12 Eylül Çocuğu! Küfür tadında kullanılabilir mi? Neden olmasın
Transkript
12 Eylül Çocuğu! Küfür tadında kullanılabilir mi? Neden olmasın
12 Eylül Çocuğu! Küfür tadında kullanılabilir mi? Neden olmasın? Đkili bir yararı olabilir; ilkin Türkçenin en galiz, en değersizleştirici maşist küfründen kurtulmayı sağlar ve ikincileyin zamanımızın insan modelini bütünüyle karşılayarak tarihsel bir gönderme yapma imkanı sağlar. Klanla başlayan aile kurumunun ortaya çıkmasından bu yana bir insanı soy sop ilişkisiyle tanımlamak kalıpyargıların kaçınılmaz yöntemi olmuştur. Đnsan nesebiyle insanlaşır, “çocuk yatak sahibine aittir” dediği rivayet olunur, Đslam peygamberinin. Bu durumda en azından Türkiye’deki yatağın sahibinin 12 Eylül olduğunu söylemek gerekir. 12 Eylül tüm dünyanın askeri darbeler yoluyla döve döve yeniden biçimlendirildiği bir dönemin Türkiye durağıydı. Şili ve Arjantin’den Türkiye’ye Güneydoğu Asya ülkelerinden Afrika’ya kadar yetmişler ve seksenler boyunca bu gün neoliberal sistem denilen ekonomik yapı şiddet yoluyla inşa edildi. Bu şiddet kıta Avrupa’sında örneğin Kızıl Tugaylar’a, ABD’de Kara Panterler’e uygulanan şiddetle niteliksel olarak benzerdir. 12 Eylül Çocuğu, bu şiddet dalgasının insanlık kavramına karşı gerçekleştirdiği tecavüzün ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 12 Eylül ile ortaklaşmacı insandan bireysel rekabet ve başarının peşindeki insana doğru bir kırılma gerçekleşti. Đnsanla insan, insanla devlet, insanla kurum arasındaki ilişki tarzı değişti. Devletin vatandaşı, şirket devletin tüketicisi kavramına dönüştü. Đnsanlar devletin vatandaşı olarak değil de devlet adlı kurumdan ürün ‘satın alıp, tüketen’ tüketiciler gibi hissetmeye başladılar kendilerini. Otuz yıldır birbiri ardına gelen hükümetlerin ideolojik sözde farklılıklarına karşın biteviye bürokrasiyi azaltmaktan söz etmeleri ve bunu gerçekleştirmeye çalışmaları şirket-tüketici ilişkisinin en önemli tanıtlarından biridir. Bir diğer önemli tanıt parti liderlerinin ideolojilerinden çok ‘karizmalarıyla’ tanımlanıp, oy verilir hale gelmeleridir. R: T: Erdoğan’ı düşünen bir tüketicinin aklına onun politik özelliklerinden önce ‘Kasımpaşalılığı’ gelir oldu. Politik liderlerde söylediklerinin içeriğinden çok söyleme biçimlerine ve söylerkenki görünümlerine önem vermeye başladılar. En trajik örnek on yıl kadar önce Deniz Baykal’ın parti kongresine Ricky Martin tadında girmesiydi. Demem o ki, sağcı, solcu, sosyal demokrat, dinci, liberal değil de, genç, yakışıklı, kadın, sarı saçlı gibi görsel ve teatral özelliklerine göre tanımlanır, beğenilir ya da itici bulunur oldu politikacılar. Salt Türkiye’ye özgü de değil bu durum; balık avlayan, judo yapan Putin, malikanesinde ikide bir seks işçileriyle basılan Berlusconi, boyu ‘Carla’ dan kısa olan Sarkozy gibi çok sayıda liderin politik fikirleri tüketici seçmenleri pek ilgilendirmiyor. Bu durumu basitçe kültür endüstrisine, medyanın göz boyacılığına, yabancılaşmaya bağlamak mümkün değil. Medya cahil bırakılmış halkın gözünü boyadığı için böyle olmuyor; devlet kavramının içeriği köklü bir dönüşüm geçirdiği ve politik olanın anlamı değiştiğinden süreç böyle gelişiyor. Seksen öncesinde dünyanın nerdeyse tümünde politik olandan anlaşılan devletin vatandaşıyla ilişkisinin nasıl olacağı üzerineydi. Vatandaş, devletten eğitim, sağlık, iş, yol, su istiyor, dahası oy verirken bu istemlerini karşılama vaatlerine göre karar veriyordu. Devlette hantal ve ‘eskimiş’ sıkı kuralları, bürokrasisiyle bu istemleri olabildiğince karşılamamaya çalışıyordu. Ancak istemleri karşılanmasa da vatandaş devleti istemlerinin karşılayıcısı olarak görüyordu. Askeri darbeler devletin vatandaşına uyguladığı katıksız ve zalim terörle onu eski beklentilerinden vazgeçirdi. Önce darbelerin gerçekleştirildiği ülkelerde cuntalar tüm vatandaşlara ayrımsız bir şiddet uyguladı. 12 Eylül’de Türkiye nüfusu küçükten büyüğe bir anlamda sıra dayağından geçirildi. Tutuklanan, işkence gören, fişlenen, asılan, öldürülen, kaybedilenlerin sayısal karşılıklarına bakıldığında nerdeyse her aileden en az bir kişinin 12 Eylül’ün zulmünü tattığı anlaşılmaktadır. Darbecilerin eşcinsellerden seks işçilerine, şarkıcılardan dilencilere kadar herkese saldırması boşuna değildi. Topluma hepiniz benim düşmanımsınız, hepinizi suçlu ilan ediyorum ve siz kendinizin masum olduğunu kanıtlamadıkça da size öyle davranacağım mesajı verildi. Bu mesaja bu gün korku kültürü diyoruz. Đnsanlar, ayrımsız zulüm karşısında sinip, masumiyetlerini kanıtlamaya çabaladılar. Masumiyetin temel kanıtı politik olandan uzak durduğunu gösterebilmekti. Bu süreçte politik sözcüğü anlam çarpılmasına uğradı, politikayla uğraşmak vatan hainliği, bölücülük, yolsuzluk anlamları içerir oldu. Politikacı ya vatanı yıkmaya çalışan ya bölmeye ya da yolsuzlukla kendi cebini doldurmaya çalışan biri olarak tanımlanır oldu. Politika ve politikacı terimlerinin anlam kaymasıyla eşzamanlı olarak özelleştirmeler başladı. Devletin elindeki kamuya ait üretim ve hizmet kurumları bir bir özelleştirilir oldu. Devlet kağıt üretir mi, içki satar mı canım, diyen yazıları, köprüyü satarım vatandaşın malını sattırmam tartışmalarını hatırlayınız. Bu sürecin önemli bir aktörü, dünyada da ‘Chicago boys’ olarak tanımlanan, özel sektörde çalışan, Amerikan eğitimli, “devlet terbiyesi almadan yetişmiş” yöneticilerin bürokratik yapıya uymayan yetkilerle devlet görevlerine getirilmeleri oldu. Türkiye’de “Özal’ın prensleri” olarak adlandırılan bu yöneticiler başlarına geçtikleri kurum ve kurulları, şirket yönetir gibi yönetmeye ve bu tarzlarıyla da övünmeye başladılar. Özü, devlet politikayla değil, verimlilik ve hizmet ilkelerine göre yönetilir, olan açıklamaları sayfalarca yazıldı, çizildi. Hantal devletten hizmet sunan devlete geçilecek diye böbürlenildi. Ama devlet her hizmeti de vermemeliydi! Devlet güvenliği sağlasa yeterliydi bir de kuralları koyup üretici tüketici ilişkilerini düzenlese, başka bir işleve gerek yoktu. Kalanı satıcı ile alıcı arasındaki pazarın kurallarıyla yürür giderdi zaten. Devletin eğitim, sağlık ve istihdam yaratma görevlerinden kendisini sıyırmasıyla güvenlik sorunlarının göz korkutucu düzeye yükselmesi arasındaki koşutluk çok anlamlıdır. Ülkede güvenlik sorunu o kadar şiddetlenir ki, vatandaş devletten okul, hastane, iş değil karakol, polis, asker istemeye başlar. Kamusal hizmet tanımının içeriğini sadece güvenlik sorunu doldurunca insanlar devletten iş, okul, hastane istememeleri gerektiğini içselleştirir oldular. Sağ ya da sol olmaktan bağımsız olarak bu yeni devlet anlayışı bireyci kültürün temel besleyicisi oldu. Birey, devletten sadece güvenliğini sağlamasını isteyebileceğini, geri kalan iş, eğitim, sağlık, emeklilik gibi alanların kendi “bireysel sorunu” olduğunu kabullenir oldu. Bu iklimde ortaya çıkan yeni politikacı tipi de iş, okul, sağlık değil güvenlik pazarlamaya başladı. Bu değişimin vazgeçilmez bileşeni “maneviyattır”. Dinsel hayat tarzının sadece Türkiye’de değil tüm dünyada yaygınlaşmasının kaynağında atomize olan ve her türden ihtiyacını kendi başına karşılaması gereken bireyin çaresizliği de yatmaktadır. Tam da “kalpsiz bir dünyanın kalbi” işlevi görür olmuştur, yeniden. Đşte bu bireye 12 Eylül Çocuğu demek en doğrusu olacaktır. Bir yandan kendisi dışındaki herkesle ölümüne rekabet eden ve aynı zamanda sürekli bir yıkım tehdidi altında çaresizce kıvranan; ortaklaşmacı bir hayatın ahlakına değil, gemisini yürüten kaptan ahlakına sahip olan, ayakta kalmak için dümen çevirmek zorunda olduğundan herkesi düzenbaz kabul eden, bilmek yerine göstermeye eğilimli, neoliberal mümin...