıdır? Elhamdülillah Platformu’nda olursa CEZBE oluşturur, sakıncası yoktur. -“Aldığımıza üzülmeyin, verdiğimize sevinip şımarmayın” gibi mi? O farklıdır. Bu sevinç ELHAMDÜLİLLAH SEVİNCİ’dir, “A”nın sevinci değil! Bunları dinliyorsunuz, dinleyince; “yarından itibaren böyle yapacağım” demeniz gayet faydalıdır, ama yarından itibaren öyle olmaz! Öyle olması için, o halin olması için çok önemli çalışmalar gerekir ki, bunlardan birisi ESMA ZİKRULLAHI’dır. Esma’ül Hüsna’ları çok önemsemek lazım! Onların sizde açacağı manalar, sizin “ben şöyle yapacağım” demenize gerek kalmadan sizin öyle yaşamanızı sağlar. İzah edebildim mi? O manalar açılınca, senin bir plan yapmana gerek kalmaksızın öyle yaşıyor olursun zaten. Zikrullah ile o manaların açılmasını sağlamak gerekiyor ama “B” sırrı olan yapıda. Önceki paylaşım toplantısında Hicret’e değindik. Bütün bu söylediklerimiz için HİCRET gerekiyor. “Hicret çok önemlidir, hicret olmadan cennet olmaz” dedik. Cennetin çok önemli bir şartı hicrettir, hicret etmektir. Hatta takvimin başlangıcı için bile Hicret’i almışlar, “Hicri Takvim Yılı” diyoruz. Değişik önerilere rağmen, Efendimiz’in doğum günü gibi önerilere rağmen oturup, tartışıp Hicret’i başlangıç alıyorlar. Neden? Çünkü hicret beyaz sayfa açmaktır, bir idrakten bir idraka geçmek demektir. Bir idrakten diğerine geçmek/göçmek hicrettir ve bu, hayatımız için çok önemlidir! Gerçek hicret nedir? Gerçek hicret; “A” Takdim Formu”ndan “B” Takdim Formu”na hicret etmektir, “ESAS HİCRET” budur. Tanrılık ilanından vazgeçip, oraya 392 Yılmaz DÜNDAR “La ilahe” deyip “İllallah” formunda olmaktır hicret. Bu hicreti kişi önemsediği zaman, “A” Takdim Formu”nda yaptığı neleri varsa, onları teker teker “B” hanesine taşır, taşımalıdır. “A” Takdim Formu”nda bir insan nelere önem veriyorsa hepsini taşımalıdır! Kişinin hayatında kriterler vardır. O kriterleri düşünüp “ben kendimi tanrı ilan ettiğimde benim için önemli kriterler şunlardı, bu hicrette onları tekrar ele almalıyım” demelidir. “Bunlar gümrükten geçmez, hicrette bunları kapıdan almazlar” dediğimiz o kriterleri “B”ye uygun hale getirmeliyiz, kapıdan geçmiyorsa da terk etmeliyiz! “A” Takdim Formu”nda edinmiş olduğunuz tüm alışkanlık ve adetleri terk etmedikçe hicret olmaz. Adet, gelenek ve görenekleri terk etmedikçe hicret olmaz. Bu yüzden terk, terk etmek, terk edebilmek önemlidir. TERK ETMEK; “A”da ne kazanmışsan terk etmektir, senin için orada ne vardıysa terk etmektir. “A” Takdim Formu”ndayken şöyle olanlara çok önem verirdim” dediğiniz kriterinizi “B”ye göre yenilemektir! Birisini önemli sayacaksanız “B” Takdim Formu”nun kriterlerine göre ele alıp ona göre saymalı, ona göre dostlar edinmeli, “önemli” mevhumunu ona göre oluşturmalısınız. Mesela, “A” Takdim Formu”nda neleri sevmişseniz onları “yeni”den sevmek lazım! Ben seni tanrı gözüyle sevmiştim, o sevgiyi terk ediyorum diyerek sevgiyi “B”nin kriterleriyle yeniden oluşturmak. Buna çocuğunuz dâhil, anneniz, babanız dâhil, her şey buna dâhil. Ben seni tanrı gözüyle sevmiştim deyip o sevgiyi bile yenilemek gerekir. “A” Takdim Formu”nda, tanrılık halinde ne tür duygular varsa o duyguların hepsini “B” haline taşımak lazım. Bu hicrette, eşya taşır gibi hepsini teker teker taşımak gerekiyor! Neyi unutmuşsanız, dönüp onları alıp buraya getirmek lazım! Neler bu kapıdan geçmiyorsa, onları orada bırakmak lazım! “Alkolü de mi taşıyacağız?” diye sorulmuştu. O gümrükten geçmiyor, arabaya yüklememek lazım. Onları terk etmek gerekiyor! Tasavvufta bu taşıma, TERK ETME konusunda şöyle bir yanılgı olur: Duyguları taşımazlar, yok ederler! Kişinin tanrılık ilanında bir duygusu vardır, onu şartlanma zanneder, yok etmeye çalışır. Halbuki şartlanma o duyguya sahip çıkmaktır, duygunun kendisi şartlanma değildir! ŞARTLANMA; o duyguya sahip çıkmaktır, bir duyguyu tanrının duygusu kabul edip uygulamaktır. Onun tanrılar ülkesinde adı DUYGU’dur! O duyguyu taşıdığınız zaman yeni ülkede onun adı ESMA MANASI’dır, bir terkibin manasıdır o! Dolayısıyla; tanrıya ait olduğu zaman adı DUYGU’dur, onu tanrının elinden kurtarır hicret ettirirseniz “B” dünyasında o ESMA TERKİBİNİN DUASI’na dönüşür, duaya dönüşür, o sevinç, o üzüntü gelir burada duaya dönüşür. Yani o üzüntü tanrının elinde “ah, vah” ve isyanken “B” Takdim Formu”na hicret ettirildiğinde duaya dönüşür. Kişi duygularını şartlanma zanneder Sen Tanrı mısın? 393 de “vurdumduymaz tanrı”ya doğru giden bir yola girip duyguları anesteziye uğratır, ortaya ANESTEZİK TANRI çıkar. Hiçbir şeye üzülmeyen, sevinmeyen bir tanrı! Dostu acı çekiyor, o üzülmüyor! Sünnete ters! Rasulullah “mü’minler bir vücudun organları gibidir, birisine bir şey olunca hepsi etkilenir” diyor, onda bir telaş yok! Yanlış bir yol tutup, duyguları şartlanma zannedip duygulardan mahrum tanrı olmayın, onları hicret ettirin. -“A”nın bir olay karşısında duygulanıp üzülmesi ve acı çekmesiyle, “B” idrakının o üzüntüyü yaşayışı farklıdır, değil mi? “B”de onlarDUA’dır, İBADET’tir hatta! Onlar orada duaya ve ibadete dönüşür. Bu başlangıçtır, sonra o hatıralar da kesilir, ancak o ilerde olur. Ama bu yola girildiğinde fiillerin tecellisi kısmında üzüntü de vardır, sevinç de vardır hepsi vardır. Ama bunlar birer “dua hali”dir. Burada duygular tanrıya aitlikten kurtarılmıştır, tanrıların esaretinden kurtarılmıştır ve bu ESAS HÜRRİYET’tir! Duygular artık hürriyetine kavuşmuştur. Duygular daha sonra (bu yolda ilerlerken) yok olurlar. Ama ne zaman ve nasıl yok olurlar? Kul yok olunca! Oraya henüz girmiyoruz. Duygular kul varken vardır, çünkü kula aittir. Kula aitliğin de bir seyri vardır. Bu seyirde kişi önce “Rabbinden” bilir, sonra “Rabbi” bilir, sonra da “kul” kalmaz. Kul kalmayınca Rab da kalmaz. Çünkü Rab kul içindir! Kul olmayınca Rab olmaz! Dolayısıyla “Rabbinden bilme” de, “Rabbi bilme” de kalkar, “İlla Allah” olur. Artık KUL YOK çünkü. -Kişideki Muhtariyeti Tercih Gücü, “B” yaşantısı başlayınca ne oluyor? “B”ye geçtiği zaman kul o tercih gücünü kullanmıyor, onu fark ediyor ve yalnızca durum tesbiti yapıyor. Çünkü o tercih gücü onu “ben müstakil rabbım” iddiasına sürüklüyor. Dolayısıyla bu iddiadan kurtulunca durum tesbiti yapıyor, “ben Allah’ın dileğinin suretiyim” diyor. Artık o esma terkibi, o nokta, o birim “ben Allah’ın dileğinin suretiyim” diyor. Bu tesbit yola çıkarken yapılır, başlangıçtır, yasal yanlıştır. Çünkü bu tespiti yapan bir kul var, daha sonra bu kulun kalkması yolu var. Kul’un var olduğu idraklarda [ilmel yakîn ve aynel yakîn idraklarında] tespit vardır, olacaktır. İlmel yakin ve aynel yakîni yaşayan bu durum tesbitini yapar. Evet, aynel yakînde bile bir tesbit yapan vardır. İddia eden değil ama durum tespiti yapan vardır. -Aynel yakindeki (isimlerin tecellisindeki) tespit nasıldı anlayamadım? Fiillerin tecellisinde olduğu gibi! Fiillerin tecellisindeki tesbit “bu fiil Rabbimdendir” iken, isimlerin tecellisinde “Rabbim” diyor. İsimlerden birisi, diyelim ki “Hayy” ismi tecelli ediyor. O bizzat Hayy ismini, Hayy isminin kendisini tesbit ediyor, Hayy olarak yaşadığını tesbit ediyor! Bizzat Hayy olarak! 394 Yılmaz DÜNDAR Parça parça Hayy’lar olarak değil. Hayy olarak o isminin tecellisini yaşayan, tüm Hayy’ları fark eder ve bilir. Hatta Hayy ismini yaşayan diyor ki; karanlık bir gecede, kara bir taşın üstündeki kara bir karıncanın hangi ayağını attığını hissederim. Genel bir Hayy bu! Bunu neye benzeteyim de anlatayım? Evdeki elektrikli cihazlara benzetelim. Elektrik HAYY olsun, o cihazların Hayy’ı o değil mi? Onların hayatı o! Buzdolabını çalıştırıyor müstakil, bulaşık makinesini çalıştırıyor müstakil... Hepsi kendilerinin müstakil elektrikleri var sanıyorlar değil mi? Buzdolabı diyor ki, benim müstakil elektriğim var, diğeri benim de müstakil diyor... Şimdi elektriği düşünün; elektrik hepsinde tek olduğu için bu radyoyu da, diğer uçtaki televizyonu da aynı anda bilir. Ayrı ayrı değil, aynı anda bilir, değil mi? Hayy ismi de öyledir. Hayy ismi tecelli ettiğinde bütün Hayy’ları aynı anda, bir gayret sarf etmeden, yorulmadan, incelemeden bilir. Hangi isim açılmışsa onu öyle yaşar. Bütün isimler tecelli etmişse, tüm isimler onda açılmışsa… Bütün isimler açılmayabilir, bütün isimleri tek tek yaşayabilir, isimlerin birisi açılabilir, hiç oraya gelemeyebilir. Çünkü onlar, mutlaka yaşanacak, cennet buradan geçiyor denecek yollar değildir. Onlar çok özel hallerdir. Eğer İnsan-ı Kamil kitabınız varsa, biraz önce sorduğun o sorunun cevabını bizzat yaşayan, orada anlatıyor. Bizzat yaşamış! Diyor ki, ben bu kitapta yaşamadığımı anlatmadım, ne yazmışsam bizzat yaşadığımı anlatıyorum. Dolayısıyla, o kişi orada Hayy ismini nasıl yaşadığını anlatıyor, üç beş sayfa, İsimlerin Tecellisi’nde, herhalde birinci cildinde. Fiillerin tecellisi, isimlerin tecellisi ve sıfatların tecellisi bölümleri var, üçünü de yaşamış yazmış! Tam zihninize gelmişken oraya bakabilir misiniz? Tamamlayalım izin verirseniz. Bu toplantıdan sonra uzunca bir süre ara veriyoruzdur inşaAllah. Hem bunları tefekkür etme fırsatı olur, hem de bu bilgileri hayata geçirmek için yapılacak esma çalışmalarına zaman kazandırmış oluruz. Sahur yaklaşıyor, tövbe ve sığınmamızı yapıp tamamlayalım. Allahümme eslemtü nefsi ileyke ve veccehtü vechi ileyke ve fevvedtü emri ileyke ve elce’tü zahriy ileyke, rağbeten ve rehbeten ileyke, la melcee ve la mencee minke illa ileyke, amentü bi kitabikelleziy enzelte ve nebiyyikelleziy erselte Allahümme ente rabbi, la ilahe illa ente halâkteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye, ve ebûü bi zenbi, fağfirli zünubi feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, Birahmetike ya Erhamer rahımin. Rabbena zalemna enfusena ve inlem tağfirlena ve terhamna le nekûnenne minel hâsirîn. La ilahe illa ente Subhâneke inni küntü minez za- Sen Tanrı mısın? 395 limin. Rabbi inniy zalemtü nefsi zulmen kebiyran ve la yağfiruz zünube illa ente, fağfirli mağfiraten min ındike verhamniy, inneke entel Gafurur Rahim ve Tevvabur Rahim. Allahümme inni euzü bi rızake min sehadıke ve bi muafetike min ukubetike ve bi rahmetike min gadabike ve euzü Bike minke, la uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nefsike. Sübhanallahi ve Bihamdihi subhanallahil Aziym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Estağfirullah el Aziym ve etûbü ileyh. Estağfirullahellezi la ilahe illa Huvel Hayyül Kayyumu ve etûbü ileyh. Estağfirullah Ya Rabbel arşil azim, Estağfirullah Ya Rabbel arşil kerim, Estağfirullah Ya Rabbel âlemin. Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin biadedi ilmike… Ya HU, Ya men HU, La ilahe illa HU! Elif, Lam, Mim… Allahu la ilahe illa Hüvel Hayyul Kayyum. Entel Hayyul Kayyum ve la şerike lek ve lekel mülkü ve lekel hamdü ve inneke ala külli şey’in Kadir. Ya Hannan, Ya Mennan, Ya Bedi’as Semavati vel Arz, Ya Zel Celal-i vel İkram. Eşhedü en la ilahe illallahül EhadüsSamedüllezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehu küfüven ehad. İnni veccehtü vechiye lillezi fataras semavati vel arda haniyfen ve ma ene minel müşrikin. İnne salatiy ve nüsükiy ve mahyaye ve mematiy lillahi rabbil âlemin. Ve la şerike lehu ve bizalike ümirtü ve ene minel müslimin. Eslemtü vechiye lillahi, eslemtü li Rabbil âlemin. Birahmetike ya Erhamer rahımin. Vel hamdü lillahi Rabbil âlemin. Âmin… Allahım, öncelikle Rasûlullah Nebiullah Habibullah Keremullâh Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselam’ın Güzel Temiz Latif ruhu şerifleri için ve O’nun muhterem eşleri ve yavrularının ruhları için, Allahım, gelmiş olan tüm Nebi ve Rasul Efendilerimiz’in ruhları için, Ey Allahım, Halife Efendilerimiz Hz. Ebubekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali radıyallahu anhüm’ün ruhları için, Ashabı Kiram Sahabe Efendilerimiz’in ruhları için, Allahım indinde makbul kullarının ruhları için, 396 Yılmaz DÜNDAR Ve Allahım, yalnızca Senin rızanı umarak Seni anlama, kavrama ve bu anladığı ve kavradığıyla salih amel işleyebilme arzusuyla buraya gelmiş olan, yalnızca rızanı umarak gelmiş olan bu hazirunun ve rahmetine intikal etmiş anne-baba, kardeş, tüm yakınlarının ruhları için; Ey Allahım, bu güzel birliktelikten o yakınları haberdar eyle. Ey Allahım onlara merhametinle muamele ediver. Ya Rabbi, onların günahlarını bağışlayıver, onların azaplarını yok ediver, onların mekânlarını cennet ediver. Onlardan razı oluver ya Rabbi. Ve Allahım rahmetine kavuşan bütün müslüman mü’min din kardeşlerimizin ruhları için; Ve Allahım, müslüman mü’min din kardeşlerimizin ve buradaki hazirunun hastalarına acil şifa, dertlilerine acil deva, borçlularına acil eda, işsizlerine acil iş, gelirsizlerine acil gelir, yolcularına acil selametlik hayrlısıyla lütfunla kolaylıkla nasib eyleyiver ya Rabbi. Ey Allahım, bizlere ve inanan din kardeşlerimize sağlık, sıhhat, afiyet lutfeyleyiver, merhamet eyleyiver, bizleri bağışlayıver, affediver, bizlere hidayet nasib eyleyiver. Bizlere hayrlı, geniş ve helal rızklar lutfeyleyiver ya Rabbi. Ve yalnızca RIZAN için El-FATİHA Sen Tanrı mısın? 397 25 Zilkade 1429 / 22 Kasım 2008 Tefekkür Şeması 1 398 Yılmaz DÜNDAR Konuları anlatırken tasavvufta alışmış literatürün dışında kelimeler kullanıyoruz, ama aslında aynı manaları ve aynı şeyleri anlatmaya çalışıyoruz. Gördüğünüz bu çizim bir müsvedde. Bu müsveddenin benim için bana ait nostaljik bir değeri var. Bir ikindi vakti, var olan bilgilerin bir şekle dönüşümü halinde, elimi daha sonra fark ettiğim, bir anda kendiliğinden olmuş bir şey bu. Bir anda bir kâğıda aksedişti, o yüzden bir önemi var gibi benim için. Ama size de bir hatırlatıcı! Hatırlayacaksınız, Allah inanışını öteden beriden alıp içimize hapsetmekle başlamış sonra bu yanlıştan da kurtularak yola devam etmiştik. Bu müsveddede gördüğümüz “A” Takdim Formu” ve “B” Takdim Formu” bakış açılarını uzunca ele aldık, devam da edeceğiz. Şimdi geldiğimiz noktanın biraz daha ilerisine doğru bir cümle ekleyelim, idrakta aşağıdan yukarıya doğru hafif kıpırdayalım. Aslında yaptığımız şu: Başlarken “herhalde böyledir” dediğimiz neyin nerede olduğu tam belli olmayan dağınık bir bakışı aldık idrakta yukarıya doğru ama hep daha netleştirerek ilerletmeye gayret ettik. Şimdi bu idrakı bir basamak daha yukarı taşıyoruz: “A” takdimiyle “BEN” denilen bir hayat var. Bu hayatın oluşturduğu yaşantı DÜNYA HAYATI’dır. “A” Takdimiyle “BEN” dünya hayatının esasıdır. Şöyle bir süreç var: “A” Takdimiyle “BEN” deme olgusu dünya hayatını oluşturuyor, dünya hayatı da CEHENNEM’i oluşturuyor, cehennem dünya hayatının devamıdır. Buna dikkat edin; biri diğerinin sonucudur. “A” Takdimiyle “BEN” demenin sonucu dünya hayatıdır, dünya hayatı döngüsünün sonucu da cehennemdir. Nebe-21’e göre cehennem herkesin güzergâhı üzerindedir. Dünya herkesin güzergâhı üzerinde değil mi? “A” Takdimi “BEN”le başlayan olguya diyorsun ki; dünya güzergâhınızın üzerindedir. Bu olgunun güzergahında dünya hayatı var. Bu yüzden ayet dünya hayatına diyor ki: “Kesinlikle cehennem herkesin güzergâhı üzerindedir.” (Nebe-21). “Sizden oraya (cehenneme) uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu Rabbinin üzerine kesinleşmiş bir hükmüdür. Sonra biz korunanları kurtarırız, zalimleri de dizüstü orada bırakırız.” (Meryem; 71, 72). Ayet cehennemden kurtulmanın tek yolunu gösteriyor: Biz korunanları kurtarırız! “Korunmuş olanlar kurtulur” değil, “biz korunanları kurtarırız! Zalimleri de dizüstü orada bırakırız.” Meryem 71-72’de olay Nebe-21’e göre daha geniş anlatılıyor: Sizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur! Bu Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür. Sonra biz korunanları kurtarırız. Sen Tanrı mısın? 399 Zalimleri dizüstü orada bırakırız. Hüküm bu: Cehenneme uğramayacak yoktur. Muttaki olanları kurtarırız. Tefekkür Şeması 7’den ZALİM’i artık çok iyi biliyoruz. Bu ilimden önce bu meali okusaydık zalimi zihnimizde nasıl canlandırırdık? Ayeti okuyoruz, “biz korunanları kurtarırız” kısmını hayallerken gözümüzün önüne mesela bir salât ikame eden gelir, korunmayı salât ikamesiyle sembolleştiririz, “salât ikame ediyorsa zaten şöyle yaşıyordur” gibi düşünürüz. “Zalimleri dizüstü orada bırakırız” kısmını nasıl sembolleştiririz? Zalimi hayal ederken haksızlık yapan birisini düşünürüz. Mesela işçilere kötü davranan bir patronu düşünür, çocuklarına kötü davranan, zulmeden bir anne-babayı, mahallede komşularına zulmeden birisini düşünürüz. Ama yanılırız, o yetersiz bir yaklaşımdır. Burada bahsedilen ZALİM yalnız ve yalnız nefsine zulmedendir, yani şirk-i hafi halinde olandır! Burayı iyi fark etmek neden gerekir? Eğer zalimi yanlış hayallersek amelimiz bozulur! Bakın “biz korunanları kurtarırız” derken zihnimizde salât ikame eden bir insan oluşturuyoruz ve “korunan olsa olsa budur” diyoruz ya, bu bizi bir doğru amele götürür. Ama zalimi yanlış hayallersek o bizi yanlış bir amele götürür. Çünkü “biz zalim değiliz, kimseye kötülük yapmıyoruz” der, işin içinden çıkarız. Burada bahsedilen zalim ve zulüm; bizim kendi aramızda “A”ların dünyasında bildiğimiz zulüm değil, “A”ların birbirlerine kötü davranmalarından kaynaklanan bir zulüm değil! 4. Tefekkür Şeması’nda “A” Takdim Formu”na NEFSE ZULÜM YERİ dedik. Zalimlerin ve zulmün yeri burasıdır, burada yaşayanlar zalimdir, ayetin 400 Yılmaz DÜNDAR “zalim” dedikleri “A”yı yaşayanlardır! “A” Takdim Formu” aynı zamanda “BATIL” denilendir. Din’de batıl denilen her şey buradadır. “B” Takdim Formu” olarak gösterdiğimiz İhlâs Hayat Döngüsü ise HAKK’dır! “A” batıl, “B” Hakk! Asr Sûresi’ne bu çerçevede bakıp Asr Sûresi’ni önemsemek, çok dikkat etmek lazım; Hakk orada önemli bir kavramdır. Tefekkür Şeması 4 Sen Tanrı mısın? 401 Asr Suresi’nde ayrıca ZAMAN da çok önemseniyor: “Vel Asr; zamana yemin olsun!” Asr Suresi’ndeki “zamana yemin”i düşününce, söylemek istediğim birkaç şey var. Tasavvufta kesinlikle kendinizi Allah’ın yerine koymayın, yanlış yaparsınız! İnsansınız siz! İnsan Allah değildir. Buna çok dikkat etmek lazım; kendinizi Allah’ın yerine koymayın! Tasavvufla meşgul, heyecanlı bir arkadaşımızla karşılaşıyoruz ve zamandan bahsediyoruz, bize “ne zamanı, zaman yok ki” diyor. Niye zaman olmasın? İnsana göre zaman var ve Allah zamana yemin ediyor. Sen bunu Allah’a öğret, “ne zamanı, yok öyle bir şey” de! Allah “Vel Asr; zamana yemin olsun” diyor. “Zamanda öyle bir ilim, fark etmeniz gereken öyle bir şey var ki gözden kaçırmayın” diyor. Ama sen onu es geçiyorsun, boş veriyorsun. Tasavvufla meşgul olanlar kendilerini “yok” demeye o kadar adıyorlar ki, her şeyi yok yapıyorlar. Ama yanlış yapıyorlar! -“Zaman” göreceli bir şey değil mi, “Zamana yemin”i anlayamadım? Bir şeye “yok” demek başka şeydir “göreceli” demek başka! “Göreceli” var ama göreceli demektir. Ben “zaman göreceli değil” demiyorum ki. Ama birisi çıkıyor “zaman diye bir şey yok” diyor! “Yok” dediğinde yok olan o zamanı nasıl değerlendireceksin? Ayet “zamanı değerlendiremeyen hüsrandadır” diyor, sen “zaman yok” dersen nasıl değerlendireceksin? Zamana kim “yok” diyebilir? Allah! Allah kendisi için “zaman yok” diyebilir. Sen kendini Allah’ın yerine koyar da “zaman yok” dersen Allahlık yapmış olursun, kaybedersin. Kendini Allah’ın yerine koyan, Allah’ın işine karışan, Allahlık yapan kaybeder! İnsan KUL’dur, kul olmak zorundadır. Başlangıçta böyledir. Zaman vardır ama zamanı tarif kriterlerine göre göreceler ortaya çıkar. Senin güneş sistemine göre koyduğun zaman ölçüsü ölümü tatmanla değişir, galaksi sistemine göre farklı bir zaman idrakın oluşur. Demek ki, “zaman” anlayışı var! Allah, kâinatın yaratılmasıyla ilgili ALTI GÜN diyor ayette! Ama o gün şimdi bizim bildiğimiz gibi bir gün değil, çok farklı bir şey o! Oradaki gün Pazartesi, Salı gibi bir gün değildir. Özellikle hristiyan anlayışından kaynaklanan bakışla “Allah altı günde yaratmış, yedinci gün Pazar günü dinlenmiş” gibi espriler yapılıyor. Öyle değil! “Altı gün” nedir, yeri gelir görürüz inşaAllah... Aslında Vel Asr Sûresi’nde bizim önce insanı, insan boyutunu iyi kavramamız gerekiyor. Çünkü insan boyutunu iyi tanıyamazsan tanıyamadığın bu boyuttan kurtulamazsın. Siz tanımanız gerekirken herşeyi yok ederseniz kurtulamazsınız: Asr Sûresi ilan ediyor: “Hüsrandadır o insan! Ancak; iman eden ve salih amel işleyenler müstesna!” Onlar hariç! Bu gerçeği birçok ayette görürüz. 6. Tefekkür Şemasında da Nisa-175 bu gerçeği öğretir: 402 Tefekkür Şeması 6 Yılmaz DÜNDAR Sen Tanrı mısın? 403 “Billahi anlamıyla Allah’a iman edenleri ve bu imanın gereğini yaşayanları Allah rahmet ve faziletine erdirir ve sırat-ı müstakime hidayet eder.” (Nisa-175). Ayette iki kategori var: BİLLAHİ ANLAMIYLA ALLAH’A İMAN EDENLER. “Allah’a inananlar” değil, Billahi anlamıyla Allah’a iman edenler! Bir de BU İMANIN GEREĞİNİ YAŞAYANLAR! Bunları Allah rahmet ve faziletine erdiriyor ve sırat-ı müstakime hidayet ediyor. “Billahi imanında olanlar ve bu imanın gereğini yaşayanlar” Vel Asr Sûresi’ndeki “iman edenler ve imanın gereğini yerine getirenler” ile aynı manadır, o imanın gereği Asr Suresi’nde tarif edilmiştir: Salih amel! Amel değil Salih Amel! Bir işi “A” Takdim Formu” yapıyorsa o AMEL’dir. “B” Takdim Formu” yapıyorsa o iş SALİH AMEL’dir. Bu yüzden, “A” takdiminin ve “B” takdiminin veri tabanını çok iyi bilmek gerekiyor. Çünkü aynı işi yaptığın halde bir anda tanım değişiyor! Birisi amel oluyor; o amelle cennete gidilmez. Diğeri salih amel oluyor! “B” Takdim Formu”nda, “Hakk” dediğimiz yerde yapılan amel salih ameldir. “A”nın yaptığı işler kendi içinde ikiye ayrılır: Yapılan iş müslümanlığın gerekleri ise AMEL’dir, müslümanlığın gerekleri değil de başka şeylerse TANRILAR ARASI MÜCADELE’dir. Müslümanlığın gereklerini “A” yapıyorsa o ameldir. Aynı işi “B” Takdim Formu”nda olan birisi yapıyorsa, o salih ameldir. “Zamanı değerlendiremeyen hüsrandadır” ayetinin hariç tuttukları bu yüzden “B” anlamıyla iman edenler ve salih amel işleyenler! Onlar hariçtir... İman ve salih amele şöyle de bakmak gerekir: İMAN La ilahe İllallah’tır, SALİH AMEL Muhammeden Rasulullah! Şemamızda bu bakış şöyle tanımlanıyor: “La ilahe illallah” Risalet boyutudur, “Muhammeden Rasulullah” Nübüvvet boyutudur! Dolayısıyla ayet, Kelime-i Tevhid’le aynı manayı söylüyor. La ilahe illallah “B” anlamıyla, Billahi anlamıyla imandır. Peki, bu imanın gereği nedir? Muhammeden Rasulullah: Onun için de; heva ve hevesiyle davranmadığını Allah’ın söylediği ve “Rasûlüm” dediği Muhammed sallallahu aleyhi vesellem nasıl yapmışsa o salih ameldir, onu yaparım. Salih amel budur. Şöyle toparlayalım: La ilahe (tanrılık iddiasında değilim) İlla Allah! Ve bu imanımın gereği nasıl yaşanacağını da Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellem öğretmiştir, O’nun yaptığı gibi yaparım; yani Nübüvvet’e uyarım! Bu yüzdendir ki, Risalet devam eder, ama Nübüvvet son bulmuştur. Yani Hazreti Muhammed (SAV) SON NEBİ’dir; bu, “yeniden amel tarifi yok” demektir. Bu çok önemli bir şeydir! Yeniden amel arayışına girmek SAPMAK demektir. Yeniden amel tarif etmek Son Nebi’yi kabul etmemek demektir... 404 Yılmaz DÜNDAR “Ve onlar birbirlerine Hakk’ı tavsiye eder ve sabrı tavsiye eder.” (Asr-3) “Hakk’ı tavsiye ederler” ne demektir? Bu, birbirlerine hak hukuk tavsiyesi değil, birbirlerine hukukun üstünlüğünü önermek değil! Kişi “A” Takdim Formu”nda yaşarken tanrıların birbirlerine hak ve hukuk çerçevesinde davranmalarını önerip sonra da “ben ayetin gereği olarak hak ve hukuk tavsiye ediyorum” derse yanılır! “Hüsranda olmamak için ben hak hukuk öneriyorum, ayetin gereğini yapıyorum” deyip tanrılar arası mücadelede adaleti önermek, “Hakk’ı tavsiye” etmek değildir! Tanrılar arası mücadelede, tanrıların hedeflerinde, sıkıntılarında onlara “dayanın, sabredin sevaptır” diye önermek “sabrı tavsiye” değildir, ibadet değildir! Yanılmayalım, yanlış iş yapmış oluruz. Dikkat edin, bu ayette söylenen şey çok farklıdır! “Hüsrana uğramamak için birbirlerine Hakk tavsiye ederler” şudur: HAKK’ı tavsiye “B” Takdim Formu”nu tavsiyedir. Hakk’ı (“B” Takdim Formu” yaşantısını) tavsiye ederler. Ve bu yaşantıyı tavsiye ettiklerinde, bu yaşantı için onlara sabır, dayanma dilerler: “Sabret sonu selamettir. Sabretmezsen “A” Takdim Formu”na düşersin” derler. “İnananın velisi Allah’tır, O’na güven ve dayan” derler. İhlas Hayat Döngüsü Büyük Haritası’nda bu ayeti yazdık: “Allahu veliyyullezine amenü yuhricühüm minez zulumati ilen nur: Allah inananların Veli’sidir onları zulmetin karanlığından alır, nura sokar.” (Bakara-257). Bu yüzden “sabret” diyerek “sabrı tavsiye” ederler. Bu söylediklerim Kur’an’ı “B” mealiyle anlamada KELİMELERİN DEŞİFRESİ’dir! “B” Meali budur: “B”deki, Hakk yolundaki manayı yakalamak budur! Ancak böylece “B” Meali’nin içine girmiş olursunuz! Diğerleri şaşı bakanların veya göremeyenlerin mealleridir! Vakıa-79 onlara “siz sakın Kur’an’a dokunmayın! Tahir olmayanlar dokunmasın. Ayetlerimize, temiz olmayanlar dokunmasın” diyor. Neden? Çünkü onlar yorumlarını “A” Takdim Formu” içinde tanrılara yönelik yaparlar. Mesela Meryem Suresi-72’deki “zalimler”i düzgün tahayyül edemezler. Onun manasını doğru anlamadan doğru amel çıkaramayız. ZALİM “A” Takdim Formu”nda olandır, ZALİMLER nefsine zulmedenlerdir. “B” mealiyle bakınca zalimin anlamı budur. Artık “A” ve “B” Takdimi’ni daha yukarı bir manaya taşıyoruz. İhlâs Hayat Döngüsü’nde süreç “HUvAllahu Ehad Allahus Samed”le başladı. Bu süreç B0 noktasına kadar geldi. B0 noktasından sonra “A” Takdim Formu” dediğimiz sapan bir yol var. Lütfen burayı çok iyi yakalamaya gayret edelim, burayı tefekkür edelim. Birim B0 noktasına yaklaşırken o birime bir şey olur, o noktaya Allah bir duygu verir. B0 noktasına yaklaşırken o birime verilen duygu Kendini Hissetme Duygusu’dur! Bunu da yakalamaya, bu duyguyu da tut- Sen Tanrı mısın? 405 maya çalışın. Daha önce “A” ve “B” Takdim Form”larını ve “BEN” diyerek takdim edişleri fark ettik ve onlar bizim için somutlaştı. Şimdi manayı bir basamak yukarı çıkarıp diyoruz ki; Kendini Hissetme Duygusu’nu yakalayın. Esma’ül Hüsna kompozisyonu olan birime, yani noktaya Allah “Kendini Hissetme Duygusu” verir ve o kendini hisseder. İşte CÜZ HAYATI böyle başlar, cüzün hayatı “kendini hissedince” başlar! Bu yüzden “Kendini Hissetme Duygusu” çok önemlidir! Bunu çok tefekkürle, çok “somut” görebilmeye çalışmak, bu mananın açılabilmesi için gerekli Esma’larla bunu somutlaştırmak gerekiyor! Hissettiğinizde kuvvetlenmesi için La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i ile Kendini Hissetme Duygusu’nu yakalamaya çalışın. Şimdi daha yukarı ve çok önemli ikinci manayı söylüyorum: Birim kendini hissetmeye başlayınca Kendini Hissetme Duygusu birime/noktaya verilince kendini hissettiği için onda bir güç belirir. Kendini hissetmesinden kaynaklanan o gücü hissedince, fark edince birim farklı bir hale girer, o güçle beraber birimde “Muhtariyeti Tercih Gücü” görülür. Tefekkür Şeması 3’den Şemada bu süreç gösteriliyor. Kendini Hissetme Duygusu bir birime ya MEKR veya LÜTUF yollu verilmiştir. Mekr yollu verilmişse ne olur, lütuf yollu verilmişse ne olur? MEKR; hile ve düzen yapmaktır, düzen kurmaktır. Mekr ehli; plancı, hileci, hilekâr demektir. Bir şey mekr yolluysa, o kişi kendisine verilenle hile yapacak demektir. Hile kime yapılır? Allah’a! Hileyi Allah’a 406 Yılmaz DÜNDAR yapacak! HİLE Allah’ı örtmektir! Örtecek, gizleyecek, kapatacak! Mekr yollu verilenle hile yapacak, düzen kuracak ve Allah’ı örtecek; mekr yolu budur! Eğer Kendini Hissetme Duygusu birime mekr yollu verilmişse; o, bu duyguyla kendinde beliren “Muhtariyeti Tercih Gücü”nü kullanıp muhtariyetini ilan eder! Fark ettiniz mi, bu bir üst idraktır, “A” ve “B”nin bir üst kolonudur. Kendini Hissetme Duygusu mekr yollu dilenilmişse kul onunla muhtariyet ilan ediyor ve KÜFÜR EHLİ oluyor. Çünkü Allah’ın varlığını, Allah’a ait vasıfları örttü! Allah’ın varlığını ÖRTMEK Allah’a ait vasıfları örtmektir, buna çok dikkat etmek lazım. “Ben Allah’a da inanıyorum” demen bir şeyi değiştirmez, O’na ait vasıfları görmezden geliyorsun! O’nun EHAD, SAMED, VAHİD olduğunu görmezden geliyorsun, “bana ait bir güç, bir de Allah’a ait güç var” diyorsun. Kendine ait güç iddia etmekle Allah’ın zati vasıflarını hiçe sayıyorsun, O Yokmuş Gibi, O’nda o vasıflar yokmuş gibi hareket ediyorsun! Bu halinle de MUZİLL ismi kapsamına girer ŞAKİ olursun! 120. günü duydunuz mu hiç? 120. GÜN Kendini Hissetme Duygusu’nun günüdür; RUH ÜFLENEN andır! Bu duyguyu yakalamaya başladığınızda çözemediğiniz tasavvuf tabirlerini çözmüş olacaksınız. KENDİNİ HİSSETME DUYGUSU doğrudan A’ma kaynaklıdır, bir şeyin tetiklemesiyle oluşmuş değildir, bir şeye cevap değildir. Bir şeyin cevabı olursa Allah Samed olmaz! Kendini Hissetme Duygusu öyle bir yerden doğrudan gelen bir nurdur ki, çok som, çok saftır; kaynağını doğrudan A’ma’dan alır. Bir şeyin sonucu değildir, her şeyi başlatandır! Kendini Hissetme Duygusu Evvel’dir, Ahir’dir, Zahir’dir, Batın’dır! Eğer lütuf yollu verilmişse ibadete dönüşür. İbadete/Kulluğa dönüşmüş hali özelliği HADİ ismi kapsamıdır ve sonuç SAİD’liktir. Bu kul sadece durum tespiti yapar, bir iddiada bulunmaz. Kendini Hissetme Duygusu’nu mekr yollu kullanan “A” Takdim Formu”na saparken lütuf yollu kullanan B0 Noktası’na ulaşabilmek için gayret eder! Nasibine göre ya B0 noktasında sabit kalır, ya İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerler.. “A” Takdim Formu”nun muhtariyet ilan etmesindeki en önemli şey bir iddiadır, güç iddiasıdır, var olan güce sahip çıkıp o güçle muhtariyetini ilan etmesidir. Böyle yapmakla ”Muhtariyeti Tercih Gücü”nü hilede kullanmış olur. Peki, Muhtariyeti Tercih Gücü’nü “B” nasıl kullanır? İnsan-29’a göre kullanır. Kendini Hissetme Duygusu’nun birime verilişi lütuf yollu ise, o “dileyen Rabbine yönelir” ayetini yaşar ve İnsan-30 ona seslenir; “unutma dileyen Allah’tır.” “Kendini Hissetme Duygusu” lütuf yollu ise kişi onu İnsan-29’a göre kullanıyor, sonra İnsan-30 onu uyarıyor: Neden? “A”ya kaymasın diye! “Kendim diledim” sanıp “A” ya düşmeyesin diye uyarıyor: Dileyen Allah’tır! Sen Tanrı mısın? 407 Tefekkür Şeması 3 Bu yüzden “A”nın söylediği “BEN”le “B”de söylenen “BEN” çok farklıdır. Dedik ki; “A” iddiada bulunur, “B” ise durum tespiti yapar ve bu “BEN” teh- 408 Yılmaz DÜNDAR likeli değildir. Şu çok önemlidir: “BEN” demeyi dilinizden silerek o “BEN”den kurtulamazsınız, aynı “zaman” kavramındaki gibi! Zamandan kurtulmak için zamanı bilmek ve değerlendirmek gerekiyor, değerlendirirseniz başka boyutlar oluşabilir. Dolayısıyla, “BEN” demek gerekiyor, ama “B” halinde! Aksi halde “ben dilimden “BEN”i sildim” demekle kurtulamazsınız! “A” Takdim Formu”nda “BEN” diyen KÜFÜR EHLİ’dir! Çünkü bir güç ilanı yapıyor, ilan ettiği tanrılıkla Allah’ın varlığını, Allah’a ait vasıfları örtüyor. “B” takdimiyle “BEN” diyen ise Kul’dur! O, ibadet/kulluk yapmak için “BEN” diyecek, “BEN” diyerek ibadet yapacak: “BEN” Allah’ın dileğinin suretiyim” budur. “Zerre küllün aynasıdır”, bunu duyarsınız. Zerre küllün aynasıdır demek; Küll’de ne varsa zerrede de var demektir. Bir diğer anlam ise; zerre aynadır, Küll orada kendini seyrediyor demektir. Evet, bildiğiniz ayna! Küll zerrede, o aynada seyrediyor. Demek ki, seyir için bir “ayna” dilenilmiş. Bu aynanın da “BEN” demesi lazım ki ibadet yapsın; yani o seyre zemin olsun. Bu ibadet nedir? Bu ibadet Durum Tespiti’dir! Durum tesbiti bu nedenle çok önemlidir! “Durum tesbiti”ni görelim. Kul durum tesbiti yapar! O yalnızca durum tesbiti yapıyor, hiçbir iddiası yoktur! Durumu/nu tesbit ediyor. Durum tespiti nasıl yapılır, bilmediğimiz için bunu bize Allah öğretir. En önemli durum tesbitini Allah öğretiyor. Oysa “A” Takdim Formu”nun ayrıca öğretilmesi gerekmiyor. Çünkü dünya yaşantısının gereği olarak o bizde hazır var! Ama “B” Takdim Formu” olarak nasıl durum tesbit edilir, bilmeyiz. Bu yüzden o öğretilir. Onu Muhammedün Rasulullah’dan öğrenmek gerekiyor. Tefekkür Şeması 3’den Sen Tanrı mısın? 409 EN ÖNEMLİ TESBİT Fatiha Sûresidir! Fatiha Sûresi’ni okuyan tam bir durum tesbiti yapar. O bir durum tesbitidir, ibadet halidir, kulluk bilincidir, hiçbir iddia içermez. Zaten idrakımız bir iddia içeriyorsa, “iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn” ayetini düzgün okuyamazsınız! İdrak iddiadan kurtulmuşsa, ancak o zaman “iyyake na’budü ve iyyake nestaıyn” Fatiha’nın önemli bir noktası haline gelir! “İyyake na’budü ve iyyake nestaıyn” diyen bir iddia sahibiyse o zaman Fatiha çalışmaz! Çünkü onun yaptığı iş durum tesbiti olmaz, o zaman Fatiha durum tesbiti olmaz. O Fatiha, “A” Takdim Formu”ndaki “BEN”in okuduğu dizeler olur! “İyyake na’budü ve iyyake nestaıyn” ancak bir iddia içermiyorsa durum tesbiti olur. Bunun şartı, onu Rum Sûresi 30 duruşu ve İnsan Sûresi 30 idrakıyla, İnsan Sûresi 29’a göre kıyamda duran biri olarak okumaktır. Öyleyse olur. İnsan Sûresi 29’a göre kıyamda duran ama dururken Rum Sûresi 30 duruşuyla duran ve İnsan Sûresi 30 idrakıyla “İyyake na’budü ve iyyake nestaıyn” diyenin Fatiha’sı durum tesbitidir, o durum tesbiti Kulluk’tur! Bu durumda “İyyake na’budü ve iyyake nestaıyn” Fatiha Sûresi’nin akıbetini belirleyen bir odak noktası haline gelir. Fatiha dışında önemli bir durum tesbiti de; Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber zikirleridir. Bunlar da çok önemli durum tespit kelimeleridir. Yeri gelecek... Şunu tefekkür edelim: Rum-30’da HANİF geçer. Hanif kula ait bir kavramdır, kul içindir. İnsan-29’da RAB geçer. İnsan-30’da ise ALLAH geçer. Bu tefekkür edilmesi gereken bir şeydir: HANİF, RAB, ALLAH. İnsan-29: “Dileyen Rabbine yol tutar.” İnsan-30: “Dileyen Allah’tır.” Dileyen Rab’dır demiyor. İnsan-29’da “dileyen Rabbına yol tutar” dediği halde İnsan-30’da “Dileyen Allah’tır” buyrulur. İnsan-30’da “Allah” denilmesini düşünelim... “İşte böylece kâfirlere amelleri süslü gösterilmiştir.” (En’am-122). Allah muhafaza etsin, eğer kişide Kendini Hissetme Duygusu mekr yollu açılmışsa, kişi Kendini Hissetme Duygusu’yla gelen “Muhtariyeti Tercih Gücü”nü muhtariyet ilanında kullanır ve o örtücülere amelleri süslü gösterilmiştir. Burayı Ehlullah şöyle tefsirliyor: Kâfirler kendi varlık iddialarıyla Hakk’ın varlığını örterler! Ehlullah “A” Takdim Formu”ndaki “BEN”i tarif ediyor. “A”lar (kâfirler) kendi varlık iddialarıyla Hakk’ın varlığını örterler! “Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip böylece onları doğru yoldan saptırdı.” (Ankebut-38). Bu yüzden “A” Takdim Formu” ile “BEN” diyenin hızla, zevkle, coşkuyla orada ilerlemesinin en önemli sebeplerinden birisi yaptığı işleri doğru ve 410 Yılmaz DÜNDAR güzel sanmasıdır. Ayet, onun küfrünü doğru ve güzel sanışının sonucunu bize söyler: Böylece doğru yoldan saptılar. “Allah kimin sadrını (anlayışını) İslam’ı kavramak üzere açarsa bu ona Rabbinden bir nurdur.” (Zümer-22). Kendini Hissetme Duygusu lütuf yollu verilmişse Allah onun anlayışını İslam’ı kavramak üzere açmış demektir, bu ona Rabbinden bir nurdur. O veriliş mekr yolluysa “A” Takdim Formu” olarak zahir oluyor, öyle devam ediyor. Lütuf yolluysa “B” Takdim Formu” olarak devam ediyor. İdrakta bir basamak yukarıya geldiğimizi ve “Kendini Hissetme Duygusu”nu tefekkür havuzumuza koyduğumuzu fark ettik değil mi? -120. gündeki “mekr veya lutf”a “dileyen Allah” gözüyle nasıl bakarız? “Dileyen Allah” dedin, bir de “nasıl bakarız?” demekle neyi kast ediyorsun? Yani “dileyen O’ysa madem?” mi demek istiyorsun? -”Hile yapan da, lutfeden de O” gibi mi düşüneceğiz? Hayır! SÜBHANALLAH! Sübhanallah’ı onun için öğreniyorsun, dikkat et! Aslında SübhanAllah durum tespitidir ve bu tesbiti yapan kuldur! Kul’un durum tesbiti yapması dilenmişse, onda ibadet/kulluk bilinci dilenmişse kul lütuf yollu bir verilişi yaşıyordur; durum tesbiti yapıyordur. DURUM TESBİTİ aslında Kulluk Bilinci’dir. Bir zan üretmiyorsun, kulluk bilinciyle durumu tesbit ediyorsun; Sübhanallah! Allah’ım benimle kayıtlı değilsin: Sübhanallah’ı böyle anlayıp, mana vermeye buradan başlarsak hata yapmayız, çünkü en önemli manası budur: Allahım Sen benimle kayıtlı değilsin, benden münezzehsin. Aksi halde yaptığımız hile hurdayı “Allah yapıyor” der, tasavvuf girdaplarına düşeriz. “Yapan kim ki!” der, her şeyi O’na yükleriz. İş öyle değil! Ama nasıl? Nasıl olduğunu öğreninceye kadar Sübhanallah korumasında durun. “Allahım işin nasıl olduğunu bilmiyorum, öğrettiğin şekilde Seni onlarla kayıtlamıyorum: Sübhanallah; sen bunlardan münezzehsin” diyebilmek lazım. Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahuekber’i inşaAllah genişçe göreceğiz. Bu soruların oluşmasına sebep “Kendini Hissetme Duygusu”yla müstakil bakmaktır! Müstakil bir idrak oluşturuyorsun ve “suçu ne?” diyorsun. Bir şey fark ediyor mu ki? Müstakil bir “A” takdimi oluşturup “suçu ne?” diyorsun. “Suçu ne?” dediğin müstakil bir varlık var... Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, ashabıyla oturup sohbet ettiği bir zaman buyuruyor ki; “Kendisi için dua etmemi isteyen var mı?” Güzel bir Sen Tanrı mısın? 411 şans değil mi? “Söyleyin ne için dua etmemi istiyorsanız söyleyin” diyor. Kalkıyor birisi “ya Rasulallah, ben şöyle şöyleyim, dua edin de düzelsin” diyor. Efendimiz dua ediyor. Bir başkası, bir başkası derken nihayet birisi kalkıyor, “ben şöyleyim ben böyleyim...” diye öyle bir sayıyor, dinleyenlerin hepsi kafasını eğiyor. Hazreti Ömer dayanamıyor, kalkıyor ayağa “sus be rezil, mahvettin kendini sus!” diyor. Efendimiz diyor ki: “Yapma ya Ömer, söylesin. Bu dünyadaki rezillikle ahiretteki kıyaslanmaz. Burada söylesin biz duamızı yapalım, ahiretteki rezillikten kurtulsun, ikisi kıyaslanmaz.” Allah muhafaza etsin, ahiretteki haller ve şartlar dünyadaki hallerden ve şartlardan çok farklı olduğu için dünyadaki âmâlık/şaşı görme ahirette devam edecek olursa... Ayet onun için diyor ki: Orada da âmâdır/kördür ama daha hüsrandadır, daha zordadır, daha kötü durumdadır, daha şaşkındır. Allah muhafaza etsin. Bazı konuları ve noktaları böyle ele alıp kısaca geçiyoruz. “İMAN NURU” ve “AKIL NURU” diye iki nur var. Aslında her şey nurdur, ancak yerine göre bu nurlar farklı isimlerle isimleniyor. Bu nurlardan iman nuru, akıl nurundan daha geniş kapsamlıdır. Bu yüzden, iman nuru akıl gibidir, aklın ulaşamadığı yerleri kavrar ve akıl yerine kaim olacak doğrulukta kavrar. İman nuru bu yüzden bizim için çok önemlidir. Önemini şöyle anlatmaya çalışalım: İnsan, ilimle gördüğü kadar düşünebilir, basiretle düşündüğü kadar görebilir. İşte imanla aklın farkı budur: Akılla görebildiğin kadar düşünürsün, aklın o kadar görüyor çünkü, ucu o! İmanla düşünebildiğin, öngörebildiğin kadar görürsün. Bu yüzden, sadece ilim değil, basiret ve ilim ikisi birden gerekiyor. Onun için “B” yolundaki mücadele akıl+iman mücadelesidir, İhlâs Hayat Döngüsü yolunun çarkı akıl+iman işbirliğiyle yürür. Bu yolda çok sık düşülen girdaplardan birisi de GENERAL TANRI haline gelmektir. Paralel caddede olup da oradan aldıkları tasavvuf kokusuyla, hareket edenler ve yakaladıkları bilim kokusuyla hareket edenler bu yolda girdapla karşılaşırlar. Bunu şöyle açıklayalım: Kişiye “Kendini Hissetme Duygusu” verilince o bir iddiada bulunur ve gider kendisindeki Rab gücünü yakalar, o duyguyla Rab gücüne sahip çıkar, Rab gücüne “benim gücüm” der. Zamanla, araştırırken tasavvufi kokular, bilim kokuları alırsa “Rabb gücüne sahip çıkmamak gerekiyormuş” der ve Rabbı bırakır, Rab gücünü sahiplenmekten vazgeçer. Ama kişinin sahip çıkma özelliği duruyor, mekanizmayı bilmediği için sahip çıkan ellerinden kurtulamamış. Rabba sahip çıkmaktan kurtulmuş ama o eller duruyor. O ellerden kurtulmayı önemsemeden, yani o özelliği dururken Ulûhiyeti öğrenirse, bu sefer ona mest olur. Ve o iddiacı 412 Yılmaz DÜNDAR yapı bu kez Ulûhiyet’i tutar, ona sahip çıkar ve ortaya general tanrı çıkar. Kişi daha önce Rabba/Rububiyete sahip çıkarken “er”di. Çünkü o zaman sahip çıktığı güç kendindeki Rab gücüydü. Şimdi daha yükseğine sahip çıkıyor; Ulûhiyet! Şimdi Ulûhiyete sahip çıktı, bu sefer iddia Ulûhiyetle ilgili! Öyle olunca da “ben Allah’ım” der. Bunu sesli demese bile etrafa “ben Allah’ım” gibi bakar, öyle konuşur, “Allah’mış gibi” davranır. Bunu diyemeyebilir! Ama ister ki, karşıdaki arif olsun da onun Allah olduğunu anlasın. Hikmetli konuşmaya, hikmetli davranmaya başlar! İnsanlar da onu önemli sanar. Çünkü kendileri er! Er oldukları için elbette generali önemseyip ona selam dururlar. İşte size iki tanrı: Er ve General Tanrılar. Eski erin şimdi hikmetli sözler söylemesinin sebebi, onun Sultan kılığına girmesidir! Ulûhiyeti tutup ona sahip çıktığı için, Ulûhiyet iddiasında bulunduğu için kendisini Allah sanıyor! Kendilerindeki Rab gücüne sahip çıkan diğer [er] tanrılar ona bakınca, onun hali onlara yüksek bir mertebe gelir, onu ERMİŞ KİŞİ sanarlar. Bu yapı tasavvuf yolunda insanları çok yanıltır. Öylelerinin eserleri, konuşmaları insanları çok yanıltır, Allah muhafaza etsin. Kişi onları okuduğu zaman aklı tamamen yanlış bakış açılarına kayar. Bu yüzden “tanrıdan okumayın, tanrıyı okumayın, tanrıyı dinlemeyin” diyoruz. Çünkü tanrının yazdığı, anlattığı şey aklı birden kaydırır. Mesela konu Ulûhiyettir, çok tatlı olduğu için o cezbeyle kişi yazılanı/söyleneni doğru sanar ve kendini girdaplardan kurtaramaz. İSLAMİYET şehadet yoludur. Konuşmuştuk, İslamiyet dışındaki bir öğretide, ilimde, felsefede, bakış açısında şahitlik yoktur, hiçbirinde! İnandırdıkları şeye şahitlik yaptırmazlar, kişileri bir şeye şahit etmezler. Hele şu meditasyon gibi şeyler, hele onlar! Onlar tamamen heykel tanrı üretirler! Düşünmeyin, serbest durun, her şeyi unutun... Kişi de böyle yapınca rahatladığını sanar; ona ameli hoş gösterilir! Rahatlar her şeyi unutursun, tabiatıyla Allah’ı da unutursun! Ve Allah da seni unutur! Düşünmeden Allah bulunur mu ki! Dikkat edin; tasavvuf çok somuttur! Sizi ne bu dünyadan koparıyorsa, bilin ki o yanlış tasavvuf yöntemidir. Bizzat baktığınız şeylerden sizi koparan, hayale sürükleyen, somut olmayan bir şeyse o yanlıştır. O yüzden Halife efendimiz ne diyor; ben görmediğim Allah’a inanmam. Demek ki İslam’da her şey somut! Bakın Kur’an’ın bir ismi FURKAN’dır: Ayırt eden! Somut olmayan şey ayırt edilir mi? Demek ki, o kadar somut! Çok somut olduğu için Furkan Hakk’la batılı, “A” takdimiyle “B” takdimini birbirinden ayırıyor. Bunu hızla ayırana da FARUK denir! O yüzden Hazreti Ömer Allah’tan Faruk ismini almıştır! Hakk’la batılı hızla ayırdığı için adı Faruk’tur. Çok hızla ayırdığı için Faruk! Bu iş bu kadar somut! Dolayısıyla, sizi Sen Tanrı mısın? 413 bir şey bu dünyadan koparıyorsa o yanlış bir yöntemdir. İslam (tasavvuf) çok somuttur, sizi hayattan koparmaz! Zaten salâtta da onun için gözünüzü kapatmazsınız. Çünkü salâtınız bizzat bu dünyayla ilgilidir! “Gözümü yumunca daha bir huşu buluyorum” düşüncesi yanlıştır! Huşu bulamazsınız ve yaptığınız yanlış olur. Gözünüz açıkken huşu buluyorsanız doğrudur, göz kapatılınca değil! Tesbihat yaparken kapatabilirsiniz, olabilir. Ama daha iyisi hep açıkken başarmak, eğer çok gürültülü bir yerde ve gözünüz açıkken aynı derecede başarıyorsanız bu daha iyisidir! Başaramıyorsanız, “konsantre olayım” diye sessiz bir yer de olur. Ama salâtta bizzat gözümüzün açık olma sebebi, bu dünyadan kopmanın yasak olmasıdır! Bu dünya önemlidir! Önemli bir zatın, evinde çok gürültü var ve gürültü yüzünden bazen evdekilere “biraz sessiz olun” falan diyor. Ama salât ikame ederken çoluk çocuk, o gürültü yine var, hiç sesini çıkarmıyor. “Efendi, normal zamanda bizi hep uyarıyorsun, ama salâttayken hiç uyarmıyorsun” diyorlar. “O zaman duymuyorum ki” diyor! O gürültünün içinde gürültüyü duymuyor. Tasavvufta İNSANLARDAN UZAK KALMAK çok önemlidir, “insanlardan uzağa gitmek” değil! Bizzat insanların arasındayken insandan uzak kalmak! İnsan diye bir güç, bir varlık iddia eden bakış açısından uzak kalmak! Bunu fark etmezsen uzak kalacağım diye uzakta durursun, ama hep insanları özlersin! Şehadet Dini olan İslamiyet’te çok önemli İKİ ŞEHADET vardır: “B” İlmi’yle şahitlik ve EhadüsSamed İlmi’nin şahadeti. Şahit olunmadan bu ilimlere sahip olunmaz. Bu iki şahitlik iki ilimdir; bunlar bizzat şahit olunarak, müşahedeyle elde edilir! Kişi B0 noktasında “Eşhedü en la ilahe İllallah ve eşhedü enne Muhammeden AbduHU ve RasuluHU” der ve şehadet eder. Bu “B” ilmi’yle şahitliktir. B0 noktasındaki bu şahitliğe “B” İLMİ diyoruz: Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasuluhu. Bir de EL-EHADUSSAMED İLMİ ve şahadeti vardır. Bu ilme girenin müşahedesinin şehadeti; “Eşhedü en la ilahe illallahul EhadüsSamedullezi lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehu küfüven ehad”dır. İlk şehadette söylediğiniz “Abduhu ve Rasuluhu” kelimeleri bu şahadette yoktur. Çünkü bu şahadette Kul yoktur, EhadusSamed İlmi’nde kul kalkmıştır. Kul kalktığı için yoktur! Kul kalktı mı Rab da kalkar. RAB, kul varken vardır! Peki, bu hale nasıl ulaşılıyor? Siz, tanrılıktan kurtulma çalışmalarıyla tanrılık iddia eden “BEN”den kurtulursunuz, durum tesbiti yapan “BEN”le yaşamaya başlar ve devam ederseniz, bu “B” İlmi’nin şehadetidir. Bu şehadet, sizin B0 noktasında “BEN” demenizle başlar. İlerlenirse bu “BEN” de yok olur. İşte bu “BEN”in yok olduğu şahadet EhadüsSamed İlmi’nin şehadetidir! Bu yüzden Ehadüs- 414 Yılmaz DÜNDAR Samed İlminin şehadetinde o “BEN” bitiyor. Devam ederse hala o “BEN” var demektir ki o; EhadüsSamed Şehadeti olmaz. Hatırlarsanız, bu “BEN”in olduğu yere “yasal yanlış” demiştik. Yanlış ama yasal! Neden? Daha ilerisi, daha doğrusu olduğu için! “B” hayatına girerken onu diyeceksin ki ibadet başlasın, kulluk yaşansın. Sonra eğer EhadüsSamed İlmi’nin şehadeti dilenmişse o yasal yanlış da kalkar. ŞİRK-İ HAFİ’DEN TAM KURTULUŞ odur, tam kurtuluş “Yasal Yanlış”ın da kalkmasıyla yaşanır. Esma dünyası, “B” Takdim Formu”nun olduğu yerdedir. Kavramları ve kavramların yerlerini çok iyi bilmek gerekiyor, “Esma dünyası” orasıdır. “A” Takdim Formu”nun olduğu yer esma dünyası değildir. Şimdi böyle söyleyince, şöyle sorular gelebiliyor. Yani “A” Takdim Formu” yaşantısındaki manalar esma manaları değil mi? Evet, onlar da esma manaları, ama “A” takdimiyle “BEN” diyen bırakmıyor ki esma manası olsunlar! Sahip çıkıyor, iddiada bulunuyor “onlar benim” diyor. Rabba sahip çıktığı için esmaları da kendisi tarif ediyor. O aslında esma diye ötede beride uzakta bir şey tarif ediyor. O tariflere dikkat ediniz tanrı içerdiğini görürsünüz. Çünkü ötede uzakta bir esmayı tarif vardır. Birisi, seyrettiği uzağındaki bir şeyi tarif ediyor. Onu tarif eden “A” Takdim Formu”ndadır. Peki, uzakta seyrettiğin bir şeyi tarif etmiyor da, bizzat o şeysen? Şimdi sen esma dünyasındasın! ESMA DÜNYASI o halde yaşayanın yaşantı alanıdır ki, “B” Takdim Formu” içerisindedir! B0 noktasından itibaren, İhlâs Hayat Döngüsü’nün içi Esma’ül Hüsna dünyasıdır. Onlara neden “Esma’ül Hüsna; güzel isimler” deniyor? Bu, başka isimler çirkin, O’nun isimleri güzel gibi bir anlam içermez! Allah indinde güzel ve çirkin şudur: “A” Takdim Formu” çirkindir, bu kadar! Kim Allah’ı örtüyorsa çirkindir, ÇİRKİN budur. B0 noktasından itibaren durum tespiti yapan ise GÜZEL’dir. İhlâs Hayat Döngüsü’nde yerini bulmuş olan hayat güzeldir. Güzel “akıl” demektir, “ilim” demektir. Güzel; Allah Ahlakı’nın bir başka bakış açısından tanımıdır. Bu yüzden güzel, “A” Takdim Formu”ndaki tanrılığını ilan etmişlerin, tanrıları kıyaslayarak oluşturdukları makamlar değildir, onunla perdelenmemek lazım. Eğer “Allah güzeldir, güzeli sever” sözünü tanrıların birbirlerine oluşturdukları makamlar gibi sanarsanız, bu ilimle ilgileniyor bile olsanız hala “ötede bir şeye inanıyor” olursunuz. Güzel mefhumunu hala tanrılar arasındaki manayla değerlendiriyor olursunuz. Güzel tek şeydir; HAKK’tır. Çirkin tek şeydir; BATIL’dır. Demek ki, gerçekte Esma’ül Hüsna İhlâs Hayat Döngüsü içerisindeki esmalardır. Orada oldukları için onlar HÜSNA’dır, GÜZEL’dir! Esma’ül Hüsna’lar orada oldukları için güzeldir, onlar ilim oldukları için güzeldir. Sen Tanrı mısın? 415 Ve Esma’ül Hüsna’ların hepsi birer âlemdir! Rab da o âlemlerin Rabbidir; RABBÜL ALEMİYN Bir: Esma’ül Hüsna’ların hepsi birer âlemdir. İki: O Esma’ül Hüsna’lar bir kompozisyon oluşturdukları zaman, oluşan o birim de bir âlemdir. Esma’ül Hüsna’lardan meydana geldiği için o da bir âlemdir. Bu durumda sonsuz manada, sınırsız sayıda âlem var demektir! Çünkü Esma’ül Hüsna’ların manaları sonsuz, sayıları sınırsızdır. Bir de onların terkiplerini düşünün; sonsuz ve sınırsız terkipler... O zaman, manası sonsuz, sayısı sınırsız âlemler oluşur. Allah o âlemlerin Rabbidir: Allahu Rabbul alemiyn! Esma’ül Hüsna dünyası tamamen Rab şemsiyesinin altındadır. Ama bu nasıldır ve Rab Şemsiyesi ne demektir? Esma’ül Hüsna İlmi’ni çalıştıran bir elektriğin olduğunu düşünelim, işte o Rab’dır, o Rab nurudur. Esma’ül Hüsna’ları Rububiyet Nuru döndürür. Onları o nur çalıştırır, onlardan terkipler, montajlar yapar. Bu tekipleri, bu montajları neye göre yapar? Mana âleminde ne dilenmişse ona göre! ESMA’ÜL HÜSNA’LAR; İhlâs Hayat Döngüsü’nün fiiller âlemidir. Mana âleminde ne dilenilmişse, kesret âleminde de o dilenenlerden hangisi vücut bulsun istenmişse, onun Hakk olduğu, Hakk olarak yaratıldığı yer EF’AL ALEMİ’dir. Bu yüzden burası Hakk’tır! Mana âleminde dilenen o mana burada karşılığını bulur, hakkını bulur. Neyle? Rububiyet Nuru’yla. Rububiyet nuru Esma’ül Hüsna’ların montajını sağlar, mana âleminde ne dilenmişse onun oluşmasını; Hakk olmasını sağlar. EHAD ve VAHİD İSİMLERİNİN FARKI: Ondan da kısacık bahsedelim, çünkü oralara hemen hemen hiç girmiyoruz, inşaAllah nasip olursa ileride o kısımlara daha derin bakarız. İleride! Çünkü oraya derin girebilmek için bu B0 noktasında karar kılmış olmak şarttır! Size söyleyeyim, nefs mertebelerinin ileri noktalarında öyle biz cezbe vardır ki, kişi onları dinledikçe dinlemek ister, hep orayı dinlemek ister, hep orayı ister. Hep orası anlatılsa da dinlese! Neden? Çünkü “HuvAllahu Ehad AllahusSamed” kısmı çok caziptir. Öyle cazip, öyle tatlı, öyle cezbelidir ki, oraya girersek, B0 noktasını unuturuz, ona hiç sıra gelmez! İlaç alıp gevşemiş, kafa bulmuş oluruz, öyle durur dinleriz. Orası tam kafa buldurur, bir türlü B0 noktasına gelemeyiz, “biz ne yapacağız?”a gelemeyiz! Anladık Nefs-i Mardiye öyle ama, biz ne yapacağız? Tamam, o filmi seyrederken gevşedik gittik, ama biz ne yapacağız? Mutlaka bir şey yapmamız lazım! “Biz ne yapacağız?” konusunu iyi sindirmek gerekiyor. Onu neye benzetmiştik? İnsan bir virtüözden keman dinler; “mest etti bizi” der. Konser bitti sonra? Sonra kös kös eve gideceksin. Önemli olan keman çalmayı öğrenmektir, “bir beste yapmayı, bir şey çalmayı” öğrenmektir. Bu, dinlemekten farklı bir iştir! Biz, biraz işin “sen de bir beste yap, sen de bir 416 Yılmaz DÜNDAR şey çal” kısmına baktığımız için, durmadan bir şeyleri tekrarlıyoruz, durmadan “Do” diyoruz. Haydi, gelin bugün de “Do”. “Do” deyip duruyoruz. Arada bir virtüöz de dinlenir tabi. Niye? İnsanı coştursun, gaza getirsin de “gidip biz de ders alalım” diye. Hep virtüöz dinlerseniz hiç keman çalamazsınız... EHAD ve VAHİD isimlerini araştırdığımızda ikisi için de “TEK” yazıldığını görürüz. Şimdi onların nasıl tekler olduğuna bakalım. Ehad isminin manasında “tek” yazar, Vahid ismine bakıyorsunuz onun da manası “tek”dir, ama ikisi birbirinden çok farklı “tek”lerdir. Vahid’in tekliği Ehad ismindeki gibi değildir, Ehad’in tekliği Vahid ismindeki gibi hiç değildir. Kendini Hissetme Duygusu ile tanımlarsak; Kendini Hissetme Duygusu’nun kendisini kendisinde bilerek hissettiği EHAD’dır! Ehadiyet’te, O; Zatı’nı Zatı’nda bilir, Zatı’nı Zatı’nda tek bilir. O yüzden DÛN’U YOK’tur. Bu yüzden, Allah’a inanıyor ama “bir de “BEN varım” diyorsan, öyle bir şey yoktur! Allah’a inanıyor ama “dûnu”na da inanıyorsan; dışında bir şey daha düşünüyorsan öyle bir şey yok! Zatı’nda Zatı’nı tek bilişi EHAD’dır! Zatı’nın Zatı’nda tekliği Ehadiyettir! Peki, Vahid nedir? Vahid çok farklı bir şey: Zatı’nı Zatı’nda tek bilen Ehad bir şey diledikten sonra Vahid, bir şey diledikten sonra Vahidiyet var! Ehad olan O Tek’in dilemesinden sonra ortaya çıkan dilekteki tek VAHİD’dir. O Tek/Ehad bir şey diliyor [Kün fe yekün] oluyor. İşte o “Kün fe yekün” prosedürü içerisinde başlangıçtaki Tek Vahid’dir. O dilenenin, oluşacak olan manaların veya o manalardan vücut bulacak fiillerin hepsinin kendisinde olduğu Tek VAHİD’dir! Şöyle: Hani film teknolojisinde “geri çekim” vardır. Onu şimdi yaratılış ve Vahidiyet’i anlamak için uygulayalım. Dünyanın oluşumunu, kâinatın oluşumunu böyle insandan başlayıp da geri çekseniz, çekseniz, çekseniz, çekseniz, o oluşumlar gelse, gelse, gelse, gelse böyle bir yere, bir noktaya, bir hokkaya birikse. O hokkanın içerisinde bütün bilgi var; ama Tek olarak! Öyle karışık ki, siyahla beyaz birbirinden ayrılmamış, orada siyahla beyazın farkı yok. Orada siyah da beyaz da var, ama onları ayrı ayrı görmen mümkün değil! Her şey orada bir bütün! Bütün bilgilerin bir bütün olduğu yumak; Vahidiyet! Bu yüzden orası TENZİH MERTEBESİ’dir! Onlar sonra birbirlerinden ayrılıp farklılaşınca TEŞBİH MERTEBESİ başlıyor; Ulûhiyet ve sonrası böyledir. Vahidiyet’ten sonra orada manalar vücut bulmak istiyor, vücud buluyor ve iş devam ediyor... Bu yola durum tesbiti ile başlamak önemlidir ve durum tesbiti yapan ÜÇ ÖNEMLİ ZİKRULLAH vardır: İlki “Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahuekber” zikirleridir, bunlar hep durum tesbitidir. Ama EN ÖNEMLİ DURUM TESBİTİ Fatiha Suresidir. Üçüncüsü ise “La havle ve La kuvvete illa Billâhil aliyyil Sen Tanrı mısın? 417 aziym”dir, bu da durum tespitidir. B0 noktasında kişi “La havle ve La kuvvete; güç kuvvet sahibi varlık iddiasında değilim, İlla Billâh” diyerek bir durum tespiti yapıyor. Aslında bu cümleyi ne zaman duysak hemen aklımıza Salât-ı Tesbih geliyor. Salât-ı Tesbih bu yüzden öyle önemlidir ki... “Ötede beride bir tanrı edinmek, tanrıyı ötede sanmak” esas tanrının oyuncağıymış, bunu anladık. Kişinin kendisinde bir tanrılık iddiası var ve aslolan o! Kendinde ilan ettiğin o tanrı “ben ötede beride uzakta da bir şeylere inanayım, onları da ben yöneteyim” diyor, öyle de inanıyor. Öyle inandığı için de “istediğim zaman ona yaranayım” diyor, onunla oynamak istiyor, bir oyuncak oluşturuyor. Böylece ötede beride uzaktaki tanrılar, ilan edilen esas tanrının oyuncakları oluyor! Ve bu yüzden, şirk denilen bu oyuncaklardır! Tanrının oyuncaklarıdır ŞİRK! Tanrının kendisi GİZLİ ŞİRK’tir! Kişinin kendisinde bir güç, kuvvet, muhtariyet ilan etmesi ESAS ŞİRK’tir ki, buna ŞİRK-İ HAFİ diyoruz! Neden “gizli şirk”tir o? İnsan onu göremediği için, ondan perdelendiği için gizlidir, gizli şirktir! Oyuncaklarla çok meşgul olduğundan hiç göremiyor veya oyuncaklardan kurtulunca “şirkten kurtuldum” zannediyor. Rablık ilan eden yapı esas tanrıdır. Onu göremediğiniz için adı Gizli Şirk’tir. Ama esası budur, ESAS TANRI budur! GİZLİ ŞİRK kenarda duran, ikincil demek değildir! BİRİNCİL TANRI budur, diğerleri oyuncaklarıdır. Oyuncaklar şirk, tanrılık iddiası esas şirktir! Görülemediği için o gizli şirktir. -Biraz önce “akıl nuru” ve “iman nuru”nun bu yoldaki önemini açıkladınız. Bazı dualarda “marifet nuru” ifadesi geçiyor, onu nasıl anlamalıyız? MARİFET NURU akıl nurunu ve iman nurunu kullanarak elde edeceğiniz nurdur. Akıl ve iman nurlarını kullandığınız zaman sizde açılacak nur marifet nurudur! Marifet yalnız ve yalnız Allah’ı tanıyabilmektir! Yani siz dualarınızda marifet nuru istemekle bir bakıma diyorsunuz ki; ben akıl nurunu ve iman nurunu çalıştırarak Seni tanıyayım Allah’ım. Aksi halde insan marifeti duyunca onu “marifetli insan” sanarsa yanılır. MARİFET; gerçek manada Allah’ı bilmek, tanımak, anlamaktır, Allah’ı bilme manasının nurudur. O mananın oluşturacağı nur marifet nurudur. O nur; iman nuru ve akıl nuruyla ulaşılacak bir nurdur! Esas hedef odur! Çok paranız var; valizin birisi iman nuru, birisi akıl nuru dolu ve siz bununla bir şey edineceksiniz. Edineceğiniz şey MARİFET NURU’dur. Onlarla marifet nuru edinmemişseniz elinizde bir kazanç yok demektir! Bu nuru da nasipse konuşuruz, ileride... Bir soruyla devam edelim: Acaba Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Ay’ı neden ikiye bölmüştür, hiç düşündünüz mü? Bir tarihçi değilim, yani ta- 418 Yılmaz DÜNDAR rihle meşgul bir uzman değilim. Tarihle meşgul birisi bu olayı kaynaklardan bulur herhalde. Bizlerin veya bizim birkaç yaş büyüklerimizin doğum tarihleri biraz düzgündür, ondan öncekiler için “ekin zamanı” gibi tarifler söylenir, tesbitler bir tabiat olayına bağlanır. Onun gibi, Ay’ın bölündüğü zamana rastlayan bir olay için Hint tarihinde “bu olay Ay’ın bölündüğü zaman oldu” diye kayda geçmiş bir belge varmış. Ama henüz bir kaynağım yok, onun için biraz masal gibi söylüyorum. Araştırılırsa bu kaynak bulunur. “Ekin zamanı doğdu” der gibi, Hindistan’daki bir olaya düşülen tarih bu: Ay’ın bölündüğü zaman! Olayı çok uzakta kaydedenler var! Biz buradaki önemli olan şeye bakalım. InşaAllah çok dikkat edelim; Efendimiz (SAV) Ay’ı neden böldü, ne olacaktı? Ay’ı bölmesinin Kelime-i Tevhid’e ne yararı vardı? Söyleyelim: Hiçbir yararı yok! Çok dikkat edelim, buradan “çok önemli bir amel”e geleceğiz. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in buna benzer mucizeleri çoktur. Bunlar neden ve kimin içindir? Bunların hiç birisi Sıddıyk’lar için değil, onlar zaten güveniyor! Ama bir de Ay bölündüğü halde geri dönenler var. Ay bölünüyor ve kişiler sen oyun yaptın, sihirbazsın deyip geri dönüyorlar. Demek ki, o anki şartlar içinde buna neden ihtiyaç duyuluyor. Neden? Güven sağlamak için! Zaten sisteme bakacak olursanız Risaletten önce EMİNLİK var, “emin kişi” olmak var; EL-EMİN! La ilahe illallah risaleti emin kişi olduktan sonra, emin bir yaşantıdan sonra başlayabilir! İnsanların kulak vermesi için önce Eminlik gerekiyor! Bir de çok nazik olmak gerekiyor! Ayet bunları “tebliğde Rasulullah yöntemleri” olarak veriyor: Emin olmak ve nazik olmak! Al’u İmran-159: “Eğer güzel davranmasaydın giderlerdi. Onlara güzel söyledin, güzel davrandın.” Rabbi böyle diyor. O zaten Emin ve çok zarifdir! Ay’ı ikiye böldü, şimdi insanlara ne söyleyecek? “Ay’ı ikiye böldü” dediler, onlara ne diyecek? Yine “La ilahe illallah” diyecek, zaten onu demişti, hep dediği şey zaten o! Yine onu diyecek! Dolayısıyla, hangi mucize yaşanırsa yaşansın Efendimiz’in söylediği ve söyleyeceği en önemli şey “La ilahe illallah”tır. Eğer bu olayı duyunca Ay’la meşgul olursanız, “nasıl böldü, bunun mekanizması ne? Şöyle bölse ne olurdu, nasıl olurdu? Niye üçe değil de ikiye böldü?” gibi sorularla meşgul olursanız “La ilahe illallah”ı unutursunuz. Dolayısıyla tüm mucizelere önce böyle bakmak lazım. İşin bir yanı budur. Şimdi bir hal tarif ediyorum, dikkat edin: Bazı kişilerin yaşadığı öyle bir hal vardır ki; ona olağanüstü gibi görünen hiçbir bilgi açılmıyor. Özel, olağanüstü denilen hiçbir bilgi açılmıyor ve hayatını izlediğiniz zaman da “sen ne önemli bir noktadaymışsın!” diyeceğiniz bir hali yok. Marifet diyeceğiniz bir şey sergilemiyor! İşte en önemli, makbul hal budur! Bu çok önemli bir haldir. Ve lütfen dikkat edin; durmadan karşısına önemli şeyler çıkan kişi kalbini Sen Tanrı mısın? 419 yoklasın! Yani, önemli bir şeyler bulup söyleyen kalbini yoklasın. Onlar ona misafir şekeri gibi veriliyor olabilir. Onla ona “heveslensin de bu odadan çıkmasın” diye verilen şeyler olabilir. Rüyasında bir şey gösterilir, bir şey hissettirilir; “demek ki bu böyleymiş haydi salâta!” der. Rüyasında bir şey görür, o gün salâta daha düşkün olur, misafir şekeridir onlar. Bir olay olur “vay be! Ben bunu şöyle duydum, şöyle hissettim, şöyle bildim” der. Doğru, öyledir. Ama o, ona misafir şekeridir! İzah edebildim mi? Ama bir de öyle bir hal var ki, misafir şekeri verilmediği halde kişi o salondadır! Öyle bir hal ki; ona bilgiler, şunlar bunlar açılmadığı halde o esas şirki fark etmiş, önceliği haline getirmiş, öyle yaşıyor... Bitti! Çok, çok önemli bir haldir bu! Bu çok önemli bir haldir, çok özenilecek bir haldir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e bir grup gösteriliyor; nur mu nur, parlak mı parlak bir grup. “Benim ümmetimdir” diyor. “Değil ya Muhammed!” deniyor. “Peki, kim bunlar?” deyince; “KENDİLERİYLE ALLAH ARASINDA HİÇ BİR ŞEY DÜŞÜNMEYENLER’dir, koymayanlar, bulmayanlardır!” buyruluyor. Müthiş bir şey! Dolayısıyla, çeşitli bilgiler bile Allah’la aranda bir şeyse, onlara tutunuyorsan, ona dikkat etmek lazım. Oysa diğeri çok önemli bir hal, öyle hali önemsemek lazım! İhlâs Hayat Döngüsü’ndeki “Esma’ül Hüsna Dünyası” dediğimiz yerdeki hayat VEHİM’dir. “A” Takdim Formu” ise VEHMİN ZULMETİ’dir demiştik. Hep, bu iki hayat arasındaki farkı anlamaya, iyi görmeye çalışıyoruz: “A” Takdim Formu” diye söylediğimiz yer vehmin zulmetidir. Esas yaratılan yer olan El-Esma’ül Hüsna dünyası ise vehimdir. “A” Takdim Formu”, yani güç iddiası vehmin zulmetidir. Neden? Çünkü kişi “Muhtariyeti Tercih Gücü”nü kullanarak yaratılan bu vehmi suiistimal ediyor, vehmin karanlığına düşüyor, suiistimal ederek vehmin zulmetine giriyor. Vehimle zulmediyor! Vehmi kullanarak zulmediyor, zalim oluyor! O, vehmi hilede kullanıyor! İşte “MEKR” denilen budur! Onun vehme bakışı, vehmi görüşü mekr yollu dilendiği için, vehmi mekr yollu fark ettiği için fark ettiği vehimle plan yapıyor, hile yapıyor, düzen kuruyor. Böylece vehmi örterek, kendine muhtariyet vererek, tanrılık ilan ederek vehmin zulmetini oluşturuyor. 2. Tefekkür Şemamızdaki “NEFSE ZULÜM” dediğimiz yer budur, vehmin zulmetidir! Bu yüzden; “Allahümme ahricni min zulümâtil vehmi ve ekrimniy bi nuril Fehmi” diye duadayız hep: “Allahım, beni vehmin zulmetinden kurtar” diye yakarıştayız hep! Bu dua, “Allahım beni “A” Takdim Formu”ndan kurtar, “BEN” derken tanrılığımı ilan etmekten, Allah’ı örten bir güç iddiasından beni kurtar” demektir. “A” Takdim Formu” NEFSİN ŞERRİ’dir. “B” Takdim Formu” NEFSİN HAKİKATİNE UYGUN SEYR yeridir. Nefsin şerri denen “A” Takdim Formu”dur ve 420 Yılmaz DÜNDAR bu kişinin “BEN” derken tanrılık iddiası ve ilanında bulunmasıdır, Allah’ın varlığını örten bir güç ilan etmesidir, “muhtarım” demesidir; nefsin şerri budur. Efendimiz öğretiyor; “Allahım beni nefsimin şerriyle baş başa bırakma, göz kırpması kadar bile beni nefsimin şerrine bırakma.” Yani; “beni göz kırpması kadar bile olsa “A” Takdim Formu”nda “BEN” demeye bırakma” diyor. Çünkü “A” takdimi nefsin şerridir. Nefsin şerri “A” takdimidir, nefs “B” takdimidir. Dolayısıyla NEFS MÜCADELESİ; önce nefsin şerriyle mücadele demektir. Nefsi kötü ilan etmek, nefse hakaret etmek, “ona uyma” demek yanlıştır! NEFS gayet hürmet edilmesi gereken bir haldir ve onun hakikatine uygun seyir İhlâs Hayat Döngüsü’dür, “B” Takdim Formu”dur. O Hakikat’e zulmetmek, vehmi suiistimal etmek nefsin şerridir, “A” Takdim Formu”dur. “Ya eyyühelleziyne amenu, Aminü Billahi...” (Nisa Suresi 136). “Ey iman edenler, Allah’a “B” harfinin taşıdığı anlam kapsamında iman edin.” Tanrılık ilan etmeyin, “A” Takdimi ile “BEN” demeyin, Allahın varlığını örtmeyin! “İnsanlardan bir kısmı Allah’a (“B” harfinin işaret ettiği kapsamda) ve ahirete (sonsuz geleceğimize) iman ettik derler. Ama onlar (“B” kapsamında iman etmiş) mü’minler değillerdir.” (Bakara-8). Burayı çok tefekkür etmek lazım, bu ayeti çok tefekkür edelim lütfen... Burada şöyle bir şeyi vurgulamak istiyorum ki, biraz önce de ona benzer sorular vardı. Dedik ki, insan B0 noktasında sabit olmalıdır. B0 noktası keşif kapısıdır ve kişi orada sabit kalırsa ilk keşfini orada yapar. Orada sabit kaldığı sürece de bakışı ilerlemeye başlar, müşahedesi ilerlemeye başlar. O noktada onun ilk yaptığı keşif şudur: Benim bir güç iddiam yok ve ben Allah’ın ilminde, İlmullah’ta O’nun dileğinin suretiyim. Dolayısıyla “benim kendime ait bir gücüm yoktur. “BEN” derken durum tespiti yapıyorum. Değilse bana ait bir güç, bir akıl, bir irade iddiam yoktur” der. Peki! Bunu dediği halde neden gerçekten bu keşif kapısında, B0 noktasında kalamıyor, bunu dediği halde neden hayat öyle yürümüyor? Neden yaşantıya hızla geçiremiyor biliyor musunuz? BEDEN MUHTAR olduğu için! Beden muhtar! Burayı ileride belki çok açarız, çünkü şimdi açarsam salonda kimse kalmaz diye korkarım! Kişi, aklını veriyor, “aklım muhtar değil, iradem muhtar değil” diyor. Onlar gözükmediği için onları veriyor, verdiğini sanıyor! Çok dikkat edin, ama bedeni onun! Beden muhtar; bedende tasarruf sahibi o! O hala bedende tasarruf sahibi, bedeni ona ait, muhtar! Beden muhtar olduğu için, kendiliğinden “muhtar değil” zannettiği akıl ve irade de muhtar! Bu yüzden! Bu bilgiyi bildiği halde, kişiler B0 noktasında bu yüzden sabit duramıyor, anlaşıldı mı? Sen Tanrı mısın? 421 Yakalayacağın püf noktası burası, en önemli nokta burası: Beden muhtar, bedenin muhtar! Bu yüzden bedeni önemsemek gerekiyor. Hem diyoruz ki “bu beden yok!” hem de “yok” dediğimiz bedende öyle tasarruflar yapıyoruz ki, “kuvvetle var olabilmek için” öyle tasarruflarımız var ki! O zaman da bu noktada yaşamak mümkün olmuyor işte! Beden muhtar olduğu için, “muhtar olmadığı” söylenen, sanılan akıl ve irade de muhtar, aslında! -“A” yapı kendimizi beden sanmamıza yol açan bir veri tabanı, değil mi? Elbette! Dünyanın gereği “A” veri tabanı çalışıyor, elbette! Denir ki; kendinizi bu beden sanmayın! Bunu duyunca kişi “bu beden yok” sanıyor ve bu bedeni “yok görmek” istiyor. Sonra da hayal kuruyor: O yok, bu yok, şu yok. Böyle olmaz! Bedenin yoksa, yok olana nasıl salât ikame ettireceksin? Bizzat bu bedenle salât ikame ediyorsun. “KENDİNİZİ BEDEN SANMAYIN” demek, sadece bu bedenden ibaret değilsiniz demektir, onun ilk manası budur, birinci aşama manası budur! Bu aşamadaki manayı iyi sindirip İhlas Hayat Döngüsü’ne girersen, holografik evren gerçeğiyle yaşar hale gelirsen bu bedenin sanallığını o zaman yaşarsın, sanallığı o zaman fark edersin. Ama o çok farklı bir şeydir! Sen şimdi dikkat et de; kendini beden sanma; yani kendini “yalnızca bu beden” zannedip de bu bedene yatırım yapma! Öyle olursa ölümden sonrası seni ilgilendirmez; ölümü yokluk sanarsın, bitip gidiyor sanarsın, dolayısıyla da bu dünyada ne yaparsan kâr sanarsın. Neden? Çünkü “sonrasında bir şey yok” sanarsın! Oysa, ölümün olmadığını, hayatın devam ettiğini fark edersen bu bedeni aslında bir araç gibi kullandığını görürsün. Bedeni bir araç gibi kullanan nedir? BEDENİ ARAÇ OLARAK KULLANAN Kendini Hissetme Duygusu’dur! O duygu bu dünyada hayatını sürdürürken bu bedeni kullanır. Öyleyse ilkin kendini yalnızca bu beden sanma, onunla kayıtlı olma. Senin bir RUH BEDEN’in de var, daha sonra devam edecek olan ruh bedene yönelik de gayrette bulun... -Bedende tasarruf derken, bedenin bir takım isteklerinden mi bahsediyoruz; yemek, içmek, uyumak gibi. Tasarruf bunlar mıdır? Bu o kadar önemli bir nokta ki! Eğer insan o ayrımı iyi fark edemezse bu sefer bedenine zulmeder; yemesin, içmesin, uyumasın gibi! Hele de, eğer o işleri “A” Takdim Formu”ndaki “BEN” yapıyorsa bir komando tanrı çıkar. Uykusuz durabilen, aç durabilen, günlerce bağlamalı oruç tutup sonra da “aferin, başardım, günlerce oruç tutabilecek güçteyim artık” giden bir Komando Tanrı. Bu tanrı “artık Ulûhiyeti yakalayabilirim” der ve General Tanrı olmaya doğru ilerler. Dolayısıyla, BEDENDE TASARRUF yememek, uyuma- 422 Yılmaz DÜNDAR mak gibi işler değildir, onları yapan bir “Muhtar BEN”in olmasıdır. Onları yapan muhtariyet ilan etmiş bir yöneticinin bulunması Bedende Tasarruf’tur. -”Madem ben yönetmiyorum, istediğim gibi yiyeyim, gezeyim, uyuyayım” şeklinde düşünmeye nasıl mani olacağız? Aynı şey! “İstediğim kadar uyuyayım” demek de neticede muhtarlık değil mi? Bir şey fark etmiyor, ha kısıtlamışsın, ha istediğin kadar! Sen muhtar olduktan sonra, muhtar olarak irade ettikten sonra ne fark eder? Peki, nasıl yapacağız? “Ne yapmalıyız?”ı çok ele almadık, bu yüzden zorlanılıyor. Yapacaklarımızı anlatıyor olsak kıyas yapar, kolayca fark edersiniz. “Şunu yapma, yanlış” dediğinizde ona ne yapacağını da söylemelisiniz ki, kıyaslayarak “tamam” desin, yapsın. Beyin kıyasla öğrendiği için bu önemlidir. Biz genellikle “şu yanlışı yapmayalım” deyip geçiyoruz, ama nasıl yaparızı da somutlaştırmak gerekiyor. Biz öncelikle “tanrı gibi” yaşamaktan kurtulmaya çalışıyoruz. Ama bu mücadelede yapmamız gerekenleri de öğrenmemiz gerekiyor. Bunun için “ALLAH ve RASULÜ BU KONUDA NE DEMİŞ?” sorusunu önemsememiz şarttır. Allah “bedenimizle ilgili” bize ne öneriyor? Kendine bunu sorduğunda yaşantına ait bazı yerlerde Allah’a ve Rasulullah’a ters düştüğünü fark edeceksin! Ayet ve hadisler bedende nasıl durum tesbiti yapacağını, muhtar olmadan bedende nasıl tasarruf edeceğini söylüyor; onları HELAL ismiyle bir çerçeve içine de alıy BEDENİN MUHTAR OLMASI’nın bu yolda nasıl bir perde/engel olduğunu görün, fark edin, sonra ilerletiriz inşaAllah. Ayetleri anlamaya İHLAS SURESİ ile, O’nun açıklanmasıyla başlamak gerekir. İhlâs Sûresi’ni doğru anlamadan diğer sûreleri açıklamaya, anlamaya geçmek “yanlış” yapılacağını gösterir. Kitab’la ilgili bulmaca çözenler, ayetlerdeki rakam, harf ve dizilişlerle uğraşanlar bu yüzden o işle meşguller. Rasulullah ve hiçbir veli fark etmemiş, onlar fark ediyor! Bütün veli zatlar Kur’an’ın mesajı olarak “La ilahe illallah”ı Kelime-i Tevhid’i anlıyor, onlar başka şeyler arıyor. O tür açıklama, kitap veya söyleşilerle karşılaştığınızda o yanlışın cazibesinden kurtulmak için en önemli ipucu şu soruda saklıdır: Burada bana ÖNERİLEN BİR AMEL var mı? Bir amel arayın, onu anlatan kişi size ne amel öneriyor? ODTÜ’lü birisi bir şeyler yazmış, baktım. Mesela, periyodik cetvele gidip “karbon 6 numaralı atom” diyor, sonra da 6. Sûre’ye gidip karbonla bir ilişki arıyor ve kuruyor! Kişi imanlı olabilir, ama yazdığı şeyde arayacağımız şudur: Bir ilişki kurdun tamam, kurduğun o ilişkiden yola çıkarak bana ne öneriyorsun, ne amel öneriyorsun? Buradan öğrendiğimle ben ne yapmalıyım? Bir öneride bulun! Eğer, yapılan çalışmalar AMEL Sen Tanrı mısın? 423 olarak Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi vesellem’i gündeme getirmiyorsa, bu yolda yürümek için O’NU BİZE LİDER yapmıyorsa, özellikle salâtı [hakkıyla ikame edebilecek] bir amel olarak ortaya koymuyorsa neye yarar ki! Ne olacak yani! Bilmem izah edebiliyor muyum? İnsana çok cazip gibi gelir, vaktini harcayabilir. Halbuki, kişi için çok önemli tek şey şirkin terkidir. Tek budur; gizli şirkten kurtulmak, başka hiç bir şey yok! Bir şey var; şirk-i hafiden kurtulmak, şirk-i hafiyi fark etmek ve kurtulmak; tek bu! Bir arkadaşımız, “KABE’Yİ İLK GÖRDÜĞÜMÜZDE nasıl dua etmeliyiz?” diye sormuştu. Tek bir şey var; Şirk-i Hafi’den kurtulmak, bundan başka bir şey yoktur. Bundan başka birşey yoksa “nasıl dua edeyim?” olabilir mi? Tek önemli şey Şirk-i Hafi’den kurtulmaksa isteyeceğiniz tek şeydir: Allah’ım beni Şirk-i Hafi’den kurtar. Sonu küfür olmasın, kurtulmak zor olmasın, bu iş Allah’ın lütfuyla olsun istiyorsanız o zaman dersiniz ki; Allah’ım hayrlısıyla, lütfunla, kolaylıkla beni Şirk-i Hafi’den kurtarıver. Bu kadar! Çünkü tek şey bu! Birisi için dua edeceksen, bundan başka ve daha iyi dua olur mu? Birine soruyorsun; senin için ne dua edeyim? Yani “sana kravat mı alayım, gömlek mi?” der gibi! Kime dua edecekseniz onun Şirk-i Hafi’den kurtulması için dua edin! Tek önemli şey bu çünkü, tek bu... Eğer HAYATTA TEK ÖNEMLİ ŞEY Şirk-i Hafi’yi fark etmek ve bundan kurtulmaksa bunu da bir zat size fark ettirmişse ve hayatınızın en önemli şeyi haline getirmişse o zattan başka bir şey beklemeye gerek var mı? Bu kadar önemli bir şeyi size fark ettirmiş olması yetmiyor mu? Bu kadar, tamam! Bu kadar işte! O size; “ASIL ŞİRK Şirk-i Hafi’dir, Gizli Şirk’tir. GİZLİ ŞİRK aslı olmayan vehmedilen bir şeydir. Bu şirkten, aslı olmayan bu iddiadan, vehminle uydurduğun bu kavramdan Efendimiz’in öğrettiği şu, şu, şu yöntemlerle kurtulmalısın, kurtulabilirsin” demişse tamamdır. “Vehmedilen” kelimesini “vehim”le karıştırmayalım. Şirkin aslı, asıl gizli şirk (asıl şirk-i hafi) “A” Takdim Formu “BEN”le yapılan takdimdir, asıl gizli şirk budur. “B” Takdim Formu”ndaki “BEN” de gizli şirktir, ancak bu “BEN” yasal bir yanlıştır, durum tespiti yapmak için takdimine izin verilen “BEN”dir ve cennetlik “BEN”dir. Çünkü Kul, bu yolda “BEN” demek zorundadır! “B” Takdim Formu”ndaki “BEN” VEHİM OLAN GİZLİ ŞİRK’tir. “A” Takdim Formu”ndaki “BEN” VEHMİN ZULMETİ OLAN GİZLİ ŞİRK’tir. Bu gizli şirk nefsin şerri iken, diğeri nefsin hakikatine uygun seyrdir. Nefsin hakikatine uygun seyr-i sülukta yok olacak gizli şirk “B” kapsamında olandır! 424 Yılmaz DÜNDAR “B” takdimiyle “BEN”in olduğu nefsin hakikatine uygun seyri sülukta takva önemlidir! TAKVA aslında “B” Takdim Formu”yla “BEN” diyenin İhlâs Hayat Döngüsü’nde ilerleme yarışının adıdır. “İnsanlar eşitlerdir, ancak takvaca birbirlerinden farklılardır” (Hucurat-13). Bu ayet gereği, B0 noktasından itibaren yaşanan bu yarışta kişilerin bulundukları noktalar TAKVA NOKTALARI’dır! Ancak bu yarış “B” sırrınca olduğundan hırs, kıskançlık, rekabet, “seni geçtim” gibi bakışların olduğu bir yarış değildir. Bu, “önden siz buyurun” yarışıdır, “A” Takdimiyle “BEN” diyenlerin yarışı değildir. “Buyurun” deyince, aklıma camilerde çok rastladığım bir manzara geldi. Camiye girerken yanınızda hürmet ettiğiniz birisi var “buyurun” diyorsunuz, o doğru. Ama çıkarken? Çıkarken hürmet ettiğiniz birine “buyurun” derseniz nasıl olur? Çünkü biliyorsunuz ki, camiden geç çıkmak sevaptır... Hac ve Kâbe’yle ilgili sorular vardı, onlara da bakalım. Bu kapsamda anlatacaklarımız aslında bildiğimiz şeyler. Ama yine de insan Hac’la, oralarla ilgili bir şeyler dinlemek istiyor, farklı şeyler duymak istiyor, her anlatımda yeni şeyler duyacağını sanıyor, hep farklı bir şey arıyor. Menkıbeler hoşa gittiği için biz de menkıbe gibi anlatalım: Dünyanın Big Bang sonrası soğumadan önceki o ateş topu halini, henüz soğumamış halini düşünün. Yeni doğanın bir göbek kordonu olur ya, dünya da yeni doğan çocuk gibi bir esastan koptu geldi. Onun o esastan koptuğu yer -Allahu A’lem- KÂBE işte! O bir esas