türkiye`de hanlar, kervansaraylar, oteller ve çeşitli barınma yerleri
Transkript
türkiye`de hanlar, kervansaraylar, oteller ve çeşitli barınma yerleri
TÜRKİYE’DE HANLAR, KERVANSARAYLAR, OTELLER VE ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ OSMAN NURİ ERGİN 2 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri T.C. Marmara Belediyeler Birliği Yayını: 2013 Yayın No: 78 Osman Nuri Ergin Serisi No: 2 Kitabın Adı: Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Yayına Hazırlayan: Müslüm Yılmaz Tüm yayın hakları Marmara Belediyeler Birliği’ne aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir; izinsiz çoğaltılamaz, basılamaz. ISBN: 978-605-63650-7-2 Baskı Yeri ve Tarihi: İstanbul, 2013 Kapak Tasarımı ve İç Tasarım: Özhan Yurtseven Baskı ve Cilt: Birinci Baskı - 1000 Adet Basım: MARMARA BELEDİYELER BİRLİĞİ Ragıp Gümüşpala Cad. No:10 Eminönü 34134 Fatih - İstanbul Tel: +90 212 514 10 00 (PBX) Faks: +90 212 520 85 58 http://www.marmara.gov.tr Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 3 SUNUŞ Doğal güzelliğiyle dünyanın gözbebeği Osmanlı şehirleri, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Birçok medeniyetin izi tarihi yapılarda, şehri çevreleyen surlarla beraber bu zamana kadar canlı bir şekilde gelmiştir. Özellikle dini bir inanç gereği olarak yolda kalmışların, kimsesi olmayanların dahi ihtiyaçlarının bedelsiz olarak karşılanması için atalarımız, hanlar ve kervansaraylar yaptırmıştır. Bu eserlerin vakfiyelerini okuduğumuzda, yolcuların yemek ve kıyafet ihtiyaçlarının hatta hayvanlarının nallarının bile bakımının yapıldığını görmekteyiz. Yabancı seyyahların eserlerinde hayranlıkla anlattığı hanlar ve kervansaraylar, ne yazık ki Cumhuriyet’in ilk yıllarında hızla gelişen sanayileşme, köy ve kırsal bölgelerden olan göçlerin getirdiği bilinçsiz yerleşme ve çevre tahribatından da payını almıştır. Bu sorunlar tarihi yapıların tahrip olmasına ve çarpık bir kentleşmeye neden olmuştur. Bu sıkıntıyı gören belediyelerimiz, yaptığı restorasyonlarla tarihi yapılarımızı tekrar canlandırmaktadır. Osman Nuri Ergin’in eserlerinin akademik camia ve belediyelerimiz için önemini dile getiren ve her fırsatta Birlik çalışmalarımızda bize destek veren Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Recep Bozlağan’a, Osman Nuri Ergin’in torunu Osman Murat Akan’a teşekkür ederim. Bu eserin belediyelerimize yararlı olmasını temenni ediyor ve emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum. Recep ALTEPE Birlik Başkanı Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 5 İÇİNDEKİLER TAKRİZ........................................................................................................ 9 GİRİŞ........................................................................................................... 11 ÖNSÖZ........................................................................................................ 15 I. TÜRKİYE’DE YOLLAR, YOLCULUK TESİSLERİ VE VASITALARI............... 21 Rumeli, Anadolu ve Hac Yolları.......................................................... 25 Menziller............................................................................................. 31 Nüzul Emini........................................................................................ 32 Çeşitli Nakil Vasıtaları ve Mekareciler................................................. 32 Tatar Ağaları, Kılavuzlar ve Kuryeler................................................... 34 At Pazarları ve Kirahaneler.................................................................. 36 II. İMARETLER.............................................................................................. 37 İmaretlerin Kadroları ve Hizmet Sahaları............................................. 49 İmaretin Umumî İdare Teşkilat ve Tahsisatı......................................... 49 Gebze İmareti Memurları.................................................................... 51 Eskişehir İmaretleri Memurları............................................................. 51 Mektepler Teşkilat ve Tahsisatı............................................................ 52 Gebze Camii Teşkilat ve Tahsisatı....................................................... 52 Eskişehir Camii ve Hanegâhı Teşkilat ve Tahsisatı............................... 53 Gebze Medresesi Teşkilat ve Tahsisatı................................................. 54 III. İMARETLERDEN HANLARA................................................................... 55 1. Hanın Tarifi ve Çeşitleri................................................................... 55 2. Otel Hizmeti Gören Hanlar............................................................. 56 3. Sultan Hanları................................................................................. 57 4. Elçi Hanı......................................................................................... 63 5. Han-ı sebil...................................................................................... 68 6. Ticaret Hanları................................................................................ 68 6 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri 7. Kapanlar, Haller, Balkapanı............................................................. 69 8. Funduklar........................................................................................ 75 9. Çarşı Hanlar.................................................................................... 75 10. İş Hanları...................................................................................... 76 11. Esir Pazarları ve Esir Hanları.......................................................... 77 12. Avrat Pazarı................................................................................... 79 IV. İMARETTEN KERVANSARAYLAR........................................................... 81 1. Kervansarayların Tarifi ve Çeşitleri.................................................. 81 2. Kervanpazarı................................................................................... 82 3. Umûmî Kervansaraylar.................................................................... 85 4. Husûsi Kervansaraylar..................................................................... 89 5. Hasbi Kervansaraylar....................................................................... 91 V. İMARETLERİ YAPAN MİMARLARIN MİLLİYETLERİ................................. 93 VI. HANLARDA VE KERVANSARAYLARDA GÖRÜLEN BAZI HUSÛSİYETLER................................................................................... 97 VII. İMARETLERİN HARAP VE METRÛK KALIŞLARININ SEBEPLERİ............ 103 VIII. ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA BEKÂR ODALARI VE BEKÂR HANLARI....................................................... 115 XIV. ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ VE BİNALARI................................................................ 119 1. Rîbât............................................................................................... 119 2. Asitaneler, Hanegâhlar, Zaviyeler ve Tekkeler................................. 121 3. Kalenderhaneler.............................................................................. 122 4. Hanedan Konakları......................................................................... 125 5. Teşthane.......................................................................................... 126 6. Hükûmet Misafirhanesi................................................................... 128 7. Hısım, Akraba ve Bildik Evleri......................................................... 128 8. Camilerin Son Cemaat Yerleri......................................................... 129 9. Tabhaneler...................................................................................... 130 10. Medreseler, Talebe Yurtları........................................................... 133 11. Darü’s-sulaha, Darü’r-raha, Darü’s-safa......................................... 133 12. Miskinhaneler, Darülcüzzamlar.................................................... 135 13. İspatyalar....................................................................................... 137 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 7 14. Yabancı ve Gayrimüslimlerin Barındıkları Yerler........................... 138 15. Yahudihaneler............................................................................... 139 16. Dulhane........................................................................................ 140 17. Darülaceze.................................................................................... 141 X. TÜRKİYE’DE OTELLER............................................................................. 145 XI. İSTANBUL’UN BÜYÜK OTELLERİ.......................................................... 149 1. Perapalas......................................................................................... 150 2. Konak Oteli..................................................................................... 151 3. Park Otel......................................................................................... 152 4. Hilton Oteli..................................................................................... 153 5. Divan Oteli..................................................................................... 154 XII. TÜRKİYE’DE MOTELLER....................................................................... 155 XIII. EKLER................................................................................................... 157 1. Eski İstanbul Han ve Otelleri........................................................... 157 2. İstanbul’daki Han ve Otellerin Listesi.............................................. 161 3. Selçuklu-Osmanlı Hanlar ve Kervansaraylarının Listesi................... 174 DİZİN...........................................................................................................178 8 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 9 Takriz Osman Nuri Ergin 1883’de dünyaya geldi. Osmanlı devri Türk kültürünün yetiştirmiş olduğu son bilim adamlarındandır. Sağlam bir Osmanlı Türkçesi ve Arapça dilbilgisine sahipti. Cumhuriyet döneminde vilâyet ve belediye başkanlığı bir arada tek elden idare edildiği yıllarda uzun yıllar bu bakanların mektupçusu olarak görev yaptı. Ancak bu resmi görevi dışında belediye hizmetleri ve şehircilik hususunda araştırmalar yapıp pek çok eser verdi. Bunların en başında bütün belediye kanun ve yönetmeliklerinin toplandığı bir külliyat olan Mecelle-i Umûr-ı Belediye başlıklı başka bir benzeri olmayan eseri meydana getirdi. Sekiz kalın ciltten oluşan bu önemli kitap yakın tarihlerde İstanbul Belediyesi tarafından Latin harflere çevrilerek dokuz cilt olarak tekrar basılmıştır. İstanbul şehreminleri yani belediye başkanları hakkındaki şehrin geçmişine dair bilgi veren önemli bir eserdir. Türkiye’de Şehirlerin Tarihi İnkişafı hakkındaki eserinin dışında Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi başlıklı ufak kitabı son derecede önemlidir. Bilhassa şunu burada vurgulamak isterim ki Türk sanat ve mimarlık tarihi üzerinde çalışanların fazla hacimli olmayan bu ufak kitabı bir defa dikkatle okumaları gerektiği kanaatindeyim. Merhum, uzun yıllar İstanbul Belediyesi tarafından yayınlanan İstanbul Şehremaneti Mecmuası sonraki adıyla İstanbul Belediyesi Mecmuası’nın yayın işlerini idare etmiş ve bu vesileyle İstanbul tarihiyle ilgili bazı önemli makalelerin burada yayınlanmasına vesile olmuştur. Ayrıca bir de çok yakın dostu olan Süheyl Ünver bibliyografyasını düzenlemiş ve yayınlamıştır. Osman Nuri Ergin, İstanbul Belediye Kütüphanesi’ne bütün kitapları hibe edilmiş olan Muallim Cevdet için yayınladığı kalın cilt ise ne yazık ki klasik armağan kitaplarına hiç uymayan düzenlemesiyle bir yayın olmuştur. Rahmetli Ergin’in İstanbul için yaptığı büyük hizmetlerden biri de büyük şehrin mahalle teşkilatını yeniden düzenleyerek sayılarını azaltması ve bu vesile ile cadde ve sokakların yeniden isimlendirilmesidir. Bunu da anonim olarak yayınlanan ve şehri paftalar halinde çok kullanışlı bir kitap halinde belirten 1933 yıllarında yayınladığı İstanbul Rehberi’dir. Bu rehber gerçekten o dönem için gerek kullanılışı gerek baskısı bakımından çok başarılı bir yayın ise de tek eksik tarafı, haritalarında tarihi eserlerin hiç değilse önemlilerine işaret edilmemiş olmasıdır. Türk kültür öğretim hayatıyla ilgilenenlerin muhakkak başvurmaları gereken çok önemli bir yayını da Türkiye Maarif Tarihi başlığı altında yayınladığı, bütün öğretim kurumları hakkında bilgi verdiği çok ciltten oluşan yayınıdır. Yine bir başka yayını da Fatih İmareti Vakfiyesi’dir. 10 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Osman Nuri Ergin’in yaşamının son yıllarında meydana getirdiği ve gerek Selçuklu gerek Osmanlı döneminin en önemli vakıf eserleri arasında bulunan kervansaraylar ve hanlar hakkındaki bu eseri, ne yazık ki yayıncıların umursamazlığı yüzünden ihmale uğramış ve bugüne kadar basılamadan kalmıştır. Türk hayır yapıları arasında başlı başına bir öneme sahip olan ve dünya kültür mirası içinde, örneklerine İslam medeniyet havzasının dışında pek rastlamadığımız bu müesseselere dair görüşlerini yaşadığı yıllardaki bilgilere göre ortaya koymuştur. Osman Nuri Ergin 1961’de vefat etti. Yarım yüzyıl önce basıma hazır bir hâlde düzenlenen bu eser, ancak bugün kadirşinas bazı meslektaşlarının ilgileri ile gün ışığına çıkmaktadır. Şurası bir gerçek ki içinde bazı eksiklikler hatta bazı hatalar da olabilir; ancak bu küçük eser, sentez mahiyetinde yapılmış bir çalışma olması itibariyle çok önemli bir denemedir. Şahsen de tanışmış olduğum ve takdir ettiğim bir araştırmacı olan Osman Nuri Ergin’i rahmetle anarken onun bu unutulmuş eserini gün ışığına çıkaranları da ayrıca şükranlarımla tebrik ederim. Prof. Dr. Semavi EYİCE Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 11 GİRİŞ Tarih boyunca bu gök kubbe içerisinde birçok milletler yaşamıştır. Kimi milletler bir kültür, bir medeniyet inşa edemeden bir yıldız gibi anlık parlamış ve tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Şüphesiz tarih içerisinde en etkili ışığı üç kıtada at koşturan milletimiz saçmıştır. Selçuklu ve Osmanlı devletleri arkalarında bırakmış olduğu kültür ve mimari eserlerle birer medeniyet inşa etmiş, bu gök kubbede hoş bir sada bırakmışlardır. Bu hoş sada olan eserlerin başında dini bir düşünce ile inşa edilen cami, medrese, han ve kervansaraylar gelmektedir. İnşa edilen han ve kervansaraylar her dinden, her milletten insanın barınabildiği, hatta yolcuların yanındaki hayvanlarının bile bakımlarının karşılıksız olarak yapıldığı müesseselerdi. Bu mekânlarda belli bir süre konaklayan yabancı seyyahlar eserlerinde bu mekânları ve milletimizin misafirperverliğini hayranlıkla anlatmıştır. Batılı yabancı seyyahlar, kendi toplumlarında böyle müesseselerin ve misafirlere hürmet, nezaketle ikram etme âdetinin bulunmadığından üzüntü ile seyahatnamelerinde bahsetmişlerdir. Hanlar, kervansaraylar ve çeşitli barınma müesseselerini ihtiva eden bu çalışma Osmanlı-Türk şehircilik ve belediyecilik tarihinin güncel işleyişini ülkemizde ilk defa bilimsel olarak inceleyip nitelikli eserlere dönüştüren Osman Nuri Ergin’in vefatından önce hazırlamış olduğu son iki eserinden biridir. Bedii Şehsüvaroğlu Osman Nuri Ergin’in vefatı sonrasında kabri başında yaptığı konuşmasında Ergin’in vasiyetini şu cümle ile açıklamıştır:“Üstadın son arzusu, bugün ise yakınlarına, dostlarına son vasiyeti bu iki eserin tab’ıdır.” * Osman Nuri Ergin’e bir vefa göstergesi olarak onun eserlerini hazırlamaya başladık. Son iki eseri ile birlikte Osman Nuri Ergin’in hayatını ve eserlerini ihtiva eden geniş bir biyografik çalışmayı da Marmara Belediyeler Birliği’nin değerli Genel Sekreteri Züver Çetinkaya’nın destekleri ile hazırlamaya gayret ettik.1 Bu eserin hikâyesine gelince; Osman Nuri Ergin belediyedeki görevinden emekli * Osman Nuri Ergin’in vefatından önceki tespit edebildiğim kadarıyla son çalışması “Osmanlıca’da Yanlış Kelimeler ve İbareler” adlı eserdir. Eser, Osmanlıca el yazısı iki not defterlerine harf sırasına göre tertip edilmiştir. Bu eser, Osman Nuri Ergin’in torunu Sayın Osman Murat Akan Bey’in şahsi kütüphanesinde bulunmaktadır. (Y.N) 1 Müslüm Yılmaz, ‘‘Osman Nuri Ergin Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (1883-1961)’’, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Mecmuası, Bahar / 2013, s.141-188 12 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri olduktan sonra ilmi çalışmalarını, İstanbul kütüphanelerinde, Sahaf Raif Yelkenci’nin dükkânında, bazen de can dostu Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’nde kurmuş olduğu geniş kütüphanede yapmaktaydı. Süheyl Ünver’in sohbetlerinden istifade etmek için gelen ilim ehlinin uğrak yeri olan bu kütüphaneye üniversitede görev yapan hocalar da sık sık geliyordu. Bu kütüphanede Osman Nuri Ergin, İstanbul’a gelecek seyyahlara rehberlik edecek kişiler için 1956’da Turizm Umum Müdürlüğü tarafından açılmış olan Tercümanlar ve Rehberler Kursu’nda, Türk Medeniyet Tarihi ve İstanbul Abideleri hakkında vereceği konferansların notlarını hazırlıyordu. Bu notlarda İstanbul’da bulunan 152 otel nevi barınma yerleri tanıtılmıştı. Bu notları ve Osman Nuri Ergin’in İstanbul Şehir Rehberi ve Mecelle-i Umûr-ı Belediye çalışmalarını bilen ve bu mekânların tarihi serüvenini incelemiş olan dostlarından Ord. Prof. Dr. Cavid Baysun ve Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan Osmanlı’nın başkenti İstanbul’un barınma yerleri olan “İstanbul Hanları” hakkında bir müstakil çalışma hazırlamasını Osman Nuri Ergin’e teklif ettiler. Osman Nuri Ergin ilerleyen yaşından dolayı bu görevi hakkıyla yerine getiremeyeceğini düşünürken teklifte bulunan hocaların bu çalışma esnasında kendisine yardımlarını esirgemeyeceklerini de bildirdiklerinde bu teklifi kabul etti. Fakat mevzuyu ele alır almaz, bu eseri yalnız İstanbul’un otel ve hanlarına değil, bütün Türkiye’ye teşmîl etmenin daha faydalı olacağına kanaat getirmiş, Anadolu’da yer yer görülen abideler arasında yalnız Osmanlı Türkleri’nin değil, hem daha ziyade Selçukluların eserlerinin bulunduğunu görmüştür. Malazgirt Zaferi ile Türkler’e Anadolu kapılarını ardına kadar açmış olan Selçuklular dönemini de yaptığı çalışmaya dâhil etmiştir. Bir kronoloji içerisinde Anadolu ve Asya’da daha önce yaşamış millet ve devletlerin bu ihtiyacı nasıl karşıladığından başlayarak, 1950 yıllarındaki modern otellere kadar olan bir süreç eserde anlatılmıştır. Eser yaklaşık iki senede tamamlanmıştır. Osman Nuri Ergin eseri tamamladıktan sonra, eseri hakkıyla neşredecek bir kurum ne yazık ki bulamamıştır. Bu eserin ve çalışmanın ehemmiyetini bir sohbet sırasında Yapı Kredi Bankası sahibi Kâzım Taşkent’e söylemesi üzerine, Kâzım Taşkent bu eseri kendi kurumlarında basmayı Osman Nuri Ergin’e teklif etmiştir. Ergin, bu eseri Yapı Kredi Bankası’na basım için 1957 senesinin Ağustos ayında teslim etmesine rağmen, eser ne yazık ki o dönemde yaşanan siyasi krizlerin ve darbenin de etkisiyle basılamamıştır. Eser üzerine çalışmaya devam eden Ergin, yer yer kitaba yeni konular ve bazı bölümler eklemiş, gerekli gördüğü yerlere okuyucunun işini kolaylaştırmak için açıklayıcı dipnotlar ekleyerek kitabı genişletmiştir. Bu notlar ve eklenen bölümler sayfa numarası ve yer belirtilmeden dağınık bir hâlde bulunmakta, eklenen yerler kendi anlayacağı şekilde kısa notlarla belirtilmişti. İstifade ettiği kaynakları “Osman Turan Belleten, Evliya Çelebi, Kral Yolu” gibi kısaltılmış olarak, bazen de hiç dipnot vermeden de alıntıların kullandığı olmuştur. Kitabın bu şekildeki hâli eskilerin deyimiyle “evrak-ı perişan” bir vaziyetteydi. Osman Nuri Ergin, İsmail Fenni Ertuğrul’un Hakikat Nurları adlı eserini yayına hazırlarmış ve eserin önsözünde şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “İsmail Fenni Ertuğrul merhum, yazılarını muhtelif zamanlarda, küçük büyük kıtalara, kâğıtlara yazmış, sonradan aklına gelen mütalâaları yahut mehazlarda rastladığı malumatı bu kâğıtların kenarlarına çıkıntı suretiyle eklemiş, buna imkân bulamadığı yerlerde ise çıkıntıları ayrı Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 13 kâğıtlara yazarak yapıştırmıştır. Velhasıl eserini muntazam bir kitap şeklinde değil, tomar hâlinde vücuda getirmiş olduğu için bu şekilde matbaaya verilemezdi, verilse ki hiçbir mürettip bunun içinden çıkamazdı. Bir de eser tebyiz olunan şeklinde de bastırılsaydı okuyacak olanlar yine içinden çıkamayacaklardı. Çünkü yazılarda mevzular kısım, bab ve fasıl gibi parçalara ayrılmamıştı. Bu mahzuru gidermek maksadıyla matbaaya verilmeden evvel eser gözden geçirilerek her bahse bir başlık konuldu.” 2 Bu eser de aynen bu vaziyetteydi. Bizde bu eseri yayına hazırlarken aynen bu metodu izledik. • Eserin aslı ve üslubuna asla müdahâle edilmemiştir. • Osman Nuri Ergin’in Osmanlıca ve eski kelimeleri kullandığı kelimelerin imlasına olabildiğince müdahâle edilmemiştir. • Eserde Osmanlıca olan yerler günümüz alfabesine olduğu gibi aktarılmıştır. Metin aktarılırken kullanımı kolaylaştırmak ve aslına sadık kalmak gayesiyle genel olarak kısmi transkripsiyon tekniği uygulanmış, bazı kelimeler ve son ekler günümüz Türkçesinde de kullanıldığı gibi yazılmıştır. • Müellifin istifade ettiği kaynaklar dipnot olarak metnin altına alıntı yapılan eserlerle karşılaştırıldıktan sonra verilmiştir. • Metinde geçen Rûmî ve Hicrî tarihlerin Miladi tarih karşılığı parantez içerisinde verilmiştir. • Eserde geçen batı dillerindeki özel kelimeler okunuşlarından ziyade kelimenin asıl yazılışlarına göre yazılmıştır. • Metnin sonuna dizin eklenmiştir. • Gerekli gördüğümüz yerlerde konunun anlaşılması için güncel bilgileri ihtiva eden dipnotlar verdik. Bu dipnotların sonuna “yayınlayanın notu” kısaltımı olan (Y.N) işaretini koyduk. Bu şekilde müellifin dipnotları ile bizim dipnotlarımız birbirine karışmamış oldu. • Kitabın girişine Osman Nuri Ergin’in kitap için yazdığı önsöz de eklenmiştir. Bu eserin telif edildiği tarihten günümüze kadar İstanbul, birçok değişikliğe uğramıştır. Özellikle bazı kamu binaları, ana caddeler yapılan imar ve iskân hareketleri nedeniyle değişmiştir. Bu kitap o dönemdeki bazı kamu binalarının, caddelerin, han ve kervansaraylarının durumunu belirtmesi açısından da tarihî bir kaynak olmaktadır. Osmanlı kültür medeniyet tarihi ve yerel yönetimler için böylesine önemli bir kaynak eseri yukarıda belirtilen esaslar çerçevesinde yayına hazırladık. Bu eseri sabır ve dikkatle yayına hazırlarken erbabının da takdir edeceği üzere gözden kaçan hatalar olması muhtemeldir. Hataların tarafımıza bildirilmesi hâlinde, bu hatalar daha sonraki baskılarda giderilmeye çalışılacaktır. Bu kitabın müsveddelerini yayına hazırlamamız için bize veren ve yardımlarını esirgemeyen Osman Nuri Ergin’in vefakâr torunu Osman Murat Akan’a ve Marmara Belediyeler Birliği Genel Sekreteri Züver Çetinkaya’ya çok teşekkür ederim. Müslüm Yılmaz 2 İsmail Fenni Ertuğrul, Hakikat Nurları, haz. Osman Ergin, İstanbul Kağıt ve Basım İşleri A.Ş., İstanbul 1949, s.V 14 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 15 ÖNSÖZ Turizm işlerini kolaylaştırıp memleketlerine çok miktarda seyyah getirebilmek için son asırda bütün hükümetlerce girişilen teşebbüslere Türk hükümeti de başvurup Cumhuriyet sonrası bunu bir hükümet politikası olarak ele almıştır. Bu amaçla ilkin Başvekâlete bağlı bir Umum Müdürlük ihdas edilmiş ve 1957 sonunda bu Müdürlük Vekâlet hâline getirilmiştir. Turizm çalışmalarının en başında gelen hizmet sektörünün memlekette çok sayıda modern ve konforlu oteller vücuda getirmek olduğunu kabule bir an bile tereddüt etmemek lazım gelir. Bunun içindir ki hükümet bir kısım malî devlet teşekküllerini meselâ Vakıflar Umum Müdürlüğü’nü, Emekli Sandığı’nı, Emlâk Kredi Bankası’nı, hatta belediyeleri de yer yer turistik oteller yaptırmaya sevk ve icbar etmiştir. Aynı zamanda hususi teşekküller ve serbest sermayedarlar da bunları takip ederek memleketimizin turistik ehemmiyet taşıyan büyük şehirlerinde ve belli başlı kasabalarında oteller inşasına başlamıştır. Kısaca denilebilir ki turizm işlerinde diğer hükümetlerden hayli geri kalmış olan hükümetimiz, aradaki açıklığı bir an evvel kapatmak için bilhassa otel davasını, bugün ehemmiyetle ele almış ve esaslı surette bu işin hâlli için çalışmağa başlamıştır. Bu eserde Cumhuriyet hükümetinin bu hususta himmet ve gayretlerini şimdiden tesbit etmekle beraber, bugünkü otellerin inşa ve idare tarzı bütün dünyaca bilinmediği devirlerde, bilhassa memleketimizde, yolcuları barındırmak için kimler tarafından ne gibi tesisler yapılmış ve bu işte ne dereceye kadar muvaffakiyete erişilmiş olduğunu, tarihî bakımdan belirtmek için bu eser telif edilmiştir. Şunu arzedeyim ki bu âciz muharrir 45 sene İstanbul gibi büyük bir şehrin hükümet ve belediye işlerinde çalıştığım zamanlarda şehrin çeşitli müesseseleri ile ezcümle irfan mektepleri ile meşgul olarak bir kaç eser yazmış ve şehrin bazı sokak, semt, meydan ve mahallelerini isimlendirmiş olmaktan cesaret alarak, bu şehir için bir rehber yapmış, bu arada İstanbul’da başlıca 152 otel tesbit edip adı geçen rehbere koyarak otellerle ilk defa ilgilenmiştim. 16 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri İstanbul’a gelecek seyyahlara rehberlik edecekler için 1956’da Turizm Umum Müdürlüğü tarafından açılmış olan Tercümanlar ve Rehberler Kursu’nda Türk Medeniyet Tarihi ve İstanbul Abideleri üzerinde konuşmak üzere bir vazife aldığım sırada3, otel işleri ile daha yakından ilgilenerek biraz evvel bahsettiğim 152 otelden başka, şehrin belli başlı büyük otellerinin hangi tarihlerde kimler tarafından yaptırılmış olduğunu araştırmak fırsatını bulmuştum. Bu hususta bir hayli faydalı malumat elde etmiş isem de, bu mevzuda esaslı bir eser yazmak ve yayınlamak cesaretini gösterememiştim. Yine bu seneler içinde İstanbul’un tarihi abideleri üzerine çalışmak ve bu konuda müstakil eserler telif etmek için teşekkül etmiş olan İstanbul Enstitüsü’ne devam ettiğim sıralarda bu türlü çalışmalarımı yakından gören ve bilen dostlarımdan Prof. Dr. Cavid Baysun ve Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan “İstanbul Hanları” hakkında bir etüt hazırlamamı teklif ederek bu işte yardımlarını esirgemeyeceklerini de bildirdiklerinde, ben de İstanbul’daki otelleri de eserin içine dâhil ederek, tekliflerini memnuniyetle kabul edip çalışmağa başladım. Fakat mevzuyu ele alır almaz, bu eseri yalnız İstanbul’un otel ve hanlarına değil, bütün Türkiye’ye teşmîl etmenin daha faydalı olacağına kanaat getirerek o cepheden faaliyete geçtim. Tedkiklerim ilerledikçe Anadolu’da yer yer görülen abideler arasında yalnız Osmanlı Türkleri’nin değil, hem daha ziyade Selçukluların eserlerinin bulunduğunu gördüm. 1071 Malazgirt Zaferi ile Türkler’e Anadolu kapılarını ardına kadar açmış olan Selçuklular dönemini de yaptığım çalışmaya dâhil ettim. Eseri hazırlarken aklıma geldiği gibi okuyucuların da haklı ve yerinde olarak burada şöyle bir sual soracaklarını tahmin ediyorum: Şimdiki hükümetlerin devlete bağlı malî müesseselere yaptırdıkları turistik tesisleri, acaba eski Türk devletlerinin şimdiki gibi malî teşkilâtı ve müesseseleri bulunmadığı devirlerde bunları kimler yapıyorlardı? Bu suale verilecek cevabın eserin en mühim bahsini teşkil edeceği için, bilhassa eserin ilgili bölümünde bu sual cevaplandırılmıştır. Yapılan bu müesseselerin işleyişini ve hizmet şekillerini şahit tutarak bu suale verilecek cevap herhâlde göğüslerimizi kabartacak ve yüzümüzü ağırtacak derecede tatmin edici olduğunu tereddütsüz söyleyebilirim. Sunduğum eseri okumağa tenezzül edecek olanlar örnekleri ile görüp tasdik edeceklerdir ki şehirler arasındaki gidiş ve gelişi, şehirler içinde barınmayı kolaylaştıracak çeşitli binaları hükümetler değil, memleketin servet kaynaklarını ellerinde tutan ve istedikleri gibi sarf eden hükümdarlar başta olmak üzere bir kısım tımar ve zeamet sahipleri, büyük fatihler ve vezirler resmî değil, şahsi bir hizmet olarak yaptırmışlardır. Bu şahıslar bulundukları mıntıkalarda yolculuğu ve ticaret eşyasının naklini kolaylaştırmak, aynı zamanda insanlara hizmet etmek maksadı ile bu yola 3 Osman Nuri Ergin’in, bu konferanslarda anlatmış olduğu notlar Türklerin Medeniyet ve Sanat Tarihlerinden Notlar adı altında Umum Müdürlüğü tarafından çoğaltılarak rehberlik edecek talebelere dağıtılmıştır. Süheyl Ünver, Osman Ergin hakkında yazmış olduğu bibliyografya da bu notların toplanmadığını ve elinde de hiç bir nüsha bulunmadığını söylemektedir. (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 17 gitmişlerdir. Bunları binlerce Türk zengini takip ederek, adlarını ilelebet yaşatacak muazzam abideler ortaya koymuşlardır. Hatta bunlar arasında hayırsever ve şefkatli bir hayli kadın zenginler de bulunmuş, yaptıkları binalar sebebiyle adlarını Kadın Hanı, Hatun Hanı, Hatunsaray gibi kasabalara bile vermişlerdir. Bu zatların hizmet ve himmetleri yalnız bina yaptırmakla kalmamış, buralara konup göçenlerden otel parası, yani kira almadıkları gibi gerek kendisinin gerekse bindiği hayvanın yiyeceklerini de parasız taahhüt ve temin etmişlerdir. Bununla beraber haftalar ve aylarca yürüyerek bu müesseselere gelen yabancıların yırtılmış ve eskimiş ayakkabıları parasız yamatılır, tamir edilemeyecek derecede harap olanların yerine yenisi verilir ve hayvanları da parasız nallatılırdı. Isıtma ve aydınlatma masrafları da yine bu binaları yaptıranlar tarafından deruhte olunurdu. Bu cihetleri onların vakfiyelerinden öğrendiğimiz gibi yerli ve yabancı, Müslüman veya gayrimüslim seyyahların yazılarında da okuyoruz. Hatta bu binalarda yolcuların mutat ibadetlerini yapabilmeleri için mabetler bulunduğu gibi, bütün yolcuların yıkanıp temizlenmelerine mahsus hamamlar da vardı. Şayet gelen yolculara binanın hamamı kifâyet etmezse kasabanın hamamlarında da parasız yıkanmasına delâlet edilirdi. Bu insani muameleler bütün yerli ve yabancı, Müslüman veya gayrimüslim herkese aynı tarzda tatbik olunur, asla din ve milliyet farkı gözetilmezdi. İşte yabancı seyyahların da takdir edip hayretle eserlerine kaydettikleri bu ananevî Türk misafirperverliği bu eserde yer alan kısımlarda ayrı ayrı belirtilmiştir. Bununla beraber ayrı milliyete, farklı din ve mezhebe mensup olan yolcuların daha rahat, daha gönül hoşluğu ile gelip istedikleri kadar barınabilmeleri için yapılmış olan başka binalar ve yerler de vardır ki “Çeşitli Barınma Yerleri” başlığı altında bunlar da bu eserde yer almış ve ceddimizin yaptıkları hizmetler gösterilmiştir. Bu türlü barınma yerleri kırlarda değil, daha ziyade şehir ve kasabalar içindedir. “Bütün bu vakıf binalar ve tesisler yukarda saydığım parasız hizmetleri seve seve yapıp dururken neden dolayı XIX. asrın sonuna doğru rağbetten düşerek bugün memleketimizde ancak yer yer harabelerinden başka bir hatıraları kalmamıştır” tarzında bir sual sorulup cevabının da aranılacağını tahmin ettiğim için bu cihetler eserde etraflıca ele alınıp inkıraz sebepleri belirtilmiştir. Burada mühim olduğu için kısaca arz edeyim ki bu sebeplerin başında vakfın akarlarının, yani iratlarının muaccele adıyla peşin alınan toptan bir para ile başkasına devredilip yalnız yine aynı binadan senede bir defa müeccele adıyla alınan pek az bir bedelle uzun müddetle kiraya verilmiş olması, hatta bu kiranın da şimdiki milli korunmaya dâhil kiralar gibi asırlarca dondurulmuş bulunması keyfiyetidir. İşte vakıf sistemi esasında ne derece faydalı bir tesis ise icareteyn denilen uzun süreli kiralama usulü tatbik edildikten sonrasında vakıflar en geri bir müessese hâline gelmiştir. Bahsedilen bu tesisler ve binalar bu nedenle harap olmuştur. 18 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Maddiyat asrında yaşadığımız için atalarımızın bütün servetlerini harcayarak “imâret” adı altında han, kervansaray ve benzerlerini yaptırıp ilelebet yaşatacak gelirlerini de bırakmış olmaları, esefle söyleyeyim ki şimdilerde yanlış tefsir ve izah edilerek o hayır ve şefkat sahiplerinin ya malını hükümetin müsâderesinden kurtarmak, ya mütevelli olarak bıraktığı çocuklarına bir geçinecek temin etmek veya ahiret ve sevap endişesi ile hareket etmiş olmaları gibi sebepler ve iddialar ortaya sürmelerine sebep olmuştur İşte bu noktalar da eserde münakaşa edilerek atalarımızın yalnız bunlardan birisini değil de her üçünü birden düşünerek bu binaları yaptırmış olsalar da netice olarak insanlığın hizmetine yarar bir iş yapmış oldukları için yine o şefkatli ve uzak görüşlü adamları hayır ve rahmetle anmak mecburiyetinde bulunduğumuzu bu satırları okuduktan sonra teslim etmeyecek kimse bulunmayacaktır sanırım. Eserde bahis mevzu olan binaların ve müesseselerin mümkün olduğu kadar resim ve planlarının da bulundurulmasının sanat tarihi bakımından faydalı olacağına inanarak bazı resim ve planlar bulundurmayı faydalı gördüm. Bunları temin için yerli ve yabancı müelliflerin evvelce yapmış oldukları resimlerden faydalanıldığı gibi, onların eserlerinde olmayanlar da yeniden yaptırıldı. Faydalandığım başlıca eserlerin Albert Gabriel, Cornelius Gurlitt ile yüksek mühendis mimâr Gündüz Özdeş’in eserleri ve Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in Tıp Tarihi Enstitüsü’ndeki zengin arşivinde bulduğum kaynaklar olduğunu ifade etmek isterim. Eserde yeterli kadar izah edilemeyen, fakat tarihimiz ve kültürümüzle ilgisi bulunan bazı hususlar not olarak ayrıca yazılıp esere ilave edilmekle mevzunun daha iyi anlaşılabilmesi hususu temin olunduğunu ve bu notların kolaylıkla bulunup okunabilmeleri için de ayrı bir fihrist yapılıp esere eklendiğini ayrıca zikre lüzum görüyorum.4 Müracaat olunan kaynakları sahife altında kayıt ve işaret ettiğim için bunlar hakkında ayrıca bibliyografya yapılmasına lüzum görmedim. Burada yalnız şunu söylemek isterim ki Prof. Dr. Osman Turan’ın Türk Tarih Kurumu Belleten dergisinde neşretmiş olduğu “Selçuk Vakfiyeleri” adındaki yazılarından yaptığım geniş ölçüde iktibas ve istifadeden dolayı kendilerine şükranlarımı bildirmeyi bir vicdan ve irfan borcu bilirim. Prof. Dr. Osman Turan’ın bu neşriyatı olmasaydı, Selçuklu eserleri hakkındaki bilgimiz çok noksan olacaktı. Her sahada ve her işte ilk defa ortaya konulan eserler, çok kere noksan ve hatalı oluyor. Bu eserde o türlü eserlerden birisi sayılmalıdır. Bütün tarihi kaynaklarımız meydana çıkmadıkça ve arşivlerdeki vesikalar tamamıyla tasnif edilip katalogları yayınlanmadıkça, hatta yabancı dillerde bu mevzuda yazılmış olan neşriyatta kısmen de olsa görülüp inceleninceye kadar tam ve noksansız eser yazmağa imkân yoktur. Bu vaziyet karşısında ben de mükemmel bir eser yazamadığımı itiraf edeyim. Yanlışlarımı düzeltecek, eksiklerimi tamamlayacak olanlara peşin olarak teşekkür eder ve himmetlerini beklerim. 4 Bu notlar metnin ilgili yerlerine tarafımızdan eklenmiştir. (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 19 İki sene devamlı çalışarak ortaya çıkarabildiğim bu eseri bastırmak imkânını bulamayınca çok üzülmüş ve emeğime acımıştım. Bir sohbet esnasında tesadüfen çalışmamın hazin akıbetine muttali olan muhterem Kâzım Taşkent’e eseri heder olmaktan kurtararak Yapı ve Kredi Bankası’nca bastırmasına çalışmış bulunmasından dolayı, sonsuz şükranlarımı sunarak sözlerimi bitiriyorum. Osman Ergin 23 Ağustos 1957 20 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 21 I. TÜRKİYE’DE YOLLAR, YOLCULUK TESİSLERİ VE VASITALARI Menzillerden, menzilhanelerden, hanlardan ve kervansaraylardan bahseden bir eserde yollar, yolculuk tesisleri ve vasıtalarını da esere dâhil etmek kadar tabiî bir hareket olamaz. Bundan dolayıdır ki esere bu konu ile başlıyorum. “Tarihi vesikalara göre elimizde tam bir tarifi bulunan en eski milletlerarası yol Anadolu’nun garbında başlayıp, Efes’te sahile inen ve bir kola ayrıldıktan sonra Anadolu’nun tam ortasından geçerek Antitoros ve Toros dağlarını aşar. Bu yol doğuya doğru Kudüs’ü, Mezopotamya’yı geçip, Dicle’nin öte taraflarındaki yamaçları takip ederek cenubi garbiye kıvrılır ve Babil’den 225 mil mesafadeki Şuşa’da nihayet bulur. M.Ö. 71 tarihinde Persler Anadolu’yu istila ettikleri zaman bu yolun üzerinde muayyen mesafelerde konaklar vücuda getirmek suretiyle bu yolu imparatorluğun posta yolu yaptılar. Grekler de bu yola Kral Yolu derlerdi. Daha o zamanlarda bile kervanların bu yolu yüzlerce, hatta binlerce seneden beri kullanmış olduklarını kabul etmemiz doğru olur. Çok eski zamanlarda bu yol belki de şiddetli iklim değişiklikleri dolayısıyla yiyecek bulmak için bir yerden diğer bir diyara göçen insan ve hayvanların arkalarında bıraktıkları izlerden meydana gelmişti. Bir kaç tabiî kola ayrılan bu yol, zamanla muhim bir ticaret, münakale ve harp vasıtası olmuştur.”5 Kral Yolu’ndan ilk defa bahseden Herodot’tur. M.Ö.1200 senesinden sonra Etiler Anadolu’da hâkimiyeti ele aldılar ve Ankara’dan takriben 100 mil mesafede bulunan ve bugün Boğazköy adını taşıyan yerde kâin Hattuşaş şehrinde hükûmet merkezlerini kurdular. Bu devirde Hattuşaş’dan garba doğru uzanan Kızılırmak’ı geçtikten sonra Sart’a gidiyor ve diğer bir yol da Hattuşaş’ın 100 mil cenubi garbisinde ve Kayseri’den bir kaç mil mesafe ötede Kaneş (Karahöyük)’e ulaşıyordu. Bu yol Kral Yolu’nun garb kısmını teşkil eder. Kayseri havalisinden şarka doğru dağlar arasından geçen bir kaç yol daha vardır ki bunlardan biri Malatya’dan, ötekisi de Maraş’dan geçmekteydi. Kayseri’nin cenubundan geçip Tibana’ya inen ve oradan Tarsus’un Kilikaya Geçitleri’ne ulaşan bir yol daha vardı. Oldukça tarihi biri Tarsus-Harran yolundan cenup istikametinde sahili takip ederek Suriye’den Mısır’a, diğeri de Birecik civarindaki nehri geçerek Fırat’ı takiben Babil’e uzanıyordu. Kara yolunu takiben ve Ninova ve Şuşa arasında şarka doğru bir yol ayrılıp, Zağros dağlarından İran yaylasına uzanan ve oradan da Hazar kapılarından geçerek Orta Asya’ya, Hindistan’a ve Çin’e kadar giderdi. Romalılar zamanında bu yol bugünkü Kermanşah, Hamedan, Tahran, Nişabur hattını takip eder ve bu yoldan M.Ö. 1. yüzyılın son yarısından itibaren ipek ithalatı yapılırdı. Bu yolun bir ucundan öbür ucuna kadar Türkistan katedilerek Çin’e gidilirdi. Bundan başka Belh Taşkurgan üzerinde Hindikuşu katedilerek Kabil’den ve Hayber geçidinden 5 “Kral Yolu”, Geçit Review Dergisi, s.8-9 Eylül-Ekim, 1945, s.64-65 22 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri ilerleyerek Hindistan’a inen bir yol daha vardı. Bu yoldan da baharat taşınıyordu. M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender İran İmparatorluğu’nu fethetmişti. Ölümünden sonra bu geniş arazi parçalanınca Kral Yolu’nun geçtiği memleketlerin büyük bir kısmı önce oralarda teşekkül eden küçük hükûmetlerin elinde kaldı. Selçuklular zamanında bu yol, Sultan Yolu ve Osmanlılar zamanında Han Yolu adını almıştır. IV. Murad’ın Bağdad ve Revan seferine giderken ve oralardan dönerken takip ettiği yolları, oraların halkı hâlâ hatırlamakta ve anmaktadır. Milattan sonra bütün bu devirlerin devamında Mezopotamya’nın şimalinden geçen yol kullanılıyordu. 5. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar Bizans İmparatorluğu zamanında Anadolu’dan geçen yol ile 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Müslüman hükümdarlar idaresindeki Kral Yolu’nun şark kısmı gayet işlek bir hâlde bulunuyordu. Karl Müller’in Kervansaraylar hakkında yazmış olduğu eserde bu konuyla âlâkalı olarak verdiği bilgileri aynen naklediyorum: “Hanlar veya kervansaraylar şark memleketlerinin ticari ve münakalat kültürleri kadar eski müesseselerdir. Herodot dahi Sart-Şuşa ana yolları üzerinde mola yerleri ve sığınaklardan bahseder. Bunlar takriben 30-40 kilometre mesafede tertiplenmişlerdir. Onun aktardığına göre bu müesseseler, bazı mevkilerde şakilerin baskılarına karşı kuvvetli bir şekilde tahkim edilmiş ve muhafız kuvvetleri ile de takviye olunmuşlardı. Yine bunlar posta işinin düzenini temin için birer üs vazifesini de görüyorlardı. Herodot, Suriye’deki yollar üzerinde de Keyhüsrev tarafından tesis edilen aynı şekillerde binalara rastlamıştır. Romalılar devrinde ve Roma hâkimiyeti altındaki bölgelerde yollar boyunca 75 km mesafede tertiplenmiş “Mansiones Veredariorum” adı verilen tesisler vardı. Seyyahlar buralarda ikamet ederler, posta hizmetinin değiştirme hayvanları da buralarda hazır bulundururlardı. Bunlar ilk zamanlarda resmi devlet binaları hâlinde olup bilhassa Roma İmparatorluğu idarecilerinin emniyetli bir tarzda dolaşmalarını sağlarlar ve bununla beraber Julia kanunlarına göre buralardan ücret alınmazdı. Diğer seyyahlara da para mukabilinde buralarda yer gösterilirdi. Çiçero, Ahikus’a yazdığı mektuplarda Kilikya seyahati hakkında şunları bildirmektedir: “Bize Saman ve Julia kanunlarına göre verilmesi gereken diğer maddeler, hatta odun bile verilmemektedir. Birçok mevkilerde bir çatı altı bile gösterilmemekte ve çok defa çadırlarda kalınmaktadır.” Bizanslılar devrinde Avrupa’nın şark memleketlerinde o zamana kadar devam eden ve gittikçe inkişaf eden kervansaraylara orta zamanlarda Xenodochim denilirdi. Bizans İmparatorluğu içinde büyük yollar üzerinde bulunan bu gibi müesselerin arsalarındaki mesafe takriben 50 km idi. VIII. yüzyıl seyyahlarından Marko Polo bu hususta şu tafsilatı vermektedir: “Rambolu’da muhtelif eyaletlere birçok ana yollar uzanmakta olup, her ana yol üzerinde 20-30 km mesafe ile evleri ve yabancıların iâşelerini sağlayacak istasyonları ihtiva eden adeta bir takım kasabalar mevcuttu. Bunlara Jamb veya posta binaları adları verilmektedir. Bunlar ferah ve zarif insanlar olup iyi döşenmiş Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 23 muhtelif odaları havidirler. Devlet memurlarını hatta kralları bile misafir edecek surette hazırlanmışlardır. Veya bu binaların ihtiyaçları en yakın kasabadan tedarik edilebilirdi. Her istasyonda 400 at daimi surette hazır tutulmaktadır. Bunlar vasıtası ile kralın emirlerini taşıyan postalar gelip gittiği gibi, elçiler de yorgun hayvanlarını buralarda değiştirebilmektedirler. Ana yollardan uzak dağlık, köysüz ve şehirlerin birbirinden uzak bulunduğu bölgelerde aynı tarzda istasyonlar vücuda getirilmiştir. Bu istasyonlarda birçok eşhas ikamete mecbur tutulmaktadırlar ki bunlar bir taraftan araziyi ekip biçmekte diğer taraftan da posta hizmetine yaramaktadırlar. Bu suretle bir yandan büyecek köyler vücut bulmaktadır. Memleket içinde en az 200.000 hayvan posta hizmetine hazır tutulmakta ve 10.000 bina gerekli eşya ve malzeme ile techiz edilmiş bulunmaktadır. Yukarıda zikredilen posta binalarının bulunduğu güzergâh üzerinde her 3 mil mesafede küçük köyler de tesis edilmiş olup, bunlarda da Posta Tatarları hazır bulunmaktadırlar.” Buradaki “Jamb” kelimesi kervansaray karşılığı olup, Dr. Lemke’ye göre Moğol menşeylidir. Farsça misafirhane veya posta binası manasına gelen Jan’nin benzeridir. Herzfeld tarafından neşredilen Archäologische Reise im Euphrat und Tigris Gebiet, adlı eserin ikinci cildinde Bağdad’da XIV. yüzyılın “Ortna Hanı al-jan” olarak gösterilmektedir ki bu adla anılan ilk binadır. İran’da bügünkü kervansaraylara denilmektedir. Kervansaraylar yalnız Akdeniz bölgeleri ile Avrupa’nın doğu memleketlerinde değil, Moğol bölgelerinde de vardı ki bunları da Çin’den almışlardır. C. D’ohsson, Moğollar Tarihi cilt I, s.6’da Cengiz Han’ın, Çinlileri örnek alarak ana yollar üzerinde posta istasyonları kurdurduğundan ve bu surette memurların, postaların ve elçilerin seyahatlerinin kolaylaştırdığından bahsedilmektedir. Çin’de bu gibi yerlere hâlâ Tchan denilmektedir. Türkler Anadolu’yu ele geçirince bu hususta yeni bir şey meydana getirmek ihtiyacı karşısında kalmamışlardır, yalnız daha evvelki düşünceleri devam ettirmişlerdir. Türkler emniyetli barınakların mevcudiyetine ve bunlar sayesinde güvenilir ticari itibarlarının sağlanmasının büyük önemini kavramak hususunda dirayet göstermişler ve yalnız mevcutları muhafaza ile yetinmeyerek, her tarafta yeni yeni müesseseler vücüda getirmişlerdir. Bilhassa en muhteşem kervansaraylar Selçuklular tarafından vücuda getirilmiştir ki bunlar içinde en güzeli I. Keykubad’ın (1219-1236) inşa ettirdiğidir. Bu sultan ilim ve fenne çok âlâka gösterdiğinden, Moğollardan kaçan İranlı âlimleri ve sanatkârları himayesine almıştır. Bütün nüfuzunu kullanan bir hükümdar olarak şâkîlerin harekatına son vermek maksadı ile yurt içinde muhkem mevkiler yaptırmıştır ki buralarda kıtalar bulundurur ve yolcular da iskân ettirilirdi. Bu suretle ticaretin inkişaf sağlandığı gibi limanlarla irtibat sayesinde de yeni yeni terakkî imkânları vücuda getirilmiştir. Hükûmet merkezi olan Konya’daki muhtelif hanlardan ve memleket içindeki diğer hanlardan başka meşhur Sultan Han’da onun zamanında inşa edilmiştir. Orta zamanda İran’da da ana yollar üzerinde büyük ve muhteşem kervansaraylar bulunmaktaydı. Büyük Şah Abbas’ın bu topraklarda birçok adet kervansaray inşa ettirmiş olduğu söylenmektedir. Ermeni kralı Melih ibn Leon’a, memleket ve yollar 24 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri hâkimi ve yollardaki kaleler hâkimi adı verilmiştir. Çünkü o batıdan Suriye, Bağdad, güney İran’a giden yollara hâkim olup üzerinde birçok hanlar mevcut bulunan bu yolların hudutlarını kalelerle de tahkim etmiş bulunmaktaydı. Kervansaraylar bugün de yakın Şark’ta yerli seyyah ve tüccarların faydalandıkları müsseselerdir. Kervan yollarında hâlen mevcut kervansaraylar arasındaki mesafeler genel olarak bir yürüyüş mesafesi kadardır ki kervanlar için takiben 25 km hesap edilmektedir. Takriben 110 km uzunluğundaki Bağdad-Hille yolu üzerinde Mahmudiye, Hasme ve Mahavmil gibi 3 istasyon mevcuttur. Daha eski istasyonlardan Assed-Chan, Bir-en-nus, Nasrije Chan de 4 kısma bölünmüş bir güzergâh üzerinde olup, bunlardan birinci güzergâh bugünküne nisbetle daha kısa ve buna mukabil son güzergâh takriben bir buçuk saat kadar daha uzundur. Bu binaların durumları ve daha sonraları bugünkü mevkilere nakledilmeleri su kaynakları ile sıkı bir bağlılık gösterir. Bu ülkelerde Romalılar zamanından beri hem seyyahların gidiş gelişlerine, hemde eşya ve malzemenin yerleştirilmesine yarayan hanlar mevcuttur. Şam ve Beyrut’ta bu gibi kervansaraylara Kayseriye adı verilirdi. Bunlarda dört bir tarafında mağazalar bulunan bir avlu vardı ve burada satışlar yaparlardı. Bu binalar sahiplerine veya müessislerine, yahut satılan maddelerin cinsine göre isim alırlardı. Meselâ Beyrut’ta böyle bir Kuyumcular Hanı vardı. Mısır’da kervansaraylara Wakelle denilmektedir ki, Avrupalılar bunu Okelle’ye çevirmişlerdir. Bu gibi tesisler daha batı bölgelere, meselâ Fas’a kadar yayılmıştır ki buralarda bu tarz binalara Funduk denilmektedir. Aynı isim Kafkasya’da da kullanılmaktadır. Eskiden bu gibi binaları devlet yaptırır ve idare ederdi. Bunlar Posta Tatarları ve tüccarlara da emin birer melce vazifesini görürdü. Daha sonraları yöneciler, ticareti kolaylaştıran bu gibi binaları bütün memlekete teşmil etmişler ve bu suretle küçük tahkimli müesseseler meydana gelmiş ve askeri kuvetlerle muhafaza altına alınmıştır. İslam devrinden ve Hac kervanlarının İslam’ın mukaddes şehirlerine yönelmelerinden itibaren kervansaraylar yalnız hükümdarlar tarafından değil, devlet ricali, zenginler, nazırlar, tacirler tarafından da vakıf suretle tesis edilmişlerdir. Vakıf adı altındaki umûmi müesseseler (camiler, hamamlar, mezarlar, kervansaraylar) kendi gelirleri ile veya başka vakıfların gelir fazlaları ile idare olunurlardı. Ve bunlar satılmazlardı. Her seyyah bu vakıf kervansaraylarda parasız olarak yatar, yalnız kendisinin ve hayvanının yiyeceğini satın alırlar veya beraberlerinde getirdikleri iâşe maddeleri ile idare ederlerdi. Mezopotamya’nın bütün yollarında ve İran’dan itibaren Bağdad, Kerbela ve Hille yolunda bütün kervansaraylar vakıf müesseseler hâlinde idiler. Son asırda şahıslar tarafından da ana ticaret yolları üzerinde bazı hanlar inşa olunmuştur. Buralarda, hanın durumuna göre bir ücret tediye olunmakta idi.”6 Karl Müller, Türkler’den Selçuklular’ın üzerinde durduğumuz müesseseler hakkında izahat verdiği hâlde, aynı milletten Osmanlılar hakkında tek bir kelime söylememektedir. Osmanlılar’ın da Selçuklular’dan geri kalmayarak yine vakıf yolu ile ve imâret adı altında hanlar ve kervansaraylar yaptırdıkları bu eserde etraflıca anlatılacaktır. 6 Karl Müller, Die Karawanserei Im vorderen Orient, Berlin 1920 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 25 Rumeli, Anadolu ve Hac Yolları Osmanlılar zamanında üç kıtaya dağılmış olan imparatorluk arazisinde dört bir taraftan İstanbul’a ve İstanbul’dan oralara gidip gelebilmek için, birtakım ana yollar ortaya çıkmış ve bunlardan da bir hayli ikinci ve üçüncü derecede yolların ayrılmış olması tabiîdir. Bunlardan etraflıca bahsetmeye eserin hacmi müsait değildir. Ancak ana yolların ehemmiyetlileri üzerinde biraz duracağız.7 Rumeli’deki ana yol İstanbul’dan Edirne’ye gider ve oradan bir kol şimdiki Bulgaristan’dan geçerek Tuna’ya varır. Bunun da bir şubesi Kırım’a, ötekisi Eflak ve Boğan’a kadar uzanır. Yine Edirne’den ayrılan diğer bir yol Filibe, Sofya, Belgrad üzerinden Tuna’yı geçerek Budin’e ulaşır. Aynı zamanda gerek Tuna’dan, gerek Sofya’dan ve gerekse Belgrad’dan Bosna’ya, Arnavutluk’a ve yine Edirne’den Dedeağaç yolu ile Selânik’e ve Teselya’ya giden yollar da vardı. Bu ana yollar arasında Rumeli’de en ehemmiyetlisinin İstanbul-Budin yolu olduğuna şüphe yoktur. Viyana’ya kadar defalarca gidip gelen ordular, hep bu yoldan geçerlerdi. 7 Anadolu yolları hakkında biz Türklerden önce yabancıların meşgul olup eserler yazdıklarını görüyoruz.Bunlar arasında Alman müşteşriki Jacop ile Tschudi’nin Osmanlı kaynaklarına göre Anadolu yolları adında bir eseri mevcud olduğu gibi Franz Taeschner’in de ilkin bir makale, sonra da Das Anatolische Wegenetz nach osmanischen Quellen adında iki ciltlik bir eser yazıp ilk 1924’te daha sonra 1926’da Leipzg’de bastırmıştır. Bahsi geçen makaleyi Prof. Hamit Selen, Muhtelif Devirlerde Anadolu Yolları adı altında Türkçeye çevirerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Mecmuası 1, 2 sayılı nüshası ile 1926’da yayınlanmıştır. Fakat iki ciltlik eser henüz kimse tarafından ele alınıp tercüme ve neşr edilmemiştir. Eser yazabilmek için muharrir, şimdiye kadar Türk ve yabancı seyyahlar ve müellifler tarafından yazılmış olan çeşitli eserlerle müteaddit menzilnameler ve sefere çıkan Osmanlı padişahlarının takip ettikleri yolların gözden geçirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Eserde iki harita ile güzergahlardaki şehir ve kasaba adlarının çeşitli yazılış ve okunuş şekillerini gösteren 49 cetvel vardır. Cetvellerdeki menzil ve kasaba adları Arap harfleri ile de kayıt ve işaret olmuştur. Bu cetvellerden başka asıl metinde de hayli izahat verilmekle beraber hemen her sahifenin altına bir hayli notlarda eklenmiş bulunmaktadır. Muharrir bu eserde menzil adının yer yer kaç türlü okunup yazılmış olduğuna bilhassa dikkat etmiş, meselâ muhtelif tarihlerde aynı yoldan geçmiş olan yolcular veyahut muharirler eserlerinde adları ne şekilde kayıt ve zapt etmişlerse, onlar da ayrı sütunlarda gösterilmiştir. Meselâ Gebze adının 9 şekilde yazılmış ve okunmuş olduğu görülmektedir. Eserin baş tarafında 3 sahife tutan bir yazıda müracaat ettiği eserlerin kaynakları hakkında verdiği zengin bibliyografya bu sahada çalışacaklar için kıymetli bir rehber vazifesi görecektir. Eserin metnindeki izahata 20 fasla ayrılmıştır. Bu eserin Türkçeye tercüme edilmesi Almanca bilenlerin himmetlerinden beklenir. Taeschner’in bu eserinden sonra bu mevzuda yazılmış olan bir ufak eseri de burada belirtmek isterim. Hac Yolu hakkındaki Menasik kitaplarına gelince onlar da hayli bir yekün tutmaktadır. Bilhassa Mehmed Edib’in Nehcet’ül-menzâil adlı eseri İstanbul ve Kahire’de 3 defa basılmış ve bazı Avrupa dillerinde de muhtasar tercümeleri yapılmıştır. Eserin sonunda hacıların hasta oldukları zaman kullanacakları ilaçları bildiren ve sıhhi tedbirleri gösteren 25 sahifelik bir de ek bulunmaktadır. Nadir olan bu eserin bir nüshası Millet Kütüphanesi Ali Emiri Efendi bölümü şerriye kısmında 1224/1 numarada bulunmaktadır. İkinci mühim eser Menâzilü’l-tarik ilâ Beytulahi’l-atik adında yazarı bilinmeyen yazma bir eserdir. Fatih Millet Kütüphanesi’nde Ali Emiri Efendi bölümü tarih 892 numarada kayıtlıdır. Müellif bu eseri 1056 (1646) tarihinde İstanbul’dan Hicaz’a giderken yazılmıştır. Bunlardan başka dolayısıyla menzillerden bahseden eserler de vardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak’ın seferi esnasında ordu ile giden Matrakçı Nasuh, İstanbul’dan Tebriz’e, Tebriz’den Bağdad’a kadar ordunun geçtiği bütün şehir ve kasabaların hatta geçitlerin minyatürlerini yapmıştır. Eserin adı Beyan-ı Menâzil-i Sefer-i Irakayn-i Sultan Süleyman Han’dır. Eserin telif tarihi 942 (1530)’dir. Milli Kütüphanemizin şaheserlerinden olan bu eser, İstanbul Üniveristesi Kütüphanesinde bulunmaktadır. Yine menzil mahiyetinde padişahların seferleri sırasında yazılan rûznâmelerle menzil defterlerine Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde çok miktarda rastlanmaktadır. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nin IX. cildi de Hac Menzilleri için mufassal bir eser sayılabilir. Bu ruznamelerle menzil defterlerinin ilk kısmı Feridun Bey tarafından Münşeatü’s-selatin’e konulmuş ve birlikte bastırılmıştır. 26 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Anadolu’daki yollara gelince: İstanbul’dan başlayarak Üsküdar, Dil İskelesi veya İzmit, Eskişehir, Konya, Toroslar, Adana, Antakya yolu ile Suriye ve Mısır’a giden ana yol bu hususta başta gelir. İzmit’ten Ankara, Sivas, Erzincan ve Erzurum üzerinden şarka ve Kafkasya’ya giden güzergâhı da ikinci bir yol olarak gösterebiliriz. Dil İskelesi’nden, Hersek, İznik ve Bursa üzerinden Ege mıntıkasına giden güzergâh 3. ana yoldur. Halep’den Fırat’ı takip ederek Bağdad’a giden başka bir yol, aynı zamanda Sivas, Malatya, Urfa tarikiyle Fırat’ta birleşirdi. İstikametini asırlardan beri tabiatın açmış ve göstermiş olduğu bu yolları bügün de ufak tefek farklarla şoseler ve şimendiferler takip etmektedir. Yolları tarif ederlerken sağ kol, sol kol gibi tabirler kullanıldığı gibi Rumeli’de Bahar yolu denilen bir tabir daha vardır.8 Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra Suriye ile Hicaz da Osmanlı ülkesine katılmış olduğu için, İstanbul’dan Mekke’ye kadar uzanan Hac Yolu üzerinde Osmanlı padişahları ile paşaları büyük imâretler yani hanlar ve kervansaraylar yapmışlardır. Bunlardan Sokollu Mehmed, Yemen Fatihi Koca Sinan, Hama Valisi Güzelce Kasım ve Suriye Valisi Enişte Hasan Paşaların bu sahadaki himmet ve hizmetleri bilhassa kayda değerdir. Fakat Hac Yolu’na bütün bu hizmet ve himmetlerin en büyüğünü II. Abdülhamid zamanında Hayfa’dan Şam’a ve oradan Medine’ye kadar yapılan demir yolu olduğunu ehemmiyetle kaydetmek lazım gelir.9 Hac Yolu olması itibariyle hepsinden ziyade üzerinde işlenilmiş olan İstanbulHicaz yolunu gösteren 3 muhtelif eserin tesbit etmiş oldugu güzergâh adlarını burada vermekle iktifa edeceğim. 8 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, Matbaa-ı Osmani, 1324, c.1, s. 823 9 Bu konu ile alakalı Bkn. Osman Ergin, “Türk Demiryolu Tarihçesinden Hicaz Demiryolu”, Demiryolu Dergisi, sy.268, s.21-25 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 27 Menâzilü’l-tarik Nehcet’ül-menzâil Evliya Çelebi Saat Saat Üsküdar - - - Maltepe 2 - - Pendik 3 Kartal 3 Gebze 4 Gebze 3 Dil iskelesi - Dil - Hersek, Deniz 5-1,5 Hersek - Hersek Derbent 5 - - Derbent İznik 6-7 İznik - Yalakabad / İznik Yenişehir 6 - - Yenişehir Akbıyık 5 Lefke 12 Lefke Pazarcık 11 Lefke - Lefke Bozöyük 4,5 Söğüt 9 Söğüt Kavaklı 7 - - Eskişehir 10-11 Eskişehir 10 Eskişehir Seyitgazi 9 Seyitgazi 9 Seyitgazi Hüsrevpaşa 8,5 Hüsrevpaşa 9 - Bayat 5-6 Bayat - - Bolvadin 8,5 Bolvadin 12 - Akşehir 10 Akşehir 8 Akşehir İshaklı 5,5 İshaklı 8 - Ilgın 10-11 Ilgın 9 - Ladik 10 Ladik 10 - Aslanlıköyü 7 - - - Konya 10 Konya 11 Konya Göçi 9,5-10 İsmail 12 İsmail Karapınar 13 Karapınar 9 Karapınar Ereğli 11 Ereğli 12 Ereğli Ulukışlak 10 Ulukışlak 9 Ulukışlak Üsküdar Kartal Pendik / Gebze İçme Suyu / Dil İskelesi - 28 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Çiftehan 4 Çiftehan 9 Çiftehan Yaylak 8 Yaylak 9 Bayrampaşa Hanı 10-12 Adana 8-9 Adana 9 Çantahanı Misis 6 Misis 6 Misis Kurtkulağı 7 Kurtkulağı 9 Kurtkulağı Payas 10 Payas 10 Payas İskenderun - Bakras 9-10 - Belen Akpınar 10-12 - Bakras Halka 10 - - Halep 8 - - Hamtuman 3 - - Maarretünnuman 6,5 - - Hama 15 - - Sultanhanı - Gülek İskenderun Halep’e uğramaksızın Antakya yolu ile Şam’a götüren menziller: (Antakya yolu Bakras’dan ayrılır) Antakya Zambakiye 10 10-11 - - Antakya Zambakyiye / Namye 7 - Şisrişugur 6 Şugul,Şir 12 - Mıdık 11 Mıdık 12 - Şecir 5 - Hama 6 Hama 10 Hama Humus - Humus 10 Humus 12 İki kapılı İki kapılı (Hasya) 8-9 İki kapılı (Hasya) - - - - Nebük 9 Nebük - - Kadife 12 Harsa - - Şam - Şam Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 29 Menasik-i Hac denilen, Hac Yolu rehberlerinde hacıların işlerine yarayacak, onlara rehberlik edecek faydalı bilgiler her menzilin karşısına kayıt ve işaret edilmiştir. Bu bilgilerden o zamanlarda yolların, menzillerin, hanların ve kervansarayların ne hâl ve ne vaziyette olduklarını öğrenebiliyoruz. Meselâ hacıların ve tabiîdir ki umûmiyetle yolcuların, akşamları konaklayacakları yerlerde cami, hamam, han ve çarşı olup olmadığını, behemehâl gösterilmiştir. Bilhassa hacılar parasız han ve kervansaraylara yolculuklarına mola vererek bedava yaşamak ve yiyip içmek tarafını iltizam etmekte olduklarından o gibiler için para ile yatacak bina, yemek tedarik edilerek çarşı büyük ehemmiyete haizdir. Şayet çarşı yoksa köylülerin getirdikleri nevâlelerle karın doyurulabileceği de gösterilmiştir. Yatılacak yeri ve yiyeceği bulunmadığı için hiç durulmaması lazım gelen yerler de işaret edilmekte ihmal edilmemiştir. Böyle bir yer olan Adana ovasındaki Tekir Han menzili için, kullanılan “Han-ı Virân” ve “Menzil-i Binân” tabirine dikkati çekmek lazım gelir. “Ladik’te konak mahali büyük bir cevizliktir” cümlesinin ifade ettiği mana izaha muhtaç değildir sanıyorum. Yolun nerelerinde tehlike olduğu ve oralarda hükûmet yahut han ve kervansaray yapan hayır sahiplerine ikame edilen koruyucu askerler hakkında da malumat verilmekte ve köyler de menzilnameler de görülmektedir. Meselâ Misis ile İskenderun arasındaki Kurtkulağı menzili anlatılırken “büyük bir handır, içinde hanağası evi ve müstahfazları vardır” denildiği gibi Suriye’deki kapılı kervansaray için de “hanağası yeri ve mustahfaz evleri vardır” kaydı ilave olunmuştur. Halep-Hantuman yolunda askerler yolcuları korumak için Maarre’ye kadar onlarla birlikte giderler. Hamedan’dan Şam’a varıncaya kadar yolcuların yanına süvâri askerler verilmiştir. Bunlar yolcuları menzilden menzile geçirirler. Hacılar ve yolcular daha emniyet içinde gidebilmek için çok kere Surre Emini ile birlikte hareket ederlerdi. Rehberlerde bu da gösterilmiştir.10 10 Surre kırmızı meşinden futbol topu biçiminde yapılan para çıkınına denir. Bu çıkınlar daha ziyade evvelce hac için Mekke ve Medine’ye gidip gelmiş olanlar tarafından orada tanıştıkları delillere, yani rehberlere gönderilirdi. Yine Mekke’de mücavir olarak bulunan alimlere, sofulara ve fakirlere de bu çıkanlarla paralar gönderildi. Surre’yi götüren memura Türkler, Surre Emini Araplar ise Emir’ül-hac yani Hac Beyi derlerdi. Kendilerine para gönderilecek olanların adreslerini birer meşin parçasına yeşil boya ile yazılarak Surre’ye diktirilirdi. Surre Emini Mekke’ye geldiğinde herkesin Surre’si üzerindeki yazılı adreslere göre emanetleri sahiplerine dağıtırdı. Surre Emini aynı zamanda senede bir kere İstanbul ile Mekke arasında seyyar posta memuru vazifesini de görmüş olurdu. Surre Eminliği her sene dindar, aynı zamanda idareci bir zata tevcih edilirdi. O da maiyyetini seçerek onlarla Hicaz’a giderdi. Surre Emini’nin emrine asayişi temin maksadı ile lüzumu kadar askerle iki top verilirdi. Bir kısım hacı namzetleri daha emin bir şekilde hacca gidip gelebilmek için Surre Emini ile birlikte yola çıkmayı tercih ederlerdi. Surre Emini’nin İstanbul’dan hareket edeceği gün Halife ve Padişahın sarayında bir merasim yapılırdı. O gün güzelce süslenmiş bir deve üzerinde Surre Emini’nin oturabilmesi için “Mahmil” denilen ve Hindistan’da filler üzerinde de görülen tekerleksiz kupa arabası şeklinde bir oturma yeri de yaptırılırdı. Bu mahmilden sonuncusu Üsküdar’da Ahmediye Medresesi’nin revakları altında bulunmakta idi. Süslü ve mahmilli deveyi Tahtakale’de oturan ve “denk bağlayan, hayvana yük yükleyen” manasına gelen ve Akkam denilen deveci Araplar Yıldız Sarayı’na getirirler, orada Halife’nin ve saray halkının surreleri ile Haremeyn denilen Mekke ve Medine’deki evkaf memurlarının maaşlarını ve yol üzerindeki Arap kabilelerinin şeyhlerine verilecek bahşiş, daha doğrusu topraklarından geçebilmek için toprak bastı parası da Surre Emini ile birlikte gönderilirdi. Sarayda bu paralar Evkaf Nazırı tarafından halifeye takdim olunur, o da bunları sahiplerine vermek üzere Surre Emini’ne tevdi ederdi. Deveci Araplar geçtikleri yollarda ve Yıldız Sarayı’nda devenin etrafında dolaşarak kılıç kalkan oyunu oynarlardı. Güya kervan bir taaruza uğrarsa Surre Emini’ni bu tarzda koruyacaklarını göstermiş olurlardı. 30 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Takip olunacak yol, bazı yerlerde ikiye ayrılmaktadır. Bunların hangisinden gitmenin münasip olacağı yine rehberlerde gösterilmiştir. Meselâ Konya’dan kalkarken “iki yol vardır birisi İsmil, ötekisi Göç-i Kebir yoludur” diye işaret edilmiştir. Adana’ya inerken de yine iki yoldan bahsedilir. Bu yolların birisi için “karga sekmez”, ötekisi için de “it yelmez” tabiri kullanılır. Bu cümlelerle birincisinin sarp ve dik, ikincisinin düz ve rahat olduğu anlaşılmaktadır. İznik ile Eskişehir arası için de şöyle bir kayıt vardır. “İznik’den iki yol vardır. Birincisi Lefke’dir ki 3 günde Eskişehir’e çıkar. Sarptır. Ötekisi Yenişehir yoludur.” Yukarıya konulan üç cetveldeki menzil adlarıyla bunların aralarındaki mesafeyi gösteren saatlerin birbirini tutmadığı görülmektedir. Menasik-i Hac kitaplarıyla menzilnamelerde bunların sebepleri izah edilmektedir. Bu evvela yürüyüş farkından, ikincisi daha fazla yürüyerek daha iyi, daha rahat bir menzile varmak düşüncesinden ileri gelmektedir. Bildiğimiz kadarıyla yürüyüş farkı 1 ile 1,5 saat kadar tutmaktadır. Evliya Çelebi’nin gösterdiği güzergâhtaki açık ve eksik menzil adlarına gelince, bu seyahâtnamelerin nüsha farkları gözetilerek tertiplenip bastırılmamış olmasına veya Çelebi’nin tuttuğu notların kaybolarak yazma nüshalarında da açık bırakılmış olduğuna hükmedilebilir. Surre Emini’nin beraberinde götürdüğü hediyelerden birisi de her sene değiştirilmesi ve yenilenmesi âdet olan Kâbe örtüsüdür. Bu örtü üzerinde Topkapı Sarayı’nda siyah bir çuha üzerine altın sırmalarla Kur’an’dan bazı ayetler işlenirdi. Kâbe örtüsü bir sene boyunca güneş altında durarak solduğu için, her sene yenisi yaptırılıp İstanbul’dan Mekke’ye gönderilirdi. Eski örtüyü Mekke emiri alarak o sene hacca gelen Müslümanların ileri gelenlerine hediye ederdi. Bu örtünün bir parçası elde edebilen hacılar, onu öldüğü zaman tabutunun üzerine konulmasını ve sonra camiye vakfedilerek cenaze merasimlerinde konulmasını şart koşarlardı.Bu parçalar hâlen bazı camilerde görülmektedir. Kâbe binası Müslümanlıktan önce puta tapan Araplar tarafından bir perde ile örtülürdü. Bütün ibtidaî insanlar put hâline getirdikleri mabutlarla ibadeti idare eden ruhanileri daha azametli, daha heybetli, hatta daha korkunç göstermek için halktan ayrı olarak türlü şekil ve kıyafetlerle soktukları gibi mabedleri de bu tarzda süslerlerdi. Hazreti Muhammed (a.s) Kâbe’deki 300 küsür putu kırıp attığı ve ibadeti idare edenlerin kıyafetinde de halktan ayrı bir tarz kabul etmeyip sadeliği tavsiye ettiği hâlde Kâbe örtüsünü, hele taştan başka birşey olmayan Hacerül-Esved denilen kara taşı Kâbe’nin duvarında neden bırakmış oldugu kolayca izah edilemez. Saraydaki merasim bittikten sonra Surre Emini maiyeti ile birlikte Kabataş’tan Üsküdar’a geçerek, Doğancılar’da Paşakapısı denilen hükümet konağı bahçesine çadır kurarak yolculuk için hazırlık yapmağa başlardı. Kara nakil vasıtaları arasında arabaların ve şimendiferlerin girmediği ve buharlı geminin de icat edilmediği devirlerde Surre Emini karadan Şam’a, Şam’dan da orada toplanan hacı namzetlerini alarak önce Medine’ye sonrada Mekke’ye gider ve dönüşte de bu yolu takip ederdi. Buharlı gemilerin işlemeğe başlamasından sonra ise Surre Emini yine merasimle Üsküdar’a gider, fakat bir kaç gün sonra Paşakapısı’ndan iskeleye inerek hazırlanan vapurla Suriye’ye gider yolun kara kısmına oradan devam ederdi. Hicaz Demiryolu’nun Hayfa’dan başlanıldığı zamanlarda ise Hac kafilesi oradan itibaren Medine ve Mekke’ye hareket ederlerdi. Nehcet’ül-menzâil müellifinin anlatışına göre, Surre Emini ile karadan giden hacı namzetleri Receb ayının 25. günü İstanbul’dan kalkar ve takriben Rebi’ül-ahir’in birinci günü Üsküdar’a dönerlerdi. Bu suretle Hacca gidiş geliş 265 gün sürerdi. İstanbul’dan Mekke’ye kadar muayyen yerlerdeki konaklayarak Şam, Mekke ve Medine’deki konaklama müddetleri de bu yeküne dâhildir. Yavuz Sultan Selim’in Hicaz’ı himayesine aldığı tarihten Türklerin Hicaz kıtasını terk ettikleri tarihe kadar geçen 400 küsur sene içinde milyonlarca lirayı ayaklarına kadar götürüp kendilerine verdikleri hâlde yol üzerindeki bedevi Araplar, yine bu dindar ve fedakâr Türklere Nasrani yani Hristiyan derler ve yolculuk esnasında onları nerede yalnız bulurlarsa kemerindeki altınlarını almak için cenbiye ile vücudunu delip, hacıların parasını almaktan çekinmezlerdi. Kur’an’ı Kerim’in a’rap (Bedevîler inkâr ve münafıklıkta şehirlilerden daha şiddetli; Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümleri tanımamaya daha yatkındırlar. Allah her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Tövbe Suresi 97) dediği bu bedevi Araplar hakkındaki ağır hükme bakılırsa İslam dininin bile bunları yola getirememiş olduğu anlaşılır. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 31 Menziller Tarihler ilk defa Anadolu’da İranlılar tarafından menziller11 yaptırıldığını haber verir. “M.Ö. 6. yüzyılda bu ülkedeki Kral Yolu İran’ın hâkimiyeti altında girince ve yol işleri tek bir idare altında birleşince sistemli bir tarzda gelişme imkânlarını buldu. Heredot bu yol üzerinde posta konakları (menziller) ve güzel hanlar olduğunu ve bazı stratejik mevkilerde müstahkem kaleler bulunduğunu eserinde anlatır. Hanlarla posta menzilleri birbirlerine takriben 13’er kara mili mesafede bulunmaktaydı. Sart ile Şuşa arasındaki mesafe tâcirler ve diğer kimseler tarafından 3 aydan daha kısa bir zamanda katediliyordu. Bu suretle Posta Tatarları vasıtasıyla kralın mektup veya habeleri daha kısa bir zamanda nakledilebiliyordu.”12 Menzilhaneler ya şehir veya kasabaların içinde yahut kırlarda münasip ve bilhassa bol suyu bulunan yerlerde yaptırılıyordu. Eski yolların geçtiği kıtalar Türklerin hâkimiyeti altına girdikten sonra, Türkler bu yerlerde daha büyük ve daha muhteşem binalar yapmaya başladılar. Binalara Selçuk Türkleri’nde “Sultan Hanı” ve Osmanlı Türkleri’nde yapıldıkları yerleri imâr ettikleri için, “İmaret” denilmektedir. Ana yollar üzerinde yapılan menzilleri, hanları ve kervansarayları gösteren menzilname adında müstakil risaleler yazılmış olduğu gibi, bu hususta Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bir cilt teşkil edecek kadar yazı yazanlar da görülmüştür. Yine bu menzillerin bilhassa orduların konakladığı yerleri de gösteren çeşitleri görülmektedir. Ordunun yolda geçtiği yerleri anlatan bir risaleyi Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver muhtasaran Revan Seferi Kronolojisi adı altında neşretmiştir.13 Bunlara bir de hacca gidenler tarafından yazılanları da ilave edersek, bu sahada da kütüphanelerimizin oldukça zengin olduğu görülecektir.14 11 Bu tabirin esası inmek ve kınmak manalarına gelen nüzul ile menzil, el manasına kullanılan nüzil yahut nezel’dir. Yine bu kökten gelen nüzül de yolcular ve misafirler için hazırlanan yemek manasına gelir. Istılah olarak bu kelime yolcuların konup göçmesi ve hayvan değiştirmesi için muayyen mesafelerde yapılan binaları tarif için kullanılır. 12 “Kral Yolu”, Geçit Review Dergisi, s.10-11 Kasım-Aralık, 1945, s.10 13 A.Süheyl Ünver, Dördüncü Sultan Murad’ın Revan Seferi Kronolojisi: Şevval 1044 (1635) Recep 1045 (1635), TTK Belleten, 1953 14 İngilizler Osmanlı İmparatorluğu’nun bir kısım arazisinden geçen yollar hakkında son zamanlarda mühim neşriyatta bulunmuşlardır. Bunlardan üçününün adları şunlardır: 1-Suriye, Arabistan ve Mezepotamya’da Eski Kervan ve Kara Yolları (20 sayfa) 2-Osmanlı Türkleri ve Şark Ticaret Yolları (5 sayfa) 3-Osmanlı İmparatorluğunun Başkentiyken İstanbul (10 sayfa) Tercümeleri İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü Arşivi’nde bulunan bu yazılarda bütün kervan yolları ve ticaret eşyaları nakliyatı bilhassa muhtelif yerlerden Hac için Mekke ve Medine’ye gelen Hacıların takip ettikleri yollar hakkında mühim izahat vardır. 1453’te İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra bu şehrin Asya ile Avrupa arasındaki ticaret yoluna yaptığı büyük hizmet zikredilmekte ve bu şehir için şu sözler sarf olunmaktadır. “Sadece Asya’nın değil, bütün dünyanın en güzel şehri. Dünyaya hâkim olmak için yaratılmış bir şehir. Bütün diğer şehirler zamanla çürüyüp gitseler bile, sadece İstanbul dünyaya insan nesli yaşadığı müddetçe ölmez bir şehir olarak kalacaktır.” 32 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Nüzul Emini Sefere çıkan ordunun konaklayacağı yeri seçmek, askerin yiyecek ve içeceklerini hazırlamak üzere her menzilde ordudan önce hareket eden memurdur. Buna Konakçıbaşı da denilmektedir. Nüzul Emini’ne ordu işlerinde sarf edilmek üzere mühim miktarda tahsisat verildigi gibi, harp zamanlarında ihdas olunan avarız vergilerini toplamak vazifesi de verilirdi. IV. Murad’ın Revan seferinde bu vazifeyi Arpa Emini Hüseyin’in tayin edildiğini ve kendisine 200.000 akçe verildiğini seferin kronolojisinde görüyoruz.15 Nüzul Eminleri’ne gidilecek istikametteki menzillerin bir listesi verilirdi. Başvekâlet (bugünkü Başbakanlık Osmanlı) Arşivi’nde bu menzil defterlerinden pek çok miktarda mevcuttur. Çeşitli Nakil Vasıtaları ve Mekareciler Tarihin ilk çağlarında başlıca nakil vasıtaları eşek, katır, at ve deve gibi canlı hayvanlarla bunların çektiği arabalardır. Tahtıravan (yürüyen taht) denilen nakil vasıtasını da insanlar çekmekteydiler. Tarih bu vasıtaların ortaya çıkışı şöyle anlatılır: Eski dünyanın kara nakliyatından elde ettiği en mühim gelişme ilk defa garbî Asya’da görüldü. Tekerlek, dingil ve atın ehlileştirilmesi, Sümer yazılarının en eski kayıtlarından birinin ön kısmında bir tekerlek bulunan bir kızak resmi yazıtında görülmüştür. Milattan 3 bin sene önce Sümerliler araba ve dört tekerlekli vagonlar kullanırlardı. Tekerleklere bazen deri geçirdikleri de bilinmektedir. Atın ehlileştirilmesi hakkında rastlanan en eski kayıt, Hammurabi zamanına ait bir Bâbil metninde bulunmaktadır. Bu metinde at için şarktan gelen eşek veya şarktan gelen tabiri kullanılmaktadır. Milattan önce takriben 1700 yıllarında Mısır’ın istilaya uğramasına kadar orada ne at, ne de araba biliniyordu.16 Devvar hareketinde ilk önce garbî Asya halkı (Türkler) arasında gelişmiş olduğu pek aşikar olarak görülmektedir. Osmanlı padişahlarının harbe giderken tahtırevanla beraber arabalar götürdükleri anlaşılmaktadır. Kanuni’nin Avrupa’ya son seferinde vefat etmesi üzerine cenazesinin araba ile İstanbul’a getirildiğini bilmekteyiz. Hatta bu devirde Avusturya seferi olarak Viyana’dan İstanbul’a gelen Busbecq’in araba ile geldiğini ve kervansaraylarda yatacak yer bulamadığını, konakladığı yerde rahat edemezse arabada yattığını yazdığı mektuplarda görüyoruz. IV. Murad, Revan seferine giderken ordu ile beraber büyük bir araba götürdüğünü bu seferin kronolojisinde okuyoruz. Oradaki şu kayıt bilhassa dikkati çekmektedir: 15 A.Süheyl Ünver, a.g.e., s.548 16 Mısır’ın M.Ö 1700-1800 arası tarihinde Hyksoslar tarafından istila edilmesinden sonra bu kavim Mısırlıları ilk defa at ve araba ile tanıştırmış ve herhâlde Mısır halkına yaptıkları yegâne iyilik de bu olmuştur. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 33 “Padişahımızın ikinci arabası -ki silahtarlarına mahsustur- ol devrilip iç halkı (padişahın maiyeti) ve Rumeli askerleri anda hazır bulunmakta cümlesi üşüşüp kaldırdılar. Arabaya ve içindeki esvaba ziyan olmadı.”17 Bu ikinci arabanın padişahın elbiselerini, silahlarını, nişan ve rütbe yerine verilmekte olan elbiseleri ve kürkleri taşıdığını bunların muhafazasına da Silahtarağa’nın memur edildiğini bu kayıttan anlıyoruz. Arabanın hayli ağır ve muhtemelen 6 tekerlekli olduğu sanılmaktadır. Buna şimdi arabadan ziyade seyyar gardrop diyebiliriz. Mekarecilere gelince: Bu tabirin aslı kiraya veren manasına gelen mükârî’dir. Sürücü manasına da kullanılır. Anadolu ve Rumeli’de asırlardan beri insanlara geçit veren yolların bugünkü manası ile köprülerle, kaldırımlarla, şoselerle bir varlık gösterdiğini kabûle imkân yoktur. Bunları zamanla aşınmış yollardan saymak mecburiyetindeyiz. Romalılar’ın bulundukları yerlerde yol ve köprü yaptırdıklarını tarihler kaydeder. Fakat bunların izlerine memleketimizde pek fazla rastlayamıyoruz. Bizim tarihimizde ilk defa posta arabalarının ve halkın işleteceği arabaların geçmesi maksadıyla yapılan yol Üsküdar-İzmit arasında inşa edilmiştir. Hassa muşiri Ahmet Fevzi Paşa’nın posta işleri hakkında Bab-ı Âlî’ye takdim etmiş olduğu takrirde bu paşaya verilen geniş salahiyet sayesinde ve yol üzerindeki halkı çalıştırılmak suretiyle İzmit’e kadar araba işleyebilecek bir yol yapıldığını ve hayvanların yolun fazlalığı yüzünden helak olmaktan korumak için Üsküdar, Kartal, Gebze, Dilbaşı ve İzmit’te 5 menzil teşkil edilerek ve her menzilde 30 hayvan bulundurulacak 10 posta arabası işletildiği bilinmektedir.18 Tanzimat devrinde “şose” denilen ilk yolun Mithat Paşa’nın Tuna valiliği zamanında Rumeli’nde yapıldığı ve 1876 seferinden sonra aynı faaliyetin Mithat Paşa Mektebi’nde yetişmiş olan Halil Rıfat Paşa tarafından Sivas’ta başlanıp dört istikamette Anadolu’ya yayıldığını biliyoruz. Halil Rıfat Paşa’nın faaliyeti komşu vilayetlere de örnek olmuş, o vilayetler de yollarını Sivas’a kadar yapmışlardır. Bu sırada yaptırılan yollar sayesinde Samsun şehri Orta Anadolu’nun Bağdad’a kadar iskelesi hâlini almış ve İstanbul’dan Samsun’a vapurla gelenler oradan arabalarla istedikleri yerlere gider olmuşlardır. Bu yollar yapılmadan evvel Bağdad’a gitmek isteyenler vapurla İskenderun’a oradan Halep’e ve Fırat’ı takip ederek Bağdad’a giderlerdi. Abdurrahman Nacim Efendi adında bir hâkim 1301 (1884) senesinde Diyarbakır’a istinaf mahkemesi reisi olarak ve Samsun’dan Harput’a kadar araba ile giderken 30 gün boyunca (Saye-i Şahane’de) yolda gördüğü kolaylıktan, konak yerlerinde -ki bu yerlerin konforundan hararetle bahseder- ve bu memnuniyetini ifade için de Râhname-i Diyarbakır adında 238 beyitlik Farsça manzum bir eser yazıp bastırarak zamanın padişahına takdim etmiştir. Bu eserin kıymeti, edebi olmaktan derme çatma tahta hanların ve bir yük arabasında oturarak, yahut yatarak 30 gün yolda gidebilmenin bile ne kadar mühim bir hizmet olduğunu göstermesindedir. 17 A.Süheyl Ünver, a.g.e., s.566 18 Şekip Eskin, Türk Posta Tarihi, Ulusal Matbaa, Ankara 1942, s.15 34 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Tatar Ağaları, Kılavuzlar ve Kuryeler Yollardan, menzillerden bahsederken yukarıda çeşitli adları gösteren habercileri ve postacıları eserin çerçevesi dışında bırakmak doğru olmaz. Bunlardan postacı vazifesini gören Tatar Ağası’nı, posta tarihçelerine bırakarak diğerlerini kısaca izaha gerekli görüyorum. Tatar Ağaları’nı haberci ve postacı olarak vezirler, valiler kullanırlardı. Bir vezirin veya valinin icabında muhtelif istikametlere gidip gelebilecek 4-5 Tatar Ağası bulunurdu. Bu devirlerde İstanbul’da bulunan yabancı sefirlerin de ayrıca Tatar Ağaları yani kuryeleri vardı. Türk tarihçeleri bu teşkilata ve mensuplarına kıymet verip tarihlerine almamışlarsa da yabancılar bunun üzerinde durmuşlardır. Bunlardan birisi II. Sultan Mahmud ve I. Abdülmecid devirlerinde Osmanlı donanmasında bulunmuş ve Müşavir Paşa adını almış olan Amiral Sir Adolphus Slade, Türkiye Seyahatnamesi’nde yazdığına göre o sıralarda Türkiye’de en çok medh olunan Tatarlar, Akka’ya gidip gelenlerdir. Bu Tatarlar Akka’dan İstanbul’a 12 günde gelebilmektedirler ki Anadolu’nun dağlık teşekkülatı ile aradaki mesafeyi düşünürsek büyük bir sürattir. İngiltere sefaretinin Hindistan postasını İstanbul’dan Bağdad’a 14 günde götüren bir Tatarı olduğu da yine Müşavir Paşa’dan öğreniyoruz. İstanbul ile Bağdad arası 23.000 km olduğu hâlde bu müddeti yani 14 günü çok gören başka bir Tatar 9 günde kat edip İstanbul’a gelmişse de Üsküdar’a varır varmaz yere serilerek 2 saat sonra öldüğünü yine Müşavir Paşa’dan öğreniyoruz. Bu paşa Tekirdağı’ndan Tuna boyuna giderken kendisine rehberlik etmek üzere yanına bir Tatar aldığı gibi, yine bu sıralarda Osmanlı hükûmeti hizmetinde bulunan Moltke de Malatya ve Maraş taraflarını gezerken Tatarların rehberliğinden faydalandığını hatıratında yazar.19 Tatar Ağaları hakkında Osmanlı döneminden 2 misal vermek isterim. Melek Ahmet Paşa’nın Van’dan, Murtaza Paşa’nın da Şam’dan İstanbul’a Tatar Ağalığını yapmış olan Evliya Çelebi’nın iki ifadesini nakletmekle iktifa ediyorum: “1066 (1655) senesinde Van’dan 3 gulamımla atlara binüp Bismillah diyerek canib-i şimale gidip 12 saatte Amik Kalesi’ni geçip menzil beygirleri alarak Bargiri, Malazgirt, Hınıs, Altınhalkalı Köprüsü’nü geçip Hasan Kalesi’nde menzil aldık. Andan Tavukçu Mustafa Paşa’dan mektup ve ihsan alıp Erzincan Kalesi’nde menzil aldık. Andan yarar beygirlerle sürücülerin namıdarını alıp Koyulhisar kalesini geçerek Niksar kalesinde menzil aldık. Sonra canib-i garbda Ladik şehrini geçip Merzifon şehrinde menzil aldık. Bundan dahi birer beygir alıp semt-i garba giderek Osmancık’ı geçüp Tosya’da menzil aldık. Buradan da yarar menzil beygirleri alıp o gece yine seyredip seher vaktinde İzmit Kalesi’nde menzil aldık. Burada 3 saat istirahat edip ve yarar atlar alıp gece yarısında Gebze’de menzil olarak seher vaktinde Üsküdar’a vardık. Ve andan kayıkla İstanbul’a geçip Van’dan çıktığımızın 13. günü İstanbul’a varmış olduk.”20 19 Sir Adolphus Slade, Türkiye Seyahatnamesi, Terc. Ali Rıza Seyfi, Genelkurmay Başkanlığı, İstanbul 1945, s. 140-145 20 Evliya Çelebi, Seyahatname, İkdam Matbaası, İstanbul 1314, c.3, s. 15 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 35 “İlk menzil iki kapılı Şam’dan 19 saattir. Andan Humus, andan 12 saatte menzil Hama’dır. Burada menzil beygirleri ve menzil alıp Sahar’ı, Cisri Şuğur’u, Dapka’yı geçip evvel menzilde Antakya, andan Belen, andan İskenderun, Payas, Kurtkulağı ve Misis’i geçip Adana’ya, andan Sultan Hanı’na ve Ramazanoğlu Yaylası’na inip Ulu Kışlak’ta menzil aldık. Andan Ereğli’yi, Karapınar’ı geçüp Konya’da menzil aldık. Andan Ladik, Ilgın kasabalarını geçip Akşehir’de menzil aldık. Andan Bolvadin’i, Babet’i, Hüsrev Paşa Hanı’nı, Seyit Gazi’yi geçüp, Eskişehir’de menzil aldık. Andan Söğüt ve Lefke kasabalarından geçerek, İzmit Kalesi’nde menzil aldık. Andan Yalakabad (Yalova) deresinden 40 geçit nam kal’a’den ve mahuf ve mutarali yerlerden geçip can-ı azizden bizar olarak Derbentler aşıp gece yarısından Gebze’de Acem adındaki menzilcinin evinde bi-tab ve bi-mecal kalup sabahleyin Üsküdar’dan derya misal asker içinden güç hâl ile geçerek Paşa’nın kapı kahyası Kuşçu Mahmut Ağa ile Sadrazam Murad Paşa’yı Üsküdar Otağı’nda bulduk. Hakir elini öpüp nameyi verdiğimde, - Şamdan çıkalı kaç gündür, dedi. - Çıktığım günden bu güne kadar 10 gündür, dedim.”21 21 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 72-73 36 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri At Pazarları ve Kirahaneler İstanbul’da biri Fatih’te Atpazarı denilen yerde, ötekisi Üsküdar’da Çavuş Deresi ile İnadiye arasındaki sahada olmak üzere 2 at pazarı vardı. Bu pazarların yakınında saraçhane ve tabakhane gibi deri imalatı ile meşgul müesseseler de bulunurdu. İstanbul’dan Rumeli’ye ve Tuna’nın öte yakasına gidecek olanlar at ile sefer levazımını, Fatih’tekinden ve Anadolu’ya doğuya ve cenuba doğru yola çıkanlar da Üsküdar’daki Atpazarı’ndan tedarik ederlerdi. Üsküdar’da iskele başından içerlere doğru bilhassa Atpazarı’nda yolculukla ilgili meydanlar, hanlar ve dükkânlar bulunmaktaydı. Evliya Çelebi, Üsküdar’daki hanlardan, kervansaraylardan ve benzerlerinden bahsederken Atpazarı için “iki kapılı bir çarşıdır” der. At pazarları ve menzilhaneler imâret yapanlar için aynı zamanda bir irat kaynağı da olduğundan XVIII. asırda Üsküdar menzilhanesi ile Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ehemmiyetli surette meşgul olmuş ve bunu III. Mustafa takip etmiştir. Bu padişahın vakfiyesinde “cem’an 30754 zira araziden ibaret Üsküdar menziline mahsus bir bab menzilhane ve Gebze menziline mahsus bir bab menzilhane ahırı” gibi kayıtlardan anlaşılıyor. Üsküdar Atpazarı bugün eski ehemmiyetini değil, eski şeklini ve taksimatını bile kaybetmiştir. Artık işe yaramadığı için yıkılan hanlar ve çarşıların yerlerini evleri, çarşılar ve küçük bostanlar işgal etmektedir. Bugün eski Atpazarı’nı hatırlatan bir tek kagir han otele çevrilmiştir. Diğer bir eser de Hasan ve Mehmed Ağa adında bir hayırsever tarafından yaptırılıp Acı Çeşme diye anılan hayvanları suvarmağa mahsus büyükçe ve 3 köşeli bir çeşmeden, kapağı ve ağızlığı hâlâ duran bir kuyudan ve meydanın ötesinde berisinde bir kaç asırlık çınardan başka bir şey kalmamıştır. Üsküdar’a atla geçmek isteyen yolcular İstanbul’dan at kayığına hayvanları ile binerek geçerler ve oradan da gidecekleri memlekete hareket edecek kervanın veyahut kafilenin bulunduğu mıntıkada toplanırlardı. Diğer bir kısım yolcular ise binecekleri atlarla eşyalarını taşıyacak mekâre hayvanlarını Üsküdar’daki Atpazarı’ndan tedarik ederlerdi. Anadolu’dan İstanbul’a kendi hayvanları ile gelenler de artık şehirde işe yaramayacak olan hayvanlarını ve yol eşyalarını at pazarında satarlardı. Şu hâlde at pazarları hayvanların hem alım hem de satım yeri idi. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 37 II.İMARETLER İmaretin Tarifi, Çeşitleri ve Bunları Yaptıranlar Burada her türlü levazım ile bir alay süvari yerleştirmek mümkündür. Bir asırdan beri tamir görmemiş olduğu hâlde binanın yine pek harap bir hâlde olmadığına bakılırsa ne kadar ihtimam ile meydana getirilmiş olduğu anlaşılır. Bu kervansaray vaktiyle bu yolun haiz olduğu ticari ehemmiyetin aşikâr bir burhanıdır. Moltke’den 150 sene evvel, bu kervansarayı görmüş olan Evliya Çelebi şöyle demektedir:“….Bu kaza Koca Mehmed Paşa vakfıdır. Latif bir hamamı büyecek bir hanı vardır. Bu han güya bu şehrin bir kalesidir. 170 ocakdır. Başkaca harem, develiği, 300 tavla at alır ahırı, avlusunda büyük bir havuzu, bir kileri, bir darü’ltaam (aş evi) vardır. Nimeti mebzul, vakfı metin bir hayrattır. Sahibü’l-hayrat Öküz Mehmed Paşa22 adıyla meşhur olup Haleb’te metfundur. Bu Ulukışla hayratının benzeri Şam’ın garbında ve cenubindeki hanlar müstesna olduğu hâlde hemen hemen yoktur diyebiliriz.”23 Selçuk imâretleri Osmanlı imâretlerinden 3 noktada ayrılırlar: Selçuk imâretleri daha bozkırlarda, tehlikeli mıntıkalarda yaptırılmaktadır ve bundan dolayıdır ki adeta müstahkem bir kale mahiyetini taşırlar. Büyük kapıları kapandıktan sonra içindekiler günlerce, haftalarca mahsur kalsalar bile sıkıntı çekmezler. Çünkü her türlü yiyecek ve içecekleri bina içinde mevcuttur. Esasen buna mecburiyet de vardır. Çünkü hanın çevresinde bu türlü ihtiyaçları temin edecek köy ve çarşı yoktur. Selçuk 22 Babası Kara Hüseyin yahut Kara Hasan adında İstanbul’un Karagümrük semtinde öküz nalbantlığı yapan bir kimsedir. Paşaya öküz lakabının verilmesi de bundan ileri gelir. Mehmet Paşa, Enderun’da yetişmiştir. Müteaddit memuriyetlerde bulunduktan sonra 1015 (1606-1607) tarihinde Mısır valisi olmuş ve bu memuriyette 6 sene kaldıktan sonra İstanbul’a gelerek I. Ahmed’in kızı Gevher Sultan ile evlenerek damat ve 1023 (1614)’te sadrazam olmuştur. 1028 (1621)’de azl edilmiş, Halep valiliğine atanmıştır. 1031 (1621)’de Halep’te vefat etmiş, Şehbekir Zaviye’sine defnolunmuştur. Babasının mahallesi olan Karagümrük’te bir cami, Ulukışla’da muazzam bir kervansaray yaptırmıştır. Sicilli Osmanî müellifi Paşa için “âkil, reşid ve müdebbir bir zat” olduğunu söylemektedir. Mısır’da faydalı icraatı ile ve ihdidas ettiği siyasi tedbirlerle şöhret bulmuştur. Enderun’da yetişmesi ve memuriyetlerde vezâret ve sadâret mertebelerine çıkarak tarihçiler tarafından beğenilen icraat ve hizmetlerde bulunan, hatta bir sultanla da evlenerek damat olan bir zata öküz lakabının verilemeyeceği tabiîdir. Bunun yukarda yazıldığı gibi babasının sanatından ileri gelmiş olduğuna şüphe yoktur. Fakat bu lakap folklorumuzda zarif bir fıkranın bulunmasına sebep olduğu için burada bahse lüzum gördüm. Bir harpte maiyetindeki paşalarla birlikte otururken ordu hizmetine kullanılmak üzere karargâhta bulunan bir öküz ipini kopararak başıboş dolaşırken çadırın önüne gelip başını içeri sokarak böğürmüş. Orada hazır olanlar birbirlerine bakmışlar ve bu öküzle Mehmet Paşa’nın lakabı arasında bir münasebet ve yakınlık olduğunu imâ etmek istemişler. Gayet zeki olan paşa bu vaziyet karşısında daha evvel davaranak oradakilere: -Öküzün ne dediğini biliyor musuz? Etrafındakiler cevap veremeyince Paşa, -Öküzün dediği şu: Sen ne kadar zarif ve âkil bir adamsın da bu katırlarla nasıl bağdaşıp oturuyosun? Bu zarif sözle de onları mahçup etmiştir. Senelerce kubbe vezirliklerinde, sadrazamlıklarda ve nihayet 6 sene Mısır valiliğinde bulunarak edindiği muazzam serveti Konya çölü ile Toroslar arasındaki yol kavşağı arasındaki Ulukışla’da yaptırdığı kervansaraya harcamıştır. Onun bu hizmetini bu esere derc ile tebcil etmek isterim. Keşke böyle birkaç öküz paşamız daha olsaydı. 23 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 37 38 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri imâretleri son derece süslüdür. Sivil Türk mimârisinin birer şaheseri olarak hâlâ kısmen yerlerinde durdukları için başkaca izaha lüzum görmüyorum. Yalnız bunları mamur bir hâlde iken görmüş ve içinde yaşamış olan Arap müellifi Muhittin bin Abdülaziz’in şahadetini buraya nakledecegim: “….VIII. asırda çok faal bir vaziyette olan (inşası 1240) Karatay Kervansarayı hakkında en iyi malumatı El-Omarî ile Kalkaşandi’nin eserlerinde görüyoruz. Baybars’ın Kayseri seferinde orduda bulunan Muhiddin bin Abdülzahir onun bu seferinden bahsederken yolda uğradıkları mezkur kervansarayın güzel bir tasvirini yapmıştır… Buna göre hanın surları ve surlar üzerinde bilhassa köşelerde kuleleri olup büyüklüğü ve yüksekliği dolayısıyla en güzel binalardan biridir. Duvarları yontma ve mermer gibi cilalı kırmızı taşlardan yapılmıştır. Üzerinde kalemle benzerlerini resmetmek imkânsız olan nakışlar ve resimler vardır. Kapısının dışında, iki kapı arasında kaldırım döşenmiş, rabas24 gibi müstahkem surlarla çevrili bir yer vardır ki burada dükkânlar bulunur. Hanın kapıları en iyi demirden yapılmıştır. İçinde yazlık köşkler, kışlık mekanlar vardır. Kervansarayın güzelliğini, mahiyetini oradan geçmedikçe tasvir etmek imkânsızdır. Burada yaz ve kış içinde her şeyi bulmak mümkündür. Kervansarayda hamam, hastane, ilaçlar, yatak ve yemek takımları ve ahırlar vardır. Her yolcu derecesine göre misafir edilir. Sultan oradan geçerken kervansarayda misafir kalır. Buna ait büyük vakıflar vardır ki bunların civarında ve başka beldeler de bulunur. Hanın gelirine ve masraflarına ve vakıf gelirlerine bakmak için daireler ve bu dairelerde memurlar ve kâtiplar vardır. Tatarlar (Moğollar) bunun gelirine dokunmadıkları için eskisi gibi işlemeye devam etti.” 25 “Selçuk imâretinin metanetini gösteren bir hadiseyi de Alaeddin Keykubat’ın Aksaray yakınındaki yaptırdığı kervansarayında görüyoruz. Aynı kaynaklara göre bu kervansaray Karamanlılar ile Memreş adlı bir Türk beyi arasındaki muharebede tahribe uğramış ve iki burcu yıkılmıştır. Bu yıkıklık dolayısıyla Konya-Aksaray yolu emniyetsiz bir hâle geldiğinden bir kaç yıl işlemez olmuştur. Bu sırada (XIV. asrın başları) müellif Kerimüddin Gazan Han yarlığı ile Selçuk ülkesi vakıflarına nâzır olunca yıkılan bu iki burcu yaptırdı. Ve bu sayede yol eski revnakını kazanarak işlemeğe başladı. Fakat bu defa da Anadolu’da zulmüyle meşhur olan Moğol kumandanı İrinc’e karşı ayaklanan İlyas adlı bir Türk beyi mücadeleye girişti. İlyas, İrinc’e karşı dayanamadığı için bu kervansaraya sığındı ve Moğol kumandanı İlyas’ı teslim almak maksadı ile 2 ay kadar kervansarayı muhasara etti. 20.000 kişilik okçu kuvveti ile yanında zamanın ateş atan Arrade, ateş saçan Naffate ve mancınıklar gibi bütün muhasıra silahları ile gece gündüz uğraştı ise de kervansarayı düşürmeğe, İlyas’ı elde etmeğe bir türlü muvaffak olamadı.”26 24 Rabas bir yerin ortası, duracak ve eğlenecek yeri manasınadır. 25 Osman Turan, “Selçuk Kervansarayları”, Belleten, Temmuz 1946, sayı. 39, s. 481-482 26 Osman Turan, a.g.e., s. 477-478 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 39 Vezir Han, Kayseri Bu malumat bize yolların ehemmiyeti bakımından kervansarayların oynadıkları rolü göstermeğe kâfidir. Esasen bugünkü vaziyetleri de bu keyfiyeti tamamıyla teyit edecek mahiyettedir. Bu münasebetle yolların korkulu ve geçit yerleri Osmanlılar’da olduğu gibi Selçuklularda da devlet tarafından muhafız askerlere veya vergi muafiyeti karşılığı olarak civarındaki köylü halka tevdi edildiği veya bu türlü yerlerde yolların ehemmiyetine göre kervansaray veya zaviyeler inşa edildiği görülmektedir. Artukoğulları zamanında (1112) Ahlat’tan Bitlis’e doğru yapılan büyük yolun üzerinde köprüler ve köprülerin başlarında Funduk (Han)lar yapıldı ki Bitlis altındaki funduk 300 yolcuyu, hayvanlarını ve bu nisbette tüccar mallarını içine alacak bir durumda idi. Eflâki’nin bir fıkrası yolların emniyeti için kervansarayların ne kadar ehemmiyetli ve zaruri telakki edildiğini meydana koymak bakımından burada zikre layıktır: Bir gün Sivaslı Fahrettin Sivas’dan gelmiş olan Muiniddin Pervane ve başka emirlerle birlikte Mevlana’yı ziyarete gitmiş. Mevlana ona gelişinin hangi konaktan olduğunu sorunca Fahrettin, Emir Pervane Han’ından geldiğini söylemiş. Mevlana ona bu yol üzerinde Pervane’nin Hanı olup olmadığını sorunca: -Evet vardır, onun zamanında emniyet ve asayiş o derecededir ki kervan hangi sahraya konarsa konsun orada korkusuz konaklayabilir, demiştir.27 Prof. Dr. Osman Turan mevzuyu yalnız Selçuklu kervansarayları olarak ele almış olduğu için tabiatıyla Osmanlı han ve kervansaraylarından bahsetmemiştir. 27 Osman Turan, a.g.e., s. 478-479 40 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Bu eserde takip edilen metot icabı olarak Osmanlılar zamanındaki yol emniyetlerinden veya emniyetsizliklerinden ve bu yüzden nerelerde kimler tarafından hanlar ve kervansaraylar yapılmış olduğundan da kısaca bahse lüzum görülmüştür. Önce şunu belirtmek yerinde olur. Türk han ve kervansarayları onda sekiz nisbetinde Selçuklularınki gibi bozkırlarda ve tehlikeli derbentlerde yapılmazdı. Yapılsa bile tek başına müstahkem bir kale şeklinde yapılmayıp, orada han veya kervansaray, etrafında bir kasabaya lüzumu olan beledi ve içtimai tesisler ve burayı şenlendirecek halk için lüzumu kadar evleri içine alan bir küçük şehir hâlinde yapılırdı. İnşaat ve tesisatta bu yolda gidilmesi Selçuklulara nisbetle Osmanlılar devrinde Anadolu’da emniyet ve asayişin daha çok temin edilmiş olduğunu gösterir. Bu böyle olmakla beraber Osmanlı ülkesinde yer yer emniyetsiz mıntıkalar bulunduğu şüphesizdir. Bu ciheti bilhassa hacca gidecekler için yazılan Menâsik kitaplarındaki kayıtlardan ve işaretlerden öğreniriz. Meselâ Menâsik-i Hac, yani Hac Yolu programında nereleri yolcular için tehlikeli ve bu tehlikeyi önlemek için han ve kervansaray yapanların ne gibi inzibati tedbir almış oldukları kitabın önceki bölümde gösterilmiştir. Evliya Çelebi’nin konu ile alakalı bir ifadesini de buraya alıyorum. Evliya Çelebi 1058 (1648) senesinde Şam valisi Nasuh Paşa’nın kuryesi olarak Şam’dan İstanbul’a gelirken Yalova’dan geçtigi sırada “Yalakabad deresinde, kırk geçit kale’de maruf (korkulu) ve muhataralı yerlerden geçip can-ı azizden bizâr olarak derbentler aşıp nısf-ı leyilde Gebze’de Acem nam menzilcinin hanesinde bi-tab ve bi-mecal kaldık.”28 demesi Suriye, Orta Anadolu ve şark vilayetleri yollarına nisbetle daha çok emniyetli olması lazım gelen İznik ve Bursa taraflarında bile muhataralı yerler olduğunu bize göstermektedir. Bu cihete bu kadar işaret ettikten sonra Osmanlıların bu gibi yerlerde yaptıkları imâretlerden birkaçını da eserin çevresi içinde almakta fayda gördüm. Kanuni Sultan Süleyman 942 (1535) tarihinde Bağdad seferi sırasında Konya ovasında Ereğli ile Ilgın arasında Karapınar adındaki yerden geçerken orada konaklamağa mecbur kalmış, fakat umrandan eser olmayan bu yerde ordu çok sıkıntı çekmiş olduğu için burada bir kasaba kurulmasını emretmiştir. Bugün hâlâ çifte minareli camii, kervansaray, hamam ve çarşısı ile dimdik ayakta duran kasaba hakkında Seyit Lokman’ın Silsilenamesi’nden kısaltarak Türk Şehirlerindeki İmaret Sistemi adındaki eserde malumat vermiştim.29 Yine bu sırada Osmanlı Türkleri tarafından Hamedan civarında Gülbahar denilen yerde 100.000 flori sarfıyla bir padişah tarafından değil, oradaki Beylerbeyi tarafından yaptırılan ve imâret olarak cami, han, çarşı, değirmen, saray (hükûmet konağı), zabitler için evler, askerler için kışlalar ve şehir halkı için de mahalleleri hâvi küçük ve şirin bir kasabayı nasıl kurmuş oldukları yine Silsilename’ye istinaden yukarıda adı geçen eserde belirtmiştim. Kanuni Sultan Süleyman’ın İskenderun-Antakya yolu üzerinde ve yolun ortasında rastlayan Belen adındaki dar boğazda yaptırmış olduğu başka bir imâret bugün bile oradan geçmek mecburiyetinde kalan yolcuların ve her çeşit nakil vasıtaların faydalanabildikleri yegâne tesislerdir. Üç Osmanlı padişahının zamanlarında on beş 28 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 72-73 29 Osman Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1961, s. 63 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 41 sene iş başında bulunmuş ve Osmanlı tarihinde adına bir devir açtırmış olan Sokollu Mehmed Paşa’nın kendi memleketi olan Bosna’dan Mekke’ye kadar yer yer yaptırmış olduğu imâretlerin ve hayratların sonu olan İskenderun Körfezi’ndeki Payas kasabası ise, Türk imâr tarihinde bilhassa üzerinde durulması lazım gelen bir tesistir. Bu tesisi mamûr zamanında görmüş ve Şam Valisi Murtaza Paşa’nın kalabalık kapıkulu halkı ile giderken 2 gün orada misafir kalmış olan Evliya Çelebi’nin verdiği izahatı ehemmiyetli görerek ondan bahse lüzum görüyorum. Payas, Selçuk Türkleri Akdeniz sahilinde inmeden ve bilhassa Alanya ve Antalya alınmadan önce Akdeniz’ın Orta Asya ile uzak doğuya açık bulunan biricik kapısı idi. Frenklerin Kilikya dedikleri toprak parçasından Selçuklular zamanına kadar tutunabilmiş olan bir Ermeni ekaliyetinin elinde bulunması, aynı zamanda Suriye’de hüküm süren Memlukların oradaki limanlardan Avrupalıların faydalanmalarına müsâde etmemesi yüzünden Payas, o devirlerde en mühim bir ticaret limanı hâlinde bulunuyordu. Meşhur İtalyan seyyahı Marko Polo uzak Moğol imparatoru nezdine giderken bu limandan Küçük Asya’ya gidebilmiş ve oradan da Selçuklu topraklarında yoluna devam etmiştir. Venedik ve Ceneviz gemileri İpek ve Baharat yollarından getirilen malları Payas’da kendi emtiâları ile mübadele ederlerdi.30 Ermenilerin bu topraklardaki hâkimiyeti kırıldıktan ve Akdeniz’de daha mühim liman şehirleri ortaya çıktıktan sonra Payas ehemmiyetten düşmüş ve harap olmuştur. Aynı zamanda bir korsan yatağı hâline gelerek bilhassa Hac Yolu üzerinde büyük bir engel teşkil etmiş olduğunu gören Sokollu Mehmed Paşa bu işi ele alarak orayı hem mamur bir kasaba hem de asayişi temine yarayan bir kale hâline getirmek istemiştir. Şimdi bu imâretin evsafını değerli seyyahımız Evliya Çelebi’den aynen okuyalım: “Demir kapılı, kale gibi bir han-ı azimi vardır ki 1007 (1598) tarihinde bina edilmiştir. Han kapısı kale kapısına nazırdır. Gayet mükellef ve müteaddit harem odalı, ahır ve develikli, vasi harimli darüzziyafeli bir hanı bi-manenddir. Bu haneye karip müsenna ve garip bir cami vardır ki İstanbul’da Silivri Kapısı dahilindeki İbrahim Paşa Camii’ne mümasıldır. Mihrab ve minberi gayet müsennadır. Hülasa-i kelam, kale, imâret, han, mescid, medrese, çarşı, pazar, hamam cümlesi kagir bina ve resassı nilgunla mezkurdur. Hayrat ve hasenatının cümlesi Gazi Şehit Sokollu Mehmed Paşa’nın binasıdır. O ganimet asırda temel nazırı Sinan Ağa ahali vilayet arzı ile yedi bin kase masraf göstermiş ise de koca vezir bunu asla nazar-ı ehemmiyete almayıp az görerek defteri yakmıştır. Bu derece Cafer-i Bermekiye adil Vezir-i Aristotedbir idi. Cümle hayrat ve hasenatlarından 320 hutbe tilavet olunur. Rumeli’nde Edirne yolunda Lüleburgaz yolunda Lüleburgaz kasabasındaki hayratlar da anın kasabası olup hâlen evkafına İbrahim Hanzadeler ocaklık tarikiyle müstevlidirler. Amma hayratlarının hepsinden elzemi bu, memeri hacuc olan Payas şehridir. Burası evvelce derbent hâlinde iken vezirin imârı ile umran olmuş, hâlâ müzzeyen ve mamur 30 Emir oğlu Ziya, Marco Polo’nun Seyahati, İstanbul 1932 42 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri bir şehirdir. 800 kadar hanesi vardır. Ahalisi avarız31 ve tekalüf-i örfiyeden muaf ve 31 İslam hukukuna göre iki türlü teklif, yani vergi sistemi vardır. Birisi Hazreti Muhammed (a.s) ve dört halife zamanlarında Arabistan için kararlaştırılmış olan şer’i teklifler, ötekisi İslamiyetin Arabistan dışına yayıldığı yerlerde oranın halkının örf ve taammümüne göre alınan örfi tekliflerdir. Bunlar arasında harp gibi fevkalâde hâllerde ve yalnız o harp müddetince alınması lazım gelen ârızî ve muvakkat vergiler vardır ki işte avarız vergisi bunlardandır. Arap dilinde “ârız” sonradan gelen manasına olduğuna göre şer’i tekliflerin üstüne gelen bu vergiye avarız-ı âlem denir. Bugün bile görüldüğü gibi hükümetlerin muvakkat kaydı ile koydukları bu türlü vergiler öyle kolaylıkla kaldırılmadığından avarız vergisi de Tanzimat devrinin sonuna kadar muhtelif şekillerde alınagelmiştir. İhtiyacın şiddeti nisbetinde verginin miktarı da arttırıldığından gitgide halkın tahammül edemeyeceği bir hâl almıştır. Bundan dolayıdır ki hükümetçe bir kimseye yahut bir kasaba halkına hükümetin yapması lazım gelen herhangi bir iş veya bir vazife tahmil edilmek istenirse, o gibilerin bu işe sevk edebilmek için burada Payas ahalisine yayıldığı gibi, avarız ve örfi tekliflerin alınmayacağı fermanlarla vaat ve teyit edilir. Bu vergi maliye tarihimizde fıkıhdan maada 4 cephede mütala edilebilir; Maliye: Avarız Akçesi: Şimdi buhran muvazene ve müdafâ adları altında harp gibi fevkalâde zamanlarda kullanılan muvakkat vergilerdendir. Önceden bilinmeyip sonradan ârız olan ve birdenbire ortaya çıkan ihtiyaçları karşılamak için alınan muvakkat vergiye bu ad verişmiştir. Müri’üt-Tevarih ikinci Bayezid, Asafname ise bu verginin Yavuz Sultan Selim zamanında konulduğunu yazar. İlk adı İmdad-ı Seferiye’dir. 4 senede bir 20 akçe alınırdı. Hatta para yerine peksimet, zahire alındığı da olurdu. Her hâlde çok ağır bir vergi olduğu, hududu ve nisbeti ihtiyacın derecesine göre vakit vakit arttırılıp eksiltildiği için, bununla halka ağır bir yük yükletilmiş olduğunu tarihlerin rivayetlerinden öğreniyoruz. Bilhassa Müri’üt-Tevarih müellifi, bunun fenalıklarını sayıp döküyor ve “kazaların memuriyet ve harabiyeti avarız defterlerinden aşikar olur” diyor. (Fındıklılı Şemdanizade Süleyman Efendi, Müri’üt-Tevarih, İstanbul Maarif Nezareti, 1338, s.481) Abdurrahman Vefik Bey’in Tekalif Kavaidin’de bu vergi hakkında hayli izahat vardır. (Abdurrahman Vefik, Tekalif Kavaidi, İstanbul Kanaat Kütüphanesi, 1328/1910, s.99) Evkaf: Fevkalâde hâller ortadan kalkınca verginin de kaldırılması lazım gelirken kaldırılmamış; fakat mahalli ihtiyaçlara, şehre, kasabaya ve halka harc olunmak üzere mahallerine bırakılarak gitgide bir nevi vakıf husûle gelmiş ve 1252 (1836)’de bugünkü Umum Evkaf İdaresi kuruldugu zaman vakıfların idaresinin bu kuruma verilmiş olduğunu tarihleri kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bizde belediye vazifelerinin, yani mahalli ve içtimaî işlerin ilk şekli vakıf usûlu ile görülmekte bulunmuş olduğundan birçok hayırsever bu ad altında köylere ve mahallere paralar vakıf ve tahsis ederek onun geliri ile hem birçok hayır, şefkat ve ibadet müesseselerinin idaresi temin etmişler hem de memlekette fevkalâde bir hâl ve idarede bir arıza hususunda hükümetin acele istediğini, yardım parasını münferiden fakir halktan almayarak, daha doğrusu alamayarak elde bulunan bu paradan verilmek suretiyle hükümete de halka da büyük hizmetler ediliyordu. Belediye: Son avarız vakfı usûlü bilhassa İstanbul’da, mahallelere kadar teşmil edilmiş ve 1245 (1829) da her mahalleden muhtar ve ihtiyar heyeti kurulunca o zamana kadar imamlar tarafından bakılmakta olan avarız vakfı işleri de bu heyetlere verilmişti. 1249 (1833)’de Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın hükümete karşı çıkarmış olduğu isyanı bastırmak için paraya şiddetle ihtiyaç olduğu sırada hükümet bu sandıkların bütün paralarına el koymuş ve o tarihten sonra da bu teşekküller bir daha bellerini doğrultamamışlardır. Aynı zamanda ‘‘hükümet gasp ediyor diye’’ eskisi gibi bu sandıklara para vakıf ve tahsisi edenler de azalmış, nihayet 1285 (1876)’te İstanbul’da garp usûlüne göre 14 belediye dairesi kurulduğu bir sırada bunlardan beklenen içtimai ve mali yardım belediyelerce daha geniş mikyasta yapılmağa başladığı için çıkarılan beş maddelik bir nizamname ile mahallelerdeki avarız paralarının idaresi gayet tabiî olarak belediyeye bırakılmıştır. Fakat ortada böyle bir para olmadığı olanlar da şunun bunun elinde kalmış bulunduğu için, belediyece bundan istifade edilmemiş; fakat bununla beraber bu türlü paraların ve vakıflarının idaresini belediyelere ve mahalli idarelere aidiyeti bu zamanlarda bile gayet tabiî görülmüş olacak ki 3 Nisan 1930 tarihli belediye ve 15 Mart 1340 (1924) tarihli köy kanunları da bu yola giderek avarız paralarının idaresi şehir ve kasabalarda belediye, köylerde ise ihtiyar heyetine verilmiştir. Maarif : 1292 (1870)’te İstanbul mahallelerinde tedris encümenleri kurularak her mahallenin her semtin ilk mektuplarının idaresi oranın halkı arasında seçilen bir heyet idaresine verildiği zaman neşr olunan 34 maddelik talimatnamenin bir maddesi ile “mahalelere ait olup vech-i muayyeni malum olmayan avarız akçesinin de Maarif’e” bırakıldığı anlaşılmakta ve 1328 (1912)’de bu teşekkül Maarif Encümenleri adı altında yenilendiği zaman yapılan 55 maddelik talimatnamenin bir maddesi ile encümenlere gösterilen vergiler ve gelirler arasında bu avarız akçesi de görülmektedir. Bununla beraber ortada böyle bir para, hatta matah olmadığı için mesele kağıt üstünde kalmıştır. 1329 (1913)’de çıkarılan tedrisatı ibtidaî kanununda böyle bir vergi kaydına rastlanmadığından dolayı, avarız o tarihten sonra kaldırılmış oluyor. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 43 müsellem olup 8.000 kadar tahrir olunmuştur. Korsan ve dağ haramileri haşeratı şehre ve yola bir ilişik etseler fil-hâl bu şehir halkının şehbazları garbden Kurtkulağı’na, kıbleden Beylan ve Bakras yollarına pür-silah hücum ederek elbette haramileri şikâr edip ayende ve revende hüccac-ı müslimanın ve tüccarı berri bahri murur ettirirler. Gayet şeci ve bahadır ve nihayet derecede feta ve server hünerverlerdir.”32 Payas İmâreti’nin Planı (Kaynak: Gündüz Özdeş) Sokollu Mehmed Paşa 20 Şaban 987 (1579)’de vefat etmiş olduğuna göre Payas İmâreti ölümünden 9 sene sonra tamamlanmıştır. Karısı Esma Sultan ile oğlu İbrahim Bey ve Sokollu’nun bu türlü imâr ve inşaat işlerini idare eden Cafer Ağa, el birliği ile bu eseri yarıda bırakmayıp tamamlatmışlardır. Bu kadar hayrat ve hasenat binasını yapmak için lazım olan parayı nereden bulduğu en yakın adamlarına bile merak olmuş, günün birinde akrabasından tarih sahibi Peçevi İbrahim Efendi ile bir hesap yapılarak sedareti müddetince aldığı aylıklar ve tahsisatlarla yaptırdığı binalar sarfi temin edilen para karşılaştırıp, “rüşvet de almadığı hâlde” bunların meşru ve kanuni tahsisatları ile yapıldığı kanaatine varılmış olduğunu tarihçelerimiz bize bildirmektedir.33 Sokollu Mehmed Paşa ömrü boyunca aldığı bütün paraları bu yolda harc ve sarf etmiş olacak ki tarihler öldüğü zaman bıraktığı para “naşını techiz ve tekfine ancak kifâyet etmiş ve âlemde ismet ve istikamet ve salah ve iffetle ikbayı name muvaffak olmuştur” demektedir. Bu devirlerde Suriye’nin Anadolu’dan yolları daha ziyade tenha ve tehlikeliydi. Onun için Osmanlı devlet adamları ve hayırseverler en mühim imâretlerini burada yaptırmışlardır. Birkaç misal de bunlardan vereceğim. Ve imâretleri mamur vaktinde görmüş olan Evliya Çelebi’nin şahadetlerini nakledeceğim: “Burada kalkarak 6 saatte iki kapılı hana geldik. Bir çöl içinde ve Şam dahilinde 10.000 at alır bir han-ı azimdir. Ayende ve revendegan bir kapısından girip öteki kapısından çıktğı için iki kapılı derler. Buradan dahi kalkıp canib-i kıbleye 7 saate Nebük kariyesinde geldik. 32Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 42-43 33İbrahim Peçevi, Peçevi Tarihi, Matbaa-i Amire, c. 1, s.12 44 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Şam hâkinde bağlı bahçeli, sulu simatlı, mamur bir kariyedir. Bir camii var, civarında bir han yapılsa daha mamur olurdu. Buradan dahi kalkıp 6 saatte Kadife Hanı nam kal’aya geldik. Yemen Fatihi Sinan Paşa’nın vakfıdır. 10.000 adam atıyla, devesiyle gelip içinde meksetse yine bir kısmı hâli kalır. Müteaddit hücreleri 5.000 at alır ahırı, başkaca develiği, harem odaları, imâreti (aş evi) kileri, fırını, kırk adet dükkânı, müreferrih hamamı başkaca mütevelli, sarayı ve paşaları mahsus sarayı hâvi bir han-ı azimdi ki hep kagir binadır. Der ü divarı silah asacak, demir çengellerle araste ve her tarafı atları kayıt ve bend edecek demir halkalarla pirastedir. Vasatında azim bir havuzu vardır. Bu hanın hayratı gayet azim olup Arap ve Acem’de kadifeli namı ile meşhurdur.”34 III. Ahmed devrine gelinceye kadar bilhassa Suriye’de bahsedilen tarzda imâretler Hac Yolu’nda asayişi temin etmek maksadı ile yapılmakta olduğunu Netayicü’lvukaât’ın izahlarından da öğreniyoruz. Bu tarihçinin (Mustafa Nuri Paşa) anlatışına göre, Enişte Hasan Paşa’nın yaptırdığı Karamurgut Kervansarayı’nın vakfiyesinde burası hacca ve bütün Arabistan taraflarına giden yolun bir geçidi iken zamanla köyleri yıkılmış, arazi boş kalmış ve havalı hırsız ve eşkiya yatağı hâlin gelmiş olduğundan Hasan Paşa halkın refah ve asayişini ve yolun emniyetini temin etmek maksadı ile bu yeri 7.500 kuruşa satın alarak vakf etmiştir. Burada bir kale içinde bir cami, 2 hamam, 90 ocaklı bir han, bir mektep, bir imâret (aş evi) 30 dükkân ile burada vakıf işlerini ve şartlarını ifaya memur olan mütevelli, kâtip, vaiz, kayyım, müzzinler ve kale muhafızı olan neferler için evler inşa ettirmiştir. Gelip geçen yolcuları korumak için tayin ettiği askerlerle memurlara verilecek ücretleri de tayin etmiştir. Ehemmiyetle üzerinde durulacak bir tesisi de şark vilayetlerinde Van Gölü yakınlarında görüyöruz ve bunu da yine Evliya Çelebi’den öğreniyoruz: “Hüsrev Paşa Hanı: Bitlis hanı hükmündedir. Yanında asla imâristan (mamur köy, kasaba vesaire) yoktur. Hatta merhum Hüsrev Paşa bu handan tâ Van deryasına ve yine tâ Bitlis şehrine varıncaya kadar hanın sağında ve solunda tam 3 saatlik Rahva’dan içi boş kemerler inşa ettirmiştir ki kişin bütün seyyah, tüccar ve züvvar bu takların altından ubur ederler ki burası kendilerine temmuz vaktinde serdab (soğukluk yeri) ve kışın germ-ab (hamam) olmaktaydı. Çünkü bu sahraya düşün kar ve rahmet ne Erzurum, ne Muş, ne de sair belli sahralarda düşmez. Tamam 8 ay minare boyu kar ile bu Rahva malamal olup bu taraftan Bitlis yolu kapalı kalır. Onun için Paşa merhum malı akarun harc edüp bu sahra içre şu hanı inşa ve sağına soluna da kemerler bina etmiştir. Gelüp geçenler her zaman buralardan güzar ederlermiş, murur-ı eyyam ile evkafı zayıflayup Kürtlere kemingâh (pusu yeri) olduğu için nice yerleri münhedem olmuştur. Ama asarı binaları zahir ve bahirdir.”35 İmâretlerin çeşitlerini bu eserde toplanan maddeler birer birer gösterildiği için burada tekrarlamaya lüzum yoktur. Bunları yaptıranlara gelince, başta hükümdarlar 34 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 66 35 Evliya Çelebi, Seyahatname, c.4, s. 129 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 45 olduğu hâlde bunların kadınları ve kızları, bütün devlet ricali, tımar ve zeamet sahipleri bu binaları yaptırırlardı. Bu gibi kimseleri bu yola sevkeden amillerin birisi de Kur’an’ın Tevbe Suresi’nin devlet gelirlerini nerelere sarf edileceğini gösteren ayettir. Bu ayette yolcuların da devlet gelirlerinin mahalli sarfi olduğu zikrolunmaktadır. Bu ayet hakkında miskinhaneler maddesinde etraflıca izahat verilmiştir.36 Bunlardan başka sanat veya ticaretle zengin olan yahut, zengin baba, ana ve kocaların mirasına konan kadınlar da bulunmaktadır. Bu türlü kadınlardan birinin adını taşıyan bir han olan Kadın Hanı bir kasabaya isim olarak verilmiştir. Anadolu yolları hakkında iki ciltlik bir eser yazmış ve bütün bu türlü binaları incelemiş olan Avrupalı bir müellif Alman müsteşriki Franz Taeschner’in bu babdaki mütalâasını kıymetli bir şahadet eseri olarak bu eserde bulundurmak istedim: “Eski müslümanların güzel adetlerinden birisi de yolculara bakmayı, birçok yönden faydalı vakıfların teşekkülüne sebep olan şahsi hayırperverliğin en mühim bir vazifesi saymalıdır. Hükûmetin tamamıyla muayyen bir maksat ve sırf bir menfaat gözüyle acilen icraata bulunduğu bir memlekette umumun menfaati düşünülerek geniş bir nazarla vücuda getirilen hayratlar medeni hayatta daha müessir bir amil olmaktadır. Yolculara bakmak demek başlıca konak yerleri, kuyular, çeşmeler yapmaktır ki bunlar Anadolu’dan geçerek cihan ticaret yolları için fevkalâde ehemmiyeti haizdir. Yolun birçok kısımlarını ancak bunlar sayesinde katedebilmekle mümkündür. XV. ve XVI. asırlardaki eski yollar, cennette kendilerine birer makam temin etmek isteyen vezirlerin vakıflarıyla techiz edidiği gibi, XVIII. asır ibtidalarındaki eşrafın (zenginlerin) vakfettikleri servetlerlerle de kervanlar için kabil-i istifade için doğru yollar açıldı.”37 Bu paragrafta misal olarak bahsi geçen imâretlerden başka Anadolu’da ve Suriye’de yapılanların hepsini tesbit edip hakkında bilgi olmadığından yalnız ilk ve son yapılanları bilhassa kayıt ve işaret etmekle iktifa ediyorum. Ordu sevkiyatında faydalanmak ve yolcuları barındırabilmek için imâretler yahut hanlar ve kervansaraylar yapılmasına ancak Yavuz Sultan Selim devrinde başalanabildiğini kabul etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bu hükümdarın İranlılarla yaptığı muharebenin Çaldıran’da zaferle neticelenmesi ve Mısır seferinden sonra Suriye ve Hicaz’ın Osmanlıların hâkimiyeti altına geçmesi şarkî ve cenubî Anadolu’dan başka Suriye’den geçen Hac Yolu, Osmanlı hükümdarının halife ünvanını da aldıktan sonra en başta gelen ve emniyet ve asayişine çok itina gösterilen yollardan birisi olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’ın Bağdad’ı ve Tebriz’i alması üzerine de Osmanlı hükûmetinin hududu Basra Körfezi’ne kadar uzanmış ve buralara gidip gelebilmek için yol ve kervansaraylar ihtiyacı daha ziyade kendisini göstermiştir. Şu hâlde bu sahalarda ilk imâr adımını Yavuz Sultan Selim ile oğlu Kanuni Sultan Süleyman atmıştır diyebiliriz. 36 Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. Tevbe Suresi 60. ayet 37 Hamit Selen, Muhtelif Devirlerde Anadolu Yolları, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Mecmuası, c. V, sy. 1-2, 1926, s. 96-108 46 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Muhiddin İbni Arabi’nin Şam’ın Salihiye semtindeki kabri, onun tasavvufi fikirlerini takdir edemeyenler tarafından tahrip edilerek kabrinin yerini çöplük hâline getirilmiş olduğunu gören Yavuz Sultan Selim, Şeyhülislam İbni Kemal’in verdiği fetva üzerine bu yerde Muhiddin İbni Arabi için bir türbe ile bir hanegâh, bir aş evi, bir medrese ve bir de cami yaptırmıştır. 1956’da neşrolunan Küçük Arap Ansiklopedisi 196. sahifesine Şam’daki eski ve yeni koymuş olduğu abide resimleri arasında bunlardan birisi Yavuz’un yaptırdığı caminin resmidir. Cami dört duvar üzerine oturtulmuş yayvan bir kubbe ile iki zarif minareden ibaret olarak görülmekte ve İstanbul’daki Sultan Selim İmareti Camii’ni andırmaktadır. Yine adı geçen ansiklopedi bu sırada Yavuz’un Haseki’deki hanı (kervansarayı) imâr ettiğini de yazar. Burada kullanılan imâr mastarını tamir manasına almak lazım gelir. Suriye’de yapılan en son imâretin III.Sultan Ahmed devrinde 1723-1730 senelerinde Enişte Hasan Paşa’nın yaptırmış olduğu sanılmaktadır. Bu imâret hakkında bu bahsin baş taraflarında etraflıca izahat verilmiş olduğu için tekrarına lüzum görmüyorum. Anadolu’ya gelince: Burada ilk imâret 921(1515/1516)’de Çoban Mustafa Paşa tarafından Eskişehir’de yaptırılmıştır. Bu imâret cami ile hanegâhı, tabhaneyi ve ahırları ihtiva etmektedir. Cami elan mevcut ve mamurdur ve Kurşunlu Camii adı ile anılmaktadır. Fakat Çoban Mustafa Paşa’nın asıl himmeti ve hizmeti yine bu tarihlerde Gebze’de yaptırdığı büyük imâret olduğu anlaşılmaktadır. Gebze İmareti Eskişehir imâretinden sonra yapılmaya başlamış ve ancak Çoban Mustafa Paşa’nın Mısır valiliği dönüşünden sonra tamamlanmıştır. Binanın cephesindeki revakların altındaki duvarı kaplayan kûfî yazılı kitabelerle içerdeki minber ve vaiz kürsüsü gibi tahta inşaatta Arap işçilerinin eserleri olduğu görülmektedir. Çoban Mustafa Paşa İmâreti Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 47 Gebze, İstanbul’dan Anadolu şehirlerine, Arabistan’a, Mısır’dan Orta Asya’ya, Hindistan’a hatta uzak şarka giden büyük kervan yolunun üzerindedir. Şimdiki gibi hızlı giden nakil vasıtalarının değil, hatta arabanın bile işleyemediği zamanlarda, ancak hayvanlarla nakliyat yapılan ve kervanlarla yolculuk edilen devirlerde İstanbul’dan sabahları kalkan bir yolcu öğleyi Kartal’da ve geceyi Gebze’de geçirir ve yine böylece İzmit’ten kalkan yolcular da öğlenleyin ve geceleyin ise Gebze’de bulunmak ve barınmak mecburiyetindeydi. Her gün yüzlerce yolcunun konup geçtiği Gebze’de çektiği sıkıntıyı gören Çoban Mustafa Paşa bilhassa Mısır’da edindiği serveti bu kasabanın imârına ve insanlığına sarf ve harcederek bu imâreti yaptırmıştır. Çoban Mustafa Paşa İmâreti Yemek Pişirilen Mutfakların Dıştan Görünüşü Gebze şehircilik ve turizm bakımlarından görülecek ve gezilecek bir yerdir. Çünkü imâretin bütün tesisleri hemen hemen yerli yerinde durmakta ve hâlâ kullanılmaktadır. Bir kısım tarihçilerimiz bilhassa Evliya Çelebi, Çoban Mustafa Paşa İmâreti’nin Koca Mimâr Sinan’ın yaptığından bahsederlerse de bu cihet oldukça münakaşayı icab ettiren bir meseledir. Çoban Mustafa Paşa İmâreti Tabhanesi 48 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Çoban Mustafa Paşa İmâreti Tabhanesi’nin İçi Osmanlı Türkleri’nin Anadolu’da yaptırmış oldukları son imâretin Çaldır Hanedanı’nından İshak Paşa tarafından Doğu Bayezid’da yaptırıldığını zan ve tahmin etmekteyim. İshak Paşa’nın 1137 (1724)’de vezirlik rütbesi ile Tiflis valiliğine tayin olduğunu ve 1161 (1748)’de yüz yaşında olarak öldüğünü Sicill-i Osmanî haber vermektedir. İmaretin yaptırıldığı Doğu Bayezid, İran-Erzurum-Trabzon transit yolunun başlangıcında ve hududa yakın bir yerde bulunmaktadır. Bu yol İran’dan Karadeniz’e giden en kısa yoldur. Doğu Bayezid da tıpkı Gebze’ye benzer. Çünkü her gün bu şehire İran’dan kervanlarla kafileler gelip Trabzon’a kadar gitmek için bir müddet durarak yol hazırlıklarını yaptıkları gibi, yine her gün Trabzon’dan kalkan kervanlarla kafileler İran’a gitmek üzere Doğu Bayezid’de durmak mecburiyetindedirler. İşte bu zarureti ve ihtiyacı yakından gören İshak Paşa, Çoban Mustafa Paşa gibi Doğu Bayezid’daki kervansarayı yaptırmıştır. Binanın 1137 ile 1161 (1724-1748) arasında geçen 24 sene içinde yaptırılmış olduğu tahmin olunabilir. Bina üzerindeki kitabe görülüp okunmadığı için inşa tarihini böyle tahmini olarak bildirmek mecburiyetindeyim.38 İmaretin inşa tarzı ne Selçuklulara ne de Osmanlılarınkine benzer Mısır ve Suriye’deki Memlukların mimârı eserlerini andırır. İshak Paşa İmâreti’nin camisi bilhassa Adana’daki Ulu Cami’ye benzemektedir. Çünkü bu cami de Memluk mimârisini andırır. 38 Bu sarayın inşaatına 1685 tarihinde başlanılmış, tam manasıyla 1785 yılında tamamlanmıştır. Kitabesi 1199/1785 tarihini göstermektedir. Bkn. Semavi Eyice, “İshakpaşa Sarayı”, DİA, c.22, s.542 (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 49 Anadolu’da en son yapılmış olduğunu sandığım bu imâret, İshak Paşa’nın oğul ve torunlarının ölümlerinden sonra bakımsız kalarak ihmale uğramıştır. Bununla beraber yine de kısmen ayakta durmaktadır. Bu imâretin bu sırada hükûmetçe restore edilmeğe başlandığı haber alınmıştır. İshak Paşa’nın bulunduğu ve hüküm sürdüğü yerler İran’la Kafkasya’ya komşu olduğu için Rumeli’deki serhat beylerinin sık sık yaptıkları akınlar gibi buralarda da onun tarafından adı geçen ülkelere akınlar yapılmakta, yahut oralardan Türkiye’ye yapılan akınlara onun tarafından mukabelelerde bulunmakta olduğu için, İshak Paşa her zaman eli altında mühim bir kuvvet bulundurmak mecburiyetinde olduğundan imâretin pek geniş ve büyük olduğu resminden de anlaşılabilir. Bu imâret yalnız yolcuların değil, aynı zamanda kendi askerlerini ve askerlerin mekâreleri ile atlarının faydalanması için yapıldığına da şüphe edilemez. Bu imâretten bahsedenler onu kervansaray değil, bir (derebeyi) sarayı, bir şato olarak vasıflandırmaktadır. Fakat hemen söylemek mecburiyetindeyim ki ne saraylarda, ne de kışlalarda ve ne bu gibi binalarda cami bulundurulamaz. Çünkü cami serbestçe girip toplanılan ve konferans (hutbe) dinlenilen yerdir. Bundan dolayı saray olamaz. Hele içinde medrese bulunduğu da söylenmesi doğru değildir; çünkü medrese ne sarayda ve ne de kışlada bulunamaz. Yine bu imârette mazgallar ve kuleler mevcut olduğundan bahsedilmesi, kırlarda han ve kervansaraylarda olduğu gibi oralara tecavüz ve taarruz edenlere karşı içeridekilerin müdafa ve mukavemet etmesi içindir. Bunun misallerini bu eserde tafsilatı ile arzetmiştim. 1. İmaretlerin Kadroları ve Hizmet Sahaları Tacidarların, büyük vezirlerin yaptıkları imâretleri yaşatmak için kudretli ve kuvvetli zamanlarda memleketin her tarafında vücûda getirdikleri iratları ve âkarları, imâr ve umran eserlerini sayıp dökmeğe hem mevzumuz, hem de zaman müsait değildir. Yalnız ufak bir kasaba olan Gebze’deki imâret dolayısıyla Çoban Mustafa Paşa’nın yaptıklarını göstermek, bu işte kullandığı memurların kadrosunu kaydetmekle ötekiler hakkında zannederim ki bir fikir vermiş olur: İmaretin Umumî İdare Teşkilat ve Tahsisatı İmaret Nazırı Günde 10 Akçe Mütevelli “ 40 “ Kâtip “ 10 “ Rûznamçe Kâtibi “ 10 “ Vekilharç “ 8 “ 50 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Günde 10 Akçe Vekilharaç Kâtibi “ 5 “ “ 5 “ Akarlar Kâtibi “ 5 “ Filibe Akarları Cabisi “ 5 “ Kâtibi “ 5 “ Ahısra Akarları Cabisi “ 5 “ “ 5 “ “ 5 “ Selânik ve Karıklı Değirmenleri Cabisi “ 4 “ Muhasebe Kâtibi “ 5 “ “ 3 “ Pıravadi Akarları Kâtibi “ 5 “ Yenişehir Akarları Cabileri (2) “ 5 “ Pıravadi Akarları Cabisi ve Kâtibi “ 5 “ Pıravadi Hamamları Cabisi “ 5 “ Süvari Cabi (2) “ 5 “ “ 5 “ Edirne Akarları Cabisi Ve Kâtibi “ 5 “ Yine Edirne Cabisi “ 5 “ Edirne Hanı Hancısı “ 4 “ İstanbul’daki Akarlar Cabisi Selânik Akarları Cabisi Kâtibi Gebze Akarları Kâtibi Denizli Cabisi Günde Mutemet (3) “ 3,4,5 “ Akarlar Tamircisi “ 3 “ “ 5 “ “ 3 “ “ 10 “ Piyade Mutemet Nukut Para Kâtibi Gebze Nukutu Mütevellisi Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 51 Gebze İmareti Memurları İmaret Şeyhi Günde 10 Akçe Kilerci “ 4 “ Kiler Kâtibi “ 2 “ Aşçı “ 5 “ Diğer İki Aşçı “ 4 “ Tabhane Süpürücüsü (2) “ 3 “ İmaret Oduncusu “ 3 “ Ekmekçi “ 8 “ Ekmekçi “ 3 “ Kâse Yıkayan “ 2 “ İmaret Ahırına Bakan “ 8 “ Et Memuru “ 2 “ Ekmek Memuru “ 2 “ İmaret Kapıcısı “ 2 “ Et Hamalı “ 1 “ Pirinç Ayıklayan (2) “ 2 “ İmaret Tamircisi “ 6 “ Sarraf “ 5 “ Yağ Tartan “ 2 “ İmaret Kurşuncusu “ 5 “ Buğday Döğen “ 2 “ Kilerci “ 4 “ Eskişehir İmaretleri Memurları İmaret şeyhi Günde 5 Akçe Vekilharç “ 4 “ Kilerci “ 3 “ Ahırcı “ 2 “ 52 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Günde 5 Akçe Tamiratçı “ 2 “ Tabhane Süpürücüsü “ 2 “ İmaret Mutemedi “ 5 “ “ 2 “ “ 4 “ Silistre Hamamı Kâtibi “ 3 “ Nazır “ 10 “ Kâtip “ 5 “ Eskişehir Mutemedi “ 5 “ Cabi “ 5 “ Değirmen Harmanı Korucusu ve Tamiratçısı İmaret Bahçıvanı Mektepler Teşkilat ve Tahsisatı Gebze Mektebi Muallimi Rumelihisar’da İskele Mektebi Muallimi “ 5 “ “ 5 “ Eskişehir Mektebi Muavini “ 3 “ Eskişehir Mektebi Muallimi “ 4 “ Kalfası (Muavini) “ 4 “ Seyitgazi Mektebi Muallimi “ 4 “ Kalfası “ 1 “ Kalfası (Muavini) Günde 5 Akçe Gebze Camii Teşkilat ve Tahsisatı Hatip Günde10 Akçe İmam “ 10 “ Vaiz “ 10 “ Ders Veren Hoca “ 10 “ Muarrif “ 3 “ Müezzin(4) “ 5 “ Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 53 Günde10 Akçe Naat Okuyan “ 2 “ Kayyum (2) “ 3 “ Kandilci “ 3 “ Aşir Okuyan “ 1 “ Noktacı “ 2 “ Mushaflar Muhafızı “ 3 “ Saatçi “ 5 “ Bahçıvan “ 6 “ “ 2 “ Türbedar “ 2 “ Süpürücü (2) “ 3 “ Kapıcı (Büyük Yolu) “ 2 “ Kenefe Bakan (2) “ 2,3 “ Su Çeken “ 2 “ Dolapçı Eskişehir Camii ve Hanegâhı Teşkilat ve Tahsisatı Hanegâh Şeyhi Günde 15 Akçe Hatip “ 10 “ İmam “ 10 “ “ 5/2 “ “ 4 “ Muarrif “ 2 “ Kayyum (2) “ 2 “ Kandilci “ 2 “ Süpürücü “ 2 “ Kapıcı “ 2 “ Müezzin (4) Hafızı kütüp 54 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Gebze Medresesi Teşkilat ve Tahsisatı Müderris Günde 50 Akçe Muit “ 5 “ Hafız-ı Kütüp “ 3 “ Kapıcısı “ 2 “ “ 1 “ “ 5 “ Süpürücü 15 Leylî Talebe (Yemekleri de Verilir) Şu izahattan anlaşılır ki Gebze ve Eskişehir gibi ufak bir kasabalardaki imâretleri, mektep, hanegâh yapmak ve yaşatmak için Çoban Mustafa Paşa İstanbul, Edirne, Selânik, Eskişehir, Filibe, Silistre, Gebze, Denizli, Patra, Pravadi’de iratlar ve akaretler yapmak suretiyle hem oraların imârına çalışmış, hem de gerek Gebze’deki imâreti, gerek Eskişehir, İstanbul, Kütahya, Eskihisar’daki mektep, tekke ve kütüphaneyi idare için cem’an 15 talebe ile birlikte “155” kişiye iş bulmuş ve gündelik yevmiye vermiştir. Bu kişilere bir günde, bir ayda, bir senede verdiği paranın hesabını yapmadım. Arzu edenler yapabilirler. Yalnız şu kadarını söyleyim ki verilen gündelikler “1” akçeden başlayarak “50” akçeye kadar çıkmaktadır. Bunlar arasında en yüksek maaşı “günde elli akçe” müderris ve ondan sonra kendi sülalesinden gelen mütevelli “günde 40 akçe” almaktadır. Çoban Mustafa Paşa müderrisi mütevelliye takdim ve tercih etmekle ilmin kıymetini yükseltmiştir. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 55 III.İMARETLERDEN HANLARA 1. Hanın Tarifi ve Çeşitleri Han, Farsça bir tabirdir. Araplar da, Türkler de bu kelimeyi dillerine aynen almış ve kullanmışlardır. Farsça’da bu kökten gelen hane, hanegâh, haneman ve hanedan tabirleri ile han arasında iskân ve ikamet bakımından yakın birer münasebet görülmektedir. Bozkırlarda olsun, şehir ve kasabalarda olsun han ve benzerlerinden yapılması birer ihtiyacın ve zaruretin neticesidir. Bu ihtiyaç ve zaruret ise bozkırlardan geçerek şehir ve kasabalara gelen insanlarla onları ve eşyaları ile mallarını taşıyan canlı nakil vasıtalarını barındırmak, yedirip, içirmek mecburiyetinden ileri gelir. Bununla beraber bu mecburiyet para kazanmaktan ziyade bir şefkat eseridir. Çünkü yolda kalmış ve bunalmış kimselere yardım etmek İslam dininin ve aynı zamanda insanlığın icablarındandır.39 Han klasik olarak, aşağı yukarı şöyle tarif ve tasnif edilmektedir: Büyük yollar üzerinde, şehir ve kasabalarda tahtadan yahut taş ve tuğladan yaptırılan binalardır. Bu binaların ortalarında üstü açık bir avlu bulunur. Hanlardan bol akar suların, hiç olmazsa büyük bir kuyunun bulunması şarttır. Hanların üst katına taş bir merdivenle çıkılır. Bu katın dört bir tarafı odalarla çevrilidir. Odaların önünde mutlaka revaklı geniş bir sofa bulunur ve odaların kapıları bu sofaya açılır. Her odada ekseriyetle birer ocak vardır. Mevsimine göre han sahibinin vereceği, yahut yolcuların tedarik edecekleri yakıtlarla burada ısınılabilir. Tek başına birer oda işgal edemeyecek ise sofalarda veya geniş koğuşlarda şekiler üzerinde yaygısını sererek hep bir arada yatarlar. Buralarda da ocak ve ısıtma tesisatı vardır. Şekiler ekseriyetle hanın alt katındadırlar. Yolcuların hayvanları da yularını yemliklere bağlı olarak mekâreci ile birlikte burada yatarlar. Bunun bir örneğini Gebze’de Çoban Mustafa Paşa imâretinde görüyoruz. Hanların giriş kapısının bir tarafına bir kahvehane, öte tarafında da bir demirci dükkânı yapılırdı. Bu dükkân ilk zamanlarda nalbantlık için ihdas edilmişse de yolculukta araba kullanılmaya başladıktan sonra tekerlekleri tamir işine yaramıştır. Giriş kapısının karşısında ve hanın iki tarafında alt katta ahırlar bulunur, arabalarla hayvanlar buralara yerleştirilirler. Hana getirilen tüccar malları da buralarda muhafaza altına alınır. Hanların onda dokuzu ikişer katlı iseler de XVII. yüzyıldan sonra üçer katlı olarak yapıldıkları da görülmektedir. Kösem Sultan’ın Çakmakçılar Yokuşu’nda yaptırdığı Büyük Valide Hanı ile yine o yokuşta III. Mustafa’nın yaptırdığı Büyük Ticaret Han bunların birer örneğidir. Buralarda zeminin meyilli oluşu da hanın 3 katlı olmasına âmil olmuştur denilebilir. 39 Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olana, yolda kalana mahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir. Tövbe Suresi 60. ayet 56 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Büyük Valide Han Avlusu Hanlardan bahseden yazarlar, hanın derecesini, yani büyüklük veya küçüklüğünü anlatırken ocak ve hücre (oda) tabirleri kullanırlar. Meselâ Evliya Çelebi, İstanbul’un büyük hanlarından bahsederken “Hoca Hanı için 70, Piri Paşa Hanı için 80 hücresi vardır” dediği gibi, Mahmutpaşa için 120, Kebeciler için de 100 ocak tabirini kullanır. Kervansaraylar da Han’ın tarifine dahil ise de ehemmiyeti itibariyle onlardan aşağıda ayrıca bahsedileceğinden bu hanları: a-İskan ve ikâmet hanları b-Ticaret hanları ve çarşılar diye ayırıp inceleyeceğiz. 2. Otel Hizmeti Gören Hanlar Bu çeşit hanlar ikişer kattır. Üst katta yolcular yatar, alt katta yolcuların hayvanları ve eşyaları barındırılır. Bilhassa ana yollar üzerinde bulunurlar. Her taraftan gelip geceyi orada geçirmek mecburiyetinde kalanların işine yarar. Hatta buralara konup göçenlere parasız yemek ve hayvanlarına parasız yem verilir. Eski zamanlarda bu türlü hanlar hayır ve şefkat sahipleri tarafından yaptırılırdı. Bunlardan bir tanesinin tarifini 1554-1562 senelerinde Osmanlı ülkesine gelmiş olan Avusturya elçisi Busbecq’den ögreniyoruz. Bu yabancı, Niş’te görüp çok begendiği, hatta kervansaraya tercih ettigi hanı “Türklerin imâret adını verdikleri hanlar” tabirini kullanarak şöyle anlatıyor: “… Bir Türk hanında kaldım. Bunlar kervansaraylardan daha geniş ve ayrı ayrı yatak odaları ile cidden büyük binalardır. Hanlar, Hristiyan, Yahudi, zengin, fakir hiç bir kimseyi reddetmezler. Kapısı herkese aynı surette açıktır. Bir kral sarayı imiş gibi buralarda ben daima resmi kabuller yaptım…Yolcular bu hanlarda 3 gün parasız beslenirler, fakat 3 gün sonra artık gitmeleri lazımdır. Burada rahatım pek yerinde. Fakat her zaman aynı konak yerine tesadüf edemedim.“40 40 Ogier Augerius De Busbecq, Türk Mektupları, trc. Hüseyin Cahit Yalçın, İstanbul Remzi Kitapevi 1939, s. 29-30 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 57 Yukarıdaki paragrafta belirtilen han tipi, daha ziyade para ile istediği kadar yatılan ve otel mahiyetini taşıyan hanlardır. İstanbul gibi büyük şehirlerde bunlardan yüzlecesi bulunur. Koca bir imparatorluğun merkezine memuriyet, ticaret, vesair maksatlar ve mecburiyetlerle gelen binlerce kimsenin rahatça barınabilmesi için elbette böyle paralı hanların olması lazım gelir. Bu türlü hanların listesini eserin sonuna ekledim. 3. Sultan Hanları Anadolu’da yer yer menziller, hanlar ve kervansaraylar yaptırılması idari, askeri ve ticari zaruretlerin icabıdır. Anadolu’nun bilinen ilk sakinlerinden itibaren buraya gelen bütün kavimlerin ve milletlerin gittikleri bu yollardan Selçuk Türkleri de aynı zaruretin sevkiyle gitmişlerdir. Charles Texier’nin şu satırları dikkate değer: Meselâ bütün Lidya memleketi şarktan garba doğru sahili Şuşa’ya bağlayan bir yol ile mücehhezdi. Kral Yolu denilen bu yol menzillere ayrılmıştı. Bunların her birinde krala mahsus evlerle yolcuların inecekleri yerler vardır. Yolcular bu yerlere parasız kabul edilirlerdi. Yollar ancak meskûn yerlerden geçerdi. Lidya-Frigya’yı Halis nehri sahiline kadar katetmek için 20 menzil vardı. Bunlardan her birinin arası 81 panarongar, stat idi.41 Milattan önce altıncı yüzyılda İran hâkimiyeti altına giren Kral Yolu tek bir idare altında birleşince sistematik bir tarzda gelişme imkânlarını buldu. Heredot bu yol üzerinde posta konakları (menzilhaneler) ve güzel hanlar olduğunu ve bazı stratejik mevkilerde müstahkem kaleler bulunduğunu anlatmaktadır. Konaklarla menzilhaneler birbirine ortalama hesapla 13’er kara mili mesafede bulunurdu. Sart ile Şuş arasındaki mesafe tacirler ve yolcular tarafından üç aydan daha kısa bir zamanda katediliyordu. Bu sayede Posta Tatarları vasıtasıyla kralın mektupları ve emirleri daha az bir zamanda naklolunabiliyordu. Hatta bu teşkilat ve tesisat nedeniyle İranlıları postacılığın ilk kurucularından sayarlar. Yine bu teşkilat, kervanla gelen yolcular ve tacirlere faydalı oluyordu. Buralara uğrayanlar her zaman yiyecek, içecek ve yatacak yer bulurlardı. İranlılar’dan sonra Romalıların ve daha sonra Bizanslıların da bu tesisleri ve teşkilatları idâme ettirdiklerinden şüphe edimez. Şu var ki bunlardan hiç bir eser kalmamış olmasına bakılarak, Anadolu’nun eski sakinlerinin muazzam ve abidevi şekilde binalar yapmamış oldukları da görüşüne teslim olunmak lazım gelir. Bundan dolayıdır ki Anadolu abidelerini birer birer görmüş ve yerlerinde incelemiş olan Riefstahl, cenubi garbi Anadolu’da ve Antalya’da rastladığı Şerefzah Hanı dolayısıyla şu kanaatı izhar ediyor: “…Bu han bu tarzdaki hanların ilk misalini teşkil ettiği için ehemmiyeti haizdir. Bildiğime göre Türkiye dışında bu tipte han mevcut değildir. O hâlde bunların Selçuklular tarafından icat edilmiş bir mimâri tarz olması lazım gelir. Bu tarzın Osmanlı mimârisindeki temadisini Art Bulletin’de Selçuk hanları hakkında yaptığım tetkikte izah ettim.”42 41 Charles Texier, Küçük Asya, trc. Ali Suad, Matbaa-ı Amire, 1340 c.2, s.30 42 Rudolf M. Reifstahl, Cenubî Garbi Anadolu’da Türk Mimârisi, Ankara Maârif Vekâleti, Ankara 1941, c.1, s.51-52 58 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Antalya Kırk Göz Han -Reifstahl’den Türk sivil mimârisinin bu abideleri hakkında, esefle söyleyeyim ki kâfi derecede bilgimiz yoktur. Hele bu babda eser denilebilecek kitaplara da rastlayamadım. Ancak son senelerde iki mecmua, Türk Tarih Kurumu Belleten’i ile Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleten’i şükranla karşılanabilecek birer kaynak olmuştur. Kırk Göz Han İçi Bunlardan birincisinde Prof. Dr. Osman Turan’ın kitap kadar iki mühim büyük yazısı çıkmıştır. İkincisinde ise daha ziyade muhtelif gazete ve mecmualarda çıkan yazılar iktibas suretiyle toplanmıştır. Bu yazılardan bu eserde geniş ölçüde faydalanıyorum. Osman Turan diyor ki: “Anadolu’nun Müslüman ve Hristiyan kavimler arasında bir köprü vazifesini görüp dünya ticareti bakımından büyük bir ehemmiyet kazanması Selçuk istilasının mesût neticelerinden biridir. Memleket Bizans idaresinde iken dünya ticaretinin aldığı istikamet ve içerisinde bulunduğu şartlar bu topraklar için hiç de müsait değildi. Müslümanlarla Hristiyan âleminin çalışma sahası olan Anadolu bu münasebetle muntazam ve geniş ticari münasebetlere elverişli olmadığı gibi harblerin sebebiyet verdiği tahrîbât da Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 59 iktisadi inkişafa engeldi. Bundan dolayı asırlarca medeni İslam memleketlerinde rağbetle aranan şimâl kürkleri bütün İslam devletlerinin ordularını besleyen ve yüksek sınıfların saraylarını dolduran köle ve cariyeleri, en yakın ve tabiî bir yol olan Anadolu’dan değil, Harzem ve İran vasıtasıyla geçip İslam memleketlerine dağılıyordu. Diğer taraftan kara yolları gibi XI. asra kadar deniz yollarının aldığı istikamet ve Anadolu’yu tamamıyla bunların yarattığı ticari faaliyet dışında bırakıyordu. Akdeniz’in şark, garb ve cenub kıyıları İslam kavimlerinin eline geçtikten ve geçit yerleri onlar tarafından işgal edildikten sonra bu deniz bir İslam gölü hâline geldi. Bu durum Avrupa’da şehir hayatını ve iktisadi imkânları felce uğratarak feodal cemiyetin doğmasına sebep oldu. Bu suretle yalnız Müslüman ticaretine münhasır kalan Akdeniz gemicilerinin Anadolu limanlarına uğramalarına lüzûm ve imkân kalmamıştı. Müslüman hâkimiyetinde iken Akdeniz ticaretinin istikameti Orta Asya’dan, oradan da Suriye limanları vasıtasıyla Afrika ve Endülüs limanlarına yöneliyordu. Bu umumî çizgiler Bizanslıların elindeyken Anadolu’nun maruz bulunduğu iktisadi gerilemenin sebeplerini izah eder. Selçuk istilâsı, Anadolu’yu İslam dünyasının geniş iktisadi ve ticari faaliyetleri çerçevesine sokmakla bu ülkenin tarihinde yeni bir devir açtı. Cenubdaki medeni İslam memleketleri ile şimal kavimleri arasında ceryan eden ticari mübadeleler için siyasi engeller ortadan kalkarak Anadolu yolu büyük bir ehemmiyet kazandı. Fakat bu vaziyet Selçuk istilası vuku bulur bulmaz birdenbire teessüs edemedi. Bunun için önce Bizans ve Haçlı taaruzlarını kırmak ve rakip hanedanları ortadan kaldırarak milli birliği kurmak gerekiyordu. Gerçekten bu şartların sağlandığı XII. asrın sonlarına doğrudur ki Türkiye’de ticari faaliyetler geniş ölçüde başladı ve memleket her türlü medeni gelişmeler için imkânlar bulabildi. Türklerin Anadolu’ya yerleşmeleri sırasında Akdeniz ticaretinde vukua gelen inkılâpta Türkiye’de şimalcenub istikâmetinde ikinci bir faaliyet doğmasına sebep oldu. Selçuklular’dan önce Müslümanlar Hristiyanlara karşı karalarda gerilerken denizlerde bir müddet daha mevkilerini muhafaza edebilmişlerdir. Fakat XI. asrın sonlarında Müslümanlar fatih Türkler sayesinde karalarda da tekrar ilerlemeye başladıkları zaman denizlerde süratle çekilmeye mecbur kaldılar. Bu suretle evvelki devrin aksine olarak, Akdeniz ticareti tamamıyla Hristiyan kavimlerin eline geçti. Bu ticari faaliyetler garbta iktisadi ve medeni hayatın gelişmesine ve yükselmesine, aynı zamanda Hristiyan ve Müslüman kavimler arasında geniş nisbette münasebetlerin başlamasına, fikri sahada olduğu gibi, maddi mahsullar hususunda da büyük ölçüde mübadelelere yol açtı. İşte o zamanki medeni dünyanın ortasında bulunan Türkiye’nin milletlerarası bir köprü haline gelmesi bu umûmi şartların bir neticesidir. Selçuk Türkiyesi’nde ceryanına müşahade ettiğimiz büyük ticari faaliyetlerin birinci sâiki bu umûmi şartların Türkiye lehinde genişlemesi ikincisi, hiç şüphesiz, Selçuklu devletinin güttüğünü gördügümüz çok dikkate şayan iktisadi ve ticari siyasetidir. Filhakika II. Kılıç Aslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykavus ve I. Alâeddin Keykubat gibi devrin büyük ve geniş görüşlü sultanlarının bu umûmi şartların ehemmiyetini tamamıyla kavrayarak iktisadi ve ticari faaliyetleri arttırmak için çeşitli vasıtalarla, birçok koruyucu ve teşvik edici tedbirlere başvurduklarını görüyoruz. Onlar fetihlerini, ticaret yollarını emniyet altında bulundurmak, iktisadi 60 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri gayelerini ilk plana almak suretiyle yapmış ve ona göre ayarlamışlardır. Bu gaye bizzat devrin kaynaklarında açık olarak gösterilmektedir. Sinop ve Antalya gibi memleketin giriş ve çıkış limanlarında ticari mübadeleleri kolaylaştırmak ve geliştirmek için bu şehirlerde büyük sermayeli tacirler yerleştirdiler ve onlara her türlü yardımlarda bulundular. Türkiye’ye gelen yabancı tacirlerle imtiyazlar verdiler. En az bir gümrük tarifesi tatbik ettiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan veya malları denize batan tacirlerin zararları devlet hazinesince tazmin edilmekte idi ki bu Selçuklu devletinin bir devlet sigortası tatbik ettiğini gösterir. Bu keyfiyet dünya ticareti tarihi için de ehemmiyetlidir. Zira ticaret tarihi ile uğraşanlar sigorta müessesesinin zuhurunu ancak XIV. asra Ceneviz ve Venedikliler’e kadar çıkarmaktadırlar.”43 “Devletin giriştiği bu tedbirler arasında ticaret kervanlarının, bazı yollarda askeri müfrezeler idaresinde sevkedilmesi, tenha yerlerde ve tehlikeli geçitlerde muhafız kuvvetler bulundurulması keyfiyeti de dikkate şayandır. Gerçekten bir Ortaçağ devleti kadar kuvvetli ve asayişi ne kadar sağlam bir sûrette temin etmiş olursa olsun o zamanki şartlara göre zengin emtiâ nakl eden kervanların hududlarda düşman çapullarına, içerde göçebe ve eşkiya baskınlarına hedef teşkil edecekleri göz önüne getirilecek olursa bu tedbirleri lüzum ve ehemmiyeti kendiliğinden anlaşılır. Esâsen buna Selçuklularla çağdaş diğer bazı komşu devletlerde de rastlamaktayız. Bu zaruret ve şartlar dolayısıyla yapılan kervansaraylar Anadolu’yu şark-garp, şimal-cenub istikametinde kateden iki büyük milletlerarası ticaret yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu yollarda şark-garb istikametinde olan Antalya ve Alanya’dan başlayarak Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a varır. Sivas’dan ayrılan diğer bir yol da Tokat ve Samsun’u geçerek Sinop’a inerdi.”44 Bu bahse şu satırları da ilave edeyim. Bu yollardan bilhassa hükûmet merkezi ile irtibat temini bakımından en mühim Konya-Antalya-Alanya yolu idi. En mütekâşif hanlar da bu yol üzerinde bulunuyordu. Bu gün bile Konya’dan kalkıp Beyşehir kenarından geçerek Akdeniz kıyısında Manavgat’a ve oradan şarka dönerek 43 Prof. Dr. Osman Turan’ın Selçuklular’da Sigorta hakkında verdiği bu kıymetli mütâlâa sırasında daha önce Endülüs Müslümanlarının bu sahada ortaya koymuş oldukları ticari usûllerle sigorta hakkında aşağıdaki satırların da gözden geçirilmesini faydalı buluyorum. Bu malumat New York Üniversitesi Profesörlerinden John Willam Dıraper’in Les Conflits de la science et de la religion eserinden alınmıştır: “İspanya’daki İslam hükümetleri Barselona limanı yolu ile Avrupa’ya doğru bir ticaret yolu açmış ve Yahudiler bu hususda güzel hizmet görmüşlerdir. Mezkur hükümetle ticaretin kolaylaştırılması için bir takım yeni usüller icat, yahut kabul ederek ulûm ve fünûndan behreleri gibi bu kolaylık usûllerini de Avrupa’nın içerlerine doğru neşre başlamışlardır. Bu cümleden olarak usûl-ı muzufe ile defter tutma sanatı da şimali İtalya’ya Araplardan geçtiği gibi, ticarete sigorta usûlünü de İtalyanlar Araplardan almışlardır. Bu sigorta keyfiyetine kilise pek çok defa itiraz etti. Kilise buna yasaklama gösterdiyse de bu işin menine muvaffak olamadı. Kilise ediyordu ki, yangın ve deniz kazalarına karşı emniyeti temin edecek çâreler aramak, Allah’a muhalefet olup, hele insan hayatını sigortaya almak külliyyen günahtır. Araplar banka usûlünü de icat ederek sermaye teşkiline çok yardım etmişlerken, Katolik kilisesi bunu bir nevi murabahacılık sayarak menine kalkışmıştır. Mukavelat muharrirliği vazifelerini ve poliçelere ve riâyet edilmeyen ticari şartlara karşı protesto usûlü hep Arap ekonomistlerinin icat ettikleri kolaylaştırıcı vasıtalardandır. Her birine Katolik kilisesi ayrı ayrı muhalefetten geri durmadı. Hiç mübalağa edilmeksizin hükmedilenilir ki bütün ticaret ve mali işlerde kullanılan kolaylaştırıcı usûllerin hepsi Arapların icadıdır.” (J. Dıraper, Niza-i ilm-i din, trc: Ahmed Midhat Efendi, Dersaadet Tercüman-ı Hakikat, İstanbul 1313, s. 407) 44 Osman Turan, a.g.e., s.471-475 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 61 Alanya’ya ve garbe dönerek de Antalya’ya giden bir yolcu her 30-40 kilometrede bir han harabesine rastlar. Bunun hesabını harita üzerinde de yapabiliriz. Devlet Kara Yolları’nca bastırılmış olan haritaya göre Konya ile Manavgat arası 281 kilometredir. Manavgat ile Antalya arası da 94 kilometre tutar. Şu hâlde Konya ile Antalya arası 281+94=375 kilometredir. Yine bu hesaba göre Manavgat’la Alanya arası 53 kilometre olduğundan Konya ile Alanya arası da 281+53=334 kilometre eder. Her iki şehrin kilometre tutarı 30-40 ortalaması olan 35’e taksim edilirse 10, ötekisine 9 han isabet ettiği görülür. Bu hesap diğer yollara da tatbik olunabilirse de oradaki hanların çoğu zamanla ortadan kalkarak harabeleri bile kalmamış olduğundan buralar için aynı derecede isabetle hesap yapamıyoruz. Üzerinde durup hesap yürüttüğümüz yola bu kadar ehemmiyet verilmesinin bir sebebi de Konya’nın yazlık, Alanya’nın aynı zamanda Antalya’nın kışlık hükûmet merkezi ittihaz edilmiş olmasından ve senede ilk ve sonbaharda hükümdarlar ve hükûmet adamlarının maiyetleriyle ve aileleriyle birlikte bu yollardan geçip gitmelerinden ileri gelir. Bundan dolayıdır ki hanların içinde bu yüksek tabaka için yaptırılmış köşk adındaki husûsi kısımlar da vardı. Şunu da belirtmek yerinde olur ki bütün bu hanların yalnız sultanlar yaptırmamışlardır. Selçuklu tarihlerinde topu topu dört sultanın adları geçer. O sultanlar da şunlardır: II. Kılıç Aslan, I. Gıyaseddin Keyhusrev, I. İzzeddin Keykavus ve I. Alâeddin Keykubat. Geri kalan diğer eserleri, Selçuk Beyleri, tımar ve zeamet sahipleri işe sâir hayır sevenler yaptırmışlardır. Şu hâlde bütün bu hanlara “Sultan Hanı” denilmesi doğru değildir. Şunu da hatırlatmak yerinde olur ki muhtadar İbni Bibi tercümesinde meselâ Alâeddin Keykubat’ın imâretinden bahsedilirken “Han-ı âlaî” denildiği gibi “Kervansaray-ı Sultânî” tabirine de rastlanmaktadır. Antalya’dan Konya’ya giden yol üzerindeki hanlar ve kervansaraylar harita üzerinde yapılan hesaba göre yürütülen bu izahatı mahalli tetkikler yapanlar teyit etmekte ve daha iyi belirtmektedir. Ezcümle Antalya Müzesi Müdürü Fikri Ertem tarafından yazılan Antalya Vilayeti Tarihi’nde bu cihet şu satırlarla bildirilmektedir: “Selçuklar Konya’ya doğru iki yol takip etmişlerdir. Şimal yolu ve şimal-ı şarkî yolu. Şimale giden yol üzerinde gördüğümüz hanlar şunlardır: Evdir Hanı, Kırkgöz Hanı, Susuz Hanı, İncir Hanı, Eğridir Hanı ve Eğridir gölünün şarkında Gelendost Hanı. Şark-ı Şimaliye doğru uzanan sahada ise Balkıs Tiyatrosu, Garga Hanı, Elif Ovası’nda Tol Hanı, Seydişehri toprağında ve Gembus Ovası’nda Ortapayam Hanı, daha ilerisinde Seydişehri, Beyşehir Hanları. 62 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Sultan Hanı’nın Cümle Kapısı Bu han silsileleri tahminen 8’er saat mesafe ile Konya’ya kadar devam etmektedir. Alâiye’den kalkan bir kafile ise Antalya ve Konya’ya gitmek için batıya doğru yürüyerek başta Şarapsa Hanı’nda ve sonra Alârâ Hanı’nda birer konaklama yapardı. Buradan kalkarak batıda Pazarcık’ta buradan da şimale dönerek Antalya’dan gelen kafile ile Karga hanında birleşirdi. Daha sonra Tol, Ortapayan ve Beyşehir hanları vasıtasıyla Konya’ya giderdi. Eğridir’den itibaren iki han silsilesini görüyoruz. Biri, Beyşehir Hanı diğeri Gelendost Hanı vasıtasıyla şimale doğru gider. Beyşehri’nin şimalinde Selge Köyü’nde bu hanlar yolu ikiye ayrıldığı gibi Isparta’dan da biri şarka biri garba şimaliye doğru iki yol takip edilirdi. Bazı ecnebi kitaplarında Köprü Suyu kenarında ve Pazarcık vs. birer han kaydediliyorsa da bütün araştırmama rağmen oralarda böyle bir han izlerini bulamadım. Alâiye’den doğuya doğru Silifke ve Adana taraflarına giden bir silsileyi çok aradım. Fakat bulamadım. Yalnız Sedre Köyü’nde mimâri tarzı diğer hanlara hiç benzememek üzere büyücek bir han vardır ki, kitabesi olmadığından bu han hakkında bir şey söylenemez. Bu hanlar için edilen fedakarlıklar nazar-ı itibara alınırsa Selçukluların Antalya ve havalisine ne derece ehemmiyet verdikleri anlaşılır. Bu hanlardan bugün az harap olanlar, Susuz Hanı, İncir Hanı, Karga Hanı, Alâra Hanı, Şarapsa Hanı’dır. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 63 Sultan Hanı’nın İç Mihrabı İncir Hanı’ndan itibaren Eğridir’e kadar olan mesafenin uzunluğuna bakılırsa daha bir hanın bulunması icab ederse de mevcudiyetine dair eser yoktur. Yalnız İncir Hanı’ndan 6 saatlik uzaklıkta ve Isparta’ya 4 saat mesafede bulunan 1300 metre yüksek Ağlason Köyü vardır. Köy sulak ve çok geniş, münbit bir ovaya bakar. Köyün ihtiyarlarından öğrendiğime göre yapılmakta olan belediye binâsının yerinde pek büyük bir han varmış. Bu han köy içerisinde olduğundan köylüler taşlarını sökmek suretiyle evlerde kullanmış ve böylece handan bir eser kalmamıştır. Hâlâ burasına “han ardı” deniliyor. Vaktiyle bu meydanda her hafta pazar kurulurmuş. Hanın temelleri bile sökülmüş olduğundan bu han hakkında bir fikir edinmek mümkün olmadı.”45 4. Elçi Hanı Buna Elçihâne de denilir. İnşaat, taksimat ve gördüğü hizmet itibariyle bunların öteki hanlardan farkı yoktur. Çünkü Elçi Hanları’nda üst katları iskân ve ikâmete mahsus odaları ve alt katlar hayvan ahırlarını ihtiva ederlerdi. Ortasında ise geniş ve üstü açık bir avlu bulunurdu. 45 Süleyman Fikri Ertem, Antalya Vilayeti Tarihi, Tan Matbaası, İstanbul 1940, s. 75-75 64 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Elçi Hanları’nın daha canlı ve etraflıca bir izahı 1551-1562 senelerinde ve Kanunî Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelip burada sekiz sene kalmış olan Avusturya elçisi Busbecq’den öğrenebiliriz: “…Şimdi size oturduğum binayı güzelce tarif etmek isterim. İstanbul’un kesif sûrette kalabalık bir yerinde bulunuyorum. Arka pencereler uzaktan, gayet güzel, denizi görüyorlar. Yunus balıklarının suda oynaştıklarını görebilecek kadar denize yakındı. Uzaktan Asya’daki Olipos (Ulu)dağı daimî surette beyaz karlı tepe fark ediliyor. Evim bütün rüzgârlara açıktır. Bundan dolayı sıhhî bir ikâmetgah telakkî olunuyor. Mamafih Türkler ecnebilere bu gibi şeyleri çok gördüklerinden pencerelere demir parmaklık koymak suretiyle nezareti kesmekle de iktifa etmeyerek tahta perdeler çekmişler, hem manzaradan hem taze havadan istifadeye mani olmuşlardır. Bu, komşuların şikayetleri üzerine yapılmış gibi görünüyor. Çünkü onlar Hristiyanların kendi husûsi hayatlarını seyir ettiklerini iddia eylemişlerdir. Bina tam bir murabba teşkil ediyor. Ortada büyük bir avlu vardır. Avluya bir kuyu kazılmıştır. Yalnız üst katta oturulur. Önünde bir veranda (revak) vardır ki fırdolayı devam ediyor. Arkada odalar yapılmıştır. Veranda dahili kısmi teşkil ediyor ve avluya bakıyor. Odalar harici kısmı vucûda getiriliyor. Hepsinin kapıları verandaya açılmıştır. Odaların sayısı çok ise de kendileri küçüktür. Hepsinin büyüklükleri birdir. Tıpkı manastır hücreleri gibi. Binanın cephesi sokağıdır. Sokak saraya gider. Her Cuma günü sultan camiye giderken buradan geçer. O gün için sefirlerin kendisinin pencereden sık sık görmeleri kabildir. Ve Yeniçerilerle beraber geçerken sultanı selamlarlar. Daha doğrusu selamını iade ederler. Çünkü Türkler’de ibtidâ büyüklerin selam vermesi âdettir. Onun için ibtidâ sultan yol ağızlarında dizilen halka selam verir, onlarda alkışlar ve hayırlı dualarla selama mukabele ederler. Binanın bir katı beygirler için ahır hizmeti görüyor. Bina dahili kemerler üzerine kurulmuş ve bu suretle yangından muhafaza edilmiştir. Dışarısı da kurşunla kaplanmıştır. Birçok hususlarda bu ev çok rahattır.”46 Elçi Hanı 46Busbecq, a.g.e., s.123-124 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 65 Evliya Çelebi bu handan bahsederken “kefere zamanından kalma bir handır” der. Şu hâlde İstanbul’un fethinden sonra bu bina padişah tarafından birine verilmiştir. Taksimatı ve inşa tarzı Bizans’dan kalan hanlara benzediğine göre, bu bina Türk yapısı olarak kabul edilemez. Esasen binanın hükûmete ait olmadığını, Busbecq’in burası için hükûmetçe senede 400 altın sikke (Doka altını) kira verilmekte olduğundan bahsetmesi de bunu teyit eder.47 Aynı zamanda İstanbul’a başka sefâret heyetleri geldiğinde Evliya Çelebi’nin Atmeydanı, Ayasofya ve Divanyolu’nda mevcudiyetini haber verdiği büyük hanlarla kervansaraylar tahliye ettirilerek sefirlere tahsis olunurdu. Bunlar da kâfi gelmemiş, yahut hanlara elçileri oturtmak çok kârlı bir iş olmuş olacak ki, daha sonraları Köprülüler, adı geçen Elçi Hanı’nın hemen karşısında hâlâ kısmen mevcut olan Vezir Hanı’nı yaptırmışlardır. Bu bina gözden geçirilirse alt ve üst katları, verandalarıyla ortasında geniş avlusıyla Busbecq’in tarifine tamamıyla uygun olduğu görülür. Atmeydanı’ndaki hanlardan veya kervansaraylardan bir tanesi sonraları elçilerden başka birçok hizmetlere tahsis edilmiş olduğu gibi yeni yapılan Adliye Sarayı’nın yerinde Mehterhane yani eski Mızıka-ı Hûmâyûn askerlerinin kışlası hizmetini gören bina, bizzat gezilip görüldüğü gibi tamamıyla yukarıda vasıfları yazılan bir kervansaraydan başka bir şey değildir. Atmeydanı’na açılan kapısı da örülmüş ve kapatılmış bir hâlde görülüyordu. Çemberlitaş Vezir Hanı Kalabalık bir maiyetle gelmeye ve birçok nakil vasıtalarını kullanmağa mecbur olan sefirlerin muhafazasına memur edilen Kavaslarla Yeniçerileri hükûmet iâşe ve ibate ederdi. Nitekim Türkiye’den yabancı memleketlere giden sefirler de oralarda bu suretle muâmele görürlerdi. Sefirlerimizin yazmış oldukları sefaretnameler bu hususta bize etraflı malumat vermektedir. XVIII. yüzyıldan sonra İstanbul’da bilhassa Beyoğlu’nda daimî sefarethaneler ihdas olunduktan sonra burada bahis mevzu edilen Elçi Hanları ve kervansaraylar artık bu işe yaramaz olmuşlar ve başka hizmetlere tahsis 47 Busbecq, a.g.e., s.122 66 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri edilmişlerdir. Yine bu sebepten dolayıdır ki Çemberlitaş’taki Elçi Hanı’nın 1187-1203 (1773-1788) tarihlerine rastlayan I. Abdülhamid zamanında (Tatarın Ocağı) adı verilen menzilhaneye, postahaneye terk edilmiş olduğunu biliyoruz. Yine bu tarihlerde İstanbul’a sefâretle gelmiş ve bu Elçihâne’de oturmuş olan bir elçi zamanında yaptırılmış yağlı boya tablo bugün Türkiye Cumhuriyeti seferlerinden Hulusi Fuat Tugay’ın evinde ve elinde bulunmaktadır. Bir müzeye mâl olacak derecede kıymetli vesika sayılabilir. Çemberlitaş Vezir Hanı İç Avlusu 1282 (1865) tarihindeki 8. Hoca Paşa Yangını’nda bu bina yanınca, yapılan haritaya göre hanın yıkılması icab etmiş ve 1298 (1882) tarihinde II. Abdülhamid’in baş mabeyincisi Osman Bey bu yeri satın alarak kendi adını taşıyan matbaayı yaptırmıştır. Son senelerde Osman Bey’in vârisleri bu binayı kısmen teberrû, kısmen de bedeli mukabili de satmak suretiyle Darüşşafaka’ya mâl etmişlerdir. Bugün bu binanın içinde sinema, matbaa, ilaç laboratuarları vesaire vardır. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 67 Elçi Hanı, Çemberlitaş Edirne şehrinin vakit vakit bilhassa IV. Sultan Mehmed zamanında payitaht olduğu bilinmektedir. Padişah, Edirne’de bulunduğu sırada Türkiye’ye gelen sefirler Edirne’de huzura kabul edilip ve işleri bitinceye kadar da orada oturmak mecburiyetinde bulunurlardı. Bundan dolayıdır ki, İstanbul’da olduğu gibi Edirne’de de Elçi Hanları vardı. Edirne hakkında kıymetli tetkikleri ve eserleri bulunan Rıfat Osman bu hususta bize şu malumatı vermektedir: “İstanbul’un fethinden sonra uzun müddet Edirne’de ikameti ile meşhur olan Avcı Sultan Mehmed zamanında Edirne’de Bostancı Başı olan Ali Ağa’nın 1088 (1677) de yazdığı Saray-ı Cedid-i Sultâni adındaki eserinde eskiden beri Edirne’ye gelen yabancı elçileri kale içinde (yani Hristiyan mahallelerinde) Mahkeme-i Şeriyye’ye yakın bir yerdeki Rum zenginlerinin evlerinde misafir edilmekte idiler. Hristiyanların bu fırsattan istifade ederek yabancı elçilere hükûmet aleyhine telkinatta bulundukları anlaşılması üzerine Rumlardan Düzoğlu’nun idam edildiğini, Menzilcioğulları’nın Koşu Kavak taraflarına sürüldükleri ve Meriç kıyısındaki Demirtaş Kasrı’nın da yabancı elçilere tahsis olunması ferman sâdır olduğunu yazar. XIV.Lui’nin seferi olarak 1672 de Türkiye’ye gönderdiği Marki dö Nuvantel’in bu kasırda ikamet ettiği onunla birlikte gelen Jurnal dö Galland muharriri Antoine Galland’ın hatıratındaki şu fıkradan anlaşılmaktadır. 14 Mart 1673 Perşembe IV.Sultan Mehmed ve maiyeti uzun iki kayığa binerek saray ahırlarının bulunduğu ahır köyüne gitmiştir. Bu kaynaklar nehrin kıyısında elçilerin ikamet ettiği daire önünden geçmişlerdir. Akşamleyin padişah kayıklarla sarayına dönerken çok yağmur yağmakta idi. Bu kasır bugünkü köprünün Karaağaç tarafı medhalinde bulunan Jandarma Karakolunun yerine idi. Karakolhane Jandarma 68 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri kumandanlarından Muhlis Paşa tarafından kasrın rıhtımaları üzerine inşa ettirilmiştir. Bir asır sonra kasır bir feyezanda yıkıldığından yabancı elçilerin ikametine Sultan Selim civarında Hatice Sultan Sarayı’nın bir kısmı tahsis olunmuştur.” 5. Han-ı sebil Kervansarayların bu adla da anıldığı görülmektedir. Ezcümle Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki imâretinden bu eserde bahsettiğimiz han ile kervansarayın Edirne Vilâyeti 1310 senesi Salname’sini yazan muharrir “iki han-ı sebil”diye beyan eder. 1932 senesine gelinceye kadar Üsküdar’da araba vapuru iskelesi karşısında Hanısebil adında harap bir bina görülmekte idi. Binanın tavanı yıkılmış, yalnız dört duvarı kalmıştır. Bir yüzü meydandaki tarihi çeşmeye ötekisi denize bakmakta idi. Diğer iki yüzü harap binalarla çevrilmiştir. Burası ayrı bir bina olmayıp oradaki Yeni Valide İmâreti’nin kervansarayı olması muhtemeldir. Halk arasında Hanısebil’i izah ederken “uzak yollardan gelip de İstanbul’a kayıkla geçecek parası olmayanlar burada parasız barınırlardı” denilmektedir. Üsküdar iskelesini meydana açılmak için yapılan istimlâklar arasında bu bina da yıktırılmıştır. Yeri şimdi otomobil parkı olmuştur.48 6. Ticaret Hanları Bunlara önceleri Hoca Hanı denilirdi. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Hacegân Hanları başlıklı bir paragaraf vardır. Orada en başta saydığı hanlardan birisi Hoca Hanı’dır. Bunun için “Mahmutpaşa’dır. Acem sevdagerleri burada sakin olurlar.” der.49 Hanlar sahip değiştirdikçe adları da değiştiğinden Evliya Çelebi’nin Mahmutpaşa yakınında bulunan hanlardan hangisinin eski adı olduğunu bilemiyoruz. Yalnız şunu biliyoruz ki XVIII. asırda Büyük Valide Kösem Sultan, Çakmakçılar Yokuşu’ndaki büyük hanı yaptırdıktan sonra Evliya Çelebi’nin “acem sevdagerleri” dediği İranlı tacirler bu yeni handa yerleşmiş ve Mahmutpaşa’daki hanı ise başka tâcirlere ve sanatkârlara tahsis olunmuştur. Evliya Çelebi, Hoca Hanı olarak Mahmutpaşa, Kebeciler, Piri Paşa, Engürü ve Balkapanları’ndan da bahseder. Bunlardan Kebeciler Hanı’nda Bosna ve Belgrad’ın 48 Farsça Hân-ı sebil, Türk gramerine göre ifade etmek istersek sebil hanı deriz. Bu ise hiç bir mana ifade etmez. Bizde bu tabir yalnız parasız su dağıtan çeşmelere verilir. Tabirin manasını çözebilmek için her ikisinde müşterek olan sebil kelimesini tahlil etmek gerekir. Sebil Araplarda yol manasına gelir. Biz Türkler “fisebillilah” tabirini kullanırız ve buna “Allah yolunda” manasını veririz. Sebil, diğer Sami dillerinde de vardır. Meselâ Asûrca’da Babil: Bab-ı il gibi. Sebilde, seb-i il kelimesinden gelir. Asûriler, Sümer Türklerinin “katingiri” Tanrı kapısı dedikleri şehrin adını aynen kendi dillerine çevirerek Bab-ı il: Babil yani Allah kapısı demişlerdir. Şu hâlde sebillerde içilen sular ve hanlarla kervansaraylarda yenilen yemekler vesâire bedava ve hasbettenlillah yani Allah rızası için olduğu cihetle halk tarafından onlara böyle bir isim vermiştir. 49 Osmanlı Türkçesini iyi bilenlerin birçoğunun bile bu sevdager tabirini birden bire kavrayamayacaklarını sanıyorum. İlk akla gelen aşk ve sevda ile ilgili bir tabir olmasıdır. Hâlbuki Farslar bu kelimeyi tâcir ve bezirgân manalarında kullanırlar. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 69 Anka Bezirganları (Büyük Tacileri) Engürü Hanı’nda sofucular, Balkapanı Hanı’nda ise Mısır tüccarı oturduğunu ve Piri Paşa Hanı içinse Esirler Hanı olduğunu yazar. Bu sayılan hanlardan bugün mevcut binalardan hangisi olduğunu bilemiyoruz. Yalnız burada bir noktayı bilhassa açıklamak lazım gelir. Kebeci, sofucu ve kürkçü gibi adları taşıyan hanların oralarda münhasıran kürk, kebe ve sof satıldığı ve bu hanların bu türlü kumaşların birer çarşısı olduğu için mi, yoksa buralarda bu kumaşlardan başkaları satılmıyor muydu, veyahut bu hanların her biri bir kebeci, bir sofucu veya bir kürkçünün malıdır da onun için mi bu adları taşıyorlardı? Bu noktaları katiyyetle söylemek mümkün değildir. 7. Kapanlar, Haller, Balkapanı Bedestenle büyük çarşının ve bunların çevrelerindeki hanların daha ziyade yün, pamuk ve ipekten yapılan giyim ve kuşam eşyaları ile altın, gümüş, elmas gibi ziynet takımlarının alışverişlerine tahsis edilmiş olduğunu biliyoruz. Bu yerler şehrin nisbeten ortasında ve yüksek yerlerinde bulunurlar. İşte bunun gibi şimdi hâl dediğimiz eski kapanların da dışarıdan şehre getirilen bal, yağ, un, şeker, pekmez ve hububat gibi belli başlı yiyecek maddelerinin ve tütün, kahve, enfiye gibi keyif veren şeylerin ipek, yün, pamuk gibi bazı dokumaların ham maddelerinin ve biber, baharat ve her türlü ilaçlara yarayan bitkilerin ve nihayet kavun, karpuz gibi her çeşit yaş sebzelerle bilumum meyvelerin satış yeri olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda bu yerlerin nisbeten limanda ve Haliç sahilinde yerleşmiş olduğunu da biliyoruz. Halk arasında bu yerler “aşağı” adıyla anılırdı.50 Vaktiyle yağ, bal, un, hubabat, kahve, tütün, enfiye, ipek, pamuk ve benzerleri eşya çardak, kapan, mengene ve mîzân denilen yerlere ve binalara getirilir ve oralarda bulunan emin ve nâib gibi adlar verilen hükûmet memurları tarafından bunlardan imâliye, ihtisab ve ruhsatiye gibi resimler ve vergiler alınırdı. Kapanların en meşhurları Unkapanı ile Balkapanı’dır. Unkapanı’nın yerinde bugün Beylik Değirmen denilen bina vardır. Bu bina, Eminönü ile Unkapanı arasında yapılan istimlâklar esnasında yıktırılmıştır. Balkapanı ise bugün de eski yerinde durmaktadır. 50 Bu tabir Türk ticaret âleminde Avrupa yerine kullanılmamaktadır. “Aşağının Bayası” sözü aşağıdan yani Avrupa’dan getirilen mallarının kötüsü anlamına gelir. 1250 (1834)’de açılan Muzıka-ı Hümayun Mektebi için Avrupa’ya ısmarlanmış olan musiki aletlerinin İstanbul’a gelişinden bahseden bir arşiv vesikasında bu tabir görülmekte olduğu gibi, Ahmet Mithat Efendi de 1306 (1890) senesinde neşretmiş olduğu bir makalede söz arasında bunun böyle olduğunu bilhassa kayıt ve tashihe lüzum görmüştür. Aşağı tabirinin neden dolayı bu anlamı almış olduğuna gelince: Ticaret gemilerinin yanaşıp mallarını çıkartıkları liman ve gümrük ile o malları alıp satan tacirhanelerin şehrin diğer yerlerinden ziyade sahillerde ve şehrin alçak yerlerinde bulunmuş olması Aşağı’nın ilkin “ticaret yeri” ve sonra “ticaret şehri” anlamlarını almasını mucib olmuştur. Bunun böyle olduğunu İstanbul’un topoğrafik vaziyeti ile de isbat etmek mümkündür. Meselâ İstanbul’un Edirnekapı ve Topkapı gibi yüksek ve merkeze uzak semtlerinde oturan kimseler şehrin çarşısı ve pazarları bol olan alçak ve sahildeki yerlerine “aşağı” dediklerini bugünde gördüğümüz ve işittiğimiz gibi Boğaz’dan İstanbul limanına girişte aşağı ve bilmukabele limandan Boğaz’a gidişe de yukarı denildiğini Şirket-i Hayriye tarifelerinde görmekteyiz. Şu hâlde ilkin İstanbul’un münhat olan ticaretgâh yerlerine aşağı tabiri deniz karinesi ile bir derece daha teşmil ve tamim edilerek baştanbaşa sahil ve aynı zamanda birer ticaretgâh sanılan deniz kenarındaki Avrupa şehirlerini ve dolayısıyla bütün garp memleketlerine verilmiş olduğuna tereddüt etmemek lazım gelir. 70 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri İstanbul ve Boğaziçi müellifi ihtifâlci Mehmed Ziya Bey bu binaya “Bizans zamanında Balyos kapanı denildiğini ve burası şimdiki Rüstempaşa Camii’nin yerinde kâin Venediklilere ait Aya Anataseos Kilisesi’nde şarap ve emsali mekulât ve meşrubatının mahall-i hıfzı olduğunu ve Bizanslılar zamanında burada bir terazi yahut kantar mevcut olup ölçü ve tartı aletleri bununla ayar edilmekte bulunduğunu ve Venedik elçilsine de Balyos denildiği için bu hana “Balyos Kapanı” denildiğini yazar.51 Mehmed Ziya Bey’in bu sözleri biraz açıklanmaya değer: Akdeniz ve Karadeniz ticaretlerini, mâlik oldukları büyük gemileri sayesinde ellerinde tutan Ceneviz ve Venedik Cumhuriyetleri, Bizans İmparatorluğu’nun zayıf zamanlarında bu hükûmete musallat olmuşlar. Cenevizliler Galata’yı tamamıyla müstemleke edindikleri gibi Venedikliler de İstanbul’u şimdiki iki köprü arasında bulunan sahil kısmına kapitilasyonlu yani imtiyazlı bir surette yerleşmişlerdi. Bahis mevzu olan Balkapanı yahut onların tabirince Balyos Hanı da işte bu zamanlarda Venediklerin yaptıkları yahut Bizanslıların mevcut hanlardan birisini benimsediklerini tahmin edebiliriz. Türkler zamanında hanın adı Balkapanı olmuştur.52 Osmanlılar İstanbul’u feth ettikten sonra bu hanı yine aynı maksat ve gayede kullandılar, hatta burada Şehbender-i Takrir adında bir de memûr bulundurdulardı.53 51 Balyoz, dilimizde umumi tabir olarak konsolos ve sefir manalarında kullanılmaktadır. Bu kelimenin bu anlama geldiğini şu olay göstermektedir: Şeyhülislam Bahaî Efendi’nin İzmir İngiliz konsolosuna bir müracaatı dolayısıyla İstanbul’daki İngiliz sefirini tahkir eylemesi üzerine azl edilmiş, yerine Karaçelebizade Abdülaziz Efendi Meşihat makamına tayin olmuştur. Bunun üzerine Bahaî Efendi onu kendisine rakip adderek bu makama gelmesi iktidar ve ehliyetinden ziyade kendisinin azline sebep olan İzmir İngiliz Konsolosu meselesinden çıktığını kasdederek Abdülaziz Efendi’den söz açıldıkça “Balyoz Müftüsü” tabirini kullanırmış. Hatta “Balyoz Müftüsüdür Abdülaziz“ mısrasının bu zatın meşihatine tarih düşürmüş olduğunu Hammer tercümesinde Ata Bey tarafından beyan olunmaktadır. 52 Kapan, çardak manasına gelir. Çardak ise “Çartak” kelimesinden bozmadır. 4 kemer manasına gelir. Eskiden sahillerde gümrük muamelesi görülen ve vergi alınan bu tarzdaki binalara bu ad verilmiştir. Mengene ve mizan da çardak manasına gelir ve onun vazifesini görür. Kapan bina manasına geldiği gibi o binalardaki tartı aleti yerinde de kullanılırdı. Nitekim mizan da ölçü demektir. Kelimenin doğrusu Kabban’dır. Arapça’da kabban tartmak veya tartan alet manasına gelir. Halk arasında Kapan’a büyük terazi veya büyük kantar da denilirdi. Mengene sıkacak alet manasına gelir. Vaktiyle yağ, bal, un, hububat, kahve, tütün, enfiye, ipek ve pamuk ve benzerleri eşya çardak, kapan, mengene ve mizan denilen yerlere ve binalara getirilip orada bulunan emin ve naib gibi adlar verilen hükümet memurları tarafından tartırılarak bunlardan imaliye, ihtisap ve ruhsatiye gibi resimler ve vergiler alınırdı. Yemiş Çarşısı’nda ve Unkapanı’nda Çardak İskelesi adını taşıyan yerler vardır. Kapanların en meşhurları Unkapanı ile Balkapanı idi. Unkapanı’nın yerinde bugün Beylik Değirmen denilen bina vardır. 53 Evliya Çelebi Balkapanı’ndan bahsederken burada Şehbender-i Takrir adında bir memurun bulunduğunu yazar. Bu memurun gördüğü vazifeyi şöyle anlatır: “.....Şehbender-i Takrir gayet mün’im ve mutemet bir zattır. Cemi’i vüzere, ulema, sulaha ve mollaların polise kağıdı hizmetinde olup cümle diyarın tüccarı bunun kabse-i tasarrufundadır.” Bu alıntıda geçen Polise tabiri şimdi Poliçe dediğimiz ticari ve iktisadi muameledir. İktisat ve Ticaret Ansiklopedisi’nde kelime şöyle tarif edilir: Poliçe bir kıymetli evraktır ki onunla keşideci dediğimiz şahıs, lehdar dediğimiz bir kimseye senedin teslimi karşısında muayyen bir miktar paranın verilmesini muhatap denilen 3.şahsa emreder. Kelimenin bir hukukçu tarafından yapılan diğer bir tarifi de şudur: Muayyen bir vadenin hululünde muayyen bir miktar dâînin ya kendi veya bir başkası emrine tediye etmesi için medyuna emrini natık mektuptur. Tüccar arasında Traite tabiri daha çok kullanılır. Bu usûlün memleketimizde posta havalesi ihdas edilmeden ve bankalar açılmadan evvelki şekli de şöyle ceryan ederdi: Meselâ Anadolu’nun bir kasabasında paraya ihtiyacı olan bir kimse para üzerine iş yapan bir tacire veya sarrafa müracaat ederek kendisine lüzumu olan parayı alır. O kimse parayı öderken 3 aylık faizine keser ve keyfiyeti başka yerdeki ortağına bir mektupla bildirirdi. Alınan para 3 ay içinde ödenmesi lazımdır ve öyle de yapılırdı. Şimdiki bono moamelesi gibi. Bu, faizle para almaktan başka bir şey değildir. İslam hukukuna göre yasaktır. Bununla beraber iş icabı zaruri olarak yapılırdı. Esasen faiz İslam dininde yasak olduğu hâlde hile-i şer’iye adında bir formül bulunarak alınıp veriliyordu. Bunu yetimlerin parasını idare eden Evkaf-ı Humayun Muhakemesi adını taşıyan şer’i bir mahkeme yapıyordu. Bu formül iktisat tarihimize geçecek şekilde mühimdir ve aynı zamanda gülünçdür. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 71 Evliya Çelebi, Balkapanı Hanı’nın Bizanslılar’dan kaldığını ve içinde Mısır tacirlerinin yerleşmiş olduğunu yazar. Venediklilerin Hint’ten ve Uzak Şark’tan Mısır yolu ile mal getirtmekte oldukları bilindiğinden Türkler zamanında da bu handa Venediklilere hâlef olan tacirlere, Mısır tacirleri denildiği anlaşılmaktadır. 1663 tarihinde yapılan Yeni Cami’ye irat olmak üzere şimdiki Mısır Çarşısı yapıldığı zaman Balkapanı Han’ından alınıp satılmakta olan bir kısım emtiâsı bu yeni çarşıya devrolunmuş ve orası Mısır Çarşısı adını almıştır. Balkapanı Hanı’ndaki tacirlerle, Mısır Çarşılılar arasında sattıkları maldan dolayı, vakit vakit ihtilaflar çıktığını görüyoruz. Divan-ı Hümâyûn kayıtlarında ve İstanbul Kadılığı Sicilleri’nde bunları gösterir vesikalar vardır. Bunların bir tanesini Mecelle-i Umûr-ı Belediye’ye kaydetmiştim.54 Kadının davayı hâlledip vermiş olduğu ilâmın baş tarafından şu birkaç satırı örnek olarak alıyorum: “…Hâlâ harameyn-i muhteremeyin evkâfı nâzırı El-hac Ali Ağa… Divan-ı Hümâyûnuma arz gönderip merhûm Ebu’l-Feth Gâzi Sultan Mehmed Han… Ayasofya Camii’ne vakf eylediği Balkapanı denilmekle marûf han kadimden beri gelen bal ve Rumeli tarafından gelen yağ, donyağı ve zeytinyağı ve penbe (pamuk) ve keten ve şeker ve kahve ve Trablus ve Urla ve Haleb ve İzmir sabunu ve pastırma ve peynir ve fındık ve galye taşı ve eflak tuzu vesaire eşya ve revâç bulan zahair kapanı mezbûrde zaptolunur...” Diğer bir vesikada da pamuktan bahsolunmaktadır. “İstanbul fukarasından nice eytâm ve eramilin medar-ı maaşı penbe ipliği eğirip boyatmakla olduğundan…Hallaç tarifesi nerh-i cârisinden ziyadeye satmakla kendülere müzayaka-ı müeddi olduğundan bahs ile eğer nizâm-ı kadim üzere Balkapanı’nda hıfz olunup aher diyâre gitmez ise nerhi cârisinin nizam bulunacağı iddiâ ve istidlâl ederek hükûmetçe de bu cihet kabul edilmiştir..” Bu vesile ile bunu da izah edeyim: Faraza 10 lira ödünç alacak bir kimse hâkime müracaat eder, hâkim o kişiye 10 lirayı verir; fakat 2 lira faizini de ekleyerek alacaklıya 12 liralık bir senet imza ettirirdi. Fakat parayı tevdi etmeden evvel cebinden saatini çıkartarak aralarında şöyle bir konuşma geçerdi: -Bu saati benden 12 liraya satın alır mısın? -Alırım, deyince bu sefer de -Bu saati bana hediye edermisin, der. Alacaklı ettim deyince iş bitmiş olurdu. Böyle yapmakla da faizle para almamış ve şeriata aykırı bir harekette bulunmamış yalnız 12 liraya bir saat satın alıp o saati hâkime hediye etmiş olurdu. İşte hile-i şer’iye budur. Şeriatle hile bir arada nasıl bulunabilir, akıl ermez. Evliya Çelebi’nin ifadesine göre para alanlar arasında âlimler, salihler ve mollaların bulunduğuna göre herhâlde bunlar bunu bir hile’i şeriyye’ye uydurmuş olacaklardır. Acaba Şehbender-i Takrir de böyle bir hile-i şer’iyye yaptırıyor muydu, bilemiyoruz. Esasen Osmanlı idare teşkilatında böyle bir memurun bulunduğuna başka bir yerde rastlayamadım. Bu memuriyet Venedikliler zamanından kalmaya benzemektedir. Osmanlılar, gerek Bizanslılar’dan gerek Venedikliler ve Cenevizliler’den birçok usûlleri aynen aldıkları gibi ticarete taalluk eden bu memuriyeti de almış olabilirler. Bir de Şehbender adı ve takrir tabiri neleri ifade ettiği iyice anlaşılamıyor. Acaba Venedik ve Ceneve gibi garp memleketlerinde kontroire adı altında hanlar yapan ve işleten İtalyan Cumhuriyetleri tarihinde bu memuriyetin adına rastanabilir mi? Ticaret ve iktisat tarihleriyle uğraşanlarımızın bunu meydana çıkartmaları himmetlerinden beklenir. 54 Osman Nuri, a.g.e., c.1, s.801 72 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Balkapanı’ndan bahseden 1180 (1766-1767) tarihli şu vesika da bize onun hakkında bazı malûmât vermektedir: “Ayasofya-ı kebir vakfından Balkapanı Hanı’nın yağ yedekleri ve bal potnaları vesair tüccar metai konulan saçakları altı zir-i zemin mahzenleri ve gayrı mahalleri zelzele ile rahneyâb olup ve köşelerinden münhedem olan odaların enkazı yolu işgâl edip ve bu esnada eşya-ı mezkûrun kesret üzere vürûdu zamanı olmakla yedek ve potna nakli için yolu tathir ve zahaire mütenevvia hıfzına müstaid olan mahallerin bir an akdem tamiri lazıme-i hâlden olmakla iktiza edenlere fermanı âlileri sudûru re’yie sevâb olduğundan huzur-ı âlilerine ilâm olunur.”55 Balkapanı Hanı’nın Ön Ciheti Balkapanı’nın bugünkü bina durumunu da kaydetmek herhâlde faydadan hâli olmayacaktır. İstanbul Şehir Rehberi’nde görüleceği gibi Balkapanı binası şimalen Hasırcılar, garben Balkapanı, cenuben Tahtakale ve şarkında Cömert Türk Sokak ile çevrili ada hâlinde bir binadır. Bina iç tarafından bakılırsa esas itibarıyla murabba şeklinde ise de Tahtakale Caddesi’ndeki tarafına sonradan ilave yapılmış olması Cömert Türk Sokağı’ndaki cephesini biraz uzatmış olduğundan dışardan görünüşü müstatili andırır. Binanın 4 cephesinin üçünde 13 dükkân varsa da şark cephesinde ve Cömert Türk Sokağı’ndaki dükkânların sayısı 15’e çıkar ve müstatillik de buradan gelir. Bütün dükkânların sayısı 55’tir. Dükkânların hanın içiyle rabıtaları ve münasabetleri yoktur. Kapıları önlerindeki sokaklara açılır. Han iki katlıdır. Üst katta dört bir tarafından cem’an 30 oda ve alt katındaki da yine o kadar oda veya dükkân bulunmaktadır. 55 İstanbul Kadılığı Sicili, no: 55 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 73 Üst kattaki odaların önünde üstü kapalı ve sütunlar üzerine tutturulmuş revaklar (veranda) vardır. Odaların kapıları bu revaklara açılır. Alt katta Tahtakale ve Cömert Türk Sokakları tarafındakilerin altında ise 15 fil ayağı üzerine oturtulmuş bir bodrum bulunur. Bu bodrum yüksekliği 2, 2.5 metre kadardır. Buraları yağ ve peynir gibi yiyecek maddeleri konulup ve serinlikte muhafaza altına alınırmış. Bodruma tasarruf edenler son zamanlarda daha çok kâr etmek maksadı ile fil ayaklarının temellerini iyice tahkim ederek zeminin topraklarını kaldırıp hayli derinleştirmişlerdir. Derinlik bazı yerlerde 3.5, 4 metreye kadar çıkar. Hanın dış tarafındaki dükkânlardan Cömert Türk Sokağı’na rastlayan 15 dükkândan mââdasının da altlarında bodrum vardır. Ne yazık ki 1952’de handa çıkan bir yangın üst kattaki revaklardan Tahtakale ve Balkapanı sokakları tarafındakileri tamamen ve Cömert Türk Sokağı tarafındakileri kısmen harap etmiş, yalnız Hasırcılar Caddesi tarafındaki revaklar yanmamıştır. Yangını söndürmek isteyen itfaiyeciler bu revakları tehlikeli görerek bomba ile yıkmışlardır. Bu arada hanın şöhretini idâme ettiren meşhur kapan da yanmıştır. Bu han, yapıldığı tarihten 1952’ye kadar birçok zelzele ve yangın görmüşse de onlar tâmir edilmiş ve hiç şüphe yok ki bu defa itfaiyecilerin yaptığı tahrîbât bir daha telâfi ve tâmir edilmeyecek kadar ağır ve büyük olmuştur. Hanın tarihi hüvviyetini âdeta ortadan kaldırmıştır. Eminönü ile Unkapanı arasında topyekün yapılmakta olan istimlâklerden bu binanın istisna edilerek, hatta restore edilerek şehrin en eski binası olarak bırakılması çok arzu edilir. 1912’de yayınladığım Mecelle-i Umûr-ı Belediye’de Balkapanı hakkında bir Divân-ı Hümâyûn hükmünü koymuş ve Balkapanı’nın geleceğine dâir bazı mütalâalar yürütmüştüm. Mecelle’nin yayımlanmasından sonra 1924’de İstanbul’a Roma’dan üniversiteli bir genç gelerek bu han hakkında bir doktora tezi yazmak istediğini söylemiş ve benden bahsi geçen divan hükmünün aslının nerede bulunduğunu ve vesâireye dâir bilgi istemiştir. Bu gencin bir tez yazıp yazmadığını öğrenemediğim için, Mecelle’deki malumatı değiştirmeksizin fakat metin ve not olarak bu esere de koydum. Fakat tesadüfen haberdar oldum ki, bu mevzu etrafında Tommasso Bertele adında diğer bir İtalyan yazarının İstanbul hakkında neşretmiş olduğu bir eserde Balkapanı hakkında münakaşalardan bahseden iki paragraf bulunmaktadır. Her iki mütalâadan bir netice çıkarmak için eserin ilgili yerinin tercümesini aynen bu eserde bulundumak istedim. Mütalâalar şudur: “Türk Yazarı Mehmed Ziya Bey İstanbul hakkında yazdığı bir eserde Balkapanı isminin (Bal ile Kapan kelimelerinin manasına göre) bal deposu değil, bal kelimesinin Balyos kelimesinden türemiş olması hasabiyle Balyos’un kapanı manasına geldiğini düşünerek hâlen mevcûd olup Balkapanı Hanı diye anılan binayı Balyos’u hatırasına izafe etmeği münasip bulmuştur. Bu tez her ne kadar esasında itiraza uğramışsa da Osman Nuri Bey isminde başka bir Türk yazarı tarafından tartışılmıştır. Fakat müracaat ettiğimiz diğer bilginler bu etimolojik iştikakın doğruluğunu şüphe ile karşılamaktadırlar. Ancak mevzu bahsolan binanın muhakkak surette Bizans menşeyli olduğunun kaydedilmesi icab eder. Bunun bilhassa zeminlikte (ki binanın bir kısmının altındadır) ve binanın aşağı, iç ve dış kısmında bulunan mimâri elemanlar Türk devrine 74 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri ait olup bilhassa yukarı kısımlarda görülen tamirata mütaakiben uğramış olmasına rağmen isbat eder. Osman Nuri Bey tarafından kaydedilen ve Balkapanı Hanı’nın Fatih Sultan Mehmed tarafından Ayasofya Camii’ne vakfolarak tahsis edilmiş olduğunu hatırlatıp (ki bundan binanın 1453 fethinden önce mevcûd olması ihtimali istidlâl edilebilir) bir belgede binanın Bizans menşeyni teyit eder. Bahis mevzu bina eski Venedik mahallesinin hududları içinde bulunduğu gibi mahallenin en eski kilisesi olup Venedikli tüccârların ölçü ve ayarlarının muhafaza edildiği S. Akindino Kilisesi’nin yerinde Rüstem Paşa Camii’ne yakındır. Mamafih bu esaslar üzerinde müsbet bir neticeye ulaşmanın güçlüğünü teslim ederiz. Buna mukabil galip ihtimale göre Venedikliler tarafından işgal edilmiş olan Balkapanı Hanı’nın Balyos’a tahsis edilebilmiş olup Bizans’daki Venedik mümessiline işgal ettiği daireyi tasvir ettiğini belirtmemize müsâde buyrulsun. Balkapanı Hanı iki katlı muazzam müstatil bir bina olarak karşımıza çıkıyor. Kemerlerle çevrilmiş olup eski tipte bir kantarın bulunduğu bir iç avlusu vardır. Binanın altının her iki yanına kubbeli geniş bir mahzen uzanıyor. Daha ziyade yakın bir devirde doldurulmuş görülen temellerin kalıntıları binanın dış yanında görülüyor. Bina Balyos ile kalabalık maiyetinin dairesi veya muhtelif tefsirlere uğrayan fakat bilhassa tacirlerin mallarının depo ve satış yerleri olarak kullandıkları kemerli, mukavvim ve geniş yapılar manasına geldiği birçokları tarafından iddia edilen “Emboli” denilen bazı pazar yerlerini ihtiva eden Venedik mahallesi merkezlerinden bir olabilirdi. Hâlen birçok sahibleri bulunan bina müteaddit dükkân depo ve evleri muhtevidir. Bodrum ise zeytinyağı deposu hâlinde getirilmiştir. Heyet-i umûmiyesi kalabalık sefinesi ile gayet hareketli oluyor. Binanın etrafını, dükkânlar bulunan dar sokaklar sarmaktadır. Binanın cephesindeki asma dalları mütemadi harekete sahne olan sokağın üzerinde yeşil bir tâk teşkil eder.”56 Aynı eserin diğer bir yerinde bina ve Venedik sefareti hakkında da şu malumat verilmektedir: “General de Beli’ye, İstanbul’un Fener semtinde bulunan Bizans uslûbundaki evlerden bahsederken bu evlerden Karabaş Caddesi’nde birbirine bitişik olan ikisinin birçok ayrıntılarını desen ve fotoğraflarla belirtmektedir. Bu iki ev, o zamanki sahibi bulunan Fenerli bir Rum’un verdiği bilgiye göre Venedik Balyos’u ile Venedik Cumhuriyeti Elçiliği tarafından işgâl edilmiştir. Elçilik her iki evi o zaman işgal eden ailenin ecdadına bilinmeyen bir tarihte satmış olsa gerektir. Aynı yazara göre bu evler XV. yüzyılın sonlarında inşa ve Bizans’ın fethinden hemen sonra Venedik Elçiliği tarafından işgal olunmuştur. Aynı tarihte Venedik tebâsı da Fener’e iltica ederek 1634’e kadar orada kalmış ve İstanbul’daki kiliselerinin sonuncusu olan St. Maria Kilisesi’nin Cami’ye çevrilmesini müteakip Fener’i terk ve kendilerine Galata’da bir melce temin etmeye mecbur olmuşlardır. Fakat Venedik Balyosu, bazı yazılarını Beyoğlu’ndan gönderilmesinden anlaşıldığına göre o tarihten sonra Fener’de kalmamış olsa gerekir.” Bu bilgiler General de Beli tarafından verilmiştir. Mezkûr evlerin Venedik Cumhuriyet Elçiliğince işgal edildiğini mütedâir kayıt Türk yazar Celal Esad (Erseven), 56 Tommaso Bertelé, İl Palazzo degli Ambasciatori di Venezia a Constantinapoli e le su antiche memorie, s. 24-26, 328 (Bu eser Türkçeye tercüme edilmiştir. Bkn. Tommaso Bertelé, Venedik ve Konstantiniye (Tarihte Osmanlı- Venedik İlişkileri), trc. Mahmut Şakiroğlu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2012 (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 75 Charles Diehl ve sâir yazarlar tarafından (galip ihtimale göre General De Beliye’nin yukarıda bahsi geçen eserinden) iktibas olunmuştur.57 8. Funduklar Eski ve yeni Arap dillerinde han ve otel manalarında kullanılan Funduk tabirinin folklorumuzda da izlerini hâlâ bulmaktayız.58 Arap memleketlerinde hatta Anadolu Selçukluları’nda Venedikli tâcirlerin içinde ticaret yaptıkları hanlara “Funduk” dedikleri görülmektedir. Bu mevzu hanlar ve kervansarayları incelemiş olan Prof. Dr. Osman Turan, I. Keykavus’un Sivas’da yaptırdığı Darüşşifâ’nın 618 (1221) tarihli vakfiyesinde orada bulunan Emiri İmadüddin Ayaz’a ait bir funduk bulunduğunu ve funduk’un içinde bir de cami mevcût olduğunu yazar. Yine bu şehirde ticaret kasdı ile bulunan yabancı tâcirler arasında Ceneviz kolonisinin uzun zaman kiralayıp oturdukları da bir de kiliselerinin bulunduğunu sözlerine ilave eder. Funduk, Osmanlı Türkleri’nde bilhassa İstanbul’daki hanlar arasında karşılığı Balyos Han’dır. Tafsilâtını bu bahiste göreceksiniz. 9. Çarşı Hanlar Bu çeşit hanlar daha çok Kapalıçarşı etrafında toplanmıştır. Bu çarşıda yapılıp işlenmeyen bir kısım eşya, buralarda seri hâlinde yapılmakta ve toptan satılmakta idi. Kapıları Büyük Çarşı’ya açılan hanların sayısı 18’dir. 1310 (1894)’da İstanbul’da vuku bulan zelzelerde çarşının büyük bir kısmıyla adı geçen hanlar da yıkılmıştır. Tek kattan ibaret olan çarşı dükkânları bir iki sene tamir ve ihyâ edildiği hâlde müteaddit katları ve her katta birçok odalar bulunan bu hanlar kat mülkiyetine tabi olduklarından çarşı ile beraber ihyasına imkân bulunamamıştı. Gerek çarşı içinde bulunan bu 18 han, gerekse çarşının etrafında bulunan benzer hanların tamir edilmediğini gören servet sahipleri, asırlardan beri çarşı içinde ve etrafında kurulmuş olan ticaret merkezini yavaş yavaş Mahmutpaşa Yokuşu’nun alt başından 57 Türkçeye de tercüme olunan bu eserde bu yer hakkında bilgi bulunmamaktadır. Bkn. Charles Diehl, Bizans İmparatorluğu Tarihi, haz. A. Gökçe Bozkurt, İlgi Yayınları, İstanbul 2006 (Y.N) 58 Fındık altını, fındıkçı bu kabil tabirlerindendir. Fatih devrinden beri memleketlerimizde pek revaçta olan fındık altınları Venedikten gelirdi. Bu altın Tanzimat’tan sonra şekli ve kıt’ası tesbit edilen Osmanlı lirasının yarısı kadardı. Eskiden Kâğıthane gibi semtlerde bu küçük altın kayıkta giderken maharetle kadınları yaşmakları içine atabilmek erkekler için maharet sayılırmış. Bu muameleye maruz kalan kadınlara folklorumuzda fındıkçı denilir. Birçok dillerde V,F,B harflerine tebedül eder. Meselâ bizim Benedik diye söylediğimiz bir kelime başka dilde Banedik veya Fenedik şekilerinde de okunabiliyor. Daha sonra bu okunuşlar Bunduk, Funduk ve Fındık şekillerini de alıyor. Araplar Venediklilerden aldıkları tüfeklere Bundukiye demişler. Mısır’da ve Suriye’de hüküm süren Memluk devletinde “bunduktar” adını taşıyan ve Osmanlılardaki “silahtar” adını taşıyan bir memuriyet de bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki dilimize Venedik Taciri diye tercüme olunan Shakesperare’in eserini Araplar, ”El Tücar’ül-Bundakiye” şeklinde dillerine çevirmişlerdir. 76 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Sultanhamamı’na kaydırarak oralarda müteaddidin yeni hanlar yaptırmağa başlamışlardır. Esasen 1269 (1852)’da Eminönü-Karaköy arasındaki köprünün kurulması ve bu tarihten iki sene evvel kurulan Şirket-i Hayriye vapurlarının Eminönü’ne yanaşmaları o civarı kalabalık bir halk uğrağı hâline getirmiş ve bu yüzden çeşitli hanlar ve büyük mağazalar açılarak Kapalıçarşı ve etrafındaki hanlar büsbütün ehemmiyetten düşmeye başlamıştır.59 Bu türlü yeni hanların en göze çarpanı 1904 tarihinde Gazi Ahmet Muhtar Paşa tarafından yaptırılan ve ceddi adına nispet edilen Katırcıoğlu Çarşısı’dır. Filhakika bu çarşının, daha doğrusu hanın her odası bir toptan eşya satar mağaza hâline gelmiş ve son sahipleri etrafındaki binaları da alıp buna kalp ve ilave etmiş olmalarıyla burası tam bir çarşı hanı olmuştur. Hatta bu çarşının içinde eski hanlarda olduğu gibi, bir de cami yaptırmıştır. 10. İş Hanları Hanlar arasında en son ortaya çıkarılan tiptir. Bu hanların evvelkilerden farkı çok olmamakla beraber onlardan daha konforlu, kaloriferli ve asansörlü olmaları başlıca ayırıcı vasıflarındandır. Başka bir vasfı da ortalarda üstü açık avlu bulunmaması ve han binasının, aydınlık yerleri hariç, arsanın bütün sahasını kaplamış olmasıdır. Bunların da sokak tarafında dükkânlar bulunmaktadır. İş hanlarında perakende ve toptan alışveriş yapan tacirlerden ziyâde komisyoncular, acentalar, avukatlar, anonim şirketler, bankalar, resmi dâireler yer almaktadır. Bu tip hanları 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Vakıflar İdaresi benimseyerek “Vakıf Han” adı altında bir seri han inşa ettirmiş ve en son İstanbul’da Yeni Cami’de Haseki Hamamı yerine yaptırmış olduğu hana “Vakıf İş Hanı“ adını vermekle de bu adı tamamıyla kabul etmiş demektir. Vakıflar İdaresi İstanbul’dan başka şehirlerde de sahip olduğu arsalar üzerine müteaddit hanlar yaptırarak memleketin imârına ve toptan kalkınmasına bu suretle de hizmet etmeye başlamıştır. 59 Haliç köprüleri İstanbul tarihinde yer alan önemli bir mevzudur. Bununla beraber bu mevzu hakkında şimdiye kadar esaslı ve derli toplu bir çalışma yapılmamıştır. Fatih’in İstanbul’u muhasıra sırasında Azapkapı’dan Unkapanı’na muvakkat bir köprü yapmış olduğundan o zamanki tarihçiler haber vermektedirler. 1254 (1839)’te yine burada yapılan köprüyü Lütfi Tarihi kaydetmektedir. Bu acizde, bu köprünün ele geçen bir resmini ekleyerek Belediye Mecmuası’nda 52 sayılı nüshasında kısa bir yazı yazmış ve edinebildiğim malumatı ilk defa orada toplamıştım. Aynı mevzuyu Akşam gazetesinin 7383 numaralı ve 11.15.17.25.28 Mayıs 1939 tarihli nüshalarında İstanbul Belediyesi Köprüler Baş Mühendisi Galip Alnar’ın makaleleri takip etmiştir. Köprülerin inşası hakkında yabancı inşaat şirketleri ile yapılan mukavelerin suretleri de Mecelle-i Umur-ı Belediye’nin III. cildinde bulunmaktadır. Bu mevzu en son Hayat mecmuası 52. sayılı nüshasında ele alınmış ve Boğaziçi’nde yapılacak Asma Köprü dolayısıyla Bizanslılar zamanından beri İstanbul köprüleri hakkındaki teşebbüslerden bahsetmiştir. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 77 Hasan Paşa Hanı 11. Esir Pazarları ve Esir Hanları İstanbul’un alım satım işlerine tahsis olunan hanlardan bahsederken tıpkı ticaret eşyası ve hayvan gibi alınıp satılmakta olan esirlerden ve onların içinde barındıkları hanlardan bahsetmeyi de lüzumlu gördüm. Evliya Çelebi, esir pazarının XVIII. asırda hallaçlar içinde 80 odalı Piri Paşa Hanı’nda bulunduğunu ve bu hanı yaptıranın IV. Murad vezirlerinden Bayram Paşa olduğunu yazar. Ve “cümle esirler burada bey olunur. Miri pencikhanesi vardır” der.60 Piri Paşa (öl. 1533) Yavuz ve Kanuni devri vezirlerindendir. Mezkur han, Bayram Paşa’ya (ölümü 1638) sonradan intikal etmiş olacak. Bayram Paşa, hana daha iyi bir şekil vermiş olabilir. İstanbul’da sık sık çıkan yangınlar mahalle ve semtler arasındaki hanlar da yakıp yıktığı için bugün Hallaçlar Çarşısı’nın veya semtinin tabiîdir ki Piri Paşa Hanı’nın nerede olduğunu kesin olarak bilemiyoruz. Fakat Tanzimat sırasında Esir Pazarı’nın Büyük Çarşı yakınında ve Çemberlitaş ile Çarşıkapı arasında Balıkpazarı’nda olduğunu biliyoruz.61 Eremya Çelebi Kömürcüyan’ın İstanbul Tarihi’nde Aubrey De La Mottra’ye atfen Esir Pazarı hakkında şu malumata rastlanmaktadır: “Esir pazarı adı küçük odalarla çevrilmiş, geniş bir meydandır. Kadın esirler odalarda bulundurulup, erkekler ise meydanda teşhir edilirler. Esir satın almak isteyenler meydana gelerek beğendiklerini seçerler ve pazarlığa girişirlerdi. Esir tacirleri sevimli ve güzel kadınları pazara çıkarmayıp husûsi muhafaza ederler ve onlara hanendelik ve rakkaselikten başka erkeklerin hoşuna gidecek şeyler de öğretirlerdi.” 62 Bu türlü güzel cariyeleri ve yakışıklı erkekleri daha ziyade Hristiyan tacirlerin satın aldıkları ve bu yüzden bazı hadiselerin çıktığı görülerek III. Mustafa zamanında gayrımüslimlerin esir satın almaları men edilmiştir. 60 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.324 61 Lütfî Tarihi, c.8, s.133 62 Eremya Çelebi, İstanbul Tarihi, s.314-315 78 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Harplerde esir edilen kimseler bu pazarlara getirilip satılır ve herkes arzusuna ve zevkine göre istediği kadını ve erkeği para ile alabilirdi. Padişahlara, sultanlara ve vezirlere hediye olarak takdim olunan kızlar, pazardan tedarik olunduğu gibi kendisine eş, evine hizmetçi veya evlatlık almak isteyenler de bu pazara baş vururlardı.63 Esirci esnafının diğer esnafları gibi yoncası, şeyhi ve kahyası bu pazarda bulunur, satacakları esirlerle köleleri, tabiî kadın ve erkek ayrı olarak binalarda iskân ve iâşe edilirlerdi. Pazardan birisini almak isteyen onun mahrem yerlerine kadar her tarafını gözü ile görürdü. Kadını görmeden evlenilen bir devirde bir kısım erkekler için bu usûl çok yerinde idi. Alıcı aynı zamanda esirin veya kölenin bilinmeyen başka bir kusuru olup olmadığını da sorup soruşturup anlayabilirdi. Bu suretle elde edilen köleler, iyice terbiye edildikten, kendilerine okuma, yazma ve musiki gibi bilgiler öğretildikten sonra padişahlara, vezirlere ve zenginlere büyük bir para mukabilinde satılırdı. Bunların padişah ve vezir kadınlıklarına kadar çıktıkları ve hürriyete kavuşarak meşhur bir eş oldukları bilinmektdir. Birçok Osmanlı padişahlarının ve kibar aile çocuklarının bu türlü analardan doğduklarını da biliyoruz. İstanbul’da adı geçen hanlardan başka, yalnız köle ve câriye besleyen ve yetiştiren evler ve bu türlü evlerden teşekkül eden mahalleler de vardır. Tophane’de Kılıç Ali Paşa yakınındaki Karabaş Mahallesi bunlardan biridir. Karabaş veya Karavaş Türkçe’de esir, köle ve cariye manasına geldiğine göre bu mahallenin neden böyle bir ad almış olduğunu fazlaca izaha lüzum kalmaz.64 Esir pazarında birkaç çeşit esir alınıp satılırdı. Harplerde alınan esirlerden başka anaları, babaları tarafından satılanlar yahut tacirler tarafından yerlerinden yurtlarından ayrılıp veyahut kaçırılıp getirilenler de vardır. Esirler aynı zamanda beyaz ve zenci diye ikiye ayrılırdı. Beyazlar Kafkasya’dan ve Gürcistan’dan, zenciler ise Sudan’dan ve Habeşistan’dan getirilirdi. Harpler eski şiddet ve kuvvetini kaybettikten ve zaferi mağlubiyetler takip ettikten sonra birinci sınıf esirler azalmış, yerlerini ikinci sınıf beyaz ve siyah esirler almıştır. Her millet ve her din insanlığın başlangıcından beri esirleri alıp satmayı kabul ve tatbik etmiş olduğundan ilk zamanlarda umûmi efkâr bu işi pek o kadar insanlığa aykırı görmemişse de Tanzimat’tan sonra ana babanın çocuğunu satması, yahut kavimlerin çocuklarını avlanarak getirilip pazarlarda satılması hoş görülmemeye başlamış ve Avrupalılar tarafından milletlerarası bir anlaşma yapılarak bî-cihet Osmanlı hükûmeti tarafından çıkarılan bir fermanla kabul edilmiştir. Tanzimat Fermanı’nı ilân eden ve tebası arasında bir dereceye kadar müsavati kabul eden Abdülmecid’in bu babdaki 1847 (1263) tarihli hatt-ı hümayununu Lütfi Tarihi’nin 8. cildinin 133. sahifesinde görülmektedir. 63 Eremya Çelebi, a.g.e., s.314 64 Memleketimizde esir alım satımı hakkındaki bu izahatı İngilizlerin 18. asrın yarısına kadar devam ettirdiklerini, hür nikahlı karılarının boynuna bir meşin tasma takarak götürüp hayvan pazarlarında nasıl sattıklarını karşılaştırarak şark ile garp yahut İslamiyetle Hristiyanlığın bu husuta tatik ettikleri muameleden hangisinin daha insani olduğunu anlamak isteyenlere Türkiye Maarif Tarihi adlı eserimin V. cildinin 1568-1571 sayfalarını gözden geçirebilir. Burada yalnız şu kadarını haber vereyim ki hayvan pazarlarında satılan bir kadının şeref hassasiyetini korumak için yalnız boynuna takılacak tasmanın eski olmayıp yep yeni bulunması ve satış bedelinin 10 şilingten aşağı olmaması şarttır. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 79 12. Avrat Pazarı İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde bulunmaktadır. Evlatlık, kadın veya hizmetçi olarak alınıp da sonraları geçinilememiş olmaktan veyahut başka sebeplerden dolayı bulundukları yerleri terk eden kadınlar bu pazara getirilip satılırdı. Bu tarzda kadınlara “Halayık“ denilir ve bunların alınıp satımında hükûmet bir vergi alırdı. Bu pazar, şimdiki müstahdemin idaresi veya iş bulma kurumu gibi bir mana ve bir husûsiyet taşır.65 65 İstanbul’un Cerrahpaşa semtinde bulunan bu pazarda, esir kadınların alınıp satıldığından ziyade, buranın bu ismi almış olmasının nedeni pazarda “Osmanlı döneminde, özellikle XIX. yüzyıl sonlarında rağbette olan avrat pazarları, ev kadınlarının haftalık ihtiyaçlarını karşıladıkları bugünün semt pazarlarına benzer alışveriş yerleridir. Çevre yerleşim merkezlerinden gelen kadınların getirdikleri sebze, meyve ve hayvancılık ürünleri ile kendi yaptıkları el işlerinin satıldığı bu pazarların benzerlerini hâlen Anadolu’nun bazı bölgelerinde görmek mümkündür. Bunlar genellikle küçük ilçelerde, köylerden gelen kadınların kurdukları pazarlardır ve alıcıları da kadınlardır. Tarlalarda daha çok kadınların çalıştığı Doğu Karadeniz bölgesinde bu pazarları nâdir olarak erkeklerin kurdukları da görülmektedir (Akçaabat Salı Pazarı gibi]. Osmanlı avrat pazarlarının en ünlüsü, Cerrahpaşa’daki Kocamustafapaşa Caddesi’nin Yağhane ile birleştiği yerde kurulan avrat pazarıdır. Kaynaklardan, bu pazarın ilk defa Kanunî’nin zevcesi Haseki Hürrem Sultan’in (ö. 1558) desteğiyle, kendisine ait olan Haseki Dârüşşifa ve İmareti›nin yakınında, Roma devrine ait Arcadius sütununun önündeki Forum Arcadii’nin yerinde kurulduğu öğrenilmektedir. XIX. yüzyılın sonlarında Haseki Avratpazarı’nda, Şehzadebaşı’ndaki Direklerarası’ndan daha küçük bir direkli çarşının mevcut olduğu ve 1905 yılında direklerle çatının kaldırılarak dükkânların değişik bir şekle sokulduğu bilinmektedir.” Özkan Ertuğrul, “Avrat Pazarı”, DİA, c.4, s.125 (Y.N) 80 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 81 IV.İMARETTEN KERVANSARAYLAR 1. Kervansarayların Tarifi ve Çeşitleri Develer, atlar ve katırlarla yük taşıyan, yolcuların konup göçtükleri büyük binalara kervansaray denilir.66 Kervanların toplanış ve yürüyüşleri kayda değer bir husûsiyet teşkil eder. Ekseriya 7’şer deveden katarlar teşkil edilir. Kervan idare eden kimse bir eşek üzerinde önde gider ve katırı harekete geçirir. Bu usûlle kervan, eşeğin yürüyüşüne uydurarak bütün develeri aynı tempo ile ağır yürütmek için tatbik edilir. Bir kervan günde 7 saatten fazla yürütülmez. Kervancılar aceleye gelmez kimselerdir. Meslekleri hayli meşekkatli ve yorucudur. Bunlardan her birinin çok kere 10-12 hayvana baktıkları olur. Hatta 40 develik bir kervanın ancak 3 kişi tarafından sevk ve idare edildiği de vâkidir. Bunların vazifeleri menzile gelinde bütün yükleri indirip hayvanlara bakmak ve yemlerini vermektir. Ancak bu işi bitirdikten sonradır ki kendi karınlarını doyururlar. Kervanın hareket işareti kus çalınmak suretiyle verilir.67 Günde 7 saat yürüyen kervan geçtiği yolda bir şehir veya kasabaya rastlarsa oradaki kervansara iner. Şayet orada böyle bir mekân yoksa kasaba dışındaki açıklığa konar. Üzerinden eşyalar indirilip hayvanlar serbest bırakılır, kendileri de yükleri 4 duvardan ibaret ve üstü açık ev şeklinde üst üste koyarak içine girip yatarlar. 1835-1839 tarihinde Osmanlı hükûmeti hizmetinde bulunan ve Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı ordusunda erkan-ı harbiye reisliğini yapmış olan Prusyalı Moltke 150 sene evvel Anadolu’da görmüş olduğu bir kervan evini şöyle anlatır: “Gece konaklanacağı vakit hayvanların sırtlarından yükleri alınır. Kale gibi dört köşeli bir siper yapılır, herkes bu murabbanın içine girerek yatağını serer uyur. Develeri başı boş bırakırlar, onlar ot bulup otlarlar, su içerler. Beygirleri ise kazıklara çıkarırlar.”68 Bu usûl bugün bile Anadolu’da tatbik edilmektedir.69 66 Kervan kelimesinin aslı Karıban’dır. Kar: iş ve mal, ban ise bekçi ve koruyucu demek olduğuna göre karıban ve kısaltılmış şekli olan kervan, işi ve malı koruyan manasına gelir. Istılah olarak da soygunculara ve eşkiyâya karşı kendilerini hayvanlarını ve mallarını korumak ve müdafa etmek için toplu olarak yola çıkılan kafileye denilir. 67 Kus harp meydanlarında galibiyeti ilan için çalınan büyük davula denilir. Kelime Farsça’dır. Biz Türkler bu kelimeyi “kös” diye telafuz ederiz. Folklorumuzda “kös dinlenmiş” tabiri sıkça kullanılmaktadır. 68 Moltke, “Türkiye Hatıraları”, Resimli Tarih Mecmuası, 1952 69 Yüklerden yapılan üstü açık eve Türkler Barhane yani yükden ev yahut yük evi derler. Kırda konaklamayıp da kervansaraya inildiği zaman yine yükler kervansaray avlusunda ayrı ayrı yerlerde barhane şeklinde istif edilip onların muhafazası için barhanede bir kaç deveci yatırılır ve sabahleyin hareket edilirken de bir kervan yükü ötekine karıştırılmayarak rahatça ve kolayca hayvanlara yükletilir. Barhane’nin ortasından yahut da bunları köşesinden açık kapı gibi bir yer bırakılır. Kapının biraz ilersinde veya tam karşısında sabaha kadar sönmemek üzere ateş yakılır bu ateşle hem ısınılır, hem yemek pişirilir ve hem de ortalık aydınlatılarak kervanların korunmasına yardım edilmiş olunurdu. Barhane tabiri folklorumuza da girmiştir. Harap ve çatısı çökmüş evlerin viranlığını ifade etmek için “ev değil barhanedir” denilmesi evin tıpkı barhane gibi çatısı çökmüş, evin içinden yıldızlar görünür bir hâle gelmiş olmasından kinayedir. 82 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Sultanahmet Kervansarayı’ndan Kalanlar 2. Kervanpazarı Türkiye’de muntazam şoseler, köprüler ve şimendiferler yapılmadan önce, bilhassa sahilde bulunmayan şehir ve kasabalar münakalesizlik ve asayişsizlik yüzünden âdeta her tarafla alakasını kesmiş, kabuğu içine çekilmiş bir hâlde bulunuyorlardı. Bu türlü şehir ve kasabaların en mühim ve en lüzumlu ihtiyaçlarını nereden ve nasıl tedarik ettikleri güç bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Hemen söyleyelim ki atalarımız buna da çare bulmuşlardır. Yüzlerce tüccar bunu kendilerine iş ve meslek ittihaz ederek her çeşit, giyim, kuşam, ev eşyası, ticaret emtiâsı, kuru meyve hülâsa iğneden ipliğe kadar bir şehir halkının nelere ihtiyacı varsa onları takdir ve tesbit ederek, başka yerlerden toplayıp kervanlarla bu kasabalara götürürler ve oralarda muayyen müddetle pazarlar kurarak satarlardı. Rumeli halkı buna kervanpazarı veya sadece kervan adını verirlerdi. Bu usûl, tarihinin kaydettiği Asya ile Avrupa arasındaki İpek ve Baharat yolları ile yapılan ticaretin memleket içinde birer küçük örneğidir. Böyle bir kervan herhangi bir şehir veya kasabada işini bitirdikten sonra kalkar başka bir şehre veya kasabaya giderdi. Folklorumuzda kervanların şehirden şehire gittiklerini anlatan ve hâlâ yaşayan bir tabir vardır: Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 83 Geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye70 tarihlerimiz bu türlü ticari ve iktisadi işlere eserlerinde, mâlesef yer vermediklerinden 70 Kervancı başının bindiği eşeğin harekete geçmesi ile bütün kervan da yürümeye başlar. Bunu kervanı takip ederken arz etmiştim, Fakat bir atalar sözü çok kere, Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye şeklinde söylenir ki bu iki cihetten yanlıştır. Evvela birinci şekil mevzundur. İkincisinde Bor’un yerine Bolu’nun getirilmesi ile vezinsiz olmuştur. İkinci olarak, Bor Niğde’ye 9 kilometre mesafededir. Aralarında durulacak başka kasaba yoktur. Bor’dan kalkan bir kervan o gün içinde ancak Niğde’ye varabilir. Bolu ise Niğde’ye bir kaç yüz kilometre uzaktır. Ve aralarında birçok kasabalar vardır. Binanaleyh Niğde’den kalkan bir kervan elbette ki ilkin Bolu’ya değil, Bor’a varır. Şu hâlde bu atalar sözünün doğru şekli birincisi olmak lazım gelir. Bu vesile ile arz edeyim ki yollar ve kasabalarla ilgili bir kaç atalar sözümüz daha vardır ki onların da yanlış söylenmekte olduğu görülmektedir. Onlardan da iki tanesini izah edeyim: Ana gibi yar olmaz, Bağdad gibi diyar olmaz Ana ile Bağdad’ın ne münasebeti olabilir, diye düşünülebilir. Bundan dolayıdır ki bu cihet izaha değer bir mevzudur. Buradaki ana bildiğimiz bizi doğuran muhterem kadın değildir. Bağdad kervan yolu üzerinde Fırat kenarında Ebu Kemal’den, sonra Vehit‘ten önce uğranılan kasabanın adıdır. Fırat nehri, Ebu Kemal’den sonra Ana’ya gelirken garpten şarka doğru bir kavis yapar, sonra cenuba dönerek Bağdad tarafına akar gider. Bu kasaba hakkında İslam-Türk Ansiklopedisi’nde Ömer Rıza Doğrul’un şöyle bir yazısı görülmektedir: “Fırat nehrinin sağ kıyısında şarka doğru kıvrılan bir kavis üzerindedir. Manzarası son derecede de zariftir. Kasaba şehir ile kayalık tepeler arasındaki dar şerit bir tek cadde hâlinde uzanan kasabayı teşkil eder. Evler arasında meyve bahçeleri göze çarpar ve bu da şehre ayrı bir güzellik verir. Ana’nın şimaldeki zeytin ağaçları yetişen mıntıka ile cenuptaki hurma mıntıka arası bir serhat teşkil eder. Ana’nın bilhassa hurmaları ile meşhur olduğunu Arap tarihçileri yazar. Şehrin üzerinde bulunduğu nehir içinde birçok verimli adalar vardır. Şark tarafındaki sonunda da eski bir kalenin harabesi görülür” Ömer Rıza Doğrul, “Ana”, İslam-Türk Ansiklopedisi, c.1 s.455-456, İstanbul 1941, Bu izahlardan sonra atalar sözünün doğrusunu bulabiliriz. İskenderun’dan Halep yolu ile yahut Mardin ile Urfa’dan Fırat’ı takip edip susuz, ağaçsız çöllerden geçerek Ana’ya gelen bir yolcu buradaki bağları ve bahçeleri görerek derin bir oh çekip, -Ana gibi yer olmaz, demiş. Ve Ana’dan kalkıp nehri takip ederek Bağdad’a geldiği zaman da bu şehirdeki umranı ve azameti görünce de, -Bağdad gibi diyar olmaz, demiş. Böylece iki şehrin güzelliği, mamurluğu arasında bir kıyas yaparak Bağdad şehrini Ana kasabasına tercih etmiştir. Yine bu türlü şehirlere ait sözlerden birisi de Halep şehri hakkında kullanılır. Güya birisi ben Halep’te 10 arın yer atladım, demiş. Dinleyenler taacüp ederek, -Halep orda ise arşın burdadır, atla da görelim, demiş ve bu sözde ondan çıkmıştır. Bu sözde geçen Halep şehri değildir. Halep’e yakın cenup vilayetlerimizde arşından başka basma alım satımında kullanılan bir ölçüdür. Nitekim yine arşından başka kadife alım satımında kullanılan bir endaze ölçümüz olduğu gibi. Şu hâlde bu sözün aslı ve doğrusu şu şekildedir: -Halebe orada ise arşın buradadır, atla da görelim. 10 arşın mı yoksa 10 halebi mi atlamışsın görelim. Bu söz de böylece iki türlü kullanılmağa başlamıştır. Bu türlü tabirlerin bu eserde izahını lüzumsuz görenler bulunabilir. Ben o fikirde değilim. Bu tabir evvelce başkası tarafından izah edilmiş olsaydı, bu zahmete girişmezdim. Yukarıya nakik ettiğim “Ana” hakkındaki ansiklopedi maddesinde elbette Türklerin de burası hakkında şöyle bir atalar sözü bulunduğu kaydedilseydi fena mı olurdu? Henüz milli bir ansiklopedimiz, bütün atalar sözünü toplayarak şerh ve izahları ile birlikte basılmış esaslı bir kitabımız yoktur. Yazı yazanlar sırası geldikçe bunlar hakkındaki bilgilerini de yazarlarsa ancak o zaman bu sözlerin kıymeti daha çok olur kanaatindeyim. (Osman Nuri Ergin’in vefatından önceki tespit edebildiğim kadarıyla son çalışması “Osmanlıca’da Yanlış Kelimeler ve İbareler” adlı eserdir. Eser, Osmanlıca el yazısı iki not defterlerine harf sırasına göre tertip edilmiştir. Bu eser, Osman Nuri Ergin’in torunu Sayın Osman Murat Akan Bey’in şahsi kütüphanesinde bulunmaktadır. Y.N) 84 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri bu hususta memleket çapında malumata mâlik değiliz. Arşivlerin tasnifi bittikten sonra icabı kadar bilgi edinmiş olacağımızı tahmin ederim. Kervanın uğradığı şehir ve kasabalar, onların barınması ve tüccarın malını teşhir edip satması için olan binaları ve alışverişte her türlü kolaylığı gösterirlerdi. Kervanın gelişi şehirde başka zamanlarda görülmemiş bir canlılık uyandırır, geniş ölçüde alışveriş olur, esnaf ve tüccar da gelecek seneye kadar kendilerine lüzumlu olan malları alıp depo ederlerdi. Emekli Evkaf Müdürlerinden Müftüzade Esad Bey, Serez’de Esnaf ve Mahalle Teşkilatı adındaki eserinde bu mevzu ele almış ve hayli izahat vermiştir. Geçmişteki alışveriş hayatımızı, ticaret usûl ve ananelerimini ve bu işlerle uğraşan memurları bildiren yazısının bazı bölümleri kısaltarak alıyorum: “Kasabada iki kervansaray vardır. Birine eski kervansaray, ötekine yeni kervansaray deniliyordu. Eski kervansaray Yorgancılar Çarşısı ile Üzümpazarı arasındaki geniş sahada bulunuyordu. İçinde 300’den fazla dükkân, mağaza ve baraka vardı. Yeni kervansaray Gazi Evronos Mahallesi’nde ve eski hükûmet binasının tam karşısında yapılmıştı. Burada da 400 kadar dükkân ve mağaza vardı. Bu, eskisine nisbetle daha muntazam ve daha kullanışlı idi. Kervansaraylar senede bir ay açık ve on bir ay kapalı durur ve bekçilerin muhafazası altında bulunurdu. Bu 11 ay içinde burada hiç tüccar eşyası bırakılmazdı. Her sene Şubat’ın 5. günü kervan büyük bir merasimle açılırdı. Kahyâbaşı, esnaf mütevellileri, esnaf ustaları, kapı ağası, tomruk ağası, memleket bacdarı, çeşni giri, kantar ağası ve bunlardan başka memleketin ülemâ ve eşrafından birçokları kervansaray kapısının önüne toplanırlardı. En son memleketin kaymakamı, müftüsü ve kadısı gelirler ve karşılanırlardı. Kervan’da dükkân ve mağazaları bulunan tacirler kapının bir tarafında toplu olarak dururlar, içlerinden ayrılan bir heyet davetlileri karşılar, müşterilere yer gösterirdi. Kapı ağası ile maiyeti de intizamı temin ederdi. Kaymakam, müftü ve kadı gelir gelmez kayhâbaşı hazırlamış olan yüksek yere resmi kıyafetiyle yani büyük kavuğu ve kahyâbaşılık kürkü ile asasına dayanarak, kollarına iki mütevelli geçtiği hâlde, kapının önüne çıkar, kervan tacirlerine, memleket halkına ve esnafina şu yolda öğütler verirdi: “Esnaf kardeşler, hoş geldiniz sefalar getirdiniz. Sizi aramızda gördük sevindik. Güle güle gitmek memleketinizde çoluk ve çocuğunuza da kavuşmak nasip olsun inşallah. Sizden dileklerimiz ve size söyleyeceklerimiz var. Sözlerimi can kulağı ile dinleyiniz. Değerinden artık akçe ile mal satmayınız. Ekmeğini yiyeceğiniz, parasını çıkardığınız malların, ayıbını, lekesini, yırtığını, çürüğünü ve başka kusurlarını pazarlık kesilmeden önce müşteriye gösteriniz ve söyleyiniz. Güzel endazeleyiniz. Doğru ve dürüst tartınız. Her türlü hileden, dekden sakınınız. Para alırken ve verirken iyi sayınız. Mangallarınızı iyi yakınız ve iyi bakınız, akşamları dükkânlarınızı iyi kilitleyin. Odalarınıza iyi mükâyyet olunuz. Kervansaray içinde 12 gece bekçisi vardır. Bunların yarısı gündüzleri bekçi odasında bulunacaklardır. Siz de içinizden iki bekçi seçiniz, kervansarayı beraber beklesinler ve korusunlar. Bekçilerinizden bir şikâyetiniz olursa veya bir iğneniz kaybolursa veya size Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 85 çatan, yan bakan veya dükkânınız önünde münasebetsizlik eden müşterilerinize sırnaşıklık ve sarkıntılık yapan bulunursa derhâl bekçi başıya haber salınız, faidesini görmezseniz, hemen bana baş vurunuz. İçinizden bu söylediklerime aykırı hareket eden olursa, ibadullahın zararına giden görülürse ve işitilirse dükkânı kapatılarak derhâl memleketten kovulacağına hiç şüpheniz olmasın, dedikten sonra hepsi için hayırlı işler, bereketli alışverişler temmenni eder ve bunu müteakib esnaf duacısı beliğ bir dua okurdu. Dua biter bitmez kervansarayın anahtarlarını elinde tutan kahyâbaşı bu anahtarları memleketin müftü ve reis’ül-ulemâsına verir, o da ve emsâl sözleri okuya okuya anahtarı çevirir. Bu sırada tüccarın hediye ettiği kurbanlar kesilir. Büyük kapının kanatları açılınca ilk önce kaymakam, müftü, kadı ve kahyâbaşı girer, onların arakasından tacirler dahil olarak derhâl dükkânlarına geçerler ve bütün davetliler önlerinde kahyâbaşı olduğu hâlde dükkânların önlerinden geçerek hayırlı temennilerde bulunurlardı. Kâhyabaşı herhangi bir dükkândan ilk alışveriş olmak üzere bir şey alır ve parasını verir. Bu para dükkân sahibi tarafından esnaf sandığına teberru edilirdi. Tacirler reis’ül-ulemâ’ya bir mushaf-ı şerif hediye ederlerdi ve bu mushaf memleket kütüphanesine verilirdi. Oradan da cami-i kebirde mihrabın 2 tarafında küçük rahleler üzerine konarak herkes ister ve okurdu. Açılış töreninde bulunan davetliler ayrıldıktan sonra kervansarayın bütün kapıları açılır, baş kuleden 21 pare top atılırdı. Bu saatten sonra alışveriş başlar ve bütün hararetiyle devam ederdi. Memlekette ve köylerde bütün düğün ve dernekler daima kervanın sonuna bırakılır ve kervandan sonra yapılırdı. Çünkü çeyiz ve düğün eşyasının başka türlü ve başka zamanlarda tedarikine imkân yoktur.” Umûmî Bir Kervansarayın Görünüşü 3. Umûmî Kervansaraylar Bütün hükûmetler kendi ülkelerinde ana yollar üzerinde, bozkırlarda yahut şehir ve kasabalar içinde han veya kervansaray adları altında büyük binalar yaptırırlardı. Bu binalardan padişahların yaptırdıklarına Sultan Hanı denilirdi. Bunlardan ayrıca bahsedilmiştir. Kervansaraylar çok kere bir murabba veya mustatil şeklinde yapılmış bulunur. 86 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Ortasında “Harem“ (harim) denilen geniş bir avlusu vardır. Bir tarafında tek başına yolculuk eden kimselerin hayvanları ile birlikte geceleyecek kısımlar bulunur, başka bir tarafında da yalnız develerin barındıkları develikler görülür. Avlunun üçüncü tarafında yolcuların tek başına yatmaları için odalar yapılmıştır. Gerek hayvanları ile birlikte geceyi geçirecekleri, gerekse odalarda barınacakları için kervansaraylarda ısınma tertibatı da yapılmıştır. Avlunun ötesinde, berisinde varsa akar su bulundurulur, yoksa açılan kuyulardan bol su temin edilirdi. Avlunun kalan yerine de develerin taşıdıkları yükler yığılarak kırlarda yapıldığı gibi barhane kurulup içinde yatılır. Kervansarayların ve Sultan Hanlarının kapıları bir kale kapısı gibi büyük ve sağlamdır ve muhafaza tertibatına haizdir. Buralara giriş ve çıkış bir kısım usûle ve merâsime tâbidir. Bunların kapıcıları, odabaşıları ve muhafızları vardır. Fevkâlade bir hâl zuhurunda içeriden dışarıya veya dışardan içeriye bir kimsenin girmemesi için büyük kapının kanatları açılmaz. Yalnız kanatlardan birisinde yavru kapı dedikleri ufak bir pencereden faydalanılır. Bozkırlardan yapılan kervansarayların içinde dükkânlar ve bir de mescid vardır. Kapılar kapalı bulunduğu zamanlarda halk zaruri ihtiyaçlarını buralardan temin eder. Bunların bir yabancı ağzından yapılan bir tavsifini Busbecq’den dinleyelim: “…Niş’de umumî misafirhanede yahut Türklerin tabir-i vechiyle Kervansaray’da kaldım. Bu taraflarda en mutat konaklama şekli budur. Kervansaray, genişliğine nispetle daha ziyade uzun sayılabilecek kocaman bir binadan ibarettir. Oradan eşyalar, develer, katırlar ve arabalar için açık bir yer vardır. Umûmiyetle tekmil etrafı 3 kadem (yaklaşık 90 cm) kadar yükseklikte bir duvar (seki) ile çevrilmiştir. Burası Türkler için yemek ve yatak masası vazifesini de görür. Yemeklerini de bunun üzerinde pişirirler. Çünkü dış duvarlar içinde fasılalarla yapılmış ocaklar da vardır. Duvarın üstündeki bu yer yolcuların develer, beygirler vs. hayvanlarla paylaşamadıkları yegâne mevkidir. Böyle olmakla beraber hayvanlar duvarın dibine o suretle bağlanmışlar ki başları ve enseleri duvarın üstüne çıkar. Bir hizmetkâr gibi orada dururlar. Sahipleri ise ateş yanında ısınırlar, yemek yerler, aynı zamanda hayvanlar sahiplerinin ellerinden ekmek, yemiş yahut başka yiyecekler alırlar. Türkler yataklarını da bu duvarın üzerinde yapıyorlar. İbtida yere bir seccade yayıyorlar, üzerine de bir örtü örtüyorlar, bir eğer yastık hizmetini görüyor. Kendileri geceleyin topuklarına kadar ve içine kürk kaplanan uzun bir elbiseye sarılırlar. Bu kervansarayda husûsi bir elbiseye sarılırlar. Gündüz giydikleri de budur. Bu kervansarayda husûsi veyahut mahrem bir hayat sürmeye imkân yoktur. Her şeyi alenen yapmak lazımdır. Yalnız gecenin karanlığı bir adam diğerlerinin gözünden uzak bulundurur. Bu türlü kervansaraylar bana bilhassa bir nefret hissi veriyor. Çünkü Türkler gözlerini üzerlerimizden ayıramıyorlar. Adetlerimize ve kıyafetlerimize hayretler ediyorlar. Onun için çok defalar çadırlarda, yahut arabanın içinde uyuyorum.”71 Kervansaraydan memnun olmayan Busbecq, oradan çıkarak aynı şehirdeki bir hana yerleşmiş ve burasını ne kadar beğendiğini, bir hükümdar sarayı gibi kendisinin burada misafirler kabul ettiğini hayretle eserine dercetmiştir. Bu babdaki mütalâasını 71 Busbecq, a.g.e.,s.29 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 87 “Han“ bahsinde göreceksiniz. Kervansaraylarda atlarla sahiplerinin bir arada yattıklarına dair Fransız seyyahı Jean Baptiste Tavernier’in bir izahını da burada bulundurmak istedim: “Ahırlarda her atın önüne bir duvar oyuğu (niş) ile içinde küçük bir pencere vardır ki buradan yolcunun kendi odasından ahıra bakması ve atların görmesi mümkündür. Bu oyuklarda yolcular ve seyisleri oturur ve burasını mutfak gibi de kullanırlar.“ Umûmî Bir Kervansarayın Görünüşü Kervasarayın başka bir tarafını da bizim değerli seyyahımız Evliya Çelebi, Makbul İbrahim Paşa’nın Tatar Pazarcık’ındaki kervansarayını şöyle anlatır: “Derunu şehirde bir kal’a-ı muazzamdır ki içinde 2.000 deve alır develiği, 3.000 at alır ıstabl-ı anterisi var. Ehl-i harem âyân ve kibâr için 70-80 hane-i müteadditleri, harem hücreleri var. Ayende ve revande vüzera ve vükela olmak için başkaca tahtani ve fevkani içli, dişli kal’arı vardır. Bây ve gedâ misafirlerini mahluk-ı Hudâ için han-ı azimin tarafeynindeki yan sofaları üzerinde kâmil 200 ocaklı sofaları vardır. Duvarında âlât ve silah asacak demir çengelleri ve at kayd ve bent edecek demir halkaları var. Yazlık meydanında, (Görçenlik tabir ederler) bir meydan-ı azimdir ki üzeri eflakesir çekmiş haşeb kubbedir. Bu meydanın çevresi ocaksız yaz meydanı sofalarıdır. Taşra haremi (hârîmi) dahi beyaz taşla döşenmiş bir meydan-ı muazzamdır ki 5.000 at alır. Güya İstanbul’un At Meydanı’dır. Bu haremin ortasında müdevver aşrin fi aşrin (10x10) bir havz-ı kebiri vardır. Camii ayende ve revendenin hayvanları bundan sulanıp defi atş ederler. Haremin bu cânibinde azîm bir imâreti darüzziyâfesi var. Her şeb ve rûz misafirîn, eğer kefer-i fecere, eğer ferece ve zâleme olan, mademki bunda sakindir, bade’l-magrib cemî’ hüddâmlar matbah-ı Keykâvusun’dan her ocak başına birer bakır sini içinde birer tas buğday çorbası ve dana başına birer nam-pâre ve birer tane şem’i rugen (kandil) ve her at başına birer torba yem verir. İlâ maşallâh sahib’ül-hayrat böylece vakfı dâîm eylemiştir”72 72 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.388-389 88 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki İmareti Evliya Çelebi, Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki kervansarayını anlatırken de bize çok faydalı bilgiler veriyor: “… Bir bab-ı azim içre kale misal karşı karşıya 150 ocak han-ı kebirdi. Haremli (harim) develikli ahırın olup sade ahırı 3.000’den ziyade hayvan alırdı. Kapıda daima didebanları (kapıyı gözetliyenler) nigehbanlık (gözcülük) ederler. Yatsıdan sonra kapıda mehterhane çalınarak kapı sedolunur. Didebahlar vakıfdan kandil yapıp kapı dibinde yatarlar. Eğer gece yarısı taşradan misafir gelirse kapıyı açıp içeriye alırlar. Mahâzâ taam getirilir. Amma cihan yıkılsa içerden taşraya bir adam bırakmazlar.” 73 Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki İmareti’nin Planı 73Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.301-302 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 89 4. Husûsi Kervansaraylar Umûmi kervansarayların içinde veya dışında ayrıca husûsi diyebileceğimiz bir kervansaray şekli daha vardır. Filhakika zengin ve fakir, yerli ve yabancı, İslam ve gayriislam herkes tek başına veya toplu olarak seyahatlerinde umûmi kervansaraylara ve hanlara göçerler. Her sınıf halk buralarda kendisine yatacak ve hayvanına bakacak bir yer bulur. Fakat kalabalık ailesi ve yüzleri geçen maiyetiyle yola çıkan meselâ bir vali, yahut bir kumandan umûmi kervansaraylarda hep bir arada ve tabiî harem ve selamlık olmak üzere yer bulmakta çok sıkıntı çekerler ve müşkülata uğrarlardı. İşte bu hâl ve vaziyetleri bizzat görenler büyük yollar üzerinde yaptıkları hanlarda, bilhassa kervansaraylarda, ya bina içinde ayrı bir bölüm hâlinde, yahut onlardan büsbütün ayrı bir bina daha yaptırarak bunu bahsedilen kalabalık maiyeti ve eski bir tabirle mer’iyyül-hatırlarla tahsis ederlerdi. Bu çeşit binalar için birkaç misal verebiliriz. Bu misallerden birini Selçuk sultanlarının ve beylerinin yaptırdıkları hanlarda köşk adı altında gördüğümüz gibi Osmanlı imâretlerinde yani kervansaray ve hanlarda da buluyoruz. Meselâ Tatar Pazarcık’ında Makbul İbrahim Paşa’nın yaptırmış olduğu kervansaraydan bahsedilirken: “…ehl-i harem âyân ve kibâr için 70-80 hane-i müteadditleri, harem hücreleri var. Ayende ve revande vüzera ve vükela olmak için başkaca tahtani ve fevkani içli, dişli kal’arı vardır.“74 Yemen Fatihi Koca Sinan Paşa’nın Suriye’de yaptırmış olduğu kervansaraydan bahsolunurken yine Çelebi’miz:“Başkaca mütevelli sarayı ve paşalara mahsus sarayları havi han-ı azim vardır“ demektedir.” 75 Sokollu Mehmed Paşa’nın Lüleburgaz’daki imâreti arasında handan ve umûmi kervansaraydan başka “…Bu hanın garbında vüzere, vükelâ âyân ve kibâr için haremi, divanhaneli 150 odalı, hamamlı, gazinolu, matbahlı bir saray-ı azim vardır ki methinde lisan kasırdır.” 76 Evliya Çelebi’nin bu ifadesinde iki nokta dikkati çeker, birisi gazino tabiri ötekisi de mutfaktır. Diğerlerinde olduğu gibi Sokollu’nun bütün han ve kervansaraylarına konan ve göçen yolcuların yemekleri vakıf tarafından parasız verildiği hâlde bu husûsi kervansarayda ayrıca mutfak bulunduruluşu kervansaraya inenlerin arzu ederlerse yemeklerini kendileri pişirmeleri için olabilir. Gazinoya gelince Seyahatname’nin yazma nüshalarında da bu kelime aynen mevcut olduğuna göre, gazino tabirinin XVIII. asırdan beri memleketimizde bilinmiş ve dilimizde yerleşmiş olduğunu kabul edebiliriz. Bu bina paşaların maiyetinin oturup konuşacakları yer, meselâ kahve ocağı gibi bir şey olması lazım gelir. 74 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 388 75 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s. 66 76 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.299 90 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Evliya Çelebi, Üsküdar’da 11 kervansaray olduğunu yazdıktan sonra bunlardan “Kösem Valide Sultan Mihmansarayı âyân ve kibarın ikametine tahsis olunmuştur. Şimdi içinde oturulmakta olduğunu” söylemektedir.77 Konakladıkları şehir ve kasabalarda husûsi kervansaray olmayıp da han ve kervansaray varsa çok kere hükûmet kuvvetiyle bunlardan birisi tahliye ettirilerek kalabalık maiyet ile gelen âyân ve kibâr oraya yerleştirilirler. Fakat bu vaziyet karşısında da gelip geçen yolcular açıkta kalarak zahmet ve meşakkate düşerlerdi. Şayet şehir ve kasabalarda bu türlü binalar da bulunmazsa o zaman şehrin kadısına müracaat edilir, onun emri ile evler boşaltılarak onlara tahsis edilirdi. Böyle tahliyenin bir örneğini yine Evliya Çelebi’den ögreniyoruz. O tarihte İstanbul’a gelirken Ankara’dan 2.000 adet yaftalı konağın paşa ile maiyetine nasıl tayin ve tahsis edildiğini Evliya Çelebi şöyle anlatır: “Mehmed Paşa ile Ankara’ya giderken mahkeme tarafından 2.000 yaftalı konaklar yazılıp, paşayı Çavuşzade’nin hanesine kondurmağa karar verdiler. Hakir (kendisi) dahi 500 akçelik molla olan sadat-ı kiramdan Kederzade hanesinde mihman oldu.“78 Şehir ve kasabalara uğrayanlar kalabalık asker iseler o zaman şehir ve kasabanın bütün camileri, hanları vesairesi onlara terk ve tahsis olunduğu gibi bunlar da yetişmezse şehir kâmilen halktan boşaltılarak askere terk ve tahsis olunurdu. Bir buçuk asır önce böyle bir tahliye mecburiyeti dolayısıyla ortaya çıkmış şimdiki iki vilayet merkezimiz, Malatya ile Elazığ şehirleri bunlardandır. Hadise şöyle olmuştur: Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa isyanında Osmanlı ordusunda bulunan Prusyalı Moltke eski Malatya’nın tahliye edilerek askere tahsis edildiğini şöyle anlatır:“…Bu memleketin hâli ve âdetleri askerlerini bizde olduğu gibi evlerde oturulmasına müsait olmadığından nüfusu 12.000’i bulan Malatyalıların kışın Aspozi sayfiyelerinde oturmalarını icab ettirdi. Şehirde kadın, çocuk namına tek fert yok. Her canlı adam asker.“ Moltke o zamanki Malatya evlerini ve o evlerde yapılan tahrîbât ve tadilatı da bize bildirmektedir: “Malatya’nın evleri taş veya keresteden değil, kırlangıç yuvası gibi çamurdan, çerden çöpten inşa edilmiş olduğu için askerler oturdukları evlerde lüzumuna göre, beriden bir kapı açıyor, istediği yerden duvarı kaldırıp atıyor. Öyleki ev sahibi sonradan gelip görünce evinin iç taksimetini kendi bildiğinin tamamıyla gayrı buluyor.“79 Eski Harput şehri de yine harp sırasında sadrazam ve başkumandan Mehmed Reşit Paşa tarafından işgal edilerek şehir halkı tıpkı Malatyalılar gibi mezra denilen ovadaki bahçelerin içinde bulunan barakalarda kalmışlar ve bu yüzden zamanla Harput gözden düşerek harap bir nahiye hâlinde gelmiştir. Nitekim eski Malatya bugün nahiyeden başka bir şey değildir. 77 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.476 78 Evliya Çelebi, a.g.e., c.2, s.427 79 Moltke, a.g.e. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 91 5. Hasbi Kervansaraylar Evliya Çelebi, Sofya’daki hanlardan ve kervansaraylardan bahsederken “Koca Mehmed Paşa’nın burada bir hasbi kervansarayı vardır“ demektedir. Bu cümleyi okuyanların, acaba bu ne türlü kervansaraydır ve nasıl bir hizmet görür, diye tereddüde düşeceklerini tahmin ediyorum. Bizim tarihçilerimiz ve muharrirlerimiz sıkıştıkça her müesseseye yeni bir ad verirler. İşte bu da Çelebi’miz tarafından kervansaraylara verilen adlardan birisidir. Hanlarla kervanasayların zengin olsun, fakir olsun İslam olsun gayriislam olsun herkesi din ve milliyet ayırt etmeksizin parasız yatırdıklarını ve yedirip içirdiklerini bu yazıların başka bir paragrafında açıklamıştım. Böyle bedava yedirip içirmek ve yatırıp kaldırtmak bu müesseseleri kuranların inancına göre hasbetenlillah, yani Allah hesabına ve Allah’ın rızasını tahsil ve temin için yapıldığından ve Sofya’daki kervansarayda da bu yolda hareket edilmekte olduğundan Çelebi’miz bu sefer de bu kervansarayı bu sıfatla vasıflandırmıştır. Yoksa başka bir hizmet gören bir kervansaray değildir. Arap dilinde hesap ve hisbenin bir manası da ecir ve sevabdır. Şu hâlde ecre ve sevaba ermek için yapılan binalara hasbi kervansaraydır denilmiş oluyor. 92 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 93 V.İMARETLERİ YAPAN MİMARLARIN MİLLİYETLERİ Anadolu’daki hanlarla kervansarayların Türk eseri olduğunu ve Türkler’den evvel buralarda bu tarzda binalar yapılmadığını bu bendin başında Reifstahl’in ifadesine aften bildirmiştim. Mesele sivil mimârimiz ve medeniyetimiz bakımından çok mühim olduğundan bu bendin sonuna da iki muharririn mütalâalarını bilhassa kayda ve derce lüzum görüyorum. Bunlardan birisi Halil Ethem Bey’dir. Anadolu kitabeleri hakkında neşrettiği makalede şöyle diyor: “Anadolu’nun kasaba ve köylerinde veyahut ıssız mahallerinde kesretle görülen mebani-i atike-i İslamiye arasında hanlar ve kervansaraylar kıymet-i mimâriye ve tezyinlerinden başka muhtevi oldukları kitabelerinden dolayı tarih nokta-i nazarından da pek mühim bir mevkî alırlar. Bu hanların hüsnü muhafazalarına çoktan beri kattiyen itina olunmadığından, evkafı olsun olmasın hemen kâffesi şayan-ı esef bir hâl-i harabededir denilebilir. Cesamet ve metanetçe bazen âdeta bir kaleye benzeyen bu binaların envaî nukuş ve hututu menhuta ile müzeyyen olan yüksek cepheleri bilhassa avluları ortasında bulunan gayet zarif bir tarzda yapılmış küçük mescidleri ilk evvel nazarı dikkatimizi çeker. Konya’dan Aksaray’a giden yolcuların hangisi Selçuklular zamanından kalma olan Sultan Hanı’nın karşısında onun heybet ve azametine hayran kalmamış ve gösterdiği hâl-i harabiye de çeşm-i teessüfle bakmamıştır, en çok Rum Selçukluları ile Osmanlıların âsârı olan Anadolu’nun bu hanları planları bakımından yekdiğerinden tahalüf etmeyip başlıca iki büyük nev’e ayrılabilirler ki birincisi murabba veyahut murabbaya yakın bir mustatil şeklinde olup üzerileri dâimâ örtülüdür. Konya yakınındaki Horozlu Hanı gibi. Diğer nevi ise iki kısımdan mürekkep olup öndeki kısmın ortasında açık bir avlu ve dört bir tarafında yolcular için odalar, mescid vesâir dâireler bulunup bunun arka tarafında da burada bitişik, fakat bir iki kapı ile bitişik hayvanlara mahsus ahırlar vardır ki bunun üzeri tamamen örtülüdür. Sultan hanları ile Karatay Hanı bu ikinci nev hanlara örnek olmak üzere gösterilebilir.“80 İkinci muharrir Albert Gabriel’dir. Bu zatın mütalâası bu sahada bir şaheser teşkil edecek kadar mühimdir. Gabriel diyor ki: “On birinci asırdan on dördüncü asra kadar Türk cami kendine mahsus evsaf ve şerâite mâliktir. Muayyen bir iklime göre vücuda getirilmiş, memleket malzemesi ile bina olunmuştur. Muayyen ihtiyaçlara cevab verir, muadili hiç bir tarafta görülmeyen bir plan dahilinde tesbit edilmesi kabildir. Cami için mevzubahis olan şey medrese, imâret, hastane, Anadolu’nun tam nümunelerini muhafaza ettiği bütün müesseseler için de ayniyle vârittir. Ve bunlar arasında, kervan yolları boyunca sıralanan cesîm hanlar gibi içtimai bir karakter taşıyan büyük eserleri unutmamak icab eder. Bu kadar cesîm olmak şartı ile şekil ve manzara da sanat icablarına bu derece malikiyet bakımından şark dünyasında bu eserlerin muadillerini bulmak imkânı yoktur. Bu kervansaraylar, kuleleri bulunan dış duvarları ile bir abide manzarası arzeden cesim kapıları ile türlü 80 Halil Ethem, “Anadolu’da İslami Kitabeler”, Tarihi Osmanî Encümeni Mecmuası, Ağustos 1331, sayı.33, s.513 94 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri şekil ve büyüklükte kubbeleri bulunan azim divanhaneleri ile avlular ortasında bina edilerek akşamları namaz kılmak için toplanmış müminlerle dolan latif camileri ile her konak yerinde bir kudret ve ihtişam yükselmektedir. Diğer taraftan 12. veya 13. asırdan da bize hem aynı faideli gayeleri güden, hem de aynı sanat mefhumlarına cevap veren sanat eserleri intikal eylemiştir. Artuk sülalesine mensup bir hükümdar tarafından vücuda getirilmiş olup bu defa tamir edilerek âdeta yep yeni bir numara arzeden Batmalsu Köprüsü’nün yanında Dicle üzerinde Hasan Keyf önünde yapılmış olan köprünün muhteşem harabeleri bu parlak devredeki mimâri mefhumlarının kudret ve haşmetine şahittir.” Sultan Hanı’nın Planı Anadolu abidelerinin tetkikinin içtimai tarih bakımından haiz olduğu ehemmiyet, bu kısa teşrihle de derhâl görülür. Bu eserler, bizatihi mâlik bulundukları sanat kıymetinden ayrı olarak, fevkalade mükemmelleştirilmiş bir idari teşkilata, bir nizam ve intizam mefhumuna, ticari ve sınai mübadelerleri tezhil arzusuna şahadet etmektedirler. Ve madem ki 12. asırla 13. asrın büyük bir kısmında ve gayrı kâbili itiraf bir şekilde olmak üzere bu memleketin gerek hâkimleri ve gerek nüfusu Türk’tü. Bize kadar gelen ve esasen de onların isimlerini taşıyan eserleri vücuda getirmiş olmayı başkalarına mal etmek için hiçbir sebep mevcut değildir. Sultan Hanı’nın Planı Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 95 Birtakım taşların üzerinde filan mimâri Tebriz’den, bir diğerinin Ahlat’tan geldiğinin, bir diğerini de bir acem ismi taşıdığının yazılı bulunduğunu biliyoruz. Fakat unutmayalım ki, bu kabil ırk malumatı hiç bir zaman bir ırk veya devlerin nüfusu katisini gösteren şeyler değildir. Ve esasen de bu ırk ve devlet mefhumlarının Orta Çağ’daki manası onlara bu modern çağlarda verdiğimiz manadan tamamıyla farklıdır. Bahusus bütün yakın şarktaki inşaatın dini mahiyetini, üstad, zanaatkâr veya aşağı amelenin tekerrür eden seyyahatlerini de unutmamalıyız. Esasen şimdi zikrettiğimiz şekildeki imzalar yanında mimârın Konya veya İzmirli olduğunu gösteren imzalar, yahut da mimâr eserin bulunduğu yerden olduğu için zikir bile edilmeyenler vardır ve ekseriyette bunlardadır. Türkler meskun olup Türkler tarafından idare edilen bu memleketin ancak Türk inşaatçılar kullanması mantığın istilzam ettiği bir keyfiyettir. Selçukluların mimârisi hakikatte bir Türk mimârisidir. Fakat bu sahayı daha ziyade teşrih eden İslam sanatının doğuşuna ve inkişafına ait şartların yeni baştan ve temelinde tetkiki istenirse, bu sanat üzerindeki tesir ve nüfusları hakkında Türk tesiri asla kâle alınmamak şartı ile verilmiş hükümlerin de yeni baştan tetkiki icab edecektir. Ve belki de kurduğumuz nazariyelerde görülen zaafın, kudretsizliğin sebebi, bu garip noksandan, yani Türk nüfuzunu hesaba katmayışımızdan ileri gelmektedir. Akdeniz kıyılarındaki arazinin ekserisinde İslam dünyası Helen ve Bizans dünyasının yerini alır ve adına İslam sanatı denen sanat hakkında yapılacak hiçbir izahın Yunan sanatını bu canlı substratum’unu ihmal edemeyeceği şüphesizdir. Fakat Yunan sanatı tam ve mükemmel bir izaha imkân vermemektedir. Suriye, İran ve Irak nüfusları da bu imkânı vermiyorlar. Söylenebilecek birşey varsa o da İslam sanatının, dekoratif şekilleri ile ifade vasıtaları ile umûmi estetiği ile yeni bir sanat olduğu keyfiyetidir. Metinleri ezip bozabilen, kıvırım sıkıştırabilirseniz, tarihleri karıştırılabilir, tezyini inkişaf hakkında sentezleri teşebbüs edebilir, o vakte kadar muzaffer Helenizm tarafından tevkif edilen çok eski kudretleri işe müdahale ettirebilirsiniz. Fakat bütün bu şeyler esas keyfiyeti izah hususunda yeni sanatın cezbesi altında bulunan ve Yunan ananelerinin bir zeylini teşkil eden sanatın yerine geçmesini izah hususunda kâfi gelmeyecektir. Bu yeni vakıa ancak Türk ve onun getirdiği şeyler olabilir. Selçuk mimârisine esas vasıflarını temin eden unsurları burada tafsilat ile izah edemem. Misal olarak biri abidelerin binası, diğeri tezyini dekorasyon sahasında iki manidir formül intihab ve izah etmekle iktifa edeceğim. 96 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 97 VI.HANLARDA VE KERVANSARAYLARDA GÖRÜLEN BAZI HUSÛSİYETLER Yolculuğun en mühim işlerinden ve ihtiyaçlarından birisinin iaşe keyfiyeti olduğu şüphesizdir. Yolcuların uğradıkları ve konakladıkları yerlerde, hele bozkırlarda lüzumu kadar yiyecek bulamadıkları bilhassa sayıları çok olduğu zamanlarda bir meseledir. Vaziyetin böyle olduğunu gören ve bilen hükümdarlar, tımar ve zeamet sahipleri beyler, yolcular ve hayvanlarını barındıracak binaları yaptırdıkları gibi yiyeceklerini de o binalarda bulundurdukları bilinmekte ve bir kısım şehirlerde kasabalarda da aynı tarzı tatbik ettikleri görülmektedir. Bunun sebebi ise basittir; çünkü herhangi bir şehir veya kasabaya aynı günde dört taraftan gelen yüzlerce yolcunun hem kendisinin, hem hayvanlarının yiyeceklerini o şehir veya kasabanın çarşısından tedarike kalkışmaları evvela oralarda halkın yiyecek maddelerinin tükenmesine, saniyen yüzlerce kimsenin esyasını, hayvanını handa veya kervansarayda bakımsız bırakıp çarşıya, pazara dağılması hercümerçe, kargaşalığa ve tabiîdir ki inzibat ve asayişi ihlâle sebebiyet vereceğinden, bozkırlardaki hanlarda ve kervansaraylarda olduğu gibi o binalar yapanlar tarafından önceden tedarik ve temin edilmiş olmasını zaruri kılmıştır. Charles Texier, Selçuk Türkleri’nden evvel Lidyalılar ve Firikyalılar tarafından bu yolda hareket edildiğini yazar. Hâl böyle olunca yolcular hana veya kervansaraya iner inmez kendi hayvanlarını gösterilen yerlere bağlarlar, verilen yemlerini önlerine koyarlar ve yem meselesini asla düşünmezler. Aynı zamanda kendi yiyeceklerini han veya kervansaray idarecileri tarafından verilmekte olduğunu da gördüklerinden hazırlanan yemeği de yedikten sonra hemen yatarlar. Ve sabahleyin hareket için kararlaştırılmış olan saatte asla bir gecikmeye ve kargaşalığa meydan bırakmadan yükünü hayvanına yükletip harekete müheyya bir hâlde bulmuş olurlar. Şimdiki tabirle söylersek, şehirlerarası trafiği sekteye uğratmamak için bundan başka da çare olmayacağı kabul edilir. Bu keyfiyet yolculuğun zaruri ve tabiî icabi olarak böylece tahakkuk ve tesbit edilince hanları ve kervansarayları yapanların ne yolcuların ne de hayvanlarının yiyeceklerinden para almadıklarını da tereddütsüz kabul etmek lazım gelir. Bununla beraber bu ciheti tarihi vesikalarla, vakfiyelerle, bilhassa yabancı yolcuların vaktinde ve yerinde görüp yazmış oldukları seyyahatnamelerle tevsik etmek de faydalı olacaktır. Hanlarda ve kervansaraylarda yolculara parasız yemek verildiğini Celaleddin Karatay Vakfiyesi’ndeki bu işlere bakan memur ve müstahdem adlarından ve kullanılan yemek kaplarının çeşitlerinden de öğreniyoruz. Hatta verilecek yemeklerin nevilerini ve miktarlarını da biliyoruz. Bu iş için bina dâhilindeki tesisler veya kısımlar arasında bir aşhane (mutfak) vardır. Onun başında da muzîf adında bir memur görülür. Din, milliyet ve sınıf farkı gözetilmeksizin Müslüman-kâfir, hür-köle her yolcuya müsavi miktarda 300 dirhem ekmek, 100 dirhem pişmiş et ve bir çanak pişmiş yemek verilmesi vakfın şartları iktizasındadır. Cuma geceleri, o zamanların bütün bu türlü hayır, şefkat ve parasız faydalanma müesseselerinde âdet olduğu gibi bal helvası verilmesi de şartlar 98 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri arasındadır. Yalnız insanların değil, hayvanların yiyecekleri de han ve kervansaray yapanlar tarafından düşünülmüş ve onlar için yulaf, arpa ve saman verilmesi şartlar arasında konulmuştur. Şurasını da belirtmek yerinde olur ki yol üzerindeki, bilhassa şehir ve kasabalara rastlayan yerlerdeki hanların hepsi parasız değildir. Vakıf hanlara inmek istemeyenler için oralarda birkaç paralı han da bulunurdu. Bilhassa Hac Yolu üzerinde bu türlü hanlar pek çoktu. Han menzillerini yazanlar bu hanlar üzerinde ehemmiyetle dururlar ve halka tavsiye ederler. İndikleri yerin çarşısı, pazarı, hanı ve hamamı olup olmadığını, kolaylıkla yiyecek bulunup bulunmadığını da eserlerine yazıp ve halka rehberlik ederlerdi. Fransız seyyahı Jean Baptiste Tavernier de bu çeşit hanları ve yiyecek vaziyetini şöyle anlatır: “Hanların bir kısmının vakfı yoktur. Onlarda yiyecek bulmak için mutlaka bir ücret verilir. Ve yolculara yalnız boş odalar gösterilir. Yatacak eşyası, mutfak takımlarını getirmek yolcuya aittir. Yolcu ucuz fiyatla kapıcıdan veya civardan gelen köylerden kendisi için yiyecek ve hayvanları için yulaf ve arpa ile iki konak arasındaki yolculuk için de ayrıca kumanya tedarik eder. Köylerde ise han odaları için kira verilmez. Kira yalnız şehirlerde verilir; fakat bu verilen para da çok az bir şey.” Büyük hanlar ve kervansaraylar üç günden fazla parasız oturup kalınmayacağı için daha fazla kalmak mecburiyetinde olanların oralarda yer işgal etmemeleri maksadıyla bu türlü paralı hanlara esasen şiddetle lüzum da vardır. Dahası yemek bitinceye ve yatıncaya kadar kullanılmak üzere yolculara birer kandil verilmektedir. Kandillerde Selçuklular zamanında bezir, Osmanlılar devrinde zeytinyağı yakıldığı vakfiyelerden anlaşılmaktadır. Isınmak için odun, kömür verilmesi de vakfın arzusu ve şartları icabındandır. Yine Selçuklular zamanında Rum diyarına, yani Anadolu’ya gelmiş ve bu hanlarla kervansaraylarda misafir kalmış olan Kazvinli Zekerya bin Muhammed şöyle demektedir: “Burada yollar üzerinde her fersahta bir han vardır. Sevap kazanmak için bunları yapmışlardır. Burada soğuklar senede sekiz ay sürer. Kar çoktur. Seyr ü sefer karlı zamanlarda da devam ettiği için kafileler her gün bir fersah yürüyerek hanlardan birisine inerler. Bu hanlarda yemek, arpa, saman, odun, mangal, palan, nal vs. bulunur. Bu hanlar başka memleketlerde katiyyen yapılmayan hayır müesseselerindendir.“81 Arap Seyyahı İbni Batuta Suriye’den gemi ile Alanya’ya ve oradan Anadolu’ya geldiği zaman Türk halkından gördüğü sıcak ve şefkatli karşılanışı ve ikramı eserinde ve “Bereket Şam’da, Şefkat Rum’da, yani Anadolu ve Türkler’de“ diyerek kaydetmiştir. Şimdi diğer seyyahların Osmanlı Türkleri’nin misafirperverliği hakkında söylediklerinden de birkaç misal vereyim: 1554-1562 senelerinde Osmanlı ülkesinde bulunmuş olan Avusturya elçisi Busbecq Niş’te konakladığı bir handaki yemek keyfiyetini şöyle anlatır: “Hanlara inenlere yemek vermek âdettir. Yemek zamanı gelince bir hizmetçi kocaman bir tahta tepsiyle ortaya çıkar, tepsinin ortasında bir sahan vardır. Sahanın içinde etli bulgur (pilav) bulunur. Sahanın etrafına ekmekler dizilidir. Bazen de bir 81 İbrahim Hakkı Konyalı, Alanya Tarihi, Ayaydın Basımevi, İstanbul 1949, s. 367-368 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 99 parça bal gömeci konulur. Bunu ilk defa gördüğüm zaman hizmetçilerin yemeklerini hazırlamakta olduklarını sanarak reddettim. Ve bu yemekleri fakirlere vermelerini ihtar ettim. Sözümü fena manada telakki ederek ısrara kalktıklar, yiyeceklerini istifaf ettiğimi, paşaların bile bundan yediğini söylediler. Memleketlerinin âdeti böyle imiş. Fakirlere verilecek başka artıkları varmış; eğer kendim yemek istemiyorsam hizmetçilerime verebilirmişim dediler. Bunun üzerine almaya mecbur oldum. Nezaketsizlikle itham edilmek istemiyordum. Aldıktan sonra biraz yedim ve kendilerine teşekür ettim. Lezzeti pek hoşuma gitti. Yolcular üç gün bu suretle besleniyor; fakat ondan sonra artık gitmeleri lâzımdır.”82 Evliya Çelebi Gebze’de Çoban Mustafa Paşa, Ulukışla’da Koca (Öküz) Mehmed Paşa ve Payas’da Sokullu Mehmed Paşa,Tatar Pazarcık’ta Makbul İbrahim Paşa imâretlerinde de yolculara yemekler verildiğini, imâretin memuru yolcular arasında dolaşarak bir şikâyetleri, bir ihtiyaçları olup olmadığını sorduğunu eserinin müteaddit yerlerinde yazar. Bilhassa Payas’da Şam Valisi Murtaza Paşa’yı konakladıkları zaman “bu Payas şehrinde iki gün meks edip cümle askerin mekûlat ve meşrubatları Mehmed Paşa Vakfı tarafından“ verildiğini yazdıktan sonra “hâlâ evkafına neslinden İbrahim Hanzade ocaklık tarikiyle mütevellidirler. Çok kerreler hayrat ve imâretlerinde taâm tenavül etmişizdir“ kaydını da ilave eder. Çelebi’nin bu ibarelerini aynen buraya koymayı uygun gördüm: “…ayende (gelenler) ve revendeye (gidenler) kervansaray bi’minettir…Bir dar’ül-eytam’ı imâreti var. İlâ hazel ân (bugüne kadar) cemi’ misafirine subh u mesa ol matbah-ı Keykavus’dan her ocak başına birer birer sini ile bir sahan pilav, yahni, bir kasr çorba, beş nan (ekmek) ve şem’i rugan (yağ kandili) bir şamdan verip müslim ve tersa (İslam olan ve olmayan) bay ve gedaya (zengin ve fakiri) mâh ve sâl içinde nimetleri mebzûldür. Her hayvan başına birer yem mukadderdir. Bu hizmetler de canibi vakıfdan muayyen (tayin edilmiş) adamlar vardır.”83 Maktûl yahut Makbûl İbrahim Paşa’nın kervansarayına ait malumat da bunu kayıt ve izah eder: “Haremin bu cânibinde azîm bir imâreti darüzziyâfesi var. Her şeb ve rûz misafirîn, eğer kefer-i fecere, eğer ferece ve zaleme olan, madem ki bunda sakindir, bade’l-magrib cemî’ hüddâmlar matbah-ı Keykâvusun’dan her ocak başına birer bakır sini içinde birer tas buğday çorbası ve dana başına birer nam-pâre ve birer tane şem’i rugen (kandil) ve her at başına birer torba yem verir. İlâ maşallâh sahib’ül-hayrat böylece vakfı dâîm eylemiştir.84 Selçuk ve Osmanlı vakfiyelerinde yolcuların sıhhatleri ile ilgili kayıtlara da rastlanır. Meselâ hanlarda ve kervansaraylarda birer ilaç odası bulunmaktadır. İlaçlar parasız verilir, aynı zamanda tabip adına rastlanmamasından bu ilaç odasının ilk sıhhi imdat olarak ayakta tedavi edilecekler için yapıldığını ve ağır hastaların şehir ve kasabalardaki hastahanelere gönderildiklerini istidlâl ediyoruz. Hanlarda ve kervansaraylarda ölenlerin teciz ve tekfini işi de öteki hizmetler gibi yine hayır sahibleri tarafından yapılmaktadır. 82 Busbecq, a.g.e., s. 29 83 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.479 84 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.388-389 100 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Hayır sahipleri han ve kervansaraylara uğrayan hayvanları da şefkat nazarlarından uzak tutmamışlardır. Buralarda hayvanlarla meşgul olmak üzere birer baytar bulundurulacağına dair vakfiyelerde kayıtlar görülmektedir.85 Hanlarda ve kervansaraylarda bulunan baytarlar hayvanları nallarlar ve bu hizmet karşılığında para almazlardı. Yolcuların ayakkabıları da parasız tamir edilir ve tamir kabil olmazsa yenisi verilirdi. Bu işlerin iyi görülebilmesi için bir senede ne kadar nal çivi ve sahtıyan alınacağı keyfiyeti vakfiyelerde bilhassa tasrih olunmuştur. Halkın sıhhatini koruyan müesseselerden ve teşkilatlardan bahsolunurken en mühim sıhhi bir tesis olan hamamın, hanlarda ve kervansaraylarda bulunduğunu haber vermeden geçemeyeceğim. Evet hanlarda ve kervansaraylarda hamam da vardı ve yolcular buralarda yıkanıp temizlenirler ve maruf tabiriyle güsul ederlerdi. Hatta Karatay Vakfiyesi kervansarayın hamamı kifâyet etmediği takdirde dışarda ve kasaba içindeki bir hamamın da yolcuların vakıf hesabına parasız yıkanmaları temin edilmişti. Bu binalarda geceleyecek olanlar için yatak ve yorgan takımı gibi lüzumlu eşyanın bulunduğunu bile vakfiyeler işaret ediyorsa da bu kadar yolcuya yatak ve yorgan temin etmek, bilhassa onları her zaman temiz bir hâlde bulundurmak, sabunun olmadığı o zamanlar için mümkün görülemez. Bununla beraber benzeri binalarda ve tabhanelerde bilhassa Fatih’in tabhanesinde bu cihetin de temin olunduğu ileride o binanın izahı sırasında görülecektir. Yemek verilmesinde yolcular arasında mevkî, sınıf, din ve mezhep farkı gözetmeksizin müsavatın tatbikini isteyen hayır sahiplerinin yolculara işgal edecekleri yerler hususunda da bir imtiyaz tanınmamış olduğu tereddüt edilmeksizin kabul edilir. Fransız sayyahı Jean Baptiste Tavernier bizi fazlaca izahata mecbur etmeyecek derecede malumat vermektedir. Bu seyyah diyor ki: “…Kervan gelince zengin veya fakir herkes kendi odasını seçerdi. Çünkü bu binalarda insanların rütbe ve kalite farkı asla göz önüne alınmazdı. Bazen nezaketen veya menfaat düşüncesiyle küçük bir satıcı bir tacire yerini bırakırdı. Fakat kim olursa olsun bir defa yerleşti mi odasından kimse onu çıkaramazdı.“ Her ne kadar Muhittin Abdurrezzak “Her yolcu kendi derecesine göre bu binalarda misafir edilir“ derse de bu ifade gerek Selçuk hanlarında gerekse Osmanlı imâretlerinde ailesi ve maiyeti halkıyla birlikte seyahat edecek yüksek memurlar için hayır sahipleri tarafından ayrıca yapılmış köşklerde ve saraylardan ileri gelir. Bunlar hakkında da husûsi kervansaraylar bahsinde ayrıca izahat verilmiştir. Hanlar ve kervansaraylardan yolcuların ayrılış şekli de bahse değer bir mahiyet arzeder. Bu ciheti birisi yabancı, ötekisi yerli iki seyyahın ifadeleri ile teyit etmek 85 Arap dilinde “baytar” kelimesi yarık veya yarılmış manasına gelir. Tırnakları yarık olan hayvanların tırnaklarını kesene ve çıbanlarını yarıp kanını akıtana ve nallayanlara da baytar denilmiştir. Hayvan hastalıklarına bakmak ve onları tedavi etmek için memleketimizde mektep açıldığı zaman bu mekteplerde okuyup çıkanlara baytar adı verilmiştir. Fakat bu tabir hoş görülmemiş olacak ki bunun yerine son senelerde veteriner tabiri kabul edilmiştir. Bu izahata göre Selçuklular devrinde kullanılan baytar tabirinin Osmanlıcada bu manada kullanılan “nalbant” olarak kabul etmek lazım gelir. Eski devirlerde tabipler gibi baytarların yani nalbantların da ampirik (deneye dayalı) bazı tedavi şekilleri bildikleri ve buldukları şüphesizdir. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 101 isterim: “Hareket zamanı yaklaşınca Kervanbaşına haber verilir, o da herkesin atlarını eğermesi için bağırmalarını emreder. Yarım saat sonra kervan yola koyulur. Herkes daha akşamdan hazırlanır. Çünkü geride kalmak hele emniyetsiz yerlerde çok tehlikelidir.“ Bizim Çelebi seyyahımız da yolcuların hazırlanmaları ve hareket etmeleri şeklini şu canlı ifadelerle anlatır: “…Bilcümle misafirin kalktıktan yine mehterhane döğülüp erken malından haberdar olur. Hancılar tellaklar gibi: Ey ümmeti Muhammet malınız, canınız, atınız, donunuz tamam mı dır, diye rica edip nida ederler. Misafirin cümlesi tamamdır. Allah sahib-i hayrata rahmet eyleye dediklerinde bevvablar (kapıcılar) vakt-i şâfi’de (alaca karanlık zamanında) iki dervazeler (iki kapı kanatlarını) güşat edip yine kapı dibinde: Yollardan gafil gitmen bisat (kilim ve döşek gibi eşya) kaybetmek, herkesi refik etmen. Yürüyün Allah âsân getire diye duâ ve nasihat ederler. Ve herkes bir can ile revan olur.“ 86 Hanlarda ve kervansaraylarda eşyaların muhafazası ve hırsızlığa meydan verilmemesi de dikkat edilen hususlarındandır. Kanuni Sultan Süleyman Kanunnamesi’nde bu hususa dair hükümler vardır. Bir defa hana veya kervansaraylara girmiş olanların sabaha kadar dışarı çıkmasına müsâde edilmemesi bundan ileri gelir. Sabahleyin kalkıldığı zaman hayvanın veya eşyayın çalınmış olduğunu haber veren olursa ancak hareketten önce ve herkes orada iken bunun tahkiki mümkün olacağı için bu usûl çok yerinde ve kanun mahiyetindedir. 86 Evliya Çelebi, a.g.e., c.3, s.301 102 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 103 VII. İMARETLERİN HARAP VE METRÛK KALIŞLARININ SEBEPLERİ Bu eserin, bilhassa bundan evvelki bendinin mütaalasından anlaşılmış olacağı gibi ilk zamanlarında mükemmel surette yaşamış, ifâ ettikleri meccanî ve insanî hizmetlerle yerli ve yabancı yolcuların minnetlerine ve takdirlerini kazanmış olan hanlar ve kervansaraylar, ne gibi sebeplerden dolayı işe yaramaz bir hâle gelmiş oldukları için terk edilmişlerdir, tarzında mukadder bir sualin mutlaka akla geleceğini tahmin ederek bu sualin cevabını vermeye çalışacağım. Ve bu sırada vakfın nasıl ve ne maksatla kurulmuş olduğunu ve zamanla kimler tarafından ne tarzda çığrından çıkarılıp soysuzlaştırılmış olduğunu izah edeceğim. Ne suretle olursa olsun edindiği serveti memleketin imârına, halkın talim ve terbiyesine, sıhhatının korunmasına ve nihayet yolcuların barınmasına harc ederek imâretler vücuda getirmek eski Türklerin güzel âdetlerindendir. Bu yola gitmekte görünerek ve geleneğin tesiri olduğu gibi dini bir gâye de gözetildiğine şüphe yoktur. İmareti yapmakta başka hükümdarlarla hanedan azası ve hükûmet adamları bulunduğu gibi servetini münhasıran hayra sarf etmek isteyen zenginler de vardır. Bu hayırsever insanlar yalnız imâret binalarını yapmakla kalmazlar, onları yaşatacak gelirleri de temin ederlerdi. Bu maksatladır ki şehir ve kasabalar içinde iratlar ve akarlar yaparak kiraya verirler ve aynı zamanda şehirlerin imârına da hizmet ederlerdi. Yine bu insanlar şehir ve kasabalar dışında da geniş topraklar tahsis ederek, bu toprakları ektirip biçtirirler ve bunların gelirlerini de yaptıkları hayırların yaşamasına hars ve tahsis ederlerdi. Mevzuatımızda bu idare tarzına vakıf usûlü denilir. İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul edilinceye kadar üniversitelerimizde ve yüksek mekteplerimizde vakıf usûlü İslam fıkhı yani hukuku bakımından mühim bir ders olarak Türk gençlerine öğretilirdi. Bunun hakkında birçok kitaplar da yazılmıştır. Vakfı her müellif az çok izah etmiştir. Burada yalnız en eski İslam hukukçusu olan İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Osmanlı hükûmetinin Evkaf Nezareti’nin yaptıkları tarifi alacağım. İmam-ı Azam’a göre vakıf, bir mülkün aynı, sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere menfaatini bir cihete tasadduk, tahsis etmektir. Evkaf Nezareti’nin tarifine gelince; onu mütareke seneleri içinde İstanbul’a gelen bir Amerikan içtimai tedkik heyetinin sualine cevap olarak tanzim edilip verilen muhtıradan öğrenebiliriz. Bu resmî tarife göre vakıf, menfaatin Allah’ın kullarına ait olmak üzere bir aynı müebbeden hapsetmek yani Allah’ın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten ilelebet memnu kılmaktır. Bu tarif, yine bu resmi makamca şöylece izah olunmuştur: Vakf olunan bir şey ne satılır, ne satın alınır, ne miras kalır, ne bağışlanır, ne de telhin olunur. Dünya durdukça vakf olarak durur ve menfaati tahsis olunan cihete sarf olunur. Vakıf âdeta bir kimsenin gönül hoşluğu ile hemcinslerine yardım etmesidir. 104 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Bir hayır sahibi kurduğu müessesenin ilelebet yaşaması için arzularını ve başlıca şartlarını gösteren ve vakfiye denilen bir statü tanzim ettirerek bunu şehrin veya kasabanın en büyük mülkiye memuru ve belediye reisi aynı zamanda hakimi olan kadıya tescil ettirirdi. Yaşadığı müddetçe imâretin idaresine yaptıran kimse bakar, ölümünden sonra da oğul ve torunlarını mütevelli adıyla bu işi bakmağa memur ederdi. Evlatları ve torunları kalmazsa veya hiç olmamışsa şehrin kadısı dışardan birisini bu vakfın idaresine mütevelli tayin ederdi. Bu hususta tacidarlarla diğer eşhas ve efrattan vakıf yapanlar arasında fark yoktur. Onlar da statülerini kadıya teklif ve tesciye ettirirlerdi. Vakfiyelere faydalı bir hayli kayıt konulmasına dikkat edilmiş olduğu görülmektedir. Ezcümle Ayasofya’nın 3. Tahrir Defteri’nden öğrenildiği gibi her yirmi senede bir, vakfın yeniden binalar ve arazi gözden geçirilerek gelirlerinin eksilmesini veya arttırılmasını icab ettiren bir cihet varsa tedkik edilip icabının yapılması da esas şartlardan idi. Aynı zamanda “şart-ı vakıf, nass-ı şari“ gibidir yani vakıf yapanın koyduğu şartlar Kur’an’ın ayetleri gibidir, mealinde bir düstur kabul edilerek vakfın koyduğu şartların ve beyan ettiği arzuların Kur’an’ın ayetleri değiştirilmediği gibi binaların da asla değiştirilmemesi şiddetle ve ehemmiyetle tavsiye olunurdu. Bu türlü kayıtlar ve şartları koyan vakıfların en büyük arzuları bıraktıkları akarların kiralarını ve arazinin ekilip biçilerek hasılatını tahsil edip imârete ve onları idare eden memur, hademe vesairenin maaşlarını, binaların tamirine ve artarsa yeniden irat ve akar yapılmasına harc ve sarf edilmesinden ibaret olduğu hâlde “şart-ı vakıf, nass-ı şari“ gibidir düsturu ihmal edilerek hayır sahiplerine ihanet edilmiştir. Ya mütevelli’nin israf ve sefahatından dolayı parayı ihtiyacından yahut zelzele ve yangın gibi âfetler yüzünden harap olan imâretin tamir ve ihyası için bol paraya lüzum görülmesinden dolayı akarların satılması cihetine gidilmiştir. Bunun için bulunan çare şunlardır: - Eldeki akarları birisi bugünkü hava parası gibi peşin olarak almak, - Yine bugünkü bina vergisi gibi seneden seneye alınmak, suretiyle icareti denilen iki türlü kiraya vermektir. Vakıf ıstılahlarından bunların birincisine muacelle, ikincisine müeccele denilir. Bir de vakf olan arazinin mukata denilen kesişme usûlüne bağlanarak elde edilmekte olan gelirin âdeta dondurulması idi. Bu suretle her sene ekip biçmekten ve bir sene kar ertesi sene yağmursuzluk yüzünden zarar etmektense mahsulün 3 seneliğinin ortalaması bulunarak elde edilecek miktarın seneden seneye maktuan alınmasıdır. Gerek akarları, gerek toprakları tamamen satmayıp bu suretle malın esasını kendi uhdelerinde bırakarak kiraya vermekle mütevelliler, vakfın şartlarını değiştirmemiş olduklarına kânî idiler. Mütevelliler bu yola gitmekle mirasyedicesine hareket etmişler, peşin olarak aldıkları paraları bolca sarf edip ancak senede bir defa tahsil edecekleri cüzi para ile iadereye mecbur kalmışlardır. Mütevelliler başka türlü bir yola gitmekle yani peşin para alıp sattıkları binanın hepsini bir adama değil, her odasını başka kimselere satmak yoluna da gittiklerinden İslam Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 105 hukukunda muhayer denilen yeni bir usûl ortaya çıkarmışlardır. Bu gibilerin kanaatlarına göre babalarının mallarını bu suretle satmakla buraların tamirlerini de yeni sahiplerine yüklemişler ve böylece imâretlerin ihyasına hizmet etmişlerse de bilhassa zelzelede harap olan binaların tamir edilmeyip ilanihaye harap kalmasına ve netice olarak vakfa müecelle de alamayarak hayratın büsbütün iratsız kalmasına sebep olmuşlardır. Bir yandan imâretleri yaptıranların koydukları idare tarzının icareti ve mukata yolu ile değiştirilmiş olması, bir yandan da bazı vakıfların irat olarak bıraktığı arazinin iki asırdan beri milli hudut dışında kalması sülaleleri münkati olmuş olan imâret sahipleri ile hükümdar vakıflarının idaresini müşkül bir durumda bırakmıştır. Ve aynı zamanda her vakfa ayrıca nâzır, mütevelli ve cabiler tarafından idare edilerek vakfın idaresinden bir vahdet teşkil edilmemiş bulunduğundan buna bir çare olmak üzere hükümdar vakıflar ile sülaleleri kesilmiş olan diğer vakıfların bir elden idare edilmesi ve birisinin varidatı yoksa ötekilerin gelirleri ile bunlarınkinin de idaresi cihetine gidilmek maksadı ile 1252 (1836) tarihinde bir Evkaf Nazırlığı ihdas olunarak vakıflar ilk defa bu suretle devletleştirilmiştir. Aynı zamanda Evkaf Nezareti’ne bazı gelirler de temin cihetine gidilmiştir. Evkaf Nezareti’nin teşkilinde bilhassa Tanzimat’ın ilanından sonra evkaf gelirleri ile bir belediye kadar uğraşılmaya başlanılmış ve ilk defa vakıf, zemin üzerindeki binalardan alınan mukata bedelinin arttırılması cihetine gidilmiştir. Bunun için kabul edilen dustur “vakıf zemin üzerindeki emlâk hükmü şahıslar uhdesinde ise tahmin olunan kıymetinden her sene % 10 nisbetinde ve şahıslar uhdesinde olanlar da tahmin olunan kıymetlerinin 1/3’ünden 1000 kuruşta yüz para alınması“ dır. Daha sonra icareteynli vakıfların intikal haddinin genişletilmesi için 60 seneye münhasır olmak üzere alınan % 20 paranın aslı bir defaya mahsus olarak % 30 kuruşa çıkarılmışsa da biraz sonra halka kolaylık göstermek bahanesiyle bu miktar 60 senede ödenmek üzere % 20 paraya tahvil edilmiştir.87 Yine bu devirlerde şahıslar uhdesindeki vakıf müştegilat ve müssaffakat binaların alınıp satılırken alınan % 30 kuruşun yarısı vakfa ve yarısı Defter-i Hakani (Tapu İdaresi)’ye aidiyeti kabul edilmişse de 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Maliye Nezareti bu paranın tamamını hazineye aidiyeti cihetine giderek vakfı bu vergiden mahrum bırakmıştır. 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Şeyhülislam Hayri Efendi’nin 6 sene süren Evkaf Nazırlığı zamanında bilhassa 19 Mayıs 1327 (1911) tarihli “müstagmen anha“ olan yani kendisinden istiğna edilen harap vakıf binalarla Nezarete Ait Vakıf Arsalar Kanunu çıkartılarak birçok yerler satılıp evkafta bir hayli yenilikler ve yepyeni akarlar ve iratlar yapılmağa başlandıysa da asırlardan beri devam edegelen vakıf icaretlerinin arttırılması gibi bir usûle asla müracaat yahut cesaret edilememiştir. Nihayet Cumhuriyet devrinde bu cihette doğrudan doğruya değil, ancak Tapu Harçları Kanunu’nun tanzimi sırasında o kanunun 36. maddesiyle kimsenin itirazına mahal bırakılmaksızın sessizce ve dolayısıyla mümkün olabilmiştir. Madde aynen şöyledir: “Hükmü veya hakiki şahıslar uhdelerinde bulunan vakıf mahallerin icare veya mukataları vergi kıymetlerine nisbetle % 2.5’tan az olursa o miktara iblağ olunur.“ 88 87 9 Şubat 1922 tarihli 8946 numaralı İkdam Gazetesi’nde Amerikan İçtimai Tedkik Heyetine verilen muhtıra 88 29.5.1929 tarihli 1451 sayılı kanun 106 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri 1908 Meşrutiyet inkılâbından sonra Nâzır Hayri Efendi’nin zamanında vakıf vergilerinin tahsilinde mühim değişiklikler yapılmak suretiyle gelirlerin arttırılmasında büyük bir adım atılmıştır. Ezcümle o tarihe kadar vakıf vergiler Tapu İdaresi’nde ancak alınıp satılırken senelerce birikimi olanlar defaten alınıp Evkaf İdaresi’ne teslim edilirken böyle gayri muayyen zamanlara ve zuhurata tâbi olarak tahsil edilebilen vergi sistemi idarece istikrar temin etmediğinden yine alım satım vukunda birikmiş vergiler Tapu İdaresi ile cibayet edilmekle beraber, her sene tahakkuk edecek vakıf gelirlerinin Maliye Tahsil Şubeleri’nce tahakkuk ve tahsil edilmesi cihetine gidilmiş; fakat bundan beklenen süratli netice de elde edilmemiş olacak ki daha sonra Evkaf Nezareti ayrıca tahsil şubeleri açarak kendisi tahsile başlamıştır. Bu sıralarda emlâkten hükûmetçe bir vergi alındığı hâlde Evkaf İdaresi’nce de ayrıca vergi alınması hoş görülmeyerek bunun büsbütün kaldırılması, eski devirden kalma bir müessese olduğu için çok kimseler tarafından istenilmişse de aynı devirden kalan aşarın birdenbire bu zihniyetle kaldırılması yüzünden hükûmet bütçesinde % 40 nisbetinde husûle gelen açık düşünülerek vakıf gelirlerinin büsbütün kaldırılması cihetine gidilmeyip bu babda esaslı bir tahkikat yapılması istenilmiştir. 1926 senesinde İsviçre’den alınıp neşrolunan Medeni Kanun’da vakfın yeri olmadığı gibi, ona mukabil bu kanunda adı geçen tesisin de yerine göre vilayetlere ve belediyelere bağlanarak evkafla bir ilgisi bulunmadığı görülmesi üzerine, İsviçre’den Leman adında bir mütehassıs getirilip Türkiye’deki vakıfların Medeni Kanun ile telifi ondan istenilmişti. Leman’ın tanzim ettiği Kanun lahiyası birçok komisyondan ve Devlet Şurası’nın tedkikinden geçirildikten sonra İcra Vekilleri Heyeti’nce Büyük Millet Meclisi’ne sevk edilirken, yazılan esbab-ı mucibe mazbatasında görülen şu sözler vakıf sisteminin neden büsbütün lağv edilmeyip kısmen iptal edildiğini bize bildirmektedir: “Medeni Kanunumuz’un vazî o kanunda tesisler hakkında bir fasıl mevcut iken, neden dolayı eski vakıflar için ayrıca bir kanun yapılmasına lüzum gördü ve Osmanlı devrinin milli hayatı ezen ve milletin medeniyet yolunda ilerlemesine engel olan ananelerini bir hamlede yıkarken bu noktada niçin durdu ve neden düşündü; çünkü onda benliğinden ve içtimai varlığından eser gördü. Mukaddes yurdunun her tarafına serpilmiş abidelerinin kubbe ve duvarlarında kendi dehasının, hastahanelerinde, köprülerinde, çeşmelerinde, sebillerinde Türk hayırhahlığın ve cömertliğinin inceliğini ve büyüklüğünü sezdi. İnkarı kâbil değildir ki bu hasenatın ibzalinde ibadet kasdı da müessir bir âmil idi. Lakin mutlak ve tamam bir âmil değil. Eğer böyle olsaydı, aynı akideyi taşıyan memleketlerde olduğu gibi Türk vakıfları da ibadetle mahsus ve münhasır kalırdı. Memleketimizde mevcut vakıflarla sabittir ki Türk’ün fıtratındaki “feragât-i nefs“ ve “diğergendeşlik“ hisleri bu dar çerçeve içinde mahsus kalmamış ve aynı zamanda içtimai tasanüdü temin eden ve irfan ve fazilet duygularını tenmiye eyleyen mektep, medrese, hastane, yol, köprü, kervansaray, misafirhane, imâret, çeşme ve daha nelerle seyl-i hasenatı yataklarından taşan nehirler gibi memeketin her tarafını kaplamıştır. Malını mensup olduğu cemiyetin hayrına, refahına bezletmek bugün için de en yüksek Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 107 medeniyet şiarı değil midir? O şiarın fıtratında meknuz ve mevcut olduğu Türkler asırlarca evvel bu eserlerle isabet etti. İşte onların bugünkü yüksek görüşlü ve derin fikirli evladını bu nokta düşündürmüş ve kıymetli yadigarların yaşamasını temin için ayrıca esaslar koymaya bu kudsi düşünülmüş sâik olmuştur.“ Memleketimizin vakıflarını tedkik için bilhassa celb edilen garbın namdar hukuk-ı medeniye üstadlarından Mösyö Leman dahi bu parlak hakikate ve bu basiretli harekete karşı duyduğu takdir heyecanını samimiyetle itiraf ve raporuna da derc etmek suretiyle isbat-ı insaf etmiştir. Zaman ve muhitin seyyiatından o zamanda ve o muhitte mevcut en kâvî müesseselerin de az çok mütessir olmaları inkar edilemez bir hakikattır. Bu itibarla Türk’ün bu bergüzâr hasenatı da Osmanlı sultasından kurtulamadı. Ve tabi tutulduğu usûllerin toplu ve müdevven olmaması tezvirci kadılara hâileler icadına meydan vererek, o tükenmez servetin epeyce bir kısmı heder oldu. Yine çok şükre şayındır ki o yağma ve tahrip devirlerinde Türk’ün temiz ve asil kanını damarlarında taşıyanlar, babalarının, dedelerinin yadigarı olan bu abidelere kudretinin yettiği kadar el sürdürmedi. Ve artık büyük inkılâpla tamamen malına sahip olan millet, kalan servete de kudretli elini koyarak ve yaptığı kanunlarla o serveti temlik edinenlerden temizleyerek nurlu ve şuurlu evlatlarını sinesinde yetiştiren darülfünunlarına, ruhunu yükseltecek, içtimai bünyesini kuvvetlendirecek müesseselerine yardıma koştu ki inkılâbımızdan beri yapılan evkaf bütçe kanunları bunun parlak ve şerefli bir şahididir. Profesör Mösyö Leman’ın da kemâl-i hayret ve takdir ile söylediği vechile vakıf müessesesi bizde yani Türkler’de olduğu kadar cihanın hiçbir yerinde bu kadar şümullü değildir. Ulu ecdadımız cami ve mescidlerden başlayarak mektepler, medreseler, kütüphaneler, hastaneler, imâretler, dağ başlarında hanlar, kervansaraylar, köyler ve kasabalarda misafirhaneler, köprüler, yollar ve kaleler yapmışlardır. En büyük şehirlere varıncaya kadar bütün köy ve kasabaların sularını getirmişler, esirlerin azadanı, borçlu mahpusların tahliyesini, mücahitlerin techizini, tahsilde bulunan fakir çocukların libasını ve mektep ihtiyaçlarının teminini düşünmüşler ve bunlar için büyük vakıflar vücuda getirmişlerdir. Bunların vakfiyeleri tedkik edilince görülür ki: Bazılarında müsâdereden kurtarmak korkusu mevcut ve mahsus olsa bile, ekseriyet-i külliyesinin Türk’ün büyük hassalarından biri olan “feragât-i nefs“den ve “diğerendeşlik”ten doğduklarını kabul etmek zarureti tahakkuk eder. Aksini iddai hürmetsizlik olur. Fakat çok teessüfe şayandır ki, bu kadar büyük düşüncelerle bu kadar vâsi ve şümullü bir surette teesüs eden vakıflar, başlıca idaresizlik ve düşüncesizlik neticesi olarak mahv ve heba olmuş gibidir. Bunda çok büyük bir âmil de vakıfların tesciline o kadar ehemmiyet verilmemesi ve yirmi sene evveline gelinceye kadar vakıflar için bir “hükmi şahsiyet“ bile kabul edilmemesidir. Böyle bir esas kabul edilmemesidir ki vakıfları mütevellilerin malı hâline getirmiş ve çoğu saray bendegânı olan mütevelliler, bunları doğrudan doğruya ve herhangi bir sebeple buna muvaffak olmazlarsa bir yolunu bularak mahkemeden müsâde istihsal ile yemişler, vakıfları bugünkü acıklı hâle getirmişlerdir. 108 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri İşte Cumhuriyet hükûmetinin vakıf hakkındaki nokta-i nazarı ne kadar doğru, ne kadar liberal ve ne derecede bi-tarafâne değil mi? Şu mucib sebeplere dayanılarak 2762 numaralı ve 1935 tarihli kanun çıkartıldığı günlerde bu mevzu, tesadüfen İstanbul Üniversitesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü’nün tertiplemiş olduğu konferansta şöyle hülasa etmiştim: “Evkaf’ın senelik varidatı 2.5-3 milyon lira kadardır. Bunun yarım, nihayet 1 milyon lirası Evkaf’ın irat ve akarı karşılığı olarak çıkartılır ve kalan 2 milyon lira 20 ile çarpılırsa 10 sene sonra Evkaf’ın eline 40 milyon lira geçecek demektir.“89 Vakıflar Umum Müdürlüğü son 7 yıl içinde 33.5 milyon lira sarfı ile yurdun her tarafından vakfa ait binden fazla abideyi ve camiyi tamir ettirmiştir. 1957 senesinde sarf edilecek para 10 milyon lirayı geçeçektir. Vakıflar Umum Müdürü de bu mütalâayı teyit etmiştir. İstanbul’da hükûmetin, askeri makamların ve belediyenin birlikte çalışmaları ile girişilen imâr hareketlerine müvazi olarak Vakıflar İdaresi de imâr sahasında 50’ye yakın binayı hep bu sırada tamire başlamıştır. Vakıflar Kanunu’nun 26. maddesi ile mukatalı toprakların veya icareteynli gayrimenkullerin mülkiyetleri mukata veya icaretlerinin 20 misli bir târiz karşılığında mutasarrıfları uhdesine geçirirdi ve bu suretle vakıf müessesesi de tarihe karışmış oldu. Vakıflar Bankası’nın kurulması üzerine arazi ve bina sahiplerine tahsil olunan 20 senelik bedel yahut vakıf ıstılahıyla rekabet bu banka sermayesinde, Vakıflar İdaresi’ne tahsis edilmiş olan % 50 sermayenin yüzde 20’sini tutmaktadır. İşte tarihi vakıf müessesesi bu suretle şimdi bir malî müesse yani banka olmuştur. Şunu hemen arzedeyim ki kuruluş, ilerleyiş ve düşüş safhalarını buraya kadar izah etmiş olduğum vakfın esasını ve gayesini, bu aciz muharrir münkir değildir. Kanatimce vakıf, beledi ve içtimaen büyük bir halk müessesesidir. Bugün bile yurdun her tarafında ne kadar sivil ve dini mimâri binaya rastlanırsa, bunların hepsine vakıf müessesesinin eseri olduğunu inkar edenler bulunursa bile, bu binalar o gibileri her zaman yalanlayacaktır. Bu ciheti 1936’da yayınladığım bir eserde şöylece müdafa ve izah etmiştim: “Vakıf zannedildiği gibi dini ve uhrevi bir müessese değil dünyayi ve beledi bir teşekküldür.“ Vakfın münhasıran ahiret ve sevap düşüncesiyle malını müsâdereden kurtarmak endişesiyle mi, yoksa kendisinden sonra gelecek çocuklarına bir geçinecek bırakmak kaygısı ile mi yapılmakta olduğunu, yahut vakıf yapmak için de bunların her üçünün de âmil olup olmadığını burada münakaşa edecek değilim. Bu mevzuyu tartışmak uzun sürer ve faydası da yoktur. Ancak şunu demekle iktifa edeceğim ki, vakfın yalnız malını müsâdere korkusu ile yapıldığını iddia etmek en aşağı 1300 seneden beri dünyada adalet ve hakkaniyetin kalkmış olduğunu söylemekle birdir. Vakfın yalnız kendi çocuklarına bir gelecek bırakmak kaygısı ile yapıldığını ileri sürmek, bu kadar milli ve beledi eserler bırakan eski Türkleri küçültmek ve onlara iftira etmektir. Çoban Mustafa Paşa’nın Gebze’de yaptırdığı imâreti yaşatmak ve idare etmek için çalışan, rızıklanan 155 kişi arasında vakfın sülalesinden ancak bir tek kişi mütevelli görülmektedir. Ve ona verilen gündeliğin de müderristen sonra geldiğini vakfiyesi bize 89 Osman Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı:3, Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul 1936, s.158 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 109 göstermektedir. Tacidarların vakfiyelerinde ise bu yani sülaleden mütevelli de yoktur. Şu hâlde kala kala üçüncü şık kalır ki, o da hayır ve sevap düşüncesidir. Milyonlarca insanın, binlerce sene istifade edeceği bir veya birkaç müessese yaptığından ötürü sağ iken bir haz duymayı ve ölünce de kendi inanışına göre bir sevap veya mükafat beklemeği o türlü insanlara çok görmeye hakkımız var mı? İmaretlerin ve bilhassa onlardan hanlarla kervansarayların bugün harap olmuş ve terk edilmiş bulunduklarının sebepleri arasında ikinci büyük bir mesele de Osmanlı hükûmetinin para siyasetidir. Bu siyaset veya siyasetsizlik yalnız vakfı değil, hükûmet müesseselerini hatta hükümdarları bile vakit vakit bu yüzden çıkartılan isyanlar sonunda devirmiştir. Bunu iyice belirtebilmek için, Tanzimat devrine kadar hüküm süren para sisteminin ve bu sistemin ıslahı sırasında vakfın yine eski vaziyetinde bırakılışını izah etmek yerinde olur. Bu devirdeki Osmanlı parasının adı “akçe“ idi. İlkin gümüşten bastırılan bu para, bugün İngilizlerin sterlin, Almanların mark, Amerikalıların doları ne ise Osmanlı hükûmetinde de akçe o mevkide idi. Akçe’nin ayarlanmamasını yahut vakit vakit düşüşünün safhalarını bu vesile ile burada belirtmek isterim. AKÇE: Ak, Türkçe’de beyaz demek olduğundan akçe beyaz sikke yani para manasına gelir. Akçe adını taşıyan parayı Orhan Gazi 729 (1332) senesinde ilk olarak Bursa’da bastırmıştır. Bu ilk akçenin vezni miskal yani 6 kırattı. Ve 1154 gramdan, ayarı da % 90’dan ibarettir. Bu ilk Osmanlı sikkesi o zamana kadar bütün İslam hükûmetlerinin paralarında kullanılmış olan dirhem ve dinar usûlünden büsbütün başka idi. Ve ötekilerden ayırt edilmek için de buna “akçe-i Osmanî“ adı verilmiştir. Gümüşten yapılan Selçuk dirhemleri bir şeri dirhem yani, 14 kırat oldugu hâlde ilk basılan akçe-i Osmanî 6 kırat vezninde idi. Bu vezin Sultan Mecid devrinde en son basılan gümüş kuruluşlukların veznine müsavi, ayarı ondan biraz yüksek, kutru da bir parça büyüktü. Mecidiye aksamından olan kuruşların ayarı % 83 olduğu hâlde akçenin ayarı % 90 idi. Kuruşların kutru da 15 milimetre iken akçenin ki 18.5 milimetre idi. Bu kutur gümüş elliliklerin kutruna müsavi idi. Akçenin 1520 sene geçinceye kadar ayarında ve vezninde bir değişiklik yapılmamışken, Fatih Sultan Mehmed zamanında 848 (1444) de akçe 6 kırattan 5 kırata indirildi. Bu tedbir askerin aylıklarından bir miktar kesilerek devlet hazinesine bir parça irat tedarik etmek maksadı ile yapılmıştır. Hâlbuki bu hâl askerin gayretini kırıp hatta büyük bir fitnenin başlangıcını teşkil ettiğinden, fitnenin önünü almak için asker ulûfelerine yani aylıklarına yarım akçe zam yapılarak, o vakte kadar 3 akçe olan gündelikleri 3.5 akçeye çıkarılmış oldu. Tutulan bu fena yola bu tarihten sonra her ne zaman paraya şiddetle ihtiyaç görülürse bu yola defalarca müracaat edildi. İmparatorluğun İstanbul’dan başka diğer büyük şehirlerinde de bastırılan akçelerin vezinleri de gittikçe eksitilmiş, ayarları ise 5, 4.5 hatta 4’e kadar indirilmiştir. II.Selim ve II. Murad zamanlarında 2.5, I. Ahmed devrinde 1.5, IV.Murad zamanında 1 ve 1/4’e indirildi. Deli İbrahim devrinde ise basılan akçelerde evvelkiler zuyuf ve mahsus olduğu için kuruş 125, altın 250 akçeye çıktı. Nihayet II.Sultan Süleyman zamanında 1099 (1687) senesinde Osmanlı meskukatı ıslah ve tadil olunduğu sırada akçe usûlü 110 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri terk edilip yerine kuruş usûlü kabul edildi. En son olarak Tanzimat’a takaddüm eden senelerde vakıf muhasebe usûlü müstesna olmak üzere akçe kelimesinin kullanılması ancak (500 kase akçe, güzeşte ve masarif akçesi) gibi mahallere inhisar ettirildi.90 Akçenin takip ettiği baş döndürücü sükut, şüphe yok ki vakıf gelirlerine hiç mertebesine indirmiş, aynı zamanda imâret memur ve müstahdemlerine vakfiyelerdeki kayıtlara ve nisbetlere göre verilen ücretler de o nisbette azalarak memurlar ve müstahdemler mahrumiyet ve sefalete düşmüşlerdir. Akçenin sükutundaki bu akibeti ilk defa gören ve vakfiyesine ona göre kayıtlar koyan Sokollu Mehmed Paşa olmuştur. Onun vakfiyesinde görülen şu fıkra vakıf işinde olduğu kadar malî tarihimizde de ehemmiyetli nazar-ı dikkatte tutulacak bir kıymettir: “Malum ola ki her yerdeki akçe zikrolunmuştur Murad, akçe-i Osmanî’dir. Bu kitabı sıhhat medar (vakfiye) tahrir olunduğu zamanda bir dinar (altın) 60 dirhem-i Osmanîye sarf olunurdu. Eğer tebedül-i edvar-ı nâhem-var ile etfar ve asar mütegayyir olup dirhem ve dinarın kıymetlerine tefavüt (fark) ârız olursa tarih-ı kitab-ı sihhat ensabda (vakfiyede) olan kiymetler mikyas kılınıp tagayyür ve tebeddül vaktinde olan kıymetleri buna kıyas oluna.“91 15 sene iş başında bulunması siyasi basiretine delâlet ettiği kadar zamanın en büyük mali müessesesi olan vakıf sisteminin her zaman aynı tarzda devam etmesi için tavsiye ettiği parayı ayarlama usûlü de Sokollu’nun bu sahadaki basiretini de göstermektedir. Ne yazık ki “şart-ı vakıf, nass-ı şari“ gibidir düsturu merriyette olduğu bu zamanlarda Sokollu’nun oğul ve torunlarının bu yola gitmemiş oldukları onun vakfiyesinin de bozulmuş ve imâretlerinin harap olmuş olmalarından istidlâl olunabilir. Başta hükümdarlar ve hanedan azasının ki olduğu hâlde diğer bütün vakıflarda da paranın zamana göre ayarlanmış olduğu muhakkaktır. Vakıf binalarının harap oluşlarının üçüncü mühim sebebi de bu binalarda bugün yeniden yeniye mevzuatımız arasına almağa hazırladığımız kat mülküyetinin mevcut oluşudur. Eski medeni kanunumuz olan Mecelle de buna bir binada hissesi nisbetinde faydalanmak manasına gelen muhayyer denilirdi. Belediye mevzuatında ve halk arasında ise bunun hakkında zemin ve hava tabiri kullanılırdı. En alt kattaki dükkân veya odaya zemin, bunun üstünde yapılana hava denilirdi. Bu taksimde altta kalan üstekinden daha kıymetli sayılırıdı. Ve bina istimlâk edildiği zaman bedeli sahiplerine 3 nisbetinde yani 2/3, alttakine 1/3, üsttekine verilirdi. Muhayyer yahut kat mülkiyeti usûlüne gidilmesi alelade zamanlarda veya zelzele ve yangın gibi âfetlerin vukuunda herkes kendi hissesine düşen kısmı tamir ettirerek, vakıf sahibinin masraf ihtiyarına mecbur bırakmamakta ise de bu defa da karşımıza başka bir müşkülat çıkarılmıştır. Alttaki odanın veya dükkânın sahibi onu tamir veya ihya etmedikçe üstteki bina sahibi kendi binasını yapamadığından ve üsttekiler de aynı müşkülata maruz bulunduğundan bir de alttakini cebre imkân olmadığından bu usûl vakıf binaların yine haraplığına sebep olmuştur. 90 M. Zeki Pakalın, Osmanlı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB Yayınları, c. 1, s. 32-35; Akçe maddesinden kısalıtarak alınmıştır. 91 Vakıflar Umum Müdürlüğü Arşivi, c. 572, s.62 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 111 Miras usûlünün de bu haraplığa başkaca sebebiyet verdiğini burada kayda ve izaha lüzüm vardır. Bazı memleketlerde miras usûlünün icabı olarak binalar büyük evlat üzerinde kalmakta ve bu suretle onun mamuriyetinin idamesine ve icabı hâlinde tamirin imkân bulunmaktadır. Bizde ise İslam hukukuna göre miras evladı olmadığı takdirde yakın akrabaya intikal ederek parçalanmakta olduğundan, bahis mevzu olan binaları tamir edebilmek için yüzlerce hissedarı bir araya getirip onlara iş birliği yaptırmak imkânı bulunamamıştır. Bunu İstanbul’a ait iki misalle teyit etmek mümkündür. 1894’de İstanbul’da vukua gelen bir zelzelede tek katlı dükkânlardan ibaret olan Kapalı Çarşı kâmilen yıkılmış; fakat o zamanki hükûmet hemen harekete geçerek Nafia Nezareti tarafından dükkânlar yeniden yaptırılıp inşaat bedeli sahiplerinden taksitle alınmıştır. 1953’te yine bu çarşının 1/3’ünün bir yangında yanmış olması üzerine Cumhuriyet hükûmeti de hemen faaliyete geçerek dükkânların tamiratını yaptırıp dükkânları sahiplerine teslim etmiştir. Aynı çarşıda kapısı Çarşı’ya açılan ve çarşıdan sayılan ikişer katlı ve yüzlerce odalı 18 han bulunduğu hâlde, bu hanlar yukarıda sayılan muhayer ve miras usûlleri yüzünden hükûmetçe de yaptırılmayarak, o hâliyle bırakılmışlardır. Hanlar, kervansaraylar ve benzerlerinin harap oluşların 4. sebebi buralara sığınan asilerle ihtilalcilerin yüzünden çıkan müsademe ve muharebelerdir. Aksaray yakınında ve Tuz Gölü cenubunda bulunan Alaeddin Keykubat’in meşhur kervansarayı Karamanlılarla Memreş adlı bir Türk beyi arasında çıkan muharebede tahribe uğramış ve iki burcu esaslı surette yıkılmıştır. Bundan evvel Anadolu’da zulmü ile meşhur olan Moğol kumandanı İrinç’in kendisine karşı ayaklanan İlyas adlı bir Türk beyi ile mücadele ettiği sırada İlyas, İrinç’e dayanamayacağını anladığı için bu kervansaraya sığınmıştı. Moğol kumandanı İlyas’ı teslim almak için kervansarayı 2 ay kadar muhasara etti. 20.000 kişilik okçu kuvvetiyle yanında zamanın taş atan Arrade ateş saçan Naffate ve mancınık gibi bütün muhasara silahları ile gece gündüz uğraştı ise de kervansarayı düşürmeğe, İlyas’ı elde etmeğe bir türlü muvaffak olamadı.92 Fakat bu hadisede de kervansaray esaslı surette tahribe uğradı. Böyle bir isyan vakası yüzünden Sokollu’nun Lüleburgaz’daki kervansarayının da işe yaramayacak derecede tahribe uğradığını biliyoruz. 1214 (1799) tarihinde Kara Fevzi adında bir zorba kasabayı basıp Sokollu’nun yaptırdığı imâreti, çarşıyı ve evleri yakmıştı. Hükûmet sonradan binaları yeniden yaptırmıştır. Ruslarla yapılan bir harp sırasında Sokollu imâretinin üstündeki kurşunlar askeri zaruret dolayısıyla sökülüp alınarak imâret yeniden tahribe maruz kalmış ve ancak 1296 (1878) senesi içinde biraz tamir edilip süvari kışlası ihdas olunmuştur.93 İstanbul’da sık sık zuhur eden Yeniçeri isyanları dolayısıyla asilerin kagir büyük hanlara sığınarak hükûmete karşı koydukları görülmesi üzerine “hanların arazi ve eşhas makulesinden cayi temekküm olmaması için kagir inşa edilmesine“ 1144 (1731) tarihinde irade sadır olmuş ve ancak 1159 (1746) tarihinde sadrazam Seyyid Hasan Paşa yangını önlemek bahanesiyle ve halka zarardan korumak maksadı ile bu iradeyi 92 Osman Turan, a.g.e., s. 477-478 93 Edirne Vilayeti Salnamesi 1310 112 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri “yalnız esnafın eşyaları konulup yabancı kimse konulmamak şartı ile“ geri aldırmıştır.94 Vakfiyelerdeki şartların değiştirilmesinden para ayarının bozukluğundan ve kat mülkiyeti ile miras usûlünden doğan sebeplerle şehirler arasındaki ana yol istikametlerini değiştirilmesi, nakil vasıtalarında büyük yenilikler ve değişiklikler olması ve hepsinden üstün olmak üzere yangınların ve bilhassa zelzelelerin en çok binalarda tesirini göstermesi gibi hâlleri de zikre ve tasvire kalkışmanın konuyu uzatacağından ancak bu kadarını izahla iktifa ediyorum. İmaretlerden hanlarla kervansarayların bir kısmının Tanzimat devrine kadar yaşayabildiğini bu eserin başka yerlerinde sırası geldikçe yazılmıştır. Burada bu bahse biraz daha temas etmek istiyorum. Ulukışla’daki Öküz Mehmed Paşa İmâreti (Albert Gabiel’den) Evliya Çelebi (1611-1681) Ulukışla’daki Öküz Mehmed Paşa kervansarayı iyi bir hâlde işlemekte olduğunu ve yolculara yemekler verildiğini yazar. Bu kervansarayın Çelebi’mizden 150 sene sonra görmüş ve gezmiş olan Moltke, bu kervansarayın 150 seneden beri tamir görmemiş olduğu hâlde, sapasağlam durduğunu söyler. Fakat içinde yolcu bulunduğundan ve yemek verildiğinden bahsetmez. Yine Evliya Çelebi Gebze’de Çoban Mustafa Paşa, Payas ve Lüleburgaz’da Sokollu Mehmed Paşa imâretlerinde yolculara yemek verildiğini ve o zamanlarda Sokollu vakıflarına, Sokullu’nun neslinden İbrahim Hanzade’nin iyi baktığını yazar. İbrahim Hanzadelerin III. Selim zamanına kadar yaşamış oldukları Eyüp’te Sokollu türbesi etrafında müteaddit 94 Osman Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, c.1, s.1054 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 113 mezar kitabelerinden anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi’den 150 sene sonra Anadolu’yu gezmiş olan Moltke, Kayseri’den bahsederken; “Buralarda otele inmek âdet değildir. Çünkü otel yok. Hanlarda ve kervansaraylarda ise eşya namına hiçbir şey bulunamaz. Onun için belli başlı yolcular doğruca müsellimin ve voyvodaların veya paşanın velhasıl şehrin en ulusu kimse onun evine konarlar“ demektedir. Bu bilgiler bize bu müesseselerin hangi tarihten sonra büsbütün işe yaramadığını gösteren en mühim vesikadır. Moltke’nin memleketimizde bulunduğu bilhassa ayrıldığı tarih Tanzimat’tan bir sene evveline rastlar. XIX. asrın ilk yarısını teşkil eder. Bu kitaba derc olunan bir kervansaray içi resminde fesli bir zaptiye neferinin bulunması Türklere fesi milli serpûş olarak kabul ettiren Sultan II. Mahmud zamanına rastlar. İşte tam bu sıralarda hanlar ve kervansaraylar rağbetten ve itibardan düşmeye başlamışlardır diyebiliriz. Anadolu’daki imâretlerin birçoğunu enkaz hâlinde görmek mümkündür. Vakfiyelerin mevcut ve adları halk arasında yaşadığı hâlde binasından eser olmayanlar da vardır. Şemseddin Altun-aba’nın Argıt suyu kenarında yaptırmış olduğu han bunlardan birisidir. Bu harap hanların enkazından çok kere hükûmet ve bazen de halk faydalanarak yeni binalarda kullanmışlardır. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Argıt, Kekeç ve Şekerli köyü halkının yerlerinden kaldırarak, Argıt köprüsü yanına kurmuş olduğu kasabaya yerleştirilmiş ve burada cami, mektep, han, hamam, bedestan, çarşı, medrese, çeşme ve kuyudan mürekkep bir imâret vücuda getirdiği zaman, bu imâretin taşları bugün yerinde bir zerresi bile bulunmayan Altun-aba kervansarayından aldığı muhakkaktır. Hanlar ve kervansarayların harap oluşunu yana yakıla anlatan muharrirler çoktur. Bunlar arasında salahiyetli bir zat olan İstanbul Arkeloji Müzesi müdürü Halil Ethem Bey’in Kayseri yakınındaki Celaleddin Karatay Kervansarayı hakkındaki şu sözleri çok dikkati çekecek bir ehemmiyet taşır. Halil Ethem Bey: “Bu emsalsız binanın 1322 (1906) senesi Ağustos’unda gösterdiği esef verici hâle gelince dört bir tarafına ve bahusus methalinin iki yanına kerpiçten kümes gibi bir takım barakalar yapıştırılmış ve cephelerinde birçok kesme ve işlenmiş taşlar sökülerek başka yerlerde kullanılmıştır. Ve binaya bitişik barakaları hanın duvarı birçok yerlerden delinerek odalara mesken ve samanlık olarak kullanılmakta bulunmuştur. Velhasıl hayli evkafı ve mütevellileri de mevcut iken sahipsiz denilmeyerek seza bir hâlde bulunduğu müşahade olunmuştur. Anadolu’da gördüğümüz o cesim hanlar yalnız gelip geçen yolculara mahsus olmayıp, orduların sefere azimetlerinde karargâh olarak yapılmış olduklarına da şüphe yoktur. Hem mimâri hem tarihi hem de askeri bakımlardan fevkalade ehemmiyete haiz olan bu kervansarayların hüsnü muhafazası acaba mümkün olmayacak mı?”95 diye soruyor, aynı zamanda bahsettiği kervansarayın zengin vakfı bulunduğunu bahis ile tamirini Evkaf ve Maarif Nezaretleri’ne yazdığı hâlde, konuya ehemmiyet verilmediğini söylüyor. 95 Halil Ethem, a.g.e, s. 33 114 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Sayıları binleri geçen bu türlü binaların hepsinin tamirine elbette imkân hatta lüzum da yoktur. Hele eski hâline ifrağı yine han ve kervansaray olarak kullanılması asla düşünelemez. Kırlarda ve sapa yerlerde bulunanlar ise yine bir taş ocağı vazifesini göreceklerdir. Ancak şehir ve kasabalar içindekilerin kısmen tamiri ile beledi, içtimai ve iktisadi işlere tahsisi mümkündür. Vakıfların idaresi vücudundan ve hizmetinden artık istigna hasıl olan binaların yıktırarak, yahut sattırarak vakfa daha hayırlı ve faydalı bina yaptırılması için çıkarttığı kanundan faydalanıp, eskilerinin yerine birçok yeni binalar yaptırmıştır. İstanbul’dan başka yerlerde de bu yola gidilmektedir. Böyle bir tamirin yapıldığını 1957 Nisan’ında Ulukışla’dan geçerken gördüm. Buradaki Öküz Mehmed Paşa kervansarayının ahır kısmı zahire ambarı ihdihas edilmek üzere Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından 100.000 küsur lira sarfı ile tamir edilmiş ise de Vakıflar İdaresi’nden başka Maliye Nezareti de binaya sahip çıkmış olduğundan, iki idare arasındaki ihtilafın hâlline taalluken binanın diğer kısımlarının tamiri geri bırakılmıştır. Hanların ve kervansarayların imâri bahis mevzu olurken bilhassa İstanbul’un ötesinde berisinde bulunan yüzlerce harap ve metruk hanın, harap ve perişan vaziyetlerini de göz önünde tutmak lazım gelir kanaatindeyim. Bu hanlarda kat mülkiyeti, zemin ve hava meselesi hüküm sürmekte bulunduğundan, hanlarla ilgisi olan yüzlerce hissedarı bir araya getirerek hepsinin iştirak ve yardımı ile tamir ettirilmesine imkân yoktur. Alttaki katta bulunan odaları ve dükkânları sahipleri tamir veya inşa etmezse üstteki katların sahipleri hiçbir şey yapamayarak malından ve mülkünden istifade edememekte olmaları mukaddes olan tasarruf haklarının ziyana uğraması bakımından da üzerinde durulacak bir meseledir. Bu vaziyet karşısında bahis mevzu olan hanların oda başları veyahut hisseleri çok olan mal sahipleri bilhassa bu türlü yani üst kattaki hisseleri yok bahasına sahiplerinden satın alarak kendi hisselerine düşenlerle birlikte yeniden yaptırılmakta ve bu orada hanın avlusuna istedigi gibi tecavüz ederek arsasını genişletip hanın mimâri tarzına aykırı yeni tip binalar yaptırmakta, aynı zamanda bu binaların kapılarını da dışardaki sokağa vererek hanının husûsiyet ve mahremiyetini bozmaktadır. Çemberlitaş’daki Vezir Hanı ile Çakmakçılar Yokuşu’ndaki Sümbül Hanı bunların birer örneğidir. Mabed avluları ile sokaklar ve meydanlar mevzuatımıza göre hiçbir surette husûsiyete kalb ederek oralarda şahıslar tarafından inşaat yapılmasına müsâde edilmezken aynı mahiyette olan han avlularına, kanunda yeri yoktur diye, bu suretle tecavüz edilmesi elbette doğru bir hareket olamaz. Aciz kanaatimce bunun tek çaresi bu türlü harap ve metruk hanlar hükûmetçe veya belediyece, hatta Evkaf İdaresi’nce istimlâk edilerek eski hâlinde ve şeklinde restore edilmeli, mümkün olanların bu suretle ihya edilmelidir. Buna imkân olmayanları ise geniş olan yerlere yeni ve çok katlı binalar yaptırarak şehrin imâri ve halkın zarardan korunması bakımından tavsiyeye şayan bir hareket olurdu. Ve bu da tabidir ki, kanuni mevzuatı bu hâle göre değiştirmekle yani han avlularının da meydanlar ve mabed avluları gibi husûsiyete kaybedilmeyeceğine dair kanun çıkartmakla mümkün olur. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 115 VIII.ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA BEKÂR ODALARI VE BEKÂR HANLARI Şehirlere ve kasabalara akın eden rençber, ırgat, amele ve uşak satıcısı gibi bekâr (bîkâr/işsiz)96 halkı barındırmak aynı zamanda onları hükûmetçe bilinen yerlerde nezaret altında bulundurarak, bu suretle şehrin asayiş ve inzibatini da emniyet altına almak her devirde hükûmete baş vurulan idari tedbirlerdendir. İstanbul’a sınıf halkın gelmesi şehrin fethinden itibaren başlar ve Kanuni Sultan Süleyman devrinde son haddini bulur. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u bir an evvel imâr ve iskân edebilmek için Anadolu ve Rumeli’den amele, ırgat ve usta takımlarından binlerce kişinin, aileleri ile birlikte yerlerinden, yurtlarından kaldırılıp İstanbul’a gönderilmesini müteaddit fermanlarla vilayetlere bildirdiğini biliyoruz.97 Kanuni devrinde Anadolu’da vakit vakit başkaldıran Celâlîler yüzünden yerinden yurdundan mahrum kalan bir kısım halk da taşı toprağı altın telakki edilen İstanbul’a sığınmakta idi. Aynı zamanda Anadolu’da sık sık vuku bulan kuraklık da bir kısım halkın çiftini, çubuğunu bırakarak İstanbul’a gelmeye sevk ediyordu. Hatta bu türlü gelişler o kadar artmıştı ki hükûmet bunun önüne geçmek için resmi “Çift Bozan“ adını taşıyan vergiyi koymaya mecbur olmuştu. Bu türlü sebepler yüzünden İstanbul’a gelen halkın şehri inzibâtı kadar iâşesini de güçleştiriyordu. Vakit vakit her 5 veya 10 senede bir İstanbul’da bir nüfus sayımı yapılarak bu seneler içinde İstanbul’a gelmiş olanlar tesbit edilip memleketlerine iâde olunurlardı. Bu türlü nüfus sayımlarını gösteren defterlerden Aksaray ve Langa semterinde taalluk eden birisini Dahiliye Vekaleti Nüfus Umûm Müdürlüğü odasındaki kütüphanede görmüştüm. Üç Padişah devrini idrâk ve idâre etmiş, birçok dahili ıslahatlara ve icraata muvaffak olmuş ve bu yüzden Osmanlı tarihinde hükümdarlar arasında adına bir devir açtırmış olan Sokullu Mehmed Paşa’nın bu işi de ele alıp bazı çareler bulduğunu tarihçi Ahmet Refik şu satırlarla bildirmektedir. “İstanbul mecmu-ı erbâb-ı ukûl ve menba-ı ezkiyayı fuhul idi. Anadolu ve Rumeli’den bir kimse gelip İstanbul’da yerleşemezdi. İmamlar, müezzinler ve mahalle kahyaları bu gibileri araştırırlardı. Köylerini ve çiftlerini bırakıp İstanbul’a gelenlerden bir vergi alırlardı.“ 98 96 Türkçe’de kullanıldığı gibi evlenmemiş kimse demek değildir. Yine bu tabirin Arapça’da evlenmemiş kız manasına gelen bikr ile hâlini ifade eden bekâret kelimesi ile de asla bir ilgisi yoktur. Kelime Farsça’dır ve dilde nefy edatı olan “bî” ile iş, kazanç manasına gelen “kâr” kelimesinden mürekkep bîkar’dır. İşsiz, güçsüz manasına gelir. Bunu biz bekâr şeklinde kullanmaktayız. Yine bu tabirin Farsça’da bu dilin diğer bir nefy edatı olan nâ ile yapılmış başka bir nâbekâr şekli de vardır. Bunun Türkçesi de işe yaramaz, haylaz manasına gelir. Farsça’da kârubâr, iş, güç kârgüzar: iş gören, iş bitiren tabirlerini de bu arada hatırlamak yerinde olur. Evliya Çelebi bekâr yerine mücerred tabirini de kullanır. 97 Bu konu ile alakalı Osman Nuri Ergin iki müstakil çalışma yapmıştır. Bkn. Osman Ergin, İstanbul’da İmar ve İskân Hareketleri, İstanbul Eminönü Halkevi Dil, Tarih ve Edebiyat Şubesi Neşriyatı VI, İstanbul Bühaneddin Matbaası, İstanbul 1938; Osman Nuri Ergin, “İstanbul Nasıl İmar ve İskan Edildi”, Resimli Tarih Mecmuası, c. IV s.2352-2365, 29 Mayıs 1953 (Y.N) 98 Ahmed Refik, Sokullu, Kitabhane-i Hilmi, İstanbul 1924, s. 35 116 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Yine müellifin eserini diğer bir yerinde de şu satırları okuyoruz: “İstanbul mahallelerinde inzibata riayet olunduğu hâlde yine ev basmak, insan öldürmek gibi hâller vaki olurdu. Buna mani olmak için İstanbul halkını birbirine kefil verirler, kefilsiz olanları mahallelerinde oturtmazlardı. İstanbul’da 5 yıldan az oturmuş bulunanları memleketlerine gönderirlerdi. Bu gibileri kayd altında bulundurmaları için imamlara, müezzinlere, kahyalara, vakıf odalarının oda başılarına ve kervansaraycılara sıkı tenbihler yapılırdı. Bazen hırsızlar evleri taşlarlar, mahallelere ve camilere ahâliyi ürkütmek için kağıtlar bırakırlardı. Bu gibileri yakalamak için her mahallede mahalle halkına umûmi kapılar yaptırılırdı. Mahallelerin köşeleri ve sokakları terassut altında bulundurulur ve sokaklarda daima kol dolaştırılırdı. Bu vazifenin layıkıyla yapılıp yapılmadığı teftiş etmek İstanbul Kadısı’nın vazifesiydi. İstanbul’un bütün mahalleleri içinde inzibata en iyi riayet edilen semt Eyüp Sultan civarıydı. Cami-i şerif yakınında, çarşı boyunda tavla ve satranç oynamak, çalgı çalmak yasaktı. Haslar (Eyüp) kadısı bilhassa bu noktaya ehemmiyet verirdi.” 99 Eyüp semti Sokullu devrinde alınmış olduğu söylenen bu tedbir 1908 Meşrutiyet inkılâbına kadar devam etti. Bunu tâkiben ve icraya da Eyüp Cami baş imamı memur edildi. Baş imam bu hususta hükûmet zabıtasına karşı da kafa tutabilirdi. Defterdardan itibaren Eyüp semtine bir gayrimüslimin geçmesine bile müsâde etmezdi. Bununla beraber Tanzimat’tan önce Rumeli’de bilhassa Tuna ötesinde büyük toprak kaybına, hele Mora ihtilâlinden ve Yunan istiklâl hareketlerinden sonra bir kat daha kalabalıklaşan İstanbul’da asayiş, hükûmetin zaafı ve aczi nisbetinde artmıştır. Buna karşı mahalle halkı, bunlar arasında delikanlılar, geceleri nöbetle mahalleleri beklerlerdi ve Sokullu devrinde olduğu gibi bir mahalle ile ötekisi arasında kapılar yaptırmışlardı. Bu zamanlardaki beşinci kolun parolası Rumların Türk mahallelerini basıp halkı öldüreceklerinden ibaretti. İşte bu sıralarda İstanbul’un asayiş ve inzibatını temine memur edilen Çengeloğlu Tahir Paşa İstanbul halkına bir beyanname neşrederek “Herkesin evinin kapısını açık bırakarak yatmasını, kimin bir tenceresi kaybolursa onun yerine bir kazan vereceğini” bildirmiş olması halkı teskin etmiş ve aynı zamanda mahalle delikanlılarının geceleri nöbet beklemesine ve bu suretle halkı beyhude yere heyecana getirmelerine de nihayet vermiştir. Şimdi olduğu gibi bu devirlerde de köylerden yalnız İstanbul’a değil, vilayetlerde büyük şehirlere ve kasabalar da bekâr akınları vaki oluyordu. Evliyâ Çelebi, İstanbul ve Anadolu’daki büyük şehirlerde bu çeşit akınlar hakkında alınan tedbirler ve barındırma yerleri hakkında oldukça malumat vermektedir. Çelebi’nin izahına göre İstanbul’da ilk Irgat Hanı’nı Fatih Sultan Mehmed yaptırmıştır. Bu bina şimdiki Şekerci Hanı’dır. Fatih, şimdi kendi adını taşıyan semtte bir imâret yaptırmaya karar verdiği zaman, tıpkı bugünkü büyük inşaatlarda da yapıldığı gibi, önce ırgatların yani inşaatta çalışacak usta ve amelenin barınmaları için bir han ve yıkanıp temizlenmeleri için de bir hamam yaptırmıştır. Evliya Çelebi bu han hakkında birşey söylememekle beraber hamam için yazmış olduğu şu satırlar dikkati çekebilir: 99 Ahmed Refik, a.g.e., s. 109 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 117 “Bizzat kendileri için bir cami inşasına şurû ettikte ibtida Karaman Çarşısı içerisinde Irgat hamamını 40 günde bina ettiler ki cümle amele birden gusûl edip badehu hizmet edeler.” Evliya Çelebi eserinin başka bir yerinde bu hamamı Fatih’in İstanbul’da ilk yaptığı hamam diye gösterir.100 Çelebi’miz, İstanbul’da ve Anadolu’da yaptırılan bekâr odaları ile hanlar hakkında da malumat verir. Meselâ İstanbul’da yol geçen, Mercan, Cebehane (Mahmutpaşa’da) Pertev Paşa, Hilalci, Süleymaniye, Atpazarı, Karaman, Azaplar (Unkapanı’nda) semtlerinde bulunan odaların sayıları içlerinde kaç adam barındığını yazar. Hele bunlardan Mercan odalarındaki ırgat ve amelelerin miktarını vakit vakit isyan çıkaran bu şehirleri bastıracak ve sindirecek kadar çok ve ehemmiyetli olduğunu yazar. Çelebi’ye göre, bu hanların adları han-ı mücerredan’dir. Bursa’da bu çeşit hanlardan 70 adet bulunduğu ve bunların en mühiminin Ali Paşa Hanı olduğunu yazdığı gibi Amasya’daki han hakkında da şu izahatı verir: “Bekâr ve garibü’d-diyâr kimselerin odalarıdır. Bevvabları, odabaşları vardır. Her gece yatsıdan sonra davullar çalınıp kapıları kapanır. Dışarda kalan içeri giremez, gayret-mend, ehl-i dert olsa da dışarı çıkamaz. Sabah olunca hanın kapısı açılır. Herkes kârına ve dükkânına gider işleri ile meşgul olur. Mazbût yerlerdir.” Bu hanlardan yalnız üç tanesi hakkında birer isim ve içinde barınanlar hakkında birer rakam vereceğim. Rakamlar 1883 tarihinde yapılan nüfus yazımında elde edilenlerdir. Unkapanı’nda Hüseyin Bey Hanı (nüfus 201) Laleli’de Taşhan (nüfus 596) Çakmakçılar Yokuşu’nda Valide Han (nüfus 552) Bunlardan Hüseyin Bey Hanı, Atatürk Bulvarı yolu açımı dolayısıyla ortadan kalktı. Evime yakın olduğu için hanı da içinde oturanları da yakından görüyor ve biliyordum. Hepsi inşaat amelisiydi. İçinde bugün bile pek çok amele oturmaktadır. Valide Han’a gelince: Eskiden mezhep ihtilafı dolayısıyla İranlılara yalnız mahale aralararında değil, laalettayin (gelişi güzel, sıradan) bir handa bile yer verilemezdi. Bundan dolayıdır ki bu han, İranlılara tahsis olunmuştu; bugün de yine İranlılar meskundur.101 Şehirler dışında ve kırlarda ahır, ağıl, mandıra, kireç ve taş ocakları gibi kalabalık bir kısım ırgat ve ameleyi barındıran ve çalıştıran yerlerde inzibat bakımından her zaman murakabe altında bulundurulurdu. Bu kâbil ağıl ve mandıralar arasında Eyüb’e bir veya bir buçuk kilometre bulunan küçük köydeki Saye Ocağı bu arada bahis mevzu edilmeye değerdir. Bu ocak halkı İstanbul’un fethinden sonra Bursa taraflarından alınıp İstanbul’a getirilmiş ve bu köye yerleştirilmiştir. Bunların gördükleri iş, padişahların kurbanlık koyunlarını yetiştirmek ve beslemektir. Bursa taraflarında Karacabey’de 100 Osman Nuri Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1939, s.42 101 Bugün bu handa İranlılar tarafından birkaç dükkânda ticaret yapılmaktadır. Hanın ekserisi Türk tacirler tarafından kullanılmaktadır. (Y.N) 118 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri iken de Osmanoğulları’nın bu hizmetini bu köy halkı görmekteydi. Yeniçeri Ocağı kaldırıldığı sırada bunlara ilişilmemiş, saltanatın ilgâsına kadar yaşatılmış, hatta kıyafetlerini de muhafaza etmişlerdir. 1883 nüfus sayımında Saye Ocağı’nda 40 kişi kaydedilmiştir.102 Alınan bütün inzibatî tedbirlere rağmen, yine yaz vaktinde bulunduğu hana gelmeyerek veya geceleri handan kaçarak sokakta görülen bir amele, ırgat veya satıcı, kollar tarafından çevrilerek karakola götürülüp, oradan da en yakın hamama gönderilerek sabaha kadar külhancı tarafından külhan temizletilmekte, odun taşımakta kullanılırdı.103 102 Saye, Arapça’da ahır ve mandıra manasına gelir. Kelimenin bu manaya geldiği araştırılmaksızın sâi ve sayı gibi şekillerde yazılıp konuşulurdu. Şu satırları yazanda bu hatayı yapmış ve Mecelle-i Umur-ı Belediye’nin 1. cildinde bir de not yazmıştır. Şimdi bu vesile ile o hatayı itiraf ederek bu tashihi yapıyorum. Eserin bu sahifesine koymuş olduğum divan vesikasında geçen “sayısız kavurları” tabiri ile Bulgar mandıracıları yahut çobanlarının kasdedilmekte olduğunu arz ederim. 103 Sabahleyin sokağa salıverilen bu adamın perişan ve kirli kıyafeti ile ve kapkara yüzü ile görenler onun bu gece külhanda çalıştırılmış olduğunu anlardı ve halk da bu gibilere tezyif yolu ile külhanbeyi derdi. Petrol ve havagazı bulunmadığı sokakların başka bir vasıta ile aydınlatılması mümkün olmadığı bu devirlerde yalnız ırgat ve ameler değil her hangi bir iş için, mesela bir hastaya doktor veyahut bir kadına ebe getirmek için yatsı namazından sonra sokağa çıkmak mecburiyetinde olan kimseler mutlaka elinde bir fener taşımağa mecbur olurdu. Fenersiz olarak sokaktaki kimse görülürse o gibilere de yukarda izah edildiği şekilde muamele tatbik edilirdi. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 119 XIV. ŞEHİR VE KASABALARDA İMARETTEN BAŞKA ÇEŞİTLİ BARINMA YERLERİ VE BİNALARI Türkiye’de şehir dışında ve bozkırlarda yaptırılıp kapıları herkese açık bulundurulan, aynı zamanda hem kendisi hemde hayvanı parasız yedirilip yatırılan hanlarla, kervansaraylar ve benzerlerinin daha çok çeşitli şehir ve kasabaların içlerinde ve her semtinde bulunmaktadır. Bunların ötekilerden farkı: Birincilerde sınıf, din, milliyet hatta tabîyet farkı göstermeksizin her kesin kabul edilmeleridir. Evvelce de bir münasebetle söylendiği gibi bu yola gidilmekte bir dereceye kadar mecburiyet de vardır. Çünkü uzun yollardan bin bir meşakkat çekerek gelip sığınmak ve barınmak isteyen bir yolcuyu içeriye girmeden önce parası olup olmadığını sormak, meslek, meşreb, tabîyetini araştırmak, halkımızın kullandığı bir tabirle “bir tanrı misafiri“ için mantıken de, idareten de doğru değildir. Bunu bilen atalarımız o müesseseleri parasız bir hâle getirmiştir. Şehir ve kasabalar içindeki müesseselerde ise ötekilerin tam aksine sınıf, din hatta dinin çeşitli mezheplerine mensubiyet gözeterek her yolcu kendisine uygun gördüğü müesseye baş vurur ve ancak oralarda güler yüzle karşılaşır. Bunun bir izahı XII. asırda Mevlana Celaleddin Rumi’nin babası Sultan’ül-ülema Bahaddin Veled’in ifadesinden naklen sonraki teşthane paragrafında gösterilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman’ın vakfiyesinde imâretin tabhanesine mutlaka ehli iman girebileceği kaydının konmuş olması da işte bu sebepten ileri gelir. Nitekim aynı hükümdarın Çorlu’da yaptırmış olduğu imâretin tabhanesinde Hristiyan ve yabancı bir devletin sefiri olan Marke de Nuvantel’in gece barınıp yatmış olduğunu yine bu eserde imâretin izahı sırasında kaydedilmişti. Hatta bu fark o kadar mühimdir ki meselâ Müslüman, fakat Bektaşî mezhebinde olan bir kimse koyu bir sünni olan Nakşi tekkesine inip konaklayamayacağını, inip konaklasa güler yüzle karşılanamayacağı gibi, bir Hristiyanın da velev ki sefir olsun İstanbul’daki imâretlerin tabhanelerine inmelerinin de bu tarzda karşılanacağı tabiî idi. Çünkü bu şehirde her sınıf için aşağıda gösterilen müesseseler vardır. 1. Rîbât Han, Sultan Hanı, kervansaray ve tekke yerine kullanılan bir tabirdir. Bilhassa Selçuk Türkleri’nin yaptıkları bir kısım han ve kervansaray binalararı kitabelerinde görülür. Ezcümle Eyüp Hisar civarında Kılıç Arslan’ın ve Konkurtay’ın aynı havalideki Pervane rîbâtının belli başlı Selçuk rîbâtlarından olduğunu biliyoruz. Yine Antalya’dan 30 km uzaklıktaki Burdur yolu üzerinde bulunan Kırgöz Hanı104 ve Konya’nın Kavaklı köyündeki kervansarayda105 bu tabir görülmektedir. Osmanlılarda ise Üsküdar’da Atik Valide Nurbanu Sultan’ın imâreti vakfiyesinde “el104 Reifstahl, a.g.e., c.1, s.72 105 İbrahim Hakkı Konyalı, Nasreddin Hoca Şehri Akşehir Tarihi Turustik Kılavuz, İstanbul 1945, s.370 120 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri rîbât ey el-hanegâh“ tarzında ifade bulmaktadır. Arapça sözlükler rîbâtı “kendisiyle birşey bağlanacak nesne, yani ip” diye tarif ettikten sonra “tekkeye, menzilhaneye, kervansaraya ve asker konulan kaleye de denilir” kaydını ilâve etmektedir. Bu binaların umrândan hâli, susuz, ağaçsız ve barınacak hiçbir binası bulunmayan bozkırlarda yapılmaları itibarıyla herkesin güvenerek ve itimat ederek gidip konaklayabileceği bir yerdir. Bu türlü binalar aynı zamanda tekke ve tarikat merkezi vazifesini de gördüklerinden herkes oralarda bulunan baştaki kişilere manevî ve bazen de maddi rabıtalarla bağlanırlar ve işte müessese de adını buradan alır. Rîbât mevzu hakkında ilk çalışmayı Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü kudret ve salahiyetle ele almış ve bizlere pek faydalı izahlarda bulunmuştur. Tafsilatını onun yazısından takip etmek üzere burada yalnız rîbât’ın tarifini aktarıyorum: “Rîbâtlar umûmiyetle hudutlarda, stratejik ehemmiyeti olan başlıca yerlerde kurulmuş müstahkem mevkilerdir ki, bilhassa ilk zamanlarda, cihad için gelen gönüllüler burada toplanırlar ve düşman hücümü karşısında, müdafasız yerlerde yaşayan civar halk da buralara gelip barınırlar. Tıpkı Bizans hudutlarındaki küçük müstahkem mevkiler gibi. İslam rîbâtları da bir müdafâ duvarıyla çevrilmiş binaları, ahırları ve bir tarassut ve işaret kulesini ihtiva eder. İçinde bir mescid ile bir hamam da bulunan bir birliktir.“106 Aynı mevzuyu Prof. Dr. Osman Turan da ele alarak ve Köprülü’den faydalanarak yazmış olduğundan bir yazıyı da kısaltarak burada nakl etmeyi faydalı buluyorum. “Selçuk kervansarayları daha evvel İslam dünyasında kurulan rîbâtlarının devamından başka bir şey değildir. Rîbâtlar umumîyetle İslam dünyasının hudutlarında askeri gayeler için yapılmış müstahkem bir yerdir. İslam memleketlerinin her tarafında gönüllü askerler, gaziler cihat için hudutlardaki bu müstahkem yerlerde barınırlardı. İçerinde yatacak ve yiyecek yerleri, anbarlar, mescit ve hamamları, hayvan ahırları bulunan bu rîbâtlar, hudutları bir müdafa sistemi hâlinde devam ediyordu. Bundan dolayı rîbâtlar müstahkem surlar üzerinde kulelerle techiz edilirdi. Düşman tarassut eden kulelerinde ateş ile verilen işaretler sayesinde uzak hudut boyları arasında süratle haberleşmek mümkün oluyordu. Bu rîbâtlar vaziyete göre devletin veya malını cihat uğruna tahsis eden zenginlerin büyük vakıflarıyla beslenirdi. Arap coğrafyacılar yalnız Maveraünnehir’de 10.000 rîbât bulunduğunu söylerler. Yine Arap tarihçilerden Makdisi, Türkistan’daki rîbâtlardan bahsederken, İspiçap’da 2.700 rîbât bulunduğunu, şehirdeki Karatekin Rîbâtın’ın vakıflarından aylık gelirinin 7.000 dirhem olduğunu, bunun fakirlerin yemek ve ekmek parasına sarf edildiğini yazar. Yine Arap tarihçiler rîbâtların çoğunda yolcuların meccânen yiyip yattıklarını, hayvanlarını yemlediklerini söylerler. Bütün hayır işlerinde olduğu gibi askeri gayeler dışında yolcuların meccânen yemek yemeleri ve yatmaları için ribat inşası ananesi, İslâm âleminde, en fazla Türkistan’da inkişâf etmiştir. Bu anane Türkistan’dan Anadolu Selçukluları’na ve oradan da Osmanlılara intikâl etmiştir.”107 106 M. Fuad Köprülü, Vakıf Müessesesinin Hukuki Mahiyeti ve Tarihi Tekâmülü, Vakıflar Dergisi, c.2, s.288 107 Osman Turan, a.g.e.,s.489-490 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 121 2. Asitaneler, Hanegâhlar, Zaviyeler ve Tekkeler Hanegâhın barınma yeri manasına gelen “Han“ ve “Hane“ ile iştikâk bakımından olduğu kadar iskân bakımından da münasebeti olan bir tabirdir. Buna “Hanegâh“ da denilir. Fakat ıstılah olarak Türkçe tekke tabiri taammüm etmiştir. Aynı zamanda hanegâh yerinde zaviye tabiri de kullanılır. Tekke tabirinde itimat etmek dayanmak ve güvenmek mefhumları da vardır. Bundan dolayıdır ki tabirin bir kullanılış şekli de “tekyegâh“dır ki güvenilecek, dayanılacak ve barınılacak yer manasına gelir. Hanegâh’ın tarifinde yani sabah için inilecek yer, müttaki sofu ashabı için mesken denildiğine bakılırsa bütün bu çeşit binalarda Medine’de Hazreti Muhammed’in yaptırmış olduğu Mescid’in sofası yani son cemaat yeri esas tutulmuş oluyor. Sahip Ata Vakfiyesi bu sofada Selman-ı Farisi gibi garip kimselerin barındığını da bildirmektedir. Hanegâh yerinde Asitane, Dergâh ve Zaviye tabirleri de kullanılır. Kadirihane, Mevlevihane, Rûfai Asitanesi, Bedevi Dergâhı ve Pir Evi gibi tabirler de bu müesseselerin ikinci bir husûsiyetlerini ifade eder. Mevlânâ Celâleddin Rumi’nin babası Sultan’ülülema’nın bu müesseseleri tarif ve tesbit eden bir tasnifini Menakıb’ül-Arifîn tercümesine atfen bu eserin “teşthane“ kısmında açıklamıştım. Ariflerin Menkıbeleri başlığı altında bu eseri Türkçe’ye çevirmiş olan Tahsin Yazıcı kitabına eklemiş olduğu lügâtçede zaviye ile hanegâh arasında şöyle bir fark olduğunu bize bildiriyor: “Zaviye Mevlevilerde, Asitane de terbiye gören dervişlerin kalmalarına mahsus ve mutfaktan mahrum olan dergâha denilir.“108 “Asitane: Eşik manasına gelen bu kelime Mevlevilikte tarikata yeni giren dervişlerin terbiye gördükleri dergaha denir. Dervişler burada mutfak hizmetine yapmakla terbiye edilirler.“109 1883 nüfus sayımında İstanbul’da 260 tekke ve zaviye bulunmuş ve bunlarda 1091 erkek 1184 de kadın olarak toplam 2275 nüfus kayıt ve tesbit edilmiştir. Bu tekkelerin tarikat itibarıyla sınıfları ve sayıları şöyledir: 4 Bayramî, 8 Bedevî, 7 Cerrahî, 4 Hâlidî, 30 Halvetî, 41 Rufaî, 4 Sinanî, 16 Sadî, 22 Sünbülî, 1 Şazelî, 16 Şabanî,15 Uşşakî, 48 Kadirî, 5 Gülşenî, 4 Mevlevî, 52 Nakşî. Bunlar arasında Kalenderhaneler ve Bektaşî tekkeleri de dahildir. Bu eserde kendilerine ayrılmış olan kısımda izah olunduğu gibi, Kalenderhanelerin tarikatla ilgisi olmadığı hâlde onlar da birer tarikate mesela Bedevî tarikatine ve Mevlevîliğe mâl edilmişlerdir. II. Sultan Mahmud, Yeniçerileri kaldırıldığı zaman Bektaşilerin de onlara mensup olduğunu görerek tekkelerine birer Nakşi şeyhi tayin edip, onları zorla Nakşî yapmaya çalışmış olduğundan 52 Nakşî tekkesinin yarıdan fazlasının Bektaşi tekkesi olarak kabul etmek lazım gelir. Nitekim Bektaşiler sonradan yüzlerindeki Nakşî maskesini çıkartarak yine Bektaşiliğe dönmüşlerdir. 1883 tekkeler listesinde mevcut olmadığı hâlde İstanbul’da 108 Arifi Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri, haz. Tahsin Yazıcı, Ankara Maarif Vekâleti 1954, c.2, s.506 109 Arifi Ahmed Eflaki, a.g.e., c.2, s.472 122 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri bulunan okçu ve pehlivan gibi bazı spor kulüpleri de tekke adı altında yaşımakta idi.110 Hatta yine bu listede çoban sınıfından olan Saye Ocağı bile tekkeler arasında gösterilmiş ve nüfus sayımı sırasında içinde 41 erkek kaydedilmiştir. Bu mevzu Arap Seyyahı İbni Batuta’nın bir şahadeti ile de tevsik etmek isterim: “Lazikiye (Denizli)’den kaltıktan sonra 10. gün Rum beldelerinin evveli, başlangıcı olan Alâiye (Alanya) beldesine vardık. Bilâd-ı Rum adıyla ön olan bu iklim bütün cihan beldelerinin en güzelidir. Tanrı başka beldeleri dağınık bir şekilde vermiş olduğu güzellikleri Rum ikliminde hep bir arada toplamıştır. Ahalisi sûret itibariyle çok güzel, elbiseleri temiz, yemekleri nefistir. Bunlar Allah’ın yeryüzünde en şefkatli insanlarıdır. Onun için “bereket Şam’da, şefkat Rum’dadır“ denilir ve bununla Anadolu halkı kastedilir. Bu beldede bir zaviye (tekke) veyahut bir hana insek, komşularımız olan erkek ve kadınlar ahvalimizi soruştururlardı. Burada kadınlar örtülemezler, ayrıcağımız zaman da güya kendi kavim ve ahbablarımız gibi bize veda ederler. Kadınlar gözyaşı dökerler, ayrılmamızdan duydukları teesürleri belirtirler. Bu memleketin âdetince haftada bir defa ekmek pişirilerek bir hafta yetişecek kadar hazırlarlar. Erkekler ekmek pişirildiği gün, bize sıcak ekmekle gayet nefis yiyecekler hediye ederler ve bunu size kadınlar gönderiyorlar, sizden dua istiyorlar, derlerdi.“111 Bu paragrafta bu kadar izahat vermemin sebebi, bu çeşitli binaların da derviş denilen bir kısım tarikat ehlinin bir şehre gelişinde kendisi için barınacak ve parasız yaşanacak bir kapı bulabilmelerini anlamak içindir. Dilimizde kullanılan kapılanmak tabiri de bunu ifade eder. Meselâ şehre bir Mevlevî gelirse Mevlevîhanelere, Bektaşî gelirse mutlaka şehir dışındaki Bektaşî tekkelerine iner ve orada günlerce, haftalarca kalabilirdi. 3. Kalenderhaneler Hanegâhlar ve tekkeler sırasında sayılırsa da bu lâik bir müessesedir. Aslı, Kalender adında birisine nisbetle Kalenderî’dir. “Sabit bir meskenleri ve muayyen bir akideleri olmayan, dini farizelerle içtimai itiyatlardan tamamıyla ayrılmış gezici, serseri dervişler”112 şeklinde İslam Ansiklopedisi’nde gösteren Kalenderliğin diğer bu türlü mezhepler ve tarikatler gibi İran’dan çıkmış olduğunu görmekteyiz. Bunlar İslam dini düşmanlarının bir nevi propagandacılığını yapmakla birlikte aynı zamanda müfrit bir Aleviliktir. Kıyafet itibariyle de diğer tekke ve tarikat mensuplarına benzemezler. Sakallarını, bıyıklarını hatta kaşlarını ustura ile kazıtarak tuhaf bir kıyafetle yaşarlardı. Tef ve kudüm çalarlar ve kendilerine mahsus bayrakları açarak takım takım bir arada gezerler. İçlerinde dilencilik edenler de vardır. Mevleviler kıyafet itibariyle Kalenderilere benzediklerinden aralarında bir bağlılık, bir münasebbet görenler de vardır. Kalenderler milliyet ve sınıf dinlemeksizin her memlekete girip çıkarlardı. İstanbul feth edildikten sonra Fatih’in Kalenderlere bir bina tahsis etmiş olması, bunlara kıymet vermekten ziyade sayılarının çokluğu dolayısıyla memleketin asayiş ve inzibatını korumaktadır. Bununla beraber bilhassa torunu Yavuz 110 Osman Ergin, Türkiye’de Şehirciliğin Tarihi İnkişafı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü Neşriyatı:3, Cumhuriyet Gazete ve Matbaası, İstanbul 1936, s.17-18 111 İbni Batuta Seyahatnamesi, ter. Mehmed Şerif Paşa (Çavdaroğlu), Matbaa-ı Amire, 1334-1335, c.1, s.311 112 Franz Babinger, “Kalenderiye”, İ.A, MEB, c.6, s.128 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 123 zamanında Anadolu’da Alevîlere ve Kızılbaşlara karşı siyaseten reva görülen muamele ve tatbik olunan şiddetli cezalar arasında Kalenderler de takibata uğramışlar, sayıları azalmış ve muhtemel olarak kendilerine tahsis olunan bina kapatılmıştır. Fatih’in Kalenderlere tahsis etmiş olduğu bina Şehzedebaşı’nda idi. Buradaki Aya Maria Diyakonis Kilisesi ile etrafındaki papaz odaları bunlara verilmiştir. Fatih’e isnat olunan Türkçe Vakfiye’de; “….ve Kalenderhane ismiyle müsemma olan mekân-ı behiştinî ayını fukara ve mesakin (miskinler) ve vâridin için vakf eylediler.“ fıkrası bunu gösterir. Türkçe vakfiye’nin bu tabiri Kalenderhane’yi bir Darülaceze olarak gösterirse de bu vakfiye Kanunî devrinde ortaya çıkmış olduğundan Kalenderhane’nin o zamanki vaziyetini gösterir. Vakfiye’nin aslı olan Arapça kısmındaki kayıtlar ise burasının bir musiki mektebi, bir edebiyat dershanesi ve bir raks yurdu olduğunu açıklar. Bu vakfiyeye göre, Kalenderhane’nin bir şeyhi, bir nazırı ile birkaç Kur’an, Mesnevî ve şiir okuyucuları ve 4 mutrıbı yani çalgıcısı vardı.113 Şu hâlde Kalenderhane bir saz, söz ve sema denilen raks yeri idi. Nitekim son zamanlar da burasının Mevlevîhane’ye çevrilmiş olması da bunu teyit eder. Burada bulunanlar parasız yerler içerler, yatarlar, kalkarlar ve üstelik sazla, sözle, raks ve edebiyatla ruhani gıda alırlardı. Şehzadebaşı’ndaki Kalenderhane binası Hadikat’ül-Cevâmi’nin kaydına göre sonraları Darü’s-saade Ağası Maktul Beşir Ağa tarafından camiye çevrilmiş ve Kalenderî tarikati da Mevlevîlikle birleştirilmiştir. Kalenderîler zamanla ortadan kalkmakla beraber adları Tanzimat devrine kadar memleketimizde yaşadı. İçtimai olduğu kadar âdeta yarı siyasi bir müessese hâlini aldı. Orta Asya, Özbekistan, Buhara, Afganistan ve Hindistan’dan hac münasebeti ile ticaret veya ziyaret maksadıyla veya herhangi bir memuriyetle İslam diyarına gelen kimseler için ayrı ayrı ve yer yer Kalenderhaneler açıldı. Bunların başlarında bulunan şeyhler bir tarikat şeyhi olmaktan ziyade, temsil ettikleri memleket halkının ve hükümdarının darü’l-hilafede fahri mümesili veya konsolosu vazifesini görürlerdi. Hemşehrilerini korurlar, Kalenderhane’de barındırırlar ve hükûmet nezdinde işlerini takip ve teshil ederlerdi. Bu şeyhlerin içinde kültürümüze hizmet etmiş ve siyasetimize karışmış olanlar da vardır. Sultanahmet’teki Özbekler Kalenderhanesi’nin şeyhi Süleyman Efendi bunlardan birisidir. Bu zat Çağatayca’dan Osmanlıca’ya bir lûgat, bir de Çağatay Edebiyatı Antolojisi’ni yazıp bastırmıştır.114 Türkiye’ye kabul edilen Macar mültecilerinin himayesine bir şükran eseri olarak üniversite talebelerini İstanbul’a göndermelerine mukabele olmak üzere buradan da o devirlerde biricik yüksek mektep olan Mülkiye talebesini göndermeye hükûmetçe karar verildiği zaman, başlarına Şeyh Süleyman Efendi geçirilmiş ve Çaylak Tevfik de bu heyet arasında gazeteci olarak bulunmuştur. Üsküdar’da Sultantepesi’ndeki Kalenderhane’nin Şeyhi Sadık Efendi de Üss-i Lisani Türkî adına bir Çağatay Türkçesi grameri yazıp yayınlamıştır.115 Türkiye’nin Washington sefiri iken ölen değerli hariciyecilerimizden Münir Ertegün, Sadık Efendi’nin ana tarafından torunlarındandır.116 113 Fatih Sultan Mehmed Vakfiyeleri II, Vakıflar Umum Müdürlüğü Ankara 1938, s. 136 114 Süleyman Efendi Buhari, Lûgat-i Çağatay ve Türk-i Osmanî, Mihran Matbaası, 1298 115 Mehmed Sadık, Üss-ı Lisan-ı Türkî, Alem Matbaası Ahmed İhsan ve şürekası 1313/1896; Bu eser, Recep Toparlı tarafından Türk Dil Kurumu yayınları arasından neşr edilmiştir. (Y.N) 116 Sultanahmet ve Üsküdar’da bulunan bu iki tekke Orta Asya’dan gelen başta Özbekler olmak üzere diğer Müslüman milletlerin ikamet ettikleri Nakşibendi tekkeleridir. Bu konuda M. Baha Tanman şöyle demektedir: “İstanbul’da aynı adla anılan diğer kuruluşlar gibi, bu tekke de Orta Asya’dan İstanbul’a gelen, Nakşibendi 124 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Kalenderhane’dekiler aile kurarak, iş bularak şehirde yerleşseler bile Kalenderhane ile ilgilerini kesmezlerdi. Bunlar Hac zamanlarında İstanbul’a gelen hemşehrilerin alışveriş ve ziyaretlerinde onlara rehberlik ederler, onlara acemilik çektirmezlerdi. İstanbul’un ehemmiyetli Kalenderhaneleri Üsküdar Çinili’deki Afgân, Eyüp’teki La’lizade Abdülbakî’nin Özbek, Sultanahmet’tekinin Kâşgar, Üsküdar’da Sultantepesi’ndeki Kâşgar ve Aksaray’daki Horhor Çeşmesi yanındaki Hintliler Kalenderhaneleri’dir. Bunlardan Afgân Kalenderhanesi son senelerde yıktırılmış, şimdi ancak umumî oturma odası kalmıştır. Eyüp’teki Kalenderhane’nin Topkapı istikâmetinden Eyüp’e açılan yol dolayısıyla yapılması zaruri istimlâklar sırasında yıkılması lâzım gelmiştir. Aksaray’da Horhor Çeşmesi bitişiğinde bulunan Hintliler Kalenderhanesi binası kısmen yıkılmakla beraber, barınacak birkaç odasıyla mezarlığı hâlâ durmaktadır. Bunun da Vatan Caddesi’nin açılması sırasında yola gideceği görülmektedir.117 Bu Kalenderhane avlusunda Hindistan’ı işgal eden İngilizlere karşı mukavemetle harp edenlerden Tipu sultanın sefiri Muhammed İmam Serdar’ı ve askerlerinin mezarı da bulunmaktadır. Kitabe tarihi 1202 (1788)’dir. Serdar, İstanbul’a geldiği zaman burada konaklamıştır.118 tarikatına bağlı seyyah dervişlerin barınağı olmak üzere tesis edilmiştir. Kaynaklarda “el-Hac Hoca”, “Hace, Hacı Hoca”, “Hace, Kalenderhane” gibi adlarla da zikredilen Özbekler Tekkesi 1166/1752-53’te Maraş Valisi Abdullah Paşa (ö. 1755) tarafından kurulmuş, 1171/1757-58’de, Hasan Ağa adında bir şahsın masrafları karşılamasıyla ilk postnişin Şeyh Seyyid Hacı Hace Abdullah Efendi, tekkeyi, mensup olduğu Nakşibendî tarikatına vakfetmiş, mescite, tevhidhaneye minber koydurmuş, imamet ve hitabet görevlerini de kendisi üstlenmiştir. III. Mustafa döneminde (1757-1774), 2. Postnişin Semerkantlı Şeyh Seyyid Abdülekber Efendi (ö. 1787) tarafından tekkenin genişletildiği anlaşılmaktadır.” M. Baha Tanman, “Özbekler Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c.6, s.199 (Y.N) 117 Bu tekke İstanbul Büyükşehir Belediye tarafından restore edilerek yıkılmaktan kurtarılmıştır. (Y.N) 118 Kalenderhaneler hakkında daha fazla bilgi için bkn. Osman Ergin, Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi, s. 26-36; Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Marjinal Sufiler Kalenderiler, TTK 1999 Ankara (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 125 4. Hanedan Konakları Etütlerimde mütalâalarımı ve kanaatlerimi mümkün olduğu kadar başkalarının yazıları ile tevsik ve teyit etmeyi itiyât etmiş olduğum için, bu bahsi de yerli ve yabancı muharrir, seyyah ve müelliflerin ifadelerini örnek olarak göstereceğim. Faslı seyyah İbni Batuta’nın XIII. asırda ve Osmanlı hükûmetinin kuruluşu sırasında Anadolu’yu gezdiğini, Türkler’in misafirperverliğini gördüğünü ve Türkler’i medhettiğini eserinden öğreniyoruz. Bu seyyahın “ahi“ dediği misafir sever kimselere biz sonraları “ağa“ demişiz. “Dahi” kelimesini “daha” yaptığımız gibi. Bu devirdeki müelliflerden, Gülşehri Ahî’yi şöyle tarif eder: ”Kapısı, sofrası ve alnı açık kimse” beş kelimeden ibaret olan bu cümle bize çok şeyler öğretebilir. Bunun en büyük izahını 1835-1839 senelerinde Osmanlı hükûmeti hizmetinde bulunmuş, Anadoluyu da gezmiş ve görmüş olan Moltke’den dinleyelim. Kayseri’den bahsederken der ki: “Buralarda otele inmek âdet değildir. Çünkü otel yok. Hanlarda ve kervansaraylarda ise eşya namına hiçbir şey bulunamaz. Onun için belli başlı yolcular doğruca müsellimin ve voyvodaların veya paşanın velhasıl şehrin en ulusu kimse onun evine konarlar, orada güya mecbur imişler gibi ev sahibi tarafından pek güzel izâz ve ikram görürler.“ Aynı zat Malatya vilayetinin Gerger119 kasabasında gördüğü misafirseverliği de şöyle anlatır: “Anadolu’da kerü ferri (kelli felli) bir zatın bir kasabaya gelişi haber alındı mı şehrin ileri gelenlerinden birkaç kişi onun istikbaline koşarlar. Atından inerken koltuğuna girerler, merdivenden çıkarken yardım ederler, oturunca çizmelerini çekerler, altına bir minder sürüp, ocak başına oturturlar. Ev sahibi kendi odasını misafire ikram eder. Misafir emretmedikçe oturmaz. Ayakta divan durur. Oturunca da ta kapısının dibine diz çoküp oturur. Misafirin müsâdesi ve zorlaması üzerine kendi kahvesini içmeye başlayınca nâil olduğu lütuftan dolayı misafire teşekkür eder ve ev sizindir benim değildir der. Orada ikâmetiniz müddetince hakikaten öyle olduğuna kanaat edesiniz. Bununla iktifa etseler yine iyi, giderken birçok hediyeler ikram eder.” Türk şehirlerinin en büyüğü ve şaheseri olan İstanbul’a gelince, burada müteaddit hanlar ve oteller olmakla beraber yine birçok kimseler ilmî liyâkatlerin derecesine ve içtimai mevkilerine göre sadrazamlar, vezirler, şeyhülislamlar, kazaskerler vesairenin evlerine konarlar. Günler, haftalar değil, aylar ve senelerce orada yatıp kalkarlar, yiyip içerler ve kendi eviymiş gibi yaşayıp dururlar. Macar müsteşriki Vambery, mühtedi Hacı Reşid Efendi adı altında Tanzimat’ın kurucusu Koca Reşit Paşa’nın konağında senelerce burada kalmış ve Türkçesini ilerletmiş, Türkleri ve Türk siyasetini yakından tanımıştır. Diğer bir misâl ve izah için kalemi Hamdullah Suphi Tanrıöver’e bırakıyorum. Bu zat büyük babası Abdurrahman Sami Paşa ile babası Suphi Paşa’nın konaklarında gördükleri şöyle anlatır: 119 Bu ilçe 1 Aralık 1954 tarihinde 6418 sayılı kanunla Malatya’dan ayrılarak müstakil il hâline gelen Adıyaman şehrine bağlanmıştır. (Y.N) 126 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri “Evlerin harem kısımları selamlıktan çok daha büyük olduğu hâlde selamlıkta seyisler, uşaklar, kahyalar, avazlar, çubukçular, kahveciler, kilerciler, bahusus mutfaklarda pilavcı, börekçi, tatlıcı ayrı olmak üzere birçok ahçılarla ahçı yamakları bulunurdu. Eski İstanbul, şimdiki büyük sanayi şehirler gibi bacalarla örtülüydü. Fakat fabrika bacaları ile değil, harem ve selamlıkta yüzlerce kişiyi barındıran ve hatta aylarca, senelerce misafir kalmak üzere gelmiş hacısı, şeyhi, dervişi eksik olmayan binlerce zengin konaklarının mutfak bacaları idi. Postu serdi tabiri o zamanın misafirlik hayatını haber veren bir sözdür.” Bu türlü konak sahiplerine hanedan ve misafirlerine de haneyi denildiğini yukarıdaki kıymetli sözlere ilave ederek bu mevzuda başkaca izahata lüzum yoktur. 5. Teşthane Osmanlıca’da meriyy’ül-hatır denilen yüksek şahsiyetlerin misafir edilmesine ve ağırlanmasına mahsus olarak hükümdar sarayının yakınında veya bitişiğinde yaptırılan binaya denilir. Bu türlü binaların Memluk ve Selçuklu Devletleri’nin teşkilatlarında izlerine rastlanmaktadır. Meselâ Ahmet Eflâki’nin Ariflerin Menkıbeleri adlı eserinde şöyle bir fıkraya rastlamaktayız. Mevlana Celaleddin’i Rumi’nin babası Bahaeddin Veled, 629 (1228) tarihinde yerleşmek üzere Larende’den Konya’ya geldiği zaman, onu karşılayan Selçuk sultanı Alaeddin Keykubat misafirini daha iyi ağırlamak maksadı ile Teşthane’ye indirmek istemişse de Bahaeddin Veled bunu kabul etmeyerek devrin bu türlü müeesseselerini ve gayelerini belirten şu sözlerle teklife cevap vermiştir: “İmamların ineceği yer medrese, şeyhlerin hanegâh, beylerin saray, tacirlerin han, rindlerin zaviye ve gariplerin masbata’dır” sözlerini söyleyerek teklifi kabul etmeyip Altan Ağa medresesine inmiştir.120 Bu fıkrayı Tahsin Yazıcı da “sultanın niyeti sultan’ül-ulemayı sarayın holünde yer hazırlatarak orada misafir etmekti“ dedikten sonra şöyle tercüme etmiştir: “İmamlara medrese, şeyhlere, hanegâh, emirlere saray, tacirlere han, başı boş gezenlere zaviye, gariplere kervansaraylar münasibtir.” Tahsin Yazıcı burada Taşthane’yi hol, masbata’yı kervansaray ve rind tabirini de başı boş gezenler şeklinde tercüme etmiştir. Teşthane, Osmanlı teşkilatında da olacak ki İsmail Hakkı Uzunçarşılı bunu şöyle izah eder: Leğen manasına gelen “teşt“ ile ev manasına gelen “hane“ kelimesinden teşekkül eden veya yemekten sonra el yıkandığı veya kılıncı ile elbise, çizme, oda takımları vesairenin bulunduğu daireye denilir. Bu dairenin idaresini üzerine alan ve ayrıca emrinde hizmetçiler bulunan kimseye “teştdâr“ veya “taştı“ denilirdi.121 Bu zamanlardan teşthanelerin Türk büyükleri evlerindeki ve hanedan konaklarındaki selamlık dairesini misafir veya odasının daha büyüğü ve daha şahanesi oldugu anlaşılır. Misafirler orada yemek yerler ve orada yatarlardı. Osmanlı hükümdarları sarayları hariminde bu türlü misafir ağırlayacak bir yer olup olmadığını öğrenecek bir kaynağa rastlayamadım. Bilenler ve görenler haber verirlerse kültürümüze hizmet etmiş olurlar. 120 Osman Turan, Belleten c. XI, sayı 42, 121 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatında Medhal, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1941, s.92 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 127 Mastaba’ya gelince Osmanlıca’da seki, set gibi çeşitli kelimelerle izah olunan ve aynı zamanda Farsça da karşılığı peyke, neşimen yani oturulacak yer manasına gelen bir tabirdir. Bu yerler kervansarayların tamamı değil, ancak bir kısmıdır. Yukarıda sıralanan lûgatlerin delâlet ettikleri manalara göre burası zeminden biraz yüksekçedir ve Türkçede koğuş denilen yerler gibi birçok kimse bu yüksek yerlere postunu, yahut seccadesini sererek yan yana yatarlar ve hanlarda olduğu gibi herkese birer oda düşmez. Tahsin Yazıcı, burada kervansarayı bu manaya almış olacak. Yine Bahaeddin Veled’in bu tarif ve tasnifinden onun bulunduğu zamanlarda zaviye ile hanegâh ve han ile kervansaray arasında da fark gözetmiş olduğu anlaşılıyor. Bu mevzuyu daha etraflıca tedkik etmiş olan Prof. Dr. Osman Turan, Keşfü’l-Memâlik müellifi Halil Zahirî’ye atfen “teşthane’yi saraya ait nefis elbise, kumaş, vesair gibi eşyanın bulunduğu yer olarak tavsif eder. İçerisinde birçok harp aletleri bulunan teşthane’nin başında mihter (çok daha büyük) denilen bir bey ve bunun maiyetinde bir kısım teştdar ve rahtdarın (raht giyilecek, örtünecek levazım ve ev eşyası) bulunduğunu kaydeder” dedikten sonra teşthane’de birçok emirler bulunduğunu ve bunların başında Emirü’lümera’yı teşt’ın yani teşthane emirlerin emiri bulunduğunu yazar. Aynı zamanda küçük kölelerden teşthaneye layık olanların teşthane emirine teslim edildiğini, bir kısmının da gulamhanelerdeki babalara verilip terbiye edilmekte olduğunu söylemesi, Osmanlı devşirme çocuklarının talim ve terbiyesi şeklinin Selçuklular’da teşthanede yapılmakta olduğunu gösterir.122 Osmanlı saray teşkilatında bir Silahtarağalık olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda harbe giderken padişahların 6 tekerlekli ve 6 çift at tarafından çekilen hantal ve ağır bir arabasını da birlikte götürdüklerini de biliyoruz. Bu arabalardan bir tanesinin tavsifini Antoine Galland IV. Mehmed zamanında Edirne’de gördüğünü eserinde yazdığı gibi diğer birinin IV. Murad’ın Revan seferine giderken yolda devrilmesi üzerine seferin menzillerini kaydeden adı meçhul muharririnin şu sözlerinden öğrenmiş bulunuyoruz: “Padişahımızın ikinci arabası -ki silahtarlarına mahsustur- ol devrilip iç halkı (padişahın maiyeti) ve Rumeli askerleri anda hazır bulunmakta cümlesi üşüşüp kaldırdılar. Arabaya ve içindeki esvaba ziyan olmadı”.123 Menzilname muharririnin bu ifadesinden, arabanın padişahın esvablarını, silahlarına hatta rütbe yerinde şuna buna giydirdiği kürkleri, kaftanları ve benzerlerini taşıyan seyyar bir gardrop olarak kabul edebiliriz. 122 Osman Turan, “Selçuklu Devri Vakfiyeleri”, Belleten, Ocak 1948, s.45 123 A.Süheyl Ünver, Dördüncü Sultan Murad’ın Revan Seferi Kronolojisi: Şevval 1044 (1635) Recep 1045 (1635), TTK Belleten, 1953. s.566 128 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri 6. Hükûmet Misafirhanesi İstanbul’a gelen hatırı sayılır Müslüman misafirlerin ilk zamanlarda imâretlerde yani selâtin camilerle çevresindeki tabhanelerde misafir edildiklerini bu müesseseyi izah ederken arz etmiştim. Zamanla tabhanelerin idaresi bakımsızlık yüzünden o gibi misafirleri ağırlayacak ve barındıracak vaziyetlerini kaybettiklerinden sonraki zamanlarda gelen misafirler, hükûmet adamlarından hâlleri ve vaziyetleri müsait olan şunun bunun konaklarına misafir edilirlerdi. Bunun hakkındaki resmi vesikanın şu satırlarını aynen naklediyorum: “…Bazı hükümdaran-ı İslâmiye taraflarından Dersaadet’e vürud eden memurin ile ahâli-i haremin vesair müsafirin bendegandan şunun bunun hanelerine verilerek hem ikâmet eyledikleri mahaller harap hem de bir takım misafiri zâide itası ile hazine-i âmire mübtelâ-ı hasar-ı bî-hesab olmakta olduğuna ve bu da şan-ı padişahi’ye münafîliğine binaen…”124 İşte ancak Avrupalılaşmaya başladığımız Tanzimat devri sıralarındadır ki bu gibiler için misafir konağı yapılması akla gelmiş ve teşebbüse geçilmiştir. Hadise şöyle olmuştur: Tanzimat devrinde İstanbul’da başlıca iki büyük hükûmet dairesi bulunmakta idi. Birisi sadrazamın konağı ve hükûmet dairesi (Bâb-ı Âli) ötekisi de defterdarın dairesi (Bâb-ı Defterdarî-Maliye Nezareti) idi. 1254 (1838) tarihinde Bab-ı Defterdarî, Topkapı Sarayı içinde yaptırılan binaya taşınmış ve Sultanahmet’teki Bâb-ı Defterdarî’de memurları okutmak için ilk defa açılmasına karar verilen Mekteb-i Maarif-i Adliye’ye tahsis olunmuştur. Yine bu tarihte Bâb-ı Âli yanarak sadrazamla maiyeti açıkta kaldığından, Bâb-ı Âli’nin bir kısmı eski Bâb-ı Defterdarî’ye nakledilip, 1259 (1843) tarihine kadar orada kaldığından ne Mekteb-i Maârif-i Adliye, ne de misafir konağı burada yerleşmemiştir. Daha sonraları da bu teşebbüs ele alınamayarak ancak Sultan Abdülaziz Beşiktaş’daki Akaret binalarını inşa ettirdikten sonradır ki II. Abdülhamid zamanında bu Akaretlerden bir kısmı bu türlü hatırı sayılır misafirlere terk ve tahsis edilmek suretiyle iktifa edilmiştir. Aynı vesikada şöyle bir fıkra da göze çarpmaktadır: “…Dersaadet’e tevarüd eden Kırım hüccacı vesair gurebâ 5-10 gün burada ikâmetle sonra Hacc-ı şerife gitmekte iseler de bunlar kendilerine bu tarafda iskân edilecek mahal bulamayıp cami-i şerif avlularında ve şurada burada kalarak düçar-ı sefalet bulunmakta oldukları dergâh ve zikrolunan misafir konağı tahtında münasib bir mahâlde koğuş şeklinde bir şey yapılmak ve o mâkuleler dahi azimetlerine kadar orada iskân ettirildiği hâlde….bu hususun dahi icab ve iktizazısa bakılması…”denilmişse de misafir konağı yapılmamış olduğu gibi hacılar da eskisi gibi yersiz ve yurtsuz kalmışlardır. 7. Hısım, Akraba ve Bildik Evleri Şehir ve kasabaların büyüklüğü, ticaret ve sanattaki mevki ve ehemmiyeti itibariyle sinesinde birçok nüfus barındıracağı tabiîdir. Aynı zamanda bu gibi şehir ve kasabalara yurdun muhtelif yerlerinden binlerce kimsenin akın ederek yerleşeceği de şüphesizdir. İşte bunlar arasında İstanbul, hem mevki ve hükûmet merkezi oluşu, hem de öteden beriden 124 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c.2, s. 340 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 129 buraya gelip yerleşen kimselerin yaptırdıkları evlerin çokluğu yüzünden sahiplerinin değil, memleketlerinden kendileri gibi İstanbul’a gelen hısım, akraba ve bildiklerinin de birkaç gün veya birkaç hafta misafir etmek suretiyle de olsa, gelen yolcuların barınmasına yarayacak bir şehirdir. İstanbul’un tarihi boyunca bilhassa Tanzimat devrine kadar ev olarak kaç binaya mâlik olduğuna dair elimizde çok vesika yoktur. Şu var ki bu babda bizi aydınlatacak bir kaç rehber noktasından mahrum da değildir. Mesela İstanbul’un fethinden 26 sene sonra 1479 tarihinde yapılan bir bina tahririnde bu şehirde bu gibi müesseselerin varlığının tesbit edilmiş olduğunu biliyoruz.125 III. Selim zamanında bir kıtlık dolayısıyla yaptırılan nüfus sayımında da yine bu şehirde yüksek bir nüfus bulunduğunu görüyoruz. Bu nüfusu her ev 5 nüfus itibariyle hesaplarsak bu devirde İstanbul’da ne kadar ev olduğunu yaklaşık olarak tesbit edebiliriz. 1883 senesinde Avrupaî bir zihniyetle yapılan nüfus sayımı dolayısıyla tesbit edilen ve neşredilen bir eserden İstanbul evlerinin o tarihteki sayısını doğru olarak öğrenebiliyoruz. İşte İstanbul’un bu zamandaki evlerinin sayısı bu esere göre 71.085’tir. Bu evlerde muhakkak ki yurdun ötesinden berisinden gelen binlerce kimse elbette bir hısım, bir hemşehri veya bir bildik bulup barındıracak ve şehrin iskân sahasındaki vazifesinin bir kısımını olsun bu suretle karşılanmış olacaktır. 8. Camilerin Son Cemaat Yerleri Camiler lûgat manasından da anlaşılacağı gibi içinde halkı toplayan binalardır. Kasabalarda ve şehirlerde her mahallenin bir camisi ve birkaç mahallenin de müşterek büyük camileri vardır. İstanbul’da büyük camiler -ki bunlara selâtin camii de denilirsayısı 50’yi geçer. Küçük camilere yahut mescitlere gelince, onların sayısı da 1883 nüfus sayımında tesbit edilen 518 mahalle adedinde veya o miktarda olması gerekir. Çünkü camiler mahalle halkının günde beş defa toplanıp ibadet ettikleri ve mahalle işlerini görüştükleri, hatta imamlar vasıtasıyla hükûmetin tebliğlerini, emirlerini ve nehiylerini öğrendikleri birer mahâl olduklarından bu miktar hakikate de en yakın bir rakamdır. 1926’da İstanbul Vakıflar Müdürlüğü’nce tesbit edilen listeye göre İstanbul’da büyük küçük camilerle mescidlerin sayısı 600 küsur olarak gösterilir.126 Cami ve mescitlerin Müslümanlar arasında adı “Beytullah“tır. Bu tabiri harfi harfine Türkçeye çevirerek “Allah’ın Evi“ demek İslâm inancına da hakikate de uygun değildir. Doğrusu Allah rızası için içinde ibadet edilmek üzere yapılan ev, daha doğrusu binadır. İslamiyetin ilk zamanlarında bilhassa asr-ı saadette camiler hem ibadet, hem hükûmet işleri için kullanılır ve sofalarında, daha doğrusu son cemaat yerlerinde fakir ve kimsesiz olanlar yatıp kalkarlardı. Bu geleneğe uyularak herhangi bir kasabaya gelen yabancı bir yolcunun ilk defa başvurduğu bina bu Beytullah yani cami veya mescitti. Folklorumuzdaki tanrı misafiri tabiri işte bu tanrı evine gelip konaklayanlara denilir. Bundan kırk elli sene evveline kadar, bilhassa Ramazanlarda, İstanbul’a Hindistan, 125 Osman Nuri Ergin, “İstanbul Nasıl İmar ve İskan Edildi”, Resimli Tarih Mecmuası, c. IV s.2352-2365, 29 Mayıs 1953 (Y.N) 126 İstanbul son yıllardaki nüfus artışı ile birlikte cami sayısı da artmıştır. İstanbul Büyükşehir Belediyesi sınırlarında 2010 yılı istatistiğine göre 3028 cami mevcuttur. (Y.N) 130 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Afganistan, Türkistan vesair İslam beldelerinden yüzlerce fakir ve derviş akını vâkî olur ve bu gibiler camilerin son cemaat yerlerine postlarını sererek oturur, yatar ve kalkarlardı. Mahalle halkı bunları besler, Ramazandan sonra giderken yolculuk masraflarını verirlerdi. Bugünkü belediyeleri yer bulmak hususunda müşkülata düşüren bu sınıf halk, işte sayıları 600’ü geçen camiler ve mescitlerde barınırlar ve masraflarını da belediye değil, halk karşılardı. İşte bu binalar da bir şehir için iskân bakımından büyük bir nimet ve hizmet sayılabilir. 9. Tabhaneler Tabhane, parasız otel veya misafirhane demektir. Evliya Çelebi, bu müesseseye Tavhane de der ki manasız ve münasebetsiz sayılmaz. Çünkü tab, Fars dilinde takat, güç anlamına gelir. Bu müesseselere konanlar, yol yorgunluğunu gidererek tab ve takat kazanacaklarına göre, her iki tabir de bunun için yakışık almaktadır. Evliya Çelebi Bursa’daki tabhanelerden bahsederken der ki: “Cümlesi 10 ‘dur. Ehl-i sefer ayende (gelen) ve revende (giden) ye konup göçmeye mahsus bâd-ı havahane biminnetlerdir. Her masârıfi vakıf tarafından olur” 127 İstanbul’da ilk tabhaneyi Fatih Sultan Mehmed yaptırmıştır. Tabhane binası Sahın ve Tetimme Medreseleri binalarından daha yüksek ve daha ihtişamlıdır. Hâlâ da öyle durmaktadır. Fatih, İstanbul’a gelen misafirlerini bu binada ağırlar ve yedirtir, içirtirdi. Aynı binada dik bir merdivenle çıkılan ve Bâlâhane denen bir odanın Fatih’e mahsus olduğu da söylenmektedir.128 XVI. asırda İstanbul’un fethinden aşağı yukarı 100 sene sonra İstanbul’a gelmiş ve bu tabhanede misafir edilmiş olan Radiyüddin Gazzî der ki: “İmarethaneye bakan zat yanımıza gelerek hâl ve hatırımızı sorduktan sonra ihtiyaçlarımızın iyi bir şekilde temin edileceğini vaad etti. Doğrusu her şeyleri gibi yatak ve yorganları da temizdi.129 Kanunî Sultan Süleyman’ın vakfiyesi bize gösteriyor ki tabhane yolculukta yorulanlara, yol meşakkatlerinden ve hastalıklardan kesilmiş bulunanları bir müddet yatarak “tâb ü tüvân“ yani kuvvet ve takat kazanmak için yapılan birer ikâmet ve istirâhat yeridir. Kanuni Vakfiyesi’nde şöyle bir kayıt da vardır: ”Her zayifi nazil ve fukara ve mesakîn ve ibn-i sebil vesâir mukîm ve misafir, vârid ve sadır, faris (atlı) ve racil (yaya) âlim ve cahil, kâimen menkâne (nereli olursa olsun ) mutlaka ehli imana vakfettiler”130 127 Evliya Çelebi, a.g.e., c.2, s.19 128 Kubbelerin üzerine ve münasip yerlerine direkler kondurulan yahut yaptırılan odalardır. Bu inşa tarzı binanın kubbelerine yük olmaz ve binaya zarar vermez. Üst ev manasına gelir. Beyazıt’taki kütüphanenin şimdi çocuk kütüphanesi olan kısmı üzerinde eskiden böyle binalar vardı. Beyazıt vakfiyelerinin geliri ile bu binaya da bakılırdı. Harap bir hâlde bulunan, fakat bir mimâri hususiyet taşıyan binanın yağlı boya bir tablosunu Ressam Ahmet Ziya Akbulut yapmıştı. Bu eser, Resim ve Heykel Müzesi’ndedir. Beyazıt Kütüphanesi müdür odasında da başka bir resmi görülmektedir. 129 Ahmet Süheyl Ünver, Fatih İstanbul Üniversitesi Tarihine Başlangıç Fatih, Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, İstanbul 1946, s.48; A.Süheyl Ünver’e ait bu eserin girişine Osman Nuri Ergin 35 sayfalık bir giriş yazmıştır. Bu giriş yazısı Fatih dönemi ve müesseseleri hakkında ayrıntılı bilgiler vermektedir. (Y.N) 130 Kanuni Vakfiyesi, Vakıflar Umûm Müdürlüğü Arşivi, s.14 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 131 Kanuni Sultan Süleyman zamanı ricalinden Koca Nişancı Mustafa Çelebi Tabakat’ülMemâlik adlı eserinde tabhanenin nasıl işlediğini şöyle anlatır: “…Misafirlere çaşt ü şam (sabah, akşam) itam-ı taam içün matbah-ı şahane ki her subh (sabah) varidine (gelenlere) bî-bedel aseller (ballar) yorgun argın gelmiş garip ve bî-nevâ muhtaç ve aça tatlı, leziz, ballı paçalarla ziyafet ederler. Bade’l-aşır (ikindiden sonra ) ferraşlar (süpürücüler) siniler içinde şahane nimetlerle memlu çinilerde (bakır kaplarda değil) etime-i gûnâgûn her fasla (cemaate, yahut kimseye) münasib turşular, ekşiler ile ayrı ayrı her misafirhaneye nüzülü firâvan (bol yemek) bahşederlerdi. Mevaşiye ve devabba (hayvanlara) istablı mamureden bî-baha ve mezat alef (yulaf) ve cev (arpa) ihsan edilip, her rûz külli nukut (para) hak yoluna bezr ve telef ederler .Sadat, ülemâ ,kübera, fukaha, zuafay-ı muhtacin ve avmiyaya men olmayıp 3 gün 3 gece şahane ve emirane konuklar eder.”131 Tabhaneler imâret topluluğundan aşhane ve kervansarayla bir arada, hatta birbirine yakın ve bitişik yerlerde bulunurlar. Çünkü yolcu yemeğini aşhanede yiyecek, hayvanını gözü önündeki ve yanındaki kervansaraya bırakacak ve 3 gün 3 gece kendisi tabhanede yatıp kalkacak, ibadetini de imâretin caminde yapacaktır. Fatih İmareti topluluğundaki kervansaray yıkılmıştır. Fakat yeri ve kapısı yakın zamana kadar belli idi. Şimdi kapısı yerinde bir elektrik muhavilesi yapılmıştır. Tabhane ise hâlâ bütün haşmetiyle durmaktadır. Fakat bu imâretin aşevi, yani yemek pişirilip yedirilen yerin imâretin neresinde olduğu bilinemiyor. Tabhanenin cenub tarafında ve kervansarayın üstünde geniş bir boşluk var; acaba aşevi kervansarayın üstündeki bu boşlukta mı yoksa 1291 (1847) tarihinde yapılan Askeri Rüşdiye’nin yerinde mi bulunuyordu? Bu cihetler de anlaşılamıyor. Ekrem Hakkı Ayverdi bu babda şu malumatı vermektedir: “İmareti yani aşevi ve fodlahane tabhane avlusu içinde ve cenubi garbi köşesine yakındı. Bu cihetle 1228 (1807) tarihli II. Beyazid su yolları haritasında da serahatle görülmektedir. Bugünkü bakiyeleri 6 x 6 ebadında kalın taş duvarlı, pencereli 2 büyük kubbeli mahâl ile bunları birbirine bağlayan 8 metre boyunda ve bir kapı ile penceresi vuzuhla görülen bir duvardan ibarettir. Yüz kaplamaları medrese inşaatındakiler gibidir. Bu unsurlara nazaran imâret (aşevi) haçvarî plânda olabilir. Yani haçvarî ve ortası kubbeli bir avlunun dört köşesinde dört kapalı oda bulunması muhtemeldir. Tam planını tesbitte muvaffak olamadım. Avlu duvarındaki kapısı ara sokak içinde ve tam tabhanenin bittiği yerdedir. Şimdi örülüdür.“132 Bu ifade ve izahtan aşevinin ve fodla pişirilen fırınların yerini, hâlâ mevcut oldukları için anlıyor ve görüyoruz. Buralarda pişirilen yemekleri yüzlerce halka yedirmek için emsali müesseselerde görülen salonlar nerededir? Tabhanedeki misafirin yemeklerini tablalarla odalarına kadar götürdüklerini kabul ederiz. Fakat aynı aşevinin Fatih İmareti’nin medreselerinde bulunan talebeye ve başta cami olduğu hâlde imâretin bütün müsdahdem ve memurlarına nerelerde yemek yediriliyordu? 131 Kanuni Vakfiyesi, Vakıflar Umûm Müdürlüğü Arşivi, s.14 132 Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Mimârisi, İstanbul Fetih Derneği Yayınları 1953, c.2, s.157-163 132 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Onların yemekleri de evlerine mi gönderiliyordu? İşte hâlledilmesi gereken mesele budur. Tabhanenin mukabilinde bulunan Darüşşifa yemeklerinin oraya gönderilidiğini, bununla beraber hastalara doktor tavsiyesine göre verilmesi lâzım gelen yemeklerin Darüşşifa’da pişirildiğini Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’in yayınladığı Fatih Aşhanesi Tevzi’namesi adındaki vakfiyeden öğreniyoruz.133 Kervansarayın üstünü öyle bir yerde boş bırakacaklarına ihtimal verilemez. Esasen kervansaray ile tabhane yani aşevleri birbirine bağlı müesseselerdir. Bunlar yerine göre ya karşı karşıya (Şehzadebaşı’nda görüldügü gibi) ya bitişik olarak (Bayezid Camii’nde de olduğu gibi) yahutta Süleymaniye’deki tarzda, kervansaray altta ve tabhane ile aşevi onun üstündedir. Tahminime göre Fatih’teki yemek yedirilen salonlar da kervansaray üstündedir. 1179 (1765) zelzelesinde binası yıkılmış; fakat yeniden yapılmış olabilir. Bu tarihlerden sonra esasen tabhane hizmeti de gevşeyerek bina medreseye çevrildiği gibi daha sonra da medresenin bir kısmının aşevi yapıldığını zannediyorum. Nitekim kervansaray da Deve Hanı adını almış, develer mesken olmuş, hatta bu adı semte bile vermiştir. Başka vesikalar ve mütalâalar çıkıncaya kadar bu kanaatimi muhafaza edeceğim. II. Bayezid’in Tabhanesi caminin iki tarafındaki çıkıntılardır. Bu çıkıntıların dışardan kapıları bulunduğu gibi bina içinde akarsuları da vardır. Yolcular buralarda yatarlar, hayvanla gelmişlerse ona da şimdiki Umumi Kütüphane’nin okuma salonu olan kervansaraya bırakıp 3 gün orada yatırırlardı. Yolcular yine şimdiki Umûmi Kütüphane’nin Çocuk Kütüphanesi kısmındaki aşevinde yemeklerini yerlerdi. II. Bayezid devrinde yapılan Davut Paşa, Murad Paşa ve Çemberlitaş’daki Atik Ali Paşa camilerinin tabhaneleri ise caminin sağ ve solunda birer bitişik kısımdan veya odadan ibaret olarak elân mevcuttur. Bayezid Camii’ninkiler gibi bu camilerin tabhaneleri de zamanla camiye kalp ve ilave edilmiş olduğu son senelerde yapılan tamir sırasında görülmüştür. Yavuz Sultan Camii Tabhanesi ile hâlâ caminin sağ ve solunda ocakları ile olduğu gibi durmaktadır. Süleymaniye Tabhanesi’ne gelince; o da bügün Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nin bitişiğinde ve Koca Sinan’ın türbesi ile karşı karşıya bulunmaktadır.134 Müzenin bulunduğu bina, orada hâlâ duran buğday değirmeni ve büyük kantar olduğu gibi Süleymaniye İmareti’nin aşevi idi. Kervansaray ise hepsi bir sırada bulunan bimârhane, (şimdiki askeri matbaa) aşevi ve tabhanenin altına rastlayan ve bugün ahır olarak kullanılan yerlerdir. Süleymaniye Tabhanesi’nin mevki, II. Bayezid Su Yolu Haritası’nda gösterilmiştir. Fakat “tabhane“ tabiri yanlış olarak “talhane“ yazılmıştır. 133 A. Süheyl Ünver, Fatih Aşhanesi Tevzi’namesi, İstanbul Fetih Derneği Yayınları 1953 134 Bu Müze ilk olarak 1914 yılında, Süleymaniye Külliyesi’nin Darüzziyafe’sinde, Evkaf-ı İslamiye Müzesi adıyla kurulmuş; Cumhuriyet’in ilanından sonra müze, Türk İslam Eserleri Müzesi ismiyle anılmaya başlanmıştır. Türk İslam Eserleri Müzesi, 22 Mayıs 1983 Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’na taşınmıştır. (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 133 10. Medreseler, Talebe Yurtları Türkiye’nin her kasabasında hiç olmazsa birer medrese bulunurdu. Kasabaların büyük olanlarında ise medreselerin sayısı nüfusa ve iktisadi vaziyete göre daha çoktur. Türkiye’nin beş asırdan beri kültür merkezliğini yapan ve en büyük şehri olan İstanbul’da ise, bu müesseselerin sayısı 1883 senesinde yapılan nüfus sayımında tesbit edildiğine göre 177’dir. Medreselerde esas itibariyle her odada bir talebe yatardı. Talebelere fodla denilen ekmekle parasız yemek verilir ve yemeklerini İstanbul imâretlerinin aşevlerinde yerlerdi. İstanbul medreselerindeki talebelerin % 98 taşralıydı. İstanbullu olup da medrese tahsiline devam etmek isteyenler, kendi evlerinde yatarlar ve camilerde okutulan derslere taşralı talebelerle birlikte devam ederlerdi. İstanbul’a tahsil için gelen kimse çok kere bu medreselerde bir hısımını veya hemşiresini bulur, onun delâletiyle medreseye yerleşebilirdi. Bununla beraber gerek kendisinin yakın bir akrabası veya hemşiresi tahsil için değil de her hangi bir maksatla İstanbul’a gelirse, o da bir kaç gün için medrese odasında barınabilirdi. Medreselerde öteki odalardan daha büyük bir bina bulunur ve burası hem dershane hem de cami olarak kullanılır. Her medresenin bir müderrisi vardır. Müderrisler, dersi yalnız mensup oldukları medrese talebesine değil, dışarıdan müracaat eden şehir çocuklarında dersine kabul ettiği için, bu büyük oda yalnız cami vazifesini görür. Dersler ise en büyük camilerden birisinde okutulurdu. Bu bakımından medreseler birer mektep, birer dershane olmaktan ziyade, zamanına göre birer talebe yurdu idi. Nitekim medrese tedrisatı terk edildikten sonra boş kalan medrese binaları mükemmel surette tamir ve tadil edilerek, hatta kalorifer tesisatı da yaptırarak üniversite talebesine yurt ihtisas edilmiştir. Bunların en modern ve mükemmel surette tadil görmüş olanları Fatih Medreseleri’dir. Öteki medreselerde peyderpey tamir edilerek kullanılacaktır. 1883 nüfus sayımında İstanbul’da tesbit edilen 177 medrese cem’an 7.148 talebe kaydedilmiş olduğu görülüyor. Bu medreseler arasında harap ve metruk oldukları için talebe bulunmayanlar da vardır. Bu medreselerden Fatih İmareti çevresindeki 10 binada cem’an 637 ve Süleymaniye İmareti çevresindeki 12 binada ise cem’an 854 talebe bulunduğu adı geçen istatistikten anlaşılmaktadır. İstanbul’un 177 medresesinde ortalama 20’şer oda kabul edersek bu şehir de 3.500 kişi yukarıda gösterilen talebeler gibi hısım ve hemşehri sıfat ile medrese odalarında birkaç gün için yer bulacakaları şüphesizdir. Bu da İstanbul gibi büyük bir şehir için bir kazançtır. Medreseler iskân ve ikâmet işine yarayan en mühim vasıtalarındandır. 11. Darü’s-sulaha, Darü’r-raha, Darü’s-safa Selçuk Türkleri’nin hayır ve şefkat müesseseleri arasında bu adları taşıyan müesseselere de rastlanmaktadır. Selçuk Emirlerinden Celaleddin Karatay tarafından ilkin 648 (1250)’de Antalya’da böyle bir binanın yapılmış olduğunu vakfiyesinden öğreniyoruz. Vakfiyede binaya “Darü’l-İmaret’üs-sulaha” denilmesine bakılarak imâret tabirinin Selçuklular’da da hangi binalara kadar teşmil edilmiş olduğunu öğrenebiliyoruz. Darü’s-sulaha ilimde ve fazilette ilerlemiş, salahi hâl kazanmış; fakat 134 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri aynı zamanda fakir ve zayıf düşerek himaye ve iaşeye muhtaç bir hâle gelmiş olan kimselere tahsis edilen binalara denilmektedir. Yine vakfiyeden anlaşılıyor ki imâretlerin tabhanelerinde ancak 3 gün kalınabildiği hâlde dar’üs-sulahada her zaman yani istenildiği kadar kalınabilinmektedir. Karatay’ın yaptırdığı bu hayır müessesesi sonraları camiye tahvil edilmiş, yahut salihlerin ibadet etmeleri için bina bir cami de ihtiva etmiş olduğu için bugün halk arasında bu binaya Karatay Camii denilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Bundan başka Karatay Vakfiyesi’nde şöyle bir hayır ve şefkat tesisinden bahsedildiği de görülür. Kervansaraya azaplı kölelerinden ve akrabalarında olup da kazanmaktan aciz kadın-erkek, Müslümankâfir, herhangi bir fakir sığındığı takdirde her birine yılda 120 dirhem nakdî ve aynî yardımdan başka bir şey değildir.135 Sivas’da Kemaleddin Ahmet bin Rahatoğullarından Hattap ve Hüseyin kardeşler tarafından 687 (1288)’de Darü’r-raha adında salihlerin istirahat etmeleri için bir me’men (emniyetli yer) yapıldığını da bunlara ait vakfiyede görüyoruz. Bu müesseseyi ilk defa bahis mevzu eden Prof. Dr. Süheyl Ünver’in dediği gibi, Darü’r-raha istirahat olunacak yer demektir. Fakat burada herkesin istirahatı temin edilmemiş, yalnız dindarlar ile fakir ve miskinlerin salihleri için bir melce vücuda getirilmiştir. Bu müesseseye Dar’ürraha denilmesinin ikinci bir sebebi daha vardır. Yukarıda söylenildiği gibi binayı yaptıranların “Rahat“ isminde birisinin torunları olmasıdır. Bina Rahatoğlu’nun dar’ı, yani evi ve binası manasına gelir ve onun ismini yaşatır. Fakat her ne manaya gelirse gelsin, bina fakirlere ve miskinlere tahsis edilmiştir. Bu bina bugün mevcut değildir ve binanın yeri de bilinmemektedir. Yalnız bunu gösteren kitabenin elde bulunduğunu makale müellifi bildirmektedir. Bahis mevzu olan vakfiyenin buna dair fıkrası aynen şudur: “Rahat’ın oğulları: Allah’ın rahmetine muhtaç olan Hattap ve Hüseyin kardeşler bu binayı dindar âlimler, fakirler ve miskinlerin salihlerine vakf ettiler ve ona Darü’rraha dediler.“136 Şerefeddin Yaltkaya bu vakfiyeyi şöyle tercüme etmiştir: “Tanrının rahmetine muhtaç olan Kemaleddin Ahmet bin Rahatoğulları Hattap ve Hüseyin, burayı 720 (1320)’de dindar âlimlere, fakir ve miskinlere vakfettiler ve adını Darü’r-raha koydular. Onlara istirahat mahalli yaptılar“.137 Osmanlı hükümdarlarından Kanuni Sultan Süleyman, Süleymaniye İmareti çevresinde Selçuklular’ınkine benzer böyle bir müessese yaptırmış olduğunu vakfiyesinin şu satırları göstermektedir: “Canibi şarkısında vâki medreseler kurduğundan müminin, salihin, âlimin ve mülazimin için 18 hücre bina edip fakvettiler ki fi cemi’il ezman bilâ-ücretin velâimtinanin sakin olup padişaha dua ederler”. Bu bina medreselerin faaliyette bulunduğu zamanlarda Darü’l-hadis medresesi adını taşıyordu. Medreselerin lağvından sonra yoksul ve fakir ailelerin oturmasına terk ve tahsis olunmuştu. Bina Dökmeciler Çarşısı 135 Osman Turan, “Karatay Vakfiyesi”, Belleten, sayı:45, s.58 136 Rahatoğulları Darülrahası, Sivas Numune Hastahanesi Yıllığı 1940 137 Şerafettin Yaltkaya, Sivas Numune Hastahanesi Yıllığı 1940 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 135 üzerindedir. Oda sayısınca altında dükkânlar da bulunmaktadır. Yine bu çeşit binalardan Darü’s-safa adında birisine tesadüfen Sadrettin Konavi’nin Miftah’ül-gayb adındaki eserinde Misbâhu’l-Kalb Şerhu Miftâhi’l-Gayb adında bir şerh yazmış olan Osman Fazli İlahi adındaki mutasavıfın eserinin sonundaki şu fıkrada rastlıyoruz: “Görülüyor ki yalnız tasavvufla uğraşanların rahatça yerleşip eser yazmaları için bile atalarımız bu türlü binalar yapmışlardır. Bütün kütüphanelerimiz ve vakfiyelerimiz, hatta arşivimiz tedkik edilse bunlar daha birçok hayır ve şefkat müesseselerine rastlayacağımıza şüphe etmiyorum“. Bu tesislerin niçin rağbet görmeyerek inkiraz bulduğu ve yerlerinin başka hizmetlere tahsis edildiğini iyice belirtebilmek için son senelerde İstanbul Belediyesi’nce kurulan buna benzer bir müessesenin uğradığı akibeti burada hatırlatmak isterim. İstanbul Belediyesi, Cumhuriyet devrinde bu çeşit bir müesseseyi Kadıköyü’nde İbrahimağa semtinde ve Koşuyolu üzerinde Feridun Paşa tarafından belediyeye verilen köşkte açmıştı. Belediyenin bu teşebbüsüne zengin ve hamiyetli tacirler de iştirâk ederek 80.000 lira kadar bir teberrude bulunmuşlardı. Buraya “Düşkünler Yurdu“ adı verilmek istenildi; fakat bu isim beğenilmedi. “Dinlenme Yurdu“ denildi, bu ad da hoşa gitmedi. Burada daha ziyade kendisine bakacak yakınları kalmamış emekli memurlar ve emekli askerler alınacaktı. Bu gibilerin ufak tefek gelirleri varsa onları, hatta emekli aylıklarını da alıp istedikleri gibi sarf edeceklerdi. Bu da cazip görülmedi. Hasılı 1.000.000 küsür nüfuslu büyük bir şehirde aranan yoksul ve düşkün vasfını haiz binlerce kişi bulunduğu hâlde geniş ve cennet gibi bir bahçe ortasında bu köşke tenezzül ve rağbet eden bulunmadı. İşte önce Selçukluların sonra Osmanlılar’ın açmış oldukları Darü’s-sulahaların ve Dar’ür-rahaların neden dolayı camiye ve medreseye çevrilmiş olduğunu bu son istiğna ve rağbetsizlik olarak izah etmiştim. 12. Miskinhaneler, Darülcüzzamlar Garp dillerinde Lepreaux, Arapça’da cüzzam, Şelçuklu ve Osmanlı vesikalarında miskinlik denilen hastalığı tutulanları tecrit ve tedavi etmek üzere büyük şehirlerde yaptırılan binalara verilen addır.138 Tarihi kaynaklar, bilhassa memleketi baştan başa gezmiş olan Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde İstanbul’da Miskinhane, Miskinler Tekkesi, Edirne’de Darü’l- Cüzzam, Bursa, Sivas ve Kastamonu’da Miskinler Mahallesi adını taşıyan binalardan ve mahallelerden bahseder. Bu binaları izah etmeden önce adı geçen hastalığın mahiyetine ve dünyaya yayılışına kısaca temas etmekte fayda vardır. Tıp tarihi ile uğraşanların anlattıklarına göre Hansen basili denen bir mikrobun 138 Bu tabirlerin lugat manaları açıklanırsa hem hastalığın hem de bunları tedavi için kurulan müesseselerin mahiyetleri daha iyi anlaşılır. Lepreux Yunanca şiş, çıban manalarına gelen Lepros’dan alınmıştır. Yunanlılar bu hastalığı Taun veya Veba’ya benzeterek o adı vermiş olabilirler. Arapça cüzzam düşmek, kesilmek manalarına gelen cezm’den gelir. Bu dilde elleri kesik olanlara eczem denilir. Bu hastalığa tutulanların ve bilhassa el parmaklarının parça parça olup düşmesi dolayısıyla kendilerine bu ad verilmiştir. Çünkü hastalık sirayet ettiği kimselerin etlerini sapır sapır düşürecek kadar insan vücudunu kuvvetten ve hareketten düşürdüğü için cüzzamlılar faaliyetten geri kalırlar, adeta oturdukları yerden kalkmak ve kımıldamak istemezler. Hatta yüzüne gözüne konan ve kendisine eziyet veren sinekleri bile ufak bir el hareketi ile kovamazlar. İşte bu hâllerinden dolayıdır ki bunlara sekene kelimesinden gelen ve sukunet ifade eden miskin adını da verirler. 136 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri insan bedenine girerek vücuda getirdiği bu hastalık Hazreti Musa zamanından beri bilinmektedir. Hastalığın ilk çıktığı yerler Nil ve Ganj vadileridir. Bu hastalık Ortadoğu’da ilk önce İsrailoğulları arasında görülmüştür. Hastalığın tarihinden bahsedilirken “Ezmine-i kadime’de maraz-ı mezkûr yalnız İbraniler’e münhasır iken” sözü bunu delil olarak gösterilebilir.139 Tevrat’ta bu hastalıktan ve tecrit edilmelerinden bahsedilmekte İsrailoğulları’nın Nil sahillerinden ayrılıp, Filistin’e geldikleri zaman hastalığı da birlikte getirmiş oldukları anlaşılmaktadır. Hazreti Muhammed’in cüzzam hakkındaki telakkisini muteber hadis kitapları bize bildirmektedir. Ezcümle bir gün yanına bir cüzzamlı gelmiş ve eshabına - Yaygıyı toplayın, üstüne ayakları ile basmasın demiştir. Hastalıktan halkı tahzir etmek için şu sözleri söylemiş olduğu da rivayet edilir. - Aslan’dan kaçar gibi cüzzamlıdan da kaçınız. O bir vadiye inerse siz başka bir vadiye ininiz. Ve cüzzamlı ile aranızda bir mızrak boyu açıklık olduğu hâlde konuşunuz.140 İsrailoğulları, tarihin kaydettiği gibi iki defa toptan hicrete mecbur tutuldukları zaman gittikleri yerlerde hastalığın bunlar vasıtasıyla yayıldığı tahmin olunmaktadır. Komşuları olan Fenikelilerin de gemicilikleri dolayısıyla Filistin’den aldıkları hastalığı Akdeniz sahillerine ve adalarına yayılmış oldukları kabul olunabilir. Bu hastalığın zamanımıza kadar Sakız Adası’nda bir köyü kâmilen işgâl edecek derecede yayılmış ve ilerlemiş olduğu ve köyün Nahiye Müdürlüğü’ne Osmanlı idaresinde iken yine cüzzamlılardan birisinin tayin edilmiş bulunduğunu oraları gören tarihçelerin ifadesinden öğrenmekteyiz.141 Türkiye’de ilk cüzzamhane 1414 senesinde II. Murad tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bu tarihten 100 sene sonra İstanbul’un Üsküdar semtinde I. Selim tarafından ikinci bir cüzzamhanenin yaptırılmış olduğunu tarihi kaynaklar haber vermektedir. XVIII. ve XIX. asırlarda İstanbul’u ziyaret eden Avrupalı seyyahlar eserlerinde bu müesseseden bahsetmişler ve seyahatnamelerine binanın plânlarını bile koymuşlardır. XIX. asırda Üsküdar Cüzzamhanesi’nde III. Selim apartman tarzında ikişer odalı 9 ev yaptırılmış ve II. Mahmud da buna 11 ev ilavesi ile binayı bir kat üzerinde 20 daireli bir apartman hâline getirmiştir. Cüzzamlılar bu dairelerde aileleri ile birlikte otururlardı. İstanbul’a dışarıdan gelen veya şehirde başı boş gezerken görülen cüzzamlılar, buraya sevk ile iskân edilirlerdi. Binanın içinde bir cami ve bir de hamam vardı. Caminin cüzzamlı olmayan imamı, aynı zamanda bu müessesenini idare memurluğunu da yapardı. Evliya Çelebi, bu müessesenin XVII. asırdaki vaziyetini ve hastaların kabul tarzını eserinde şu satırlarla anlatır:“…Üsküdar’da Bağdad yolu üzerinde şehir dışında bir tekkedir. Cümle miskinler 139 Mehmed İzzet, Rehber-i Umûr-i Baytariye, Mahmud Bey Matbaası 1910, c.3, s.32 140 Bkn.Mehmed Şemseddin Günaltay, Zülmetten Nura, Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1925 141 Bkn. Süheyl Ünver, “Türkiye’de Cüzam ve Cüzamlılar Tarihine Ait”, İstanbul Belediye Mecmuası, sayı: 118120 s.461-469 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 137 anda sakin olup nezir ile (halkın sadakası ile) geçinilirdi. Şehir içinde bir miskin haber alsa aman vermeyip derhâl tekkelerine götürürler. İsterse âyân ve eşrafdan olsunlar hiç dinlemezler. Ellerindeki hatt-ı şeriflerle miskinhaneye götürürler. Çünkü diyar-ı Rum’un (Anadolu’nun) cüzzam marazı şarîdir diye şehr içinde durmak yasak edilmiştir. O suretle ki şehrin haricinde ayrıca miskinhaneler vardır. Hastalar kimse ile ihtilat etmeyip başkaca sakin olurlar.“142 Miskinhane yıkılmadan ve faaliyette bulunduğu sırada binayı gezmiş olan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, 1934’te yayınladığı risalede bu hususta şu malumatı vermektedir: “Burada bazı hastalar kapının eşiğinde otururlar ve gelip geçenlerin verdikleri paraları alırlardı. Miskinhane kapısının sırasında birer metre uzunluğunda ve tepelerinde birer çukur bulunan 7-8 taş dilek vardı. Paralar bu çukurlara atılırdı. Halkın hastalarla temas etmemesi için bu taşlar bilhassa düşünülmüş ve pek eski tarihlerde dikilmiştir. Binanın yan duvarları kagir, diğer tarafları ahşaptır. Lakin sağlam bir bina idi. Umûmi Cihan Harbi sonlarına doğru bakımsız kalarak harap olmuş ve 1927 senesinde yalnız Ressam Ali Rıza Bey’in yapmış, daha doğrusu tertip etmiş olduğu bir tablo kalmıştır.“ Bugün Türkiye’de cüzzamlılar için yalnız Elazığ’da modern bir hastahane vardır. Burada cüzzamlılar da diğer hastalar gibi hükûmetin kurtarıcı ve şefkatli eliyle tedavi olmaktadır. 13. İspatyalar Fransız dilindeki hôpital kelimesinin Türkçe’de kullanılış şeklidir. Bu kelime Latince’den diğer dillere geçmiştir. Misafirhane, hastahane ve darülaceze gibi hayır ve şefkat müesseselerine verilen isimdir. Bu müesseseler önceleri yolcuları misafir etmek için kurulmuştur. İspitalyacı önceleri papazlar idare ederlerdi. Batı Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı gibi Roma’ya varış olan Avrupa memleketlerinde bu isimde müesseseler mevcut olduğu gibi, Doğu Roma’ya varış olan Bizanslılar ülkesinde de örneklerine rastlanır. İstanbul’a bilhassa Fatih devrine ve Osmanlılarla Bizanslılar arasındaki münasebetlere dair eserleri bulunan Vladimir L. Mirmiroğlu bu mevzu etrafında şu izahatı verilmiştir: “Bizans ülkesinde manastırlar kervansaray vazifesini görürdü. Manastırların çevresinde kiliseden başka birçok dairelerde bulunurdu. Bu dairelere misafirhane manasına gelen Ksenon denilirdi. Manastırın üzerinde bulunduğu yoldan geçenler buralarda barınırlar, yemek yerler ve yatarlardı. Hayvanları ve arabaları için de münasip yerler ayrılmıştı. Yolculardan hastalananlar misafirhanede kalırlar ve tedavi edilirlerdi. İstanbul’da manastırlardaki Ksenonlardan başka ayrıca müstakil Ksenonlar da vardı. Bunlar hem misafirhane, hem de hastahane işini görürdü. Justinyen zamanında Ayasofya ile Aya İrini arasındaki Sampson Ksenon’u bunlardan birisidir. Binayı Roma’dan gelen ve Patricius unvanı taşıyan hayırsever bir kimse yaptırmıştı. Bu bina Nika isyanında yanmıştır. Justinyen daha büyük olarak bu binayı tekrar yaptırdı. Burada, sonraları patriklik makamına çıkmış olan İskenderiyeli Minas da müdürlük etmiştir. Yine bu müessesenin karşısında Justinyen ile İmparotorice Teodora tarafından iki Ksenon daha yaptırmıştır.“ Vladimir Mirmiroğlu’nun bahsettiği bu müesseselerin bir aynının Zeyrek Kilisesi 142 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.475 138 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri tarafından da mevcudiyetini biliyoruz. İstanbul Rehberi Seyyahin müellifi Ernest Mamburi burada 700 papazı içine alan bir manastır ile bir hastahane ve bir darülaceze bulunduğunu haber verir. Fatih Sultan Mehmed’e isnat olunan Türkçe Vakfiye’de de bundan bahsedilmektedir. Bu mekânın sonraları Zeyrek Medresesi adını aldığı da kaydedilir. Bu kayıtlar bize Osmanlılar’ın fetihden sonra şehirde kurmuş oldukları imâretlerin Bizanslılar zamanında küçük mikyasda birer örneği bulunduğunu, fakat Osmanlılar’ın bu müesseseleri hem adetçe, hem de cesametçe çoğaltıklarını anlatır. Burada asıl bahis mevzusu etmek istediğim müessese, Bizans İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ve bütün binaları Türkler’in eline geçtikten sonra İstanbul’da kalan Rumlar, bu türlü tesisleri yeniden ne suretle yapıyorlar ve nasıl idâre ediyorlardı? İstanbul’da kalan Rumlar, Patrikhane etrafında toplanarak, yaptıkları para yardımları ile bu müesseseleri inşâ ve idare ediyorlardı. Galata’da şimdi Millet Hanı adını alan ve patrikane malı olan büyük küçük iki han Rumlar’ın sıhhat ve içtimai muavenet vadisinde kullandıkları birer bina idiler. Yine Galata’da bugün Rus papazlarının elinde ve idaresinde bulunan iki manastır da Kudüs’e gitmek üzere İstanbul’dan geçerek olan Rus mojiklerine Patrikhane tarafından terk edilmiş bu çeşit müesseselerdir. Bütün ekaliyetlerin istedikleri tarzda ve istedikleri yerde hastahane ve benzer müesseseleri yapabilmeleri ancak Tanzimat’ın banisi Sultan Abdülmecit’in 1855 tarihli Islahat Fermanı’nı neşrinden sonra mümkün olmuştur. İstanbul’un sur dışında görülen Rum ve Ermeni sıhhi tesisleri bu fermandan sonra yapılanlardır. 14.Yabancı ve Gayrimüslimlerin Barındıkları Yerler İstanbul gibi sınırları Avrupa ortalarına, İran topraklarına, Arap Yarımadası’na, Fas’a ve Habeşistan’a kadar uzanan farklı kıtalarda bir imparatorluk merkezi hâline gelen bir yerde, bir hayli gayrimüslimin bulunmasının tabiî olduğu kadar birçok yabancı gayrimüslümlerin de çeşitli sebeplerle vakit vakit bu şehre gelecekleri şüphesizdir. İşte bu bölümde onları ele alacağız. Batı Ortodoksluğu’nun merkezi olan İstanbul’a gelen ruhaniler, gayet tabiî olarak, şehrin ötesinde berisinde bulunan manastırlarda konaklardı. Katolik ruhaniler de cemaatleri tarafından yapılmış olan mekteplerde ve manastırlarda kalırlardı. Hatta 18. asırdan sonra Karadeniz’e çıkan Rusların Kudüs’e gitmek üzere İstanbul’dan geçen Ortodoks Ruslar’a, Rum Patrikhanesi tarafından Galata’da Sultan Bayezid Mahallesi’nde hâlen mevcut olan manastır tahsis olunmuştur. Osmanlı hükûmetinin imtiyazlı bir eyâleti olan Boğdan Beyliği’nden İstanbul’a gelenler, at ve arabalarıyla Ayvansaray üstünde Kefeli Mahallesi’nde bulunan eski Bizans saraylarından biri olan Boğdan Sarayı’nda konaklarlardı. Eflâk Beyliği’nden gelenlere de ikamet yeri olarak yine o semtte Fethiye Camii yakınındaki diğer bir Bizans sarayı olan Eflâk Sarayı tahsis olunmuştu.143 Eflâklılarla Boğdanlılar’ın aynı sarayda oturtulmaması dikkati çekecek bir mana taşıdığı gibi, her iki beylik halkının yerli Rumlarla birlikte bir yerde bulundurulmamaları da aynı mahiyeti haizdir. İstanbul’a gelen yabancılar 143 P.Ğ. İnciciyan, 18. Asırda İstanbul, İstanbul Fetih Derneği İstanbul Enstitüsü Yayınları, İstanbul 1956, s.17 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 139 yüksek bir mevki sahibi veya siyasi bir kimse iseler tabiatıyla kendi hükûmetlerinin sefarethanelerinde misafir edilirlerdi. Fenerli beyler denilen ve Divan-ı Hümayun tercümanlığında, Eflâk ve Boğdan Beylikleri’nde bulunanları hükûmet, şehir içinde Rumlar arasında oturtmuyor ve o gibileri, Boğaziçi’ndeki köylerde oturmaya mecbur ediyordu. Bir kısım gayrimüslimlerin bu beylerin evlerinde konakladıkları da şüphesizdir. Büyükdere, Tarabya, Yeniköy, Arnavutköy ve Kuruçeşme semtlerinde bu beylerin oturdukları yerlerin başlıcalarıdır. Beyler buralarda saray gibi yalılar yaptırıyorlar, bu yalılar içinde husûsi kilise bile bulunduruyorlardı. Şimdi Amerikan Kız Koleji antresindeki Rum beylerin birisinin yerine şimdi bir ilkokul yapılmış olan binanın arkasında minyatür bir kilise örneği hâlâ durmaktadır. Yol üstü uğrak olmayan bu kuytu yerlerde, meselâ Kuruçeşme’de Divan-ı Hümayun tercümanlarının himayeleri altında Rumlar’ın bir de üniversite kurduklarını ve orada hükûmetin murakabe ve teftişinden azade bir şekilde Rum gençlerin milliyet ve istiklal hisleri ile yetiştirdikleri bilinmektedir.144 İstanbul’a herhangi bir siyasi memuriyetle yabancı memleketlerinden gelenler de İstanbul’da vazife icabı uzun müddet oturmaları icab edenler, daha ziyade Hristiyanlar arasında yaşamak istediklerinden o gibileri de Hristiyan aileleri nezdinde pansiyoner olarak kalırlardı. Ticaret kasdıyla İstanbul’a gelenler ise kısmen kendileri ile ticareti muamelede bulunanların evlerinde, kısmen de daha serbest olabilmek için şehirde otel hizmeti gören bir iki oda kiralayarak orada kalırlardı. 15.Yahudihaneler Bir şehre toplu bir hâlde herhangi bir mecburiyetin sevki ile gelen binlerce halkın barındırılması hayli müşkülatı mucip olur. İstanbul bu türlü muhaceretlere tarihi boyunca sık sık maruz kalmıştır. Buraya gelenler Müslüman iseler, Müslümanlar arasında ve Müslüman mahallelerinde yerleşip kaynaşırlar. Endülüs’ten gelen Arap Müslümanları’nın Galata’daki Türklerle kaynaştıkları gibi. Bu kıtadan gelen Türkiye’ye gelen Yahudilerin yerleşmeleri ise asla böyle olmamıştır. Yahudiler yalnız İstanbul’a değil Selânik ve İzmir’e de gelmişlerdir. Burada yalnız İstanbul gelenlerin barındıkları yerlerden bahsedeceğiz. Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelen Yahudilerin şehrin Sirkeci, Eminönü ve Balat semtlerinde yerleştirildikleri gibi Haliç’in karşı sahilinde Hasköy ve Boğaz’ın Rumeli kıyısında Ortaköy, Anadolu kıyısında da Kuzguncuk’ta iskân edilmiş olduklarını biliyor ve bugünkü mevcudiyetleriyle de öğreniyoruz. Muhacirlerin hükûmetin yukarıda sayılan, bilhassa sur dışarılarında bulunan denizden dolma yerlerin parasız verildiğini de tahmin ediyoruz. Maişetlerini sanat ve ticaretle temine mecbur olanlara bir yardım olmak üzere 3 sene vergiden muaf olduklarını da şu hükümden öğreniyoruz: “…Fukara 3 yıl tamam oluncaya dek cem-i tekalifinden muaf olup, 3 yıl tamam olduktan her biri birer yere yerleşip, oturuşup birer miktar kuvvet ve kudret gelince himayet olunup…3 yıl tamam olduktan sâir reâye gibi lazım olan tekâlif ve gayrihukuk ve resim ne ise ol yerlerde cari olan kanun üzre alınıp 144 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, c.2, s.618-620 140 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri fukaraya şer’ ve kanun ve avamir-i humayununa tââdda ettirmesin.“145 Bu hükümden Yahudilerin gösterilen yerlerde kendi kendine yerleşmeleri tavsiye edildiğini anlaşılıyor. Buna kudreti olmayanlar için apartman tarzında binalar yaptırılıp ucuz bina ile onlara kiraya verildiğini de biliyoruz. Şehirdeki diğer binalar arasında husûsiyet arz eden bu türlü binalara Yahudihane denilirdi. Yahudihaneler daha ziyade şehrin surları dışında, denizden dolma yerlerde yapıldıklanı ve çok irat getirsin diye birkaç katlı edildiğini, aynı zamanda içinde 5-10 aile arada oturan ve tahtadan yapılan bu binalarda sık sık yangın çıkarak şehrin birçok semtlerini yaktığını da tarihlerimizden öğreniyoruz.146 Bu devirlerde Osmanlı şehir nizamına göre Müslümanların 10, Müslüman olmayanların da 8 arşından yüksek bina yapmamaları lâzım geldiği hâlde, Yahudihanelerin 4-5 kattan yüksek irtifada olduğunu Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Ortaköy’de yaptırdığı Yahudihane’nin vakfiyesinde tahsis edilen planından da öğrenebiliyoruz: “Ortaköy’de Yahudihane 1333 zira (arşın) üzerinde mebni tabaka-ı ulyada (en üst kat) 8 oda, 4 mutfak, 2 tahta boş, 2 orta sofası orta katta 10 oda, 4 mutfak ve alt katta 5 oda, 8 mahzen, 2 su kuyusu”147 Tophane yakınındaki Kılıçhane binasını gümrük emini Ali Ağa hükûmetten satın alıp kat ender kat Yahudihaneler yaptırdığını da Evliya Çelebi anlatmaktadır.148 Meskeni şeri denilen Müslüman evlerinde tesettür ve kaç göç dolayısıyla ancak bir tek aile oturabildiği hâlde, böyle 4-5 katlı binalarda belki her odasında birer Musevi ailesinin oturduğu bugünkü iskân tarzlarından da anlaşılmaktadır. Kara Mustafa Paşa Vakfiyesi’nde bina tarif edilirken ayakyolundan (tuvalet) bahsedilmemesinin sebebi anlaşılamıyor. Avrupa’da XIX. asra gelinceye kadar değil evleri, saraylarda bile ayakyolu görülemiyor. Türkiye’de ise böyle değildir. Mutlaka Yahudihane’nin velev ki bahçesinde olsun müşterek bir ayakyolları olmak lazım gelir. 16. Dulhane Bu eserde izah ettiğim çeşitli barınma yerlerinden 1293 (1876) Osmanlı-Rus Harbi’nin mağlubiyetiyle neticelenmesinden sonra Rumeli’den İstanbul’a akın eden binlerce muhacir arasında kimsesiz kalan dul kadınlarla yetim ve öksüz çocukların anaları ile birlikte barınmalaları için Dulhane denilen yeni bir müessesenin açılmış olduğunu görüyoruz. Hükûmet bu vaziyet karşısında Topkapı Sarayı içinde Gülhane denilen yerdeki Kırmızı Kışla’yı149 bu türlü kimselerin barınma yeri olarak tahsis etmiş ve idaresini o sıralarda faaliyette bulunan muhacirin komisyonuna bırakmıştır. Muhacir 145 Ahmed Refik, Sokullu, Kitabhane-i Hilmi, İstanbul 1924, s. 89 146 Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umur-ı Belediye, Matbaa-ı Osmani, c.1, s. 1267-95 147 Vakıflar Umum Müdürlüğü, Vakfiye no: 641 148 Evliya Çelebi, a.g.e., c.1, s.71 149 Şimdi Askeri Hastane olan binadır. Bu binanın bir kısmı 1291 (1874) yılında açılan Askeri Rüşdiye’ye tahsis olunmuştur. Gülhane Askeri Tatbikat Mektebi burada açılmış ve Ankara’ya nakledilinceye kadar burada tedrisata devam etmiştir. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 141 işleri tasfiye edildikten sonra 1310 (1893) senesinde Dulhane’nin İdaresi belediyeye devrolunmuş ve belediyece de yatalak kadınlar, Haseki Kadın Hastahesi’nde, yetim ve öksüz çocuklar ise kısmen askeri yatılı okullara ve kısmen de biricik yetim müessesesi olan Darüşşafaka’ya yerleştirilmiştir. 1311 (1894) senesinde Darülaceze’nin açılmasıyla uzun müddet hastahanede yatak işgal eden kadınlar, Haseki’den oraya nakledilmiş ve bu suretle bu müessese de az zaman içinde rolünü bitirerek tarihe karışmıştır. 17.Darülaceze Yoksul, sakat, ihtiyar ve aynı zamanda barınacak yeri ve bakacak kimsesi bulunmayan kadın, erkek yüzlere insanın sokaklarda sefalet içinde kaldıkları ve yiyeceklerini ancak dilenmek suretiyle kazanan ve tabiî olarak bu kazançları çirkin ve acıklı bir şekilde temin etttikleri görüldüğü hâlde, sayıları binleri aşan bu zavallıları barındıracak, acılarını dindirecek bir müesseseyi son zamanlara kadar ne hükûmet, ne de hayır sahiplerinden yapan kimse bulunmamıştır. Buna ilk defa II. Abdülhamid devrinde Sadrazam Halil Rıfat Paşa ön ayak olmuştur. Hadise şöyle ceryan etmiştir: Bir gün Halil Rıfat Paşa mükellef bir arabada Yıldız Sarayı’na giderken yolda rastladığı yaşlı bir ihtiyarın karlar altında titremekte ve dilenmekte olduğunu görmüş, saraya gidip huzura girer girmez keyfiyeti hükümdara arz ederek onun şefkat hislerini harekete getirmiştir. 5 Mart 1306 (1890) tarihli günlük gazetelerde bu şefkat eseri şu satırlarla umûmi efkara bildirilmektedir: “Payitahta birçok fakir ve kimsesiz çocukların sefalet içinde yüzdükleri işitilmesi ve görülmesi üzerine bunların sayıları tahkik edilerek içlerinde işe,güce kudreti olanların bir Darülaceze yaptırılıp orada terbiye ve iaşelerinin çarelerinin araştırılması” irade edilmişti. 30 Mart 1306 (1890) tarihli gazetelerde de şöyle bir tebliği görülmüştür: “Sokaklarda dilenmekte olan ve kimsesiz bulunan çocuklarla âlil ve sakat erkek ve kadınların dilenmekten kurtarılarak, vücutlarının tahammülü derecesinde el işleri ile geçinmelerinin temini ve bunlardan işe güce yarayanların iaşesi ve çocukların talim ve terbiyeleri için bir bina yaptırılması” hususlarının şurayı devletçe düşünülmesine ve bir nizamname yapılmasına irade çıkmış ve şuraca da gereğinin yapılmasına hemen başlanmıştır. Aynı zamanda Darülaceze binasının yapılması ve yapıldıktan sonra da idare ve idamesi için lüzumu olan paranın temini vazifesiyle de mükellef olarak Maliye Nazırı’nın başkanlığı altında malî müesseselerin direktörlerinden ve ticaret odası reisliğinden mürrekep bir komisyon teşkil edilen faaliyete geçilmiştir. Komisyon bu maksat için yardımlar teminine, iane toplanmasına ve ilk iş olarak hediyeler kabulüne karar vermiştir. II. Abdülhamid tarafından ilk yardım olarak 7.000 lira değerinde aynı eşya ile 10.000 lira yardım yapılmış ve Müslüman olanlarla olmayan müesseseler ve şahıslar tarafından da yardımlar tevali ederek 20.847 lira elde edilmiştir. Bir yandan da 50.000 bilet bastırıp toplanan eşya piyango suretiyle elden çıkarılarak bir kısım inşaat masrafı da bu suretle temin edilmiştir. Binanın temeli atıldığı zaman komisyonun elinde 70.000 liradan fazla para bulunmakta idi. 142 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Bu devirde İstanbul’daki bankalar ve malî müesseseler, başta güya hükûmetin resmî bankası olan Bank-ı Osmanî-i Şahane olduğu hâlde hepsi ecnebi sermayesi ile dönmekte, ecnebiler tarafından idare edilmekte ve bankalardan sonra yine para işleri ile uğraşan bankerler ve tacirler de hemen hemen Müslüman olmayanlar arasında bulunmakta idi. İşte hükûmetin teşkil ettiği iane ve yardım komisyonunun bu şekilde olmasının sebebi, bu işlerde yabancılardan ve gayrimüslimlerden istifade temini olduğu gibi yapılacak Darülaceze binasında İstanbul’da bulunan müslim ve gayrimüslim bütün Türk tebasının barınmasını esas olarak kabul ve ilân edilmişti. 1306 (1890)’dan 1308 (1892) senesine kadar Darülaceze binasının planını yaptırmak, yerini hazırlamak ve inşaat parasını türlü şekillerde temin etmekle uğraşılmış, nihayet Kağıthane sırtlarında beğenilen yerde 100.000 lira sarf ile bir bina yapılmasında komisyonca ve hükûmetçe mütabakat hasıl olmuşsa da elde bu kadar para bulunmadığından ittihaz olunan bazı tedbirler sayesinde binanın 71.979 liraya yapılabileceği anlaşılmıştır. Nihayet bütün tedbirler alındıktan ve lüzumu olan para bulunduktan sonra Kağıthane sırtlarında 40 dönüm kadar arazi istimlâk olunarak 1308 senesi Teşrinievvel’inin 6. günü Darülaceze’nin temeli atılmış ve inşaat 3 sene sürerek 29 Kânunuevvel 1311 (1893) tarihinde açılmıştır. Aynı zamanda birisi Darülaceze’nin idaresine, teşkilâtına ve malî kaynaklarına ve ötekisi dilenciliğin mennine dair, zamanına göre, kanun mahiyetinde 2 nizamname çıkartılarak sokaklarda serseri gezmenin ve dilenciliğin önüne geçilmek istenilmiştir. Darülaceze’nin yapılmasına din, mezhep ve milliyet ayırt edilmeksizin İstanbul’un bütün mali müesseseleriyle her sınıf zenginler yardım etmiş olduğu için burada Müslümanlarla birlikte Rum-Ortadoks, Ermeni-Gregoryanların ve Yahudilerin de barınmaları esas kabul edilerek her sınıf halkın dini ihtiyaçlarını temin maksadıyla müessesede birer cami ile kilise ve havra yapılmıştır. Darülaceze binası, ortasına rastlayan idare kısmından başka müteaddit yatak koğuşlarını, kadın-erkek hastahaneleri, kreş, ayakkabı, dikiş, halı, demir işleri atölyelerini ve o devre göre buharlı makinelerle çamaşır yıkayan bir çamaşırhaneyi, bir de ilkokul ihtiva etmektedir. Darülaceze’deki bir kısım aceze ile çocukları müesseselerde çalıştırılmakta ve bu suretle hem onlar faydalı bir surette kullanılmakta, hem de yaptıkları mamuller ucuza mal edilerek bu yüzden Darülaceze’ye de gelir temin olmakta idi. Çamaşırhanede ise otellerin, yatılı mekteplerin ve benzerlerinin çamaşırları yıkanmakta ve bu da Darülazece için ayrıca bir irat kaynağı olmakta idi. Sokaktan toplanılan lâkiteler (öteye beriye bırakılan çocuklar) getirilip kreşte yetiştirilir ve okuma çağına gelenler Darülaceze binasındaki okulda okutulurdu. Başarı gösterenler masrafı müesseseye ait olmak üzere civardaki orta okullara gönderilir ve geceyi Darülaceze’de geçirirlerdi. Darülaceze binasının antresinde binanın kurulmasına sebep olan Halil Rıfat Paşa’nın bir büstü bulundurması suretiyle, paşaya kadirşinaslık gösterilmiştir. Darülaceze’yi 1908 inkılâbına kadar Dahiliye Nezareti idare etmiş, o tarihten sonra beledi ve içtimai bir müessese olmak itibariyle idaresi belediyeye devr olunmuştur. Darülaceze’nin kadrosu 1000 kişiliktir. Gelirine gelince: İstanbul’da Boğaziçi ile Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 143 Adalar, Kadıköy vapurlarından biletlere zam suretiyle alınan iane ile son zamanlarda ihdas olunan tiyatro ve sinemaların biletlerine zam suretiyle halktan alınarak verdikleri %10 nisbetinde bir paradan terekküb eder. Darülaceze’ye yalnız İstanbul halkı ile yurtları yabancı diyarlarda kalmış olan muhacirler de alınır. Türkiye’nin başka şehir ve kasabalarından gelenler kabul edilmez. Oralarda da bunun gibi müesseseler açılmasına o beldenin belediyeleri mecbur edilmiştir. 144 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 145 X. TÜRKİYE’DE OTELLER 1883 nüfus sayımında İstanbul’da kayıt ve tesbit edilen 486 han arasında ancak 60 otel150 ve pansiyon görülmektedir. O tarihten bu yana otel sayısının ne nisbette 150 Bizde üç beş odalı bir binaya da, 300 odalı olana da otel denilip aralarında fark gözetilmediği bilinmekte ve görülmektedir. Otel yerinde “palas” tabirinin kullanılış şeklide öylece nisbetsiz ve münasebetsizdir. Bu mesele garp memleketlerinde de bu tarzda telakki edilmiş ve münakaşa bulunulmuş olacak ki, otel tabirinin milletlerarası kongrelerde kati surette tarif ve tesbitine lüzum görülmüş ve bu işle hayli uğraşılmışsa da hâlâ bir karara varılmamış olduğunu aziz dostum Hüsnü Durakal’ın şu yazısından öğreniyoruz: ”Turizimden bahis açıldığı zaman ilk akıllara gelen şeyin otel olduğuna şüphe yoktur. Çünkü ikametgâhından ve itiyat edindiği yaşama vasıta ve şartlarından uzaklaşan bir turistin ilk düşüneceği şey, gittiği yerlerde yatıp kalkmak, yemek, içmek ve istirahatı temin edilmek gibi ihtiyaçları ancak otel ile karşılanabilir. Bu itibarla otelsiz turizm olamayacağına göre, otelin turistik tesisler arasında en başta geldiğini hatasız olarak söyleyebiliriz. Eski zamanlarda, her memlekette seyyahlar için parasız veya paralı konaklama yerleri mevcut olduğu malumdur. Fakat misafirperverlik asırlar boyunca tedrici olarak şeklini değiştimiş ve bugün turistik memleketlerin milli ekonomilerinde mühim bir gelir faktörü olan otelcilik endüstrisinin kurulmasını sağlamıştır. Zamanımızda otelcilik endüstrisi, ikametgâhından muvakkaten uzaklaşan yolcunun ödeyeceği para mukabilinde müracaat etmek ihtiyazını duyduğu bütün faaliyetleri sinesinde toplamış bulunuyor. Bu faaliyetler ise yolcunun hizmetine arzedilen hâlen mevcut ticari ve yarı tüccari teşebbüslerden başka bir şey değildir. Otel İsmi ve Otel Kelimesinin Tarifi Meselesi Eski bir ihtiyatın neticesi olacak ki hangi kategoriden olursa olsun yolcu kabul eden müesseseye otel ismi verilmektedir. Mahâzâ otelciliğin turistik memleketlerdeki önemi ve ekonomik sahadaki inkişafı dolayısıyla hakiki ve büyük bir endüstri hâline getirildiği zamandan beri otel kelimesinin tam bir tarifini yapmak meselesi ortaya çıkmış bulunuyor. Bu mesele, otelcilik endüstrisi mensuplarını ve herhangi bir sebeple turizmin sosyal ve ekonomik cephelerinde alakalı olanları hayli meşgul eden ve aktüaliteliğini muhafaza eyleyen bir meseledir. Zira en konforlu büyük palaslarla en külüstür konaklama yerleri de otel ismini taşıdıklarından hakiki bir otel işletmesiyle otel olup hakikatte yalnız para kazanmaktan başka bir endişesi olmayanların birbirlerinden ayrılması ihtiyacı şiddetle duyulmaktadır. Bu sebeple, otel kelimesinin keyfiyetinin her memlekette kanunun teminatı altında alınması isteniliyor. Bu istek ilk defa resmen milletlerarası otel sahipleri cemiyetinin 1926’da Polonya’daki toplantısında açıklanmıştır. Aynı yılda Peşte’de yapılan toplantıda da ne gibi vasıflardaki müesseselere otel isminin verilmesi hususunun her memleketin mahalli otoritesine bırakılması temenni edilmekle beraber, bir müesseseye otel diyebilmek için bu müessesenin ne gibi şartları haiz olması lazım geleceği tesbit edilmiştir. Ortalama bir ölçü olarak kabul ve tesbit edilen asgari şartlardan başlıcalarını şöylece sıralamak mümkündür: 1-Gerek otel idaresinde, gerekse tesislerinde müşterilere karşı iyi ahlak kaidelerine uygun misafirperverlik gösterilmesi 2-Bir müesseseyi otel ismini taşıması için müşterilerinin hem yatak hem de yiyecek ihtiyacının temin edilmiş olması 3-Otelci ile müşteri arasındaki mukavele kısa vadeli olmakla beraber, mukavele hükümlerinin yalnız eşyanın kiralanmasına inhisar ettirilmemesi 4-Müessese tesislerinin otelcilik endüstrisi standardına göre ıslah edilmesi niyet ve endişesinin gösterimesi 5-Müessesenin inşa ve tesislerinin asgari konfor ve emniyet ihityaçlarına cevap verecek vasıflarda olması 6-Otel ismini taşıyacak müessesede asgari yatak, oda, salon ve lokanta salonu sayısının tesbit ve edilmesi 7-Tuvalet lavabo ve yıkanma yerlerinin sıhhı şartlara tamamıyla uygun olması 8-Otelin teknik ve hizmet personeli sayısının asgari miktarının tesbir edilmek suretiyle ancak bu şartları haiz müesseselere otel isminin verilmesi temenni edilmiştir. Otel kelimesinin tarifi meselesi 1929’da Roma kongresinde ve bundan sonraki toplantılarda müzakere mevzusu olmuş ise de müsbet bir neticeye varılmamıştır. Bu mesele Milletlerarası Otelcilik Cemiyeti İdare Heyeti’nin 1952 Atina toplantısında yeniden bahis mevzusu olmuş ve bu hususta 1953 Lucerne Umumi Heyet Kongresi’ne sunulmak üzere bir rapor hazırlanmasına icra komitesi memur edilmiştir. Bu raporda otel kelimesinin ancak maddi ve manevi asgari bir garanti arz eden müesseselerce kullanılması lüzumuna ehemiyetle işaret ediliyorsa da bu meselenin hâl şekline dair bir izahat verilmemektedir. Lucerne Kongresi de otel kelimesinin tarifi meselesini kesin olarak hâlletmiş, ancak bu kelimenin maddi ve manevi bakımdan tam 146 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri arttığını bildiren bir kayda veya vesikaya rastlayamadım. Yalnız 1950 nüfus sayımı için hazırlanan bina listesinde İstanbul Belediyesi hududu içinde 151.343 müsakaf yani üstü örtülü bina arasında 194 otel bulunduğu numerotaj kayıtlarında görülmüştür. Fakat bu otellerin hepsi şimdi turistik denilen vasıflara haiz değildir. % 95’i handan, evden ve diğer binalardan bozmadır. Bunların listeleri bilinmemekle beraber burada kendilerinden bahse de lüzum görülmemiştir. İller Bankası’nın neşretilmiş olduğu 1945-1953 çalışma raporuna göre, Türkiye’de belediye teşkilatı yapılmış olan 698 şehir ve kasaba vardır. Bunların her birinde kaç otel bulunduğunu tahkike imkân ve esasen lüzum da yoktur. Fakat Kara Yolları Umum Müdürlüğü’nün her sene muntazaman yapmakta ve yayınlamakta olduğu haritaya göre, bütün Türkiye şehir ve kasabalarında modern ve turistik otel vasfına haiz ancak 27 otel bulunmaktadır. Bu rakamlar memleketin otel bakımından ne kadar fakir olduğunu gösterdiği için daha ziyade izahata lüzum görmüyorum. Haritanın kaydettiği turistik otellerin bulunduğu şehirler ve kasabalar şunlardır: Adana, Afyon, Akçakoca, Amasra, Aydın, Balıkesir, Çorum, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İskenderun, Kilyos, Konya, Malatya, Mersin, Nazilli, Nevşehir, Söke, Sivas, Şile, Tatvan, Trabzon, Ürgüp, Zonguldak. Bu eserde kuruluşları ve inkişâfları biraz sonra mufasalca yazılan büyük otellerden başka İstanbul ve yurdun büyük şehirlerinde meselâ Ankara, İzmir, Bursa, Konya’da 1957 senesi sonuna kadar ne kadar yeni turistik otel bulunduğunu da bu şehirler için yapılan rehberlere göre izahına lüzum görüyorum. Türkiye Turizm Kurumu Umum Müdürlüğü’nün neşretmiş olduğu broşürlerde tavsiye olunabilir kaydı ile bu çeşit otellerin adları ve yerleri gösterilmiştir. Bu oteller illere göre isimleri şunlardır: tarifinin yapılmamış olmasının otelcilik endüstrisinin inkişafı için ciddi bir takım anlaşmazlıklara ve mahsurlara sebebiyet verdiği kanaatini açıklamakla yetinmemiştir. Bu cemiyetin icra komitesi azasından M.Gantier ise, otelcilik sanatının iyi şöhretini muhafaza edibilmesi için otelin teknik ve ahlak standartına yükseltmek, seyyahat eden halka maddi ve manevi bütün teminatını vermek üzere bu vasıfta müesseseler için otel ismine bir de turistik kelimesinin ilavesi kâfi geleceği fikrindedir. Milletlerarası Otelcilik Cemiyeti otel kelimesinin içtimai, ahlaki ve iktisadi faktörleri de ihtiva etmek üzere tam bir tarifinin yapılması meselesinin halli için çareler arandığı bir sırada, geçenlerde şehrimizi ziyaret eden Japon otel kralı da gazetelere verdiği beyanatında otellere resmin bağları olmayan çiftleri de sinelerinde barındırmak gibi ultra modern sosyal, yeni bir vazife de tahmil etmek istiyor ki birbirine taban tabana zıt olan bu iki nokta-i nazarın nasıl telif edilebeleceğini öğrenmek cidden merak çekici ve enteresan olacaktır. Otel Kelimesi ve Turistik Memleketler Mevzuatı İsviçre, İtalya, Fransa gibi turistik memleketler mevzuatında otellerden ve kısmen otelciliğin mesuliyetlerinden bahsedimekte ise de bu mevzuatta otel kelimesinin tarifine dair bir kayda rastlanmamaktadır. Memleketimiz kanunlarında ise ne oteller hakkında herhangi bir hüküm ve ne de otel kelimesinin tarifine dair bir kayıt ve sarahat vardır. Her ne kadar 6086 sayılı turizm endüstrisini teşvik kanununun 2. maddesi gereğince Turizm Danışma Kurulu’nun 1955’teki toplantısında otellerin vasıfları ve sınıfları tesbit edilmiş ise de, bu kanunda da otel kelimesinin tarifi hakkında herhangi bir kayıt mevcut değildir. Diğer taraftan, başka memleketlerde paralı veya parasız mevcut olduğuna yukarıda işaret ettiğimiz konaklama yerleri gibi memleketimizde de eski zamanlarda menzilhaneler, hanlar, kervansaraylar ve tabhane isimleri altında çeşitli konaklama yerlerimiz vardı. Fakat otel kelimesinin hangi tarihten beri ve ilk olarak hangi müessese için kullanıldığı noktasının henüz tesbit edilmiş olduğunu tahmin etmiyoruz. Bu hususta malumatına müracaat ettiğimiz, memleketimizin kıymetli eserleri ile tanınmış olan muhterem üstadımız Osman Ergin, otellerden ilk defa 1883’te yapılan tahrire ait istatistiklerde bahsedildiğini ve o tarihlerde İstanbul’da 60 kadar otel bulunduğu anlaşıldığını beyan ve ifade etmişlerdir. Ancak, otel kelimesinin bu tarzda resmi kayda geçmiş olması için herhâlde bu kelimenin daha önceki tarihlerde kullanılmış olması lazım gelir. Mahâzâ, memleketimizin otelcilik tarihini yazmak isteyenler bu noktanın belirtilmesini ihmal etmeyeceklerdir. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 147 İstanbul: Akasya, Alp, Bristol, Denizpark, Hidivya, İpek, Palas, Konak, Kontinental, Lido, Londra, Öz İpek Palas, Park Otel, Perapalas, İspelandit Palas, Suadiye, Şahin Paşa (Doğan Paşa) Turing, Yeni Şehir Palas, Şehirde yeni modern oteller yapıldıkça yukarıda gösterilen otellerden bir kısım otelciliği terk ederek binaları başka işlere tahsis olunmuştur. Meselâ Kontinental oteli bunlardan birisidir. Şimdi Yapı Kredi Bankası’nın merkez binasıdır. Ankara: Ankara Palas, Cihan Palas, Park Palas, Belvü Palas, Emre Palas,Yeni Şehir Palas, Yüksel Palas, Büyük Otel, İstanbul Palas, Konfor Palas, Göl Palas, Genç Oteli. Hükûmet merkezi olan bu şehirde otellerin sayısına seneden seneye başkaları eklenmektedir. İzmir: Ankara Palas, İzmir Palas, Gar Palas, Fuar Palas, Park, Yeni Toros, İpek, Gar Kulübü, Husûsi. Bursa: Çelik Palas, Gönül Ferah, Park Oteli, Uludağ Oteli, Ada Palas, Çekirge Palas, Güven Oteli, Kükürtlü Oteli. Bursa’dan sonra Konya’nın akla gelmemesine imkân yoktur. Son senelerde bu şehirdeki Mevlana Müzesi ziyareti ve Selçuk eserlerinin çokluğu dolayısıyla yerli ve yabancı turist akınları olduğu görülmekte ve bilinmektedir. Bununla beraber şöhretine ve ihtiyacına binaen bu şehirde modern ve turistik otel yoktur. Konya rehberlerinde bu cihet “şehirde lüks veya birinci sınıf konforlu otel yoktur” denmesiyle ifade olunmaktadır. Bununla bereber Konya’da şu oteller sayılmaktadır. Konya: Selçuk Palas, Selamet Palas, Ankara Oteli, Konya Oteli, Kütahya Oteli, İstanbul Oteli, Çiçek Palas, Çöğen Oteli, İstasyon Oteli, Mecidiye Oteli, Başaran Otel, Merkez Oteli, Bilal Oteli, Anadolu Oteli, Sakarya Oteli, İstirahat Oteli, Hatay Oteli, Cumhuriyet Oteli. Anadolu’nun diğer şehir ve kasabalarındaki oteller de bunlara kıyas olunabilir.Vakıflar İdaresi Umum Müdürlüğü, vakıf hanlara muvazi olarak şimdiye kadar Anadolu’da yapmış olduğu modern turistik oteller serisini 1957’den itibaren ehemmiyetle çoğaltmağa başlamıştır. Bu sene içinde yapılmakta ve yapılacak olan oteller hakkında bu İdare Umum Müdürü’nün gazetelerde görülen beyanatı otelcilik tarihinde mühim bir yer almak lazım geleceğinden aynen derc ediyorum: “Hâlen Antalya, Edirne, Çanakkale, Rize, Balıkesir, Van ve Kırklareli şehirlerinde olmak üzere her biri 100 yataklı 7 otel yapılmaktadır. Bu oteller önümüzdeki aylarda peyderpey hizmete gireceklerdir. Önümüzdeki 2 ay içinde Sapanca’daki göl kenarına, Söke civarında Milet ve Didim harabelerinin bulunduğu büyük arkeolojik saha sahillerinde 2 otelin inşaşına başlamakla beraber, 3 şehrimizde daha otel inşası için etütler yapılmaktadır. Kuruçeşme sırtlarında idareye ait fevkalade manzaralı geniş saha üzerinde 450 yataklı bir turistik otel inşası için bir Belçika firması ile prensip anlaşmasına varılmıştır. İstanbul’un en büyük oteli olacak olan bu bina tesisleri itibariyle de husûsiyetler arz etmektedir. İkinci otel için de tetkikler yapılmaktadır.” 151 Millî ve malî müesseselerimizden Emekli Sandığı da otelcilik sahasında büyük teşebbüslere geçmiştir. Tarabya’daki Konak Oteli bunun ilk müjdecilerindendir. 151 5 Eylül 1957 Cumhuriyet Gazetesi 148 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 149 XI. İSTANBUL’UN BÜYÜK OTELLERİ Tanzimat devrine gelinceye kadar İstanbul’un otel ihtiyacını gören binaları ve müesseseleri bundan evvelki bölümlerde izah etmiştim. Tanzimat hareketleri sırasında daha başka tarzda ve tabir caizse, Avrupaî şekilde binalara ihtiyaç görülmüştür. 1865 senesinde İstanbul’u ziyaret etmiş olan Fransız muharrir Teofil Gotye’nin İstanbul’dan Deba gazetesine yazmış olduğu mektupta görülen şu bir tek cümle o zaman ki otel ihtiyacını belirtmek hususunda fazla izahata ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır ve mühimdir: “Yürüyecek kaldırım, binecek araba, rahat edecek otel, yemek yiyecek lokanta ve muhatarasız gezecek sokak olsa tabiatın vermiş olduğu güzel manzaradan ve iyi havadan bir seyyah faydalanabilir.” Buharla işleyen ilk deniz nakil vasıtası 1245 (1829) tarihinde İstanbul’a gelmiş ve o tarihten sonra Türkiye’de teammüm etmiştir. Yine bu tarihten sonra İstanbul’a yabancı memleketlerden buharlı gemilerle yolcu gelmeye başlamıştır. İstanbul ile Kadıköy ve Adalar’a vapur işletmek keyfiyeti ilkin İdare-i Aziziye adı verilen yarı resmi bir müesseseye verilmiş ve bunu 1268 (1851) senesinde Şirket-i Hayriye’nin kurulup işe başlaması takip etmiştir. 1869 tarihinde Rumeli demir yolunun yapılmaya başlaması ve bu hattın terminalinin üssünün de Sirkeci olması, şehrin bu semtlerde otel ihtiyacını bir kat daha hissettirmiştir. 1883 tarihinde yapılan umumî nüfus sayımında tesbit olunan 488 han ve otel arasında münhasıran otel adını taşıyan ve yerleri kitaba eklenmiş olan listede olan 60 oteldir. İşte bu ihtiyaç ve bu zaruretin neticesi olarak alelacele vücuda getirilmiş derme çatma, çoğu evden ve handan bozma, neredeyse hepsi tahta binalardan ibarettir. Kagir ve nisbeten o zamana göre otel denilebilecek binaların ancak Karaköy ile Tepebaşı arsında açılan ve şehrin ilk metropoliteni olan Tünel’in işlemesinden sonra ortaya çıkmış olduğunu görüyoruz. Bu mesele otelcilik tarihinde bir dönüm, daha doğrusu bir başlangıç noktası olduğu için önce bunu izaha lüzum görüyorum. 1867 tarihinde İstanbul’a gelerek 10 seneden beri burada oturan Fransız tebasından Hanri Gavan adında birisi Yüksek Kaldırım’dan Beyoğlu’na çıkışındaki güçlüğü görerek Galata ile Beyoğlu arasında bir tünel açılması fikrine kapılmış ve hükûmete müracaatla 1872 tarihinde bu imtiyazı da almıştır. Hanri Gavan’ın İngilizlerden bulduğu 250.000 lira sermayeli bir şirketle Tünel’in hafriyatına tarihinde başlamış ve 1872’de inşaat bitmiştir. Tünel’den çıkarılan topraklar şimdi Tepebaşı bahçesi denilen ve o zamana kadar bir Müslüman mezarlığı olan uçurum yere dökülüp orası düz bir saha hâline getirilmiş, hatta bu sahaya Abdülaziz Meydanı adı bile verilmiştir. Beyoğlu’ndaki tatlı su frenkleri sonraları buraya “Petit Champ“ demişlerdir. İslam hukukuna göre dolma yerler maliye hazinesine ait olduğundan o zamanki Maliye Nezareti burayı kendi malı bilerek, Belediye’ye olan bir borcuna karşı burayı bırakmış ve bu husus 22 Mayıs 1295 (1878) tarihli Nizamname’ye göre kanun mahiyetinde bir irade-i seniye’de teyit edilmiştir.152 152 Osman Nuri (Ergin), İstanbul Şehreminleri, Şehremaneti Matbaası 1927, s.362 150 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Altıncı Belediye Dairesi, meydanı tarh ve tanzim ederek bir bahçe hâline getirince önceleri mezarlığa karşı bulunan küçük ve derme çatma tahta binalardan ibaret olan emlâk kıymetlenmiş, büyük paralarla alınıp satılmaya başlamıştır. Bu vaziyet karşısında Belediye, bahçeye bakan binalardan şerefiye adıyla bir yardım istemiş, arsa ve bina sahipleri bu yardımı memnuniyetle karşılamakla beraber orasının her zaman bahçe hâlinde kullanılarak kendi binalarının manzaralarını kapatmamasını şart kılmışlardır. İşte burada arsası olanlardan Hovannes Esayan isminde bir banker, arsasına yaptıracağı binadan bahçeye karşı pencere açabilmesini ve kendi binasından bahçeye geçilmesine müsâde edilmesini istemiş ve buna karşı belediyeye 500 altın vermeyi taahüt etmiştir. O zamanki belediye meclisi bu teklifi kabul ederek arsa sahibine 26.10.1892 tarihli bir vesika vermiştir. Arsa sahipleri bu türlü teminatı aldıktan sonra oralarda oteller yapmaya başlamışlar ve zaman içinde otellerin merkezi Tepebaşı olmuştur. Bu oteller o tarihlerden sonra defalarca sahip ve ad değiştirmiş ve bugün ancak Londra, Bristol otelleri ile Perapalas otelleri kalımıştır. Bu otellerden hiç şüphe yok ki en mühimi Perapalas’tır. Bundan dolayıdır ki onun hakkında ayrıca izahata lüzum görülmüştür. 1. Perapalas Milletlerarası bir teşkilat olan yataklı vagonlar şirketi bu tarihlerde dünyanın ötesinde berisinde ezcümle Paris, Lizbon ve Çin’de büyük ve konforlu oteller yaptırmakta idi.153 Banker Hovannes Esayan elindeki arsayı Ağustos 1892 de bu şirkete satmış, şirketçe 4 sene içinde otelin inşaatı bitirilerek 1896 da servise açılmıştır. İstanbul’da ilk defa bu bina bu tarihlerde elektrikle tenvir edilmiş olması, bu devre göre bu oteli ayrı bir husûsiyet teşkil eder. Bundan kısa bir süre sonra şimdiki İstanbul Erkek Lisesi binası olan Duyun-ı Umumîye İdaresi, bütün şehir ise elektiriğe ancak 1912 senesinde kavuşabilmiştir. O tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması ve lüks bir otel olduğu için masrafının ağırlığı dolayısıyla Yataklı Vagonlar Şirketi bu oteli 3.750.000 Fransız frankı mukabilinde Bodaski’ye satmıştır.154 Şirket, Paris, Lizbon ve Çin’deki otellerini de bu maksatla elden çıkarmıştır. Verilen bazı malumata göre Perapalas oteli bina, eşya ve servis bakımlarından lüks bir otel ise de fiyatlarının ucuzluğu dolayısıyla herkesin istifadesine imkân vermiş olduğu için kiralanabilir değildir diye, elden çıkarılmıştır. O tarihte tatbik edilen otel tarifesinden örnek olarak, belki şimdikilerle mukayeseye medar olur diye bazı rakamlar veriyorum: 153 Said Naum Duhani, Vieilles Gens Vieilles Demeures Topographie Sociale De Beyoğlu Au Xix Eme Siecle, Touring Yayınevi, İstanbul 1947, s.9 154 Bodaski, Anadolu’nun Mersin ve Adana’da yaşayan Rumlardandır. 1912 yılında İstanbul’a geldiğinde bu otelden bir oda tutmak istemiş; ama kıyafetinden dolayı otele alınmamıştır. O da bunun üzerine oteli satın almıştır. Ne var ki işgal yıllarında yabancılarla işbirliği yapan Bodosaki, işgal güçleriyle birlikte İstanbul’u terk etmiştir. (Y.N) Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 151 Tek yataklı küçük odalar için günde 5,5 frankdan itibaren “ “ Çift büyük “ “ 6,5 “ “ “ “ “ 8,5 “ “ Apartman daireleri “ “ 17,5 “ “ Sabah Kahvaltısı “ “ 2,10 “ “ Öğle Yemeği “ “ 5,050 “ “ Akşam Yemegi “ “ 6,050 “ “ Pansiyon “ “ 10,050 “ “ Bodosaki, memleketi terk ettikten sonra Perapalas oteli hükûmete intikal etmiş, hükûmetçe de zengin tacirlerden Beyrutlu Misbah Muhayyeş’ye satılmış ve onun vefatı üzerine vasiyeti mucibince Türkiye’nin belli başlı hayır ve şefkat cemiyetlerinden Daüşşafaka, Kızılay ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na vakıf edilmiştir. Perapalas’ın odaların 40’ı tek banyolu, 30’u tek banyosuz, 73’ü çift banyolu, 10’u çift banyosuzdur. Perapalas otelinin zamanına göre olanca azamet ve haşmetiyle Tepebaşı’na yerleşmiş olması, otelcilikte başka sermayedarları da gayrete getirmiş ve Tokatlıyan Oteli aynı sene içinde, yani Perapalas’ın açıldığı tarihte faaliyete geçmiştir. Tokatlıyan Oteli’nin de şehrin tarihinde mühim bir yeri olduğundan ondan da bir nebze bahsetmek yerinde olur. Aynı şirket yine bu sırada Tarabya’daki Summer Palas Oteli’ni de yapmıştır. 2. Konak Oteli Kapalı Çarşı’da Kuyumcular içinde küçük bir lokantada sanat ve şöhreti sahibi olan Mığırdıç Tokatlıyan, İstiklal Caddesi’nde Ermeni Kilisesi akarlarından olan bir yere 1896’da İsplandit adına 10 odayı ihtiva eden bir otelle, altına bir de lokanta yaptırmıştır. 1909’da bu binayı yeniden yaparcasına tadil ederek oteli bugünkü şekline sokmuş ve buna karşı Ermeni cemaati 10 sene kendisinden kira almamıştır. Yine bu müteşşebis adam, 1902’de Tarabya’da Petelasların bir pansiyonunu satın alarak yerine yazlık bir otel yaptırmış ve 1913’de Yataklı Vagonlar Şirketi’nin Summer Palas Oteli’ni de 18.000 liraya satın almıştır. Mığırdıç Tokatlıyan adında da belli olduğu gibi Tokatlı bir Ermeni olduğu hâlde, o devirlerde âdet olduğu gibi kapitülasyonlardan faydalanarak daha serbest yaşayabilmek için Rus tâbiyetine girmiş ve bu vaziyet Türklerce bilindiği için 1914 Dünya Harbi başlangıçında otelin genç nümayişçiler tarafından tahrip edilmesinden çekinerek idareyi damadı Medoviç’e bırakmış, Avrupa’ya gitmiş ve nihayet 1950’de Fransa’nın Cannes şehrinde ölmüştür. Medoviç’de siyasi havaya göre otele farklı devletlerin bayraklarını asma yoluna gitmiştir. Medoviç, I. Dünya Harbi sonunda mağlup olan Almanların tâbiyetinden 152 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Avusturya tâbiyetine geçerek otele Avusturya bayrağı asmış, bu hareketi Tokatlıyan’ınki gibi hoş görülmediği için o da İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştır. Bugün İstanbul’da ve Tarabya’daki oteller İbrahim Gülten adına birinin elindedir. Tarabya’daki yazlık otel 1954’te yanmış olduğu için şimdi daha çok katlı ve odalı tam kagir olarak yeniden yaptırılmaktadır. İnşaatı yarıda kalan bu otel Ağustos 1957 de 4.000.000 liraya Emekli Sandığı tarafından satın alınmıştır. Summer Palas ise otellikten çıkarılıp ev hâline getirilmiştir. 3. Park Otel Yine bu devirde ilk büyük otel olarak Park Otel’i görüyoruz. Bu otelin geçirdiği macerada şehir tarihinde dikkati çekecek bir mahiyettedir. Baron Blanc adında zengin bir İtalyan hariciyecisi 3 Ocak 1887 tarihinde İstanbul’a İtalyan sefiri olarak gelmiştir. O tarihte İtalyan Sefarethanesi Tepebaşı’nda ve bahçenin karşısında şimdi Kasa İtalyana denilen binada bulunuyordu. Baron Blanc bu bitişik ve sıkışık durumdan ancak Tepebaşı bahçesinden Haliç’i görebilen binada oturmayı uygun bulmayarak, kendi parası ile Ayaspaşa’da Alman Sefarethanesi sırasında geniş bir yer alıp, orada İtalyan mimârlarına zarif bir bina yaptırıp sefir bulunduğu müddetçe burasını sefarethane olarak kullanmıştır. Binanın iki tarafında kagir birer kısımla ortasında bir villa bulunmakta ve binanın en zarif yerine de bu ahşap kısım teşkil etmekte idi. 1890 senesi Mart ayında İtalyan veliahtı III. Victor Emanuel İstanbul’u ziyaret ettiği zaman, bu binada oturduğu gibi yerli yabancı kadın ve erkek yüksek sosyete mensuplarını burada kabul ettiğini ve aynı günde II. Abdülhamid’in huzuruna kabul edilmiş olduğunu o zaman bu merasime iştirâk etmiş bulunan şair bir Türk hanımının hatıratından öğreniyoruz. Baron Blanc, 11 Şubat 1886’da İstanbul’a gelmiş ve 25 Ekim 1891’de İstanbul’dan ayrıldığı zaman yaptırdığı binayı sefarethane ihdihas edilmek üzere, nedense kendi hükûmetine bırakmamış ve alelacele satılığa çıkarmıştır. Zamanın hükümdarı II. Abdülhamid sefire bir iyilik olsun diye mi, yoksa orasının yabancı bir devlete geçmemesi için mi, her nedense binanın hükûmetçe satın alınmasını irade etmiş ve bina bu suretle hükûmete mal olmuştur. II. Abdülhamid, İran Sefarethanesi’nden başka bütün seferet binalarının Beyoğlu taraflarında bulunmasına ve sefirlerin hariciye nazırları ile vazife icabı sık sık evlerinde ziyaret etmeleri mutat olması, her hariciye nazırı değiştikçe başka semtlerden münasebetli münasebetsiz binalarda oturan hariciye nazırlarını bu müşkül durumdan kurtarılarak aynı zamanda hükûmetin şerefini de korumak maksadı ile sefarethaneler muhitinde bulunan bu binayı Hariciye Nazırlarına konak olarak tahsis ettirmiştir. Bu sırada Osmanlı Hariciye Nezaretinde Ahmet Tevfik Paşa bulunuyordu. Binada ilk defa yerleşen bu paşa olmuştur. Bina 1897’de hükümdarın iradesi ile paşaya temlik edilmiştir. 1897’de Osmanlı-Yunan Harbi’nin muvaffakiyetle neticelenmesinde hizmetleri dokunan nazırlarla birlikte kendisine verilmek istenilen parayı: “Ben ancak vazifemi yaptım“, diye kabul etmemesi üzerine temlik muamelesinin yapıldığını Paşa’nın yakınları söylemektedir. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 153 Tevfik Paşa’nın Hariciye Nazırlığı fasılasız olarak 1895’ten 1908 senesine kadar 12 sene sürmüştür. Paşa’nın hâl tercümesinden bahseden ansiklopedilerin “1908 inkılâbından sonra dürüst ve namuslu oldukları için mevkilerini muhafaza eden devlet adamlarından biri“ diye tavsif ettikleri Ahmet Tevfik Paşa’nın gerek sulh aktetmekteki hizmetini, gerek bu meziyetinin II. Abdülhamid tarafından da takdir edilmiş olmasından da olacak, adı geçen bu bina paşanın emlâkinden alınmamıştır. Bu devirde hükümdarın kanun mahiyetinde olan iradesi ile milli emlâk şuna buna ihsan olunduğu gibi ölen bir adamın birinci derecede varisi bulunmadığı takdirde bıraktığı emlâk ve paralar Evkâf İdaresi’ne intikal etmekte idi. Bununla beraber birçok kimselerin müracaatları üzerine mahlul denilen bu türlü emlâk padişahlarından o gibilere ihsan edilirdi. 1908 inkılâbından sonra çıkan bir kanunla bu türlü emlâkın geri alınması cihetine gidilmiş ve Ahmet Tevfik Paşa’nın uhdesinde bulunan bina da bu türlü ihsanlardan olduğu sanılarak istirdadına teşebbüs olunmuş ise de, Paşa’nın namusunun inkılâpçılar tarafından da takdir edilmiş bulunmasından binanın istildatı cihetine gidilmemiştir. Hükûmetin bu hareketine karşı Ahmet Tevfik Paşa’nın da uzlaştırma ve ortalama bir tedbir olmak üzere Baron Blanc villasının en güzel yerini yani ortasındaki ahşap köşkü Osmanlı Hariciye Nazırlarının ikâmetlerine tahsis etmek suretiyle bir cemile göstermiş ve kendisi villanın kagir müştemilatına çekilip vefatına kadar orada oturmuştur. Bu cemileden sonra binaya Hariciye Nazırı sıfatıyla işgal eden Asım Bey’in nazırlığı (20 Kânunuevvel 1327/1911-9 Temmuz 1328/1912) de binanın bu kısmı da yandığından hariciye nazırlarının istifadesi imkânı bu suretle ortadan kalkmıştır. Yangından kurtarılan kısım 1911’den 1928 senesine kadar bu hâli ile kalmış ve o tarihte Tevfik Paşa hayatta olduğu hâlde oğulları tarafından binanın yanmamış olan kagir kısımları 18 odalı bir otel hâline getirilmiştir. Otel güzel tarh ve tanzim edilmiş bir park içinde bulunduğu için adını bu parktan alır. Park Otel’nin bulunduğu yerin Boğaz’a, Marmara’ya ve İstanbul ile Üsküdar’a fevkâlade nezareti olması itibariyle az zaman içinde çok rağbet görmüş ve bunun üzerine 1934’te 47, 1938’de 73, 1952’de 45 oda yapılarak bütün odaların sayısı 175’e çıkarılmıştır. 1955’te otelin karşı sırasındaki müştemilatına 25 oda daha yaptırılarak oda sayısı 200 olmuştur. 175 odanın 60’ı tek banyolu, 15’i tek banyosuz, 90’ı çift banyolu, 10’u çift banyosuzdur. Yeni ilave olunan 25 oda hakkında esaslı malumat alınmadı. Her hâlde basit bir kısım olmalıdır. Hilton ve Divan otelleri yapılmadan önce Park Otel’i İstanbul’un otel ihtiyacını tek başına karşılamıştır. Tevfik Paşa oğullarının bir harabeden hususi sermaye ile böyle bir otel vücuda getirmeleri cidden takdire şayandır. 4. Hilton Oteli Yalnız İstanbul’un değil, Türkiye’nin en büyük otelidir. Hükûmet, ilk defa malî bir müesseseyi, Emekli Sandığı’nın yabancı sermayesine iştirak ettirerek yaptırdığı bir oteldir. Yeri ve inşaat parası Emekli Sandığı tarafından temin edilmiş, planı Amerika’da birçok otelleri bulunan milletlerarası otelcilik şirketi Hilton tarafından Skidmore Owings Merrill tarafından yaptırılmıştır. İç tezyinatında Türk sanatkarı Yüksek Mimâr 154 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Sedat Hakkı Eldem çalışmıştır. Otelin yeri 54.000 metrekare tutar. Bu yer 25.000.000 liraya belediyeden satın alınmıştır. Bahçe kısmı 35 dönümdür. İnşasına 17.000.000 dükkânlarına 800.000 havuza 2.300.000 lira harcanmıştır. Mefruşat, mutfak takımı halı vesaire kâmilen Emekli Sandığı’nın malıdır. Hilton yalnız otelin işletmesini üzerine almıştır. Net karın 3/2’si Sandığı’n, 1/3’ü Hilton’undur. Otel’in inşasına 1952’de başlanmış, Mart 1955’te otel tamamlanmıştır. Otel 10 Haziran 1955’te törenle açılmıştır. Açılmadan önce 20 gün müşteri kabul ederek işletme tecrübesi yapılmıştır. Bina 8 kat yatak kısmı ile zemin ve üst katlarda çeşitli tesisleri havidir. Otelde 280 oda vardır. Otelin odalarında karyola ve yatak görülmez, görünüşü dayalı döşeli bir oturma odasını andırır. Üzerlerinde oturulan eşya aynı zamanda yatak vazifesini de görür. Yataklar pamuktan değil lastiktendir. Bu tarz yatağın elastikiyeti daimi surette muhafaza edilir. Her odanın bir balkonu vardır. Banyolar ve tuvalet yeri odanın içindedir. Otelde zil tertibatı yoktur. Çağırma telefonladır. Bundan dolayıdır ki koridorlar, salonlar sesiz sedasızdır. Asansör gürültüsü bile işitilmez. Her odada ikişer yatak bulunur. Tek yataklı oda yoktur. İkinci boş yatak için ufak bir ücret alınır. Her oda icabında iki taraftan birer oda ilavesi ile 4 odalı birer apartman dairesi hâline getirilebilir. Otelin 7 katının şimâle ve cenuba bakan köşeleri öteki odalardan daha konforlu ve daha geniştir. 8. kattaki köşeler ise hepsinden geniştir. Bunun birisine Karadeniz, ötekisine Akdeniz dairesi derler. Hükümdarlar ve zenginler burada ikamet ederler. Emekli Sandığı ile Hilton arasındaki işletme mukavelesi müddeti 20 senedir. Bu müddet bitince taraflar isterlerse devam edebilirler. 5. Divan Oteli Bu otel, Park Otel’inden sonra hususi sektörler tarafından yaptırılan ikinci oteldir ve ileri gelen iş adamlarımızdan Vehbi Koç’un Turistik İşletmeler Limited Şirketi tarafından yaptırılmıştır. Taksim Cumhuriyet Caddesi’nde ve Taksim Bahçesi’nin köşesine rastlayan arsaya inşasına 21 Temmuz 1952’de başlanmış ve 16 Ocak 1955’te hizmete açılmıştır. İnşaatın projesi Yüksek Mimâr Rükneddin Güney tarafından hazırlanmış ve halı, mobilya ile benzerleri malzeme Türkiye’de yaptırılmıştır. Bir zemin, bir asma kat ve 7 yatak odası katından ibaretir. Manzarası çok güzel olan üst kattan, teras bahçesi olarak faydalanılmaktadır. Her katta 14’er oda vardır. Bunların 12’si banyolu, diğer ikisi duşludur. Odaların tertibinde, icab ederse, bir ailenin rahat edebilmesi temin maksadı ile apartman hâlinde kullanılabilecek imkânlar temin olunmuştur. 8.000.000 Türk Lirası’na mal olan Divan Oteli, Türkiye’nin milletlerarası çapta inşa edilen lüks turistik otellerinden biridir. 80 odasında 140-150 yatağı, ıstırahat ve yazı salonları, 400 müşteriye servis yapabilecek lokanta, Amerikan bar, pastahane, cafe bulvar, kadın ve erkek berber salonları en modern otelcilik malzemesi tekniği ile techiz edilmiştir. Otelin idaresinde çoğu Türk olmak üzere 186 personel bulunmaktadır. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 155 XII.TÜRKİYE’DE MOTELLER Turistik tesisler arasında garp ülkelerinde en son ortaya çıkmış olan motellere155 de bu kitapta yer vermek, herhalde bu müesseseyi yeni başlayan tarihi bakımından faydalı olacağını sanıyorum. Bu tesisler daha ziyade şehirler arsında ve şoseler üzerinde yahut yakınlarında kurulmaktadır. İlkin Amerika’da başlamış ve yayılışı son 10-15 seneler içinde olmuştur. Türkiye’de ise binası da adı da ancak 1957 senesi ortalarında işitilmeye başlanmıştır. Bu tarihlerde Shell petrol şirketi tarafından birisi İstanbul Yakacık’ta 15, ötekisi Bolu’da Ayrılık Çeşmesi mevkinde 21 odalı iki motel yaptırılıp, müşterilerine kapılarını açmıştır. Shell’in bu girişimi Türkiye’deki diğer petrol şirketlerinin de takip edeceği şüphesizdir. Shell şirketinin 3. moteli de Toroslar’da kuracağı öğrenilmiştir. Türkiye Turizm Bankası’nın da Türkiye’nin bazı yerlerinde moteller açacağından bahsedilmektedir. Diğer taraftan şehrimizde kurulan Turist-Seyahat Anonim Şirketi statüsünde moteller tesisi edileceği yazılı ise de, henüz faaliyete geçmek üzere olan bu şirketin nerelerde ve ne vakit moteller açacağı öğrenilememiştir. Moteller hakkında söz söylemek ve yazı yazmak hususlarında en salahiyetli bir zat olan Yataklı Vagonla Şirketi Türkiye Mümessili Hüsnü Sadık Durukal arkadaşımın bir yazısını müsâdeleri ile aşağıya kaydediyorum. Bu suretle bu en yeni müessesenin tarihini de bu eserdeki benzerleri arasında bulundurmuş oluyorum. “Bir kaç sene evveline kadar hiç işitmediğimiz motel kelimesi de artık her tarafta kullanılmaktadır. Motor ve otel kelimeleri kısıltarak elde edilmiş olan “motel” Atlantik’in öbür tarafından Avrupa’ya gelmiştir ki, otomobille seyahat edenlere mahsus otel demektir. Amerika’da yol seyrüseferinin çok mütekâsif ve şehirler arasındaki mesafelerinin büyük olması otomobilli yolcular için motellerin vücude getirilmesini gerektirmiştir. Eski zamanlarda arabalarla ve at sırtında yapılan seyyahatlerde menzilhaneler ne idi ise, bugünkü otomobilli yolcular için dahi motel aynıdır. Moteli bildiğimiz klasik otelden ayrılan husûsiyet motelin hem yolcunun, hem de arabanın ihtiyaçlarını sağlamakta olmasıdır. Otomobil yolcusunun gürültülü şehir ve kasabaların haricinde ve takip edecekleri yolların yakınlarında gecelemek ihtiyacında olması ve bütün gün direksiyon başında yorgun düşen bu yolcunun süratle bir lojman bulmak arzusu motelleri meydana getirmiştir. Otomobil yolcusunun bu arzusunu yerine getirmek, kendi evinde bulunduğu hissini vermek için motellerin yolcu kabulü formalitesi de pek basit bir şekle sokulmuştur. Müşteri motelin resepsiyon servisin müracaatla ücret öder ve odasının anahtarını alarak arabasıyla geceleyeceği odanın bulunduğu yere kadar gider. Birleşik Amerika’da sayısı 50.000’i geçen moteller, bazen tek katlı ve etrafı verandalı olup müşteri gece kendisine lüzumlu olan eşyasını kolaylıkla 155 Motorlu taşıtlarla seyahat eden kişilerin ihtiyaçlarını gördüğü otellerdir. Türk gramerinde mühmelat denilen bir ıstılah vardır. Manası olmayan kelimeler için söylenir. Kitap mitap, kapı mapı, gibi ikinci kelimeler bu çeşitlerdendir. Otelle birlikte motel dersek tam bir yukarıda söylenen manasız sözlerden olur. Bilakis otel gibi mühim bir tesisi ihtiva eder. Çünkü bu kelime motor ve otel kelimenlerinin kısaltılarak bir araya getirilmiş şeklinden ibarettir. 156 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri yanına alabilmesini sağlayacak tertibatlıdır. Odasında ekseriya alâminüt yemeklerin hazırlanması için kapkacak da bulunur. Ayrıca müşteriye arabasının bakımını ve müteakip menzile kadar gitmesini sağlamak için motellerde küçük bir servis istasyonu da vardır. Müşteri ertesi sabah anahtarını odanın kapısı üzerine bırakarak hiç kimseye haber vermeden motelden ayrılır. Yanlışlıkla anahtarını beraberinde götürmüş ise farkına vardığı yerde bir kutuya atar ve oradan anahtar motele gönderilir. Avrupa’da hayat şartları Amerika’ya benzemediğinden otomobil ile seyrüsefer Amerika derecesinde kesafet arz etmez. Mahâzâ son seneler zarfında Avrupa’da da otomobilli turist sayısı gittikçe artmakta olduğundan motel ihtiyacı da kendini hissettirmeye başlamıştır. Bununla beraber, bazıları Avrupalıların zevkine uygun olmak şartıyla Amerikan tipi motel tesisi de düşünülmüştür. Hâlen Avrupa’da 30 kadar motel işletilmektedir. Nice ile Cannes arasında bulunan Antibes mevkinden 3 km mesafedeki 40 odalı Cote d’azure Moteli banyo ve tuvalet gibi tertibatla techiz edilmiş ve geçen Temmuz’dan beri kapılarını müşterilerine açmış bulunmaktadır. Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde seyahat edecek otomobilli yolcular için de karayollarımız üzerinde ve benzin istasyonlarının bazılarında moteller açılması herhâlde dahili turizmin inkişafı bakımından faydalı olacağı mülâhazasındayız.“ Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 157 XIII.EKLER 1. Eski İstanbul Han ve Otelleri İstanbul kagir, ahşap eski ve yeni bütün han ve otel çeşitlerini sinesinde toplamış olan bir şehirdir. İstanbul’un fetih tarihi olan 1453’ten 1833 senesine kadar geçen 453 sene içinde İstanbul’da yapılmış olan han, otel ve bekâr odaları ki cem’an 488 binayı ve o binalarda barınan kimselerin sayısını gösteren bir vesikaya sahibiz. Bu vesika 1883’te Avrupaî şekilde ilk defa yapılan umumi bir nüfus sayımı dolayısıyla meydana gelmiştir. Bu vesikada hanlarla beraber resmi daireler, mabetler, hastahaneler, medreseler, mektepler ve tekkeler de birer birer gösterilmiş ve sayım esnasında buralarda bulunan erkek kadın nüfusu binaların her birinin adları da sırasıyla gösterilmiştir. Yine bu vesikada İstanbul’un o devirde ayrılmış olduğu 10 belediye dairesinde bulunan 518 mahallenin adları ile her mahallede bulunan ev, dükkân, oda, hamam, bahçe, arsa, vesair binalar gösterilmiştir. 73 sene önce yapılmış olan bu vesikaya benzer bir ikincisini göremedim. İstanbul Müzeleri Müdürü Rahmetli Halil Edhem Bey, bu vesikanın hazırlanmasında kendisinin de emeği bulunduğunu ve içindeki grafiğin kendisinin yapmış olduğunu bu acize bir konuşma sırasında söylemişti. Filhakika bu sayımın yapıldığı senede Halil Edhem Bey Avrupa üniverstelerindeki tahsilini bitirerek İstanbul’a gelmiş, bir yandan memuriyete bir yandan da muallimliğe başlamıştı. Böyle milli ve ilmi işlerle de hizmetlerde bulunduğunu öğreniyoruz. Eserde kayıtlı bulunan hanlarla otellerin ve bekâr odalarının sayısı 188’dir. Hanlarla otellerin adları hududu içinde bulundukları daire sırasıyla karışık bir şekilde yazılmıştır. Bunları bir sıraya koyup öyle arz ediyorum. Hanların adları karşısında görülen nüfus sayıları onların hangilerinin daha büyük olduğunu da bir dereceye kadar göstermektedir. 150’den ziyade nüfusu olan hanlardan bir kaçını burada sırasıyla arz ediyorum. Hoca Paşa (Sirkeci) 151 Kebeci Hanı (Örücüler Kapısı, Kapalı Çarşı) 164 Bodrum Hanı (Bit Pazarı, Kapalı Çarşı) 203 Küçük Çatal Hanı (Parmakkapı, Bayezid) 192 Kürkçü Hanı (Mahmutpaşa Yokuşu) 217 Valide Hanı (Çakmakçılar Yokuşu) 552 Vefa Hanı (Vefa) 287 Büyük Çatal Han (Parmakkapı, Bayezid) 192 158 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Taş Han (Lâleli) 596 Büyük Yıldız (Esir Pazarı, Çarşıkapı) 217 Hüseyin Bey (Unkapanı) 201 Balaban (Kasım Paşa) 193 Yeni Han 153 Büyük Yeni Hanı’nın Ön Cepheden Görünümü Bu hanların bir kısmında meselâ Lâleli’deki Taş ve Hüseyin Bey Hanlarında rençberler ve ırgatlar barınmakta, Valide Hanı’nda ise münhasıran İranlılar bulunmakta kalanları da ticaretle meşgul olanlar otel olarak kullanmakta idi. Bu sayılan hanların yalnız erkek nüfusu göstermek itibariyle birer Aynoroz Manastırı’nı andırır. Bununla beraber yarı yarıya hem erkek, hem kadın nufüsunu gösteren hanlar da vardır. Bu çeşit hanların oda oda fakir ailelerin barınmasına yaradığı zannedilmektedir. Bunlardan Üsküdar’da bulunanları başkaca dikkati çekmektedir. Bu gibilerin adlarını ve barındırdıkları nüfus miktarlarnı aşağıya kaydediyorum. Burak Hanı Erkek 40 Kadın 26 Abdullah Ağa Hanı 41 7 Tombul Ali Ağa 56 8 Tahir Efendi 38 40 Ali Efendi 138 115 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 159 Bu çeşit hanların tahtadan yapılmış eski hanlar olduğu zannedilmektedir. Anadolu’ya şimdendifer yapıldıktan sonra hayvan ve araba yolculuğu yavaş yavaş terk edilmiş olduğundan Üsküdar’ın bu semtlerinde bulunan eski hanlar bu suretle iskâna tahsis edilmiştir. Aşağıda gösterilen İstanbul cihetindeki hanlar ise fakir halkla meskûn semtlerde iskâna yine bu suretle kullanılmış olduğunu göstermektedir. Erkek Kadın Türbeli (Kasımpaşa Dere Boyu) 28 14 Arabacı (Üsküdar Atpazarı) 128 85 Küçük Yeni (Üsküdar Atpazarı) 82 11 Celep (Zeyrek) 67 5 Feyzullah (Ayvansaray dışı) 42 32 Uzun (Esir Pazarı, Çarşıkapı) 47 3 Hayrullah Paşa (Esir Pazarı, Çarşıkapı) 84 64 Doğramacı (Deve Hanı, Fatih) 22 20 Sarı (Parmakkapı, Çarşıkapı) 20 49 Ali Bey Çukurçeşme (Laleli) 41 31 Hanların adları hep bir arada kalmamış, sahipleri değiştikçe adı ada değişmiştir. Bu değişiklikte eski adı iyice şöhret bulmuşsa yenisinden başka namı diğer kaydı ile eski adı da gösterilmiştir. Bazen da yarısı başkasına satılan bir han ikiye bölünerek birisi “Yarım Han” adını almıştır. Çatal şeklinde yapılan hanların küçük yahut büyük kısımları bir başkasının eline geçince gibilere “Büyük Çatal, Küçük Çatal” adları veriliştir. İstanbul hanları arasında Taş Han adına da çok rastlanır. Bu türlü hanlar bir tarafı çürük çarık tahta binalarla çevrilmiş olan semtlerde kagir olarak taş ve tuğla ile yapılan biralara verilen adlardandır. Nitekim mahallelerde tahta evler arasında kagir ve kubbeli olarak yapılan sübyan mekteplerine “Taş Mektep” denildiğini görüyoruz. Hanlara verilen bu adlar başka bir bakımdan da incelenmeğe değer. Meselâ, şapcı, aynacı gibi. Bu gibi hanlar ya o türlü sanatlarda şöhreti olan birisi tarafından yaptırılarak veya sonradan o gibi sanat yapanlar tarafından alınarak bu adları taşırlar; yahut da pek zayıf bir ihtimal olarak aynı sanatı bir arada yapan esnafın o hanı merkez ve makam ittihaz etmiş olmalarından ileri gelir. Bununla beraber münhasıran bir meslek ve sanata tahsis edilmek üzere yaptırılmış olan hanlar da yok değildir. Fakat bu gibilerin ihtisası uzun müddet sürmez, başka bir meslek ve sanata tahsis edilmiş olabilir. Bu görüşü biraz daha genişleterek meselâ Kürkçü Hanı Osmanlı ülkesinde kürk pek makbul hatta resmî elbise ve rütbe alâmeti olarak kabul edilip kullanıldığı devirde yalnız kürkçülere ve kürk alım satımına tahsis edilmiş olduğunu bir zaman için kabul edebilirsek de sonraları o ismi taşıyan hanlara başka sanat ve meslek erbabının da yerleşmiş olduğu kabul edilebilir. 160 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Nitekim Çuhacı Hanı hakkında böyle bir mütalâa yürütebiliriz. Bu handa bugün kâmilen kuyumcular çalışmaktadır. Çuhacılardan eser yoktur. Burasının Çuhacılar Hanı olmakdan ziyade adını bir çuhacının malı olmuş bulunmasından da alabilir. Büyük Yeni Hanı Diğer bir kısım hanlar da vardır ki içinden bir taraftan diğer tarafa yol geçilir. Bu gibilere de “Yol Geçen Hanı” denilir. Hanların bir kısımları yapanların adlarını taşırlar. Köprülü, Ali Paşa, Hacı Halil Efendi, Mehmet Ali Paşa gibi. Meslek guruplarına göre: Kebeci, Kürkçü, Çuhacı, Helvacı, Peştamalcı, Şekerci, Saatçi, Arpacı, Tanburacı, Boğaçacı, Çorapçı. Umumi veya işlevine göre: Çarşılı, Çamurlu, Sarnıçlı, Zincirli, Bahçeli, Türbeli, Sulu, Havuzlu, Kurşunlu, Meyhaneli, Tulumbalı, Aynalı, Gazinolu. Rengine göre: Sarı, Kırmızı, Yeşil, Alaca. Ünvanlara göre: Bey, Efendi, Ağa, Paşa, Şeyh. İstanbul hanlarının 1883’ten bu yana zelzeleler ve diğer zararlar dolayısıyla çoğu yıkılmış, bu hanlar yerini başka binalara bırakmışlardır. Yine o tarihten bugüne yol ve meydan açmak gibi beledî zaruretler dolayısıyla bilhassa şu bulunduğumuz zamanlarda geniş ölçüde yapılan imâr hareketleri yüzünden pek çoğu tarihe karışmışlardır. Bugün İstanbul’da doğru bir rakam olarak kaç tane han bulunduğunu bildirecek başka bir vesikaya mâlik değilim. Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 161 Büyük Yeni Hanı’nın Planı 2. İstanbul’daki Han ve Otellerin Listesi Adı: Abdullah Ağa Ada Adliye Agop Agop Efendi Agop Gürciyan Ahmet Bey Ahır Odaları Ahır Odaları Ahır Odaları Aktaroğlu Alamanya Oteli Aleksiyadi Ali Bey Ali Bey Ali Efendi Ali Paşa Ali Paşa Ali Paşa Ali Paşa Ali Paşa Ali Veli Altunî Mehmet Efendi Yerİ: Üsküdar Galata Bab-ı Âli Esir Pazarı (Çarşıkapı) Orta Bahçe (Beşiktaş) Galata Atik Zaptiye Üsküdar Kasımpaşa Haydarpaşa Dolapderesi Galata Voyvada Caddesi/Karaköy Çukur Çeşme Uzun Çarşı Üsküdar Kapalı Çarşı Yorgancılar Gedik Paşa Unkapanı Mercan Yokuşu Kantarcılar Tekirdağ İskelesi Sultanhamamı 162 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Ambassador Oteli Anadolu Andon Bey Arab Arabacı Arif Bey Arpacı Arpacı Arpacıoğlu Arslan Astarcı Aşir Efendi Avizeli Avrupa Aynacı Aynalı Büyükdere Galata Galata Fatih (ve Hanı) Atpazarı Asma Altı Üsküdar Et Meydanı Esir Pazarı (Çarşıkapı) Balık Pazarı Kapalı Çarşı Örücüler Sultanhamamı Sultanhamamı Sirkeci Fincancılar Fincancılar B Bahçeli Bahçeli Bahçeli Bahçeli Bakkal Bakkal Bakkal Bandırma Bakırcı Bakır Baltacı Baltacı Baltacı Balkapanı Balıkçıoğlu Balaban Bareton Binbaşı Bekir Ağa (nam-ı diğer Ömer Ağa) Bezanis Oteli Bizans Bizans Billur Boncukçu Yenişehir Aziz Caddesi Pangaltı Büyük Karaman Küçük Karaman Dolapderesi Yedikule Galata Sultanhamamı Kasımpaşa Kalpakçılar Mahmutpaşa Çarşısı Perşembe Pazarı Balkapanı Hancı Çarşısı Üsküdar Kasımpaşa Voyvoda Caddesi / Karaköy Esir Pazarı (Çarşıkapı) Beyoğlu Galata Sirkeci Perşembe Pazarı / Galata Mahmutpaşa / Çakmakçılar Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 163 Bodrum Boğçacı Bostancıbaşı Borsa Bozacı Budak Buğdaycı Büyük Yeni Büyük Çatal Büyük Çorapçı Büyük Halil Paşa Büyük Kutucu Büyük Millet Büyük Nasuh Büyük Şekerci Büyük Şişeci Büyük Ticaret Büyük Yeni Büyük Yıldız Büyük Yıldız Büyük Yusuf İzzettin Büyük Zafran Behçet Efendi Bekçi Mustafa Bezci Bit Pazarı Yeni Cami Avlusu Asma Altı Galata Unkapanı Üsküdar Bahçekapı Çakmakçılar Yokuşu Parmakkapı Mahmutpaşa Galata Kutucular Galata Hasırcılar Asma Altı Marpuçcular Çakmakçılar Yokuşu Esir Pazarı (Çarşıkapı) Mahmutpaşa Çarşısı Büyük Karaman Galata Kapalı Çarşı Örücüler Mahmutpaşa Çarşısı Tavuk Pazarı Mahmutpaşa Çarşısı C Cafer Ağa Canbaz Cedit Baltacı Celal Bey Cebeli Attar Celep Celep Mahmutpaşa Çarşısı Asma Altı Hasırcılar Bahçekapı Tahmid Zeyrek Esir Pazarı / Yeniçeriler Caddesi Ç Çaça Çaldırcı Çamlı Çamurlu Galata Irgat Pazarı Kapalı Çarşı/Yorgancılar Yedikule 164 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Çarşılı Çarşılı Çavuşbaşı Çenberli Çiçekçibaşı Çifpos Çinili Çuhacı Çukur Çukur Çukur Beyoğlu Marpuçcular Hasırcılar Beyoğlu Tahtakale Perşembe Pazarı Çakmakçılar Kapalı Çarşı Mercan Yokuşu Asma Altı Kapalı Çarşı/Örücüler D Dayır Değirmen Delanpe Demircibaşı Deposyo Oteli Despar Oteli Dibülbül Dilsepta Doğramacı Doğramacı Dörop Oteli Karaköy Karaköy Beyoğlu Galata Büyükdere Büyükdere Büyükdere Galata Parmakkapı / Beyoğlu Fatih (Deve Hanı) Beyoğlu E Ebreme Salya Oteli Ebe Ekmekçi Emin Ağa Emperial Emin Paşa Emirler Ermeni Esad Efendi Evliya Evliya Galata Galata Tahtakale Tahtakale Beyoğlu Çemberlitaş Unkapanı Unkapanı Sultanhamamı Kapalı Çarşı/Yorgancılar Mercan Yokuşu F Fesçi Sait Fesçi Sait (diğer) Uzun Çarşı Uzun Çarşı Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 165 Filibe Polis et. Fincancı Fındıklıyan Franguli Feyzullah Feyzullah Feyzullah Sirkeci Uzunçarşı Çiçek Pazarı Perşembe Pazarı Üsküdar Ayvansaray Edirnekapı Dışı G Gazinolu Gelin Glavani Grand Britanya Oteli Güneş Gürcü Mahmutpaşa Çarşısı Kadıköy Perşembe Pazarı/Galata Beyoğlu Galata Asma Altı H Hacı Halil Ağa Hacı Hafız Hacı Halil Efendi Hacı Hüseyin Efendi Hacı İbrahim Efendi Hacı İsmail Hacı Mahmud Hacı Osman Haçaryan Hafafyan Halil Efendi Halil Efendi Han Hanımyan Han-ı Halil Hamdi Paşa (nam-ı diğer Reşat Paşa) Haraççı Haraççı Hasan Efendi Hasan Paşa Hatice Hanım Havyar Havuzlu Üsküdar Galata Eyüp / Çölekçiler Ayvansaray Cibali Yeni Cami Avlusu Tahtakale Altımermer Asmalı Mescid Voyvoda Caddesi Tahtakale Fatih / Deve Hanı Beykoz Galata Alacahamam Perşembe Pazarı Asma Altı Çiçek Pazarı Ahırkapı H.Paşa Karakolu H.Paşa Deresi / Beşiktaş Karaköy Mahmutpaşa 166 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Hayrullah Haznedar Ağa Helvacı Hoca Paşa Hoşkadem Hüngarya Oteli Hüseyin Bey Esir pazarı/Kapalı Çarşı Tavuk Pazarı Et Meydanı Sirkeci Üsküdar Beyoğlu Atlamataşı/Unkapanı İ İbret İlpalya İmam Efendi İmam Eli İmam Eli İplikçi İsmail Efendi İspiros İstanbul Oteli İstanbul İstanbul Ağası İzmit Oteli İzmiroğlu İzzet Kavas Galata Galata Esir Pazarı Mercan Yokuşu Fatih/Deve Hanı Irgat Pazarı Esiri Pazarı Tophane Beyoğlu Sirkeci Kapalı Çarşı Yorgancılar Galata Mahmutpaşa Çarşısı Fatih K Kadı Kumru Kadıoğlu Kadri Paşa Kahve Bekâr Odası Kaliçoçiler Kalo Oteli Kamanto Çarşısı Kamanto Kamanto Kamanto (nam-ı diğer Billur) Kanber Oteli Kanbur Kapalı Galata Kaptan İstavri Oteli Karakaçan Mercan Nalburlar Parmakkapı Üsküdar/Salacak Mahmutpaşa Çarşısı Büyükdere Beyoğlu Mahmutpaşa Çarşısı Karaköy Karaköy Perşembe pazarı / Galata Asma Altı Köprübaşı Karaköy Dolapderesi Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 167 Karakuş Karakulak Kasap Ahmet Kasap Şakir Efendi Kasap Süleyman Efendi Kasım Bey Kaşıkçı Kaymakçıoğlu Kebapçı Kebapçı Kebeci Kebeci İsmail Kehribarcı Kelle Kesen Kepekçi Keresteci Keriz Kerpiç Kezzapçıoğlu Kigork Kigork Bey Kilise Kilit Kireçhane Odaları Kireçhane Kireçhane Odaları Kılavani Kırdiri oteli Kırmızı Kırmızı Kırmızı Kızlarağası Komisyon Kolonis Oteli Koltuk Kömürcü Kumrulu Kundakçı Kuron Oteli Kurşunlu Kurşunlu Kuruvarsan Galata Bayezid Esir Pazarı/Yeniçeriler Çarşısı Esir Pazarı Kapalı Çarşı Esir Pazarı Kapalı Çarşı Tophane Mahmutpaşa Çarşısı Kasımpaşa Kapalı Çarşı/Kürkçüler Tahtakale Kapalı Çarşı/Örücüler Unkapanı Bayezid Çadırcılar Üsküdar Atpazarı Asma Altı Irgat Pazarı Alaca Hamam Tekirdağ İskelesi Voyvoda Sadddesi Üsküdar Fincancılar Yokuşu Üsküdar Kasımpaşa Üsküdar Voyvoda Caddesi Beyoğlu Ortabahçe / Beşiktaş Pangaltı Beyoğlu Mercan Yokuşu Karaköy Beyoğlu/Tepebaşı Üsküdar Galata Çakmakçılar Yokuşu Tahtakale Beyoğlu Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı Kürelciler Büyükdere 168 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Kuşakçı Kuşcubaşı Küçük Çatal Küçük Çatal Küçük Çorapçı Küçük Çukur Küçük Hamam Küçük Kutucu Küçük Halil Paşa Küçük Millet Küçük Mustafa Paşa Küçük Nasuh Küçük Raif Ağa Kürkçü Sait Küçük Şekerci Küçük Yeni Küçük Yeni Küçük Yeni Küçük Yıldız Küçük Yıldız Küçük Yunus İzzettin Küçük Zafran Külahçı Kürkçü Kürekçi Kapalı Çarşı/Örücüler Hasırcılar Parmakkapı Kapalı Çarşı/Örücüler Mahmutpaşa Çarşısı Çukur Han / Asma altı Kasımpaşa Kutucular Galata Köprüsü Başı Galata Çakmakçılar Hasırcılar Kasımpaşa Defterdar / Eyüp Mahmutpaşa Çarşısı Kürekçiler / Galata Atpazarı Mahmutpaşa / Çakmakçılar Alacahamam Mahmutpaşa Çarşısı Tophane Kapalı Çarşı / Örücüler Yeni Cami Avlusu Mahmutpaşa Çarşısı Perşembe Pazarı L Laz Leblebici Liberti Oteli Lövir Oteli Luit Oteli Luksemburg Asma Altı Alacahamam Büyükdere Galata Galata Beyoğlu M Madam Edal Oteli Madam Kiroka Oteli Madam Laper Oteli Mahmudiye Manikoğlu Şişli Galata Büyükdere Alacahamam Galata Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 169 Maraşoğlu Mariçe Marino Matyo Mazhar Efendi Mehmet Ali Mehmet Ali Paşa Mehmet Bey Mehmet Efendi Mehmet Paşa Mehmet Sait Bey Memişoğlu Mercan Meyhaneli Meyhaneli Muavin Bey Mumcu Mustafa Paşa Muytap Müftü Misafirhane Mısır Oteli Mithat Paşa Kadıköy Sirkeci Büyükdere Çakmakçılar Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı Nuruosmaniye Galata Hasırcılar Tavuk Pazarı Sultanhamamı Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı Atik Zaptiye Mercan Yokuşu Tekirdağ İskelesi Odun Pazarı Tavuk Pazarı Üsküdar Çakmakçılar Atpazarı Tahtakale Galata Beyoğlu Sirkeci N Nafia Nakib Nakkaş Nalbant Nasuh Ağa Narlıyan Naomyas Noradokyan Nuvel Oteli Balık Pazarı Fatih/ Deve Hanı Çiçek Pazarı Fatih/ Boyacı Kapısı Fincancılar Yokuşu Galata Galata Galata Büyükdere O Osman Bey Osman Efendi Ortantal Oteli Otel Kıztaşı Atlamataşı/ Unkapanı Beyoğlu Beykoz 170 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri P Papasoğlu Pastırmacı Perdahçı Pertev Paşa Peştimalcı Peştimalcı Peştimalcı Petali Oteli Bahçekapı Mercan Yokuşu Kapalı Çarşı Fincancılar Et Meydanı Kırık Çeşme Çukurçeşme Tarabya R Raif Efendi Rasim Efendi Raşit Efendi Remzi Efendi Remzi Efendi Rıza Paşa Rıza Paşa Roman Oteli Ruili Rubiye Rüştü Efendi Kasımpaşa Bahçekapı Tekirdağ İskelesi Esir Pazarı/ Kapalı Çarşı Büyük Karaman Beşiktaş Dolapderesi Beyoğlu Sirkeci Kapalı Çarşı/ Kürkçüler Mercan Yokuşu S Saatçi Sabit Sabuncu Sabuncu Sabuncu Safder Sarı Sarı Sarı Ahmetoğlu Sarnıçlı Sarnıçlı Sarnıçlı Sarraf Sarraf Perşembe Pazarı/ Galata Ortabahçe/ Beşiktaş Uzun Çarşı Alacahamam Vezneciler Esir Pazarı Gedikpaşa Parmakkapı/ Beyoğlu Unkapanı/ Cibali Çaldırcılar Kemeraltı/ Galata Tavukpazarı Yorgancılar Üsküdar Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 171 Sarrafin Saksılı Oteli Sağrıcılar Sait Bet Salalar Salepçi Selânik Selânik Oteli Sepetçi Sepetçi Serape Oteli Server Paşa Sıdıka Hanım Silahtar Ağa Sinan Çavuş Sıra Odalar Sofcu Soğancı (nam-ı diğer Kuyumcu) Sorgucu Sucu Ömer Ağa Sulu Sulu Sultan Odaları Sultan Odaları Sultan Süleyman Paşa Sünbüllü Tekirdağ İskelesi Galata Testereciler Tahtakale Kasımpaşa Zindankapı Voyvoda Caddesi Galata Asma Altı Kalpakçılarbaşı Büyükdere Galata Esir Pazarı / Yeniçeriler Çar. Uzun Çarşı Mahmutpaşa Mahmutpaşa Yokuşu Nuruosmaniye Galata Kalpakçılarbaşı Ayvansaray Uzun Çarşı Büyük Karaman Mahmutpaşa Yokuşu Mercan Galata Kürekçi Köyü/ Divanyolu Çakmakçılar Yokuşu Ş Şakir Efendi Şamdancıbaşı Şapçı Şekerci Şekerci Şekerci Şekerci Şekerci Şerif Paşa Şerifler Şeyh Davut Küçük Karaman Ortabahçe/ Beşiktaş Bahçekapı Hamidiye Çarşısı Mahmutpaşa Fatih Çörekçi Kapısı Asma Altı Kürekçiler Çarşısı/ Galata Çakmakçılar Yokuşu Büyük Karaman Tahtakale 172 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Şeyhülislam Şirket Bahçekapı Esir Pazarı/ Çarşıkapı T Tahir Efendi Tahtalı Tahtalı Tahmis Takyeci Takvur Talakçı Tanburacı Tarakçı Taş Taş Taş Taş Taş Tavuk Tavukçu Tekke Oteli Ticaret Timur Timurbaşı Timurtaş Terakki Tombaz Tonbul Ali Ağa Tulumbalı Tunus Tu’ Oteli Türbeli Üsküdar Fatih Kürekçiler/ Galata Mahmutpaşa Çarşısı Asma Altı Kalpakçılar Kadıköy Parmakkapı/ Beyazıt Uzun Çarşı Mahmutpaşa Çarşısı Çukurçeşme/ Laleli Bahçekapı Galata Laleli Şehzadebaşı Üsküdar Kule Kapısı Galata Kürekçiler / Galata Kuşunlu Mağaza / Galata Tahtakale Sirkeci Yedikule Üsküdar Balık Pazarı Tahmis Tarabya Kasımpaşa U Ulaş Uzun Odun Kapısı Esir Pazarı/ Çarşı Kapı Ü Ütücü Ütücü Çakmakçılar Yokuşu Hasırcılar Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 173 V Valide Varakçı Vefa Vezir Viktorya Oteli Çakmakçılar Yokuşu Kapalı Çarşı Vefa Tavuk Pazarı Beyoğlu Y Yağcı Yağcı Yağcı Yağcı Yağhane Yağlıkçı Yâni Oteli Yanyalı Yaprakçı Yaldızlı Yarım Yarım Hacı Mahmut Yarım Laz Yarım Şişeci Yarım Taş Yelkenci Yeni Yeni Yeni Yeni Yer Yeşil Yeşildirek Yıldız Yıldız Yolgeçen Yolgeçen Yolgeçen Yonoyi Poli Yorgancı Yusufyom Yunus Odaları Nuruosmaniye Odun Kapısı Üsküdar Gedikpaşa Üsküdar Tavuk Pazarı Büyükdere Çakmakçılar Yokuşu Hasırcılar Mercan Yokuşu Mahmutpaşa Zindankapı Asma Altı Marpuçcular Kapalı Çarşı / Yorgancılar Kürkçü Kapısı/ Galata Kalyoncu Kulluğu Fincanlılar Yokuşu Galata Meyvahoş Gümrüğü Malya Çarşısı Tavuk Pazarı Kıble Çeşmesi Karaköy Kürekçiler/ Galata Kalpakçılarbaşı Bit Pazarı Kapalı Çarşı/ Örücüler Galata Unkapanı Alacahamam Kasımpaşa 174 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Yüksek Yüksek Yüncü Nuruosmaniye Mahmutpaşa Çarşısı Kapalı Çarşı/ Yorgancılar Z Zaharyan Zarif Mustafa Paşa Zincirli Zincirli Zincirli Zincirli Zincirli Zincirli Zindan Ziver Bey Kasımpaşa Büyük Karaman Kapalı Çarşı/Aynacılar Üsküdar Topçular/ Sur dışı Kapalı Çarşı Galata Unkapanı Zindan Kapısı Kürekçiler/ Galata Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 175 3. Selçuklu-Osmanlı Hanlar ve Kervansaraylarının Listesi Bulunduğu Yer Adana Abolyont Afşin Afyon Afyon- Akşehir arası Akşehir- Ilgın arası Aksaray- Nevşehir arası “ “ “ “ “ “ Aksaray-Kayseri arası “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ Aksaray-Ilgın arasında “ “ “ Aksaray-Ürgüp arasında Aksaray-Obruk arasında Altınapa-Derbent arasında Alanya-Konya arasında “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ “ Antalya Antalya-Afyon arasında “ “ “ Antalya-Eğirdir arasında “ “ “ Amasya-Havza-Kavak Yolunda Aziziye Bakras (Amik Ovası’nda) Bitlis Bolu Bolvadin Bolvadin-Çay arasında Burdur-lsparta arasında Boyabad-Vezirhan arasında Adı Bayrampaşa Issız Han Ashab-ı Kehf Ribatı Yanı Sinan Paşa İshaklı Argıt Ağzıkara Latifi Delik Zincirli Kaymas Ak Han Öresun Alay (Alaiye) Azerkan Sarı Han Altunapa Gülveren Hoca Mesud Pervane Ribatı Elikesik Alara Kargı Tol Şerefzah, Şarapsa Argıt/ Altunapa, Altunbağ İncir Evdir Susuz Gelendost Ak Çakallı Han Karatay Belen Babşin Çay Susuz Durağan 176 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Bozöyük Bozdağ Bozdağ Bünyan Büyükçekmece (göl kenarında) Büyükkarıştıran (Tekirdağ ile Lüleburgaz arasında) Burdur - Denizli arasında Burdur - Denizli arasında Cisri Şuğur (Suriye’de) Çardak Çorlu Dil İskelesi Diyarbakır Diyarbakır Doğu Bayezid Edirne (Bedestenle Eski Cami arasında) Edirne Edirne Edirne Edirne (Belediye Bahçesi yerinde) Edirne Edirne (Üç Şerefeli karşısında) Edirne (Vilayet Konağı yanında) Ereğli (Konya) Ereğli (Konya) Erzurum (Çarşı İçi) Eskişehir Gebze Hasya (Suriye) Havza (Edirne) Hekimhan Hersek (İzmit Körfezi) Kadife Kale Kangal Karapınar Kayseri (Şehir içi) Kayseri (Şehir içi) Kayseri-Ilgın arasında Kayseri-Sivas Yolu Üzeri Kayseri-Ilgın arasında Kayseri-Pınarbaşı arasında Musa Baba Misafirhanesi Allah diyen Karatay Goncalı Çardak Deliller İki Kapılı Taş Han Kurşunlu Cami Çoban Mustafa Paşa Alaca Han Sultan Hanı Vezir Hanı Kadın Hanı Kadın Hanı Palas Han - Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 177 Kayseri- Malatya arasında Konya Konya Konya Konya Konya-Afyon arasında “ “ “ “ “ “ Konya-Aksaray arasında “ “ “ “ “ “ “ “ “ Konya-Beyşehir arasında “ “ “ “ “ “ “ “ “ Konya-Kayseri arasında “ “ “ “ “ “ “ “ “ Kırşehir (Kaplıca yanında) Tuzluca-Iğdır arasında Ulubat Ulukışla Uluburlu (Dadıllı Köyü yakınında) Ulukışla - Pozantı arasında Urla Ürgüp - Avanos arasında Vezir Hanı (Birecik yakınında) Yenişehir (Bursa yakınında) Yıldızeli (Tokat yolu üzeri) Zambakiye (Suriye) Karatay Uruz Bey Ruzbe Hanı Horozlu Han Dokuzun Hanı İshaklı Çay Eğret Sultan Hanı Zazadin, Sadettin Köpek Sarı Han Obruk Altunbağ/Altunapa Tebrizli Han Önü İğdişler Ağzı Kara Üresun Alay (Alaiye) Sarı Han Kurt Hanı Issıs Han Tahteba - Hanlarla kervansarayların bir listesini yapmak istedim. Vakfiyelerde gördüklerimi, kitaplarda bulabildiklerimi aşağı yukarı gösterdim. Bunların bulundukları yerleri, kimler tarafından yaptırıldıkları ve bugün ne hâlde bulunduklarına muvaffak olamadım. Bu liste bir taslaktır. İleride bu mevzuyu ele alacaklardan doğru ve tam bir liste meydana getirmeleri beklenir. Bu işi memleketin her noktasında muntazam teşkilatlı ve münevver elemanları bulunan Vakıflar Umum Müdürlüğü ve araştırmacılar el ele vererek yapabilirler. Bu iki müessenin tanzim edecekleri listedeki isimler Kara Yolları Haritası üzerinde de işaret edildikleri takdirde ancak o zaman itimat edilebilir bir liste elde edilmiş olacaktır. 178 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri DİZİN A Abdurrahman Nacim Efendi 33 Abdülaziz 38, 70, 128, 149 Abdülmecid 34, 78 Adana 26, 28, 29, 30, 35, 48, 62, 146, 150, 174 Afyon 146, 174, 175, 176 Ahlat 39 Ahmet Fevzi Paşa 33 Ahmet Tevfik Paşa 153 Akaret 128 Akbıyık 27 Akçakoca 146 Akdeniz 41, 59, 60, 70, 95, 136, 154 Akpınar 28 Aksaray 38, 60, 93, 111, 115, 124, 174, 176 Akşehir 27, 35, 119, 174 Alaeddin Keykubat 38 Alanya 41, 60, 61, 98, 122, 175 Albert Gabriel 18, 93 Ali Emiri Efendi 25 Ali Paşa Hanı 117 Alman 109, 151 Amasra 146 Anadolu 21, 22, 23, 25, 26, 31, 33, 34, 36, 38, 40, 43, 45, 46, 47, 49, 57, 58, 59, 60, 70, 75, 79, 81, 93, 94, 98, 111, 113, 115, 116, 117, 120, 122, 123, 125, 137, 139, 147, 150, 156, 159, 162 Ankara 21, 26, 33, 57, 90, 121, 123, 126, 140, 146, 147 Antakya 26, 28, 35, 40 Antalya 41, 57, 58, 60, 61, 62, 63, 119, 133, 147, 175 Antitoros 21 Antoine Galland 67, 127 Arabistan 31, 42, 44, 47 Arap 25, 29, 38, 42, 44, 46, 60, 75, 83, 91, 98, 100, 120, 122, 138, 139 Ariflerin Menkıbeleri 121, 126 Arnavutluk 25 Arpa Emini Hüseyin 32 Arrade 38 Art Bulletin 57 Artukoğulları 39 Asım Bey 153 Aslanlıköyü 27 Atpazarı 36 Avrupa 32, 60, 69, 151, 155 Avusturya 32, 56, 64, 98, 152 Ayasofya 104 Aydın 146 B Bab-ı Âlî 33 Bab-ı Defterdarî 128 Bağdad 23, 24, 25, 26, 33, 34, 45, 83, 136 Bahaeddin Veled 126, 127 Balıkesir 146, 147 Balkapanı 69, 70, 71, 72, 73, 74, 162 Baron Blanc 152, 153 Bayezid 132 Bayramî 121 Bayram Paşa 77 Bedevî 121 Belen 28, 35, 40, 175 Belgrad 25, 68 Belh 21 Belleten 18, 31, 38, 58, 126, 127, 134 Beşiktaş 128 Beyan-ı Menâzil-i Sefer-i Irakayn-i Sultan Süleyman Han 25 Beyoğlu 149 Bitlis 39, 44, 175 Bizans 22, 57, 59, 70, 76, 137, 138 Bizans İmparatorluğu 22, 70, 75, 138 Boğan 25 Boğazköy 21 Boğdan 138 Bolvadin 27, 35, 175 Bor 83 Bosna 25 Bozöyük 27 Budin 25 Bursa 3, 109, 117 Busbecg 32, 64, 86 Busbecq 56, 64, 65, 86, 99 Büyük İskender 22 C Cafer Ağa 43 Cafer-i Bermekiye 41 C. D’ohsson 23 Ceneviz 41, 60, 70, 75 Cerrahî 121 Cerrahpaşa 79 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 179 Charles Texier 57, 97 Cornelius Gurlitt 18 Cumhuriyet 40, 74, 105, 108, 111, 117, 122, 132, 135, 147, 154 cüzzam 135, 136, 137 Cüzzamhane 136 Çakmakçılar Yokuşu 68, 114 Çanakkale 147 Çarşıkapı 77, 158, 159, 161, 162, 163, 172 Çemberlitaş 66, 114, 132 Çengeloğlu Tahir Paşa 116 Çiçero 22 Çiftehan 28 Çin 21, 23, 150 Çorum 146 D Dahiliye Vekaleti 115 Darüşafaka 66 Darüşşafaka 141 Darüşşifa 132 Davut Paşa 132 Dedeağaç 25 Demirtaş Kasrı 67 Derbent 27, 175 Deve Hanı 132, 159, 165, 166, 169 Dil İskelesi 26, 27, 175 Diyarbakır 33, 146, 175 Doğancılar 30 Doğu Bayezid 48 Dökmeciler Çarşısı 134 Duyun-ı Umumîye İdaresi 150 Dünya Harbi 151 E Edirne 25, 41, 50, 54, 67, 68, 111, 127, 135, 136, 147, 175, 176 Efes 21 Eflak 25, 138 Eflâk 138 Eflâki 39, 126 Eğridir 61, 62, 63 Eğridir Hanı 61 Ekrem Hakkı Ayverdi 131 Emekli Sandığı 147, 152, 153, 154 Eminönü 69, 73, 76, 115, 139 Emir Pervane Han 39 Enişte Hasan Paşa 44, 46 Ereğli 27, 35, 40, 176 Eremya Çelebi Kömürcüyan 77 Ernest Mamburi 138 Erzincan 26, 60 Erzurum 26, 44, 48, 60, 146, 176 Eskişehir 26, 27, 30, 35, 46, 51, 52, 53, 54, 146, 176 Esma Sultan 43 Evdir Hanı 61 Evkaf-ı Humayun 70 Evkaf Nezareti 103, 105, 106 Evliya Çelebi 25, 27, 30, 31, 34, 35, 36, 37, 40, 41, 43, 44, 47, 56, 65, 68, 70, 71, 77, 87, 88, 89, 90, 91, 99, 101, 112, 113, 115, 116, 117, 130, 135, 136, 137, 140 Eyüp 112, 116, 119, 124, 165, 168 F Fatih Medreseleri 133 Fatih Sultan Mehmed 138 Fethiye 138 Fırat 21, 26, 33, 83 Filibe 25, 50, 54, 165 Filistin 136 Fransa 151 Franz Taeschner 25, 45 Fuad Köprülü 120 G Galata 74, 138 Galip Alnar 76 Ganj 136 Garga Hanı 61 Gazi Ahmet Muhtar Paşa 76 Gaziantep 146 Gebze 25, 27, 33, 34, 35, 36, 40, 46, 47, 48, 49, 50, 51, 52, 54, 55, 99, 108, 112, 176 Grek 21 Gülhane 140 Gülşenî 121 Gündüz Özdeş 18, 43 Gürcistan 78 Güzelce Kasım 26 H Habeşistan 78 Hac Yolu 25, 26, 29, 40, 41, 45, 98 Hadikat’ül-Cevâmi 123 Haleb 37, 71 Halep 26, 28, 29, 33, 37, 83 Haliç 69, 76, 139, 152 180 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Halidî 121 Halil Edhem 157 Halil Rıfat Paşa 33, 141, 142 Halis 57 Halvetî 121 Hama 26, 28, 35 Hamedan 21, 29, 40 Hamit Selen 25, 45 Hanri Gavan 149 Haseki 141 Hasme 24 Hattuşaş 21 Hatun Hanı 17 Hatunsaray 17 Hazreti Musa 136 Herodot 21, 22 Hersek 26, 27, 176 Herzfeld 23 Hicaz 26 Hille 24 Hilton 153, 154 Hindistan 21, 22, 29, 34, 47, 123, 124, 129 Hristiyan 30, 56, 58, 59, 67, 119, 139 Hulusi Fuat Tugay 66 Humus 28, 35 Hürrem Sultan’in 79 Hüsnü Durakal 145 Hüsrevpaşa 27 I I. Abdülhamid 66 I. Gıyaseddin Keyhusrev 59, 61 II. Abdülhamid 26, 66, 128, 141, 152, 153 III. Ahmed 44 III. Selim 129, 136 II. Kılıç Aslan 59, 61 I. İzzeddin Keykavus 59, 61 I. Keykavus 75 I. Keykubad 23 Ilgın 27, 35, 40, 174, 176 IV. Murad 22, 32, 127 IV. Sultan Mehmed 67 İbni Batuta 122, 125 İbrahim Gülten 152 İbrahim Hanzade 112 İbrahim Paşa 41, 87, 89, 99, 132 İlyas 38, 111 İmam-ı Azam 103 İncir Hanı 61, 62, 63 İngiltere 34 İran 21, 22, 23, 24, 31, 48, 49, 57, 59, 60, 95, 122, 138, 152 İrinc 38 İshaklı 27, 174, 176 İshak Paşa 48, 49 İskenderun 28, 29, 33, 35, 40, 83, 146 İstanbul 25, 26, 29, 30, 31, 32, 33, 34, 36, 37, 40, 41, 42, 45, 46, 47, 50, 54, 56, 57, 60, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 83, 87, 90, 98, 103, 108, 109, 111, 113, 114, 115, 116, 117, 119, 121, 122, 123, 124, 125, 126, 128, 129, 130, 131, 132, 133, 135, 136, 137, 138, 139, 140, 142, 145, 146, 147, 149, 150, 152, 153, 155, 157, 159, 160, 161, 166 İstanbul Belediyesi 76, 146 İtalyan Sefarethanesi 152 İzmit 26, 33, 34, 35, 47, 166, 176 İznik 26, 27, 30, 40 J Jacop 25 Jean Baptiste Tavernier 98 John Willam Dıraper 60 Jurnal dö Galland 67 K Kabil 21 Kadirî 121 Kafkasya 26, 49, 78 Kalenderhane 121, 122, 123, 124 Kanuni Sultan Süleyman 25, 40, 45, 101, 115, 131, 134, 139 Kapalı Çarşı 111, 151, 157, 161, 162, 163, 164, 166, 167, 168, 169, 170, 173, 174 Karaçelebizade Abdülaziz Efendi 70 Karadeniz 48, 138 Karaköy 76, 149, 161, 162, 164, 165, 166, 167, 173 Karamurgut 44 Karapınar 27, 35, 40, 176 Karatay 38, 93, 97, 100, 113, 133, 134, 175, 176 Karl Müller 22, 24 Kastamonu 135 Katırcıoğlu Çarşısı 76 Katolik 60, 138 Kavaklı 27, 119 Kayseri 21, 38, 39, 60, 113, 125, 174, 176 Kerbela 24 Kermanşah 21 Kırkgöz Hanı 61 Kırklareli 147 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 181 Kızılay 151 Kızılırmak 21 Kilikya 22, 41 Koca Sinan 26, 89, 132 Konya 23, 26, 27, 30, 35, 37, 38, 40, 60, 61, 62, 93, 95, 119, 126, 146, 147, 175, 176 Köprülü 120, 160 Kral Yolu 21, 22, 31, 57 Kudüs 138 Kurtkulağı 28, 29, 35 Kuruçeşme 139, 147 L Ladik 27, 34, 35 La’lizade Abdülbakî 124 Lefke 27, 30, 35 Lidya 57 Lizbon 150 Londra 147, 150 Lüleburgaz 41, 68, 89, 111, 112, 175 Lütfi Tarihi 78 M Maarretünnuman 28 Mahavmil 24 Mahmud 34, 113, 121, 136, 165 Mahmudiye 24, 168 Mahmutpaşa 56, 68, 75, 117, 157, 162, 163, 165, 166, 167, 168, 171, 172, 173, 174 Malatya 21, 34, 90, 125, 146, 176 Malazgirt 34 Maliye Nezareti 105, 114, 128, 149 Maraş 21, 34, 124 Maria Diyakonis Kilisesi 123 Marko Polo 22, 41 Marmara 153 Mastaba 127 Matrakçı Nasuh 25 Mecelle-i Umûr- Belediye 71 Medine 26, 29, 30, 31 Medoviç 151 Mehmed Ali Paşa 42, 81, 90 Mekke 26, 29, 30, 41 Melek Ahmet Paşa 34 Melih ibn Leon 23 Memluk 48, 75, 126 Memreş 38, 111 Menakıb’ül-Arifîn 121 Menasik-i Hac 29, 30, 40 Menâzilü’l-tarik ilâ beytulahi’l-atik 25 Meriç 67 Mersin 146, 150 Meşrutiyet 76, 105, 106, 116 Mevlana 39, 119, 126, 147 Mevlânâ 121 Mevlevî 121, 122 Mığırdıç 151 Mısır 21, 24, 26, 32, 37, 42, 45, 46, 47, 48, 69, 71, 75, 81, 90, 169 Mimâr Sinan 47 Misis 28, 29, 35 Miskinler Mahallesi 135 Mithat Paşa 33 Moğol 23, 38, 41, 111 Moltke 34, 37, 81, 90, 112, 113, 125 Mösyö Leman 107 Muhammed İmam Serdar 124 Muhiddin İbni Arabi 46 Muiniddin Pervane 39 Murad Paşa 35, 132 Murtaza Paşa 34, 41 Mustafa 34, 36, 44, 46, 47, 48, 49, 54, 55, 77, 99, 108, 112, 124, 131, 140, 163, 168, 169, 174, 176 Müftüzade Esad Bey 84 Müslüman 17, 22, 58, 59, 97, 119, 123, 128, 134, 139, 140, 141, 142, 149 Müşavir Paşa 34 N Naffate 38, 111 Nafia Nezareti 111 Nakşî 121 Nasuh Paşa 40 Nazilli 146 Nebük 28, 43 Nevşehir 146, 174 Nevşehirli Damat İbrahim Paşa 36, 113 Niğde 83 Nil 136 Niş 56, 86 Nişabur 21 Nüfus Umûm Müdürlüğü 115 O Orta Asya 21, 41, 47, 123 Ortaköy 140 Ortapayam 61 Ortodoks 138 Osmancık 34 Osman Fazli İlahi 135 Osmanlı 25, 26, 31, 32, 34, 37, 39, 40, 43, 45, 182 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri 48, 56, 57, 68, 71, 74, 75, 78, 79, 81, 89, 90, 98, 99, 100, 103, 106, 107, 109, 110, 115, 125, 126, 127, 134, 135, 136, 138, 140, 150, 152, 153, 159, 174 Osman Turan 18, 38, 39, 58, 60, 75, 111, 120, 126, 127, 134 P Paris 150 Payas 28, 35, 41, 42, 43, 99, 112 Pazarcık 27, 62, 87, 89, 99 Peçevi İbrahim Efendi 43 Perapalas 147, 150, 151 Piri Paşa Hanı 77 Posta Tatarları 23, 24, 31, 57 R Ressam Ali Rıza Bey 137 Revan Seferi 31, 127 Roma 21, 22, 24, 73, 79, 137, 145 Rufaî 121 Rumeli 25, 26, 33, 36, 41, 49, 71, 82, 115, 116, 127, 139, 140, 149 Rus 138, 140, 151 Rükneddin Güney 154 S Sadî 121 Sadrazam Murad Paşa 35 Sakız Adası 136 Sart 21, 22, 31, 57 Saye Ocağı 117, 122 Selânik 25, 50, 54, 139, 171 Selçuklular 16, 22, 41, 57, 93, 98, 100 Selçuk Vakfiyeleri 18 Semavi Eyice 48 Seydişehri 61 Seyitgazi 27, 52 Seyit Lokman 40 Shakesperare 75 Silivri Kapısı 41 Sinan Ağa 41 Sinanî 121 Sivas 26, 33, 39, 60, 75, 134, 135, 146, 176 Sofya 25, 91 Sokollu Mehmed Paşa 41, 43, 68, 88, 89, 110, 112 Söğüt 27 Sudan 78 Sultanahmet 124 Sultan Han 23 Sultanhanı 28 Sultan Hanı 31, 35, 61, 62, 63, 85, 93, 94, 176 Sultan Murad 31, 127 Suriye 21, 22, 24, 26, 29, 30, 31, 40, 41, 43, 45, 46, 48, 59, 75, 89, 95, 98, 176, 177 Surre Emini 29, 30 Susuz Hanı 61, 62 Süheyl Ünver 18, 31, 32, 33, 127, 130, 132, 134, 136, 137 Süleymaniye 117, 132, 133, 134 Sünbülî 121 Şabanî 121 Şam 24, 26, 28, 29, 30, 34, 35, 37, 40, 41, 43, 46, 98, 99, 122 Şazelî 121 Şehzadebaşı 132 Şehzedebaşı 123 Şerefeddin Yaltkaya 134 Şeyhülislam Bahaî Efendi 70 Şeyhülislam İbni Kemal 46 Şile 146 Şirket-i Hayriye 149 Şuşa 57 T Tahran 21 Tahsin Yazıcı 121, 126, 127 Tahtakale 29, 72, 164, 165, 167, 169, 171, 172 Tanzimat 33, 42, 75, 77, 78, 105, 109, 110, 113, 116, 123, 125, 128, 129, 138, 149 Tapu Harçları Kanunu 105 Tarabya 147, 151, 152 Tarsus 21 Taşkurgan 21 Tatar Ağaları 34 Tatvan 146 Tavukçu Mustafa Paşa 34 Tekir Han 29 Tepebaşı 152 Teselya 25 Tevbe Suresi 45 Tevfik Paşa 152, 153 Tıp Tarihi Enstitüsü 18, 31 Tibana 21 Tiflis 48 Tokatlıyan 151 Topkapı Sarayı 30, 128, 140 Toros 21, 147, 155 Tövbe Suresi 30, 45, 55 Trablus 71 Trabzon 48, 146 Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 183 Tschudi 25 Türk 16, 17, 18, 25, 26, 33, 34, 38, 40, 41, 56, 57, 58, 65, 68, 69, 72, 73, 74, 83, 93, 95, 98, 103, 106, 107, 111, 116, 117, 123, 124, 125, 126, 132, 142, 152, 153, 154, 155 Türkistan 21, 60, 120, 130 Türk Şehirlerindeki İmaret Sistemi 40 Türk Tarih Kurumu 18, 58, 126 U Ulukışla 114 Ulukışlak 27 Unkapanı 69, 70 Uşşakî 121 Ürgüp 146, 174, 177 Üsküdar 26, 27, 29, 30, 33, 34, 35, 36, 68, 90, 119, 123, 124, 136, 153, 158, 159, 161, 162, 163, 165, 166, 167, 169, 170, 172, 173, 174 V Vakıflar İdaresi 76, 108, 114, 147 Vakıflar Umum Müdürü 108 Van 34, 44, 147 Vehbi Koç 154 Venedik 41, 70, 71, 74, 75 Vezir Hanı 65, 66, 114, 176, 177 Vladimir Mirmiroğlu 137 Y Yalova 40 Yavuz Sultan Camii 132 Yavuz Sultan Selim 26, 30, 42, 45, 46 Yemiş Çarşısı 70 Yeniçeri Ocağı 118 Yenişehir 27, 30, 50, 162, 177 Yeni Valide 68 Yıldız Sarayı 141 Yüksek Kaldırım 149 Z Zekerya bin Muhammed 98 Zeyrek Medresesi 138 Zonguldak 146 184 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 185 186 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri | 187 188 | Türkiye’de Hanlar, Kervansaraylar, Oteller ve Çeşitli Barınma Yerleri