2008 Kasım - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2008 Kasım - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2008 -7 KASIM 2008 KRİZİN FATURASINI KİM ÖDEYECEK ! Söyleşi: Bu Kriz O Kriz Mi ? Olcay’ın Anısına SBF<d>DER 2006 İnek Bayramı 1 İÇİNDEKİLER mülkiyeden........................................................................................................................ 3 KONFERANS: Nano Teknoloji ve Elektronik Hızlandırıcılar....................................... 5 SÖYLEŞİ: Bu Kriz O Kriz Mi?........................................................................................ 6 mülkiye’de öğrenci olmak................................................................................................. 7 Ümit Çağlar/ OLCAY’IN ANISINA................................................................................. 7 Filiz Tan Keskin/ İYİ Kİ FOTOĞRAFLAR VAR............................................................ 8 SBF<D>DER/ 2006 İnek Bayramı.................................................................................. 9 SBF<D>DER/ BANA PERSONEL SAĞLAYABİLİRİM DEDİRTEMEZSİNİZ!........ 10 Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu.................................................................................. 11 albümlerden....................................................................................................................... 13 MEHMET ÖZER ALBÜMÜNDEN ( 1978-1986 KAMU YÖNETİMİ)........................ 14 mülkiyeli şairler................................................................................................................ 15 SEZAİ KARAKOÇ............................................................................................................ 15 çeviriler.............................................................................................................................. 16 Fred Magdoff / DÜNYA GIDA KRİZİ: NEDENLERİ VE ÇÖZÜMLERİ.................... 16 konuk yazarlar.................................................................................................................. 23 Sibel Özbudun/ LatinAmerika Günlükleri 2 :................................................................. 23 Temel Demirer/ AŞK ÜSTÜNE....................................................................................... 34 Kübra Ceviz/ ANKARA’DA YAZAR OLMAYI DENEMEK............................................ 37 Bülent Serim DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE SİYASAL PARTİLERİN KAPATILMASI...... 39 Mehmet Özer/ HİTİTLER DÖNEMİNDE ANKARA..................................................... 45 görme kültürü üzerine denemeler.................................................................................... 46 Ahmet Telli /İMGENİN BAŞAT ÖĞESİ OLARAK GÖRSELLİK................................. 46 Şükrü Erbaş/ BELLEK, ŞİİR, FOTOĞRAF................................................................... 48 kitapların dünyasından..................................................................................................... 50 BAKAN DANINŞMANI’NIN NOT DEFTERİ............................................................... 50 AHMET ABAKAY KİMDİR?........................................................................................... 50 fotoğrafın sözü.................................................................................................................. 51 mülkiyespor....................................................................................................................... 52 E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır. mülkiye’den Bültenimizi, içerik olarak gittikçe biraz daha zenginleştirmeye ve daha çok okunur hale getirmeye çalışıyoruz. Aldığımız eleştiriler de Kasım sayımızla merhaba. biraz mesafe kat ettiğimizi gösteriyor ve bizi cesaretlendiriyor.Bu konuda sizlerden gelen malzemeler elimizi rahatlatmaya başladı ve artık bu sayımızda yazı ve görsel malzeme içerisinde seçim yapar hale geldik. Beklentimiz, bunun sürekliliğinin sağlanabilmesi. Yazı, görsel malzeme ya da farklı konularda paylaşımınızın devamını bekliyoruz. Özellikle okulumuz/camiamız Okulumuzla doğrudan ilintili tarihsel ve siyasi tarihiyle ilgili, sembol, logo ya da işaretlerin tarihi ya olaylarla ilgili en azından bir yazı ya da fotoğraf karesi da anlamlarıyla ilgili, önemli fakat az bilinen konular çoğunlukla sayılarımızda yer alıyor. Kendi tarihimize hakkındaki yazılar bekliyoruz. sahip çıkmak, bu bülten çerçevesinde görevimiz. Fakat Bu sayının giriş yazısında özellikle değinmek ülkemiz tarihi içerisinde ve toplumsal hafızalarımızda istediğim bir konu var. Hepimizin çok iyi bildiği yer eden kimi olayları da en azından giriş yazımız gibi, biz, üyelerinin ödediği aidatlar ve birliğimize ait içerisinde de olsa anmak istedim. Bahçelievler işletmelerin gelirleri dışında parasal geliri olmayan bir katliamı da içinde olmak üzere çok sayıda devrimcinin kuruluşuz. İşletmelerde de temel amacın kar etmek katledilmesi ve idamı, Osmanlı Saltanatının olmadığını bütün üyelerimiz bilirler. Gerçi bütün kaldırılması ve Türkiye Cumhuriyetinin ilanı, Türkiye giderlerimizi sadece işletmelerden elde ettiğimiz Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı gelirlerle karşılayabiliyor durumda olsak bile aidat Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ekim – kasım bir “üyelik bağı” göstergesidir. Birçok arkadaşımızın, döneminde, bizim geçen sayımızla bu sayımızın çıktığı aidatlarını, önceleri “üşengeçlik”, sonra da “yahu dönemde gerçekleşti. “Tarihte bu ay” gibi olmasa da, çok birikti, şimdi nasıl ödeyeceğiz” mazeretiyle hafızalarımızı tazelemek ya da unutmamamız gereken yatırmadığını; fakat bütün arkadaşlarımızın da olayları bize hatırlatmak isteyen bilgilere de her zaman temelde bu konuda duyarlılığa sahip olduğunu (olması sayfalarımız açıktır. gerektiğini) biliyoruz. Bu nedenle, aidatlarını düzenli Güncel olanı içermek gibi bir iddiamız olmasa da, duyarlılıklarımız çerçevesinde bize ait ya da bizi de içeren etkinlik, eylem ya da haberleri mümkün olduğunca ya da ulaşabildiğimiz kadar duyurmaya ya da bilgilerini vermeye çalışıyoruz. Bu konuda sizlerin katkılarını daha çok bekliyoruz. Her sayımızın okunma oranında bir öncekini geçmeye başladık. Bunu, bültenin internet adresimiz üzerinden indirilme sayısından anlayabiliyoruz. Bültenimizin duyurusu konusunda birliğimiz veritabanını kullanıyoruz. Sizlerden bu konudaki beklentimiz, şubelerimizin belli periyotlarla güncellenmiş üye e-posta bilgilerini bize ulaştırması, okuyucularımızın da kişisel olarak halen bilgileri kayıtlı olmayan üyelerimizin ya da halen üye olmayan mezunlarımızın bilgilerini bize, birliğimiz ve yayınlarımızla ilgili bilgileri de tanıdıkları ve halen bize uzak durumdaki üyelerimize ulaştırması. Amacımız, mümkün olduğunca çok üyemize ve duruşumuza yakın bulduğumuz ya da bulacağımız çevre ve kişilere de ulaşabilmek. 3 olarak yatıran arkadaşlarımızı takdir ediyor, bütün arkadaşlarımıza, öncelikle “biriktirmeden” aidatlarını yatırmayı, eğer bazı nedenlerle biriktiyse de “küçük küçük taksitlerle de olsa” ödemeye başlamasını öneriyoruz. Herkesin yapılan işlerde mutlaka bir katkısı olmalı. Üyelerimiz, biriken aidat borçlarının durumunu, genel merkezimiz ve şubelerimizdeki görevlilerimizden öğrenebilirler. Tüm okuyucularımıza yeni sayıda buluşana kadar esenlikler diliyoruz. A.Raif FALCIOĞLU MÜLKİYE 149 YAŞINDA Mekteb-i Mülkiye – Siyasal Bilgiler Okulu – Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin 149. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla düzenlenen tören 4 Aralık 2008 Perşembe günü saat 15.00’de Siyasal Bilgiler Fakültesi Prof Aziz Köklü salonunda yapılacaktır. 149 KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PROGRAMI - Saygı Duruşu - Dinleti Ankara Üniversitesi Konservatuvar Korosu Şef: Öğr. Gör. Dilruba AMANULLAYEVA - Konuşmacılar Prof. Dr. Celal GÖLE (Dekan) Ali ÇOLAK (Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı) Prof. Dr. Cemal TALUĞ (Rektör) Cahit KAYRA (S.B.O. 1938 Yılı Mezunu) - - Mülkiyeliler Birliği Vakfı “Mülkiye Ödülü”nün verilmesi Mezuniyetlerinin 50. yılını kutlayan S.B.F. mezunlarına plaket sunulması Tarih: 4 Aralık 2008 Saat: 15.00 Yer: Siyasal Bilgiler Fakültesi – Prof. Aziz Köklü Salonu GELENEKSEL MÜLKİYE BALOSUNA DAVET Mülkiye’nin 149. Mülkiyeliler Birliği’nin 62. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen geleneksel Mülkiye Balosu 20 Aralık 2008 Cumartesi günü saat 19.30’da Swiss otelde yapılacaktır. Mülkiyenin 149. yılında 25. Yıllarını kutlayacak olan 1983 mezunları için bilet fiyatları 60YTL/kişi, diğer konuklar için 90 YTL/ kişi olarak belirlendi. Mülkiyenin 149. yılında düzenlenecek olan baloda 25 yıllık mezunlara Birliğimizce hazırlanan özel 25. Yıl rozetleri ve belgeleri verilecektir. Baloya katılabilecek olan 1983 mezunlarının Birlik sekretaryasına bilgi vermeleri gerekmektedir. KONFERANS SÖYLEŞİ BU KRİZ O KRİZ Mİ ? NANO TEKNOLOJİ VE ELEKTRONİK HIZLANDIRICILAR: NE KADAR BİLMELİYİZ ? Mülkiyeliler Birliği ve Bilay-Bilgi Araştırma ve Yönetim Vakfı ile birlikte 17 Ekim 2008 Cuma günü saat 18.30’da örgütlediği “NANO TEKNOLOJİ VE ELEKTRONİK HIZLANDIRICILAR: NE KADAR BİLMELİYİZ ?” konulu konferansa Argonne National Laboratory ve Bilket Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Esen Ercan Alp katıldı. Mülkiyeliler Birliği Konferans salonunu dolduran izleyiciler Dr. Esen Ercan Alp’ın konuşmasını ilgiyle izlediler Yaşamımızın tüm alanlarında kullandığımız araç ve gereçlerin yapımında kullanılan teknoloji sayesinde yüksek kalitede teknolojik ürünler üretilmesine olanak sağladığını örneklerle anlattı. Hayatımızı tüm alanlarına giren nano teknolojisi tekstil, boya, su arıtımı, otomotiv, medikal ve beyaz eşya sektöründe kullanılmaktadır. Nano teknolojisi ile gerçekleştirilen üretimlerde maddelerin molekülleri çok büyük enerji yaratmaktadır. Bu yöntemle çok özel ürünler elde edilmektedir. Nano teknolojisinin daha az maliyete daha çok üretim olanağı sağlaması, ürünlerin yüksek kalitede olması ve daha çok teknolojik tasarruf nedeniyle dünyada hızla yayılmaktadır. 13 Kasım 2008 Cumartesi günü saat 18.30’da Mülkiyeliler Birliği Konferans salonunda yapılan “Bu Kriz O Kriz Mi?” söyleşisi yönetim kurulu üyemiz Musa Ceylan’ın açılış konuşmasıyla başladı. Ersin Yıldızoğlu “ Bu Kriz O kriz Mi?” sunumunu yaptı Ergin Yıldızoğlu, öncelikle konuyu “Bu kriz, o kriz mi?” sorusu çerçevesinde ele aldı. Elbette o krizden kastedilen, 1930’larda boy gösteren ve emperyalistler arası savaşa yol açan krizdi. Krizin temel parametreleri ve göstergeleri incelendiğinde bu soruya rahatlıkla evet cevabı verilebileceğini ve bunun kapitalizmin bir krizi olduğu saptamasına ulaşılabileceğini söyledi Dünya ekonomisinde bir resesyonun yaygınlaştığını, başlayan bu krizin ekonomi yönetim modeliyle ilgili olduğunu, fakat Kapitalizmin elindeki eski enstrüman ve yöntemlerle bu krize çare bulmasının çok zor olduğunu söyledi. Geçmişte ABD’de ki ekonomik büyümenin tüketici talebinden kaynaklandığını, bu talebin de dünyanın geri kalanında özellikle de Çin’de oluşmuş tasarruflarla finanse edildiğini söyledi. Fakat şimdiki verilerin ABD ekonomisinin daralmakta olduğunu gösterdiğini söyledi. Neo-liberalizmin iflas ettiğini 5 ve Keynesgil modele geri dönmenin tartışıldığını, fakat koşulların o dönemle çok farklı olduğu gibi aslında o dönemde de krizden çıkışın sadece ve öncelikle bu modelle sağlanmadığını söyledi. 1990’larda Asya da başlayan krizin ana metropolleri doğrudan etkilemeden atlatılmış olmasına rağmen, bu sefer tersine metropollerde delinen ev piyasası köpüğü, sonra menkulleştirme köpüğü ve türev piyasalar köpüğünün yol açtığı krizden dünyanın geri kalanının kendisini kurtaramayacağını söyledi. Her emperyalist ülkenin öncelikle kendi küresel şirketlerini kurtarmaya girişmesi nedeniyle çevre ülkelerdeki özellikle mali varlıklarına son vererek kendi metropollerine götürmeye çalıştıklarını söyledi. ABD’nin tek taraflı hegemonyasının bu krizle sona ereceğini fakat Çin’in ABD katarını terk etmeye yanaşmadığını söyledi. Türkiye’nin krizden kendisini kurtarmasının kolay olmayacağını, bu sefer 2001’deki gibi IMF’nin elinde de para olmadığını söyledi. İkinci konuşmacı olarak söz alan Prof.Dr. Korkut Boratav, krizin kapitalizmin, finans kapitalin, emperyalizmin krizi olduğunu söyledi. Boratav “… kapitalizmin krizi, kapitalizmin çıplak yüzünü, ahlaki çöküntüsünü, devlet aygıtının sınıfsal içeriğini ve kapitalizmin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkardığını” söyledi. Prof. Dr. Korkut Boratav “… finans kapitalin krizi, son otuz yıldır, tekelci kapitalizmin giderek artan boyutlarda kapitalizmin yönetimi altına girmesine tanık oldu, bu da sistemin parazitleşmesine yol açtı. 6 Parazit özellikleriyle finans kapitalin kazanç tutkusu sınır tanımaz ve finansal getirilerin ekonomik büyüme hızıyla sınırlandırılmasını kabul etmezler. Bu sistem “finans yenilikler” adı altında bir dizi, ekonominin diğer sektörlerini ve dünyayı söğüşleme yöntemleri bulmuşlardır. Yüksek bir dolaşıma giren menkul değerler her el değiştirmede satıcıya komisyon, prim sağlar. Bu kriz emperyalizmin krizidir. Tekelci sermaye artı finans kapitalizm = emperyalizmdir. Ancak burada süper emperyalist konumuyla ABD’nin yarattığı ilave patolojik bozulmalar …” olduğunu söyleyen Boratav konuşmasını “ süper emperyalist konumun getirdiği bu imtiyazı Amerika 1990’lı yılların sonuna doğru kötüye kullanmaya başladı. Ve öyle bir noktaya geldi ki 118 milyar dolarlık dış açığı 2006 yılına gelindiğinde 812 milyar dolara yükseldi. Bu derece büyük bir dış açığı artık bütün diğer bloklar, üçüncü dünya ülkeleri dahil fazla vererek kapatmak zorunda kaldılar. Sonunda dünya ekonomisindeki tüm ana blokların işlevi, Amerikanın giderek artan tasarruf açığını kapatmak; ABD’nin tüketicilerini emperyalist yayılmacılık nedeniyle açık veren devletini şirketlerini beslemek oluyor. Bu durumun sürdürülemeyeceği, bir yerden patlak vereceği birkaç yıldan beri söyleniyordu”dedi. Katılımın ve ilginin çok yüksek olduğu söyleşi katılımcıların sorularının yanıtlanmasıyla sona erdi. mülkiye’de öğrenci olmak vekatliamın ortasında, başbakan “ bana sağcılar (milliyetçiler) cinayet işliyor dedirtemezsiniz “ diyerek faşist cinayetlerin bizzat tarafı olduğunu ve desteklediğini beyan ederken, faşist beslemelerde at oynatmaya devam ediyor, o başbakan, sonradan cumhurbaşkanı olan zat şimdilerde demokrasi dersleri veriyor.Tüm üniversitelerde, yüksek okul ve fakültelerde öğretim üyeleri kolluk destekli faşist çeteler tarafından katlediliyor. Evlerinde, okullarına giderken, acımasızca yok ediliyorlar. Bu acı Mülkiyede yaşanmıyor. Çünkü orada SBFDER var ve hocaları öğrencileri tarafından çok yakından izleniyor, yalnız bırakılmıyor. Gecekondu mahallelerinde, liselerde, Gazi’de, Yükseliş’te, kim okuluna gidemiyorsa orada siyasallılar, kimin faşist çetelere karşı yardıma ihtiyacı varsa oradalar. İşte Olcay o günlerin çocuğuydu. Adıyaman’dan gelip, Ankara’yı kucaklayanlardandı. Akdere semtini hayatında görmemişti. Ama faşistler Akdere’de bir can eksik alsınlar diye kendini feda etmişti. Kaşının üzerinde bir tek delikle ”leke gibi bir delik”. Ciğerlerinden hastalandığında hastaneye yattı. Ben de “gogo Osman “ lakaplı Trabzon Tonya’lı bir ağabeyimden Anzer balı getirtip Olcay’a götürdüm. İki gün sonra gittiğimde Olcay yeni bal getirteyim mi diye sordum. Aldığım yanıt, balı bir yan odada yatan ve yetmişbeş yaşındaki bir amcaya verdiğiydi. -Ben daha gencim dedi………amcanın ihtiyacı var. Gözlerinden öptüm ve yanından ayrıldım. Bu yıl yapılan Ankara SBF DER buluşmasında, kız kardeşi aynen şöyle dedi “biz sizleri görünce, neyi kaybetiğimizi şimdi daha iyi anladık” OLCAY’IN ANISINA.... Konu nasıl açıldı bilmiyorum ama, Ali Başpınar’ın cenazesinde Sıhhıye’deki çok katlı otoparkın önünde otururken anlattı Enver. Yalnızca, kaşının üzerinde leke gibi bir delik vardı.Dondum, iki dakika hiçbirşey söyleyemedim Enver’e”kaşının üzerinde bir delik” o kadar. Her ekimde beni bir yerlere savuran şey bir küçük delikti işteAdıyaman’dan çıkıp, Adana Erkek Lisesi’nde yatılı okumak, lisede hep başarılı olup, oradan da Siyasala gelmek yakışmıştı Olcay’a. Dostlar bilir hemen tamamımız ona Olcay diye seslenirdik.Oysa ismi Mehmet Adil Olcay; Olcay ise, kendiliğinden oluşmuş bir kod adıydı ve de örgütsel bir önerme de değildi. İnce, son derece efendi, ağırbaşlı, bulduğu en küçücük fırsatı değerlendirerek koro çalışmalarından kaçan, toplu sunumlara aslakatılmayan, bahçede top oynamaya bayılan, resim çekileceği zaman bir bahane bulup oradan uzaklaşan….. işte öyle bir adam. Kolluk ve kolluğun beslemeleri inanılmaz saldırıyor. Mahallelerde, öğrenci yurtlarında, okullarda, kamu kurumlarında, fabrikalarda, her yerde tüm devlet gücü ve desteğiyle öldürmek için saldırıyorlar. Ve öldürüyorlar. Öğrencileri, yoksulları, köylüleri, işçileri, öğretmenleri, memurları, ilerici ve yurtsever savcıları, öğretim üyelerini hatta emniyet müdürlerini, yazarları, sosyalizme ve sola dair en küçük söylemi olanları acımasızca katlediyorlar. Ve o dönemin jargonuyla, karakolların ön kapılarından girip arka kapılarından çıkıyorlar. Bu kan OLCAY beni duyuyorsan, sakın unutma. seni seviyoruz, Ümit Çağlar 7 İYİ Kİ FOTOĞRAFLAR VAR OLCAY’A işte, ekim de geldi. onyedi gün var gitmesine olcay’ın. onyedi gün sonra, onlarca yıldır yaşadığım acıyı yine yaşayacağım. yine gidecek Olcay. simsiyah, ama hep gülen gözlerini, uzamasa da, inatla bıraktığı sakalını. dudaklarının kenarından sarkan o küçücük gülüşünü yüreğimde taşıyacağım. 1980-1981 dönemi, SBF 1.sınıf. Şöyle bir 28 yıl geriye uzandığımda kendimi okul merdivenlerinde arkadaşlarımla birlikte otururken buldum. Henüz tanışalı çok olmamış, önlerinde uzun bir gelecek olan gencecik kızlar… Yaşanmamışlıklar o kadar çok ki, kim bilir her birimiz o fotoğraf çekilirken neler düşünüyorduk? Fotoğraf bile henüz siyah-beyaz, hiç birimizin cep telefonu yok. Hayat ne kadar yalın imiş… ekim geldi yine, yine onyedisi olacak. ve yine bir faşist mermi koparacak Olcay’ı benden. ve ben, tam otuz yıldır yaptığım gibi. öfkemi, katık yaparak ekmeğime. gelecek o günü bekleyerek sessizce ağlayacağım. Bir başka fotoğraf, 1984 yılı. Artık okulda dört yılı geride bırakıp mezun olma yolundayız. Bizler Eylül1980 döneminde okula başlayanlar olarak,üniversite yıllarımızı doya doya yaşayamanın verdiği eksikliği ,son yılımızda uzun yıllardan sonra ilk kez kutlanan MÜLKİYE GELENEKSEL İNEK BAYRAMI ile biraz da olsa telafi etmek istemiştik. Bu mutluluğu da kalıcı kılmak istercesine bayram afişi önünde çektirilen bir fotoğraf.. İyi ki fotoğraflar var, geçmişi bugüne taşıyan. İyi ki fotoğraflar var, yitip giden zamana inat, içimizi ısıtan … Ne yazık ki her iki fotoğrafta da aralarında bulunduğum arkadaşların çoğu nerelerdedir , bilemiyorum. Bir gün bir yerlerde karşılaşmak umuduyla bütün arkadaşlara selamlar… FİLİZ TAN KESKİN EKİM- 2008 ve her damlasını gözyaşımın. bir mermi gibi şarjöre basacağım. 30 Eylül 2007 küçükesat 8 2006 İnek Bayramı Mülkiye öğrencisinin, diğer üniversitelerde okuyan arkadaşlarına, Mülkiye’nin neden diğer okullardan farklı olduğunu anlatmaya çalışırken sıklıkla belirttikleri bir fark, İnek Bayramı’nın , diğer okulların bahar şenliklerine benzemezliğidir. İnek Bayramı’nın kendine has ritüellerinin yanı sıra hocalar ve yönetimin bir eleştiri sürecinden geçirilmesi, onu diğer okulların şenliklerinden farklı kılan önemli noktalardır. Bu farklılıkların yanı sıra, 2006 yılı İnek bayramı, Mülkiye öğrencisine, sadece bayramlarının değil, kendilerinin de farklı olduklarını hatırlamalarını sağlayarak başka bir rol üstlendi. 2006 yılı İnek bayramı ile Mülkiye öğrencisi, bu okulun öğrencilerinin yüksek bir kolektif bilinç ile sorumluluk alma , söz söyleme ve müdahale etme gibi önemli meziyetlerinin tekrar ortaya çıktığı bir bayramı gerçekleştirdi. fakülte yönetimi tarafından alınması ne kadar yanlışsa, Mülkiye öğrencisinin, gerektiği yerde gereken sağduyuyu kendi başına gösteremeyeceğini düşünmek de bir o kadar yanlıştı. Mülkiye öğrencisi bu durum karşısında inisiyatif alma konusunda tereddüt etmedi ve kendi okulu hakkında söz söyleme ve bu sözü en uygun şekilde söyleme konusunda doğal bir beceriye sahip olduğunu gösterdi. Öğrenciler demokrasinin en saf formlarının işlediği ve gönüllülük esasının hakim olduğu bir organizasyon ile öncelikle İnek bayramının yapılması gerekliliğine karar verdiler. Ve sonrasında ise bayramın en sorunsuz ve Mülkiye’ye yakışır şekilde kutlanması için gerekenler yapıldı ve başarılı olundu. Mülkiyeliler Birliği ve hocalarının destekleri ile öğrenciler her türlü organizasyonu birkaç gün içinde yaptılar ve bayramın olması gereken günde olmasını sağladılar. Bunu mümkün kılan ise Mülkiye öğrencilerinin okulları ile ilgili olarak taşıdıkları sorumluluk ve bu sorumluluğun gereklerini yaparken birlikte hareket etme yetenekleriydi. sbf<d>der 2006 yılı’nın Mayıs ayının sonlarında, Mülkiye öğrencisi İnek Bayramı’nın yaklaşması ile birlikte gereken hazırlıklara başlamıştı. Festival Komitesi gereken çalışmaları tamamlamak ile uğraşırken, öğrencilerde ferman ve dua yazma gibi son hazırlıklar ile uğraşıyordu. Bayramdan takribi dört gün önce ise, öğrencilerin bayram hazırlıklarını sekteye uğratan bir şey oldu ve Fakülte Yönetimi, öğrenci tarafından hiçbir zaman anlaşılamayacak, kendine göre ise haklı gerekçeleri ile İnek Bayramı’nı görünüşte erteleme, gerçekte ise iptal etme kararı aldı. Bu kararın usul olarak yanlışlığı ne öğrencinin, ne Festival Komitesi’nin ne de Mülkiyeliler Birliği’nin hiç haberi olmadan, Fakülte Yönetimi’nin kendi başına aldığı bir karar olması iken içerik olarak ise Mülkiye öğrencisinin, İnek bayramı ile olan ilişkisini yanlış kavramış olması ve öğrencilerin İnek Bayramı’na bir yalnızca bir eğlence organizasyonu olarak baktıklarını düşünmüş olmasıydı. Mülkiye öğrencileri, Mülkiyeliler Birliği, fakülte hocaları ve fakülte yönetimden oluşan, Mülkiye camiasında, bu camianın bütün kısımlarını ve en çok da öğrenciyi ilgilendiren bir kararın sadece 9 Mülkiyelilik kimliğinin önemli unsurları olan eleştirellik ve kolektif hareket edebilme, İnek bayramı aracılığıyla, 2006 yılında, Mülkiye öğrencilerinde tekrar tezahürünü buldu. Sadece Mülkiyelilik kimliği ile hareket eden öğrenciler okullarına ve bayramlarına sahip çıktılar ve uzun yıllardan beri Mülkiye’de unutulmuş olan bazı kurucu değerleri tekrar Mülkiye gündemine soktular. 2006 yılı İnek Bayramı’nı, Mülkiye için önemli kılan bir başka nokta ise, İnek bayramı hazırlıkları sırasında öğrenciler arasında ortaya çıkan birlikteliğin daha sonra bu birlikteliği çok daha üst noktalara taşıyacak olan Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrencileri Dayanışma Derneği’nin tohumlarını atmış olmasıdır. 2006 yılı İnek Bayramı sayesinde, Mülkiyeli öğrenciler kendilerinin de okul hakkında söz söyleme ve müdahale etme haklarını koruyacaklarını ve Mülkiye’ye gerektiği noktada sahip çıkacaklarını göstermişlerdir. BANA PERSONEL SAĞLAYABİLİRİM DEDİRTEMEZSİNİZ! SBF öğrencilerinin sınav dönemlerindeki kronik sorunlarından kütüphane mevzusu bir vize zamanında daha gündemimizin orta yerine yerleşti. SBF’lileri Hukuk kütüphanesinin önünde sabahın köründe sıraya girmeye mecbur bırakan; orda yer yoksa üst kantinde, alt kantine doğru inen merdivenlerin altında, bahar gelince arka bahçede, varsa boş sınıflarda muhabbet arası ders çalışma yönteminde ustalaşmamızı sağlayan; cümle tüllabı kütüphaneden s o ğ u tan mesele dekanlık tarafından çözümsüz bırakılmaya devam ediyor. Çalışmayan klimalarıyla kışları soğuk ve karlı yazları sıcak ve terli olsa da, akşam 5 olunca kapanıp hafta sonları hiç açılmasa da bizim olan kütüphanenin, öğrencilerin işine yarayacak şekilde açık tutulması için toplanan yüzlerce imzaya rağmen “bugün git yarın gel”, “personel yok”, “tamam, bir ara yaparız” gibi cevaplarla öğrenciyi oyalayan dekanlığın ısrarcı tutumuna karşı dün SBF<D>DER’in çağrısıyla bir araya gelen SBF’li öğrenciler olarak kütüphanede normal olan bir şey yaptık: DERS ÇALIŞTIK! Hem bizim gerekçelerimiz de hukukiydi. Bu yılın ocak ayında verdiğimiz yüzlerce dilekçenin cevabı olarak Yönetim Kurulumuz kütüphanenin sınav zamanlarında “akşam saatleri” gibi belirsiz bir süreye kadar açık tutulacağına dair kararı hukuki dayanağımızdır. Dün akşam saatlerine kadar kütüphanede ders çalışma hakkımızı kullanmak istedik. Ancak Dekanlığımız önce özel güvenlikleri kütüphaneye bizim, bize karşı “güvenliğimizi sağlamak” amacıyla telsizleri ve telsizlerinin sesiyle birlikte gönderdi, ardından kütüphanede doğal olarak ders çalışan öğrencilerin muhatap alınma çağrılarına rağmen yanımıza gelmeyi reddetti, bizimle eyleme destek veren asistanlar veya aramızdan seçeceğimiz temsilciler gibi dolaylı yollarla irtibat kurmayı tercih etti. Bu irtibat çabalarında ise personelin yetersiz olduğu, hukuki engellerin olduğu bilindik söylemlerini iletti. Amma tüllab hukuk kütüphanesi ve morfoloji kütüphanesi gibi yaratıcı buluşlardan haberdar olduğu için “oradaki personel burada nasıl olmaz”, “orada olmayan hukuki engel bize mi çıkıyor” gibi açıklayıcı cümlelerle bütün bahaneleri bir kenara itti ve yoluna devam etti. Tabi eylem sürdükçe karınlar acıktı bünyeler çaya susadı ve voltran oluşturuldu, simitler, poğaçalar ve çayları almak için Sulhi Abi’ye ve dışarıdaki simit saraylarına gidildi. Sulhi Abi bize çay vermemek için bin dereden su getirdi (o zaman zarfında en tazesinden çaylar hazır olurdu bile), kahve isteğimize ise “Simitin yanında kahve gitmez” özdeyişiyle cevap verildi. Belliydi ki “kütüphanede ders çalışan öğrencilere çay verilmeye” fermanı yayınlanmıştı ve Sulhi Abi önce yerim dar, sonra ayakkabım sıkıyor dedi. Biz tam kuru simite razı olmuşken kampus girişinden gelen haberle şok olduk: Öğrenci geçer simit geçmez genelgesi resmi gazetede yayınlanmadan yürürlüğe girdi ve bizim suç unsuru olan gururlu ve mağrur simitlerimiz kapıda güvenlik engeline takıldı. Bu sırada yurda yemek götüren öğrencilerin poşetlerinin içinde simit olup olmadığına bakıldı, kimlikleri incelendi ve geçebildiklerini görünce anladık ki genelgenin kapsamı “SBF kütüphanesinde aç kalan ve ders çalışmaya çalışan” öğrencilerle sınırlandırılmıştı. Yani dekanlığımız tüllab aç kalırsa belki okulu boşaltır da biz de evimize gideriz düşüncesiyle yönetimbilim tarihinde yeni bir çığır açtı. Bu arada suların da kesileceği söylentisi kuşlar tarafından öğrencilere iletildi. “Simit meselesi” için Dekanımız Celal Göle’nin yanına çıkan bir arkadaşımıza Dekanımız “evet o emri ben verdim” dedi. Bu sırada kütüphane meselesini de açan Dekanımız personel yetersizliği gerekçesini anlatırken arkadaşımız Hukuk Kütüphanesi nasıl açık olabiliyor deyince, Dekanımız daha önceki yönetim kurulu karalarına atıfta bulunarak “o zaman gidin orda çalışın” dedi (KARARI HATIRLAYALIM, HATIRLATALIM!). Bu arada kapıda soğumakta olan simitlere kavuşma arzusu büyüyen tüllab alkışlar ve “Siyasal simitle özgürleşecek”, “Ders çalışmak hakkımız, simit rızkımız”, “Hepimiz simidiz, hepimiz poğaçayız” sloganlarıyla kapıya yöneldi. Tüllabın simitlerle buluşması duygusal anlara sahne oldu. Simitlere kavuşulmasıyla biten eylemin sonunda tüm SBF’liler Salı günü saat 17.00’den sonra da suç aletleri olan kitap, kalem ve simitleriyle kütüphanede ders çalışma sözü verdiler. Kalan simitler Özel Güvenlikçilere ikram edildi, ancak bu ikram reddedilince simitler evinde hazır yemeği olmayan tüllaba dağıtıldı. sbf<d>der 10 SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ MÜLKİYE KAMU ÇALIŞMA TOPLULUĞU “Türkiye’nin En Büyük Kamu Yönetimi Öğrenci Topluluğu” Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Yalım Eralp gibi önemli isimlerle röportajlar gerçekleştirdik. Alev Alatlı, Yalım Eralp ve Öğretim üyelerimiz; Baskın oran, Onur Karahanoğulları, Kerem Altıparmak, Murat Sevinç’ten internet sitemizde yayınlanmak üzere makaleler aldık. İstanbul’a 2 otobüs 80 kişilik bir kafile ile tam 3 günlük bir gezi düzenleyerek, hiç İstanbul’u görmemiş yada yeterince gezmemiş öğrenci arkadaşlarımızı bu tarihi kentteki müze - sarayları gezme ve bu güzide şehrimizi daha yakından tanıma imkanını sağladık. Ayrıca; İlber Ortaylı ile Topkapı Müzesini gezdik. 45 Mülkiyeli öğrenciye Bakanlıklarda, Kaymakamlıklarda ve ilgili kamu kuruluşlarında staj yapma olanağı sağladık. Okulumuzun tek akademik – öğrenci dergisi Epilog’u 2 yıl aradan sonra yeniden hayata geçirmek için çalışmalara başladık. • Ülkemizin en büyük 2. ilçesi Çankaya’nın Yerel Yönetimini ve Mülki Amirini “Çankaya’nın Kamu Yönetimine Bakışı” isimli panelimizde Kamu Yönetimi reformu, Kamu Yönetiminde yönetsel, siyasal, mali alanlarda merkez ve yerelin görev ve yetki bölüşümü gibi konuları konuşup tartışmak üzere mülkiyeli öğrencilerle buluşturduk. Biz Kimiz ? Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu, Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri arasında işbirliğini sağlamak, üniversite öğrencisi olmanın gereklerini yerine getirmek ve bunun gerektirdiği yükümlülükleri üstlenmek; bunların yanında belirli mevkilerde görev almış bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunları ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulunmuş kişiler ile fakültemizin halen öğrencisi bulunan üyeleri arasında iletişim, bilgi alışverişi ve koordinasyon sağlamak, bu sayede ve çeşitli kültürel aktiviteler ile görgü ve deneyimlerini artırarak hem üyelerinin entelektüel birikimlerine katkıda bulunmak hem de kariyer planlamalarında onlara yardımcı olmak amacıyla kurulmuş bir öğrenci topluluğudur. Mülkiye Çalışma Topluluğu, Fakültemizin parlayan yıldızı konumundadır. Öğrencilerin daha üretken olmasını ayrıca; mezunlar, öğretim üyeleri ve öğrenciler arasında iletişimin artmasını hedef edinen topluluğumuz Panel, gezi ve staj imkanları ile üyelerine bir öğrenci topluluğundan çok daha fazlasını sunmaktadır. Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu, Türkiye’nin sosyal bilimler alanın en önünde giden okulu olan Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin, bu isme yakışır en iddialı topluluğu olarak ve Türkiye’de ki diğer öğrenci topluluklarına da liderlik yaparak önemli bir misyonu üstlenmiştir 2008 – 2009 yılı Etkinlik Takvimimiz Neler Yapıyoruz ? Neler Yaptık ? Türkiye’de ilk defa öğrencilerin tüm araştırma ve çalışmalarını www.mulkiyekamu.org adresinde toplayarak, bu birikimi Türkiye’nin dört bir yanında ki öğrencilerle buluşturduk. İnternet sitemizde Abdüllatif Şener, Fikret Bila, www.mulkiyekamu.org da ziyaretçi sayımız 20 bini aştı, Türkiye’nin dört bir yanında ki üniversite öğrencilerinden tebrik ve topluluğumuza katılma isteklerini bildiren mailler aldık. Üye sayımız 120’yi aştı. Üyelerin tamamına 11 etkinliklerimizin bildirimi için ulaşabileceğimiz mail grubumuz oluşturuldu. Yaz döneminde ki yoğun çalışmalarımız sonucu Epilog Dergisi 5. sayısı hazırlandı. Epilog’un mayıs ayında çıkacak 6. Sayısı için çalışmalara başlayacağız. Muğla ilimize 2 otobüs 80 kişilik bir kafile ile tam 3 günlük bir gezi düzenleyerek, Turistik Bir Bölgede Valilik sistemine ilişkin Muğla Valisi Dr. Ahmet Altıparmak’tan bir brifing alıp, Valiliğin ve ilçe kaymakamlıklarının çalışmalarını gezerek göreceğiz. Yeni Kamu Yönetimi anlayışının tartışılacağı 2 günlük bir Çalıştay düzenleyeceğiz. Türkiye’nin ilk kadın valisi Lale Aytaman ile “İğneli Koltukta 4.5 Yıl” isimli bir söyleşi gerçekleştireceğiz. Yıl içinde ve yaz tatilinde Mülkiye’li öğrencilere staj olanakları sunacağız. İnternet sitemizde yayınlanmak üzere Akademi, Medya, Siyaset dünyasının önemli isimleri ile röportajlar gerçekleştireceğiz. Eğitim Öğretim yılını ikinci devresinde; yerel seçimler konferansı ve öğrenci kongresi gibi iki büyük etkinliği gerçekleştireceğiz. Ve daha hazırlığı süren bir çok etkinlik, panel, gezi Etkinlik Takvimi Bahar Yarı Yılı Yerel Seçimler Konferansı Öğrenci Kongresi Epilog Dergisi 6. Sayısının Mayıs ayında Yayınlanması Ve hazırlığı süren daha bir çok aktivite… Epilog Dergisi Epilog Dergisi, kamu yönetimi bölümü ile özdeşleşen ve Mülkiyeli öğrencilerin yoğun çalışmaları sonucunda yayınlanan okulumuzun tek Akademik – Öğrenci dergisidir. Epilog dergisi, sınırları Mülkiye ile kalmayıp, Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından tüm kamu kuruluşlarına ve üniversitelerin ilgili bölümlerine gönderilmektedir. Şimdiye kadar 4 sayısı çıkmış olan Epilog, iki yılı aşkın bir sürenin ardından Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu tarafından yeniden yayın hayatına hazırlanıyor. Kasım ve Mayıs aylarında çıkacak sayılarımızla, Epilog’u fakültemize kazandırmanın heyecanın hep birlikte yaşayacağız. Staj Olanakları Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu, her yıl onlarca öğrenciye kamu kurum ve kuruşlarında staj olanağı sağlıyor. Geçen yıl 45 öğrenciye staj imkanı sağlayan topluluğumuz, bu yıl bu sayıyı hem staj yapılan kurumlar ve staj yapacak öğrenci sayısı bakımından artırmayı hedeflemektedir. www.mulkiyekamu.org Güz Yarı Yılı Türkiye de ilk defa öğrencilerin tüm araştırma ve çalışmalarını bir internet sitesinde topladık. 14 Ekim Salı T a n ı ş m a Topluluğumuzun etkinliklerinin duyurulduğu, Toplantımız röportajların yayınlandığı, öğrenci – öğretim üyesi 17 – 20 ekim 2 Gece 3 Günlük ve akademi dünyası dışından önemli isimlerin çalışmalarını bizlerle paylaştığı son derece önemli Muğla Gezisi 15-16 Aralık Çalıştay – “Yeni bir çalışma. Ayrıca her hafta bir edebiyat, birde edebiyat dışı 2 kitap olmak üzere, haftanın kitap Kamu Yönetimine eleştirel Bir Bakış” önerileri bölümünü öğrenci arkadaşlarımızla 17 Kasım E p i l o g paylaşıyoruz. Sitemizde şuana dek 20 bini aşkın dergisinin 5. Sayısının yayınlanması misafiri konuk ettik. Sitemizin üst tarafında yer alan 3 Aralık Türkiye’nin ilk “kayıt ol” sekmesinden üyelik gerçekleştirerek, Kadın Valisi Lale Aytaman ile Söyleşi tüm etkinlik ve duyurularımızdan haberdar olabilir, site üyelerimize özel aktivitelerimizden yararlanabilirsiniz. 12 albümlerden MEHMET ÖZER (KAMU YÖNETİMİ1978-1986) 13 14 mülkiyeli şairler SEZAİ KARAKOÇ Kara Yılan Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeğe Pamuğun ağırlığını yapan dağın hafifliğini Sana haber veriyorum yeni doğduğunu güneşin Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk Günahlarım kadar ömrüm vardır Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum Saçlarımı acının elınde unutuyorum Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum seni Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk 1933 yılında Ergani (Diyarbakır)’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü’nü bitirdi (1954). Maliye müfettiş yardımcılığı ve gelirler kontrolörlüğü görevlerini yaptı (1956-1965). İstifasının ardından gazetecilik ve yayıncılık işlerine girişti. Sonra yeniden gelirler kontrolörlüğündeki görevine döndü (1971-1974). 1974 sonrası yeniden devlet memurluğu görevinden ayrılarak gazetecilik ve yayıncılığa başladı. Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum Öğrencilik yıllarında Şiir Sanatı adlı iki sayılık kısa ömürlü bir dergi çıkardı. Daha sonra adı kendisiyle özdeşleşen Diriliş adlı dergiyi çeşitli aralıklarla yayımladı. İkinci Yeni akımı doğrultusunda geleneksel İslam kültürü ile eski Türk ve Ortadoğu uygarlıklarından beslenen çarpıcı, mistik, özgün şiirler yazdı. Seni süt içmeğe çağırıyorum parmaklarımdan Kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan 15 çeviriler DÜNYA GIDA KRİZİ: NEDENLERİ VE ÇÖZÜMLERİ Fred Magdoff 2008’de dünyada ağır bir gıda krizi çıktı. Bu kriz, milyarlarca insanı aç bırakan ve kötü beslenmesine yol açan daha uzun süreli bir tarım ve gıda krizinin zirve noktasıdır. Bugün olanları anlamak için bu kısa ve uzun dönemli krizler arasındaki etkileşime bakmak gerekir. Bu iki kriz de asıl olarak gıda, lif ve şimdi de biyoyakıtların kar için üretiminden ve bunun sonuçta yarattığı gıda ve insanlar arasındaki kopuştan ortaya çıkar. Krizden önceki “rutin” açlık Birleşmiş Milletler bugün dünyada yaşayan 6 milyardan fazla insandan yaklaşık 1 milyarının kronik açlık çektiğini tahmin ediyor. Ama sadece kaba bir tahmin olan bu rakam, vitamin ve besin yetersizliği çekenleri ve başka şekillerde kötü beslenenleri içermiyor. Kötü beslenen ve hayati öneme sahip besinlerden yoksun olanların toplamından oluşan gıda güvenliğinden yoksun kişilerin toplamı ise muhtemelen 3 milyara, yani insanlığın yarısına yakın. Durumun vahameti yaklaşık bir yıl önce, BM’nin günde yaklaşık 18 bin çocuğun yetersiz beslenmenin doğrudan ya da dolaylı sonuçları nedeniyle öldüğü tahmini ile daha açık bir biçimde ortaya kondu. (Associated Press, February 18, 2007). İnsanların aç olmasının sebebi nadiren gıda kıtlığıdır. Bu durum, en açık biçimde, nüfusun ihtiyacından fazla gıda maddesi üretilmesine rağmen açlığın hala önemli bir sorun olmaya devam ettiği ABD’de görülebilir. ABD Tarım Bakanlığı’na göre, 2006’da 13 milyonu çocuk olmak üzere 35 milyondan fazla insan gıda güvenliğine sahip olmayan ailelerde yaşıyordu. Açlık ve kötü beslenme daha büyük bir temel sorunun belirtileridir – kar ve üretim tanrısından başka tanrı tanımayan bir ekonomik sistemdeki yoksulluk. Dünyadaki neredeyse tüm ülkelerde gıda maddeleri, tıpkı otomobiller elbiseler, kalemler, kitaplar, elmaslar ve benzeri gibi sadece başka bir meta olarak görülür. Kapitalist ilişkilere göre insanların hiçbir uygun beslenme, barınma ve tıbbi bakım hakkı yoktur. Tıpkı diğer metalarda olduğu gibi, ekonomistlerin deyimiyle “etkin talebi” olmayan insanlar yeterince besleyici gıda alamazlar. Elbette bu durumda “etkin talep” eksikliği, yoksulların ihtiyaç duydukları kadar gıda alacak 16 paraları olmaması anlamına gelir. İnsanların gıdaya “biyolojik olarak ihtiyaç duyarlar”- hepimizin yaşamak için tıpkı su ve havaya olduğu gibi gıdaya da ihtiyacımız vardır. Birçok insanın bu biyolojik ihtiyacını tamamıyla karşılamaktan uzak olması kapitalist toplumun sistematik bir gerçeğidir. Bazı zengin ülkelerde, özellikle Avrupadakilerde devletin yoksulların beslemesine yardım ettiği doğrudur, ama kapitalizmin işleme biçimi içsel olarak, insani varlığı için temel ihtiyaçlarından sürekli biçimde mahrum kalan bir aşağı tabaka yaratır. Çağımızda, savaş ve insanların yerlerinden sürülmelerinin neden olduğu ağır açlık dışında, görece daha az insan gerçekten açlıktan ölmektedir. İnsanların birçoğu sürekli biçimde kötü beslenmekte, ardından da ömürlerini kısaltan ve sefalet içinde yaşamalarına neden olan çeşitli hastalıklarla uğraşmaktadırlar. Kötü beslenme felaketi çocukların zihinsel ve fiziksel gelişmelerini engellemekte ve yaşamlarının geri kalanında onlara zarar vermektedir. Elbette yoksul ülkelerde de yaygın ve sürekli bir açlığın yanısıra, israf edilmiş ve yanlış dağıtılmış gıda arzının olması da görülmedik bir şey değildir. Ağır ve Büyüyen Kriz: Büyük 2008 Açlığı Tarihin bu anında, yukarıda ele alınan “rutin” açlığın yanı sıra, aynı anda iki ayrı küresel gıda krizi yaşanmaktadır. İlk olarak, yaklaşık iki yıldır süren ve her geçen gün daha da ağırlaşmakta olan şiddetli ve ağır (akut) gıda krizini tartışacağız. Bu krizin ağırlığı tartışma götürmez. Bu kriz, dünya çapında kötü beslenen insanların sayısını hızla artırdı. Geçen yıl içindeki artan açlıkla ilgili istatistik verileri henüz elimizde olmamakla beraber, birçok insanın (bu kriz nedeniyle) vaktinden önce öleceği veya başka şekillerde zarar göreceği çok açık. (…) Temel tahıl ürünlerinin (mısır, buğday, soya fasulyesi, pirinç ve yemeklik yağ) dünya fiyatlarının aynı anda ve hızla artışı insanlığın büyük bölümü üzerinde yıkıcı etkiler gösteriyor. Dünya pazarında ticareti yapılan 60 tarımsal ürünün fiyatı geçen yıl yüzde 37 ve 2006’da yüzde 14 arttı (New York Times, January 19, 2008). Tahıl fiyatlarındaki artış 2006’nın sonbahar başlarında başladı ve birkaç ay içinde yüzde 70’e yakın artış gösterdi. Buğday ve soya fasulyesi fiyatları da hızla fırladı ve şu anda rekor düzeyde. Birçok yoksul ülkede zorunlu gıda maddelerinden biri olan (asıl olarak soyafasulyesi ve palmiye yağından yapılan) yemeklik yağların fiyatı da geçen yıl yüzde yüzden fazla arttı. (“High Rice Cost Creating Fears of Asia Unrest,” New York Times, March 29, 2008). Fiyat artışının nedenleri Bu fiyat artışlarının nedeni yeterince açık. İlk olarak petrol fiyatlarındaki artışın doğrudan ya da dolaylı etkileri var. Bu artış ABD, Avrupa ve başka birçok ülkede yakıt -biyoyakıt ya da (tarımsal yakıt) denen- olarak kullanılabilecek tahılların ekilmesini artırdı. Böylece etanol üretmek için mısır ekmek veya dizel üretmek için soyafasulyesi ve palmiye yağı üretmek, bu ürünlerin gıda olarak kullanılmasına karşı doğrudan rekabet oluşturdu. Geçen yıl ABD’de bütün mısır rekoltesinin yüzde 20’den fazlası etanol ürütmek için kullanıldı. Gelecek 10 yılda ABD’deki mısır rekoltesinin üçte birinin etanol üretimi için kullanılacağı tahmin ediliyor (Bloomberg, February 21, 2008) Buna ek olarak, büyük ölçekli ticari tarımdaki birçok girdi petrole ve doğal gaza bağımlıdır. Mısır ve soya fasulyesi ve yemeklik soya yağı fiyatlarının artmasının ikinci nedeni Latin Amerika, Asya ve özellikle Çin’de orta sınıfların et taleplerindeki artıştır. 1961’de dünya toplam et arzı 71 milyon tondu. 2007’de bunun 284 milyon ton olduğu tahmin ediliyor. Bu arada kişi başına et tüketimi iki kattan fazla arttı. Gelişmekte olan ülkelerde ise son yirmi yıl içinde kişi başına et tüketimi 2 kat daha hızla arttı. (New York Times, January 27, 2008.) Et üretmek için hayvanlara daha fazla tahıl yedirmek tahıl stokları üzerinde giderek artan bir baskı oluşturuyor. Dünya gıda fiyatlarındaki büyük artışın üçüncü nedeni, (gıda konusunda) kendi kendine yeterli, yani gıda ithal etmeyen birkaç anahtar ülkenin şimdi büyük miktarda gıda ithal ediyor olması. Hindistan 17 gibi ülkeler gıda ithal etmeye başladığında gıda fiyatları fırladı. Ayrıca bazı kalkınma projeleri nedeniyle pirinç ekilen bölgelerde artık pirinç ekilmemesi de fiyat artışlarına kısmen katkıda bulundu. Buğday ve pirinç fiyatlarındaki artışların bazı nedenleri de iklimle ilgili. En büyük tahıl ihracatçısı ülkelerden biri olan Avustralya’daki kuraklık ve diğer ihracatçılardaki düşük rekolteler buğday fiyatlarını büyük oranda etkiledi. 2007’de Bangladeş’te meydana gelen kasırga bu ülkenin 600 milyon dolarlık pirinç ürününün yokolmasına, bu da pirinç fiyatlarının yaklaşık yüzde 70 artmasına yolaçtı. (The Daily Star [Bangladesh], February 11, 2008). Borsalardaki spekülasyonlar ve stokçuluk da gıda maddelerinin fiyatlarının artmasına neden oluyor. Tepkiler Krize tepkiler gösteri ve ayaklanmalar ve hükümet politikalarında değişiklikler biçiminde ortaya çıktı. Son birkaç ayda gıda fiyatlarındaki artışları protesto için Pakistan, Gine, Moritanya, Fas, Meksika, Senegal, Özbekistan ve Yemen de dahil birçok ülkede gösteriler yapıldı. Çin temel gıdalarda fiyat kontrolü başlatırken Rusya süt, ekmek, yumurta ve yemeklik yağ fiyatlarını 6 aylığına dondurdu. Mısır, Hindistan ve Vietnam pirinç ihracatını ya yasakladı ya da sıkı kontroller getirdi. Dünyanın en büyük buğday ithalatçısı olan Mısır gıda yardımı alma hakkı bulunan insanların sayısını artırarak 10 milyonun üzerine çıkardı. Ancak bu gıda açığını giderme çabaları asıl olarak sorunun çözümü üzerinde küçük etkilere sahip. Gıda krizinin etkileri bütün dünyada gerçekten zengin olanlar dışında bütün toplumsal sınıflarda hissedildi. BM Dünya Gıda Programı Başkanı Josette Sheeran, durumu şöyle tanımlıyor: “Bu açlığın yeni bir yüzü ... Raflarda gıda var ama insanlar satın alamayacak duruma düşerek pazarın dışına atıldılar. Daha önce açlığın görülmediği kentsel bölgeler bile krizden etkilenmeye açık. Daha önce böyle bir şey görülmeyen ülkelerde açlıktan dolayı ayaklanmalar oldu.”(The Guardian, Feb. 26, 2008). Afrika ve Asya’daki birçok ülke, açlık geniş biçimde yayılırken, krizden ağır biçimde etkilendi. Ama sadece bu ülkeler değil, bütün ülkeler şu ya da bu oranda krizden payını aldı. Fiyatların yumurtada yüzde 38, sütte yüzde 30, marulda yüzde 16 ve beyaz ekmekte yüzde 12 arttığı ABD’de birçok insan daha ucuz ürünlere yöneldi. 30 Ocak 2008 tarihli Wall Street Journal’de yayınlanan bir haberin başlığı, “Yüksek Gıda Fiyatları Tüketicileri Sıkıştırmaya Başladı” şeklinde idi. Ekonomik gerileme ABD’nin birçok bölgesinde hissedilmeye başlandı ve hükümetin değişik gıda yardımı programlarına başvuranların sayısı arttı. (As Jobs Vanish and Prices Rise, Food Stamp Use Nears Record, New York Times, March 31, 2008). Ama gıda fiyatlarındaki artış aynı zamanda bu programlardan sağlanan 18 toplam gıda yardımlarının miktarını da azalmaya zorladı. Dolayasıyla 5 yıl önce gıda yardımı programlarında 242 milyon dolarlık gıda yardımı yapılırken, bu geçen yıl 58 milyona düştü. yoksul ülkelerinde çalışan bazı batılı STÖ’lerin önerdiği ya da zorladığı “neoliberal” politikaları uygulamalarından sonra daha da zorlaştı. Neoliberal politikalar, hükümetlerin çiftçilere verdiği gübre sübvansiyonlarını durdurmasını, tarımsal ürünlerin nakliye ve depolanması işinden el çekmesini ve Uzun dönemli gıda krizi çiftçileri kendi başına bırakmasını salık verir. Ayrıca Yapısal yani uzun dönemli gıda krizi daha hükümetlerin yoksullara gıda yardımı yapmasına da önemli. Yapısal gıda krizi onyıllardır devam da karşıdır. Bu mantık 2007’de Haiti’deki gıda krizi ediyor ve bugünkü ağır (akut) gıda krizine oluşmaya başladığında çıplak biçimde iş başındaydı. katkıda bulunmanın yanısıra, bu kriz tarafından Haiti Ticaret ve Sanayi Bakanı “Müdahale edip güçlendirildi. Aslında fiyatları donduramayız, üçüncü dünya çünkü serbest pazar ülkelerindeki bu düzenlemelerine bağlı Dünyadaki hemen her ülkenin, ülkedeki kalmak zorundayız” yapısal tarım ve gıda krizi, yaşanan kısa diyordu. (Reuters, bütün insanların sağlıklı beslenmesine dönemli gıda krizinin December 9, 2007). yetecek kadar toprağı, suyu ve iklimsel bu kadar ağır ve sistem Bu sömürgeci kaynakları var. Buna ek olarak, birçok içinde çözülmesini bu Britanya’nın İrlanda ülkede bilgi ve tahıl çeşitlenmesi de kadar zor olmasının patates kıtlığına ve mevcut; dolayısıyla uygun destek asıl nedeni. 1800’lerin sonunda verilmesi durumunda çiftçiler yeteri kadar Hindistan’da çıkan Üçüncü dünyada kıtlıklara karşı yüksek tahıl rekoltesi elde edebilirler. kırsal bölgelerden uyguladığı politikanın kentlere büyük bir aynısıdır. göç yaşandı. İnsanlar kırsal bölgeleri Elbette bu ideolojinin gerçeklikte bir temeli toprakları olmadığı için terketti. Çoğunlukla yoktur ve sözde serbest pazar, yoksulluk ve açlığı toprakları tarım endüstrisinin zorlamaları nedeniyle önlemek için bir mekanizma olarak kesinlikle çalındı, ürünlerine verilen düşük fiyatlar nedeniyle kullanılamaz. Ayrıca bu ideolojinin çekirdek topraklarından oldular. Daha iyi bir hayat bulmak kapitalist ülkelerin tarihsel olarak yaptıklarının için kentlere gittiler, ama daha zor yaşam koşulları ve bugün fiili olarak yapmakta olduklarının tam ile karşılaştılar: gecekondularda yaşanan bir hayat, karşıtını oluşturduğunu da daima aklımızda yüksek işsizlik ve gizli işsizlik. Çoğu enformel tutmalıyız. Örneğin ABD hükümetleri yüzyıldan ekonomide al-sat işiyle uğraşarak hayatta kalmaya fazla bir süredir çiftçileri birçok şekilde çalıştı. Kentlerde yaşayan 3 milyar insandan 1 desteklemişlerdir. Ayrıca ABD, Avrupa ve milyarı, yani üçte biri gecekondularda yaşıyor. Japonya’nın, endüstriyel ekonomilerini koruyucu Bu kitlesel ve sürekli göçün, köylülerin topraklarından zorla atılmaları ve topraksız olmalarına ek olarak temel etmenlerden birisi, küçük çiftçi olarak yaşamalarının zor olmasıdır. Küçük çiftçi olarak yaşamak özellikle ülkelerin IMF, Dünya Bankası ve hatta üçüncü dünyanın politikalara ek olarak sanayiye doğrudan destek içeren bir dizi programla geliştirdiklerini vurgulamak gerekir. Üçüncü dünya ülkelerinin hükümetlerinin küçük çiftçileri ve tüketicileri desteklemeye son vermesinin 19 etkisi, bu ülkelerdeki yoksulların hayatının daha da zorlaşması demektir. Dünya Bankası’nın hazırlattığı bağımsız bir raporda, “Birçok reform uygulayan ülkede, özel sektör kamu sektörünün çekildiği yerlerde boşluğu doldurmak için atım atmadı” deniyor. (New York Times, October 15, 2007). eden çiftçilerin sayısının 25 bini bulduğu tahmin ediliyor. Serbest pazar ideolojisinin daha da ağırlaştırdığı bir dizi faktör insanların sürekli kırları terkedip onlara verecek iş olmayan kentlere gitmesine yolaçtı. Ve şimdi gecekondularda yaşayan ve kendi gıda ürünlerini yetiştirmek için toprakları olmayanlar dünya gıda fiyatlarının insafına kalmış durumdalar. Dünya’da açlığı bitirmek kavramsal olarak oldukça basittir, ama bunu fiilen hayata geçirmek basit olmaktan oldukça uzaktır. İlk olarak, sağlıklı ve çeşitlendirilmiş bir beslenme rejimine (diyet) sahip olmak temel insan haklarından biri olarak tanınmalıdır, ki açıkça öyledir. Hükümetler kendi halkları arasında açlığı sona erdirmeyi bir yükümlülük olarak kabul etmek zorundadırlar ve bu yükümlülüğü yerine getirmek için zorlayıcı tedbirler almalıdırlar. Birçok ülkede şu anda bile bütün nüfusu yüksek beslenme rejiminde beslemeye yetecek kadar gıda vardır. Bu elbette çok miktarda gıdanın üretildiği ABD’de daha da açıktır. ABD’de gıda bolluğu varken bu kadar çok yoksulun aç olması, yetersiz beslenmesi ve gelecek öğünlerini nerede bulacaklarını bilmemesi neredeyse suç teşkil eden bir durumdur. Artan tahıl fiyatları Amazon’da ormanların yokolmasını da hızlandırdı. 2007’nin son beş ayında 1,250 km kare orman yokedildi. Buna ek olarak muazzam büyüklükteki tarım alanları ya Geçen yıl Afrika’daki bir ülke, Malavi kendilerine konut projeleri ya da zenginlerin golf kulüpleri için yapılan bu tür tavsiyelere kulak asmayıp tam aksini kullanıldı. yapmaya karar verdi. Hükümet gübre ve tohum için Çin’de 2000-2005 yılları arasında kalkınma sübvansiyona tekrar başladı; çiftçiler daha fazla gübre kullandı, rekolte arttı ve ülkedeki gıda durumu programlarında kullanılmak üzere ayrılan tarımsal arazilerin yıllık ortalama büyüklüğü 10 bin 522 km büyük ölçüde iyileşti. (New York Times, December kare (2.6 milyon akre) idi. 2, 2007). Aslında Zimbabve’ye bir miktar gıda ihracatı bile yaptılar. Dünya’da açlığı bitirmek Sürekli kriz derinleşiyor Gıda fiyatları arttığında çiftçilerin durumunun daha iyi olması ve pazarın ortaya çıkardığı “talebi” karşılamak için daha fazla üretim yapmaları mantıklı görünür. Bir dereceye kadar bu doğrudur - özellikle de büyük ölçekli üretimin bütün fiziksel ve mali avantajlarından yararlanabilecek çiftçiler için. Ancak, tarımsal üretimde kullanılan herşeyin maliyeti de arttı, bu nedenle de çiftçilerin kardan kazançları beklendiği kadar büyük değil. Bu özellikle giderek daha da pahalanan tahıllarla hayvancılık yapan çiftçiler için özellikle ağır bir sorun. Buna ek olarak küçük ve geçimlik tarım yapan çiftçiler için gelişmeler otomatik olarak iyi değil. Bu çiftçilerin çoğu borç batağına o kadar saplanmış durumdalar ki, tekrar ayaklarının üzerinde durmaları çok zor. Hindistan’da geçen yıl bu çıkmazdan kurtuluşun başka yolunu göremedikleri için intihar Kısa vadede her bir ülke, elindeki bütün kaynaklarla artan ağır açlığı ve yetersiz beslenmenin yolaçtığı acil durumu ele almalıdır. Herne kadar büyük miktarda besin ve toz haline getirilmiş süt dağıtımı sorunun çözümünde bir rol oynayacak olsa da, ülkeler Venezuela’nın bütün yoksul mahallelerde beslenme evleri kurarak yaptığı yeniliği örnek almayı düşünebilirler. Halk hükümetin gerçekten kendilerine yardım etmeye çalıştığına inanırsa 20 ve kendi sorunlarına bir çözüm bulmaya ya da çözüme yardımcı olmaya teşvik edilirlerse, bu bir şevk ve gönüllülük patlaması ile sonuçlanır. Örneğin, Venezuela’nın beslenme programında gıda ürünleri hükümet tarafından karşılansa da, yoksullar, çocuklar ve yaşlılar için yemekler büyük oranda gönüllüler tarafından hazırlanmakta ve dağıtılmaktadır. Buna ek olarak Venezuela, temel gıda ürünlerinin marketlerdekinden önemli oranda daha ucuz satıldığı bir mağazalar zinciri de kurdu. Tarım üçüncü dünyanın en önemli önceliklerinden biri haline gelmek zorundadır. Hatta Dünya Bankası bile hükümetlerin ülkelerinde tarımı desteklemesinin önemini vurgulamaya başladı. Dünya Bankası Genel Direktörü Dr. Ngozi Okonjo-Iweala, “Dünya politika belirleyicileri mali krizlere odaklanmış olsa da, asıl kriz açlık ve kötü beslenmedir. Dünyanın dikkatini çekmesi gereken asıl kriz budur. Dünyanın yoksul insanlarının yüzde 75’inin köylü olduğunu ve geçimlerini sağlamalarının tarıma bağlı olduğunu biliyoruz. Tarım bugün her zamankinden daha fazla açlık ve kötü beslenmeyle mücadele ve sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun azaltılmasına yardımcı olmanın temel bir aracıdır (All-Africa Global Media, February 19, 2008). Brezilya 2003’de en yoksul insanların durumunu hafifletmek için bir program başlattı. Brezilya’da ulusal hükümet nüfusunun yaklaşık dörtte birine Bolsa Familia (Aile Fonu) programı çerçevesinde doğrudan para yardımı yapıyor. Bu programda , aile bireylerinin her Dünyadaki hemen birinin günlük geliri 2 her ülkenin, ülkedeki dolardan az olan her bütün insanların aile, her aile bireyi sağlıklı beslenmesine için ayda 53 doları yetecek kadar toprağı, bulan yardım alıyor. (The Economist, February 7, suyu ve iklimsel kaynakları var. Buna ek olarak, 2008). Bu nakit yardım, ailenin çocuklarının okula birçok ülkede bilgi ve tahıl çeşitlenmesi de mevcut; gitmesine ve ulusal aşı programına katılmasına bağlı. dolayısıyla uygun destek verilmesi durumunda çiftçiler yeteri kadar yüksek tahıl rekoltesi elde Küba’da ve diğer ülkelerde kentsel bahçeler edebilirler. kentlilerin gıda ürünleri yetiştirmesi ve gelir kaynağına sahip olması için başarılı biçimde Çeşitlendirilmiş tarımsal üretim hayati iken, kullanılıyor. geçmişte daha çok ihraç edilebilir tahılların üretimine önem verildi. Bu bir ülkenin ödemeler 21 dengesinin düzelmesine yardım etmekle birlikte, ihracata yönelik tarım ne herkese yetecek kadar gıda ürünü elde edilmesini garanti eder ne de sağlıklı bir kırsal çevreyi destekler. İhracata yönelik tarım, soya fasulyesi gibi temel ürünlere ek olarak aynı zamanda, doğal olarak, yerel nüfusun ihtiyaçlarını karşılayacak geçimlik tahılların üretiminden çok ihraç pazarlarının talep ettiği yüksek fiyatlı, lüks (yoksul bir üçüncü dünya ülkesinin temel gıda ihtiyaçları bakımından lüks) tahılların üretimine yol açar. “Gıda güvenliği” hedefini gerçekleştirmenin en iyi yolu, kooperatiflerde veya kendi hesaplarına çalışan ve sürdürülebilir teknikler kullanan küçük çiftçilerin her ülkenin kendi sınırları içinde yeterli miktarda doğru tür gıda ürünlerini üretmesidir. Bu şekilde ülke nüfusu belki dünya pazarındaki fiyat dalgalanmalarından en azından kısmen korunmuş olur. Bu elbette aynı zamanda toprakların gıda üretiminden alınıp biyo-yakıt pazarları için tahıl üretimine verilmemesi anlamına gelir. Bunu yapmanın ve aynı zamanda kentlerin gecekondularına yığılmış çok sayıda insanın sorunlarının çözümüne yardım etmenin yollarından biri, anlamlı bir tarım reformu yoluyla toprak sağlamaktır. Ama toprak tek başına yeterli olmaz. Tarımsal üretime başlayan ya da yeniden dönen çiftçilerin gıda ürünleri üretmek için teknik ve mali desteğe ihtiyaçları olacaktır. Buna ek olarak, dostluğu teşvik etmek ve geliştirilen yeni toplulukları sağlamlaştırmak için kooperatif ve topluluk konseyleri gibi toplumsal destek sistemleri geliştirilmelidir. Ayrıca kentlerde yaşayan insanların kırsal bölgelere gidip çiftçi olmasını teşvik etmenin başka bir yolu, yurtseverlik duygularına başvurmak ve onların, ülkelerinin gıda konusunda kendine yeterliliği kazanması, yani uluslar arası tarımsal sanayi şirketlerinden bağımsız olması ve yeni bir gıda sistemi kurmanın ve ülkenin bütün halkına sağlıklı bir gıda sağlamanın gerçek öncüleri olduğu fikrini yerleştirmektir. Bu öncü çiftçilerin, toplumun geri kalanı ve hükümet tarafından ülkelerinin geleceği ve nüfusun iyiliği için hayati olarak görülmeleri gerekir. Ve hak ettikleri şekilde büyük bir saygı görmelidirler. Sonuç Gıda bir insan hakkıdır ve hükümetler halklarının iyi beslendiğini garanti altına almakla yükümlüdürler. Buna ek olarak, açlığı sona erdirmenin bilinen yolları vardır- mevcut kritik durumla mücadele etmek için acil önlemler, kentsel bahçeler, çiftçiler için tam bir destek sistemini de içeren tarımsal reformlar ve çevreyi zenginleştiren sürdürülebilir tarımsal teknikler dahil. İnsanların gıdaya erişimi konusundaki mevcut sistem ülke içinde ve ülkeler arasındaki çok eşitsiz ekonomik ve siyasi güç ilişkilerini yansıtıyor. Sürdürülebilir ve güvenli bir gıda sistemi insanlar arasında farklı ve çok daha eşit ilişkileri gerektiriyor. Yoksullar ve çiftçilerin kendileri gıda güvenliğini sağlama çabalarının her yönüne ne kadar çok katılırlarsa ve süreç içinde ne kadar çok harekete geçirilirlerse, kalıcı gıda güvenliği sağlama şansı o kadar fazla olacaktır. Yoksulluk ve açlıkla mücadele konusunda çok şey yapmış bir ülke olan Venezuela’nın Devlet Başkanı Hugo Chavez’in dediği gibi, “Evet, yoksulluk ve sefaleti sona erdirmek önemlidir, ama daha önemlisi yoksullara kendileri için mücadele edebilmeleri için iktidar (yetki) vermektir.” kaynak: http://www.monthlyreview. org/080501magdoff.php Kısaltarak çeviren: Ergun Duman 22 konuk yazar LATİN AMERİKA GÜNLÜKLERİ-2 TUPAMAROSLARDAN “NEO-LİBERAL” VÁZQUEZ’E URUGUAY[*] Sibel Özbudun “Geçmişi değiştiremezsin ama, gelecek daha elinin içindedir.”[1] 176.215 km²’lik yüzölçümüyle Surinam ve Fransız Guyana’sından sonra Güney Amerika’nın en küçük ülkesi olan Uruguay, ya da, Uruguay nehrinin doğu yakasında yer almasına atfen, İspanyolca resmî adıyla República Oriental del Uruguay (Uruguay Doğu Cumhuriyeti), Güney Amerika’nın güneydoğusunda; kuzeyde Brezilya, batı ve güneybatısında Arjantin, güneydoğusunda Atlantik Okyanusu’yla çevrilidir. 3.46 milyonluk nüfusunun 1.7 milyonu başkent Montevideo’da yaşamaktadır. Uruguay adının etimolojisi konusunda üç yorum bulunmaktadır: i) “Uru’nun nehri”, ya da “Uru diyarının nehri”: Felix de Azara’ya atfedilen yoruma göre ülkenin adı Uruguay nehri dolaylarında “kuş” anlamına gelen urú sözcüğünden türetilmiştir (uru=”kuş”, gua = “yeri”, y = “su”) ii) Juan Zorrilla de San Martín’e atfedilen şiirsel bir yorumla, “Renkli, ya da ‘boyalı’ chinchillalar (kuşlar)’ın nehri”. iii) Yiyecek getirenlerin nehri”; Cizvit Lucas Marton’un yazdığı eski bir belgenin ortaya çıkmasından sonra yaygınlaşan anonim bir yorum. URUGUAY’IN KISA TARİHİ Bugün Uruguay olarak anılan toprakların ilk sakinleri, Paraguay Guaranílerinin güneye doğru sürdüğü avcıbalıkçılıkla geçilen Charrúa halkıydı ve İspanyollar bölgeye ulaşmadan önce nüfusları 5 ila 10 000 olarak hesaplanmaktadır. İspanyolları bol miktarda yiyecekle karşılayıp kadınlarını ikram eden Paraguay Guaranílerinin tersine, Charrúalar bölgeye nüfuz etmeye çalışan Avrupalı kaşiflerin korkulu rüyasıydı; bu nedenledir ki bu topraklara beyazların nüfuzu daha gecikmeli gerçekleşti. Uruguay topraklarına ilk kez 1536’da ayak basan Avrupalılar XVI. ve XVII. yüzyıl boyunca ülkede az sayıda yerleşim kurdular. Ancak İspanyol çiftçilerin XVII. yüzyıl başlarında büyük sığır çiftlikleri kurmaya başlaması, altın ve gümüş yoksunu bölgenin kaderini değiştirecekti. Büyük sığır çiftçileri Uruguay topraklarını istila ettikçe Charrúalar, yerlerini Brezilyalı acımasız köleci efendilerinden kaçarak Montevideo dolaylarına sığınan Afrika kökenli siyahîlere bırakarak, bugün küçük cepler hâlinde yaşamlarını sürdürmeye çabaladıkları Brezilya sınırlarına doğru sürüldüler. Yine de İspanyolların ilk andan itibaren bölgede egemenlik sağladıkları söylenemez. Cizvitler 1624 yılından itibaren sahnedeydiler; Portekizliler ise 1680’de Buenos Aires’e yönelik kaçakçılık faaliyetlerini yürütebilmek için bugünkü Colonia’yı kurmuşlardı. İspanyollar ise ülkeyi kontrol altına alabilmek için Montevideo’da bir kale inşa ettiler. Kent kısa sürede Buenos Aires ile rekabet eden bir ticaret merkezine dönüşecekti. Ancak İspanyollar, Portekizliler ve İngilizler arasındaki hâkimiyet mücadelesi, 200 yıl kadar sürecekti. İspanyolların tam denetimi sağlamasıyla La Plata Viskrallığına bağlanan Uruguay’da bağımsızlığın kazanılması da, diğer Latin Amerika ülkelerinden daha uzun süren, sancılı bir süreç olacaktı. Uruguay’ın en saygı gören ulusal kahramanlarından José Gervasio Artigas, 1811 gibi erken bir tarihte Las Piedras muharebesinde İspanyolları püskürtmeyi başarmıştı; ne ki, bu zafer Portekiz birliklerinin ülkeyi istila etmesi (1816) ve Uruguay’ın Provincia Cisplatina adıyla Brezilya’ca ilhak edilmesiyle sonuçlandı. Artigas Paraguay’a sürgün edilerek orada yaşamını yitirdi (1850). Ama cesareti, 19 Nisan 1825’te bir ayaklanma başlatmak üzere Buenos Aires’den Uruguay’a dönen Juan Antonio Lavalleja komutasındaki Otüzüç Doğulu’yu esinleyecek, Arjantin’in de desteklediği başkaldırı, Florida kentinde toplanan temsilcileri Brezilya’dan bağımsızlık ilan etmesiyle sonuçlanacaktı (25 Ağustos 1825). Bu bağımsızlığın komşularınca tanınması ise, Brezilya-Arjantin savaşından sonra, ve bölgede nüfuz sağlamaya çalışan İngiltere’nin aracılığı sayesinde olacaktır. 23 BAĞIMSIZLIKTAN SONRA Ancak bağımsızlık barış getirmedi. Bölgenin iki yükselen devi Brezilya ile Arjantin arasındaki tampon konumu, Uruguay’ın durumunu hep kırılgan kılmıştır. Ayaklanmalar, darbeler birbirini izlerken, Arjantin Montevideo’yu 1838-1851 arasında kuşatacak, Brezilya ise her zaman bir tehdit olmayı sürdürecektir. XIX. yüzyıl ortalarında ülke ekonomisi büyük ölçüde sığır ve yün üretimine bağımlıydı. Uruguay kırsalından yükselen başına buyruk, bağımsız sığır çobanı gaucho tipolojisi, yakın zaman öncesine dek Uruguay siyasal sahnesinin iki kutbundan birini oluşturan tutucu Blanco (“Beyaz”) siyasası ve partisinin de kaynağını oluşturmaktadır. Karşı kutupta ise kent (baskın olarak Montevideo) merkezli, liberal Colorado (“Renkli”; “Kızıl” olarak da bilinir) Partisi yer almaktadır ve her iki partinin kökeni, XIX. yüzyıl ortalarına dayanır. Ne ki büyük toprak mülkleri olan latifundia’ların yükselişi ve sığırcılığın ticarîleşmesi, gaucho imgesini de bir hayli gölgede bırakacaktır. Günümüz Uruguay’ını diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı kılan -ve Raúl Zibechi’ye bakılırsa Frente Amplio’nun iktidara geçmesine olanak sağlayan geniş tabanlı toplumsal hareketin öncelini oluşturan[2] - siyasal kültür mirası XX. yüzyıl başlarında iki kez devlet başkanlığı yapan (1903-1907 ve 1911-1915) José Battle y Ordóñez’e dayandırılır. “Aydınlanmış despot”, José Battle Başkanlık yaptığı iki dönem boyunca, bir yandan millîleştirmeler, çiftçi kredileri, teknolojik yenilenme gibi, tarım ve sanayide dışa bağımlılığı azaltacak, ulusal ekonomiyi geliştirecek önlemlere ağırlık verirken, bir yandan da teknik eğitimin desteklenmesi, kız çocukların her kademede eğitime katılması, iş saatlerinin kısaltılması, emeklilik, işsizlik sigortası gibi haklarla işçi sınıfı ve emekçileri takviye etmiş, kadınlara boşanma hakkını tanımakla, Katolik Kilise’nin egemenliğine öldürücü darbeyi indirmişti.[3] 1929 KRİZİ VE SONRASI Uruguay’ın yün ve sığır ihracatı sürdükçe, toplumun tüm kesimlerinin refahtan payını aldığı sürdürülebilir bir kalkınma, kapitalizmin 1929 kriziyle birlikte duvara toslayacaktı. Avrupa ve ABD’ye hammadde ihracatçıları ve buralardan mamûl ithalatçıları olarak Latin Amerika ülkeleri, hammadde fiyatlarının uluslararası piyasalardaki ani düşüşünden ve ihracat miktarındaki dramatik azalmalardan etkilenmezlik edemedi; yabancı yatırımlar azaldı, Avrupa pazarları korunmacı duvarlarla çevrildi. Böylelikle 1929’daki dünya ticaret hacmi 100 kabul edildiğinde, bu rakam 1932’de 39.1’e, 1933’te ise 35.2’ye inmişti. Aynı zaman aralığında Paraguay’ın yün ihracatı yüzde 72, dondurulmuş et ihracatı ise yüzde 53 oranında azalmıştı; ülkenin 1934’teki ihracat hacmi, 1927’dekinin ancak yüzde 58.6’sıydı... Bu gelişmenin kaçınılmaz getirileri, pesonun devalüasyonu (1930’da yüzde 15, 1931’de yüzde 60); gerçek ücretlerin büyük oranda gerilemesi, sabit ve dar gelirlilerin (işçiler, memurlar, emekliler) yaşam koşullarındaki dramatik kötürümleşme ve işsizlik oranlarındaki sıçrama (1930’da yüzde 30; 1933’te yüzde 40.8) oldu.[4] Emek kesimi, anarşist eğilimli FORU (Federación Obrera Regional Uruguaya - Uruguay Bölgesel İşçi Federasyonu) ve USU (Unión Syndical Uruguaya - Uruguay Sendikal Birlik) ile komünist eğilimli CGT (Confederación General del Trabajo - Genel Emek Konfederasyonu) arasında bölünmüşken, tarım, ticaret ve sanayinin patronlarını birleştiren İktisadî Teyakkuz Komitesi (Comité de Vigilancia Económica, kur.: 1929), Battlista’ların “sosyal politikaları”na karşı savaş açmakta gecikmeyecekti. Böylelikle izleyen darbeler ve karşı-darbeler dönemi, genel olarak patronların elini genişleten, özel yatırımcıları kayıran politikaların izlendiği bir dönem oldu. İkinci Dünya Savaşı, bir besin ve hammadde ihracatçısı olan Paraguay’ın kendini toparlaması için büyük bir şans olacaktı. Müttefikler Uruguay tarım ürünlerine daha fazla ödüyor ve ne var ne yoksa satın alıyorlardı. Öte yandan, savaş, Avrupa ve ABD’den yapılan ithalatın durmasına, bu nedenle de mamûl maddelerin yerel olarak üretilmesine yönelik çabaların yoğunlaşmasına yol açacaktı. İthal ikameci siyasalar, iç pazarın teşviki, işgücü gereksiniminin 24 artması, ücretlerin yükselmesi ve devletin gelir dağılımına müdahil olması, emek güçleri açısından refahın yükselmesi sonucunu verdi. Oysa bu refah, savaşın yarattığı dış talebin sürmesine bağlıydı; savaşın sona ermesi, Uruguay ekonomisini kendi gerçekliğiyle yüz yüze bıraktı: duraganlık ve kitlesel enflasyon. Ancak sanayileşme yolundaki çabalar, belli başlı kentlerde boyutlu ve örgütlü bir işçi sınıfının oluşmasına yol açmıştı; ve emekçiler ekmeklerinin ellerinden alınmasına razı değillerdi. 1960’lı yıllar kırsal ve kentsel emekçilerin yanısıra, öğrenci gençliğin de kitlesel protesto yıllarıydı. olan sempatisini gizlemiyor ve onlarla organik ilişkilerini sürdürüyordu. Geniş Cephe, kurulduğu yıl katıldığı seçimlerde oyların yüzde 18’ini alacaktı... Ve 27 Haziran 1973’te Areco’nun ardılı Juan Bordaberry, Millet Meclisi ve Senato’yu lağvederek ülkenin yönetimini tümüyle orduya devretti. Bu, kıtadaki sol gelişmelerden tedirgin olan ABD’nin Şili, Arjantin ve Uruguay için hazırladığı “Condor Planı”nın bir adımıydı, aynı zamanda... REJİMİN BUNALIMI, TOPLUMSAL MUHALEFET VE DİKTATÖRLÜK 1967’de ölen devlet başkanı Oscar D. Gestido’nun yerine geçen Jorge Pacheco Areco’nun ilk icraatı, Sosyalist Parti, Uruguay Anarşist Federasyonu, Doğu Devrimci Hareketi, Uruguay Halk Eylemi Hareketi, Devrimci Sol Hareketi örgütlerinin tasfiyesi ve kent gerillasıyla bağlantılı olmakla suçladığı “Epoca” ve El Sol dergilerinin kapatılması oldu. Bir kaç ay sonra ücretleri ve fiyatları dondurduğunu ilan etti. Areco ve destekçisi sermaye grupları, bu önlemlerin yönetimde demir bir yumruğu gerektirdiğinin bilincindeydiler; 1965’den itibaren faaliyete geçen solcu gerilla örgütü Tupamaros’un eylemleri, onlara bu gerekçeyi verecekti. Hükümetin 9 Eylül 1971’de Silahlı Kuvvetleri “ayaklanma karşıtı mücadele” ile yetkili kılmasıyla, diktatörlüğe kayış hızlandı. Muhalefetin bu eğilime tepkisi, giderek sertleşen Areco hükümeti karşısında Özgürlükler ve Egemenliği Savunma Hareketini oluşturmak oldu. Bu girişim 1970’de Colorado Partisi’nden kopma sürecindeki 99’lar Listesi, Ulusal Parti’den ayrılan Beyaz, Halkçı ve İlerici Hareket (MBPP) ile Komünist Parti, Sosyalist Parti ve diğer grupların “ülkenin yapısal krizini aşacak bir program” üzerine anlaşması, Frente Amplio (Geniş Cephe)’ya doğru ikinci büyük adımı oluşturacaktı. 99’lar Listesi (Zelmar Michelini’nin Halk Hükümeti Hareketi) ile Hıristiyan Demokrat Parti, 5 Şubat 1971’de “Geniş Cephe” çağrısı yaptılar; bu çağrı üzerine toplanan parti ve gruplar, siyasal (bireysel hakların savunulması), iktisadî (bankaların millîleştirilmesi, tarım reformu), toplumsal (kooperatifçiliğin teşviki), malî (vergi sisteminin reformu) talepleri içeren bir programı savunmaya yönelik “sürekli siyasal eylem”i hayata geçirmek üzere Frente Amplio’yu oluşturdular. Cephe, silahlı yolu benimsemediğini açıklamasına karşın, içinde yer alan 26 Mart Bağımsızlar Hareketi, Tupamaros’a Silahlı Kuvvetler kısa süre içerisinde, bir “milli güvenlik devleti”ne dönüşen devlet aygıtının tümüne nüfuz ederek denetimi eline aldı. Keyfî tutuklamalar ve işkence, rutin uygulamaya dönüşmüştü. Binlerce siyasal tutuklu, ele geçirilen Tupamaro yöneticilerinin “rehin” tutulması, zanlıların Arjantin’e kaçırılarak orada işkenceye uğratılması ve “kaybedilmesi”,[5] basına uygulanan sansür, gazeteci ve yazarların kovuşturulması, sendikaların, kitle örgütlerinin kapatılması, üniversite ve orta öğretim kurumlarının “zapt u rapt” altına alınması, memurlardan rejime bağlılık yemini istenmesi... Uluslararası Af Örgütü 1976’da Uruguay’ın kişi başına düşen siyasal tutuklu sayısı en yüksek ülke olduğunu hesaplıyordu. 25 BİR PARANTEZ: TUPAMAROLAR “Tarih boyu süren bir tahakkümün ürünü olan devlet ve devlet şebekesi, doğası gereği reformcu çözümlere elvermez...” diyen Tupamarolar, tarihin tanık olduğu önemli gerilla hareketlerinden birisidir... Toplumsal mücadelenin doğrudan “ürünü” olarak Tupamarolar, enflasyon ve işsizlikle, yani sefalete ve IMF’nin egemenliğine karşı işçilerle birlikte mücadele içinde var oldular… Ülke toplu grevlere ve başkent Montevideo’ya yapılan işçi yürüyüşlerine sahne olurken; bu yürüyüşlerin en büyüğü Raul Sendic’ in kurduğu UTAA (Şeker Kamışı İşçileri Sendikası) tarafından yapılan 600 km.’lik bir yürüyüştü. Raul Sendic’in etrafına toplanan bir avuç insan, tam bir ova ülkesi olan Uruguay’da nüfusun yüzde 40’ının yaşadığı Montevideo’da örgütlenerek “Latin Amerika’nın en başarılı ve en iyi organize gerilla hareketini”[6] oluşturmuşlardır. Sendic ve arkadaşları 31 Temmuz 1963’de Tiro Suizo (İsviçre Atış Kulübü)’dan 33 tüfek çalarak aynı yılın noelinde “Robin Hood” eylemlerine başlarlar. Noel günü, tüfekler, bıçaklar ve baltalarla donanmış 10 genç, Manzanares’e (Uruguay’ın gıda maddeleri satan en büyük şirketi) ait tırları soyarak tavuk, hindi ve pastaları yoksul halka dağıtırlar. Bu sırada okudukları bildiride “Bu, halkın ve gençliğin zamanıdır. Hak dilenilmez. Devrimciler fakirlerin noelini kutlar.” yazıyordu. Bu olaydan sonra polisin araştırma yapması Sendic ve arkadaşlarının gizlenerek “Cordinadora”yı kurmalarına neden oldu. İlk eylemleri şeker kamışı işçileri ile 1964 ve 65’de yaptıkları yürüyüşleri düzenlemekti. 1965 Ağustosunda Bayer ilaç fabrikasının önünde gerçekleştirdikleri bir eylemden sonra bıraktıkları bildiri “Tupamarolar” imzasını taşıyordu. (Tupamaro adı Tupac Amaru’dan geliyor). Tupamarolar’ın 1965-66 yılları arasında silahlı mücadele kararı almaları Maocular, sosyalistler ve bazı anarşistlerin ayrılmalarına neden olur -daha sonraki yıllarda bu gruplardan katılımlar gerçekleşecektir. Örgütün yapılanması tamamlanırken 1966 Aralığında “Movimento Liberacion Nacional - Tupamaros”, Ulusal Kurtuluş Hareketi - Tupamarolar adını alırlar. Che Guevera’nın 67’de Bolivya’da öldürmesi, özellikle gençler arasında büyük bir duygusal etki yarattı. Birçok kişinin Tupamarolar’a katılması bu trajik olayın sonucunda olmuştur. Artık örgütün tabanını yalnız işçiler değil, öğrenciler, ekonomistler, kimyagerler, mühendisler, doktorlar ve profesörler de oluşturuyordu. Kendi tıp merkezlerini kurarak ele geçirdikleri kanalizasyon planlarıyla yer altında sığınaklar inşa ettiler. Bu arada cumhurbaşkanı olan Pacheco, 9 Ekim 67’de birinci, 7 Ağustos 68’de ikinci sıkıyönetimi ilan etti. Tupamarolar ise buna Devlet Elektrik İdaresi Müdürü ve Başkanın Danışmanı Pereyra Revelbel’i kaçırıp halk hapishanesinde sorguya çekerek yanıt verdiler. Fakat bırakıldıktan sonra kendi aleyhlerinde konuşması sonucu onu yeniden kaçırdılar ve bu defa 1.5 yıl boyunca ellerinde tutarak polisin onu hiçbir zaman kurtaramayacağını gösterdiler. Tupamarolar, en büyük sempatiyi Monty finansman topluluğuna ait bir binayı soyarak topladı. 24.000 doların yanı sıra kasa defterlerini de alarak incelediler ve paravan firmalarla yapılan para transferleri sonucu kanunsuz kazanç sağlayan bir çok yüksek bürokratın ve iş adamının adını açığa çıkardılar. Savcılık iddiaları ciddiye alarak bir soruşturma başlattı ve Monty’nin evini arattırdı. Ev aranırken çıkan yangında (!) belgelerin yanması soruşturmayı kesintiye uğrattıysa da, Tupamarolar ele geçirdikleri defterlerin kopyalarını bir hâkimin evinin önüne bıraktılar. Açılan dava pek çok mahkûmiyetle sonuçlanınca bir hükümet krizi patlak verdi. 1969 Ocağında Mañana gazetesinin sahibinin kaçırılması üzerine devlet “ölüm mangaları” denilen birimi oluşturdu. 15 Mayıs l969’da Copa America futbol şampiyonasının final maçının naklen yayını sırasında MLN’li Sanandi radyo istasyonunu ele geçirerek 30 dakikalık bir bildiri okudu. Sonra kesinti için özür dileyerek dinleyicileri harekete geçmeye çağırdı. Temmuz 69’da Nelson Rockefeller’in ziyaretini protesto etmek için Amerikan tesislerine bombalı saldırılar düzenlendi. ‘La Mañana’ ve ‘El Diario’ gazetelerinin baş yazarı ve bankalar birliğinin müdürü, Mussolini döneminde bakanlık yapmış bir faşistin oğlu olan G. Pellegrini Gianpedro’yu kaçırdılar (9 Eylül 69). İki hafta halk hapishanesinde tuttuktan sonra, kendisinden bir okul ve poliklinik için istenen çekin alınmasının ardından ıssız bir bölgede serbest bıraktılar. Pellegrini kendisini kaçıranlardan polise ve avukatına haber vermemelerini istedi, çünkü polisin kendisini öldürüp suçu Tupamaroların üzerine atmasından korkuyordu. Che Guevera’nın ikinci ölüm yıldönümünde 49 Tupamaro başkente çok yakın bir yerde kurulu Pando kentini işgal ederek tüm kilit noktaları ele geçirdi. Güvenlik güçlerinin karşı saldırısı sonucunda 3 Tupamaro öldürülürken 18’i de yakalandı. Ancak kaçan gerillalar 400.000 dolarla birlikte bazı önemli evrakları da yanlarında 26 götürmüştü. 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde 17 tutuklu kadın gerillayı hapishaneden kaçırırken Eylül 71’de 111 erkek mahkûm da 48 metrelik bir tünel kazarak kaçmıştı. 13 Temmuz 1970’de Kalkınma Danışmanı kılığında sunulan ABD’li işkence uzmanı Daniel Mitrioni ve Brezilya Konsolosunu kaçırdılar (yönetmen Costa Gavras’ın ünlü “Sıkıyönetim” filmi, bu olay üzerine kurulmuştur). Karşılığında tüm siyasi tutukluların serbest bırakılmasını isteyen liderler daha sonra içine düşecekleri çıkmazı şöyle eleştiriyorlardı: “Bizim tasarımız tutukluların serbest bırakılmasını değil, hükümet krizini hedef alıyordu, hükümetin ülkedeki düzeni koruma ve milletvekillerinin, işadamlarının ve diplomatların güvenliğini garantiye alma yeteneğine sahip olmadığını göstermek istiyorduk... Bu objektif olarak bir trajediydi ve Almeria sokağında MLN önderlerinin tutuklanmasıyla ortaya çıkan ağır yenilgiyle sonuçlandı.”[7] Gerçekten de bir CIA ajanının gerillaların elinde olması hem Uruguay, hem de ABD hükümetleri için hiç de iç açıcı olmayacağından, Mitrione’nin ölmesi onlar için daha uygundu. Hükümet, 20.000 polis ve asker takviye ederek başkenti kuşattı ve aralarında Sendic’inde olduğu 9 Tupamaro liderini tutuklarken Mitrione’nin de cesedini buluyordu. Dışarıda bulunan Tupamarolar 9 Ocak 71’de İngiliz Konsolosunu kaçırırken, içerdekiler yeni planlar yapıyorlardı. Bunlardan biri de halk arasında “Kakao” eylemeleri olarak bilinen “Sıcak Yaz” fikriydi: Zenginlere ait eğlence yerleri tahrip edilirken, lüks evlere girilerek porselen ve kristal eşyalar kırıldı, kumarhaneler soyuldu. Medya MLN’yi ısrarla sıradan haydut ya da toplum dışı caniler olarak göstermeye çalıştıysa da yoksul halkın gözünde onlar, haksızlıklara karşı savaşan birer Robin Hood’du (Zaten buna güvenerek kurdukları “26 Mart” grubuyla Frente Amplio -komünistler, sosyalistler, Hıristiyan Demokratlar ve bağımsızlardan oluşan “Geniş Cephe”-’ya destek vererek 71 seçimlerine girdiyseler de yüzde 19 oy alabildiler. Buna karşın Colaradolar yüzde 25 ile iktidar oldular). Nisan 1972’de ölüm mangalarının 4 üyesini öldürerek, bunlarla AID’in ilişkisini ortaya çıkaran bir bildiri okudular.[8] Bundan yaklaşık 2 ay sonra bir militanın 4 askeri taramasıyla ilk kez halkın öfkesini üstlerine çekiyorlardı. Yaptıkları açıklamada bunun bir hedef hatası olduğunu söylemeleri, halkın artık bu savaşın kendi savaşları olmadığı düşüncesini engelleyemedi. Bu tarihten sonra Tupamarolar askeri olarak çok büyük bir darbe aldılar. Ancak bu darbenin en büyük sorumluları iki ajandı. P. Budes tüm yeraltı sığınaklarının yerlerini gösterirken diğer ajan Hector Amadio Perez yüzlerce MLN üyesini ihbar etmiş, en sonunda asker üniforması giyerek onları bizzat tutuklamıştır. Bu arada senato konseyinin araştırmasında belirttiği “sık sık ve alışılmış” işkence de sonuç vermiş, konuşan üyelerin de yardımıyla 9 Eylül 1972’ye kadar 2000 üye yakalanmış, 247 gizli merkez, sığınak ve depo, binlerce silah, bazuka, bomba ele geçirilmişti. Yıllar sonra yaptıkları eleştirilerin birinde MLN’nin Merkez ve yürütme kurulu üyesi Eduardo Leon Duter şöyle diyordu: “...Yağmurun yağacağını söylemek yetmez, şemsiyeyi ne zaman açacağını da bilmelisin...Yani biz yağmurun yağacağını önceden söyledik, bu doğru bir öngörüydü ama, şemsiyeyle yağmurun yağmasını sağlayabileceğimizi bekleyerek, elimizde şemsiye çok çabuk bir şekilde sokağa çıktık. Ve yağmur yağmadı. Ve yağmur gerçekten yağdığında biz sokakta değildik, ne şemsiyeyle ne botlarla caddede yoktuk, yağmur yağdığında biz cezaevindeydik.”[9] 1972’de askerler ve Tupamarolar arasında bazı görüşmeler yapılmıştı. Karşılıklı ilan edilen ateşkes sürecinde gerillalar kan dökmeme, askerler de işkenceyi sürdürmeme kararı aldılar. Görüşme hızla ilerlerken -ki bunların arasında bazı genç subayların tutuklu Tupamarolarla, Blanco’ların işlediği suçlar hakkında bilgi alışverişinde bulunmaları çok önemlidir- Ekim 1972’de militaristlerin aldığı yeni bir kararla kesildi. Tutuklularla görüşen subaylar hakkında soruşturma açıldı. Ve Haziran 1973 Uruguay tarihinin kara günlerinden biri oldu. Blanco destekli darbe tüm hakları askıya aldığını ilan etti. Darbeye karşı çıkmaya çalışan CNT (Convencion Nacional de TarabajadoresUlusal İşçi Kongresi) grev kararı almış, ancak panzerlerin karşısında tutunamamıştı. Darbe yalnızca sendikaları kapatmakla kalmamış, 3 milyon insanı tehlike derecelerine göre tutuklamıştı. Bu arada futbol kulüpleri dağıtıldı, doğum günü kutlamaları izne bağlandı, uzun saçlıların saçları sokakta sıfıra vuruldu, sakallı öğrencilerin üniversitelerine girişleri polis tarafından engellendi, siyasi suçluların sayısı 50.000’e yükselirken işkence görenlerin sayısı da 50.000’e yaklaştı. Yakalanan gerillaların çoğu “Libertad”[10] adlı hapishaneye konularak fiziksel ve psikolojik baskı aygıtları tarafından insanlıktan çıkarılmaya çalışıldı. “Orada düğmelerin iliksiz dolaşmak, askerlerin yüzüne bakmak, diğer companérolarla konuşmak, onlarla göz göze gelmek, onlara selam vermek, başının altından onlara bakmak, koridorda 27 merdivenlerde tuvalette banyoda onlarla fısıldaşmak, banyoda 5 dakikadan fazla kalmak, elini cebine sokmak, herhangi bir yüz ifadesi takınmak, şarkı söylemek, ıslık çalmak, dans etmek Yasak! Bir yıldız, bir kuş, bir güneş, bir gül, bir dağ, bir ağaç ve bir sevgili çizmek: Yasak Duvara, ranzaya, madalyonun üzerine bir kadın ve bir erkek, hamile bir kadın, bebeğini tutan bir anne kazımak: Yasak: Yalnız kalmak, düşünmek, hayal kurmak, güneşlenmek ya da yıldızları seyretmek: Yasak! Hastalanmak ve ölmek: Yasak! Çıldırmak değil.” Kurtulanlar sadece çılgınlar ve hainlerdi: “Bu çok tuhaftı: Bir hain çıldırabilirdi, ama bir çılgın hainlik edemezdi. Bu koşullardaki “zindan yazını”na gelince: “Bir insana köpekmiş gibi davranılsa da o insan havlamak zorunda değildir.”[11] 1973 Eylül’ünde Tupamarolar’ın 9 önderi, Raul Sendic, Adolfo Vasem, Jorge Manera, Julio Manendes, Jose Mujica, Jorge Jabalza, Henry Engler, Eleuterio Fernandes, Mauricio Rosencof, değişik kışlalardaki zindanlara kapatıldı ve 11 yıl 6 ay ve 7 gün boyunca içinde hiç bir eşyanın bulunmadığı, okumanın ve yazmanın yasak olduğu hücrelerde, yok denecek kadar az yemek ve suyla, ne birbirlerini ne de güneşi görerek ama onurla direnerek yaşamayı sürdürmeye çalıştılar. Kısıtlı ziyaretlerde kelepçeli elleri ve örtük başlarıyla çifte parmaklıkların ardından etrafları silahlı gardiyanlar ve köpeklerle çevrili olarak ziyaetlerine gelen çocuklarını görebiliyorlardı. Susuzluktan ölmemek için kendi sidiklerini içiyor, açlıktan ölmemek için tuvalet kağıtlarını çiğniyor ve böceklerle besleniyorlardı. Çıldırmamak içinse düşünüyorlardı: Şiiri ve şarkıları. 9 kişiden biri öldü, ikisi çıldırdı: Ama gülmeyi hiç bir zaman unutmadılar! “Gülmeyi biliyordum./ Gülmek:/ damağı okşayan/ Şarabın/ teni/ gibiydi./ Gülmeyi biliyordum,/ açık denizde/ kaybolan kağıttan/ gemicik,”[12] diye haykırdılar… Gerçekten de M. Rosencof’un ifade ettiği üzere, “Mutlak bir yalıtılmaya tabi olduğumuz tutukluluğumuz sırasında, renkleri unuttuk, kuşlar belli belirsiz bir tasarıma dönüştü, güneş bir efsane oldu. Gündüz ve gece birdi. Çok parlak ışıklı bir lamba çılgın bir göz gibi. Her defasında korku ile sıçrayarak uyandığımız düşlerimizin içine dek sızarak bizi göz hapsinde tutuyordu. Az yemek çok dayak vardı, umut ise hemen hiç yoktu. Buraya gelen herkes, Danté’nin cehenneminde olduğu gibi, umutlarını dışarda bırakmak zorundaydı. Ama buna rağmen içimizde, Pandora’nın kutusunda uykuya dalmış bir kelebek gelişti. Kısa, yazıya dökülmemiş, yalnızca hafızada saklanmış ve düşman bir evreni aşan ilk şiirler oluştu. Gerçeğin ve hayalin birbirini bölmeyip, birbirine bir bütün, bir birlik olduğunu anlamam epey uzun sürdü.” “Bir defasında bir gazeteci benim için özgürlüğün ne olduğunu sormuştu. O zaman, küçük kızımın ziyaretlerinin birinde ürkekçe kulağıma fısıldadığı şu sözleri anımsadım: “Baba, ne zaman parka gidip dondurma yiyebileceğiz?” O zamandan beri benim için özgürlük, elinden tuttuğum kızımla birlikte, ağaçların altında, güldüğümüz ve vanilyalı dondurma tadımladığımız bir gezintiydi. Bu gezinti öylesine yoğunlaşmıştı ki, dişlerim dondurmaya değdiğinde sancır hâle gelmişti.”[13] “DEMOKRASİYE DÖNÜŞ” Evet Uruguay 70’lerin başında, Küba’dan esinlenen yaygın bir gerilla hareketi Tupamaro hareketi ile sarsılmaktaydı. Düzen güçleri faşist bir darbe hazırlığına girişmişler ve 1972 Nisanında ordu iç savaş durumu ilân etmişti. Faşist terör her yerde olduğu gibi öncelikle devrimcilerin üzerine yürüdü, Tupamaroların önderleri yakalandı, devrimci örgütlere ağır darbeler indirildi. Diğer Latin Amerika ülkelerinde veya Türkiye’de olduğu gibi Uruguay’da da kitle hareketini pasifize etmek üzere, CIA tarafından eğitilen kontr-gerilla güçleri tarafından çeşitli saldırılar yürütüldü. O dönemde Uruguay, bu kapsamda oluşturulan özel Düzen Güçleri adlı örgütün işlediği cinayetlerin yanı sıra, özellikle kanlı bir devrimci avı sürdüren Ölüm Mangaları ile tanınacaktı. Bu mangalar, içinde askerlerin, polislerin ve çeşitli devlet görevlilerinin yer aldığı gizli devlet örgütleriydi. Faşist darbe için hazırlanan koşullar olgunlaştığında Haziran 1973’te askeri faşist bir diktatörlük kuruldu. Parlamento dağıtıldı, yirmi beş kişilik bir devlet konseyi atandı. Fakat tüm siyasal yetki, Türkiye örneğinde olduğu gibi Milli Güvenlik Konseyi’nin elinde toplandı. Siyasal partilerin faaliyetine son verildi; sosyalist ve komünist siyasetler tamamen yasa dışı ilân edildi. Basına ağır bir sansür uygulaması getirildi. İşçilerin yüzde 90’ını kapsayan sendikal konfederasyon CNT kapatıldı. Ordu üniversiteyi işgal etti. Böylece faşizm Uruguay’da da askeri bir diktatörlük biçimi altında iktidarını sürdürmeye başladı. Ne var ki bu faşist yönetim, Uruguay’da güçlü köklere sahip muhalif akımları çok uzun süreliğine devre dışı bırakmaya muktedir olamadı. Muhalif mayalanma faşist diktatörlüğü endişeye sevk ettiği ölçüde, önce baskılar arttırıldı. Ama bu durum da muhalif kitle hareketinin yükselişini 28 durduramayacak ve faşist diktatörlük çözülerek sona erecekti. Faşist cunta, daha sonra Türkiye’de de uygulanan planın öncülü olarak 1980’de bir anayasa hazırlayarak halkoylamasına gitmişti. Bununla amaçlanan, ordunun ipleri elinde tutması koşuluyla faşist iktidar biçiminden sivil görünümlü bir olağanüstü yönetim biçimine geçilmesiydi. Hazırlanan anayasa gereğince, asker üyelerden oluşan Milli Güvenlik Konseyi varlığını sürdürecek ve yanı sıra bir de Siyasal Denetim Mahkemesi kurulacaktı. Ayrıca Konseyin, seçilecek devlet başkanına “tavsiyede” bulunma ve ulusal güvenlik gerekçesiyle Meclisi dağıtma gibi olağanüstü yetkilerle teçhiz edileceği de öngörülmüştü. Bu model gerçekten de daha sonra Türkiye’de uygulanmış olanın bir benzeriydi. Fakat Uruguay’daki anayasa oylamasında ortaya çıkan sonuç Türkiye’dekine benzemedi. Türkiye’de 1982 anayasa oylamasında ezici çoğunlukla evet sonucu çıkarken, Uruguay’da kitleler askeri cuntanın sunduğu anayasayı büyük bir çoğunlukla reddettiler. Anayasa referandumu sürecinde Uruguay’da halkın birbirine günaydın yerine Hayır! diye seslenerek yaygın bir muhalif tutum sergilediği bilinir. Uruguay’da 1982 yılında işte böyle bir ortamda seçimlere gidildi ve seçimi askeri cuntanın tercih etmediği adaylar kazandı. 1983 yılına gelindiğinde kitle gösterileri alabildiğine yükselmiş ve bu durumdan tedirgin olan burjuva muhalefeti, askerlerle uzlaşıp faşizmin çözülme sürecinin kontrol altına alınması çabası içine girmişti. 1984 yılında, hâlen pek çok yasağın devam ettiği bir ortamda başkanlık seçimleri yapılıyor ve seçimi muhafazakâr bir aday kazanıyordu. Uruguay’da burjuvazi, tam da Türkiye’deki sınıf kardeşlerini hatırlatır biçimde sinik bir politika izleyecek, devrimci güçlerin yükselişine fırsat oluşturmasın diye faşist rejimin yaptıklarının hesabının sorulmaması için elinden geleni ardına koymayacaktı. Artan ekonomik sorunlar nedeniyle ordu, sivil yönetime Mart 1985’te geçmeyi kararlaştırdı. Her geçen yıl halkın artan tepkisi tüm Latin Amerika’da kitleselleşirken, ABD’nin de yeşil ışık yakması sonucu, tüm kıtada ‘demokrasiye dönüş’ süreci başlatıldı. Uruguay’da 85’te yapılan seçimlerde başkanlığı Julio Mario Sanguinetti kazandı. Başlayan süreç, parlamentoda tüm siyasi tutukluların salıverilmesi kararının alınmasına neden oldu. ‘Tüm siyasi tutuklular’ ise Tupamarolar’dan başkası değildi. “Yıllar yavaş yavaş geçiyor, zamanın sonsuzluğu parmaklıktan parmaklığa uzanırken, hücre sadece kısa bir an.”[14] Salıverme işlemleri yoğun bir şekilde yaşanırken, bir çok tutuklu buna inanamıyordu. Neredeyse 15 yıl içerde kalmışlardı ve şimdi... Özgürlüklerine kavuşacaklardı. Artık karılarına doyasıya sarılabilecek, çocuklarıyla parkta dondurma yiyebileceklerdi. Daha önemlisi kazanmışlardı, her şeye karşın hâlâ çıldırmamış ve ölmemişlerdi. Tüm onurlarıyla dimdik ayaktaydılar ve insanlığı yüceltiyorlardı. Yine de içlerinde bir şüphe yüreklerini kemiriyordu: “Ya bu bir oyunsa?” Salınacaklarını biliyorlardı, ama ordu onlara daha çok acı vermek, içlerindeki umudu söndürmek için değişik hapishanelere sevkediyorlardı. Libertad’da kalan son 42 kişi, Merkez hapishanesine sevk edildiğinde, aynı şeyi düşünüyordu.” Burada mı kalacağız, işkence yeniden mi başlayacak?” Tam o anda tuhaf sesler duymaya başladılar. Ses, küçük bir pırıltıdan kocaman bir haykırışa dönüşerek tüm cezaevini kaplıyordu. Bu, binlerce kişinin direklere vurup ortalığı çınlatan sesiydi: “Tutukluları bırakın, mücadele sürecek!”, “Tupalar dışarı, bekliyoruz onları!” Cezaevinin önünde toplanan halk geceyi caddelerde geçirmişti ve 14 Mart 1985’de onları kucaklamak için kollarını açmış bekliyorlardı... Ve içerdeki 42 yürek, 6 telli bir gitarla tek bir ağızdan SİELİTO’yu söylemeye başlamışlardı, artık özgürdüler: “Chiloal Ormanı üzerinde/ Nar rengi bir kartal gördüm/ Uçuyordu/ Kölelerin ruhuydu gördüğüm/ Özgürlüğe yükselen...” Tupamaroların önderlerinin dışarı çıktıklarında aldıkları ilk karar legalleşme oldu. “Yasal mücadele insanlarla konuşmak, politikayı kitleselleştirmek ve derdini anlatabilmek bakımından önemlidir... Yasal siyaset yapma olanaklarımız varken bunu neden reddedelim. Bu yollar kapatılmadığı sürece böyle davranmaya devam edeceğiz. Ama bu yollar kapatılırsa yeniden eskiye döner, silahları elimize alırız.”[15] Böylece Frente Amplio’yu yeniden canlandırırlar ve iyi bir örgütlenme modeli oturtmayı başararak 1989 Kasım seçimlerinde ülke genelinde yüzde 21.23 oy alırlar. Ve Montevideo’nun yerel yönetimine gelirler. Toparlarsak; askerlerin hazırladığı anayasanın referanduma sunulduğu 1980’de reddedilmesi, askerî rejimde şaşkınlık yarattı ve “demokrasiye geçiş” söylemlerine güç kazandırdı. Yine de, seçimler Silahlı Kuvvetler’in “solu siyaset sahnesinden silmeye yönelik” düzenlemeleri gerçekleştirmesinin ardından, ancak dört yıl sonra, 1984’te gerçekleştirilecekti. Devlet Başkanı seçilen Julio 29 María Sanguinetti (Colorado Partisi)’nin ilk icraatlerinden birinin, askerî rejimin insan hakları ihlâllerinin kovuşturulmasını engelleyen bir “af” ilan etmesi oluşu, bu dört yıllık “geçiş süreci”nin sivil politikacılarla askerler arasında ne gibi pazarlıklara konu olduğu konusunda fikir veriyor. Günümüzde hâlâ tartışılan bu “af”, 1989 yılında bir referandumla yasalaştı. Aynı yıl Sanguinetti yerini Blanco Luis Lacalle’a bırakacak, ancak 1994 seçimlerinde yeniden devlet başkanlığı koltuğuna oturacaktı. Mart 2000’deki seçimleri ise Colorado Partisi adayı Jorge Battle Ibañez kazandı. Yeni bir darbe gerekliliğinden söz eden Genelkurmay başkanını görevden almak, kaçakçılığı önlmek üzere ABD’ye kokain kullanımını yasallaştırması yolunda çağrı yapmak gibi çıkışlarına karşın, koltuğunda hiç de rahat edemeyecekti... FRENTE AMPLIO HÜKÜMETİ “Deli dana” hastalığına ilişkin panik, Uruguay’ın et ihracatını neredeyse durma noktasına getirdi. Bu yetmiyormuş gibi, 2002 yılında Arjantin’de malî kriz patlak verdi. Arjantin bankaları mevduatları dondurduklarında, panik içindeki Arjantinliler, Uruguay bankalarındaki hesaplarına hücum ettiler Arjantinlilerin hesapları, Uruguay bankalarındaki yabancı rezervlerin yüzde 80’ini oluşturuyordu. 2001’de yüzde 3.6 olan enflasyon, 2002’nin sonuna gelindiğinde, yüzde 40’a fırlamış, (büyük ölçüde zengin Arjantinlilere dayanan) turizm sektörü çökmüştü. Peso dibe vurdu, GSMH yüzde 11 oranında gerilerken, işsizlik oranı yüzde 20’ye gırladı; yurttaşların 1/3’ü yoksulluk sınırının altında buldu kendini. Bu gelişmeler üzerine ekonomi bakanı istifa etti ve hükümet hücumu engellemek için bankaları bir günlüğüne tatil edecekti. Öykünün bundan sonrası, yabancımız değil; Ibañez’in acilen yürürlüğe soktuğu “acı reçete”, yani kamu harcamalarının düşürülmesi, satış vergilerinin arttırılması... ABD, Dünya Bankası ve IMF’den toplamı 1.5 milyar doları bulan kredisiyle ödüllendirilecekti. Ama Uruguaylılar kendilerine yutturulmaya çalışılan acı “ilaç”tan hiç de memnun değildi... Ve bunu, 2004 seçimlerinde, eski Tupamarolar, komünistler, sosyalistler ve sosyal demokratların oluşturduğu Frente Amplio’nun (Geniş Cephe) adayı, Montevideo eski belediye başkanı, onkolog Tabaré Vázquez’i, yüzde 50.45 oy ile devlet başkanlığına getirerek gösterdi. URUGUAY (2005-2006)[16] BAŞKENT PARA BİRİMİ 1 EURO = Montevideo Uruguay pesosu 29.16 peso (18 Ocak 2006’da) DİLLER İspanyolca YÜZÖLÇÜMÜ 176.220 km² SİYASAL VERİLER DEVLETİN NİTELİĞİ Üniter cumhuriyet REJİMİN NİTELİĞİ Başkanlık ŞİMDİKİ DEVLET BAŞKANI Tabaré Vázquez (31 Ekim 2004’te seçildi) SEÇİM SİSTEMİ BAŞLICA SİYASAL PARTİLER Başkanlık seçimlerinde genel oy, iki turlu çoğunluk sistemi, uzatılabilen beş yıllık görev süresi. Ulusal ya da Beyaz parti, Colorado Partisi, İlerici Buluşma partisi, Genişletilmiş Cephe, Yeni Çoğunluk DİĞER GRUPLAR Yeni Mekân BİR SONRAKİ SEÇİM(LER) Ekim 2009’da başkanlık ve yasama meclisi seçimi SON BAŞKANLIK SEÇİMİNE KATILIM ORANI SİVİL ÖZGÜRLÜKLER (2005) 89.6 (31 Ekim 2004) 1 YÖNETİŞİM (2004) 53 BÖLGESEL BAĞINTILAR/ ANLAŞMALAR Mercosur, Aladi ve Güney Amerika Uluslar Topluluğu üyesi TOPRAK ANLAŞMAZLIKLARI - İKTİSADİ VERİLER 2002 30 2003 2004 2005 TOPLAM GSH (milyon dolar) 12.276.7 11.182.5 13.138.4 Veri yok BÜYÜME (yıllık yüzde) -11.0 2.2 12.3 6.0 ENFLASYON (yıllık yüzde) 25.9 10.2 7.6 4.8 KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR (yıllık yüzde) -11,7 1.5 11.5 5.3 KENTSEL İŞSİZLİK (aktif nüfusun yüzdesi) 17.0 16.9 13,1 12,1 KİŞİ BAŞINA YILLIK GELİR (2004) 3.950 USD (86. sırada) AKTİF NÜFUSUN SEKTÖREL DAĞILIMI (2003) Tarım: 4.1; sanayi: 22.4; hizmetler: 73.4 KİŞİ BAŞINA ULUSAL ZENGİNLİK TOPLAMI (Dünya Bankası İndeksi) (2000) 118.463 USD KİŞİ BAŞINA ULUSAL ZENGİNLİK ARTIŞI (Dünya Bankası İndeksi) (2000) 20 USD İKTİSADİ GÜVEN VE AÇILIMLAR (milyon dolar) ÖDEMELER DENGESİ 2002 -3.914 2003 1.033 2004 342 2005 381 CARİ HESAP 322 -58 -105 -197 SERMAYE HESABI İHRACAT - 4.236 2.693 1.092 3.084 447 4.012 578 4.739 İTHALAT 2.492 2.734 3.675 4.519 TOPLAM BRÜT DIŞ BORÇ 10.548 11.013 11.593 11.217 BAŞLICA İHRAÇ MALLARI (ve toplam ihracat içindeki yüzdesi) (2003) Sığır eti (16.3), deri (10.1) yün (5.5), pirinç (5.2), balık (3.8) BAŞLICA ALICILAR (2004) ABD (19.8), Brezilya (16.6), Arjantin (7.6), Almanya (5.2), Alena (27.4), Mercosur (26.2), CAN (2.6), Caricom (0.4), MCCA (0.2) BAŞLICA SATICILAR (2004) Arjantin (22.2), Brezilya (21.7), Rusya (11.0), ABD (7.1), Mercosur (44.4), Alena (8.4), CAN (0.5), Caricom (0.1), MCCA (-) DEMOGRAFİK VE TOPLUMSAL YAPILAR NÜFUS (2005) 3.455.000 kişi NÜFUS YOĞUNLUĞU (2005) 19.7 kişi/ km² EN BÜYÜK KENT (2004) Montevideo (1.325.968 kişi) İKİNCİ BÜYÜK KENT (2004) Salto (123.120 kişi) YAŞAMA SÜRESİ BEKLENTİSİ (2003) 75.4 yıl DEMOGRAFİK BÜYÜME ORANI (2005-2010 arası yıllık ortalama varyasyon) YOKSULLUK SINIRI ALTINDA YAŞAYAN HANELERİN YÜZDESİ (kentsel nüfus içinde) (2002) OKUMA YAZMA BİLMEYENLER (yetişkin nüfus içinde) (2005) TEMİZ İÇME SUYUNA ERİŞEBİLEN NÜFUS (yüzde) (2002) KENTSEL NÜFUS (yüzde) (2005) YERLİ NÜFUSUN TOPLAM NÜFUSA ORANI (yüzde) (2003) YAŞ GRUPLARINA GÖRE NÜFUS YAPISI (toplam nüfus yüzdeleri) 0.6 15.4 (% 2.5’u yerli) 2.0 98 93.1 0.4 0-14: 24.3; 15-34: 30.0; 35-49: 18.5; 50-64: 14.2; 65+: 13 İLETİŞİM VERİLERİ TELEFON HATLARI (bin kişi başına) (2003) 280 CEP TELEFONLARI (bin kişi başına) (2003) 193 KİŞİSEL BİLGİSAYAR (bin kişi başına) (2003) 110 31 BAŞLICA GAZETELER El País, La República, Brecha, El Telégrafo Bir zamanlar yalnızca zenginliği ve düzeniyle değil, aynı zamanda tıkır tıkır işleyen bankacılık ve malî sistemiyle “Amerika’nın İsviçre’si” olarak anılan, askeri diktatörlük döneminde “Latin Amerika’nın cezaevi” olarak nam salan, ve günümüzde -Galeano’nun deyişiyle- sokaklarında dilenciler ve yaşlılardan başkasına rastlanmayan Uruguay’da, Aslı Pelit’in dediği gibi, “2005 yılında Kongre başkanlığına getirilen Jose ‘Pepe’ Mujica, Tupamaros hareketinin yaklaşık on yıl hapis yatmış kumandanlarından biri. Onun gibi bir çok milletvekili, danışman, müsteşar var yeni hükümette…” Ama bu, iktidardaki Frente Amplio’nun sosyalist bir hat izlediği, ya da en azından anti-kapitalist, antiemperyalist bir yöneliş içerisinde olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, bugüne dek izledikleri “yoksullara sosyal yardım/yoksullukla mücadele/istihdam yaratma” gibi, krizin yerle bir ettiği geniş kesimleri doğrultmaya yönelik sosyal politikalar bir yana, Frente Amplio’nun Uruguay’ı, Latin Amerika’nın “pembe dalgası” (Kirchner’li Arjantin, Lula’lı Brezilya, Bachelet’li Şili ve Vazquez’li Uruguay’ın temsil ettiği, Latin Amerika’nın güney ülkelerine damgasını vuran sosyal demokrat ekonomik politikalar) içinde ABD ile ilişkileri en iyi tutmaya gayret eden ülke görüntüsünü vermekte. Öyle ki, “Mayıs ayında, iki önemli bakan, Başkan’ın ekonomik politikasında ki sağa kayıştan kaygılandıklarını bildirerek istifa tehdidinde bulundukları zaman Başkan Tabaré Vázquez önemli bir engel ile karşılaştı. Sol Vázquez’i -Uruguay’ın 176 yıllık tarihinde ilk ilerici başkanı -ülkeyi IMF’nin yörüngesine soktuğu için ve uluslararası ekonomik uyum stratejilerini benimsediği için eleştirdi. En sert eleştiri çeşitli ilerici gruplar ve sol partilerin oluşturduğu Geniş Cephe’den geldi. Uruguay’ın Sosyalist Parti’sinin üyelerinden Mario Correa ‘İktidara geldiğimiz zaman, yalnızca Geniş Cephe için değil, bütün Uruguaylılar için yönetmemiz gerektiğini biliyorduk, ancak, sosyal politikaları her zaman meşru olmadığını söylediğimiz katı dış borç ödemelerinin arkasına itmek başka bir şeydir’ dedi. Uruguay’ın dış borcu 12.8 milyar dolardır. Correa Sol’un kendisi iktidarda olduğu için ‘sokaklarda protesto etmeyi artık hayal bile edemeyeceğini’ söyledi.Parti içindeki çatışmaların engelleme çabalarının bir neticesi olarak Geniş Cephe’nin 35inci yıldönümü ve Vázquez iktidarının birinci yılı 1 Mart’da kutlanmadı. Şubat ve Mart aylarında Ekonomi Bakanı Danilo Astori Uruguay’ın uluslararası mali kuruluşlara IMF’ye 300 milyon dolar ve Inter Amerikan Kalkınma Bankasına 630 milyon doları da içeren ödemelerini yapacağını duyurdu. Bu kararı tartışma için Uruguay meclisine yollamadı ancak Vázquez bu kararı destekledi.”[17] İzlediği malî politikaların “yeni-muhafazakârların (neo-con) desteklediği modele eğilimli” olduğu söylenen[18] Ekonomi Bakanı Danilo Astori, 2010 yılında Uruguay’ın GSH’sının yüzde 20’sini yabancı yatırımların oluşturması yolunda çaba gösterdiğini her fırsatta tekrarlar, ABD ile ikili anlaşma imzalamaya sıcak baktıklarını -üye ülkelerin üçüncü bir ülkeyle ikili anlaşma imzalamasını engelleyen MERCOSUR paktını ihlâl etmek pahasına- gizlemeye gerek görmezken, eski Tupamaro’ların, komünistlerin, sosyalistlerin… Frente Amplio’su, IMF’nin Uruguay Ofis şefi Marco Piñón’un “Yeni Uruguay önemli bir örnek; bir zamanlar akla gelmeyecek bir şeyi yapıyor” yolundaki alkışlarına hedef oluyor… Evet, görmek gerek; Ernestro Herrera’nın dediği ‘Geniş Cephe’ yani “Frente Amplio hükümetinin makro ekonomi modeli, neo-liberaldir. Onlar bugün, Avrupa’da sosyal liberal denilen tarzda bir sosyal demokrat partidir... Devrimci kamptan baktığında burada değişen hemen hemen hiçbir şey yok. Buradaki hükümet bir Allende hükümeti değil. Evo Morales gibi milliyetçi, reformcu da değil…”[19] Ya da Güneş Çelikkol’un veciz ifadesiyle, “Kızıl Bayraklı Neo-Liberalizm”dir söz konusu olan… Bu noktada önemli bir soru, 1980’de askerlerin hazırladığı anayasa taslağını olduğu gibi, 2003’deki referandumda devlete ait petrol şirketi ANCAP’ın özelleştirilmesini yığınsal bir şekilde -ki o dönem Montevideo valisi olan Vazquez anti-neo-liberal tutumuyla göz doldurmuştu; ertesi yıl devlet başkanlığına seçilmesinde bu duruşunun önemli bir rol oynadığı söylenir- reddeden Uruguay halkının, Frente Amplio’nun “neo-liberalizmi”ne ne diyeceğidir… Gerçekten de, Uruguay’da hiçbir şey sonlanmış değil… 32 16 Eylül 2008 12:10:15, Ankara. N O T LAR [*] Esmer Dergisi, No:44, Ekim 2008. [1] H. White. [2] Raúl Zibechi, “La gauche uruguayenne: de l’hégémonie culturelle à l’hégémonie politique”, Alternatives Sud, vol. 12-2005/2, Mouvements et pouvoirs de gauche en Amérique latine, Points de vue latino-américains, Centre Tricontinental et Editions Syllepse, ss. 125-132. [3] Uruguay’da Kilise ile Devlet 1919’dan bu yana resmen ayrıdır ve halkın % 17.2 gibi yüksek bir kesimi, kendisini “ateist” ya da “agnostik” olarak tanımlamaktadır. (http://www.ine.gub.uy/enha2006/flash/ Flash%206_Religion.pdf) [4] Benjamín Nahum, Manual de Historia del Uruguay,Tomo II: 1903-2000. Ediciones de la Banda Oriental, Montevideo, 2008, s.134-135. [5] Diktatörlük döneminde en az26 kişinin bu şekilde kayebedildiği bildirilmektedir. Ve çok sayıda asker ve polis görevlisi bu suçla tutuklanmıştır. (“Uruguay: Diktatörlük Suçları”, http://lahy.wordpress.com/category/ uruguay) [6] The Cambridge, History of Latin America, s.216. [7] Fernandez Huidobro (El Nato), Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkarıyor, Belge Yay., 1991, s.126. [8] Bu bildiride Ölüm Mangalarını örgütleyenlerin AID (Kalkınma Örgütü) uzmanı kimliğindeki CIA ajanları olduğu söyleniyordu. Mitrione’den sonra Cantreli. [9] Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkarıyor, Belge Yay., 1991, s.192. [10] ‘Özgürlük’ adıyla kurulan bu askeri cezaevine gelen ilk tepki başkent duvarlarına yazılmış bir graffitiydi: “Uruguay’da varolan tek özgürlük, cezaevidir.” [11] Mauricio Rosencof, Gerilladan Yasal Siyasal Mücadeleye Tupamarolar, Pencere Yay., 1990, s.22. [12] yage, s.63. [13] yage, s.18-19. [14] Ateşi Tutmak, Belge Yay., 1991, s.65 [15] Alıntı, Oral Çalışlar, “Rosencof’la Röportaj”, Cumhuriyet Gazetesi. [16] Kaynak: “L’Amerique latine en 2005”, Les Etudes de la documentation française, P. Zagefka (der.), Institut des Hautes Etudes de l’Amérique Latine, Université Paris III, Sorbonne Nouvelle, 2006. [17] Pablo Long, “Başkan Vázquez ABD ile serbest ticaret anlaşması imzalanması konusunda hâlen açık bir politika belirlemedi” ( http://lahy.wordpress.com/ category/uruguay.) [18] Matthew Beagle, “Uruguay’s Tabaré Vazquez: Pink Tide or Political Voice of the Center?” http://www.coha. org/2006/03/uruguay%E2%80%99s-tabare-vazquez-pinktide-or-political-voice-of-the-center/ [19] Ernestro Herrera, “Uruguay: Amerikaların İsviçresi, Latin Amerika’nın Cezaevi”, Yeni Yol, No:24, No:1, Kış 2007, s.93-97. 33 AŞK ÜSTÜNE[*] “Aşk ruhta devrimdir.”[1] Sizin hiç sevda(ları)nız oldu mu? Aşk(ların)ızdan öğrendiniz mi? Bu iki soruya verdiğiniz olumlu yanıt, nasıl ve nerede olursanız olun, hayatı kucaklayarak yaşanmaya değer kılma kavgası verdiğinizin işaretidir elbet... Hayır; sözünü ettiğim Berkant Coşkun’un, “Kapitalizm Mengenesindeki Aşk” aralığının dışındaki bir şey... Mesela Karacaoğlan’ın, “Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi” dediği türden bir hasret... Ya da Cahit Külebi’nin, İstanbul’dan bir yâr sevdim/ Adamı günaha sokar./.../ İzmir’in denizi kız, kızı deniz/ Sokakları hem kız, hem deniz kokar,” dizelerindeki duyumsayan cüretkârlık... Evet, “Gönlümden hiçbir şeyi esirgemedim, ne aşkı ne de sevinci,” diyen Marguerite Duras’ın fütursuzluğuyla aşk bir cürettir; bunun için insani, iradi ve devrimcidir. Yani Yılmaz Odabaşı’nın, “Çarp kendini ko savrulsun bu tarumar aşklara/ Vur aşkının hicranını firar yolculuklara” dizeleriyle de betimlenmesi mümkün olan o müthiş tutku; yani “Aşk isyandır. Emek, beceri, bilgi, duyarlılık, heyecan gerektirir. Yanlışlıklardan, eksikliklerden çekinmeyen insanın arayışıdır.”[2] Ama hayır; “Aşkta her zaman bir öpen, bir de yanağını uzatan vardır,” diyen Fransız Atasözü, onu bir bir “alış-veriş”e indirgemektedir; oysa doğru olan, Latin Atasözü’nün, “Amor omnia vincit”;[3] Goethe’nin, “Aşk, imkânsız birçok şeyi mümkün kılar”; bir Yunan Atasözü’nün, “Seven kalp, daima gençtir”; Afşar Timuçin’in, “Estetik değerler ‘güzel’ kavramında, ahlâk değerleri ‘iyi’ kavramında anlatımını bulur... Aşk değerleri ahlâk değerleriyle estetik değerler arasında bir yer tutar. Aşkta hem güzelin hem iyinin belirgin bir ağırlığı vardır. Böyle olmakla aşk, hem sanat hem ahlâk açısından bir bütünlük onaya koyar”; bir Fransız Atasözünün, “Aşk eşeğe bile dans ettirir,” sözlerinde betimlenendir. Ya da her aşk, yeni bir yolculuktur... Çünkü aşk isyandır, aşkındır ve engel tanımaz. Tutkulu kızıl bir heyecandır. Hayal kurdurur, yüceltir, kendi efsanesini yaratır. İnsanın devrimci eylemidir. Yani insanın büyük serüvenidir. Dünyanın yeniden keşfidir. İnsanın kendini ve çevresini yeniden yaratmasıdır. ***** Evet aşk, insanı yeniden insan yapar. Aşkın başladığı yerde korku biter; ve hayat başlar, bugünden sonsuza uzanan kavgalarıyla... Aşk; “Sensiz olamam”lı cümlelerle iğdiş edilmiş bir melankoli değildir! Aşk; çığlıklar ata ata gelen bir trenin önüne atlayıp raylardaki çocuğu kurtarma cüreti, düşüncesi, eylemi ve vazgeçmeyen emeğidir... Bu bağlamda, “Gerçek sevgi, onu yaratıcı bir eylem olarak görebilmektir,” diyen Erich Fromm çok haklıdır... Tam da bunun için aşk ve sevda babında Marcel Proust’un, “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geriye dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir...” William Shakespeare’ın, “Aşkın konusu güzelliktir. İnsan evrenin en güzel nesnesi olduğu için dışarıda aradığı bu güzelliğin örneğini kendi içinde bulmalıdır. Bu yüzden insanlar kendisine benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yakışanı sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka bir insan olduğunun farkına varır.” “Amaç, sevgi uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi bulmaktır...” Erich Fromm’un, “Sevgi bir inanç davranışıdır. İnancı az olanın sevgisi de azdır...” Freud’un, “Yaşam belirtisinin kökeninde duygulanma vardır; duygulanmanın da temeli aşktır...” Aristoteles’in, “Sevmek acı çekmektir, sevmemekse ölmek...” Antoine de Saint-Exupéry’nin, “Senin 34 gülün için harcadığın zaman var ya, işte gülünü bu kadar önemli yapan şey odur.” “Sevmek birbirine değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır...” Fox Kabilesi Atasözünün, “Aşkı tanıdığında, Yaratıcı’yı da tanırsın...” Gabriel Garcia Márquez’in, “Seni sen olduğun için değil, senin yanında olduğum zaman, ben olduğum için seviyorum...” Fransız Atasözünün, “Güzellik, bakan kimsenin gözündedir...” Halil Cibran’ın, “Aşk ve şüphe bir arada bulunmaz...” deyişlerinin altı ısrarla ve defalarca çizilmelidir... ***** Kim bilir belki de tüm bunlardan ötürü 1934 yılı Şubat’ın da sevgilisi Gala’ya mektubunda “Tüm yaşamımı sen var ettin,” diyordu Paul Eluard... Bunlar böyleyken; siz bakmayın Andrey Platonov’un, “Aşk peşinde koşanlar, toplumsal işlevi olmayanlardır,” dediğine... “Aşkın olmadığı yerde gerçek de yoktur,” der Aleksandr Puşkin. Aynı kesinlikte ekler Aleksandr Blok: “Mutlu olmak için yalnızca sevmek, aşk ağını her yana savurup ağa takılanları birer birer toplamak gerekir.” İvan Bunin de onları desteklercesine, “Mutsuz aşk olur mu hiç? Dünyanın en acıklı müziği bile insana mutluluk vermez mi?” Aslında Nâzım Hikmet’in dizelerindeki üzeredir aşk: “Gelsene dedi bana./ Kalsana dedi bana./ Gülsene dedi bana./ Ölsene dedi bana./ Geldim, kaldım, güldüm, öldüm...” Kapitalizm koşullarında aşk, sevda “hiç”lenirken; tüketim toplumunun araçsallaştırarak kapitalist yabancılaşmaya mahkûm ettiği; bir aşkınlık, aşırılık ve devrimcilik olmaktan soyutlanmaktadır... Nihayetinde “Aşk belki biraz da uzlaşmaz kişilerin işidir,” der ve ekler Afşar Timuçin: “Aşk bir yoldan çıkmadır, yoldan çıkarken göreneklerin hatta alışkıların çizdiği çerçevelerin dışına çıkmadır...” “Aşkta... insan kendini çırılçıplak ortaya koyar...” “Aşkta kişi kendini tepeden tırnağa özgeci özelliklerle donatmıştır. Onun özgeciliği genellikle tek kişiye yönelmiştir ama tek kişiyle sınırlamak zorunda da değildir. Özgeciler yarar gözetmez biçimde kendilerinden başka bir şeye adanırlar... Mutlak özgürlük mutlak bağlanış biçiminde bu adanmışlıkta gerçekleşir... Aşkın bencilliğe benzer bir yanı da yok değildir. Aşk kendi dışına yöneliştir ama bir özneyi kendinin kılmak için kendi dışına yöneliştir... Aşkın tek bencil yönelimi birini kendinin kılma eğiliminde yatar, buna da bencillik deyip çıkmak kolay değildir. Kısacası aşkta bencilliğin koşulları gerçekleşmez. Buna karşılık adanmışlığın koşulları tam olarak vardır...” “Ne olursa olsun aşk herkes için olmasa da pek çok kişi için kaçınılmaz olan bir insanlık durumudur... Aşk gereklidir, daha da insan olabilmek için, sonsuz sevinçlerle sonsuz acıları bir arada yaşayıp bilgeleşebilmek için aşk gereklidir... Yıkım getirmeyen aşk yoktur, yeter ki insanlar aşkın getirdiği yıkımdan yepyeni sevinçler, yepyeni kavrayışlar, yepyeni sezgiler elde edebilsinler... Aşk insanın sonsuzluğu duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir. Gerçek İnsan olma düşlerimizi ancak aşkın sıcak ama dikenli kanatları altında gerçekleştirebiliriz... Aşkın olmadığı yerde ne doğru dürüst sanat, ne doğru dürüst felsefe, ne doğru dürüst bilim gelişebilir... Gene de onun yararla doğrudan bir ilişkisi yoktur. O da sanat gibi yalnızca sonuçları açısından insanlığın güçlü dönüşümlerine katkıda bulunur...”[4] Evet, insanın devrimci insani “olmazsa olmaz”ıdır aşk! Kolay mı? Rollo May ‘Aşk ve İrade’ başlıklı yapıtında, “İçinde yaşadığımız şizoid dünyamızda aşk ve iradeye dair en çarpıcı nokta, geçmişte yaşamın çıkmazlarına bir çözüm olarak görülmelerine karşın, bu kavramların şimdi bizzat sorun hâline gelmiş olmalarıdır,”[5] derken; öte yandan da, aşk ve irade eylemiyle -uzun vadede her ikisi de, gerçek olan her eylemde mevcuttur- aynı anda hem kendimizi hem dünyamızı şekillendiririz gerçeğine dikkat çeker... ***** Aşka dair onca pozitif saptamaya karşın, şüpheci ve negatif olanlardan da söz edilir... Soren Kierkegaard, “Mükemmel 35 aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir”; Antoine Brett’in, “Aşkın ilk soluğu, mantığın son soluğudur”; Hz. Muhammed’in, “Bir şeyi çok sevmek, insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar”; Sam Sheppard’ın, “Aşk, daha iyi hissettiren tek hastalıktır”; William Faulkner, “Aşkın kitaplara sokulması iyi oldu. Belki de başka yerde yaşayamayacaktı”; Alphonse de Lamartin’in, “Sevilmek umuduyla sevmek insanidir. Fakat sevmek için sevmek, meleklere mahsustur”; Oscar Wilde’ın, “Aşkta sadık olanlar aşkın yalnızca uçarı yönlerini bilirler; aşkın trajedilerini bilenlerse vefasızlardır,” deyişlerine; Veya Süreyya Berfe’nin, “Benim derdim/ hiç beklenmedik bir anda açan/ suçiçeği bulmak ve daldırmak./ Tutar mı?/ Yerini beğenir mi?/ Yoksa seninle benim gibi mi olur?/ / Her aşk/ açık ya da gizli/ bir deneme değil mi?/ Tutarsa değme keyfime./ Tutmazsa bir daha daldırırım/ Aşkın meçhul sularına/ anaforlu sularına./ Beğenirsin yerini/ adım gibi biliyorum/ yanımdaki yerini seversin./ Görmüyor musun hâlimi?/ Uyanıkken de sayıklıyorum./ Önemli değil./ Herkesin başına gelebilir./ Seni seviyorum,” dizelerine yansıdığı üzere... ***** ‘Anlatmak için Yaşamak’ başlıklı yapıtında Gabriel Garcia Marquez’in, “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır” deyişinin altını defalarca çizerek noktalıyorum yazacaklarımı: “Aşkı anlamak, bilmek, yaşamak; insanın kendisini, insanları, toplumu, sanatı, bilimi, felsefeyi vs. anlamaktan geçer... Aşka-sevgiye aykırı unsurlara ve onların kaynaklandığı ideolojilere karşı olan aşkasevgiyle birlikte olması gereken değerleriunsurları savunan, başka bir deyişle aşka-sevgiye en yakın ideoloji sosyalizmdir.”[6] Ve nihayet aşk, sevda ölmez, bitmek, tükenmez... “Eski sevgi paslanmaz,” diyen İsveç Atasözünde; ya da bir Kolombiya Atasözünde, “Eski aşklar yanmış, sönmüş kömür gibi gayet kolay alev alır,” denmesi boşuna değildir... Coşkusuyla, tutkusuyla, acısıyla, mutluluğuyla aşkın bir yangın hâli olduğunu göz ardı etmeden; sevdanın muhteşem bir insani duygu ve varoluş hâli olduğunu; sevdasız kavga, kavgasız sevda olmayacağını; ayrıca şefkatten, dayanışmadan, mücadeleden, bağlanmaktan, gelişmekten söz ediyorsanız bunun aşksız, sevdasız olmayacağını göz ardı edemezsiniz... Bunun için “Belki de biraz geç rastladım sana/ Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza/ 1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi/ Eksikliğe mi alışmışız mutsuzluğa mı yoksa,” der Cemal Süreya... Bundan ötürü “Değerini bilmek gerekir aşkın/ ve ona kattığı değeri yılların./.../ Güzel bir şarkıya benzer aşk/ ama kolay mıdır bir şarkı yaratmak,” diye haykırır Stephan Sçpaçyov... Ve “Düşleri ve arzuları değerli olan zengindir,” derken Voltaire ekler Albert Einstein: “Gençliğimizde düşüncelerimizi oluşturan tüm konular sevgiyle ilgilidir. Sonraları ise tüm sevgilerimiz düşüncemiz olur...” 18 Mayıs 2008 18:39:52, Ankara. N O T LAR [*] Güney Dergisi, No:45, TemmuzAğustos Eylül 2008. [1] Paul Eluard. [2] Rakel Rakella Asal, “Aşka Evet Demek”, Deliler Teknesi, No:9, Mayıs-Haziran 2008, s.5. [3] “Aşk her güçlüğü yener.” [4] Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği, Bulut Yay., 2002, s. 11-34-161-166-172-173. [5] Rollo May, Aşk ve İrade, Okuyanus Yayınevi, 2008. [6] Ozan Yılmaz, Aşkın Evrimi: CinsellikEvlilik-Sevgi-Aşk, Ceylan Yay., 2000, s.17-520521. 36 ANKARA’DA YAZAR OLMAYI DENEMEK Kafka tandanslı notlar ;“İstanbul pastanesi, dergicilerin yazı topladıkları, matbaadan gelen yazı, şiir provalarını okudukları yerdi. Yaşar Nabi Bey, içerisinde , Varlık dergisinde çıkacak Mekan / zaman : “an” yazı, hikaye, vs., bulunan çantasıyla az mı gelmişti buraya?” (Tanyer, 2006 : 67 ) “Şair arkadaş, bir derdin mi var , Bir kentin tarihi , sosyal/ kültürel anılar belleğini bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden , yaşatabildiği , gelecek kuşaklara aktarabildiği oranda Ankara’ya gelmelisin” ( C.Süreya ) “var” demektir.Barthes’e göre “yazı özgürlük olarak yalnızca bir an’dır.” ( 1999 :21 ) Siyasi / etnografik Posta caddesinde yürüyorum, yenideki tüm belleklerin yaşatıldığı müzeler gibi kültürel belleğin / hiçlikleri çıkararak algılarımdan , caddenin önceki yaşanan yazınsal “an” ların aktarıldığı bu tarz mekanlar sakinlerini anımsamaya çalışıyorum.İş hanları, izbe da geleceğe , geçmişi ile birlikte aktarılmalıdır.Böyle sokaklar, birbirine çarparak hızla uzaklaşan ve telaşı olmadığı vakit , posta caddesindeki yürüyüşünüz mesai saatlerine yetişmek olan insanlarla göz göze ve Melih Cevdet’in sözleri ile bellek - belleksizlik gelip , kısa irkilmelerden kurtulup Orhan Veli , Melih arasında gidip gelmekte ve edebiyata meraklı kuşakları Cevdet ,Cahit Sıtkı ve Can Yücel ‘in vakit geçirdiği şizofrenik hale getirmektedir ; “Kimi akşam oradan çıkıp meyhaneleri, lokantaları görmeye odaklanıyorum; , yakındaki Şükran Lokantasına akşamcılığa giderdik. Şükran Lokantası , Cahit Sıtkı’nın kapıdan içeri girince Oradan Sebahattin Eyuboğlu’nun Yenişehir’deki Yeşil solda camın önünde “penceresinden gün eksilmeyen” apartmanına göçtüğümüz de olurdu.Bakardınız Hasan mekanı , canlanıyor gözümün önünde.Tercüme Ali Yücel ile Nurullah Ataç da gelmişler oraya.İşlerimiz bürosunda yahut evraklar arasında kaybolmuş , öğlen , bıraktığımız yerden orda da konuşarak sürerdi.Orhan vakti kıraathanede okunacak / okutulacak hikayeler Veli, elinde bir kadehcik rakı, çoğun ayakta , duvara geliyor aklıma. dayanmış dururdu.”( Tanyer, 2006 :70 ) Eski Ankara ; yani Ulus , Kale çevresi ve biraz Ne Cemal Süreya’nın şiirleri Mülkiye’de, ne da Yenişehir’de yapılacak mısralarla yolculuk hem de Sebahattin Ali’nin hikayeleri İstanbul Pastanesinde, Ankaralı yazarların edebiyata armağanı yazılarını hem ne de Nurullah Ataç’ın eleştirileri Yenişehir’de Özen de yazıların/ yazarların hikayelerini hatırlatıyor bir pastanesinde ( şimdilerde banka olmuştur !) tarihe Ankaralı ‘ ya .Doğal olarak ,birçok edebiyat dergisinin gömülmemiştir, bizatihi mekana ve zamana dahil tomurcuklarının atıldığı , tartışmaların cereyan ettiği , olup önce kağıda sonra edebiyat belleklerine girmeyi şiirde devrim yapıldığı o günlere dönmeye çalışmak başarmıştır.Modernizm sonrası mekansızlaşmayı en , iki binli yıllarda oturup bir şeyler yazmak ve bunları yakıcı biçimde hisseden bizim kuşak için de onlar ne Ankara’da yapmak / yapmayı denemek, memur şehri yazık ki siber / sanal mekanlarda yaşamakta, geleceğe olan bu mekanda devlet asabiyetinde yaşamak gibi zor aktarılmaya çalışılmaktadır.Kentimizin, her yıkımına ama hazzı yüksek bir deneyim. , unutulan mekanına ve yeniden yapılmaya çalışılan Bu deneyimin mekansal yansımasını hem kentsel – modern- yüzüne inat , ne zaman Karanfil Sokak’ta tarihimizde hem de yazınsal tarihimizde çakışık görmek yürüsem “kar altındaki varoşlar” gelir aklıma. ne yazık ki günümüzde olanaksız. Örneğin; çevre düzenlemesi ile yok olan, Ulus’taki İstanbul Pastanesi Edebiyat : yüksek memuriyet , ki müdavimleri Hasan Ali Yücel, Ahmet Kutsi , Faruk “Biliyor musun başkentim nedense Nafız, Sebahattin Ali , Ahmet Muhip Dranas , ve mebus / birbirimizden çekiniyoruz ikimizde / olan Yahya Kemal , Hüseyin Rahmi..(Tanyer , 2006 : sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun 66) Ankara’da edebiyat çevresinin / mekansal boyutu / ben acılarıma yeterince” ( C.Süreya ) itibariyle edebiyat tarihi açısından oldukça önemlidir Tarihçi gerçekte ölülerin varlığını yönetmekle 37 görevli bir yüksek memurdur.Öyleyse , bu cenaze görevlisi , ölüme iyice yaklaşmalıdır.Ölümü yaşamalı, yani sevmelidir; ancak böylece ölülerle ilkel bir kaynaşmaya girip onlarla yaşamın göstergelerini alıp verebilir.(Barthes ,1999 : 29) Belki de tarihçilere yüklediği cenaze memurluğunu , edebiyatçılara da yüklemiştir Barthes ancak bir edebiyatçı , yaşama / gerçekliğe dokunan her şeyi yazına aktaramadığı yani kendisiyle götürdüğü ölçüde cenaze memuru , kağıda ya da sözel anlamda hayata aktardığı ölçüde de bir nevi ebelik görevini üstlenmiştir.Zira tesadüf müdür yoksa edebiyat için geçilecek , yaşanılacak gerçeklik midir bilinmez ama birçoğunun yolu bürokrasiden , Kafka’nın düşsel dünyasının da takıldığı gerçeklik olan Şato’dan geçmektedir. Ankaralı , Ankara’ya iz bırakmış bir çok yazar; Tanpınar , Ataç gibi öğretmenlik yapmış , ya da Cemal Süreya’nın Darphane müdürü olduğu gibi çeşitli kurumlarda çalışmışlardır.Dolayısıyla bürokrasiyi , “bu yüksek memurluk” olan yazınsal yaşam perspektifiyle algılamaya çalışmışlar ve şiirlerine , hikayelerine sinmiş kokusuyla bir farkındalık olarak yazılarına yansıtmışlardır .Dolayısıyla Ankara’nın şairler için bir mekan olması ,bürokrasinin ağına takılan yazar olmak gibi bir ortak paydada da birleştirmiştir onları. Diyebiliriz ki , kentin şiirsel yüzü ile resmi yüzü çoğu zaman kavgalıdır aslında.Yani onlar için hep “ iyi kalpli üvey ana” olmuştur biraz da Ankara. kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal yuvası gibi erişilmesi imkansız yükselir.” ( Tanpınar , 2005:13 ) Yüreğine Ankara ateşi düşmüş birinin ,Murat Özsoy ‘un ,yenice ama uzun bir süreçte hazırlığını yaptığı ve özenle tamamlayıp Kasım 2007 ‘de Kül – Sanat ‘ın yayımladığı , arşivlik güzel bir derleme olmuş “El yazılarıyla yazarların Ankara’sı” Bir gazetenin kitap ekinde görüp , Ankara ‘da yazar olmayı deneyen biri olarak kendimi kitapçıda buldum.İçerisinde sayamadığım kadar çok yazarın tanıtımı, fotoğrafı ve elyazmaları var . Metin Altıok, Gülten Akın, Ahmet Telli, Mahmut Tali Öngören, Orhan Asena, Ülkü Tamer gibi beklediğimiz isimler bunlardan birkaçı.Cemal Süreya gibi ismini arayıp da göremediklerimiz olsa da kitapta ve bu eksiklik bir anlamda hayal kırıcı da olsa , benzeri bir derleme için umut verici ve Ankara’da yazar olmayı deneyen genç kuşak için cesaret verici bir çalışma diyebiliriz. “Yeşil gölgeli yollarda yürüyüşe çıkılırdı , bahçe içinde evler tümden yok olmamıştı.Sıhıyye’de bile hanımeli kokusu duyulurdu.” Erendiz Atasü / Özlem Zamanı Geçti Öyküsünden, el yazması (Özsoy, 2007: 39) Kaynakça: Barthes, Roland , Yazı ve Yorum, Metis Yayınları,İstanbul,Mart, 1999 Özsoy, Murat , El yazılarıyla yazarların Ankara’sı , Kül-Sanat Yayınları, Ankara, Kasım, Ve Bir Kitap : “ El yazılarıyla Yazarların 2007 Ankara’sı” Süreya, Cemal, Sevda Sözleri, YKY, İstanbul, “Ölürsem , senin toprağına Şubat, 2002 gömülmek isterim Ankara..” (M.Altıok) Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah Eğer ateşi düştüyse bir kentin içinize ; sokaklarını Yayınları, İstanbul, Kasım, 2005 düşlersiniz, kaldırımlarını daha bir sahiplenirsiniz, Tanyer, Turan, “Ankara’da eski mekanlar” anılarınıza dahil ettiğiniz mekanı anlamlandırırsınız ,Kitap-lık, Ocak , 2006 , gökyüzüne oradan bakmayı seversiniz , hele bir de kale’si varsa çıkıp oraya tepeden bakıp şehrinize Kübra CEVİZ , Ocak 2008, ANKARA kendinize yolculuk edersiniz. “Bazen geniş sağrısını rüzgara vermiş bir harp gemisi gibi , zaman ve hadiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir iç kale , bütün ümitlerin 38 DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE SİYASAL PARTİLERİN KAPATILMASI Bülent SERİM (Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri) İkinci Dünya Savaşına neden olanların, seçimle işbaşına geldikten sonra demokrasiyi nasıl ortadan kaldırdıklarını tüm dünya acı içinde yaşamıştır. Savaştan sonra buna çare aranmış, demokrasinin yalnız seçimden ibaret olmadığı bir düzen kurulması için çaba gösterilmiş, kimi yeni değerler ve kavramlar geliştirilmiştir. Erkler ayrılığı, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler bu dönemin demokrasilere armağanıdır. Erkler ayrılığı ilkesi, egemenliği ulus adına kullanmak üzere öngörülen üç erkin, yasama, yürütme ve yargının eşitliği ve işbölümü içinde işbirliği esasına dayanır. Erkler ayrılığı ilkesi, aynı zamanda, siyasetin egemen olduğu yasama ve yürütmeden oluşan iktidar gücünün, çoğunluk diktatörlüğüne dönüşerek demokrasiye zarar vermemesi için sınırlandırılıp denetlenmesi ve bu yolla dengelenmesi esasını temel alır. Bunu sağlamak için hukuk devleti kavramı geliştirilmiştir. Hukuk devleti, hukukun üstünlüğünü tanıyıp koruyan, kamunun tüm eylem ve işlemlerini yargı süzgecinden geçiren düzeni anlatmaktadır. Yasama ve yürütmenin oluşturduğu iktidar gücü böylece, yargı erkiyle sınırlandırılıp denetime alınmış ve dengelenmiştir. Her çağdaş demokratik ülkede olduğu gibi, Anayasamızda da, erkler ayrılığı ve hukuk devleti ilkeleri kabul edilmiştir. Anayasa’nın başlangıcında, erkler ayırımının, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılması anlamına geldiği ve hiçbir erkin diğerinden üstün olmadığı vurgulanmıştır. 6. maddede de, başlangıçtaki kuralı tamamlayan biçimde, Türk Ulusu’nun egemenliğini yetkili organlar eliyle kullanacağı; 7, 8 ve 9. maddelerde ise, bu organların yasama, yürütme ve yargı olduğu belirtilmiştir. Hiç kimse ya da hiçbir organ kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz. Anayasamıza göre, egemenlik kayıtsız koşulsuz ulusundur. Ancak ulus, egemenliği doğrudan kendisi kullanamaz; Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Böylece, anayasa koyucu, egemenliği Türk Ulusu adına kullanacak olan yasama, yürütme ve yargı erklerini, anayasal kurallarla oluşturulan düzenle sınırlandırmıştır. Burada şu saptama yapılabilir: Egemenliği doğrudan kullanamayan halkın her istediğini yapma yetkisi yoktur; egemenliği kullanma hakkına sahip organlar ise, anayasal düzene bağlı kalmak zorundadır. Anayasamızda benimsenen diğer çağdaş demokrasi kavramları, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleridir. Anayasa’nın 2. maddesinde, hukuk devleti ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez nitelikleri arasında sayılmıştır. Anayasa’nın başlangıcında, erkler ayrılığının üstünlük sıralaması anlamına gelmediği, üstünlüğün Anayasa ve yasalarda olduğu vurgulanarak, 11. maddesinde de, Anayasa’nın üstün ve bağlayıcı olduğu belirtilerek hukukun üstünlüğü ilkesi kabul edilmiştir. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri, yasama (m.l48) ve yürütmenin (m.l25) tüm eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı kılınarak yaşama geçirilmiş; yargı kararları (m.l38) ile Anayasa Mahkemesi kararlarının (m.l53) ayrımsız herkesi bağlayacağı belirtilmiştir. Anayasa’ya egemen olan bir başka temel ilke laikliktir. Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez niteliği olmanın yanında, Atatürkçü düşüncenin ve dolayısıyla Anayasa’nın temelini oluşturmaktadır. Anayasa’nın başlangıcında, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı; 24. maddesinde de, Devlet’in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin din kurallarına dayandırılamayacağı belirtilerek laikliğin işlevsel tanımı yapılmıştır. Yüce Atatürk’ün “laiklik adam olmak demektir.” özdeyişi, laikliğin çağdaş bir yaşam biçimi olarak öngörüldüğünü göstermektedir. Anayasa Mahkemesi de, bu öngörüye katkıda bulunmuş, laikliğin “ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenlik ile bölünmez bütünlüğün ve insanlık ülküsünün temeli olan uygar bir yaşam biçimi” olduğunu vurgulamıştır. Yine Anayasa Mahkemesi, kararlarında, laikliğin demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olduğunu kabul etmiştir. Çünkü, demokrasinin temeli olan özgürlük ve eşitlik, ancak laik rejimlerde yaşama şansı bulabilmektedir. Yüksek Mahkeme, laiklik ilkesinin ülke koşullarına göre farklı içerikte olabileceğini şu sözlerle belirtmiştir: 39 “Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulaması, kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından farklıdır. Laiklik ilkesinin her ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi, bu koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların laiklik anlayışına da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır.” Yüksek Mahkemeyi bu yoruma iten neden, toplumların benimsediği dinler arası farkta yatmaktadır. Hıristiyan dini devlet yönetimine talip olmamıştır. Bu toplumlarda yönetime talip olan din adamları ise, yüzyıllar önce kanlı savaşlarla boylarının ölçüsünü almışlardır. Bu gelişmelerden sonra batılı toplumlarda laiklik öylesine içselleştirilmiş ve yaşamın doğrudan kendisi durumuna gelmiştir ki, hiç kimse tersi bir dünya düzenini akıllarına bile getirmemekte, en küçük aykırı politik görüşler anında tüm toplumdan en sert tepkiyi görmektedir. Bunun içindir ki, çoğu batı demokrasisinde, laiklik, anayasaya bile konulmamıştır. İslam dini ise, tam tersine, toplumsal ve kamusal düzene ilişkin kurallarıyla devlet yönetimine talip olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti dışında tüm Müslüman ülkelerde bunu başarmıştır. Ne var ki, Türkiye’de de devlet yönetimi sürekli tehdit altında olduğu için, laiklik, temel ilke olarak, tanımı yapılarak, değiştirilemez kılınarak Anayasa’ya konulmuştur. Devlet’in dini denetim altına alabilmesi için, Diyanet İşleri Başkanlığı bir anayasal kurum olarak düzenlenmiş (m.133) ve Anayasa’ya, laik Cumhuriyeti korumak adına din ve inanç özgürlüğünün sınırlandırılabileceğine ilişkin kurallar konulmuştur (m.13,14,24). Laiklik Türkiye’de bir çağdaş yaşam mücadelesi vermekle eş anlamlıdır. Bu nedenle, “laiklik olmadan da demokrasi olabilir” sözünü anlamak olanaksızdır. Laikliği içselleştirmiş ve yaşam biçimine dönüştürmüş batılı politikacıların bu sözü kendi ülkeleri için söylemeleri doğal karşılanabilir. Doğal olmayan, bu sözü Türkiye için söylemeleridir. Onların Türkiye’nin bugünkü durumunu anlayabilmeleri için ortaçağ tarihini yeniden bir kez daha okumaları gerekir. Yoksa yaptıkları “ahkam kesmek”ten öteye gitmeyecektir. Anayasal düzeni böylece ortaya koyduktan sonra, siyasal partilerin bu düzendeki yerine bakmak gerekir. Devlet yaşamında olağanüstü role sahip siyasal partilerin demokratik düzeni tahrip edici bir güç durumuna gelerek toplumu felakete sürüklemesi karşısında devletin seyirci kalmayacağı kuşkusuzdur. Her devlet, kurduğu düzeni, karşıtlarına karşı hukuk yoluyla koruma hakkına sahiptir. Hiçbir demokratik düzenden, kendini ortadan kaldıracak eylemlere hoşgörü ile yaklaşması beklenemez. Nitekim, tüm demokratik ülkeler, kendi varlığını ve rejimini tehdit eden siyasal partileri, tehdit somutlaştığında yasaklama eğilimine girmektedirler. Parti yasağını, kapatmayı da içerecek biçimde anayasasında düzenleyen ülkelerin başında Türkiye ve Almanya gelmektedir. Anayasasında parti yasağına dolaylı ya da doğrudan yer veren diğer ülkeler, İtalya, Fransa, İspanya, Portekiz, Danimarka, Avusturya, Rusya, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Yunanistan’dır. Belçika, İngiltere, İrlanda ve Hollanda ise, parti yasağını anayasa dışındaki hukuksal metinlerde düzenleyen ülkelerdir. Bu ülkelerden, Almanya, İspanya, Portekiz ve Belçika’da çeşitli tarih ve sayıda siyasal parti kapatılmıştır. Almanya ve Hollanda’da, belli siyasal partilerin kapatılması yakın tarihte gündeme getirilmiştir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de, özgürlükleri yok etme özgürlüğü, ilkesel olarak tanınmamıştır. Anayasamızda, siyasal partilerin, demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olduğu ve önceden izin almadan kurulacakları belirtilmiştir (m.68). Anayasa’da, mali denetimleri ve uygulanacak yaptırım yetkisi Anayasa Mahkemesi’ne, izleme ve dava açma yetkisi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na bırakılarak, siyasal partilere verilen önem ortaya konulmuştur. Ne var ki, demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olmaları, devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle doğrudan ve yoğun ilişki içinde bulunan siyasal partilere her istediklerini yapma olanağı vermemektedir. Siyasal partilerin etkinlik alanları anayasal kurallarla sınırlandırılmıştır. Buna göre, siyasal partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, Devlet’in bağımsızlığına, ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğüne, ulusal egemenliğe, eşitlik, hukuk devleti, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine, insan haklarına aykırı olamayacaktır. Olursa ne olur? Bu tür aykırılıkların yaptırımı da Anayasa’da düzenlenmiştir (m.69). Bir siyasal parti, tüzük ya da programı yukarıda belirtilen aykırılıkları içeriyorsa, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın yöntemince açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce temelli 40 kapatılır. Siyasal partilerin eylemlerinden ötürü temelli kapatılmaları, ancak, onların bu nitelikteki eylemlerin odağı durumuna geldiğinin Anayasa Mahkemesi’nce saptanmasına bağlıdır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın görevi, laik, demokratik Cumhuriyet’e aykırı eylemlerin odağı olduğuna kanaat getirdiği siyasal parti için kapatma davası açmaktır. Bu görev, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na, laik, demokratik Cumhuriyeti koruma sorumluluğu yüklemektedir. Siyasal partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı durumuna gelip gelmediğini saptama yetkisi tümüyle Anayasa Mahkemesi’nindir. Anayasa’da, önceleri yalnızca “Anayasa Mahkemesi’nce saptanması” koşuluyla yetinilmişken, yani, bir partinin temelli kapatılması için laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğunun Anayasa Mahkemesi’nce saptanması yeterli iken, 3.10.2001 günlü, 4709 sayılı Yasayla 69. maddeye yapılan ekleme ile, bir partinin aykırı eylemlerinden dolayı nasıl odak durumuna geleceğinin yöntemi gösterilmiştir. Eklenen kurala göre, bir siyasal parti, - Aykırı eylemlerin parti üyelerince yoğun biçimde işlendiği ve bu durum o partinin büyük kongre, genel başkan, merkez karar ve yönetim organları ya da TBMM grup genel kurulu ya da yönetim kurulunca zımnen ya da açıkca benimsendiği, ya da - Aykırı eylemler doğrudan anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği, takdirde, söz konusu eylemlerin odağı durumuna gelmiş sayılacaktır. Siyasal Partiler Yasası’nın 7. maddesinde, siyasal partilerin merkez organları ile il, ilçe ve belde örgütlerinden, TBMM, il genel meclisi ve belediye meclisi gruplarından; 13. maddesinde, merkez organlarının, büyük kongre, genel başkan, merkez karar, yönetim, icra ve disiplin organlarından; 19 ve 20. maddelerinde ise, taşra örgütlerinin il ve ilçe kongresi, başkanı, yönetim ve disiplin kurulu ile beldelerden oluşacağı belirtilmiştir. Bir siyasal parti, bu organlarca kararlılık içinde işlendiği takdirde laiklik karşıtı eylemlerin odağı durumuna gelmiş sayılacaktır. Görüldüğü gibi, Anayasa Mahkemesi’nin yetkisi bu kuralla sınırlandırılmıştır. Anayasa’da yapılan değişiklik bununla da sınırlı kalmamıştır. Aynı Yasa’yla yapılan bir başka düzenlemeye göre, Anayasa Mahkemesi, temelli kapatma yerine, dava konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasal partinin Devlet yardımından kısmen ya da tamamen yoksun bırakılmasına da karar verebilecektir (m.69). Yine aynı Yasa’yla, Anayasa’nın l49. maddesinde değişiklik yapılarak, Anayasa Mahkemesi’nin bir siyasal partinin kapatılmasına karar verebilmesi için beşte üç oyçokluğu esası getirilmiştir. Yani, Yüksek Mahkeme, diğer kararlarını 6-5 çoğunlukla verebilirken, siyasal partileri ancak 7-4 oyçokluğu ile kapatabilecektir. Böylece, azınlıkta kalanların çoğunlukta olanları etkisizleştirmesinin yolu açılmıştır. Görüldüğü gibi, yapılan düzenlemelerle siyasal partilerin temelli kapatılmaları oldukça güçleştirilmiştir. Buna karşın, hala parti kapatmayı güçleştirmeye çalışmak, açılan bir davayı etkisizleştirmeye çabalamanın ötesinde, parti kapatmayı olanaksız kılarak, laik, demokratik Cumhuriyet rejiminin kendini koruma refleksini yok etmek anlamına gelmektedir. Üstelik, yetinilmeyen 2001 değişikliklerinin, Fazilet Partisi’nin kapatılmasından sonra Avrupa normlarına uyum gerekçesiyle yapıldığı anımsanırsa, bugünkü değişikliklerin ve bunları isteyenlerin özel amaçları daha iyi anlaşılacaktır. Yapılmak istenilen değişikliğin mantığı, “bir siyasal partinin cezasını seçimlerde ancak halk verir” önermesinde yatmaktadır. Oysa, bir siyasal parti, her şeyden önce, anayasal düzeni benimsemek, ona uymak ve onu korumakla yükümlüdür. Bu, herkes gibi, siyasal partinin Devlet’e karşı görevi ve sorumluluğudur. Bu sorumluluğun yerine getirilmemesinin yaptırımının da halk tarafından değil, Devlet’in yetkili organlarınca uygulanması doğaldır. Üstelik, AKP tarafından hazırlattırılan anayasa taslağının ilgili maddesinde, bugünkü kuralın aynısı yinelenmiş, yalnızca “sürekli ve ciddi tehlike oluşturacak şekilde” denilerek, odak olma kavramının içinde zaten bulunan kimi öğelere yer verilmiştir (Fikret Bila, Milliyet, 2.4.2008). Bu da, hakkında kapatma davası açılan siyasal partinin bile, sağlıklı düşündüğü zaman, rejimin kendini koruması için böyle bir kurala gereksinim bulunduğunu kabul ettiğini göstermektedir. Bir siyasal partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olması için, üyelerce gerçekleştirilen eylemlerin Türk Ceza Yasası’na göre suç oluşturması ve mahkemelerce bu suçtan dolayı o kişiye ceza verilmiş bulunması gerekli değildir. Çünkü, Anayasa’da böyle bir koşul bulunmamaktadır. 41 Anayasa’ya göre önemli olan, eylemlerin anayasal düzene ve temel ilkelere aykırılık oluşturmasıdır. Anayasa Mahkemesi de, ceza yasalarına göre suç oluşturmayan eylemlerin siyasal partiler yönünden yaptırım gerektirebileceğini kabul etmiştir. Yüksek Mahkeme’ye göre, kapatma davaları ceza davası olmadığı gibi, siyaset yasağı da ceza değil, önlem niteliğindedir. Yasa koyucu, Siyasal Partiler Yasası’nın 102. maddesine, 12.8.l999 günlü, 4445 sayılı Yasa’yla eklediği ikinci fıkra ile bu yolu denemiştir. Anılan kuralda, kapatma davalarında üye eylemlerinin kanıt oluşturabilmesi için, bu eylemler nedeniyle üyelerin “hüküm giymiş” olma koşulunun aranmasının gerektiği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi Fazilet Partisi kapatma davasında konuyu tartışmış; 102. maddenin, Başsavcı’nın uyarısından sonra kapatma davasına konu olabilecek bireysel eylemleri, 103. maddenin ise, partiyi odak durumuna getirecek laiklik karşıtı eylemleri kapsadığını, uygulama alanlarının farklı olduğunu kararlaştırmıştır. Yüksek Mahkeme, “İki maddenin tümüyle farklı amaçlarla düzenlenmesi ve aralarında bağlantı bulunmaması nedeniyle, 103. madde uyarınca kapatma davası açılabilmesi için odak halini oluşturduğu ileri sürülen Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü fıkrasına aykırı faaliyetlerden dolayı hüküm giyme koşulunun aranmasına gerek bulunmadığı” gerekçesiyle kapatma kararı vermiştir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, bir partinin laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla, demokratik hak ve özgürlükleri araç olarak kullanıp, demokrasiyi ortadan kaldıracak şeriat düzeninin getirilmeye çalışılması kapatma nedenidir. Demokratik yaşamı tehdit eden, ondan yoksun kalmaya yol açacak eylemlere girişen ya da bu tür amaçları taşıyan siyasal partilerin kapatılması doğaldır. Maurice Duverger, Seçimle Gelen Krallar yapıtında, “ABD, Büyük Britanya ve Fransa’nın siyasal rejimleri birbirinden farklıdır. Washington’da başkanlık rejimi, Londra’da parlamenterizm, Paris’te ise karma rejim vardır. Fakat bu anayasal görünüşlerin çeşitliliği arkasında aynı temel gerçek onları birbirlerine yaklaştırır: Her üç rejimin de nabzı, <seçimle gelmiş bir hükümdar>da atar.” demektedir. İktidar gücünün, seçim yoluyla işbaşına gelmiş bir kişinin elinde toplanarak “seçilmiş krallar” yaratılmaması için, hukuk sisteminin duyarlılıkla devrede olması zorunludur. Bu genel açıklamalardan sonra, en son örnekler olmaları yönünden Refah Partisi ile Fazilet Partisi’nin kapatma kararları (1998/1 ve 2001/2 sayılı) üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır. Her iki davada da Anayasa Mahkemesi, - Anayasa’nın 69. maddesi kapsamındaki yasak eylemlerin TBMM çalışmaları sırasında oluşması durumunda milletvekillerine tanınan yasama sorumsuzluğundan, siyasal parti tüzelkişiliğinin yararlanamayacağını, - “Odak olma” durumunun oluşması için gerekli olan yasak eylemlerdeki nitelik ve nicelik ile bunların yinelenmesindeki kararlılık gibi öğelerin varlığı konusunda, milletvekillerinin TBMM içindeki ve dışındaki söz ve eylemlerin tümünün değerlendirilmesi gerektiğini, - Kişilerin eylemleri partiye bağlı olarak değerlendirildiğinden, Bakanlar Kurulu üyelerinin durumunun farklı olmadığını, - Siyasal parti kapatma davalarının, tümüyle ceza hukuku kuralları içinde değerlendirilmesine olanak bulunmayan, özel kuralları olan kendine özgü davalar olduğunu, - Eski Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi kapsamına giren suçlara ilişkin eylemlerin, Anayasa ve Siyasal Partiler Yasası’nda yasaklanan eylemler arasında yerini koruduğunu; bunlara aykırılığın parti ile ilişkilendirilebildiğinde yaptırım gerektireceğini, karara bağlamıştır. Bu ilkelere vardıktan sonra Yüksek Mahkeme şu değerlendirmeleri yapmıştır: 1. Genel Başkan’ın, - Laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve yasa kuralları ile Anayasa Mahkemesi kararlarını göz ardı ederek, resmi daire ve üniversitelerde türban ve başörtüsü kullanmayı teşvik eden ve laik düzen karşıtları için bir mesaj oluşturan konuşmalarının laiklik ilkesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. - Anayasa’nın 4. maddesi ile değiştirilemeyeceği kabul edilen laiklik ilkesinin sonucu olan hukuk birliği yerine “çok hukukluluğu”, diğer bir anlatımla “dine dayalı hukuk sisteminin” getirilmesini amaçlayan konuşmaları laiklik ilkesine açık aykırılık oluşturmaktadır. 42 - “Adil düzen getirilecek, bu kesin şart. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı mı olacak altmış milyon buna karar verecek” biçimindeki, dine dayalı devlet düzeni özlemini yansıtan konuşması, partinin genel eğilimini ve kararlılığını göstermektedir. - Anayasa’nın 174. maddesinde sayılan Devrim Yasaları’na aykırı kıyafetler içindeki kişileri Başbakanlık konutuna davet ederek, bunların Devlet katında kabul gören kişiler olduğu görüntüsünü vermesi, laik hukuk düzeninin reddi anlamına gelmektedir. 2.Milletvekillerinin, - Şeriat düzenini savunup cihat çağrısı yapan, dini, din duygularını, dince kutsal sayılan değerleri propaganda aracı olarak kullanan, - Laik düzenden yana yurttaşlar üzerinde kaygı ve korku yaratan nitelikte cihat çağrısı yapan, şeriat düzenini savunan, halkı laik düzene karşı olmaya çağıran konuşma ve davranışlarının laikliğe aykırı olduğu kuşkusuzdur. 3.Laiklik karşıtı siyasal gösteriler sergileyen ve Anayasa’nın laik Cumhuriyet ilkesine açıkca meydan okuyan davalı parti mensubu belediye başkanının, parti genel başkan yardımcısı ve bir bakan tarafından, kural ve gelenek dışında tutuk evinde ziyaret edilmesi, belediye başkanının tutum ve davranışının siyasal parti tarafından da benimsendiğini ve desteklendiğini göstermektedir. 4.Çalışma saatlarını ramazan ayında iftara göre ayarlayan Bakanlar Kurulu kararı (l3.l.l997 günlü, 97/9022 sayılı) çıkarılması ve Danıştay 12. Dairesi’nce laiklik ilkesine aykırı bulunarak bu kararnamenin yürütülmesinin durdurulması, davalı partinin bu konudaki eğilimini göstermektedir. 5.Yukarıda belirtilen milletvekilleri hakkında davalı parti, kapatma davasından önce herhangi bir soruşturma açtırmadığı gibi, bu konuşmaların benimsenmediğini belirten bir açıklama da yapmamıştır. Bu durum, söz konusu konuşmaların davalı parti tarafından da kabul edildiğini göstermektedir. 6.Kapatma davası açıldıktan bir ay sonra milletvekillerini partiden ihraç kararı alınması, kapatma davasından kurtulmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirilmiştir. 7. Atatürk ilkeleri ve laiklik karşıtı söz ve eylemleri herkesçe bilinen kişilerin belediye başkanı ya da milletvekili seçtirilmesi, davalı parti tarafından bu kişilerin söz ve eylemlerinin benimsendiğinin açık kanıtıdır. 8.Ayrıca, davada adı geçen milletvekilleri hakkında, “Devlet’in askeri güçlerini alenen tahkir ve tezyif etme”, “halkı din ve mezhep farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etme” ve “Atatürk’ün manevi şahsiyetine ve hatırasına hakarette bulunma” suçlarından fezlekeler düzenlenmiştir. Çok önemli bir konu üzerinde ayrıca durulmasında yarar bulunmaktadır. Fazilet Partisi davasında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, ek iddianame düzenleyerek Yüksek Mahkeme’ye yeni deliller sunmuştur. Anayasa Mahkemesi, dava tarihinden sonraki olayların açılmış bulunan kapatma davasında delil olamayacağını karara bağlamıştır. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ikinci bir kapatma davası açarak, aynı delilleri yeni davanın eki olarak sunmuş; Anayasa Mahkemesi de, davaları birleştirip, yeni delilleri de göz önünde bulundurarak hüküm kurmuştur. Günümüze gelindiğinde, “suç” oluşturmayan binlerce eylem ve işlemin toplumsal ve kamusal düzeni dönüştürdüğü görülmektedir. Türkiye 1985, özellikle 2003 yılından itibaren ivme kazanan bu tür eylem ve işlemlerin örnekleriyle doludur. Nedir bu örnekler? Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısı ile tekil devlet ilkesine ve bölünmez bütünlüğüne yönelik yasa çıkarma çabaları; belli zihniyette birinin Cumhurbaşkanı seçtirilebilmesi ya da üniversitelerde türban yasağının kaldırılabilmesi için yapılan Anayasa değişiklikleri; açılan parti kapatma davasını etkisiz kılmak, toplumsal ve kamusal dönüşüme meşruiyet kazandırabilmek için gündeme getirilen Anayasa değişiklikleri; anayasanın bir parti tarafından yeniden yazılması çabaları; Dışişleri 43 Bakanı’nın istemi üzerine yurt dışındaki Fettullah Gülen okullarının desteklenmesi; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, türban ya da benzeri davalarda, Devlet politikasıyla çelişir biçimde eksik savunma yapılması; yurt içinde tarikat ve cemaat okulları, yurtları, “ışık” evleri, “abi/abla” evleri sayılarında inanılmaz artış görülmesi; tarikat ve cemaatlerin Harp Okullarına yandaşlarını sokabilmeleri için devlet okullarındaki başarılı öğrencilere el atmaları; türbanın ilk ve orta dereceli okullarda serbest bırakılması için gerçekleştirilen yönetmelik değişiklikleri; dinci kadrolaşmayı olanaklı kılmak amacıyla Milli Eğitim ve Sağlık bakanlıklarınca çeşitli yazılı kuralların yürürlüğe konulması; Anayasa değişikliğinin yetmemesi ve yasa çıkarılmasının zorunlu olmasına karşın, YÖK Başkanlığı’nca rektörlere türbanlı öğrencilerin derslere alınması için yönerge gönderilmesi; yine YÖK Başkanlığı’nca türban ve katsayı sorununun, hükümetin etkisiyle derhal gündeme alınması; kamu yönetimine atamalarda “tarikat mensubu olma” ya da “eşi türbanlı olma”nın neredeyse koşul durumuna getirilmesi; Diyanet işleri Başkanlığı’nda görevli imam hatiplerin diğer kamu kurum ve kuruluşlarına atanarak Devlet’in bu zihniyete teslim edilmesi; özellikle Milli Eğitim Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı il ve ilçe örgütleri ile okullar, hastaneler ve sağlık ocaklarında türbanlı personel çalıştırılması ve türbanlı öğrencilere göz yumulması; laik Cumhuriyet’e karşı söylem ve eylemleri bulunanların bürokrasinin üst kademelerine atanmaları ya da milletvekili seçtirilmeleri; Milli Eğitim Bakanlığı’nca öğretim programları değiştirilip, Atatürkçülük neredeyse müfredattan çıkarılırken, dinci söylemlere yer verilmesi; ülkede imam hatip gereksinmesi yokken ilahiyat fakülteleri kontenjanlarının artırılması için YÖK’ten istemde bulunulması; imam hatip liselerinin yaygınlaştırılıp öğrenci sayısının artırılmasına ve bu liseleri bitirenlerin genel lise mezunları gibi yükseköğretimin tüm programlarına girebilmesi için yoğun çaba gösterilmesi; Başbakan ya da bakanların türbanla törene katılanlara ödül verilmesi ya da türbanla törene katılmasına izin verilmeyen öğrencilerin, mağdur yerine konularak desteklenmesi; Başbakan, bakan ya da milletvekillerinin şeriat hukukunu çağrıştıran ve belli bir özlemin dışa vurumu olan söylemleri; laik Cumhuriyet karşıtı söylemleri ile türban konusunda söylem ve eylemleri olan bir milletvekilinin Cumhurbaşkanı seçtirilmesi; Başbakan ve kimi bakanların İstanbul’da ve saraylarda büro oluşturup haftanın birkaç gününü orada geçirmeleri; TC Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşıma çabaları; belediyelerin laiklik karşıtı uygulamaları, türbanlı personel çalıştırmaları, şeriat hukuku içerikli kitapcıklar hazırlattırıp dağıtmaları; öğrencilerin okul servisleriyle cuma namazına götürülmesi; okullarda mescit açılması; toplantılarda ve otobüslerde haremlik selamlık uygulaması yapılması; TBMM ile okulların ders saatlerinin cuma namazı saatine göre ayarlanması; tüm kentlerde türbanlı sayısındaki olağanüstü artış görülmesi; 23 Nisan Bayramı’na alternatif olarak Kutlu Doğum Haftası uygulamasının başlatılması ve süresinin giderek uzatılması. Tüm bunlar, siyasal partinin tüzük ve programında yer almayan, eski Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi benzeri bir düzenleme bulunmadığı için de suç oluşturmayan, suç oluşturanlar için ise toplumsal baskı nedeniyle işlem yapılmayan ve laik demokratik Cumhuriyet rejiminin büyük ölçüde dönüştüğünü gösteren örneklerdir. “Şiddet içermeyen görüş, söylem ve eylemlerin kapatmaya neden olmaması” gerektiğine ilişkin düşünce, yukarıdaki gerçeklerle bağdaşmamaktadır. “Manevi şiddet” içerse de “şiddet” içermeyen bu eylemlerin toplumsal ve kamusal düzeni dönüştürdüğü ve giderek daha da dönüştüreceği açıktır. Bu dönüştürmenin laik Cumhuriyet’e karşı niteliği açık olduğuna göre, parti kapatmaya neden olacak eylemlerde şiddet öğesi aranması, rejimin kendini koruma düzeneğini yıpratmaktan başka anlam taşımayacaktır. Siyasal parti kapatma bir hukuksal süreçtir. Anayasal rejime aykırı davranışlar bu sürecin birinci; bunların izlenip siyasal parti hakkında kapatma davası açılması ikinci; Anayasa Mahkemesi’nce o siyasal parti hakkında hüküm kurulması da üçüncü aşamayı oluşturmaktadır. Her üç aşamaya da egemen olan hukuk kurallarıdır. Yargının siyasal davrandığını söylemek ya da bu süreçten “yargı darbesi” diye söz etmek, ayıptan öte bir anlam taşımamaktadır. Tam tersine, anayasal düzeni değiştirmeye çalışmak, açılan kapatma davasını etkisiz kılmak için Anayasa değişikliğini gündeme getirmek ya da dönüştürmenin meşru dayanağını oluşturmak için bir parti taslağı ile yeni anayasayı yürürlüğe koymaya çabalamanın adı, olsa olsa “sivil darbe” olur. 44 HİTİTLER DÖNEMİNDE ANKARA Toplum tarımsal yapıya dayanır. Tarım, hayvancılık, demir işçiliği gelişkin bir örgütlenme içinde yapılır. M.Ö. 2000 yılında Anadoluda yaşayan ve kendilerini; Akadca “Hatti” “Hattuşa şehri ülkesinin halkı” denilen Hititler, koloni çağının ilk çağlarında Pithana’nın oğlu Anitta Anadoluda şehir beylikleri biçiminde yaşıyan Hititlerin birleşmesinden güçlü, merkezden yönetilen ilk devleti kurdu. Asurlu kolonistler Anadoluyu terk ettikten sonra I. Hattuşili devletin başkentini Neşa (kaniş)’den Hattuşa (Boğazköy)’ya taşımış. Bu dönem eski Hitit Krallığı olarak bilinir. I. Şuppiluliuma döneminde güçlü bir imparatorluk haline gelen Hititler, Mısır ve Babil’le birlikte anılan güçlü bir devlettir. Yazılı belgelerden buluntulardan öğrendiğimiz, Hititlerin örgütlü ve hukuk kurallarını ilk uygulayan uygarlık olduğudur. Anadoluda yüzlerce yıl yaşamasının nedeni bu toplumsal yapısı olsa gerek. Kızılırmak’tan başlıyarak, orta Anadolu, Yamhad’a (Halep) uzanan, bin tanrılı, Anadolu halkı Hititler iç karışıklıklar, savaşlar, batıda güçlenen Assuva ve Ahiyama eyaletleri (İ.Ö. 1193), istilacı halkların göç hareketleri sonucunda giderek zayıflamış ve küçülmüştür. Doğuda Urartuların çöküşüyle güçlenen Asurluların saldırıları sonucunda (İ.Ö. 700) tarih sahnesinden silinmiş, Hititlerin bıraktığı boşluğu Frig’ler doldurmuştur. Hattuşa, Boğazköy, Alacahöyük, Eskiyapar’da bulunan seramikler yazıtlar, vazolar, heykeller Hititlerin tarımda, sanatta ve politikadaki geldikleri yüksek seviyeyi anlatan önemli bulgulardır. Hitit uygarlığının yarattığı eserler, taş işlemeler, avlular, mabetler Hititlere özgüdür. Alacahöyükteki ortostadlar (dik duran taş sırası) Hitit mimarisinin önemli örnekleridir. Hititler denilince aklımıza ilk gelen Kadeş Antlaşmasıdır. Hititler ve Mısırlılar arasında orantes (Asi) ırmağı kıyısında süren savaş her iki taraf açısından da zafere dönüşmedi.Savaşı sona erdiren Hitit Kralı III. Hattuşili ve II. Ramses arasında yapılan antlaşmadır. Boğazköyde bulunan ve aslı gümüş tablet olan antlaşma Anadolunun ilk yazılı antlaşmasıdır. Kadeş Antlaşması insan hakları açısından da ilk belgedir. III. Hattuşili antlaşmayla sadece savaşı sona erdirmez, antlaşma, dil koparmak, göz çıkarmak, kulak kesmek, kol-ayak kesmek ve işkence cezalarının kaldırılmasını da içerir. Suçluların aileleri ve yakınlarına ceza verilmemesi öngörülerek “suçların kişiselliği” ilkesini de yazılı metne koymuşlardır. Mürted Ovasında bulunan M.Ö. 2000 yıllarına ait vazo, Haymana yakınlarında Dereköy ’deki Gavurkalede kaya yüzeyindeki dinsel kabartmalar, Haymana, Polatlı, Etimesgut, Sincan, Çubuk bölgesindeki kalıntılar, Hititlerin Ankara ve çevresinde yaşadıklarını kanıtlamaktadır. Geç Hitit kabartmaları, A.O.Ç., Tren İstasyonu, Anıtkabir, Bahçelievler ve Gölbaşında bulunmuş, Anadolu Medeniyetler Müzesinde sergilenmektedir. Hititler Ankara’yı bir kent merkezinden daha çok askeri bir merkez, ileri karakol olarak kullandığı sanılmaktadır. Bulgular daha çok bu yöndedir. Mehmet Özer Hitit Kralı Tepilinu, kendi adıyla anılan kararnamesinde yeni hükümdarın seçilmesinde gözetilmesi gereken kurallarını belirleyerek, taht kavgasını önlemek amacıyla veraset sorununa kesin çözüm getirdi. Ayrıca, devlete karşı suçları incelemek üzere PANKUS adlı yüksek bir kurul oluşturarak görevlendirildi. Hitit Kralları, yüksek yargıç, askeri önder ve devletin en yüksek yöneticileridir. Hititler çok tanrılı ve hoşgörülü bir toplumdur. Krallar fırtına tanrısının yeryüzündeki temsilcileri sayılırlar. Öldüklerinde tanrı katına yükseldiklerine inanılırdı. Hitit toplumu, yöneticiler ve savaşçılar dışında özgür insanlar, zanaatçılar ve kölelerden oluşurdu. Gavurkale’de (Dereköy-HAYMANA) kayaya işlenmiş iki tanrılı kabartma, Baş tanrı, ana tanrıçanın erkeği Teşup / Tarchan ile oğlu Telepinu. 45 görme kültürü üzerine denemeler İMGENİN BAŞAT ÖĞESİ OLARAK GÖRSELLİK Devam edelim. Söylediklerimizi örnekler üzerinde görmeye çalışalım: Cemal Süreya’nın iki dizelik bir şiiri: Ahmet Telli Yazımın başlığını “İmgenin başat Öğesi Görsellik” olarak belirlerken, amacım, yazılı alanda imgeye ulaşmak için edindiğim deneyimlerle, sizlerin fotoğraf sanatı aracılığıyla edindiklerinizi buluşturmak ve böylece birlikte düşünme, bir sanat yapıtından alınabilecek estetik tadın bakış alanını ışıklandırmaktı “Bir ilkokul bahçesi geçiyordu Cıvıl cıvıl sulardan” Bu iki dizenin anlatmak istedikleri demiyorum, sezdirmek istedikleri üstüne düşünce cimnastiği yapalım. Belli ki birinci öğe, “bir ilkokul bahçesi”. Niye üniversite kampüsü, bir akademi yahut pazar yeri değil? İkinci öğe: Su… Şimdi çoğumuzun aklına takılan, belki de, imge’den ne anladığımızdır. Öteden beri, okul Bunlar temel öğeler. Yan öğelere geçelim; yıllarında bize, tanımdan hareket ederek tanımaya Bahçede bulunan ne varsa hayatımızda yer giden yolu önermişlerdir. Bu skolastik yöntemi almış özellikleriyle zihnimizde belirmektedir: tersine çevirebilmeliyiz. Çiçek, böcek, kuş, renkler vs. (Bunlar bizim İmgenin belli, belirli, değişmeyen ve hayat bilgilerimizdir ve imge burada hayatı herkesçe kabul edilmiş bir tanımı varmış gibi çağırmaktadır.) davranamayız. Eğer öyle olsaydı, sözlüklerdeki Su ile hayat: Akışkan, sesli (cıvıl cıvıl), tanımları itirazsız kabul etmek durumunda hayatı yeşerten, hayatın sürekliliğini sağlayan… olurduk. Özellikle Türkçe sözlükler, imge Şimdi daha yakınlaşalım, daha doğrusu beş tanımları konusunda insanın yüzünü kızartacak duyumuzu kullanalım: kadar tıkız, hatta abestirler. Bir dil bu kadar yoksul olamaz dedirtiyor insana. Şöyle bir Duyma: Suların cıvıl cıvıl (yansıma ses bakarsanız ilgili maddeye; imge = hâyâl’dir… olarak çağıldamak) akması ile okul çocuklarının Sözlükçüler ya gerçekten imgenin estetik tad şenşakraklığı arasındaki ilişkinin zihnen yaratan özelliğini görmezden gelmişlerdir, kurulmasına dayalı… ya da “tanımı boşuna beklemeyin, hayat size Koklama: Bahçede bulunan çiçeklerin, bunu öğretecektir” demek istemektedirler. Hadi bitkilerin kokulu özellikleri ile çocukların safiyeti iyimser bir tutumla, demedikleri ama demek arasında kurulacak zihni ilişki. istediklerini düşünelim biz. Dokunma: Suya temas ile tensel İmgeyi tanımlamak yerine tanıma duyumsayış… yolunu seçelim demiştik. Bunu da kuşkusuz, deneyimlerini ve bilgilerini bize aktaran bilim ve sanat insanlarının yolgöstericiliğiyle gerçekleştirebiliriz. Çağımızın estetleri, özellikle de felsefecileri imgeyi sanat ürünleri üzerinden göstermeye çalışmışlardır. Bu biraz da şuna benzer: Öğrenciye sözcüğün anlam ve işlevleri, sözcük türünün tanımıyla değil de, cümle içinde yüklendiği görevlerle kavratılabilir. Siz ne kadar edat’ı tanımlarsanız tanımlayın, edat olan sözcüğü cümle içinde işaret etmezseniz, öğrenci sadece edat’ın tanımı öğrenir, kendisini değil. Tad: Suyun hayat sağlayan tadı… Bu dört duyumuz hareket halindeyken beşinci öğe olan göz, yani görme; diğer öğeleri sarıp sarmalayarak zihnimize bir fotoğraf olarak yansıtmaktadır. Denilebilir ki bu yansıyış, yani görsellik yoksa, imge tamamlanmamış olacaktır. İşte bu yüzden, başat öğe, görsellik diyorum…. İyi ve mükemmel bir imgenin beş duyuyu harekete geçiren bir özelliği vardır. Ama bir imgede mutlaka beş duyu birden hareketli 46 olmayabilir. Bunlardan ikisi, üçü, dördü kendi başlarına yahut birlikte imgeyi oluşturabilir. Dört öğeyi kaldırabilirisiniz ama görselliği kaldırmak ancak nadir sanat insanları için mümkündür. Görselliği de ortadan kaldıran ve duyuların hareketlerine yer vermeyen imge kurucuları da vardır. İlhan Berk belki bir örnek sayılabilir. Görselliği hazırlayan diğer duyularımızdır. Ama çağımızda, özellikle de teknolojik kültürün baskın olduğu günümüzde imgeyi, görsel öğeye yükleyerek diğer duyularımızı harekete geçirtmeyi öngören bir eğilim sözkonusudur ve fotoğraf yahut nonfigüratif resimler bunu gerçekleştirmektedir. Tek rengin tuvale yayıldığı tablolar, biraz da bu görsel öğe aracılığıyla duyularımızı harekete geçirmeye yöneliktir. Ki burada sanat alımlayıcısının ilgi, görgü, sezgi, tarih, bilinç, deneyim ve estetik anlayışı gibi edinilmiş birikimlerini gerekli hatta zorunlu kılan bir durum vardır. Tam da burada imge nasıl ve nice yaratılmış olursa olsun, sezgilerimiz birincil ve öncüdür. Sezgileri donmuş kişilerin genellikle sorduğu sorudur: Ne anlatıyor bu resim, bu fotoğraf, bu şiir… Bu soru kolay yanıtlanacak bir soru değildir, çünkü alanlar farklılaşmıştır. ** “Görme, konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk, konuşmadan önce bakıp tanımayı öğrenir” diyor John Berger. Berger’in önemli bir estetyen olduğu düşünülürse, felsefi olarak da gerçeği yalınlaştırarak anlatmasıyla çağımızda kabul görmüştür. “Görme konuşmadan önce gelmiştir” sözü, belki de imgenin başat öğesi görselliktir görüşümüzün çıkış noktası olmuştur. Bir diğer yazar Walter J. Ong ise, “Bir görüntü, bin kelimeye değer” demektedir. Yine John Berger’in bir sözünü aktarmalıyım: “İmge, ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl kopmuş ve saklanmış bir görünüş ya da görünüşler düzenidir.” Yalnızca bu söz ile imge ile görselliği yahut imgenin oluşumunda görselliğin başat oluşunu zihnimize kazıyabiliriz. Bu kadar değil, imgenin gelecek veya gerçekle ilişkisini de anlamamıza giden ipuçları veriyor Berger. Bir zamanlar edebiyat eleştirmenleri gerçekliğin izdüşümünü anlatmaya çalışırlarken, “fotoğraf gerçekçiliği” diye bir kavram icat etmişlerdi. Bugün hâlâ kullanılıyor mu, bilmiyorum. Fotoğraf gerçekçiliği deyiminden gerçeğin olduğu gibi görünüşünü anlatmayı amaçladığı vurgulanıyordu. Bu kavramdan önce kullanılan “roman sokakta gezdirilen aynadır” sözü vardı ki, bu sözle de, benzer bir anlamla, gerçekliğin görüntüde olduğu imleniyordu. Biraz eksik gelir bana bu yaklaşım. Onun yerine bugün yerli yersiz, bazen de moda olduğu için kullanılan “fotoğrafı okumak” deyimi belki daha yerinde. Fotoğrafı okumak deyimi, görülenle, görünenin ardında yatan gerçeği kavramak arasında gerekli olanın imgesel düşünüşe bir çağrıdır. Türkiye’nin fotoğrafını okumak dediğimiz zaman, benim aklıma bu fotoğrafı kim, ne zaman, neyi amaçlayarak çekti soruları kadar, bu fotoğrafı çekenin imgesel yaratım gücü nedir, sorusu da gelmektedir. Çünkü artık fotoğraf, donmuş bir ânın karesi değil, bu kare aracılığıyla bizim diğer duyularımızı da harekete geçirerek, gerçeklik ile gerçek arasındaki ilişkiyi, çelişkiyi çözümleyebileceğim bir olgu olmalıdır, olabilmelidir. Gerçi artık burada sözü edilen fotoğraf, fotoğraf değil, onun yerine geçen şey’dir. Sanat fotoğraflarıyla anı fotoğraflarının hep varolacağını biliyorum. Çünkü anılar da edinmeliyiz. Ama anı fotoğrafları kişiseldir, bu kişisellik tarihe tanıklık edebilirse de estetik yanıyla imgesel olmayabilir. Sanat fotoğraflarında anılar hiç mi yoktur? Vardır elbette. Ama anılar gizlenmiş ve insanlığın belleğine sezgisel bilinçler kazandırmayı sürdürmektedir. Bu fotoğraflar sezgilerimizi harekete geçirerek gerçekle, zamanla, kendimizle vb. yüzleşme olanağı sağlar. Evet, imge insanın , geçmişgelecek bağlamında şimdisiyle yüzleşmesine de yarar. Bu yetmez mi? Sözel kültürün alfabesindeki sözcüğün yahut harfin görselliğini de imgenin olanağı olarak kullanan şairlere, ressamlara rastlanmaktadır. Apollonaier, İlhan Berk vs… Bunlar harfin çağrıştırdığı görüntüyü yazıya ağdırmışlardır. Demek ki imge arayışları hep sürüp gidecektir. ** 47 BELLEK, ŞİİR, FOTOĞRAF Şükrü Erbaş Bellek… İnsanın bilme, unutma ve anımsama yetisi. İnsanın, farkında olarak yaşama ayrıcalığı. Beş duyumuzla algıladığımız her şeyi kaydettiğimiz bir özel alan. Yaşadığımız her şeyi; zamanı, olayları, doğayı, toplumsal olguları, geçmişe ve geleceğe taşıdığımız, üç boyutlu hale getirdiğimiz, aralarında ilişkiler kurduğumuz, karşılaştırmalar ve değerlendirmeler yaptığımız, böylece kendimizi ve dünyayı anladığımız, çoğalttığımız bir bilgi ve bilinç hali… Yaşamayı biyolojik ihtiyaçlar ve zorunluluklar alanından çıkarıp, etik, estetik, ideolojik, dinsel ve felsefi bir değerler silsilesine doğru taşıyan yetisi insanın. Bize hayal kurma, haz alma, acı duyma, sevinçten korkuya kadar pek çok heyecanı yaşama imkânı veren; bizi bedensel varlığımızın ötesine geçiren; estetik yaşantılar tasarlama ayrıcalığı veren, kısaca varlığımızı insan kılan bir büyülü özelliğimiz… Erken söylenmiş bir sonuç cümlesi sayılmazsa, ödülü ve cezası insanın. İnsanın doğumdan itibaren yaşadığı her şey; ses, dokunuş, koku, tat, renk ve biçim olarak algıladığı her şey, farkında olsun olmasın, onun belleğini oluşturur. Biz bu görünmez ve sonsuz kayıtla kavramaya başlarız dünyayı. Bu kaydın alanı ne kadar büyürse, bizim dünyamız da o kadar büyür. Bir başka ifadeyle, biz de o kadar büyürüz. Yaşantı yoluyla, kitaplar yoluyla ve daha pek çok kanaldan edindiğimiz bilgiler, bizim hayatla ilişkimizi belirleyen, ona niteliğini veren, bizi durmadan olup bitenlerle ilgili değerlendirmeler ve seçimler yapmaya götüren birisi yapacaktır. En sıradan, alışılmış, hiçbir yenilik içermeyen bir yaşantı bile olsa, biz bir değerlendirme ve seçim yaparız. Seçim, var olanın kabulü, sıradan olana kolayca katılma da olsa, bir seçimi içerir. Bize kadar herkesin yineleyip durduğu ama bizim ilk kez yaptığımız bir seçimdir bu. Günlük yaşam, kendi akışı içinde bizi sonsuz görüntülerden, sonsuz ayrıntılardan oluşan bir etki altında tutar. Bunların çok büyük bir kısmı önceden tasarlanmamış, planlanmamış, rastlantısal etkilerdir. Evler, sokaklar, çalışma hayatının bizim irademiz dışındaki gerçekliği, çarşılar, güneşin doğuşundan bulutların seyrine, ağaçlardan diğer canlılara pek çok toplumsal olay ve ortam, doğa olayları ve varlıkları, hepsi de bizim irademizin dışında oluşan, ancak bizim imgelemimizi, duygu ve düşünce dünyamızı bir biçimde oluşturan yaşantı parçalarıdır. Bütün bunların oluşturduğu bellek, özellikle algı süreci itibariyle, bizim rastlantısal belleğimizdir. Elbette bu bellek de bizi bir bilgiye götürür, bir bilinç oluşturur. Ancak böyle bir bilinçlilik, bizim önceden kurguladığımız, bir amaç olarak önümüze koyduğumuz, ona ulaşmak için çaba gösterdiğimiz, tarafımızdan arzulanmış ve tasarlanmış bir algı süreci ile başlamaz. Biz bu rastlantısal algılarla da değerlendirmeler yaparız; önceki algılarımızla bu “yeni” görüntüleri farkında olmadan karşılaştırırız; buradan, daha yeni görüntülere, yeni bilgilere varırız, belleğimize yeni halkalar ekleriz. Bu, insanın zihinsel süreçlerinin, algı ve değerlendirme ediminin doğasında olan bir kaçınılmazlıktır. Ancak bir sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişkiden çok farklı olarak, ilk aşaması kesinlikle rastlantısaldır. Bir sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişki, gündelik hayatla kurduğumuz ilişkiden çok farklıdır. Bu ilişkide bilinçli, seçilmiş, tasarlanmış bir algı söz konusudur. İster sanat yapıtının yaratıcısı olalım, ister yaratılmış bir sanat yapıtının alımlayanı olalım, biz ayıklanmış, düzenlenmiş ve kurgulanmış bir dünyayla ilişkiye giriyoruz demektir. Bu, tam anlamıyla iradi bir ilişkidir; bilinçli bir eylemdir; kendi hayatımıza kendimiz tarafından yaptığımız bir müdahaledir. Bu müdahale tam anlamıyla bir farkında olma talebine dayanır, farkında olmayı içerir ve yeni bir farkında olma alanına açılır. Bellek, bir anlamda insanın hayat bilgisidir. Bilgisinden de öte hayat bilincidir. İnsan belleği neredeyse bütün algılarını 48 görüntülerle kayıt altına alır. Buradan, hayatın her hangi bir alanına ilişkin soyut formüllere indirgenmiş bir bilgiye varsa bile, özellikle bir sanat yapıtıyla ilişki söz konusu olduğunda, onun düşünce yürütme yeteneği, görüntülerle, resimlerle düşünce yürütmedir. Tam burada, resmin, fotoğrafın, karikatürün, heykelin, edebiyat metinlerinin, şiirin nasıl bir bellek oluşturduğuna kapı aralayabiliriz. Bunu yaparken alanı biraz daraltarak iki dalın üzerinde duralım: Sanatsal bir değer taşıyor olmak koşuluyla fotoğraf ve şiir… Bilinen olgu; fotoğraf, görüntülerle kurulmuş, görüntülerle kayıt altına alınmış bir metindir. Dış gerçeklik içinden sanatçısı tarafından seçilmiş bir durumun, ışık, gölge, açı, renk ve mekânla, o durumun içerdiği insani trajedinin, en tam uygunluğunun bulunarak kalıcı kılınması eylemidir. Doğal ya da toplumsal, hangi konuolay-olgu seçilmiş olursa olsun, fotoğraf sanatçısı andığım tüm bu noktaların en iyi kompozisyonunu yakalamak durumundadır. Bunun için günlerce, saatlerce bekleyecektir, uğraşacaktır, pek çok güçlükler çekecektir. Ancak, seçtiği görüntünün anlık, geçici bir gerçeklik, bir başka ifadeyle, çok kısa bir sürede yitirilmiş bir bellek olmaktan çıkması için bu emek ve yaratıcı kaygı kaçınılmazdır. Çünkü sanatçı bize, yaptığı seçimle, kurduğu görüntülü metinle, hayata ilişkin bir önermede bulunmaktadır. Önerdiği sanatsal gerçeklikle bizi, zamanımızın dışına taşımak; böylece bize tek katmanlı, tek doğrulu, tek güzelli bir dünyanın olmadığını, olamayacağını duyurmak istemektedir. Kısaca bizi, gündelik hayatın tam bir hapishaneye dönmüş tek boyutlu belleğinden, üç zamanlı, çok katmanlı bir başka gerçeğe, halka halka büyüyen bir belleğe, dolayısıyla da sonsuzluğu gören, kavrayan bir hayat bilgisine götürecektir. Fotoğrafın oluşturduğu bellek sararmış, bir geçmiş hayıfı ve gelecek korkusu olan bir bellek değil, insanı hem hayatın içinde tutan, hem de bu hayatı güncel olanın dışına çıkaran bir bellektir; öyle olmalıdır. Şiire gelince… Benzer özellikleri taşımakla birlikte, fotoğraftan daha etkili olan yanı, insana sözcüklerle resim çizdirme özelliğidir. Fotoğraf, ne kadar kurgulanmış, gerçeklik bozularak kurulmuş olursa olsun, sonuçta resmedilmiş, sabitlenmiş bir görüntüyle bizi yeni görüntülere götürürken, şiir, ortada hiçbir resim yokken, o resmi bize dille, sözcüklerle yaptırdığı için, insanın imgelemini harekete geçirmede fotoğraftan daha etkilidir. Bizden, biraz daha fazla bir katılım ve çaba ister. Daha fazla bir dil sezgisi ve bilinci ister. İşlek bir hayal gücü ister. Daha gelişmiş bir soyutlama yeteneği ister. Soyut kavramları somutlayabilme bilgisi ve bilinci ister. Diyalektik bir görme ister. Daha geniş bir hayat bilgisi ister. Kuşkusuz bütün sanat yapıtları da bu donanımı bekleyecektir onunla ilişkiye giren herkesten. Ancak şiir tüm bunların en fazla billurlaştığı bir özel alandır. Böyle bir yaşantının bizde oluşturduğu bellek ise, bütün hücrelerimize işleyerek oluşmuş bir bellek olacağından gerçek anlamda kalıcı, bütün zamanları içeren, bizi durmadan yeni hayatlara götüren, verili olanla yetinmeyen, kısaca yakıcı bir farkında olma bilinci demektir. Böyle bir farkındalık iyi midir? Elbette iyidir. Bizim küçücük hayatlarımızı binlerce hayatı içine alan bir hayata çevirdiği için iyidir. Ömrümüzü sayılı yıllarla sınırlı bir ömür olmaktan çıkardığı için iyidir. Yaşadığımız zamanı halka halka büyüttüğü için iyidir. Bizi başkalarının hayatına sevgiyle kattığı için iyidir. Bizden sonrasını ve bizden başkasını anlama ve yaşama yetisi kazandırdığı için iyidir. Tüm bu özelliklerinden ötürü de acıdır. Ağırdır. Yaralı bir özgürlüktür. Kendine batan bir sevgidir. Bir incelik yenilgisidir. Bir mutsuzluk ve huzursuzluk bilincidir. Ancak, insanın insan olabilmesi için başka bir şansı da yoktur. 49 kitapların dünyasından BAKAN DANINŞMANI’NIN NOT DEFTERİ AHMET ABAKAY KİMDİR? Ahmet Abakay, 1950 Sivas-Divriği doğumlu. SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitirdi. İsta Haber Ajansı, Vatan gazetesi, Anka Ajansı, Özgür Gündem gazetesinde toplam on sekiz yıl aralıksız muhabirlik; 1981-1990 arasında Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanlığı yaptı. 1975’ten itibaren TİP üyesi. İnsan Hakları Derneği kurucu üyelerinden. Prof. Sadun Aren’in başkanlığını yaptığı Birleşik Sosyalist Parti’de Yönetim Kurulu Üyesi oldu. 1992-2004 yıllarında Başbakanlık, Devlet Bakanı Basın Danışmanı olarak görev aldı. 1999-2001 arası Türkiye Kalkınma Bankası Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. İsveç Gazeteciler Örgütü’nün “1988 - Yılın Uluslararası Gazetecisi” ödülü sahibi. 2006 yılında yeniden ÇGD Genel Başkanlığı’na seçildi. Evli, bir kızı var. Abakay, bakanları anlattı Abakay’ın “Bakan Danışmanının Not Defteri” yayınlandı. Gazetecilik yaşamının on bir yılında, dokuz ayrı bakana basın danışmanlığı yapan Ahmet Abakay’ın , tuttuğu günlüklerden yola çıkarak yazdığı,”Bakan Danışmanının Not Defteri” adlı kitabı yayınlandı. Otuz iki yıllık gazetecilik yaşamının on bir yılını, dokuz ayrı bakana danışmanlık yaparak sürdüren Abakay, Bakan Danışmanlığı süresince danışmanlığın ne olduğunu , bakanların hangi konularda, nasıl uğraştıklarını izledi ve not etti. Abakay’ın notlarından yola çıkarak yazdığı “Bakan Danışmanın Not Defteri” adlı 370 sayfalık kitabı İmge Kitabevi tarafından yayınlandı. Kitapta birleşen notların önemli bir bölümü , Güneydoğu Anadolu’ya yapılan gezilerin, bu bölgedeki acıların izlerini oluşturuyor, bugüne dek kamuoyuna yansımayan olaylar ve konular trajikomik bir dille anlatılıyor. Abakay, kitabına ilişkin şunları söylüyor: “Ülkemizi yöneten bakanların insan haklarına ve ülke sorunlarına nasıl, günlük ve kısa bir anlayışla yaklaştıklarını içeren gözlemlerim kitabın özünü oluşturuyor. Merkezde ve özellikle Güneydoğu illerine yaptığımız seyahatlar sırasında yaşanan, kamuoyuna ve basına yansımayan gelişmeler ve tartışmaların trajikomik bir dille anlatıldığı kitapta , ülke yöneticilerinin çok ciddi sorunlar karşısında, “Vatan, Millet, Sakarya “ anlayışına sıkı sıkıya sarıldıklarını örnekleriyle anlatılıyor.” Abakay’ın Eserleri: • Politik Göçmenler (12 Eylül Sürecinde Yurt Dışına Çıkanların Kaçış Serüvenleri) (Amaç Yayınları, 1988) • Bu Oyuna Gelmeyin (Açlık Grevlerinde Basının ve Toplumun Suskunluğu) (tiyatro oyunu) (Gülfem Emir ile birlikte, Amaç Yayınları, 1990) • Bakan Danışmanı’nın Not Defteri (İmge Kitabevi Yayınları, 2008) 50 fotoğrafın sözü 51 mülkiyespor MÜLKİYE SPOR KULÜBÜ MÜLKİYE’NİN KURULUŞUNUN 150. YILINDA 150 BABA /ANA YİĞİT ARIYOR ! En az 2.000 YTL verecek Mülkiye Dostu kişi ya da kurumlar aranıyor. Türkiye Basketbol 2.Lig’inde yaşam mücadelesi veren kulübümüz desteğinizi bekliyor! Hakan ŞAHBAZ Mülkiye Spor Kulübü Başkanı B Gurubundaki Takımlar: MÜLKİYE - İ.T.Ü - TOFAŞ - BANVİT - BEYKOZ - PERTEV NİYAL - ÇANAKKALE BELEDİYESİ - UŞAK BELEDİYESİ - DÜZCE GENÇLİK – YEŞİLYURT – GELİŞİM KOLEJİ HESAP NUMARALARIMIZ 1- İŞ BANKASI ANKARA MEŞRUTİYET ŞUBESİ 2-ZİRAAT BANKASI ANKARA MİTHATPAŞA ŞB. 3- GARANTİ BANKASI ANKARA KIZILAY ŞUBESİ 4- HALK BANKASI ANKARA YENİŞEHİR ŞUBESİ 5- YAPI KREDİ ANKARA MİTHATPAŞA ŞUBESİ 873239 4800 3642 -5001y 629 75 89 16000103 83170237 İrtibat : 0(312) 419 79 84 – 0537 666 50 76 – 0533 661 01 60 Katılımcılar belgelendirilip, sitemizde ve spor salonunda oluşacak şeref listesinde yer alacaktır. 52