Gençlik Dergisi
Transkript
Gençlik Dergisi
YIL: 7 SAYI: 42 MART/NİSAN 2014 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İÇİNDEKİLER YIL: 7 SAYI: 42 MART/NİSAN 2014 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi ÇÜRÜMENİN BOYUTLARI Mustafa ÖZTÜRK...............................................................................................................................3 DİYALEKTİĞİN ÜÇÜNCÜ KANUNU: ÇELİŞİM Prof. Dr. Cihan DURA..........................................................................................................................4 ÂLİME VEFA…TEŞEKKÜR(*).......................................................................................................................................................... 7 Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER.................................................................................................................7 UYAN ARTIK EY TÜRKİYE! Osman KARABABA............................................................................................................................9 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 7 SAYI: 42 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON (0352) 232 32 67 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Bağışlarınız İçin Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Türkiye İş Bankası Sahabiye Şubesi Hesap Nu.: 5307-0618614 IBAN : TR920006400000153070618614 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. 2 ATATÜRK İÇİN YAZILAN İKİ ŞİİR Mehmet ÇAYIRDAĞ.........................................................................................................................10 Fotoğrafların Diliyle YUVAN, BOZKURT VE DEVLET Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR....................................................................................................12 ŞEHİDİN SESİ Bahar Nisa DALMAZ (*)...........................................................................................................................................................................................................13 TERCİHİNİZ GELECEĞİNİZDİR Osman SEL......................................................................................................................................14 KIBRIS SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ YA DA İSRAİL’İN GAZINA GELMEK Ahmet MUHTAROĞLU......................................................................................................................16 ÖMER HAYYAMIN 21.YÜZYIL VERSİYONU DİYEBİLECEĞİMİZ ÜNSAL ARSLANKAYA İLE BİR SÖYLEŞİ.........................................................................................18 MERHUM PRF. DR. EROL GÜNGÖR’Ü ANLAMAYA ÇALIŞMAK İsmail BOZKURT...............................................................................................................................20 HIRSIZA KİLİT OLMAZ Mehmet KABAKTEPE.......................................................................................................................23 TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK Nükhet HASGÜL..............................................................................................................................24 DOĞADA NESLİ TÜKENEN SON CANLI: ÇOCUKLAR Hakan TUNÇ....................................................................................................................................25 GALİP ERDEM’İN DÜNYASI Tanıma-Dinleme-Anlama Mustafa ŞERBETÇİOĞLU...................................................................................................................26 TÜRK BOYLARININ SUSKUN ELÇİLERİ Seyit Ali ERGEÇ................................................................................................................................29 TARİH YAZAN TARİH: ZEKİ VELİDÎ TOGAN Yrd. Doç. Dr. Ali AHMETBEYOĞLU.....................................................................................................31 AZERBAYCAN MİLLETVEKİLİ SABİR RÜSTEMHANLI KAYSERİ’DE İsmail DAŞGELDİ..............................................................................................................................34 RÜŞVET ve YOLSUZLUĞUN ÜZERİ ÖRTÜLEMEZ! (Basın Açıklaması).......................................35 SON KALE TÜRKÇEM Sefa ATA..........................................................................................................................................36 KİTAP VE KÜTÜPHANENİN ÖNEMİ Necdet Bayraktaroğlu.....................................................................................................................37 Gençlik Dergisi ÇÜRÜMENİN BOYUTLARI Mustafa ÖZTÜRK bilgiyurdu@hotmail.com Türkiye, karanlık bir geleceğe doğru hızla sürükleniyor. “Hukuk devleti” sona erdi. Bu kavram Anayasa’da şimdilik muhafaza edilmektedir. İnternet ve HSYK yasalarından sonra MİT yasası da TBMM’den geçerse, Türkiye’nin rejimine ‘demokrasi’ demek mümkün olamayacaktır. Çünkü bir polis ve muhaberat rejimine dönüşecektir. Türkiye, Hitlerin Almanya’sı, Stalin’in Rusya’sı ve Mussolini’nin İtalya’sı gibi olacaktır. Endişeliyiz. Çünkü diktatörlüğün ayak seslerini işitiyoruz. 17 Aralık 2013’ten bu yana Türk halkının dehşetle izlediği hırsızlıklar, hukuksuzluklar, yalanlar ve ihanetler, Kuran-ı Kerim’in bahsettiği helâk edilen toplumları hatırlatmaktadır insana. Yüce kavramların sadece adı kalmış. Kurumlar suça batmış... Çürümekte olan bir toplumla yüz yüzeyiz. “Balık baştan kokar.” sözünü doğrular gibi çürümenin yukarılarda yoğunlaşması, bizleri üzse de, çok acı bir gerçektir. 12 maddede Anayasa’ya 15 aykırılık taşıyan HSYK yasasının TBMM’den iktidar partisinin oylarıyla geçmesi ve arkasından da Anayasa’ya aykırılığı biline biline Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması, demokratik hukuk devletinin nasıl katledildiğinin ve değerlerdeki çürümenin boyutunu gözler önüne sermiştir. Çürümenin nerelere dek tırmandığının sayısız örneğini verebiliriz. Bunların en acı olanı, elbette ki, yargıyla ilgili olanlarıdır. Bilindiği gibi suçüstü yakalanan Rüşvet ve Yolsuzluk Davası sanıkları “şüphelilerin sabit ikametgâhı ve konumları itibarıyla kaçma şüphelerinin olmadığı, suç vasfının şüpheliler lehine değişebileceği…” gerekçesiyle tahliye edildiler. Suç zinciri iktidara ulaşınca ve “yargı” siyasallaşıp ‘Hükümet’e bağlanınca işte böyle oluyor! Kimse hayret etmesin. HSYK yasasının niçin değiştirildiğini sanıyordunuz? “Genel Kurmay Başkanının, kuvvet komutanlarının, milletvekili seçilmiş kimselerin sabit ikametgâhları yok muydu?” diye de boşuna sormayın. Hırsızların ve teröristlerin iktidarın kanatları altında korunduğu bir ülkede yaşadığınızı unutmayın. Ülkeniz, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak isteyen bir ekip tarafından yönetiliyorsa işiniz gerçekten zordur. Çünkü medya ele geçirilmiştir; kurumlar dalkavuk yandaşlarla doldurulmuştur, devlete hizmetin yerini partiye ve lidere hizmet almıştır, hırsızlık ve yolsuzluğa bir kılıf bulunmuştur, devlet kurumları iktidarın suç ortağı yapılmış ve ona hizmet sunmaktadır; iktidardan geçinen, varlığı ona bağlı bir tufeyliler sürüsü oluşmuştur. Bunlar, iktidarın seçim yoluyla değişmesini dahi önleyeceklerdir. AKP iktidarının PKK terör örgütüyle sürdürdüğü siyaset de aslında “ne pahasına olursa olsun iktidarda kal- mak” amacına dayanmaktadır. Devletin birliği, vatanın bölünmezliği, bayrağın tekliği umurlarında değildir. Örgüt şeflerini, ABD’yi, AB’yi ve hatta İsrail’i memnun ettiniz mi iktidarda kalabiliyorsunuz. PKK ne istedi de bu iktidar vermedi? 12 sene boyunca verilenlerle PKK, tarihinin en parlak ve mutlu dönemini yaşıyor. Türk devletinin ilgili bölgedeki varlığı sadece bir görüntüden ibaret. Oslo görüşmelerinden sonra vali ve kaymakam gibi idari unsurlar bile ayrılıkçı örgütün uygun gördükleri arasından belirlenmektedir. Söz konusu bölge fiilen ayrılıkçı teröristlerin kontrolüne terk edilmiştir. Elbette şehit gelmez. Çünkü, bölücü örgüt siyasi hedeflerine önemli ölçüde ulaşmıştır ve karşısında savaşacağı bir devlet gücü bulunmamaktadır. Bölücü partinin genel başkanı, 30 Mart seçimlerinden sonra, “kültürel özerkliği inşa edeceklerini” söyledi. Bu meydan okumaya Hükümet’ten bir cevap verilmedi. Demek ki kabulleniyorlar. Yeter ki iktidarları sürsün. Türk halkını ikna etmek, onlar için hiç de zor değildir. Mesela, Türk milletinin aleyhine olan antidemokratik yasaları “demokratikleşme” kılıfıyla Meclis’ten geçirebiliyorlar. Hâlbuki Türkiye’de demokrasi yerlerde sürünmektedir. Prof. Dr. Erhan Erkut’un yaptığı araştırmaya göre, basın özgürlüğünde Türkiye,179 ülke arasında 154’üncü; hukuki haklarda ise 148 ülke arasında 101’inci sırada yer almaktadır. Gelişmelere baktığımızda daha kötüye gitme olasılığı da vardır. Çünkü ülkemizde Sayın Başbakan’a çok yüce özellikler izafe edenler, onun yanlış yapmayacağını, günah işlemeyeceğini düşünenler hiç de az değildir. Böyleleri; “O, her ne yapmışsa doğrusunu yapmıştır.” derler; en somut yanlışlara dahi bir mazeret bulurlar. Bunları kolay kolay ikna edemezsiniz. Tahliye edilen Rüşvet ve Yolsuzluk Davası sanıkları dakikalarca alkışlanmıştır. Uygar olan hiçbir ülkede bu garabeti göremezsiniz. Aynı davanın sanıklarından Halk Bankası eski genel müdürü Süleyman Aslan, aynı bankanın yönetim kurulu üyesi yapılmıştır. Muhtemeldir ki eski çarkı döndürecektir. Ahlakla, insafla bağdaşmayan bu ve benzeri tuhaflıkların ülkemizde sıklıkla görülmesi nedendir? Çünkü milli toplumu oluşturan değerler tahrip edildi. On iki yıldır iktidarda olanların bu tahribatta payları çok büyüktür. “Hedefe varmak için her yol mubahtır.” anlayışı bir yerde geçerliyse, o yerde hırsızlığa, yolsuzluğa, rüşvete, vergi kaçakçılığına, akla gelen ve gelmeyen kötülüklere asla engel olamazsınız. Devleti ele geçirme amacıyla hareket edenler, bugün suç batağında debelenmektedir. Dünyada hızla itibar kaybeden Türkiye, yoluna böyle devam edemez, normalleşmesi gerekir. Bunun için de her şeyi berbat eden, Türkiye’yi suçlar ülkesi yapıp yozlaştıran mevcut iktidarın gönderilmesi şarttır. Bunu nasıl ve ne zaman başaracağız? Özgür ve sağlıklı düşünüp iyi bir yurttaş olduğumuz zaman. 3 Prof. Dr. Cihan DURA duracihan@hotmail.com DİYALEKTİĞİN ÜÇÜNCÜ KANUNU: ÇELİŞİM Diyalektik, bize, nesneleder ki, realite zıtların birbirrin sonsuz ve ölümsüz olmadılerine dönüştüğünü gösterir: ğını söyler. Öyle ki, her varlık Olgular dönüşüp, kendi zıtları şu dört aşamadan geçecektir: haline gelir. Doğum, olgunluk, yaşlılık, Diyalektikçiye göre, en Diyalektikçi bu yorumu kabul son. Ünlü şairimiz Yahya Keküçük bir madde parçasından etmez, şöyle der: Sorunu mal Beyatlı’nın güzel bir beyen büyük evrensel yapıya kametafizikçi gibi görmek, onu tinde hissettirdiği gibi: dar bütün şeyleri, bütün olguyüzeysel görmektir. Biraz Fâni ömür biter, bir uzun ları oluşturan yasa, çelişmeyakından incelenirse fark edilir sonbahar olur / Yaprak, çiçek dir. Bir atom, bir kum tanesi, ki, hayat ile ölüm karşı karşıya ve kuş dağılır, tarumar olur. daldaki meyve, insan, toplum, konamaz, birbirinden kesin bir Şimdi, şöyle bir soru gelinsan faaliyetleri, yıldızlar, şekilde ayrılamaz. mez mi akla: Varlıklar neden galaksiler ve bunların bütünü sonsuz ve ölümsüz değildir? olan kâinat çelişmelerle gelişir, Aslında, insanlığın yüzyıllarilerler. Her birinin hareketini dır sorup durduğu, eski bir soçelişme sağlar. İçinde çelişme rudur bu. Diyalektiğin, üçüncü taşıdığı içindir ki her şey dekanunu da burada saklıdır: Çeğişmekte ve gelişmektedir. Örlişme!... neğin canlı bir insan hem canlı (kendisiyle aynı) kalmakta, Okuduğunuz yazının konusu da budur. hem de sürekli olarak ölmektedir (kendisiyle aynı kalma‘***’ yıp değişmektedir.) Canlı bir vücutta bazı hücreler ölürken, Nedir, çelişme kanunu? Aşağıda anlatacağım. Anla- onların yerini yeni hücreler almaktadır. Başka bir deyişle mayı kolaylaştırmak için, bazen metafizikle de karşılaştır- her şey kendi zıttının yerini almaktadır. Neden? Çünkü her malar yapmam gerekecek. şey kendi karşıtını içinde taşıyor. Bir varlığı canlı kılan, Örneğin, “hayat” olgusunu ele alalım. Metafizikçi içinde taşıdığı “canlılık- cansızlık çelişmesi”dir. Çelişme hayatı incelediği zaman, bu incelemeyi başka olgularla bittiği an, canlılık (hayat) da biter, karşıtı olan cansızlığa ilgi kurmadan yapar. Hayatı kendi çerçevesinde, kendisi (ölüme) dönüşür. için, tek yanlı olarak inceler. “Ölüm” olgusunu incelediği ‘***’ zaman da yaptığı budur. Sonunda şöyle bir neticeye vaNasıl oluyor bu? Nasıl oluyor da olgular dönüşüp rır: Hayat, hayattır. Ölüm, ölümdür. Aralarında ortak hiç kendi zıtları haline geliyor? Örneğin, hayat nasıl oluyor bir şey yoktur. Hem canlı, hem ölü olunamaz. Zira bu iki da ölüme dönüşüyor? Çünkü her şey yalnızca kendi kenolgu birbirinin karşıtıdır, birbirinin tamamen zıddı olan iki disi değildir, kendisinin aynı değildir; aynı zamanda kendi şeydir. zıddı olandır, yani başka bir şeydir. Dünyada her şey aynı Peki, diyalektikçi ne yapar? Diyalektikçi bu yorumu zamanda hem kendini içerir, hem de zıddını. Başka bir dekabul etmez, şöyle der: Sorunu metafizikçi gibi görmek, yişle, her şeyin kendi içinde, birbirine karşıt olan güçler onu yüzeysel görmektir. Biraz yakından incelenirse fark yani çelişkiler bir arada bulunur. edilir ki, hayat ile ölüm karşı karşıya konamaz, birbirinPeki, neler oluyor bu güçler arasında? Onu da öğreden kesin bir şekilde ayrılamaz. Çünkü realite ve tecrübe, nelim: Bu güçler birbiriyle çatışıyor, mücadele ediyorlar! bize, hayatın ölümü getirdiğini, ölümün hayatı sürdürdü- Dolayısıyla dünyada her olgu; kendisini sadece tek bir ğünü gösterir. Bu iki olgu, hayat ve ölüm durmadan birbi- yöne iten bir güç tarafından harekete geçirilmiyor; gerrine dönüşür. Her şeyde görürüz bu büyük yasanın varlık çekte karşıt yönlerde meydana gelen iki güç tarafından ve devamlılığını. Her şey dönüşüyor, her şey kendi zıddı harekete geçiriliyor: Şeylerin olumlanmasına ve inkârına haline geliyor! –örneğimizde- hayata ve ölüme yönelen güçler tarafından Özetle, metafizikçi birbirine zıt olan şeyleri birbirinin harekete geçiriliyor. Demek ki, canlı bir varlığın içinde tam karşısına koyar. Diyalektikçi bu işlemi kabul etmez; hem hayat vardır, hem de ölüm. 4 Gençlik Dergisi O zaman akla şu soru Örnek: Kuluçkaya kongelecektir: Şeylerin olumlanmuş olan bir yumurtayı düşüması ve yadsınması (inkârı) nelim. Bu durum, yumurtanın ne demektir? Diyalektikçi bu olumlamasıdır. Sonra, yumursoruyu şöyle yanıtlıyor: Her ta kendi inkârını yaratır, civciv Diyalektikçiye göre bu gerçeği şeyin içinde, o şeyi olumlaolur. Civciv kabuğu delip yok anlamamız; hayat boyu maya ve yadsımaya yönelen eder. Ne oldu? Yumurta yok güçler vardır. Örneğin, hayatın oldu. Diyalektik anlatımla, metafizik düşünme tarzını içinde, bir yandan hayatı süryumurtanın inkârı gerçekleşti! düren, yani hayatı olumlamaya Civcivde birbirine hasım iki kullandığımızdan, böylece yönelen güçler, bir yandan da güç var: “civciv” ve “tavuk”… ona alışmış olduğumuz için zor onu yadsımaya yönelen güçler Sürecin gelişimi sırasında tavardır. Bir tohum tanesi de iki vuk yumurtlayacak, buradan olabilir. şeyi içinde taşır: -Kendi varinkârın yeni bir inkârı vuku lığını pekiştiren ve sürdüren bulacaktır. Ardından, yeni bir şeyi, -Bu varlığı ortadan kalsüreçler zinciri daha başlayadıracak, yani olumsuzlayacak caktır. şeyi… Ve bu, her olguda, her Diyalektikçi yumurta örşeyde böyledir. Olumlama ile yadsıma ise birbiriyle çelişir. neğindeki aynı devrî hareketi insan toplumunun evriminde Daha önce “nesneler değişir” demiştik; peki ne- de görür, şöyle: den…, nesneler neden değişir? Çünkü nesneler (olgular) -Tarihin başlangıcında, “ilkel komünal” bir toplum kendi kendileriyle uyuşmazlık içindedir. Güçler arasında, vardı: Toprağın ortak mülkiyetine dayanan sınıfsız bir topiç karşıtlıklar arasında mücadele vardır. Neden mücadele lum... vardır, çünkü çelişme vardır. Şeyler kendilerini daha iyi -Ancak bu mülkiyet biçimi üretimin gelişmesini enortaya koyabilmek için karşıtlarına dönüşürler, yani kar- gelliyordu. Böylece kendi inkârına yol açtı: Özel mülkiyet şıtları haline geçmek için değişirler. Diyalektiğin üçüncü ve sınıflı toplum… kanunu burada karşımıza çıkar: Her şey, kendi içinde çe-Ne var ki bu toplum da kendi içinde kendi inkârını lişme taşıdığı için değişmektedir. taşıyordu. Çünkü üretim araçlarının çok daha üstün şe‘***’ kilde gelişmesi; toplumun sınıflara ayrılmasının inkâr ve Diyalektikçi; çelişme kanununu izah ederken, kimi reddini, üretim araçlarında özel mülkiyetin inkâr ve reddi örneklere başvurur, bunlardan biri de kapitalist toplum- zorunluluğunu birlikte getirdi. dur; bu toplumun içindeki çelişmeyi örnek verir. Şöyle -Ve böylece çıkış noktasına, ancak tamamen başka der: Söz konusu çelişme, olgular arasında meydana gelen bir düzeyde olmak üzere, sınıfsız toplum zorunluluğuna bir çelişmedir. Şöyle ki, birbirleriyle mücadele eden so- yeniden dönüldü. mut güçler vardır: Önce, olumlamaya yönelen bir kuvvet, Bu konuda özellikle dikkat edilmesi gereken şudur: yani mevcut durumunu muhafaza etmeye çalışan burjuva verdiğimiz örneklerde çıkış noktasına dönülüyor; fakat sınıfı… Sonra, burjuva sınıfını yadsımaya yönelen ikinci dikkat! Daha yüksek bir düzeyde yeniden dönülüyor. bir toplumsal güç: Proleterya … Çelişme, işte bu iki olgu arasındadır. Demek ki, çelişme olgulardadır, olgular ara‘***’ sındadır. Bu sırada burjuvazi, kendisini olumlarken, kenDiyalektiğe göre dünyada her şey bir zıtlar birliğidi zıddını da yaratmış olur. Genellersek, dünyada her şey dir: Her şey aynı zamanda hem kendisidir, hem de kendikendi kendisiyle uyuşmazlık halindedir. sinin zıddı!... Diyalektikçiye göre bu gerçeği anlamamız; hayat Örnek: Cehalet ve bilim, kısaca bilgi örneği… Meboyu metafizik düşünme tarzını kullandığımızdan, böy- tafizik açıdan, bunlar birbirinin tamamen zıddı ve karşıtı lece ona alışmış olduğumuz için zor olabilir. O zaman, olan iki olgudur. Oysa, olup bitene dikkatle bakarsak, böyşeyleri kendi gerçekleri içinde görmeye yeni baştan alış- le bir zıtlığın gerçekte olmadığını görürüz. Çünkü: ilkin mamız gerekmektedir. cehalet, bilgisizlik hüküm sürdü, sonra bilim ortaya çıktı. ‘***’ Ne oldu o zaman? Bir olgu kendi zıddına dönüştü, cehalet Diyalektiğin aşamaları vardır, buna “diyalektik üç- bilime dönüştü! lem” denir, genel şeması sırasıyla şöyledir: Sonra, “mutlak bilgisizlik” diye bir şey kesinlikle - Olumlama: Tez yoktur. Bilgisizliğin içinde her zaman bir bilgi, bir bilim - Yadsıma (İnkâr, olumsuzlama): Antitez payı vardır. Başka bir deyişle, bilim, bilgisizliğin içinde - Yadsımanın yadsınması (İnkârın inkârı): Sentez. zaten tohum halinde mevcuttur. Bir de bilime bakalım: Bir Burada “inkâr” (yadsıma) yok olma anlamındadır. bilim yüzde yüz bilim olabilir mi? Olamaz elbette... Bir Ancak söz konusu olan, bildiğimiz anlamda yok olma bilimde bilinmeyen bir şey, hatta pek çok şey her zaman değil, diyalektik anlamda yok olmadır. Yok olma; ancak vardır. “Mutlak bilim” diye bir şey yoktur. Her bilgi, her olumlamanın ürünü ise, yani olumlamadan çıkıyorsa, bir bilim, kendi içinde bir bilgisizlik payı taşır. Şimdi doğru yadsıma, bir inkârdır. görünenin sonradan belirecek yanlış bir yanı, bugün yan- 5 lış bildiğimizin zamanı gelince doğru görünecek bir yanı vardır. Genellersek, bir olgunun zıddının o olgunun içinde bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Olgular, şeyler zıtlarına dönüşmüyor, fakat zıtlar aynı şeyin içinde bir arada bulunuyor. İşte, diyalektikçi buna diyor zıtların birliği diye! Tarih boyunca insan toplumunda da birbirine zıt, birbirine karşıt iki sınıf var olmuştur: İlkçağda köle sahipleriyle köleler, ortaçağda derebeyleriyle serfler (toprak köleleri) günümüzde ise burjuvazi ile proleterya… Özetle, olgular kendi inkârlarını içlerinde taşıdıkları için dönüşürler. “Çözücü” olan, yok edici olan, inkârdır, yadsımadır. Yadsıma olmasaydı, olgular değişmezdi. Oysa, değişiyorlar. Öyleyse olguların içinde çözücü, yok edici olan bir ilke bulunması gerekir. Ancak olguyu, olgunun kendisini dikkatle incelemedikçe, bu ilkeyi keşfedemeyiz. Çünkü o her olguda aynı görünüşte değildir, aynı nitelikte değildir. Metot açısından önemli bir sonuç şudur: Herhangi bir şeyin anlaşılır olması için, onu, karşıtı olan şeyle birlikte düşünmek gerekir. Örnek: Parçayı anlamak istiyorsak, onu bütünle birlikte düşünmemiz gerekir. ‘***’ 6 Toparlarsak: Diyalektiğin, üçüncü kanunu “çelişme”dir. Diyalektikçiye göre evrende bütün olguları oluşturan yasa, çelişmedir. Her şey hem kendini içerir, hem de zıddını. Her şeyin kendi içinde, birbirine karşıt güçler yani çelişkiler vardır. Bunlar birbiriyle sürekli mücadele halindedir. Bu mücadele “diyalektik üçlem” denilen bir süreç içinde gerçekleşir. Değişme şeylerin kendi içinde çelişme taşımasından dolayıdır. Dünyada her şey bir zıtlar birliğidir: Olgular değişir, çünkü kendi inkârlarını içlerinde taşır. Yok edici olan, inkârdır, yadsımadır. Yadsıma olmasaydı, olgular değişmezdi. Metot olarak, herhangi bir şey anlamak için, onu, karşıtı olan şeyle birlikte düşünmek gerekir. __________________________ Makaleyi kaleme alırken, G. Politzer’in ünlü Felsefenin Başlangıç ilkeleri (Sol Yayınları, Ank., 1966) kitabından geniş ölçüde faydalandım. Diğer kaynaklarım ise Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Sözlüğü (Varlık Yayınevi, İst., 1967), Selahattin Hilav’ın Diyalektik Düşüncenin Tarihi ( Sosyal Yayınlar, İst., 1966) oldu. Gençlik Dergisi ÂLİME VEFA… Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER avehbiecer@hotmail.com TEŞEKKÜR (*) Çocukluğum II. Dünya hayatını araştırdım, anlattım. Savaşı sırasında Anadolu’nun İslam tarihi, İslam mezhepleküçük bir ilçesi olan Bor’da ri tarihi, tasavvuf ve tarikatlar geçti. O dönemde Anadolu halüzerinde yoğunlaşmaya çalışkı yokluklar, sıkıntılar içinde tım. Halkımızın mezhepleri İmam-ı A’zam Ebu Hanife (Öl:768) idi. Elektrik yoktu, gaz yağı, ayrı bir din gibi, ayrılık unsuKuran ve Sünnette örneği şeker, un, ekmek vesika ile ru gibi gördüğünü tespit ettim. bulunmayan yeni problemlerin alınabiliyordu. Petrol lambası Oysaki mezhepler dinimizin kıyasla, akılla çözülebileceğini, ve çoğu kez mum ışığı altında düşünme hürriyetinden, yorum dinimizin her zamana ve mekâna, ödevlerimi yapıyordum ama farklılığından kaynaklanan, okumaya merakım vardı. Okul yani Kuran ve sünnetin farklı ihtiyaca cevap verebilecek metot kitaplığından aldığım tarihi yorumları idi. Hiçbir mezhep ve içtihatlara imkân tanıdığını romanlardan bir tanesini deimamının yorumu Allah’ın gösterdi. viriyordum (Turhan Tan). Lise ayeti değildi. Halkımız bunlara ilçemizde yoktu, Niğde’de ev inanmakta taassup gösteriyor, tutarak okudum. Orada edekörü körüne taklit ediyordu. biyat ile ilgilendim, şiirden, Bazı bilginler de Arap örf ve edebiyattan anlayan değerli aradetlerine bağlılıklarından aklı kadaşlar edindim. Türk destan kullanmadan taklide yönlendişairi Basri GOCUL ile tanışıklığım vefatına kadar devam riyordu. İmam-ı A’zam Ebu Hanife (Öl:768) Kuran ve etti. Heyecan dolu, yol gösterici, teşvik edici idi. Niğde ve Sünnette örneği bulunmayan yeni problemlerin kıyasla, Bor dergilerinde yazılar yazmaya başladım, Onun aracı- akılla çözülebileceğini, dinimizin her zamana ve mekâna, lığı ile Abdullah Satoğlu, merhum Kâzım Yedekçioğlu, ihtiyaca cevap verebilecek metot ve içtihatlara imkân tarahmetli Erdal Yeğenoğluların gazete ve dergilerinde şi- nıdığını gösterdi. İçtihat ve fetvaların da kamu yararı, kişi irlerim, makalelerim yayınlandı. Edebiyata tutkunluğum hürriyeti, insan cinslerinin eşitliği, fakirin korunması… arttı ve liseden sonra edebiyat öğretmeni olmayı istiyor- gibi ilkeleri koyduğunu, dinimizin uygulanmasını kolaydum, ama olmadı. Ankara Ü.Hukuk Fakültesi ve İlahiyat laştırdığını gördüm. O, duaların dua edenlerin kendi dilfakültelerine geçici kaydımı yaptırdım ve altı ay her ikisi- leriyle yapmalarını, Allah’ın her dili bildiğini, insanların ne de devam ettim. İlahiyat fakültesi bana sıcak ve kucak- kendi dilleriyle yaptıkları dualardan daha şuurlu, duygulu layıcı geldi. Orada çok değerli hocalarımla tanıştım:(Ord. durum kazanacaklarını söyledi. Prof.H.Ziya Ülken, Ord.Prof. Suut Kemal Yetkin, Ord. İslam dininin inanç ilkelerinin yorumu konusunda Prof.Dr. Sabri Şakir Ansay, Prof.Dr, Bediğ Ziya Egemen, Semerkand’lı Mehmet Matüridi (öl:944) dinimizin yaşanProf.Dr.Mehmet Altay Köymen, Prof. Tayyip Ökiç, Prof. ması, uygulanmasının akılsız olamayacağını söyledi. En Muhammed Tawit et-Tanci, Prof.Dr,Neşet Çağatay, Prof. iyi ve yararlı ibadetin ilim öğrenmek ve Kuranı anlayarak Dr. Hüseyin Gazi Yurdaydın, edebiyatçı, hatip Kemal Edip okumak olduğunu yazdı. Akıl ve vahyin aynı ilahi kaynakKürkçüoğlu , Hasan Hüsnü Erdem… Bunların hepsi za- tan geldiğini, birbirini tamamladıklarını ve aralarında hiç manlarının donanımlı bilim adamları idi. Arkadaşlarımla bir çelişki olamayacağını anlattı. İnsanlar iki elçiyle karşı diğer fakültelerdeki sosyal, tarihi, felsefi, edebi konfe- karşıyadır: Biri içimizdeki Allah’ın bize ihsan buyurduransları izlerdik. Şiir toplantılarını izlerdik. Birçok şair ve ğu AKIL elçisi, diğeri Peygamberi aracılığıyla bildirilen yazar tanıma imkanı bulduk. Bu değerli bilim adamları VAHİY elçisidir, dedi. Hiç kimse içindeki elçiden (akılbizlere gerçek ve şuurlu dindarlığı öğretmek için ellerin- dan) yararlanma işini öne almadıkça dışındaki elçiden yaden gelenleri yaptılar. Okuduklarımızı ve öğrendiklerimizi rarlanamaz, akıl olmazsa din varlığını koruyamaz, vahiy sorgulamayı öğrendim. Halkımız arasında yaşanan ve uy- olmazsa akıl yolunu şaşırır, dedi. Ayrıca taklide dayanan gulanan din ile gerçek dinimizin farklılığının idrakine ka- bilgi ve imana itibar edilemeyeceğini ileri sürdü. Oysaki vuştum. Dinimizin Peygamberi Hz.Muhammed (SAS)’in halkımız anlamadan, bilmeden taklide dayalı bir dini yayaşadığı sosyal, coğrafi ortamı, toplumun geleneklerini şıyordu. tanımadan Kuran’ın amacının kavranamayacağını anlaİnsanların ahlaki yönlenme ve derinlik kazanmasını dım. Bunlar üzerinde yoğunlaşmakla kalmadım, yükseamaçlayan bir ahlak hareketi olarak doğduğu söylenebilen kokul ve fakülte düzeylerinde 30 yıl Hz. Peygamberin 7 TASAVVUF, dünya nimetlerine aşırı bağlılıktan uzak kalarak Allah’a yaklaşma amacı olan bu akım,.. Günümüzde alternatif din haline getirilmiş, insanlar tembelliğe yönlendirilmiş, bir tarikata bağlı olmadan dindar olunamayacağı ileri sürülmüş, insanlar çalışma hayatından uzaklaştırılarak gece-gündüz zikirmatik aletleriyle vakit geçirmeye yönlendirilmiştir. Tarikat yöneticileri de müritlerini köle gibi menfaatleri, siyasetleri, otoriteleri alanlarında kullanmayı yeğlemişlerdir. Oysaki atalarımızın bağlı oldukları Yesevilikte İran ve Arap tasavvuf ve tarikatlarından çok büyük farklılıkları olduğu görülmektedir. Yesevi düşüncesinde bütün insanları kucaklamak var, düşmanlık yok. “Sünnet imiş, kâfir de olsa incitme sen Hudâ bîzardır katı yürakli incitenden” diyecek kadar insana değer veren bir anlayışı vardır. İnsanları mezheplerine, tarikatlarına, milli mensubiyetlerine bağlı olarak ayrımcılık yapmaz, kötülemez. Okumanın, öğrenmenin, çalışmanın, üretimde bulunmanın, güzel sanatlarla uğraşmanın, Allah’ın yarattığı her şeyi ve insanları sevmenin büyük ibadetler olduğunu vurgular. Şiire, musikiye, güzel sanatlara, törelere, dillere değer verir. Kadınların da meslek sahibi, üretken ve girişimci olmalarına imkân tanır. Kadınlı-erkekli herkesi çalışmaya yönlendirir. Ahmet Yesevi dervişlerinin XII. Yüzyıldan sonra Anadolu’daki çalışmalarını hatırlatırım. Bu tarikat mensupları Anadolu’ya ayak bastıktan sonra boş arazileri işlemişler, kadınlı –erkekli iş ve sanat dayanışması içinde bulunmuşlar, boş zamanlarında savaş ve sanat alanlarında eğitilmişler, iş yerleri açmışlar, ahilik gibi kadınlı erkekli iyi ve kaliteli üretim yapmaya uygun kurumlar oluşturmuşlardır. Ancak bu kardeşlik kurumu ve Yesevilik Fars ve Arap töreleri baskısıyla dumura uğratılmış amacından uzaklaştırılmıştır. Atalarımız bu üç alandaki, akılcı, kucaklayıcı, kolaylaştırıcı yoruma dayalı İslam Dinini bir kabile dini olmaktan kurtarmış, bir dünya dini, bir cihan dini haline getirmiştir. Âmâ ne var ki daha sonraları gerçek dinin yerini ruhsuz, ihlassız, gösterişe yönelik, taklide dayalı, şekilcilik almış, yaşanması gereken dinin akla, ilme, menfaat-i âmme’ye (kamu yararına) uygunluğu ihmal edilmiştir. Bu ve buna benzer sebeplerle İslam Dinini değil, mevcut yaşanan dindarlığımızın sorgulanması gerektiği inancıyla çok sevdiğim öğrencilerime ve Anadolu’muzun güzel insanlarına kitap, makale, konferans, dersler vermeye çalıştım. Bilgilerimi siyasete, menfaate dönüştürmedim. Yurdumun her toprağını sevdiğim gibi, 80 yıllık ömrümün 50 yılını geçirdiğim Kayseri’yi ve Kayserilileri sevdim, işimi ve eşimi burada buldum. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü ve İlahiyat Fakültelerinin kurucu çekirdek elemanları, yöneticileri arasında yer aldım. Müdür yardımcılığı ve dekan yardımcılığı gibi idari görevler yaptım. Öğrencilerimden birçoklarının benim neslimden (ilme ulaşma bakımından) daha iyi imkânlara sahip olarak, daha iyi yetiştiklerine inanıyor 8 ve hepsini kucaklıyor ve seviyorum. Öğrencilerimle iftihar ediyorum. Kayseri’de kaldığım sürece resmi makamlardan birçok teşekkür plaketleri aldım. Sivil toplum kuruluşlarında, Kayseri Kültür ve Turizm Derneği’nden, Yeni Ufuklar Derneği’nden, Bilgiyurdu Gençlik Derneği’nden Türk Kültürü ve tarihi alanlarındaki hizmetlerim sebebiyle ödüllendirildim, Öngün Yıldırım Hanımefendi’nin içinde bulunduğu bir Kayseri televizyonu tarafından (2011 yılında) yılın babası seçildim. Erciyes Üniversitesi Rektörlüğünden, Kayseri ve Aksaray Polis Okulları Müdürlüklerinden, Melikgazi Kaymakamlığı ve Belediye Başkanlığından ve başka birçok kuruluşlardan ödül ve plaketler aldım. Bu değerli kuruluş ve yöneticilerine teşekkür ediyor şükranlarımı sunuyorum. Benimle ilgili konuşmak lütfunda bulunan değerli bilim adamlarımızdan sayın Prof. Dr. Mustafa Argunşah ve Prof. M. Kemal Atik Beylere ve hemşerim kadim dostum, arkadaşım şair, yazar, avukat İsmail Özmel Beye teşekkürler ederim. Büyük emeklerle, benimle ilgili sizlere sunulacak olan eseri hazırlayan, basan Mehmet Çelebi kardeşime de özellikle teşekkür ve minnettarlığımı sunarım. Bu toplantının organizasyonunu ve ev sahipliğini yapan muhterem Kayseri Kültür ve Turizm İl Müdürümüz İsmet Taymuş Beyefendiye ve emeği geçen Kültür Müdürlüğümüz personeline minnettarlığımı ve teşekkürlerimi sunarım. Toplantımızı internet aracılığıyla duyuran, telefon ve telgraf çekerek tebrikleriyle katılanlara, toplantımıza çiçek gönderen bütün dostlara da teşekkür ederim. Mevlana hayranı Pakistanlı büyük fikir adamı, şair Muhammed İkbal’in, Cavid-Name adlı eserinde bir ot parçası olan kamışın seslenişi, inleyişinin bizleri başka dünyalara götürüşünü şöyle bir beyit ile anlattığını görüyoruz O diyor ki: “Kamışlıktan uzaklaştıkça NEY, mesut oldu Musiki, zindandan kurtuldu.” Değer verdiğim öğrencilerimden Dini musiki uzmanı DR. Hakkı Tekin elindeki kamış parçasını dillendirecek, çok güzel bir musiki ziyafeti vermek lütfunda bulunacak. Şimdiden teşekkür ediyor gözlerinden öpüyorum. Siz, burada bulunan katılımcıların sıcaklığını içimde duyuyor, hepinize sevgi, selam ve minnettarlığımı arz ediyorum efendim. (*) İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ile Laçin Yayınevinin düzenlediği A. Vehbi ECER’e vefa ve “Yesevi Geleneğinden Bir Cumhuriyet Aydını” adlı kitabın tanıtımı ve imza gününde (15.02.2014 cumartesi saat 14.00) değerli fikir adamı A. Vehbi ECER’in yaptığı teşekkür konuşmasının metni. Gençlik Dergisi Osman KARABABA UYAN ARTIK EY TÜRKİYE! karababaosman@hotmail.com Düştüğün hallere bir bak Uyan artık ey Türkiye! Başına patlıyor kabak Uyan artık ey Türkiye! Sanal “darbe” ürettiler Hainden tanık kerttiler Hukukun içine ettiler! Uyan artık ey Türkiye! Kutularda korkunç para “Montaj, dublaj” hep numara Yargı tosladı duvara Uyan artık ey Türkiye! Kaymış devletin ekseni Kırık aks, patlak freni Oslo’da satmışlar seni Uyan artık ey Türkiye! Bu ne kadar miskinlik be! Şafaklar cinnete gebe Ülke oluyor harabe Uyan artık ey Türkiye! Çıktı “yolsuzluk tapesi” Düştü hepsinin takkesi Kısıldı medyanın sesi Uyan artık ey Türkiye “Açılımlar” bir felaket “İyi şeyler olur” zannet Meşrulaşıyor ihanet, Uyan artık ey Türkiye! “Çılgın projeler” serap Seçime endeksli dolap Başa örülmeden çorap Uyan artık ey Türkiye! “Kaset”ler edilince dikte Devlet zirvesi panikte Haltı yemişler birlikte Uyan artık ey Türkiye Teröristler oldu “sayın”, “Açılım”mış, hepsi oyun Allah için uyumayın! Uyan artık Türkiye… Okullardan kalktı “AND”ın Bu ne korku, neden sindin Bak, salak yerine kondun Uyan artık ey Türkiye! Devlete sızmış(!) “tuzluklar” Meşru oldu hırsızlıklar Yetmez mi bunca kazıklar Uyan artık ey Türkiye Sönüyor bak nice ocak “Katil”e açtılar kucak Belki yarın geç olacak Uyan artık ey Türkiye! Hukuku ettiler “guguk” Göğe çıktı hortumculuk Görev yapmaz oldu “kolluk” Uyan artık ey Türkiye! Sanık, oğlu; savcı, kendi Hırsız ev sahibin’ yendi Siyasette söz tükendi! Uyan artık ey Türkiye! Terör pusuda yatıyor Hem “özerklik” dayatıyor “Doğu”da güneş batıyor! Uyan artık ey Türkiye! Kimse görmüyor talanı Meclis’te görün olanı Yutma kuyruklu yalanı Uyan artık ey Türkiye! Ülkede yargı tıkandı “Evde para sıfırlandı” Hırsızlık nasıl aklandı? Uyan artık ey Türkiye İktidar çalarken kaval Başımıza geçti çuval Yetmez mi duyduğun maval Uyan artık ey Türkiye! İktidar hani dindardı?.. Ülkeyi yolsuzluk sardı Bir ucu “Tahran”a vardı Uyan artık ey Türkiye! Ne yasa kaldı ne ilke İhanet bu Atatürk’e Bölünmek üzere ülke Uyan artık ey Türkiye! Kanma Haccac’ın fendine “Mağdur”u oynuyor yine Titre, dön artık kendine! Uyan artık ey Türkiye 9 Mehmet ÇAYIRDAĞ ATATÜRK İÇİN YAZILAN İKİ ŞİİR Türkiye’ye ve Türk milletine karşı olan, garazkâr, ırki problemi olan bir kısım güruh Atatürk’e karşı iflah olmaz düşmanlık içinde her türlü fitne ve fesadı üretmekle meşguldürler. Bunların birçoğu düşünmeden büyük bir nankörlük içinde atarlar tutarlar. Halbuki onlar bugün geldikleri refah seviyesine önce Allah ve sonra onun sayesinde kavuşmuş olduklarını bile bile inkar ederler. Bunların hemen tamamına yakını okumuş yazmış, hatta akademik unvanlı cahiller veya özel maksadı olan şartlanmış mahlûklardır. Osmanlı Devletinin son zamanında düşmüş olduğu o rezilâne durumu, varlığını kâfirlerin insafı ile devam ettirme çabalarını hiç düşünmezler. Yeni Türkiye Cumhuriyetini Haçlılara karşı, kendiliklerinden ortaya atılıp, hayatlarını feda etmeyi göze alarak yaptıkları cihat hareketi ile nasıl kurmuş olduklarını da bildikleri halde söylemezler. Çünkü Allah onların dillerini, gönüllerini ve beyinlerini mühürlemiştir. Osmanlı hükümdarlarının, halife oldukları halde hata ve günahlarını görmezden gelen bu nasipsizler Atatürk’ün Allah’la kendi arasında olan bir kısım alışkanlıklarını ortaya sürüp ona her türlü hakareti yapabilmektedirler. Bu dinden imandan mahrum güya dindarlar Onun muhterem, Müslüman anneleri için türlü türlü iftiraları, gözleri ile görmüş gibi iddia ederler ve masum bir hanıma yapılan iftiranın dindeki mesuliyetini bir tarafa korlar. İstanbul’u ilk defa Fatih Sultan Mehmet fethetti ve Peygamberimizin (A.S.) övgüsüne mazhar oldu. Peki düşman eline geçtikten sonra ikinci defa fetheden Atatürk ve arkadaşları bu hadis-i şerife mazhar değiller mi?. Onlara göre olur mu canım, Atatürk böyle yüce bir makama layık görülebilir mi?. Eh! bu kin ve garazınızla haşrolunacaksınız anlaşılan. Milleti böyle iğfal etmeye çalışın bakalım. Biz de gençliğimizde böyle tezvirat ve iftiralarla Atatürk’e nerde ise muğber büyüdük. Sağda, muhafazakar cenahta bulundunuz mu böyle düşünmeniz gerekiyordu. Sonradan yaşımız ilerleyince aklımız başımıza geldi ve bize tesir edenlerin ne kadar bilgisizce nankörlük içinde olduklarını anladık. Halbuki halkımızın çoğunluğu ailelerimiz büyük bir Atatürk sevgisi içinde idi ve ona hep rahmet okurlardı. 10 Ancak hâla, milliyetçiler içinde dahi sapık fikirle ona atıp tutanlar ve dünyadan bi-haber iftira edenler bulunmakta. Allah akıl fikir ve izan nasip etsin. Bu yazımızda Atatürk için yazılmış iki şiir üzerinde duracağız. Bunlardan birincisi 19 Ekim 1922 tarihinde Yunan işgalinden kurtarılan Bursa’ya Mustafa Kemal Paşa’nın ilk defa gelişleri ile ilgili, Mısri Dergahı Şeyhi Şemseddin Efendi’nin Kudumiyesi (hoş geldin methiyesi) dir. Burada Şeyh Efendi Atatürk’ü büyük kurtarıcı olarak “Gazi Paşa Hazretleri’nin Bursa’mızı teşrifi münasebetiyle irticalen söylenmiştir ki sırf hissiyat ve vicdaniye-i şükraniyedir” diye vasıflandırdıktan sonra ona şu uzun şiiri okumuştur: Zulm-i Yunan’dan yeşil Bursa siyah olmuş idi Pay-ı menhusiyle telvis eyliyordu an be an Bir cihetten havf-ı haşyet, bir cihetten gadr-ı zulm Pek çok evlad-ı vatan olmuşdu bî-nam u nişan Hapis ve darb ve nefy ve idama bütün maruz idik Köyleri ihrak ile namusları kıldı ziyan Din ü millet mülk ü devlet mahva mahkum idi ah Hiç halas imkanı yokdu halimizdi pek yaman Sa’y u gayret eyleyip her vechile himmet rical Hiç yokdan var eyledi böyle bir devletli şan Ric’at eylerken o mel’un şehri ifnaya heman Bir ramak kalmış idi yetişdi lutf-ı müstean Ber hava olmak yakılmak üzre mahkumken hele Nail-i Tevfik olduk çok şükür bulduk aman Böyle menhus bir pelidden bizleri kıldın reha Yaşa ey münci-i millet yaşa sen ol kârman Gençlik Dergisi Def edip a’dayı mülkden millete oldun peder Çekilen cevr u cefayı binde bir ettim beyan Bir taraf takvay-ı İsmet bir taraf Fevz u zafer Sen vatanda kalb-i millet gibi oldun cisme can Azm-i Sıddik adl-i Faruk hilm-i Osman sende var Misl-i kerrar harb eden Haydar da sensin bu zaman Hızır rehber ruh-ı peygamber refikindir senin Mazhar-ı lütf-ı hûda olduğuna yokdur güman Ey Selahaddin-i sâni ey halaskâr-ı vatan Mehdini mümkin değil yazsın kalem aciz lisan Bu fütuhat nusratullah olduğuna şüphe yok Orduya ruh-ı Nebidir bî-güman nusret-resan Böyle gayret böyle himmet olmadı yokdur misal İşte bak tarihi-i âlem halk olalıdan cihan Yaşa ordun ile Mustafa Kemal Paşa yaşa Arz-ı minnet eyliyor millet sana ez dil ücan Her umurunda muvaffak olmağa ettik dua Ruz u şeb evrad edindi bu niyazı dervişan Şimdi şiirin bu günkü dilde anlamını görelim: Yunan zulmünden yeşil Bursa siyah olmuş idi. Uğursuz ayağıyla kirletiyordu her zaman Bir taraftan korku ve endişe, bir taraftan haksızlık ve zulüm Pek çok vatan evladının isimleri ve nişanları kalmamıştı (şehit edilmişlerdi). Hapsedilmeye, dövülmeye, sürgüne ve idama hep maruz kalıyorduk. Köyleri yakıyorlar ve namuslara zarar veriyorlardı. Din, millet, vatan ve devlet mahvolmaya mahkum olmuş idi ah! Hiç kurtuluş imkanı yoktu halimiz pek yamandı. Her şekilde çalışıp gayret eden himmetli kimseler Yok olmuşken var eylediler böyle bir şanlı devleti Kaçarken o melun (Yunanlılar) şehri yok etmek üzere iken Yardım sahibi Allah’ın lütfu yetişti. Tamamen yıkılmak, yakılmak üzere iken Allah’ın yardımına Nail olduk çok şükür kurtulduk (burada Nail kelimesi ile Bursa’yı kurtaran Şükrü Naili Paşa hatırlatılmıştır.) Böyle uğursuz pisliklerden bizleri kurtardın Yaşa ey milletin kurtarıcısı yaşa sen ey bahtiyar insan Def edip düşmanı vatandan millete baba oldun Çekilen acıların dertlerin ancak binde birini anlatabildim Bir taraf İsmetli (temiz) samimiyet (İsmet Paşa kasdedilmiş) bir taraf Fevz (kurtuluş, Fevzi Paşa kastedilmiş) ve zafer Sen ise vatanda insanlardaki can gibi milletin kalbi oldun Hazret-i Ebubekir’in sadakatı, Hz. Ömer’in adaleti ve Hz. Osman’ın ahlakı sende var Her zaman harp içinde olan Haydar (Hz.Ali) de sensin bu zaman Hızır rehberin Hz. Peygamberin ruhu yardımcındır senin Cenab-ı Hakkın lütfuna mazhar olduğuna şüphe yoktur Ey ikinci Salahaddin ( Kudüs’ü fetheden Selahhadin Eyyubî), ey vatanın kurtarıcısı Seni övmek mümkün değil kalem yazmaz dil aciz kalır. Bu zaferlerinin Allah’ın yardımıyla olduğunda şüphe yok Orduya da Peygamber’in (A.S.) ruhunun yardımcı olduğunda şüphe yok Âlem yaratılalı beri böyle gayret, böyle himmet olmadı, emsali yok. Bunun için istersen cihan tarihine bak. Yaşa ordun ile Mustafa Kemal Paşa yaşa Millet sana candan ve gönülden minnet (teşekkür) ediyor. Her işinde muvaffak olman için dua etmekteyiz Gece ve gündüz bu dua ile zikrediyor dervişler Görüldüğü gibi vefa sahibi ve nankörlük içinde olmayan muhterem zevat kadir kıymet bilip böyle methiyeler yazabiliyor. Atatürk’e ve devrine, mensubiyet ve uşaklık sebebi ile hainane düşmanlıkta bulunanlar, haksız yere yalan ve uydurma belgeler icat edip bunlarla her türlü iftirayı yapabilenler karşısında zıvanadan çıkan Neyzen Tevfik te onlara şöyle seslenmiştir: Esir iken mümkün müdür ibadet? Yatıp kalkıp Atatürk’e dua et! Senin gibi……..lerin yüzünden Dininden de soğuyacak bu millet. İşgaldeki hâli sakın unutma! Atatürk’e dil uzatma sebepsiz Sen anandan yine çıkardın amma Baban kimdi bilemezdin şerefsiz. 11 Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR Fotoğrafların Diliyle YUVAN, BOZKURT VE DEVLET yüksek olduğu bir zamanda gerek devlet hayatımızda ve gerekse milli hassasiyetle bazı şehirlerimizde bunu sembole eden çalışmalar olmuştur. Hacı Yuvan ve Ailesi Bir özet hikaye ile konumuza başlayacağız. Hikayemiz, 24 yaşında iken gittiği Çanakkale Savaşlarında sağ bacağını kaybeden Rum asıllı, Develili ve “Hacı” lakaplı Yuvan Yuvanoğlu’na aittir. Bu insan 1891 yılında Develi’nin Aygösten Mahallesi’nde doğmuş ve 1961 yılında ölmüş bir insan. İstanbul’a göçtükten sonra evinin adını “Çanakkale” koymuştur. Çocuklarına şaşmaz tavsiyesi: “Her zaman çocuklarınıza Atatürk’ü anlatın. Fırsat buldukça Anıtkabir’i ziyaret edin.” demiştir. Evinde daima Türk bayrağını bulunduran bir insandır. 1955 yılında vuku bulan 6-7 Eylül olayları sırasında evinde bulunan altı metrelik Türk bayrağını dalgalandıran bu insanımızı gören göstericilerin bir vefa duygusuyla: Burası Çanakkale kahramanı Hacı Yuvan’ın evi. Bu eve zarar gelmeyecek “ diyerek, geçip gitmişlerdir. Çocukları bugün Yunanistan’dalar. Bu bilgiler hasret dolu mektuplarla bize geliyor. Her milletin bir sembolü vardır. Kazakistan’da sembol parstır. Türk’ün sembolü ise bir bozkurt’tur. Milli şuurun 12 Bozkurt Bu ölümsüz Türkiye Cumhuriyetini kuran ulu önder Atatürk’ün her vesile ile Türk milletini öven, onurlandıran konuşmaları da bu şuurun belgeleridir. “Aziz yurttaşlarım! Ey Türk milleti! Ey Türk Gençliği!” hitapları her Türk’ün kulağındadır. Milliyetçilik ve Türkçülük bir devlet felsefesidir. Bu şuurlu sözler de hep bu idrakin birer eseridir.Bu öyle bir idraktir ki Atatürk Türk’ün sembolü olan bir bozkurt maketini çalışma masasında bulundurmuştur. Zaten kendisi de “Bozkurt” sıfatıyla anılmıştır. Ölümünden sonra bir ara bu bozkurt maketi ortadan kaldırılmak istenmiş ise de her zaman hayatta dimdik durmasını bilen Türk milliyetçisi kişi ve kişilerce aranmış ve bulunarak ortaya çıkarılmıştır. Kaldı ki Atatürk Türk milliyetçiliğini ölümsüzleştirmek için bu Bozkurt sembolünü pullara ve paralarada bastırmıştır. Yukardaki iki resim o anlamlı günlerin birer tatlı hatırasıdır. Kahramanmaraş kalesinde Türk Bayrağına sarılı bozkurt. Gençlik Dergisi Maraş Destanı Kahramanmaraş, Milli Mücadele’de Ermeni desteğindeki İngiliz ve Fransız güçlerine karşı; Mıllıç Nuri, Senem Hatun, Hayrullah Efendi başta olmak üzere, kadın ve erkeğiyle bir bütün olup savaşmıştır. Bu millî direniş sayesinde Maraş 12 Şubat 1920’de düşman işgalinden kurtarılmıştır. Bu kahramanlık destanında Başkomiser Aslan beyin gayretlerini unutmamak gerekir. Maraş’ın kurtuluşunda bir bayrak olayı vardır ki dillere destandır. Fransız komutanı Andre bir Ermeni kızıyla dans etmek isteyince Helena adlı kız, kaledeki Türk bayrağını göstererek, -Yerinde Fransız bayrağı olursa, demiştir. Komutanın emri üzerine kaledeki Türk bayrağı indirilmiş ve yerine Fransız bayrağı dikilmiştir... Bu olay gece olmuştur. Günlerden Cuma günüdür. Sabah kalkanlar bakarlar ki Türk bayrağı yerinde Fransız bayrağı vardır. Şeyh Ali Sezai Efendi’nin gayreti ve Kısakürek-zade Mehmet Ali Efendi’nin yazdığı bildiri halka dağıtılmış ve “Düşman bayrağının dalgalandığı yerde Cuma namazı kılınmaz.” denilerek halk galeyana gelmiş ve kaledeki düşman bayrağı yerini tekrar Türk bayrağına terk etmiştir. İşte bu “bayrak olayı”nı sembole eden bozkurt heykeli ve bayrak bu amaçla fakat büyük bir şuurla K.Maraş kalesine dikilmiştir. Gel gör ki zaman içerisinde böyle kahramanca düşman işgalinden şehrini kurtaran bir şehrin içerisinde bazı paslı beyinlerin gayretiyle bu heykel yıllar sonra belediye binasının deposuna kaldırılmıştır. Şimdi bu Bozkurt’un yerinde neler var? Bozkurt boşluğunu neler doldurmaya başladı? Çoğu yerde PKK bayrakları, İmralı canisinin posterleri, İstiklâl Savaşı’nda ve ondan sonraki zamanlarda Türkiye Cumhuriyeti’yle savaşan Kürt liderlerinin heykelleri ve posterleri… Bunun nice örnekleri vardır. Bilerek o şer görüntülerin fotoğraflarını almadık! Zaten buna da gerek yok. Bütün siyasi iradenin sansürlemelerine rağmen her şey milletin gözü önünde cereyan ediyor. Bu büyük Türk devletini kuran Atatürk’ün ölümünden sonra Türk milliyetçiliği yıllar içerisinde köreltilmeye çalışılmış ve hala da kökü kazıtılmaya çalışılmaktadır.. Yüce Türk milleti ve değerlerini her zaman canından çok seven Yuvanlar, Türk milliyetçileri olduğu sürece; şer güçleri Türk milliyetçiliği şuurundan korkan ve hızını alamayarak Türk milliyetçiliğini ayaklarının altına almaya çalışanlara inat devletin kuruluş felsefesi, bu devleti kuran Atatürk’ün sözleri “damarlarındaki asil kan”ın şuurunda olanların beyninde her zaman yaşayacaktır. Yüce Türk milleti neler gördü, neler! Milletin anasını belleyenlerin lağım kokan ağızlılarını da! Bu günler de geçecektir, hem de yarından da yakın. ŞEHİDİN SESİ Bahar Nisa DALMAZ (*) Güzel Anam, Yazgım şehit olarak ölmekse Eğer gidip dönmemek kaderse Bundan sonraki hayatımda seni uzaktan sevmekse Ben varım ana ben varım Mavi şafak bayrağımın yeri Bize yakından gelir Türk’ün sesi Düşmana karşı her an tetiktedir Türk askeri Kafirin en büyük feryadıdır Türk’ün zaferi Sıcak havada yandım kurudum Soğuk havada sararıp soldum Bazen hamladım bazen yoruldum Ama ben yine de sevgiyi Türk’te buldum Ben her zaman Türk’ü seçtim Kafiri toprağa sereceğime ant içtim Vatanıma bazen kardeş bazen eştim Düşmana karşı tek yürek tek diştim Yüreğimde vatan sevdası vardır Ayağım ıslak başım kardır Eğer düşmanı bu toprağa bastırırsam Dünya bana kabirden dardır Askerlerin göğe yakındır başları Vatan deyişi sallar taşları Mehter okur sanki kuşları Türk’ün düşmana karşı her an çatıktır kaşları Şanlı Bayrağım, Dalgalandığın yerde güller açar yaprak yaprak Bizim görevimiz düşmana mezar kazmak Eğer biz bu davadan vazgeçersek Kader olsun bize bu kara toprak (*) Mehmet-Muammer Bölük Çok Programlı Lise 9/B Sınıfı TALAS/Süleymanlı Köyü 13 Osman SEL TERCİHİNİZ GELECEĞİNİZDİR İnsanlık tarihini inceleyen bivet alanı alkışlayan bir toplum... lim insanları, insanoğlunun doğayDemokratik haklarını kullanırla, doğada bulunan diğer canlılara ken suçsuz yere öldürülen gençleolan münasebeti ve mücadelesi ile ri vuran polisi alkışlayan bir topGünümüz Türkiye’sinde insanlar bilgi, teknoloji ve medeniyet alalum… arasında ve siyaset dünyasında çok nında bugünkü seviyeye geldiğini Kendi insanına “gavat” diyen tehlikeli bir tartışma yaşanıyor. Kimi tespit etmiştir. İnsanın bir diğer valiyi alkışlayan bir toplum… “aslolan paradır, yoldur, köprüdür, münasebet ve mücadelesi ise diSuçsuz insanları sahte delillerle havaalanıdır diyor; haksız da olsa, ğer insanlarla olanıdır. Bundan da mahkum elden hakimleri alkışyolsuz da olsa, yalancı da olsa, aile, millet gibi tabi cemiyetler, layan, suçluları “uzun boylu” olbenim gibi düşünmesi, benim gibi devlet gibi sosyal organizasyonlar dukları için tahliye eden hakimi inanmasıdır” diyor. doğmuştur. Millet ve devlet, aynı alkışlayan bir toplum… çürümeye zamanda farklılaşma, çıkar mübaşlamıştır. cadelesi, iktidar ve güç elde etme Bir yönetimde en üsttekinden olgusunu ortaya çıkarmıştır. en alttakilere kadar yöneticiler hırBu olgu, ister istemez insanlar sızlığa, yolsuzluğa, rüşvete boğularasında gizli ve açık bir iç ve dış muşsa… yarışın ve savaşın başlamasına sebep olmuştur. Tarih işte Bir yönetimde makam, unvan, rütbe, cübbe, şan ve şöhbu yarış ve savaşta insanların malını, canını, şerefini, onu- ret için bu pisliklere ses çıkartılmıyorsa… runu ve namusunu korumak için ödediği bedellerin topBir yönetimde anayasa ve kanunlar hiçe sayılıp keyfi lamıdır diyebiliriz. Bu bedelleri ödeyen insanlar saygıyla idare başlamışsa… o devlet çürümeye başlamıştır. anılıyor, bu bedelleri ödeyen milletler ayakta kalıyor, bu Çürüyen bir toplum ve devlet düzeninde insanların en bedelleri ödemeyen insanlar değersiz ve onursuz olarak çok tehlikeye ve tehdide maruz kalan değerleri ise onur, anılıyor, bu bedelleri ödemeyen milletler ise tarihin çöp şeref, özgürlük ve namuslarıdır. sepetine atılıp birer fosil millet olarak anılıyor. İnsanlar bu değerleri için pek çok hak ve özgürlüGünümüz Türkiye’sinde insanlar arasında ve siyaset ğünden vazgeçerek devleti oluşturmuştur. Devlet hak ve dünyasında çok tehlikeli bir tartışma yaşanıyor. Kimi “as- adalet gözeterek insanların mal, can ve namusunu garanti lolan paradır, yoldur, köprüdür, havaalanıdır diyor; haksız eder. Devlette adalet olmazsa hiçbir özgürlüğümüz ve deda olsa, yolsuz da olsa, yalancı da olsa, benim gibi düşün- ğer yargımız garanti altında olamaz. mesi, benim gibi inanmasıdır” diyor. Bu gün Türkiye’de yasamaya, yürütmeye ve yargıya Kimileri de aslolanın hak, adalet, doğruluk, onur, şeref güven kalmamıştır. Hiç kimse yarınından emin değildir. ve namus olduğunu, bunlara değer veren kim olursa olsun Korku ve güvensizlik toplumu tedirgin etmektedir. Herbaş tacı edilmesini, bunlara değer vermeyen kim olursa ol- kes devletin elinde kendisiyle ilgili, aleyhine kullanılacak sun kötü, zararlı ve tehlikeli olduğunu söylüyor. bilgilerin olduğuna inanmaktadır. Herhangi bir konuda Bu, sağlıklı toplumun yapacağı tartışma değildir. Bu muhalif tutum aldığında ya maliye ya polis ya adliye ya da durum en azından toplumun bir kesiminin değer yapıla- belediyeden ceza göreceğine inanmaktadır. Suç işleyen cerının aşınmasına, çürümesine sebep olur ki, bu devletin zasını çeksin diyebilirsiniz ancak ekonominin yüzde ellisi bozulmasından da tehlikelidir. Sağlıklı bir toplum bozulan kayıt dışı olan bir ülkede, demokrasinin ve hukukun üstündevleti düzeltebilir, ancak bozulan bir toplumdan sağlıklı lüğünün olmadığı bir ülkede, bağımsız yargının olmadığı bir devlet oluşturamazsınız. Türkiye’de siyasi mücadele bir ülkede devlet her zaman suç bulur veya suç üretir. Devöyle bir noktaya geldi ki, yapılan kötü işler, iyi ve güzel letin imkanları buna elverişlidir. Hele bir de her gün açık değerlerle kapatılmaya çalışılıyor. Durum öyle bir hal aldı yakalamak için tuzak üstüne tuzak, kumpas üstüne kumki, hırsızlıklar, yolsuzluklar, adaletsizlikler, yalancılıklar pas kuran bir idare varsa, kurtulma şansınız yok demektir. topluma alkışlatılıyor. Alkışlatan, çıkarı için bu yola başBu durumda hiçbir özgürlüğünüz teminat altında değilvurabilir, kendini kurtarmaya çalışabilir, bir dereceye ka- dir. dar bu mazur da görülebilir, ama alkışlayanın hiçbir gerekHaberleşme, inanç, teşebbüs, seyahat, fikir basın vs çesi olamaz. Abdurrahim Karakoç’un dediği gibi: özgürlüğünüz yok demektir. Bunlardan daha kötü ve teh“Gelene şak şak, gidene şak şak likeli olanı ise özel hayatın gizliliğinin teminat altında olAlçağı alkışlayan alçaktan da alçak” olur! mamasıdır. Hırsızı, vurguncuyu, yalancıyı, yolsuzluk yapanı, rüşÖzel hayat demek insanın onuru, şerefi, ve namusudur. 14 Gençlik Dergisi Bu gün bu ülkede izlenmediğinden, dinlenmediğinden, fişlenmediğinden, kayıt altına alınmadığından emin olan bir kişi bile yoksa, bu ülkede insanların özel hayatı, yani onuru, şerefi, ve namusu tehlike ve tehdit altında demektir. Halbuki bu değerlerden mahrum olan insan “sırtına altın palan vurulmuş eşek” gibidir. Her toplumda böyleleri çıkabilir. Yüzüne gelen tükürüğü yağmur zanneden, ar ve haya duygusundan yoksun insanlar olabilir, ancak bu toplumda yaygın hale gelirse siyasi ve şahsi çıkarlar için bu değerler sürekli aşındırılmaya çalışılırsa, bu durum o toplumun geleceği açısından çok tehlikelidir. İnsanın onuru, şerefi ve namusu ile eş değer olan kavramlar ve durumlar vardır. Bunlar; bayrak, vatanın ve milletin bütünlüğü, bağımsızlığıdır. Bunlar dışında hiçbir değer insanın şerefi, onuru ve namusu ile eş değer olamaz. Onur, şeref, namus bu kadar değerli iken neden bazı insanlar bu değerlerine halel getirecek iş ve eylemlerde bulunurlar? Neden hırsızlık, yolsuzluk, yalancılık, iftiracılık zilletine düşerler? Çünkü demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, fikir ve inanç özgürlüğüne inanmayan insan ahlaklı, namuslu, onurlu, şerefli ve dürüst olamaz da ondan. Çevrenizde gördüğünüz insanları bu çerçevede analiz etmezseniz, onları doğru değerlendiremezsiniz. Tarih de insanları, milletleri, devletleri ve liderleri yaptıkları yol, fabrika, havaalanı , köprü ile değerlendirmez ve yargılamaz. Onları, insanlığa kazandırdıkları yüce değerlerle, yetiştirdikleri insanlarla ve yaptıkları insanlık suçu, yıktıkları değerler, sürdükleri ve öldürdükleri büyük insanlar yönünden değerlendirir. İngilizler, “ İngiltere’yi veririz, ama Shakespeare’i vermeyiz.” derler. Türkler tüm dünyada cesaretleri ve misafirperverlikleriyle tanınır. Hitler yaptığı bölünmüş yollarla, ürettiği teknoloji ile değil, yaptığı Yahudi soykırımı ile değerlendirilir. Stalin’in atom bombasını yaptırması değil, öldürdüğü insanlar, yaptığı katliam tarihe geçmiştir. Çanakkale’de şehit olan yüz binler yol, köprü, Marmaray, havaalanı için canlarını orta koymadılar. Türk milletinin onuru, şerefi, ve namusu için savaştılar. Yunanlıların İzmir’i işgal ettiklerinde Hasan Tahsin ilk kuruşunu borsa için, banka için, yol ve ihracat için atmadı. Vatan işgalini kendi namusu, onur ve şerefi için eş değer gördüğünden cananı verdi. Kahramanmaraş Fransızlar tarafından işgal edildiğinde Sütçü İmam, Fransız askerlerine bunlar “Fransız lobisi” kalkınmamızı engelleyecekler diye göğüs germedi; Türk kadınının namusunu kendi namusu gördüğü için göğsünü siper etti. Onur ve şerefin ne kadar önemli olduğunu İstiklal Savaşı’ndaki bir albayın davranışı kadar ortaya koyan örnek yoktur sanırım. Büyük Taarruz’da Çiğiltepe’yi almakla görevli 57. Tümen bir türlü tepeyi ele geçiremiyordu. M:kemal Paşa tümen komutanı Albay Reşat Bey’i telefonla arar ve “Reşat Bey hala hedefinize ulaşamadınız. Bir sorun mu var?” diye sorar. Reşat Bey “yarım saat sonra ulaşacağım efendim. Söz veriyorum.” der. Yarım saat geçtiği halde Çiğiltepe’nin ele geçirilemediğini gören M.Kemal Paşa bir kez daha Albay Reşat Bey’i arar. Telefona emir subayı Üsteğmen Bozkurt Kaplangı çıkar. M.Kemal Paşa: “Reşat Bey’i çağırın” der. Üsteğmen Bozkurt zorlukla “Reşat Bey az önce intihar etti efendim. Size açıklama bırakmış onu okuyorum. ‘Yarım saat içinde size o tepeyi almak için söz verdiğim halde sözümü yerine getiremediğimden dolayı artık yaşayamam’ yazıyor.” Albay Reşat Bey bu ülkenin onur, şeref, namus ve vatanseverlik abidelerinden en önde gelenlerinden birisidir. Albay Reşat Beyler çoğaldıkça bu millet büyür, kalkınır, onurlu ve şerefli yaşar. Yapacağımız iş, Reşat Beyleri çoğaltmak olmalıdır. Şu da unutulmamalıdır: Reşat Bey’in parası, fabrikası, bankası, gemisi yoktu. Günümüz Türkiye’sinde kim ağzını açıp adalet yok, özgürlüklerimiz elimizden alınıyor, yönetenler hırsızlık yapıyor, yolsuzluk yapıyor, yalan söylüyor, iftira atıyorlar. Böyle bir ülkede insanların onuru, şerefi, namusu garanti altında olamaz dese, hemen birileri çıkıp daha ne istiyorsunuz şu kadar km yol yapıldı, şu kadar uçak alındı, şu kadar köprü yapılıdı, şu kadar park açıldı, milli gelir şu kadar oldu, IMF’ye şu kadar borç ödendi diye koro halinde cevap veriyorlar. Beni tedirgin eden ve üzen bu karşılaştırmalardır. Parayla onur, yolla şeref, havaalanı ile adalet, köprü ile özgürlük, hırsızlık ve yolsuzluk ile namus kavramları sanki birbirlerine eş değermiş gibi gösterilmektedir. Yol, köprü, havaalanı önemlidir. Özgürlük, namus, şeref, onur, adalet ise değerlidir. Türk insanı değerliyi önemlinin önüne geçirmeden istediği seviyeye gelemez. Yol, köprü, havaalanı olmasa da yaşarsınız. Bunlar sizlerden alınan vergilerle yapılan hizmetlerdir. Bunlar geç yapılsa da telafisi vardır. İnsanın onuru, şerefi ve namusu elinden gittiğinde bunun telafisi yoktur. Adınızın önüne onursuz, şerefsiz, namussuz yaftası yapıştırılırsa dokuz göbek sonra gelecek torunlarınız bile bu utanç verici sıfatlarla yaşamak zorunda kalırlar. Halbuki bir köprünün en fazla elli yıl ömrü vardır. İnsanlar suç işlediğinde elinden parası, malı, mülkü, alınmıyor, şu yoldan gidemezsin, şu uçağa binilmezsin, Marmaray’ı kullanamazsın demiyorlar. Hapse atıyorlar, yani özgürlüğünü kısıtlıyorlar. Demek ki insanın en değerli varlığından birisi özgürlüğüdür. İnsanlara şerefsiz, haysiyetsiz, namussuz derseniz bu hakaret kabul edilir ve cezaya çaptırılırsınız. İnsanlara fakir, uçaksız, arabasız, evsiz, .. derseniz bunlar hakaret sayılmaz. Çünkü bu kavramlar önemlidir; değerli değildir. Ne yol ne köprü ne istikrar ne kalkınma ve büyüme ne para ne mal insan onuru, şerefi, özgürlüğü ve namusu yanında bir değer ifade eder. Birileri hala maddi varlıkları, yapılan hizmetleri makam, mevki, unvan, rütbe, cübbe ve çıkar için ön plana çıkarabilir. Bunlar için onurundan, şerefinden, özgürlüğünden ve namusundan taviz verebilir. Bu bir tercih meselesidir. Divan Edebeyatı Şairi Şeyh Galip: “Reh-i Mevlevîde Galip bu sıfatla kaldı hayran Kimi terk_i nâm ü şâne kimi itibâre düştü” diyor. Tercih size kalmıştır. Ya şairin dediği gibi itibar, nam ve şan tercihiniz olacak ya da onurunuz, şerefiniz, özgürlüğünüz ve namusunuz tercihiniz olup namdan, şandan, şöhretten vazgeçeceksiniz. İkisi bir arada olmaz mı? Olur. Eğer devlet hak, adalet, demokrasi, hukukun üstünlüğü, kayıtlı ekonomi, insan hakları konusunda taviz vermez, toplum da gördüğü haksızlıkları, yolsuzlukları, hırsızlıkları cezalandırırsa olur. İşte ilerlemiş demokratik ülkelerde olan da budur. 15 KIBRIS SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ YA DA İSRAİL’İN GAZINA GELMEK Ahmet MUHTAROĞLU Kıbrıs ile ilgili çözüm müzakereleri yaklaşık bir buçuk veya var olan bir problemi kendi ekonomik çıkarları için yıldır buzdolabına konmuştu. Şubat ayında her iki toplum nerede ve ne zaman kullanılacağının hesabını yine kendiliderleri yeniden biraraya gelerek mutabakat sağladıkları leri yapmaktadır. ortak metni açıkladılar. Böylece her iki toplumda tartışElli yıldır sürdürülen Kıbrıs davasının hemen şimdi malar yeniden başladı. Ancak bu müzakerelerin başlama- çözülmesi gerekir demenin, elbetteki bizler arka planını sının daha öncekilerden önemli bir fark vardır; o da ‘aman düşünmemiz gerekir. Konuyu daha kolay anlayabilmekimseler duymasın’ diplomasisi idi. Yani sessiz diplomasi. miz için biraz daha geriye gidelim. Çok değil bir yıl önce Türk basını mümkün mertebe bu konuda ketum davran- hatırlayabileceğimiz gibi, Doğu Akdeniz enerji savaşları mıştı. Türkiye’de konuyu haber yapan gazete sayısı 3’ü haberleri gündeme gelmişti. Bu haberde bahse konu bilgeçmedi. Kamuoyunun büyük bir kesimi ABD başkanı gileri kısaca özetleyelim. ABD Jeoloji Araştırma Merkezi Obamanın, Başbakan Tayyip Erdoğanı arayarak, Kıbrısta (USGS) tarafından yapılmış bir araştırmanın sonuçlarına taraflar arasında başlayan ve sürdürülen müzakereler ne- göre, Kıbrıs, Suriye, Lübnan ve İsrail arasındaki böldeni ile, Türkiye başbakanına gede denizaltında çok büyük söylenen övgüler ile öğrendi. petrol ve doğalgazrezervlerinin Gerek 6 aydır Türkiye başbabulunduğu kesin olarak tespit kanının telefonlarına çıkmayan edilmiştir. 3. 5 trilyon m3 doğObama, gerekse bir buçuk yıllagaz ve 1. 7 milyar varil petrol dır askıya alınan Kıbrıs müzarezervinin varlığı yalnızca bu Elli yıldır sürdürülen kerelerinin yeniden başlatılması bölgede tespit edilen rezervKıbrıs davasının hemen ortada ciddi birşeylerin varlığıdir. Ayrıca İsrail’in kuzeybatı nı akla getiriyordu. bölgesinde(leviaton) yine büşimdi çözülmesi gerekir Her konuyu enerji açısından yük miktarda doğalgaz yatakdemenin, elbetteki bizler değerlendirmek doğru olmayaları bulunmuştur. Keza, Kıbrısbilir ve bu hususta tekrara düşMısır arasında ve Girit adasının arka planını düşünmemiz mekten de çekinmiyor değilim. güneyinde zengin doğalgaz ve gerekir. Ancak gelişen olayları enerji petrol varlığının tesbiti yapılşablonunda yerli yerine koymıştır. Keşfedilen bu rezervleduğumuzda sonuçlar bizi doğrin AB’ye 100 yıl yetebilecek ruluyordu. Konuyu şu şekilde büyüklükte olduğu bilgisi mevözetleyelim;Kıbrıs ile ilgili son cuttur. Bu araştırmaların ve petgelişmeleri ele aldığımızda bu rol varlığının tespiti, özellikle sorunun çözümünden yola çıkarak her iki toplumun gerek İsrail, Güney Kıbrıs, Yunanistan ve AB’de büyük heyeekonomik gerekse insani açıdan problemin çözümü dü- can yaratmıştır. Bu petrol varlığının farkına varan Güney şünülerek müzakereler başlamış olamaz. Artık biz gerek Kıbrıs yönetimi, başta Mısır, İsrail, Lübnan olmak üzere Suriye’de, gerek Irak’ta, gerekse Kıbrıs’ta ve hatta tüm münhasır ekonomik bölge(MEB) antlaşmaları yapmış ve Ortadoğu coğrafyasında yaşayanların sorunlarının çözü- dünya ya ilan etmişlerdir. Güney Kıbrıs, kendi çıkarları münde topyekün Batı’nın insani çözüm argümanları ile doğrultusunda bu münhasır ekonomik bölgeyi parsellere yaklaşmadığı gün gibi ortadadır. Burada bu tespiti yapmak ayırarak, uluslararası petrol şirketlerine petrol arama ve durumundayız. En son Suriye ile ilgili olarak Türkiyenin ruhsatlandırma ihaleleri yapmıştır. Güney Kıbrıs bu ihaABD’ye Suriye ile ilgili kayıtsız kalındığına açıkca dil- leleri yaparken , Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini yok lendirmesine rağmen, ABD genelkurmay Başkanı aynen saymış ve Kıbrıs’ın tamamını temsil ediyormuş gibi davşöyle demiştir’ Esad karşıtı güçleri destekleyebilme- ranmıştır. Rum kesimi tek taraflı ilan ettiği bu münhasır miz için, Esad sonrasında bu desteklediğimiz güçler bölge ve 12 parsel olarak ihaleye çıkarılmış ve ruhsatlanABD’nin çıkarlarını savunmaları gerekir. Oysa böyle dırılmıştır. Bu oldu bittilere Türkiye şiddetle karşı çıkmış bir grup şu an için ortada yok. o haşde biz Suriye’ye ancak, arkasına ABD ve AB petrol şirketlerini alan Rum neden destek verelim’. Bu yaklaşım; Batı’ya has em- yönetimi geri adım atmamıştır. ABD ve AB ise Rum yöneperyalist bir yaklaşımdır. Bu coğrafyada bilerek çıkartılan timini destekler mahiyette beyanatlar vermektedir. Bizzat 16 Gençlik Dergisi Obama konu ile ilgili olarak özel teşebbüsün hareket serbestiyetinin olduğunu söylemiştir. Hali hazırda ABD’den Nole, Fransa’dan Total ve İtalya’dan Eni firmaları ve daha birçok Batılı firma burada petrol ve gaz çıkarmak için sondaj faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bütün bu olup bitenler karşısında özellikle AB ve ABD K. K. T. C. ’yi yok saymışlardır İsrail’ e gelince çok değil 3 yıl öncesine kadar İsrail doğalgaz ihtiyacını Mısır’dan temin etmekteydi. Hatta 2006 yılına kadar Sayın Başbakan, Putin ile birçok defa görüşerek, Rusya’nın Türkiye üzerinden İsrail’e gaz satışı gündeme gelerek Mavi Akım(2)adı ile, Rusya- Türkiye- İsrail’e kadar ulaşacak boru hattı için pazarlıklar yapılmıştı. Gelinen noktada ise İsrail ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi dünyanın enerji dengesini değiştirecek rezervlere sahip olmuşlar ve özellikle ilk etapta AB’ye doğalgaz temin edecek enerji kaynağına ulaşmışlardır. Burada daha önce bahsetmiş olduğum kendi düşüncemi bir defa daha tekrar etmek istiyorum. Bazılarının bahsettiği gibi İsrail ne Suriye olayları için , ne İran için , ne de Türkiye’den korktuğu için ‘özür ‘ dilememiştir. Kurulduğu günden bugune kadar tüm haksızlıklarına rağmen hiçbir ülkeden özür dilemeyen İsrail sadece ekonomik çıkarları sözkonusu olduğu için Türkiye’den özür dilemiştir. Bunları söylerken haklı bildiğimiz gerekçelerşunlardır. Yukarıda kısmen bahsettiğimiz gibi daha düne kadar kendi enerji ihtiyacını dışarıdan karşılayan bir ülkenin enerji dengelerini değiştirerek AB ve Çin’e doğalgaz ve petrol satabilecek, aynı zamanda da Rusya’ya rakip olabilecek derecede enerjiye sahip olan bir ülkenin Türkiyeden özür dilemesi kadar doğla Bir şey olamaz. Zira özellikle doğalgaz boru hattının rekabet edebilir şartlarda AB’ye ulaşabilmesinin tek yolu bu boru hattının Türkiyeden geçmesidir. Aynı durum Güney Kıbrıs Rum kesimi içinde geçerlidir. Hatta Kıbrıs Rum kesimi ve Yunanistan, ekonomik krizden çıkmalarının tek yolunun Güneyde çıkarılan petrol ve doğalgaza bağlamış oldukları ümitle yaşamaktadırlar. Güney Kıbrıs Rum kesimi ekonomik verileri şu an için hiç de içaçıcı değildir. Maaş ödeyememektedirler. Geçen yıl ki büyümeleri %(-)6 dır. Yani küçülmüşlerdir. Buna mukabil Türk tarafı %4 büyüme göstermiştir. Elbetteki Kıbrıs meselesinin çözümünün gündeme gelmesinin bugüne rastlaması İsrail’in ve Güney Kıbrıs’ın ekonomik çıkarları etkili olsada esas mesele yalnız bunlardan ibaret değildir. Bunların yanında ABD’nin devrede olması, Kıbrıs sorununun çözümü daha bir ciddiyet kazanmaktadır. ABD’li Uluslar arası petrol şirketleri, ABD’nin dışpolitikasını belirler. Bu şirketlerin ekonomik çıkarları aynı zamanda ABD’nin çıkarlarıdır. Doğu Akdeniz de bulunan petrol ve doğalgaz rezervleri ABD’li petrol şirketleri için çok değerlidir. Gelinen noktada bu bölgenin enerji güvenliği ve pazar için takip edeceği yol güvenliği öne çıkmıştır. Ayrıca bu bölgede petrol çıkaran şirketler ABD ve AB menşeilidir. İsrail ve Güney Kıbrıs’ta sondajlar yapılmış, petrol ve doğalgaza ulaşılmıştır. Ancak bu petrol ve doğalgazın, pazara ulaşmadığı sürece bir anlamı yoktur. Ayrıca Kıbrıs’ın bugünkü hukuki statüsü ve sorunları çözülmemiş bir Kıbrıs’ın doğal zenginliklerinin yalnızca Güney Kıbrıs’ın isteği doğrultusunda sömürge mantığı ile çıkarılıp, Kuzey Kıbrıs Türk halkının haklarını gasp etmek izah edilebilir bir durum değildir. Geçmişte AB sorunları çözülmemiş bir Kıbrıs’ın Güney kısmını AB ye üye olarak almayı içine sindirmiş olabilir, ancak bu durumun sorunun çözümüne bir katkısı olmamıştır. Bu durumda ABD petrol şirketlerinin isteği doğrultusunda Kıbrıs problemini çözerek Doğu Akdeniz petrol havzasını sorunsuz bir bölge haline getirmek istemiş olabilir. Kıbrıs’ta sözde çözüm için ABD’nin ve Türkiye’nin hızlı hareket etmesinin gerçek nedeni bizce budur. KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ AÇISINDAN DURUM NEDİR? Bu hususta çeşitli düşünceler mevcuttur. Bazı düşüncelere göre bu durum KKTC’ye kurulmuş bir tuzak olabilir. Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile müzakereleri yürüten Osman Ertuğ devre dışı bırakılmıştır. Yeni müzakereci , Eroğlu ile aynı fikirde olmadığını söyleyen, KKTC Dışişleri Bakanlığı mensubu Kudret Özersay olmuştur. Kıbrıs Türk tarafı ve Eroğlu ortak açıklama metnine onay vermeden Kerry ile görüşen Davutoğlu’nun onay verdiği haberleri mevcuttur. Gelinen noktada KKTC için zor bir durumdur. 50 yıllık mücadelenin sonucu meçhuldür. Rumlara göre Kıbrıs’ta tek bir halk vardır, o da rum halkıdır fikri hala geçerli ise çözüm zordur. Türk askeri varlığı, Türkiye’nin garantörlüğü mal mülk meseleleri ve hükümranlık, egemenlik konuları kurucu ortaklık ve self-determinasyon konuları çözülmesi bir hayli zor meselelerdir. Ayrıca ABD ve Türkiye’nin, Türk toplumu lideri Derviş Eroğlu’na bilgi vermeden sonuç alma fikri bizce çözümü daha da zorlaştıracaktır. Çünkü Kıbrıs’tan gelen haberler bu yöndedir Milli Menfaatlerimiz Açısından Olması Gerekenleri Şöyle Sıralayabiliriz: Oldu bittiye getirilerek Kıbrıs elden tamamen gidebilir. Birleşik bir Kıbrıs, bugünkü bağımsız KKTC’den daha iyi olamaz. Doğalgaz boru hattının , Türkiye üzerinden geçmesini, onlar bize bir lütufmuş gibi sunmak isteyebilrler. Oysa , onlar Türkiye’ye muhtaçtır. Gerek İsrail gerekse ABD enerji şirketleri ve gerekse Yunanistan, Kıbrıs’ın bugünkü mevcut statüsü ile yola devam edemezler. Tespit edilen enerji kaynaklarının Türkiye dışında AB’ye ulaşmasının maliyeti sekiz kat daha fazladır. Türkiye dışındaki alternatif yollardan bu gazın AB’ye ulaşması durumunda, pazarda Rusya ile rekabet şansı yoktur. Güney Kıbrısta bulunan doğal kaynaklar Uluslar arası hukuka göre Kıbrıs halkının tamamının malıdır. Kıbrıs tarihi bir dönemden geçmektedir. Bölgenin enerji kaynakları açısından zengin olması ve Kıbrıs’ın hukuki statüsünün belli bir zemine oturtulmasının zaruret olduğunu düşünerek bu seferki çözüm sürecini bir sonuca bağlamak isteyeceklerdir. KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu’na güvenimiz tamdır. Haydi hayırlısı. 17 ÖMER HAYYAMIN 21.YÜZYIL VERSİYONU DİYEBİLECEĞİMİZ ÜNSAL ARSLANKAYA İLE BİR SÖYLEŞİ Rubaileriyle Türk şiirinde otantik, felsefi bir tat, farklı bir çizgi; kurşuni bir ağırlık, hedefini sapıtmayan mızrak… Şiirde çok enteresan buluş ve söyleyiş tarzıyla internet dünyasını sallayan ve Ömer Hayyam’ın 21.yüzyıl versiyonu diyebileceğimiz Ünsal Arslankaya’yı okuyucularımıza tanıtmak istedik. 1969 yılında Kayseri’nin Sarız ilçesi Yedioluk köyünde dünyaya gelmiştir; evli ve iki çocuk babasıdır. Türk silahlı kuvvetlerinde on yıl astsubay olarak görev yaptıktan sonra malulen emekliye ayrılmıştır. İlk olarak,1994 yılında “Baskın Var” isimli romanını yazmış, ancak kendisi muvazzaf bir asker olduğu için hukuki engellere takılmıştır. 2010 yılında “Çatmaya Geldim” isimli şiir kitabını yayımlamış, 2014 Ocak ayında da tamamı rubailerden oluşan “Aklımın Teri” ni Türk edebiyatına kazandırmıştır. Araştırmacı ve Türk milliyetçisi kimliği ile ön plana çıkan şairle kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. Bilgiyurdu: Sayın Ünsal Arslankaya, biz sizi Kayseri’de “parapsikoloji” ile ilgilenen çok az kişiden biri olarak tanıdık. Malum, dergimizde bu konuda birçok yazınız yer aldı. Bir roman, bir şiir kitabınızdan sonra 2014-Ocak ayında çıkan şiir kitabınız “Aklımın Teri” üçüncü eseriniz… Türk edebiyatına ve Türk kültürüne hizmetinizden dolayı sizi yürekten kutluyor, başarınızın devamını diliyoruz. Türk literatüründe, basının susturulduğu, internetin köşeye kıstırıldığı böyle bir devirde, demir yumruk misali bir yer edinmek nasıl bir duygu? Neler hissediyorsunuz? 18 Ü.Arslankaya: Öncelikle bana bu fırsatı tanıdığınız için çok teşekkür ederim. Askeri okuldan mezun olduktan sonra,üniformamla ailemin yanına koşup diplomamı gururla gösterdiğim andaki duyguları yaşıyorum.O üniforma beni aynı zamanda vatan hainlerinin hedef tahtasına oturtmuştu.Ama bundan da gurur duyuyordum.Milletime vatanıma hizmet etme yolunda sonumu düşünmeden yola çıkmanın vakarını taşıyorum. Bilgiyurdu: Rubailerinizi periyodik olarak hiciv, felsefe ve aşk olmak üzere üç ana grupta sıralamışsınız. Neden böyle bir gruplandırmaya ihtiyaç duydunuz? Ü.Arslankaya: Nasıl ki her öğün aynı yemeği yemek insanı bıktırırsa okumak da böyledir. Okuyucuyu sıkmamak ve duygusal açıdan bir dinamizm sağlamak için böyle bir sıralama yapmayı uygun buldum. Hayal dünyalarında iniş çıkışlar yaparak adeta sörf yapıyormuş gibi haz almalarını istedim. Bilgiyurdu: Şiir yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız? Sizin şair olmanıza hangi faktörler etki etti? Nerden çıktı şiir yazmak? Ü.Arslankaya: Şiire çok küçük yaşlarda başladım. Türk’ün genetik yapısındaki edebi üslup ruhumuza nakşedilmiş olsa gerek...Genellikle Avşarlarda ağıt,taşlama, koçaklama gibi bir çok edebi türün kuşaktan kuşağa asırlardır başarıyla aktarılmış olduğunu görürüz. Ben de bir Avşar olduğumdan olsa gerek bu hasletle öfkemi, sevgimi, umutlarımı en rahat şiirle anlatabildiğimi gördüm.Bu yüzden şiiri yaşam tarzım olarak benimsedim. Gençlik Dergisi Bilgiyurdu: “Aklımın Teri” çok lüks ve nefis bir baskıda çıkmış; cazibesi yüksek, muhteşem görselliğe sahip... Yıldırım gibi gözleri kamaştırıyor, okuyanın beyninde şimşekler çakıyor. Bundaki amacınız ne? Okuyucuda nasıl bir duygunun oluşmasını istediniz? Ü.Arslankaya: İltifatınıza teşekkür ederim. Uyuyan devi uyandırmak adına bir çimdik atmak… Maalesef Türklüğün ayaklar altına alınmaya çalışıldığı çok talihsiz bir süreçten geçiyoruz. İnsanlarımız çok fazla okumuyorlar, okumadıkları için de medyanın ve art niyetli politikacıların güdümünde uçuruma sürüklendiğinin farkında değiller. Bırakın ciltler dolusu eserler okumayı, normal şiiri bile okumaktan kaçınan, bunu zaman kaybı olarak gören bir nesil var şu anda. Bu yüzden düşünmeden inanmak daha kolay olduğu için bizim yerimize düşünen düşmanlarımızın oyuncağı olmaktan kurtulamıyoruz. Çünkü boyalı basın ve şer odaklarının kalemşörleri maddi ve manevi desteği rahatlıkla sağladığı için sizden kat kat fazla, toplum üzerinde her türlü menfi operasyonu icra edebiliyor. Görsel açıdan albenisi olan eserlerin diğerlerine nazaran okunma ihtimali daha yüksek… Bu da çok maliyetli bir iş. Ama eserinizi okutturmak istiyorsanız bu noktada bir özveri gerekiyor. Biz de onu sağlamaya çalıştık. Hiç olmazsa düşünmeyi, sorgulamayı öğretebilirsek gelecek adına daha umutlu olabiliriz. Bilgiyurdu: Hicivlerinizde yaşadığımız çağın sosyal yaralarına Hayyam’ın yüreğiyle tuz basıp insanlığın küresel kokuşmuşluğuna Nef’ileşerek mercek tutmayı yeğlemişsiniz. Bugün basın özgürlüğünde dünyanın 154. sırasında yer almış, adaletin öldüğü, yargıya güvenin kalmadığı, demokrasinin ve cumhuriyetin katledildiği, vatana ihanetin ayyuka çıktığı ve dünya tarihinde görülmedik bir yolsuzluğa karışmış bir iktidarın kurduğu ‘korku imparatorluğu’nda kendinizi rahat hissedebiliyor musunuz? Ü.Arslankaya: Kendi adıma bir korkum yok. Şerefsiz yaşamaktansa şerefimle ölmeyi tercih ederim. Benim endişem vatanım ve milletimin bekasının kesintiye uğramasıdır. Bu millet uğradığı nice büyük felaketler sonunda, öldü sanıldığı anda bile yeniden dirilip destanlar yazmayı hep başarmıştır. Ne yazık ki tarih tekerrür ediyor. Karşıma mertçe çıkan düşmana saygı duyarım ve er meydanında ölsem de gam yemem. Ancak münafıklardan ve işbirlikçi yılanlardan çok korkarım. Ülkemizin gidişatı maalesef büyük bir kaosun eşiğinde olduğumuzu gösteriyor. Haykırıyoruz, sesimizi duyurabilirsek ne mutlu… Bir fikir, bir slogan kim bilir bir kıvılcım yaratabilir ve bir kıvılcım bir füzeyi ateşlemeye yeter. Bilgiyurdu: İslam alemi ilim ve teknikte Batı’ya göre hayli gerilerde... Üstelik bütün İslam ülkeleri kan, göz yaşı, zulüm, işkence, vahşet, yolsuzluk, nifak ve kaos içerisinde… Bunda en büyük etken sizce nedir?Nerde kaldı Kuran-ı Kerim’in “Oku” emriyle inmiş olması?Bu çürümüşlükte “Oku” emrinin 1400 yıldır üstünün kapatılmış olması en büyük bir etken olabilir mi? Ü.Arslankaya: Bu soruya düz mantıkla cevap vermeye kalkarsak; İslamiyet insanlara yalnızca kan ve göz yaşı vermiştir demek icap eder. Oysa her şeyden önce ‘İndirilen din’ ile ‘uydurulan din’i birbirinden ayırmak gerekir. İndirilen din barış dinidir, felaha ermedir. Öyleyse, Müslümanlar neden 1400 senedir sürekli hem gayri müslimler ile hem de birbirleriyle savaş halindeler? Burada büyük bir yanlışlık var. Bunu sorgulamak, bana göre, insan ve Müslüman olmanın bir şartıdır. Yalnız bir kaçını kısaca sorgulayalım o zaman. Bakara suresi 256. ayette “Dinde zorlama yoktur.” diye buyrulduğu halde bütün dünyayı zorla Müslüman yapmaya kalkışan zihniyet nereden türedi, buna bakmak lazım! Ayrıca Bakara suresi 190. Ayette “Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat haksız yere saldırıp haddi aşmayın. Çünkü Allah haddini aşanları sevmez.” ayeti neden düşünülmüyor? Bütün Müslümanlar ilk emir olarak “Oku” diyen Kuran’a uymuş olsaydı bugün bu durumda olurlar mıydı? Dünyada başka yerde kimse yaşamıyormuş gibi; neden bütün dinler Ortadoğu da zuhur etti? Bu uslanmaz güruhun peygamberimizden sonra cahiliye adetlerini dine yamayarak Müslümanları mezheplere,fırkalara hatta tarikatlara ve cemaatlere bölerek kıyamete kadar sürecek kanlı bir senaryo ile baş başa bırakanların politikalarını din ile ayırt edemeyen asimile olmuş sözde aydınların ve sahte ulemanın bu sorulara cevap vermesi gerekir. Aklını kullananın rehberi Kur’an olur. İşte o zaman sorunuzun cevabı netlik kazanır. Her yönden hurafelerle, bid’atlerle kuşatılmış bir dinin mensupları bilimde fende ne üretebilir? Bilgiyurdu: Aslında sormak istediğimiz çok soru var, ancak bize ayrılan bölüm daha fazlasına imkan vermiyor. Bir de Bilgiyurdu dergisi hakkındaki görüşlerinizi almak isterdik. Ü.Arslankaya: Yıllardır milletimizi aydınlatmak adına yetkin kalemleri uhdesinde barındıran,kalitesiyle ve zengin içeriği ile büyük özveri ürünü olan derginizi bir vatandaş olarak beğeniyle okuyorum ve takip ediyorum. Yayın hayatındaki başarılarınızın devamını diliyorum. Bilgiyurdu: Son söz olarak rubainizden bir iki örnekle ne söylemek istersiniz? Ü.Arslankaya: Ben dünyanın şu acı ahvaline parmak basmak isterim. Neden derseniz, hemen bütün İslam ülkelerinde Haçlıyla birlik olmuş Müslümanın, Müslümanı çoluk çocuk demenden hunharca katletmesi Türk olarak kanımıza dokunuyor. İki rubai sunarken Bilgiyurdu’na tekrar teşekkür ediyorum! KALBUR Ya zalimi zapt eyle ya mazluma kanat ger İnancımı kalbura çeviriyor bunca şer Vicdanımın nehrinde aklım yılana döndü Ey Allah’ım büyüksün bize merhamet göster. EŞEK Kokusundan bilirim hainin sindiğini Eşek nereden bilsin gökten ne indiğini Hurafe simsarları öyle yular takmış ki Her dereye sürüyor sırtına bindiğini. 19 MERHUM PROF. DR. EROL GÜNGÖR’Ü İsmail BOZKURT ibozkurt1944@hotmail.com Dokuz yüz altmış altı, Mayısın dördü beşi. Dergideki başlığın Adıysa “Atın Dişi”. Dikkat kesildim birden, Acep bu neyin işi. Bu yazı neyin nesi, Kim ola bu er kişi. Önce baktım dergiye, Her şey adıyla yaşar. “Dağ ne kadar yüce olsa, Yol da üstünden aşar.” Aktardım sayfaları, Kim yazmış ve ne demiş. Anladım ki derginin, Gerçek adı “YOL” imiş. Sabret dedim kendime, Aç sayfayı bir de gör. “Atın Dişi” yazısı, Yazarı Erol Güngör.1 Oturmuş baş keşişler, Üç beş kafadar kişi. Var mı ki kitabında, Kaç idi atın dişi. Derinleşip tartışma, Konu çok uzamıştı, Köşede oturan genç, Birden söze karıştı. Kusura bakmazsanız, Bana verin bir ruhsat. Başka söze ne gerek, Ahırda var ya bir at. Şaşırdı birden bire, Kelli felli papazlar. Bu ne cüret diyerek, Hep birden haykırdılar. 1) Prof. Dr. Erol Güngör. Merhum Selçuk Üniversitesi Rektörü 20 ANLAMAYA ÇALIŞMAK Mukayese ederek, O gün ile bu günü. İşte o gün tanıdım, Doktor Erol Güngör. Hukuktan vazgeçerek, Başladı bir yenisi. Seçtiği o dal ise, Tecrübi Pisikoloji. Tanımak mı istersin, Bu ses ülkünün sesi. Mezun olduğu okul, Kırşehir’in Lisesi. Öyle pilan yaptı ki, Öğrenmeden çok öte. Birden katılır oldu, Küllük’teki sohbete. Biraz başa dönersek, Akıldan üstün akıl. Kırşehir’de doğmuştu, Atanın öldüğü yıl. Artık bahtı açıldı, Yıllar peş peşe geldi. Gece gündüz çalışıp, Rütbesinde yükseldi. On sekize gelmeden, Her şey oldukça iyi. Sırasıyla bitirdi, İlk, orta ve liseyi. Daha öğrenci iken, Çabuk tutup elini. Mükemmelce öğrendi, İki Batı dilini. Ahi Evrenden bir genç Geldi soluk soluğa O yıl kayıt yaptırdı, İstanbul’da Hukuk’a. O bir köşeli yıldız. Üstündedir üst elin. Hem okuryazar oldu, Arapça ve Fars dilin. Nadan olan birinin, Kıpırdamaz ki kılı. Herkesin dikkatinde, Hukukta iki yılı. Dünü anlamak için, Kaçanları gördüğün. O çok seri yazardı, Osmanlıca dediğin. Herkesten farklıdır o, Düşüncede bir birey. Onu ilk kez keşfeden, Gemuhluoğlu Fethi Bey.2 Örf, adet ve törede, Ayrı şeyler söyledi. Emsalleri içinde, Gerçekten farklı idi. Bir ve ikinci sınıf, Günler geçti sayılı.” Bir hamlede sildirdi, Hukukta iki yılı. Herkesten farklı âlim. Ancak olur bu kadar. Ona hocam diyordu, Hocası Sabri Baydar.4 Fethi bey’in teklifi, Bu bir müthiş öngörü. Öğrencisi olmuştu, Mümtaz bey3’in Güngörü. Mektup yazmış Baydar’a, Bir burada duralım. Kenneth Hammed 5diyordu, Dünya çapında âlim. 2) Fethi Gemihloğlu. Merhum(eski Milli Eğt. Bakanlığı Müşaviri.Petrol vakfı Başk.) 3) Prof. Dr. Mümtaz Turhan, Prof. Dr. Erol Güngörün hocası 4) Prof. Dr. Sabri Özbaydar Erol Güngörün hocası 5) Prof. Dr. Kenneth Hammand. Sabri Özbaydar’ın yurt dışından arkadaşı. Gençlik Dergisi “Ayrılsa Türkiye’den, Başka bir memlekete. Erol Güngör’ü bekler, Başka bir Üniverste.” Övülmeye ne hacet, Ondadır ilim kültür, Kendini öven biri, Büyüklüğü küçültür.” Moderin teknoloji, Elbet gerekli bize. Gelişmenin tek izi, Bu gün Türkiye’mize. “Çok nadir Âlim gördüm, Diyordu Hammand Hoca, Erol Güngör’den başka, Türk kültürün ayrıca.” “On yedinci yüz yılda, Osmanlı ülkesinde. Öyle bir tespit var ki, Evliya Çelebi’de. Erken gitti Erol Bey, O bir ,terakkiperver. Bu gün sağ olsa idi, Geleceğe neler der. “Ne diyor Şaban Hoca,6 Dinle bir de ona bak. Erol’un marifeti, Bakmak, görmek, anlamak” Aynı tarikattandır, Burada Âli Osman. Erzincanlı demirci, İstanbul’daki sultan. Diyordu Osmanlıyım, Osmanlıcı değilim. Kökü mazide ati, Bellidir benim yerim. Tabutu omuzlarda, Tekbirlerle gidiyor. Hakkında Ayvaz Hoca,7 Bakın ona ne diyor. Doğu-batı farkı yok, Devam eden bir tedris, Şeyhül İslam da olur, Van’daki bir müderris.” Osmanlı köke bağlı, O bir tarihi çınar. Osmanlıcılık ise, Empoze unsur arar. “Erol Güngör’ün naşı, Kabristan’a gireli. Bu gün vatan toprağı, Biraz daha değerli. Gelişmeci bir alim, Değişmeyen soylu Türk. Onun hedeflediği, Kültür milliyetçilik. Osmanlı konusunda, Onlar birlikte koşar. Ziya Gökalp’a karşı, Yahya Kemal ve Taşer Herkeste bulunmayan, Onun bir farklı yanı. Tanzimat öncesinin, Aranılan aydını. Bu ülkenin nüfusu, Hem diri hem zindedir. Başı sonu belirsiz, Değişim içindedir. Bunlar tutucu değil, Şuurlu ve imanlı. Hem Güngör hem de Taşer, İkisi de Turanlı. Sayısız eser verip, Genç gidenden biridir. Milliyetçi düşünce, Onunla kuvvetlidir.” Hedefimiz o dur ki, Türk’ten başka bize ne. Türkiye’ye gerekli, Kuvvetli milli bünye. İnkılâpçı münevver, Halkı arkaya atmak. Bizde milliyetçilik, Halkla beraber olmak. Bünye milli değilse, Her yöne gezebilir. Teknolojik yenilik, Çabucak bozabilir. Halkçılık milliyetin, Ortak özelliğidir. Din onun büyük kolu, Hem de güzelliğidir. Batıyı taklikçilik, Düpedüz bir enayi. Medeniyet içinde Gelişecek sanayi. Eşyayı değiştirir, Bulursun yenisini. İnanç ile kültürün, Terki yok gerisini. Bu toprağın sahibi, Şehitlerle gaziler. Sen oraya varırken, Mutlak tazimle bekler. Kurduk bir dizi devlet, Başı sonu evveli. “Sanki Betevon dizmiş, Dokuzuncu senfoni. Her senfoni bir devlet, Bir birinden canlıdır. Bu sekizin sonunda, Dokuz da Osmanlıdır. Seyyahlar dokuza der, Dünyanın efendisi, Bu övgüye katılmaz, Osmanlının kendisi. 6) Prof. Dr. Şaban Karataş 7) Ayvaz Gökdemir (merhum)Devlet eski Bakanı, Gazi Antep, Kayseri ve Erzurum Milletvekili, Öğretmen Okulları eski Genel Md. Düşünce milli ise, Bir ülkede gelişme, Arzulanan tek şeydir, Gelişirken değişme. Var mısınız Batıdan, İlim teknik alalım. Söylemesi çok kolay, Örfü tanımayalım. Şunu herkes bilsin ki, Taklit yolun yitirir. Teknoloji ahlakın, Beraberce getirir. Göktürk Karahan, Selçuk Birbirinden üstündür. Üstünlük sırasında, Gelişen de kültürdür. Her şey Türk’e Türk için, Bunun adı Türkçülük. Unsurları tek olan, Gerçek milliyetçilik. Taklitçi değil midir, Bizdeki Batıcılar? Fransız olmasaydı, Mevlana’yı kim anlar. 21 Kızılay ve oraya, Köylüler yanaşmasın. Göstermeyin türbeyi, Turistle buluşmasın. Bir haber duyuldu ki, Beklenmedik bir anda. Dokuz yüz seksen üçün, Yirmi dört nisanında. “Ne demiş bir zamanlar, Freud’cu bir psikolog, Devrimcinin sevgisi, Kompleksli bir monolog.” Vuslata giden yolda, Matemimiz çok derin. Melekler kanat gerip, İncitmedi Güngör’ün. “Veli taklidi yapar, Pozitivist dümbelek. Mevlana olmak için, Müslüman olmak gerek.” Duyanlar saf saf olmuş, Her yönden gelir tekbir. Ceset kucağımızda, Ruhu meleklerle bir. Münevverden beklenen, Görülen olgunluğu. Güngör’ün çok korktuğu, Aydın sorumluluğu. Fikirler isabetli, Gür çıkacak sesimiz. Bir de rektör olunca, Yükseldi hevesimiz. Ona övgü yazmıştı, Hocası Ümit Baydar. Oğlum diye ağladı, Başında Ayhan Songar.8 Aydın taraf olursa, Tek tarafı vatandır. Tarafsız dürüst olmak, Aydın’a yakışandır. Her şartı oluşturur, Tersine dönse dünya. Öyle kucakladı ki, Onu çok sevdi Konya. Yurdun dört köşesine, Kara haber duyuldu. Gece gündüz demeden, Millet yola koyuldu. Her mesleğin namusu, Vardır elbet şerefi. Aydın münevver ise, Şereflinin bir eşi. Ver bize emir dedi. Makamına gelenler. Ona bağrını açtı, Verenlerle erenler. Hem çığlık hem hıçkırık, Üniverste avlusu. Tabutu süslüyordu, Albayrağın büyüsü. Gerekse medeniyet, Onu birlik yürütür. Türk milliyetçiliği, İlacı milli kültür. Ülkenin genelinde, Varsa günün mağduru. Tek tek bulup getirdi, İstemez tuzu kuru. Buluştular meydanda, Hep batılı doğulu, Benden ileri geçtin, Dedi Haceminoğlu.9 Çok muhtacız biz ona, Parçaları buluştur. Eğitim poltikamız, Ancak milli oluştur. Herkesi toplayarak, Dedi ne var nasılsın. Benim bir tek ölçüm var, Kimse hain olmasın. İynatsan yere düşmez, Dolu cami meydanı. Cenaze musallada, Sallandı Fatih Cami. Milliyetçilik heves, Yük getirir omzuna. Daha yumşak değimi, Biraz da hümanizma. Yurda gönül verenin, Kulübesi saraydır. Milete inanırsa, Yetişmesi kolaydır. Vasıtalar kitlendi, Konya gelecek yaya. Bıraksalardı eğer, Diyordu Çetinkaya.10 Getirilen bu teklif, Batıcı aydın düşü. Rahmetli Erol Güngör, Beğenmez bu görüşü. Her şey düzene girdi, Sağlam döndürdü çarkı. Emsalleri içinde, Açık görüldü farkı. Geç geldi erken gitti, Kabri nur ile dolsun. Ender gelenlerdendir, Mekânı cennet olsun. Emsalleri içinde, Örneğinde bir tektir. Ziya Gökalp tan sonra, Geldi bir mütefekkir. Hızlı geçti her şeyi, Nasip olmaz her kula. Evin taşımak için, Gelmişti İstanbul’a. İnşallah açık olur, Türk milletinin bahtı, Bu konuda kanaat, Herkes için ortaktı. Yönelmişti Rektör Bey, Bir paket kaldırmaya. Aniden kalbi durdu, Paket oldu bahane. 22 8) Prof. Dr. Ayhan Songar. Erol Güngörün hocası 9) Prof. Dr. Necmettin Haceminoğlu. (Dostu ve dava arkadaşı) Prof. Dr. Erol Güngörün cenazesi başında konuşma yaparken ağlayarak söylediği söz. 10) Ahmet Çetinkaya: Erol Güngörün Sağlık kolunda (Ham olsun, hain olmasın) dediği ekibinden. Gençlik Dergisi Mehmet KABAKTEPE HIRSIZA KİLİT OLMAZ Hükümet edenler “Allah bizim yanımızda.” diyorlar. Meclis kürsülerinden hala dini nutuklar atıyorlar. Biz de anlayamıyoruz, acaba yanlışlık bizde mi? Göbbels, “Öyle büyük yalanlar söyleyin ki, kimse buna yalan diyemesin.” ilkesini propagandada çığır açan yolardan biri haline getirdi ve bugün onun izinden gidenler de aynen bu yöntemi uyguluyorlar. Öyle büyük yalanlar söylüyorlar ki, halkı, “Bu da yalan olamaz!” noktasına getiriyorlar. Halkı önce buraya sürdüler, bu hükümeti kurdurdular ve bugün millet her şeyin farkına varsa da iki ucu pis değneği kucağında buldu. Köylüler bir gün çaresiz kalmışlar ve tilkiye, bu sene bizim tavukları sen yay, demişler. Tilki de köylülere, “Dostlar bu görevi seve seve yaparım. Bu güne kadar verdiğiniz hangi görevi layıkıyla yerine getirmedim. Bu görevi bana verdiniz, civcivleri de benim çocuklar yaysın” demiş... Büyük resmi görmek lazımdır aslında. Elzem olan, doğru tespitler yapabilmektir. Halk soyuluyor. Halk faturalarla soyuluyor. Devlet resmen halkını kazıklıyor. Önceki yazımızda bunun nasıl olduğunu anlattık. Herşey herşey de su parasına bir bakın... Anlaşılan, halk bu ağır faturaları öderken, birileri büyük götürüyormuş; inanın bu kadarını tahmin edemezdim. Tüccar devlet halkını müşteri görüyor ve bir patron gibi davranıyor. Kâr ediyor ve bunu da yandaşlara dağıtıyor. Bektaşi Mısır›da büyük zenginliklerin olduğunu, oraya gidenlerin de zengin olduğunu duymuş. Parasını denkleştirmiş ve soluğu Mısır›da almış. Gel zaman, git zaman parası tükenmiş ama zengin olamamış. Bir gün, cebinde son kalan parasıyla bir şişe şarap almış, oturmuş bir köşede içiyormuş. Bir taraftan da Allah›a dua ediyormuş, «Yarabbi, yardım et de bir yol parası bulup, memleketime döneyim.» Derken, bir bakmış caddenin başından bir fayton, içinde adamlar ve balya balya para dağıtıyor. Yoldan geçen birine sormuş, o da anlatmış. «Bunlar Firavunun adamlarıdır. Kullarına para dağıtırlar, onun kulları çok zengindir.» demiş. Bunu duyan Bektaşi ellerini açmış semaya «Yarabbi, bir senin kuluna bak, açlıktan şarap içiyor, bir de Firavun›un kullarına bak para saçıyor.» demiş. Kıssadan hisse almak gerek. Bugün Firavun›un kullarının şatafatına kananlar bilsinler ki, her Firavun‘un bir Musa›sı muhakkak vardır. Zulmüyle abad olan zalim var mıdır şu yeryüzünde.. Bu yazımızda kıssalarla başladık, öyle devam edelim. Yine bir gün, bir Müslüman ülkede mutaassıp ve dindar bir aile varmış. Bunlar tutumluymuşlar ve bir hayli para biriktirmişler, paranın da boş durmasını istemiyorlarmış fakat faiz haram olduğundan paralarını bankaya yatıramıyorlarmış. Paraları da yüzbin Dolar›ı geçmiş. Bu ailenin bir de Yahudi komşusu varmış. David adındaki bu komşularına demişler ki, «Komşu, biz yıllardır para biriktiriyoruz. Bu paramızın da atıl kalmasını istemiyoruz. Sen tüccar adamsın, bizim bu paramızı işlet, bize de kar payı ver.» demişler. David düşünmüş ve «Tamam ama bir şartım var. Parayı nereye yatırdığımı sormayacaksınız.» demiş. Bizim muhteremler de tamam demiş… David başlamış çalışmaya. 1. ay On bin dolar getirmiş. “Komşu yirmi bin kazandım. Yarısı size, yarısı bana” demiş. 2. ay yirmi beş bin getirmiş yine aynısını söylemiş. 3. ay elli bin getirmiş. Bizimkiler iyice meraklanmışlar. Komşu sana sormayacaktık ama nasıl oluyor da bu kadar para kazanabiliyorsun demişler. Size şartım bunu sormamanızdı ama siz yabancı değilsiniz, anlatayım, demiş. Benim bir domuz çiftliğim var, bu parayı o çiftlikten kazanıyorum, demiş. Bunu duyan mütedeyyin aile önce yüzlerini ekşitmiş ama sonra birbirlerine bakıp, hınzırca bir gülüşle «Ne mübarek hayvanmış bu domuzlar.» demişler. Bu hikâyeyi, «Çalıyorlar ama çalışıyorlar, diyenlere ithaf ediyorum» desem çok kişi alınacak. Yolsuzluk hastalığı bünyeye yayılmış durumda. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” diyenlere bir çift sözüm olacak, “Sizin bu hastalıklı, ilkesiz ve onursuz bakış açınızın faturasını namuslu insanlar ödemek zorunda değil.» Çalıyorlar, soyuyorlar, kasetler havalarda uçuşuyor. Memleket yangın yeri, örtü kalktığında çöküntü çok net ortaya çıkacak. Bizler o örtünün altındakileri görenler olarak Türk milletini uyarıyoruz. Dün haber vermiştik olacakları, bugün de haber veriyoruz. Vatan fiilen bölündü, ekonomi çöktü, cumhuriyet tüm kurumlarıyla birlikte yıkıldı. 30 Mart önemli bir tarih ama artık seçimler bile kifayetsizdir. Milli, iradeli, cesur bir hükümetten başka, hiçkimse bu enkazı kaldıramaz. Yeni bir istiklal harbine yaklaştığımız şu günlerde, millet örgütlenmeli, dernekler, sendikalar, partiler yeniden milletin iradesine geçmelidir. Hakimiyet, yeniden, “Bila kaydu şart” Türk milletinin olmalıdır. 23 TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK Nükhet HASGÜL Mart… Baharın ilk göz ağrısı. Çetindir, çok çetin. Kâh yaz gibi sıcak kah kış gibi soğuktur ya; araf mevsimdir vesselam. Tıpkı kadın gibidir Mart. Ne tesadüf dimi kadına özel olan günün Mart’a tekabül etmesi. Kadınlar… Zayıftır kadın, aklı kısa saçı uzundur, eksik etektirler onlar. Hayatın zayıf halkası olarak kabul görmüştürler. Güçlenmeye kalktıklarında sen dur “elinin hamuru” demişlerdir. Dövülmüştür, horlanmıştır, ezilmiştir; bedenen güçsüzdür, korunmaya muhtaçtır çünkü erkeklerin kendisinden, erkeklerce. Oysa ne bilsin o erkek, öküzde de var olduğunu o gücün. Daha doğar doğmaz eline pembe cüzdan verilerek ayrılmıştır, ezilenlerin daha da ezildiği ülkemde. Erkek adamın erkek çocuğu olur oysa olmuştur ya bir kere, neyse. Daha bebekken rolü biçilmiştir, daha bebekken “eli hamurludur” kadının, kaderi “kadersiz”. Okula bile kampanyayla gider, eğer şansızın şanslısıysa, eğer babası az biraz vicdanlıysa o da, ülkemde hala… Bazen, tek harf bilmeden bilge olmaktır, Türkiye’de kadın olmak. Bazıları hem çocuktur, hem kadın. Hatta bazıları hem de erkektir. Çocuk gelin mi ne haltsa işte onu yakıştırıvermişler ya, o da üzerlerinde kirlice, zalimce duruyor. Ne gelinlik yakışıyor küçücük bedenlerine ne de gelin olmak yakışıyor tertemiz çocukluklarına. Ah ne çok kelime kifayetsiz kaldı şimdi. Benim ülkemde Kadın olmak çoğu zaman yere batasıca zihniyetlerin yere düşen gölgesi olmaktır. Birey olamamaktır mesela. Kime oy vereceksin dendiğinde “ben bilmem beyim bilir” demektir. Ağız dolusu dahi gülememektir. Gülme sakın ayıplanırsın. Ama ağla bolca ağla. Erkek adam ağlamaz, sen ağla. Mangal gibi yürek ister benim ülkemde kadın olmak için. Karanlık daha karanlıktır senin için çünkü. Yolda yürürken bordo bereli gibi olman gerekir. Ola ki dalgınlığına geldi, 24 saldırıya uğradın. “Neden sana saldırıldı?”, “Neden oradaydın?” gibi sordukları sorulara cevap verecek derecede akli melekelerin yerinde olmak zorundadır. Yoksa zaten hak etmişindir sen. Elin sapığı manyak mı ki durduk yere gelsin sana saldırsın. Araf bir cinsiyettir vesselam kadınlık, tıpkı mart gibi. Sıkışmıştır zıt kavramların arasına. Kadın gibi kadın olmak meziyet değildir mesela, “erkek gibi” kadın olmak meziyettir benim ülkemde. Cam kenarında oturup görme engelli olmaktır. Koca koca okumuş adamların senin kafandaki örtü üzerinden siyaset yapmasıdır. Milyonlarca kadının oyuyla oralara çıkanların ta en tepeden açık giyiniyorlarsa günahtır, hatta mubahtır, diye senin üzerinden Tanrılık tasladıklarına şahit olmaktır. Canın cebinde yaşayıp, bazen ceset torbasıyla defnedilmektir. Ah, kadın karnına koca dünyayı sığdırdı da erkek bir kadını şu dünyaya sığdıramadı! Kadınlar; annelerimiz, eşleriniz, kardeşlerimiz, kız çocuklarınız... Aslında sizi var edenler, sizi tamamlayanlar, sizden olanlar. Öteki değil onlar. Temennim odur ki, Dünya Kadınlar Günü farkındalıklı ve vicdanlı olsun. Gençlik Dergisi DOĞADA NESLİ TÜKENEN SON CANLI: ÇOCUKLAR Hakan TUNÇ “Doğadaki çocuk, soyu tehlikede olan bir türdür ve çocukların sağlığı ile yeryüzünün sağlığı birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.” diyor Richard Louv “Doğadaki Son Çocuk” adlı kitabında. Bu kitabı okuyana kadar doğa ve terapi hakkında bu kadar derinlemesine bilgi sahibi değildim. Yazar kitabını kendi çocuğunun: “Bizler neden sizler kadar mutlu değiliz?” sorusu ürerine yazdığını belirtiyor. Yazarın çocuğu, balık tutma, ormanda kamp yapma gibi öykülerinin olmadığından yakınmaktadır. Kitapta insanların ruh sağlığında doğal çevrenin rolü örneklerle açıklanmıştır. Kitapta anlatılan konularda kendimi bulduğumu belirtmek istiyorum. Günümüz çocuklarıyla kendi çocukluğumu kıyasladığımda ne kadar şanslı bir çocukluk devresi geçirdiğimi daha iyi anladım. Ben çocukluluğumda şimdiki çocukların sahip olduğu maddi imkânlara sahip değildim. Hatta anne ve babalar şimdiki çocukların üstüne düştüğü gibi üstümüze düşmezlerdi. Yeri geldiğinde büyüklerin yaptıkları işleri bile yapıyorduk. Şimdiki çocuklar kadar çok kıyafetimiz yoktu. Haftalık diye bir şeyi hiç bilmedik. Sadece bayramlarda el öptükten sonra verilen harçlıklarla yetinirdik. En büyük lüksümüz, mahallenin bakkalına gidip gazoz almaktı. Bize yılda sadece iki kez kıyafet alınırdı, o da kurban ve ramazan bayramı öncesindeydi. Bazen bayramdan iki ay önce kıyafet alınsa da o kıyafeti bayrama kadar özenle saklar, bayram günü de erkenden kalkıp giyer, bayramlaşma töreninden sonrada coşkuyla sokaklara koşardık. Bayram günü giydiğimiz yeni kıyafetlerin mutluluğu hiçbir şeyde yoktu. Ne kadar sıkıntıya düşersek düşelim elimizde olanları değerlendirerek olumsuzlukları eğlenceye çevirmesini bilirdik. Bizlere yeterince oyuncak alınmadı ama bizler kendi ellerimizle yapardık oyuncakları. Üstelik yaptığımız oyuncaklar ya inşaat atığı malzemeler ya da evlerimizdeki eskiyen, kullanılmayan malzemelerden oluşurdu. Çünkü hayallerimiz zengindi. Çünkü bizler doğanın çocuklarıydık. Richard Louv kitabında bizim durumumuzu şöyle belirtiyor: “Çocuk doğada özgürlük, hayal gücü için alan genişliği ve mahremiyeti bulur. Bu düzeyde doğa, açıklamaların ötesine geçer, alçak gönüllüğü öğretir.” Evet, doğa bize alçak gönüllüğü öğretmişti. Mevsim ve hava şartları ne olursa olsun biz hep doğadaydık. Mart ayının sonlarına doğru dağların güney yamaçlarında Navruz (Nevruz) toplardık. Navruz toplamak çocuklar arasında bir prestij unsuruydu. Çünkü navruzu bulmak uyanıklık ve zekâ gerektiren bir durumdu. Navruz top- lamaya giden bir çocuk onu bulmak için sabrı, azmi ve mücadeleyi öğrenirdi. Navruz toplamaya topluca gidildiğinden dayanışma ruhu küçük yaşlarda içimize işlemişti. Navruz çıktıktan sonra köyün meralarında kangal, yemlik, şeker dikeni, tarla tapanı, ebe gömeci, dingil gana, hardal ve madımak gibi lezzetli bitkiler çıkardı. Onları toplar, bazen topladıklarımızı eve getirir, annelerimizin yaptığı yufkalara dürerek afiyetle yerdik. Mayıs ayına doğru köyün altı kilometre uzağında bulunan Oğlakkulağı dağında ekşi tadı olan oğlakkulağı otunu toplamaya giderdik. Birkaç ay sonra kenger sakızı bitkisinin yaprağını kesip ondan çıkan sütle kenger sakızı yapardık. Haziran ayından itibaren bahar yağmurlarının sona ermesiyle köyümüzün yakınından geçen Kızılırmak’a gider, orada saatlerce yüzer, kumla oynar ve taş yüzdürürdük. Köyde harman yeri denilen boş alanlarda çelik (çomak), fırın kızdı, ayağım yağlı, taraf taraf, güvercin taklası, lalempe ve çekirdek gibi köyümüze özgü oyunları oynardık. Bu oyunlar için en az 10 kişi olması gerektiği düşünülürse sosyal yönümüzün ne kadar iyi olduğu anlaşılabilir. Güz mevsimine doğru hasat zamanlarında bağ ve bahçelerin hasatlarında büyüklerimize yardım ederdik. Bizden öncekilerin hasat dönemlerinde çok eğlenceli oyunlar oynadığını büyüklerimizden duyardık. O zaman en büyük eğlencelerimizden biri de hasat edilen ayçiçeğinin sapını toprak yollarda sürmekti. Dağlarda çiriş denilen bitki odunlaşıp kuruduğunda onları toplar, ok olarak kullanırdık. Yılgın (ılgın) denilen çalılardan da yaylar yapardık. Okçuluk oyunu en çok sevdiğimiz oyunlardandı. Kışın da yaptığımız kızaklarla köyün dağlarında kaymadığımız yamaç bırakmazdık. Çocukluğumuzdaki bütün bu etkinlikleri sadece köyde büyüdüğümüz için yapmadık, anne ve babalarımızın hoşgörüsü ve güven duygusu sayesinde yaptık. Çünkü, onlar doğayı bir tehdit olarak görmediler. Onlar oynarken üstümüzü kirletmemize öfkelenmediler. Üstelik annelerimizin şimdiki gibi çamaşır makinesi de yoktu. Ailelerin temizlik takıntısı ve doğa korkusu yüzünden çocuklar doğadan mahrum kalıyorlar. Çocuklar eve ya da alışveriş merkezlerine hapsedilerek sanal eğlencelerle avutuluyorlar. Bu yüzden çocuklar, davranış bozuklukları, dikkat eksikliği, saldırganlık, algı bozukluğu ve obezite gibi birçok sorunla mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Bu olumsuzluklara karşı en büyük terapi doğadır. Anneler ve babalar, lütfen Richard Louv’un “Doğadaki Son Çocuk” kitabını okuyun ve kendi çocukluğunuzu çocuklarınıza da yaşatın. 25 GALİP ERDEM’İN DÜNYASI Tanıma-Dinleme-Anlama Mustafa ŞERBETÇİOĞLU Galip Erdem’i anlayabilmek için onu tanıyanlardan dinlemenin yeterli olmadığı, illa ki tanımış olmak gerektiği, ortak kanaattir. “Söz, kişinin ölçüsü olursa yanıltır’’ özdeyişi mucibince, kelamın ötesine geçen hususiyetleri görebilmek için muhatabı “silkelemek’’, iş üzerinde’’ sınamak’’ icap eder. Rahmetli bu manada hangi sınavlardan geçti bilinmez ama onun kendi kendisine reva görmüş olduğu yaşama tarzının, söze mahal bırakmayacak kadar tayin edici olduğu bir hakikattir. Çünkü, Mübarek’in ölçüsü öyle sıradan, yeniliryutulur cinsten değildir. Boy ölçüşmeye kalkışanların hemen hepsi açık ara mahçup olmuşlardır. Tanımayanların anlamakta kesin olarak güçlük çekecekleri bir anlayış ve hayat tarzıdır, anlatılmak istenilen. Mehmet Galip Erdem 10 Mart 1930 tarihinde Rize’nin Fındıklı İlçesi’nde dünyaya gelir. Devlet memuru Rasim Bey ile Zekiye Hanım’ın tek evladıdır. Erzurum’da geçen tahsil hayatı boyunca adı “Dahi Galip’’tir. Sınıf arkadaşlarının anlattıklarına göre öğretmenler, parlak zekası karşısında “tongaya basmamak’’ için dikkatli olmak ihtiyacı içerisinde olurlarmış. Ortaokulda okuduğu sırada, Atsız ve “Almıla aşkı’’ kanına girer. Zira, “Bozkurtlar’’ serisi hatmedilmiştir. Hemen her okuyanda olduğu gibi onun da “hayal dünyası”nda bir şeyler değişir, gelişir. Arayışlar başlar.. Acele “çözümler’’üretilir… Çare yok, Turan’a gidilecektir. Cep harçlıklarından biriktirilen para ile bilet alınır ve Erzurum’dan “sefer’’e çıkılır. Hedef, Van üzerinden Turan… Van’a ulaştıktan sonra, ikinci merhale için “keşif’’ içerisinde bulunduğu sırada, jandarmanın durumdan şüphelenmesi üzerine, sorguya alınır. İlgililerin “nerden geliyor, nereye gidiyorsun “ türünden sorularına “Erzurum’dan geliyorum, Turan’a gideceğim’’ şeklinde 26 açık ve net cevaplar verir. Komutan işin içinden çıkamaz, mesele vilayete intikal eder. Vali “işi’’ anlar ve böylelikle de “ İlk Turan Seferi’’ akamete uğramış olur, “Kutlu Yolcu’’ görevlilerin refakatinde, Erzurum’da bulunan babasına teslim edilir. Ama, sonuç itibariyle “zamanlama hatası’’ dışında değişen fazla bir şey olmayacak, günü saati geldiğinde “ İkinci Turan Seferi’’ tahakkuk edecektir. Hayat felsefesini “ mutat’’ olanın dışında ,’’…mahiyeti itibariyle farklı bir gayretin lüzumuna inanıyorum’’ diyerek çizen Galip Erdem, ısrarlı bir şekilde hep bu düsturun uygulayıcısı olarak yaşayacaktır. Zaten söz konusu olan da, Türk milliyetçiliği ülküsü uğruna adanmış olan bir ömürdür. Ağabeyimiz, 1949 tarihinde pek iyi derece ile Erzurum Lisesi’nde mezun olur ve artık İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisidir. Bundan böyle “Dahi Galip’’i tutabilene aşk olsun. Milliyetçilik adına aradığı her şey elinin altındadır. Bundan sonrası, tamamen kendi uhdesinde şekillenecek olan faaliyetler hamulesi olacaktır. Genç Galip, bütün mevcudiyeti ile dünyasındaki “Kızıl Elma’’ yı fethetmek niyeti ile öyle bir çemrenir ki, 12 Mart 1997 tarihinde “67 yılda 500 sene yaşamış gibiyim, yoruldum artık “ diyerek Yaradan’ına yürüdüğü ana kadar mücadelesi devam eder. Kendisi ile tanışmam,üniversite tahsili için Başkent’e gittiğim günlere rastlar. Babıali’ de Sabah Gazetesi Ankara Temsilciliği’nde önce Nevzat Kösoğlu’na arz-ı hal’den sonra bir koltukta oturan “yumruk kadar’’, elinde sigara, yanında çay bardağı, saçı sakalına karışmış, pejmurde kılıklı, bacakları birbirine dolanmış vaziyette bulunan bir şahsa,’’ağabey, Ayvaz’ın öğrencisi’’ ön bilgisi ile “takdim’’ edildim. El öptüm ve böyle başladık.(Ayrıca, nikah şahidimiz olarak da bizi onurlandıracaktır.) Gençlik Dergisi Bilenler çoktur, yaşama tarzı itibariyle nev-i şahsına münhasır bir insandı. “Vatansal’’ meselelerle ilgili öncelikleri, başta sağlığı olmak üzere, kendisi için vazgeçilmez nitelikte olan ihtiyaçları, “önemli’’ olmaktan çıkartıyordu. Varsa-yoksa vatan, millet… Bereket versin ki, sevenlerinin bire bir takipleri sonucu, önemli bir badireye maruz kalmadan, akşamı edebiliyordu. Tabir-i caizse, kendisini kendinden koruyan bir ilişki söz konusuydu. “koruyucu melekleri “ onu “hiza’’ ya getirmenin yolunu bir şekilde buluyorlar ve istenilen sonuçları da elde ediyorlardı. Sevenler ekibinin en son uygulaması irtihali esnasında yaşandı ve rahmetli sadece dostları tarafından defnedilen bir can olarak, gönüllerdeki mümtaz yerini aldı. Kocatepe Camii önündeki gönüldaşlarının ortak düşüncesi, sağlığında yaptığını, öldüğü gün de gerçekleştirdi ve farklı dağ başlarındaki sevenlerini bir araya getirmeyi “becerdi’’… Rahmetli, hayatı bir “ sınav’’ olarak görenlerdendi. O, insanların söylediklerinden ziyade, yaptıkları ile değerlendirmenin daha anlamlı olacağı, ölçüsünü yaşantısında göstermiş olan bir ağabeydi. Zaten, “gazete sayfalarında tutunamayışı’’, dünyalık fırsatları çok kolay bir şekilde elinin tersi ile itmiş olması, başka türlü de izah edilemezdi. Evet, onun “imanı ve ilkeleri vardı.’’ “İnancının gerektirdiği ülkücülüğü kendi hayatında yaşıyordu.’’ Bu nedenlerle de, “kalemine saygı duymayan’’ ve “onu yanında görmek istemeyen’’ yoktu. Ayrıca da, “bilgisinin irfan ile terbiye edilmiş olması “ zatına mahsus bir keyfiyetti. Galip Erdem milliyetçilik konusunda son derece “net’’ tir. Ona göre milliyetçilik, “başka milletlere düşmanlık değil, kendi milletini sevmek’’tir. Bu anlayış aynı zamanda, devlet politikası olması gereken objektiflikte bir takdimdir. Son derece makul insani bir refleks olarak görülmesi gereken bir yaklaşımdır. Öte yandan “millet’’ tarifi yaparken, tayin edici unsur olarak, “birlikte yaşama isteği’’ni görüyor olması da önemli bir varsayımdır. Düşünce bütünlüğünü ortaya koymak bakımından, “ırk birliği, Türk milletini tarif unsurlarından değildir’’ düşüncesinde bulunduğuna da işaret etmek gerekir. Turancılığı ise,’’dünya Türklüğünü dil,edebiyat ve kültür bakımından birleştirmek’’ şeklinde anlar. Bu fasıl kapsamında son olarak, önemine binaen, “Milli Mücadele sonrasında, hareket noktasının yanlış seçildiği…’’ anlayışında bulunduğunu da tebarüz ettirmek icab eder. Türk milliyetçiliğinin omurgası mesabesindeki bu net ilkelerin takdiminden sonra, “dava’’nın halihazırdaki durumunu izah ve geleceğini de “olması gerekenler’’ doğrultusunda tartışmak, daha anlamlı olacak ve bir “ zaruret’’ özelliği kazanacaktır… Rahmetlinin “aydın’’ımızla arası iyi değildir. Demokratik ve insan haklarına mahsus değerlere sahip olma ihtiyacı ve kalitesi ile “ aydın’’ların düşünce niteliği ve davranış samimiyetini irtibatlandırır ve buradan hareketle de, bunlar adına hiç de olumlu olmayan sonuçlara ulaşır. Hatta, “başımıza ne gelmişse hep bunların yüzünden gelmiştir’’ diyecek kadar da kategorik değerlendirmelerde bulunur. Aydınımızın temel probleminin ise “ Türk gibi görmemek ve değerlendirmemek’’ olduğunu söyler. Ayrıca, düşünce sisteminin bir başka belirleyici yönü olan, “Batı medeniyetinin inceliklerini bilmemek yüzünden girmediğimiz kılık kalmadı’’ tespitinin de altını özenle çizer. “Ülkücü kişiliği ülkücü düşünürlülüğünün önünde olan “Galip Erdem, aslında “ milliyetçilik konusunda yeni Galip Erdem milliyetçilik konusunda son derece “net’’tir. Ona göre milliyetçilik, “başka milletlere düşmanlık değil, kendi milletini sevmek’’tir. bir şey söylememiştir.’’ O, düşünce yapısı itibariyle Ziya Gökalp geleneğini devam ettiren milliyetçilerdendir. Nitekim, “Türk Milliyetçiliği konusunda akla gelebilecek olan her sorunun cevabı onda vardı’’ denilirken “yeni’’ olan gündemde değildir ve “cevap “ yönüne vurgu yapılmaktadır. Ayrıca da bu cevaplar kişisel olmaktan ziyade “ Türk milliyetçiliğinin temel görüşleri’’ muamelesi gören tespitlerdir. Her seviyede milliyetçilik adına kullanılmış olan argümanlar, söz konusu tespitlerinden nemalanmış değerlendirmelerdir. Bu manada olmak üzere, hemen her mahfildeki beyan ve icraat, bir “tek tip’’ olma vasfına haizidir. Birinin bıraktığı yerden diğerinin konuşmaya devam edebildiği bir ortam söz konusudur. Görebildiğimiz kadarıyla, son zamanlarda, bahsi geçen uygulamanın unutulduğu, hatta bir “ muhteva zafiyeti’’ nden bile bahsetmenin mümkün görüldüğü haller yaşanmaktadır. Önceleri, bahse konu olan milliyetçilik olunca, bir derece farkına bile razı olmazken, günümüzde yapılmakta olan yorumlarda bir “mahiyet farkı’’ nın sezildiği ifadelere şahit olunmaktadır. Netice olarak, zaten, hal de , irtikap edilmiş olunanların bir muhassalası olarak, bir “sıkıntı’’ nın mevcudiyetine karine teşkil etmektedir. Sonuna kadar düşünülmüş olduğu muhal olan “çıkış’’ ların ortalıkta cirit attığı vasatta yürütülen “mücadele uygulamaları’’ ile yüz yüze kalınmaktadır. Tabii burada vurgulanmak istenilen, bir “ yorum zenginliği’’ ni ıskalamak niyeti değildir. Amaç, bir düşünce bütünlüğü temini gayreti içerisinde bulunurken, gelişmelere de bigane kalmayan bir çaba ile, İlber Ortaylı’nın tabirini ödünç alarak, “ kasaba milliyetçiliği’’seviyesindeki bir iddianın takipçisi-yorumcusu olmamak, gerektiği niyetidir. Her samimi tavra ve heyecana saygı duyulur. Ancak, bu sınırları aşacak olan ceht, makul ve makbul değildir. Alenen “ küpüne zarar verir’’ ve bu seviyede kalma ısrarı da, “vebal’’ i mucip bir gayret olur. Özellikle günümüz şartlarında “kendi çalıp, kendi oynayan’’pozisyonuna düşmemek de bir gerekliliktir. Ve “ bize’’yakışan bir anlayış da değildir… Galip Ağabey’i sevenler, hizmetinde bulunma ve onu yanlarında görme konusunda adeta birbirleri ile yarışa girerler. Taraflar arasındaki önemli bir öncelik olma hususu, rahmetlinin seçimlerde kimin listesinden aday gösterileceği meselesidir. Zira, muhterem camianın en “sükseli’’ isimlerinden birisidir ve hemen her konuşması da bir tedrisattır: Yanılmıyorsam, Burdur bölgesinde, seçim ile ilgili konuşmasını yaptıktan sonra, vatandaşın biri bir soru yö- 27 “mektup temini’’ çalışması, neltir: “Efendim, köyümüzün yakınınakıllara seza bir uygulama ördaki göl bahar mevsiminde yükselir neği niteliğindedir. O netameli ve arazi su altında kalır, çözümünüz?’’ günlerde “ her babasız evin teEl cevap:’’ Konu benim bildiğim bir sellisi, her boynu bükük çocumesele değildir. Problem, tarafımdan Galip Erdem için sevdikleri, ğun amcasıdır. Hele de , Milli partimizin ilgili birimlerine iletileyaşlarına bakılmaksızın Güvenlik Konseyi üyelerine cektir. Onların incelemeleri sonucu, çok değerlidir.’’ Ülküdaşım’’ yazmış olduğu ve bir “ cesaköyün daha uygun bir yere taşınması ret’’ timsali olan uzun mektumı, yoksa taşkının önüne set yapılmadediği insanların söyledikleri bunu “… takdirin tedbirinsı mı uygun bulunur, bunun tespiti yave icraatları onun nezdinde den önce geldiğini bilirim’’ pıldıktan sonra bu doğrultuda hareket önemlidir. cümlesi ile noktalamış olması, edilir.’’ Konuşma sırası iktidar partisi tek kelime ile bir Galip Erdem adayınındır, sazı eline alır:’’…sizlefarkıdır. rin ata yurdu olan, ölüleriniz yattığı Mamak Duruşmaları onun bu topraklardan başka bir alana göiçin bir dönüm noktasıdır. Üztürmek, kimin haddine : Öte yandan, gün olduğu tartışma götürmez, suyun önüne set yapılması da sizleri kırgın olduğu, belki izahında gölden temin edeceğiniz imkandan mahrum bırakır. Muhalefetin dünyadaki gelişmelerden ha- güçlük çektiği, durumlar da söz konusudur. Bunlar aşamaberleri yok. Öyle makineler icat edildi ki, bunlardan bir yacağı durumlar değildir, ancak değil mi ki, ülkücü dosttanesini getirir, gölün dibinden bir delik açar suyun fazla- ları ve evlatları “ milleti bölerek birbirine kırdırmak’’ gibi sını yerin altına boşaltırız, sizin araziler de su baskısından bir “iddia’’ ile yargılanıyorlar, işte bu “zillet’’in rahmetli kurtulmuş olur:…’’Ülkemiz siyasetinin kalitesini bilenler, nezdinde izahı yoktur. Uğruna can verdiğin, istikbal feda kolaylıkla seçimin sonucunu tahmin etmişlerdir: İktidar ettiğin “sevgili’’yi öldürmekle suçlanmak, mahkum olpartisinin adayı, nakledilen konuşmasını yaptıktan sonra, mak… Söz sırası Atsız’ın: “Baht utansın’’… Son yılları suskunluk içerisinde geçti. Zaten son konfe:’’yaşa-bravo’’nidaları ile omuzlardadır.(bugünle mukayese edildiğinde, siyasetçi ve seçmen kalitesi bakımından ransının konusu “Türk milliyetçiliğinin meseleleri’’dir ve değişen çok fazla bir şeyin olmadığı da kolaylıkla anla- süresi de bir cümle kadardır: “Türk milliyetçiliğinin tek şılacaktır. Hatta cesareti olanlar, “ istikbal’’ i bu nokta-i meselesi vardır, o da Türk milliyetçileridir.’’ Konferans nazardan tahmin de edebilirler.) Bizim “Yorgun Savaşçı’’ bitmiştir…(Hatırlayanlar olacaktır, bu hükmü “ ilk dillenseçmenine meramını anlatamamıştır ama nasibi olanlara diren’’ , daha önceki bir tarihte, Muzaffer Tok olmuştu…) bir mesajı mutlaka olacaktır. Yaşananlar üzerine, vecize Galip ağabey bu noktaya nasıl geldi, “bilen’’ yok. Ama, niteliğindeki şu sözler onundur: “ Siyaseti öğrenemedik “zulüm rüzgarı daha dokunmadan, başaklar gibi eğilenleri’’ o biliyordu.’’ Siz söyleyin bana, niçin yazayım?’’ derama göle nasıl delik açılır onu çok iyi belledik.’’ Galip Erdem için sevdikleri, yaşlarına bakılmaksızın ken “niçin’’i için söyleyecek sözü olanlar varsa, lütfen, çok değerlidir.’’ Ülküdaşım’’ dediği insanların söyledikleri söylesinler de bilelim… Rabb’im “susması’’ gerekli olanve icraatları onun nezdinde önemlidir. Bunlar için, gönlün- lardan da yaratmış. Bunlar da , nasiplerini bu “özellik’’ lede demlenmiş bir çift sözü mutlaka vardır. (Bu fasıldan, rinden dolayı devşiriyor olmalılar. Galip Erdem sözüdür: siyaset ile olan ilişki bakımından benim de bir nasibim ol- “İnsan, bütün bir ömrü ülkücü gibi tamamlayınca ülkücü olur.’’ muştu.) Önemli bir “test’’ niteliğinde olan, fakat “at pazarlığı’’ Ağabeyimiz özel bir toplantıda Bestekar İsmail Baha Sürelsan ile tanıştırılır. Sohbet, musiki derken zaman iler- boyutunda olmayan dualarına gönlümüzü açmaya, nasibiler ve fakat çevredekilerin Galip Ağabey’e olan teveccüh- mizi aramaya, buyurun: “Allah’ım, hırslarımızı yenmeleri bestekarın dikkatini çeker ve “dostlarınız size karşı nin yollarını öğret bize, birbirimizi sevmenin yollarını çok saygılılar…’’ anlamındaki düşüncesini izhar eder. öğret. Seni sevmeyince birbirimizi zaten sevemezdik. Bunun üzerine “Dahi Galip’’ tam da kendisine yakışan bir Bize “Büyük Cihad’ın yollarını öğret, iyi görünmenin mizah anlayışı ile “ ben onların şeyhiyim’’ der. Bu gibi ko- yetmediğini anlat bize, iyi olmanın yollarını öğret.’’ “Allah’ım millete hizmet etmenin hazzını duyur nularda donanımlı olan Sayın Sürelsan merakla, “tarikat-ı alinizin ismi nedir, efendimiz?’’ sorusu ile merakına ce- bize. İnanmanın yüceliğini göster, inandığımız yolda vap bekler. Bizimkisi istifini hiç bozmadan fasla devam ölmenin mutluluğunu duyur bize. Utancın güzelliğieder:’’Serbest-i Tarikatı’’ efendim. Bestekar çaresiz, bu ta- ni, üfletin değerini unutmayalım. Allah’ım, haddimirikatın usul ve erkanını öğrenmek ister. Zira, bugüne kadar zi bilmek için muhtaç olduğumuz kudreti ver. Gurur hiç duymadığı bu tarikat ile karşı karşıyadır. Şeyh’imizin batağında boğulmayalım. Nefsimize hizmeti marifet İbret-i amiz cevabı:’’ Genel olarak şeyh müritleri ıslah saymayalım. Sevmek hürriyetinin farkında olanlargayreti içerisinde olur, bizde ise müritler şeyhi ıslaha ça- dan olalım.’’ Allah’ım aşk yolunu bıraktık, kin yoluna girdik. Dostluğun hazzını teptik, düşmanlığın zehrine lışırlar…’’ Milliyetçi-ülkücü insanların (genel anlamda da bir alıştık.’’ “Bütün olarak rahmetine muhtacız Allah’ım.’’ meselesi olanların) “Ateşle İmtihan Günleri’’ anlamındaNOT: Önceki yazımızda ağabeyim N. Kösoğlu’nun ki 1980 sonrası , Galip Erdem’in resmen “destan yazmış olduğu bir dönemdir. İnanmış olmanın ne demek olduğu- soyadı, nasıl olduysa “Köseoğlu’’ oldu. Yukarıdaki metinnu dosta-düşmana göstermiş, hepimizi “yaya’’ bıran bir de yer alan biyografik bilgiler ve tırnak içi ifadelerin bir performans sergilemiştir. Meşhur, “yardım’’ anlamındaki kısmı, Nevzat Kösoğlu’na ait çalışmadan alınmıştır. 28 Gençlik Dergisi Seyit Ali ERGEÇ TÜRK BOYLARININ SUSKUN ELÇİLERİ Türk boyları, diğer kültürlerle olan farkını ortaya koyma ve tanımlama aracı olarak tamga kullanmışlardır. Tamgalar (damgalar), genellikle kültürel, dini ve ekonomik mesaj vasıtalarıdır. Türkler kullandıkları halı, kilim, su içme kapları, tahıl saklama depolarına; sahip oldukları koyun, sığır, at, mal, mülk, egemenlik bölgelerine ve ayrıca dini duyarlılıkları için yüksek kayalıklara, mezar taşlarına tamgalar vurmuşlardır. Tamgalar, bu simgeyi kullanan boy için bir övünç, hakimiyet alanını koruma sorumluluğu ve kültürel statüyü belirtme aracıdır. Türkologlara göre tamgaların sıkça kullanılması alfabenin meydana getirilip geliştirilmesine de neden olmuştur. Mezar taşları kültürümüzün suskun elçileridir; içindeki meftaya ait çok çeşitli fikirler verirler. Mezardaki meftanın cinsiyetini, yaş aralığını, ekonomik ve dini hassasiyetini, hayatını, ruhi durumunu, dünyada sevdiği şeyleri, toplumun kendisine verdiği değeri, gördüğü saygı ve sevgiyi, kültürel aidiyetini, hangi sebeple vefat ettiğini ve buna benzer konuları mezar taşlarından öğrenebiliriz. Türkler mezar taşlarına büyük önem vermişlerdir. Büyüklerine duydukları saygı gereği mezar yerlerinin kaybolmaması ve kimliklerinin yaşaması için kendilerince her tarihi devirde bir yöntem bulmuşlar ve bu yöntemlere kendi simgelerini koymuşlardır. Kitabeler, balballar ve kurganlar bunlardan bazılarıdır. İslamiyet’i kabul ettikten sonra da çeşitli türbe modelleriyle bu kültürü İslam’a uyumlu hale getirerek yaşatmışlardır. Anadolu’da bu işaretlerden sayısız örnekler bulabiliriz. Ancak farkında olamadığımız pek çok kültürel değerimiz gibi bizlere Anadolu’yu vatan yapan atalarımızın bize bıraktığı bu tapu kayıtlarına yeteri kadar değer verebiliyor muyuz? Bu konuda endişelerimiz olmalıdır. Özellikleri itibariyle Felahiye ilçesine bağlı İsabey Köyü mezarlığında ayakta kalabilen 10 civarında eski mezar bulunmaktadır. Bu mezarlar, yapılış şekli, mezar figürleri ve kullanılan malzeme nedeniyle başka yerde örneklerini görmediğimiz özelliklere sahiptirler. 1-2 No’lu Mezar Taşı: Mezarlık alanının orta yerlerinde olup 1 nolu mezarda kitabe bulunmaktadır. Bu kitabe üzerindeki yazılar hafif aşınmış ve yosun bağlamış olmakla birlikte uzmanlarınca okunabilecek durumdadır. Rumi 1235 yılında (1820) yapıldığı anlaşılmaktadır. 1 ve 2 nolu mezar taşında serpuşların yapısı dikkat çekicidir. 2 nolu mezar taşında kitabe yoktur. Ancak serpuş üzerinde bazı çizimler bulunmaktadır. Mezarın ayak taşları ayaktadır.2 nolu mezarın ayak taşının bir kısmı kırılmıştır. (Resim 1-2,1a) 3 No’lu Mezar Taşı: Bir erkek kişiye aittir. Baş kıs- mı kavuklu olup kısa bir kitabesi bulunmaktadır. Ayak taşı yoktur. Kitabesinde Hacı Kazım yazmaktadır. Tarih bölümü aşınmış olması ya da tahrif edilmesinden dolayı okunamamaktadır. Gövde kısmında 4-6 yapraklı çiçek ve çarkıfelek motifi bulunmaktadır. Çarkıfelek motifleri mezar taşlarında dünyanın gelip geçici oluşunu anlatır. (Resim 3) 4 No’lu Mezar Taşı: Bir kadın mezarı olduğuna işaret etmektedir. Üzerinde kitabesi bulunmamaktadır. Mezarın ayak taşında bir hayat ağacı, bu hayat ağacının içinde 43 adet asli çizgi vardır. Bu çizgilere bitişik 16 adet kısa çizgi bulunmaktadır. Bu hayat ağacına zarif bir sürahi eşlik etmektedir. Göğüs hizasında iki adet dairesel figür bulunmaktadır. Düzgün bir taş işçiliğine sahiptir. Buradaki ağırlıklı düşüncemiz 16 yaşında evlenip 43 yaşında vefat eden, iki erkek çocuk sahibi, dini bütün, namazına dikkat eden ve hayatının son günlerine dek eşine hizmet eden bir kadın mezarı olduğu yönündedir. Mezar taşının batıya dönük yüzünde de aynı bu mezarın baş taşı olabilecek yaprak motifli bir mezar taşı bulunmaktadır. Bu motifin alt kısmında Salur boyuna ait kaz ayağı tamgası yer almaktadır. 29 Mezarın sağ ve sol yan taşları üzerinde çiçek ve çarkıfelek figürler bulunmaktadır. (Resim 4-4a-4b-4y) 5 No’lu Mezar Taşı: Erkek bir kişiye aittir. Mezar taşının görkemi ve baş kavuğunun yapısına göre varlıklı bir sanatkar ya da çiftçi olma ihtimali yüksektir. Kitabesi vardır ancak net okunamamaktadır. Okunan bölümünde bir dua ve “Ebişin Osman” ibaresi geçmektedir. Tahrip olduğundan kitabesi okunamamıştır. Sepuş kısmı kavuklu olup üzerindeki bazı çizimler vardır. (Resim 5-5a) 6 No’lu Mezar Taşı: Bir erkek mezarına işaret etmektedir. Kitabesi bulunmamaktadır. Taşın yerden tepesine kadar uzanan bir dik çizgi bulunmaktadır. Buradan zorlama bir ifade olabilir ama çizgisi değişmemiş bir şahsiyet olarak bilinsin istenilmiş ya da figür yapılmaktan vazgeçilmiş olabilir. Mezar taşı duruşu itibariyle fes takmış bir Mevlevi görüntüsündedir. Muhtemeldir ki köyün manevi şahsiyetlerinden birine aittir. (Resim 6) 7 No’lu Mezar Taşı: Diğer mezar taşlarından farklı bir yapıdadır. Mezar taşı dikdörtgen sert bir kırmızı kiremitten yapılmıştır. Mezar taşının doğu cephesinde bir tane altı yapraklı çiçek motifi, iki adet 5 yapraklı çiçek motifi. 3 adet büyük ve aynı hizada daire ve bir tane küçük daire figürü bulunmaktadır. Kanımızca bu bir kadın mezarıdır. İki kız çocuğu 3 erkek çocuğa sahiptir. Bunların yanında bir de genç yaşta kaybettiği küçük çocuğa sahip olabilir. (Resim 7) 8 No’lu Mezar Taşı: Bir erkek mezar taşıdır. Kitabesinde “Hüvel Baki, Kara Mükremin oğlu Mehmet” yazmaktadır. Tarih bilgisi 1335 yılına işaret etmektedir. Mezar taşının batı yüzünde ise bir kadın silüeti bulunmaktadır. Ellerini önünde bağlamış çaresiz bir kadın görünümündedir. Mezar taşı çok sert siyah bir taştan yapılmıştır.(Resim 8-8a) 9 No’lu Mezar Taşı: Mezar taşı diğerlerine benzememektedir. En eski mezar taşıdır.Taş cinsi daha sert bir taş olmasına rağmen çok yıpranmıştır. Doğu ve batı yüzünde figürler bulunmaktadır. Doğu yüzünde göğüs hizasında derin çizgilerden oluşan bir yıldız motifi ve onun hemen altında bir ibrik figürü bulunmaktadır. Baş tarafı bölgede yazma- yapık dediğimiz bir örtüyü kullanmış kadın silüetindedir. Kitabesi bulunmamaktadır. Batı tarafında ise sadece bir hayat ağacı (yaprak şeklinde) bulunmaktadır. Hayat ağacına bitişik kök şeklinde çizilmiş bir Tamga 30 (damga) bulunmaktadır. Bu tamga Türk Boylarının “kaz ayağı” tamgası dedikleri Salur boyuna ait bir damgadır. Bu işaretin bir benzerini de bu mezara 5-6 metre yakınındaki genç bir mezar yaşında ve 100 metre kadar uzaklıktaki köyün en eski çeşmelerinden biri olan Yukarı Pınar oluğunda da görmekteyiz (Resim10). Bu mezar taşı köyde ayakta kalabilen ancak kimsenin bugüne kadar farkında olmadığı köy için değeri ölçülemez bir yapıdır. (Resim 9-9a) İsabey köyü mezarlığında bulunan tarihi mezar taşlarının önemi, hiçbir mezar taşının diğer mezar taşlarına benzememesi ve bölgede bu taşlara kaynak olabilecek bir taş ocağının olmayışıdır. SALUR boyuna ait kazayağı motifine buradaki hem mezar taşlarından iki tanesinde hem de Yukarı Pınar’ın çeşme oluğunda rastlanılması burada yaşamış bir Türk boyu olan Üçoklar’dan Salur boyunun bu köydeki varlığının tartışmasız kanıtıdır. TARİH YAZAN TARİH: Gençlik Dergisi ZEKİ VELİDÎ TOGAN Yrd. Doç. Dr. Ali AHMETBEYOĞLU aliahmetbeyoğlu@yhaoo.com Kalemi tarihi yazan, hayatı tarih olan, adeta tarihçi doğan, ilmî ve fikrî çalışmalarıyla Anayurt Türkistan ile Anadolu coğrafyası arasında köprü olan, en mühim Türk tarihi mütehassıslarından, Başkurt Türkü Ahmet Zeki Velidî Togan, 10 Aralık 1890 tarihinde bugünkü Rusya Federasyonu içerisinde yer alan Başkurdistan Cumhuriyeti’nin İsimbe ilçesi Kuzen köyünde dünyaya gelmiştir. XVII’nci asırdan beri cetleri bu bölgede yaşayan Ahmet Zeki’nin annesi Ümmü’l Hayat, babası ise Ahmet Şah’tır. Ahmet Zeki büyüyünce mahlas olarak ‘Velidî’yi seçmiştir. Soyadı olarak aldığı Togan da beşinci nesil dedesi İş-Togan’dan gelmektedir. Zeki Velidî ilk eğitimini babasının medresesinde almaya başlamış ve burada Arapça, Rusça, annesinden de Farsça (sonraki dönemlerde Latince, Fransızca, Almanca, İngilizce) öğrenmiştir. Daha sonra 1902 senesinde dayısı Habib Neccar Üteki’nin medresesinde okumuştur. 1908’de öğrenimine devam etmek için Kazan’a gelip burada özel dersler almış, bu arada Katanov ve Aşmarin gibi meşhur âlimlerle tanışmıştır. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye Medresesi’ne “Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi” olmuştur. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında, 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başlamıştır. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti’ne aza seçilmiştir. 1913’te Fergana’ya, 1914’te Buhara’ya araştırmalar yapmak için gönderilmiştir. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlanmıştır. Bu arada Prof. Katanov’un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü’nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye’ye gönde- rilmesine vesile olmuştur. 1914 yılında Ufa’daki Osmaniye Medresesi’nde muallimlik yapmaya başlamış ve 1915 yılında Rus Millet Meclisi Duma’ya, Ufa Müslümanlarını temsil etmek üzere seçilmiş Petersburg’a gitmiştir. Böylece ilmî çalışmalarının yanında siyasi hayatı da başlamıştır. 1916–1917 yıllarında daha çok siyasî işlerle meşgul olan Zeki Velidî Togan, 1917 yılında başlayan Millî Kurtuluş Hareketi’nde önemli bir rol oynamıştır. Bolşevik İhtilâli’nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917’de Başkurt İli’nin muhtariyeti ilan edilmiştir. Orenburg’u 18 Şubat 1918’de işgal eden Sovyetler, Zeki Velidî Togan’ı tutuklamışlarsa da 7 Haziran’da hapisten kaçmayı başarmıştır. Başkurt Hükümeti kurulunca Togan, Harbiye Nazırı olmuştur. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüşüp onların ihanetini iyice anlayınca Türkistan’a çekilip orada mücadeleye karar vermiştir.1920–23 yıllarında Türkistan’da amansız bir mücadeleye girişmiş ise de başarılı olamamıştır. Türkistan Türklerinin millî mücadelesi olan Basmacı Hareketi’nin içinde bulunmuştur. Togan, Türkistan Millî Birliği’nin kurucusu olup aynı zamanda ilk Başkanlığını da yapmıştır. Neticeye ulaşamadığı üç senelik mücadelenin, savaşın sonrasında silah arkadaşı Abdülkadir İnan’la 1923’te İran’a geçti. Meşhed’e vardıklarında o zamana kadar hiç bir oryantalistin görmediği Ravza Kütüphanesi’nde yaptığı araştırmalarla önemli eserler keşfetti. Türk kültür tarihinin en değerli eserlerinden İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bulunan kitapların arasında idi. Sonra Afganistan’a giderek Kabil kütüphanelerinde araştırmalar yaptı. Hindistan Bombay’dan Kasım 1923’te İstanbul’a gelirlerse de İngilizlerin hoş karşılamaması nedeniyle girişlerine izin verilmediği için geldiği gibi yine gemiyle Marsilya’ya, oradan 31 Paris’e gitti.1923 sonlarından itibaren Avrupa’da hem ilmî hem siyasî ilişkiler içerisine girdi. Bu arada birçok ünlü oryantalistle tanıştı. Berlin’de “Türkistan Millî Birliği” adlı cemiyeti kurdu. Paris, Londra ve Berlin’deki birçok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura’nın istekleri sayesinde Türkiye’den davet aldı. 20 Mayıs 1925’te geldiği Türkiye’de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni’ne tayin edildi. O zamanki Ankara’nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun’u Türk Tarihi Müderris Muavinliği’ne atandı. Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat 1932’de I. Türk Tarih Kongresi’nde tıp doktoru Reşit Galip’in sunduğu Orta Asya’da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932’de istifa ederek Viyana’ya gitti. 1935’te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi’nde, 1938’de Göttingen Üniversitesi’nde ders verdi. 1939’da Millî Eğitim Bakanı’nın daveti üzerine tekrar Türkiye’ye geldi. İstanbul Üniversitesi’nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü’nü kurdu. Ayrıca öngörüsü, sezişi ve ufku ile Asya Kavimleri ve Türk Tarihi gibi birçok araştırma enstitüsünün kurulması için teklifte bulundu ise de, sadece İslâm Tetkikleri Enstitüsü’nün kurulması kabul edildi. 8 Nisan 1940’ta Romanyalı Ömer kızı Nazmiye Hanım ile evlendi ve İsenbike ile Sübidey isimlerini taşıyan bir 32 kızı ile oğlu oldu. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru 15 Mayıs 1944 tarihinde Türkiye’de Sovyetler aleyhine faaliyette bulunmak, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini, iç düzenini bozmak ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi(Türkçülük-Turancılık Davası). 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nce “hükümeti devirmeye teşebbüs” suçundan10 yıl hapse mahkûm edildiyse de, Askerî Yargıtay kararı bozdu ve Togan 15 ay kadar hapis yattıktan sonra beraat etti. 1948’de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951’de İstanbul’da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi’ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı.26 Temmuz 1970’te İstanbul’da vefat etti. Zeki Velidi Togan, ilk defa 1911’de başladığı yayın faaliyetine ölümüne kadar büyük bir hız ve gayret, hummalı çalışma içerisinde devam etmiştir. 1990 sonrasında Başkurdistan başta olmak üzere Rusya ve Türk Cumhuriyetleri’nde yakın alaka görmeye başlayan Zeki Velidi Togan’ın 337’den fazla yayınlanmış kitap, makale vs. çalışmaları bulunmaktadır. İlmî araştırmalarında, gezilerinde, gördüğü bulduğu her tarihî kaynağı (vesika, yazma eser, minyatür vb.) dünya ilim âlemine tanıtmak en büyük özelliği idi. Eserleri arasında yaklaşık 40 cilt yayınlanmış müstakil kitabı bulunmaktadır. Bunların 12 adedi hacimli birer eser iken 10’dan fazlası üniversitede okuttuğu derslerin basılmış notlarıdır. Diğerleri ise küçük büroşür-kitapçık hüviyetindedir. Yayınladığı ilk kitabı Türk ve Tatar Tarihi adlı eseri, kendisinin Kazan ve Rusya’da şöhret olmasına sebep olurken onu esas dünya ilim âlemine tanıtan hiç şüphesiz İbn-i Fadlan Seyahatnamesi olmuştur. Öte yandan Tarihte Usul, Türkiye’de tarih ilmi için yazılmış ilk metot kitabıdır. Yine, Umumî Türk Tarihine Giriş, sahasında tek olduğu gibi Türk tarihinin genel çerçevesini çizmesi açısından çok mühimdir. Harezmce Tercümeli Mukaddemetü’l-Edep, Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi, On The Miniatures In Istanbul Libraries, Hatıralar, Oğuz Destanı, Kur‘an ve Türkler onun ilminin yüksekliğini gösteren en güzel delillerdendir. Bugünkü Türk İli Türkistan ve Yakın Tarihi adlı eserinde Orta Asya’daki Türk illerinin yakın dönem tarihi ve istiklallerinin kaybedilişini anlatmıştır. Türklüğün Mukadderatı Üzerine adlı eserinde de dünya Türklüğünün bugünkü durumu ve geleceği hakkındaki görüşlerini açıklamıştır. Ölümünden bir sene önce yazdığı Hatıralarında ise yakın tarihimiz için de çok önemli vesikaları neşretmiş ve hayatı boyunca yaptığı mücadelelerini teferruatlı bir biçimde anlatmıştır. Ayrıca en büyük millî destanlarımız arasında yer alan Oğuz Destanı gibi bir kültür hazinesini yayınlamıştır ki, bu Türk ilim âlemi için önemli bir kazanç olmuştur. Zeki Velidî Togan’ın baskıları yapılan üniversitede okuttuğu ders notları ise genel olarak Moğollar Devri Türk Tarihi, Moğol İstilası, Cengiz Han ve Timur dönemlerini ihtiva etmekte, ayrıca yine üniversitede okuttuğu Karahanlılar Devri, Başkurtlar Tarihi, Asya Tarihi, XIX. ve XX. yüzyıllarda Orta ve Ön Asya’da fikir ve kül- Gençlik Dergisi tür hayatı gibi konuları da kapsamaktadır. Yerli yabancı ilmî araştırma dergilerinde 91 makalesi yayınlanan Togan, bunların yaklaşık 20’sinde konu araştırması yapmıştır. Çok büyük çoğunluğunda da en belirgin özelliği olan kaynak tanıtımını ele almıştır. Bu özelliklerinden dolayıdır ki, bilhassa oryantalistler arasında şöhreti günden güne artmıştır. 14’ten fazla olan tenkit yazılarında ise Batı ilim âleminde yapılan çalışmaları Türkiye’ye tanıtma gayesini gütmüş, ayrıca gerekli tenkitlerini yapmaktan geri kalmamıştır. İlmî dergilerde çıkan makalelerinin yaklaşık yarısı yabancı dildedir. Bunlar arasında İngilizce, Almanca, Fransızca gibi batı dillerinde olanların yanında Rusça ve Farsça kaleme aldıkları da vardır. Milletlerarası kongrelerde merhum hocanın sunmuş olduğu 9 tebliğin hepsi uzmanlık alanı ile ilgilidir ve onun çalışma şekli olan belge tanıtımını ihtiva etmektedir. Sunulan tebliğlerin hepsinin milletlerarası kongrelerde oluşu, ayrıca İngilizce, Almanca ve Fransızca gibi popüler batı dillerinde yayınlanması dikkat çekmektedir. Zeki Velidî Togan milletlerarası ilmî ağırlığı olan 4 ansiklopedide 39 madde yazmıştır. Bunların yine çoğu yabancı dildedir.12 madde biyografi, iki madde Başkurt ve Hazar gibi Türk kavimleri, diğerleri ise coğrafî mekân (şehir, nehir vb. gibi) hakkındadır. Bu konuların hepsi Orta Asya tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca aylık ve haftalık yayınlanan çeşitli dergilerde yaklaşık 109 makale kaleme almıştır. 1940’lı yıllara kadar bu tür dergilerde ilmî konuları ele almaya çalışan Togan, müteakip yıllarda çeşitli siyasî görüşlerini, bazı konulardaki fikirlerini, bazı kişilere cevaplarını, hatıralarını da yazmıştır. Günlük yayınlanan gazetelerde ise merhum hocanın 48 makalesi çıkmıştır. Çoğunlukla kendi fikirlerini ihtiva eden bu yazılarında zaman zaman tarihî konulara vurgu yaparak, bu sayede geleceğe ışık tutmak, Türk milletini düşündürmek istemiştir. Merhum hocanın ihtisas sahası olan İslamiyet’ten sonra Türk ve Moğol Tarihi konularında, İslam bilginleri hakkında hazırlanmış fakat yayınlama fırsatını bulamamış kitapları da bulunmaktadır. Bunlar arasında; Timur ve Oğulları Tarihi, El-Birunî’ye dair, Başkurt Tarihi, Ali Şir Nevaî: Hayatı ve Eserleri, Reşideddin: Hayatı ve Eserleri, Sakaların Tarihi, Türklerin Menşe Efsaneleri, Resimlerle Türkistan isimli çalışmalarını zikredebiliriz. Türk Töresi, İslamiyet, milliyetçilik ve Rusya’daki yaşadıklarıyla şekillenen fikrî yapısı, bitmeyen enerjisi, azmi, çalışkanlığı ile Zeki Velidî Togan bir faaliyet ve aksiyon adamı idi. Bütün hayatını ilme, Türk tarihinin aydınlatılmasına, Türklüğün kurtarılmasına, onun haysiyetli bir devlet olmasına adamıştır. Kalemi ile Türk tarihini araştırıp yazarken, gerektiğinde de Türklüğün mukadderatı için elinde silahı ile kâh Ural Dağlarında, kâh Türkistan’da bir nefer gibi çarpışmaktan da kaçmamıştır. Kavga ile başarılı olamayınca mücadelesini ilim ve fikir yoluyla sürdürmüştür. Nitekim cihanşümul bir tarihçi olan Zeki Velidî Togan’ın yazdıkları sadece ülkemiz tarihçiliğinde, değil dünya Türkolojisinde de derin izler bırakmıştır. Her durumda çalışmak ve her şartta mücadele etmekten çekinmeyen Togan, Hz. Peygamber Efendimiz’in “Hiç ölmeye- cekmiş gibi dünya, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın” düsturunu kendisine rehber edinmiş, son anına kadar okuyup yazmaktan geri durmamıştır. İnançlı bir Müslüman olan, Kuran’ı manasına bihakkın vakıf olarak okuyan Togan, İslâm’ın bir bilim olarak incelenmesi, iyi anlaşılması için; birçoklarının korktuğu, çekindiği devirlerde çalışmalarının önemli bir kısmını da İslâmî ilimlere ayırmıştır. Zeki Velidî Togan Türk Tarihi’nin bütününü kavrayan ve incelemeye çalışan nadir kişilerden birisiydi. Tarihi, özellikle yaşayan unsurlarından hareket ederek bütün yönleriyle ele almak istemiştir. Bunu için de ana kaynaklardan başlayarak yazılı, sözlü eserler, çağdaş etnografya destan ve benzeri bütün vasıtalardan istifade etmiştir. Böylece tarihi; belgeler yığını, kuru bir siyasi olaylar yığını olmaktan çıkararak, iktisadî, idarî, fizikî, ruhî, fikrî gibi amiller ile desteklemiş ve değerlendirmiştir. Çünkü Togan’a göre tarih, geçmişte kalan hatıralar zinciri değildi. O günümüze kadar getirilmeliydi. Zira tarih ancak bugüne etkisi nispetinde faydalı olabilecekti. Son söz olarak, hayatta iken kıymeti takdir edilmemiş olan tarihçiliğimizin mihenk taşlarından Zeki Velidî Togan’ın, en çok üzerinde durulması gereken günümüzde de yeterince anlaşıldığını, bilindiğini söylemek mümkün değildir. TEBRİK Derneğimizin Yönetim Kurulu Üyesi Sayın Tahsin Nartar’ın 22.01.2014 tarihinde bir torunu dünyaya geldi. Ali Rıza adı verilen bebeğe mutlu, sağlıklı, uzun bir ömür diler, NARTAR ve PER ailelerini tebrik ederiz. *** Derneğimizin kurucularından Gökhan Pınarbaşı’nın 28.01.2014 tarihinde bir çocuğu dünyaya geldi. Baybars adı verilen bebeğe mutlu, sağlıklı, uzun bir ömür diler, Bilge-Gökhan çiftini tebrik ederiz. BAŞSAĞLIĞI Kayseri’nin sevilen iş adamlarından Mustafa REYHANCAN 26.02.2014 çarşamba günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Merhuma Allah’tan rahmet, aile fertlerine, arkadaş ve tüm yakınlarına başsağlığı dileriz. 33 AZERBAYCAN MİLLETVEKİLİ SABİR RÜSTEMHANLI KAYSERİ’DE İsmail DAŞGELDİ Azerbaycan milletvekili, gazeteci yazar,Prof.Dr.Sabir RÜSTEMHANLI Yeni Ufuklar Derneğinin Elit Düğün Salonunda düzenlediği “Karabağ Sorununun iç yüzü ve Hocalı Katliamı” konulu konferansa konuşmacı olarak katıld. İlginin yoğun olduğu konferan öncesi Sayın RÜSTEMHANLI yeni basılan “Difai Fedaileri” adlı kitabını imzaladı. Rüstemhanlı konuşmasında Karabağ sorununun günümüz şartlarını değerlendirerek nasıl çözüme ulaşacağını, “İki devlet bir millet” olgumuzu, Hocalı katliamını ve bu katliamı dünyada hangi ülkelerin katliam ve soykırım diye tanıdığı konularına değindi. Rus Ordusunun Bakü’ye girdiğinde, Azerbaycan’ın dış dünya ile bağlantılarının kesildiğini ve bu zor günlerde özellikle Kayseri’de ve diğer şehirlerde gerçekleştirilen yürüyüş ve protestoların Azerbaycan halkının direncinin nasıl artırdığından bahsetti. Rüstemhanlı özellikle Kayseri’de yapılan Rusya’nın Bakü’ye girmesinin protesto edildiği gösterilerin fitili ateşleyen etkinlik olduğundan bahsetti ve yürüyüşü organize edenlerden Mustafa ÖZTÜRK hocamıza ve katılan herkese birkez daha çok teşekkür etti. Rüstemhanlı konferansın sonunda kendi yazdığı bir şiiri salondakilerle paylaştı. “Türk halkı olmaz deyir” adlı şiiri salondaki bir çok kişinin duygulanmasına neden oldu. Sayın Rüstemhanlı’nın “Difai Fedailerİ” Romanı; Azerbaycan’ın içtimai ve siyasi fikir hayatının en önemli simalarından biri olan Ahmed AĞAOĞLU, 1905-1907 yılları arasında, Kafkasya da cereyan eden Türk- Ermeni savaşında, hem Ermeni zulmüne son vermek hem de Ermenileri himaye eden çarlık kurumlarının desteklediği ihanet şebekelerince icra edilen Anti Azerbaycan siyasetine karşı koymak için Difai Partisini; başka bir ifadeyle, Azerbaycan Milli Müdafaa Teşkilatını kurdu. Şöhreti 34 Bakü’den, Batum’a; Karabağ’dan Dağıstan’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılan bu teşkilatın, on binlerce üyesi vardı.Difai Partisinin ortaya çıkışıyla birlikte, Kafkasyadaki güç dengeleri Türkler lehine değişti. Difai Fedaileri adı verilen bu romanda, o devrin insanlarını milli müdafaa hareketine katılmaya iten nedenler ve Azerbaycanı düşman çizmeleri altından kurtarmak için devrin aydınlarının verdiği çetin ve şerefli mücadele anlatılmaktadır. Söz konusu konferanstan önce de Erciyes Üniversitesinde konferanslar veren Sayın Rüstemhanlı 28.02.2014 Cuma günü Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneğini ziyaret ettiler. İmzalı kitabını dernek başkanı Mustafa ÖZTÜRK’e hediye etmek nezaketinde bulundular. Mustafa ÖZTÜRK de kendilerine bugünün anısına Atatürk posterli halı hediye etti. Sabir Rüstemhanlı’nın Kayseri ziyareti, iki Türk devleti ve iki kardeş halk arasındaki dostluğu daha da perçinlemiştir. Gençlik Dergisi BASIN BİLDİRİSİ RÜŞVET ve YOLSUZLUĞUN ÜZERİ ÖRTÜLEMEZ! Değerli Basın Mensupları Türkiye’de 1’inci Rüşvet ve Yolsuzluk Davası’nın açıldığı 17 Aralık 2013 tarihinden bu yana bir hukuk ve yargı krizi yaşanmaktadır. Rüşvet ve yolsuzluğun iktidar mensuplarını kapsaması üzerine, bugüne dek ülkemizin hiç görmediği hak ve hukuk ihlallerine şahit olduk: 2’inci ve 3’üncü Rüşvet ve Yolsuzluk Davaları adli kolluğun görev yapmaması nedeniyle başlatılamadı. Mahkeme kararı ve savcı talimatına uyulmaması, Anayasa’nın yargı bağımsızlığını düzenleyen 138’inci maddesinin alenen çiğnenmesidir. Bu nedenle, savcı talimatını dinlemeyen polisten itibaren, Emniyet Müdürü, İçişleri Bakanı ve Başbakan dahil tüm yetkililer Anayasa suçu işlemişlerdir. Öyle anlaşılıyor ki rüşvet ve yolsuzluğun üzerini örtmek için Anayasa ihlâli dahil her şeyi göze almışlardır. Rüşvet ve Yolsuzluk Davasını yürüten tüm savcıları, Deniz Feneri Davasında yaptıkları gibi görevden alıp başka yerlere sürgün ettiler. Türkiye tarihinde benzeri hiç yaşanmamış bir polis kıyımı başlattılar. Adli kolluk yönetmeliğini değiştirerek soruşturmanın gizliği ilkesini sona erdirdiler. İktidarın bu icraatları, haklı olarak Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulunu harekete geçirdi. Hükümete Anayasa’daki yargı bağımsızlığını hatırlattılar. Bunun üzerine Hükümet, bu defa da HSYK’yı hedef aldı HSYK’yı Adalet Bakanı’na bağlayacak yasal düzenleme için düğmeye basıldı. AKP milletvekillerince hazırlanan HSYK yasa teklifi TBMM Adalet komisyonundan geçti. Bugün Meclis’te görüşülmektedir. Bugünkü HSYK, 12 Eylül 2010 referandumu ile oluşmuştu. Demek ki siyasi iktidar bunu yetersiz buldu. Kendisine tam biat eden bir HSYK istiyor. Yargı erkini Yürütme’nin tahakkümüne sokacak bir düzenleme ile karşı karşıyayız. Söz konusu yasa teklifinin TBMM’den geçmesi, hukuk devletinin sonunu getirir. Hatta, Anayasal siyasi rejimin değiştiği ve Türkiye’nin yeni bir rejime geçtiği anlamına gelir. Rüşvet ve Yolsuzluk operasyonlarının durdurulması, açılan davaların akamete uğratılması, adaletin engellenmesi olup asla kabul edilemez. Ortada somut deliller mevcut. Bunların üzeri komplo teorileri ile örtülemez, örtülmemeli. Türkiye bugün bir kavşakta bulunuyor. Ya Anayasa’da belirtildiği gibi gerçekten demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olacak veya Saddam’ın Irak’ında ve Esad’ın Suriye’sinde görüldüğü gibi tek lider-tek parti hegemonyasına boyun eğen bir ülke olacak. İnsan haklarını, hukukun üstünlüğünü, adil ve tarafsız mahkemeleri, millet egemenliğini tercih edenler 1.yoldan; Köleliği, onursuzluğu, sonucu belli siyasi mahkemeleri, tek kişi egemenliğini, tek sesli yandaş medyayı tercih edenler de 2. yoldan yürüyecek. Biz birinci yolu tercih ettik. Adi komplolarla TSK sindirildi. Çeşitli baskılarla medyanın büyük bölümü susturuldu. YÖK yasasıyla üniversiteler fikir açıklayamaz hale getirildi. İşçi sendikaları yok edildi. Bugün sıra Yargı’da, yani adaletin susturulmasında… Hedefleri, denetlenemez, hesap sorulamaz mutlak bir iktidar oluşturmaktır. Bunu başarabilirlerse kokusu dünyayı saran rüşvet ve yolsuzluğun üzerini de örtmüş olacaklar. İktidar mensupları, İslami söylemlerinde samimi olsalardı, rüşvet ve yolsuzluk operasyonlarını engellemezlerdi. Çünkü Allah, Kuran- Kerim’in pekçok ayetinde adaleti emretmiştir. Nisa Suresinin 135’inci ayetinde: “Hislerinize uyup adaletten sapmayın.” buyurulmuştur. Oysa siyasi iktidar, adalete giden bütün yolları tıkamaktadır. Tüyü bitmemiş yetimlerin ekmeği çalınıyor. Buna göz yummak, suçu onaylamaktır. Biz onaylamıyor ve bütün yetkilileri Anayasa’da belirtildiği gibi kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, hakim teminatı ilkelerine uymaya davet ediyoruz. Türk milletinin özgür fertleri olarak, Yargı’nın bağımsız ve tarafsız olduğu, mahkemelerin adalet dağıttığı, siyasi iktidarın hür ve adil seçimlerle belirlendiği, her ferdin işinde ve evinde güvende olduğu, iç ve dış sömürüye fırsat vermeyen tam anlamıyla demokrat ve bağımsız bir Türkiye’de yaşamak istiyoruz. Karakteri özgürlük ve bağımsızlık olan Türk milleti, Anayasa ile belirlenmiş haklarından vazgeçmemeli, demokratik rejimin diktatörlüğe dönüştürülmesine asla izin vermemelidir. 22 01 2014 BİLGİYURDU Yönetim Kurulu 35 2012-2013 Eğitim Öğretim Yılında derneğimizin düzenlediği Liseler arası kompozisyon yarışmasında beşinci olan yazı. SON KALE TÜRKÇEM Sefa ATA* Dil, geçmişi, geleceği, sonsuzu kucaklayan bir dünya… Duyarlılığımızı, duygularımızı, düşüncelerimizi besleyen bereketli bir toprak... Her ne kadar dil, seslerin, hecelerin, kelimelerin ahenkli şekilde bir araya geldiği semboller bütünü de olsa o, bir milletin başta kültürünü, yaşam tarzını yansıtan bir ayna; geçmişi ile geleceği arasında sıkı bir bağ, duygu ve düşüncelerini ifade aracı, geleneği, göreneği, eğitimi hatta mimarisi ve musikisidir. Kısacası, kendisi ve vazgeçilmesi asla mümkün olmayan şah damarı niteliğindeki bir unsurdur. Bir insan düşüncelerini en iyi şekilde kendi diliyle ifade edebilir. Eğer böyle olmazsa ortaya gülünç durumların çıkması muhtemeldir. Fransız milliyetçiliğini İngilizce konuşarak anlatmak gibi. Türkçemiz ise bir dilin taşıması gereken bütün özellikleri fazlasıyla taşır. O, bizim en değerli hazinemizdir, mirasımızdır. “Türkçe Ural-Altay dil ailesindendir” gibi bilgiler bir yana dursun; o, bizim tarihimizin, kültürümüzün, yaşayışımızın, milletimizin başında geçmiş her türlü olayın, bizzat kendimizin aynasıdır. Tabii ki bu güzel mirasın tarihini, dil özelliklerini en iyi şekilde öğrenmeli, bilmeliyiz. Ama ondan önce unutmamamız, unutturmamamız gereken bir şey var: “Türkçesiz bir Türkiye Cumhuriyeti asla düşünülemez.” Türkçe bu milletin son kalesidir. Günümüzde, her ne kadar belirtmek istemesem de, güzelim Türkçemiz yozlaşmakta ve kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdadır. Toplumumuz üzerinde kirli oyunlar oynayan birtakım dış güçler bir milleti millet yapan en önemli unsurun dil olduğunu çok iyi bilmekte ve Türkçemizi yok etmek için çaba göstermektedirler. Ülkemiz içinde ise maalesef bu tür oyunlara âlet olan insanlar Türkçeyi yok etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ve ortak dili, değerli varlığımız, Türkçedir. Bu, böyle de kalacaktır. Doğal olarak toplumumuzda kültürel zenginlik kaynaklı farklı diller de konuşulur ama bunlara sadece kültürel zenginlik gözüyle bakılmalıdır. Eğer farklılıklarımızı zenginlik olarak görürsek daha güçlü bir Türkiye’nin önü açılmış olur. Tabi ki sadece Türkçe kullanılsın demiyorum; aksine insanlar istediği dili konuşmakta özgürdür ama bu Türkçeyi yok etmek için kullanılmalıdır, kullandırılmamalıdır. Türkçenin karşısındaki bir diğer sorun ise modernleşme(!) uğruna yabancı dillerin ülkemizde bir çok konuda baskın hale gelmesidir. Özellikle sosyal medyada sanki burası Türkiye değilmiş gibi yabancı dilleri kullanmak gibi büyük bir hata yapıyoruz. Bu konudaki özenti öyle bir noktaya getirilmiştir ki acilen önlem almak gerekir. Zira Türkçe giderse Türkiye Cumhuriyeti de gider. Türkçe bu milletin temelindeki en sağlam taştır. İşte bunlar Türkçeyi cumhuriyetimizden koparmak isteyenlerin yozlaştırma oyunlarından yalnızca bir kaçı. Burada en önemli görev biz gençlere düşmekte, fakat bu konudaki kopmaların büyük bir kısmı gençlerde yaşanmaktadır. İşte burada sorumluluğu aydınlarımız ve devletimiz üstlenmeli. Bizlere şu asla unutturulmamalı: “Türkçe yok olursa elimiz, kolumuz kesilir; adeta yarı bir insan olarak kalırız.” Atatürk diyor ki: “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtulmalıdır.” Milletimiz ile birlikte büyük bir kurtuluş mücadelesi veren Atatürk, bir de Türkçe için mücadele başlatmış cumhuriyetimizin dilinin Türkçeden başka bir dil olmayacağını her yerde belirtmiştir. Bunun dışında Cumhuriyet Dönemi sonrasında da Türkçemiz için, onu kurtarmak için birçok çalışma yapılmıştır. Ama günümüze bakarsak başarının sağlandığı pek söylenemez. Tabi ki suçu sadece tarihe atamayız. Bu konudaki suç her kimde olursa olsun, bizler aynı zamanda tarihten de ders alarak Cumhuriyetimizi Türkçeden, Türkçeyi de Cumhuriyetimizden ayırmamalıyız. Aslında Türkçemiz ne çekiyorsa, bizden çekiyor. Onun değerini bilmiyoruz. Bizleri daha çok üzen de şu olmalıdır ki bu değeri bizim dışımızdaki herkesin biliyor olması. Bir araştırmacı Arap dil bilgininin “Türklerin sesleri ve gövdeleri gibi konuştukları dil de görkemlidir” demesi bunun en iyi kanıtıdır. Bizim dilimiz ki bir dönem neredeyse bütün dünyanın dili… Aynı zamanda yine bir zamanlar bilime öncülük etmiş eşsiz kişiliklerin dili… Bugün de dilimiz dünya dili olabilir, bugün de dilimiz bilim dili haline gelebilir ve insanlarımız hak ettikleri muasır medeniyet seviyesine ulaşabilirler. Yapmamız gereken tek şey, Türkçemizin Cumhuriyetimizden koparılmasını önlemektir. *Necdet Taş Anadolu Lisesi 9/C sınıfı öğrencisi. 36 Gençlik Dergisi KİTAP VE KÜTÜPHANENİN ÖNEMİ Em. Savcı Necdet Bayraktaroğlu necdetbayraktaroglu@ hotmail.com Yüce Rabb›imiz biz kullarına peygamberimiz Hz. Muhammed aracılığıyla Kur›an-ı Kerîm’i göndermiştir. İlk sözü “oku”dur ve Ankebut sûresi 45. âyette “Sana vahyedilen kitabı güzel güzel oku” demektedir. Peygamberimiz de “İlim talep etmek (okumak, öğrenmek ve araştırmak) her Müslüman’a farzdır” diyor. Kitaplarla dost olmaya, taşıdıkları zenginlikten de faydalanılmaya çalışılmalıdır; fakat düşünür Jereni Anna›nın şu sözü de dikkate alınmalıdır: “Kitaplar da dostlar gibi iyi seçilip okunmalı.” Kitaplar ilim ve kültürü insanlara aktaran vasıtalardır. Düşünceleri ve duyguları besler, güçlendirir; okuyanları bilgili kılar. Kitap okuyanın kelime haznesi zengin, bilgi seviyesi yüksek olur; düşünme ve muhakeme yeteneği artar, daha sağlıklı düşünür ve daha doğru karar verir. Tarihin hemen her devrinde Türk hükümdarları ilme büyük önem vermişlerdir. Selçuklu sultanları Melikşah, Sencer; Memlûk sultanı Baybars, başta II. Murad ve II. Mehmet olmak üzere hemen hemen bütün Osmanlı padişahları ilme ve âlime, san›ata ve san›atkâra, kitaba ve kütüphaneye çok değer vermişler, birçok şehirde çeşitli derecelerde medreseler (okullar, üniversiteler) ve kütüphane kurmuşlardır1. Osmanlı toplum hayatında kitabın önemli bir yeri vardı ve hediyeleşmelerde kitap en çok rağbet edilen hediyeler arasında yer alıyordu. Padişah IV. Mehmed›in, şehzadelerine verdiği düğün hediyeleri arasında kitapların önemli yer tutması, kitaba verilen değeri göstermektedir.2 Sultan III. Ahmed, kültür ve medeniyet bakımından Avrupa’yı yakından takip etmiş ve matbaanın gelişini sağlamıştır. İlim ve kültür bakımından faydalı eserlerin basılmasını, halkın okumasını isteyen Sultan, bu hususta çıkardığı fermanında şöyle demektedir: “Mektub-u Sadrazamı halifelerinden Said’e ve Dergâh-ı muallâm müteferrikalarından İbrahim’e hüküm ki: … kıyamet gününe kadar bütün Müslümanların hayırlı 1) Yavuz Sultan Selim kitaba, okumaya o kadar çok meraklı idi ki, kurduğu seyyar kütüphanesini seferde bile bu beraberinde götürürdü. 2) Ali Karaçam, Osmanlıyı Cihan Devleti Yapan 150 Sır; Bilge Yay., İst. 2004, S. 164 dualarının celbine sebeb olmak için; fıkıh, tefsir, hadis-i şerif ve kelâm kitaplarından başka, lûgat, tarih, tıp, hikmet ve hey’et ile buna bağlı coğrafya ve mesalik kitaplarının basılması hususunda padişahlık izin ve ruhsatımı iltimas eylemeniz ile,… padişahane iznim layık görülüp ve sureti nakşolunacak lûgat, mantık, hikmet, hey’et ve bunların benzeri âlet ilimlerinde te’lif olunan kitaplardan sureti nakşolunacak kitapları tashih için, … mezkur kitapların çoğaltılmasına tam bir ciddiyet ve gayretle çalışıp ve bu san›at ile meydana gelen doğru kitap olmak üzere, ziyade ihtimam ve zapt ile hatalı çıkmasından gayet sakınasınız ve şöyle bilesiniz. Hayır işaretine güvenesiniz. Fievasıt-ı Zilka’de 1139 (Temmuz başları 1727)”3 Atatürk de kitaba çok meraklı idi. Hayatının çoğu savaşlarda geçtiği halde 1800 kitap okumuştu. Okuduğu kitaplarda tam iki yüz bin satırın altını çizmiştir. Aşırı meşguliyetine rağmen bu kadar kitap okuması bize örnek olmalıdır. Atalarımız ilme, kültüre, okumaya bu kadar meraklı iken onların bugünkü nesilleri olan bizler niçin okumuyor, kitaba karşı niçin bu kadar ilgisiz kalıyoruz? Televizyonlardaki magazin programları, diziler; internetteki faydasız sitelerde maksatsız gezinmeler; bilgisayar, tablet ve cep telefonlarındaki oyunlar insanımızı özellikle gençlerimizi esir almakta, onların beyinlerini doğruluğu meçhul bilgilerle doldurup hayattan ve gerçeklerden kopmalarına yol açmakta; onları okumaktan, kitaptan, kütüphaneden, araştırma yapmaktan uzaklaştırmaktadır. Kitaplar aynı zamanda bir milletin fikir ve kültür birikimlerini sonraki nesillere taşır ve onlara ilim ve fikir dünyasının kapılarını açar. Kitapla yetişen nesiller başarılı olurlar. Düşünür Ovidius “Yetişen zekâları kitaplarla beslemeyen milletlerin sonu acıdır” diyor; o yüzden insanlarımıza özellikle gençlerimize kitap okuma alışkanlığı kazandırmalıyız. Yine düşünürlerden Gothe›nin “İnsanın bir şey öğrenebilmesi için her şeyden önce o şeyi sevmesi gerekir” sözündeki gerçeği dikkate alarak onlara okumayı sev3) Osmanlı Padişahları-Tertip Heyeti- Türkiye Gaz. Yay.- İst. 2006S.194-195 37 dirmenin yollarını aramalıyız. millî eğitim ve kültür bakanİnsanlarımızın, gençlerilarımız, valilerimiz, belediye mizin kitap okumasında anne başkanlarımız, insanlarımıve babalara, öğretmenlere, zın kitap okuma alışkanlığı devletin her kademedeki gökazanmasında öncülük etmeÇocukların kitap okuma revlilerine büyük görevler lidirler; kitap fuarlarına kaalışkanlığı kazanmalarında, anne düşmektedir. tılarak kitaplarla, yazarlarla ve babaların davranışlarının «Ağaç yaş iken eğilir.” buluşarak örnek olmalıdırlar. önemli ve belirleyici rolü Çocukların kitap okuma alışAyrıca ziyaret ettikleri il ve ilbulunmaktadır. Büyüklerinin kanlığı kazanmalarında, anne çelerde okullara da uğramalı, ellerinde kitap, dergi, gazete ve babaların davranışlarının öğrencilere kitap hediye edegören çocukların kitaba ve önemli ve belirleyici rolü burek onların kitap meraklarını okumaya ilgileri artar. lunmaktadır. Büyüklerinin artırmalıdırlar. ellerinde kitap, dergi, gazete Padişah IV. Mehmed, dügören çocukların kitaba ve ğün hediyesi olarak şehzadeokumaya ilgileri artar. Anne lerine kitap hediye ederken ve baba gerek evde gerek dıbizler niçin düğünlerde, bayşarıda çocukları için kitap ramlarda, yıl başlarında; anokumaya zaman ayırmalıdırneler, babalar, öğretmenler, lar. Aile içinde okuma saati belirlenip hemen her gün 20- sevgililer ve kadınlar günlerinde, okuma ve kitap haftala30 dakika kitap okunmalıdır. rında kitap hediye etmeyi düşünmüyoruz? Dışarıda da anne ve babalar, çocuklarını kitapevlerine, Hz. Ali efendimiz “Çocuklarınızın yarın söz sahibi olkütüphanelere, kitap fuarlarına götürüp gezdirmeli, yazar- masını istiyorsanız, daha bugünden onlara iyi kitaplar helarla buluşturup sohbet ettirmeli ve imzalı kitaplarını aldır- diye edin” demiştir. malıdırlar. İmzalı kitabı alan çocuk heyecanla ve hevesle Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül “Türkiye Okuyor” kitabı okur ve sevinir. Evlerimizde kitaplıklar kurulmalı, isimli kitap okuma kampanyası başlatmış ancak bu, ülke ancak kitaplar raflarda tozlanmak için değil, okunmak için genelinde yayılmamış, yetersiz kalmıştır. alınmalıdır. Trabzon valisi Nuri Okutan “20 dakika kitap oku” kamOkullarda da okuma saati konulmalı, öğretmenle bir- panyası ile kamu, özel iş yerlerinde ve okullarda bir çalışlikte kitap okunmalı, öğrenciler kitap okumaya teşvik ma başlatması, ne kadar özendirici ve sevindiricidir. Rize edilmelidir. Ayrıca öğretmenler de öğrencileri kitabevleri- valisi Kasım Esen il genelinde kitap okuma kampanyaları ne, kütüphanelere, kitap fuarlarına götürerek kitaplarla ve düzenlemiş, kitap okuyanlara ödüller vermiştir. Aydın’da yazarlarla buluşturmalı, kitabı sevdirmeye, bu sevgiyi de 2012 yılında valilik yapan vali Kerem Al başarılı personeokuma alışkanlığına dönüştürmelidirler. lini kitap hediye ederek kitap okumaya teşvik etmiştir. BitAvrupalı, Amerikalı, Rus ve Japon otobüste, trende, lis valisi Veysel Yurdakul “Yüz yazar yüz bin kitap” kamuçakta, vapurda velhasıl her yerde ve her fırsatta kitap panyasıyla kitapları ve yazarları insanlarla ve öğrencilerle okuyarak bilgilerini artırırken, bizlerde niçin böyle bir ki- buluşturmuştur. Siirt valisi Ahmet Aydın “Siirt okuyor” tap okuma alışkanlığı yok? kitap okuma kampanyası ile iki milyon kitapla insanları, Türkiye İstatistik Kurumuna göre Türkiye›de ihtiyaç gençleri buluşturmaya çalıştıklarını söylemiştir. Bazı il maddeleri sıralamasında kitap, 235. sırada yer almaktadır. ve ilçelerimizde kaymakamlarımız, okullarımız “bir kitap Ülkemizde kitap okuma oranı %5 iken, televizyon seyret- oku”, “her ay bir kitap okuyun”, “en çok ben kitap okume oranı %95’tir. Gün içerisinde insanlarımız ortalama 5 rum” gibi kampanyalar düzenlemiştir. saat televizyon seyrederlerken kitap okumaya yılda sadece Ayrıca devlet büyüklerimiz, gittikleri şehirlerde kütüp6 saat vakit ayırmaktadırlar. Japonya’da kişi başına düşen haneleri de ziyaret etmeli, kütüphane müdavimlerine kitap kitap sayısı 25, İsviçre’de 10, Fransa’da 7 iken Türkiye’de hediye ederek okumaya, kitaba, kütüphaneye karşı alâka her 6 kişiye bir kitap düşmektedir. uyandırmalıdırlar. Eğitim-Senin araştırmasına göre öğretmenlerin %8’i Kütüphaneler geçmişten geleceğe açılan kapılardır. Kühiç kitap okumuyor, %28’i ayda bir kitap okuyor, %39’u tüphane, Arapça “kütüp (kitaplar)” ve Farsça “hane (ev)” da bu konuda fikir beyan etmiyor. kelimelerinden meydana gelmiştir. İlk kütüphane Emevî Halk arasında “boş zamanlarımda kitap okurum” diye halifesi Muaviye zamanında kurulmuştur. Daha sonra bir söz vardır. Kitap okumak boş zaman işi değildir. Bilgi- Abbasî halifesi Me’mun, Bağdat’ta bir umumî kütüphane lenmek için kitaba zaman ayırarak okumalıyız. Kitap aklın kurmuştur. Endülüs Emevî hükümdarlarının Kurtuba’da ilâcıdır. Kitap okumayı su ve yemek gibi temel bir ihtiyaç kurduğu kütüphanelerde 400 000 cilt kitap bulunuyordu. hâline getirmeliyiz. Bu kütüphaneler daha sonra Avrupa’da ilim ve tekniğin Düşünür Gelius “Kitaplar sessiz öğretmenlerdir” di- gelişmesini sağlamıştır. yor. Bir ülkede ne kadar çok kitap okunursa o millet o kaOrta Asya’da ilk kütüphane, Uygurlar tarafından kuruldar çok başarılı ve güçlü olur. muştur. Gazneli Sultan Mahmud’un ve Sultan Mes’ud’un Başta cumhurbaşkanımız olmak üzere başbakanımız, kurduğu kütüphane bunların en önemlilerindendir. Melik- 38 şah ve veziri Nizam’ül Mülk’ün Bağdat ve Nişabur’daki kütüphaneleri zengin kitapları ve el yazması eserleri ile meşhurdur. Selçuklular döneminde başkent Merv’de cami içinde bulunan Aziziye ve Kemaliye kütüphanelerinin de önemli yeri vardır. Konya, Şam, Halep de kütüphaneleri ile ünlü idi. Moğol istilâsında bunlar tahribata uğramış veya yok olmuştur. Osmanlı padişahları, devlet büyükleri ve âlimler İstanbul’da, Rumeli’nde ve Anadolu’da birçok kütüphaneler kurmuşlardır. Osman Bey döneminde İznik›te, Lala Şahin Paşa tarafından da Bursa’da kütüphaneler kurulmuştur. Sultan II. Murad Edirne’de dört ayrı kütüphane kurmuştur. Fatih Sultan Mehmed, Fatih ve Eyüp Sultan Camii kütüphanelerini yaptırmıştır. Sadrazam Köprülü Fâzıl Ahmet Paşa tarafından İstanbul Eminönü’nde Köprülü Kütüphanesi kurulmuştur. Padişah III. Ahmed 1742 yılında Ayasofya ve Nurosmaniye kütüphanelerini yaptırmış, II. Abdülhamid de Yıldız Sarayında aynı adla anılan kütüphaneyi kurdurmuştur. Ayrıca 1884 tarihinde kurulan Kütüphane-i Osmaniye günümüzde Bayezid Kütüphanesi adıyla hizmet vermeye devam etmektedir. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde kütüphanedeki kitaplar vakıf statüsüne getirilmiş ve korunmuştur. Kütüphaneler sadece kitapların muhafaza edildiği yerler değildir. Kütüphaneler de okullar kadar önemlidir. İlim, eğitim ve bilginin kazanıldığı mekânlardır. Kitapsız bir ev ruhsuz bir vücuttur. Evimizde kitaplıklar bir dekor, aksesuar olmaktan çıkarılmalıdır. Victor Hugo “Kitaplık kurmak, ibadethane kurmak kadar kutsaldır” demektedir. Kitap ve kütüphane ne kadar çok insana ulaşır, ne kadar çok insan kitaplarla buluşursa, okuyan sayısı o derece artacaktır. Kütüphanenin ürünü, kitap; sermayesi ise halktır. Antalya Belediye Başkanı Mustafa Akaydın, vatandaşlara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için “halk duraklarda beklerken kitap okusun, evine götürsün” diye klimalı duraklara kitap rafları yerleştirmiş ve Antalya’da “Kitaplar dolaşıyor” projesini başlatmıştır. Keza Çankırı Belediye Başkanı İrfan Dinç, satın aldığı 375 kişilik yolcu uçağını, restore ettirerek kütüphaneye çevirmiş, gemi ve tren kütüphanelerinin de inşaatını başlatmış, farklı kütüphanelerle Çankırı’da okuma oranını artırmayı hedeflemiştir. Yine Çankırı Valiliğinin desteğiyle Türk Dil ve Edebiyat Derneği tarafından köy okullarına kütüphane kurulması için Çankırı valiliği girişine “kitap kumbarası“ konmuş, toplanan kitaplar köy okullarının kütüphanelerine verilmiştir. Ayrıca Türk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi, “Bir kitap oku, bir tişört kazan” kampanyası düzenleyerek, insanları kütüphanelere yöneltmek için çok güzel bir çalışma başlatmıştır. Her iki belediye başkanımız, valimiz ve dernek yetkililerimiz, insanlarımıza farklı kütüphane hizmetleri sunarak, örnek birer faaliyet ortaya koymuşlardır. Diğer illerde de buna benzer çalışmaların olması temenni edilir. Avrupa’daki birçok devletin en ufak semtlerinde dahi küçük okuma odaları kurulmuş, hizmet halkın ayağına götürülmüştür. Yine Avrupa ve Amerika da kütüphanelerde dekor, tefriş, görüntü, iç mimarî estetik yönlerinden çeki- ci, ferah, aydınlık, çiçek ve bitkilerle dolu, huzur ve kitap okuma zevk ve isteği verecek düzenlemeler yapılmıştır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde gezici kütüphaneler hizmet vermişlerdir. Şu an ülkemizde muhtelif illerde 67 gezici kütüphane bulunmaktadır. Ülkemizde 1434 kütüphaneye karşılık 600 bine yakın kahvehane (kıraathane) vardır. Kıraathaneler esasında okuldur, kitaphanedir, eğitimhanedir; buluşma ve tartışma yerleridir, ilim yuvalarıdır. Kıraatın sözlük anlamı okumaktır. Doğuda kıraathane dendiğinde, kitapların okunduğu yer anlaşılmaktadır. İlk kıraathane İstanbul’da 1554-1555 tarihlerinde Halep ve Şam’dan gelen iki kişi tarafından kurulmuştur. Kahvehanelerde aydınlar, edipler, şairler, halktan kişiler toplanırlar, sohbet ederler, tartışırlar, şiir okurlar; dinleyenler de faydalanırlardı. Bazı kahvehanelere eğitici ve öğretici faaliyetlerinden dolayı “mektep-i irfan” dendiği bile olurmuş. Buraların müdavimleri, zamanlarını lüzumsuz şeylerle değil, faydalı olabilecek meşguliyetlerle geçirirlerdi. Bugün de ülkemizdeki kafe ve kahvehanelere kütüphaneler yapılmalı, insanlarımız kitaplarla buluşturulmalı, onların kitap okuma alışkanlığı kazanmalarına yardımcı olunmalıdır. Ülkemizde başta çocuk ve semt kütüphaneleri ile gezici kütüphaneleri, olmak üzere bütün il, ilçe, köy ve üniversite kütüphaneleri zenginleştirilerek sayıları artırılmalıdır. 4+1 210 m2 Süper Lüks Korkmazlar Prestij... Hem bugün hem de gelecek için, yaşam alanları tasarlıyoruz... Pervane Mahallesi’ndeki değişimin başlangıç noktası Korkmazlar Prestijle hayatınızdaki yeniliklerin heyecanını bizimle yaşamanız adına 4+1, 210 m2’lik süper lüx daireleriyle hayalinizdeki evi gerçeğe dönüştürüyoruz. Serçeönü Mah. Ahi Evran Cd. Bahçecioğlu İş Merkezi Kat: 3/308 Kocasinan Kayseri Tel: +90 352 221 23 20 pbx • Fax: +90 352 232 8087 • info@korkmazlarinsaat.com.tr www.korkmazlarinsaat.com.tr