Genç Başak 2011 - Başakşehir Anadolu Lisesi
Transkript
Genç Başak 2011 - Başakşehir Anadolu Lisesi
EDİTÖR Merhabalar, Ocak - 2011 Sayı:2 Başakşehir Lisesi Adına Sahibi Faris ÖZEK (Okul Müdürü) Genel Yayın Yönetmeni Yunus KOŞAR (Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.) Yayın Kurulu Zeliha DÜNDAR (Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.) Uğur KOÇMAN Zeynep KİBİROĞLU Elbilge KIRIM Hezar GEZİCİ Tolga ÜÇEYLER İletişim Bilgileri Tel: 0212 487 76 09 yunuskosar@yunuskosar.com Sonraki sayılarımızda dergimize reklam vermek isteyenler için Tel: 0506 218 34 36 Grafik - Tasarım Çetin Matbaacılık - Yunus Koşar Davutpaşa Cd. Güven Sn. Sit. Topkapı / İstanbul Tel: 0212 576 59 85 e-mail: cetinnmatbaacilik@hotmail.com Not: Değerli öğretmenlerimiz ve sevgili öğrenciler, dergimiz için yazılı eserlerinizi yunuskosar@yunuskosar.com adresine her ayın 15’ini aşmayacak şekilde gönderebilirsiniz. Katkılarınız için şimdiden çok teşekkürler. YAYIN KURULU Sayın velilerimiz değerli öğrencilerimiz, Dergimizin ilk sayısına göstermiş olduğunuz ilgi ve teveccühten dolayı her birinize ayrı ayrı dergi komisyonumuz adına teşekkür ederim. Zamanın her anı bütün insanlar için ayrı bir değere sahiptir. Yaşadığımız anın kıymetini çoğu zaman bilemeyiz. Ne zamanki elimizde olanları kaybederiz: o zaman, bize geçmiş daha tatlı gelmeye başlar. Hatırlayın şöyle birkaç yıl öncesini özlemle andığınız zaman dilimleri ne kadar çoktur. İşte bu gün, şu an ,yarın için geçmiş zaman olacak. Peki, bu günün kıymetini bilebiliyor muyuz? Egomuza söz geçiremediğimiz anlarda dostlarımıza arkadaşlarımıza verdiğimiz üzüntünün telafisi yarın mümkün olabilecek mi? Ufacık çıkarlar için harcadığımız samimiyet dolu sohbetlerimizi yarın tekrar yapabilecek miyiz? ‘ ben ’ diye başlayan ve hep ‘ ben ’ diye biten ve ‘ ben’ üzerine bina ettiğimiz küçücük dünyamızda her gün biraz daha yalnızlaştığımızın ne zaman farkına varacağız? Birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız var farkında mısınız? Yarın her birimizin çocuğu büyüyecek ve çocuklarımız birbirlerine ihtiyaç duyacaklar. Her biri başka bir meslekle iştigal olacak. Peki, aramızda büyütüp geliştiremediğimiz dostluklarımızı arkadaşlıklarımızı çocuklarımıza nasıl aktaracağız? Onlara mutlu bir geleceği nasıl bırakacağız? Bakın aynı gök kubbenin altında, aynı havayı teneffüs ederek yaşıyoruz. Aynı şehirde, aynı mahallede, aynı binada beraberiz. Peki, birbirimize neden selam vermiyoruz? Birbirimizi birleştirici, aramızdaki dostluk ve samimiyet duygularını pekiştirmek yerine, birbirimize güven ve samimiyet duygularımızı körelten yanlarımızı geliştiriyoruz. Etrafımıza gülümseyerek bakmak, güvenmek ve güven vermek yerine şüpheli, sorgulayıcı, hatta yargısız infaza varan tavırlar sergiliyoruz. Mutlu olmak etrafımızdakileri mutlu etmek bizim dilimizde. Öncelikle selam. Birbirimize mutlaka selam verelim. Tanıyalım ya da tanımayalım fark etmez, sadece aynı gök kubbeyi paylaşıyor olmamız hatırına selam. Yüce peygamberimiz bakın ne buyuruyor: Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız. Bir başka sözünde ise “İnsanların en âcizi dua etmeyen, en cimrisi de selam vermeyendir ” buyuruyor. Selam vermediğimiz için birbirimizi tanıyamıyoruz. Birbirimize yaklaşamıyoruz. Birbirimizle paylaşamıyoruz ve paylaşamadığımız için de kaynaşamıyoruz. Birbirimizi kafamızda geliştirdiğimiz kendimize ait düşüncelerle tanıyoruz. Ve çoğu zaman da ön yargıya varan düşünceler geliştiriyoruz. Selam; dedikoduyu, gıybeti, kıskançlığı, önyargıyı yok etmenin ilk adımı. Hadi hepimiz bu ilk adımı atalım sonrası zaten gelecek çünkü bizler; mekânlara ve zamanlara sığmayan Yunus’un, Mevlana’nın, Yesevi’ nin, Hacı Bektaşi Velinin torunlarıyız. Bizim anlayışımızda: Hak cihana doludur, Kimseler Hakkı bilmez O’nu sen senden iste, O senden ayrı olmaz Dünyaya gelen geçer, Bir bir şerbetin içer Bu bir köprüdür geçer, Cahiller onu bilmez Gelin tanış olalım, İşin kolayın tutalım Sevelim sevilelim, Dünya kimseye kalmaz Yunus sözün anlar isen, Mani’sini dinler isen Sana iyi dirlik gerek, Bunda kimseler kalmaz (Yunus Emre) düşünceleri vardır. Bizi biz yapan değerlerimizin üzerine küller serpmezsek, ayrılıklarımızı parlatmazsak, aramızdaki hoşgörü ve diyalog köprülerini daha güçlü kılarsak; şu fani dünyada bizden daha güçlü bir ülke – toplum, bizden daha mutlu bir millet olur mu? Bayrağına, milletine, atalarından gelen değerlere bizim kadar sıkıca sarılan, zalime karşı her daim mazlumun yanında olan bizim milletimiz kadar samimi başka bir millet var mıdır acaba? İşte bu güzel hasletlerimizi daha da güçlendirmek için herkese kucak dolusu selam! Saygılarımla Yunus KOŞAR Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni yunuskosar@yunuskosar.com BAŞAKŞEHİR LİSESİ 1 VASİYETNAME ATATÜRK, TÜRK TARİH KURUMU‘NU NEDEN KURDU A tatürk’ün direktifleriyle, 16 üye tarafından, 15 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” adı altında kurulan Kurum’un adı 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu’na çevrildi. Bakanlar Kurulu’nun 21.X.1940 gün ve 2/14556 sayılı kararnamesiyle kamu yararına çalışan dernekler arasına alınan Türk Tarih Kurumu, 11.VIII.1983 gün ve 2876 sayılı yasa ile T.C. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kuru-mu’na bağlı bir kuruluş durumuna geti-rilmiştir. Anayasanın Atatürk Kü l t ü r, Dil ve Ta r i h Yüks e k K u rumu ile ilgili maddesiise şöyledir: Madde 134. – Atatürkçü düşünceyi, Atatürk ilke ve inkılâplarını, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yoldan araştırmak, tanıtmak ve yaymak amacıyla; Atatürk’ün manevî himayelerinde, Cumhurbaşk anının gözetim ve desteğinde, Başbakanlığa bağlı; Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezinden oluşan, kamu tüzelkişiliğine sahip “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih 2 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Yüksek Kurumu” kurulur. Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu için Atatürk’ün vasiyetnamesinde belirtilen mali menfaatler saklı olup kendilerine tahsis edilir. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun; kuruluşu, organları, çalışma usulleri ve özlük işleri ile kuruluşuna dâhil kurumlar üzerindeki yetkileri kanunla düzenlenir. Atatürk, yaşamının son günlerine dek Kurum’un çalışmalarına kendisi önderlik etmiş, çalışma planını kendisi çizmiştir. Türk ve Türkiye tarihini aydınlatacak araştırmacılara yol gösterici nitelikte aşağıdaki direktifleri vermiştir: “… Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” “Biz daima hakikat arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.” Atatürk’ün Türk Tarih Kurumu’na ve çalışmalarına verdiği önem, 5 Eylül 1938′de düzenlediği vasiyetnamesinde parasal varlığından Kurum için de bir pay ayırmasıyla kanıtlanmıştır. Türk Tarih Kurumu’nun ana geliri, bu vasiyet nameye uygun olarak, Atatürk’ün İş Bankası ’ndaki hisse senetlerinden oluşmaktadır. ATATÜRK ‘ÜN TÜRK TARİH KURUMU HAKKINDA SÖYLEDİĞİ SÖZLER 1 Kasım 1934 Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz, bu işlerin başında da Türk tarihini, doğru temelleri üstünde kurmak, öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek için candan çalışmakta olduğumuzu söylemeliyim. bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere erişeceğine şimdiden inanabiliriz. 1 Kasım 1935 Kültür kınavımızı, yeni ve modern esaslara göre teşkilâtlandırmaya durmadan devam ediyoruz. Türk Tarih ve Dil çalışmaları büyük inanla beklenilen ışıklı verimlerini şimdiden göstermektedir. Atatürk, 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin V. dönem 2. yasama yılının açılış konuşmasında Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti: Başlarında değerli Eğitim Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini, kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar) Tarih Kurumunun Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri, dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim adamının katılması ile toplanan son Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal akademilere dönüşmesini dilerim. Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca tanınacak orijinal eserlerini görmekle mutlu olmanızı dilerim. 1 Kasım 1937 Türk Tarih ve Dil Kurumlarının, Türk Millî varlığını aydınlatan çok kıymetli ve önemli birer ilim Kurumu mahiyetini aldığını görmek hepimizi sevindirici bir hâdisedir. Tarih Kurumu; yaptığı kongre, kurduğu sergi, yurt içindeki hafirler, ortaya çıkardığı eserler, şimdiden bütün ilim dünyasına kültürel vazifesini ifaya başlamış bulunuyor. VASİYETNAME ‘’Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.’’ Mustafa Kemal Atatürk Türk Tarih Kurumu’nu Tanıyalım Türk Tarih Kurumu, ülkemizde bizzat Atatürk’ün direktifleriyle kurulan kurumların başında gelmektedir. Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin ders kitaplarında yer alan Türklerin ikinci sınıf bir millet oldukları (secondaire) iddialarına ve “barbar” deyimi kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde gösterilmelerine karşılık, bunun böyle olmadığını ve cihan tarihinde en eski çağlardan beri hakiki yerinin ne olduğunun ve medeniyete ne gibi hizmetlerinin bulunduğunun araştırılması gerektiğine inanmaktaydı. İşte bu sebeple, 28 Nisan 1930 tarihinde, Atatürk’ün de bizzat katıldığı Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’nın son oturumunda, O’nun direktifleriyle, Âfet İnan tarafından 40 imzalı bir önerge sunulmuş ve “Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tedkik etmek için hususi ve daimî bir heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu heyetin azasını seçmek salahiyetinin Merkez heyetine bırakılmasını teklif ederiz” denilmiştir. Aynı gün Kurultay’da yapılan görüşme sonucunda Türk Ocakları Kanunu’na, 84. madde olarak “Merkez Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tedkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih heyeti teşkil eder” şeklinde bir madde eklenmiştir. Bu karar çerçevesinde 16 üyeden oluşan bir “Türk Tarihi Tedkik Heyeti” teşkil edilmiş, heyet ilk toplantısını 4 Haziran 1930 tarihinde yapmış, Yönetim Kurulu ve diğer üyeleri seçmiştir. Yönetim Kurulu: Başkan Tevfik Bıyıklıoğlu, Başkanvekilleri Yusuf Akçura ve Samih Rıfat, Genel Sekreter Dr. Reşit Galip, Üyeler: Âfet İnan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Hâmid Zübeyir Koşay, Halil Edhem, Ragıb Hulûsi, Reşid Safvet Atabinen, Zâkir Kadîrî, Sadri Maksudi Arsal, Mesaroş (Ankara Etnografya Müzesi uzmanı), Mükrimin Halil Yinanç, Vâsıf Çınar ve Yusuf Ziya Özer’den teşekkül etmiştir. Bu heyet, “Türk Tarihinin Ana Hatları” adıyla yaptığı ilk çalışmayı yayımlamıştır. Böylece temeli atılan Türk Tarih Kurumu, 29 Mart 1931 tarihinde Türk Ocakları’nın VII. Kurultayı’nda kapatılma kararı alınınca, bu defa 12 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti” adı ile yeniden teşkilatlanmış ve 1930’daki ilkeler temel alınarak faaliyetlerine devam etmiştir. Kurumun adı 1935 yılında “Türk Tarihi Araştırma Kurumu” olarak değiştirilmiş, daha sonra ise “Türk Tarih Kurumu”na çevrilmiştir. Kurum bu dönem içerisinde dört ciltlik lise tarih kitaplarını, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Anadolu Beylikleri’ni, bazı kazı raporlarını, Pîrî Reis’in “Kitâb-ı Bahriye” ve haritasını basmış, 1937 yılından itibaren ise, adını bizzat Atatürk’ün koyduğu, BELLETEN yayın hayatına başlamıştır. Atatürk, hayatının son dönemlerine kadar Kurumun çalışmalarıyla yakından ilgilenmiş, birçok defa çalışma planını kendisi tesbit etmiş ve birçok toplantıya bizzat katılmıştır. O’nun bu Kurum’a ve tarihe verdiği önem, 5 Eylül 1938’de düzenlediği vasiyetnâme ile, İş Bankası’ndaki hisselerinin gelirinin yarısını Türk Tarih Kurumu’na bağışlamasından anlaşılmaktadır. Nitekim Atatürk’ten sonra gelen bütün Cumhurbaşkanları da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu başkanları olmuştur. 25 Mayıs 1940’ta İçişleri Bakanlığı’nca onaylanan yeni cemiyetler kanununa göre yeniden düzenlenen tüzüğünün 2. maddesinde, Kurum’un Reisicumhur İsmet İnönü’nün yüksek himayeleri altında bulunduğu hükmü yer almış, 3. maddesinde de, “Maarif Vekili bu Kurum’un fahrî reisidir” denilmiştir. Kurum, Bakanlar Kurulu’nun 21 Ekim 1940 tarih ve 2/14556 sayılı kararnamesiyle “Kamu Yararına Çalışan Dernekler” arasına alınmıştır. Türk Tarih Kurumu, tüzelkişiliğe sahip olarak, 7 Kasım 1982’de kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dahil edilmiştir. Türk Tarih Kurumu bu dönemden itibaren de ilk kuruluş amaçları doğrultusunda çalışmalarına devam etmiş ve etmektedir. RÖPORTAJ Sazın üç teli gibi; öğrenci, öğretmen, veli kavramları da uyum içinde çalışırsa öğrenci düzenli ve başarılı olur. Milli Eğitim Müdürü İle Röportaj Öncelikle öğretmeniniz şahsında sizi tebrik ederim. Öğretmenler öncelik etmezse öğrenciler tek başına yolunu bulamaz, aydınlığa kavuşamaz. Siz şanslısınız Yunus Bey gibi gayretli, istekli bir hocamız var. Bu tür faaliyetlerle kişinin topluma kazandırılması ve başarı kazanmasının yanında öğrenim hayatında ve kişilik gelişiminde çok önemlidir. Başarılı olmanız, hayatta daha atak ve verimli olmanızı sağlar. Bu sebeple sizleri kutluyorum ve başarılarınızın devamını diliyorum. Şimdi sormak istediğiniz sorular varsa başlayabiliriz. Ozan DOLAŞ: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Doğum yerim Kars-Sarıkamış. Meslek hayatımın yarısına yakın bir kısmını çeşitli ilköğretim okullarında, liselerde edebiyatTürkçe öğretmenliğiyle geçirdim. Bir sürede okul müdürlüğü yaptım. 2008’den beri Başakşehir ilçe milli eğitim müdürlüğü görevini yönetiyorum. Meslek hayatımın toplamında 26 yıllık hizmetim var. Öğretmenliği hep severek hep istekle, zevkle ve ilk günkü heyecanla yaptım. Şimdiki mesleğim biraz farklı. Bir ilçenin eğitim yönetimi. Bu görevimi de öğretmenlik yıllarımda ki gibi aynı hislerle yürütüyorum. Ama bu görevimi öğretmen olduğumu unutmadan, asli kimliğimi kaybetmeden yürütüyorum. Kübra UZUN: Göreve geldiğinizden beri yaptığınız değişiklikler ve geleceğe yönelik planlarınız nelerdir? Göreve ilk geldiğimde Başakşehir ilçesinde çok büyük bir okul açığı vardı. Üç ilçeden üç bölge Başakşehir’e aktarılmıştı. Üç farklı yapıda, üç farklı sosyal yapısı olan, veli, öğrenci ve okul se- 4 BAŞAKŞEHİR LİSESİ viyesi ayrı olan üç bölgemiz oldu. Somut örnek verirsek; bir okulumuzda sınıf mevcudu yetmişken diğer bir sınıfta yirmiydi. Bu büyük bir uçurum. İlçenin kuruluşunda bütün okulları gezdik. Durum tespitinde bulunduk. Kaymakamla, belediye başkanıyla ve il milli eğitim müdürlüğüyle görüştük ve bazı kararlar aldık. Bu kararlar neticesinde acil okul yapılması gereken yerlere okullar yapıldı. Gecekondu bölgesinde okul ve öğretmen açığımız fazla. Bu konuda yetkili yerlerle sürekli temas kuruyoruz ve onları bilgilendiriyoruz. Öğretmen tayin edemiyorsak üniversite mezunu ücretli öğretmenleri göreve getiriyoruz. Semih İMAN: Sizin okuduğunuz eğitim dönemiyle şimdiki eğitim dönemi arasındaki farklar nelerdir? Biz sizden şanssız bir dönem yaşadık. Eğitim imkânları çok kısıtlı, ülke yoksul, hayat standartları bugüne göre çok gerideydi. Bu durum içinde sorumluluk sahibi bireyler çok çalışarak önemli yerlere gelebildi. Bugün ise Türkiye’de okul standartları çok yüksek. Tek sorunumuz var; teknoloji ölçüsünde kullanılmıyor. Birçok arkadaşımız bu teknolojik araçlar önünde çok vakit harcıyor. Unutmayın ki her şey ölçüsünde kullanıldığı zaman yararlıdır. Sizlere tavsiyem şimdiden önünüze bir hedef koymanız ve bu hedef doğrultusunda yürümeye başlayın. Soruyu biraz fazla genişlettim galiba. Simla ATALAR: Eğitim alanında gördüğünüz eksiklikler var mı? Eksiklerimiz; hala gelişmiş ülkeler düzeyinde eğitim veremeyişimiz, nüfus yoğunluna göre derslik ve okul sayımız olmaması ve öğretmen RÖPORTAJ Başakşehir İstanbul genelinde gerek SBS gerekse ÖSS sınavında otuzdokuz ilçe arasında ilk altıya girdi. sayımızın öğrenci sayımızdan az olmasıdır. Bu eksiklikler giderildiği zaman eminim ki eğitim düzeyimiz gelişmiş ülkelerin düzeyine çıkacaktır. Ozan DOLAŞ: Öğretmen öğrenci veli arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Devir artık değişti. Anne baba çocuğunu dinliyor. Onun hayallerini, duygularını öğreniyor. Artık öğretmen merkezli eğitim ortadan kalktı. Öğrencinin derse katılımı sağlanıyor. Öğretmende bu katılımdan çıkarttığı sonuçlarla öğrencinin eksiklerini tamamlıyor. Eskiden öğretmen ne derse annede baba da öğrenci de ona uyardı. Şimdiyse öğretmen öğrenciye destek olup onun önünü açıyor. Eğer ki sazın üç teli gibi öğrenci öğretmen veli kavramları da uyum içinde çalışırsa öğrenci düzenli ve başarılı olur. Kübra UZUN: Eğitimde kullanılan materyaller biz öğrencilere yetersiz geliyor. Bu konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Başakşehir bölgesinde bir tane lisenin olması büyük bir şanssızlık. Mevcut öğrenci sayısı iki bine yaklaşmış. İki bin kişiyi de bir çatı altında tutmak zordur. Bu aşırı okul nüfusu kullanılan materyal ve başarıyı olumsuz yönde etkiliyor. İkinci bir okul, daha düşük nüfuslu derslikler daha iyi araç gereç ve donanımı için olanak sağlar. Semih İMAN: Geçtiğimiz günlerde okul üniformalarının kaldırılıp serbest kıyafet uygulamasının getirileceği söylenmişti. Bu konudaki gelişmeler nelerdir? Bu konuda bakanlığın özel bir planlaması vardı. Ama tekstil sektörünün zarara uğraması ve bu sektördeki işsizlik nedeniyle bakanlıktan bu projenin ertelenmesi rica edildi. Bir çalışma yapıldı. Ancak daha yönetmelik çıkmadı. Benim bu konudaki kişisel kanaatim; ahlak kuralları çerçevesinde gerçekleştiği takdirde bu çalışmanın yürürlüğe girmesidir. Yani serbest kıyafet çalışmasının uygulanması taraftarıyım. Başakşehir İstanbul genelinde gerek SBS gerekse ÖSS sınavında otuzdokuz ilçe arasında ilk altıya girdi. Simla ATALAR: Başakşehir’in eğitim alanındaki önemi nedir? Başakşehir İstanbul genelinde gerek SBS gerekse ÖSS sınavında otuzdokuz ilçe arasında ilk altıya girdi. Eğitim kalitesi çok iyi. Genel ortalamamız yüksek hedefimizde İstanbul’da ilk beşe girmek. Bu hedefe ulaşmak için bütün çalışmalarımızı bu yöne konuşlandırdık. Planlarımızı buna göre yapıyoruz. Yaptığımız bu planlarda rakamlarla öncelikli hedeflerimizi belirliyoruz. Başakşehir bu yönüyle iyi bir konumda. Şuanda ilk altıda olmak yeni kurulan bir ilçe için çok iyi. Yani diğer ilçelerin yüzlerce yıldır var olduğunu düşünürsek. Bundan sonrası eminim ki çok daha iyi olacaktır. Ozan DOLAŞ: Okullarda yapılan sosyal etkinlikler çok az. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir ? Okullar geçmiş dönemlerde sadece sınıf olarak düşünülmüş. Yeni projelerde okulun bundan ibaret olmadığının, sosyal ve spor alanlarının kurulması, çok amaçlı salonların bulunması gerekliliğinin farkına varıldı. Artık okul projelerine bunlarda katılıyor. Eksikler giderilmeye çalışılıyor. Gençler enerjilerini sporla harcayamazsa kültürel faaliyetlerle kendi gelişimlerini tamamlayamazsa bir işe yaramazlar. Bu alanların açılması ve uygulanması konusunda bakanlıkla çalışıyor müdürlere direktifler veriyoruz. Okul müdürleri, okul aile birlikleri ve çeşitli kurumlarla bazı boş alanları bu konuda işe yarayacak yapılar ile genişletiyoruz. Kübra UZUN: Okul dergimiz hakkında ne düşünüyorsunuz? Olmasını istediğiniz konu ya da sayfalar var mı? Dergi gerçekten çok başarılı. Emek harcanmış, öğrenci ön planda. Tarih konularına ağırlık verilmiş, ÖSS’ye yönelik bilgiler verilmiş. Sırf dergi çıkarttık demek için değil gerçekten okunması için yapılmış. Konular çok doyurucu ama özellikle onikinci sınıf öğrencileri ve sizler için meslek tanıtımı da yapılmalı bence. Semih İMAN: Yunus Hocamız 1 Haziran tarihini ‘’ Gün Başakşehir Lisesi Günü ‘’ adıyla geleneksel hale gelecek bir program düşünüyor. Bu konuda sizlerin ne gibi düşünce ve katkıları olur? Yunus Bey gibi bir öğretmene sahip olduğunuz için gerçekten çok şanslısınız. Bu projeye tabii ki yardımcı oluruz ama daha kâğıt üzerinde bir şey yok. Yunus Bey çalışmalarını tamamlar bize bir sunum yapar. Şimdiden bu konuda yorum yapmak yanlış olabilir. Biz söz verdik mi tutarız. Simla ATALAR: Son olarak öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir? Kendinize bir hedef koyun ve o hedefe ulaşmak için istekli ve gayretli olun. Bu zaman da çalışmak gerçekten çok zor. Zorlu bir dönemdesiniz ve rakipleriniz çok güçlü. Bu sorunların farkına varıp emek vererek çalışırsanız ileride rahat edersiniz. Zamanınızı boşa harcamayın. BAŞAKŞEHİR LİSESİ 5 Milli Şairimiz Arnavut asıllı Türk olan Cumhuriyet Dönemi şairi, düşünür, veteriner, öğretmen, vaiz, hafız, Kur’an mütercimi, yüzücü, milletvekili. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı’nın güftekârıdır. “Vatan şairi” ve “milli şair” unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı ve Bülbül en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil’ürReşad ) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak TBMM’de yer almış,İstiklal Madalyası sahibi bir vatanseverdir. Mehmet Âkif, son yıllarını Mısır’da Türkçe dersleri vererek ve Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi konuları ile uğraşarak geçirdi. Çevirdiği nüshayı yaktığı söylenir. Mehmet Akif Ersoy (28 ARALIK 1873-27 ARALIK 1936) Yaşamı Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının aralık ayında İstanbul’da, Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde dünyaya geldi. Nüfusa kaydı, babasının doğumundan sonra imamlık yaptığı ve Âkif’in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde yapıldığı için nüfüs kağıdında doğum yeri Bayramiç olarak görünür[2]. Annesi Buhara’dan Anadolu’ya geçmiş bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova’nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi’dir. Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten “Ragif” adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona “Âkif” ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi[3]. Çocukluğunun büyük bölümü annesinin Fatih Sarıgüzel’deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye adında bir kız kardeşi vardır. Öğrenim Yılları İlköğrenimine Fatih’te halkalı baytar mektebinde o zamanların âdeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı. 2 yıl sonra iptidai(ilkokul) bölümüne geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882). Bir yandan da Fatih Camii’nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen 6 BAŞAKŞEHİR LİSESİ kişi, dönemin “hürriyetperver” aydınlarından birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi idi. Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu 1885’te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kayıt oldu. Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi’nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili oldu[5]. Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilik -le bitirdi. Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcası’nı geliştirdi. 6 ay içinde Kur-an’ı ezberleyerek hafız. Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda “Kur-an’a Hitab”, adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı. Memurluk Hayatı Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893– 1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfet- Milli Şairimiz tiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu sayede halkla yakın temas halinde olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek Kasabası’na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedarı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya geldi. Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli Gazete’de Servet-i Fünun Dergisi’nde şiirleri ve yazıları yayımlandı. İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ‘n de kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra Çiftçilik Makinist Mektebi’nde (1907) Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı. II. Meşrutiyet II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi Müdür Muavini idi. Meşrutiyet’in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne üye yaptı. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine, kayıtsız şartsız itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkmış, “sadece iyi ve doğru olanlarına’” şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i Baytariye Müdür Muavinliği görevini sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i Osmaniye dersleri vermeye başladı. II. Meşrutiyet’in Âkif’in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları bir kaç gazetede yayımladıysa da eser yayımlamaya uzun süredir ara vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, ilk sayısı 27 Ağustos 1908’de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii şiiri yayımlandı. Ebül’ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912’den itibaren Sebil’ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif’in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı. 1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar’da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir seyahate çıkarak Mısır ve Medine’de bulundu. Mısır seyahati hatıralarını “El Uksur’da” adlı şiirinde anlattı. 1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem,Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat 1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı. Teşkilât-ı Mahsusa Balkan Savaşı’ndan sonra, ilk olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914) ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi’ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelen teklif üzerine İslam birliği kurma gayesi güden Almanya’ya (Berlin’e) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti. (1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı’ya karşı savaşırken Almanlara esir düşmüş Müslümanların kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce Sebilürreşad’da yayınladı. İstanbul’a döndükten sonra 1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan’a gönderildi. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı’ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için “karşı propaganda” yapmaktı. Mehmet Âkif, Berlin’deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti. On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan’da iken aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı’nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay Lübnan’da kalan Mehmet Âkif, “Necid Çölleri’nden Medine’ye” şiirinde bu seyahatini anlattı... Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti başkâtipliğine atandı. Ahmet Cevdet, Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek, İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa’nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi. Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş Savaşı ‘nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir’e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağnos Paşa Camii’nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve İstanbul’a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele’ye katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli haberleşme merkezi hâline gelmişti. Âkif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920’de Dâr ül-Hikmet il-İslâmiye Cemiyeti’ndeki görevlerinden azledildi. Millî Mücadele’ye Katılması Mehmet Akif Ersoy Müze Evi, Mehmet Akif Ersoy’un Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’da ikamet ettiği ve İstiklâl Marşı başta olmak üzere çok sayıda şiirini yazdığı müzeye dönüştürülmüş Ankara evidir. İstanbul’da rahat hareket etme olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu Emin’i yanına alarak Anadolu’ya geçti. Sebil’ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa’dan davet gelmişti. TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920 günüAnkara’ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara’ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı. Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline telgraf göndererek Âkif’inBurdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan, Temmuz ayında ise Biga’dan mebus seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif, Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-23 yılları arasında vekil ola- BAŞAKŞEHİR LİSESİ 7 Milli Şairimiz HAZIRCEVAPLIĞI Üstad çok hazırcevaptı. Çok söylemezdi. Fakat sırası gelince de söylememezlik etmezdi. Söylediğinizin hemen cevabını alırdınız. Ya kısa birkaç kelimelik cevap verir, yahud “Fıkra gelsin mi?” der, bir fıkra anlatırdı. Fıkraları o kadar yerli yerinde, o kadar güzel anlatırdı ki meclisdekilerin hepsi dikkat kesilerek dinlerlerdi. ları etkilenmesinden korkan Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı. 1921’de Ankara’da Taceddin Dergâhı’na yerleşen Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara’ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri’ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif, Ankara’da kalınmasını, Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi; teklifi tartışılıp kabul edildi. İstiklâl Marşı’nı Yazması rak I. TBMM’de yer aldı. Meclis kayıtlarında adı “Burdur milletvekili ve İslam şairi” olarak geçmektedir. Ankara’ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı önlemek için halka öğütler vermek üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı veKastamonu’ya geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere dağıtıldı. Âkif, Anadolu’ya geçerken Eşref Edip’e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil’ürReşad Dergisi’nin klişesini de alıp İstanbul’dan ayrıldı[8]. Son olarak 6 Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin 464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu’da yayımladı, 464. sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere basılıp Anadolu’ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma Ankara’da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun duyguların hâkimiyetindeki Türk halk- 8 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Osmanlı’da kullanılan Arap alfabesiyle yazılmış İstiklal Marşı Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine ulusal marş yarışmasına katılmaya karar verdi. Konulan 500liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet Âkif’in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Âkif’in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’te Ulusal Marş olarak kabul edildi. Âkif, ödül olarak verilen 500lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışladı. Mısır Yılları ve Kur’an Tefsiri İstiklâl Madalyası ile ödül- lendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara’dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır’a gitti. Gitmeden önce Kur’an’ı Türkçeye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzaladı. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmişti çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç sene yazları İstanbul’da, kışları Mısır’da geçirdi. (Türkiye’de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.) 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur’an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi’ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan’a teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti. Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire’deki “Câmi-ül Mısriy- Milli Şairimiz luluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı Ahmet Naim Bey’in arasında yatmaktadır. Edebî Hayatı ye” adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.(1925-1936) Türkiye’ye Dönüşü ve Vefatı Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiy- le önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü. Cenazesine resmi bir katılım olmadı ancak büyük bir üniversiteli genç top- Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebi’nde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur’an’a Hitap başlığını taşır. 1908’den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne“ başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı’nı yazarak İstiklâl Savaşı’nı anlatmıştır. “Sanat sanat içindir” görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı ve edebiyatta batılılaşma konusunda Tevfik Fikret ile çatışmıştır. ÖĞRETMENLERİMİZİN MEHMET AKİF ERSOY HAKKINDA DÜŞÜNCELERİ MUSTAFA AKPINAR Matematik Öğretmeni Mehmet Akif Ersoy 1873-1936 yılları arasında yaşamış Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin en önemli şahsiyetlerinden biridir.Ülkemizin en buhranlı devirlerinde doğan ve Cumhuriyetle yeniden dirilişe şahit olan Meh- met Akif,ülkenin hemen her meselesine zihin yormuş ve çözümler ortaya koymuştur.Genelde şairliğiyle tanınan milli şairimiz aynı zamanda düşünür,vaiz, veteriner,öğretmen,milletvekili ve İstiklal Marşı şairimizdir.Böyle ciddi memleket meselelerini ömrüne sığdırmış olan bu değerli büyüğümüzü ölümünün 74.yıl dönümünde rahmet ve minnetle anıyoruz.Mekanı cennet olsun… BEŞİRE BELEN Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmeni Düşüncesiyle,ruh uyla,zihniyle,inançlarıy la çelişmeyen bir yaşam sergileyecek kadar cengaver savaşçı..Bana göre “Seyfi Baba’nın”şairi.Ve orda derki: “Ya hamiyetsiz olsaydım Ya param olsaydı.” Günümüzdeki gençliğin anlayarak,düşünerek okunması gereken bir şiir ve söz.Ondan alacak çok şey var. Alabilene… MUSTAFA AKDAĞ Fizik Öğretmeni Mehmet Akif Ersoy,İstiklal Marşımızın şairi olarak bilinen insandır.Bu herkesin bildiği bir yönüdür.Fakat M.Akif Ersoy’un bilinmeyen bir çok güzel yönleri de vardır.En başta M.Akif bir fikir adamıdır.1.Dünya harbi sıralarında insanları(Müslümanları)düşmana karşı çarpışma ve mücadele konusunda teşvikleri,şiirleri ve vaazları vardır.Kendisi aynı zamanda bir Kur’an alimidir. İdeallerinden biriside şuydu;gençliğin mükemmel bir şekilde iman ve irfanı sağlam bir nesil olarak gelişmesini sağlamaktı.Çok mütevazi bir insan olarak bilinir.Akif asrının insanlarının çekmiş olduğu sıkıntıları,üzüntüleri kendisi yaşıyormuş gibi hisseden bir insandı.Kur’an-ı anlayışı bambaşkaydı.Tamamlayamadığı bir Kur’an meali olduğu da bilinmektedir.M.Akif Ersoy insan gibi bir insandı.Akif’i seven kadar birçok sevmeyen insanın olduğu da söylenmektedir.Ölümünün bu 74.yıl dönümünde rahmetle anıyoruz… Şuheda ALTIPARMAK-12/B 1215 BAŞAKŞEHİR LİSESİ 9 Milli Şairimiz Madem ki: milli marşımızın söz yazarı, neden kimse hakkında pek bir şey bilmez ? Kime sorsanız, “Mehmet Akif kimdir? “ Diye: hep aynı cevabı alırsınız. İstiklal Marşımızın söz yazarı… Yalanda değil hani. Doğru… Ama sadece bunu bilirler onunla ilgili. Tabi ki çok önemli bir şeydir İstiklal Marşımızın söz yazarı olmak. Bana göre yeterli değildir, onun hakkında bilinenler. Madem ki: milli marşımızın söz yazarı, neden kimse hakkında pek bir şey bilmez. Çocukluğunu, eğitimi, annesi, babası. Kimse merak etmiyor mu bunları? Ben şöyle bir anlatayım sizlere… Mehmet Akif 20 Aralık 1873 yılında İstanbul, Fatih’te doğmuştur. Annesi: Emine Şerife Hanım. Babası: Mehmet Tahir Efendi’dir. Mehmet Akif’in asıl adı da “Ragif”tir. Ona bu ismi babası vermiştir. Mehmet Akif bu ismi babasının vefatına kadar kullanmış olsa da, sonraları annesi ve arkadaşları ona “Akif” diye hitap etmeye başlamışlardır. Kısa sürede oda bu ismi benimsemiştir. Akif: Fatih’te Emin Buhani Mektebinde başlamıştır: ilk eğitim öğretimine. Eğitimi sırasında: Arapça,Farsça,Fransızca dillerini öğrenmiş ve hep başarılı bir öğrenci olmuştur. Zor bir çocukluk geçirmiştir. Genç yaşında babasını kaybetmiş,Fatih yangının da evlerinin yanmasıyla fakirliğe düşmüş ve eğitimine bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. Daha sonra Ziraat ve Baytar Mektebine kaydolmuştur. Burada dört yıllık eğitim sürecinde: güreş, yüzücülük, koşu, gülle atma gibi sporlarla ilgilenmiştir. Eğitiminin son yıllarında ise: şiire ilgisi artmıştır. Mezun olduktan sonra bazı dergilerde gazel ve şiirleri yayınlanmıştır. Bir çok edebi eser yazmıştır. Bunlardan en önemlilerinden biri ise bütün şiirlerini topladığı “Safahat” adlı eseridir. Safahat toplam yedi kitaptan oluşmaktadır. Gelelim şimdi de şiirin yazılmasına… Şöyle bir hikayesi var. Meclis marş için bir yarışma düzenleyeceğini ve kazananında para ile ödüllendireceğini duyurmuş. Mehmet Akif bu yarışma ile hiç ilgilenmemiş. Çünkü para ödülü varmış. Onun parada pulda gözü yokmuş, sadece yaptığı sanat ile ilgilenirmiş. İlk olarak dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver in yarışmaya katılması için yaptığı teklifi reddetmiştir. Fakat: daha sonra Suphi Bey kendisinin para ödülü dışında tutulacağını, sadece bir şiir yazacağını söyleyince Mehmet Akif bu teklifi kabul etmiş. Yarışmaya katılmış. Eseri yarışmada seçilerek 12 Mart 1921 de meclis tarafından milli marş olarak kabul edilmiş. Burcu Ak Milli Şairimiz İstiklal Marşı, milli mücadele döneminde ilk zaferlerin elde edilemediği bir zaman da yazılmıştır. Vatanın kurtarılmasında şiirin manevi kudret olduğuna inanan garp cephesi kumandanı bir marş yazılmasını istemiştir… İstiklal Marşı’nın yazılması için bir yarışma düzenlemiştir. Mehmet Akif’e yarışmaya katılması teklif edilmiş fakat o ‘’ hürriyet ve istiklalimize kavuşacağımız” gibi hususlarda milli duyguların para ile haykırılamayacağı düşüncesiyle yarışmaya katılmamıştır. Devrin maarif vekili Hamdullah Suphi durumu öğrenince 10 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Akif’e bir mektup göndererek yarışmaya katılmasını istediğini belirtti. Marşın heyecanı daha savaşın başından beri taşıyan Mehmet Akif duygularını birkaç günde şiir haline getirmiştir. İstiklal Marşı’nı “kahraman ordumuza” ithaf etmiştir. Marşın yazılmasından dolayı ordu Mehmet Akif’e para teklif etti. Para ordu tarafından verildiği için bunun alınmamasının doğru olmayacağını düşündü. O dönem için çok kıymetli olan parayı fakir kadın ve çocuklara iş öğretmek ve onları yoksulluktan kurtarmak amacıyla bir kuruluşa bağışladı. İstiklal Marşı şairi olması bakımından Mehmet Akif “milli şair” ismini almıştır. << MİLLİ ŞAİRİMİZİ 74. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE BÜYÜK BİR RAHMETLE ANIYORUZ. >> ELBİLGE KIRIM OKULUMUZDAN Okulumuz adına velimiz Sayın CEVAT MEMİŞOĞLU Beyefendiye sonsuz teşekkürler: hane kulübünün değerli öğretmenleri ve öğrencilerimizin hazır bulunduğu törende kütüphanemizin açılışı yapılmıştır. Açılışta konuşma yapan sayın okul müdürümüz Faris ÖZEK ve ilçe milli eğitim müdürümüz sayın İsmail baltacı velimize değerli katkılarından dolayı teşekkür ederek bir plaket vermişlerdir. Bizde yayın kurulumuz ve başakşehir lisesi öğrencileri adına velimize sonsuz teşekkürlerimizi sunuyor bu erdemli davranışının diğer velilerimize örnek teşkil etmesini temenni ediyoruz. Bu açılışta yanımızda onur konuğu olarak yer alan velimizi size takdim etmek istiyorum. dedi. Milletimizin genlerinde bulunan fedakârlık ve kadirşinaslılık örneğinin bir tezahürü de Sayın Cevdet MEMİŞOĞLU ile vücut bulmuştur. 19 Ocak 2011 tarihinde sayın ilçe milli eğitim müdürümüz İsmail BALTACI, şube müdürlerimiz Remzi KOCAKAYA, İbrahim ŞEKER Okulumuzun kütüp- İstanbul Mısralara Döküldü, Notalarda Can Buldu lere oturarak) ilgiyle izlediler. Hem İstanbul için yazılmış birbirinden güzel şiirleri hatırlatmak hem de İstanbul için söylenmiş, dillere dolanmış şarkıları yeniden dinlemek izleyenleri mutlu etti. Amatör ruhla aylarca hazırlanan profesyonel bir sunumla şarkılar söyleyip şiirler okuyan öğrencilerimize, proğramı baştan sona kusursuz yürüten sunucularımıza, Başakşehir Lisesi orkestrası üyelerine ve emeği geçen öğretmenlerimize teşekkürler. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında okulumuz Müzik öğretmeni Erdem SAKİN ve yine okulumuz Edebiyat öğretmenlerinden Esin YEKELER’in birlikte hazırladıkları İstanbul temalı şiir ve müzik proğramı 22- 23 aralık günlerinde okulumuzun konferans salonunda sergilendi. Yoğun ilgiyle karşılanan proğramı şiir ve müzik sever öğrenciler ve öğretmenler (hatta bazıları yer- BAŞAKŞEHİR LİSESİ 11 RÖPORTAJ Başakşehir Lisesi İlçemizin parlayan yıldızı olacak ! tim ve burada insanlar trenlerde otobüslerde kısacası boş vakit bulduğu her yerde kitap okuyorlar cebinde bir kitap elinde bir kitapla gezen insanları gördüm Zeynep Baydarman: Devletin ücretsiz kitap dağıtımı sizce örgenciyi israfa yöneltiyor mu? Sefa Altan: Bize Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? -ismim Orhan Zekai Kavak 1975 kayseri doğumluyum aslen Sivaslıyım Sefa Altan: Kaç senedir bu işle uğraşıyorsunuz? Orhan Zekai Kavak: 14 senedir bu işle uğraşıyorum. Başakşehirde 3 dükkâna sahibiz Zeynep Baydarman: Kırtasiyecilik önceden sadece kitap satışı ile ilgilenirken simdi oyuncak v.b. ürünlerde satıyor bu konu hakkındaki düşünceleriniz? Orhan Zekai Kavak: Kırtasiyelerde eskiden sadece kalem silgi defter satısıyla uğraşılırdı ama her sektör gibi kırtasiyecilikte kendisini yenilemeye başladı artık gerçekten bir sektör olmaya başladı şu sıralarda komplike mağazaların olduğu (kitap, elektronik, egitici oyuncakların bulunduğu) mağazalar açılmaya başlandı ama hem kitap satışı hem oyuncak mağazası bir arada gitmiyor Sefa Altan : Başakşehir halkı sizce kitap okuyor mu? Orhan Zekai Kavak : Geçen yıl bizim çalıştığımız Timaş yayın evi bizi böyle bir eğitim seminerine çağırmıştı Kitap okumanın direk olarak gelir düzeyine bağlı 12 olduğu söylenmişti Başakşehir ise gelir düzeyi normalin üstünde olan bir ilçe fakat tam aksine kültürel yönden kitap okunmuyor Başakşehirliler böyle bir ihtiyacın olmadığını düşünüyor tabi insanlara ‘’neden kitap okumuyorsunuz? ‘’ diye sorulduğunda hepsinin cevabı aynı oluyor ‘’vaktim zamanım olmuyor’’ fakat insanların yaşamında o kadar boş zamanları var ki bunu değerlendirmek için kitap okusalar kendilerini kültürel açıdan geliştirebilirler bununla beraber bir sıkıntı ise mağazaların kitaplar hakkında yeterli bilgiye sahip olmaması kitabı müşteriye anlatamaması bizim bu konuda ‘’Her Eve Bir Kütüphane’’ adlı bir çalışmamız var kitap okumak insanın kültür ve ahlaki seviyesini yükseltir Ben Uzak Doğu’ya git- Orhan Zekai Kavak: Evet israfa sebep oluyor öğrenci para verip almadığı için kitapları tahrip edebiliyor Bizim bu konuda bir çalışmamız var eski kaynak kitaplarını getirenlere biz yeni alacağı kitapları indirimli fiyatı ile veriyoruz Sefa Altan: Devletin ücretsiz kitap dağımı sizce doğrumu bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Orhan Zekai Kavak: Devletin sosyal bir sorumluluk alması açısından doğru fakat devletin verdiği kitaplarının içeriğinin yetersiz olması nedeniyle öğrencileri daha pahalı olan kaynak kitaplara yöneltiyor Zeynep Baydarman : Ö.S.S S.B.S K.P.S.S kitap satışları ne durumda ? Orhan Zekai Kavak: maddi açıdan bakarsak satışlar çok iyi fakat öğrencilere sattığımız kitaptan öğrenciler çalışıyor mu? Diye RÖPORTAJ Okuyan toplum anlar anlayan toplum çözüm üretir. bakarsak bu oranın baya bir düşük olduğunu görürüz Başakşehir lisesine bakarsak burada üniversiteyi kazanan örgencilerin oranı belli yarısı veya 3 te 1 i üniversiteye girebiliyor Sefa Altan: Sizce %100 lük bir başarı nasıl sağlanılabilir ? Orhan Zekai Kavak: yaptığımız işi severek başarının %50 si gerçekleşir geri kalan %50 si ise disiplin ve düzenli çalışma ile olur Zeynep Baydarman : Başakşehir lisesinde sizce bir gelişme var mı? Orhan Zekai Kavak: Başakşehir lisesinde dışarıdan duyduğumuz kadarıyla büyük bir gelişme var okullara kaliteli öğretmenlerin geldiğini onlarında gayretleriyle okul gelişiyor Sefa Altan: Başakşehirde eğitim sorunu var mı? Varsa bu sorunlar nelerdir? Orhan Zekai Kavak: Başakşehirin bir tek eğitim sorunu var oda yeteri miktarda okulun bulunmaması Başakşehir in istanbulun en hızlı büyüyen ilçelerinden biri olması ileride ihtiyacın karşılanamaması gibi bir sorun yaratabilir Ayrıca Başakşehirde Kütüphanelerin bulunmaması ya da çok az bulunması eğitim sorunlarını etkiler Zeynep Baydarman: Genç Başak dergisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Önerileriniz nelerdir? Orhan Zekai Kavak: Dergiye baktığım da hakikaten çok zevk aldım hayvanların ilginç özelliklerinden tutunda Isparta Yalvaç’ın Tanıtımı öğrenciler kendi emekleriyle bir şeyler hazırlamış gerçekten çok güzel bir dergi öneri olarak okuma alışkanlığını arttıracak yazılar yer almalıdır. Sefa Altan: Buradan Başakşehir lisesi öğrencilerine iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Orhan Zekai Kavak: Okuyan toplum anlar anlayan toplum çözüm üretir. Okumayan toplum anlamaz anlamayan toplum sorun üretir öğrencilerin kitap okumalarını tavsiye ediyorum kitap kültürü geliştirir kitap geleceğe ışık tutar bu yüzden kitap okumak insana her yönden yararlıdır Sefa Altan - Zeynep Baydarman: Röportajımız sona ermiştir çok teşekkür ederiz Orhan Zekai Kavak: Ben teşekkür ederim sağolun SEFA ALTAN ZEYNEP BAYDARMAN BAŞAKŞEHİR LİSESİ 13 İSTANBUL Güzel İstanbulumuzun Semt yapılmıştır. O zamanlar Ataköy (İstanbul’un dışı sayıldığından baruthane yapımı için uygun bir alan olarak görülmüştür.) Daha sonraları Emlak ve Kredi Bankası bu bölgeye 50 – 60 bin nüfuslu bir yerleşim yeri kurmuştur(1950). Yeni yerleşim yerinin adı da Ataköy olur. Kudüs’ten getirdiği beşik taşını koyduğu ve ismin buradan geldiği yönünde. Beyazıt: Sultan II. Beyazıt’ın buraya kendi ismiyle anılacak bir külliye yaptırmasından sonra semt, Beyazıt olarak anılmaya başladı. Ayazağa: İsmini yeni çeri kethüdası Ayaz Ağa’nın çiftliğinden almıştır. Abdülaziz döneminde buraya yaptırılan saray bugün binicilik okulu olarak kullanılmaktadır. Aksaray: Fatih’in sadrazamı İshak Paşa, İç Anadolu Bölgesi’ndeki Aksaray’ı ele geçirdikten sonra orada yaşayan bölge insanlarını bugünkü Aksaray semtinin bulunduğu yere gönderir. Aksaraylılar da semte adlarını verirler. Ahırkapı: Ayrılık Çeşmesi: (Haydarpaşa’da): Eskiden hac alayı bu çeşme çevresinde toplanır, oradan yola çıkardı. Hacca gidenler eşlerine, dostlarına orada veda ederek ayrılırlardı. Bağlarbaşı: Semt, en ünlü bağ ve bahçelerin bir dönem burada yer almasından dolayı bu adla anılıyor. Marmara Denizi’nin kıyısında yer alan yedi ahır kapısından birisi olan bu semte, Padişah atlarının bulunduğu has ahırın yanında yer aldığı için Ahırkapı ismi verildi. Beylerbeyi: III. Murat devri beylerbeylerinden Mehmet Paşa’nın yalısını bulunduğu için köye bu ad verilmiştir. Akaretler: Beyoğlu: Sultan Abdülaziz Taşlıkta Aziziye camiinin giderlerini karşılamak üzere bir vakıf kurmuştur. Bu vakfa gelir sağlamak için de gelir getiren anlamında Akaretler yaptırmayı planlamıştır. Bu planı bitirmek ise II. Abdülhamit’e nasip olmuştur. Bu yüzden semte de Akaretler denmiştir. Balat: Rumca saray anlamına gelen palation sözcüğünden geldiği söylenir. Önceleri İstanbul’un kapılarından birine verilin bu ad, sonraları semtin adı olmuştur. Semtin isminin nerden geldiği konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor. Bunlardan ilkine göre, İslamiyet’i kabul edip burada oturmaya başlayan Pontus Prensinden adını alıyor semt. Diğerine göreyse, ‘Bey Oğlu’ diye anılan Venedik Prensinin burada oturmasından geliyor semtin adı. Son bir rivayet de, burada oturan Venedik elçisine, yazışmalarda, “Beyoğlu” diye hitap edilmesinden semtin bu adla anıldığını söylüyor. Bebek: Altunizade: Altunizade İsmail Zühtü Paşa’nın yaptırdığı cami, semtinde bu adla anılmasına sebep olmuştur. Zühtü Paşa’nın babası altın alım satımı ile iştigal ettiğinden Zühtü Paşa’ya da Altunizade denmiştir. Arnavutköy: Önceleri, Boğaziçi’nin bu sevimli semtinde Arnavutlar oturduğu için buraya bu ad takılmıştı. Aşiyan: Kuş yuvası Aşiyan, günümüzdeki ismini şair Tevfik Fikret’in burada bulunan, Farsçada kuş yuvası anlamına gelen ‘Aşiyan’ isimli evinden alıyor. Semtin isminin nereden geldiği konusunda iki rivayet bulunuyor. Bunlardan ilki, Fatih Sultan Mehmet’in bölgeyi koruması için gönderdiği bölükbaşının Bebek lakaplı olması. Diğeri ise padişahın semtteki bahçesinde gezerken yılan görüp korkan şehzadesine bebek demesi ve bundan sonra bahçesinin bebek bahçesi olarak anılması. Bedesten: Arapça bir söz olan Bezzazdan türetilmiştir. Bez, kumaş taciri, Manifaturacı anlamına geliyor. Kumaş tacirlerinin bulunduğu yere de bezzazistan denildiğinden zamanla halk arasında ağza kolay gelmesinden dolayı bedestan’a dönüşmüştür. Bakırköy: Bizanslıların ‘Makri Hori’ dedikleri semt, 14. yüzyılda Osmanlıların eline geçince ‘Makriköy’ adını aldı. 1925′te ulusal sınırlar içindeki yabancı kökenli adların değiştirilmesi sırasında Atatürk’ün isteğiyle semt Bakırköy adını aldı. Bostancı: Semt, adını eskiden her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlardan biri olmasından alıyor. Ataköy: Ataköy’ün eski adı Baruthanedir. II. Mahmut tarafından buraya baruthane Cihangir: Kanuni Sultan Süleyman pek sevdiği oğlu Cihangir için burada bir cami yaptırmıştı. Semt adını bu Cihangir Camisi’nden almıştır. Çarşamba: Samsun Çarşamba ovasından gelenler yerleştirildiği için buraya da Çarşamba denilmiştir. Beşiktaş: İlk görüş, semtin ismini Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak için diktirdiği beş taştan aldığı yönünde. Diğeri ise bir papazın burada yaptığı kiliseye Çatladıkapı: Bizans zamanında yapılan surların Sidera adı bir verilen kapısı, 1532 tarihinde meydana gelen depremde çatlayınca, hem semt hem de kapı Çatladıkapı olarak anılmaya başladı. İSTANBUL İsimleri Nereden Geliyor? Haydarpaşa: III. Selim vezirlerinden Haydar Paşa oradaki kışlayı yaptırmıştı. Horhor: Fatih’te bulunan semt, adını Horhor çeşmesinden alıyor. Rivayete göre Fatih Sultan Mehmet bölge civarında yürürken yerin altından su sesleri duyar ve yanındakilere, “Buraya bir çeşme yapın baksanıza ‘hor hor’ su sesleri geliyor” der ve buraya bir çeşme yapılır. Çeşme de semt de Horhor ismiyle anılmaya başlar. Çemberlitaş: Bizans’ın en önemli meydanlarından Constantinus Forumu’nun bulunduğu yerdeki büyük sütunlardan birisi olan Çemberlitaş, semte adını verdi. Çengelköy: Eskiden gemi çapaları bu köyde yapıldığı için isminin buradan geldiği tahmin ediliyor. Çıksalın: Güzel manzaralı, geniş bir çevreye hakim olan bölgeye, halk arasında “çık, salın” denilmeye başlandı. İhsaniye: Selimiye kışlası ile Karacaahmet arasındaki bu mahallenin bulunduğu yerde eskiden bir saray vardı. Padişah yıkılmaya yüz tutan bu sarayın arsasını halka “ihsan” ettiği (bağışlandığı) için semtin adı “İhsaniye” kalmıştır. Kabataş: İskelenin bulunduğu yerde eskiden büyük bir taş vardı. Osmanlı devri ileri gelenlerinden “Köse Kâhya” diye tanınmış Mustafa Necip çelebi bu taşı yontturup iskele haline getirdi. Şişli: Şiş yapımıyla uğraşan ve Şişçiler diye anılan bir ailenin burada bir konağı olduğu ve ‘Şişçilerin Konağı’nın zamanla değişikliğe uğrayarak ‘Şişlilerin Konağı’ hâline gelmesiyle semtin adının Şişli olarak kaldığı anlatılıyor. Şaşkınbakkal: Henüz yerleşimin olmadığı dönemlerde yaz günleri denizden yararlanmak için bölgeye gelenlere bir bakkal dükkânı açıldığını görenler, burada iş yapılmayacağını düşünerek bakkala “şaşkın bakkal” yakıştırması yaptılar. Bundan sonra da semt Şaşkınbakkal olarak anılmaya başlandı. Sütlüce: Bugün Sütlüce semtinin olduğu yerde Süt Menbat isimli bir Rum köyü vardı. Köyün bir köşesindeki bakır bir kadın heykelinin memelerinden su akar; bu suyun, kadınların sütünü çoğalttığına inanılırdı. Bundan dolayı semt, Sütlüce olarak anılır oldu. Tahtakale: Kadıköy: Eminönü: Osmanlı döneminde çarşıdaki esnafı denetleme yetkisi “Eminler” aitti. Semt, adını burada bulunan “Gümrük Eminliğinden” alıyor. Feriköy: Semt adını Sultan Abdülmecit ve Abdülaziz dönemlerinde yaşayan Madam Feri’den alıyor. Bölgede bulunan geniş topraklar padişah tarafından Madam Feri’nin eşine bağışlanmıştı. Ama eşi ölünce semt onun ismiyle anılmaya başlandı. Fenikeliler Kadıköy’e yerleşmeye başlayınca buraya “Yenişehir” anlamına gelen CHALKEDON demişlerdir. KARCHEDON ve CHALKEDON kelimelerinin ikisi de Fenike ismidir. 1350 yılında; Kadıköy Osmanlılar tarafından istila edildikten sonra ismi “kalıcı Dünya” olmuş, fakat bu deyim fazla kullanılmamıştır. Daha sonraki yıllarda İstanbul Türkler tarafından zapt edilmiş ve Kadıköy, Fatih’in ilk kadısı olan HIDIR Bey’e makam ödeneği karşılığı arpalık olarak verilmiştir. Böylece Kadıköy ismi yerleşip, günümüze kadar gelmiştir. Kanlıca: Bu bölgeye Kanuni Sultan Süleyman tarafından Anadolu’dan Türkmen ve göçebe bazı Türk kabileleri getirtilip yerleştirilmiştir. Bu göçebelerin buraya yerleşmeleri kağnılarla olduğu ve çok uzun bir süre içinde ancak yerleşebildikleri için halk arasında bu bölgeye Kağnıca, sonralarda Kanlıca denmiştir. Kuzguncuk: Galata: Gala, Rumca da “süt” anlamına geliyor. Bir rivayete göre Galata’nın adı semtteki süthanelere gönderme yapılarak türetildi. Başka bir görüşe göre ise İtalyanca ‘denize inen yol’ anlamına gelen ‘galata’ kelimesi düşünülerek bu isim verildi. Harem: Üsküdar Sarayı’nın harem dairesine gidecekler bu iskeleye çıkarlardı. Sözlük anlamı ‘kale altı’ olan Taht-el-kale’nin bozulmasıyla Tahtakale’ye dönüşen semtin, Mercan ya da Beyazıt dolaylarındaki eski sur benzeri yapının aşağı kotunda yer aldığı için bu ismi aldığı tahmin ediliyor. Fatih Sultan Mehmet devrinde, Kuzgun Baba diye anılan bir derviş burada oturmuştu. Okmeydanı: Fetih Ordusu kuşatmanın bir kısmını burada kurulan karargâhta geçirmiş. Semtin ismi de böylelikle Okmeydanı olarak kalmış. Samatya: Bizanslılar döneminde kum tedavisi yapılan kumsalı dolayısıyla Psammothia olarak adlandırılan semte Osmanlı döneminde samatya denilmeye başlanmış. Taksim: Osmanlı zamanında sucuların; suyu, halka taksim ettikleri yer, Taksim olarak anılmaya başlandı. Tarabya: Bizans döneminde denize girilen ve su tedavisi yapılan semte tedavi anlamında Therapia denirmiş, Fatih’in şehri işgalinden sonra Osmanlılar tarafından Tarabya olarak anılmaya başlandı. Teşvikiye: Sultan Abdülmecit’in bir mahalle kurulması için teşvikte bulunduğu semtin adı Teşvikiye olarak kaldı. Bu durumu, Harbiye Karakolu ile Rumeli ve Valikonağı Caddelerinin kesiştiği kavşakta bulunan iki taş belgeliyor. Cengiz KÜÇÜKARSLAN BAŞAKŞEHİR LİSESİ 15 ÖRNEK HAYATLAR Mehmet Paksu İle Keyifli Söyleyişi 1953 Haziran’ında, Gaziantep’te doğan Mehmet Paksu ilköğretimini ve ortaöğretimini burada tamamladı. Üniversite öğrenimini ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde gerçekleştirdi. Yayın hayatına, 1980’de başladı. 1992’den bu yana Moral FM‘de haftaiçi her gün program hazırlayıp sunuyor. Ve aynı zaman da gazete yazarlığı da yapmakta olan Mehmet Paksu ile röportajımızı Moral FM binasında kendi özel odasında gerçekleştirdik. Ve stüdyoda Mehmet paksu ile fotoğraf çektirme şansını da yakaladık. :) İlk önce kendinizi okumanız lazım, sonra kainatı okumaya başlamalısınız. Elbilge Kırım: Bize ilkokul yıllarınızdan bahseder misiniz? Mehmet Paksu: İlkokul yıllarından aklımda iki şey kaldı... Öğretmenim bana okuma yazmayı öğretti ben ona kur’an-ı kerimi. Çok kaliteli bir öğretmendi. 3o yıl sonra Gaziantep’te gördüm oturup sohbet ettik. Ve aklımda kalan diğer şeyde insan küçükken yaptığı şey kaderi oluyor. Herkes küçükken bana ne olmak istediğmi sorardı. Edebiyat okuduğum halde döndü dolaşıp kader beni o mesleği yaptırdı. Hezar gezici: Küçükken yapmak istediğiniz meslek neydi? Mehmet Paksu: Babam imam olduğu için bende müftü olmak istiyordum. Ve kim sorsa müftü olcam derdim.. İsra Kutay: Lisedeki aktiviteleriniz nalerdi neler yapardınız? 16 Mehmet Paksu: Lisede yerimde duramazdım... Benim en çok üzerinde durduğum nokta Türkçe yeniasya... Nesil yeni çıkıyordu bende o kitapları arkadaşlara satıyordum. Hem ticaret hem de kültür faaliyeti olsun diye arkadaşlar arasında kitap okuma alışkanlığını sağlamıştım. Tenefüslerde kitapları ortaya seredim öğretmenlerim gördüklerinde Mehmet napıyorsun derdi ama çalışkan bir öğrenci olduğum için kızmazlardı. Lise yıllarında tenefüslerde 10 dakika boyunca hep kitap okurdum. En büyük arzum daha fazla kitap okumaktır. Yazı yazdığım için kitap okuyamıyorum ve kitap okumadığım zamanlarda aç kaldığıma inanıyorum. Tolga Üçeyler: Biz gençlerin okuması için önerdiğiniz bir kitap var mı ? Mehmet Paksu: İlk önce kendinizi okumanız lazım, sonra kainatı okumaya başlamalısınız. Ben nerden geldim, nereye gidicem. Kur’an da oku diye başlamasını unutma. Elbilge Kırım: Gazete yazarlığına nasıl başladınız? Ve ilk kitabınız nasıl ortaya çıktı? Mehmet Paksu: Üniversite yıllarında Yavuz Bahadıroğlu; ‘beraber çalışır mıyız?’ dedi bende ‘çalışırız’ dedim. Cankardeşler çok dergisini çıkardım sonra askere gittim, geldim. Köşe yazarlığı yaptım. Ve ‘fıkıh yolculuğu’ adlı kitabım ortaya çıktı. ÖRNEK HAYATLAR Her yazar kendi hayatını yazar, kendini yazar. Tolga Üçeyler: Peki radyocu luğa nasıl vaşladınız? Mehmet Paksu: Fıkıh yolculuğu adlı kitabım ortaya çıktıktan sonra bana radyo programcığı yap dediler. Bende; ‘şivem var Gaziantepli olduğum için ve köyden yeni geldim yapamam.’ dedim Ama 18 yıldır yapıyorum. Hezar Gezici: Yazdığınız yazılarınıza yaşadıklarınızı yansıtıyor musunuz? Mehmet Paksu: Her yazar kendi hayatını yazar, kendini yazar. Ben hanıma yazdığım yazıyı okutuyordum. Hanım; ‘sen burada kendi hayatını yazışsın.’ dedi. İsra Kutay: Yazılarınız için eleştiri alıyor musunuz? Mehmet Paksu: Dün yazdığım yazı da eleştirildim. Ben elştiriye her zaman açığımdır. Ama hakaret yapıldğında çok üzülüyorum. direk insana hakaret ediyorlar. Bunun dışında mesela yazıların ağır dediler ben de üslubumu değiştirdim. Tolga Üçeyler: Yazar ya da radyocu olmak isteyenler için ne tavsiye edersiniz? Mehmet Paksu: Siz nerede yaşarsanız yaşayın bir gün sizi bulurlar bu yüzden çok okumak lazım. Elbilge Kırım: Hayatınızda en etkilendiniz olayı bizimle paylaşır mısınız? Mehmet Paksu: İlkokul yıllarıydı... Babamla birlikte bir din aleminin evine gitmiştim. Evin her yerinde kitap vardı. Ve adama soru soruyorlardı adam kitabı çıkarıp o soruyla ilgili sayfayı açıp sorunun cevabını veriyordu. 1981’ de bir din aleminin yanına gittim ona 2 sene boyunca kitap okudum. Evde 15.000 kitap vardı. Hepsini okumuş ve gözleri görmüyodu ama kitabın yerine, kitabın sayfasına kadar biliyordu. Zaten çok kitaap okumaktan kör olmuş. Hezar gezici: Hayatınızda en etkilendiniz kişi kim? Mehmet Paksu: En etkilendiğim insan babamdır. 86 yaşında... Hep beni büyük gözle görür. Şu an ki konumuma ona borçluyum. Baba-evlat ilişkisi çok önemlidir. Tolga Üçeyler: Sporla yapıyor musunuz? Mehmet Paksu: Sekiz aydan beri yapıyorum. Şınav, mekik ve yürüyüş yapıyorum. spor vücudu veren Allah’a şükürdür. Elbilge Kırım: Tuttuğunuz bir takım var mı? Mehmet Paksu: Televizyon pek izleyemiyorum, bir takım da. Basketi hiç sevmem. Orta ikideyken gözlerim için doktora gitmiştim ve doktor gözlük kullanmamı söyledi. Babamla birlikte aldık gözlüğü. Tam potanın altından geçerken basket topu gözlüğümü kırdı o gün bu gündür pek sevmem . Gaziantep’te güreş çok yaygındır... Mehmet Paksu’ya bize zaman ayırdığı ve bizimle bu güzel söyleyişiyi gerçeklştirdiği için çok teşekkür ediyoruz... ELBİLGE KIRIM, HEZAR GEZİCİ, İSRA KUTAY, TOGA ÜÇEYLER BAŞAKŞEHİR LİSESİ 17 AKTÜEL Hayatımızın Bir Parçası Kanada York Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre, Facebook sayfalarını sık sık güncelleyenler özgüven eksikliği yaşayan insanlardır. Araştırmayı yapan uzmanlar, bu eğilimi taşıyan kişilerin sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlandığını vurguluyor. D ünyada 60, Türkiye ‘de 1,5 milyon kullanıcıya sahip olan Facebook’un çıkış amacı; bir Amerikalının okuduğu okulda arkadaşlarıyla sosyal ağ kurmaya çalışmasıyla bu site kurulmuş, daha sonra diğer Amerikan üniversitelerine yayılmış ve sadece üniversiteli olanlar Facebook ‘a üye olabilmiştir. Bir süre sonra üniversiteli olma kuralı da kalkmış ve 13 yaş sınırı gelmiştir. Bu gelişmeler sonunda Facebook tüm dünyada yayılıp, bugünkü halini almıştır. Dışarıda görüp selam vermediğimiz biriyle sanal ortamda saatlerce konuşmamız ne kadar abes olsa da, uzun zamandır göremediğimiz bir arkadaşımızı bulmak için Facebook, güzel bir yöntemdir. Arkadaş grupları arasında iletişim kolaylığı sağlayan, kişinin istediği kadarıyla bilgilerini sunduğu sosyal paylaşım sitesi olan Facebook, insanların sanal ortamında büyük kolaylıklar sağlayıp, farklılıklar katmıştır. Gazetelere yansıyan bir haber: Kan davalısının izini süren bir adam, aradığı kişiyi Facebook hesabındaki bilgiler yardımıyla bulmuştur. Bir diğerinde ise; Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘360 asker kaçağını Facebook yardımıyla yakalamıştır .’ haberi de Facebook ‘ un günümüzdeki yerine dikkat çekmiştir... Her madalyonun iki yüzü olduğu gibi Facebook ‘ un da görünmeyen bir yüzü vardır: Zararları! Kanada York Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre, Facebook sayfalarını sık sık güncelleyenler özgüven eksikliği yaşayan insanlardır. Araştırmayı yapan uzmanlar, bu eğilimi taşıyan kişilerin sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlandığını vurguluyor. Kızların çekici görünen fotoğraflarını paylaştığını, erkeklerin ise, hakkımda kısmında kendilerini öven kelimeler kullandıklarını belirle- miş. Araştırmalar, kalabalık arkadaş grupları arasında güncellemelerin istenen dikkati çekemediğini söylemektedir. Facebook paranoyası: Facebook ‘ a belli bir insanın hayatıyla ile ilgili güncel bilgileri edinmek için giren insanlar üzerinde görülen psikolojik rahatsızlıktır. Takip edilen insanın Facebook sayfasındaki her türlü gelişmeden bir mana çıkarılması ve bu durumun getirdiği psikolojik yıkım bu hastalığın en önemli belirtileridir. Nasıl kullanılacağı bilinmediğinde tam bir zaman hırsızı olan Facebook ‘un kişiye olan etkileri, kullanma amacına göredir... İlyas ŞARKI AKTÜEL G ünümüzde televizyon, hemen hemen her evde yer almakta, herkesi farklı biçimde ve düzeyde etkilemektedir. En çok etkilenen grubun çocuklar olduğu bilinmektedir. Televizyon, öğrenmeye en açık oldukları dönemde, çocuklar ve gençler için önemli bir öğretim aracıdır. Erişkinlerin daha bilinçli seçimler yaptıkları ya da kendilerine sunulanlardan daha az etkilendikleri öne sürülse de, televizyon programlarının yetişkinleri de yönlendirdiği bilinmektedir. Günümüz insanının iş dışında en fazla zaman ayırdığı etkinlikler arasında yer alır. Kararında ve bilinçli izlendikten sonra olumsuz yönleri pek fazla olmayacaktır. Televizyon, günlük hayatımızın görsel ve işitsel anlamda vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmiştir. İnsanları en çok etkileyen programlar arasında; diziler, haberler ve yarışma programları bulunmaktadır. Son zamanlarda yayınlanan yarışma programları arasında Pasaparola, Var Mısın? Yok Musun? , Kelimenin Gücü Ve izlenme rekorları kıran Canlı Para bulunmaktadır. Bu yarışmaların insanlar üzerinde ruhsal bakımdan birçok olumlu veya olumsuz yönden etkilerini söylemek mümkündür. İnsanlar yarışmaya katılırken bile birçok sıkıntı çekerler. İletişim yollarını kullanarak gerek internet üzerinden gerek telefon üzerinden kayıt yaptırırlar. Milyonlarca insan- Televizyondaki yarışma programlarının ‘‘ruhsal’’ etkileri lar içinden elenerek yarışmacı olmaya çalışırlar. Yarışmacı olmaya hak kazandıklarında ise yine birçok sıkıntıyla karşılaşırlar. Bireysel yönden insanlar yarışmaya katılmak isteyerek, yarışma üzerine hayaller kurarak, bu yarışmada kazanacakları parayı ve o parayı nasıl tüketeceklerini düşünerek olumlu yönden etkilenirler. Fakat günümüzde yarışmaların insanlar üzerinde bıraktığı etki daha çok olumsuz niteliktedir. Buna örnek verdiğimizde Canlı Para programında insanlar hayal edemeyecekleri kadar paraya birden sahip oluyorlar. Bildikleri sorular sayesinde mevcut parayı koruyorlar, Soruları bilemeyip yanlış cevap verdikleri takdirde sahip oldukları paraları kaybediyorlar. O kadar parayı aniden kaybedince de hayal kırıklığına uğruyorlar, insanlar üzerinde ruhsal bozukluklara ve kendilerine olan güvenlerini yitirmelerine neden oluyor. Bu ruh halinden sonra insanlar her ne kadar etkilenmemiş gibi gözükseler de bilim adamlarının yaptığı araştırmalar so- nucu açıklamalarda televizyon programları insanların bireysel ve sosyal yaşantısını ciddi şekilde etkiler. Televizyondaki yarışmaların insanları olumlu yönden etkilediği de söylenebilir. İnsanlar bu programlara katılarak hayal ettikleri paraya ulaşmayı amaçlarlar, bu amaçlarına ulaştıklarında ise bireysel olarak olumlu bir etki altında kalmış olurlar. Çağımızda çok önemli bir yere sahip olan televizyon, insanları her ne kadar olumsuz ya da olumlu yönden etkilese de günümüz insanlarının en çok vakit harcayacağı etkinlik olarak devam etmesi engellenemeyecektir. DENİZ DEMİRCAN GÜNCEL Türkiye ise en fazla beyin göçü veren ülkeler sıralamasında üst sıralarda yer alıyor ve ne yazık ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59’u, öğrenimine Türkiye dışında devam ediyor veya oralarda çalışmaya başlıyor. Beyin Göçü Nedir? Beyin Göçü Ne Demek? B eyin göçü; az gelişmiş veya gelişmekte olan bir ülkedeki iyi eğitimli, düşünen, üreten, kalifiye, nitelikli, seçkin, profesyonel ve yetenekli iş gücünün, araştırma ya da çalışma yapmak amacıyla en verimli dönemlerinde gelişmiş ülkelere gidip geri dönmemeleriyle meydana geliyor. İlk olarak 1960’lı yıllarda beyin göçü başlıyor ve önce doktorlar ve mühendisler, sonra da bilim adamları arasında oldukça yaygınlaşıyor. Fakat beyin göçü sadece ülke dışına doğru olmuyor, ülke içinde de zaman zaman beyin göçleri meydana geliyor. Türkiye’de bu şekilde meydana gelen beyin göçleri genellikle devlet sektöründen özel sektöre doğru oluyor. Mesela öğretim üyelerinin çoğunlukla devlet üniversitelerinden vakıf üniversitelerine doğru akımı veya devlet dairelerinde yetişen elemanların özel sektöre geçişi, ülke içinde ortaya çıkan beyin göçleri arasında en yaygın örnekler. Bununla birlikte iç beyin göçünün ülke açısından pek fazla zararı olmuyor. Ancak dış beyin göçü için aynı şeyi söyleyemeyiz. Ne de olsa iyi yetişmiş ve yetenekli iş gücünün, gelişmiş ülkelere akışı şeklinde ger- 20 BAŞAKŞEHİR LİSESİ çekleşen dış göçün ülkeye zararı çok büyük. Kanada, İngiltere ve ABD gibi gelişmiş ülkeler arasında bile beyin göçü olabiliyor. Daha iyi çalışma olanakları, yüksek ücret ve daha az vergi nedeniyle birçok Kanadalı ABD’de çalışmayı tercih ediyor. Ancak Kanada’ya gelip yerleşen yetenekli iş gücü de yadırganamayacak kadar fazla. Bu yüzden de Kanada, dışarıya verdiği beyin göçünü dengelemiş oluyor. Çoğunlukla gelenler daha fazla olmaktadır. Türkiye ise en fazla beyin göçü veren ülkeler sıralamasında üst sıralarda yer alıyor ve ne yazık ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59’u, öğrenimine Türkiye dışında devam ediyor veya oralarda çalışmaya başlıyor. Ülkemiz, Hitler döneminde Yahudi bilim adamlarını ülkeye kabul edip Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında da Türki Cumhuriyetlerden beyin göçü almış olsa da daha sonraki zamanlarda bu konuda çok fazla ilerleme kaydedemedi. Beyin göçü sadece Türkiye’de değil genel olarak dünyada yaşanılan en önemli sorunlardan biri. Türkiye’den başka beyin göçünün fazla görüldüğü ülkeler arasında Hindistan, Pakistan, Bağımsız Devletler Topluluğu, Çin, Filipinler, Cezayir, Fas, Tunus, İran, Mısır, Nijerya, Türki Cumhuriyetler vs. gibi devletler yer alıyor. Bununla birlikte ABD, Kanada, Avustralya, G. Afrika, Almanya, Fransa vs. gibi ülkeler ciddi ölçüde beyin göçü alan ülkelerin başlıcaları. Geçmişten Günümüze Beyin Göçü 1940 -1945 yılları arasında 2. Dünya savaşı ve Nazi baskıları sebebiyle Yahudi bilim adamlarının çoğu Avrupa’dan kaçmış. 1960 -1970 yıllarının başlarındaysa gelişmiş ülkelerin ekonomik seviyelerinin yükselmesiyle profesyonellere olan talep artmış ve bu talebi karşılayabilmek için de gelişmiş ülkeler; seçerek profesyonel göçmen alımı yapmış. Yaklaşık 300.000 profesyonel (doktor ve mühendis), 3. Dünya ülkelerinden endüstrileşmiş (ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya vs.) ülkelere göç etmiş. Böylece gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde göç oranı da iyice yükselmiş. Göçün 2/3’ü ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya vs. gibi ülkelere olmuş. Bunların neredeyse yarısı Asya ülkelerinden göç etmiş. GÜNCEL Şu anda ABD’de bilim insanı ve mühendislerin % 12’si, doktorların % 23’ü ve bilgisayarcıların % 43’ten fazlası; yabancı ülke doğumlu. 1974 -1975 yılları arasında gelişmiş ülkelerde durgunluk yaşanırken, gelişmekte olan ülkelerin beyin gücü üretimi plansız bir şekilde artmış. Bu ülkeler eğitim sistemlerini dış isteklere göre uyarlamış. Ayrıca petrol üreten ülkelerde uzman ihtiyacında büyük bir artış olmuş. Gelişmiş ülkelerde de yüksek nitelikli iş gücü artmış. Bütün bunların sonucunda ise nitelikli profesyonellere olan talep azalmış ve sıkı göçmenlik politikaları başlatılmış.1975 -1980 yıllarında yıllık kalifiye iş gücü göçü 100.000 kişiye ulaşmış ve bu yıllardaki göçlerin çoğu Avrupa’dan ABD’ye doğru gerçekleşmiş. 1980 yılından sonra dünyada 50.5 milyon üniversiteye kayıtlının 19 milyonu 3. Dünya ülkelerine göç etmiş , 3. Dünya ülkelerinde üniversiteye kayıtlı sayısı artmış ve bu sayı, 7 yılda iki katına çıkmış. Bunun sonucunda göçlerin çoğu, 3. Dünya ülkelerinden ABD ve Avrupa’ya doğru olmuş.1990 yılından sonra Rusya’nın ve Doğu Blok’ununu parçalanması sonucu iç savaşlar başlamış ve ABD dünya üniversite öğrencilerinin ¼’üne sahip hâle gelmiş. Bu olaylardan sonra Rusya’nın ve Doğu Blok’unun bilim adamları ülkelerini terk etmiş. 2000 yılından beri ABD en çok göç alan ülke durumunda. Beyin göçünün % 54’ünü alıyor. Hintli ve Çinli kolej mezunlarının yaklaşık % 3’ü ABD’ye gidiyor. Şu anda ABD’de bilim insanı ve mühendislerin % 12’si, doktorların % 23’ü ve bilgisayarcıların % 43’ten fazlası; yabancı ülke doğumlu. ABD’de en fazla eğitimli etnik grup Nijeryalı ve Afrikalılar. Afrika üniversitelerinde eğitim gören her üç kişiden biri dünyaya ihraç ediliyor. Fakat eğitim ücreti çok da düşük değil. İyi bir eğitimin yıllık ortalama maliyeti 15-20 bin $ civarında. Bunların sonucunda ABD’nin Asya’dan aldığı son 1.5 milyon göçmenin hemen hemen tamamı yüksekokul veya en iyi kolej mezunları. ABD’deki 300 bin Hintli ve Koreli, 730 bin Filipinli ve 400 bin Çinli’nin % 65-70’i yüksekokul ve kolej mezunu. Sadece İran, K.Kore Ve Tayvan’dan aldıklarının % 15’i kolej mezunu. Kolombiya’nın beyin göçünden yıllık kaybı 2.37, Hindistan’ın 2 milyar dolar civarında. Meksika’dan yurt dışına gönderilenlerin % 79’u geri dönmüyor. Nijerya’dan ABD’ye 100 bin kişi göç ediyor. Her yıl 100 bin Hintli, ABD’ye gidiyor. ABD Silikon Vadisi’nde de yaklaşık 30 bin Hintli profesyonel var. Dönmek mi dönmemek mi? Farklı farklı sayısız sebepten dolayı zamanla beyin göçü ve ülkeye geri dönüş fikirlerimiz değişebiliyor. Aslına bakarsak geniş çapta yapılabilecek anketler ve araştırmalar ile bu çok karmaşık sebepler daha iyi anlaşılabilir ve dışa göç de bu şekilde azaltılabilir. Beyin göçünün nedenleri; siyasi istikrarsızlık, ekonomide geri kalmışlık, eğitim sisteminin bozuk işlemesi, iş gücü planlamasında eksiklikler, araştırma-geliştirmenin teşvik edilmemesi vs. ile sınırlandırılarak diğer sebepler ortadan kaldırılabilir. Mesela, yurt dışındaki öğrenciler, çalışanlar ve profesyonellerle temas; sürekli devam ettirilip bu şekilde gösterilen ilgiyle yurtlarına geri dönmeleri teşvik edilebilir. Ayrıca bu kişilerin orada yurtları için lobi faaliyetlerinde bulunmalarını sağlar. Yurt dışındaki öğrenci ve çalışan profesyonellerin iş gücü kaydı mutlaka elçilikler / ateşelikler tarafından tutulup bunlara yılda en az birkaç kez mektupla ve/veya internet ile ulaşmak da önemli. Ülkenin potansiyeli ve durumu hakkında bilgiler ulaştırılıp onlara değer verildiği hissettirilmeli. Ülkenin politikacı ve yöneticilerinin çalışmaları da; , ülkenin gelişmesi yönünde olmalı ve geri dönüşü gönüllü hâle getirmeli.Yurt dışında eğitim alıp ülkelerine geri dönenlerinse gelir seviyeleri oldukça iyi olmasına rağmen asıl sıkıntıları ücret değil çalışma şartları oluyor. Bu durumda insanlar genellikle aile bağları nedeniyle ülkelerine geri dönüyorlar. Yurda dönenlerin morallerini yükseltip verimliliklerini artırmak için daha iyi olanaklar, daha fazla araştırma fırsatı, denizaşırı gelişmelerle daha yakın iletişim / temas, daha fazla yardım şart. Bugün birçok kişi iş imkânlarından dolayı mutsuz ve kendilerini kapana kısılmış hissediyorlar. Beyin göçünü azaltmak içinse sadece birkaç önemli tedbir alıp iyi idare ve liderlikle insanlara istenildiklerinin hissettirilmesi yeterli. Baran Kuytak BAŞAKŞEHİR LİSESİ 21 AKTÜEL Engellilik Nedir, Engelli Kime Denir? Her biri farklı anlam ifade etse de, toplumun geneli tarafından aynı anlamda kullanılmaktadırlar. Oysa ‘sakat’ kelimesi, vücudunda hasta veya eksik bir uzuv/organ olma halini, yani fizyoanatomik bir durumu ve vücudun organını kaybetmesi durumunu ifade ederken, ‘engelli’ kavramı, günlük yaşama dair temel planlamalar yapılırken sakatların mağdur duruma düşürülmesini ifade eder. Bir başka ifadeyle, herkesin kolayca yararlandığı haklardan yararlanamama durumunda sakatlığın değil, engellenmişliğin/engelleyenin sorunsallaştırılması için ‘engelli’ kavramı yaratılmıştır. Yalnız bizim dilimizde değil diğer birçok dilde de engelli ve engellilik anlamına gelen birden fazla sözcük bulunmaktadır. Örneğin; Türkçe’de genel düzeyde engelli, özürlü, sakat sözcükleri aslında aralarında anlam fakları olduğu halde aynı anlama gelmek üzere kullanılmaktadır. Genelde tüm engelliler için yaşanan bu karmaşa belirli engelli kümeleri için de geçerlidir. Örneğin; kör, âma, görme engelli, görme özürlü, az gören, vb. Bu sözcükler değişik anlamlar taşıdıkları gibi yer yer aynı anlama gelmek üzere de kullanılabilmektedirler. Bu da bir zihin karışıklığı yaratabilmektedir. Adlandırmadaki bu farklar, zaman zaman öyle çok tartışmaya neden olmaktadır ki, bu tartışmalar, gerçek sorunların önüne bile geçebilmektedir. Engellinin kim, engelliliğin de ne olduğu açık bir biçimde ortaya konmayınca, engellilere yönelik geliştirilecek politikaların, yasaların ve hizmetlerin kapsamı da belirsizleşmektedir. Bu belirsizlik de uygulamada pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Adlandırmadaki karmaşa ve tanım güçlüğü engellinin kendisini anlatmasını ve diğerlerinin de onları kolayca anlamasını zorlaştırmaktadır. Engelliliğin her zaman her yerde geçerli ölçülerle tanımını yapmak bir hayli güçtür. Bu yüzden olsa gerek literatürde çok değişik tanımları vardır. Birleşmiş Milletler Sakat Haklan Bildirgesinde “Kişisel ya da sosyal yaşantısında kendi kendisine yapması gereken işleri (bedensel ya da sonradan olma) her hangi bir noksanlık sonucu yapamayanlar” sakat olarak tanımlanmaktadır. Engelli sözcüğü genelde hareket yeteneği sınırlanmış bireyi çağrıştırmaktadır. Engellilik günlük yaşama katılmayı engelleyen, fiziksel işlevlerdeki bir sınırlılık hali olarak değerlendirilmelidir. Engelliliğin Oluşmasını Önlenebilir mi? Bir toplumda engellilerin varlığı onların toplumla bütünleşme gereksinimini ve sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bu ise oldukça zor ve karmaşık bir süreçtir. Oysa engellilik önlenebilirse, en azından sayıları çok daha aza indirilebilirse, engellilerin topluma kazandırılması konusu, günümüzdeki boyutlarda bir sorun olmaktan çıkacaktır. Engelliliğin nedenleri dikkatle incelenirse, bunların çok önemli bir bölümünün kaçınılabilir, önlenebilir nedenler olduğu görülecektir. Engellilik genelde kaynağına ve sebeplerine göre değişik şekillerde sınıflandırılmaktadır. Kaynağına göre sınıflandırıldığında, doğuştan gelen engellilik nedenleri arasında bir takım genetik nedenler, akraba evliliği, gebelik sırasında annenin karşılaştığı travmalar, hastalıklar, ilaç kullanımı, ışına maruz kalmak, annenin alkol ve madde bağımlısı olması, kötü beslenmesi gibi nedenler görülmektedir. Sayılan tüm bu nedenler kaçınılmaz, önlenemez durumlar değildir. Tıp bilimince ger- çekleştirilen araştırmalarla genetik nedenlerin bile en azından bir kısmı önceden bilinebilmektedir. Doğum sırasında ve sonrasında ‘kazanılan” engelliliğe gelince kötü ve yetersiz koşullarda gerçekleştirilen doğumlar, travmalar, yanlış uygulamalar vb. akla gelmektedir. Doğum sonrasında karşılaşılan olaylar arasında ise iş kazaları, ev kazaları, trafik kazaları, savaşlar, terör olayları, endüstriyel kazalar, deprem ve benzeri yıkım olayları, büyük sanayi kazaları v.b, temel engellilik nedenleri arasındadır. Bunların büyük çoğunluğunun da önlenebilir nitelikte nedenler olduğu anlaşılmaktadır. O halde “engellilik bir kader değildir”. Gerekli önlemler alındığında, bilinçli bir toplum yaratıldığında, engellilik büyük oranda önlenebilir. Engellilerin Toplumla Bütünleşmelerinin Önündeki Engeller Nelerdir? Yoksulluk: Engellilerin genel olarak toplumla bütünleşmesinin önündeki engellerden birisi ve belki de en önemlisi yoksulluktur. Yapılan araştırmalar, dünyanın her yerinde engellilerin çok büyük çoğunluğunun toplumun yoksul kesimlerinden geldiğini ve yoksulluk içinde yaşadıklarını göstermektedir. Bu belirleme gelişmiş/ endüstrileşmiş ülkeler için de geçerlidir. Kuşkusuz bu gerçek bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çok daha çarpıcı ve dramatik yönleriyle yaşanmaktadır Eğitim: Engellilerin toplumla bütünleşmesinin önündeki bir diğer engel de eğitim konusunda karşılaştıkları sorunlardır. Tüm ülkelerde eğitim sistemi, öncelikle, nüfusun engelli olmayan kesimi için planlanıp uygulanmaktadır. Böylece daha en baştan eğitim sistemi, engellileri dışlayan bir anlayışa sahip olmakta; daha sonra da engellileri eğitim sistemiyle bütünleştirecek çeşitli programlar geliştirilmeye çalışılmaktadır. Ulaşım, Fiziksel Çevre ve Konut Engellilerin topluma katılmalarının önündeki en büyük engellerden biri de ulaşım, fiziksel çevre ve konut sorunudur. Engellilerin içinde yaşadıkları fiziksel çevre, sahip oldukları fiziksel işlev bozuklukları/yetersizlikleri ve bunun yol açtığı sınırlamalar yüzünden büyük önem taşımaktadır. Toplumu tasarlarken, bir toplum modeli ortaya koyarken, içinde yaşanılan fiziksel çevreyi de o toplumun içinde yaşayan herkesi düşünerek tasarlamak gerekir. AKTÜEL Yaşanılan konuttan tüm kamusal yaşam alanlarına, ve ulaşım araçlarına kadar tüm çevresel unsurların engellilerin özellikleri ve gereksinimleri dikkate alınarak tasarlanmadığı bir gerçektir. Yollar, kaldırımlar, kamu binaları, parklar ve bahçeler, okullar, içinde yaşanılan konutlar, ulaşım araçları ve bunun gibi daha bir çok fiziksel çevre unsuru, engellilerin topluma katılmasının önünde ciddi birer engel oluşturmaktadır. Rehabilitasyon: Rehabilitasyon ve araç-gereç gereksiniminin yeterince karşılanamaması da engellilerin toplumla bütünleştirilmesinin önündeki en büyük engellerden birisidir. Bilindiği gibi rehabilitasyon çok genel olarak, yitirilen bir yeteneğin yeniden kazandırılması, yerine başka bir yeteneğin ‘ikame edilmesi” demektir. Her hangi bir sebeple engelli hale gelen birey önceden var olan işini artık yapamıyorsa ya o işi yapabilmek için “yeniden yeteneklendirilmesi = rehabilite edilmesi” gerekmektedir ya da bu İşi yapmak artık olanaklı değilse, yapabileceği yeni bir iş için (eğitilmesi) gerekmektedir. Engellinin Aile Yaşamı / Özel Yaşamı Topluma katılma, toplumla bütünleşme konusunda bir başka güçlük de, engellinin aile yaşamı / özel yaşamıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Fiziksel işlevlerindeki bozulma ya da bazı eksiklikler nedeniyle engellinin hareket yeteneği sınırlanınca, bu, onun özel yaşamına da bazı kısıtlamalar getirmektedir. Hatta sosyal hizmet kurumlarda sürekli bakım ve koruma altında olan engelliler için adeta özel yaşam yok denebilecek kadar azdır. Engelliye ait bir mekânın yokluğu ve kimi etkinliklerin yasaklanması gibi pek çok sınırlama özel yaşamı ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca engellilerin evlenmeleri ve aile kurmaları da diğer insanlara oranla daha güçtür; bu da onların toplumla bütünleşmelerini önemli ölçüde engellemektedir. İstihdam Sorunu Engellilerin toplumla bütünleşmesinin önündeki en önemli engel ise istihdam sorunudur. Çalışmanın gerek bireysel gerekse toplumsal refahın sağlanmasındaki önemi tartışmasız benimsenmektedir. Çalışmayı Özendirmenin hem bireysel hem de toplumsal açıdan sayısız; yararı olduğu söylenebilir. Öte yandan çağdaş anlayışın bir gereği olarak “çalışmak ve işsizlikten korunmak” bir insan hakkı olarak da değerlendirilmektedir. -Türkiye: 50 kişi ve üzerinde işçi çalıştıran kamu ve özelde 4 özürlü, 1 eski hükümlü 1 de terör mağduru çalıştırmak zorunda. Ücretlerde vergi muafiyeti var. Çalıştırmayanlara ise bin 266 ytl ceza kesiliyor. Cezalar fon’a aktarılıp özürlünün ihtiyaçları için harcanıyor. - Amerika: 1990 yılında çıkarılan amerikan özürlüler kanunu ile 15 ya da daha fazla işçi çalıştıran işverenlere özürlü işçi çalıştırma yükümlülüğü getirilmiş. - Almanya: 16 işçi çalıştıran işverenler, yüzde 6 oranında ağır derecede özürlü çalışan istihdam etmek zorunda. - Avusturya: 25 kişinin üzerinde işçi çalıştıran şirketlere yüzde 4 özürlü istihdamı zorunlu tutuluyor. - Belçika: kamu kurumlarında özürlü istihdamı zorunlu. özel sektör için zorunluluk yok ancak asgari gelirden indirim ve özel prim sistemi mevcut. - Fransa: 1987 tarihli kanuna göre özel ve kamuda 20’den fazla işçi çalıştıran işyerle ri için kota yüzde 6. ancak kurala uymayanların alternatif yükümlülüklerini yerine getirmesi şart. Örneğin, işverenin ya özürlülerle ilgili derneğe ya da özel eğitim görenlere mali yardımda bulunma gibi. - Hollanda: en az yüzde 3, en çok yüzde 7 oranında özürlü istihdamı zorunlu. - İngiltere:1995 yılında yürürlüğe giren (disability discrimination act dda1995), 1944 tarihli bir yasayla zorunlu istihdam öngörülmüş. “özürlü ayrımcılığı kanunu” ile çok geniş bir kesime koruma getirilmiş ve özürlülere yönelik ayrımcılık önemli yaptırımlara tabi tutulmuş. ayrıca ingiltere’de 20 ya da daha fazla işçi çalıştıran işverenlere yüzde 3 oranında eski hükümlü çalıştırma yükümlülüğü getirilmiş. M.E.B. ve özel eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı, tüm öğrencilerin birarada olduğu karma eğitim veren okulların yanı sıra aşağıda temel başlıkları sıralanan kurumlarda özel eğitim ve rehabilitasyon hizmeti vermektedir. - Görme Engelliler Okulları - İşitme Engelliler İlköğretim Okulları - İşitme Engelliler Meslek Liseleri - Ortopedik Engelliler İlköğretim Okulları - Ortopedik Engelliler Meslek Liseleri - Eğitilebilir Zihin Engelliler Okulları - Öğretilebilir Zihin Engelliler Okulları - Yetişkin Zihin Engelliler İş Eğitim Merkezleri - Otistik Çocuklar Eğitim Merkezleri - Kaynaştırmalı eğitim okulları - Bilim ve Sanat Merkezleri (BİLSEM) - Hastane İlköğretim Okulları - Rehberlik ve Araştırma Merkezleri (RAM) - İlk öğretim okullarında özel sınıflar - Sipastik özürlü ilköğretim ve orta öğretim okulları kapaklardan sağlanan gelirle engelli vatandaşlarımıza umut olmak adına sosyal bir proje özelliği aşıyor. kapaklardan elde edilen gelirle alınan tekerlekli sandalyeler anadolu yakası türkiye sakatlar derneği aracılığı ile ihtiyaç sahibi engelli vatandaşlara teslim edilecek. Sizlerin belediyemize ulaştırdığınız her plastik kapak engelli vatandaşlarımıza tekerlekli sandalye alınması için bir umut olacaktır. ENGELLİ ÜNLÜLER Eşref Armağan: 1953 İstanbul doğumlu olan Eşref Armağan, doğuştan görme engelli bir ressam. Yaşamı boyunca görmediği nesnelerin maket modellerine dokunarak onları başarıyla resmeder. Entrasan olan, hiçbir eğitim görmeyen Eşref Armağan’ın kendi kendine okumayazma öğrenmesidir. Boş zamanlannda dükkânda babasına yardım eder. 6 yaşındayken kalem ile kâğıt üzerine çizmeye başlar. Yağlıboya resimlere geçer. Daha sonra da akrilik boya ve tuale devam eder. Aşık Veysel Şatıroglu: 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesinde dünyaya gelen Aşık Veysel Şatıroglu, 1901 senesinde çiçek hastalığının salgın haline gelmesiyle gözlerini kaybeder. Önce sol Eşref Armağan gözünde ‘çiçek beyi’ çıkan Âşık Veysel’in sağ gözüne de perde iner. Bunların dışında Dilek Sabancı, Abraham Lincoln, William Shakespare, İsmet İnönü, Thomas Edison, Albert Einstein, Leonardo da Vinci, Thomas Edison, Ludwig Van Beethoven, Agatha Christine, Tevfik Fikret. Onların engelleri onlara engel olmamış. O halde biz de önlerine daha fazla engel koymayalım. Serra YEŞİLNUR Engelliler için düzenlenen kampanyalar Ataşehir belediyesi çevre koruma ve kontrol müdürlüğü tarafından başlatılan ‘’ataşehir tane tane kapak topluyor adım adım engelleri aşıyor’’ kampanyasına ilgi gün geçtikçe artıyor. Gördüğü ilgi nedeniyle Eylül 2010 tarihine kadar uzatılan ‘’ataşehir tane tane kapak topluyor adım adım engelleri aşıyor’’ sloganıyla başlattığımız bu kampanya, doğada 400 yıl gibi uzun bir sürede yok olan plastik kapakları geri dönüşüme kazandırmakla çevresel bir proje, kapaklardan sağlanan gelirle engelli vatandaşlarımıza umut olmak adına sosyal bir proje özelliği taşıyor. Kapaklardan elde edilen gelirle alınan tekeranya, doğada 400 yıl gibi uzun bir sürede yok olan plastik kapakları geri dönüşüme kazandırmakla çevresel bir proje, BAŞAKŞEHİR LİSESİ 23 ÇEVRE Gürültü Kirliliği Gürültü İnsanlar üzerinde olumsuz etki yapan ve hoşa gitmeyen seslere gürültü denir Özellikle büyük kentlerimizde gürültü yoğunlukları oldukça yüksek seviyede olup, Dünya Sağlık Örgütü’nce belirlenen ölçülerin üzerindedir. Gürültü Kirliliği Kent gürültüsünü artıran sebeplerin başında trafiğin yoğun olması, sürücülerin yersiz ve zamansız klakson çalmaları ve belediye hudutları içerisinde bulunan endüstri bölgelerinden çıkan gürültüler gelmektedir Meskenlerde ise televizyon ve müzik aletlerinden çıkan yük- 24 sek sesler, zamansız yapılan bakım ve onarımlar ile bazı işyerlerinden kaynaklanan gürültüler insanların işitme sağlığını ve algılamasını olumsuz yönde etkilemekte, fizyolojik ve psikolojik dengesini bozmakta, iş verimini azaltmaktadır. -Bir çevre problemi olarak ele alındığında; incelenebilen çevredeki gürültü seviyelerinin akustik, ölçüm ve tahmin yöntemleri ile belirlenmesinin yanı sıra, gürültünün çevre üzerindeki olumsuz etkileri de araştırılarak İnsan ve toplum sağlığı açısından kabul edilebilecek gürültü nitelik ve seviyelerinin belirlenmesi gerekmektedir. Tabiatıyla buna bağlı olarak gürültünün kontrol altına alınması çalışmaları da önem taşımaktadır. Gürültü kontrol mühendisliği adı altında toplanan teknik çalışmalar ile gürültüden toplumsal etkilenme analizleri son 20 yıldan beri çeşitli ülkelerde ve bilimsel kuruluşlarda yaygın biçimde sürdürülmektedir. Konunun çeşitli yönlerini ele alan ve her yıl gözden geçirilen uluslararası teknik standartlar yanında, millî gürültü kanun ve yönetmelikleri çıkarılmıştır. Bütün bu çabalara rağmen, gürültü kaynaklarının gelişmiş ülkelerde daha da çoğaldığı ve etkilenmenin giderek arttığı bir gerçektir. Söz gelimi OECD ülkelerinde 1960-1985 yılları arasında kara ulaşımının 3 kat, hava ulaşımının 2 kat arttığı ve dolayısıyla ulaşım gürültü düzeyinin 65 dBA’mn üzerinde bulunduğu bölgelerde 130 milyon, 65-50 dBA arasında bulunduğu bölgelerde 300 milyondan fazla insanın gürültüden olumsuz yönde etkilendiği belirlenmiştir. Gürültünün insan üzerindeki etkilerini 4’e ayırabiliriz: 1 Fiziksel Etkileri: Geçici veya sürekli işitme bozuklukları 2 Fizyolojik Etkileri: Kan basıncının artması, dolaşım bozuklukları, solunumda hızlanma, kalp atışlarında yavaşlama, ani refleks 3 Psikolojik Etkileri: Davranış bozuklukları, aşırı sinirlilik ve stres 4 Performans Etkileri: İş veriminin düşmesi, konsantrasyon bozukluğu, hareketlerin yavaşlaması Gürültüye maruz kalma süresi ve gürültünün şiddeti, insana vereceği zararı etkiler Endüstri alanında yapılan araştırmalar göstermiştir ki; işyeri gürültüsü azaltıldığında işin zorluğu da azalmakta, verim yükselmekte ve iş kazaları azalmaktadır Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre; meslek hastalıklarının %10’u, gürültü sonucu meydana ÇEVRE Bİr çevre problemi olarak ele alındığında; incelenebilen çevredeki gürültü seviyelerinin akustik, ölçüm ve tahmin yöntemleri ile belirlenmesinin yanısıra, gürültünün çevre üzerindeki olumsuz etkileride araştırılarak İnsan ve toplum sağlığı açısından kabul edilebilecek gürültü nitelik ve seviyelerinin belirlenmesi gerekmektedir. gelen işitme kaybı olarak tespit edilmiştir Meslek hastalıklarının pek çoğu tedavi edilebildiği halde, işitme kaybının tedavisi yapılamamaktadır Bazı Gürültü Türlerinin Desibel Dereceleri ve Psikolojik Etkileri Gürültü Türü Db Derecesi Psikolojik Etkisi Uzay Roketleri 170 Kulak ağrısı sinir hücrelerinin bozulması Canavar Düdükleri 150 Kulak ağrısı sinir hücrelerinin bozulması Kulak dayanma sınırı 140 Kulak ağrısı sinir hücrelerinin bozulması Makineli delici 120 Sinirsel ve psikolojik bozukluklar (III Basamak) Motosiklet 110 Sinirsel ve psikolojik bozukluklar (III Basamak) Kabare Müziği 100 Sinirsel ve psikolojik bozukluklar (III Basamak) Metro gürültüsü 90 Psikolojik belirtiler (II Basamak) Tehlikeli bölge 85 Psikolojik belirtiler (II Basamak) Çalar Saat 80 Psikolojik belirtiler (II Basamak) Telefon zili 70 Psikolojik belirtiler (II Basamak) İnsan sesi 60 Psikolojik belirtiler (I Basamak) Uyku gürültüsü 30 Psikolojik belirtiler (I Basamak) Çeşitli Kullanım Alanlarının Kabul Edilebilir Üst Gürültü Seviyeleri Kullanım Alanı Ses Basıncı Düzeyi (gündüz) dBA Dinlenme Alanları Tiyatro Salonları 25, Konferans Salonları 30, Otel Yatak Odaları 30, Otel Restoranları 35, Sağlık Yapıları Hastaneler 35, Konutlar Yatak Odaları 35, Oturma Odaları 60, Servis Bölümleri (mutfak, banyo) 70, Eğitim Yapıları Derslikler, Laboratuarlar 45, Spor Salonu, Yemekhaneler 60, Endüstri Yapıları Fabrikalar (küçük) 70, Fabrikalar (büyük) 80… Gürültüyü Azaltmak İçin Alınabilecek Tedbirler: • Hava alanlarının, endüstri ve sanayi bölgelerinin yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde kurulması, • Motorlu taşıtların gereksiz korna çalmalarının önlenmesi, • Kamuoyuna açık olan yerler ile yerleşim alanlarında elektronik olarak sesi yükseltilen müzik aletlerinin çevreyi rahatsız edecek seviyede olmasının önlenmesi, • İşyerlerinde çalışanların maruz kalacağı gürültü seviyesinin en aza (Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde belirtilen sınırlara) indirilmesi, • Yerleşim yerlerinde ve binaların içinde gürültü rahatsızlığını önlemek için yeni inşa edilen yapılarda ses yalıtımı sağlanması, • Radyo, televizyon ve müzik aletlerinin evlerde rahatsızlık verecek seviyede seslerinin yükseltilmemesi gerekmektedir. Sema DUMAN 12 B BAŞAKŞEHİR LİSESİ 25 PORTRE Ekranlardan da zihinlerden silinmeyen simalar l a m e Ali K l a n u S (1944-2000) Türk sinemasında başta İnek Şaban tiplemesi olmak üzere canlandırdığı pek çok tiple sevenlerinin kalbinde taht kuran Kemal Sunal, 7’den 70’e herkesin sevgisini kazandı. 26 BAŞAKŞEHİR LİSESİ T ürk tiyatro ve sinema sanatçısı. Türk Sineması’nın en büyük komedyenlerinden biri olan Sunal, peş peşe çevirdiği filmlerle büyük başarı kazandı. Babası, Malatya doğumlu, Migros’tan emekli Mustafa Sunal; annesi Saime Sunal’dır. Kemal Sunal’ın, Cemil Sunal ve Cengiz Sunal adında iki kardeşi vardır. 1981 yılında Ankara BandoMızıka birliğinde askerliğini yaptı.. Sanat hayatı, Vefa Lisesi’nde amatör olarak “Zoraki Tabip” adlı tiyatro oyunuyla başladı. 1 yıl kadar Kenterler Tiyatrosu’nda çalıştıktan sonra uzun süre Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda, kısa süre Ayfer Feray Tiyatrosu’nda, son olarak da Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda görev aldı. 1973 yılında Ertem Eğilmez’in yönettiği “Tatlı Dillim” adlı filmle sinemaya adımını attı ve kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başladı. Türk sinemasında başta İnek Şaban tiplemesi olmak üzere canlandırdığı pek çok tiple sevenlerinin kalbinde taht kuran Kemal Sunal, 7’den 70’e herkesin sevgisini kazandı. 1974 yılında evlendi. Ali ve Ezo adlarında, biri kız diğeri erkek iki çocuğu oldu. 1977’de Antalya Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Sunal, oyunculuğu ve özellikle değişik tiplemesiyle Türk sinemasında komedi oyunculuğuna yeni bir soluk getirdi. 1990’lı yıllardan itibaren filmleri kesintisiz olarak televizyonlarda yayımlanmaya başlandı; ama kendisi bu gösterimlerden hiç para almadı. 12 Eylül öncesi dönemde yarım bıraktığı üniversiteyi, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nden mezun olarak 1995 yılında bitirdi ve yüksek lisans yapmaya başladı. Hayatı boyunca toplam 82 filmde rol aldı. 3 Temmuz 2000 tarihinde Balalayka adlı filmin çekimlerine başlamak için Trabzon’a gitmek üzere bindiği uçakta kalkıştan hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. HABABAM SINIFI YASTA Sunal’ın rol aldığı ve Türk sinemasının klasik filmleri arasında yer alan Hababam Sınıfı’ndan rol arkadaşı sanatçı Münir Özkul, yaptığı açıklamada, “Çok, çok, çok üzgünüm. Şoktayız. Sanatçılığının ötesinde çok iyi dostumdu.” demişti PORTRE (Kendi kaleminden) “1944’de İstanbul’da doğdum. Lise son sınıftayken felsefe öğretmenim Belkıs Balkır, elimden tuttuğu gibi beni Müşfik Kenter’e teslim etti. Bu arada üniversiteye başladım. Bir süre sonra turneler nedeni ile öğrenimime ara vermek zorunda kaldım. Kent Oyuncuları’ndan sonra sırasıyla Ulvi Uraz Tiyatrosu, Ayfer Feray Tiyatrosu ve en son Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda oynadım. 1972 yılında Ertem Eğilmez’in beni beğenip seçmesiyle sinemaya adımımı attım. Özel televizyonların yaygınlaşması üzerine diziler yaptım. Bu sıralarda da üniversiteyi bitirmeyi ve böylece gençlere örnek olmayı kafama koymuştum. Çünkü Türkiye’nin okuyan insana ihtiyacı vardı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü’nü 1995 yılında bitirdim. Bu da yetmez deyip yüksek lisans öğrenimimi de tamamladıktan sonra tez müddetim başladı. Bundan sonra da çok özlediğim tiyatroyu ve sinemayı birlikte yapmayı planlıyorum...” BAŞAKŞEHİR LİSESİ 27 SAĞLIK Çölyak Hastalığı Nedir? Çölyak hastalığının tanımı Çölyak hastalığı “Glutein” proteinine karşı vücudun geliştirdiği tepkiden dolayı oluşur. Glutein proteini arpa, buğday, çavdar ve yulaf gibi tahıllarda bulunur. Çölyak hastalığı da bu tahılların alınmasıyla gelişir. İnce bağırsaklarda ortaya çıkan bu hastalık nedeniyle bağırsak duvarları düzleşir ve besin emilimini tam anlamıyla yapamaz. Normalde bağırsak duvarları bir havlunun yüzeyi gibi pütürlüdür. Bu pütürler sayesinde ince bağırsak sindirilmiş besinleri emerek kana karıştırır. Çölyak hastalığı nedeniyle pütürlü yapısını kaybeden ince bağırsak hızla düzleşir ve insanda hastalık etkileri görülmeye başlar. Çölyak hastalığı ve etkileri Karın şişliği ve gelişim bozuklukları en büyük etkilerdendir. Kaslarda güçsüzlüğe bağlı olarak titreyen eller ve kollar, ciltte solma, dışkıda parlak ve yağlı görünüm çölyak hastalığının diğer belirtilerindendir. Bütün bu belirtilerin yanında kusma ve vücudun şişmesi ile birlikte görülen iştahsızlık, bir kişide çölyak hastalığından şüphelenilmesi için yeterlidir. Kesin teşhis. Çölyak hastalığının kesin teşhisi ince bağırsaktan alınan parçaya bakılarak yapılır bunun yanında kan değerleride çölyak hastalığının teşhisinde yardımcı faktörlerdendir. Aslına bakarsanız bütün bu bilinenlere rağmen çölyak hastalığı kolayca teşhis edilebilecek bir hastalık değildir. Çölyak hastalığının tedavisi. Bu hastalık hakkında kötü bir durum tam olarak bir tedavi şeklinin geliştirilememiş olmasıdır. Buna rağmen iyi bir perhiz ve sıkı diyet bu hastalıkla savaşta bizlere destek olan durumlardır. Bir kişiye çölyak teşhisi konduğunda hiç vakit kaybetmeden tahıl ve tahıl ürünleriyle beslenmenin kesilmesi ve bu besinlerin yaşam boyunca alınmaması gerekir. Sorular ve cevaplar. Soru: Mesela haftada bir kere diyeti bozsam ve gluteinli yiyeceklerden yesem 28 BAŞAKŞEHİR LİSESİ olur mu? Cevap: Bu diyeti ömrünüz boyunca uygulamalısınız. Bir kere dahi bozmanız oldukça sakıncalı durumlar ortaya çıkartabilir. Soru: Diyetimde tam olarak nelere dikkat etmeliyim? Cevap: Öncelikle buğday, arpa, çavdar ve yulaf gibi tahıllar ve bunlardan yapılan makarna, pasta, börek, ekmek gibi hamur işlerinden uzak durmalısınız. Bütün bunlara ilaveten yeşil çekirdeklerden de uzak durmalısınız. Çok yağlı, yağda kızartmalar, hayvansal yağlar, alkollü içecekler, baharatlar, et, sebze konservesi ve salça yenmesi kesinlikle yasaktır. Soru: çölyak hastasıyım. Hangi tür besinlerle beslenmeliyim? Cevap: Mesela mısır, pirinç, patates ve bunların unundan yapılmış ürünler yenilebilir. Bunların yanı sıra; taze meyve, sebze, yağsız et av eti, deniz ürünlerinden balık çeşitleri, yağsız kümes hayvanı, yumurta, süt, şeker, bal ve taze olmak kaydıyla baharatlar yenilebilir. Çölyak hastalığı ve şifalı bitkiler. Kestane bu hastalar için çok değerli bir besindir çünkü çölyak hastaları ekmek yiyemediği için alamadıkları B grubu vitaminleri kestaneden alabilirler. Diğer yandan bağırsakları kuvvetlendiren fakat glutein içermeyen gıdalarda sıkca tüketilmelidir. Çölyak hastalarının vazgeçmemesi gereken kuru besinler den bazıları ceviz, fındık, kuru incir ve kuru üzüm şeklinde sıralanabilir. Çölyak sindirim sistemi hastalığıdır. Yenilen yiyeceklerde bulunan besinlerin emilmesini önleyen ve ince bağırsakta hasar oluşturan hastalıktır. Bağırsakta sindirim yapmayı sağlayan villus denilen yapının bozulmasına etki eder. Belirtileri: Belirtileri her yaş türünde farklıdır. Çocuklarda olan çölyak hastalığının belirtileri daha olumsuz iken yetişkinlerde ise çocuk- lara oranla belirtiler daha hafif olarak nitelendirilebilir. Çocuklarda: *Boy uzamasının durması *İshal *Kusma *Karında şişlik *İştah olmaması *Kilo alamamak Yetişkinlerde: *Anemi *Boy uzamaması *Kemik inceliği *Bazı karaciğer hastalıkları Çölyak hastalığı genetik hastalıktır. Yani ailede çölyak hastalığının diğer nesillerede geçme olasılığı vardır. Çölyak hastalığı bazen çocuklu yaşlarda ortaya çıkarken bazende erişkin yaşlarda ortaya çıkabilir. Bu hastalığı tetikleyen etmenler olabilir. Stres, hamilelik, geçirilen ameliyat çölyak hastlaığını tetikleyebilecek unsurlar olabilirler. Tedavisi: Çölyak hastalığı için doktora başvurulduğu zaman gluten içeren besinlerden uzak durulması gerektiğini vurgulayacaktır. Nedir bu gluten içeren besinler; buğday, arpa, yulaf, çavdar bazı gluten içeren besinlerdendir. Kesinlikle bunların ömür boyu tüketilmemesine dikkat edilmesi gerekir. Bu bağlamda normal ekmek, makarna, börek, pasta gibi gluten içeren gıdalardan uzak durmak gerekir. Hastalığın en kötü yanlarından biride günlük hayatta çok sık tüketilen bu gıdalardan uzak durulması olsa gerek. Çölyak hastalığı bağırsaklarda besin maddelerinin sindiriminin ve emiliminin bozulmasına yol açan bir hastalıktır. Çölyak hastalığı olan insanlar; buğday, arpa, çavdar ve bir dereceye kadar da yulafta da bulunan bir protein olan ‘gluten’ e karşı hassasiyet gösterirler. Bu kişiler gluten içeren gıdalarla beslendiklerinde ince bağırsaklarında oluşan immunolojik reaksiyonlar sonucu hücrelerde iltihap ve hasar oluşturur. Oluşan bu hasar sonrasın- SAĞLIK Kolay çürüme (K vitamin eksikliği) Sinir hasarı =periferik nöropati (B12 ve B1 vitamin eksikliği) Kısırlık (adet bozukluğu, düşükler) Kas güçsüzlüğü (potasyum, magnezyum yetersizliği) Saç dökülmesi İştahsızlıktır. Teşhis ve tedavisi da besin maddelerinin sindirimi ve emilimi bozulacağından, ishal ve zamanla vücutta bazı maddelerin eksikliği ortaya çıkar. Çölyak hastalığı genetik bir hastalıktır ve hastaların yüzde10 kadarında ailede çölyak hastalığı olan başka bireyler vardır. Çift yumurta ikizlerinde yüzde30 oranında görülürken, tek yumurta ikizlerinde görülme oranı yüzde70’tir. Bazı viral enfeksiyonlar ve stres durumları hastalığın ortaya çıkmasına sebep olabilir. Her yaşta ortaya çıkarsa da 8-12 aylık çocuklarda ve 30-40 yaş aralığında daha sıktır. İleri yaşlarda da ortaya çıkabilmektedir. “Latent” veya “sessiz çölyak” hastalığı ise, bu hastalığa ait tipik bulguların olmadığı fakat kalıtsal yatkınlığı olan hastalar için kullanılan bir terimdir. Bu hastalarda zamanla çölyak hastalığı yerleşir. Belirtileri nelerdir? Emilim ve sindirim bozukluğunun derecesine bağlı olarak Çölyak hastalığı çocuklarda ve erişkinlerde farklı belirtilerle kendini gösterir. Çocuklarda gelişme ve büyüme geriliği çölyak hastalığının erken bulgusu olabilir. Karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal, huysuzluk, uyuklama, davranış bozuklukları ve okulda başarısızlık görülebilecek diğer belirtilerdir. Bulguların ortaya çıkması ve şiddetlenmesi yıllar sürebilir. Çölyak hastalığı erişkinlerde genellikle 3040 yaş civarında ortaya çıkarsa da daha ileri yaşlarda da görülebilir. Hastalıklı kişilerde belirtiler iki şekilde kendini gösterir: Emilim bozukluğuna bağlı olanlar Besin, mineral ve vitamin eksikliğine bağlı olanlardır. Hastalarda temel besin kaynakları olan; protein, karbonhidrat ve yağ emilimi bozulmuştur ve en ciddi emilimi bozulan ise yağlardır. Yağ emiliminin bozulması sonucu hastalarda ishal ve şişkinlik şikayetleri ortaya çıkabilir. Karbon hidrat emilim bozukluğu sonucu ise hastalarda laktoz intoleransı ortaya çıkar, bu durum sütlü yiyecekler sonrası hastalarda karın ağrısı ve şişkinlik gibi şikayetlere neden olabilir. Hastalarda beslenme bozukluğu, vitamin ve mineral yetersizliğine bağlı olarak; Zayıflama ve ödem Kansızlık (demir ve B12 vitamin eksikliği) Kemik erimesi (osteoporoz) Çölyak hastalığından şüphelenildiğinde, ayrıntılı bir muayeneden sonra bazı kan ve dışkı testleri istenir. Kalsiyum, magnezyum, potasyum, protein, kolesterol, B12 vitamini, A vitamini, folik asit ve demir gibi bu hastalıkta vücutta eksilebilecek bazı maddelerin kandaki seviyelerinin ölçülmesi, tam kan sayımının yapılması ve iltihap belirteçlerinin kontrol edilmesi yanında; çölyak hastalığının teşhisinde kullanılan bazı testlerin de yapılması gerekir. Çölyak hastalığının tanısında mutlaka yapılması gereken bir diğer inceleme, ince bağırsak mukoza biyopsisidir. Özellikle belirgin kilo kaybı, karın ağrısı, kansızlık, gece terlemeleri ve kanama gibi bulguları olan hastalarda bu incelemelerin yapılması ve gerektiğinde bilgisayarlı batın tomografisi gibi başka görüntüleme yöntemlerine başvurulması gerekebilir. Erken dönemde teşhis edilmediğinde çölyak hastalığı ciddi problemlere yol açabilir. Yukarıda tarif edilen bulgulara benzer şikayetleri veya ailesinde çölyak hastalığı öyküsü olanların bir iç hastalıkları uzmanı veya gastroenteroloji uzmanına başvurmaları gerekir. Çölyak hastalığı olanların yüzde10 kadarında; anne, baba, kardeş veya çocuklarında da aynı hastalık görülebilir. Gebelik döneminde kansızlığı belirgin ölçüde şiddetlenen kadınların çölyak hastalığı yönünden araştırılması gerekir. Çölyak hastalığında tedavinin temelini sıkı bir glutensiz diyet uygulanması oluşturur. Bu amaçla gluten içeren tahıl ürünleri (buğday, arpa ve çavdar) kullanılarak yapılan gıda maddelerinin kesinlikle yenmemesi gerekir. Pirinç, mısır, patates ve soya unundan yapılmış ürünler yenilebilir. Meyve, sebze, yumurta ve et ürünlerinin yenmesinde sakınca yoktur. Gluten içermeyen bir diyetin uygulanması normal beslenmeye göre daha pahalı, güç ve sıkıcı olabilir. Bu nedenle kesin tanı konulmadan bu tür bir diye- tin uygulanması tavsiye edilmez. Bu hastalarda laktoz eksikliği (laktoz intoleransı) de olabildiğinden başlangıçta süt ve sütlü gıdaların alınmaması önerilir. Glutensiz diyete başlanmasından günler sonra şikayetlerde azalma görülmeye başlar. Şikayetlerin tamamıyla ortadan kalkmasına rağmen bağırsak mukozasının tamam olarak iyileşmesi bazen 2 yıl kadar sürebilirse de bağırsak mukozasındaki iyileşme genellikle 3-6 ay içinde gerçekleşir. Çölyak hastalığında ilaç tedavisi yoktur Sıkı bir glutensiz diyet uygulayan hastalarda hastalık genelde iyi bir gidiş gösterir. Tedavi edilmeyen vakalarda uzun dönemde (20-30 yıl) ortaya çıkabilecek ciddi bir hastalıklar arasında; ince bağırsak lenfoması, ince bağırsak ülserleri ve kollajenöz çölyak hastalığı sayılabilir. Sıkı diyet ile kansere dönüşüm engellenebilir. Prof. Dr. Yavuz Baykal Memorial Hastanesi İç Hastalıkları Bölüm Koordinatörü Çölyak Hastalığı Çölyak, genetik kökenli bir ince bağırsak alerjisidir. Bu alerjinin buğday, arpa, yulaf ve çavdar gibi tahıllarda bulunan ve günümüzde pek çok gıdada (bisküvi, reçel gibi) kıvam verici madde olarak kullanılan, gluten adlı proteine karşı ince bağırsağın ömür boyu süren bir hassasiyet göstermesinden kaynaklandığını belirtiliyor. Uzmanlar çölyak hastalığını: “Yediğimiz her yiyecek yemek borusundan mideye, mideden ince bağırsağa, oradan da kalın bağırsağa gider. Midede hazmedildikten sonra sağlığımız için gerekli olan tüm besin maddeleri ince bağırsakta bulunan villus çıkıntıları sayesinde emilerek kana karışır. Villuslar olmadan vücut hiçbir besin maddesini ememez. Derya EROL BAŞAKŞEHİR LİSESİ 29 SAĞLIK Her İnsan Kendi Temizliğinden Sorumlu Olmalıdır. Hijyen nedir, ne önemi vardır? S ağlığa zarar verecek ortamlardan korunmak amacıyla yapılacak uygulamalar ve alınan temizlik önlemlerinin tümüne hijyen denir. Her insan kendi temizliğinden sorumlu olmalıdır. Çocuk yaşlarda anne, baba ve öğretmenler tarafından çoğu zaman bizzat yapılarak öğretilen temizlik uygulamalarının, çocukluktan sonra bireyin kendisi tarafından yapılması gerekmektedir. Örneğin; tuvaletten sonra hiçbir şeye dokunmadan ellerin yıkanması bir alışkanlık olmalıdır. Temizliğin sadece görünür kirlenme olduğunda yapılması yeterli değildir. Örneğin; uykudan uyanınca yüzün yıkanması, çamaşırların değiştirilmesi, gündelik temizlik uygulamalarıdır. Temiz insanın tabiatı zinde, vücudu sağlamdır. Her gün bayağı, pis işlerle uğraşan insan, çok kere kirlenir, pislenir. Bunlardan temizlenmesi gerekir. Çünkü kirlilik, pislik çeşitli hastalıklara sebep olduğu gibi, insanların rahatını, huzurunu da kaçırır. Öyle haller vardır ki, insanın pislenmemesi, kirlenmemesi mümkün değildir. Temizliğin en önemli iki maddesi su ve sabundur. Gelişmiş toplumlarda kişisel temizlikte en fazla kullanılan malzemelerin başında su ve sabun gelmektedir. Bununla birlikte banyo süngerleri, lifleri, diş fırçaları, el ve ayak temizliği ile vücut temizliğinde kullanılan fırçalar, tırnak makası ilk akla gelen temizlik araçlarıdır. Bunların tümü başkalarıyla paylaşılmaması gereken, kişisel temizlik araçlarıdır. El Temizliği Vücudumuzun en fazla kirlenen ve gözle görülmeyen zararlı mikroorganizmalarla en çok karşılaşan bölümleri ellerimizdir. Bulaşıcı hastalıkların yayılmasını, çatlakların oluşumunu önlemek için en etkin yöntemlerden biri el temizliğini sağlamaktır. Kötü el hijyeni ve yetersiz el yıkama yılda milyonlarca Gastrointestinal hastalık görülmesine, onbinlerce Hepatit-A olgusuna ve ölümlere neden olduğu, başta Rota virüs olmak üzere tüm hastalık yapıcı etmenlerin bu yolla bulaştığı bir gerçektir. Bilhassa tuvalet öncesi ve sonrası, yemek yemeden önce el yıkamaya bu nedenle önem verilmeli ve el yıkama bir alışkanlık haline getirilmelidir. Tırnak temizliği ve bakımı da olduk- ça önemli bir konudur. Sağlıklı bir tırnak haftada 1 milimetre kadar uzar. Şeffaf, pürüzsüz, hafif kabartılı, tırnak dipleri pembe renkli ve uçları yarı şeffaf olmalıdır. Tırnağı saran deri düzgün olmalıdır. Tırnak uçları tıpkı eller gibi mikroorganizmalar için güzel bir yerleşim alanıdır. Bu sebeple tırnaklar çok uzamadan kesilmeli ve fırçalanarak temizlenmelidir. Tırnaklar yeterli şekilde temizlenmediğinde mantar, dolama, soyulma, kırılma ve çatlaklar rahatlıkla oluşabilir. El tırnakları oval, ayak tırnakları kare şeklinde kesilir. Kesme işleminden sonra da eller ve özellikle tırnak çevresi özenle yıkanmalıdır. Oje, aseton ve cilalar tırnaklarda soyulma ve kurumaya neden olduğundan gereğinden fazla kullanılmamalıdır. Vücut Temizliği Vücut temizliği derinin kir ve salgılardan arındırılması için, sabun ve 37-38 oC sıcaklıktaki suyla yıkanmasıdır. Her gün, değilse iki günde bir, en geç haftada bir defa yıkanmalıdır. Su ile temasın vücudun elektrik yükünü dengelediği, ılık/sıcak suyla yıkanmanın asabî ağrıları azaltıp giderdiği, çeşitli romatizmal hastalıklara iyi geldiği, günlük gerginlikleri azalttığı, ferahlık ve zindelik verdiği, kan dolaşımını uyardığı, cilt sağlığına iyi geldiği bilinmektedir. Bu faydaların bir kısmı, soğuk duş/banyo ile de temin edilebilmektedir. Soğuk duş alamayanların, hiç olmazsa ılık-sıcak duştan sonra el, kol, yüz, ayak ve bacaklarını soğuk suya tutmaları faydalı olur. Aşırı sıcak su ile temas ve aşırı keselenme cilt sağlığını bozar. Temizlenmede herkesin kullandığı havuzlardan uzak durulmalı, tedavi maksatlı olanlar dışında durgun su ve küvette yıkanmamalıdır. Uzakdoğu ve Batı’da küvet ve fıçı gibi durgun suda yıkanma alışkanlığı yaygındır. Temizlik ve sağlık için uygun olanı duş tarzındaki yıkanmadır. Mutlu ÇAYLAK YURDUM KÖŞESİNDEN “Fıratın Koynunda Yatan, Aziz Şehir El-Aziz” Elazığ, Doğu Anadolu da Tarihi Harput Kalesinin bulunduğu tepenin eteğinde kurulmuş bir şehirdir. Deniz seviyesinden 1067 metre yükseklikte bulunan şehir hafif meyilli bir zemin üzerindedir. Elazığ’ın yerleşim yeri olarak tarihi yeni olmakla beraber bölgenin tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle Elazığ tarihini, Harput un tarihi ile birlikte ele almamız gerekir. Harput ve çevresi, 26 Ağustos 1071 Malazgirt muharebesinden sonra kesin olmamakla beraber 1085 yılında Türklerin eline geçmiştir. Bu ise Selçuklular devrine rastlamaktadır. Harput’un ilk Türk hakimi Çubuk Bey’dir. Çubuk Bey, burada diğer Selçuk ümerası gibi Selçuklu Sultanına bağlı olmak şartıyla bir Hükümet kurmuştur. Osmanlı devletinin son yıllarında Malatya ve Dersim Sancakları da buraya bağlanmış 1921’de bu iki sancakta Elazığ’dan ayrılmış- 32 BAŞAKŞEHİR LİSESİ tır. Sultan Abdülaziz’in tahta çıkısının 5. yılında Hacı Ahmet İzzet Pasa devrinde buraya tayin edilen Vali İsmail paşanın teklifi ile 1867 yılında “Mamurat-ül -Aziz” adı verilmiştir. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında kısaca “EL AZİZ” olarak söylenegelmiştir. Atatürk’ün 1937 yılında şehre teşrifleri sırasında “Azık İli” anlamına gelen “ELAZIK” adı verilmiş, bu isim daha sonra “ELAZIĞ” ’a dönüşmüştür. Çayda Çıra Oyunu: Bu oyun, Elazığ’ın Harput Bucağından derlenmiştir. Oyun “Mumlu Dans” namıyla dünyaca tanınmaktadır. ”Çayda Çıra” oyunu hakkında çeşitli efsaneler vardır. Ancak, bunlar dilden dile dolaşan çeşitli halk masallarına benzemekte ve diğer şehirlerimizde anlatılan efsanelerin bir varyantı ya da değişikliğe uğramış bir şekli olarak anlatılmaktadır. Oyun, orijini itibariyle aydınlatma amacı güdülerek ortaya çıkmıştır. Araştırmamızda halk arasında söylenen çeşitli efsaneler tespit ettik. Bunlardan bir örnek: Efsaneye göre Hazar Gölü kenarında bir köyde birbirini seven iki genç, gizlice buluşmaktadırlar. Erkeğin buluşma yerine gidebilmesi için gölü yüzerek geçmesi gerekmektedir. Buluşma gece olduğundan, kız çıra (Dındik) yakarak gence yerini belli YURDUM KÖŞESİNDEN etmektedir. Genç ise, ışığa doğru yüzmekte ve böylece sevgililer buluşmaktadır. Bu durumu sezen kızın babası, buluşmanın yapılacağı bir gün erkeğin yüzerek gölün ortalarına geldiği sıralarda çırayı söndürür ve genç sevgilinin gölde boğulmasına sebep olur. Bunu fark eden kız da kendini suya atar, o da kaybolur. Bunun üzerine bütün köylü toplanarak ellerindeki “Çıra” larla iki sevgiliyi aramaya başlarlar. Efsaneye göre, bu olay üzerine ağıtlar yakılmış, türküler söylenmiş ve çıra ile arama olayı oyunlaşarak günümüze kadar gelmiştir. Giyim Tarzı Şehir merkezinde kadınlar modern giyimi takip ederler. Bununla birlikte orta yaşın üzerindeki kadınların manto giyip başlarına örtü taktıkları görülmektedir. Erkek Giyimi : Başa fes takılır, astane mendil büyüklüğünde “Puşu” takılır. Yaşlılar yazma bağlarlar. Paçaları dar, üst kısmı geniş, beli uçkur ile büzülen çuha şalvar giyilir. Düz beyaz veya siyah-beyaz renkte çizgili, pamuklu kumaştan, içlik veya giyme adı verilen bir iç gömlek giyilir. Bu gömlek kollu, yakasız veya hâkim yakadır. Gömleğin üzerine şalvarın kumaşından “avcı yeleği” denilen bir yelek giyilir. Bele beyaz ipek veya şa1 adı verilen “acem kuşağı” bağlanır. Ayağa poçikli çarık ve yün örme çorap giyilir. Kadın Giyimi : Harput kadınının en eski giysi tipidir. Bu tip giysiyi bugün dahi dağ köylerinde görmek mümkündür. Yaklaşık 150-200 sene öncesinde bu tip giysi hâkimdi. Bu giysi üç parçadan meydana gelmiştir. 1)- Şalvar İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmakta ve iç kısmı astarlanmaktaydı. Şalvarın boyu oldukça uzun o- lup bilek kısımlarına kaytan geçirilmekte ve diz altından bağlanmaktadır. Böylece şalvar bir etek görünümünde dökümlü olarak ayak bileklerine inmektedir. Şalvarın bel kısmı da uçkurla büzülmektedir. 2)-İçlik İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmaktaydı. Yakası yuvarlak, önü açık, kopça ile iliklenmektedir. İçliğin yanları yırtmaçlıdır. 3)- Üçetek NOT: Oyun giysilerinde kullanılan takılar şunlardır: Göğüs üzerine çaprazlama dizilen beşibirlik dizisi, camdan bilezik “Şeve” gümüş veya altın küpe ile yüzük kullanılır. Yemekler Kelecoş: Salçanın ve soğanın yağda kızartılmasıyla soğaraç elde edilir. Soğaraca kurut ayranı ilave edilir. Bu karışıma tandır ekmeği doğranır ve üzerine dağlanmış tereyağı dökülerek servise sunulur. Lobik Çorbası: Pamuk ve bostan tarlalarının civarına ekilen lobik, fasulye gibi olup küçük tanelidir. Bir tencerede önceden zifiri (soğraç) yapılır, üzerine su ilave edilip kaynatılır. Lobik ve döğme temizce yıkanır, tencereye bırakılır, 1-2 kaynar geldikten sonra çorba servise hazır hale gelir. Harput Köfte (İri Köfte): Dilinmiş kuru soğan, maydanoz, toz biber, tuz, yağs ı z kıyma, ufak bulgur biraz suyla bir leğende iyice yoğrulur. Fındıktan biraz büyük parçalara bölünerek bir kaba, başparmakla işaret parmağı arasında sıkıştırılarak tek tek tekerlek şeklinde dökülür. Ayrı bir tencerede kaynayan yağlı ve salçalı suya katılarak pişirilir. Sırın: Taze yufka (yuha) ekmeği rulo haline getirilip 3 cm eninde parçalar haline getirilerek bir tepsiye dizilir. Tepsiye dizilen ekmeklerin kesik tarafı tepsiye dik gelecek şekilde ve sıkıca dizilmesine dikkat edilmelidir. Üzerine daha önce hazırlanmış bolca sarımsaklı yoğurt dökülür ve eritilmiş tereyağı HARPUT KALESİ (SÜT KALESİ): Kale Harput’un güneydoğusunda ovaya hakim yalçın kayalar üzerinde bulunmaktadır. Coğrafi durumu bakımından tarih boyunca önemli bir kale olarak bilinmektedir. Kale’nin ön yüzü yaklaşık 75 - 80, güneyi 150 - 200, yanları ise 400 - 450 metre arasında olup, yüksekliği yer, yer değişmektedir. Kalenin asıl yapısı M.Ö. takriben 900. yıla aittir. Urartular devrinde yapıldığı bilinmektedir. Bu kale çeşitli tarihlerde onarımlar görmüş ve önemli ölçüde günümüze kadar gelebilmiştir. Diğer gezilecek ve görülecek yerler de Ağa Camii, Alacalı Camii, Ulu Cami- YURDUM KÖŞESİNDEN karayolu üzerindeki sahilde çok sayıda balık lokantası hizmet vermektedir. HAZARBABA KAYAK MERKEZİ: i, Kurşunlu Camii, Harput Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi, Buzluk Mağarası, Cemşit Bey Hamamı, Harput Dabakhane Suyu gibi birçok gezilecek yerleri de vardır. HAZAR GÖLÜ: Elazığ’a 22 km. Uzaklıkta, Elazığ - Diyarbakır karayolu güzergahında olup, Hazarbaba ve Mastar dağları arasına sıkışmış tektonik bir göldür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin kendine has plajları olan su sporları ve balık avcılığı yapılan en önemli gölüdür. Uzunluğu 22 km. genişliği 5-6 km. olan göl, günün her saatinde değişik görünüm kazanarak mavinin ve yeşilin her tonunu gösterir. Suyu berrak, sodasız ve tuzsuzdur. Çevresinde 25’e yakın kamu kurum ve kuruluşlarına ait eğitim ve dinlenme tesislerinin yanı sıra Turizm Bakanlığından belgeli otel, motel lokanta ve günübirlik piknik alanı, ayrıca özel kuruluşlar tarafından işletilen balık evleri bulunmaktadır Son zamanlarda çevresinde çok sayıda ikincil konutlar ve yazlıklar ile tatil sitelerinin yapıldığı göl, çevre illerin de faydalandığı tatil merkezi konumundadır. KEBAN BARAJI: Keban Baraj Gölü Türkiye’nin en büyük yapay gölüdür. Doğal Göller arasında 675 km2’lik alanıyla 3.sırada yer almaktadır. Baraj Gölünün Murat vadisi boyun- 34 ca uzunluğu 125 km.dir. Genişliği yer yer değişmektedir. Keban baraj gölünde elektrik üretiminin yanı sıra su avcılığı yapılmakta ve balık üretimi de gerçekleştirilmektedir. Enerji açısından Türkiye’nin ilk büyük yatırımlarındandır. 1965 yılında yapımına başlanılmıştır. 1974 yılında ilk 4 büyük tribünü, 1981 yılında da diğer 4 tribünü devreye girdi. Barajın toplam kurulu gücü 134 Megawatt olup yıllık enerji üretimi 7,5 Milyar KW/Saat ’dir. Kurulduğunda Türkiye’de üretilen elektriğin %20 sini tek başına karşılayan santral şu an tüketilen toplam elektriğin % 8’ini karşılamaktadır. Keban barajının yapımından sonra 64.100 hektar büyüklüğünde bir baraj gölü meydana gelmiştir. Oluşan gölün etrafında Elazığ ve çevre illerin halkının da faydalandığı eğlence ve mesire yerleri mevc u t t u r. Özellikle üzerinden üç ilçeye feribotla geçiş veren gölün iskelelerinde ve ElazığBingöl İlimiz Sivrice ilçesinin güneyinde bulunan 2.347 metre yüksekliğindeki Hazar baba dağında yapılan “Hazarbaba Kayak Merkezi” 1999 yılında faaliyete geçmiş olup, kayak sporuna elverişli pisti, telesiyeji ve yeme içme imkânları ile günübirlikçilere hizmet vermektedir. İlçenin turizmine hayat veren Hazar Gölünde her yıl büyük çapta su sporları gösterileri yapılmaktadır. İlçe’nin turizmine büyük katkısı bulunan Hazar Gölü ne tepeden selam verir gibi mağrur bir şekilde duran ve 1850 m rakımda her tür güzelliğe hâkim bir şekilde duran ve 1997 yılından beri yöre insanına hizmet veren HAZAR BABA kayak merkezinin yararlarını da unutmamak gerekir. Gerçekten kurulduğundan bu yana ilçede turizm yönünde gözle görülür büyük bir canlılık meydana gelmiştir. Mevcut haliyle konaklama tesisi mevcut değildir. Ancak özel müteşebbislerin bu konuda girişimleri vardır. Şu andaki talebe cevap verebilecek 1100 metre kayak pisti ve mekanik tesisler standartlara uygundur. RABİA ZEHRA AKGÖL RÖPORTAJ Başakşehir Lisesi Başarılarıyla İlçemizin Gururu Olmaya Devam Edecek Rabia Akgöl: Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Ömer Özkan: 1960 Kayseri doğumluyum. İmam Hatip Lisesi mezunuyum. İlahiyat fakültesi okudum ve dokuz yıl Elazığ’da öğretmenlik yaptım. 1993 yılında İstanbul’a geldim. Semiha Ayıverdi Anadolu Lisesi’nde Müdür Yardımcısıydım. 1995 yılında devlete istifamı verip özel sektöre geçiş yaptım. 4. Etap’ta bulunan Çınar Koleji’nin il kurucusuyum. Sekiz yıl Çınar Kolej’inde Genel Müdürlük yaptım ve oradan ayrıldım. Dershanecilik sektörüne geçtim. Çözüm dershanesinin kurucusuyum. Bağcılar ve Başakşehir’de iki tane şubemiz var. En son mahalli idareler seçimine katılarak Başak mahallesinde muhtar adayı oldum. Büyük bir teveccühle muhtarlığı kazanmış olduk. Evliyim ve beş çocuğum var. İki kızım evli dört tane torunum var.(Allah Bağışlasın gülümseme) Bir oğlum üniversite bitirdi, askerliğini yaptı yeni geldi. Diğer kızım okul öncesi öğretmenlik okuyor. Küçük kızımda Ahmet Kabaklı İlköğretim okulunda sekizinci sınıf okuyor. Mert Can İmirhan: Eğitim ve öğrenim hayatınızda nasıl bir öğrenciydiniz? Ömer Özkan: Eğitim ve öğretim yıllarımda çok çok sivri bir öğrenci değildim ama iyi bir öğrenciydim. Lise bir döneminde gençlik teşkilatı vardı ve ben orda bir sunum hazırlayıp seminer vermiştim. Elli kişiye seminer vermiştim. Yani sosyal ve aktif bir hayatın içindeydik. Okul faaliyetlerine katılırdım. Liseyi bitirdiğimde ilk on içerisindeydim. Üniversitedeyken daha rahattım ve evliydim, hem çalışıyor hem okuyordum. Mutlu Çaylak: Başakşehir halkını nasıl buluyorsunuz? Ömer Özkan: Başakşehir halkının çoğu Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelmişler, iş kurmuş, inançlarına, geleneklerin, örf ve adetlerine bağlı, insanları seven birbirine saygı duyan insan topluluğu olarak görüyorum. Ben Başakşehir’in yaşanacak yer olduğunu düşünüyorum. Rabia Akgöl: Muhtar olmaya nasıl karar verdiniz? Ömer Özkan: Muhtar olma düşüncesi hiçbir zaman aklımda olmamıştı ama bir önceki seçimde muhtar olan arkadaşım bu seçimlere 2 ay kala aday olmayacağını söyledi. Bende düşündüm birtakım eğitimci öğretimci arkadaşlarla istişare ettik konuştuk, o arkadaşımda aday olmayınca biraz sorumluluk gibi gördüm kendimde ve muhtar olmay a karar verdim. Çok ani gelişti her şey ve iki ay gibi kısa bir süre zarfında gerçekleşti. Mert Can İmirhan: Muhtarın görevleri nelerdir? Ömer Özkan: Muhtar bağımsız bütçesi olan, iş makineleri olan veya bir takım maddi imkânları olan bir birim değildir. Muhtar, halkın içinden çıkmış ve halkın sorunlarını ilgili yerlere ulaştıran insandır. Bizim tabi ki resmi evraklarla ilgili sorumluluklarımız da var yerleşim yeri belgesi, nüfus cüzdanı sureti bu gibi evraklar var. Muhtarlıkça verilmesi gereken evraklar tebligatlar var. İnsanlara ulaştırılması gereken bir tebligat var fakat evinde bulamadığı vatandaşın evinin kapısına tebligatınız muhtarlıktadır yazıyor bizde vatandaşlar gelince tebligatı ona teslim ediyoruz mahallelinin sorunlarını tartışıyoruz. Sorunları ilgili makamlara ulaştırmaya çalışıyoruz. Mutlu Çaylak: Muhtar olmanın kötü ve zor yönleri nelerdir? Ömer Özkan: Muhtar olmanın kötü yanları var tabi ki mesela bir vatandaş arayıp su borusu patladı yardım edin diye telefon açıyor tabi bununla ben ilgilenmiyorum yetkili makamlara iletiyorum. Bir köy olsa herkesi tanırsın fakat biz şu anda 60 bin kişilik bir mahallede yaşıyoruz. Bu anlamda da tabi ki herkesi mutlu etmek memnun etmek mümkün olmadığı için zor yönleri diyebiliriz. Ama bizim mahallemizin altyapı sorunları yok çoğu yere göre bizim mahallemiz çok daha güzel ve temiz. Rabia Akgöl: Başakşehir lisesi ve öğrencileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ömer Özkan: İyi şeyler düşünüyorum ve her zaman için Başakşehir lisesine sahip çıkmaya çalışıyorum bütün velilere de söylüyorum “okulumuza sahip çıkalım diye ’’ bana diyorlar ki çocuğumuzu göndereceğimiz bir okul yok bir takım sıkıntılar yaşandı evet ama buraya giden insanlar da senin benim oğlumkızım bizim bu okula sahip çıkmamız laz ı m . Ben Başakşehir lisesinin birkaç yıldır iyi olduğunu hele bu son zamanlarda daha da iyi olduğunu görüyorum zaten sık sık ziyarete geliyorum. Daha da iyi olacağına inanıyorum. Mert Can İmirhan: “ Genç Başak “ dergimiz hakkında neler düşünüyorsunuz önerileriniz nelerdir? Ömer Özkan: Daha iyi olabileceğini düşünüyorum içeriğinin daha zengin öğrencinin daha etkin olabileceğini düşünüyorum. Daha fazla öğrencinin birtakım şeyler sunup üretmesi daha iyi olur. Zaten ben yunus hocayı tanıyorum okullardaki başarısını biliyorum şu anda bu okulun dergi çıkarması bile müthiş bir şey. Mutlu Çaylak: Başakşehirde ki eğitim sorunları nelerdir. Ömer Özkan: Okulların yetersiz olması sınıfların kalabalık olması Anadolu ve meslek lisesinin olmaması 100 bin nüfuslu bir ilçede bir tane lise olması gibi sorunlarımız var. Özel okullar var ama herkes özel okula gönderecek maddi güce sahip değil bu sorunla uğraşıyoruz. Rabia Akgöl: Son olarak Başakşehir halkına iletmek istediğiniz duygu ve düşünceleriniz nelerdir? Ömer Özkan: Olumlu düşünmek çok önemli. Her şeyin başı eğitim. Başakşehir halkı da bu eğitimi desteklemeli ve öğrencilerin arkasında durmalıdır. Rabia Akgöl Mutlu Çaylak Mert Can İmirhan BAŞAKŞEHİR LİSESİ 35 DENEME İnsan Hakları İ nsan hakları, tüm insanların sahip oldukları, temel hak ve özgürlüklere denir. İnsan hakları ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Diğer yandan insan hakları terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar bu alanda olanı değil, olması gerekeni dile getirirler. İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının haklarını saygılı olmakla bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir. Bir başka değişle birçok hakkın yanında bir sorumluluk da bulunmaktadır. Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidir. tarihinde insan haklarıyla ilgili önemli aşamalar gerçekleşmiştir. Bunlardan biri 1215 tarihli Magna Carta’dır. İngiliz hukuk tarihi için ayrı bir önemi olduğu kadar günümüzde uluslararası hukuk ve anayasa hukuku içinde önemlidir. Modern insan hakları hukukunun büyük bir kısmının ve insan haklarının en modern insan yorumlarının görece yakın tarihte izleri sürülebilir. 1689 tarihli İngiliz yurttaş hakları beyannamesi birleşik krallıkta baskıcı hükümet uygulamalarını yasa dışı saymıştır. 18.yy ‘da iki büyük devrim meydana geldi. 1776’da ABD’de ve 1789’da Fransa’da bunlar ciddi hak kazanımları sağlayan iki sonucun elde edilmesine sebep oldu. Bunlar Amerika bağımsızlık bildirgesi ve Fransız insan ve yurttaş hakları bildirgesidir. Bunlar bir dizi hak ve özgürlükler sağlamıştır. Görüldüğü üzere insanlar geçmişten bu güne kadar hak ve özgürlükleri için çalışmalar yapmış ve birçok konuda başarılı olmuştur. Fakat önemli olan insanların bir çok hakka sahip olması değil kendi hakları konusunda bilinçli olması ve haklarının doğru yerde, doğru zamanda kullanabilmeleridir. HEZAR GEZİCİ 11/FEN C İnsan ve İnsan Hakları İnsan üstün bir varlıktır. Öyle ki evrendeki herşey insan için varolmuştur. İnsanıun yaşamındaki durumu, hayatta nerde, nasıl varolacağı farklılık gösterebilir, iyi zengin bir ailenin çocuğu olabileceği gibi fakir bir ailenin çocuğu olarakta dünyaya gelebilir. İnsan geldiği mevki, makam, sahip olduğu para, çalışkanlığı gibi nedenlerle değil, insana insan olduğu için sahip olduğu haklar tanınmıştır. Geçen haberlerde gördüğüm bir olay çok dikkatimi çekti. Afrikalı bir çocuk insan görünümünden o kadar uzaktı ki hatta spikerlerin söylediğine göre vücudu bir ölü vücudu gibi kokuyormuş. Bulunduğu yerde ise bir akbaba karnını doyurmak için çocuğu izliyormuş. Bu durumu fark eden Avrupalı bir gazeteci de bunun çok iyi bir haber olabileceğini düşünerek olup biteni çekmeye başlamış ve akbabanın çocuğu parçalayıp karnını doyurmasına seyirci kalmış. Şimdi burada akbabanın karnını doyurma, habercinin haber yapma hakkı var. Peki hangi insanın haklarından bahsedebiliriz bu durumda? Fakir insanın mı? Zengin insanın mı? Güçlü insanın mı? Haklı insanın mı? Beyaz insanın mı? Siyah insanın mı? Evet dünyaca kabul edilmiş temel haklar var.Birleşmiş Milletler Kurulu tarafından 10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olarak kabul edilmiş. İnsanın insan olmasından doğan bu hakların söz konusu durumu sadece litaratürlerde... İnsan olabilmek için dünyadaki haklarımızı istemek zorundayız. Bu hakların başında ise ; yaşama, sağlık, eğitim, düşünce özgürlüğü hakkı yer alır. En te- 36 BAŞAKŞEHİR LİSESİ meli ise yaşama hakkıdır. Çünkü, hayat kutsaldır. İnsan olmak isteyen başka insanlarında haklarına sahip çıkmaktır aslında. İşte o zaman insan olmanın gerektirdiği haklardan bahsedebiliriz. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kişiyi, kişiliğini, insanlığı özü ile yaşatacak kurallardır. Hakkımıza ve haksız insanların haklarına sahip çıktığımız sürece insana yakışır bir şekilde yaşayabileceğimiz hakları uygulamış oluruz. TUBA NUR YILDIZ İnsanı İnsan DENEME İ nsan hakları kişiyi özü ile yaşatacak kurallar demektir. Bu kurallar insanı insan yapan kurallardır. İnsan hakları resmi olarak 10 Aralık 1948 yılında başlamış olarak kabul edilse de, Dünya oluşalı insana, insan haklarına her çağda zamana uygun olarak saygı gösterilmiştir. Fakat tarih boyunca insanların kendi istekleri dışında yaşamak zorunda bırakıldıkları dönemlere rastlanmıştır. Kullara kulluk etmek, işkenceler, kölelik bu yaşantıya örnek gösterilebilir. Özgürlük anlayışı insanların hoşnutsuzluklarının artık dayanılmaz bir hal aldığı dönemde ortaya çıktı. İnsanlar haklarını savunmak adına Kral John’dan bazı isteklerde bulundular. Ortaya konan kararlı tavır sonunda bu istekleri kabul edildi ve ilk kez insan hakları konusunda sözden öteye geçildi. İnsanlar yaşayışlarında ve hayati konularında eşittirler. İnsan hakları da bunu savunur. İnsan haklarını, insanın kendisi değil, yasalar eşit olarak hiçbir ayrım yapmadan koruyacaktır. İnsan hakları, tüm insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerdir. Bu hakları her insan kullanabilir ve kullanmakta eşittir. Bu hakların resmi olarak var olmasına rağmen günümüzde hala insanlar tam anlamıyla eşit sayılmazlar. Bizler sıcacık evimizde yemeğimizi yerken, dondurucu soğuklarda yiyecek bir parça ekmek bulamayan insanlar var. Eşitlik, insan hakları biz evde rahatımız yerindeyken kardeşlerimizin dışarıda yaşam savaşı vermeleri midir? Bir parça ekmek uğruna insanlar ölmemeli. Ya da insanın insana hükmetmesi onu ezmesi Yapan Haklar hangi insana yakışır? Bu tür davranışlar insanlık dışı davranışlardır. Asla insan, insanın efendisi olamaz. Her insan doğuştan sahip olduğu hakları kullanmalı ve hiç kimse kendine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmamalıdır. İnsan hakları Evrensel Beyannamesinin 1. Maddesinde açıklandığı gibi “ Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.” ECE AKÇAY Son Gecenin zifiri karanlığında evine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Bir yandan adımlarını sayıyor, bir yandan da kim bilir belki de hayatının son hareketli gününün değerlendirmesini yapıyordu. Sokak lambasının altına geldiğinde durdu. Başını hafifçe havaya kaldırdı. Işığa doğru her hareketi hüsranla sonuçlanan sineğe bakınca içinden derin bir ‘Ah’ çekti. Acaba o da hayatı boyunca bu sinek gibi her seferinde aşılmaz duvarlara çarpıp geri mi dönmüştü? Gerçi sinek onun aksine her yenilgide ışığa yönelmeyi başarabilmişti. Acaba o bu kadar özverili olabilmiş miydi? Kafasını kurcalayan bu düşüncelerle dakikalar boyunca aynı yerde kalakaldığını fark edememişti. Hafifçe silkindi. Tekrar evine yöneldi. Kapının zili bir farklı çalmıştı sanki. Çaldı, çaldı, çaldı. Hayatında kimsenin kalmadığını unutmuş gibiydi. Elini cebine attı. Bir hışımla kapıyı açtı. Kapıyı açmasıyla yatağa kendini atması bir olmuştu. Düşünecek bir ömür vakti olduğunu fark etmesi onu çileden çıkarmaya yetmişti. Evet, tek yapacak uğraşı olan işi bugün son bulmuştu. Buna emeklilik denemezdi.’Resmen işkence’ diye geçirdi içinden. Ona göre buna yaşamak denmezdi. Günlerin birbirini kovaladığını bile fark edemiyordu. Günler gerçekten çok hızlı mıydı, yoksa o bu amansız boşlukta fazla mı durağan kalmıştı? Bilemiyordu... Tek yapacak şeyi vardı. O da şu dünyada varlığı ve hatta yokluğu fark edilmeyecek hayatını ortadan kaldırmak. Adımlarını yavaş yavaş bir katil soğukkanlılığıyla atıyordu. Kırık çekmecenin ilk gözünü zorlukla açtı. Çıkardığı tabancayı kafasına dayadı. Derin bir nefes aldı ve tetiği çekti. Ölümü de yaşamı gibi sade ve gösterişsiz olmuştu. İffet Nur GÜLHAN BAŞAKŞEHİR LİSESİ 37 ŞİİR Dağ yolları… Sağında ya da solunda Kızılcıklar, çimenler, geven dikenleri… Ve kekik kokusu… Soğuğu başka soğuk Sıcağı başka… Adımladıkça açılır ciğerlerin Gibi ruhun Gökyüzüne baktıkça genişler maviler Gibi ufkun Ağaçlar, çalılar, otlar… Her biri ayrı vazifeyle serpilmiş Toprağa Görenler anlayamaz Bakmak gerek bu manzaraya Uzaklara çok uzaklara bakmak Uzakları yakın etmek gerek Dedelerin ellerinde sigara tablaları… Ebelerin ellerinde eğirtmeç olmalı Rüzgâr hafiften kaldırmalı Toprak yoldan bir tutam tozu… Ağaçlar konuşmalı, Anlamadığım dilde, kendilerince Sokaklar kış kimsesizliğine bürünmeli Sadece sen ve ben olmalıyız Sen pencerende Ben bahçemde Sen benimle üşümelisin Ben seninle ısınmalıyım Uzaklarda çok uzaklarda yaşamalıyız Sen bensiz Ben sensiz Sen hatırlamamalısın Benim seni hatırladığım gibi Sen mutlu olmamalısın Benim sensizlikte mutlu olduğum gibi Pembe Dünyam Özlüyorum Dur durak bilmiyor gözyaşlarım… Mısralarımdan taşıyor acılarım. Gözlerim her daim buğulu… Sesim bitik, yüreğim yitik. Özlüyorum, o ufacık ellerini… Sesin sesime değince, titreyen sesini. Yüreğim sensizliği kaldıramıyor… Ağır geliyor bu sözler bana, Sensizlik ağır. Dönsen ne olurdu ki sanki… Sussaydın ben öfkelenince de, Demeseydim onları ne olurdu… Bilmez misin ey kadın ben böyleyim işte. Değiştiremiyor zaman beni… Sensizliği üstüme yük bindiren zaman, Şimdi yavaştan yaşlandırıyor beni. Ellerim titrer oldu… Vicdan azabı değil içimdeki. Ama sensizlik ağır… Sen yoksun, kapıyı açanım yok… Bunca yıl sonra bir bilsen; Anahtarla kapıyı açmak ne kadar zor. Hani bu odalar çocuk sesleriyle inleyecekti… Hani sen her akşam; Gün şafağını yitirirken, Başını dizime yaslayıp dalacaktın en güzel rüyalarımıza… Nerdesin ey kadın! Sensizlik bir yılan gibi koynumda her gece. Gözyaşlarım sel oldu, yastığım ıslak… Oysaki kahkahalarımız vardı bu evde… Şimdi ise hıçkırıklarım kapladı dört bir yanı… Yalnızlık, dört duvar arası yalnızlık… Üstüme üstüme gelen duvarlara anlatmak seni… Şimdilerde tek uğraşım; Boğulduğum zifiri karanlığa, Saatlerce seni anlatmak oldu… Sensizliği silemem ama izin ver de artık beni sileyim… ZEYNEP KİBİROĞLU Dağ yolları… Adımladıkça anlarsın kimsesizliği Sağında ayrılık, solunda ayrılık… Gökyüzünde… Gökyüzünde Boşluk. ( 3 Ocak 2010 İSTANBUL) Yunus KOŞAR Öyle bir dünya istiyorum ki, Çocuklar sevgiyle büyüsün, Kalpler kocaman kocaman olsun, Sevgi her yeri kaplasın. Beyinlerde kötülük kalmasın, İnsanlar birbirine iyi gözle baksın, Hırsızlık, yoksulluk Çete, mafya gibi olaylar olmasın. Yaşlılara sahip çıkılsın, Huzur evlerine atılmasın, Çocuklar bebekken sokağa bırakılmasın, Aileler hep mutlu olsun. Bilmiyorum, çok şey mi istiyorum, Her günümüz coşku, mutlulukla geçsin, Neşe, huzur sımsıcak sarsındünyayı, Deprem, yangın, sel Parasızlık, açlık, çaresizlik olmadan bir yaşam, Yıldızlar kadar parlak bir dünya, Sımsıcak bir güneş, toz pembe bir hayat, Diliyorum herkese Büyük bir evren mutlulukla dolsun, Bu benim hayalim, Pembe bir dünya, Yaşaması, kurması bu kadar zor mu? İnsan haklarının birebir yapıldığı, Herkesin eşit olduğu, Bir dünya düşünüyorum, Umudumu asla kaybetmeden, Yaşamak ve görmek istiyorum. SEMA GÜÇLÜ Ölüm… Kimi için bir çıkış noktası Kimilerine göre kararsızlık Ancak öyle insanlar var ki ölüm onların kaderi Her gözünü açtığında Korku ve çaresizlik içerisinde. Bekler ona uzanacak yardımı, Ancak… Cihan, yummuş gözlerini bekler. Bu bitmez tükenmez kavgayı dinler. Her geçen gün sonunu gözler. Hırs, nefret, intikam… Bunlardır bu acıların sebebi Bir avuç toprağın, Bir dirhem suyundur önemi. İşte budur insanın insandaki yeri ve önemi… Duhan Değirmenci Gözyaşlarım anlatsın Çıldırtan yalnızlığım Artık sus hükümleri giydirdim dudaklarıma konuşmayacağım. Sana gözyaşlarım anlatsın her şeyi, Gittiğin günden beri içimde birikip yanağımdan süzülen gözyaşlarım anlatsın Zifiri karanlığında gündüzü bekleyen sabahyıldızı gibi, seni nasıl beklediğimi gözyaşlarım anlatsın! Teslim ettim artık kendimi Azraillin o soğuk ellerine, ölürken azımdan çıkan son iki kelime tek şahidim olan gözyaşlarım anlatsın… Çıldırtan yalnızlığım, al kalbimi de artık git. O kadar direndim ki hayatın akışına yoruldum boşa kürek çekmekten Artık her şey pek bir anlamsız gözümde renkler bile anlamını yitirdi Gökyüzü eskisi gibi mavi değil, ne de o büyülü parlak yıldızlar. Tozpembe bile pembeliğini yitirdi artık, hayaller eskisi gibi değil. Öyle bir yanlık ki içime işleyen, önce kalbime ardından tüm benliğime. Çıldırtan yalnızlığım al kalbimi de git gereğinden fazla siyahsın! Bu karanlık beni korkutuyor artık. Çıldırtan yalnızlığım al kalbimi de artık git! Çok direndim artık pes DENİZ DEMİRCAN 38 BAŞAKŞEHİR LİSESİ DENİZ DEMİRCAN ŞİİR BAŞAKŞEHİR LİSESİ 39 DENEME N Anılarımın Son Durağı asıl da değişmişti, teni kırışmış o eski çevikliğinden eser kalmamıştı. Hatta artık bir de bastonu vardı. Eskiden olduğu gibi, tek dayanağına dertleşmeye gidiyordu. Uzun bir yoldan, uzun bir süre sonra ilk kez gelmişti buraya yine de yılların yorgunluğu olsa da üzerinde, şehre varır varmaz onun yanına gidiyordu. Ne de olsa burası onun düşler şehriydi. Masalın başladığı yere doğru adım adım ilerliyordu. Yıllar önce bir düşünü burada bırakarak gitmişti… Aslında tamamlayamadığı hikâyesiyle birlikte geri gelmişti. Bu, sonun en zor başlangıcıydı. Halen tek ona açabiliyordu kalbini,yüreğindeki sızıyı..İçi öyle dolup taşıyordu ki o yaşlı haliyle adımlarını daha büyük atmaya başlamıştı, fakat gitmek istediği yere varmadan önce aklında birden beliren bir fikirle İstanbul’u yeniden görüp onu yeniden hissetmek istedi. Yeni Cami’deki o avluya konan güvercinleri, Mısır Çarşısı’ndan buram buram kokan o baharat kokularını, İstanbul’u hayretlerle inceleyen, gezen insanları, kısacası her şeyi özlemiş bu masal diyarından yıllarca uzak kaldığı günleri şöyle bir yâd etmenin sevincine ulaşmıştı. Birden yavaşladı ve o kokuyu içine çekti. Bu koku halen aynıydı seneler önce her kahvesini buradan aldığı kırk yıllık kahvecisi halen yerindeydi, sanki onu beklemişti. Evet, hızlıca buralardan geçmiş düşüncesini değiştirmeden özlemine bir ara verip yola koyulmaya devam etmişti. Varacağı yere ulaşmak üzereydi, heyecanlanmıştı, sanki gök bile onu anlamaya başlamış, yağmur aralıklı olarak çiselemeye başlamıştı. Etrafa toprak kokusu yayılmıştı. Hafiften de gökkuşağı çıkmıştı. Rüzgârda o ak düşen saçlarını savurmaya başlamıştı. Evet,varmak üzereydi.O yaşlı kalbi çarpmaya,gözlerinde aynı anda beliren o derin hüzün ve mutluluk etrafa yayılıyordu.Hani film şeridi gözünün önünde belirmek diye bir laf vardır ya onun da anıları gözünün önünde belirmişti.Hafif bir tebessümden sonra başını dostuna doğru çevirmişti.Bir an durdu,yapamadı geri dönüyordu fakat o bankı gördü ve sözüne başladı.. Ey İstanbul! Duyuyor musun? Bak yine girdim duygu karmaşasına, çıkmaz yollara.. Ah bile bile ne itiyordu beni bu aşka? Uçsuz bucaksız çizdiğim resimlerde Hayallerimin en deli anlarında Geleceğimi ve geçmişimi düşündüren bu zihinde Suskunum..yorgunum. Seslenişlere ilgisizim Sonsuz bir uyku bekleyişindeyim Derinlerde çok derinlerde Mutlu olma ümidi ile Belki bir rüya belki de bir kâbus içindeyim Ey İstanbul! Anlıyor musun? 40 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Geleneğimizi bozmadım dostum, yine şiirle açtım konuşmamızı. Hala nasıl da güzel nasıl da alımlısın. Beni mi diyorsun? Eh olacak o kadar değil mi zaman su gibi akıp gidiyor. Öncelikle senden af dilemeye geldim. Yaşadıklarımın tek sorumlusunun sen olduğunu düşündüm kızdım, gençlik işte… Yürek farklı atıyor boşuna mı deli çağlar diyorlar.Benimki de o hesap işte, ee anlat bakalım hangi hikayelere tanıklık ettin,kimlere dert ortağı oldun ben yokken.Kimin aşkına masal oldun.Bilirim tamam,kimsenin hikayesini söylemezsin bir kendi hikayen belli o da senelerdir yetiyor insanlığa.. Ben mi anlatayım,nereden başlayayım peki hangi acımı,zorluğumu..Yoksa araya serpiştirilen mutluluklarımı mı?Buraya kadar gelmişken biraz geçmişten bahsedelim.İhtiyacım var buna,deminden beri gözüm şu bankta oturan çiftte,görüyorsun değil mi? Aklıma karım Seval’le tartışmalarımız geldi, biz de hep o bankta tartışırdık nedense? Bilseler ki boşuna tartışıyorlar birbirlerini kırıyorlar.Barışacaklar ama eminim gözlerindeki o büyük tutkuyu gördüm.Kız biraz inatçı belli baksana çocuğa kök söktürüyor,aynı Seval işte.Bende az mı çektim inadından,sinirinden.Bu lafımı duyan Sevali başka tanır.Kızgınlığında bile o gözlerindeki parıltıya ve yanımda aldığı tek nefese canımı verirdim. Kızgınlığı ayrı aşktı bende.Dudaklarını kemirmesi,elmacık kemiklerinin belirgin hale gelmesi,saçlarıyla uğraşması.. Bunları hatırlıyorsun değil mi? Ben hiç unutamıyorum acım neden bu kadar çok, kızımda da aynı şeyleri yaşamama rağmen neden? Seval’in acısı yüreğimde bir dağ gibi büyüdü .. Şu an onunla ilk tanıştığımız, buluştuğumuz yerdeyim tam orada duruyorum. Ben şimdi tam onu hissettiğim yerdeyim. Şuradaki balıkçıya bakıyorum, deminden beri bir yol kat edemeyen şu çifte, hıçkırıklarını denize dökmeye çalışan şu yalnız adama bakıyorum. Etrafıma bakıyorum sevgilim seni arıyorum. Herhangi bir yüz seni bana gösterir diye fakat olmuyor hiçbiri sen olamıyor gözümde. Burayı terk edersem acım hafifler sandım ama olmadı bak yüreğimdeki acıyla kalbimdeki sızıyla vardım yine son durağa yani sana be dostum. Senden uzak kaldım güzelliğini, anılarımı görmezsem unuturum sandım, ama olmadı yapamadım teslim oldum işte sana yeniden. Belçika’da bir yaşam kurdum kendime,kendime gelemezken.Zaman ilerledi ve kızım evlendi,sonra o da annesinin kaderinden gitti.Orada ağlayabileceğim kadar ağladım.Haykırdım,nefretimi kustum,her şeyi kırıp döktüm.Kızımın da avuçlarımdan kaydığını görünce hayat üzerime çöktü.Nereye gideceğimi ne yapacağımı şaşırmıştım orada yanına gidebileceğim bir dostum da yoktu.O,Gülhane parkında çınar ağacının gölgesinde karımla saatlerce süren o büyük kahkahalı günlerimizi, eski konakları görüp onlarla ilgili hayaller kuruşumuzu ..Ben işte hep bunlarla teselli oluyordum. Seninle oynadığımız oyunları, o tarihin yaşanmışlığı olan sokaklarını karış karış gezdiğim zamanları hatırlamakla geçiyordu ömrüm. Baksana her anımda sen varmışsın ben farkında olmadan biraz da seni özlemişim İstanbul. Orada konuşamıyor, gülemiyordum, fakat etrafa içimden sessiz çığlıklar saçıyordum. Etrafımda bir kara bulutun olduğuna inanmıştım sonra damadım torunumu kucağıma verdi ve kendime geldim. Bunun hayatın içindeki bir kesit olduğuna ve hayatın zorluklarına göğüs germem gerektiğini anladım ve yanına geldim. Baksana o şehir de bana aynı şeyleri yaşattı, sonra düşündüm ki orası benim doğduğum, bu ailemi kurduğum yer orayı neden terk edeyim. Kızım senden mahrum kaldı zaten bir de torunumun senden ayrı kalmasına dayanamazdım. İşte şimdi yine sendeyim suçun sende olmadığını bunca yıl boşuna kendime ceza verdiğimi anladım, evet haklısın kokunu bir an duydum senle beraber güneşin batışını izlemeyi, sana gelip böyle her şeyimi anlatmayı özledim. Şimdi de sen, seni yeni doğmuş bir bebek gibi kucağıma verdin; anlamamı, rahatlamamı sağladın yine seninle huzura erdim. Taşıyla toprağıyla nasıl bir şehirsin sen? Anlıyorum şimdi, içimdeki ateşin neden sönmediğini. Bilseydim, daha önce kokunu içime çekmeye gelmez miydim? Şimdi gidiyorum dostum, hoş çakal. Karımla kızımın yanına gidiyorum. Gelir gelmez onların yanına gitmeliydim fakat içimi dökmek istedim sana. Doğrusu daha yanına gelmeye cesaret edemezdim fakat dedim ya ne dayanılmaz bir şeysin ki ayaklarım beni buraya sürükledi. Evet, ayrılık vakti şimdi gitmezsem kırılırlar yoksa sabaha kadar konuşabilirim senle. Özledim ikisini de be dostum, biliyorum acı onları öyle toprağın altında ziyaret etmek ama iyiyim merak etme. Şimdi dediğin gibi onların yanına onları yaşamış olarak gidiyorum ve şimdi ben onların artık olmadığını kabullenerek gidiyorum. Ben artık senin avuçlarından değil anılarımdaki o acı sahnelerden gidiyorum. Onları unutmuyorum, sadece olmadıklarını kabulleniyorum. Geçmişe bağlı kalmayı değil geleceği seninle tekrar yaşamaya gidiyorum. Geleceğim yine Kızkulesi yanına, akşamleyin o halini de özledim ama bu sefer geçmiş değil gelecek olacak konumuz… Göksu ERDOĞDU DENEME Sessiz Çığlıklar Bana doğru yaklaşıyor sanki bu ses! Bu ses bir sonun habercisi gibi; öfkeyle, hırçın, acımasızca yaklaşıyor. Almak istediği bir şeyler var benden, vermek istemediğimi bile bile bana doğru yaklaşıyor U zaklardan bir ses geliyor. Bu ne gürültü? Kıyamet kopuyor sanki... Bu ne ürkütücü bir sestir içimi titretiyor. Bilinmeyen bir korku sarıyor yüreğimi. Gözlerimde bir telaşla içime sığınıyorum. Bir kuytu arıyor gözlerim saklanmak istercesine. Ortalık kan gölü, sağım solum insan parçası olmuş. Her yer kan kokuyor. Ve ben hala nefes alabiliyorum, her an ölüm korkusuyla. Kalp atışlarım kulaklarımda uğulduyor. Sessiz çığlıklar atıyor bedenim “durun!” dercesine. Kimse duymuyor... Bana doğru yaklaşıyor sanki bu ses! Bu ses bir sonun habercisi gibi; öfkeyle, hırçın, acımasızca yaklaşıyor. Almak istediği bir şeyler var benden, vermek istemediğimi bile bile bana doğru yaklaşıyor. Sorgusuz, yargısız,haksızca... Ne durmak istiyor yüreğim nede kaçabiliyor itaatsizce. Haykırasım var! ama susuyor dilim. Ya korkudan bu sessizlik yada isyanları bütün direnişlerin.” Hakkım var mı ki hakkı mı aramaya? susuyorum... Sanki bedenim soğuk karlar içinde kalmışçasına titriyor. Hazır ola geçmiş, bir köşede ölümü bekliyorum. Üstelik nedenini bile bilmediğim halde... Ve beklenen oluyor, tam üstümde patlıyor bu ses.Geriye ne korkan bir yürek ne de aydınlık arayan gözler kalıyor. Bana ait ne varsa bir yere savrulmuş. Bedenim sıyrılmış nurundan. Ruhum yerini sonsuz bir boşluğa bırakıyor. Bu bir veda olsa gerek, ardımda bıraktıklarımla... Uzaklardan bir ses yankıla- nıyor, ortalık mahşer yeri ! Korku dolu gözler “imdat!” dercesine haykırıyor. Kimi hıçkırıklara boğulmuş,sesi çığlıklara karışıyor. Kimi de yerde uzanmış,buz gibi bir beden, nefessiz öylece yatıyor. İçlerinde bir çocuk sesi, elleri kana bulanmış, boğazında düğümlenen bir hıçkırık. Yalvarırcasına “Anne Kalk!” diyor. Dehşetle gözlerinden akan yaşlar, kuru- muş dudaklarını ıslatıyor. Yüreğinde tahammülsüz bir acıyla kaderine teslim olmuş. O da diğerleri gibi ölümü bekliyor. Bir şeyler mırıldıyor dudakları, kaşları çatık, soluk soluğa... Gözleri dalgın, donuk bakışlarıyla olan biteni izliyor. İçinde ki boşluğa sessiz çığlıklar atarak, tüm nefretini kusarcasına haykırıyor: Neyin kavgası bu? Hangi hesabın bedelini ödüyoruz? Hangi sebep bir çocuğun geleceğini alacak kadar bu denli büyük olabilir? Nasıl bir cezadır bu tahammülsüz ! Affa ne göz yaşları ne de küçük bir çocuğun haykırışları çare oluyor. Hiç bir yerde bulamıyorum kendimi, ben bu kavganın neresindeyim bilmiyorum.Benliğimi arıyorum olmayan kimliğimle.Ben kimim? Ben, haktan bahseden insanlarca hakkı çalınmış çocuk.Ben, vazgeçmişliğin teslimiyetiyle kirli ellerin ufaladığı gelecek... Kısaca, ben “Filistinli çocuk!”. Şimdi merak ediyorum, benim varlığım hangi medeniyeti, hangi yüreği böylesine rahatsız etmiş olabilir? Neyin hazımsızlığı bu? Bahsettiğiniz o “İnsan Hakları” nerde kaldı? Otuz satırlık maddelerden bir tanesini bile çok mu gördünüz bize. İçlerinden birini hak görseydiniz yeterdi insanca yaşamak için bize.” Yaşamak. özgürlük ve kişi güvenliği!” Çok değil nefes almak istiyoruz... Ne yazık ki namlunun ucundaymış bizim tüm haklarımız. Tek atımlık kurşundan ibaretmişiz... İçimde, hep bir unutulmuşluk hissi. Ben bununla büyüyorum... BÜŞRA ERCAN BAŞAKŞEHİR LİSESİ 41 GÜNCEL İsraf Ne Demektir? Hayatımızda İsraf... Yüce Allah bu konuda Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurur: “… Yiyin ,için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” D ünyada yaşayanlar, algılamakta güçlük çekseler de, sınırsız gibi görülen dünya, sınırlı kaynaklara sahiptir. Sınırlı bir dünyanın kaynaklarının, insanların sınırsız isteklerini karşılaması mümkün değildir. Kaynakları bilinen bir dünyada, hem üreticiler, hem de tüketiciler olarak, insanlar istedikleri ürünleri üretme ve istedikleri ürünleri de tüketme hakkına sahip değildirler. Sahip olunan maddi ve manevi imkanların gereksiz şekilde harcanmasına savurganlık denir. Buna göre bir kişinin para veya malını yerli yersiz harcaması, zamanını boşa geçirmesi savurganlıktır. “İsraf” da savurganlıkla aynı anlama gelir. Savurganlığın tersi ise tutumluluktur. Tutumluluğun aşırısı cimriliktir. Cimrilik, sahip olduğumuz imkanları zamanı ve yeri geldiği halde harcamayıp elde tutmaktır. Kur’an’da ise israf;malı lüzumsuz yere harcamak, verilmesi gereken ye- 42 BAŞAKŞEHİR LİSESİ re ve verilmesi uygun kimselere vermemek, malı hayır yollarında harcamamak, eldeki nimeti Allah’ a isyan yollarında kullanmak anlamında da kullanılır. Cimrilik ise malı dinimizin uygun gördüğü yerlere vermemektir. Cimrilik de dinimizce yasaklanmıştır. Cimrilik yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı engeller. Sadaka ahlakını köreltir. Oysa sahip olduğumuz değerler savurganca harcanınca, yerine konması imkansızdır. Sevgili Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Beş şey gelmeden önce, beş şeyin kıymetini biliniz; a. Ölüm gelmeden önce hayatın, b. Hastalık gelmeden önce sağlığın, c. Yaşlılık gelmeden önce gençliğin, d. Yoksulluk gelmeden önce zenginliğin, e. Dar vakit gelmeden önce geniş zamanın.” Düşüncede, duyguda ve davranışlarda yapılan savurganlık ise manevi bir israf çeşididir. İnsan bedenini ve sağlığını da kö- tü yolda kullanıp israf edebilir. İnsan, beden sağlığına dikkat etmeli, güzel ve faydalı işler yapmalıdır. Sigara, içki gibi zararlı alışkanlıklar edinenler, sağlıklarını israf ederler .Küçük yaşlarda tembellik yapanlar, gençliklerini boşa harcar. Aşırı yiyenler ve beslenmelerine dikkat etmeyenler birçok hastalıklara yakalanır .Gözümüz, kulağımız, el ve ayaklarımızı güzel ve faydalı amaçlar için kullanmalıyız. Aksi halde, Allah’ın bizlere verdiği bu güzel organlarımızı israf etmiş oluruz. Kötü fikirler beslemek bir düşünce israfıdır. Allah akıl ve düşünce kabiliyetini güzelliklere yönelmemiz ve kötülüklerden uzaklaşmamız için vermiştir. Kalbini kötü duygularla dolduranlar, ruhen huzursuz olurlar. Gönülleri kararır, iyilikleri göremez olurlar .Kötü alışkanlıklar kazananlar, bunları tekrar kolayca terk edemezler. Allah’ın verdiği güzel duyguları boşa harcarlar. İnsanların en fazla savurganlık yaptıkları konular sahip oldukları imkanlardır. Bunların başında Gıda İsrafı gelir. Dünyanın birçok yöresinde insanlar açlık çekerken, bazıları en güzel yemekleri beğenmezler. Artık bıraktıkla- GÜNCEL Hz. Muhammed de “Abdest alırken bir ırmak kenarında bile olsan suyu tutumlu kullan.” buyurmuştur. rı yemekleri ve ekmekleri çöplere atarlar. Büyük şehirlerimizde her gün yüz binlerce ton ekmek çöpe atılmaktadır .Yüce Allah bu konuda Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurur: “… Yiyin ,için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” Hz. Muhammed de “Abdest alırken bir ırmak kenarında bile olsan suyu tutumlu kullan.” Diyerek sahip olduğumuz olanakları savurganca kullanmamamızı istemiştir. Savurganlığın kötü olmasının sebeplerinden biri malın değerli olmasıdır. Dünyada rahat olmak, bedenin sıhhati, Hac, cihad sevabı hep mal ile olur. Malın israf edilmesi ise Allah’ın verdiği nimete kıymet vermemek ,nimeti elden kaçırmak olur, Allah’ın verdiği nimete şükretmemek olur. Bu konuda Kur’an: “Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma. Çünkü israf edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı nankördür.” buyurmaktadır. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin imdadına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet de mal ile olur. Peygamber efendimiz “İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır”buyuruyor. (Kudai) Ayrıca savurganlık insanlar arasındaki kıskançlığı arttırır. Bu da toplum huzurunun bozulmasına neden olur. Yine bir hadiste de şöyle buyurulmuştur: (Kıyamette herkes, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: 1- Ömrünü nasıl geçirdi? 2- İlmi ile nasıl amel etti? 3- Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harcetti? 4- Cismini, bedenini nerede yordu, hırpaladı?) [Tirmizi] İsrafın miktarı ne olursa olsun zararı büyüktür. Küçük sanılan şeyler, yan yana geldiği zaman büyük rakamlar, değerler ortaya çıkar. Damlaya damlaya göl olur, atasözünü duymuşuzdur. Dakikada on damla kaçıran bir musluk ayda 170 litre su akıtıyormuş. İsrafın sebepleri ise şunlardır: 1- Sefahat. Çok kimseyi israfa alıştıran bir hastalıktır. Sefihlik aklın az ve hafif olmasıdır. Aksine rüşd denir ki, aklın kuvvetli olmasıdır. Bazısı sefih olur. Çalışmadan eline geçen paraya konmak için kötü arkadaşlar tarafından kandırılır. Bunun için, kötü arkadaştan kaçmakla emrolunduk. Bazı zengin çocukları böyle israfa alışıyor, sefih oluyorlar. Sefahati artıran bir sebep de, insanlardan çok saygı görmek ve methedilmektir. ni rica etmek ve israfa sebep olan şeylerden kaçmaktır. Kapitalizmin tüketim hırsı sınırsız bir insan tipi meydana getirmiştir. İslâm’da gerçekleştirilen üretimin hedefi insandaki maddi tatmini manevî sahaya aktarmaktır. Bir müslümanın tüketirken göz önünde tutacağı esaslar, haramdan kaçınma, helâlinden tüketme, temizlik, aşırılıklardan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba katma şeklinde olmalıdır. Unutulmamalı ki; Bütün kötülüklerin anası savurganlık, babası da açgözlülüktür. Doğrulukta, paylaşmada, dayanışmada savurganlık, savurganlıkta doğruluk, paylaşma, dayanışma olmaz. 2- İsrafı ve çeşitlerinden birkaçını tanımamak. İsraf olduğunu bilmemek, hatta cömertlik sanmak. Lüzumsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömertlik sanılır. 3-Gösteriş yapmak. 4- Gevşeklik, tembellik. 5- Haya, sıkılmak. 6- Dini kayırmamak, dini gözetmemek. İsraftan kurtulmanın çaresi; İsrafın, anlatılan zararlarını bilmek ve bunları düşünmek,malı lüzumsuz dağıtmamaya gayret etmek ve güvendiği birine bu derdini anlatıp, malına ve harcadıklarına dikkat etmesini, israfını görünce, kendine hatırlatmasını, hatta uygun şekilde önlemesiBAŞAKŞEHİR LİSESİ 43 MÜZİK Osmanlı’da Müzikle Tedavi İbni Sina`nın meşhur eseri “ El Kanun fi`t-tıbb`” adlı eserini tercüme eden Tokat’lı Mustafa Efendi’nin talebesi Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi (18yy) yazdığı eserinde İbni Sina`nın eserinden çok faydalandığını ifade etmiştir T ürklerde ilk ciddi müzikle tedavi Osmanlı devleti zamanında görülmekle beraber, Orta Asya`da Anadolu öncesi zamanda Baksı adı verilen Saman müzisyenler tarafından, çeşitli hastalıklar için tedavi çalışmaları yapılmıştır. Hala bu faaliyetlerini sürdü- 44 BAŞAKŞEHİR LİSESİ ren Baksılar Orta Asya Türkleri arasında yaşamaktadırlar. Bir Selçuklu Türk`ünün yaptırdığı Şam`daki Nurettin Hastanesi’nde İbn Sina, müzikle akıl hastalığının tedavisini uygulamıştır. İbni Sina`nın tesirleri Osmanlı devrinde de devam etmiştir. Osmanlı saray hekimi Musa bin Hamun, diş hastalığı ve çocuk psikoloji hastalıklarını iyileştirmede müzikle tedavi yöntemini kullanmıştır. İbni Sina`nın meşhur eseri “ El Kanun fi`t-tıbb`” adlı eserini tercüme eden Tok at ’lı Mustafa Efendi’nin talebesi Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi (18yy) yazdığı eserinde İbni Sina`nın eserinden çok faydalandığını ifade etmiştir Kâinatta her şey titreşir. Dalga hareketlerini ortaya çıkaran titreşimlerinin herbiri, ses dalgaları olarak bilinir. Ses dalgalarının ritmik desenleri, musikiyi ortaya çıkarır. Bu açıdan varlıkların aktiviteleri sırasında çıkardığı ses titreşimleri, birer musikidir. Musiki sadece insana has değildir. Her varlık, musikisiyle birlikte yaratılır. Düşük frekanslı ses dalgaları ihtiva eden kuş, su ve rüzgâr, uyku esnasındaki insanın beyin dalgalarına yakın dalgalar ürettiğinden insanı dinlendirici tesirlere sahiptir. Duyguları incelten ve gönlü yumuşatan müzik türleri, asırlardan beri tedavide kullanılmaktadır. Günümüzde araştırmacılar, beden ve zihin hastalıklarının tedavisinde müziğin kullanılması konusunda hemfikirdir. Bu konuda yapılan birçok araştırma, doktor ve müzisyenlerin; depresyondan kansere, yüksek tansiyondan kronik ağrılara, disleksiden akıl hastalıklarına, migrenden uyuşturucu madde bağımlılığına kadar geniş bir sahada tedavi gayesiyle müziği kullandıklarını göstermektedir. Hangi Makam Hangi Hastaliga İyi Gelir? Yüzyıllar boyu insanlar, hastalıkların iyileştirilmesinde çeşitli tedavi yöntemleri kullanmışlar ve çare aramışlardır. Müzik-terapi de en eski tedavi yöntemlerinden biri olup pek çok eski çağ medeniyetlerinde kullanılmıştır.İlkel kabilelerin yaşayışlarında ruhi varlıklar önemli rol oynamış, hekimler çeşitli bitki, ilaç, müzik ve dansı kullanarak hastalarını iyileştirmeye çalışmışlardır.Birçok toplumda hasta insan sağlığına kavuşmak için kendisini bazı güçlere sahip olduğu düşünülen sihirbaza, rahibe teslim etmiştir.Hastalıkların kötü ruh veya cin adı verilen varlıklar tarafından meydana getirildiğine inanılmıştır.Tedavi törenlerinde müzik, dans, ritim ve şarkılar başlıca MÜZİK Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi Türk müziği makamlarının zamana Farabi’ye göre şöyle sınıflandırılmıştır: göre psikolojik etkilerini de şu şekilde göstermiştir: 1. Rast makamı: İnsana sefa(neşe-huzur) verir. 2. Rehavi makamı: İnsana beka(sonsuzluk fikri) verir. 3. Kuçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir. 4. Büzürk makamı: İnsana havf(korku) verir. 5. Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti, güven hissi verir. 6. Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir. 7. Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir. 8. Zirgüle makamı: İnsana uyku verir. 9. Saba makamı:İnsana cesaret,kuvvet verir. 10. Buselik makamı: İnsana kuvvet verir. 11. Hüseyni makamı: İnsana sükunet, rahatlık verir. 12. Hicaz makamı:İnsana tevazu(alçakgönüllülük) verir. rol oynamış, hastanın kötü varlık ve ruhlardan kurtarılması tedavinin temelini teşkil etmiştir. Ses, müzik de bu gizli varlıklarla haberleşmek için bir araç olarak görülmüş, ilaç, su ve otlar ise hastanın vücuduna girmiş olan bu kötü varlıklarla mücadele için kullanılmıştır. Bunların ancak sihirbaz - doktor tarafından danslar, şarkılar ve tütsülerle kullanıldığı zaman etkili olabileceğine inanılmıştır.Monoton bir ritm ile birlikte varlığın tepkisine göre hızlı, yavaş, yumuşak veya sert melodi ikna edici sözlerle övülü şarkı ile müziğe refakat, müzikle tedavinin temelini teşkil etmiştir. Günümüz: 1977’de Amerika müzikle tedaviyi bir bilim dalı olarak kabul etmiştir. Müzik terapisi psikiyatri temelli hastalıklarda 1950’lerden bu yana etkin olarak kullanılmaktadır.Türkiye, müzikle tedavinin öneminin henüz farkında değildir. Oysa Farabi, Razi, İbn-i Sina ve Gevrekzade Hasan Efendi gibi Türk alimleri bu alanda çok önemli çalışmalara imza atmışlardı. Batı dünyası da 20. yüzyılın ortalarında keşfettiği müzikle tedavi ya da terapiyi, alternatif tedavi yöntemi değil, geleneksel tıbba uygun ve kuralları kendine has bilimsel bir tedavi yöntemi olarak kabul etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda yarala- 1. Rehavi makamı: yalancı sabah vaktinde etkili 2. Hüseyni makamı: sabahleyin etkili 3. Rast makamı: güneş iki mızrak boyu etkili 4. Buselik makamı: Kuşluk vaktinde etkili 5. Zirgüle makamı: öğleye doğru etkili 6. Uşşak makamı: öğle vakti etkili 7. Hicaz makamı: ikindi vakti etkili 8. Irak makamı: akşam üstü etkili 9. Isfahan makamı: gün batarken etkili 10. Neva makamı: akşam vakti etkili 11. Büzürk makamı: yatsıdan sonra etkili 12. Zirefkend makamı: uyku zamanı etkilidir. nan askerlerin terapisinde müzikten yararlanılır ilk olarak. Ardından, 1947’de ABD’nin Michigan Devlet Hastanesi’nde müzik tedavi programına alınır. Böylece bu konuda araştırmalar hızlanır. Depresyon, şizofreni, zeka geriliği, alkol ve madde bağımlığı ile mücadelede müzik tedavi yöntemine başvurulur. Yeni teknik ve pratik uygulama biçimleri geliştirilir. Amerikan Müzikterapi Birliği 1997’de bir tanımlama yaparak son noktayı koyar: “Müzikterapi, bazı bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır.” Bugün Batı’da hastane, klinik, gündüz bakımevi, okul, madde bağımlılığı merkezi gibi yerlerde 5 binden fazla uzman, müzik terapisi uygulamaktadır. Şüphesiz, bunda etkili olan temel faktör son yıllarda müzik ve beyin araştırmalarında elde edilen verilerdir. Müziğin, özellikle serotonin, norepinefrin, dopamin, melatonin, kortizol, adrenalin, testosteron gibi psikiyatrik hastalıkların oluşumunda etkili hormonlara; kan basıncı, solunum ritmi, solunum kalitesi, nabız sayısı gibi fizyolojik olaylara olumlu etki yaptığı artık bilinmektedir. Zülfikar GÖVCE YAŞAM Türkiye Tehlikede A nkara Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erkut Kıvanç Türkiye’de önemli bir habitat tahribi hâlâ devam etmekte ve birçok hayvanların neslinin tehlike altında olduğuna dikkati çekmektedir: “Bilinçli bir koruma olmazsa, doğal hayat bir gün bitecek. Sivrisineğin bile korunmaya ihtiyacı var. Ama yasaklar dinlenmiyor. Bu gidişle doğa diye bir şey kalmayacak” Onsekizmart Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Doç Dr. Ali İşmen de denizlerde kirliliğin her geçen gün türleri tehdit ettiğini, Karadeniz ve Marmara’dan sonra, son zamanlarda Akdeniz’de de kirliliğin arttığına dikkati çeker. Yaşamın son 500 yıllık evriminde, biyosferin hiç bu kadar tahribata uğramadığını vurguluyan Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Sıkı ise bu konu hakkında şunları söylemiştir: “Bütün canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için kesinlikle insana ihtiyacı bulunmaz, ama insanın yaşamını sürdürebilmesi için en küçük hücreliden yırtıcılara kadar bu canlılara ihtiyacı var. Eğer habitat (hayvanların yaşam ortamı) tahribatı, plansız nüfus artışı, yapılaşma, ormanların yakılması, sulak alan tahribi sürerse, birçok tür tükenme tehlikesine girer. Bir türün, dünya üzerinde ya da lokal olarak bulunduğu bölgede yok olmasının kötü sonuçlarını kimse kestiremez. Bu, yakın zamanda da ortaya çıkmaz. Örneğin bizi rahatsız eden karasinek birden ortadan kalksa, her taraf hayvan leşleri ile dolar. Ya da baykuşların yok olduğunu düşünelim; o zaman tarla fareleri üzerindeki baskı kalkar.” Ülkemizde Soyu Tükenmekte Olan Hayvan Türleri; TEHDİTLER Doğal yaşam alanları orman, bozkır ve dağlık alanlar olsa da Türkiye’de özellikle insan yerleşimlerinin etrafında tilkilere rastlayabilirsin. Yarık, kovuk ve toprakta kazdıkları inlerde yaşayan tilkiler, yasal olmamasına rağmen, özellikle kürkleri için avlanır. Ayrıca kümes hayvanlarına zarar vermesi nedeniyle de insanlar tarafından zarar görürler. Türkiye’de nesli tükenmiş, tükenme tehlikesi altında olan birçok memeli bulunuyor. Örneğin Hazar kaplanı, aslan, leopar gibi memelilerin nesli tamamen tükendi. İşte Türkiye’de korunması gereken memelilerden bazıları: 46 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Siyah Çeneli Yunus (Lagenorhynchus australis) ya da Peale yunusu, yunus giller(Delphinidae) familyasından Lagenorhynchus cinsindeki altı yunus türünden biridir. Bu küçük yunus türü GüneyAmerika’nın en güneyinde yer alan Ateş Toprakları’nın çevresindeki sularda yaşar.Türkiyede nesli tükenip tükenmediği ise hala belirsizdir Doğuşta boyları 1 m. olan siyah ç e neli yunuslar erişkin olduklarında 2,1 m’ye ulaşırlar. Yetişkin ağırlıkları da 115 kg. cıvarındadır. Koyu gri bir yüze ve çeneye sahiptirler. Sırtlarının büyük bir kısmı siyahtır ve sırtlarının her iki yanında gittikçe kalınlaşan beyaz bir çizgi bulunur. Karınları beyazdır. Her iki ön yüzgeçlerinin arkasında da beyazlık bulunur. Bunlara “koltukaltı” adı verilir. Yanları da ön yüzgeçlerin arkasından başlayarak beyaz-gri renktedir. Sırt yüzgeçleri bu boyut- ta bir yunus için oldukça büyüktür ve eğri biçimlidir. Ön yüzgeçleri küçük ve uçları belirgindir. Kuyruklarının uçları da belirginidir ve tam ortasında bir çentik bulunur. Bu yunus türü uzaktan bakıldığında Gölgeli yunus ile karıştırılabilir. Tırtak (Delphinus delphis), Bayağı yunus olarak da bilinir, yunusgiller(Delphinidae) familyasından Türkiye’nin bütün denizlerinde bulunan ve bütün dünyada büyük okyanusların farklı kısımlarında yaygın olan bir yunus türü. Tırtak Yunusgiller familyasının asıl örnek türüdür. Afalina türünün “Flipper” dizisi ile dünyaca ünlü olup insanların aklına örnek yunus türü olarak yerleşmesinden önce dünyaca en çok tanınan yunus türüydü. Sırtı siyah ya da kahverengi ve karın kısmı beyazımsıdır. Yanlarında açık sarı renkten gri renge geçen uzun alanlar vardır. Yöresel olarak renklerinde farklar olabilir; bazılarının yanlarındaki sarı-gri alanlar tamamen eksiktir. Tırtak yunusu bütün yunusların ve hatta bütün balinaların arasında en renklisidir. Boyu 1,702,40 m olur. YAŞAM Orman kedisi Kuzey ve Güney Amerika’daki yaban kedisi türlerinin en küçüğüdür. Gövde uzunluğu 40-50 cm, ağırlığı ise iki ile üç kg arasında gelir. Kürkü grili bej rengi olup küçük siyah beneklerle kaplıdır. Yakın akrabası Geoffroy kedisi ile karşılaştırıldığında bu tür belirgin bir şekilde ince bir yüze sahiptir. Geniş pençeleri ve gür 20-25 cm uzunluğunda kuyruğu vardır. Kulaklarının arkası dikkat çekici beyaz bir lekesi olan siyah renktedir. Komple siyah renklilik bu türde , en başta dağlık kesimlerindekilerde sık görülür. Chiloé ve Guaitecas Adaları’nda siyah form ana formdur. Orman kedisi ortalama onbir yıl yaşar. Kara Kulak (Caracal caracal), kedigiller (Felidae) familyasından vahşi bir hayvan türü. Dış görünümü ile vaşağa çok benzeyip Step vaşağı, Mısır vaşağı gibi adlarla da anılmış olsa da daha sonraları moleküler DNA çalışmaları ile, tamamen farklı bir tür olup Afrika altın kedisi ve Serval ile yakın akraba olduğu gösterilmiştir. Türkiye’de bulunan yabani kedilerden biridir. Türkçe isminden uyarlanma olan Latince ismi Caracal caracal, TÜBİTAK tarafından geliştirilen bilgisayar işletim sistemi Pardus 2007.2 sürümüne de adını vermiştir. Ortalama ağırlığı 7-9 kg, rekor ağırlığı 17,7 kg’dir. Gövdenin tam boyu 7590 cm’dir. Bunun dışında 30-35 cm uzunluğunda bir kuyruğa sahiptir. Karakulak’ın kuyruğunun üst kısmında etrafında beyaz tüylerden oluşmuş püskül bulunan siyah bir çizgi vardır. Rengi genelde kahverengi tondadır ve üzerinde gri ya da beyaz benekler bulunur. Karakulağın kulaklarının ucunda sivri tüy kümecikleri vardır. Kulaklarının üst kısmının kenarları siyah tüylüdür. Akdeniz Foku (Monachus monachus), fokgiller (Phocidae) familyasından yeryüzünde sadece doğu Akdeniz sahilleri ile Batı Afrika’nın bir tek sahilinde yaşayan fok türü. Yeryüzündeki toplam 34 yüzgeçayaklı fok türünden Karayip Keşiş foku, en son 1952 yılında görülmek kaydı ile yeryüzünden yok olmuştur. Dolayısıyla dünyada şu anda 33 yüzgeç ayak türü vardır. İri bir deniz memelisi olan Akdeniz fokunun boyu 2-3 metre, ağırlığı 200-300 kilogram arasında değişmektedir. Erginlerin vücudunu 5 mm’yi geçmeyen kısa ve sert kıllar kaplar. Su üstünde görüldüğünde en belirgin özellikleri iri kafaları, uzun bıyıkları ve kömür gibi siyah gözleridir. Ergin dişi ile erkekler arasında belirgin bir boy ve kilo farkı yoktur ancak karakteristik renk ayrımları mevcuttur. Karada yatarken vücudun iriliği ve tombul görünümü göze çarpar. Vücudun her iki yanında ön yüzgeçleri (ön üyeler) ve arkada ise iki parça halinde arka yüzgeçleri (arka üyeler) yer alır. • Erkek: Siyaha yakın koyu kahverenginde olup karın bölgesinde belirgin bir beyaz leke vardır. • Dişi: Açık kahverengi veya gri tonlarda olup karın altları da boyundan kuyruğa kadar sırta göre daha açık hatta beyaza yakın renktedir. Ayrıca üstte bel bölgesinde çiftleşme sırasında erkeklerin neden olduğu tırnak izleri bulunur. • Yavru: Doğduğunda boyu yaklaşık 80-90 cm, ağırlığı yaklaşık 20 kilogramdır. Karın bölgesinde istisnasız görülen bariz bir beyaz leke haricinde tüm vücudu havlu gibi 1-1,5 cm uzunluğunda parlak siyah kıllarla kaplıdır. Yavru, anne ve babanın da sahip olduğu bıyıklarla doğar. Yaklaşık iki aylıkken kürkünü değiştirmeye başlar ve bir-iki ay içinde uzun siyah kılların yerini kısa ve parlak gri olanlar alır BİTKİLER : Kardelen Çiçegi Kardelenler, tıbbi açıdan önemli oldukları düşünülen bitkilerdir • Türkiye’de halk arasında, toprak üstü kısımları kalbi kuvvetlendirici, mideye iyi gelen; toprak altı kısımları ise taze haldeyken ezilerek, çıbanları olgunlaştırmak için hazırla- nan lapa olarak kullanılır. içerdiği ilaç olabilme olasılığı bulunan alkaloit ve lektinler nedeniyle, çok sayıda araştırmaya konu olmaktadırlar Siklamen Çöven otu, karanfilgiller (Caryopmyrsinaceae familyasından Cyclamen cinsini oluşturan yaşam alanı orman açıklıkları ve kayalık alanlar olan çok yıllık bir bitki türlerinin ortak adı. Tavşankulağı, buhurumeryem, Mormilik şeklinde de adlandırılır. Boyu 5-20 cm civarındadır ve Şubat - Nisan aylarında çiçek açar. En belirgin özelliği, kalp veya böbrek şeklindeki yapraklarıdır. Beş parçalı olan çiçekleri beyaz, pembe ya da koyu pembe renkte olabilir. Çöven Otu Karanfilgiller (Caryophyllaceae) familyasından Gypsophila cinsini oluşturan ekonomik öneme sahip bitki türlerinin ortak adı. Türkiye’de bulunan 50 çöven türü bilinmektedir. Safa Altan 11- 0 52 BAŞAKŞEHİR LİSESİ 47 DOĞADAN Bitkilerin de Dili Var “Yapraklar konuşur mu?’’ demeyin. Her varlık hal diliyle bizlerle konuşmaktadır. Ne sinir lifleri ne de beyinleri ve kasları ya da ağızları var, ama yine de yaşayan her canlı gibi, bitkiler farklı uyarılara çeşitli salgılarla tepki gösterebiliyor. Ne sinir lifleri ne de beyinleri ve kasları ya da ağızları var, ama yine de yaşayan her organizma gibi bitkiler de dışarıdan gelen uyarılara reaksiyon gösterebiliyorlar. Bitkilerin mesajlarını duyabilseydik, belki de ormandaki yürüyüşlerimizi büyük bir gürültü içinde yapmak zorunda kalırdık. Ama ne iyi ki bitkiler sadece optik ve kimyasal uyarılar veriyor. Onların hareketsiz olmaları, böceklere karşı savunmasız kaldıkları anlamına gelmez. Çünkü her zaman ya da sadece ihtiyaç halinde kullandıkları çok sayıda koruma ve savunma mekanizmalarına sahiptirler. Dikenler veya yakıcı tüyler gibi bitkiyi her zaman koruyan fiziksel savunma mekanizmalarıdır. Bitkilerin konuşmalarındaki uyartılarından mesela ısırgan otunun uyarısını:”Bana dokunursan, yakarım!” şeklinde söyleyebiliriz. 48 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Fiziksel korunma dışında bitkiler doğrudan doğruya böceklere zarar veren zehirli maddelerle de kimyasal savunma yapabiliyorlar, bitki için çok fazla enerji demektir. İşte bu nedenle kimyasal savunma bitkilerde sadece ihtiyaç duyulduğunda gerçekleşir. Bitkiler Kendi Aralarında Nasıl Anlaşırlar? Bitkiler kendilerine zarar verecek olan canlılar tarafından saldırıya uğradıklarında salgıladıkları uçucu organik bileşikler ile yan komşuları olan diğer bitkileri uyarırlar. Aslında bu uyarma işlemi diğer bitkiler tarafından saldırıya uğrayan ağacın yaydığı uçucu organik bileşikleri gizlice “dinlemesi” biçimindedir. Böylece saldırıya uğramadan önce savunma sistemlerini harekete geçirirler. Peki bu dinleme işlemi nasıl gerçekleşir? Saldırıya uğrayan bitkilerin açığa çıkardıkları uçucu organik bileşikler, komşu bitkiler tarafından kopyalanır ve art arda gelen sinyallerin analizi yapılarak savunma sistemi harekete geçirilir. Burada bir başka gerçek daha ortaya çıkmaktadır: Bitkiler birbirleri ile sadece konuşmakla kalmayıp aynı zamanda birbirlerini “dinlemekte”dirler. Bitkilerin birbirleri ile iletişim kurmaları, kendileri- ni savunurken yaydıkları uçucu organik bileşiklerin diğer bitkiler tarafından “tehlike” habercisi olarak algılanıp savunma sistemlerini harekete geçirmeleri, zeka gerektiren davranışlardır. Bitkinin tehlike anını “idrak etmesi” ve “hafızasına” bunu yerleştirmesi, kendi bünyesinde çeşitli değişiklikler oluşturup savunma taktiği geliştirmesi, elbette ki tesadüfler sonucunda ortaya çıkamaz. Gerçek şu ki, bitkiler birbirleri ile iletişim kurma özelliğine sahip olarak “yaratılmış”lardır. Bu, onlara Yüce Allah tarafından özel olarak verilmiş bir savunma sistemidir. Herşeyi en ince ayrıntısına kadar mükemmel yaratan Yüce Allah, yeryüzündeki tüm bitkilerin bulundukları ortamda gereken her türlü ihtiyaçlarını da var etmiştir Bitkilerin Böceklerle Anlaşma Dili Böceklerin bir kısmının beslenme sistemi bitkisel besinlere dayanır. Bu tip böcekler “otçul böcekler” grubunda yer alırlar. Otçul böceklerin besin kaynağı olan bitkiler, kendilerine zarar verecek böceklerin yaklaştığını “anlar” ve kendilerini tehdit eden böcekleri avlayan etçil böcekleri çağıran uçucu organik sinyaller üretirler. Uçucu sinyaller aynı zamanda komşu bitkiler tarafından da algılanır bitkilerin kendilerine zarar verecek böcekleri “algılayıp, tanımaları”, bu böcekleri avlayan etçil böceklerin varlığını ve bu etçil böcekleri çekecek sinyalleri verir. DOĞADAN Mucize Bitkilerin Yararlarını Biliyor Musunuz? ADAÇAYI: Adaçayı sıkça içildiğinde tüm bedeni güçlendiriyor, kalp krizi riskini azaltıyor ve kötürümlüklerde destek sağlıyor. NANE: Gaz söktürücü, Karaciğer yetersizliğini giderir, Safra akışını düzenler ve Mide ağrılarını keser. SARIMSAK: S a v u n m a sistemini kuvvetlendirmesi en çok bilinen sarımsak faydası olarak söyleyebiliriz. MAYDANOZ: Maydanoz bir provitamin A (Beta karoten) kaynağıdır. Bu özelliği ile görme gücüne, kılcal damar sistemine, adrenal bezine ve troid bezine iyi gelir. KUŞBURNU: Vücut direncini arttırır ve sinirleri yatıştıran bir uyartıya sahiptir. SOĞAN: Antibiyotik ve ağrı kesici özelliğine sahiptir. DEFNE: M i k r o p öldürücü, ateş düşürücü özelliğe sahiptir. MERSİN: BironŞitte etkili ve nezlede faydalıdır. NAR: Vücudu kuvvetlendirir. İshali keser ve Kalbi kuvvetlendirmede etkilidir. BAŞAKŞEHİR LİSESİ 49 GÜNCEL Altın Oran ve Fibonacci Sayıları lerde tehlikeli bir oyuncak haline getirilebilir. Düzenbaz falcıların sudan, kahve telvesinden ya da fasulyeden gelecek öngörüleri oluşturmaları gibi, matematik de, din kitaplarından şifreler, Nostradamus manzumelerinden kıyamet günü için tarih hesapları ortaya çıkartmakta kullanılabilir. Bir bıçağı ekmek kesmek içinde kullanabileceğiniz gibi, insan öldürmek için de kullanabilirsiniz örneğinde olduğu gibi… Doğada birbiriyle ilişkisiz canlı veya cansız, sanatın her dalında, görsel, işitsel ve diğer tüm duyulara hitap eden iletişim şekillerinde, tasarımın biçimlenişinde ve hatta evrenin keşfedebildiğimiz birçok düzeninde ortak bir düzenleme vardır. Bu düzenleme “Altın Oran” adı verilen bir sistem ve matematiksel açılımı olan bir oran-orantı kuralına sahiptir. “Altın oran kavramı ve bu kavramın gizemi nedir?” diye düşündüğümüz olmuştur. Belki de bu kavramı ilk defa duymuşsunuzdur. Peki, nedir altın oran? Nereden çıkmıştır? Pratik hayatta kullanımı var mıdır? Doğada rastlanan bir kavram mıdır, yoksa öylesine ortaya atılmış, zorlama ve yapay bir kavram mıdır? Matematik de diğer bilim dalları ve disiplinler gibi kötü niyetli el- 50 BAŞAKŞEHİR LİSESİ “Altın Oran kavramı bu tür istismarlarda da kullanılabilecek bir konu mudur? Yoksa bilimsel bakış açısıyla ele alındığında anlamlı sonuçlara ulaşmamızda faydası var mıdır?” gibi soruları aklımızın bir köşesine tutmakta fayda var. Şimdilik bu tür şüphecilikleri akıl süzgeçlerimizde bırakmak ve konuyu ele almak en iyisi sanıyorum. 2004 senesi içinde yıldızı parlayan yazar Dan Brown’nın Da Vinci Şifresi isimli sürükleyici romanında işlenen pek çok alt konudan biride “Altın Oran”dı.(13.basım, bölüm 20 syf:104-112) Diğer adıyla Fibonacci dizilimi ve Phi sayısı. Aslında tarih boyunca bilinen ve kullanılan “Altın Oran” kavramına bir kere daha dikkat çekilmesi romanın iyi yönlerinden biriydi. Konuya ilgi çekilmesiyle geniş kitlelerin binlerce yıldır bir unutulup bir hatırlanan bu kavram hakkında oluşturduğu merakı giderme romanın iyi yönlerinden biri olarak görülebilir. Adı Orta Çağın en büyük matematikçilerin arasında geçen Fibonacci’nin hayatı ile ilgili pek fazla bilgi bulunmamaktadır. İtalya’nın Pisa şehrinde 1170’li yıllarda doğduğu sanılmakta, babasının işi nedeniyle Kuzey Afrika’ya ve Cezayir’e gittiği ve burada Arap hocalarından matematik dersleri aldığı bilinmektedir. Hint-Arap sayılarını(1.2.3…) öğrenerek bunları Avrupa’ya tanıtan kişi olarak anılır. İtalyan matematikçi Fibonacci yazdığı matematik kitaplarından birinde tavşan çiftliği olan bir arkadaşıyla ilgili olduğunu iddia ettiği bir problem sorar. Bu probleme göre çiftlikteki tavşanlar doğdukla- GÜNCEL Tarihte görülebileceği gibi Sanatçılar bu özelliği kullanıp göze güzel görünen eserler meydana getirmişlerdir.Örneğin Mona Lisa tablosunun boyunun enine oranı altın oranı verir.Mona Lisa’nın yüzünün etrafına bir dikdörtgen çizdiğinizde ortaya çıkan dört kenar bir altın dikdörtgendir. rı ilk iki ay yavru yapmazlar. Üçüncü aydan itibaren her çift, her ay bir çift yavru yapar. İlk ay yeni doğmuş bir çift tavşan vardır. İkinci ayda bu tavşanlar henüz yavrulamadıkları için hala bir çift tavşan vardır. Üçüncü ay bunlar bir çift yavru verir ve iki tavşan olur. Yeni doğan çift dördüncü ay doğurmayacak, oysa ana babaları yeniden bir çift yavru yapar ve toplam üç çift yavru olur. Bu şekilde devam edilirse; tavşan çiftleri aylara göre şu sıralamayı ortaya koymaktadır: 1.1.2.3.5.8.13.21.34.55.89,Görüldüğü gibi ilk iki sayı hariç, her sayı kendisinden önce gelen iki sayının toplamına eşittir. Tavşanlar, görülen grafik doğrultusunda artış göstermektedir. Bu sayıların arasındaki oran ise bize altın oranı vermektedir. Altın Oran,1 sayısına eklendiğinde kendi karesine eşit olan iki sayıdan biridir. Altın oran 1,618033… olarak devam eden ondalık sayıdır.1 sayısına eklendiğinde kendi sayısına eşit olan diğer sayı da -0,618033…olarak devam eden ondalık sayıdır. Çam kozalağında altın orandan elde edilen spiralleri görmek mümkündür. Ayçiçeğin merkezinden dışarıya doğru tane sayılarının birbirine oranı “Altın Oranı” verir. Tarihte görülebileceği gibi Sanatçılar bu özelliği kullanıp göze güzel görünen eserler meydana getirmişlerdir. Örneğin Mona Lisa tablosunun boyunun enine oranı altın oranı verir. Mona Lisa’nın yüzünün etrafına bir dikdörtgen çizdiğinizde ortaya çıkan dörtkenar bir altın dikdörtgendir. Bu dikdörtgeni, göz hizasında çizeceğiniz bir çizgiyle ikiye ayırdığınızda yine bir altın oran elde edersiniz. Resim boyutları da altın oran oluşturmaktadır. İNSAN VÜCUDUNDA ALTIN ORAN İddiaya göre ideal insanın ölçüleri şöyle olmalıymış: Boy uzunlu- ğunun göbekten ayakuçlarına olan uzunluğuna oranı: göbekten ayakuçlarına olan uzunluğun göbekten başucuna olan uzunluğu oranına eşittir. İdeal insanın boyu x birim olsun. Göbeğinden ayakucuna olan uzaklık da y birim olsun. Bu durumda göbeğinden başucuna olan uzaklık da x-y birim olacak. Bu durumda şu denklem oluşur: x/y = y/x-y bu oranda 1.618 olur. İNSAN YÜZÜNDE ALTIN ORAN İnsan yüzünde de birçok altın oran vardır. Ama bu oranlandırma, bilim adamları ve sanatkârların beraberce kabul ettikleri ‘ideal bir insan yüzü’ için geçerlidir. Örneğin üst çenedeki ön iki dişin enlerinin toplamının boylarına oranı altın oranı verir. İlk dişin genişliğinin merkezden ikinci dişe oranı da altın orana dayanır. Bunlar bir dişçinin dikkate alabileceği en ideal oranlardır. İnsan yüzündeki diğer bazı altın oranlar şunlardır: - Yüzün boyu / Yüzün genişliği, - Dudak- kaşların birleşim yeri arası / Burun boyu, - Yüzün boyu / Çene ucukaşların birleşim yeri arası, - Ağız boyu / Burun genişliği, - Burun genişliği / Burun delikleri arası, -Göz bebekleri arası / Kaşlar arası. BÜŞRA ERCAN 11-M BAŞAKŞEHİR LİSESİ 51 TEKNOLOJİ Türk m sarla ühendi slerc nan s e hücu yyar yü e taz m kö prüs ücü ü Tamamen Türk mühendislerce geliştirilen ve tasarlanan ‘’Samur’’ adı verilen seyyar yüzücü hücum köprüsü ile tank ve zırhlı araçlar için akarsu ve nehirler engel olmaktan çıkıyor. Toplam 52 adet üretilecek ve akarsu geçişlerinde yapbozun parçaları gibi yan yana gelerek birleşecek Samur’lar, kısa sürede onlarca metre uzunluğunda köprülere dönüşerek, her biri 70 tonluk tankları karşıya geçirebilecek. SAMUR’UN ÖZELLİKLERİ Hem karada hem de suda hareket kabiliyetine sahip Samur, karada saatte 100 kilometre, suda yaklaşık 20 kilometre hıza ulaşabiliyor. Karada bir TIR’ı andıran suya girdiğinde tekerleklerini içine çekerek adeta bir gemiye dönüşen Samur, 12 metre uzunluğa, 4 metre genişliğe ve 3,5 metre yüksekliğe sahip. Samurlar, akarsu geçişlerinde yapbozun parçaları gibi yan yana gelerek, onlarca metre uzunluğunda bir köprüye dönüşebiliyor. İki samur, birleştiğinde 20 metrelik köprü oluşturarak 70 tonluk tankı karşı kıyıya geçirebiliyor. Proje kapsamında üretilecek 52 adet Samur, 130 milyon dolara mal olacak. Nehirler üzerinde süratle kurulacak olan amfibi özelliğe sahip Samurlar, muharebe tankları ve askeri birliklerin çok kısa sürede karşı kıyıya geçmesine imkân verecek. Bilim ve Teknoloji Alanındaki Gelişmeler Aselsan’ın Muhteşem Ürünü “Peri” Aselsan’ın Kapadokya ismi ile yarıştığı MAGIC 2010 yarışmasında, aralarında ABD, Japonya, Avusturyadan da takımların bulunduğu 6 takım ile beraber finale yükselerek 50 BİN dolarlık ödülü almaya hak kazandı. Yarışmanın asıl ödülü ise yani birinciye verile- 99 52 BAŞAKŞEHİR LİSESİ cek ödül ise 750 Bin dolar. İnsansız araçların geliştirilmesini sağlamak amacıyla düzenlenen MAGIC 2010 yarışmasında finale kalan altı takım robot ve elektronik teknolojisinde en ileri noktada yer alıyor. Aselsan’ın da bu yarışmada finale kalması dünyadaki en üst seviyede teknoloji şirketlerinden birisi olduğunu kanıtlıyor. Uluslararası insansız araç- TEKNOLOJİ lar projesi yarışmasında finale yükselerek Türkiye’nin göğsünü kabartan ASELSAN şirketi, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu akıllı robotları geliştirip üretmeyi hedefliyor. Japonlar Hasta Bakıcı Robot Geliştirdi Teknoloji, özellikle de robot denildiği zaman ilk akla gelen ülke şüphesiz Japonya her geçen gün, robot teknolojisinde biraz daha ilerleyen Japonlar bu defa da hasta bakıcı robotgeliştirdi. Japon bilim adamlarının hastalarla iletişim kurmak ve onları rahatlatmak amacıyla geliştirdiği hasta bakıcı robotla ilgili diğer detayları yazının devamından okuyabilirsiniz. Japon bilim adamlarının ‘Actroid-F’ adını verdikleri hasta bakıcı robot, 20 yaşındaki bir japon kız görünümünde. Mimikleri, hal ve hareketleri ile gerçek bir insana benzeyen robot, içindeki kamera sayesinde karşısındaki insanın söylediği şeyleri algılayıp tepki verebiliyor. Başını sallayabilme, nefes alabilme, gülümseme, selam verme, kaşlarını ve dudaklarını oynatabilme gibi özelliklere sahip olan robot, her hareketiyle gerçek bir insanı anımsatıyor. Acer’den Dokunmatik Klavyeli Laptop Bilgisayar sektörünün önde gelen markalarından Japontek- noloji firması Acer oldukça iyi özelliklere sahip, bi o kadarda ilginç olan bir laptop üretti. Bu dizüstü bilgisayarın ilginç tarafı klavyesinin dokunmatik ekranlar gibi çalışması. Yani diğer dizüstü bilgisayarlar gibi tuşlara sahip değil. Cihazın en kötü özelliği ise pil şarjının kısa sürede bitiyor olması.44 Watt güce sahip olan ve 3 Amper’lik akım üreten pil tam dolu hali ile 3 saat dayanabiliyor. Türklerden Muhteşem Bir Buluş Hacettepe Üniverstesi Kimya Bölümü Profesöleri tarafından muhteşem bir ürün geliştirildi. Nanoteknoloji tabanlı bu ürün sayesinde artık hırsızları veya suçları yakalamak çok daha kolay olacak. Sprey şeklinde ortama sıkılan nanopartüküller, Işık saçarak suçlunun parmak izlerinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Nanoteknoloji tabanlı bu mükemmel buluşun içinde herhangi bir zehirli kimyasal madde bulunmadığından sağlığa karşı bir za- rarı olmuyor. Günümüzde kullanılan parmak izi tahlil maddelerinin toksik etkisinin olduğunu söyleyen HÜ Kimya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Adil Denizli, bu maddelerin parmak izlerini tam anlamıyla ortaya çıkaramadığı belirtti. Prof. Dr. Adil Denizli bu ürünü geliştirirken floresan özellikli nanopartiküller üzerinde çalıştıklarını söyledi. Parmak İzi oluşurken salgılanan aminoasitlerle tepkimeye giren nanopartiküller floresan özelliği sayesinde parmak izinin kolaylıkla görünür hale geldiğini belirten Denizli, çalışmalarında kullanılan nanopartiküllerin en önemli özelliği sağlığa herhangi bir zararının olmadığının altını çizdi. Denizli,”Bu çalışmalarımızla nanoteknolojinin birçok probleme çözüm olacağını gösteriyoruz.”dedi Türkler Susuz İtfaiye Aracı Üretti Türkler dünyanın ilgisini üzerine çeken, mükemmel bir araç üretti. Aracı üretenler ODTÜ’den Dr. Hakan Gürsu ve öğrencileri. Dr. Gürsu ve öğrencileri Designnobis ismini verdikleri şirketleri ile takdire şayan ürünler geliştirmiş. Bunlardan bir tanesi de son ürettikleri susuz yangın söndürme aracı. Dünya çapında büyük ilgi gören bu ürün ülke çapında 14,ülke dışında 12 ödül almış. Marinaya gerek duymayan tekne, güneş enerjisi ile çalışan yat, sulamada kaybı en aza indiren su kapanı Dr. Hakan Gürsu ve öğrencilerinin en çok ilgi çeken buluşları. En son ürettikleri araç ise kısa sürede ilgileri üze- BAŞAKŞEHİR LİSESİ 99 53 TEKNOLOJİ cak deneyi yapan araştırmacılar aslında evrenin ilk zamanlarda gaz değil, sıcak ve yoğun bir sıvı halinde olduğunu ortaya çıkardılar. rine çekti. Fire Knight’ (Ateş Şövalyesi) adı verilen susuz yangın söndürme aracı, yangınları toprak veya kum kullanarak söndürüyor. Araçın elektrikle çalışması başka bir güzel özelliği. LHC’ de kurşun çekirdeklerini birbirine çarpıştıran araştırmacılar, evrenin ilk zamanlarındaki gibi bir ortam yarattılar. 10 cudun yaydığı ısıyı çekerek enerji üretilmesini sağlıyor. Böylece vücudunuzdan aldığı ısıyla telefonun şarjı bitmiyor. Genius’tan Yüzük Fare : Ring Mause YAKITSIZ ÇALIŞIYOR Araçta her hangi bir patlama riskine karşı yakıt bulunmuyor. Bunun yerine araçta altı ayrı elektrik motoru bulunuyor. Önünde bulunan materyali kepçe gibi kullanarak yolunu açıyor. Diğer bir önemli özelliği ise püskürtme menzilinin yüksekliği. Ateş şövalyesi, yerden aldığı toprağı iyice ufalayarak kum haline getirdikten sonra rüzgâra karşı 100 metreye kadar püskürtebiliyor. CERN Yanlış Bildiğimiz Gerçeği Düzeltti trilyon derecenin üzerindeki bu ortamda küçük atomik ateş topları meydana geldi. Daha önceki daha az enerjili deneylerde de ateş toplarının gaz gibi değil de sıvı gibi davrandığı bulunmuştu. ALICE araştırma şefi Dr. David Evans şunları söylüyor; “Daha çok başlarda olmamıza rağmen, evrenle ilgili birçok şey öğrenmeye başladık bile. Bu ilk sonuçlar evrenin Büyük Patlama’dan hemen sonra çok sıcak bir sıvı gibi hareket ettiğini ortaya çıkardı”. Kendi Kendini Şarj Eden Telefon Bakırdan yapılan telefon, vücudun ısısını veya ısı yayan herhangi bir kaynaktan ısıyı alarak içerisindeki termojeneratörle kendini şarj ediyor. İngiliz tasarımcı Patrick Hylan’ın icadı telefon, vü“Önce her şey bir toz bulutuydu...” Bu cümle artık tamamen değişiyor! CERN’de ALICE deneyini yapan araştırmacılar evrenin ilk zamanlarıyla ilgili tahmin edilen bir gerçeği çürüttüler. Bildiğiniz gibi çoğu bilim adamı evrenin ilk oluştuğu zamanlarda gaz halinde bulunduğunu düşünüyorlardı. An- 54 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Genius, Ring Mouse adlı yeni ürünüyle fare tasarımını bambaşka bir şekle sokuyor Genius’un yeni tanıttığı Ring Mouse daha önceden gördüğünüz hiçbir fareye benzemiyor. Bilgisayarı kontrol etmek için yepyeni bir fikir sunan cihaz ile oturduğunuz yerden bilgisayarınıza hükmedebilirsiniz. 2.4 GHz’lik kablosuz teknolojisi kullanan Ring Mouse, bir yüzük gibi parmağınıza takılabiliyor. Üst kısmında yer alan Opto Wheel Touch Control adlı 1000 dpi’lik optik sensor sayesinde baş parmağınızı oynattığınızda fare imlecini de hareket ettirmiş oluyorsunuz. Multimedya ve ev sineması PC’lerde kullanım kolaylığı sağlayan Ring Mouse ile müzik, film, resim ve sunumlarınızı uzaktan rahatlıkla yönetebilirsiniz. Ürünle beraber sunulan ioMedia yazılımı sayesinde yapacağınız hızlı ayarlarla da rahat erişim olanağı sunuluyor. Mikro boyutlardaki alıcısından 10 metre uzakta bile çalışabilen Ring Mouse, USB üzerinden şarj edilebiliyor. Mert Efe * BAŞAKŞEHİR LİSESİ 55 TASAVVUF Hacı Bektaş Veli Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok daha sonra, 14.yüzyıl başlarında kurulan tarikatının, 16.yüzyıl baş- larında etkinlik kazanması ile olmuştur. H acı Bektaş Veli, Osmanlı İmparatorluğunda XIV. yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük etkinliği olan, II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte kapatılan, Abdülaziz zamanında tekrar canlanan ve 25 Kasım 1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının piridir. Hacı Bektaş Veli’nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı, Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin bulunduğu Macaristan’ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan’a kadar bir çok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir. Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok daha sonra, 14.yüzyıl başlarında kurulan tarikatının, 16.yüzyıl başlarında etkinlik kazanması ile olmuştur. Hacı Bektaş Veli, hakkında anlatılan söylencelerle, tarihsel gerçekliklerden kopuk olarak yaşatılmıştır. Kendi döneminde tanınmaktadır ve Mevlana, Baba İlyas, Ahi Evren’le çağdaştır. Kaynaklar bu dönemin ünlülerinin ilişkilerini mistik bir dille anlatırlar. Döneme ait bilgiler aktaran Aşıkpaşazade, Eflâki, Elvan Çelebi, Vasiti gibi yazarlar, Hacı Bektaş’a ait bilgilere yer vermişlerdir. Ölümünden sonraki yıllarda, hakkında “Vilayetname” düzenlenir. Adına tarikat kurulur. Mevlevi inançlı Eflâki’nin, Ha- cı Bektaş Veli’yi kendi tarikat önderleriyle kıyaslayarak, küçük düşürücü öyküler anlatması, dönemin mezhep ve tarikat bağnazlığından kaynaklanmaktadır. Alevi - Bektaşilik’le ilgili belge ve kaynakların yokedildiği de, tarihsel bir gerçektir. Bu durum da, Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin, sağlıklı bilgilere ulaşmamıza engel olmuştur. Hacı Bektaş Veli’nin doğumu, ölümü, kim tarafından eğitildiği, Anadolu’ya tam olarak hangi tarihte geldiğine dair kesin bilgiler bulunmamaktadır. Hakkında bilgi veren en eski kaynaklardan biri olan Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli, Hz. Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kazım nesline bağlanarak, soy seceresi hakkında şu bilgi verilmektedir. “Hacı Bektaş Veli, Seyyid Muhammed İbrâhim-î Sânî, Seyid Mûsa’î-Sânî, İbrâhim Mükerrem el-Mücâb, İmam Mûsâ Kâzım.” Ancak bu silsilenin doğruluk derecesi de tartışma konusu olmuştur. Hz. Ali ile Hacı Bektaş Veli arasındaki şahısların azlığı nedeniyle, silsilede noksanlık veya kopukluklar olabileceği ileri sürülmüştür. Hoca Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiği iddialarına karşılık, yaşadıkları dönem göz önünde bulundurulduğunda, 1166’da ölen Ahmet Yesevi ile 12091271’de yaşayan Hacı Bektaş Veli’nin aynı zaman diliminde yaşamadıkları açıktır. Yaygın olan kanaate göre, Lokman Perende’nin himayesinde ve Yesevilik öğretisinin etkin olduğu bir ortamda yetişmiştir. Ho- TASAVVUF rasan ve Erdebil’de aldığı tekke eğitimi, Anadolu’ya geliş yolu ve Anadolu’da bulunduğu yerler dikkate alındığında, Hacı Bektaş Veli, Yesevilik, Melamilik, Batınilik, İsmaililik, Ahilik, Babailik, Mevlevilik, Kalenderilik gibi dönemin inanç ve anlayışlarını, yakından tanıyor ve biliyor olmalıdır. Aşıkpaşazade’ye göre, Hacı Bektaş Veli kendinden geçmiş bir meczub idi. Tarikatı ve müridleri yoktu. Hacı Bektaş Veli’nin; Aşıkpaşazade’nin Hatun Ana dediği (Vilayetnamede Kutlu Melek - Fatma Ana - Kadıncık Ana isimleri ile anılan), manevi bir kızı olduğunu; tasavvuf öğretisini ve kerametlerini ona emanet ettiğini; Hatun Ana’nın da bunları Abdal Musa’ya aktardığını, Aşıkpaşazade’den öğreniyoruz. Bu bilgiyi, Abdal Musa Vilayetnamesi de doğrulamaktadır. Bu bilgiler, o çağdaki “kadının”, erkek müridi olacak kadar, yüksek bir statüye sahip olduğunu göstermektedir. Vilayetname’deki anlatımlar da, İslami dönemdeki kısıtlamalardan önce, kadının sosyal yaşamda etkin bir yerde olduğunu ortaya koymaktadır. Meclislerde erkeklerin yanında yer almakta ve yabancı konuklara hoş geldin diyebilmektedirler. Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi’ye kılıç kuşatıp Elif Tac giydirdiği yazılı ise de, Aşıkpaşazade bu konuda açık ve kesin bir bilgi vererek, Hacı Bektaş Veli’nin Osmanlı Hanedanından kimse ile görüşmediğini açıkca ifade etmektedir. Aşıkpaşazade, Eflâkî ve Elvan Çelebi’nin anlatımları ile Hacı Bektaş Veli Türbesinden gelen ve Ankara Kütüphanesinde korunan, Ciritli Derviş Ali (Resmî Ali Baba) tarafından 1176(1765)’da kopya edilmiş Vilayetnamede, Hacı Bektaş Veli’nin 606(1209/1210)’da doğduğu, 63 yıl yaşayarak 669(1270/1271)’de öldüğüne dair verilen bilgi örtüşmektedir. 1281’de, 23 yaşındayken Kayı Boyu’nun yönetimini üstlenen Osman Gazi’ye, Hacı Bektaş Veli’nin kılıç kuşatıp Elif Tac giydirmesinin, Hacı Bektaş Veli ile ilişkilendirilen Yeniçeri Ocağının kurulmasından sonra, Vilayetname’ye eklenmiş olabileceğini düşündürtmektedir. SÖZLERİ *Ara,bul. tunuz. *Kadınları oku citme. *İncinsen de, in k sabır iledir. *Murada erme luk kapısıdır. *Doğruluk dost k bir sınavdır. *Araştırma açı diline sahip ol. *Eline, beline, . n kendinde ara unutmayınız. *Her ne ararsa u n u ğ u ld o n sa dahi in ışıktır. *Düşmanınızın arı aydınlatan ll o y n e id g te a *ilim,hakik ptir. ilk makamı ede in n li h e t fe ri a M * ndır. büyük kitap insa ir. n e k ca a n u k O * iğid sözünün güzell ız. *İnsanın cemali nı ayıplamayın sa in e v ti le il m etme. *Hiç bir kimseye tatbik i n le e g ır ğ a e *Nefsin nu karanlıktır. so n lu o y n e y e u. *İlimden gidilm tanlara ne mutl tu ık ış a ın ğ lı n *Düşünce kara Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Hacı Bektaş Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Mezarı, Nevşehir İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır. Ozan DOLAŞ GÜNCEL Doğru Bildiğimiz Yanlışlar tabak yemek yedikten sonra yüzmek size rahatsızlık verebilir, ancak boğulmanıza sebep olmaz. Eğer kramp girse bile çoğunlukla, ciddi bir zarar görmeden sudan kolayca çıkabilirsiniz. YANLIŞ: Beş duyu organımız vardır –görme, işitme, dokunma, koklama ve tat alma. DOĞRU: Aslında çok daha fazla sayıda duyumuz bulunur. Kimileri bu sayıyı 21’e kadar çıkartmıştır. Bunlardan en bariz olanları denge, acı ve ısıdır. Ayrıca 4 tane içsel duyumuz vardır: hayal gücü, hafıza, sağduyu ve değerlendirme gücü. YANLIŞ: renk vardır. Gökkuşağında yedi DOĞRU: Gökkuşağındaki renkler kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit mavisi ve mor olarak bilinir. İşin aslı, gökkuşağında kesintisiz bir renk spektrumu vardır, ancak insanın renk algısı, ortada bir kuşak serisi olduğu yanılgısını yaratır. Kimi gökkuşaklarında ise insan gözünün görebileceği 7’den fazla kuşak bulunur. YANLIŞ: Uçakta cep telefonu kullanmak uçuş emniyetini tehdit eder ve uçağın düşmesine sebep olur. YANLIŞ: Küçük depremler, büyük depremlerin gerçekleşme şansını azaltır. DOĞRU: Küçük sarsıntıların meydana gelmesinin büyük bir depreme yol açabilecek basınç birikimini hafiflettiğine dair ortak bir kanı vardır. Fakat bunun doğruluk payı yoktur. Sismologlar, 6 büyüklüğündeki bir depremin 5 büyüklüğünde 10 adet, 4 büyüklüğünde 100 adet, 3 büyüklüğünde 1000 adet vs depremin toplamına eşit olduğunu gözlemlediler. Bu, çok sayıda küçük deprem demek oluyor, ancak büyük bir depremi bertaraf edebilecek kadar fazla sayıda küçük sarsıntının gerçekleşmesi mümkün değildir. YANLIŞ: Yemek yedikten sonra yüzmek için en az 30 dakika beklenmelidir. YANLIŞ: du ısıtır. Alkollü içecekler vücu- DOĞRU: Bu tamamen yanlış bir inanıştır. Yine de filmlerde alkol üşümenin çaresi olarak gösterilmeye ve insanlar, boyunlarında likör fıçısıyla gezen St. Bernard köpekleriyle ilgili efsaneye inanmaya devam ediyor. Oysa alkol aldığınızda vücut ısınız düşer, çünkü alkol vücudun yüzeyine daha fazla kan ulaşmasını sağlar ve bu da vücutta ısı kaybına neden olur. Alkol aldıktan sonra hissedilen sıcaklık hissi, kanın yüzeye doğru akışının cildi ve ciltteki sinir uçlarını ısıtması ve bunların beyne sıcaklık algısını iletmesi gerçeğiyle açıklanabilir. 58 BAŞAKŞEHİR LİSESİ DOĞRU: Vücudun, kan dolaşımını sindirim sistemine yönelttiği ve kaslardan uzaklaştırdığı, bunun da krampa yol açabileceği gerçeğine dayanan teorik bir endişe olmasına karşın bugüne kadar hiç kimse dolu bir mideyle yüzdüğü için boğulmadı. Büyük bir DOĞRU: Federal Havacılık Kurulu, 25 senedir her türlü elektronik cihazı radyo frekansının 100 katındaki parazit seviyelerinde test etti, fakat hiçbir sorun meydana gelmedi. Kurum, çalışan elektronik cihazlarla uçağın düşmesi arasında bir bağlantının kanıtlanmadığını açıkladı. Bu nedenle havayolu şirketleri bu konudaki politikalarını kendileri belirliyorlar. Uçuş sırasında cep telefonunuzu kullanırsanız uçuş ekibiyle çatışma riskini almış olursunuz ancak uçak düşmez. Bundan dolayı kimi havayolu şirketleri, uçuş sırasında cep telefonu kullanımını serbest bırakmaya başladılar. YANLIŞ: neden olur. Cep telefonu kansere DOĞRU: Açılan davalar ve medyada çıkan birtakım haberler, cep telefonunun kansere sebep olduğu -özellikle de beyin kanseri- efsanesini besledi. Tüketiciler daha sonra bu iddiayı yalanlayan haberleri görmemiş olabilirler, çünkü bunlar, cep telefonu tehlikesini vurgulayan haberler gibi baş sayfalardan verilmediler. Bazı çalışmalar, seyrek görülen beyin tümörü oluşumlarıyla cep telefonu kullanımı arasında bir bağlantı olabileceğini gösterdi, fakat beyin kanseriyle ilgili iddiaların geçersizliği, çeşitli çalışmalar sonucu doğrulandı. YANLIŞ: On yıl içinde dünyada hiç muz kalmayacak. DOĞRU: Aslında bu efsanede bir gerçeklik payı bulunuyor. Şöyle ki; bazı GÜNCEL YANLIŞ: Alexander Graham Bell telefonu icat etti. DOĞRU: Hepimiz Graham Bell’in telefonu icat ettiği ve ilk olarak sekreteri Watson’ı aradığıyla ilgili hikâyeyi duymuşuzdur. Fakat aslında çalışan ilk telefon bundan 150 yıl önce, Alman bir mucit olan Philipp Reis tarafından icat edilmişti. “Reis Telephon” ismini verdiği bu cihazı, ilk olarak 1861’de sunmuştu. Reis Telephon, müzik notalarını oldukça net olarak, ancak insan sesini zayıf bir şekilde iletebiliyordu. İnsan sesinin tel üzerinden ilk iletiminin Reis tarafından üretilen cihazla gerçekleştirildiği su götürmez bir gerçek. Ancak buna rağmen bütün övgüyü Bell alıyor. –insan yaşı cinsinden- 90’a kadar çıkar. Üstelik farklı köpek türlerinin ortalama yaşam süreleri büyük farklılıklar (6 yıldan 13 ve daha fazlası yıla kadar) gösterir. Ayrıca köpeklerin “çocukluk”ları oldukça kısa sürerken, orta yaş dönemleri oldukça uzundur. Dolayısıyla köpek yaşını insanınkiyle 1’e 7 şeklinde karşılaştırmak yanlıştır. YANLIŞ: Kutup ayıları solaktır. DOĞRU: Bu efsanenin nerden çıktığı tarihin karanlık dehlizlerine gömülmüştür. Hayatlarını kutup ayılarını araştırmaya adamış bilim adamları, bu hayvanların iki ellerini de aynı beceriyle kullanabildiklerini gözlemlemişlerdir. Bu efsanenin yayılma se- YANLIŞ: Zıplayamayan tek memeli hayvan fildir. Asya ülkelerinde, Panama hastalığı adıyla da bilinen ve muzları tehdit eden bir hastalık var. Ancak bu durum dünyadaki tüm muzları –hatta Asya’dakileri bile- yok edebilecek kadar etkili değil. Üstelik Asya’da tehdit altında olan bu muz türü, dünyada bulunan ve insanların yemesinde bir sakınca görülmeyen 300 türden yalnızca bir tanesi. DOĞRU: Öncelikle, yetişkin fillerin zıplayamadığını söylememiz gerek; tabii zıplamaktan kastedilen, hareketsiz pozisyondayken kendini yukarı doğru ittikten sonra bütün ayakların aynı anda havada olması durumuysa eğer… Fakat zıplayamama konusunda tek olduğuyla ilgili popüler efsanenin aksine, bu beceriksizlik yalnızca file ait değildir. Örneğin, Amerika’ya özgü, ismini “tembellik” kelimesinden (sloth) alan bir hayvan, yaşam tarzıyla da uyumlu olarak, zıplayamaz. Ayrıca, gergedan ve su aygırı da zıplayamayan memelilerdir, fakat fillerin aksine, koşarlarken dört ayaklarını birden aynı anda yerden kesebilirler. YANLIŞ: Bir köpek yılı yedi insan yılına eşittir. DOĞRU: Köpek yaşını insan yaşına eşitlemek için yapılan bu hesapta, normalde insanlarda 78 olan ortalama yaşam süresi, köpeklerde bebi belki de, kutup ayılarının sol ellerini çok iyi kullanabildiklerini gören fakat sağ elleriyle de aynı şekilde çalışabildikleri gerçeğini göz ardı eden insanlar olabilir. YANLIŞ: Çin Seddi uzaydan çıplak gözle görülen tek insan yapısıdır. DOĞRU: Bu iddia pek çok açıdan yanlıştır. Öncelikle, dünyaya, Çin Seddi’ni görebilecek kadar yakın bir noktada bulunuyorsanız, karayolu ağlarını ve insan yapımı daha birçok objeyi görebiliyorsunuz demektir. Bir başka deyişle yalnızca Çin Seddi’nin göründüğü belli bir uzaklık yoktur. Dünyadan birkaç bin kilometre yüksekte ise insanoğlu tarafından yapılmış hiçbir şeyi görme olanağı yoktur. Sümeyye GÜNEY 12 B BAŞAKŞEHİR LİSESİ 59 DOĞA Bunları Biliyor muydunuz? • Kendi dirseğini yalamanın imkansız olduğunu • Ördeğin vakvaklamasının yankı yaratmadığını ve bunu kimsenin açıklayamadığını • Dünyadaki fotokopi makinelerinde meydana gelen arızaların %23 ünün, makinenin üstüne oturup kendi popolarının fotokopisini çekmek isteyen insanlar sayesinde meydana geldiğini • Yaşamın boyunca uyku sırasında yaklaşık 70 böcek ve 10 örümcek yiyeceğini (Mmmmh!!:) • İdrarın zifiri karanlıkta parladığını • Eğer çok şiddetli hapşırırsan, kaburgalarından birini kırabileceğini • Hapşırmayı engellemeye calışırsan, başındaki veya boynundaki damarlardan birinin yırtılabileceğini ve ölebileceğini • Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalı- ARILARIN VERİMLİ UÇUŞU İlk bakışta arıların uçuşlarının enerji tüketimi açısından verimsiz bir hareketlilik olduğu düşünülür. Gerçekten de arılar uçmak için harcadıkları enerjinin ancak % 6’sını harekete çevirebilirler. Ancak, bu böcekler eğer isterlerse bu oranı artırabilirler. Örneğin, hava sıcaklığı 20°C’den 40°C’ye çıktığında, arılar kanat çırpma frekanslarını %16 düşürebilirler. Böylece uçmak için harcadıkları enerji yarıya düşmüş olur. Tabii ki, düşük sıcaklıklarda bilerek daha kötü bir başarı grafiği çizerler ve dışa verdikleri ısıyı artırarak sıcak kalırlar. ÇEKİRGE’NİN AĞIZ TADI Cambridge Üniversitesi’nde böceklerin tat alma duyuları araştırılıyor. Bu, böceklerin verdikleri zararları azaltmak için yararlı ola cak bir çalışma. İnsanlardan farklı olarak böceklerin ağızlarının yanında ve şırsan, yerlerinden fırlayabileceklerini • Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını • Dünya nüfusunun %50 sinin hiç telefonla konuşmadığını • Farelerin ve atların kusamadıklarını • 1 saat süreyle kulaklıkla birşey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %700 arttırdığını • Çakmağın kibritten önce bulunduğunu • Parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan için benzersiz olduğunu • Bu yazıyı okuyan insanların %75 inden fazlasının, dirseklerini yalamaya çalışacaklarını Biliyormuydunuz? bacakları dâhil vücutlarının birçok bölgesinde tat alıcılar bulunuyor. Bunlar, böceklerin yürürken üzerinden geçtikleri yaprakların yenip yenmeyeceğini anlayabilmek için onları tatmalarını sağlıyor. Böcekten insana, bütün hayvanlarda sinir sistemi, tek tek sinir hücrelerinden karmaşık yollarla ve ağlarla tek tek gönderilen mesajlar yoluyla işlevini gösteriyor. Dr. Newland, çöl çekirgelerinin tat alıcılarının, sinir sistemi tarafından yemeğe başlama ya da kötü tattan kaçma gibi düzenlenmiş bir cevap vermek için, çözümlenebilir ve analiz edilebilir bir koda nasıl çevrildiğini araştırıyor. Tat tepkileri bütün böceklerde eş bulma, yumurtlama için yer seçimi gibi yaşamsal olaylar açısından önemli bir öğe. Yeni bir araştırma, sinir hücrelerinin tatlı veya tuzlu tatlara cevap olarak farklı sinir hücresi kümeleri boyunca mesaj gönderip göndermediğini araştırıyor. Tatların sinir sisteminde nasıl bir süreçten geçtiğini bilmek, yemek seçiminin nasıl yapıldığını anlamamızı sağlayacak. Böceklerin tat alma duyularını incelemenin bir diğer nedeni de mücadelede kullanılan ilaçlara karşı bağışıklık geliştirmeleri. DİNAZOR NE KADAR BÜYÜK ? Dinazorun kuyruğunun uzunluğu gövdesinin iki katı kadardır gövdesi ise boynunun ( gövdeden burnunun ucuna kadar olan kısım ) yarası kadar uzunluktadır boynu 12 metre olduğuna göre dinazor burnunun ucundan kuyruğunun ucuna kadar kaç metredir acaba? DOĞA ELEKTRİK YÜKLÜ ÇİÇEKTOZLARI Sesle Havaya Kaldırma Monterey (Kaliforniya) Denizcilik Okulundan iki fizikçi ses dalgalarıyla cisimleri havaya kaldırabilirler. 6 mm kalınlıkta bir alüminyumdan, diğeri polivinikloründen (PVC) aralarında 10 mm olan iki plaka üzerine iki hoparlör yönelttiler. Ses dalgalarının etkisiyle iki plaka birbirinden uzaklaştırdılar; plakaların birbirini çekmesi giderek azaldı ve sonunda birbirlerini itmeye başladılar. Açıklaması: Plakalar arasındaki uzaklık, gönderilen ses dalgaları arasında frekansı en yüksek olanın dalga boyunun en az yarısı kadar olunca, ses dalgaları plakalar dik olarak sıçramaya başlarlar. Bu durumda plakalar arasında kalan ses dalgalarının basıncı, plakaların dışında her yöne yayılan ses dalgalarının basıncını aşar ve plakalar birbirinden uzaklaşır. Bu etkiler çok zayıf olmakla birlikte, gelecekte fon gürültüsünün şiddetini ölçmekte ya da mikro-mühendislikte küçük cisimleri hareket ettirmekte kullanılabilecektir. ŞAŞIRTAN KUYRUK.. Çiçeklerin tozlaşması, rüzgâr, böcekler, yarasalar ve kuşlar yardımıyla gerçekleşir. Ancak, tarımla uğraşanlar, tozlaşmanın yalnızca doğal yollara bırakıldığında verimin düşük olduğunu, çok miktarda çiçektozunun da ziyan olduğunu düşünüyorlar. ABD’nden iki ziraat mühendisi daha çok çiçektozunun daha çok çiçeğin tozlaşmasına katkıda bulunmak amacıyla, çiçektozlarına elektrik yükü kazandırıyorlar. Araştırmacılar, elektrik yükü kazanmış bir çiçektozuyla çiçeğin dişi organı arasındaki çekimin daha yüksek olacağını düşünüyor. Çiçektozu pozitif yüklü ise dişi organın yüzeyine elektronları; negatif yüklü ise protonları çekiyor. Her iki durumda da oluşan bu elektriksel çekim çiçektozlarının dişi organa tutunmasına yardım ediyor. Çiçektozlarına nasıl elektrik yükü kazandırıldığına gelince, normalde elektriksel iletkenliği zayıf olan çiçektozunu elektrik yüklenmesi oldukça zor bir iş. Ancak, araştırmacılar bu sorunu, oldukça basit bir yöntemle çözmüşler: Çiçektozlarını saf su ve tuzla karıştırmışlar; böylece çiçektozları elektrik yükü kazanmış. Laboratuarda yapılan deneylerde elektrik yüklü çiçektozlarının çiçek dişi organlarının üzerinde normal çiçektozlarına kıyasla beş kat daha yüksek oranda toplandığı gözlenmiş. Arazide, doğal koşullar altında yapılan deney pek olumlu bir sonuç vermemiş. Çünkü uygulamanın ertesi günü olan sağanak yağışı tüm çiçektozların ve deneyin sonuçlarını silip süpürmüş, ama araştırmacılar çalışmaların sürdürmekte hâlâ çok kararlılar. Havadaki Mıknatıs Bir mıknatıs havada durur mu? Kurama göre hayır. Gelgelelim, diamıknatıs denen ve manyetik alanlara küçük bir itme gücüyle tepki gösteren cisimlerin eylemleri, kuramla çelişiyor. Süperiletken bilyeler, hatta canlı hayvanlar gibi “diamanyetik” cisimleri kararlı biçimde havada asılı tutma deneyleri başarılı sonuçlar vermişti. Buna karşılık, süperiletkenler kullanmadan bir mıknatısı havada asılı tutmak, bugüne kadar olanaksız sanılıyordu. İki Hollandalı ve iki Amerikalı araştırmacı, kuramın olanaksız saydığı bu işi başardılar. Araştırmacılar, mıknatısı önce bir manyetik alanla kaldırdıklarını, sonra da dengeyi, mıknatıs yakınlarındaki diamanyetik maddelerin (örneğin parmak) itme kuvvetiyle kararlı hale getirdiklerini açıkladılar. Bukalemunlar tombul vücutlu kısa ayaklı hayvanlardır bu nedenle düşmanlarından kaçarken hızlı olamazlar bazı bukalemunlar kuyruklarını kıvırarak kuyruklarının başları görünmesini sağlarlar bunu gören düşmanlar bukalemunun önü arkası neresi ayıramazlar avcı eğer kuyruğuna saldırırsa bukalemun vücudundan ayırır nasıl olsa yenisi çıkıyor. KAPLANIN ÇİZGİLERİ NE İŞE YARAR Kaplanların vücudu turuncu siyah beyaz çizgilerden oluşan özel bir desene sahiptir insanların parmak izleri gibi h,ç bir kaplanın deseni bir biriyle aynı değildir kaplanlar uzun otların arasına gizlenerek avlarını beklerler koyu ren çizgiler sayesin de otların arasında vücut hatları belli olmaz böylece kendilerini fark etmeyip yaklaşan avlarını kolayca yakalarlar. UYKU HASTALIĞI Bir Afrika ülkesinde leyleklerin sevdiği ağaçları yok etmişler bunun ardından o yörede uyku hastalığı baş göstermiş nedenini araştırmak uzun yıllar almış sonunda şu gerçek ortaya çıkmış leylekler bu bölgede yiyecek bir şey bulamayınca buraya gelmez olmuşlar leylekler gelmeyince yılanlar çoğalmış yılanlar çoğalınca kurbağalar azalmış kurbağalar azalınca öldürücü uyku hastalığı yayan sinekler çoğalmış BAŞAKŞEHİR LİSESİ 61 KÜLTÜR Vizyondaki Filmler 127 Saat Yapım: 2010 ~ ABD Tür: Biyografi, Dram, Gerilim, Macera Yönetmen: Danny Boyle Oyuncular: James Franco, Kate Mara, Amber Tamblyn, Lizzy Caplan, Kate Burton, Treat Williams, John Lawrence, Parker Hadley, Rebecca C. Olson, Sean Bott Senaryo: Danny Boyle, Simon Beaufoy, Aron Ralston Yapımcı: Danny Boyle, John Smithson, Christian Colson Süre: 1 saat 34 dk Gösterim Tarihi: 28 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Genç bir dağcı olan Aron, Utah yakınlarında büyük bir kaya parçasının arasına sıkışır. Hayatı için bir çeşit tuzağa dönüşen bu olayda Aron, soğukkanlı olması gereken şoke edici bir çözüm yolu bulur. Dağcı Aron Ralston’un başından geçenlerin gerçek hikayesi... Ayı Yogi 62 BAŞAKŞEHİR LİSESİ Yapım: 2010 ~ ABD, Yeni Zelanda Tür: Animasyon, Komedi, Macera Yönetmen: Eric Brevig Senaryo: Joshua Sternin, Brad Copeland, Jeffrey Ventimilia Yapımcı: Karen Rosenfelt, Jim Dyer, Andrew Hass, Lee Berger, Tim Coddington, Donald De Line Görüntü Yönetmeni: Peter James Müzik: Andrew Lockington Gösterim Tarihi: 21 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti : Bir belgesel yönetmeni yeni projesi için Jellystone Park’a gelir ve burada yolu Ayı Yogi ve arkadaşlarıyla kesişir... Yapımcı: Dana Belcastro, Stacy Cramer, Donald De Line, Bojan Bazelli Görüntü Yönetmeni: Bojan Bazelli Müzik: Sia, Buck Damon, David Macmillan Süre: 1 saat 40 dk Gösterim Tarihi: 07 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Küçük bir kasabadan Los Angelas’ta yaşamak üzere ayrılan Ali, geçmişini geride bırakmak istemektedir. Oldukça güçlü bir sesi olan Ali, şehrin en önemli klüplerinden biri olan Burlesque Lounge’ta çalışmaya başlar. Garson olarak işe başlayan Ali, sahnede olmayı istemektedir. O an mali ve kişisel problemlerle çalkalanan klüpte, işletmeciliği yürüten Tess bir çıkış yolu aramaktadır. Tess klüp için de iyi olacağını düşündüğünden Ali’ye destek olur. Ali sesi ile herkesi büyülemiştir, bir anda hem kendisi hem de klüp gözde bir hal alır. Elbette bu kıskançlık ve rekabeti de beraberinde getirecektir. Burlesque Yapım: 2010 ~ ABD, Avustralya Tür: Dram, Müzikal, Romantik Yönetmen: Steve Antin Oyuncular: Kristen Bell, Cam Gigandet, Christina Aguilera, Eric Dane, Alan Cumming, Stanley Tucci, Peter Gallagher, Cher , Black Thimas, Tyne Stecklein, Blair Redford, Julianne Hough, Aimiomode Anetor, Aline Bui, Anastasia Soaresh, Baldeep Singh, Black Thomas, Bryan Dodds, Catherine Natale, Chelsea Traille, Chris Minori, David Walton, Dennis Kreusler, Elise Jackson, Jacquelyn Dowsett, Jennifer Barbosa, Katerina Mikailenko, Kesia Elwin, Matt Mcabee, Michelle Maniscalco, Paula Van Oppen, Sarah Mitchell, Slim Khezri, Stephen Lee, Tanee Mccall, Tisha French, Wendy Benson-landes Senaryo:Susannah Grant, Keith Merryman, Steve Antin Cadılar Zamanı Yapım: 2010 ~ ABD, İngiltere Tür: Aksiyon, Dram, Fantastik, Gerilim, Macera, Savaş, Tarih Yönetmen: Dominic Sena, Peter Goddard Oyuncular: Nicolas Cage, Christopher Lee, Ron Perlman, Stephen Graham, Stephen Campbell Moore, Ulrich Thomsen, Claire Foy, Matt Devere, Nick Thomas-webster, Peter Linka, Robert Sheehan Senaryo: Bragi F. Schut Yapımcı: Charles Roven, Alex Gartner, Ryan Kavanaugh, Alan Glazer Görüntü Yönetmeni: Amir M. Mokri Müzik: Atli Örvarsson Süre: 1 saat 53 dk Gösterim Tarihi: 21 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: 14. yüzyılda Kara Veba’nın yayıldığı dönemlerde, cadı olduğundan şüphelenilen bir kızın taşınmasına yardım eden şövalye Behman’ın macerasını anlatacak. Eyvah Eyvah 2 Yapım: 2011 ~ Türkiye Tür: Aile,Komedi, Macera Yönetmen: Hakan Algül Oyuncular: Ata Demirer, Demet Akbağ, Salih Kalyon, Alican Yücesoy, Özge Borak, Bülent Şakrak, Tanju Tuncel, Tarık Ünlüoğlu, Bican Günalan, Murat Serezli, Okan çabalar, Teoman Kumbaracıbaşı, Hande Dane, Şehsuvar Aktaş, Caner Alkaya, Ali Savaşçı, Bala Atabek, Gökhan Atılmış, Meray Ülgen, Ayfer Dündar, Ender Serin, Engin Akpınar, Gülden Akıncı, Hasan Baran, Mustafa Aslan, Müge çelebi, Rafi Emeksiz, Tevfik Yapıcı, Yahya Doğu Demir Senaryo: Ata Demirer Yapımcı: Necati Akpınar Müzik: Ata Demirer Gösterim Tarihi: 07 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Ocak 2011’de seyirciyle buluşacak olan ‘Eyvah Eyvah 2’nin Geyikli ve Bozcaada’da başlayan çekimlerinin tamamı Kuzey Ege’de gerçekleşecek. İlk filmde aşık olduğu kızı (Özge Borak Şakrak) istemek için Firuzan ile (Demet Akbağ) Geyikli’ye doğru yola çıkan Hüseyin’i (Ata Demirer) Eyvah Eyvah 2’de de binbir macera bekliyor. Güzel Bir KÜLTÜR Hayat Düşlerken Yapım: 2010 ~ Almanya, Belçika, Bosna-Hersek, Fransa, İngiltere, Sırbistan, Slovenya Tür: Dram Yönetmen: Danis Tanovic Oyuncular: Boris Ler Jelena Stupljanin, Mira Furlan, Miki Manojlovic, Mario Knezovic Senaryo: Danis Tanovic Yapımcı: Roman Paul, Cat Villiers, Cédomir Kolar, Mirsad Purivatra, Marion Hänsel, Dunja Klemenc, Marc Baschet, Amra Baksic Camo, Miroslav Mogorovich, Gerhard Meixner Görüntü Yönetmeni: Walther Van Den Ende Müzik: Samir Foco, Dirk Bombey Süre: 1 saat 55 dk Gösterim Tarihi: 28 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Balkanlar’da yeni bir dönemin başladığı günlerde geçen, romantik olduğu kadar trajik bir aşk öyküsü anlatıyor. Hersek’in güneyinde küçük bir köy, savaş henüz sona ermiş. Yıllar süren komünist rejimden sonra, yeni bir demokratik hükümet başa geçmiş. Yıllarca sürgünde kalan Divko Buntic, eski ailesi de dâhil hesaplarını kapatıp intikamını almak üzere memleketine döner. Yanında yeni ve genç karısı, kara bir kedi, koca bir Mercedes ve tonla para vardır. Başta parayla her şey çözülür gibi görünse de sonrasında hayat ipleri eline alır. Savaş kapıya dayanır, hayatı alt üst olur derken Divko son bir atakla talihini yenmeye çalışır. Kurtlar Vadisi Filistin Yapım: 2010 ~ Türkiye Tür: Aksiyon, Casusluk, Dram, Macera, Politik, Savaş, Suç, Tarih Yönetmen: Zübeyr Şaşmaz Oyuncular: Necati Şaşmaz, Gürkan Uygun, Erdal Beşikçioğlu, Kenan Çoban, Nur Aysan, Umut Karadağ, Mustafa Jasar, Erkan Sever, Mustafa Yaşar, Zafer Diper Senaryo: Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener,Cüneyt Aysan Yapımcı: Necati Şaşmaz, Raci Şaşmaz, Zübeyr Şaşmaz Görüntü Yönetmeni: Selahattin Sancaklı Müzik: Gökhan Kırdar, Kalan Müzik, Loopus Gösterim Tarihi: 28 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Gazze’ye insani yardım malzemeleri götürmeye çalışan gemilere yapılan kanlı baskın üzerine Polat Alemdar ve arkadaşları Filistin’e gitmiştir. Yapılacaklar bellidir: Bu baskının askeri planlayıcısı ve yürütücüsü olan İsrailli komutan ele geçirilmelidir. Filistinlilerle kurulan ilk temaslar sayesinde hedefine adım adım yaklaşmaya çalışan Polat Alemdar’ı bazı sürprizler bekle- mektedir. Hedeflerindeki kişi olan Moşe Ben Eliezer’in kural tanımaz gaddarlığı ve teknolojik imkânları işleri zorlaştırmaktadır. Polat, Moşe’ye ulaşmaya çalışırken, Filistin’de masum insanların nasıl öldürüldüklerini görür. Moşe, köyleri yıkmakta, çocukları öldürmekte ve Polat’a yardım eden herkesi hapse atmaktadır. Ancak teknolojik imkânlar ve kural tanımazlık, Moşe’yi kurtarmaya yetmeyecektir. Kutsal Damacana Dracula Yapım: 2011 ~ Türkiye Tür: Komedi Yönetmen: Korhan Bozkurt Oyuncular: Ersin Korkut, Şahin Irmak,Özge Ulusoy Senaryo: Ahmet Yılmaz Yapımcı: Şenol Zencir,Selin Altınel Gösterim Tarihi: 14 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Kendisini cami avlusunda bulan yavru Sebo (Ersin Korkut), güvercin ve kumruların yemleriyle beslenip kendi kendini yetiştirmiştir. Zengin bir işadamının konağında iş Yapımcı Firma: Feza Film Yapım Yılı: 2010 Yapım Ülkesi: Türkiye Orijinal Dili: Türkçe Resmi Sitesi: http://www. huradam.com.tr/ Dağıtıcı Firma: Özen Film Vizyon Tarihi: 07.01.2011 bulan ve kızı Demet’e (Özge Ulusoy) platonik bir aşkla bağlanan Sebo’nun mutluluğu bir anda bozulur. Bir gece yarısı aniden müştemilatın kapısı çalınır ve efsanevi kan emici Kont Dracula (Şahin Irmak) gelir.. HÜR ADAM: BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ Filmin Özeti: Hür Adam, yazdığı kitaplar ve yetiştirdiği talebelerle 80 seneyi aşkın süredir Türkiye’den başlayarak bütün dünyayı etkileyen Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatından kesitler taşıyor. Pek çok ilmî ve edebî çalışmaya konu olan Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı Hür Adam’da ilk kez dramatik bir yapıyla sinemaya uyarlandı. Filmin Künyesi: Yönetmen: Mehmet Tanrısever Senaryo: Mehmet Tanrısever, Mehmet Uyar Oyuncular: Mürşit Ağa Bağ Filmin Türü: Biyografi Orijinal Adı: Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi Tron Efsanesi Yapım: 2010 ~ ABD Tür: 3 Boyutlu, Aksiyon, Bilim Kurgu, Casusluk, Fantastik, Gerilim, Gizem, Macera Yönetmen: Joseph Kosinski Oyuncular: Michael Sheen, John Hurt, Jeff Bridges, Olivia Wilde, Garrett Hedlund, James Frain, Beau Garrett, Serinda Swan, Brandon Jay Mclaren, Daft Punk, Yaya Dacosta, Amy Esterle, Thomas Bangalter, Bruce Boxleitner, Elizabeth Mathis, Guy-manuel De Homem-christo, Michael Teigen, Owen Best, Steven Lisberger, Tony Besson Senaryo: Edward Kitsis, Adam Horowitz, Brian Klugman, Steven Lisberger, Richard Jefferies, Lee Sternthal Yapımcı: Steven Lisberger, Justis Greene, Donald Kushner, Brigham Taylor, Sean Bailey, Bruce Franklin, Jeffrey Silver, Julien Lemaitre, Steve Gaub, Bonnie Franklin Görüntü Yönetmeni:Claudio Miranda Müzik: Daft Punk Gösterim Tarihi: 28 Ocak 2011 (Türkiye) Filmin Özeti: Tron Efsanesi; daha önce beyaz perdede gördüklerimizin hiçbirine benzemeyen bir dijital dünyada kurulmuş, bir 3D ileri teknoloji macerası. Sam Flynn, Kevin Flynn’in 27 yaşındaki teknoloji meraklısı oğlu, babasının ortadan kayboluşunu araştırır ve kendini babasının 25 yıldır yaşadığı Tron’un dijital dünyasında bulur. Kevin’in sadık sırdaşı Quorra’yla birlikte, baba ve oğul ölüm kalım yolculuğuna çıkarlar. Kaan ONUR 11-L BAŞAKŞEHİR LİSESİ 63 GEZİLER Tarihi Yarımada Gezisi 64 BAŞAKŞEHİR LİSESİ GEZİLER Bursa - Uludağ ve Uludağ Üniversitesi Gezisi BAŞAKŞEHİR LİSESİ 65 GEZİLER Bahçeşehir Üniversitesi Gezisi 17.12.2010 Cuma günü 12.sınıf öğrencilerimizden oluşan 60 kişilik bir öğrenci grubuyla Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş kampusüne gezi düzenledik. Okul girişinde bizi karşılayan görevliler oldukça güler yüzlü ve ilgiliydi. İkramlar eşliğinde yapılan ön tanıtım konuşmasının ardından, üniversite görevlileri ve iletişim fakültesi öğrencileri okulun tanıtı- mını yaparak, bölümleri gezdirdiler. Okulumuz rehber öğretmenleri Nilüfer ATLI, Serpil EKİNCİ ve Matematik öğretmenimiz Ramazan ÖZTÜRK eşliğinde üniversiteyi gezen öğrencilerimiz, yüksek eğitim ortamından çok etkilendi. Öğrencilerimizdeki yüksek eğitim motivasyonunu arttırmayı amaçladığımız gezide, öğrencilerimizden aldığımız olumlu geri bildirimler amacımıza ulaştığımızı gösterdi. Bady Word Gezisi Canlı yapısını ve yaşamını özellikle insan hayatında yaşam döngüsü içinde dönemler halinde meydana gelen değişim, gelişim, hastalık v.b. durumlardan fizyolojik olarak nasıl etkilendiğini yakından görmek ve bu sayede öğren- 66 BAŞAKŞEHİR LİSESİ cilerin bu döngüsel dönem hakkında farklı bir bakış açısı geliştirmelerine olanak sağlamak amacıyla yapılmış bir gezidir. Bu gezi öğrencilerin insan bedeninin inceliklerini, işlevini güzelliğini ve potansiyelini farklı bir pencereden görmelerine olanak sağlamıştır. Yaşam döngüsünün safhalarını görsel olarak görme imkânını vermesi açısından bu gezi önemli bir uygulama alanı olarak görülebilir. KÖŞE YAZISI SAYIN VELİLERİM, Hep duyarız herkes kendi kapısının önünü temiz tutsa sokağımız tertemiz olur mahallemiz şehrimiz tertemiz olur. Fakat kendi yapmadığımız yapamadığımız davranışları her zaman başkalarından bekleriz. Bu beklenti bizi tembelliğe, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın düşüncesine, her koyun kendi bacağından asılır anlayışına yönlendirir. Ben bu söylemi geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımıza uyarlamak istiyorum. Mahallede yürürken, markette alışveriş yaparken, parkta dinlenirken, küfürlü konuşmalarından argo bağrışmalarından, etrafa tekmelerle saldırarak zarar veren, gözümüzün alabildiği temiz alanları kirleten, duvarlara eşimizin çocuğumuzun görmesinden utanacağımız yazıları yazan, halkın ortak kullanımına sunulmuş halk otobüslerinde sigara içmeye çalışan, yolcuları konuşma ve davranışlarıyla rahatsız eden bu gençlere uyarlamak istiyorum. Acaba bu çocuklar kimin çocukları. Okuldan çıkar çıkmaz sanki sigara krizi tutmuşçasına sigarasını yakan, nasılsa okul sınırları içinde değiliz, kimsenin bir şey söylemeye hakkı yok anlayışıyla dumanı üfüren bu çocuklar sayın velilerim sizlerin çocukları değil mi? Okulları yılda belki bir belki iki kere ziyaret ettiğiniz de ya da her hangi bir sebeple işiniz düştüğünüzde çocuklarınızın oturduğu sıralardaki kimi argo kimi edep sınırlarını zorlayan yazıları gördüğünüz de ne düşünüyorsunuz acaba? Bu yazıları yazanlar bu kirliliğe sebep olanlar sizlerin çocukları değil mi? Başkalarının çocuklarını eleştirirken olabildiğince rahat ve pervasız davranıyoruz ama kendi çocuğumuzu acaba ne kadar tanıyoruz. Sayın velilerim değerli büyüklerim biraz önce saydığım davranışları sergileyenlerin hepsi maalesef bizim çocuklarımız. Sadece derslerine motive olmuş, sadece bankaya para yatırmış veya bir gayrı menkule yatırım yapmış birinin edasıyla çocuklarımızın sadece notlarıyla ilgilenmekten başka bir şey düşünmüyoruz. Başarıyı sadece maddi gelire ya da başkalarına sağlanılan üstünlüğe bağladığımızdan çocuklarımızın kişilik ve karakter gelişimlerini sanırım iyi takip edemiyoruz. Acaba bizim çocuğumuzun ilgi alanları nelerdir? Nelerden hoşlanır? Sevdiği ya da sevmediği şeyler nelerdir? Kimlerden ya da nelerden etkileniyor? Sizin yetiştiğiniz kültürün neresinde duruyor çocuğunuz? Arkadaşlarını tanıyor musunuz? Arkadaşlarının ailelerini ne kadar tanıyorsunuz? Bilgisayarında neler var? Hangi siteleri ziyaret ediyor? Kimlerle görüşüyor? Telefonda sürekli mesajlaştığı kişilerden haberiniz var mı? Düşünmeden sadece derslerindeki başarıya bakıyoruz. Sonrada etrafımızda olan bitene göz gezdirerek ne olacak bu gençlerin sonu diyoruz? Ne kadar boş bir nesil yetiştiğinden şikâyet ediyoruz. Geleceğe karamsar bakmaktan kendimizi alamıyoruz. Veli toplantıları oluyor hemen her dönem de. Bu toplantıların hemen hepsinde velilerin soruları ve sorunları hep aynı ( hocam bizim kız geometriden sıfır almış. Hocam bizim oğlan matematikten zayıf almış) hiçbir velinin şimdiye kadar çocuğunun davranışlarının nasıl olduğunu sorduğuna şahit olmadım. Oysaki bu çocuklar ergenlik çağındalar. İlgi alanları karakterleri bu çağlarda belli oluyor. Kendilerine örnek aldıkları rol modelleri bu çağlarda seçiyorlar. rin çocukları da bir mesAcaba doğru rol model lek sahibi olacaklar. Her birine bir şeyler emanet seçiyorlar mı? Acaba siz edeceğiz. Kimimiz malını çocuklarınızın oturmamülkünü kimimiz canınya başlayan karakterindan değerli yavrularını den ne kadar haberdaryine sizin çocuklarınıza sınız? Okulda çocuğuemanet edecek. Peki, şu nuzun uymadığı okul kuanın bu gençleri bu emarallarından dolayı ya da sizin yaşlarınızdaki öğnetlere nasıl sahip çıkacak. Emanet sahiplerine retmenleriyle kurduklane kadar güven verecekrı diyaloglardaki; ( mutler. Hepimiz güvenli terlaka birilerinden alıntı Emsal KAPLAMA temiz bir sosyal ortamda yaptıkları davranış model yaşamak istiyorsak öncelikle evimizin içindeve söylemlerinden kaynaklanan) saygısızca davranışlarından uyarı aldıkların da çocuğuki kendi çocuğumuza sahip çıkmalıyız. Eğer nuza kanatlarınızı açıp da sahip çıkmanız çoetrafınızda olmasından rahatsızlık duyduğunuz davranışlara varsa evladınızda, önce oncuğunuzun sağlıklı bir birey olarak yetişmesi ların tedbirini almalıyız. Sizleri çocuklarımıza için ne kadar etkili bir yöntemdir. sahip çıkmaya davet ediyorum. Sayın velilerim, gelecek şu an sizin elle“Unutmayalım ki geleceğe yapılmış en iyi rinizde. Hepimizin çocuğu birbirimiz için her şeyden önemli. Bakın siz çocuklarınızı bizyatırım iyi yetiştirilmiş bir nesil olacaktır.” Saygılarımla lere emanet ediyorsunuz. Doktora götürüyor doktora emanet ediyorsunuz. Yarın sizle- BAŞAKŞEHİR LİSESİ 67 EĞLENCE AT NALI UĞUR GETİRİR Mİ? Kadıköy Camiinde vaaz vermekte olan Osman Demirci Hoca’ya: - Hocam, diye sormuşlar. At nalını evimizin kapısına asarsak uğur getirir mi? - Demirci Hoca: - Zannetmiyorum, diye cevap vermiş. O nallardan her atta dört tane var ama, bütün gün kamçı yiyip duruyorlar. HAYATI SEYRETMEK Yazar Kazancakis, bir ihtiyara “neye bakıyorsun?” diye sorduğunda, ihtiyar adam gözlerini akan sudan ayırmadan şu cevabı verir: - Hayatıma oğlum, akıp giden hayatıma. SELÂMDAKİ İNCELİK Muzaffer Ozak Hoca’nın sahaflar çarşısındaki dükkanına giren bir genç: - Selâmunaleyküm babalık... diye selâm verince, hazret selâmı alır: - Aleykümselâm kurukalabalık... ÖRTÜNMEK İÇİN GİYİNMEK! İngiltere Kralı George ile görüştüğü sırada, Gandi’nin üzerinde her zamanki gibi beyaz örtüsü varmış. Davetten çıkınca, bir gazeteci sormuş: - Kıyafetiniz, bir kralla buluşmak için yeterli miydi? Gandi, hiç aldırmadan cevap vermiş: - Kral, ikimize de yetecek kadar giyimliydi. HUZUR Zeynel Âbidin Hazretleri abdest alırken sapsarı kesilirdi. Sebebini sorduklarında şu cevabı verdi. - Kimin huzurunda durduğumu düşünürseniz, sebebini anlarsınız... KABRİSTAN Hz. Ali, mezarlığa neden sık gittiğini soranlara şu cevabı vermiş: - İki sebebi var. Anlattıklarıma itiraz etmiyorlar ve arkamdan gıybetimi yapmıyorlar. ÇINAR AĞACI MAYDANOZUN NESİ OLUR? Selim Gündüzalp, sosyoloji hocaları olan rahmetli Seyid Ahmet Arvasi’ye: - Hocam demiş, “insan maymunun gelişmiş şeklidir” diyorlar. Ne dersiniz? Seyid Ahmed Arvasi şu cevabı vermiş: - O mantığa göre, çınar ağacı da maydanozun gelişmiş şeklidir. MEZARTAŞI YAZISI Behlül Dânâ’ya biri sorar: - Oğlum öldü. Mezar taşına ne yazdırayım? Behlül Dânâ şu cevabı verir: - Şunu yazdır: “Dün altında olan çimenler bugün üstünde yeşerdi. Ey yolcu anla ki, şu toprak günahtan gayri her şeyi örter.” ÖLÜLER ÇİÇEK KOKLAMAZ Amerika’lı iş adamı, bir Çinli’yle alay ederek sormuş: - Ölüleriniz, mezarlarına koyduğunuz pirinçleri ne zaman yiyecek? Çinli, başını kaldırmadan cevap vermiş: - Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman. HAYAT NE ZAMAN BAŞLAR? - Hayat kırkından sonra başlar, diyen bir kişiye Said Turhan şu karşılığı vermiş: - Eğer otuz beşinde ölmezsen!.. ÖLÜM NEDİR? Talebelerinden biri, Konfüçyüs’e: - “Ölüm nedir?” diye sorduğunda, Konfüçyüz’ün cevabı şu olmuş: - Hayat hakkında ne biliyorsun ki, sana ölümden bahsedeyim. ZOR AMA GÜZEL Cüneyd-i Bağdâdî’ye: “Sabır nedir?” diye sorduklarında şu cevabı vermiş: - Yüzünü ekşitmeden, acıyı yudumlamaktır. YETMEZ Mİ? Asr-ı saadetteki muhteşem hadiselerden duygulanan bir genç: - “Keşke Peygamberimiz’in (sav) devesi olsaydım” deyince, Ali Suad atılmış: - Ümmeti olman yetmiyor mu? PEYGAMBER HÂNESİ HER KOYUN Harun Reşit, kendisini sık sık ikaz eden Behlül Dânâ Hazretlerine: - Sen kendi işine bak, dermiş. Her koyun kendi bacağından asılır. Bir gün sarayı pis bir koku kaplamış. Sebebini araştırdıklarında, üst kattaki bir odada bacağından asılı bir koyun bulmuşlar. Bu işi yapanı da keşfetmişler tabi ki: Behlül. Halife, kendisini sıkıştırdığında: - Gördüğünüz gibi, her koyun kendi bacağından asılır efendim, demiş. Fakat etrafı kokuttuğu için, herkesi rahatsız eder. ORUÇ NASIL ŞİŞMANLATIR? Hekimoğlu İsmail’e, “Ramazan olmasına rağmen biraz kilo almışsınız?” dediklerinde: - Maalesef öyle oldu, demiş. Çünkü iki kişilik yemek yiyor, bir kişilik oruç tutuyorum. RİYAKÂRA CEVAP Adamın biri, Hz. Ali’yi gıyabında yani ardından kötülediği halde yüzüne karşı övmeye başlayınca, ondan şu karşılığı almıştır: - Söylediklerinden daha aşağı, fakat içinden geçirdiklerinden daha üstünüm. BAKIŞ FARKI! Adamın biri, Muhammed Bin Vâsi’nin bacağındaki yarayı görüp, “Sana acıyorum” dediğinde, ondan şu cevabı almış: - Ben, aynı yaranın gözümde çıkmadığına şükrediyorum. SUSTURUCU TEDAVİ Zamane gençlerinden biri, bir toplantıda Mehmed Âkif’i küçük düşürmeye çalışıp: - “Affedersiniz, demiş. Siz baytar mısınız?” Mehmed Âkif, hiç istifini bozmadan şu cevabı vermiş: - Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu? MÜJDE seni, domuzlarla maymunlara çoban tayin etti” dediğinde, Behlül şu cevabı vermiş: - Öyle ise kulaklarını aç da emirlerimi yerine getirmeye hazırlan. Harun Reşid’in vezirlerinden biri, Behlül Dânâ’ya latife yollu takılarak: - “Müjde sana ey Behlül, Sultanımız Hz. Mevlânâ, evlerinde yiyecek olarak hiçbir şey kalmadığını söyleyen hanımına tekrar tekrar sormuş: - Gerçekten hiçbir şey kalmadı mı? - Evet, demiş eşi. Hiç yiyeceğimiz kalmadı. O yoklukta tükenmez hazinelerin sahibini bulan Mevlânâ, ellerini kaldırıp: - Allah’ım sana hamd-ü senâlar olsun, diye şükretmiş. Evim, Peygamber hanesine benzedi. DERDİN DEVASIZI... İbn-i Sinâ’ya: - Dünyada devâsı olmayan bir dert var mıdır? diye sorduklarında: - Derdin devâsızı, iyinin kötüye muhtaç olmasıdır, cevabını vermiş. BİLMEK İÇİN ÖĞRENMEK Tarih biyografisi ve monografi sahalarında erişilmesi çok güç bilgisiyle, dünya çapında bir şahsiyet olan İbnülemin Mahmud Kemâl (İnal)’a sormuşlar: - “Sizdeki bilginin çok azına sahib olmalarına rağmen sizden çok daha fazla tanınanlar var. Bunun sebebi nedir?” Şöyle cevap vermiş: - Ben bilmek için öğrendim, onlarsa bilinmek için! HERKES YANINDAKİNİ VERİR! Kendisine hakaret edilen Hz. İsa’ya (a.s.): - “Niçin karşılık vermediniz?” diye sorduklarında: - Herkes yanındakini verir, demiş. Onda olan, benim yanımda yoktu. KAZA ETMEK Yolculardan biri, otobüs şoförünün yanına gider ve namaz vakti geçmeden bir mola vermesini rica eder. Şoför sinirlenerek: - Kaza edin efendim, der. Ne olur yani? Adam, sakin sakin cevap verir: - Ben kaza etmeden, ya sen kaza edersen? ÜÇGEN PİRAMİT Aşağıdaki kümede görünmeyenlerle beraber kaç tane top vardır. 68 BAŞAKŞEHİR LİSESİ EĞLENCE BAŞAKŞEHİR LİSESİ 69 EĞLENCE Sefa ŞAFAKLAR 70 BAŞAKŞEHİR LİSESİ