Sophia perennis
Transkript
Sophia perennis
Sophia perennis hikmet-i Halide/ezeli hikmet 3 KIL- TÜY VE FELSEFE 1 NİETZCHEnin bolca kıllı yüzünün olduğu fotoğrafına battığımda ne yalan söyleyeyim felsefeden ürkmüştüm. Felsefeye bulaşmaktan akıl sağılığım adına endişe duymuştum. Nietzchenin çok daha başka fotoları da vardı. Ama nedense hep tercih edilen yüzünü kocaman bıyığının kapladığı fotoğraftı.. Bu imaj düşünce adamlarının özellikle felsefeci bilenen insanların dağınık ve derbeder olduğu yolundaki yargının uzantısı idi. İmajlarla oluşturan bir gerçeklik algısı kestirmeden düşünce adamı olmanın yolunu da göstermiş oluyordu. İmajinal olanın kolaylığı ile hakikati elde etme çabasının zorluğu kimi kere insanları imajinal olandan yana tercih kullanmaya itiyordu. Kimi uyanıklar için hiçbir düşünsel çaba göstermeden düşünce adamı bilinmenin yolu bu imajinal gerçeklik algısından istifade etmekti. Her erkekte bulunan kıl ve tüy bu işte önemli bir enstürmandı.. Bir ara, adı büyük bir üniversitede felsefe bölümü öğrencilerinin sabah okula giderken gözlerine sabun falan sürerek kızarmış gözlerle sabaha kadar düşünce çilesi çekip tartıştıkları izlenimini verme çabalarıı duyunca çok şaşırmıştım..Var mıydı gerçekten böyle bir şey..? Benim bildiğim geçmişte yaşamış düşünce adamlarının fikirleriyle öne çıktıklarıdır. Bu yüzden ciddi anlamda düşünsel çaba içinde olanlar, filozofları pespaye duruşlarıyla değil, fikirleriyle hatırlamaktadırlar. Bize pespaye görünen duruşları olsa bile onun altında derin bir felsefi anlayış bulunmaktadır. Dünyaya değer vermeme tavrı bir felsefi duruşun uzantısıdır. İmajların dünyasından hakikatin dünyasına geçmek bilgeliği sevmenin ön koşuludur. Bu yüzden biz felsefi düşüncelere ve akıl yürütme yöntemlerine değer verip dikkat etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki büyük filozoflar gerçek hayatta çok tertipli ve düzenli yaşayan insanlardı. Bir çok örnek verilebilir bu konuda... Felsefe Öğrencisinin Yapması Gereken kısa ve kestirme yolu değil (kafadaki felsefe imajını besleyecek şekilde bir imaj yaratmak gibi) uzun ve meşakkatli olan yolu tercih etmesidir. Değilse bir düşünce adamı olmaktan çok bir showmen olabilir ancak. Bu imaj yaratma bir yerde sona erebilir. İnsanlar imaj ile bir yere kadar idare edilebilir ama sıkı bir fikir işçisi tarafından balon patlayabilir. En trajik olan yanı da imajinal olanın hakiki sanılmasıdır. İnsanan kendini aldatması ne acıdır oysa. İnsanın kendini kandırması ne acıdır. ne olacak halim?.. ŞİRİVAN KAYA Doğduğum ilk günden beri birileri beni bir tarafa aslında kendine doğru çekerek kendilerinin oluşturduğu , tasarladığı kalıpların içine sorkmaya çalıştılar ve hala çalışıyorlar. Sanırım bu çaba ömrüm olduğu sürece devam da edecek. Doğduğumda annem beni kendisi gibi, ya da kendine göre doğru bildiği (hiçbir kötü niyet beslemeden) şekilde yetiştirmeye çalıştı. Fakat birileri ''kız çocuğu şöyle olmalı, böyle olmamalı '' diye kendilerinin belirlediği sınırlar içerisine hapsetmeye çalıştılar farkında olarak veya olmayarak. Derken okul başladı bu kez öğretmenimin belirlemiş olduğu kalıplara girmeye başladık. Ana dilde (Zazaca, Kürtçe ve sokakta veya evde konuştuğumuz Diyarbakır ağzıyla) konuşmak yasak. Ki o güne kadar bir tek kelime bile Türkçe konuşmamiş olan arkadaşlarım dahi vardı. Ben şanslıydım çünkü annem beni "gerçek bir kız çocuğu kaba konuşmaz/konuşmamalı" mantığıyla büyütmüş; hem Türkçeyi hem de Kürtçeyi tam ve düzgün öğretmişti. Gaziantepli olan ilkokul öğretmenim (ilk önce sevmeme rağmen) sınıfımızın gözbebeği olan arkadaşımız Sinem'i Kürtçe şarkı söylemek isteyince azarladığı an gözümde "ÖCÜ"haline gelmişti. Fakat çok geçmeden onun yerini nereli olduğunu bilmediğim lakin"hangi dille konuşursan konuş önce insan olmayı, adam gibi adam olmayı, herkese aynı perspektifle bakmayı önemseyen ve sadece bizi gerçek anlamda eğitmekle ilgilenen bir öğretmen almıştı. Öğretmenlerin tümüne yüklemiş olduğum "öcü" rolü bu defa başka insanlara yüklenmişti. Bu yeni öğretmenim artık ailemden biri olmuştu. Beni yargılamıyor belli bir kalıba sokmaya çalışmıyor neyi yapıp ne yapmamız gerektiğini anlatıyordu. Yedi yaşında başladığım yolculuğun ilk kademesi olan ilkokul bitmişti. Gerçekten de belli kalıpların etkisi vardı üzerimde ama herşeyden biraz her düşünceden bir parça ...On dört on beş yaşlarındaydım ve daha düşünemediğimi yeni yeni anladığım bir dönemdeydim. Liseye başlamiştim ve bu kez birden fazla kalıp aynı anda bir kerede gelmeye başlamıştı. Bir yanda zengin muhitte olmanın verdiği (az veya çok olduğunu bilmesem de) özenti, bir yanda en hafif sayılabilecekten en ağıra kadar olan nikotin alışkanlıkları, bir yanda ise belli insanlardan oluşan cemaatler, topluluklar ve gruplar… herkes bir tarafa çekmeye çalışıyordu. Hemen hemen (nikotin dışında) bütün yönlerde en az bir olayım vardır ve en az bir serüven yaşamışımdır. İşin garibi hiç birinde sabit kalamadım ve o demir, o sınırlı kalıba giremedim Çünkü her kalıpta yanlış giden bir şeyler oldu ya da en azından bana doğru gözükmediği halde doğru diye kabul ettirmek isteyen , sorgulanmama zorunluluğu getirilen konu veya olaylar oldu. Farz-ı muhal ''din kardeşliği'' dendi fakat '' o bizim cemaatten değil , onunla görüşme'' cümlesi ardından geldi… ki o kişiyle de aynı camiiyi aynı seccadeyi paylaşıyorduk. Bir diğeri eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik gibi(özellikle o dönemde ) önemli ve en can alıcı şah damarımız kadar hasas diyebileceğimiz konulardan, temalardan bahsediyordu ama gelin görün ki böyle nutuk atan 1 askerin ölümü adam birkaç saniye içinde kendi ırkından olmadığı için başkasının infaz kararını alabilen bir cellada dönüşebiliyordu. Madem ki eşit bir toplum istiyorduk neden önce biz eşit davranmıyorduk? O gün bu soruları kendime sormuyordum belli birgruba dahil olmak istiyordum ve kim ne isterse onu yapmaya çalışıyordum ta ki (tek tük de olsa) bazı insanlar hayatımıza girmeye başlayıncaya kadar onlarla beraber soru sormaya başladık. Anladık ki gruba dahil olmak pek de önemli değil önemli olan doğru yolu bulmayı başarmak. Doğduğum ilk günden beri kalıba bırakılmaya çalışılan bir kız çocuğuyum ben. Değişen bir çok şey gördüm ,geri dönmeyen ,sönen lakin değişmeyen bir tek şey varki o da hala hiç hız kesmeden kalıplaştırma , at gözlüğüyle baktırma çabası etrafa. Şu an tüm bu olanlar için ne mi düşünüyorum? ''- Hiç''.Sadece soruyorum kendi kendime ''NE OLACAK HALİM''diye. Asla bitmeyen bu öykü her gelen için farklı yerden başlasa bile, aynı sıra ve aynı düzenle devam edecek galiba… mustafa karaosmanoğlu bugün hava kirli avucumda bir dolu ter sesim savruluyor içime doğru sesimde yer yer bir anlam yırtılıyor bir horoz göğün penceresinde nasıl yırtılıyorsa öyle yaşamak gibi ne varsa içimde içimde yoruluyor ellerim sıkışıyor anne ellerim pimde bugün hava kirli günlerden ayaz gözümü kırptığımda yüreğim sıkışıyor hayata sıkışıyorum biraz öyle senden uzakta anne burada tam yakınımda vakitsiz bir ölüm bakıyor bana kurulmuş bir zemberek gibi gözleri beni dikizleyen kirli bir ölüm yok sadece hasret değil beni öyle yakan mutsuz bir hayal değil yedeğimdeki dikenli teller gibi içimi yırta yırta bana öyle bakan düşmanım değil zamanın o buruşmuş yüzü pimi çekilmiş bir bomba ellerimdeki onmaz bir heves yaşlanıyor içimde apansız yavaşlıyor yaşamak anne kanım çekiliyor içime doğru güneş öyle tepemde güneş öyle soğuk ki gölgesi donuyor sevdiklerimin içimde bir boşluk büyüyor ölüme icbar edilmiş sonsuz içimde öylesine bir boşluk ve öylesine ucube biçimde baştan aşağı korku oluyorum tepeden tırnağa terim kelebekler anne rüzgarda savrulan o kelebekler var ya birazdan onlar gibi bende hem onlardan çok uzak hem onlarla birlikte bilmediğim bir ölüme gideceğim düşman içinizde diyorlar bize bunun ne olduğunu kimse bilmiyor ama herkes umulmadık şeyler söylüyor anne öteki ilan ettiğine mesela geçen gün unvanı yüksek biri yüzümüzü inceledi bir bir bunun hukukta bir yeri var diyerek eğilip içimize baktı kalbimizi karıştırdı elindeki değnekle göremedi hiçbir şey ama içimizde derin bir acaba bıraktı Hayat ve Ütopya Elif Öz zamandan sonra kafamda biriken şeylerin önü alınamaz hale geldi, gün geçtikçe bir çığ gibi büyüdü, ruhumu, benliğimi, anlamlı ve anlamsız bütün duygularımı avuçlarında daha sıkı sarmalamaya başladı. Bir süre sonra pervasız çırpınışlarımın, feryatsız figanlarımın beyhude olduğunu, bundan kurtulmanın imkânsız olduğuna inanmaya başladım, bunu Hayat bir koşuşturmadır. Alelacele koşuştururken birbirimize bir şeyler söylemeye çalışan tuhaf insanlar ütopyasıdır… Hayat ve insan… her iki düşünceler, kelimenin gayretli altında hissedişler, uzun samimi endişeler yattığını biliyorum, bir savaştır gidiyor işte… Kendi kendime mırıldansam, dudaklarımdan yine o büyülü, kristal yapılı kelimelerin susuyorum döküleceğini biliyorum çünkü suskunluklar içe dönük konuşmalardır. fark dinliyorum,kalbimi dinliyorum,ikisi gökle ama yeryüzü arasına ediyorum.,aklımı sıkışmış arasında göğsüm kalıveriyor,nefessiz soluk soluğa,sonra aklımdan geçenler kalbimden geçenleri boğuyor,içten içe bir hesaplaşma,ama nafile… Bütün bunların ne zaman başladığını tam olarak bilmiyorum, konuştuğum birçok şeyi iş olsun diye konuşuyorum. Başka yerlerdeyim, aslında çok yüksekten düşmüş bir kristal gibiyim, iyi değilim, ama yaşanan bazı olaylar, şimdi bedensiz acılarıma, mutluluğuma ve nihayetinde duygularıma bir vücut oldu, daha güçlendirdi. Bir 1 düşünmek, bu haliyle, çırılçıplak hissetmek bütün gücümü tüketiyordu. Yaşam artık, nehirde sürüklenen bir yaprak misali, iradesizce beni önüne katıp sürüklerken, sonumu bekleyip görmekten başka yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Belki de ben göremiyordum ya da beynimin reel süzgeçleri bir bir tıkanmıştı. İnsan bazen gerçeklikle hayalin ayırtına varamıyor öyle ki kafamda bazen o kadar adı konulmamış şeyler geziniyor ki, bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal fark edemiyorum, hepsiyle tek tek konuşuyorum, kavga ediyorum, bazılarına içtenlikle saldırıyorum, kiminden kaçıyorum kaçabildiğim en uzak mesafelere, bazısına yabancılaşıyorum ama nafile hepsiyle bilmediğim daha önce hiç geçmediğim bir kavşakta karşı karşıya geliyorum. Kimi üzeri kabuk bağlamış yaralar gibi… üzerinden iyileşmeye yüz zamanın suları tutmuş yaralar akmış, gibi, dayanamıyorum kabuğu tırnağımla kaşımaya başlıyorum, kopartıyorum tatlı bir acı veriyor ve yara yeniden açılıyor, yeniden kanıyor… Bir tek cümleye tutunarak yaşam nehrinde kürek sallanamayacağını, mesafe alınamayacağını En çok kime inanmak istediysem en az ona anlıyorum, cümlemi besliyorum inandığımı sonra aç kanıksadım,tatlı bir hüzün çocukları besler gibi, sevgi veriyorum, hoş görü kaplayıverdi ruhumu,anlamadım ki hayatın en veriyorum, yürekli ve cesur olmayı veriyorum ve keskin,en zehirli okları en korunmasız anda büyüyor… Bazen bir insana hiç söylenmemesi yüreğime gereken şeyleri söyleyivermek, hiç bulunmamam tükeniyordu…Geleceğim bedenimi oluk oluk terk gereken yerlere zamansızca damlayıvermek, ediyordu….Bir evden çıkmamam gereken vakitlerde sokağa atılı endişe,zaman geçmek bilmiyordu,sanki akrep ve vermek, insanların yelkovan uyuşturucu almışlarda saat kadranının burnunun dibinde bitivermek gibi hayatımı ortasında kendinden geçmiş gibiydiler. Bende kargaşaya düşürebilecek kadar trajik ve bir o kendimden kadarda komik maharetliyim sanırım… Aslında vecd haliydi benimkisi,şeytanın kabile fısıldadığı belirsiz dünyanın belirsizce atılan adımları mı ve insanın ruhunu kirleten,karanlık kelimeleri desem, bilmem ki, ama şunu iyi bilirim ki beynimden belirsizlikler büyüdükçe cehennemleşir,sanırım doğrunun her insan kendi cehennemine odunlarını kendi zorluklarını göze almalıydım sonra avuçlarımda elleriyle taşır… sonra beynimin en ücra, en derin, ki gerçeklerin,sımsıkı kavranmış gerçeklerin en girift kıvrımlarından bir sayha yükseliveriyor eriyip bir topraklara yaklaşmamam kartal ÖLÜMDÜR” gibi,“İNSAN deyip gereken ÇOKÇA yüzden başladı ve geçmekteydim,büyülü,mistik uzaklaştırma gerçekliğini parmaklarımın doğru çabasındaydım ve onu bir ve taşımanın arasından nasılda bir kirletilmiş feda eylemleri yaptıklarını fark ettim…kelimelere tutunacak sessizliğimi tuz buz ediyor. Fırtınadan sonra gücümü yitirmiştim sanki,her kelime kahrolası yatışmış halim selim bir deniz oluveriyor bir anıyla birlikte dikiliveriyordu karşıma,kendi zihnim,sonra o sade ve sakin olan denize sokaklarımdan kalma hırçın ve asi öfkelerim dalıyorum en derinlerden bir yerlerde midye ayaklanıyordu beynimin her sığınağında ve her kabuğunda mevziinde ama kimse anlamıyordu bunu…. için,vurgun bir avuç yiyiyorum katılığında sıkıntı bu olan ki buz HAYAT,BİR saplanmışta,gücüm sevgi çıkarmak sonra ve Dünya gözlerinde kırmızı giymiş, ciğerlerim parçalanıyor; önemli değil yüreğim şehvetli bir kadına dönüşüveriyordu. Alımlı atıyor, tekrar denemeliydim çünkü hazinem şeytan, orada yatıyordu…. Kendi kendime hayaller yapıyordu kursam….insansız bir hayal mümkün değil kimilerinin ve kabil’e fısıldadığını fısıldıyordu, en ki,susmak, susmak diyor içim, en iyisi sükunetin sinsi, en yoğun, en hileli haliyle, şimdi her şey olgun ve dolgun iklimin de teneffüs ederek sona erecek, acıların bitecek diyordu… Zavallı beklemek diyor… kölelerine… İnsan garip bir varlık… İçimden yanı başlarında bazılarına, oturmuş saçlarını annelik okşuyordu Sonra diyorum yaşamak için kendimi bunlara okkalı bir küfür sallamak geldi ama anlatabilmem gerekiyor, doğru ve anlaşılabilecek yapamadım, ağladım, kızıyordum her şeye, birde şekilde, bazen diyorum kendimi mi anlatamadım gözyaşlarıma… Ve sonra anlıyordum her şeyi… dünyaya? Yada dünyayı mı anlayamadım, ne ağır Bugün neyi önemsiyorsam, geleceğimin inşa bir çelişki…“Ey tuğlalarının bunlar olduğunu, en çok yalnız Rabbim,göğsümü aç, genişlet, işimi kolaylaştır kaldığım yerlerin, çokça ruhsuz bedenlerin ,dilimde bulunan düğümü çöz de anlasınlar beni.” yaşadığı sancı bu,ne yaman bir kalabalık yerler olduğunu… Ve sözlerimin yankısız kalışını, bunun bir çaresizlik olduğunu,kendini olduğunu geç anladım, dudaklarımdan dökülen gettolarına kapatıp,özgürlüğü bu beton küpler kristal yapılı, tekerrür cümlelerin çokluğunu içinde sıklığını, bu yüzden çok yaşadığımı fark ettim, olduğunu,kapalı durmakta ısrar eden pencereleri ama hep ürettim, dudaklarım kalbimden taşan artık duvardan saymak gerektiğini,üzerinden cümleleri haykırıyordu ve biliyordum ki tekerrür atlamayı denemediğin engelin seni çepeçevre ayrıntılara kadar yayılmışsa artık yaşamıyordum mahkum ettiğini ve kendi üzerinden atlayıp ve geçebilmen gerektiğini, gül yürekli bir bülbüle duyduklarımın,gördüklerimin canımı dogmatik aramanın kadar sevdalanıp hissettirdiğini,ya ya avucunun içinde tutmanın sonra yaşıyor mu diye çok bakıp,görmek isteyişinin, büyük bir endişe ve korunmasız,çırılçıplak cesaretsizlik içinde kaçacak diye avuçlarını olduğumu yüzüme bir şamar gibi çarpacağını sımsıkı tutmanın, öldürmek olduğunu, sevmenin biliyordum. En az koruduğum şeyin en çok ve sevginin bu kadar hassas ve kırılgan oluşunu, sevdiğim şey olmadığını anladım,paylaşılmayan yaşamanın, sevginin, sevilmenin basit olduğunu, bir mutluluğun,damarlarında kan gibi akan onu insanın kendisinin karmaşıklaştırdığını, heyecanın nasılda bir zehire dönüverdiğini kaotikleştirdiğini anladım ve ruhları çokça üşüyenlerin bunlar yaşanamayacağını, ama tek ve kuru bir sevgi olduğunu,buz gibi soğuk kalplerinden,sıcak söz gerçeğiyle çıkaramayacaklarını okunabileceğini, etrafta konacak bir dal yoksa, görmediklerimin canımı sıkacağına,zırhsız fırtınaların anladım,içimde uğultusunun duyulmadığını,içten yaşlarının gözlerden daha içe selinde çoğu ağlayanların okunabileceğini,içindeki olduğunu,özene bezene yalanın,sade,yalın,cazibesiz etmekte bir hayat çok yalana meydan göz olmayacağını ve eğer ruhun kafese doğru kuş ayrılmasının yalanla ruhun uçacaksa bedeninden dolusu olmanın hiçbir özgürlük kıymetinin derinliklerinden olmadığını, insanın en çok kendi ütopyasını kıvılcım,karanlık inşasıyla meşgul olduğunu ve en çokta bu ütopik köşelerinde enkazın altında can verdiğini veya bazen yanılsama kendinde boğulduğunu, eğer acılar kalpleri kuytu ışıldamıyorsa,insanın ve misali,yakalayıp kez boğulduğunu,acıların değil,gözlerin yüreğinin kopan kelebek anlamsız sıkması,zırhımda farkında olmadığım bir zayıflığı duymadıklarım bir ne heyulaların bir süslenmiş bir gerçeği zorlanmayacağını,yerinde bir katılaştırmışsa, hayatın nehri olan zamanın alt akışkanlığının durmayı kutsayarak adım atmayı düşünmenin beyhude azaldığını ve kaybetmekten duyduğumuz korkularımızın, asıl kazanmakta geciktiklerimiz olduğunu anladım….. GELENEK ÜZERİNE BİR OKUMA DENEMESİ “Geçmişle Gelecek Arasında Gelenek” Dr. Sıtkı Karadeniz “Gelenek ölülerin canlı inancıdır; gelenekçilik ise canlıların ölü inancı…” Jaroslav Pelikan ÖZET Gelenek kavramı, birçok sosyal bilim kavramı gibi oldukça muğlâk bir anlama sahiptir. Bu, büyük ölçüde modern zamanların bilim anlayışından kaynaklanmaktadır. Ancak bizatihi kendisi de modern bir kavram olan geleneğe, her iki taraftan da sağlıklı bir yaklaşımın olduğu söylenemez. Bir tarafta, modernitenin, kendini inşa ameliyesini gelenek üzerinden gerçekleştirmeye çalışması ve kendini “geleneksel olmayan” olarak takdim etmesi söz konusu iken; diğer yanda, “geçmişi bugünde yaşatma kaygısında olan ve geleneği, tarihin bir “an”ında sabitleyerek onu muhafazaya çabalayan gelenekçilik” bulunmaktadır. Her iki yaklaşım da, geleneği kendi mecrasının dışına çıkarma çabası içerisinde bulunmakta; ya da zımnen böyle bir işlev görmektedirler. Buna rağmen ikisinin de birer değer veya yapı olmalarının ötesinde birer “zihniyet şeması” oldukları, ya da bilinç kategorilerini ifade ettikleri kabul edilmelidir. Ancak gelenek, bu “iki düşman kardeş”in savaşının ortasında kalmasına rağmen hala varlığını sürdürmektedir. Anahtar kelimeler: Gelenek, modern, gelenekçilik, geleneksellik, muhafazakârlık. Giriş Yerine Modern bilim, modernitenin hediye ettiği kavramları, modern öncesi (geleneksel dönemler denilmektedir ekseriyetle) dönemlerden tevarüsle, “efradını cami, ağyarını mâni” bir biçimde tanımlama alışkanlığını sürdürmekte; ancak ele aldığı her kavramı bir “heyula”ya benzeterek, uğraşanı, anlam ve kafa karışıklığının ortasında bırakmaktadır. Bu, özellikle ve çoğunlukla sosyal bilimler için daha çok geçerlidir. Herhangi bir kavram hakkında konuşmak için, evvela kavramın etrafındaki “belirsizlik halesi”ni aşmak gerekmektedir. Ancak sahip olduğumuz enstrümanlarla, bu bulanık haleyi aşmak pek de mümkün görünmemektedir. Modern bilim geleneğinin içerisinde kalındığı takdirde, doğa bilimlerinden beklenen, “mutlak sonuçlar” elde etmekle sorumlu tutulacak ve ortak bir tanımlama esas alınmak durumunda kalınacaktır. Ancak herhangi bir tanımlama ve teşebbüs, modern bilim paradigmalarını aştığında ise, yerel bilim, postmodern gibi, modern ve fakat menfi nitelikler yüklenen tanımlamalara maruz bırakılacaktır. Sonuçta söyleneceklerin, söylenenler içerisinde bir kalabalık oluşturmanın veya haleyi genişletmenin ötesine geçmeme ihtimali ise, her zaman için mahfuzdur. Peki, bu durumda, böyle bir ameliyeye, modern bilimin de imkânları ve bulgularını da kullanarak bir kavramsal iz sürmeye girişmenin meşruiyetinin veya mantığının temeli ne olabilir? Şüphesiz, temel saik, Aristocu anlamda “insan” oluşumuzun, yani ilk insandan bugüne dek “muhteva”sını bütün insanların oluşturduğu ve fakat hep aynı kalan “insan formu”nun, ya da daha keskin anlamıyla ve büyük harfle İnsan’ın, uhdesinde hikmetin nüvesini taşıyarak ve bunu nesilden nesile aktararak insanlık şuurunun bir gereği olarak, herhangi bir konuda olduğu gibi bu konuda da dert edilenin, duyulan rahatsızlığın bir dışavurumu şeklinde, kapısına dayanan konuyla da cebelleşmekten kendini alıkoyamayışıdır. Bu ameliye, ne yapsanız peşinizi bırakmayan ontolojik kaygının bir sonucudur. Çünkü insan, “verili olan”la iktifa etmeyen, “ufuk çizgisi”nin ötesini aşmaya teşne varlıktır. “İnsan, felsefe yapan varlıktır” tabiri de buradan doğmuş olmalıdır. Postmodern felsefeye müşteri çoğaltmak ya da bu felsefenin argümanlarını kullanarak modern bilime yüklenme niyetinde değilim. Ancak amacım, Batı felsefesinin, Antikitelerden bu yana, kendini salt zihinsel bir performansa adayarak, philosophia perennis’in, yani hikmet diyebileceğimiz bir menzilin rayından bile isteye kendini kaydırmış olarak mutlak hakikate varma şansını kaybetmiş bulunduğunu anlamaya çalışmaktır. Postmodern bir tabirle, bu ufuk, daha o günden “(en) büyük anlatı”sını kaybetmiştir. Tam da onu kaybettiğinden olmalı ki, o anlatıyı yeryüzünde tesis ederek huzura ereceğini tasavvur etmiştir. Ve “tarihin sonu” gibi, “medeniyet” gibi, “demokrasi” gibi değer ve iddiaların, biraz da bu zaviyeden değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Yeryüzünün sırlarına bu paradigmadan hareketle ve bu paradigma içerisinde vakıf olma değil, sahip olmaya çalışmak, kaderini yazmanın önkoşulu olarak ve ister istemez, bu çabayı katı sınırlandırmalara maruz bırakacaktır. Ancak bu sınırlandırmalar, kesret-vahdet birlikteliğinin, yani Geleneğin dairesindeki “bütün geleneklerin tek bir Geleneğin bir süreği, bir izdüşümü veya bir mücessem hali” tasavvurunun muadili değildir. Bu nedenle, “bir”e varmaya çalıştıkça “çok”almaktadır ve bu “çokluk”, hangi alan olursa olsun, bulanık, belirsiz, kimliksiz, herkesin her şekilde eklemlenebileceği ve fakat bir diğeriyle neredeyse örtüşecek müşterek bulamadığı bir “teşviş” halini doğurmaktan öteye gidememektedir. Hülasa, modern bilimsel ameliye, her ne kadar “form” olarak “geleneğin” izinden gidiyor gibi gözükse de, “muhteva” olarak ele aldığı her kavram veya konuyu atomlarına ayırırcasına parçalamakta ve fakat bir üst merhalede birleştirmeyi beceremeyerek bu “teşviş” halini derinleştirmektedir. Aynı durumun, bizzat “gelenek” için de geçerli olduğunu teslim edelim. Özellikle sosyal bilimlerde, herkesin gelenekten anladığı, farklı şeyler olmaktadır. Bu, eğer biz, geleneği bir bütünlük olarak anlayacaksak, bir anlamda, kavramın henüz gelenekselleşemediğini göstermektedir. Nedir gelenek? Ya da gelenek denildiğinde anlaşılan hep aynı şey midir? Her ne ise bu gelenek, nasıl meydana gelir? Onu meydana getiren unsurlar nelerdir? Gelenekler ne zaman ölür? Onları yeniden diriltmenin imkânı var mıdır? … Bu ve benzer sorular, gelenek denince akla ilk gelen sorular olmaktadır. Bu sebeple biz de bu yazıda, yukarıdaki soru(n)ları zihnimizin bir köşesinde tutarak evvela, gelenek kavramına biçilen anlamları, kavramın hangi sosyal ve bilimsel vasata doğduğunu ve icra ettiği fonksiyon, etrafında hangi (paradigmal ya da ideolojik) konumlanmalardan hangi tartışmaların yürütüldüğünü anlamaya çalışacağız. Sonra, “geleneksellik-gelenekçilik” ayırımını tartışmaya açacağız. Ama öncelikle, bu “hâle-i teşviş”e bir giriş denemesinde bulunmakta fayda ummaktayız. Tabi bu belirsizliği aşma çabası da gütmeden. Gelenek mi Gelenekler mi? Gelenek ile bir ilişki söz konusu edilecekse, evvela gelenekten ne anlaşıldığının veya hangi gelenekten söz edildiğinin ortaya konulması gerekmektedir. Zira gelenek, İlahi bir bağa, onun mücessem hali din ile özdeş görüldüğü gibi, geçmişten gelen ve fakat profan birtakım davranış veya tarzların ifadelendirilmesinde de kullanılmaktadır. Mustafa Armağan’ın dediği gibi, “onu Gelenek (Tradition) şeklinde, ezelî ve ebedî bilgelik, bir philosophia perennis yahut da hikmet-i hâlide olarak mı anlamak gerekiyor? Bu bilgeliğin ete kemiğe bürünmüş organizasyonları mı anlaşılmalıdır? Sosyolojik düzeyde görenek (custom) olarak nitelendirdiğimiz bir sosyal davranış manzumesini mi anlıyoruz gelenekten?” (Armağan, 1997: 63-64). Girişte de belirttiğimiz gibi, bu geniş kullanım alanı, hem zengin bir literatür oluşturmaktadır, hem de kavramın anlam dünyasını olabildiğince flulaştırmaktadır. Büyük harfle başlayan ve İslam dünyasında Seyyid Hüseyin Nasr tarafından temsil edilen anlayışa göre Gelenek, “en evrensel anlamda, insanı İlahi olana bağlayan ilkeleri, yani dini içerdiği düşünülebilir, öte yandan ve başka bir açıdan din, esas anlamıyla Gök’ten indirilen ve insanı Kaynağına bağlayan ilkeler olarak düşünülebilir. Bu durumda gelenek daha sınırlı bir anlamda bu ilkelerin uygulanması şeklinde görülebilir… Gelenek, çekip çıkartılamaz bir biçimde dine ve vahye, kutsallığa, ortodoksi kavramına, otoriteye, sürekliliğe ve zahirî ve batinî hakikatin düzenli bir biçimde aktarılmasına bağlıdır. Gelenek, Batı düşüncesindeki sophia perennis, Hindulardaki sanatana darma ve Müslümanlardaki hikmet-i halide, yani ebedi bilgelik kavramlarıyla çok yakından ilişkilidir” (Nasr’dan aktaran Armağan, 1992: 12). Ancak Armağan’a göre, “din, insanı Kaynağına, yani Allah’a bağlayan daha asli ve sahih bir bağ” olduğu için, bu Gelenek, din ile özdeş kabul edilemez. Guénon ya da onun izleyicilerinin (mesela Nasr’ın) kavramsallaştırdığı “Gelenek”1; “tekil” bir gelenek tasavvuru ortaya koymakta ve geleneği daha çok “metafizik” bir çerçevede ele almaktadır. Bu özelliği dolayısıyla, onu, sosyolojik bir tahlilden ziyade felsefi bir Burada “büyük harf” iki anlama işaret eder; birincisi, “tek” bir geleneğin varlığına, yani gelenek deyince anlaşılması gerekenin bu olduğuna inandırılmak amacına matuf anlamı. İkincisi ise, başka geleneklerin varlığı kabul edilmekle birlikte, “değişmeyen, ezeli ve ebedi” tek geleneğin bu olduğu. Guénon’un ifadesiyle “hiçbir şey özü itibariyle değişmiyor, değişen şekillerdir” (Aydın, 2004: 54). 1 düzeye taşıyarak tartışmak gerekecektir. Dolayısıyla ilgimizin yoğunlaşması gereken zeminden uzaklaşmamak amacıyla, bu Gelenek’in, bir sosyal bilim konusunu teşkil edecek başka bir boyutuna eğilmek daha yararlı olacaktır. Din ile gelenek arasındaki ilişkiyi daha sosyal bilimsel olarak kanıtlanabilir ve kabul edilebilir bir düzlemde ele alan Frithjof Schuon’a göre ise, “bir din doğuşunda, ilk andan itibaren insanları Allah’a bağlar, fakat ona gelenek adı verilemez. Dinin ilk tabilerinin üzerinden iki ya da üç nesil geçince din bir gelenek halini alır” (Armağan, 1992: 12). Nitekim Edward Shils de “Gelenek” adlı ünlü makalesinde, bir şeyin gelenek olabilmesi için, ya da gelenekselleşen ile gelenekselleşmeyenin ayırımını yaparken, bu noktadan, nesil mefhumundan hareket etmektedir. Ona göre, “açıktır ki, tasavvurunun arkasından hemen terk edilen, mucidi ya da savunucusu takdim ettiğinde veya onu cisimleştirdiğinde hiçbir alıcı bulamayan inanç gelenek değildir. Eğer bir inanç veya pratik ‘moda oluyor,’ fakat kısa bir süre hayatta kalabiliyorsa, bir geleneğe dönüşmeyi başaramaz; çekirdeğinde, gelenekselliğin kalbinde bulunan taraftarından alıcısına intikal ettirilme tarzları taşıyor olsa bile başaramaz. Bir gelenek halini alabilmesi için en az üç kuşak – bunların uzun veya kısa olmasının önemi bulunmaksızın – sürmesi gerekir” (Shils, 2002: 160). Dolayısıyla Schuon’un, bir dini inancın gelenekselleşmesini tasvirinin bu anlamda, hem geleneği “dinin sosyal görünümü” olarak teslim etmesiyle geleneği sosyal bir olguya hamlettiği ve hem de bir geleneğin meydana geliş sürecini işaret ettiği söylenebilir. Bu, yani en az üç kuşağın tecrübesini haiz ve kuşaktan kuşağa aktarılan anlamıyla geleneğin, Fransız muhafazakârlarının da gelenek anlayışıyla örtüştüğü veya paralellik arz ettiği de görülmektedir (Beneton, 1991, Karadeniz, 2003). Bu muhafazakâr yazarlar, Bonald ve Maistre, Fransız İhtilali’nin doğurduğu yıkıma tepki olarak, onun değerlerini temsil eden Aydınlanma düşüncesine karşı çıkmakta, hakikatin ve mutluluğun, aydınlanma idealleri ile değil, “tarihin bilgeliğinin gölgesinde hayat bulmuş gelenekler” ile mümkün olacağına inanmaktadırlar (Karadeniz, 2003: 16). Ancak onların gelenek tasavvurunda, geleneğin mahiyetinin ne olduğu önemli değildir. Önemli olan o geleneğin yüklendiği ya da gördüğü işlevdir. Bu bakımdan Fransız muhafazakâr Maurras, ilginç bir örnek teşkil eder. Zira kendisi Hıristiyanlık’a karşı kuşkucu ve çekingen olmasına karşın, geleneğin bir kurumsal boyutunu teşkil eden Kilise’nin ve dinin işlevini devam ettirmesini ister. Çünkü din, etimolojik anlamıyla paralel olarak (Bonald’a göre religion, “birbirine bağlamak” anlamındaki religare kökünden gelmektedir bkz. Nisbet, 1997: 108) toplumu birbirine “bağlayan” bir tutkal vazifesi görmekte; geleneği ve düzeni korumaktadır (Beneton, 1991: 62). Bu anlayışın bizdeki örneğini Peyami Safa teşkil eder. Safa da, dini geleneklerin toplumsal nitelikli olanlarının tasfiyesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirir (Karadeniz, 2002: 95). Safa ile beraber Tanpınar için de din, “geleneğin içindeki öğelerden bir öğedir” (Alver, 2002: 106) sadece ve geleneğin parçalanmasını önleyen bir tutkal işlevini görmektedir. Buradaki gelenek tasavvurunun, sosyal bilimlerde de bir ölçüde kabul gören tanımlama ile bir yakınlık ilişkisi içerisinde olduğu söylenmelidir. Kısmen yukarıda da değinildiği şekliyle, sosyal bilimler ve özellikle sosyolojide gelenek, kelime anlamıyla, daha çok, bir kuşaktan diğerine aktarılan herhangi bir beşeri uygulama, inanç, kurum ya da zanaat için kullanılmaktadır. Geleneklerin içerdiği şeyler oldukça farklı olmakla beraber, tipik olarak toplumsal bir grubun ortak mirasının parçası olarak görülen bazı kültür unsurlarına işaret etmektedir. Bu anlamda gelenek, sık sık toplumsal kararlılığın ve meşruiyetin kaynağı olarak görülür, fakat mevcut değişime temel sağlayabilmek için de yine geleneğe başvurulur. Armağanın da dediği gibi, kavram, modern bir toplumla bir karşıtlık kuran sosyolojide otoritenin niteliğiyle ilgili tartışmalarda önemlidir (Armağan, 1992: 13–14). En yumuşak yorumunu Weber’de bulan bu bakış açısından gelenek, otoriter buyruk, dogmatik tutum veya itaatkar tutumla eş görülmekte; ve bu yorum her ne kadar yanlı bir tutumu yansıtsa da, Shils’e göre, başta Bonald olmak üzere, “gelenekselcilik” doktrinini yaygınlaştıran bir dizi yazar tarafından, ondokuzuncu yüzyılda Hıristiyan inancının Aydınlanma’nın dünya görüşünün tehdidiyle çözülüşüne tepki olarak, Kitab-ı Mukaddes’in, Kilise Babaları’nın, konsüllerin, Roma Katolik Kilisesi hiyerarşisinin içerdiği yorumların otoritesine inancın kabul edilmesi konusunda birtakım tezler de öne sürülmüştür (Shils, 2002: 164). Böylece geleneğin, bu anlamda, muhafazakârlarca da benimsenip korunmaya değer görüldüğü ve “modernitenin karşıtı” olarak da kavramsallaştırılmış olduğu da görülmektedir. Bu anlamda geleneğin, siyasal ve ideolojik bir çerçevesinin de bulunduğunu ve bunun da daha çok muhafazakâr bir ideoloji ile beraber düşünülebileceği söylenebilir. Gelenek-Modernlik ilişkisi Gelenek ile modernliği birbirine karşıt toplumsal örüntüler olarak konumlandırmak, kırılması ya da aşılması hayli vakit almış hâkim bir kanı halinde hem sosyal bilimlerde hem de “sosyal mühendislik” uygulamalarında uzun süre etkin ve belirleyici olmuştur. Modernistler tarafından gelenek, geçmişle ve geçmişe ait yaşanmışlıklarla eşitlenerek, bugünü yaşamak ve geleceği inşa etmek yolunda terk edilmesi gereken bir “ayak bağı” olarak değerlendirilmiştir (Atay, 2004: 155). Skalanın diğer tarafında ise, muhafazakârların, daha doğru bir ifade ile gelenekçilerin, “gelenekleri mevcut halleriyle muhafaza” reaksiyonerliği söz konusudur. Bu haliyle gelenek, modernistlerle muhafazakârlar arasında öteden beri başlıca anlaşmazlık konularından birini oluşturmaktadır. Geleneği savunmak muhafazakârların, geleneği değiştirmek ise modernistlerin tutumu olagelmiştir (Armağan, 1997: 63). Gerçi “üçüncü bir yol” olarak, şimdilerde Zygmunt Bauman’ın dile getirdiği ve geleneği, kültürel anlamda bir (tarihsel) “süreklilik” şeklinde anlayıp modernliğin bir tamamlayıcısı veya yapıtaşı olarak gören bir kavrayış da var olagelmiş, ancak Atay’ın deyimiyle, “modernleşme paradigmasının hâkim düşünsel ikliminde pek revaç bulamamıştır (Atay, 2004: 155). Modernitenin, kendini inşa ameliyesini gelenek üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı ve kendini “geleneksel olmayan” olarak takdim ettiği görülmektedir. Bu inşa, bir anlamda, geleneğin dönüştürülmesi ile mümkün olabilmektedir; ki, Armağan’ın da ifadesiyle, modernin, “geleneğin ıslah edilmiş şekli” olduğu unutulmamalıdır. Yani aslında gelenek, varlığını modernin içerisinde başka bir formda devam ettirmektedir. Daha da manidar olanı, muhafazakârların, geleneği “geriye dönük” bir inşa sürecine tabi tutup bir “kurgulama” ameliyesine girişmeleridir. Bu haliyle, kurgulanmış, inşa edilmiş, “bugün”de kullanmak üzere “geçmiş”ten devşirerek elde edilmiş gelenek (Laroui, 1993: 68, Karadeniz, 2002: 91) de, kelimenin tam manasıyla “modern” bir ameliyedir. Böylece her halükarda gelenekçi, anakronik kalmak ve gelenek de modern olmak durumundadır. Gelenekle modernlik arasındaki intikal, yorumlama ve eleştiri süreci bir diğerinin önemini vazgeçilmez kılmaktadır. Nitekim modernlik de gelenekle bütün bağların koparılması anlamına gelmediği gibi, tarihin en güçlü modern sesleri de en güçlü geleneklerden doğmuştur (Takış, 2003: 8). Geleneksel-modern ikileminin ise, bir tepkisellikten doğduğu söylenebilir. Mustafa Aydın’a göre, bu tepki öncelikle gelenek kutbundan değil, moderniteden gelmektedir. Ve modernite, kendini geleneğin karşısına koyduğu müddetçe, türedi bir olgu ya da bir sapma olarak adlandırılacaktır. Burada aslolanın gelenek, sonradan ortaya çıkanın ise modern olduğu kabul edilmek zorundadır. Ayrıca gelenek, binlerce yılın birikimini barındırırken, modernite fiili olarak en fazla birkaç yüzyılın ürünüdür. Ancak buna rağmen ikisinin de birer değer veya yapı olmalarının ötesinde birer “zihniyet şeması” oldukları, ya da bilinç kategorilerini ifade ettikleri kabul edilmelidir (Aydın, 2004: 55). Bu bilinç kategorileri içerisinde “kendi halinde gelenek”, yani geleneksellik ve “geçmişi bugünde yaşatma kaygısında olan ve geleneği, tarihin bir “an”ında sabitleyerek onu muhafazaya çabalayan gelenekçilik” arasında bir ayırımda bulunmak gerekmektedir. Ama öncelikle, geleneğe bu iki yaklaşım arasında nasıl bir ilişkiden söz edilebileceği ifade edilmelidir. Bunun ise, yapılan gelenek tanımlamalarındaki ortak paydanın ve hangi gelenekten söz edildiğinin belirlenmesi ile mümkün olacağı vurgulanmalıdır. Geleneksellik ve Gelenekçilik İlişkisi Şimdiye kadar farklı “gelenek” tanımlamaları veya algılamalarından söz ettik. Bu gelenek(ler)in, ya da daha doğru bir ifadeyle gelenek tanımlamalarının ortak paydasının bir “intikal”, bir “süreklilik” olduğunu söyleyebiliriz. Kelimenin etimolojisine bakıldığında, her üç dilde, İngilizce, Arapça ve Türkçede de bu iki unsurun, intikal ve sürekliliğin içerildiğini görmek mümkündür. Mesela kelimenin Arapça karşılığı olan “an’ane”, zaman bakımından daha önceki insanlardan “gelen” bir şey anlamında kullanılmaktadır. Hadis literatüründeki “filancadan nakledildi” (‘an fulanin) anlamında uzun ravi zinciriyle nakledilen hadislere “an’aneli hadisler denildiğini ve kelimenin de buradan neşet ettiğini belirtmek gerekiyor. Türkçedeki anlamı da zaten “gelmek” fiilinden alınmaktadır. Yine kelimenin İngilizce karşılığı “tradition” da “intikal” ile ilgilidir. Bu “intikal”in kısa bir süreliğine değil, bir süreklilik içerisinde, yani kesintisiz olarak ve en az birkaç kuşağı aşması durumunda bir geleneğin tesisi mümkün olabilmektedir. Ancak içselleştirilmeyen ve sadece dışarıdan bir zorlama ile dayatılan bir şeyin, diğer unsurları taşıması durumunda bile bir geleneğin mevcudiyetini temin etmeyeceği belirtilmelidir. Bunun, farklı düzlemlerde ele alınan gelenek anlayışlarına teşmil edilebileceği söylenebilir. Nitekim gerek Nasr’ın, zaman-üstü bir nitelik arz eden Gelenek anlayışında dile getirdiği “süreklilik ve intikal”, gerek muhafazakâr gelenek anlayışında görüldüğü gibi, “tarihin bilgeliğinin gölgesinde hayat bulmuş gelenek” anlayışıyla ve gerekse de sosyolojik anlamda gelenek de Marshall’ın tanımıyla2, bir “intikal ve süreklilik” vurgusunda bulunmaktadırlar. Bu durumda gelenek, sosyal manada, her kuşağın önceki kuşaktan devraldığı, içselleştirerek yaşadığı ve ancak hayat şartları ile uyumlu hale getirdiği, yani yorumladığı bütün tarihsel ve kültürel mirastır. Geleneksellik ise, bu mirasın doğal seyri içerisinde tarihteki yürüyüşüdür. Topluma doğan her birey, bu geleneksellik içerisinde doğar ve onu hazır bulur ve bir ölçüde kendi katkısını da ekleyerek sonrakilere devreder. Bu süreklilik içerisinde herkes “kökü mazide olan âti” olarak bulunur. Bauman’ın (1998: 49-50), “zihinsel haritamda, benim öncellerim ve ardıllarım var” dediği, öncellerin tarihsel hafızada yer alan mesajları, yani geleneği devralırken; kendi yapıp ettiklerimizle beraber ardıllarımıza, herhangi bir cevap beklemeksizin aktardığımızı söylediği şey, işte bu ifadenin bir açılımı olarak kabul edilmelidir. Geleneksel kültürlerde, Giddens’ın dediği gibi, geçmişe, önceki kuşakların deneyimlerini içerdiği ve sürdürdüğü için saygı gösterilir ve simgelerine değer verilir. Gelenek, belirli etkinlik ya da deneyimi, yinelenen toplumsal uygulamalarla yapılanmış olan geçmişin, bugünün ve geleceğin sürekliliği içine yerleştirilen bir zaman ve uzam kullanma yoludur. Bütünüyle durağan da değildir, çünkü kültürel mirasını kendinden önce gelenlerden devralan her yeni kuşak tarafından yeniden icat edilmek zorundadır (Giddens, 1998: 41-2). Bu nedenle de gelenek nosyonunu, gelenekçilikten ayrı tutmak gerekiyor. Chantal Mouffe’nin dediği gibi, “gelenek bizim kendi tarihselliğe eklenişimizi, bir dizi zaten varolan söylemler yoluyla özneler olarak edildiğimiz gerçeğini ve bize sunulan dünyanın bu gelenek yoluyla biçimlendirildiğini” düşünmemizi sağlar (Mouffe, 2000: 306-7). Sosyalleşme süreci içerisinde devralınan miras, bireyi engin bir tecrübe ile donatarak belirsizlikler ve kararsızlıklarla boğuşmaktan kurtarır. Her hareketin, asırların süzgecinden geçirilmiş ve yaşanılan çağda son halini bulmuş bir anlam ve çerçevesi bulunur. Bireye düşen, bu anlam ve çerçeveyi sosyalleşme sürecinde keşfetmesi ve kendi hayatına uyarlamasıdır. Bu hazır 2 Gordon Marshall, geleneği, “belirli davranışsal norm ve değerleri benimseyip aşılayan, gerçek ya da hayali bir geçmişle süreklilik gösteren ve genellikle yaygın biçimde benimsenen ritüeller veya başka sembolik davranış biçimleriyle ilişkili toplumsal pratikler kümesi” (Marshall, 1999: 258–9) şeklinde tanımlamaktadır. bulmuşluk, onu, her kodun yeniden üretimi veya sayısız yeni koddan birini seçme ile baş başa bırakmaz. Kopan mahşeri fırtınalarla savrulmasına izin vermez; geleneğin dayandığı kökler ne kadar derinlerdeyse, verdiği güven o derece artacaktır. Fırtınaya karşı gelenek, rüzgârda savrulacak yaprak değil, kökü derinlerde çınardır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, “fırtınaya karşı yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış olan çınar dayanır”. Gelenek, yalnız geçmişle ilişkili ve sınırlı bir “muhteva” olmanın ötesinde, yaşanan ana ve geleceğe de organik bir biçimde bağlanır. Atay’ın kelimenin etimolojisinden hareketle ifade ettiği gibi, o, “gelenek”tir. Bu bakımdan gelenek, geçmişten bugüne gelen, bugünde var olan ve geleceğe de uzanacak “ek”; bir yapıcı öz yahut “maya”dır. Geçmişin geleceğe çaldığı mayadır. Başka bir ifadeyle gelenek, geçmiş ile geleceğin kavramsallaştırılmasını bugün(de) mevcut özgün bir pratiğe referansla anlatan söylemdir (Atay, 2004: 156). Kendini sıfırdan başlatan herhangi bir tarz, düşünce veya eylem tipi vaki olmadığına göre, geçmişin inkârına dayalı bir yenilik dahi, neye göre yeni olduğunu, neyi inkâr ettiğini izhar ederek geçmiş ile bir bağ kurmak mecburiyetindedir. Beşir Ayvazoğlu, “Geleneğin Direnişi” adlı eserinde, bir anlamda bu inkârın serüvenini ve geleneğin, inkâra karşı takındığı vakur, sabır ve sebatı anlatmaktadır. Ancak eserin de gösterdiği gibi, bütün inkâra ve yok olmaya mahkûm edilmeye rağmen, yine de gelenek, bir “damar” bulup daha geniş bir tarihsellikte varlığını ve “sürekliliğini” devam ettirmektedir (Ayvazoğlu, 1997). Bu nedenle de geleceğe dönük herhangi bir yönelim, bir şekilde, kendini dayandıracağı bir temel bulma ihtiyacı hissetmektedir. Kimi zaman da gelenek, kendi karşıtı için bile bir referans noktası teşkil eder. Bu daha çok “seçmeci” ya da “inşa”cı yaklaşımlar için geçerlidir. Yani geçmişten veya gelenek içerisinden bir kesit, bugünde gerçekleştirilecek bir yenilik için meşruiyet kaynağı olarak takdim edilir. Ya da ihtiyaç duyulan gelenek, tarihte bulunamıyorsa bizzat “icat” edilir. Ve bu “icat edilmiş gelenek, inşa edilmek istenen milletin inşasının meşruiyeti ve bunun sonucunda ortaya çıkan milletin çimentosu olarak kullanılır (Atay, 2004: 158). Yine, sürekliliğe ve tarihsel bir köken ve mirasa dayanmayan bir toplumsal iddianın kabul görme şansı düşük olacağı için de gelenek, bu şansı artırmak amacıyla kullanılmak istenmektedir (Çetin, 2003: 19). Mesela, Cumhuriyet sonrasında yeni bir millet inşa etme sürecinde, bu milletin özellikleri arasında bulunması istenmeyen Osmanlıya dair bütün değerler ve birikim atlanarak Orta Asya’ya referansta bulunulur. Erol Güngör’ün dediği gibi, Cumhuriyet, Osmanlının toplum mühendisliğiyle toplumu değiştirilebilecek bir obje olarak kabul etme anlayışını paylaşmakla beraber, Osmanlıyı çağrıştıran her şeyi ve bu arada İslam’ı toplumsal ve siyasal alandan silecek bir tavır takınmıştır. Ayrıca Güngör, İnönü’ye atıfta bulunarak, inkılâpçıların Türk milliyetçiliğini “imparatorluktan (Osmanlı’dan) kurtuluş hareketi” olarak değerlendirdiklerini de ifade etmektedir (bkz. Atay, 2004: 176’da 10 no’lu dipnot). İşte yüzyılların bir sürekliliği içerisinde yoğrulan ve ondan bağımsız düşünülmesi imkânsız olan Müslümanlıkla meczolunmuş Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi, bu sebepten atlanmış, Atay’ın ifadesiyle “Anadolu platosundan Orta Asya steplerine sıçrama” yoluyla, yeni rejimin kurumlaşma kaygılarından dolayı reddedilen bir gelenek, başka bir gelenek icadı ile yeri doldurulmak istenmiştir (Atay, 2004: 159, ayrıca bkz. Alpay, 2004). Ancak Ayvazoğlu’nun da işaret ettiği gibi, bu tecrübenin, bulduğu damarlarla her dem sürgün vermekte olduğu görülmektedir. Muhafazakâr aydınların ise temel amacı, devrimle kurulması planlanan yeni siyasal, toplumsal ve kültürel yapının “harcı” olarak, gelenek ve göreneklerin kullanılmasını sağlamaktır. Türk muhafazakârlığının, geçmişten daha çok “gelecek” yönelimli bir duruşu temsil ettiğini, ayrıca muhafazakâr kalemlerin, Osmanlı’dan kopuşu imleyen Cumhuriyet’e ve sil baştan bir millet yaratma girişimi olarak nitelendirilen inkılâplara bakışları dikkate alındığında yönünün, ileriye ve değişime dönük olduğunu öne sürmek daha mümkün görünmektedir. Dolayısıyla onlar, ileride de görüleceği gibi, gelenekçilerden farklı olarak, geleceğin inşasında geleneğin esas alınmasını şart koşarken; aynı zamanda da geleneği bir zincirin halkaları gibi algılamakta ve bu halkadan herhangi bir kopukluğun telafi edilemeyecek tahribatlara yol açacağını vurgulayarak modernist yaklaşımdan ayrılmaktadırlar. Yapılacak olan, sadece inkişafa engel teşkil edecek ve artık yeni hayatta yaşama ihtimali bulunmayanların yerine, uyum gösterecek yenilerinin üretilmesidir. Bu ise, ihtilaller ile değil, ıslahla mümkündür. Mesela Tanpınar’ın, ihtilallere ‘çekince’ ile yaklaşmasının temelinde, devamsızlık korkusu vardır; ona göre, Tanzimat’tan sonraki senelerde kaybettiğimiz şey, “devam” ve “bütünlük” fikridir. Öncesinde ise hayat, bir ve bütün, insanıyla beraber sürüp gidiyordu. “Böyle olduğu için de bir yere konan bir taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini kabul ettiriyordu” (Tanpınar, 2001: 82). Tanpınar’ın en önemli metaforlarından biri, “zincir”dir. Zincir, ona göre, toplum hayatına kimlik kazandıran unsurların, kültür, sanat, din öğelerinin, kısaca ‘geleneğin’, farklı şekillere bürünmüş de olsa kesintiye uğratılmaksızın devam etmesini ifade etmektedir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “mazi” vurgusu da, mazinin olduğu gibi modern dünyada yaşatılmasını içermez, mazi daha çok estetik ve kültürel değerler bağlamında önemsenmektedir. Maziye körü körüne bağlanma veya özlemden ziyade, icap eden yerlerde tasfiye edilebileceğini, ölü köklerin atılması ve yeni dönemin insanının da bu anlayışla yetiştirilmesi söz konusudur (Alver, 2002: 106). Burada, Peyami Safa’nın “geleneklerin, medeni inkişafa engel olanlarını tasfiye etme, gelişmeye vesile olanlarının ise muhafaza edilmesi” anlayışıyla bir paralellikten söz edilebilir. Nitekim hem Safa’nın hem de Tanpınar’ın çıkış noktası veya onlar için mühim olanı, aslında “bugün”ün şekillenmesinde yeni neslin geçmişinden kopuk veya köksüz yetişmesinden duyulan kaygı ve üzüntüdür. İlk bakışta aralarında yakın bir ilişki olduğu zehabına karşılık, gelenekten farklı olarak gelenekçilik, modernistlerin geleneğin inkârı ile inşacı-eklektiklerin geleneğin içerisinden meşruiyet dayanağı teşkil edecek kesitleri bugüne taşımasının dışında, üçüncü bir tavır olarak bir süreklilik içerisinde akmakta olan geleneği bir noktada sabitleyerek dondurmak yoluyla korumaya çalıştığı geleneği bizzat kendi eliyle ölüme mahkûm etmektedir. Başka bir ifade ile gelenekçilik, gelenekle kurduğu ilişkinin niteliği dolayısıyla, aslında varlık sebebi olan geleneğin geleceğe “atılımı”nı engellemektedir. Peki, gelenekçilik bunu nasıl yapmaktadır? Ya da daha da önemlisi gelenekçi kime denir ve gelenekçilik nedir? Evvela söylenmesi gereken şey, gelenekçiliği tanımlamanın, geleneği tanımlamaktan daha kolay olmadığı ve hatta aksine olabildiğine karmaşık bir ameliye olduğudur. Zira gelenekçiliğin, modern-öncesi dönemlerde, yine (kavramsal manada) gelenek gibi, bir karşılığının olmadığı görülmektedir. Kendi halinde geleneksel yapıda, bu yapının tümünü karşısına alan, onu reddeden veya inkâr eden herhangi bir köklü değişim çabasına rastlanmadığından, geleneği koruma refleksinin de devreye girmesine pek gerek kalındığı söylenemez. Geleneğe bir tarafından eklemlenme ya da ondan kısmi farklılıklar ise, ya müsamahanın sınırları içerisinde kabul edilerek zamanla gelenekselliğin bir parçası haline gelir ya da geleneksel bünye, uyumsuzluk gösteren yeni öğeyi dışarı atardı. Çünkü gelenek, değişimin herhangi bir anlamlı biçime sahip olabileceği birkaç ayrılmış geçici ve uzamsal sınırların bulunduğu bir bağlama ait olduğundan, değişime çok fazla direnç göstermez (Giddens, 1998: 42). Böylece, geleneğin, değişimin doğurduğu ihtiyaçların muhtevası ve çeşitliliğine paralel bir devingenlik kazandığı görülür. Dolayısıyla, geleneği koruma bilinci, ancak dışarıdan izafe edilmek durumundadır. Yani geleneğe toplu bir saldırı söz konusu olmadığı müddetçe, geleneği koruma güdüsü kendini gösterecek bir neden bulamamakta ve ancak sert bir değişim talebi, her cepheden gerçekleştirilen saldırılarla bu refleks doğmaktadır. Bu nedenle, böyle durumlarda, yani ancak saldırılınca kıymetinin farkına varılan değerleri, korumaya girişme bir nebze anlayışla karşılanabilir. Ama yine de bu, gelenek karşıtlığı dolayısıyla geleneğin karşı karşıya kalacağı akıbetten daha evla da görülemez. Çünkü kaçınılmaz olarak kapıya dayanacak elzem yenilik veya değişim ihtiyaçlarına da savaş açılmasıyla, geleneği “derin dondurucu”da bekletip hayattan çekip soyutlama riskini de beraberinde getirmektedir. Bu ise, geleneği, şekilcilikten başka bir şeye dönüştürmeyecektir. Yılmaz Özakpınar’ın da ifade ettiği gibi, eğer “gelenek, geçmişe ait etnografik bir tespitin ötesinde bir varlık gösteremiyorsa o zaten ölü demektir; şimdiki zamanın değil, geçmişin geleneğidir.” Ve ancak yaşayan bir geleneğin değişme gücü vardır. İşte gelenekçilik, “aynı amacı daha kolay, daha çabuk ve daha rahat yerine getiren ve üstelik herhangi bir zararı da gösterilemeyen bir cisme ya da yönteme karşı koyup sırf eskidir, eskiden beri kullanılan, yapılagelen odur diye, manevi bir değerin ayrılamaz parçası olmadığı halde eskisine inatla bağlanmak, onun savunuculuğunu yapmak, onu şahsi bir tercih planında da bırakmayıp toplum hayatında tutmaya çalışmak”tır (Özakpınar, 2003: 115–6). Oysa şartların gerektirdiği yenilikler, o dönem için kaçınılmaz olarak yapılır, ve buna itiraz abes karşılanabilir. Fakat başka şartlar, başka yenilikler gerektirdiğinde de önceki yeniliklerin dokunulmazlığını öne sürmek, geçmişe gömülmekten başka bir şey değildir. Belki gelenekçiliğin en vahim tarafı, böyle bir “geçmiş” saplantısına kapılmasıdır (Karadeniz, 2002: 99). Geçmişe elbette ki hasret duyulabilir ve bu, geçmişte yaşanan ideal dönemlerin kudretine erişme hasretidir. Erol Güngör’ün dediği gibi, bir ihtiyarın kendi özel geçmişine hasreti ile bir gencin yaşamadığı bir eski dönemi özlemesi bir değildir. Geçmiştekine özleme rağmen, gencin geçmişe bakışı aktiftir; o, önünde iyi günler görmek arzusuyla tutuşmaktadır çünkü (Güngör, 1999: 61). Ancak gelenekçilik bundan farklı olarak, belli bir tarihsellik bağlamında anlamlı, işe yarar ve iyi olan bir şeyin, bugünün şartlarına adaptasyonu olmaksızın tedavüle sokulabileceği, her yer ve koşulda geçerliliğini koruyabileceği inancına dayanmaktadır. Bu ise, Peyami Safa’nın “Yalnızız” (2001) adlı romanındaki gibi, “şimdi”den sıkıldığında kaçıp saklanılacak bir hayal ülkesi olan Simeranya’dan başka bir şey değildir. Ayrıca, gelenekselleşmiş her uygulamanın, ille de korunmaya değer olduğuna dair bir tutum da kabul edilebilir değildir. Nitekim, her ne kadar zeminini kurutacak hukuki ve sosyal bilinçlenme düzeyi yeteri bir seviye kat etmemiş olsa da, “kan davası”, “başlık parası”, düğünlerde “silah patlatma” vesaire gelenekselleşmiş uygulamalar, yine de hoş karşılanamaz ve sürdürülmesinden yana tavır ve tutum takınılamaz bir mahiyet arz ederler. Gelenekçilik, gelenek addedilen her ne ise onu alabildiğine öne çıkartan, özneleştiren, hatta bazı örneklerde kutsallaştırma noktasına kadar varabilen bir düşüncedir. Bu haliyle de, bugün”ü başlı başına sorunlu sayan, buna bağlı olarak da “geçmiş” e sıkı sıkıya referanslı bir düşünsel pozisyon olarak karşımıza çıkmaktadır (Atay, 2004: 164). Bu, tam da Jaroslav Pelikan’ın, “gelenek ölülerin canlı inancıdır; gelenekçilik ise canlıların ölü inancı…” sözü ile anlatılmak istenenden başka bir şey değildir. SONUÇ Girişte dile getirdiğimiz kaygımızın hala geçerli olduğunu belirtmeye hacet yok sanırım. Nitekim görüldüğü gibi, gelenek, birden fazla “anlam dünyası”na sahiptir. Onu, biz yine de bu farklı tanımlamaların ortak paydası üzerinden, “süreklilik içerisinde ve süreklilik amacına da matuf, hem geçmişin mirasının taşınma süreci hem bu mirasın maddi olarak da kendisi ve hem de onun gelecek nesillere de hayatiyet içerisinde intikali, yani geçmiş-bugün-yarın üçgeninde gezinen ruh” olarak okuduğumuzda, çerçeveyi en azından kendimiz için sınırlandırmış veya çizmiş sayılacağız. Ve söylediklerimiz bu minvalde değerlendirilmelidir. Böyle olmakla beraber, “gelenek” kavramının ve algılamalarının modern zamanlara has bir şey olduğunu da teslim etmek durumundayız. Gelenek olarak tanımladığımız şey ile modernlik arasındaki ilişkiye baktığımızda, geleneğin, modernin kendini tanımlamak için “icat” ettiği, kendisinde bulunmadığını öne sürdüğü her şeyi (ki, bunlar nedense hep olumsuzlukla maluldürler) yüklediği bir şey olduğunu görmekteyiz. Bu anlamda gelenek, “türedi”, yani sonradan ortaya çıkan bir kavramdır ve moderndir. Ancak geleneğe saygın bir “geçmiş” de eşlik etmiş olduğundan, “türedilik” geriye dönük olarak bizzat modernin üzerine oturmaktadır. Gelenek, asıl mecra; modern ise, sapma olarak tebarüz etmektedir. Ama aynı zamanda, modernist, bu mecrayı tersine çevirmeye kalkıştığında ise, kendisinin karşısında ve fakat kendisine yardımcı bir kuvvet ile karşılaşır; gelenekçi. Dolayısıyla modern zamanlarda, gelenek denen şey, kendisine saldıran ve kendisini savunan kuvvetler arasında, kendi mecrasında akmasına müsaade edilmeyen ve gücünü sadece, herkesin içerisinden geç(il)mek zorunda oluşundan; başka bir ifadeyle, herkesin bir şekilde onu yaşamak zorunda olması ve bu arada onu da beraberinde yaşatması kaderinden almaktadır. İşte bundan dolayıdır ki, gelenek, bu “iki düşman kardeş”in savaşının ortasında kalmasına rağmen hala varlığını sürdürmektedir. Devinerek, kılık değiştirerek, uyum sağlayarak ve kendine uydurarak varlığını devam ettirmektedir… KAYNAKLAR Alpay, Yalın (2004), “Fuat Köprülü”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt: V, Muhafazakârlık içinde (cilt editörü: Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları: İstanbul. Alver, Köksal (2002), “Ahmet Hamdi Tanpınar: Türk Muhafazakârlığının Estetiği”, tezkire, Sayı: 27-28 Armağan, Mustafa (1992), Gelenek, Ağaç Yayınları: İstanbul. Armağan, Mustafa (1997), Gelenek ve Modernlik Arasında, İz Yayınları: İstanbul. Atay, Tayfun (2004), “Gelenekçilikle Karşı-Gelenekçiliğin Gelgitinde Türk ‘Gelenek-çi’ Muhafazakârlığı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt: V, Muhafazakârlık içinde (cilt editörü: Ahmet Çiğdem), İletişim Yayınları: İstanbul. Aydın, Mustafa (2004), “Modern Dönemlerde Gelenek, Din ve İslam”, tezkire, Sayı: 40 Ayvazoğlu, Beşir (1997), Geleneğin Direnişi, Ötüken Neşriyat: İstanbul Bauman, Zygmunt (1998), Sosyolojik Düşünmek, Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları: İstanbul. Beneton, Phlippe (1991), Muhafazakârlık, Çeviren: Cüneyt Akalın, İletişim Yayınları: İstanbul. Çetin, Halis (2003), “Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi”, Doğu Batı, Sayı: 25 Giddens, Anthony (1998), Modernliğin Sonuçları, Çeviren: Ersin Kuşdil, Ayrıntı Yayınları: İstanbul. Güngör, Erol (1999), Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Neşriyat: İstanbul. Karadeniz, Sıtkı (2002a), “Kemalist Modernleşme Sürecinde Türk Muhafazakârlığı ve Günümüze Yansımalar”, tezkire, Sayı: 27-28 Karadeniz, Sıtkı (2003), Modern Bir Oluşum Olarak Muhafazakârlık, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü: Konya. Laroui, Abdullah (1998), Tarihselcilik ve Gelenek, Çeviren: Hasan Bacanlı, Vadi Yayınları: Ankara. Marshall, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Çevirenler: Osman Akınbay-Derya Kömürcü, Bilim ve Sanat Yayınları: Ankara. Mouffe, Chantal (2000), “Radikal Demokrasi: Modern mi, Postmodern mi?”, Modernite Versus Postmodernite içinde, Derleyen: Mehmet Küçük, Vadi Yayınları: Ankara. Nisbet, Robert (1995), ”Muhafazakârlık”, Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi içinde, Derleyenler: Tom Bottomore ve Robert Nisbet, Çeviren: Erol Mutlu, Ayraç Yayınları: Ankara. Özakpınar, Yılmaz (2003), İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü, Ötüken Neşriyat: İstanbul. Safa, Peyami (2001), Yalnızız, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: İstanbul. Shils, Edward (2002), “Gelenek”, İnsan Bilimlerine Prolegomena içinde, Çeviren ve Derleyen: Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları: İstanbul. Takış, Taşkın (2003), “Hayatı Geriye Dönerek Anlar, İleriye Dönerek Yaşarız”, Doğu Batı, Sayı: 25 Tanpınar, A. Hamdi (2001), “Medeniyet Değiştirmesi ve İç İnsan”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 67 DÜŞÜNÜR ADAM DÜŞÜNEN ADAM Necmettin EVCİ Ziyaretine gittiğim bir dostumun, beni oradakilere hak etmediğim getirmektir. Bunu başarmak, ayrıcalık kazanmaya meyilli bir insan benliğinin, ruhun zaten yapısında var olan kıymeti iltifatla yitirmeye yol açacak yozlaşmanın önünü alabilir. ‘Tanrı tanıştırması, olmak’ hırsı ile konulan yolların; insanı, şeytanlaşmanın hakikat adına olduğunu sandığım tam ortasına terk ettiği çok olmuştur. Yaptığımız, kendimizi anlama çabasından ibarettir denebilir. fıtri Varlığımızın hakikati ile yapay varlığımız arasında oluşan refleksle, uzak mesafe, bu yöndeki çabaları önemsemeyi zorunlu mahcubiyet kılmaya yeter. Az önce söylediğimiz gibi, dehşet bir bir duymama neden oldu. gerçek anlam kayması yaradılıştaki anlamsal espriyi fark etmek bile, hiç olmazsa belli bir “İşte duyarlık seviyesinin ifadesidir. Arzulanan ölçüde kemale bir ermek için, bu kadarı yeterli olmaz elbette. Çünkü bu düşünür” idrak noktası, tüm zamanı ve mekânı kuşatacak Boş dünyamızın, yere iltifat mı, bütünlüğünün hiçliğimizi itiraf oluşturacaktır. mı yaşanan dünyamızda, gittikçe açılacak, inşa yükselecek edildiği/edileceği anlam zemini ediyor Madem düşünme istidadı ile yaratıldık, öyleyse bilmiyorum. düşünmek için ayrıca bir çaba gerektiren zorluklar Düşünce adına olmamalı, diye aklımızdan geçebilir. Hilkatin hikmetine henüz kıvanç verici irtifa kazanamamış toplumda, dair meseleleri olanlar nezdinde, bugün bu çabaya daha kendimizce bir vasat tutturduğumuzu sanmanın faydasız çok gerek duyuluyorsa eğer, hangi sebeple olursa olsun avuntusunu paylaşıyor olmalı. varlığımızın zayıflamış veya zayıflatılmış olmasındandır. “Gerçek düşünürlük bana kaldıysa, başka Kendimizle aramızdaki uzaklık artmıştır. Bunu kestirme talihsizlik aramanıza gerek yok” diyorum. Ekliyorum: bir söyleyişle fıtratın ufuneti ile açıklayabiliriz. Öyle değil “Bilmeyen bizi Pitagoras, Aristo, Hegel (gibi) falan mi? Eğer fıtrat, yaratılış özünü yitirmemiş olsaydı; bir sanacak. Belki bir kopyası akıl hastanesinin bahçesine istidat, konulan ‘Düşünen Adam’la benzeşebiliriz daha çok”. vazgeçilmez unsuru olacaktı. Hakikat ve bilgi, adeta bir meleke olarak düşünmek, halitamızın Düşünüyor olmak varoluş bilinci için, ‘varlık varlığın kendiliğinden deviniminden içimize düşecek düşünüyor önemde veya o devinimin doğal gerekliliği olarak bizler bilgi ve gerekliliklerdir. Ciddi mesele sahibi olmanın ilk emaresi, hakikatin içine düşmekten kendimizi alamayacaktık. bu önemin idrakine bağlıdır. Bu idrak noktasına ulaşmak Bugün bin parçaya bölünmüş insan varlığımız, neredeyse bile, insanlar hakiki özüne ait elde kalan tek bir parçası ile düşünüyor nezdinde, sahibine ayrıcalık sağlar. Eşrefi mahlûkat gibidir. O her bir parça insanı düşünür kılmaya yetiyor olarak neredeyse. bilinci’ yüklediği olmak için, sorumluluklarla yaradılışımızda hayati ortalama rabbimizin bize bahşettiği ayrıcalıktan başka, ekstra bir ayrıcalık peşinde değiliz. “İşte gerçek bir düşünür” Şimdi, şurada yapmak istediğimiz; varlığımıza onur Gülelim mi, ağlayalım mı? kazandıran özelliğimizi Diğer yandan özellikle modern, pozitif yaklaşım, ancak o keşfetmek, üzerinde düşünmek, onu daha işler vaziyete parçacığın elverdiği oranda bir insani öz içeriyor gibidir. 1 en önemli, öncelikli fıtri Yaradılış hakikatimizi çevreleyen şeytani ilgiler, maddi çözeceğimiz bilinen veriler de kalmamıştır elimizde. İlgili varlığımızı yüceltmeyi birincil amaç edinerek, asıl konuyla, sıkıntıyla ilgili hafızamızda bir kayıt olsa; onun benliğimizi nefsin arzuları karşısında önemsiz bir üzerinden, dereceye indirmiştir. Nefsin istekleri ruhun istekleri ile çalışacağız. ötekini, berikini, başkasını tanımaya çatışır hale sokulmuştur. Nefsin ruha, ruhun nefse karşı, Haydi düşünelim. Olmuyor. ancak diğerini alt etmesi halinde üstünlük kuracağı Haydi düşünelim. Olmaz, olamaz. yanlışı, şeytani ayartmalarla azmanlaşan çarpık bir Düşüncenin ekileceği, yeşerip, serpilip boy benlik ve özgürlük algısının koşullandırmasıdır. Her ne ise, eğer insan bütünlüğümüzü muhafaza vereceği toprak kurumuş, kuraklaşmış. ederek Kodlar, kayıtlar silinince ne hatırlayış, ne ölçme, fıtratımız üzere varlığımızı sürdürse idik, bu manasız ne değerlendirme oluyor. Düşünce adına bir şey bölünme de düşünce kısırlığı da olmayacaktı. Bölünme üretemiyorsunuz. Bu durumlarda, bir yandan, içinde algı ve kavrayış dünyamızı yerle bir etti. Yapı ve bulunulan halin duygusal yansımalarla boş etkileri örgütlenmelerinin ana zeminini pozitif düşüncelere düşünce sanılabilirken, diğer yandan yine bu durumlarda borçlu olan modern devlet ve ideolojiler, fıtri dokumuzun genetik aşındırılmasında programlı bir rol oynadılar. Aşınma dönüşebilir. Şuursuz alışkanlıklar bile hayati öneme vasat olgunluğa bile sahip olamayan kitlelerin, büyük sahip olabilir. Ola ki o refleks ve alışkanlıklardan boşluklar oluşmuş benliklerini hiçliğe doğru kaydırdı. hareketle tekrar ruhumuza, benliğimize can verecek bir Hayata, varlığa, hakikate dair ‘ilgisizlik’, ‘kaygısızlık’ hali damar harekete geçsin. Böyle beter, böyle zor günler ‘üzüntüyü yaşamışızdır. Kendi elleriyle kendini hiçleştiren, aklına, bırak yaşamaya bak’ propagandası ile özendirildi. refleksler, ruhu uyandıracak ipuçlarına ruhuna, kalbine kıyan başka bir toplum var mıdır acaba? Kitlelerin benliksiz, düşüncesiz, tarihsiz, anı Onların tecrübesi nasıldır? Hadi düşünelim. Ha deyince yaşayan karaktersizlikleri, ideolojik ulus devletlerin işine düşünülmüyor. Sağlıklı düşünmeye imkân veren çok geliyordu. İdeolojik rejimler belirlenmiş politik amaçlar yönlü, çok boyutlu bir zemin gerekiyor. Onu var kılıp, için gönüllü kurbanlar veya savaşçılar olabilecek ‘ulus’ büyüten, besleyen zemin inhitata uğrayınca, düşünce yaratamadıkları durumlarda, hiç olmazsa yönettikleri varoluş bağlantılarından kopar. Varlık düşünce ile halkların, başlarını ağrıtacak farklı arayışlar içinde düşünce varlık ile ilgisiz düzlemlerde çırpınır durur. olmalarını önlemek isterler. İdeolojik yapılar kültür Daha ilk cümlemiz, önemli bir yanı ile bütün bunları ifade havzalarından hayatın etmek içindi. Yine tekrar edelim: Düşünüyor olmak var esnekliğinden, estetiğinden yoksun; sakil, katı, farklı oluş bilinci için, ‘varlık bilinci’ düşünüyor olmak için, olana hayati önemde gerekliliklerdir. beslenmedikleri tahammülsüz birikimlerimiz, yapılardır. ruhumuzda, için, Tarihsel, iz Düşünür müyüm? Düşünür müsünüz? Bu kalmamacasına silinmek istenmiştir. Silinmiş bir ruhun, soruların ‘insan düşünen bir varlık’ olmasından hareketle silinmiş bir tasavvurun, silinmiş hafızanın silik kişilikte, cevaplanması ne kadar doğru ise, aynı tanımdan silik kimlikli, silik benlikli silik adamları yapılmak hareketle bizim anladığımız manada düşünür olmayı hak istenmişizdir. Benim için bu adamı tahayyül etmek bile ettiğimizi sanmak da o ölçüde yanlıştır. Akşam yemeği güç. Bu adam nedir, kimdir? Yaşamını nasıl kurar, yolunu için manavdan alacağımız ıspanakla, benliğimizi hakikat nasıl bulur, nasıl hatırlar, nasıl çözümler, nasıl beğenir, katında temsil eden varlığımızın olgun bir yetkinliğe nasıl nelere tepki verir? Hiç. Her şey silik, her şey hiçliğe ulaşacağını, genel anlamda belki aynı düşünme melekesi dönük, hiçliğe ayarlı! Tüm iç ve üst değerlerinden kapsamında soyunmuş, soyutlanmış varlık olarak insan hiçliğin, ihtiyaçlarına denkleştirme hesabı yapan memur da sözüm ona yaşayan canlı anıtı gibidir. Ne acı, ne düşünür, mağara eğretilemesi ile idealar kuramını yazık!..Yaşamak, bir geliştiren Platon da. Arada birbirine geçişlerin çok denklemi çözmek gibidir. Bilinmeyenler çoktur. Her şey zahmetli olduğu katlar vardır. ‘Düşünür’ olmakla bilinmezlik içindedir. Üstelik onları yardımları ile ‘düşünceli’ olmak, bu iki çok farklı katlarda olmak gibidir. düşünmek; benliğimizde kültürel çok bir bilinmeyenli karşılıyoruz. Maaşını borçlarına ve Düşünür olmak, hayatın tüm cilve ve cezberesini yaşıyor Düşünceli olmanın gerçekliği daha farklıdır. olmakla beraber, kendini düşüncenin peşine bırakmak Tabir yerinde ise, bu insan tipi de bulunduğu kattan demektir. Orada insan kendinin de içinde olduğu varlık çıkmak ister; ne ki, elinde bir şema yoktur. Anahtarı alanının genişliğini, yüksekliğini yakinen fehmetme kaybetmiştir, bulmak için de bir çaba içinde gözükmez melekesi edinir. Gittiği her sonsuzlukta, çıktığı her üstelik. yükseklikte kendini, kendinden bir parçayı bulmaktadır. Dışarıdaysa içeriye girmeye gönülsüz. Bulunduğu mevcut Tamamlanmak, kendisiyle bütünleşmek için sürekli sınırlar, kendisini çevreleyen koşullar içinde kimi kendinden mecburiyetler edinmiştir. Aslında var oluşsal anlamda o üste çıkmak, kendinden öte gitmek İçerideyse dışarıya sınırların insanın kendi sınırları içinde kendisini aşma çabasıdır. gerçekliğin fazla yoğun olamayışı, dış gerçekliğin habire abanmasına kendi yol içinde isteksizdir. zorundadır. Söylemeden geçemeyeceğim: Düşünmek, üzerine dayatması çıkmaya açar. oluşmuştur. Hayatın İç üzerimize /İlginçtir; kendimizi aştıkça kendi sınırlarımızın abanmasını siyasetten, ekonomiye birçok kategoride genişliğini kendimizi gözleriz. Bu yük altında rahatlanacak, nefes alınacak bir daraltmak için ne çok çaba sarf etmişizdir. ortam aranıp durulur. Dış dünyanın sınırlamaları, aslında Aslında da hayata karşı varlık iddiasında olamamanın getirdiği bir geçmenin de imkânı yoktur. O sınırı geçmek geri çekilme psikolojisidir. İç dünyasını genişletince, insan dışarısı daralacak gibi bir evhama tutulur. “O zaman, hiç fark kendi doğasının, ederiz. Meğer sınırlarımızı varlık aşmanın skalasının dışına çıkmaktır. Çizgimizin ötesinde ve dışında var olmazsa olacağımızı sanmak, vahim bir yanılsamadır. O dünyamızın daralmasına razı olmalıyız.” Bu razı oluş geri dönülmez aşamada insan kalmanın imkânı sıklıkla tekrarlanması durumunda benliğe dönüşür. Artık olmaz. Bir yolunu bulup döndüğümüzdeyse, bu insanın anlam dünyasını da tamamen dış tesirler terk ettiğimiz yerimizde insan varlığımızı etkisi altına almıştır. Dış tesirler daha çok nesnel, aktüel bulamama tehlikesi mevcuttur. Öyleyse kendi niteliklidir; nesnel, aktüel amaçları besler. Dönüp aynı sınırlarımızı yeniden keşfetmeliyiz. O sınırların amaçlardan beslenir. Bu döngü bütün bir düşünsel belirlediği insanlık ve kulluk alanı, sanılandan varlığımızı da peşine takıp koşturan bir mahiyet kazanır. çok geniş ve yüksektir. Kendimizi küçük görme Giderek tüm öznel boyutlarından soyutlanmış, tek korkunç büyüklüğümüzle boyutlu hayatın tek gerçekliğine dönüşür. Tek gerçeklik, bulunduğumuz yükseklikten gafil olmamız üstelik içselleştirilen tek gerçeklik; maaştır, izindir, yüzündendir. Bu muazzam alanı, küçülttüğümüz tatildir, kazanmadır, paradır, pazardır, eşyadır, taksittir, dimağ ve değerlerle kavramaya çalıştığımız için hastalıktır, kendimize razı olamayız. Kendimizi aşmak bir eğlencedir vs. Dünyanın, dünyalığın gündelik telaşından, anlamda kendi alanımızı keşfetmektir. Her taşkalasından kurulu mecburiyetleridir bunlar. Veya öyle aşma çabası sonrasında varlığımız genişler. algılanmaktadır. Yine bir ironik paradoks yaşanır. Dünya Kendimizi kendimize bütün bir varlığımızın kapatıldığı zindandır artık. Üstelik yönelişin hazzı sonsuz bir varoluş coşkusu o zindan bir amaç olarak da kendi içimizdedir. İnsan oluşturur. Başta düşünce o coşkudan çıkar, kendi zindanında tutuklu mudur? Bunun da ötesinde tekrar o coşkuya döner. Aklımız, ruhumuz, zindanına tutkundur artık. İçinden çık çıkabilirsen. hastalığı, aşmanın, aramanın, sıkıntı geçene tedavidir, kadar, icap makamdır, ediyorsa iç televizyondur, benliğimiz de öyle. Çünkü o coşku, varlığı kendi Kendini aştığı için, bütün dünyalık telaşların içimizde hissetmenin, kendimizi o varlık içinde çekim gücünü sıfıra indirgemiş düşünüre karşılık, hissetmenin buna kendini gündelik koşuşturmaların anaforuna kaptırmış sarhoşluk deyin isterseniz: Şuuru katlayarak insanın düşünceli hali, işte burada belirgin bir şekilde artıran sarhoşluk!... / ayrışır. Düşünür hayatı, varlığı, burayı, öteyi, nedeni, sonsuz eriyişidir. Siz niçini kavramaya çalışır. Düşünceli adam ise hayatın kaygıları, kuşkuları, sorunları tarafından sımsıkı bağlanır, bağlıdır. Bağı çöz çözebilirsen. Düşünür, dünya yansa dönüştürmüş. Diğer yanda; evvelinden dilenci olmaktan umurunda ve başka yaşama tutunma yolu bulamayacak kadar çaresiz kendinden emin bir bükülüşle elinin ayasına yaslamış en kölelerin, bir lokma ekmek için, insanlık adına ne varsa uzağa bakıyor. Ruhunun metafizik derinliğini hissettiren bir kenara bırakma pahasına kazandıkları yeni işçi gözleri, en uzakta öz be öz kendi gerçekliğini satır satır kimliği. Kentleşmenin, kalabalıkların getirdiği, sosyal, okumaya çalışıyor. Bu ifadeler yakıştırmanıza göre bir siyasal sıkıntılar. Kopuşlar, savruluşlar, bağlanışlar hepsi açıdan Promete’yi, bir açıdan Socrates’i betimliyor bir arada sürüp geldi, sürüp gidiyor. Rodin, bu eseri işte olabilir. Bu bir düşünür adam. Bu kişi Rodin’in Düşünen bu dönemde, böyle bir ortamda yapıyor. Bana göre Adam’ı ile karıştırılmamalı. Rodin’in düşünen adamı, ‘Düşünen Adam’ yaşadığı günlerin kaygılı sıkıntısından, hızla değişen dünyanın döngüsüne ayak uyduramayan alt sorumluluğundan iki büklüm olmuş. Zorluklar karşısında kattakilerin, içine düştüğü veya düşürüldüğü çaresizliği diz çökmüş gibi, daha doğrusu diz çöktürülmüş gibi, kara hissettiriyor. kara düşünüyor. Belli ki, büyük sıkıntıları var. Biraz daha değilmişçesine, şakağını dâhiyane Rodin’in düşünen adamı kimdir? Birçoklarının düşünse anksiyetesi vereme dönüşecek. Bünye yapısına düzayak bir yaklaşımla onu bize modern zamanların bakılırsa, onun bir işçi olduğu hükmüne kolayca filozofu gibi takdim etmelerini, üzerinde yeterice varabiliriz. Belki bir maden işçisidir. Hani şu hiçbir sosyal düşünülmüş bir vargı olarak görmüyorum. Yontudaki ve özlük hakları olmaksızın günde ondört-onaltı saat adam yığılırcasına çöktüğü yerde derin mi derin bir çalışılan, yaşama oranının kırklar, kırk beşler seviyesine düşünceye dalmış. Bu görüntü onun gerçek bir düşünür düştüğü, muasır medeniyet seviyesi zamanlarının bir hüviyeti kazanmasına yetmiyor. Ne düşündüğü ilk işçisi. boşta kalan eline levye veya bir İngiliz anahtarı bakışta seçilemiyor. Düşüncesinin rengi belli değil. tutuşturulsaydı, betimleme hiçbir muğlâklığa meydan Yumruk yaptığı bir elini çenesine destek vermiş. Gevşese vermeyecek açıklıkta olacaktı. Düşünmekten çok derdine başı önüne düşecek. Tüm benliği ile tüm organları ile derman, sorununa çare arar gibi bir hali var. Bu gidiş düşünüyor. Bu adam ne düşünür niçin düşünür? Durum nereye? Sonum ne olacak? Ben ancak mezarda mı başını avuçlarının içine alacak denli vahim değil demek dinlenme imkânı bulacağım? Bir sosyal hak olarak ki. Düşünüyor ama felsefi bir konudan ziyade, kafasına evimde, çocuklarımla geçirdiğim bir zamanım olmayacak gündelik bir sorun takılmış izlenimi uyandırıyor sizde. mı? Maaşımı harcamalarımla nasıl denkleştireceğim? Aklın doludizgin aktığı aydınlanma sonrasında, Rodin için Kiramı verebilecek miyim? Seni beni çevreleyen benzer bu adamı yontmak, bir mecburiyetti belki. Adam daha sorunlar onun da içini kemiriyor. O daha çok bunları rahat bir halde kendini biraz arkaya salmış, ideal bir düşünüyor. Düşünüyor, hesap kitap ediyor ama bir türlü duruşla başını azdan yana bükerek avucuna bırakmış işin içinden çıkamıyor. Aklını kaçıracak neredeyse. olsa idi, bir düşünürün tasviri sayabilirdik. Şöyle işaret ve Kaçırdı bile. İşte şimdi çıldırmamak için tahammülün orta parmağı yanağın, elmacık kemiğini kavramış olarak. dayanılmaz sınırında. Onu Bakırköy Akıl ve sinir O zaman ‘bu adam bir diyalektik kuruyor ya da poetika Hastalıkları Hastanesine götürmek lâzım. Öyle de geliştiriyor’ diyecektik mesela. Rodin, bu yontusunu yaptılar. Düşünen adam heykelinin bir kopyasını, üstün ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru yaptı. Sanayileşme Türk aklının isabetli buluşu ile anılan hastanenin devrimleri avlusuna kondurduk. merkezli yeni uluslaşmaların, deprem niteliğinde köklü değişimlerle hız kazandığı zamanda. O Düşünen adam burada. dönem, felsefe neredeyse bütün metafizik niteliğinden Peki, ama düşünür nerede diyeceksiniz? sıyrılarak pozitif akla, bilime teslim olmaya tam Onları da İttihat ve Terakki hükümetlerinden ve niyetlidir. Avrupa ihtişamla sefaleti iç içe yaşıyor. İhtişam darbelerden bu yana ya faili meçhuller kervanına, ya sefaletin ellerinde büyüyor. Sefalet, dünya savaşları olup hapishanelere kattık. ‘Düşünür Adam’ heykellerini de, hiç insanlığın tepesinde patlamaya hazırlanıyor. Egemen olmazsa bir dönemin ağır kasvetini hatırlatsın için, sınıf olarak burjuva bir dönem görgüsüzce tadını hapishanelerin demir sürgülü kapı önlerine veya volta çıkardığı ışıltılı hayatları yaşama biçimine çoktan avlularına dikmek gerekir. Baştanbaşa bir ülke, yasakların kalın, baskıların yüksek duvarlarıyla Rodin’in Düşünen Adam’ı olup çıktık. Bu yönüyle o yontu yaşanmaz hale gelince böyle bir masrafa gerek kalmadı. bizi yansıtıyor gibidir. Ancak varoluşu tahkim edecek, ait Akıllara ziyan bir dehayla olmazlar başarıldı: Hemen her olduğumuz kültür ve medeniyeti ayağa kaldıracak, vatandaşın içine bir hapishane kuruldu. İçlerinde insanlık yaşamı adına ödünsüz bir vicdan kurmada hiç mi hiç becerikli düşünürlerimizin de yetişmesi gerekmektedir. olamayanlar, insanımızın iç dünyalarında öldürücü Bir insanı, bir dosta tanıtırken “bu düşünen biri” demek korkunçluğuyla zindanlar inşasında görülmemiş ölçüde ne keskin bir ironidir bilseniz. maharetliydiler. Şimdi çık oradan çıkabilirsen. En büyük “Bu balık suda yaşar ve yüzer” mesele, ancak karanlık duvarlarla örüp kapattığımız iç “Bu kuş kanatlıdır uçar” zindanlarına tıkılan insanlarımıza, yeni bir özgürlük ufku “Çiçekler kokar” demekle aynı şey. kazandırmaktır. O ışık evvela kalbimizin tam orta yerinde Suda yaşamayan balıkların, uçmayan/uçamayan kuşların, gögeren (ve göveren) aydınlık parıltıda aranmalıdır. kokmayan çiçeklerin, solunamayan havanın; varlığa, İnsan olmak düşünüyor olmak için yeterli değil mi? yeniden canlandıracak niteliği ile hakikate, anlama yönelmeyen düşüncelerin dünyasında aklımı sen koru Rabbim. Düşünmek varoluşsal bir zorunluluk. O nedenle Arada benzer ıstırapları kendisiyle paylaştığım varoluşu ‘düşünme gerek koşulu’ ile açıklama yaklaşımını dostumun, ilk bakışta iltifat mı hakaret mi olduğu kolay benimsiyorum. İnsan olmanın gereği düşünmekse eğer, kestirilemeyen sözü, sızlayan duyarlığımı ifade ediyordu, bu nasıl bir ayrıcalık olur? Demek ki, var olmak ancak benim içinse merdivenin daha ilk basamaklarında düşüncenin çok uzağına düşmüş şimdi. Varlığımızın olduğumuzu gizlemeye yetmiyordu. Kara kara düşünen anlamını oluşturan amaçtan uzak düşünce, yaradılış olmaktan yüreğinde göğe eren o iç aydınlığın parıltısını mahiyetimize uygun ‘düşünür adamlar’ olmak yerine, düşünür olmaya doğru bir yekinmeyi gizlemeye… Balıkçıl Kuşu Ve Yengeç Bir zamanlar, yemyeşil sahilleri ve yüzlerce çeşit balığı olan güzel bir göl varmış. Gel zaman git zaman, gölün yeşil sahilleri kurumaya, suyu da gittikçe azalmaya başlamış. Başta balıklar olmak üzere, gölde yaşayan bütün hayvanlar endişelenmeye başlamışlar. O günlerde gölün çevresinde bir balıkçıl kuşu görülmeye başlamış. Bir gün, bir grup göl canlısına yaklaşan balıkçıl; "Vah zavallılar vaah!" demiş, "Yakında göl kuruyacak sizler de öleceksiniz. Ben bu duruma çok üzülüyorum. Şu dağları görüyor musunuz? İşte o dağların arkasında "büyük ve çok güzel bir göl var. Oraya gidebilseniz eğer. Balıkçıl kuşunu dinleyen göl canlıları; "Bizim oraya gitmemiz imkânsız, başka bir çare bulmak zorundayız." demişler. Balıkçıl; "Aslında sizin oraya gitmenizin bir yolu var, ama bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum." demiş. Birden heyecanlanan göldeki canlılar; "Hadi söyle, söyle!" diyerek balıkçıl kuşuna yaklaşmışlar. Balıkçıl; "Bu günlerde yapacak fazla işim yok. Her gün birkaçınızı sırtıma alarak o göle götürebilirim." Bu haber kısa bir zaman içinde bütün göl canlıları arasında yayılınca, uzun tartışmaların yaşandığı bir toplantı yapıp balıkçıl kuşunun teklifini kabul etmişler. Balıkçıl kuşu sabah, öğlen ve akşam olmak üzere, tam üç vakit sırtına aldığı balıkları dağların arkasındaki göle taşımaya başlamış. Bir gün, kendisine sıra geldiği için balıkçıl kuşunun sırtına bir yengeç binmiş. Oldukça keyifli bir yolculuktan sonra dağların zirvesine ulaşmışlar. Balıkçıl gittikçe alçalıyor, yengeç ise çok dikkatli bakmasına rağmen gölü bir türlü göremiyormuş. Yere inmek üzereymişler ki, yengeç birden birşeyler farketmiş. Daha dikkatlice bakınca her tarafın balık kılçıkları ile dolu olduğunu görmüş... Hemen bir çare düşünüp kıskaçlarını balıkçılın boynuna geçirmiş, zehirini akıtıp öldürmüş onu. Böylece bu düzenbaz kuşun elinden, diğer balıkları kurtarmış OKUMAK ÜZERİNE Schopenhauer Cehalet, zenginlikle bir arada bulunduğu zaman yozlaştırıcı bir etki yaratır. Sefalet ve ihtiyaçların giderilmesi zorunluluğu, yoksul insanı sınırlar. Yoksul insanın sürdürmek zorunda olduğu yaşama mücadelesinin zor koşulları, onun kendisini geliştirmesi yönündeki gücünü ve zamanını önemli ölçüde sınırlar. Okurken bir başka kimse bizim yerimize düşünür. Biz sadece onun zihin sürecini, yani onun düşünme biçimini ya da zihninin işleyiş tarzını takip etmekle yetiniriz… Tıpkı yazmayı öğrenirken öğrencinin öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip etmesinde olduğu gibi… İşte okuma işlevi de tıpkı buna benzer: Okurken, kendimize özgü düşünme işinin büyük bir bolümü zaten bizim için bitirilmiş durumdadır. Bunun içindir ki, kendi düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak, her zaman bizi bir parça rahatlatır. Oysa okurken, zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir… Okuma edimimizin sonunda, bu düşünceler nesnel anlamda bizden uzaklaşırlar. İşte, bu aşamada geride kalan nedir?.. İşte mesele buradadır… Okuduğunuz eser içinde yer alan düşüncelerinizle, sizin “kendi” düşünceleriniz arasındaki mesafe ne kadardır?.. Öyle zamanlar olur ki, çok fazla, yani neredeyse bütün gününü okumakla geçiren ve aradaki zamanlarda, “düşünmeksizin” şununla ya da bununla uğraşan bir kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini yitirir… Tıpkı at üstünden inmeyen bir kimsenin yürümeyi unutması gibi. Bir çok eğitimli insanın durumu bundan farklı değildir: Okumak, (tam tersine) bu insanları ahmaklaştırır… Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak (düşünmeksizin) okumak, zihni, mütemadiyen el-emeği ile çalışmaktan daha ziyade felç edici bir etkiye sahiptir. Çelik bir yaya ağır bir nesneyi asalım ve sürekli olarak bu ağırlığı çelik yayın üzerinde tutalım. Bu durumda çelik yayın esnekliğini kaybettiğini göreceksiniz. Burada da durum aynıdır: İnsan zihni de, başka kişilerin düşüncelerinin sürekli olarak baskısı altında kalırsa, zihninde bir körelme ortaya çıkar ve zihin, keskinliğini kaybeder… Sürekli olarak yemek yiyen bir kişi, sonunda midesini bozar ve böylelikle de bütün bedenine zarar verir. Zihin de, düşünce malzemesi ile gereğinden fazla doldurulursa, boğulabilir. Çünkü, bir kimse ne kadar fazla okursa, okuduklarından arta kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır. Zihin, üzerine tekrar tekrar yazılan bir tablaya benzer. Okunan şeyler, ancak, derin düşünme ile hazmedilebilir. Nasıl ki, aldığımız gıdalar bizi yemek yeme faaliyeti ile değil, yediklerimizi sindirmekle besler ise, eğer bir kimse, daha sonra üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa, okudukları kök salmaz… Ve büyük bölümü itibariyle kaybolur… Aslında, güçlü ve sağlam bir yeni okumanın zihne akışı sadece daha önce okunmuş şeylerin unutulma sürecinin hızlanmasına hizmet eder. Gerçekten, bedelsel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır. İnsan, yediklerinin ancak beşte/bir’ini hazmedebilir. Geride kalanlar buharlaşma ile, terleme ile ve benzeri şekilde kaybolup, gider. Kendilerine özgü gerçek bir üsluba ulaşmış olan yazarları (düşünürleri) sadece okuyarak, edebi bir niteliğe (seviyeye) ulaşmak mümkün değildir… Sözünü ettiğimiz bu üslubun niteliği, ikna edicilik, hayal-gücü zenginliği, mukayeseler yapma yeteneği, keskinlik, özlülük, incelik, mizahi öğelere sahip olma, özdeyişsel ifade içeriği ya da benzerlerinden kaynaklansın, fark etmez… Ancak, saydığımız bu nitelikler bizde zaten varsa; yani, potansiyel olarak mevcut ise, işte ancak o zaman okunan yazarın nitelikli üslubu, sözünü ettiğimiz potansiyel oluşumu tetikleyebilir, ortaya çıkarır ve biz bu niteliklerimizi geliştirme olanağına kavuşuruz. Bunların hangi amaçlar için kullanılması gerektiğini yavaş yavaş öğrenebiliriz. Ve böylelikle de, bunları kullanmaya olan yatkınlığımız takviye edilebilir… Hatta bunun için kendi kendimizi yüreklendirebiliriz… İşte bütün bunları başardıktan sonra ve başarabildiğimiz ölçüde de, bu sözünü ettiğimiz niteliklere bilfiil sahip olabiliriz. Okumak suretiyle yazabilmenin ya da üslup oluşturabilmenin tek yolu budur… Bu niteliklere sahip olamamanın sonucunda ise, soğuk ve kuru bir üslup… Yani, üslupçuluktan başka bir yere varılamaz ve sığ ve sathi bir taklitçiliğin ötesine geçilemez. Edebi ya da sanatsal dergilerin büyük bir çoğunluğu yani günlük matbuat, bayağı kimselerin günlük bilgi kırıntılarını yayınladıkları için, okurların, (eğer elde edilmek istenen şey kültür ise,) münhasıran gerçek edebiyat eserlerine tahsis edilmesi gereken zamanlarını çalmanın, benzersiz bir ölçüde kurnazca tasarlanmış, birer aracından başka bir şey değildir. Böylelikle insanlar, bütün zamanların en iyisi olanı okumak yerine, hep en “yeni”nin peşine düştüklerinden yazarlar kendi dönemlerinde şöyle ya da böyle egemen olan düşüncelerin dar alanına sıkışıp kalırlar… Ve bu yüzden de “dönem”, kendi bataklığı içinde biteviye çırpınıp, durur. Dolayısıyla, okuma söz konusu olduğunda geri durabilmek (nerede duracağını bilmek) çok önemli bir şeydir… Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, “sırf bu yüzden” okumaktan ısrarla uzak durmaktır, denebilir. Söz gelimi, sebepsiz gürültü ve şamata kopartan, hatta yayın hayatına çıkmalarından kısa bir süre geçmesine rağmen çok sayıda baskıya ulaşan; ama, sonunda da unutulup giden siyasi ve dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir. Ancak, şu gerçeği hiçbir zaman hatırınızdan çıkartmayın: Ahmaklar için yazanlar, her zaman karşılarında geniş bir dinleyici kitlesi bulurlar!.. Okuma zamanlarınızı sınırlamaya özen gösterin… Ve okumak için ayırdığınız zamanı da, münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis edin… Onlar, insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler. Okunması halinde, sadece bunlar insana bir şeyler öğretir ve O’nu eğitir!.. Hiçbir zaman kötü kitaplar çok az ya da iyi kitaplar çok fazla okunmaz… Kutü kitaplar, zihin için zehir değerindedir!.. Ve aklı harap ederler… İyi olanı okuyabilmek için, kötü olanı hiçbir zaman okumamayı… insan kendisine düstur edinmelidir. Çünkü hayat kısadır… Ve dinçlik, insan hayatı içinde sınırlı bir evre için vardır. Halk, nedense, geçmiş dönemlerin büyük düşünürlerin kendi eserlerini okuyacak yerde; onlar hakkında başka kişiler tarafından yazılan kitapları okumayı tercih eder… Bunun görünürde iki sebebi olabilir: Birinci sebep, gerçek düşünürlerin kitapları eskidir; anlar hakkında yazılan kitaplar ise, “yeni”dir… Avamın tercihi ise, her zaman “yeni”den yana olmaktır. İkinci sebep ise, bizce daha önemlidir. O da, “Benzerin, benzerini sevmesi” kuralı ile açıklanabilir. Bu sebeple halk, “gün”ün derinlikten yoksun, çapsız kafalarından çıkma lakırdıları, büyük kafaların düşüncelerinden daha birleştirici ve “hoş” bulmasıdır. Bir bayağı kafa, ne kadar da yekdiğerine benzemektedir… Nasıl da hepsi tek bir tezgahtan çıkmışçasına tek biçimli… Nasıl da, benzer koşullar altında hep aynı düşünürler ve asla görüş ayrılığı taşımazlar!.. Bu sebepten ötürüdür ki, görüşleri bu kadar şahsi, bu kadar bayağı ve sınırlı… Ve budala halk kesimi, kendilerine benzer bu adamlar tarafından yazılmış bu değersiz süprüntüleri, başka bir nedenle değil, sırf bugün basılmış olduğu için okurlar. Buna mukabil, büyük düşünürlerin eserlerine kütüphane raflarında kimse ilişmez… OKUMA ve GELİŞME Okurken bir başka kimse bizim için düşünür. Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki, yazmayı öğrenirken, öğrenci öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder. Okurken de tıpkı bunun gibidir. “Düşünme işi”nin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir. Okurken, zihnimiz, aslında başka birinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Sonuçta onlar bizden ayrılır, gider… Geride kalan nedir?.. İşte dikkatlerimizi üzerinde toplamamız gereken nokta burasıdır. Mesele, zihnimize dışarıdan akın eden yeni ve uyarıcı düşüncelerin doğuracakları etkinin özümlenmesi, yerlerine yerleştirilmesi ve sindirilmesi ile ilgili bir nitelik sorunudur. Yeni düşüncelerin zihnimizde depolanarak, saklanması değil; bu düşüncelerin her birinin bizim öznel düşüncelerimizle karşılıklı ilişki içine girmesi, bu yönde sürdürülecek ciddi bir mücadele sonucunda bize özgü ve bize ait bir hale getirilmesidir. Sözünü ettiğimiz ilişki, bu düşüncelerin kabulü ya reddi gibi basit bir ameliye değildir. Buradaki amaç, kabul veya ret gibi bir tavır değildir. Olması gereken, bu basit işlemin çok ilerisinde yer alması gereken bir zincirleme reaksiyon ilişkisinin ötesinde nereye varılacağı ile ilgilidir. Bizim zihnimiz, edinmiş olduğumuz bilgileri aracılığı ile ürettiğimiz bize özgü düşünceler, “kabul”ler, “ret”ler, toplumun dayattığı ilke ve önermelere eklediğimiz motifler, inançlar, reel olmayan tasavvurlar ve bunlar gibi birbiri ile ilişkili ve zaman zaman özerk türlü çeşitli unsurlardan ibarettir. Kültürümüzün düzeyi, kişiliğimizin bağımsızlığı ve benzeri öznel niteliklerimizin bileşimi doğrultusunda oluşturduğumuz bir dünya görüşü ve bu düşünce bütünlüğün sayısız parçaları, bölümleri ve ayrıntıları mevcuttur. bilemedin İşte elimize aldığımız bir Sibgetullah KAYA kitapta yer alan düşünceler böyle bir zihinsel durum, ilişkiler ve Ya ıslaklığını alıp götürseydin üzerimden; reaksiyonlar zinciri ile karşı karşıyadırlar… Ya da hapsedip beni rutubetli mahzenlere, Gerçek bir okuma uğraşı, Gitmeseydin bu şehirden kitabın yazarının düşünce dünyası ile Kuytularında gezinirken riyakâr diyarların, okuyucunun düşence dünyasının, Bilemedin! eşit koşullarda bir araya gelmesi ve ortaya çıkacak iletişim ağının okur Çayönü’nde çağlayan kadim tarihin yüce ruhuyum tarafından titizlikle algılanarak, Ben Zülküf’ün ayakları altında sallanan beşiğin özümsenmesi ve sonuç olarak da, çocuğuyum. sindirilmesi süreçlerini izlemek Ölüm kadar sabırlı ve sakin, zorundadır. Okurun kafası, bir bilgi deposu Hakir bir ömür gibi telaşlıyım. durumundan ancak bu süreçlerin titizlikle ve ciddi bir zihinsel emekle Hükmün hükümsüzleştiği bir devrin ortasında, izlenmesi sonucunda kurtarılabilir. Ebabil dudaklardan yükselen zaferlerle recmedilmiş “Okurken, bir başka kimsenin bizim yerimize düşünmesi”nden anlamlı O günahkârın kefaretini ödüyorum kapında. bir biçimde yararlanabilmek için… Bilenmiş dillerin kanayan günahında yıkadığın suretimi, Ya da, “Okurken, zihnimizin, başka Kelebekler taşıyor sırtında. birinin düşüncelerinin oyun alanı…” Bilemedin! olmasından kurtulabilmek için… yukarıda sözünü ettiğimiz Kendine bakmaya tahammül edemediğin o kirli aynada, “süreçler”in, ciddi bir alın teri eforu Ben Ergani’nin kir tutmaz beyaz taşıyım, ile sürdürülmesi hem gerektir ve Kar altında kalmış çırılçıplak bir yetimin hem de şarttır. Mezarlıkta yeşeren düşüyüm. Sözünü ettiğimiz bu süreç, insanın öznelliği damgasını taşıyan bir düşünce bütünlüğünün, Perçemin kalkınca gözlerinin önünden, kendisine dışarıdan iletilen yeni bir Yolların yalnız dergâhıma çıkacak; düşünceyi karşılama yönetimidir. O en bilindik sabahın aydınlığında, Bizi yeni bir kitap okurken yoran şey, bu karşılaşma süreci içindeki Takvimler düşürecek içine zihinsel etkileşim eforudur. Kaf Dağı’ndan Dereboyu’na uzanan yalnızlığını. İnsanın zihnine çarpan yeni düşünce, İşte o an, bileceksin… kendisine gösterilen yeni bir rafta Toprağın yağmura muhtaç olduğunu. beklemeye koyulabileceği gibi, varolan yapı içerisinde yer alan düşüncelerle sürdüreceği etkileşim sonucunda yepyeni, önceden var olmayan bir varoluşu yaratabilir… İşte beklenen, olması gereken budur. Yeni düşence, eskilerle birleşerek, yeni, yepyeni bir düşünce ortaya koyabilmelidir. Bu yepyeni düşüncenin kollarının, temellerinin varolan eski düşüncelerin içinde olması bizi şaşırtmamalıdır. Bu noktada önemli olan, yeni düşüncenin, olduğu gibi, dışarıdan geldiği gibi zihnin bir bölmesinde istif edilmemesi; tam tersine, yeni bir düşünceye hayat veren bir temeli, bir kökü oluşturmasıdır. Yeni düşünce, Schopenhauer’ın yukarıdaki satırlara aktarmış olduğumuz düşüncesinde belirtildiği gibi, belleğimizde bir süre kalacak ve sonra silinecek ve gidecektir. Schopenhauer, bu gidecek olan düşüncenin ardında ne kalacağını sormaktadır… Evet, geride kalan nedir?.. İşte, eğer okuma uğraşı, yukarıda sözünü ettiğimiz evreler içinde ve sözünü ettiğimiz süreçleri izleyerek, yeni bir düşünceyi yaratmışsa, geride bu yeni yaratı kalacaktır. Hepsinden önemlisi ise, bu yeni yaratı, bu ameliyeyi işleyen, bu emeği ortaya koyan ve o beyin eforunu gösteren insana ait olacaktır!.. Daha açık ifadesi ile, işte gelişme denen şey budur. ÇIPLAKLIK KÜLTÜRÜ VE KÜLTÜREL ÇIPLAKLIK Yeter MENTEŞ Giriş yabancı bir kişi bir çevreye geldiğinde onun Giysi,insanın en az üç gereksinimi karşılar: yabancı olduğunun bilinmesini sağlayan birinci Evvela, soğuktan, sıcaktan kardan yağmurdan özelliktir.İnsanın giyinmesi onun dünya için uygun korur; ikincisi, iffet ve ar açısından yardımcı olur; görüldüğü anlama kendi kendisini ne tür bir varlık üçüncüsü, süslülük, güzellik ve vakar bahşeder. olarak kabul ettiğine kendisi için tasarladığı alın İnsanın yazısına ve mutluluğunu nerelerde gördüğüne giysisi bir bakıma benzetilebilir.İnsanın başlangıçta sıcaktan zamanda ve aynı evine soğuktan bağlı olarak değişiklik arz eder. hayvanların Her toplumda kadın ve erkek giysilerinin çeşit saldırılarından korunmak için ev inşa ettiği ve nitelikleri o toplumun iktisadi, toplumsal ve doğrudur, ne ki bu amaca ilaveten insan için ev, iklimsel şartlarına bağlı olmakla özellikle o kendisini, mallarını ve özel hallerini dört duvarı topluma hakim olan değerlere ve dünya görüşüne arasında muhavaza edebileceği; ve bundan da tabidir ve hatta o dünya görüşünün göstergesi ve önemlisi,herkesin imkanları oranında içinde zevk aynasıdır. ve sefa sürebileceği ve iç güdüsel güzellik beğenisini tatmin edebileceği bir sığınak, bir konuttur.Giysi, insanın en özel evidir;çünkü herkes evvela giysinin içinde yaşar daha sonra evinde. Bu nedenledir ki üzerimizdeki giysiler nedeni ile evi sırtındayız denebilir. GİYSİ – KÜLTÜR İLİŞKİSİ Kültür,bir toplumun dünyaya nispetle sahip olduğu ve varlık ve insan için uygun gördüğü en genel gelenek ve görenekten ibarettir.Bu gelenek ve görenek bütün bireysel ve toplumsal adet ve değerleri evrensel çapta kabul edip önde tutar. Her toplumun yaşamında dünya hissedilebilir görüşü ve o kavmin görülebilir ,dokunulabilir ve çok önemli etkiye sahiptir.Halkın kurduğu ve içerisinde yaşadığı çevre onların dünya görüşünün büyük ölçüde etkisi altındadır.Bir toplumun kültürü o toplumun medenileşmesini sağlayan ruh durumundadır. Toplumun çeşitli yanlarında ekonomisinde,iktisat alanında,sanatta ve daha bir çok alanda görülebilir. Giysi- Kültür ilişkisi o kadar önemlidir ki 1 Dünyanın iki parçası vardır;bunlardan biri teknolojik sömürgeciliği ile tanınan maddeci Batı dünyası , diğeri ise bütün bu olanaklardan yoksun olan geri kalmışlığı simgeleyen Doğu dünyasıdır.Batı dünyasının etkisi altına girmemiş olan toplumların giysileri uzun, geniş,tene yapışık değildir,genellikle baş örtülüdür , külah ve sarıkla ilgilidir.Bunlar kumaş,renk dikiliş, kumaşın çeşidi bakımından önemlidir.Kadınlar genellikle çarşaflıdır ve ayakkabılarının ucuna varan uzun özlemiştir ve ona ulaşmaya çalışmıştır.Meryem fistanlıdır. resimleri Amerikan kültüründe giysiler gene çeşit önce pazardaki kadınlardan soyutlanmışken Rönesans’la birlikte pazardaki çeşittir ve her mevsim suratla değişikliğe uğrarlar kadınlara ama burada da ortak bir yön vardır; Günümüzde kendisi gökten yere indirilmiştir.Çarşı Pazardaki batılı insanının giysileri ,erkekler olsun kadın güzel kadınların arasından biri model alınarak olsun,dardır,kısadır, tene yapışıktır ve bu yüzden yapılmıştı henüz bütünüyle Batı kültürünün etki ve sultası altına girmemiş kavimlerin yerli ve benzetilerek yapılmıştır.Meryem’in Cinsel güdünün zalim bir cemiyete yaptığı; tarihi kadın,verdiği lezzet oranında bir değere sahip olan giysilerinin tam karşısında yer alırlar. Doğu ve Batı bir mal oluyor.Artık kadın Allah’ ın emanetçisi ve arasındaki fark ilerlememezlik ve gerikalmışlıktan hatta Rabbine mülaki olacak kadar yücele bilen o kaynaklandığından söz edilemez.Geri kalmışlık ve insan cehalettin kendisinden bu kaynaklanmaz.Bu tür değeri,teninin değeri oranındadır.Ve eğer bu giysiyi gerektiren şey Doğunun dünya görüşü ve medeniyet değer sistemidir; ve günümüz Batı giysisi de bu kadından günkü Batının dünya görüşüne ve kültürüne olurlarsa artık onun ne değeri vardır?Bütün varlığı, BATI GİYSİLERİNİN BATI KÜLTÜRÜYLE İLİŞKİSİ değildir;hayır,yalnızca toplumda geriye ne tenini Ten ‘dir teşhir kalır?Onu o;ve etmezse görmeyecek var oluşu,onu görmeleri alıcı gözüyle bakmaları ve ona bir değer biçmelerine bağlıdır.Eğer Descartes Giyinme, her medeniyette, insanın o ‘Düşünüyorum; o halde varım ‘demişse, bugünkü medeniyet içindeki anlamı ve tarifiyle doğrudan Batı ilgili insani özelliklerden biridir.Batı maddeci toplumlardaki kadın da çaresiz,seyrediliyorum o medeniyetinde üzerine halde varım demelidir.Kadın yalnızca cisimdir ve giden kadının karşısında erkek tümüyle gözdür.Kadın, yaşamın dipnotuna ve Batı medeniyetinin kültür erkeğin kendisini sürekli göz terazisinin iki iskeletinde kefesinde tarttığı ve kendisine değer biçtiği bir insan kurulmuştur.Manevi değerler, bir bürünmüştür.Batının kilise sürünüp maddi tarihi ,manevi parçaya ve toplumundaki ve tüm Garbze’de yüce eşyadır.Bir araç değil süsten ibarettir.Kadının değerlerin sürgün tarihidir.Batı medeniyeti artık kişiliğinin vücudunu teşhir etmesinden ibaret maneviyat ve kutsal asaletten yoksun bir yaşamın olduğu bir durumda kadın giysisinin dar olması tecellisidir ve insan artık mevcut değildir ki ilahi gerekir ki vücudun en ince kıpırdanışlarını bile ruhun taşıyıcısı ve Allah’ın yer yüzünde ki halifesi aktarsın,kadının bedensel özelliklerini yok etmesin olsun.İnsanın ve bedenin nesneden bir farkı ve kalmamıştır. örtmesin.Bedenin kalıbıdır.Ve batının cinsiyet İnsanı ölümden başka bir geleceğin kısa olması gerekir de etmediği bir kültür ortamında insan ne yapabilir? edilmesine neden olan eğilimdir. doğumdan ölüme kadar ki süredir ve bu fırsatın dışında olmak vücudunu sorunundan kaynaklanmaktadır.Erkeğin giysisinin beklemediği, onu bir cennetin kendisine davet Onun olmak için sahip olduğu bütün fırsat ki dar olmasının nedeni, vücudun teşhir KAPİTALİZM VE GİYSİ Kapitalizm, dünyayı sömürme amacı olan ve kalmak için bir güce sahip ve Tekasür’e ve fazla talebe dayanan bu sistem, değildir.Ona lezzet verebilecek şey insan tenidir. üretim ve tüketim pazarını daha bir kızıştırmak İnsan anne teninden koptuğundan beri daima onu için dünyanın bütün güç ve imkanlarından, insanın tüm güç ve Kapitalist güdülerinden iktisat parlamasının yararlanmaktadır. pazarının mayası kızışması olmaktadır kadın güdünün kendisini bozmak ve bunu süse ve dönüştürmek için asi güdü atının önündeki tüm ve engel ve yasakları ortadan kaldırmaya çalışan bir erkek.Manevi İslami kültürde sukunet ve huzurun ekolün ortaya çıkması tesadüfi değildir. mayası kabul edilen bir şey, maneviyattın uzak olan insan elinde isteğin en kızgın fırınına dönüşmektedir. Bu iktisadi sistemin mahkumu olan bir toplumu kadının,harcamak ve harcanmak zorunda olan bir araçtır.Yalnız cisimden,tenden ibaret olan kadının harcaması ve harcanması gerekir;ve bu gerekirdir ki onun giysi biçimini belirlemektedir.Kadın, hem batı kapitalizminin en mazlum kurbanı ve hem de aynı kapitalizminin en etkin silahıdır.Kadının kendisi bir cisim olarak düşündüğünde dünya perestlerin itiraslı gözleri onu kapitalist pazarın kızışması için yem olarak seçti ve kadın , para mazbahasında kurban edildi.Sır ve remiz dolu aşk yerini sadece sekse Özgürlük adına karanlık bir geceye ve sonsuz bir bıraktı.Sevgililer aşkı unuttular. Bilim,sanatta ilerilik ve çıplaklık arasında ne çöle salan felsefedir.Diğer şeylerin kendisi insanın ilgi vardır?Batıda şimdi güzelliğin yerine çıplaklık ahlaki, oturmuş,aşkın yerini sex tutmuş, ve iptizal cinsel kısıtlamaktadır.Dünyanın kendisi düzensizlikten tahrik sanat adını almıştır.Bir traktör lastiğinin ve karmaşıklıktan başka bir şey değildir.Felsefesi daha çok satılması için bile yarı çıplak bir kadın olan bir insan için giysi, iffet ve örtünmenin ne resminin lastiğin yanında bulunması,ve büyük anlam taşıdığı açıktır. mağazalardaki tüm satıcıların genç kadınlardan seçilmesi gerekmekte;ve hatta yasama meclisleri örfü alanını İLİŞKİSİ Batı kültürü ile İslam kültürü arsındaki fark hem maddi hem de manevi yaşamın en üst TARİHİ DAYANAKLAR yapısıdır.Amacı, isteği ve sonucu olan bir varlıktır. BİLİMSEL VE FELSEFİ ANLAYIŞLAR Sex ve çıplaklık pazarının daha da kızışması ve ve insanı tarif edişlerinde kaynaklanmaktadır. İnsan bir araç olarak kullanılmaktadır. felsefe dini HİCABIN(ÖRTÜNME) İSLAM KÜLTÜRÜYLE seçimlerindeki propagandalarda bile sex ve kadın için aklı, bilimsel verilerden İslam da maneviyat ve ruhaniyet hiçbir şekilde maddiyat ve cismaniyetin karşısında yer dayanılmıştır.Eğer kilise evlenmeyi maneviyata almamıştır, ve insan manevi hakikate ulaşmak için aykırı bir durum saymaydı ve kutsiyet ve maddi ruhbanlık değildir.İslami maneviyat için evlenmekten perhizi gerekli gerçekliğini görmeseydi,belki de yeni medeniyette bu tepki değildir meydana meydandan gelmeyecekti.Bir bilimlerinde diğer destek ruh görülmüştür,Fredualizm.Cinsel ki rakibini yok etmek maddiyatın rakibi kendi uzaklaştırsın; zorunda menfaati o,cismaniyet icabı ve maddiyatın yol göstericisi ve kontrol edicisidir.Din, bize cismi bütünüyle unutturmak ve bizi dünyadan durumları ve ruhsal eğilimleriyle doğrudan birbiri uzaklaştırmak için gelmemiştir;o,itidalı muhafaza ile ilişki içerisindedir. Yalnız çehre süsleri değil, etmemiz ,ifrat ve tefritten uzak kalmamız mesela aynı şekilde ,bedenlerine ekledikleri bütün süsler kendimizi yalnız tenden ibaret sanıp cisimden tercih ettikleri giysilerin şekil ve ölçüleri dahi yararlanmaktan başka bir şey düşünmeyenlerden Onların olmamamız için ölçüyü öğretmek için vardır. aktarmaktadır. Giysi yalnız toplumun kültürünün Giysi, cinsel haberler etkisi altında değildir; O,aynı zamanda tek tek tüm gücünü arttırmak için değil.İnsanın ikinci evi derisi bireylerin kişiliklerin tanıtıcısıdır da ve elbette ki değil onun ilk evidir.Giysi, giysinin şekil ve türü fertlerin kişilikleriyle toplumun genel kültürü basit ve yüzeysel konu değil ki sadece bireylerin arasında da güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Yüce zevklerinin ürünü sayılsın.Sorun, bir birinden manevi ve insani değerlerin itibar görmediği ve yerden göğe kadar farklı iki kültür,iki dünya insanın iç aleminin dış gösteri ve tecellilerde görüşü sorunudur;ve bu farklılık,insanla ilgili tüm bağımsız bir onun ve anlama sahip olmadığı temel boy toplumlarda bütün bir insan kişiliği tam anlamıyla ardında başkalarının ilgisine, onların kendisi hakkındaki gelir;ve insan görüşlerine ve verdiği rütbeye uygun olarak giysisine veda şekillenmektedir. ez cümle göstermektedir.Giysinin daima bir kültürüne kültür veda edememekte;bir azaltmak sırrından içindir, konularda tahriki özlerinin giysisinde değişmesinin değişikliği etmedikçe ulusun kültürünü kabul etmedikçe o ulusun giysisini giyinmemektedir, Birey mantıki ve uygun yollarla kendisini ortaya koyamayınca başka yollara başvurmakta, Her insanın giysisi,onun vücut ülkesinin başkalarını ilgisini çekmek ve topluma oranla bayrağıdır.O,insanın kendi vücut evinin kapısına sahip olduğu eksiklikleri gidermek için giysi diktiği bir bayraktır ki onunla hangi kültüre bağlı biçimde ve baş ve yüz süslerinde her türden olduğunu ilan etmektedir.Nasıl ki her millet değişikliği bayrağına gösterdiği vefakarlık ve hürmetle milli harcamaktadır;sınıfsal farklılıkların çok keskin ve siyasi huvviyetine olan inancını açıklar;her olduğu toplumlarda bu farklılık, ev çeşidine insanda mademki bir değerler ve görüşler ,otomobil modeline, yaşam biçimine ve özellikle de zincirine inanmış ve gönül bağlamıştır,o değer ve giysi türüne doğal olarak yansımaktadır.Özellikle görüşlere mensup giysiye veda etmeyecektir. eşraf ve sermayedarlar servetlerini giydikleri Püşiden, gizlemek bakıştan uzaklaştırmak anlamında kullanılmıştır.Giysinin her dilde farklı giysilerle icat etmek başkalarına için büyük göstermeye çaba gayret etmektedirler. kullanımı olsa da anlamı aynıdır.Herkesin giysisi Makama düşkünlük ve başkalarına egemen onun görüş ve gidişatıyla ilintilidir,özündeki olma eğilimi de giysilerin seçiminde bir etkiye birikimin kişiliğin sahiptir.Hak maneviyat yağmurunun üstün olma herkesin isteği kırını, halkın gönlünden temizlemediği bir mevzusu toplumda,herkes türlü giysiler giymek için çaba başkalarına ilan ettiği ve onunla kendisini tanıdığı harcar.Askerler gibi davranır ve gücü yettiği kadar şiarıdır.Şiarın pahalı ve kendisini yüce daha üstün gösteren açıklayıcısıdır somutlaştırıcısıdır.Ve giysisi,kişinin onun anlamı ve demekteyiz ki aracılığıyla yorgan yada uyurken örtünülen örtüdür. GİYSİ VE ÖZÜN SIRRI Kadınların çehre süsleri onların içsel giysiler giyinir.Erkekler kimi zaman öğünme ve egemen olma isteğiyle eşlerinin giysilerinden yararlanırlar;her erkek azamet ve yüceliğinin oranını gece ziyaretlerinde ve sokakta caddede kendisini kaybetmesinin sonucu değilse , neden eşinin giyindiği giysilerle başkalarına göstermeye çalışır.Gerçekte maneviyatsız toplumda kadın koca için büyüklük taslama ve boy gösterisi için hayatlarından lüks araçlarından biridir. Erkekler ayakkabıları tıpkı ve otomobilleri,evleri, şapkalarıyla kendilerini göstermeye çalıştıkları gibi karılarının ve onların giydikleri giysilerini ne kadar önemli kişiler olduklarını başkalarına çalışıyorlar.Eşraf her anlatmaya mecliste bir kısmını giyindikleri çeşitli ve pahalı giysileriyle tasalutçu maddi durumları ilan ediyor ve başkalarına yük kılıyorlar.Eşraf sürekli olarak yeni yeni modalara kucak açmakta ve halk henüz bir önceki modanın para yükünün altında çıkmadan kendisini albenili yeni bir modanın kucağında bulmaktadır.Ne acıklı esaret ve köleliktir bu bu tür esaretler hür ve şimdiye değin Doğu giysilerinin bir özelliğinin düşünce özgürlüğüne sahip toplumlarda pek olsun Batıda kabul edildiği ve ilgi gördüğü çoktur. görülmemiştir? Bu yalın örneklerin tasavvuru HİCAPSIZLIK BİZE NASIL GELDİ? görüntünün basit bir işaretidir. Batı medeniyetinin amacı bir bulut gibi Giysi değişikliğini kabul edenler Batı kültürünü boydan boya bütün gökyüzünü kaplamak ve benimseyenlerden yeryüzünü hakikat güneşinden yoksun bırakmak etmeyenlerse kesinlikle bu kültürü reddedenler ve için elbette ilerleme, özgürlük,eşitlik kavramının altındaki bu memleketimizde bu zahmet bulutunun uğursuz aldatmayı yutmayanlar ve bunun sonucu olarak gölgesinden güvenlikte kalmamıştır. bütün zorluk ve zorbalıklara karşı direnenlerdi. çaba göstermiş ve yüz kez Batı medeniyet programının iki şartı başkası değildir; kabul JAPONLARIN GİYSİLERİ NASIL BATILILAŞTI vardır,Evvela Batı giysilerinin kabul edilmesi için 1860-70 yılından önce , takriben tüm Japon gerekli kültürel ve toplumsal ortam;ikincisi, zora halkı kendi yerel giysi türlerini giyiniyorlardı.Yerli sahip ve İslam’a inanç beslemeyen bir yürütme giysileri önü enli bir kemerle birbirine bağlanan organı. Görevi İran’ı zillet düşkünlüğünden izzet uzun ve geniş bir gömlekten olan Kimono’ydu. doruğuna ve sapkınlıktan ilerleme anayoluna İçine yerleştirdikleri keten ve ibrişimden olabildiğince her sıcağı muhafaza ediyordu.Zengin tabakaysa ibrişim toplum için daima birinci tercih konusu olmuş kimono giyerlerdi.O zamana kadar yün kumaş insanlar üretilmiyordu ve Japonların bundan haberi yoktu. erken bu çıkarmak.Batılılaşma sayede gelişe bileceğini düşünmüşlerdir. Bu bütün toplumun yegane amacı ve kurtuluş çaresidir. Eğer kültürünün Batı egemen 1868 yılı Japon siyasi değişikliğinin bu ülkenin giysilerinin oluşunun kabulü ve Batı Doğunun astar en önemli gerekmektedir.Bu tarihi olayı değişikliğin sayılması ardından feodalizmle savaşmak isteyen güçlü bir merkezi hükümet Japonya’da başa geçti.Bu hükümet Bu saldırısıdır;ve görüyoruz ki İslam’ı hakim olduğu hükümet Batı adetlerinin taklidine ve iktisadi bir yer olmamasına rağmen Japonya’da kalkınmaya hükümetin Garbze’de oluştan önce erkek ve kadınlar geniş ve giysilerden uzun giyiniyorlardı;ve Batı etkisinin ardından, ve ilgi politikaları duyuyordu.Yeni seçtiği da anlaşılıyordu.1870’de deniz kuvvetleri fakültesi öğrencileri İngiliz formaları giyinmekle yükümlü kılındılar.O zamanlar Subay Okulu Öğrencileri de Fransız üniformaları giyiniyorlardı.1871’ de Bakanlar kuruluyla Danıştay arasında çok yönlü gürültülü bir konu ortaya çıktı.Sorun, yüksek rütbeli merkez ve vilayet memurlarının Japon giysisi mi yoksa batı giysisi mi giymeleri gerektiğiydi. 1880 yılından sonra Avrupa modaları yavaş yavaş müreffeh tabakanın arasında görünmeye başlamış ve pazarın hassas kısımlarını ele geçirmişti.Toplumun yüksek kesimi Batılı ilgileri taklit ederek toplu danslar, garden party ve müzik meclisleri türünden şeyler tertiplemeye başladılar. Bütün bu merasimlerde giyilen giysiler Batı gece giysileriydi. Kraliçe ve diğer saraylı kadınlar da yavaş yavaş bu giysilerle görünmeye başladılar. 1880-90 yılında Eğitim ve Öğretim Bakanlığının buyruğuyla fakülte ve yüksek okul öğrencileri Batı üniformaları giyinmekle mükellef olundular. Yirminci yüzyılın başlarında, ki 1868 siyasi değişikliğinin üzerinden henüz otuz yıl geçmiş bulunuyordu, Batı giysileri şahsiyetliğinin ve ilerlemenin işareti sayılmaya başlamıştır.Aslında Batı giysisi sokak ve caddelerin giysisiydi;Japon giysisiyse uzun bir süre daha ev giysisi sayılacaktı. Batı mallarının yaygınlık kazanmasını başlıca iki şey engelliyordu:Birincisi Japonların yerli giysilere daha çok ilgi duymaları; ikincisiyse yün kumaşların pahalı olması ve geleneksel giysilerin daha ucuza yapılabilmesi. Görüyoruz ki mesele kişi özgürlüğü ve kişisel zevk meselesi değil,maneviyattan uzak bir kültürün bütün manevi ve geleneksel kültürü olan özellikle güçlü bir hükümetin kurulmasından sonra zamanın saltanat hanedanın ve ayan ile eşrafın Batının dans, müzik ve toplumsal adetlerinin taklit edilmesi ile birlikte geleneksel giysilerini bir yana bırakıyorlar ve Batı giysileri giyiniyorlar . Ne gariptir ki bu gün özgürlük ve demokrasi adına İslami örtünme konusunda İslam cumhuriyetine muhalefet edenlerin ve İslam hükümetinin uygun giysiler tavsiye sini kişi özgürlüğüne ve demokrasiye muhalif bulan aydınların hiç biri ;halkı süngü zoruyla soyunmaya zorlayan Rıza Han ‘ın zorbalık ve vahşeti devirlerinde kuyruk sallayıp muhalefet etmediler ve halkın kendisi için uygun bulup giyindiği giysileri değiştirmek kişi özgürlüğüne ve demokrasiye muhaliftir demediler.Bunlar özgürlük ve demokrasiyi sadece İslam’a karşı direndikleri zaman hatırlayan kişilerdir.İslam medeniyetinde kadının çarşafını ve baş örtüsünün parçalanması özgürlüğe aykırıdır. Elbette ki memleketin medenileşmesini ve yücelmesini caddelerdeki kadınların çıplaklığında kabul edenler ve kendi akılsızca sözleriyle, hicabı kaldırılmasıyla toplum nüfusunun yarısını olduğunda ve insan hayvanlaşıp kadın işçileşeceğini söyleyenler, memleketi mantıklı bir mallaştığında bu maddeci görüşün iktisadi yüzü şekilde ve Allahın ve aklın kanunları altında olan kapitalizmin kadına bir ticaret gözüyle yönetecek durumda değiller.Onlar o kadar temyiz baktığına şahit olur.Kadınlar bir toplumda eğlence gücünden yırtıcı unsuruna dönüştükçe daha çok soyunmakta ve hayvanlarının artığı leğensel şapkayı ülkenin süslenmektedir.Toplumsallaşmanın gereği ,bireyin kalkınması kabul ediyorlar. kendisini daha az belirginleştirmesi ve bir damla yoksundurlar ki Avrupa HİCAB MESELESİNE BAŞKA AÇIDAN BİR BAKIŞ olup toplum denizine atılmasıdır.Giysi , bireyi Dün hicabı açılması davasında uğradıkları toplumda ne oranda belirginleştirip meşhur eziyet ve haksızlıklar bu Müslümanlarda bir kılıyorsa o oranda toplumda uzaklaştırmaktadır. ukdeye dönüştü;şimdi yönetimi ele geçirmiş Cinselliğin ,örtülülüğün , çıplaklığın ve bunlara olduklarından bu ukdeyi çözmeye çalışıyorlar ve hakim Rıza Han’ın ajanlarının kendi kadınlarına ettikleri toplumsal zulmü incelenmemesi, ve yalnız dış dünya ve insanın onlarda hicapsız devrim kadınlara muhafızlarının ediyorlar eliyle denebilir.Bu olan zabıtaların yaşamın toplumsal bütünüyle maslahatları çevresinin bireyin açısından hesaba katılmaması karikatürden yapıla bilecek daha uygun çıkarım gerekir;bütün bunların insanın utanma duygusu ve şudur :İslam hükümetinin beyefendileri şunu bilin onun kişisel ,toplumsal birer özelliği olarak ta ki sürekli düşünülmemesi gerekir.Utanma duygusu insana kılamadığı gibi sizinde baskınızda hicaplılığı özgü özelliklerden biridir ve insan, vücudunun egemen kılamayacaktır. kimi yerlerini Rıza Han’ın baskısı hicapsızlığı gizleme ihtiyacı hisseden tek Çıplaklık kadının değerini yok etmekte ve canlıdır. İnsanı hayvanlardan faklı kılan düşünme onun bir mal ve aşağılık bir cins düzeyine ,duygu,sorumluluk bir kemal sayılırken neden düşürmektedir.Ten ve endamını umumun gözleri insana ait olan utanma duygusu birer kemale önüne seren ve cinselliğine bağlı şeyleri sokak ve ermenin kendisi sayılmasın? caddelere sürükleyen bir kadın gerçekte AİLE insanlığına dayanarak değil ,kadınlığına dayanarak Çıplaklığın hakim olduğu toplumlarda her kendisine toplumda bir yer açmak istemektedir.Bu kadın olguya göre o , kendisi için temel kabul ettiği şeyin kıyaslanmaktadır.Mukayese , insan olmak , düşünüyor olmak ve yeterli beceri olmadıkları konusundadır ve ailenin köklerini işte olmak değil kadın olmak olduğunu ilan etmektedir. yakan Daima güzelleşme ve zihniyetlere sahip olma ve erkek sürekli budur.Mukayesenin kocanın,ama özellikle neye birbirleriyle sahip heves kocanın ateşi olup karı bedeninde endişesi içerisinde bulunan bir hanımefendi nasıl alevlenir.Kocasının yanı başında yirmi otuz yıl aşk sorunlarını yaşamış , yaşam sonuçlarıyla mücadele etmiş ve kendi vatanına ne onun sevinç ve kederlerine ortak olmuş bir kadının ve mahrum vatandaşların paylaşabilsin? Başkalarının etiklerini nasıl yüzü çehresinin baharı yavaş yavaş solar ve yerini düşüncesinde sonbahara terk eder.İşte tam aşka ,şefkat ve olabilsin?Kadının insani ölçülerle değil kadınlık vefakarlığa ihtiyaç bulunduğu bu zamanda kadın ölçüleriyle değerlendirildiği toplumlarda kadın ansızın gençleşme peşine düşmekte mal hükmündedir ve ona bir gibi pazarda , daire ve okullarda uygunsuz giysisiyle davranılır.Maddeci bir görüş bir topluma egemen boy göstererek erkekle yarışa girmekte ve bu mustazaflarının düşünebilsin?Nasıl kurtuluşu yer malmış ve çarşı- durum ailenin temellerinin sarsılması ve kadının ve aşığı dünya da, bir adam olsun yok mudur ki bir bütün gençliğini uğrana sarfettiği umudunun yerle çocuğun yürek temizliğine sahip olsun ve Batı ‘da bir olmasının başlangıcı olmaktadır. insanın sırtına giysi diye geçirilen şeyin örtünmek SONUÇ değil çıplaklık olduğunu söylesin? Çıplaklığı giysi Batı medeniyeti aslında gösteriş yapıyor ve kabul eden dünya ya karşı cüret edip feryat istiyor ki insan için bir giysi biçsin.Ama bu edebilecek çocuk safiyetine sahip bir halk olacak gerçekte sırtına bir giysi geçirmek yerine insanı mıdır gerçekten… çıplaklaştırmıştır o; hiç kimsenin de ortada giysi diye bir şeyin bulunmadığını ve bütün bu moda , kumaş ve falan filanın insanın çıplaklığı olduğunu söylemeye cesareti yok. Hepsi bütün altın ve gümüşü alıp götüren ve hala da götürmekte olan hokkabaz terzilerin kendilerini şerefsizlikle itham etmelerinden korkuyorlar.Acaba bu Batı propagandasının esiri İNSAN: İKİ HAYAT İKİ SAADET -Rağıb el İsfehani- 30: Nurhayat YUMLU Rağıb el İsfehani İnsana ilişkin eserinde önemli tespitlerde bulunmaktadır. Ona göre “Cenabıı Allah, insanoğluna kendi özelliklerine riayet edip, manasını koruyarak kendi cinsinin kıvamına erişmesi yönünde lütufta bulundu.Değilse, insan sözü dünyada yaşamayan Anka, Anzayıl ve Mağreb gibi sadece zihinlerde dolaşan isimler olarak kalacaktı.Nitekim Yüce Allah, ilahlar olarak isimlendirilenlerin sıfatları hakkında: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız sizin ve atalarınızın taktığı bir takım isimlerden başka bir şey değildir.” (12/40) buyurmak suretiyle onları kişiliği olmayan isimler kılmıştır.Hüküm yetkisi yalnız Allah’ındır.O ise , Kendisinden başkasına değil, yalnız kendisine ibadet etmemizi emir buyurmuştur.” İnsan kelimesiyle; ayakta duran, kalın tırnaklı, yumuşak derili, güleryüzlü, havadan sudan konuşan , hakkı batıla dayanarak ortadan kaldırmak için batıl yolla mücadele veren, putlara ve batıla inanan, Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapan , namazı üşenerek kılan, Allah’la beraber başka ilahlara da tapan bir insan kastedilmiyor.Bunlar insan olsalar bile gerçekte ne insan sayılırlar, ne de nisnas. Burada varlıkların her birinden, insanın onlar arasındaki konumunu; yaratılışının başlangıcı ve sonunu, insanlık kıvamını kazandığı zaman ona hazırlanan iki dünya saadetini ve bunlara ulaşmanın yollarını görmekteyiz. İşe insanın kendi varlığını tanımasına dikkat çekerek başlanır.Bir şeyin öğrenilmesi gerektiğini bilen kimse, bilgi sahibi olur.İnsanın bilmediğini bilmesi de ilimdir.İnsanın bilmediğini bilerek öğrenmesi de ilim sayılır. Bu şekilde insanın nasıl bir varlık olduğunu ve Allah’ın yarattığı ölçüde bir insanın doğru bir hayatı nasıl sürebileceğinin izlerini görmekteyiz.Belirtmiş olduğumuz gibi insan yalnız Allah yolunda ilerlediği sürece gerçek anlamda bir insan şeklini alır. İNSANIN KENDİSİNİ TANIMASININ ÖNEMİ İnsanın ilk önce kendisini tanıması gerekir. Başka bir defasında: O önce Rabbini tanımalıdır.Bu iki söz arasında çelişki yoktur.Öncelikle kişinin kendisini tanıması mantıki bir sıra ifade eder.Diğer görüşteki düşüncede ise ilk önce Cenab-ı Allah’ı O’nu şeref ve fazileti yönüyle öne almamız doğru olur.Çünkü tanımaların en değerlisi Cenab-ı Allah’ı tanımaktadır. İnsanın kendisini tanıması konusunda çeşitli durumlara bağlı görüşler vardır: Bu tanıma sayesinde başka şeyleri tanıma imkanı bulur, kendisini tanımazsa kendisinden gayri her şeyden bilgisiz kalır. Daha sonra anlaşılacağı gibi, insan varlığı bütün varlıkların toplamıdır.Kim kendisini tanırsa mevcudatı da tanımış olur. Gerçekten nefsini tanıyan alemi tanır.Kim onu tanırsa gökleri ve yeri yaratan Allah’ın müşahidi olur.Bu mertebeye ulaşma şansını kaybeden cahiller kafir gibi olmaz. İnsan, ruhunu öğrenince, ruhi alemi ve onun bekasını; bedenini öğrenince de cesedini ilgilendiren şeyleri, onun ölümlü olduğunu, bu vesileyle fani olanların değersiz, baki olanların da şerefli olduğunu bilir. Kendini tanıyan kimse kendinde gizlenmiş düşmanlarını tanımış olur.Gizli düşmanlarını öğrenen kimse, onun kurduğu pusuları, ona nasıl karşı koyup korunabileceğini öğrenme imkanı bulur, dolayısıyla Cenab-ı Allah’ın kendi yolunda mücadele verenler için vaat ettiği şeylere hak kazanır. Kim kendini tanırsa, nefsine vesvese vereni de tanır.Kim de nefsine fısıldamayı güzelleştirirse aleme fısıldamayı da güzelleştirir. Kendi nefsini tanıyan kimse kendinde bulunan ayıplardan ötürü başkasında ayıp bulamaz.Kendine bulacağı ayıplar ya açıkça görünen cinsten ve yanıcı taştaki ateş gibi gizli olur.Böyle kimse sözle, jest ve mimikleriyle kimseyi ayıplayamaz.Çünkü başkasında göstermek istediği ayıpların hepsini kendinde bulur. Kendini tanıyan Rabbini tanır.Cenab-ı Allah’ın içinde sadece “Ey insan kendini tanırsan Rabbini tanırsın” yazılı bir kitap indirdiği rivayet edilmiştir. VARLIKLARN CİNSLERİNİN VE ONLAR ARASINDAN İNSAN YERİNİN AÇIKLANMASI Her şeyin varlığına sebep olan O’dur.Her varlık O’ndandır ve onunla kaimdir. Varlıklar iki kısma ayrılır: Ma’kulat-ı Ulviyye ve Mahsusat-ı Süfliyye. Bunları yüksek akıllılar ve düşük hisliler şeklinde de tabir edebiliriz.Ulvi yaratıkların yaratılışı süfli yaratıklardan öncedir.Çeşitli rivayetleri dile getirecek olursak; bir rivayete göre Cenab-ı Allah’ın ilk yarattığı şey “kalem” sonra “levh” idi.Onu 31: yarattı sonra ona, “kıyamet gününe kadar olacakları yaz”, dedi.Yine rivayet edildiğine göre Allahü Teala’nın ilk yarattığı şey “akıl”dır.Akla “gel” dedi. O da geldi.Sonra ona “düşün” dedi.O da düşündü.Bunun üzerine şöyle buyurdu: “İzzet ve celalim hakkı için nezdimde senden daha değerli bir şey yaratmadım;seninle alır, seninle veririm.Sevap da ikap da sana göre olacaktır.”Görüldüğü gibi varlıkların nasıl meydana geldiği çeşitli rivayetlerle dile getirilmektedir.Bunun gibi birçok rivayet ve ayetler sayesinde bu tür varlıkların ne olduğu, nasıl olduğu, niçin olduğu ve kim tarafından meydana getirildiği gibi soruları sorarak varlığın özünü anlamamız mümkün duruma gelmektedir. İNSANIN YARATILDIĞI UNSURLARIN AÇIKLANMASI Cenab-ı Allah Adem’i (a.s) yarattığı unsuru zikredip, onu yedi mertebede yarattığına dikkat çekmektedir.O’nu topraktan yarattığını bildirerek birinci başlangıca dikkat çekmiştir.Başka bir ayet-i kerimede toprakla suyun birleşmesinden meydana gelen çamura işaret buyurmuştur.Başka bir ayette, çamurun hava ile en aşağı bir değişikliği olan kara balçığa işaret etmiştir.Başka birinde belli bir itidal kazanmış, şekillenmeye müsait yapışkan bir topraktan; yine başka bir ayette, çamurun kırılmasına ve ses çıkarma özelliğine dikkat çekerek pişmiş kuru çamurdan; bir diğerinde ateşin tesiriyle kiremit haline gelmiş pişik çamurdan yarattığını açıklamıştır. Yüce Allah, insanda çamurdaki ateş etkisi oranında şeytani kuvvet olduğuna işaret ederek şeytan öz ateşten yaratılmış olduğu için onda istikrar olmadığını bildirdi.Rabbimiz daha sonra ruhun üfürülmesiyle insanın yaratılışının tamamlandığını söylüyor.Cenab-ı Allah’ın bildirdiği yedi derece işte budur.Ve bu dereceler, insanın nasıl yaratıldığının açık bir göstergesidir. İNSAN BÜNYESİNDE BULUNAN MADDELERİN GÜÇLERİ İnsan, bütün maddeler eşyada toplanıp meydana getirildikten sonra yaratıldı.Daha önce zikri geçen Peygamberimiz(s.a.v.) in hadisinde de bu husus açıklanmıştır. Yüce Allah alemin basit, mürekkep (bileşik), ruhani, cismani, yaratılan ve onlardan meydana getirilenlerin güçlerini insanda topladı.Tabiatıyla insan alem vasıtasıyla onun bir sentezi olarak hasıl oldu.Kuvvet ve prensipleriyle alemi insan temsil eder.İnsan her ne kadar görünüşü küçükse de, alemin bir özü ve özetidir.Bir kitabın özetinde söz azaltılıp manadan istifade edildiği gibi insan da alemle yorumlanmamıştır.İnsan alemin özü, hülesası ve semeresidir.Tıpkı yoğurdun özünün tereyağı ve susamınkinin susamyağı olduğu gibi.İnsan kadar aleme benzeyen başka bir şey yoktur:O, harareti, soğukluğu, rutubet ve kuruluk gibi özellikleriyle cisim olan madenlere büyüyüp, beslenip gelişmesi yönüyle bitkilere, his, hayal ve vehme kapılması yönüyle hayvanlara, saldırganlığı, kızıp köpürmesi yönüyle yırtıcı hayvanlara, kandırıp delalete düşürmesi yönüyle şeytana, Cenab-ı Allah’ı tanıyıp O’na ibadet etmesi ve O’nu yeryüzünde temsil etmesi cihetiyle meleklere, Cenab-ı Hakk’ın bütün hikmetlerini özet şeklinde kendisinde toplayıp yazması yönüyle de Levh-i Mahfuz’a benzemektedir. İnsanda alemin varlıklarından hiçbirinde olmayan bir mana husule gelmiştir ki; utanmasıkılma ve gülme gibi reaksiyonları , akılla ilgili işlemleri düşünüp yapabilmesi, değişik sanatları öğrenebilmesi ve ahlak prensipleri kazanabilmesini sağlamıştır. İNSANIN TAM İNSAN OLUNCAYA KADAR GEÇİRDİĞİ EVRELER İnsan önce cansız bir maddeydi.Bu toprak, çamur, pişmiş çamur ve benzeri şekilde idi.Sonra gelişen bir nebat oldu.Bu da , nutfe , kan pıhtısı, et parçası ve benzerleri oldu.Sonra tabiatına tabi olarak kendisine faydalı olana yaklaşan, zararlı olandan çekinen bir hayvan, sonra insanlara has işlevleri yapacak bir insan haline geldi. Bu durumda önce insanda nebat ve hayvanlarda bulunan kavga kuvveti ortaya çıktı.Sonra kendine uygun olanı alıp, kendine zıt ve muhalif olanı atma gücü, sonra his, sonra hayal gücü, sonra tasavvur, sonra tefekkür, sonra akıl zuhur etti.İnsan ancak güzeli çirkinden, hayrı şerden ayırma vasıtası olan akıl ve fikirle insan olabilir. İnsan benliği iki kuvvet arasındadır.Şehvet kuvveti, akıl gücü.Şehvet kuvveti insanı, başkalarına hükmetme, yeme-içme, çiftleşme gibi hayvani ve diğer dünya zevklerini tatmaya sevkeder. Akıl kuvveti, sonucu güzel ve hayırlı işleri yapmaya, ilim irfan sahibi olmaya götürür.Bu iki güce Cenab-ı Hak ayette şöyle işaret ediyor: “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik.İster şükredici olsun, ister nankör.” Ve yine: “Ona iki yolu (doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi?” buyuruyor. İNSANIN VARLIKLARIN SEMBOLÜ OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI VE ONDAKİ GÜCÜN ADIM ADIM FARKILAŞIP GELİŞMESİ İnsan, bütün varlıkların gücünü kendisinde toplaması sebebiyle, alemin manalarının kabı, şekillerinin harcı, eserlerinin aslı, hakikatlerinin toplanma yeri oldu.O, bu haliyle meleklerin, şeytanların, evcili ve yırtıcısıyla hayvanların, bitkilerin ve cansız maddelerin terkibi durumundadır.Bu yüzden insan bunların hepsini şahsında sembolize eder.Bu sebepten, bazen cansızlarda olduğu gibi, tembel, az hareketli davranır. Bu durumda insan zaman zaman çeşitli şekillere bürünebilir.Bazen faydalı, bazen de zararlı bir vaziyet alır. Bazen faydası çok, zararı az, arı gibi çalışan bir hal alırken, bazen de insanlığa zararlı ve beceriksiz bir hal alır. İnsan, Şer’in prensipleriyle nurlanmış aklıyla bunların her birinden uygun şekil ve ölçüde alıp gereken yerlere koyarsa ancak o zaman insan olur. 32: İNSANIN MAHİYETİ Evrende var olan herşeyin mahiyeti, onu diğerlerlerinden ayıran özellikleriyle bilinir.İnsan, duyu organlarımızla görüp algıladığımız beden ve aklımızla bildiğimiz ruh olmak üzere iki kısımdan meydana gelmektedir. Her bir kısmının kendine has şekli vardır:Duyularla algılanan bedenine has özellikleri, ayakta durması, geniş tırnağının bulunması vb. Akılla bilinen ruhani tarafında ise, akıl, fikir, görme ve konuşma özellikleri vardır.Bunun için “ İnsan konuşan bir hayvandır.” denmiştir.Ayrıca insanın bu özellikleri, kendi içlerinde sürekli bir genel ve özel diye adlandırabileceğimiz alt bölümlere ayrılmaktadır.Bu genel ve özelin belirleyici noktası da daima, gerçek insan diye niteleyebileceğimiz insan olacaktır.Genel: Allah’ın emirlerinin kendisine sunulduğu kimse iken; Özel, Allah’ın emirlerini yerine getiren kimsedir. İNSAN İKİ DÜNYAYI DA KAZANACAK YAPIDADIR Mevcut yaratıklar arasında insan, yaratılışı itibariyle dünyaya da ahirete de uygun bir yaratıktır.Ayrıca Allah üç türlü canlı yarattı: Dünya için hayvanlar, sadece ahiret hayatı için melekler, her iki dünya için de insanlar. İnsan iki cevher arasında bir durumdadır.Düşük cehver hayvanlarınkidir.Yüksek cevher ise, meleklerinki.Allahü Teala iki alemin gücünü insanda toplanmıştır.O, onu üreme, beslenme, bedeni zevkler, kavgacılık ve diğer yönleriyle hayvanlar gibi, akıl, ilim,Rabbine ibadet, doğruluk, vefa ve bunun gibi yüksek ahlak değerlerinde melekler gibi kılmıştır. Bundaki hikmetin yönü itibariyle Cenab-ı Hakk, insanı ibadetine, hilafetine ve arzının imarı işine aday kılarken, aynı zamanda onu Cennet’inde kendisine komşu olmaya hazırladı. İNSANIN BENLİĞİNİN BENZETMELERLE ANLATILMASI VE TASVİRİ Hakimler insanın benliği ve güçlerini benzetmeler yoluyla, örnekler verip tasvirler yaparak anlattılar.Bilinmeyen şeylerin temsille anlatımı ancak akılla ve duyu organlarıyla tasavur etmek suretiyle anlaşılabilen şeylerin kavranılmasını kolaylaştırır. Şehvet gücünün gazap kuvvetine komuta etme yetkisi, gazap gücünün akıl gücüne etkisi vardır.Akıl gücünün vazifesi, şeriatın nuruyla nurlanıp, onun prensiplerine müracaat ederek bu güçlerle koordineli çalışması gerekmektedir.Bu sayede insan hayırlı kişilere düşmanlık etmekten vazgeçektir. ALEM VE DİĞER HERŞEY İÇİN İNSAN YARATILDI Alemin etap etap yaratılmasının amacı insandır.Ana maddelerden maksat; ilk defa bitkiler hasıl oluyor.Bitkilerden hayvanlar, hayvanlardan da insanların cisimleri, insanların cisimlerinden konuşan ruhlar, konuşan ruhlardan da üzerine düşen vazifelerini yerine getirecek, ebedi nimetlere ulaştırılacak olan, yeryüzünde Cenab-ı Allah’ın halifesi insan hasıl oluyor. Allahü Teala insanı alemin bir parçası ve özü olarak yarattı. İnsanın üstünlüğü bedeninin gücünden değildir.Öyle olsaydı fil ve deve insandan daha güçlü, fil ve kartal insandan daha uzun ömürlü olurdu.Ayrıca bu üstünlük cinsi iktidarlık yönünden de değildir.Buradaki önemli nokta görünüş değil insanın kendi benliği ve aklıdır. İNSANLARIN YARATILIŞ GAYESİ VE İNSANLARIN DERECELERİ İnsanın yaratılışının amacı, Allah’a ibadet, O’na hilafet, O’na yardım ve O’nun yeryüzünü imar etmektir.Bu konuyla ilgili bütün ayetler insana yöneltilen işlerin, insandan başkasının bunları yapmaya müsaid olmadığına işaret etmektedir. İnsanlar emir ve teklif hususunda itaatle isyan arasındadır.Kısaca onlar üç gruptadırlar: Yaratılış gayesinden uzaklaşıp vazifesini yapmayan, şeytanın peşinden gidip azgınların kulu kölesi olanlar. Gayret ve çalışmasını yaratılışının gayesine uygun şekilde yapanlar. İki şık arasında ne yapacağını bilemeyip tereddüde düşenler. İnsanların pek çoğu Cenab-ı Allah’a isyan edip O’nun emirlerini dinlemez.Bunun üzerine Yüce Allah , onlardan bazılarını iradeleri dışında hissetmedikleri bir taraftan gelen bir çalışmayla başarıya ulaştırır. İNSANLARIN BİRBİRİNDEN FARKLILIK VE İHTİLAFLARI Bütün türlerin belli bir fayda için yaratılışı bakımından aralarında fark yoktur.Her türün birbirinden farkları olsa da, esas fark insanlar arasındadır.Nitekim Cenab-ı Hakk aşağıdaki ayetlerde bunu bildiriyor: “Oysa, sizi türlü merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.” (71/14) Yüce Allah’ın hikmetinin gereği insan yalnız başına yaşayamaz.İnsan dünyada tek başına olsaydı hayatını devam ettiremezdi.Zira insanın ilk ihtiyacı, ihtiyaçlarını nasıl karşılayıp nasıl besleneceğidir.Pek çok hayvan gibi ihtiyacı hazır, yemeği pişmiş değildir.Bu ihtiyaçlarını elde etmek zorunluluğundadır.Bunu gerçekleştirmek için de vazgeçilmez bir takım araç-gerece sahip olması gerekir.İnsana yakışır bir şekilde elde edilecek vasıta ve imkanlara tek kişinin erişmesi mümkün değildir.İnsanın diğer insanların yardım ve katkısından ayrı kalması imkansızdır.Onun için Allah, her millete , diğer milletlerden farklı fakat onların da kullanabileceği bir sanat veya bir alet yapmayı nasib etmiştir. İNSANLARIN FARKLILIKLARININ SEBEPLERİ İnsanların farklılıklarının sebepleri yedi kısımda incelenebilir: Mizaçların farklılığı, tıynetlerin ayrılığı ve yaratılışların değişikliğidir. Anne-babanın durumlarının iyilikkötülük yönünden farklı oluşu.Bu da şuna dayanır: İnsan ebeveyninin hilkatinde bulunan şeyleri soyaçekim yoluyla taşırken onların güzel huylarına da çirkin 33: huylarına da varis olur. Çocuğun meydana geldiği nutfe (sperm) ile çocuğu besleyen nikahın farklılığı.Bu iyi ve kötü oluşumun tesiriyledir. Çocuğun büyüyüp gelişme çağında emdiği sütün ve beslendiği yiyeceklerin farklılıkları.Emilen sütün tesirini ifade etmek için karakterli kişilere: “Helal süt emmiş” denir. Öğretim, eğitim, telkin, güzelçirkin huyların alıştırma durumundaki farklılıkları.İşte bunun için babanın görevi çocuğuna şer’in adabını benimsetmek, kalbine hakkı iyice yerleştirmek ve onu hayırlı işlere alıştırmaktır. Kişilerin farklı konularda uzmanlık tahsili yaptıktan sonra, kendi meslek ve meşrebine uygun bir yol tutması.Onun için “kişiyi öğrenmek istersen arkadaşına bak” denmiştir. Benliğinde şahsiyeti teşekkül ederken, ilim ve amelle nefsini farklı şekilde çalışarak tezkiye etmesidir.Tam faziletli kişi ise , bu sayılan şeylerin hepsinin şahsında toplandığı kişidir. Bu durumda insanların farklılıklarının sebeplerini hem yaşantıları hem soy yapısı hem de insanın kendi iç yapısından kaynaklandığını görmekteyiz.Bu hususları taşıyan insanlar seçkin ve iyi insanlardır.Fakat bunların tam zıttı özellikleri yansıtan insanlar ise rezil sıfatıyla adlandırabileceğimiz yapıya sahip insanlardır. ŞECERE-İ NEBEVİYYENİN BEYANI VE ONLARIN DİĞER HALKIN ÖZÜNE OLAN ÜSTÜNLÜĞÜ Hikmetinin gereği, şecere-i nebeviyye, meleklerle insanlar arasında bulunan, her ikisiyle de ortak yönü bulunan ayrı bir sınıftır.Peygamberler yer ve göklerin ruhani sırlarını bilmeleri itibariyle meleklere, yiyip içme durumlarıyla da insanlara benzlerler.Peygamberlerin iki sınıf arasında bulunması mercana benzer.Çünkü mercan organlarının ayrışmasıyla ağaçlara, oluşması için sun’i döllenmeye ihtiyaç duyması yönüyle de hayvanlara benzer.Başının kesilmesi yok olması demektir. EŞYANIN YARARLI OLACAĞI VAZİFEYE YÖNLENDİRİLMESİ Cansızların yönlendirilmesi emir ve tayinledir.Yeryüzü varlıkları kendi haline terkedildiğinde yerçekimi sebebiyle aşağı düşer.Ateş gibi olanlar yukarıya yükselir.Örümceğin ağını,ipekböceğinin kozasını, arının kovanını idare edip bal yapması, emir ve ilhamladır.Meleklerin yönlendirilmesi emir, ilham ve aklın bedahatıyladır.Allah onlara ilim öğretmeyi gerekli görmedi. İnsanın yönlendirilmesi ise, şimdiye kadar sayılanların hepsi düşünce iledir.Bunlardan emirle olanı, insanın nefes alması gibi irade dışı pek çok hareketleridir.Çocuğun süt emmek için anasının memesini kavraması, beslenme ihtiyacı ve sıkıntılarını haber vermek için ağlaması ilhamladır.İnsan aklıyla ilmin prensiplerini tanır.Düşünce sistemini çalıştırıp bilinenlerden hareketle bilinmeyenlere ulaşır. Ayrıca Cenab-ı Allah insana aklı, fikri, öğrenme gücü, çeşitli giysiler ve silahlar yapabilme kabiliyetini ve bunlardan yararlanmayı sunmuş ve buna alıştırmıştır. İNSANIN SAADETİ VE ONA OLAN ÖZLEMİ Bütün nimetler ve saadetler kısaca ikiye ayrılır: Ahiret nimetleri gibi daimi, değişmeye ve tükenip yok olmayanlar. Dünya nimetleri gibi değişip tükenenler. Bizi bu saadete ulaştırmadığı zaman dünya nimetleri ıssız çöllerdeki serap gibidir ki, susayan onu su zanneder, gurur, fitne ve azaptır. Saadeti isteyip arama gayretinde olmayan kimse yoktur.Fakat çok defa insan hata yapıp, gerçekte saadet olmayanı saadet zanneder. Dünya nimetleri ancak , gerektiği üzere ve gerektiği gibi, yaratıldığı yönde aranıp elde edilirse nimet ve saadet olur.Yüce Allah dünyayı, hakiki saadet ve devamlı nimetlere imkan nispetinde ulaştıracak nimetlerin elde edilebileceği geçici bir yer olarak yarattı.Bizim için, onların her birinin nasıl elde edilip harcanacağı konusunda şer’i hüküm ve prensipler koydu.Ayrıca insanlar nimeti elde etmede iki gruptur. Birinci grup: Allah’ın kendileri için yarattığı şekilde elde edip faydalananlar. İkinci grup: Nimetleri Allah’ın onlar için çizdiği yönler dışında elde edip ona meyledenler de, o nimet onlar için hem dünyada sıkıntı, hem ahirette azap olur. İNSANIN DÜNYADAKİ DURUMU VE ONDAN AZIK HAZIRLAMAYA OLAN İHTİYACI İnsan yolcudur ve insanın bu yolculuğunda dört konağı vardır: 1- Babasının beli, 2- Anasının karnı, 3- Yeryüzü, 4- (Son) Durak. Durağın da iki durumu vardır: a“Müstevda” oldugu durum; bu konaklarda kalmaya devam ettiği zamandaki durumu, bMüstakardaki durumu, karar yurdunda bulunduğu hali. İnsan rahatına düşkünlük eğilimindedir.İnsanlar rahatı arama konusunda iki kısımdır. 1- Ahiretten gafir olanlar.Bunlar rahat olmayan bir yerde rahat arayanlardır. 2- Dünya ve ahireti tanıyanlar. Bu durumda insanın farklı yönelimlerini görürüz.Kimisi fani olan bu dünyada sonsuza kadar kalacağını zanneder.Ahireti inkar eder ve bu dünya için çalışır.Kimisi ise ahiret için çalışır ve imanı tamdır.Bu dünyanın gelip geçici olduğunu bilir ve bu düşünceye göre hareket eder. AKLIN VE ŞER'İN (HUKUKUN)ORTAYA ÇIKIŞI VE BİRBİRLERİNE OLAN İHTİYACI Akıl, yolunu ancak şer ile bulur.Şer'i de akılla ortaya çıkar.Akıl temel şer'de bina mesabesindedir.Bina kurulmazsa temel işe yaramadığı gibi, temelsiz de bina oturtulamaz.Yine akıl göz, şer'de ışığa benzer.Dışardan ışık gelmeyince göz göremez.Gözsüz ışık da işe yaramaz. 34: Ve yine akıl lambaya, şer'i de onun içindeki zeytin yağına benzer.Zeytinyağsız lamba nasıl ışık vermezse, lambasız zeytinyağı da ışık vermez. O halde şer' hariçten akıl, akıl da dahilden şer' gibidir.Birbirinin yardımcısı, hayır birbirinin parçasıdır. ŞER'İN (HUKUKUN) FAZİLETİ Şer'i hükümler bir bakıma yaratma ve hüküm sahibinin hazırladığı her derde deva hazır terkip bir ilaç gibidir.Evet o, ebedi hayat ve daimi saadet için faydalı bir ilaçtır. Diğer bir yönüyle şer'i hükümler Cenab-ı Allah'a ulaşma vesilesidir. İnsana bu dünyada verilen şeyler, dünya hayatının geçim vasıtası ve süsüdür.Önemli olanlar Allah katında olanlardır.Onlar daha hayırlı ve daha kalıcıdır.Bu durumda biz dünya malı için değil, ahiret için ve oranın kalıcılığı için çaba harcamalıyız. ŞER'İ VE ALLAH'A İBADETİ ARAŞTIRMAYANIN İNSAN OLMAYIŞININ AÇIKLANMASI Gerçekte insan, aklıyla insandır.Bir an için insandan aklının kaldırılıp alındığını farzetsek insan olmaktan çıkar.Geriye ne idüğü belirsiz insan suretinde bir hayvan kalır.Daha önce geçtiği gibi, aklıl da ancak şer'le buluştuğu zaman tam akıl olup insanı tamamlar.Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde ifadesini bulduğu gibi, Cenab-ı Allah şer'e ulaşamayan kafirleri akılsızlıkla nitelemiştir.Şeriata ulaşmak Yüce Allah'a ibadettir.Buna göre gerçekte insan Allah'a ibadet eden kimsedir.Zaten o bunun için yaratılmıştır. Bir fonksiyon için yaratılıp da, yaratıldığı veya yapıldığı işi yerine getirmeyen herşey yok mesabesindedir.Bunun için çok defa işi eksik olan varlıktan adı çekilip alınır.Kalitesiz bir at için "Bu at değil yahu." denir.Rezil aşağılık bir kimse için de: "O insan değil." denir.Yine gözü kulağı uzuv olarak yerinde bulunup da duymuyor ve görmüyorsa bu kimseye: " Falan kimsenin gözü kulağı yok." denir.Cenab-ı Allah'ın da dediği gibi: "Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir." (2/171) Bu durumda bir kimsenin insanlığı, gerçekleştirebildiği kulluğu nisbetindedir. ŞER'İ (HUKUKU)İLGİLENDİREN İŞLER İnsanın vazgeçemediği iki durum vardır: a) Kendisine bir övülme ve yerilme bulunmadığı gibi, onun cinsinden bir mükellefiyet de bulunmayan.Bu da ikiye ayrılır: 1) Soluk alıp-verme, kan basınca vb. gibi insanın elinde olmadan yaptığı zaruri hareketler. 2) Hata ve unutma yoluyla insandan meydana gelen ve onun lehinde değerlendirilen hareketler. b) İnsana övülme ve zemmedilme getiren, ibadet cinsinden kendisine mükellefiyet yönelebilen işler.Bunlar üçe ayrılır: 1- Bakma, yürüme, vasıtaya binme, oturup kalkma gibi organlarla yapılan ve organlara has hareketler. 2- Şehvet, korku, zevk, sevinç, kızgınlık, şevk, acıma vb. nefsin çeşitli reaksiyonlarını kontrol etmek. 3İlim ve temyizle ilgili durumlar. Bu üç husustan her biri insanı övdürür veya yerdirir.Övüldüğü işler, işlerinin iyi ve güzel, nefsinin güçleri dengeli ve düzgün, hak üzere olmasından dolayı kalbin mutmain olduğu işler.Bunların tersi olan hareketler de insanı kötületen işlerdir.Bu üç husus ibadetin konusudur. İnsan vacip, mendup veya mübah olsun her ibadetinde Allah rızasını arar. İBADETİN ARAŞTIRILMASI İbadet, Allah'a yakınlık ve şeriatin emrine uyma gayesinden çıkan, bedenin arzularına kendi isteğiyle karşı koyarak yapılan bir iştir. "İhtiyari bir fiildir" sözümüzle tayin ve zorlama işi tarifin dışına çıkmış olur.Terkedilen şeyin ihtiyari olmasına girer.Zira bir şeyi terk iki şekilde olur: a) İsteyerek yapılan ki, bu iştir. b) Hiçbir şekilde seçme imkanının olmadığı şeydir ki, bu fiil değildir."Bedenin arzularına karşı" sözümüzle taat özelliği taşımayan şeyler çıkmış oldu.Yemek, içmek, cinsi münasebette bulunmak gibi mübah olan işler arzu olmaları yönünden ibadet değildir.Ama bunlar da bazen, ibadet ve hükmü arandığında ibadet de olabilirler. İLİM VE AMEL YÖNÜNDEN İBADETİN ÇEŞİTLERİ İbadet iki çeşittir: a) İlim, b) Amel. Bunların hakkı, onlara gerekli değeri verip yapışmaktır.Çünkü ilim temel, amel de bina gibidir.Binasız temel olamayacağı gibi, temelsiz bina da olamaz.Bunun için amelsiz ilim, ilimsiz amel de bir işe yaramaz.Bunun için Cenab-ı Hak: "O'na ancak güzel sözler yükselir(ulaşır) . Onları da Allah'a amel-i salih ulaştırır." buyurmuştur. Bu ilim amelden daha şereflidir.Fakat amelsiz yeterli olamaz. İlim nazarı ve ameli olmak üzere ikiye ayrılır: 1- Nazari ilim, Allah'ın birliğini, meleklerin, peygamberlerin, Ahiret gününün, göklerin ve yerin vb. tanınması gibi bilindiği zaman yeterli olup başka bir şeye ihtiyaç duyulmayan ilimdir. 2Namazın nasıl kılınacağını zekatın nasıl verileceğini, cihadın nasıl yapılacağını, orucun nasıl tutulup haccın nasıl eda edileceğini ve anne-babaya iyiliği nasıl yapacağını bilmeye denir. Ameller de üçe ayrılır: a) Kalble ilgili olanlar b) Bedenle ilgili olanlar. c) Kalbin ve bedenin ortaklaşa yaptıkları ameller.İlim de iyi incelendiğinde kazanılan bir veri olması dolayısıyla, o da bir ameldir. Bu durumda farz olan, imanın adaleti arayıp onunla amel etmesidir. Bunu yaparsa sevaba nail olur. Bunu terkederse cezaya uğrar. Mendup olan da, kişinin ihsanı aramasıdır.Bunu yerine getirirse sevap kazanır, terkesederse cezaya çarptırılır. İBADETİN GAYESİ NEFSİ TEMİZLEYİP ONA SIHHATİNİ KAZANDIRMAKTIR Allah ibadet vazifesini, insanlara eziyet için veya kendisine hizmet için yüklemedi. İbadet vazifesini nefsani pislik ve hastalıklardan kurtulmaları ve böylece ebedi hayatı ve ebedi kurtuluşu elde etmeleri için emretti.Zira dünyadaki insanlara göre, dünyaya bağlı olarak doğan 35: kimse ahiret aleminin insanlarına göre ölü sayılır.Hem de onları gören ve tanıyan gözlerini, konuşmalarını işiten kulaklarını, onlara hitabeden dilini ve onları algılayan aklını kaybetmiş olarak.Dünya hayatında insana ait olan kulak, göz ve hayat olmayınca, nasıl oluyor da Cenab-ı Allah bunların hepsini kafirlerden alıp onları kör, sağır ve dilsiz ölüler haline sokuyor? İlk başta insanın bunları kazanabilmesi için gücü ve kuvveti vardır.Eğer nefsini ihmal ederse, bu kuvvetini kaybeder de bundan sonra hiçbir şey algılayamaz.Tıpkı toz haline gelip yanma gücünü kaybetmiş kömür gibi olur.Kim de küfründe, fıskında devam ederse artık o, şifa kabul etmeyen sağır, hasta hatta ölü gibi olur. GİDERİLMESİ ANCAK ŞER'LE(HUKUK) MÜMKÜN OLAN PİSLİKLER VE HASTALIKLAR İnsan vücudunda daha doğarken son, göbek bağı gibi pis sayıldığından kesilip atılması gereken fazlalıklar vardır.Bir de, çocuk büyüdükçe Allah'ın hikmetinin gereği fazlası kesilmesi lazım gelen penis kabuğu, tırnaklar, vücut kiri, koltuk ve etek kılı bulunur.İşte bunun gibi insanın nefsinde de nefisle ilgili terbiye edilip temizlenmesi gereken hastalıklar ve pislikler mevcuttur; cahillik, şirretlik, acelecilik, cimrilik, zalimlik gibi. Yüce Allah önce bunların insandan hasıl olduğunu zikredip, sonra da insanın onları benliğinde kontrol altına alarak yönlendirmesini ve onların dümen suyunda gitmemesini istemektedir. Cenab-ı Allah'ın bu durumla ilgili bir çok ayetinde insanın bu özelliklere sahip olduğunu görmekteyiz.Önemli olan bunları akıl yoluyla kontrol altına almak ve Allah'a şükredip iman etmektir. PİSLİĞİN VE HASTALIKLARININ YOKEDİLMESİ İÇİN GEREKLİ GÜÇLER VE BU SAYEDE KAZANILACAK MANALAR Pisliğin temizlenip, hastalığın tedavisi kişinin tasarruflarına direkt etkide bulunan şehvet, asabiyet ve düşünme gücünün kontrol edilip geliştirilmesiyle mümkün olur. Şehvet gücünün ıslahı ile iffet kazanılır ve şehvetin şerrinden iffetle korunulur.Yiyecek, içecek, giyilecek şeylerden ve nikahlı eşden faydalanma arayışları ve rahatlama ihtiyacı hissi (duygusal) zevklerdir.Asabiyet halinin ıslahı ila şecaat kazanılır ve böylece korkaklık, tehevvürden korunulup, korku, öfke vb. durumlarda denge sağlanmış olur.Düşünce sisteminin sistemli ve randımanlı hale getirilmesi hikmeti kazandırır.Bu da insanı ahmaklık ve demagokluktan korur.Ve dünya işlerinin düzenlenmesinde denge sağlar. İNSAN, NEFSİNİ ISLAH EDEBİLECEK KABİLİYETTEDİR İnsan, ahlakını ve davranışlarını düzeltmeye ve bozmaya kabiliyetli, hayır yoluna da, şer yoluna da gitmeye müsaid yaratılmıştır.İnsanlardan her biri bu yollardan birine meyillidir. Başta bu iki hasletten birini kazanacak yaratılışta olduğu gibi, seçimini yapıp girdiği yola ısınır, ısınınca alışır, alışıp karakter haline gelince, artık o yol onun için tabiat ve meleke haline gelir.Artık istese de o yoldan dönemeyecek karaktere sahip olur. Ağaç fidanken eğilebilir.Yanına soklan bir ısırığa iple bağlanarak düzgün şekilde kültürlenip büyütülür.Büyüyüp sertleşince artık eğilmez.Hatta istesen de eğemezsin.Ama baştan terbiye edilmeyip kendi haline bırakılıp da eğri olarak sertleşip büyümüş olsaydı artık onu terbiye edip doğrultmak mümkün olmazdı."Ağaç yaşken eğilir sert ağaç artık düzeltilemez" (el-Vafir) denmiştir. İNSANIN REZİLLİĞİNİN VE FAZİLETE ULAŞMAKTA GECİKMESİNİN SEBEBİ İnsanın fazilete ulaşmakta gecikmesi şu şekillerden birine bağlıdır: Ya yaratılışında bir eksiklik vardır.Ya onu saadete ulaştıracak kuvveti elde edip gerekli araç gereci kullanmasına mani olacak kompleks bir acizlik vardır: Bedeni zayıf kişi gibi.Ya da, günlük zaruri ihtiyaçlarını karşılayayım derken bu konuya zaman ayıramamak veya kendisine doğru yolu gösterecek bir mürşit bulamamak. Doğru yol belli olduktan sonra, bu yolu takip etmeyenler, şeytanın izinden yürüyenlerdir.Firavun örneğinde de görüldüğü gibi Yüce Allah ona bütün delilleri göstermiştir fakat Firavun yine de inkar etmiştir. İNSANLARIN GÜZEL VE ÇİRKİN İŞLERİ ELDE ETMEDEKİ DURUMLARI VE YOLLARI İnsanlar ibadetleri yerine getirme ve hayırlı işleri aramada dört gruba ayrılırlar: Birincisi: Yapması gerekenler konusunda ilmi, aynı zamanda bunları yapmaya azmi olanlar. İkincisi: İki husustan da yoksun olanlar. "Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (8/22) Üçüncüsü: Yapması gerekenlerle ilgili malumatı olup da, yerine getirmeye irade gücü olmayan.Bu cahil seviyesindedir.Belki de ondan daha şerlidir.Nitekim hikmet sahibi bir kişiye: İlim ne zaman bilgisizlikten daha şerli olur, diye soruldu da: " Kendisi ile amel edilmediği zaman." dedi. Dördüncüsü: İlmi olmayan fakat amelleri yerine getirme ve istek ve iradesi olan kimse. Bu kişi ilim sahiplerine uyar, onların dediklerini yerine getirirse başarıya ulaşır, umduğuna nail olur. Böylelikle insanların farklı farklı yapılarda olduklarını görmekteyiz.İnsanda Allah tarafından doğuştan verilen birçok yeti vardır.İnsan iyiye yönelimlidir.Fakat insanın iyiye yönelimli olması, Allah'ın emrettiği kul olma niteliğine sahip olacağımızı göstermez.Önemli olan Kuran-ı Kerim'in de yolunu izleyerek Allahü Teala'nın da gösterdiği şekilde amellerimizde iyi doğru yönelmemiz ve bunları gerçekleştirmemizdir. İNSANIN HAYIR VE ŞERR (kötülük) YOLUNDA GERİYE DÖNÜŞÜ İnsan için hayır ve şerri arama konusunda iki durum vardır: a) 36: Hayır olsun, şer olsun kişinin tuttuğu yoldan geri dönüş durumudur.Bu durumda inancı derinleşmemiş ve fazla yol almamıştır. b) İnsanın tuttuğu yoldan geriye dönüşünün zor, hatta mümkün olmaması durumudur.Bu da inanç ve düşüncelerin kalbine iyice yerleştiği ve girdiği yolda oldukça mesafe alması durumudur. Bu da şöyle olur: Kişi inanıp başlamış olduğu hayırlı bir işte tembellik gösterir veya kapıldığı şer yolundan dönmediği gibi hayır arama konusunda gönlü daralmaya başlarsa ayet-i kerime de nitelenen kişi gibi olur: " Kimi de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi kalbini iyice daraltır." (6/125) İNSANLARIN SAADETLERİ ELDE ETMEDEKİ KAPASİTESİ İnsan alemin yapısında olunca; alemde bulunan herşey onda da yaratılmıştır.Başta alem evcil değildi.Alemde evcilleşmemiş bir sürü yaratık vardı.Hayvanlar evcilleşmesi mümküm olmayacak derecede vahşi, insanda ıslah ve terbiyesi gerçekleşmemiş güçler vardı.Bununla beraber onu, emrolunduğu şeylerde ve mükellef olduğu hususlarda engelleyen kusurlar vardı."Allahü Teala insanı nutfeden yarattı, ona şekil verdi ve ona doğru yolu gösterdi fakat insan Allah'ın emrettiğini yapmadı." Bu şekildeki ayetlerde insanın ne ölçüde doğru yolda olduğu anlaşılmaktadır. AHİRETİN VARLIĞININ İSBATI, ÖLÜMÜN FAZİLETİ VE ONDAN SONRA OLACAKLAR Ahiret hayatını şehvet düşkünlüğünden dolayı nereden gelip nereye gideceğini düşünemeyen ve kendi değerlerinden habersiz materyalistler dışında kimse inkar etmedi. Yaratılmışların en değerlisi canlılar ve canlıların en faziletlisi de bu alemde irade ve ihtiyar sahibi olanların efdalı da yaptığı işlerin (ceza ve mükafat yönünden) neticesine bakan insandır.İşlerin neticesine bakmanın insanın özelliklerinden olduğu bilinmektedir.Ve yine Cenab-ı Allah insanın bu özelliğini ahirette onun için hazırladığı bir durum için yarattı.Değilse ondaki bu gücün varlığı batıl olurdu.Hüzün, sıkıntı ve yorgunluklarla dolu olan bu dünya hayatından başka bir ahiret hayatı olmasaydı; ondan sonra gıpta edilecek bir durum olmaz, Cenab-ı Allah'ın insan bünyesinde de ortaya koyduğu: İlahi hikmetler ve Rabbani harikaların ayette belirtildiği gibi abes olması gerekirdi: " Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (23/115) Hayret uyandıracak derecede harikalarla dolu olarak sapasağlam şekilde insan vücudu yaratılsın, sonra hayvanlarla ortak taraf olan yemek, içmek ve çiftleşmek tarafı dışındaki hasletleri, hayvanların muaf tutulduğu işlerde ömür boyu yorulduktan sonra , yıkılıp bozulması hafiflik ve cehalet olmazmı?: " İpliini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan..." (16/92) Cenab-ı Allah bundan uzaktır.Cehalet kaftanını omuzlarından atan kişinin durumunu, rivayet edilen haberde doğruyu söyleyip ne güzel açıklamış " Dünya kalınacak yer değil, geçiş yurdudur. Siz ebedi bir hayat için yaratıldınız.Fakat bir yerde karar kılıncaya kadar bir yurttan diğer bir dünyaya intikal edersiniz" Cahil kimselerden pek çoğu, ahireti inkar eden akıllılıkla nitelendirildikleri bir topluluğa aldanıp şöyle derler: Eğer ahiret hayatı gerçek olsaydı bunlar gibi çok akıllı, parlak zekalı kimseler onu inkar etmezdi. MELEKTEN ÜSTÜN OLAN İNSANIN FAZİLETİ İki tür insan var demiştik: 1Görünüşte vücut hatları, iki ayak üzerinde yürümesi, geniş tırnakları, ıslık çalma ve el çırpmayı andıran gülme ve demogoji yapması itibariyle insan suretinde olup da insanlıktan nasibini alamamış olan hayvandan farklı bir varlık 2- Yaratılış mana ve gayesine uygun insan.Bu nevi insan için iki durum vardır. a) Dünyada yokuşu aşamamış ve köleyi azat edememiş olan... Bu kimse dünyada bulunduğu sürece meleklerden üstün olduğuna hükmedilemez. b) İkinci duruma gelince, emredileni yerine getirdikten sonra yokuşu aşmış ve köleyi azat etmiş olan.Böylesi kendilerine korku ve keder olmayanların safına katılır, Muktedir bir Melik'in meclisinde bulunmaya hak kazanır, ölümü olmayan bir hayata, fakirliği olmayan bir zenginliğe, zilleti olmayan bir izzete, cehli olmayan bir ilime kavuşur.Cenab-ı Hakk'ın buyurduğu gibi melekler ona hizmet eder hale gelir: "Melekler de her kapıdan onların yanına varacaklardır.(Melekler:) Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yurdunun sonu(Cennet) ne güzeldir! (derler.)" (13/23-24) İşte kendisine bu makam lütfedilen kimse pek çok melekten daha faziletlidir. Cenab-ı Allah bizleri bu makama namzet kılsın ve rahmetiyle bizlerin bu derecelere erişmemizi nasip etsin.Zira o istediği şeyi yapmaya kadirdir.İşte netice itibariyle Tafsilü'n-Neşeteyn ve Tahsilü's-Saadeteyn'i açıklamaktan maksadımız buydu.Allahü Teala bize ve onu okuyacaklara faydalanmayı nasip etsin.Çünkü o herşeye kadirdir. ölüm olmasaydı aşk da olmazdı 37: M.Görgülü Ve Yusuf Yakup’un gözlerinin önünden ayrıldı… Züleyha arzularını ıskalayacağını bilemedi hiç. Göklerden gelen el görünmedi gözüne. Bıçak ve mendilindeki kan seslerini gerçek sandı. Ağladı sonraları. İşte adı çıkmıştı bir kere “ gömlek yırtan kadın”a Çölü aşıp Nil’e ulaşsa ve yaralarını yıkasa veremli kuşları bile inandıramayacaktı kendisine. Öylesine suskun durdu sarayda. Ve Yusuf dedi “ ey zindan arkadaşlarım…” *** Ve ellerinde Buhur-u Meryem çiçekleriyle Zeynep çıkagelir… Hüzün güzeli suskun Meryem kucağında bir çocukla döndü kavmine. Ayıplandı. “Aşk denizi gene taşmış kan akar” dedi ve yürüdü… … Suskun Meryem… Dizginlenemez niyetlerim ağır ağır kanat çırpan bir turna kuşu gibi gittiler; sağ elimde intihar ilacım… Ben ki; Meryem’in oğlu İsa gibi sevgimde taşıdım çarmıhımı yıllarca ve hep ağladım. Zeynep güldü ben ağladım. *** Uykusuz gecelerle arkadaş oldum. Bir Cezayir menekşesi aldım. Yağmurda yürüdüm hep ıslandım. Parklarda çakıl taşları üstünde yattım Kahırlarla sevdim acılarla koyun koyuna sabahladım. Bir gün kuş olup giderim sandım. Veremli kilimlerde yattım ve bildim ey kalbi köle pazarı olan kız; Günah bittiğinde kendinle baş başa kalıyorsun… *** Bütün mevsimlerde bana sevinci yasaklayan kızın beni kör kuyulara gülerek ittiğinin hikâyesi değil bu anlattığım… İçimde kış gibi bir mevsim değil beni üşüten sabahsız gecelerin görgü tanığı ıslak mendil… Biliyorum; hiç onun göz menziline giremedim ben. Senin içindi gözyaşlarım bilemedin İmtihan geçidinde beni yalnız bıraktın *** Gökyüzünün bütün yıldızları düştü ve Zeynep Kerbela tapınaklarından Şam harabelerine doğru yola çıktı… Muhatabının vicdanını tutuşturduğunu zannetti yaptığı konuşmayla Zeynep. Çölü geçerken kardeşinin kesik başını görmüş ve ol vakit bütün saçları ağarmıştı… Taş kesildi Şam taş kesildi saray ve Zeynep Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı Cehennemi gördü… *** Son Zeynep… Cennetten bir huri kaçmış dediler… Elinde işlemeli bir mendil… *** Bilirim ben; hayal edilmiş zinanın günahların en sinsi biçimi olduğunu… *** Aman vermez bir yangına teslim olmak için ellerimi kaldırdım ki; Son Zeynep elinde Buhur-u Meryem çiçekleri usulca yangın merdivenine giden geçidi işaretledi gözleriyle… Rutubetli selamlarla dolu “son Zeyneb’e” ithaflı mektubu alevlere teslim ettim ve yürüdüm. *** Ve Tanrı bir damla gözyaşı kızıllığına yenildi. *** Ve gitti Zeynep beni yangının ortasında bırakıp… *** Ey Zeynep! Bil ki; duanın zamanının geçmemesi gerekiyor… Karl Marx, Doğubilim ve İncil MUSTAFA ATİKER Doğu bilim: Şarkiy ât/Ori entalis tik/Ori entalis m, Hıristi yan Roma ntizmi nin temel kayna kların dan. İslam toplu mların ı „Doğu” imgesi altında bütün bilinç formlarıyla birlikte: Sanat, ahlak, hukuk, tarih, dil, siyaset, ekonomi vb. araştırmak diye de daha genel bir tanımlamaya çıkılabilir. Yeni Türk Edebiyatı da bu bağlamda doğrudan İslam bilgi ve bilinç formlarından türetilmiş ve tarihsel süreğiyle varolabilen toplumsal bir dönüşümün ötesinde değil bu tarafında kurulmuştur. Bu tarafa „Batı” diğer tarafa „Doğu” denebilir mi? Ya da geçmişimizi Doğu geleceğimizi Batı diyebileceğimiz bir oluş bütünü içinde kuramsal ve uygulamalı bir harita çizerekdeğerlendirebilir miyiz? Genellikle böyle bir harita çizilebileceği görüşü yaygındır. Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında yaşananlar da bu görüşü pekiştirmekten öteye gidemez. Dünün şark meselesi, bugünün İslam ülkeleri deyimi de bir zihniyet ayrımını imliyor. Bir yanda Amerika ve Avrupa „Batı” adı altında ortak bir bütünlüğün ilk kısmını, İslam ülkeleri de bu bütünlüğün ikinci kısmını. Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümle de bu ikili sınıflama 38: daha bir belirginleşti. Türklere verilen görev de aşağı yukarı eskisi gibi. Doğu’ya örnek olmak. Biz bu bağlamda ya Türkleri birleştiririz ya da Müslümanları. Bizim aramızdan hiç kimse bugüne kadar, Osmanlı dışında, Batı’yı birleştirmek sevdasına kapılmadı. Doğu halklarını birleştiririz biz… Biz Asyalıyızdır da… Hani Karl Marx bile ayraç açmış. Özel bir yerde değerlendirmiş biz Asyalıları yani Doğuluları: Asya Tipi Üretim Tarzı. Karl Marx bir doğubilimci değildir. Arapça, Farsça ya da Osmanlı Türkçesini öğrenmek gibi bir çabası da hiç olmadı. İleri yaşlarda Rusçaya merak saldığını biliyoruz. O da Puşkin’i özgün metinlerinden okuyabilmek için. Alman idealizminin dört ortak özelliği belirgin Marx’da da.1- Şiir tutkusu. 2Avrupa’yı bir bütün olarak görmek. 3Hümanizm 4-Romantizm. Geçmişte Alman filozofları iyi şiir okuyucusuydu. Sözgelimi Schopenhauer, İngiliz ve Fransız edebiyatından işine gelen şiirleri cımbızla ayıklar gibi seçerek düşüncelerini açımlamakta kullanmıştır. Nietzsche, felsefede Schopenhauer’ın çırağıdır. Ustasını geçtiği tek yer, oluşturduğu düşünce üslûbu. Felsefenin kaynaklarını edebiyatla açıklayan ilk ve son düşünür. Heidegger, René Char’ı yorumlamıştır. İncil yorumlama bilimini edebiyata uygulayınca yeni bir eleştiri yöntemi ortaya çıkar: Hermeneutik yani bizdeki karşılığıyla tefsir: Kur’an yorumlama bilimi. Kısaca, Marx’ın şiire merakı diğerlerinin yanında çok masumca. İnsan ne zaman olgunlaşır? Yunan ve Latin Edebiyatı okuyunca. Çünkü insanlığın olgunluk çağı, Yunan-Roma (M.Ö 500M.S.500) dönemiyle başlar. Karl Marx da diğerleri gibi Yunanca ve Latince eser okuyarak olgunlaşmıştır. Düşünsel dayanaklarının temeli, Yunan-Roma döneminde sorunsallaştırılır. Bir anlamda buna, “tarihsel yoğaltım yöntemi” de denebilir. Bu bağlamda „Tarih, ideal devlete ilerleyiştir. (Kant)”; „Tarih, dünya mahkemesidir. (Schiller)”; Tarih, tam yol ilerleyen ahlaktır. (Marx) 39: Karl Marx’a göre tarih, ezenlerin ve ezilenlerin öyküsüdür. İncil’se hep ezilenlerin acı çekenlerin öyküleriyle dolu. Ezenleri, acı çektirtenleri de anlattığı için Leibniz’den çok daha başarılı. Leibniz, Teodizee/Adl-i İlahi başlığı altında yalnızca “Niye acı çekiyoruz?”u sorgulayabilmiştir. Hümanizm derken, Hıristiyanlık genellikle bağlam dışında bırakılır. Oysa hümanizmin kaynağı Hıristiyanlığın kendisidir. Yunan ve Roma dönemine dönüş Hıristiyanlığın çizdiği büyük bir metinde yarım kalmış cümleleri ya da boşlukları doldurma girişimidir. İncil’de „Tanrı, insan oldu” der ve Tanrı’nın bu dünyada nasıl olduğunu anlatır. Hümanizm Hegel’in deyimiyle tersine bir oluştur ve „İnsan, Tanrı oldu” der ve bu oluşun koşullarını „Tarih” başlığı altında kuramsallaştırır. Bu bağlamda N. Fazıl Kısakürek’in „Yunan felsefesi, Roma hukuku, Hıristiyan ahlakı” Batı’nın temellerini değil, yalnızca hümanizmin temellerini tanımlamak için kullanılabilir. Osmanlının çöküşüyle birlikte önerilen çözümler de bu anlamda bir fikir siyasetidir. Bu fikir siyasetleri, Doğu başlığı altında Batı’yı tersinden tanımlama ve alımlama hareketidir. Hümanizm, tarihi oluşu tanımlarken Tanrı’nın yerine insanı geçirmiştir ve insanî oluşu anlatmaktadır ama acı çeken İsa, Tanrıinsan imgesinden Tanrı’yı atarak. Ortaya da romantik tarih görüşü çıkmış ve oluşturduğu yeni imgeye deha adını vermiştir. Bunun pratik yararı da Hıristiyan olmayan dehalardan boşlukları doldururken yararlanmak. Sözgelimi Buda, Hz. Muhammed, Firdevsi ve benzeri kişilikler, dönemin Hıristiyan dünyasında ancak bu biçimde yer alabilirdi. Tarih, acı çekerek olgunlaşan bir dehanın eseridir. Acı çekmesinin nedeni, maskeli olarak aramızda bulunmasıdır. Tanrı’nın insanın etine kemiğine bürünmesi, onu sonsuzluğun dışında sınırlandırmıştır. Hz. İsa’nın bu biçimde alımlanması, insanın hem kendi oluşunu hem de Tanrı oluşunu temellendirmektedir: Üstüninsan/Übermensch. Ancak Marx’a göre insanüstü olan insan değil toplumdur. İnsan oluşu da belirleyen bilinç (düşünce) değildir. Tam tersine bilinci belirleyen, toplumsal oluştur. İnsan iradesinin ( bilincinin ) bilgisi dışında, zorunlu üretim ilişkileri biçiminde ortaya çıkan toplumsal koşullara bağlıdır düşünce hayatının her türlü biçimi. Öyleyse biz inandıklarımızı uygulamıyoruz. Biz, toplumun inandıklarını uyguluyoruz. Düşünce hayatının her türlü biçimi; din, hukuk, felsefe, sanat ve benzeri alanların her biri, bize bir toplumun hangi ilkeler üstüne kurulduğunu gösterir: Überbau/Üstyapı. Bir temelin üstüne kurulmuş bina/yapı işte bu ilkelerin bütününe denir. Bir başka deyişle, toplum dediğimiz varlığın yüzüne geçirilmiş maske. Toplumun kendisi Basis/temeli oluşturur. Biz kendimize bakarken bir maskeye bakıyoruz. Toplum yüzüne geçirdiği maskeleri sıyırarak daha doğrusu yırtarak öz kimliğine kavuşur. Daha doğrusu ilk kimliğine, tanrısal masumiyetine geri döner. Devrim, bu geri dönüş için zorunlu maske yırtma işlemidir. Toplum, tanrısal masumiyetinde nasıldı? diye sormak hiç günah işlemeyen bir toplum var mıdır? sorusuyla eş anlamlı. İncil’e göre insanlık tarihi dünyada günahla, Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suçla başlar. Âdem ve Havva, bu ilk topluluk suç işledikleri için yeryüzüne atılmıştır. Öyleyse dünya tarihi de suçlu oluşların tarihidir. Suç işlemeyen tarih dışıdır; adına Tanrı da, insan da deha da toplum da desek. Tanrı da bu dünyaya, insanların suçlarını yüklenmek için gelmiştir. Çarmıha gerilerek insanlığı tarihinin başlangıcı olan ilk suçtan kurtarmıştır ve gökyüzüne geri çekilerek tarih dışı kalmıştır. Karl Marx da aynı söylenceyi, toplum ve üretim ilişkileri bağlamında açımlar. İlk toplum nasıl bir toplumdu? Ezen ve ezilenin olmadığı bir toplum. Az gelişmiş üretim araçlarına sahip olduğu için herkesin birbirine muhtaç olduğu ve birbirine sımsıkı bağlandığı bir toplum. Hayatta kalmak için ortak üretim ve ortak mülkiyet ön koşuluna bağlı bir toplum. Çıkar çatışmalarının, sınıf adı altında örgütlü insan birliklerine dönüşemediği bu toplum, tarih dışıdır. Asıl tarih, bir çatışmayla bir suçla, bu ilk toplumun ötesinde Yunan-Roma dönemindeki köleler ve efendiler, mülklüler ve mülksüzler olarak bölünen kullaşma toplumunda başlamıştır. 40: Eğer Marx “Ben, size İncil’i anlatıyorum” dese, kimse inanmazdı. “Ben, tarihi anlatıyorum” dediğinden tutarlı bulunmuştur. Ama bu tarih, İlk Hıristiyanlığın yayılma tarihidir. Hz. İsa’nın öğretisini benimseyenler de ne Yahudilerdir ne de Romalılar. Romalı köleler, bu geniş kitleler arasında yayılmıştır Hıristiyanlık. Romalı soylu yönetici sınıfla çatışanlar da bu kölelerdir. Soylu olamayanlar da zaten yönetici olamıyordu. Köleler, kendi aralarında örgütlü birlikler oluşturmuş ve bu her bir birliğe “commune/cemaat” adı verilmiştir. Hıristiyanlığın Asr-ı Saadet devridir. Her alanda yardımlaşma ve dayanışmaya bağlı, çıkar çatışmalarının güç birliğine dönüştüğü bu cemaatler, aralarına Romalıları da alıp büyüyecek ve Roma ileride Hıristiyanlaşacaktır. Karl Marx da sınıfsız toplum adı altında, bu ilk topluma dönüşü temellendiren öğretisine “Kommunismus/Cemaatçilik” adını verir. Bugün Almanca ve Fransızca’da “Kommune/Commune” eski kullanım alanından pek uzaklaşmış da değil. Yerel yönetim, bir başka deyişle belediye ve belediye örgütü „Kommune/Commune” anlamında. Ünlü “Fransız Komün’ü/La Commune de Paris” de gerçi Paris Belediye Meclisi’nin, Paris varoşlarına kadar sokulmuş Almanya’ya ve Versailles’a kaçmış merkezi idareye karşı 72 günlük isyan ve direnişinin öyküsü.(*) Marx için işçi sınıfının ilk ve özerk kıyamıdır Paris komünü. “Fransa’daki İç Savaş” yine Marx’ın aynı konuya ilişkin uzun irdelemelerini içerir ve Modern İşçi Hareketi’ni, Paris Komünü’yle temellendirmekte. Asıl soru: Modern İşçi Hareketleri’nin kökeninin nerede ve neyle? temellendirildiği. Tarihe ilişkin bu soruya da Engels «İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saâdetin Tarihi Hakkında» (Zur Geschischte des Urchristentum ) adlı makalesinde tutarlı karşılıklar aramaktadır. Söz konusu makale 1894 yılında, «Yeni Zaman»/Die Neu Zeit adlı yayın organında 19 Haziran ve 16 Temmuz tarihleri arasında yayımlanmıştır. Makalenin ilk paragrafını olduğu gibi Türkçe’ye aktarıyorum: «İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saadet’in tarihi, Modern İşçi Hareketi’ne ilginç tutamak noktaları sunmaktadır. Hıristiyanlık, bunun gibi (Modern İşçi Hareketi gibi) kökeninde, baskı altına alınanların/ezilenlerin hareketidir: O ilk önce kölelerin ve azatlı kölelerin, yoksulların, hakları olmayanların (Engels’in kullandığı sözcük: Rechtlose. Roma Hukukundaki Servus sözcüğünü bu biçimde Almanca’ya aktarıyor. Servus, hukuki bağlamda hiç bir hakkı olmayan, bir eşya gibi algılanan, alınıp satılabilen köle insan anlamında), Roma tarafından ezilen ve parçalanan milletlerin (halkların: Völker) dini olarak ortaya çıkmıştır. Her ikisi, İşçi Sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da ruhun, kulluk ve sefaletten kurtuluşunun/Erlösung yakın olduğunu vazetmektedir. Hıristiyanlık, bu ruh kurtuluşunu: Erlösung ölümden sonraki bir öteki taraftaki hayata, gökyüzünün içine, Sosyalizm bu dünyaya, toplumun yapısal değişikliğinin içine yerleştirir. Her ikisi de takibata uğramış, (kendisine karşı) kışkırtılmış, bağlıları dışlanmış, birinciler insan soyunun düşmanları, diğerleri imparatorluk düşmanları, din, aile ve toplumsal düzenin düşmanları olarak sıkıyönetim kanunları altına alınmış. Ancak işte bütün bu takibata rağmen, ki her ikisi de durdurulamaz bir biçimde, bu takibatla bir anlamda daha da güçlenerek zaferle ileriye doğru atılmaktadır. Hıristiyanlık, ortaya çıkışından üç yüz yıl sonra Roma Dünya İmparatorluğu’nun resmi/onaylanmış devlet dinidir ve Sosyalizm de daha atmış yılını bile doldurmadan kendisine, kesin zafer vadeden bir mevki fethetmiştir.» Engels, makalesindeki üçüncü paragrafının son kısmını da şöyle bitirir: (…) Ernest Renan daha «Zihninizde, İlk Hıristiyan cemaatlerinin nasıl oluştuğunu canlandırmak mı istiyorsunuz? Öyleyse Uluslararası İşçi Kuruluşu’nun yerel bir örgütüne bakınız» demeden önce, devrimci Fransız komünistleri, ad vermek gerekirse, Weitling ve yandaşları, kendilerini İlk Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dayandırır.” Engels için asıl sorun, Hıristiyanlığın, Asrı Saâdet’teki özünden uzaklaştırılmasıydı. Söz konusu makalede de bu sorunu metinsel düzlemde tartışmaya açar ve ilginç örneklendirmelere giderek Sosyalizmin, 41: dolayısıyla Hıristiyanlığın, Asr-ı Saâdet’teki toplum yapısına göre biçimlendirilmesi gerektiğini vurgular. Bu arada vahiy metinlerinin de tahrif edildiğini/bozulduğunu belirtir. Engels göre bugün Roma Katolik Kilisesi’nin benimsediği inanç ilkeleri, Asr-ı Saâdet Hıristiyanlığının inanç ilkeleriyle örtüşmez. Kabalacılık, mucize, simya ve her türlü batıl inancın karıştırıldığı bugünkü Hıristiyanlık, şarlatanlıktan başka bir şey değildir kısaca. Engels, Sosyalizm’i tarih içinde İlk Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dönüş hareketi olarak açıkladığı makâlesinin birinci dip notunu da Hıristiyanlık ve İslam’ı karşılaştırmaya ayırır. Engels’e göre, Hıristiyan Batı’daki halk ayaklanmalarında dini örtüye bürünme, yalnızca eskimiş iktisadi düzene karşı saldırıda sancak ve maske olarak hizmet eder. Bu eski düzen sonunda yıkılır ve yerine yenisi gelir. Böylece dünya ileriye gider. Oysa, İslam’da böyle bir ileriye gidiş, doğası gereği olanaksızdır. Bir kere İslam, Doğululara özgü ve Araplara özel bir dindir. Bir tarafta göçebe bedeviler, diğer tarafta esnaf ve ticaretle uğraşan şehirliler vardır. Bedeviler yoksuldur, sefalet içinde yaşadıklarından ahlak kurallarına sımsıkı bağlıdır da. Hırs ve hasetle bakmaktadırlar şehirlilerin zenginliklerine ve yaşadığı zevklere. Bedeviler, bir peygamberin, bir mehdinin sancağı altında bu bozulmuşları terbiye etmek ve törensel kanunlara saygıyı sağlamak, gerçek imanı yeniden kurmak ve ödül olarak bozulmuşların servetini iç etmek için toplanırlar. Yüzyıllar sonra da doğal olarak bozulmuşların olduğu yerde, aynı yerde durmaktadır bedeviler: Yeni bir iman arınması gereklidir, yeni bir mehdi ortaya çıkar ve bu oyun yeni baştan oynanır. [* La Commune de Paris, du 26 mars 1871 jusçu’à la «semaine sanglante» (21 - 28 mai), désigne une période révolutionnaire à Paris, çui, contre le gouvernement, établit une organisation communiste comme chef de la ville. Dans plusieurs autres villes de France (Marseille, Lyon, SaintEtienne, Toulouse, Narbonne, Grenoble, Limoges) des communes sont proclamées à partir du 3 mars 1871, mais elles seront toutes rapidement réprimées. Pour Karl Marx, c’est la première insurrection prolétarienne autonome. “HASAR”A UĞRAR MI ZAMAN VEYSİ ATICI Güneş Hasar tepesinin üzerinde iki kulaç kadar yükseldi. Gece boyunca yağan serinlik, yeşilden sarıya akan ovanın toprağından yavaş yavaş çekildi. Toroslardan kopup gelen hafif rüzgârın yalayışlarıyla nazlı nazlı dalgalanan başaklar, biraz daha sararmaya hazırlandı. Börtü böcek kızgın güneşin ışığından susuz toprağın çatlaklarına, kurumaya yüz tutan otların gölgesine sığındı. Serin bahar, saltanatını sıcak yaza devrediyordu. Rıza, biraz soluklanmak için sınır taşının üzerine oturdu. Bir eliyle çapasının sapına dayandı, diğer eliyle alnında biriken teri sildi. Toprağı, sararan başakları, kurak toprağın üzerinde yemyeşil sürgünler veren bağını seyretti. Hasar tepesine uzun uzun baktı. Kırışmış yüzünün ortasındaki aydınlık gözlerine belli belirsiz bir gülümseme geldi. Elini gözlerine siper ederek güneye, Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadiye hasretle baktı. Öteler bir sis içindeymiş gibiydi. Gençken kır atını suladığı serin sulu Fırat şimdi çok uzaktaydı. Oysa o zamanlar ne kadar da yakındı! Atının dizginini tuttuğu gibi Fırat’ta soluk alırdı. Sonra zaman her şeyi aldı: kır at zamanın karanlık ormanına gitti. Dizlerindeki derman azaldıkça Fırat da uzaklaştı. Serin sularda yüzdüğü günler uzaklaştı. Kabullenilmiş belirsiz bir acıyla gülümsedi. Bakışlarını Hasar tepesine yöneltti yeniden. Yakındı Hasar, 42: üç yüz adım kadar yakın… Yakın olduğu için de hatıraları kolay çağırıyordu. Çocukluk günlerine kolay gitti. Çocuktu, Hasar bu kadar yüksek değildi. Yalınayak bir ceylan gibi tırmanır, tepedeki şimşir ağacının gölgesine oturur, genişleyen, derinleşen ovayı seyrederdi. Sıcak yazların serin sabahlarında keklikler dem tutardı yamaçlarda. Bu mevsimde, işte tam bu vakitlerde buram buram kekik kokardı ova. Seyrettikçe ova genişlerdi önünde, yüreği genişlerdi göğsünde, sığmazdı içine. Tatlı düşlere dalardı; içinde zaman yoktu. Rüyalar görürdü; içinde zaman yoktu. Sonra inerdi tepeden aşağı, sararan kenger köklerini keserdi çakısıyla, pınar gibi süt fışkırır, akşam olmadan donar, dünyanın en güzel sakızı olurdu. Elini cebine soktu, çakısını yokladı; çakısı oradaydı. Yüreğine bir sıcaklık geldi. Ama biliyordu, dizlerinde derman yoktu. –Hey gidi zaman hey! Dedi. Dizlerimin dermanını zaman aldı; tamam… Ya kekliklere ne oldu şimdi; nereye gittiler? Ya kekik? Kim söktü toprağından ki hiç kokmaz? Hasar’ın üzerindeki şimşire hayran hayran baktı. Bir karaltı halinde duruyordu. Çıksa oraya, yaslasa sırtını gövdesine, asılsa bir türkünün ucundan ve seyretse yüksekten ovayı… Seyretse Hatçe kadını gelin getirdiği yolları, atının toynaklarının dövdüğü yolları seyretse? Dizlerini yokladı, dermansızdı. –Şimşir, dedi, güçlüsün şimşir! Zaman sana uğramıyor mu? Sana zaman uğramaz mı? Ben çocuktum, sen oradaydın, işte şu büyülükte, ben yolun sonuna geldim, sen hala aynısın! Kendi yaşını hesap etti içinden. Yetmiş kadardı yaşı. Belki biraz az belki biraz çok, ama yetmiş kadar. İki elinin parmaklarını yan yana getirdi, sayar gibi salladı. –Yedi kez, dedi, elin parmaklarını yedi kez sayarsan yetmiş eder. Hepsi bu… Buncacık yılın içine sığmıştı yaşadıkları. Çocukluk günleri, delikanlılığı, üç yıl askerliği, Hatçe kadınla evliliği, onun terki dünya edişi, şimdiki ihtiyarlığı, hepsi, hepsi buncacık yıla sığmıştı. Buncacık zamanda keklikler uçup gitmişti. Buncacık zamanda kekikler kurumuş, buncacık zamanda bindiği doru at zamanın karanlık ormanında yitmişti. Buncacık zamanda ölümü ister olmuştu. Daha dün oysa, yani beş yıl önce, yani Hatçe kadın bir çınar gibi ayaktayken ölümü aklına bile getirmiyordu. Ama Hatçe kadın bir yalan gibi birden bire gidiverince her şey aydınlanıverdi önünde. Bir de bakmıştı ki keklikler ötmüyor, bir de bakmıştı ki kekikler kokmuyor, bir de bakmıştı ki doru at koşmuyor. Bir de bakmıştı ki dizlerinde derman kalmamış. Bir de bakmıştı ki zaman, her şeyi değirmen gibi öğütüyor… Ellerini dizlerinin üzerine koydu, dalgın dalgın söylendi: –Aldanmışım, dedi. Aldanmışım. Aldanmışım Hatçe kadın. 43: Çapasını yere bıraktı, Hatçe kadının mezarını başına geldi. Bakışlarıyla selamladı onu, bakışlarıyla toprağını okşadı. -Zaman çabuk geçmiş Hatçe kadın, dedi yere otururken. Zaman çabuk geçmiş. Bir çınar gibi önümdeydin, yanımda… Zamanın nasıl geçtiğini görmemişim. Bu topraklar beni bilir sanmıştım; ama yanılmışım. Hani kekik, hani keklikler? Gece gündüz buradasın, bir şafak vakti keklik kekubasını duydun mu hiç? Yel getiriyor mu kekik kokusunu? Şimdi vaktidir oysa; başaklar sararınca kokusu yayılırdı… Hani? Sustu. Çoktandır dertlerini dökecek biri yoktu yanında. Kime anlatabilirdi ki… Zaman değişmişti; kim anlayabilirdi? Anlasa anlasa eski dert ortağı anlardı yine: -Ölüme yanmam, diye devam etti. Ölümden korkmam Hatçe kadın, bilirsin. Korktuğum odur ki buraya, senin yanına, bu dut ağacının altına, Hasar’ın karşısına gömülmeyeyim. Buraya gömüldükten sonra ölüm nedir ki! Burada, bu toprağın üstünde çok uyumuşum; ölüm onun gibi bir şey. Buradan ayrılırım diye korkarım Hatçe kadın. Yoksa yerimi çoktan hazırladım. Başını kaldırıp dut ağacına baktı. Yapraklarında kendini gördü, hayatı… -Ya, dedi, yerimi çoktan hazırladım. Bu dut ağacını bunun için buraya diktim. Başımızda sallansın dursun diye. Dut ağacı sağlam olur, uzun ömürlü olur. Sonra yemişi kimsenin gözüne gelmez, kimse kimseden esirgemez. Gelen geçen yer, kuşlar yer, börtü böcek yer, karıca yer. Onlar yedikçe amel defterimize yazılır. Karıncalar taşıyıp duruyor, bak! Geçen gün hele, geçen gün bir kirpi gördüm, dut yiyordu. Sevabı sana ulaşmıştır. Gözlerinin altı sulandı: -Sen iyi gördün her şeyi; zamanında bu toprağa bıraktın kendini. Hasar karşında durup duruyor. Şimşiri görüyor musun? Zaman ona uğramıyor sanki; çocukluğumdaki gibi halâ… Ya ben ne yapayım? Çocuklar şehre gitmek ister, ben burada ölmek isterim. İsterim de ölüm gelmez ki. Geciktikçe korkarım, burayı kaybederim diye. Ayağa kalktı, vedalaşır gibi: -Seni de üzdüm Hatçe Kadın, dedi, kusura bakma. Gidip şu bağa bakayım. Çapasını bıraktığı yerden aldı, bağın içinde gezindi rast gele. Yaprakları, sürgünleri yokladı, bulduğu bir iki yabani otu ayıkladı. İçinden bir şey yapmak gelmedi. Dere boyundaki söğütlerin altına gitti. Bir süre ne yapacağını bilmeden ayakta durdu. Sonra yere çöktü. Söğüt ağaçlarını eskiden beri severdi. Gölgesi serin ve temiz olurdu. Sonra, söğütler insana çok benzerdi, düştüğü yere hemen tutunurdu, benimserdi bulunduğu yeri, kolay kök salardı. Ömürleri de uzun olmazdı. Tam, büyüdü ağaç oldu derken, bir de bakardın yıkılmış gitmiş. Çok geçmeden yerini otlar sarardı; baksan orada hiç ağaç olmamış sanırdın. İnsan da öyleydi; daha alışmadan dünyaya, daha dünyayı tanımadan, doymadan, haberini alırdın gitmiş diye. Silinip giderdi. Söğüde ve insana zaman uğrardı, şimşir gibi değildi onlar. Hasar’ın üstündeki şimşire baktı. Buradan daha iyi görünüyordu; -Sana zaman uğramıyor, dedi. Bak, söğütler daha dünkü çocuk, ama onlar da yaşlandı benim gibi. Sense hala büyümemmişsin bile. Omzunu yere koydu, uzandı sırtüstü. Bakışlarını söğüt dallarında, yapraklarında gezdirdi. Hafif esintinin yalayışlarıyla kıpır kıpırdı yapraklar. Çocukluk günleri geldi gözlerinin önüne. Çocuktu, zamanın oyunundan haberi yoktu. Gördüğü her şeyi sonsuzluğun bir parçası sanıyordu. Sincap gibi daldan dala atlıyordu. Bahar gelip ağaçlar su yürüdü mü, düdük yapardı söğüt dalından. Çaldığı ıslık, ebedi yaşayacak mutluluk türküsüydü. Hasarın eteklerinde kenger sakızı yapardı, Fırat’ta yüzerdi. Derken büyüdü, askere gitti, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Topraklar kıtlık getirdi, topraklar bolluk getirdi. Toprakla sarmaş dolaş oldu, terini döktü içine. Her bahar yeni umutlarla çift sürdü. Başaklarla sevindi, başaklarla üzüldü; unuttu zamanı. Ne zaman ki Hatçe kadın bir çınar gibi devrilip gitti, başının zamanın sert kayasına çarptığını anladı. Bir de baktı ki yaşlanmış, bir de baktı ki Azrail’in yoklamaları uzak değil. Çakısını yokladı, çakısı yerindeydi. Çakıya dokununca çocukluktan gelen bir güç parmaklarına, oradan yüreğine yayıldı. Bu, bir sevinçti. İçi kıpır kıpırdı birden. Başını kaldırıp çevresine bakındı, kimse var mı diye. Yalnız olduğunu anlayınca ayağa kalktı, çakısını çıkardı, uzanabildiği bir dalı kesti, oturdu. Dalı evirip çevirdi elinde. İçinde bir çocuk uyanmıştı sanki, içinde uyanan bir çocuk “Düdük yap!” diyordu. Sesi iyice bir tarttı: Ses, o günlerinkine benzemiyordu. O zamanlar istediği tek şey düdük yapmaktı. Halbuki şimdi sadece düdük yapma isteğini özlüyordu. Olsun ama, diye düşündü, belki de o isteği uyandırabilirim. Başını yeniden yola çevirdi. Düdük yaparken yakalanmak istemiyordu. Rıza çocuklaşmış derlerdi sonra. Kimseyi görmeyince çubuğun kabuğunu çevirdi: Kabuk dönmedi. -Zamanı geçti, diye söylendi umutsuzca. Bunun zamanı nisandır. Kartlaşmış. Çubuğu, önündeki bir taşın üstüne koydu, çakının sapıyla dövüp yumuşattı. Tekrar çevirdi, kabuk döndü. -Oldu işte, dedi sevinçle, daha tam geçmemiş zaman. Çubuğu çekti kabuğun içinden, borunun ince ucunu inceltti, ağzına koyup üfledi. Ama düdük ötmedi. Gözlerinin önüne çekip baktı. Ne eksikti acaba? Hatırladı; kabuk sertleşmişti, ağzına alıp ısırdı. Damağı acıdı. Ağzının yan tarafındaki diş kökünü buldu, onunla ezdi, diliyle ıslattı, üfledi: -Düüüt… Çocukça bir sevinç dalgası yayıldı yüzüne. Bir daha üfledi: -Düüüüüüt, düüt. -Düdük mü yaptın dede? 44: İrkildi. Yakalanmıştı işte. Sesin sahibi torunu Osman’dı. Nereden de gelmişti. Az önce yol bomboştu oysa. Utana sıkıla döndü ona: -Sen misin oğlum? Yoldan gelmedin mi? -Yoldan geldim de, dedi Osman, bağa saptım. Düdük mü öttürüyorsun? Unutturmaya çalışmıştı ama çocuk unutmuyordu. -Ya, dedi, senin için hazırladım. İster misin? Oğlan, elindekileri yere bıraktı. -Bana başka bir tane yapsana. Çakıyı uzattı; -Al, dedi, çık, güzel bir çubuk kes, taze olsun. Osman sincap gibi tırmandı ağaca, bir dal kesip indi aşağı. Dede özenle bir düdük yapıp verdi eline. -İşte, dedi, öttür. O öttürdükçe Rıza, hayata bağlandı, gençleşti, çocuklaştı. Öttürdükçe kekik kokuları yayıldı ovaya, keklikler havalandı Hasar’ın yamaçlarında. -Dur Osman, dedi, sevinçle. Osman onu duymadı, öttürdü; çocukluğu, zamansızlığı, umudu öttürdü. -Dur oğlum, dinle! Duyuyor musun? -Neyi? Diye sordu Osman. Rıza, elini Hasar’ın yamacına uzattı: -Bak, duyuyor musun? -Kuş mu? -Keklik, keklik ötüyor, bak, orda! Duyuyor musun? Osman, kekliğin kuştan farklı bir şey olduğunu düşündü: -Duyuyorum, dedi, keklik… Yorgun yüreğine bir tazelik geldi Rıza’nın. Göğsünün ortasında ışıyıveren bir sevinç, bedenine adım adım yayıldı. Nicedir kaybettiği derman dizlerine geldi. Zamanı unuttu. Elli altmış yıl gerideydi sanki. Dereyi atlayarak karşıya geçti. Gözleri Hasar’ı tarıyor, kekliği arıyordu. Buram buram kekik kokusu yayıldı ovaya. Şimşire baktı; gözleri parlayıverdi: Doru atı, küheylanı dikilmişti tam tepeye, şimşirin yanına, eşiniyor kişniyordu. Kekliğin türküsüne eşlik ederek genç Rıza’yı, süvarisini çağırıyordu. Gel, diyordu, Hasar yüksek değil, gel. Gel, diyordu, Fırat uzak değil, gel. Doru at; küheylan sabırsızlanıyor, eşiniyordu. Rıza sabırsızlanıyordu. Önce göze alamadı çıkmayı. Nicedir çıkmak istemiş, ama çıkamamıştı. Doru at şaha kalkmış, çağırıyordu oysa. Dayanamadı, vurdu Hasar’ın eteğine. Kulakları kekliğin kekubasındaydı, gözleri doruda. Dizleri çelik gibiydi. Vurdu Hasar’ın yamacına. Toroslardan esen serin bir yel, ciğerlerine güç veriyordu. Önce dizginlerini tutacaktı küheylanın, alnının tam ortasındaki beni öpecekti sonra. Sonra başını okşayacak, sonra yüzünü yüzüne sürecekti. Ve siyah yelesini tutup atlayacaktı sırtına, “Deh” diyecekti. Ötede köpük köpük serin sularla Fırat bekliyordu. Fırat’ın da bir türküsü vardı; zamanın türküsü varsa. Fırat’a zaman uğramazdı. Fırat uzak değildi; çünkü küheylan vardı. Hatçe kız; genç, iri gözlü Hatçe kız yün yıkıyordu Fırat’ın kıyısında. Dizlerine kadar sıvanmış ayakları serin sulardaydı. Hatçe kız, dört nala koşan bir at görecekti uzaktan, önce ürkecekti Ceylanpınar’ın ceylanları gibi. Tanıyınca küheylanın süvarisini, eriyip ürkekliği, gülücük yayılıverecekti yüzüne. Süvariye bir tas soğuk ayran ikram ederken pembe pembe, al al olacaktı yüzü; hemen yüzünü çevirip işine koyulacaktı. Süvari, küheylanı Fırat’ın serin sularına sürünce yarılıp sular, iki yandan fışkıracaktı. Yaban ördekleri havalanacaktı ötelerde. Hasar yokuş değildi; Hasar’ın yamacı düzleşmişti; kayıyordu ayaklarının altından. Önce dizginleri tutacaktı. Sürecekti Nemrut’un eteğindeki Kıran köyüne. Avludan girerken bağıracaktı: “Evde misin Deli Yusuf! Ben geldim, Rıza, askerlik arkadaşın Rıza!” Deli Yusuf koç kesecekti misafirin ayağına, bütün köye davet verecekti. “Bu,” diyecekti, “Hasarlı Rıza! Kardeşimden ötedir.” Börgenekli Dellal’ı çağırtıp türkü söyletecekti üç akşam. Börgenekli; Tahir ile Zühreyi, Kerem ile Aslıyı anlatacaktı yanık yanık. Hasar küçülmüş, Hasar erimişti birden. Üstüne bir şimşir, bir doru at sığabiliyordu ancak. Üçüncüsü ise süvariydi ve koşuyordu doru ata doğru o da. Önce dizginlerini tutacaktı. Sürecekti Halep çarşılarına. Hatçe gelin için sırma işlemeli alacaktı, altın bir hızma alacaktı, Hint’ten gelen kına alacaktı ve bayram arifesinde dönüp gelecekti. Yamacın ortasına varınca durdu. Dönüp ovaya batı; ova genişliyordu. Hasar köyüne baktı; Hasar eskimişti. Öteye, Fırat’ın yatak tuttuğu vadiye baktı; bir sis çökmüş gibiydi. Dinledi; keklik kekubası ovayı tutmuştu. Osman bağırdı derenin kenarından: -Nereye gidiyorsun? Doru at kişnedi, bastırdı onun sesini. Rıza dorunun sesini duydu, vurdu yamaca; önce dizginlerini tutacaktı… Bir gece yarısı Çoban Musa feryat figan bağıracaktı, kurtlar sardı sürüyü diyecekti. Küheylanın süvarisi en önde sürecekti. Yetişip, kınalı kuzuları anasız bırakmayacaktı. Destan olup yiğitliği, köy köy yayılacaktı bütün ovaya. Küheylanın yeleleri savruluyordu rüzgarda. Önce dizginlerini tutacaktı. İhtiyarlar toplanıp, Bulam yaylasından sürü dönecek, yiğitler yoldaşlık etsin diyecekti, korusun eşkıyanın, namussuzun şerrinden diyecekti. Civanlar Rıza’ya bakacaktı. Yallah diyecekti Rıza. Eşkıya duyup Rıza’nın geldiğini çıkmayacaktı ininden. 45: Hasar bir yumak toprak olmuştu ayaklarının altında. Küheylanın kuyruğu kamçılıyordu zamanı. Önce dizginlerini tutacaktı. Köy meydanından rüzgar olup esecekti. Elleri kınalı kızlar gizlice kapı önüne çıkıp utangaç bakacaklardı ardından. Ama o, türküsünü Hatçe kızdan başkasına yakmayacaktı, sürecekti Fırat önüne. Geride tozdan bir yol kalacaktı. Şimşirin yanına vardığında doru çoktan gitmişti. Böyle olacağını zaten biliyordu. Sırtını yasladı şimşirin gövdesine. Nefes nefeseydi. Gözleri kararıyordu. Derin derin soluk aldı, verdi. Buraya çıkabildiğine inanamıyordu. Keklikten güç almıştı, Osman’ın düdüğünden almıştı. Soluğu seyrekleşince kekliği duydu bir daha. Bu kez aşağılarda ötüyordu. Sese doğru yürüdü. Görebilseydi dünya gözüyle bir daha! Kekik kokusu yükseldi ayaklarının dibinden; taze bahar kokusu... Önüne baktı; önü diz boyu kekik… Ova kekik kokuyordu. Kendini kekik kokusuna, kendini keklik ötüşüne bıraktı. Kendini sararmaya durmuş ekinlerle genişleyen, derinleşen ovaya bıraktı. Ötelere, Fırat’ın yatak tuttuğu yere uzun uzun baktı. Nasıl da fark etmemişti bunları. Kekliklerin çoktan uçup gittiğini sanıyordu. Bu yamaçlarda kekik kokusu duymayalı hayli zaman olmuştu. Eğilip kekiğin üstüne kokladı. Birkaç yaprak koparıp parmaklarıyla ezdi. Geçmişine, gençliğine, güzel günlere ait bir hatıra gibi saygı duydu. Şimşirin gövdesine yaslandı. Genişleyen ovayı seyretti. Toprak aynı topraktı, Hasar aynı Hasar… Zaman sadece kendine oyun oynamıştı. Hiçbir şey değişmemişti. Bu topraklara bir kez daha bağlandı. Yetiştirdiği bağa baktı. Bulunduğu yerde güzel görünüyordu. Gurur duydu. Mırıldandı, bir türkü söyler gibi: -Bir çekirdek verdim, bir bağ verdin. Senin kıymetini bilmiyorlar toprak, senin kıymetini bilmiyorlar. Hatçe kadının mezarına baktı. Yerini iyi seçmişti. Kıskandı onu. -Beni duyuyor musun Hatçe kadın? Beni görüyor musun? Bak şimşirin yanındayım. Duyuyor musun keklik sesini. Ya kekik kokusunu? Sen Allah’ın sevgili kuluymuşsun, Hasar’ın karşınsında yerini aldın. Korkarım ki benim elime geçmeyecek bu. Hasar burada, şimşir burada, kekik ve keklik burada. Ölüm ölmek değildir de, korkarım gecikir de burada olmam. İşte o zaman ölürüm. Bir ağustosböceği cızırtılı bir sesle kekliğin sesini bastırarak ötmeye başladı. Ayağa kalktı, son kez ovaya baktı, bir daha buradan görmek nasip olmazdı belki, kim bilir. Çıkmasa da gam değildi; yeter ki şu karşıda, dut ağacının yanında toprak kendini kabul etsindi. Yeter ki bu toprağa terini damlatacak bir olsundu. Yeter ki zaman burada ölmeyi nasip etsindi. Çakısını çıkardı, bir demet kekik kesti, cebinden çıkardığı bir iple bağladı, kuşağının arasına soktu. Bir daha derin derin süzdü ovayı, Fırat’ın yatak tuttuğu yere kadar. Biraz önce ceylan gibi çıktığı yamaçtan yavaş yavaş indi. Her adımda durup ovaya bakıyordu. Bir daha çıkamazdı belki. Genişleyen ovanın her adımında bir hatırası yaşıyordu; taze ve canlı. Tepenin eteğine inince Osman’ı hatırladı, ona yaptığı düdüğü, onun düdüğü sevmesini… Bu gücü o vermişti. -Osman, diye seslendi, çapayı al gel. Oğlan bir koşuda getirdi çapayı. Ağzında hala düdük vardı, öttürüyordu. Dedesinin kendisi için yeni bir şey yapacağını anladı. Merakla sordu: -Ne yapacaksın dede? Başını okşadı Osman’ın. Torununu her zaman severdi; ama bugün daha başka sevdi. Özlemlerine değer veriyordu çocuk. Nedense bu bağa, bu toprağa, Hasar tepesine sahip çıkacağını düşündü. Mirasını koruyacaktı. Toprağına terini damlatacaktı. Kekik kokusunu sevecekti. Belki de yıllarının umudunu geçekleştirecek, kendisinin yapamadığını o yapacaktı: Bu toprağı sulamanın bir yolunu bulacaktı. Eğer bu olursa, işte şuracıkta, dut ağacının yanında seyredecekti toprağını. O an coşkuya geldi: -Bu bağ, bu topraklar senin olacak oğlum, büyüdüğünde onu sula dedi. Osman, bu sözlerden pek bir şey anlamadı: -Ne yapacaksın? Diye sordu gene. Başını okşadı şefkatle ve gülümseyerek: -Kenger sakızı yapmayı biliyor musun? -Hayır… -Seyret o zaman. Bir kökün çevresini kazdı, coşkuyla. Çakısını çıkardı cebinden, ibadet eder gibi huşuyla kesti. Bembeyaz süt aktı kökten. Kokusu bir başkaydı, toprak kokuyordu, çocuk kokuyordu, Fırat kokuyordu, sabır kokuyordu, hayat kokuyordu. *** Güneş batıya eğilince yeryüzüne gönderdiği yakıcılık azaldı, Hasar köyünün üzerinde, genişleyen ovanın koynunda bir serinlik meydana geldi. Hasar’da oturanlar üçer beşer ellerinde çapalar, tırmıklar, mavi su termosları, gölgelenen ovaya dağıldılar. Koyun sürüleri duvar diplerinden, çeşmenin başındaki ağaç gölgelerinden kalkıp ayaklarını yere sürüyerek, geride toz bulutu bırakarak, başlarını birbirinin gölgesine gömerek tek sıra halinde, sessiz bir kervan gibi uzaklaştı. Evlerin saçaklarındaki serçeler yuvalarından çıkıp ağaç dallarına, dam üstlerine, avlulara dağıldı; günün son yemlerini toplamaya koyuldu. Kadın avluda, incir ağacının altındaki sekide oturuyordu. Dirseklerini dizlerinin üstüne koymuş, gözlerini belirsiz bir noktada sabitlemişti. Düşlerinde bir şehir büyüyordu. Şehir, bir düşün adıydı: Annesi şehrin, zaman… Genç kızlık havasını solur solumaz şehir özlemi doğmuştu içinde. Ne zaman bir delikanlı hayal etse şehirli, ne zaman bir ev düşlese şehirde oluyordu. Gün gelmiş kısmeti açılmış, on yedisinde, daha çocukluk havasını atlatmadan evlenmişti. Zaman, oluşların dilimleriydi; parça parça geliyordu. Gerçi oturduğu ev Hasar’daydı, kocası da Hasarlı; zaman şehir doğurmamıştı henüz. Ama dilimler tamamlanınca umut meydana gelecekti. Kocası, Sami, barajda çalışıyordu. Baraj uzaktı köye. İşe gitmek için önce şehre, oradan da servise binmesi gerekiyordu. Bu yüzden haftada bir, ya da iki kez eve gelebiliyordu. Sami, biraz özlem, biraz bekleyişti Fatma için. Özlem yarasının merhemi ise yine zamandı. Şehir… Geceleri sokaklarında ışıl ışıl ışıklar yanar. Pırıl pırıl sokakları var şehrin, tertemiz… Bu sokakların iki yanına evler dizilmiştir, apartmanlar. Evlerin içi döşelidir, evlerin içi boyalı. Odalar dolaplıdır, odalar halılı, kilimli ve de koltuklu sehpalı. Evlerin içinde su vardır; silindi mi gül kokar. Evlerin balkonları vardır; balkonlarda 46: çiçeklikler. Su verilir çiçeklere, sevgi verilir. Evlerin içinde mutfak vardır; mutfağın mermer tezgahı, mutfağın dolapları. Kaloriferlidir evler, üşümez çocuklar, üşümez anne baba ve kül dökülmez odalara. Ve evlerin içi aydınlıktır; basılınca düğmeye ışıklar yanar. Nerden gelir şehirlere ışıklar? Kocasının, Sami’nin çalıştığı barajdan mı? Ama o daha tamamlanmadı ki… Avlunun tahta kapısı gıcırdayınca irkilerek düşlerinden uyandı kadın. Boş bakışlarla kapıya baktı. -Fistanını getirdim Fatma teyze… Gelen, köyde terzilik yapan Asiye’nin oğluydu. Fakat düş dünyasından gerçek dünyaya yeni uyandığından sersemlik geçirdi. Nerede olduğunun ayrımında değildi. Fistan, Asiye, Asiye’nin oğlu, açılan kapı; hepsi birbirinden kopuk birer varlık halindeydi. Çocuğa baktı, elindekine baktı; bir anlam veremedi. Telaşlandı, oturduğu yere baktı; sekiydi. Yukarıya baktı; incir ağacı... Bakışlarını uzaklaştırdı; avludaydı… Zamanı hatırlayamadı; zamanı hatırlasa her şey birbirine eklenecek, bütünlük oluşacaktı. Güneşi aradı; bulamadı. Gölgelere baktı; doğuya yatan gölgelerden akşamüzeri olduğunu anladı. Oğlana baktı: Çocuk neler olduğunu anlamamış, bekliyordu. Çocukla göz göze geldiğinde her şey yerli yerine oturdu. Şehirde değildi, köyde, Hasar’daydı. Kendi avlusunda oturuyordu. Her şey birbirine eklendi, ama şaşkınlığını gizleyemedi; kekeledi: -Bitirdi mi? -Bitirdi, dedi çocuk. Başka söz söylemedi. Fistanı aldı, omuzlarından tutup bedeninin üzerine bıraktı. Elbisenin üzerinden baktıkça sevinç dalgası yayıldı yüzüne. Bir şeyler söylemek için çocuğa baktı: çocuk çoktan gitmişti. Sekiye oturdu yine. İçinde şehir hayali, gözlerinin önünde avlu… Neden sonra taş merdivenlerden yukarıya koştu. Denemek istiyordu. Elbiseyi giyince duvardaki yarım boy aynanın karşısına geçti. Hazır elbiseler kadar güzel olmamıştı; ama yakışmıştı bedenine. Pembe renk yanaklarına yansımış, yüzüne bir canlılık getirmişti. Saçlarını çözüp omuzlarından aşağı döktü, seyretti kendini. Gençti, güzeldi… Kocam gelse, diye geçirdi içinden. İçinden bir ses: “gelecek” deyince telaşlandı. İşlerini bitirip yemekleri hazırlamalıydı. Son kez aynaya baktı, üzerini değiştirdi, fistanı dolaba koydu. Kerevetin üzerinde uyuyan kız, sayıklayıp yan döndü. Anne, onu unuttuğuna üzüldü. Başına dikilip seyretti. Kızın alnı terlemiş, bir tutam saç alnına yapışmıştı. Yastığın yanındaki bezle terini sildi. Uyandırmaya kıyamadı. Dudaklarını büzüp üfledi serinlesin diye. Kerevete baktı, uzun zamandır hazırlayıp beklettiği örtüyü hatırladı; dolaptan çıkardı onu. Kızı, üzerinde yattığı minderle birlikte kucaklayıp yerdeki halını üzerine indirdi. Kız uyanır gibi oldu; anne yanaklarını yanaklarına değdirip bir süre bekledi. Annenin dokunuşuyla güven duyan çocuk yeniden kımıltısız kaldı. Kerevetin üzerindeki halı yastıkları indirdi, örtüyü kerevete serdi. Her noktasına dokunarak düzeltti. Birkaç adım geriden seyretti. Yüzünde mutlu bir gülümseme belirdi. Örtünün üzerine eğilerek, bütün vücudunu dokundurmaya çalışarak her kıvrımı bir kez daha düzeltti; yine geriden seyretti. Yüklükteki bohçadan kavuniçi kadife kırlentleri çıkardı, örtünün üzerine yerleştirdi. En geriye, kapının ağzına çekilip odayı seyretti. Oda baştan ayağa değişmişti sanki. Sarı örtüye kavuniçi kırlentler çok yakışmıştı. Odaya bir canlılık, bir parlaklık, bir aydınlık gelmişti. Kerevetin üzerine oturdu. İki elinin içiyle örtüyü okşuyor, gülümsüyordu. Vücudunu bırakıp ortadaki kırlentin birine yaslanınca kerevet gıcırdayıp sallandı. Ondan tiksindi. -Salaş şey, diye söylendi. Kırlenti kucağına aldı, ellerini kumaşında gezdirdi, gözleri yine belirsiz bir noktada durdu. Şehir büyüdü içinde. Şehirde oturunca kocası her akşam evine gelirdi. İçindeki ses “ gelecek” dedi bir daha. Kalktı, fır döndü evin içinde. Zamanı iplik yaptı, ipliği yumak. Yumağı eğirdi, eğirdi, işe çevirdi. Daha güneş ışıklarını çekmeden dünya üzerinden, yemekler hazırdı, oturacak yer hazırdı. Gözleri kapıda, oturup bekledi. Uyanan kıza ninniler söyledi, ninnide babanın adı… Osman’la dedesi geldi, oturdu. Kadın, yemeği zamana asmış bekletiyordu Sami gelsin umuduyla. Umut kar oldu, zaman eritti onu. Sofrayı kurdu damın üzerine. Osman, aç bir kurttu, saldırdı sofraya. Dede, ölçülüydü. Kadın, bir lokma koydu ağzına, zorla yuttu. Eriyen umut soğutmuştu yemeği, lokma boğazında kaldı. Hıçkırığını odasına sakladı. *** Temmuz güneşi Hasar’ın üzerinden epeyce yükselip gün ortasına yaklaşınca toprak kızdı. Hava durgunlaştı, yaprak kımıldamaz oldu. Rıza’nın yeni umutlarla derman kazanan ayakları topraktan gelen kızgınlığa dayanamaz oldu. Buna aldırmadı. Durup ovaya, Hasar’a, bağına, ötede Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadiye baktı. Toprak yeni bir renk kazanmıştı, ova bir canlılık… Sesleri duyulmasa bile keklikler kımıldıyordu yamaçlarda sanki. Kekikler kurumuştu, fakat toprağa dökülen tohumlar, baharı bekliyordu, nisan der demez sürgün verecekti. Bağın taze sürgünlerinin yeşili, ovanın sarısına kazınmıştı. 47: Gökyüzünün kurşuni derinliklerinde bağın ışkınları uzuyordu. Bütün bunarlın ortasında Osman vardı. Osman ışkındı, sürgün… Osman, toprakta nisanı bekleyen kekik tohumu, şimşirin taze tomurcuğu, söğütlerin fidanı. Osman, bu toprağa damlayacak ter, toprağı kollayacak koldu. Osman, Hasar tepesinin çevresinde her gün dönen güneşti, bu toprağı ısıtacaktı. Hasar’ın üstündeki şimşire bakınca içi acıdı. Koyu bir gölge gibi oradaydı. Öyle yalnız, öyle sönüktü. Yanında yöresinde yeni bir fidan yoktu. Bir gün yıkılıp gidince yeri bomboş kalacaktı. Oysa söğütler öyle değildi: her söğüdün onlarca Osman’ı vardı. Ömürleri kısa olsa da dere boyu söğütsüz kalmazdı. -Çok övündün şimşir, kabardın. Ömür dediğin, ne kadar uzun olsa da biter. Yerini alacak var mı, ona bak. Benim aslan gibi Osman’ım var, ömürlü olsun. Tutacak burayı, tutacak. Gözüm arkada kalmayacak. Yalnız, merak etme, bunca dostluğumuz var, bunca sırdaşlığımız; Hasar’ın boş kalmasına gönlüm razı olamaz. Yendirmem seni zamana. Bahara yetişirsem, bilirim yapacağımı. Yetişemesem mi? Korkma, Osman’a tembih ederim. Şimşirin de bir Osman’ı olsun derim. Dinler beni, dinler aslanım. Sen merak etme. Yukarıdan bir burak çıktı, anızların içinde döne döne buğday saplarını havalandırdı, kayarak aşağıya, Hasar’ın dibinde uzayıp giden dere boyunca dizilen söğütlerin dallarını örseledi, sağa kaydı, sürülmüş bir tarlanın külleşmiş beyaz toprağına bulanarak aşağıya, Fırat’ın yatak tuttuğu vadiye doğru uzaklaştı. -Yaramaz çocuk, Fırat’a benden selam söyle. Çocukluk günlerine gitti. Kıtlık günleri… Arık öküzlerle yüzü yırtılan toprağa atılan tohumların cılız saplar üzerinde sararıp kuruduğu, tohumun bire ancak iki üç verdiği geri gelmeyesi günler. Açlık diz boyu. Kış kıyamet. Her başak kan parası. Bir dane bile heder olmaya gelmez. Orak biçilirken bir burak; ovanın yaramaz çocuğu çıkar dağıtırdı desteleri. Orak biçemeyecek çocuklar da boş durmaz, ellerinde sopalarla burak kovalardı biçicilerin yanında. Yine de herkes severdi bu yaramaz çocukları; geride bir serinlik, bir hoşluk bırakıyorlardı. Gülümsedi: -Bunu da anlatmalıyım Osman’a, her şeyini bilmeli bu toprağın, ta ki kıymetini bilsin, sevsin. Osman’ı hatırlayınca davrandı. Sonradan kolay bulması için çapasının baş tarafını toprağa gömüp sapını havaya dikti. Siyah üzüm asmasını buldu. Siyah üzüm en erken olan üzümdü. Eğilip yapraklar arasından baktı: Salkımlar yan yana binmiş, çubuğa sarılmıştı kundak kundak. Asmalarda bereket vardı. Taneler mor mordu. Her tane bir damla kan yapardı. Zaman, ağustos sıcağıyla birleşip kupkuru topraktan can yaratıyordu. Çakısını çıkarıp en olmuşlardan iki salkım kesti. Belinden çözdüğü kuşağa sardı. -Osman’ım gelir şimdi. Yesin Osman’ım, anlasın toprağın gücünü iyice, sevsin. Sevsin de sahip çıksın. Kuşağı tutup kaldırdı, aklına geldi, küçük bir salkım daha kesti. Onu diğerlerine katmadı, öbür eliyle tuttu. Dut ağacının yanına gitti, zamanın ötesine geçtiğinde ebedi yatacağı yerde durdu, Hatçe kadını selamladı. -Ben geldim Hatçe kadın. Elindekiler gösterdi. Küçük salkımı mezarın baş tarafına koydu, börtü böcek yesin diye. -Bu durduğum yer de benim yerimdir. Gelip gelip gidiyorum, bir gün gelip bir daha gitmeyeceğim. Artık korkum yok, Osman’ım seviyor toprağı. Bak, zamanı dize getirdim, bunca geçti, bir bağ yetiştirdim. Bu bağ, Osman’ı toprağıma bağlayacak. Çıkını alıp ayrılırken ekledi: -Üzümleri pınarın serin suyuna koyayım. Gelir şimdi. Ha, beni de merak etme, yakında komşun olacağım. Derenin içindeki pınarın gözüne koydu salkımları. Gözleri yoldaydı. Osman, yeni bir umut olmuştu artık; tutunacağı dal. Topağın sevgi tohumunu, onun küçücük yüreğine ekmişti bir kere, ne zaman olsa sürgün verirdi. Osman, belki okullara gidecekti, belki yüksek yerlere memur olacaktı. Olsundu. Ama yüreğindeki sevgi onu buraya çekecekti. Bir kez sevdin mi toprağı, bağlandın mı bir kere, nerede olsan çekerdi seni toprak. Osman ki toprağın hikayesini seviyordu, soruyordu. Artık Rıza rahat ölebilirdi. Gözü arkada kalmazdı. Değil mi ki bunca yıkılıp düşmelerine rağmen dere hiç söğütsüz kalmıyor, değil mi ki kekik tohumları kimseye görünmeden baharı bekliyor; Osman da fidan, Osman da tohumdu işte. Söğüdün gölgesinde duruyor, gözleri yolda, anlatacağı burak hikayesiyle yüreği kıpır kıpırdı. Sevincinden oturamıyordu. Anlattıktan sonra çıksa bir burak, “Kovala aslanım!” deseydi! Ötelerde bir karaltı belirince içi bir hoş oldu: -Geliyor aslanım! Dedi, geliyor! Yüreğine bir sancı saplandı: -Bu sıcakta yemek çıkınını taşıtıyorum, küçücük yavruya. Aslında yemek çıkını, onu her gün buraya getirmek için bir bahaneydi. Yoksa içse içse bir tas ayran içiyordu. Onu da kendisi sabahleyin getirir pınarın gözüne koyardı. Durgunlaştı. Osman, güneşin altında, sıcak toprağın üstünde sürünüyordu. Kendisi nasıl gölgede durabilirdi?. Güneşe çıktı, o gelinceye kadar gölgeye çekilmeyecekti. Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadiye doğru baktıkça özlem büyüdü içinde, yaklaşan karaltıya baktıkça umut… Yaklaşan karaltı, toprağa gizlenmiş kekik tohumuydu. Umut yaklaştıkça özlem büyüdü. Gidebilseydi son bir kez, Osman’ı götürüp Fırat’ın da tohumunu yüreğine ekebilseydi... Doruyu özledi, zamanın karanlık ormanında yiten doruyu. -Neredesin doru, dedi. Küheylanım neredesin? Çağır beni Fırat’a, Hasar’a nasıl çağırdıysan öyle çağır. Duysam sesini, şaha kalksan Fırat’ın yanında, gelirim, inan ki gelirim. Dizlerime derman gelir de gelirim. Fırat’ın yatak tuttuğu yere baktı, yaklaşan karaltıya baktı, gözleri parladı, kıpırdadı yorgun yüreği taze bir heyecanla, tutamadı kendini, bağırdı: -Tay! Dedi. Aslanıma doru bir tay alayım. Bu toprağın hiçbir şeyi eksik olmamalıydı. Şimşir yerineydi, keklik kekubası yamaçlardaydı. Toprağa gizlenmiş kekik tohumları baharı bekliyordu. Bunları, bütün bunları sevecek, anlayacak, bunlara sahip çıkacak Osman vardı. Doruyu, zamanın karanlık ormanından çekip almalıydı. Doru gittiyse, kanı başka bedenlerde, başka damarlarda dolaşıyordu. Siyah yeleler başka boyunlardaydı mutlaka. Bulup almalıydı. Bulup Osman’ın yüreğine doru sevgisini de ekmeliydi. *** Uzak bir yerde zamanın çarkı çalışıyordu. Bunu ne Rıza biliyordu ne de Fatma. Osman zamanı tanımıyordu 48: zaten. Sami’yse karanlık tünellerde, yer altında elinde kaynak makinesi; metalleri ekliyordu birbirine. Tünellerden su mu akacak zaman mı; düşünmüyordu. Üstünde, yöresinde dev makineler akıyordu. Kepçeler kayaları söküyordu, kamyonlar toprak taşıyordu. Dinamitler sarsıyordu derinleri. Tonlarca ağırlıktaki silindirler geçiyordu yer değiştiren kilin üzerinden. *** Rıza, bir sabah, güneş henüz şimşirin dallarını solgun ışığıyla aydınlatırken doru tayın dizginlerini tutmuş dünyasına gidiyordu. Bağının sararmış yapraklarını görecekti. Serin sonbahar havasını ciğerlerine çekecekti. Hasar’ı selamlayacaktı. Fırat’ı selamlayacaktı uzaktan. Tay, yüreğinin merhemi olmuştu. Sabahtı. Sonbahar sabahının kırağı serinliği dökülüyordu gökten. Kuzeyde Toroslar buğu içindeydi. Güneyde Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadi buğu içindeydi. Gökte buluttan çok dumana benzeyen, sonbahara özgü lekeler vardı. Hasar’ın aşağısında, neredeyse Fırat’ın yatak tuttuğu vadide yüzünü henüz gösteren güneş, güçsüz, takatsiz ışıyordu. Ovanın sarısı griye, yeşili siyaha çalıyordu. Yalnız kulakları tatlı tatlı üşüten bir lodos esiyordu usul usul. Rıza, dereye yaklaşınca doru tayın başını omzuna yaklaştırıp tuttu, lodosu seyretti. Lodos, yeni bir bahara hazırlık yapıyordu. Kurumuş kenger, çakırdiken, topuz, sıçanotu, artık ne varsa yeryüzünde biten, her şeyin dallarını kırıyor, önüne katıyor, sürüklüyor; yere çarpa çarpa tohumlarını döküyor, ovaya yayıyordu. Dağılan tohumlar, çatlaklara, çukurlara girecek; yağan ilk yağmurla üstü örtülecek, kış boyu uyuyacak, bahar yüzünü gösterdi mi merhaba diyecekti ovaya. Kupkuru topraktan yepyeni bir hayat fışkıracaktı. Tayın başını okşarken coşkuya geldi Rıza: -Es baba lodos, dedi, dağıt. Es de dölle ovayı. Kenger ek toprağa, kekik ek. Hepsini ek. Senden daha iyice rençper mi olur! Es! Doru tayın başını çekti, yüzünü yüzüne değdirdi. Dudaklarıyla değil ama ruhuyla öptü. -Sen, dedi, dorumun kanını taşıyorsun. Kaç kuşak geçse de tanırım. Kokusundan tanırım, renginden tanırın, yelesinden tanırım. Atan, işte buralarda toynak vurdu; buraları iyi bil. Toroslarla Fırat arasında ayağının değmediği yer yoktur. Beni nice nice Fırat’a götürdü. Sonra zaman onu aldı sandımdı. Yanılmışım; onun kanı sende akıyor. Sen onun kanındansın; Osman’ım, aslanım da benim… İkiniz dost olacaksınız, arkadaş, sırdaş. Daha küçücük olduğuna bakma. Onunla yoldaş ol; bırak, yeleni tutsun. Yeleni tutan varsa yaşarsın, unutma. Yoksa, zaman seni karanlık ormanına alır. Dizginleri tayın boynuna sardı, yelesinden tutup gözünün üstünden öptü, elinin içiyle kalçasını şaplattı: -Deh, dedi. Koş Hasar’ın üstüne. Tay, nazlı nazlı rahvan koştu, yelesini savurdu lodosa, Hasar’ın eteğinde kavis çizdi, döndü, durdu. Kulaklarını ihtiyara dikip baktı. İhtiyarın üşüyen yüreğine bir sıcaklık geldi. Yavrusunun ilk adımlarını gören annenin ışıltısı vardı gözlerinde. Tay dönüp bakıyordu ya, dünyalar onundu. Dudakları, bir ninni gibi durmadan fısıldıyordu: -Aynı küçük kulaklar, aynı uzun bacaklar, aynı ince bel, aynı yele, aynı bakışlar… Nazlanma hele, aynı nazlanma! Gürledi bağırdı: -Sen dorumsun, ta kendisi. Zamanın karanlık ormanından çekip aldım seni. Elini kaldırıp salladı, tek bir emir verdi: -Git! Doru tay anladı ihtiyarı; başını salladı, kurumla aşağıdaki otlağa doğru yürüdü. Deredeki otlar arasında sakladığı şimşir çubuğunu aldı, sırtını poyrazdan koruyacak güneşlik bir tümseğin önünde oturdu, çakısını çıkarıp yontmaya koyuldu. Osman’a bir kamçı yapıyordu. Tutağının alt kısmı keklik başı olacaktı kamçının. Bu kamçı; bu toprak üstündeki Osman’ı, doru tayı, şimşiri ve kekliği birbirine bağlayacaktı. Kekik ve kenger dışarıda kalmıştı ama, onlar da poyrazın işiydi ve poyraz işini yapıyordu. Doru kamçı istemezdi, kamçı zamana vurulacaktı. Şimşir dalı, parmaklarının arasından kıymık kıymık inceldi; Hasar’ın üstündeki şimşir ağacı, dallarını daha bir kabarttı poyraza karşı. Keklik başı kıymık kıymık belirdi; yamaçlardaki keklikler daha bir çoğaldılar, otlaktaki tay daha bir büyüdü, ova daha bir genişledi, poyraz ovayı daha bir ekti. Zaman kıymık kıymık yarıldı, dil dil oldu. -Kolay gelsin Rıza dayı, ne yapıyorsun? Rıza başını kaldırdı; derenin öteki kıyısında Cafer’in Kâzım’dı konuşan. -Eh, dedi Rıza, eğleşiyorum işte. -Eğleş, eğleş. Çok çok bir yıl daha eğleşirsin burada. Rıza bu söze alındı: -Hay hay! Dedi. Başımla gözüm üstüne, ölümden korkacağımı mı sandın! -Yok dayı, yok; o nasıl söz! Beni yanlış anladın. Haberin yok mu? Burası baraj olacak, su altında kalacak. -Hadi ordan! Derede su bul da içelim. -Ne deresi, Rıza dayı? Sami’nin çalıştığı baraj yok mu; onun suyu buraya gelecek. Rıza’nın elindeki şimşir de çakı da düştü yere. Gözlerine karanlık indi. Poyraz deli esti birden, ötede burgulandı, tepesi göğün en üstünde bir burak oldu, döndü. Üstündeki şimşirle birlikte Hasar tepesini kopardı yerinden, mendil gibi burgu yaptı. Hasar köyünü yapraklar gibi savurdu. Hasar deresini ip gibi sardı onlara. Hepsini bir toz bulutu yaptı. Doru tay savruldu, keklikler savruldu. Bağ söküldü yerinden, dut ağacı söküldü. Ova bir yumak oldu, Fırat’a doğru gidiyordu. Doru tay, çaresiz acı acı kişniyordu savrulurken. Zamanın karanlık ormanından çıkan doru çaresizdi, savruluyordu o da. Osman, yalnız Osman savrulmamıştı; koşuyordu ardından burağın, kovmaya çalışıyordu, ama yetişemiyordu. Geride Rıza kalmıştı sadece, tek başına, ovanın boş kalan yerinde. Uzatıyordu elini ama yetişemiyordu. Ölse, üstünü örtecek toprak kalmamıştı. Modern Düşüncenin Epistemolojik Temelleri Kenan YAKUBOĞLU Modern düşüncenin epistemolojik temellerinin 16. yüzyıldan itibaren üç eksen üzerinde geliştiği söylenebilir. Söz konusu bu eksenleri ayrı ayrı ele alarak değerlendirmeden modern Batı düşüncesinin insan, evren ve Tanrı ilişkisini ve buna paralel oluşan bilimler hiyerarşisini sağlıklı olarak kavramak mümkün değildir. A.Hümanizm Rönesans sonrası Batıda yaşanan zihniyet dönüşümünün en önemli özelliği güçlü hümanist eğilimler taşımasıdır. Bu eğilimlerin başlangıcında gerçekte bir dış dünya eğilimi vardır. Bu tavırla geçmişe yönelen dikkatler pagan Grek-Roma kültüründeki insani başarılar üzerine yoğunlaşmıştır. Nitekim Rönesans bu antik pagan kültürün insan merkezli (antroposantrik) bir yorumla yeniden canlandırılması çabası olarak da görülebilir. Hümanist anlayışla birlikte İnsan, doğa ve Tanrı ilişkisinin yeniden tanımlanması, İlk çağlardan itibaren filozofların bunlar arasında oluşturmaya çalıştıkları dengenin geri dönülemez biçimde bozulmasıdır. Bu süreçte Tanrı merkezli (Teosantrik) bir evren tasavvurunun reddedilip insan merkezli bir evren düşüncesinin benimsendiği görülür. Kainat kitabının matematikle yazıldığını söyleyen Galileo, gerçekte söz konusu felsefi tercihi dile getirir. Ancak ne kadar gariptir ki, matematiği metafizik sayan kadim Pythagorculuk, modern çağın başlangıcında metafiziğe sırtını dönmüş ve fiziğin matematikleştirilmesine zemin hazırlayan bir karaktere büründürülmüştür. Bunun sonucu olarak da “nicelik” fiziğin merkezine, fizik bütün bilimlerin merkezine yerleşmiştir. Söz konusu gelişmelerle birlikte Aristoteles’ten beri düşünce tarihinin temelini oluşturan varlık, bilgi ve değer alanlarına ilişkin yaklaşımlarla buna bağlı olarak yerleşmiş olan bilimler hiyerarşisi de alt üst olmuştur. Hümanist dünya görüşünün bir başka önemli sonucu doğaya bakış açısının değişmesidir. Bu yeni bakış açısı teorik bilim açısından “Tabiat sırlarını ancak işkence altında ifşa eder” şeklinde Bacon’a ait formülle resmedilmektedir. Bu anlayış tabiatın, insandan bağımsız ve onun hâkimiyet ve sömürüsüne kucak açan, tükenmez ve yağmalanması gerekli bir potansiyel olarak görülmesiyle karakterize edilmiştir. B.Düalizm En önemli formülasyonunu Descartes’in ünlü ruh-madde ayırımında bulan felsefi düalizm, Platonculuktaki denge esası üzerine dayalı olan 49: düalitenin aksine, ruh ile madde arasına su geçirmez duvarlar koyarak ve üstelik insan için araştırmaya değer alanın maddi alan olduğunu vurgulayarak modern bilimin tek boyutlu oluşumuna önemli bir felsefi katkı sağlamıştır. Çağındaki mekanik icatlardan fazlasıyla etkilenerek insan ve hayvan bedenlerini bir makine olarak düşünen Descartes, fiziki var oluşun incelenmesinde mekanizmi temel dayanak olarak görenlerin başında gelir. Bu girişimin ardından La Mettrie”nin Makine İnsan adlı bir eser yazması tabii karşılanmalı ve ruhu ihmal edip cisimler alanıyla uğraşan Descartes’e, belki de “Ben Descartesçi değilim” dedirtecek kadar ironik bir gelişmeydi. Modern felsefenin kurucusu olan Descartes ve modern bilimin felsefi temellerini hazırlamış olan Kartezyen anlayış; bu gün Batıda etkili olan bilim-din, bilim-edebiyat, bilim-sanat gibi ayrımcı yaklaşımların gerçek sorumlusu olarak görülür. Bu ikilemleri içeren anlayış, Batıdaki kültürel kimlik parçalanmışlığını, bütün şizofrenik karakteriyle mükemmel biçimde yansıtmaktadır. C.Pozitivizm Hümanist ülkülerin ve mekanik başarıların, eski kültürlerde eşine rastlanmayan tek boyutlu bir “ilerleme” anlayışına yol açması, dini ve metafizik doktrinlerin insanlığın geri dönemlerinde ortaya atılmış ve modern bilime göre açıkça ilkellik gösteren fikirler olarak görülmesiyle birleşince Pozitivizm tartışılmaz bilgi sistemi olarak ortaya çıkmıştır. En kaba haliyle ve tamamen evrimci anlayışı yansıtacak şekilde, August Comte’un teolojik-metafizik-pozitif devirler olarak formüle ettiği bu “ilerleme” sürecinin entelektüeller tarafından yaygın şekilde kabul ve tasdik edilmesiyle pozitivizm insanlığın en ileri felsefi düzeyi olarak algılanmıştır. Günümüzde bilimcilik adı altında etkinliğini hala sürdüren bu anlayışın gerçekte pozitivizmi reddettiğini söyleyen kimselerin bile hayran kaldığı bir zihniyet haline geldiğini belirtmek gerekmektedir. Dini ve metafizik evreleri hala aşamamış olduğu söylenen ülkelerde de baskıcı bir vicdan hâkimiyetine dönüşen bu batılı-bilimci anlayış, bir yandan dini hayat ve kültürü tahrip eden bir ideoloji hüviyetinde görünürken, öte yandan batıcı aydınların artık kan ter içinde taşımak zorunda kaldıkları ruhsuz bir kimliğe bürünmüştür. Pozitivizm ve bilimciliğin aynı anlamda kullanılması yüzünden Batı’da pozitivizme karşı bilim felsefesi içinden yöneltilen eleştirilerin pozitivizmi daha rafine hale getirmekten başka bir işe yaramadığı görülmektedir. Fakat yine de Batı dünyasında metafiziği bilim öncesi bir ilkellik olarak gören Comte’tan, metafiziği anlamsız bulan Viyana Çevresi’ne ve oradan da metafiziği mümkün fakat bilim dışı gören Popper’a kadar farklı fikirler ortaya konulduğu ve epeyce yol alındığı söylenebilir. Mano Negra: Köleliğin Zihinde Konumlanması Hüseyin Rahmi Göktaş Konumlandırma işlemi insanın kendini, içinde bulunduğu “ortamda” konumlandırmasıyla başlatılabilir. Fakat buraya gelmeden önce mutlaka ilke olarak insanın kendini nelerin içinde konumlandırdığına derinlikli bir giriş yapmak gerekir. İnsanın kendini, doğa içinde ya da toplum içinde yani fiziksel olarak bulunduğu ortam içinde konumlandırdığını söyleyerek başlamak, başlangıç noktası sapmış bir giriş olacaktır ve ulaşacağı sonuç bellidir. Konumlandırma, örnek nesneler üzerinden anlamlandırılmaya çalışıldığında sadece nesneleri ilgilendiren bir konumlandırma gerçekleşmiş olur. Oysa bunun öncesinde insanın, nesneleri kendi konumunu belirlemek için işaretler olarak kullandığı bilinmelidir. Bilinç denilen durumun nesneye bağlılığı, nesne olmaksızın o nesneye ilişkin bilincin gerçekleşmeyeceği, nesne ortada yokken bilincin de olmadığı sonucuna götürmektedir. Oysa nesne ortada yoksa ya da nesnenin zihinsel formu oluşturulmamışsa, orada sadece o nesneye ilişkin bilinç yoktur, demek daha doğru olacaktır. Çünkü nesne ortaya çıktığı anda, o nesneye bağlı olarak gerçekleşecek bilinçte ortaya çıkacaktır, nesneye bağlı oluşan bilinç, ancak nesne bilinmişse gerçekleşebilir. Nesnenin olmadığı yerde bilinç yine 1 vardır fakat o nesneyi kuşatacak bir bilinç değildir. Bilmediği, yabancısı olduğu o şey’in karşısında bulunan bir bilinçte kendine yabancılık baş gösterir. Yabancılaşma sadece bilinmeyen şeyler karşısında belirsizleşen konuma yabancılaşmadır. Yani yeni bir bilgi/nesne karşısında, daha önce onunla karşılaşmamış bilinç, o nesnenin karşısındaki kendine yabancılaşmaktadır. Nesneyi/bilgiyi tanıdıkça, o nesneye bağlı olan yabancılık hissini ortadan kaldırır. Eğer insanın, sadece nesneler ya da kişiler karşısında bir konum kazanan değişkenlikte olduğu düşünülürse, bu insanın bir konumunun olabilmesi için, dışında bulunan her şeye mutlak mecburiyeti olduğunu düşünmeyi de gerektirir. Oysa tüm konumlandırma işlemlerinin temelinde, insanın kendi zihnini merkez alarak kurduğu konum esastır. Yani hem insanlar arası ilişkide hem insan-nesne ilişkisinde konumlandırma doğrudan zihinde gerçekleştirilen bir işlemdir ve zihinde bir konumlandırma işleminin gerçekleşebilmesi için bir sabitin bulunması zorunludur. Hegel’in efendiköle ilişkisini anlatırken kurduğu diyalektik, birbirine karşı konumlanmaları esas alındığı için sonsuza kadar çözüme kavuşmayacak bir dönüşlülük gösterir. Efendi-köle diyalektiğinden alınacak herhangi bir cümlede, bu açıkça görülebilir. Çünkü Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin temel parçalarından olan özbilinç, başkası karşısında konumlanmış olma özelliğini gösterir. Her ne kadar içeriksiz saf bir bilinç resmi çizse de, özbilincin ilişkiye geçtiği bilgi karşındaki konumu, özbilincin mi bilgiyi, bilginin mi özbilinci etkilediği konusunda belirsizleşir. Diyalektik mantığın uçsuz dönüşlülük dışında başka bir sonuca ulaştırması zaten beklenmemeli. Oysa kurulan denklemin, parçaları içinde bir sabitin bulunduğunu göz önüne alarak düşünmeye başlamak, ulaşılacak sonucu derinden etkileyecektir. Birbirinin zıddına konumlanmış iki anlamın, hangisinin sabit alınarak bu konumlamanın gerçekleştiğini belirlemek imkânsızdır. Çünkü birbirinin zıddına konumlanmış iki anlam, sadece birbirinin zıddında durduğu sürece anlamlıdır ve başka bir yerde o anlamlara ulaşılması mümkün değildir. Yani tek başına bir “köle” anlamı, nasıl “efendi” anlam düşünülmeden konumlanamıyorsa, bu konumlandırmadan sonra efendi-köle birbirini var kılan bir çift olarak anlamda zemin bulabilir. Oysa zıtlık bağlantısı kurulmadan yani “mutlak karşılıklılık” ilişkisi anlamın zeminine yerleştirilmeden de anlamlandırma gerçekleşebilir. Böyle bir anlamlandırma ancak, karşılıklılık zemini anlamlandırmanın zemini sayılmadığı oranda gerçekleşebilir. Dolayısıyla birbirine bağlı bir çift olan iki anlamın, onları zıt olarak kuran zeminden bağlarını koparmak o anlamların anlaşılırlığı oranında imkânsızdır. Bu örnekte o zemin “diyalektik” terimiyle karşılanmıştır. Zıtlıklar dışında anlamlandırmanın ya da konumlandırmanın gerçekleşmesi, en başından birinin yerinin sarsılmaz olarak belirlenmesine bağlı. Fakat böyle bir belirleme üstünkörü bir düşünüşte gerçekleştirilmeye çalışılırsa gülünç olur. Her şeyden önce tüm konumlandırmaların zihinde gerçekleştiği gerçeğini kabul etmek gerek. İnsanın ya da insanın zihinde konumlandırdığı herhangi bir şeyin, nasıl bir sabite göre konumlandığı konusu, ancak zihinle doğrudan nasıl ilişkiye geçebileceğimizi bildiğimiz anda başlayabilir. Zihinle doğrudan ilişki diyerek aslında söylemeye çalıştığım doğrudan zihni işaret eden bir işaretçidir. Eğer dilde böyle bir işaretçi varsa, o işaretçi, başka işaretlerin hepsinin dolaylı olarak işaret ettiği zihni, doğrudan işaret eden özel konumuyla çıkış yolunun başlangıcı olabilir. Böyle bir işaretçinin bulunduğunu ve “o” işaretinin doğrudan zihni işaret ettiğini daha önceki çalışmalarımda açıklamıştım. Diğer işaretler de son kertede tabiî ki zihni işaret ediyor. Fakat diğer işaretlerden herhangi biri “o” işaretinin doğrudanlığına ve hatta sabitliğe yakın özel konumuna erişemezler. Aslında “o” işaretinin zihnin tek sabiti olduğunu açıkça söyleyerek devam edelim. “o” kendi konumunu başka bir şeye bağlı 51: olarak kurmaz. Doğrudan “o”dur. Fakat diğer işaretler bulundukları konumu “o” işaretinden hareketle, “o”yu sabit alarak kazanırlar. İşaretçilerden olan “bu”, “o”nun gerçek ortamdaki karşılığı olarak anlam bulmuştur. Daha önemlisi “ben” işareti bile, işaret ettiği şeyi “o”ya göre belirler. Bu kısaca şu anlama gelir: tüm kelimeler, tüm kavramlar ve tüm işaretçilerin zihinde tuttukları bir konum vardır. Onlar birbirine yakın konumlardır ve onları yaklaştıran; aynı ortamda, zihnin ortamında bulunmalarıdır. Ve onların tamamı “o” işaretiyle işaret edilecek bir konumdadır. Yani zihindeki her şey “o” ile işaretlenir ve aynı zemini paylaşmaları aynı işaretle gösterilmelerine nedendir. Zeminin kendisi ise “o”nun kendisidir. Zihindeki tek sabit işaretçi olan “o”, diğer tüm işaret ve anlamların konumu belirleyen bir özelliktedir. “ben” bile “o”ya göre belirlenmiştir. Dolayısıyla iki şeyin birbirine zıt olarak kurulan konumu, sadece bu zıtlıkla açıklanabilir bir anlam zemininde olduklarını gösterir. Ve hangisinin hangisine göre konumlandığı belirlenmekten uzaktır. Oysa zihnin sabiti olan “o” anlaşıldığında herhangi bir şeyin hangi şeye göre konumlandığı da anlaşılmış olur. Hatta zıtlık zemini, düşünmeye “o”ya göre belirlenen yerden başlar. Efendi-köle ilişkisinde bu iki kelimenin herhangi biri kullanıldığı anda hangisinin hangisini oluşturduğu belirlenemez bir sabitsizlik ilişkisi içindedir. “o”yu zihnin sabiti ve her şeyi kendi yerine göre konumlandıran olarak düşünürsek, efendi-köle örneğinden daha geriye giderek düşünmeyi başlatabiliriz. Buna göre efendinin zihindeki konumu, “o”ya göre bir yerde; “o”nun belirlenimine tabidir. Aynısı köle için de geçerli. Bu ikisinin doğrudan ilişkiye geçmeleri gerçekte imkansızdır. Bunları ilişkilendirmek, her birinin “o”ya karşı sorumlu olmaları ve aralarındaki ilişkinin başlatılması için her birinin önce “o” ile ilişkiye geçmeleri gerekir. Efendi-köle ilişkisini, birbiriyle doğrudan ilişki içinde olarak düşünürsek diyalektik mantığının önerdiği sonucun dışına çıkmak mümkün olmaz. Bu iki anlam arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Konumlandırma, birinin diğerinin yerini belirlemesiyle başlamaz. Konumlandırma çok daha önce başlatılmıştır. “Ben”, “o”ya göre konumlanmış bir yerde bulunduğu sürece, zihnin, zihin dışı ortama etkisi, ben’in, “o”yla nasıl bir ilişki içinde olduğuyla açıklanabilir. Eğer zihnin belirleyicisi, sabiti olan “o”, zihin dışı ortamda bir şeye karşılık olarak belirlenmişse, işte orada, “ben”, yanlış bir “o”ya göre konumlanmış demektir. Zihnin tamamını, sınırlarına kadar ifade eden “o” ile, zihnin içinde belirlenmiş herhangi bir “o” işareti yani gerçek bir nesnenin zihindeki formuna karşılık gelen o, birbirine karışmış demektir. Tersten baktığımızda zihinde tüm işaretlerin ve tüm anlamların belirleyicisi olan “o”, gerçek bir şeye karşılık gelmeye başladığı oranda, “ben” o şeyin belirlediği konuma yerleşmeye müsait bir değişkenliğe açık demektir. Fakat ben’in “o”ya göre konumu, oldukça kişisel bir alanda gerçekleştiği için bunun iki kişi için bile aynı anlama gelmeyeceği, herhangi iki kişi ben’i “o”nun aynı yerine konumlandırmalarının mümkün olmadığını kolayca söyleyebilirim. Burada konuyla ilgili olarak konumlandırmanın zihnin tek sabit işaretçisi olan “o”ya göre yapılması ve bu konumlandırma içinde ben’in bile “o”ya göre konumlanması, tanrı algısını işin içine kattığımızda özel bir önem kazanacaktır. Neredeyse tüm dinlerde tanrıyı işaret etmek için en doğru işaretçi olarak kabul edilen “o”dan da söz etmek gerekir. “O”nun tüm konumların belirlenmesinde tek sabit olarak bulunması, aslında insanın işaretine parmakla işaret edeceği gerçeklik dışında bir ortamı karşılamasıyla ilgili. Öyle ki zihin diye bir yerin olmadığı çok kişi tarafından rahatlıkla söylenebilir. Çünkü elle tutulur ya da kavranabilir bir özellikte değildir. İnsanın doğrudan zihnini işaret edebilmesi için (zihindeki bir şeyi demiyorum), önce onun başka her şeyden farklı bir yapısı olduğunu kavraması gerekiyor. Bütün bilgilerin toplandığı yer olan zihin, işaret edilecekse, kendi özelliklerine uygun bir işaretçiyle işaret edilmesi gerekir. Daha doğrusu işaret edilebildiği anda, o işaretçi zihnin özelliklerini karşılayan bir anlama doğal olarak ulaşmış olur. Geriye dönük olarak, tüm dillerde kullanılan “o” işareti yukarda açıkladığımız özelliklere doğal olarak kavuşmuştur. Çünkü bu işaret, zihnin tanımını yapan bir anlamda zihni var kılan işarettir. “o” işaretinin, tanrıyı doğrudan işaret edebilme özelliği, zihni doğrudan işaret etmesiyle ilgili. Yoksa burada herhangi bir tanrı tasavvurundan söz etmiyorum. Her tasavvur “o”nun belirlediği bir konumdadır. Her tasavvur “o”ya göre konumlanmıştır. Efendiköle diyalektiğine son kez dönersek, hem efendi hem köle, zihin sabit belirleyicisi tarafından yerleri çok önceden belirlenmiş ve birbiriyle doğrudan ilişkisi bulunmayan kavramlar olarak algılanmalı. Diyalektik düzemline gelinceye kadar her şey zaten olmuş bitmiştir. Diyalektik; örnekleri her ne olursa olsun, örneklerinin konumları sonsuz bir dönüşlülük gösteren çözümsüz bir mantık önerir. Hiç bir şey, şekli konumu ve tüm nitelikleri belirlenmeden diyalektik mantıkta yer bulamaz; yer bulabilmesi için tüm niteliklerini kazanması, bir anlam olarak ortaya çıkması şarttır. Zihni ve aynı oranda tanrıyı da karşılayan, aynı zamanda zihindeki tek sabit olarak, oraya giren her bilginin konumunu, zihnin içinde bulunacağı yerle birlikte belirleyen “o” işareti, “ben” için belirlediği yer her neresi olursa olsun – ki zaten kişisel bir belirlemedir- “o”ya göre belirlenmiş olduğunu kesinlikle göz ardı edemez. Yani kısaca, insan/ben kendi zihninde bir nesne/anlam hükmündedir ve bu nesne “o”ya göre konumlandırılmıştır. Bu belirleyiciyi (o) hesaba katılmadan yapılan tüm konumlandırmalar, zaten konumları yerleşmiş parçaların ucu sonsuza uzanan bir döngünün içinde, sonsuzca uzayan oyalayıcı işlemlerden ibaret kalır. MARSHALL BERMAN “KATI OLAN HER ŞEY BUHARLAŞIYOR” MEHMET DEMİRHAN GİRİŞ MODERNLİK- DÜN, BUGÜN VE YARIN Modernlik; kendimizi ve dünyayı değiştirmeye olanak sağlarken, aynı zamanda bildiğimiz her şeyi, sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modernlik, insanlığı birleştirici bir unsurdur, bölünmüşlüğün birliği. Yani paradoksal bir birlik. Kısaca Marx’ın dediği gibi ‘’ katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği ‘’ bir evredir modernlik. Sınıf mücadeleleri, sanayileşmeyle ve aynı zamanda gelişen teknolojiyle başlayan; insanları hiçte alışık olmadığı bir ortama zorlayan, toplumları birbirine bağlayan (ki aslında bu bağlanma bir mücadelenin doğurduğu, yani kopukluğun bağlanmasıdır), ulus devletlerini gitgide güçlendiren, insanları bir araya getirip yönlendiren kapitalist dünya pazarı, 20. yy’da modernleşme dediğimiz girdabı doğurmuştur. Aslında 18. yy’da insanlar kendilerini bilmedikleri bir kasırganın yani modernleşmenin içinde bulmuşlardır. Modernleşmenin ikinci evresi ise 1789 Fransız İhtilali ile olmuştur. Son evrede ise 20. yy’da neredeyse tüm dünyayı kaplamış bir modernizm ile karşılaşıyoruz. Modernliğin ilk evresinde, ilk modern ses Jean Jacques Rousseau’nun sesidir. Yazdığı ‘’Yeni Heloise’’ adlı romanında kırdan şehre doğru bir keşif hamlesi söz konusudur. Yine aynı romanın kahramanına yani Saint Preux’a ‘’neye ait olduğunu ve ne olduğunu unutturan şey’’ olarak tanımlıyordu modernizmi. Modernizmin 19. yy’daki ikinci evresinde ise iki düşünür çıkar karşımıza: Karl Marx ve Friedrich Nietzsche. Genellikle çağımız modernizminin asıl kaynağı sayılan Nietzsche ve adı modernizmle bağdaştırılmayan Marx. Nietzsche’nin modernizme bakış açısı ‘’yarı barbarlık’’ olarak karşımıza çıkıyor. Nietzsche der ki; “ biz modern insanlar yani yarı barbarlar, kutsal sonsuz mutluluğumuza, en fazla tehlikede olduğumuz anda erişiriz ancak. İştahımızı kabartan tek uyarıcı sonsuzluk, ölçüsüzlüktür”. O da Marx gibi yeni bir tür insanın doğuşuna duyduğu inancı vurgular. Bir “insanüstü”ne… 20.yy modernizmine bakış açısı, yüz yıl öncesine nazaran daha kaba, daha basit, daha az incelikli ve daha az diyalektik olma eğilimindedir. Tıpkı İtalyan fütüristlerin dediği gibi bir tarz. Yani : “manevi acının, iyi yürekliliğin, bağlılığın ve aşkın; dirimsel enerjiyi yıpratan güçlü bedensel elektriğimizi kesintiye 1 uğratan bu zehirlerin tamamen yok olduğu, insan dışı bir tip yaratmak istiyoruz” felsefesiyle anlatılmak istenen tarz. Yani “bir gelenek yıkma geleneği” ve “bir olumsuzlama kültürü”. Bu yüzyılda modernlik makinalarca oluşturulmaktadır ve modern insanlar sadece mekanik kopyalardır. Modernizme olumlu ve olumsuz bakış olarak, iki ana düşünce ortaya çıkmıştır. Olumsuz bakış “modernizm baştan çıkarır” görüşü altında toplanmıştır. Olumlu bakış yani postmodernistlerin ülküsü ise modern dünyanın dur durak bilmeksizin önlerine yığıp durduğu şeylerin, malzemenin ve düşüncenin muazzam zenginliğine ve çeşitliliğine açılmaktı. BİRİNCİ BÖLÜM GOETHE’NİN FAUST’U: GELİŞMENİN TRAJEDİSİ Goethe’nin Faust’u, 18. yy’ın sonu ve 19. yy’ın başında kendine özgü modern bir dünya sistemini ortaya çıkaran süreci dramatik bir tarzda ifade eder. Bu roman Avrupa Romantizmi’nin en üst noktalarından biridir. Faust; hayalci, âşık ve gelişmeci olmak üzere üç başkalaşımda incelenebilir. Üçüncü başkalaşım olan gelişmeci bölüm modernizmle ilintili olduğu için ona değineceğiz. Faust bu bölümde modern öz bilincin doruk noktasına ulaşmıştır. Buradaki “yeraltı gücü” modern endüstriyel örgütlenmenin güçleridir. Geniş ufuklu, yoğun ve sistematik bir işgücü örgütlenmesidir. Faust’un yaşlı çifte onun olmayan ıhlamur ağaçları için yaptığı ve reva gördüğü uygulama, aslında modern dünyaya özgü bir kötülük tarzıdır. Faust’un sevdiğini sandığı ama aslında sevmekten korktuğu Gretchen ise eski dünyadaki güzel şeyleri simgelemektedir. Yaşlı çiftlerin ve Gretchen’in gerçek yaşamdaki tecellisini ise Sovyet Rusya’nın Stalin yıllarını akla getirir. Stalin’in ilk gösterişli gelişim projesi Beyaz Deniz Kanalı, herhangi bir çağdaş kapitalist projeye gereken çok daha fazlasını, yüz binlerce işçinin canını aldı. 53: Hatta 1932 ile 1934 yılları arasında, daha on yıl önce devrim ile kazandıkları toprağı kolektifleştirmek isteyen yeni planın yoluna çıktıkları için katledilen milyonlarca köylüye göre iyi durumda sayılırlardı Faust’un kahramanları. Aslında bu bir sahte Faustçuluktan başka bir şey değildi. Artık birçok insan için, yüzyıllardır süren modernleşme projesi felaketle biten bir hata, kozmik bir yıkım ve şer eylemi gibi görünüyor. Faust figürü ise yeni bir simgesel rolle, insanlığı doğadan koparan ve yüz binleri felaket yoluna çeken şeytan olarak ortaya çıkıyor. Bütün insanlığı öldürmeden önce öldürülmesi gereken bu ölümcül güç “modern ilerleme kültürü” idi ve bu gücün bir numaralı kahramanı da Faust’tu. İKİNCİ BÖLÜM KATI OLAN HERŞEY BUHARLAŞIYOR: MARX, MODERNİZM VE MODERNLEŞME Marx’ın Komünist Manifesto’su modern burjuva toplumunu tasvirinin doruk noktasıdır. Marx’a göre insanlar katı olan her şeyi eriten modernlik sürecinin hem öznesi, hem de nesnesidirler. Marx, kapitalizmin modern hayatın her yönüne yaydığı gözü kara sürat ve delice ritmi betimlemekle kalmayıp gözler önünde canlandırmakta, sahnelemektedir. Marx’a göre burjuva toplumu insan etkinliğinin neler getirebileceğini ilk kez göstermiştir. Manifesto’nun birinci kısmında yüzyıl sonra modernizm kültürünü biçimlendirecek ve ona can verecek kutupsallıkları ortaya serer: tatmin edilemez arzular ve güdüler, sürekli devrim, sonsuz gelişme, daimi yaratma, hayatın her alanında daimi yenilenme. Bir yandan da onu radikal antitezi, nihilizm, durdurulamaz yıkım, hayatın darmadağın olması, çiğnenmesi, dehşet… Manifesto bu bağlamda diğer tüm özellikleri bir yana ilk modernist sanat yapıtıdır. Marx “modern burjuva toplumu, böylesine kudretli üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirmiş olan bu toplum, kendi tılsımlarıyla hizmete çağırdığı yeraltı güçlerini kontrol edemez olmuş bir büyücüye benziyor” diyerek modern burjuva toplumu ile teknolojik gelişim arasındaki bağlantıyı da açıklayan ilginç bir benzetme yapar. Kısacası “katı olan her şeyin buharlaşması” elbette her şeyin karşıtına gebe olmasından kaynaklanıyordu. Çünkü Marx’ın sözünü dikkatle irdelersek, katının buhar haline gelmesi kendi zıttına dönüşmesiyle, yani sıvılaşmasıyla olur. Tıpkı bunun gibi; katı olarak yorumlayabileceğimiz her şey, kültürel, dinsel, politik, etik gibi tüm katı kurallar bütünü olan birleşimler bir gün buharlaşacaktı ve kendi zıttını doğuracaktı. Marx’a göre Tanrı inancının materyalizme, Nietzsche’ye göre Hristiyanlığın, Tanrı’nın ölümüne ve nihilizmin yükselişine neden olduğu gibi. Sonuç olarak modernizm de eski katı kuralların buharlaşmış ve zıttına dönüşmüş bir hali oluyordu. Problems with Ethics in an Evolutionary/Materialistic World-View 54: Paul Gosselin In the following text will explore the subject of ethics in the context of an evolutionary / materialistic world-view. My thinking on this subject was provoked in part by discussion with a professor of anthropology[1] I worked for in past years. We were discussing evolution and I had brought up the social impact of Darwinism in the form of Nazi race politics and the Communist Gulag prison system in Soviet Russia. He retorted that painting all evolutionists with the same brush wasn't legitimate and that not all evolutionists were Nazis. I had to admit that it is true that it would be unfair to infer that all evolutionists are morally depraved, but I continued to have doubts about trying to derive any worthwhile ethical system from an evolutionary / materialistic world-view. My first reaction to the effort of trying to derive ethics (expectations of how humans should interact with one another) from an evolutionary / materialistic world-view is: How do you do that ?? How do evolutionary processes logically tie into/justify ethics ? Reduced to its simplest expression, the problem of a code of ethics in an evolutionary / materialistic world-view in my view must deal with the following issues: Suppose I am a materialist and in a position of superiority (materially, physically or intellectually), that is a position which would allow me to exploit or oppress another human being. Suppose I should feel like exploiting or oppressing that other human being then and the question occurs why shouldn't I be free to do so ? If my natural instincts, established by millions of years of evolution, put me in the mood to exploit or oppress another human being, why deviation from my natural instincts ?? Furthermore who would dare oppose me (on logical grounds, excluding brute strength) ? Who would set himself up as a judge of my morality and of my conscious ? Why should other's scruples, other's guilty conscious be binding on me ? On what authority ?, since, I the materialist, do not recognise any God or gods to whom humanity has to answer. One other point, since science, a priori, excludes matters of ethics and morals and if the gods are dead, then what other standard do we have except to imitate nature ? Regarding relations between men and women this is precisely the view of Donatien Alphonse Francois, the marquis de Sade. He is the sort of person (no friend of Christianity in any shape or form...) who is not shy about saying out loud what other hesitate to think in private, nor is he fearful of taking premises to their logical conclusion. He notes ... (1795/1972: 112) "If it is undisputed that we [men -PG] have received from nature the right to express our [sexual - PG] desires indifferently to all women, it equally true that we have the right to require them to submit to our desires, not on an exclusive basis [Sade is thinking of marriage for life here - PG], I should be contradicting myself, but on a temporary basis. It is undeniable that we have the right to establish laws requiring her [the woman - PG] to submit to the passion of he who desires her. Violence is one of the implications of this right and we are entitled to use it legally. But why not !? Nature itself has proven that we have this right in that it has 55: endowed us with superior strength with which we may submit them to our desires." (translation PG) Basically, this implies that if nature is at times cruel, why shouldn't we be as well ? How can a person and/or society set up rules governing human behaviour (that is morality) in the context of a materialistic world-view, especially a materialistic worldview that is logically consistent ? On what basis ? Where should these rules come from ? William B. Provine, an evolutionist and professor of biology at Cornell University makes the following statement on the philosophical impact of the theory of evolution (1990: 23): "(...), when he [Darwin] deduced the theory of natural selection to explain the adaptations in which he had previously seen the handiwork of God, Darwin knew that he was committing cultural murder. He understood immediately that if natural selection explained adaptations, and evolution by descent were true, then the argument from design was dead and all that went with it, namely the existence of a personal god, free will, life after death, immutable moral laws, and ultimate meaning in life. The immediate reactions to Darwin's On the Origin of Species exhibit, in addition to favourable and admiring responses from a relatively few scientists, an understandable fear and disgust that has never disappeared from Western culture." Some humanists reply to this is that since the appearance of Darwinism on the world stage the end of the world hasn't occurred, nor has the West become a moral cesspool. Now from a Christian/Creationist point of view one may very well be tempted to dispute this point, but there actually is little harm done in allowing it (at least for purposes of argument, bear with me...). Even if we do allow this point (that the West hasn't yet become a moral cesspool) there are two things that need to be pointed out. First of all, it is important to note that the theory of evolution, though popular in academic circles, has never been entirely accepted in Western societies at large, so the impact of evolution on these societies may not be as thorough as we might expect from looking at what we hear in the media or in university classes. Secondly, there exists, even among the academic and media elite (whose acceptance of evolution is almost complete) a certain social inertia, which entails maintaining certain scruples, relics of the past, a past that was more moralistic and religious than the present. [Ex. ? A good example is atheists celebrating Christmas in some form]. These moral scruples and inhibitions still subsist simply because they haven't yet disappeared from the collective memory. A matter of cultural inertia. Yet time, and an efficient propaganda machine, will eventually wear down these moralising reflexes especially since they have become detached from their original religious base and they subsist, for the most part, due to inertia more than due to deep conviction and commitment of large segments of population in the West. Morality, then, in a materialistic world-view is a bit like the corpse of a person who has just died a violent death. After there is no pulse, the corpse's members may twitch and jerk for a while, but eventually all movement will cease. Western society is like that corpse, there are some moral reflexes left in the body, but for the most part they have been disconnected from their life-force and, given time, eventually all moral reflexes will cease. C. S. Lewis, in his book entitled Abolition of Man, discusses the issue of world-view vs. actual behaviour. The following quotes are drawn from a discussion of the views of the authors of an essay on education (and morality) in English schools. (1946/1978: 18) "Propaganda is their abomination: not because their own philosophy give a ground for condemning it (or anything else) but because they are better than their principles. They probably have some vague notion (I will examine it in my next lecture) that valour and good faith and justice could be sufficiently commended to the pupil on what they would call 'rational' or 'biological' or 'modern' grounds, if it should ever become necessary." (1946/1978: 19) "Without the aid of trained emotions the intellect is powerless against the animal organism. I had sooner play cards against a man who was quite sceptical about ethics, but bred to believe that a 'gentleman does not cheat', than against an irreproachable moral philosopher who had been brought up among sharpers. In battle it is not syllogisms that will keep the reluctant nerves and muscles to their post in the third hour of the bombardment." Lewis' basic position seems to be that the evolutionist / materialist will, in most cases, continue to act morally (according to the "Tao" as Lewis would say[2]) as long as there are mothers and fathers around who raise their kids with at least some sense of right and wrong. This means that in the long run the context in which a person's moral reflexes were conditioned in their childhood years is (for the most part) more important than the beliefs a person may come to hold intellectually many years later (exceptions do exist I would concede). When such a moral environment is no longer provided for children, we may then expect trouble on a big scale. One may also expect "trouble on a big scale" when political leaders 56: appear on the world scene who are ready to really act on their evolutionary / materialist worldview (such as Hitler and Stalin did). It appears that Stalin once said that "The death of one man is a tragedy, but the death of millions is a statistic." If one takes into account Stalin's world-view, then one would have to admit that he was being perfectly logical in making such a statement. I think this approach helps to understand intellectuals such as the late S. J. Gould who decry racism, are against eugenicist policies and other such things. They are examples of people, as Lewis says who are "better than their principles". They are not, then, products of their ideology but of their cultural background (especially family). One wonders how many of these 'humanistic evangelists' come from religious backgrounds (either Christian or Jewish) ? Lewis makes another interesting remark on relativism which relates to the previous issues raised above. (1946/1978: 22) "Their scepticism about values is on the surface: it is for use on other people's values; about the values current in their own set [social milieu - PG] they are not nearly sceptical enough. And this phenomenon is very usual. A great many of those who 'debunk' traditional or (as they would say) 'sentimental' values have in the background values of their own which they believe to be immune from the debunking process. They claim to be cutting away at the parasitic growth of emotion, religious sanction, and inherited taboos, in order that 'real' or 'basic' values may emerge." Relativism only goes so far... And this sort of thing would seem very common in the social sciences, and probably among most Western media people too. It would seem that the most devastating weakness of the attempt to erect ethics within an evolutionary / materialistic world-view is the flexibility of meaning that this myth has. Nazi race policies, the Stalinist Gulag slave labour system, a 19th century laissez-faire capitalist sweat-shop or de Sade's phallocratic sexual politics or Julian Huxley[3]'s more humane approach are all (within the presupposition of the evolutionary / materialistic world-view) are all equally valid interpretations. Unless one goes outside the system and appeals to some form of TRUTH (a 'Tao') providing criteria with which to judge between good and evil attitudes / behaviour then these varying implementations of Darwinism will all remain equally valid interpretations of the evolutionary / materialistic world-view. This situation results from the fact that evolution is a weak origins myth (compared to other origins myths ) as it says little about what humans are and what their value is. This situation also results from the fact that, from the start, evolution, as an origins myth, never has been solidly linked (as are most origins myths) to a particular religion or ideology. Such a system would provide the additional meaning that most origins myths lack (as most origins myth provides only general information on cosmological issues not specific moral prescriptions). Most of the evolutionist's argument relative to ethics derived from evolution involves an arbitrary presupposition, that individuals should consider the "common good" when determining their behaviour. Empirical observation of real human behaviour indicates that such considerations will only occur if an individual is motivated by a larger world-view. The basic approach taken by many evolutionists seems to be to take morality, in humans, for granted, and to some extent they would agree with C. S. Lewis on this point, but not for the same reason. Robert J. Richards, in a defence of evolutionary ethics, says (1987: 622) "Evolution provides the structured context of moral action: it has constituted human beings not only to be moved to act for the community good but also to approve, endorse, and encourage others to do so." The question which immediately springs to mind is: "What basis can there be for ethical behaviour in a materialist world-view ?" Christians and Jews believe that humans have dignity because they are created in the image of God. This provides a basis for valuing human life and learning to demonstrate altruistic behaviour (Love) towards others. But where would you get such a justification in a materialist world-view ? Evolutionists (such as Richards) believe that morality (and altruistic behaviour) is the result of natural selection and that these forms of behaviour have evolved because have selective advantages for the species as a whole. Richards says (1987: 623) "The justification for the imperative advice to a fellow creature, "Act for the community good", is therefore: "Since you are a moral being, constituted so by evolution, you ought to act for the community good"." This may sound plausible in theory, but what do you do if you are a Jew in Auschwitz or a woman witnessing her child being molested by a hoodlum or a political dissident wanting to speak your mind in communist China or happen to live in an inner-city neighbourhood run by a drug lord ? How do you get your enemies to think of "the community good" ??? This bringing in of the concept of "the community good" seems to imply (on the part of evolutionists, unconsciously no doubt) a society still living off the benefits of the Judeo-Christian value-system while denying the basis for these 57: values. In such a materialist society, sooner or later these values will be swept aside as well (ALCU notwithstanding). CS Lewis points out another difficulty in deriving morals from instincts placed in us by evolutionary processes (1943/1977: 22) "If the Moral Law was one of our instincts, we ought to be able to point to some one impulse inside us which was always what we call "good", always in agreement with the rule of right behaviour. But you cannot, there is none of our impulses which the Moral Law may not sometimes tells us to suppress, and none which it may not sometimes tell us to encourage. It is a mistake to think that some of our impulses – say mother love or patriotism – are good, and others, like se or the fighting instinct, are bad. All we mean is that the occasions on which the fighting instinct or the sexual desire need to be restrained are rather more frequent than those for restraining mother love or patriotism. But there are situations in which it is the duty of a married man to encourage his sexual impulse and of a soldier to encourage the fighting instinct. There are also occasions on which a mother's love for her own children or a man's love for his own country have to be suppressed or they will lead to unfairness towards other people's children or countries. Strictly speaking, there are no such things as good and bad impulses." Philip Yancey (a relatively well-known American Evangelical author) writes about a visit (with other evangelical leaders) to Russia after the fall of Communism (which had consistently applied a materialistic world-view for over 70 years). Think about this...(1995: 131) "The Pravda editors conceded to us that they did not know how to motivate people to show compassion. A recent campaign to raise funds for the children of Chernobyl had foundered. The average Soviet citizen would rather spend his money on drink than support needy children. Their own polls had revealed that 70% of Soviet parents would not allow their own children to have contact with a disabled child; 80% would not give money to help; some advocated infanticide. "How do you reform change, motivate people ?" the editors asked us." On this same subject a Romanian author, Sergui Grossu, adds (1979: 62-63): Before the introduction of the atheistic education in Lithuania, theft, corruption, attacks on human life, rape, were very rare occurrences, however in our days such cases happen daily. Dealing with juvenile delinquents, it has been necessary to build cells in offices of the militia. Never before in Lithuania has alcoholism, murder, lies, dishonesty, the refusal to accomplish one's duty been as rampant as these last years. Everywhere, one observes a lack of conscience, in employees, officials, in shops, in factories, in administrative offices, in hospitals and elsewhere. Reality has demonstrated that atheistic education has not been able to provide our youth with healthy moral principles and atheistic propaganda has not managed to raise the moral level in society. (translation PG) We may wonder what society should do if the individual responds to requests to think of "the community good" by saying that their selfishness is genetic (think of the "gay gene"...) and that it would be wrong to deny their selfish impulses... What then ? Another dodge one could also employ would be to simply employ a very narrowly definition of what one means by "the community good" and understanding it as being strictly related to one's own (race, family, self) interests. What then ??? Within the materialist standpoint, why shouldn't these narrow definitions of "the community good" be perfectly legitimate ? There's no reason why... (excluding unconscious reference to Judeo-Christian views on good evil). In any case, there may be other reasons for unregenerate men and women to ignore appeals to "the community good" simply because their life-history may have taught them that one has ever cared about them so why should they give a **** about anyone else ?? In such circumstances there's no logical reason to exclude selfishness as a legitimate form of adaptation in the evolutionary / materialistic world-view especially if it is perceived as enhancing their chances of survival. In the following quote, Francis Schaeffer explores two consequences of the adoption of a materialistic view of man (1982/94: vol. V 290): "On the one hand, the idea that mankind is only a collection of the genes which make up the DNA patterns has naturally led to the concept of remaking all of humanity with the use of genetic engineering. On the other hand, it has led to the crime and cruelty that now disturb the very people whose teaching produces the crime and cruelty in the first place. Many of these people do not face the conclusion of their own teaching. With nothing higher than human opinion upon which to base judgements and with ethics equalling no ethics, the justification for seeing crime and cruelty as disturbing is destroyed. The very word crime and even the word cruelty lose meaning. There is no final reason on which to forbid anything - "If nothing is forbidden, then anything is possible." If man is not made in the image of God, nothing then stands in the way of inhumanity. There is no good reason why mankind should be perceived as special. Human life is cheapened. We can 58: see this in many of the major issues being debated in our society today: abortion, infanticide, euthanasia, the increase of child abuse and violence of all kinds, pornography (and its particular kinds of violence as evidenced in sadomasochism), the routine torture of political prisoners in many parts of the world, the crime explosion, and the random violence which surrounds us." In the context of relations between the individual and the State Schaeffer notes (1982/94: vol. V 467): "You must understand that those in our present material-energy, chance oriented generation have no reason to obey the state except that the state has the guns and has the patronage. That is the only reason they have for obeying the state. A material-energy, chance orientation gives no base, no reason, except force and patronage, as to why citizens should obey the state." Try and imagine cases where an evolutionary / materialistic world-view was put into practice on a wide scale and did not produce horrors of some sort. I can't think of any but, even if there were, the list would be short. Or at the other end of things, do evolutionists have any heroes of altruism and compassion that could compare to people like Florence Nightingale, Albert Schwietzer, Mother Teresa of Calcutta[4] ? Douglas H. Boucher (not a creationist), in an article on the philosophical and social impact of Darwinism notes that the theory has always had important political repercussions (and he lists Malthus conservative policies, 19th century social Darwinism [basically racism], eugenics in the 1920s, Nazi race policies in the 1930-40s, population policies in our generation and socio-biology) and points out that the links between the biological theory and the political theories (and practices) are clear and the consequences dramatic - racism, sterilisation and even genocide - and well known. Boucher also adds (1981: 83-84) "We [evolutionists - PG] are in the habit of denouncing these links as abuses of Darwinism, regrettable of course, but with no real relation to the scientific validity of the theory. Some may see in these counterfeits a powerful argument for total separation of science and politics. As for myself, I draw a completely different conclusion; that scientific theories (whether they are "true" or "false', "strong" or "weak") and ideologies are inseparable. The relationship between adaptationism, malthusian views, and mendelism, on one side, and the development of Western capitalism, on the other, is perhaps just as historically inevitable as it is unjustifiable logically. (translation PG) In Genesis 3: 5 Satan offers Adam and Eve the forbidden fruit, conferring knowledge of Good and Evil. In the West it seems that, with the rejection of the Judeo-Christian world-view, the forbidden fruit has been too well digested and knowledge long lost. We no longer distinguish between good and evil. All we do know is what science and technology allow us to do. Who will tell us what not to do, unless it turns out to be something deemed "politically incorrect" by media elites or superior court judges? The winds of morality in our time are ever changing. The media have always been powerful and can make or break fads in clothing or fads in music. But in our generation their influence has expanded greatly and now they can make or break fads in public morality. If baby seals, owls and whales are thought of as cute (in other words good for ratings...) then it is immoral to hurt them, but if the media feels they are no longer cute, then they go to thepurgatory of Hollywood hasbeens. The media elite have now assumed ideological functions performed in previous generations only by bishops, rabbis and pastors. With the influence they now wield they can create new taboos, censor public discourse and tell us what to think and how to behave. They can break the careers of politicians whom they deem "non-kosher". With media backing, anything becomes possible. They decide what issues gets coverage and which opinions get attention (and those that don't). Few groups in the West have such power. Who knows what the next moral fad will be ? Perhaps pæedophilia as an positive expression of selfhood or the killing off of unwanted elderly people or others with diseases which are expensive to treat will be seen as acts of compassion ? Why not ? Who's to stop such things from happening if they have become fashionable and have backing in the media and the superior courts ? In the long run, one may expect that the numerous books in university libraries by evolutionists on how ethics can be derived by evolutionary processes are destined to be read only by other evolutionary academics and then gather dust in another form of natural selection... Bibliography Boucher, Douglas H. Le néo-darwinisme: mythes et réalités. pp. 77-84 in Darwin après Darwin. Levy, Joseph J. & Cohen, Henri (éds.) Presses de l'Université du Québec Sillery, Qc (coll. Journee d'études multidisciplinaire, Dec. 1982 (U. du Québec à Montréal)) 1984 220 p. Chamberlain, Paul Can We Be Good Without God? Downers Grove, IL: InterVarsity Press, 1996 Grossu, Sergu Les enfants du Goulag: Chronique de l'enfance opprimée en URSS. Editions France-Empire Paris 1979 255 p. Lewis, C. S. The Abolition of Man: Reflections on education with special reference to the teaching of English in the upper forms of schools. Collins Glasgow 1946/1978 63 p. Lewis, C. S. Mere Christianity. MacMillan New York 1943/1977 190 p. 59: Provine, William B. Response to Phillip Johnson. (Letter) pp. 23-24 in First Things mag. no. 6 (October 1990) Richards, Robert J. Darwin and the emergence of evolutionary theories of mind and behavior. University of Chicago Press Chicago & London (coll. Science and its conceptual foundations) 1987 700 p. Sade, Marquis de; & Blanchot, Maurice Français, encore un effort si vous voulez etre républicains_. (extrait de La Philosophie dans le boudoir”) précédé de L'inconvenance majeure. Jean-Jacques Pauvert Paris (collection Libertés nouvelles; 23) 1795/1972 163 p. Schaeffer; FrancisThe Complete Works of Francis Schaeffer: A Christian World-View. Crossway Books Wheaton IL 1982/1994 vols. I-V Yancey, Philip Finding God in Unexpected Places. Moorings (Ballantine/Random House) Nashville TN 1995 240 p. Notes [1] - Non-Christian as far as I know. [2]- CS Lewis' definition of the Tao: "This conception in all its forms, Platonic, Aristotelian, Stoic, Christian, and Oriental alike, I shall henceforth refer to for brevity simply as 'the Tao'. Some of the accounts of which I have quoted will seem, perhaps, to many of you merely quaint or even magical. But what is common to them all is something we cannot neglect. It is the doctrine of objective value, the belief that certain attitudes are really true, and others really false, to the kind of thing the universe is and the kind of things we are. Those who know the Tao can hold that to call children delightful or old men venerable is not simply to record a psychological fact about our own parental or filial emotions at the moment, but to recognize a quality which demands a certain response from us whether we make it or not. I myself do not enjoy the society of small children: because I speak from within the Tao I recognize this as a defect in myself - just as a man may have to recogni ze he is tone deaf or colour blind." (p. 16) [3] - J. Huxley was involved in writing the UNESCO charter. [4] - Though one may have reservations about aspects of their theology, I have no reason to doubt that the basic thrust of their work draws inspiration on Christ's command to love one's neighbour. **************** **** FELSEFE OKULU AMBLEMİNİN ANLAMI Öndeki Kitabın bir tarafı DOĞUYU, bir tarafı BATIYI temsil ediyor. Ortadaki Hilal İslamın sembolü.. Dört Sütun İMAN, İLİM, İRFAN ve HİKMET anlamına geliyor Üçkubbe üç büyük dini temsil ediyor. Büyük kubbe evrenselliği ve insanlığın ortak değerlerini temsil ediyor. 60: Sophia perennis / 3 hikmet-i Halide/ezeli hikmet Yazı işleri Editörü Burak CAN burakcan_764@hotmail.com Yayın Yönetmeni Bülent SÖNMEZ Diyarbakır Felsefe Okulunun Dönemlik felsefe ,sanat ve edebiyat seçkisi..