Kasım 2014
Transkript
Kasım 2014
İÇİNDEKİLER DOSYA: SORMAK İLK ADIMDIR… Aile Dizimlerinden Sistem Dizimlerine giden yolda, yönteme dair soru ve yanıtlar • 5 Gelişimi ve kahramanları •13 Sistem Dizimleri Entegre alanlarından; Organizasyon Dizimleri ve Sami BUGAY’ın vaka örneği • 16 SÖYLEŞİ: “EĞER KENDİMİZİ HİSSEDERSEK DÜNYAYI HİSSEDERİZ” Esra CAN’ın, Beden Psikoterapisti Dr. Nurit SOMMER ile bedene dair yaptığı sohbet • 22 SÖYLEŞİ: “HEPİMİZ HER GÜN ARADA SIRADA ŞALTERLERİ KAPATIYORUZ” Hipnoterapist Heinrich BREUER ile hipnoterapi ve Sistem Dizimleri üzerine sohbet • 27 KENTLERİN RUHU: ŞEHİRLERİN DE PSİKOLOJİSİ BOZULABİLİR Gazeteci Figen YANIK’ın TSDE Başkanı Mehmet ZARARSIZOĞLU ile söyleşisi • 31 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Çocuk-Ergen birimimizden Nazan BALOĞLU ile son gelişmeler ile ilgili yaptığımız sohbet • 33 EDEBİYAT: “BEN GALİBA KENDİME AŞIĞIM...” Mine TÜRKİLİ’nin, gazeteci Gülenay BÖREKÇİ ile edebiyatta sistem dizimi üzerine yaptığı söyleşi • 35 SİNEMA: “ BENİMLE KONUŞAN KİM?” • BİR DİL OLARAK SİNEMA… Beyhan ÖZPAR’dan sinema ve “Can Dostum “ filminin yorumu • 41 PSİKOMİTOLOJİ: MİTOLOJİ, ESKİLERİN PSİKOLOJİ BİLGİSİDİR Hüseyin ŞİMŞEK bize psikomitolojiyi anlatıyor • 47 PSİKOASTROLOJİ: “AY BURCU PSİKOLOJİK DİNAMİKLERİMİZİ ÖLÇÜYOR” Dinçer GÜNER’in, ayın hareketlerinin insan ruhuna etkisini anlattığı yazısı • 51 TSDE DER ki: Haritini PAPAKİRİLLOU ve İpek GHANBARİ ile Türkiye ve Yunanistan barış seminerleri paylaşımları • 55 Fatma TOSUN • Zıt Kutuplar, Kadın ve Erkek • 59 Turgay KÖYAĞASIOĞLU • Heinrich Breuer ile geçen 7 gün • 63 Yurdaay ONARAN • Kadın olarak var olmak • 64 Mehmet Akif GÜNEL • Apollon’un telafi çabası • 67 Ümran KEL • Bayramda Buluşma • 70 Mine TÜRKİLİ • “Sıradanlık” a karşıyken, “Sıradanlık” a doğru… • 72 TSDE ki Dergisi Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü üyeleri tarafından hazırlanan, kâr amacı gütmeyen Sistem Dizimleri ile ilgili Enstitüyle bağı olan ya da konuya ilgi duyan kişilerin paylaşımlarının, yapılan çalışmaların aktarılabileceği ve alandaki her türlü gelişimin izlenebileceği online bir platformdur. İmtiyaz Sahibi: TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIK EĞİTİM BİLİM YAYINCILIK LTD. ŞTİ. Yayın Türü: Yerel, süreli, 6 aylık online yayın Yayın Koordinatörü: Yadigar Zararsızoğlu, Genel Yayın Yönetmeni: Mine Türkili Yazı İşleri Müdürü: Esra Can, Görsel Yönetmen: Çağdaş Gündoğan Katkıda Bulunanlar: Sami Bugay, Haritini Papakirillou, İpek Ghanbari, Beyhan Özpar, Dinçer Güner, Fatma Tosun, Mehmet Akif Günel, Hüseyin Şimşek, Ümran Kel, Yurdaay Onaran, Turgay Köyağasıoğlu Yönetim Yeri: Bağdat cad. Birlik Apt. No:441 K:2 D:3 Suadiye/Kadıköy Tel: 0216 416 78 44 Fax : 0216 410 56 58, e-mail: info@tsde.org, koordinasyon@tsde.org ©TSDE ki Dergisi, TSDE PSİKOTERAPİ VE PSİKOLOJİK DANIŞMANLIKEĞİTİM BİLİM YAYINCILIK LİMİTED ŞİRKETİ tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz kaynak gösterilmeden alıntı yapılamaz. TSDE ki - Kasım 2014 Yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. 1 Aile Dizimleri ve Almanya’dan Türkiye’ye uzanan yol TSDE Başkanı Mehmet Zararsızoğlu Yirmi yıl kaldığım Berlin’de, psikoterapist kimliğimle sokakta “artık kimi görsem anlar, panik bozukluk, kişilik bozukluğu, borderline teşhisini koyarım” inancı ve “büyüklenmeciliği” ile dolaşırken, bir yandan da kafamda kocaman bir soru işareti vardı. Bir şeylerin yetersiz olduğunu hissediyordum. Çünkü bir semptomu düzeltirken, en geç altı ay sonra aynı danışan başka bir semptomla ya bana geliyordu, ya da başka çözüm yolları bulmak için dolanıp duruyordu. İşte böyle bir arayış döneminde, Bert Hellinger’in bir seminerine katıldım. Seminer beni çok etkiledi, önce çok tepki duydum, gözlerim doldu. Modern psikolojinin sınırlarını gördüm. Hellinger’in fenomenolojik içgörüyle yaklaştığı yaşama çocuksu bakış açısının ifadesi olan “Sevgi Düzenleri”, derine inmesi, yargısızlığı, öze bakması, değiştirme ihtiyacı hissetmeden kavraması, gözlem algı ve içgörüyle uyumlanması, benim meslek hayatımda yepyeni bir başlangıç oldu. Hellinger’le, fiziksel benzerliğimiz yanında, duygusal anlamda da gittikçe gelişen, adeta bir baba oğula dönüşen ilişkimizde, birlikte dizim çalışmaları yapmak için birçok ülkeye gittik. Ve yıl 1999… Benim için yeni bir ayrılığın zamanı geldi. İçimde gittikçe artan Türkiye özlemini ve orada bir Enstitü kurma hayalimi paylaştığım Hellinger, bana “burada bu işi yapacak çok insan var, seni dönmekten ne alıkoyuyor? Bu soruyu sor kendine” dedi. Bu soru, benim Türkiye’ye dönüşümü hızlandırdı. Aslında zor bir karar oldu. Çünkü halen orada yaşayan arkadaşlarım, hep önümüzdeki yıl diyerek, 30 seneden fazla bir zaman geçirdiler ve bugün de büyük bir çoğunluğu hala oradalar. Göçmen ruhu ve bilincinin böyle bir şey olduğunu şimdi daha isabetli idrak ediyorum. Dönüşümden 2-3 yıl evvel İstanbul’da akademisyenler ve konuya ilgi duyan bir grubun davetlisi olarak, Türkiye’de ilk kez bir grup ortamında aile dizimi çalışmaları yaptım. 1999’da yirmi yıl aradan sonra Berlin’den Türkiye’ye benliğimde, yüreğimde ve mesleki kimliğimde ciddi kazanımlar, Almanya’nın bana kattığı her şey için büyük bir şükran duygusuyla ve aile dizimleriyle ülkeme döndüm. Ocak 2001’de, etnik ayrımcılığa, kültürün dayattığı travmalara, aile içi çatışmalara sahne olan Türkiye’de, Ultima Sistem Dizimleri Merkezi’ni, ardından Şubat 2002’de Ultima çatısı altında Hellinger Enstitüsü Türkiye’yi kurdum. 2007 sonunda Bert Hellinger’den yaşamın beni ileri taşımak için sunduğu daveti fark edip, bu hoş davete icabet ederek, yeni bir hicret duygusu ve artık kendi yolumda gitme isteğimle ayrılarak, Türkiye Sistem Dizimleri Enstitüsü olarak yoluma devam etmeye başladım. “ŞU AN” TÜRKİYE, DÜNYA ve TSDE ki Hızlı kâr dışında başka bir amacı olmayan anlayışların neticesinde oluşan ekonomik krizler, enerji sorunları, tabiat ana’nın hoyratça darp edilmesi, iklim felaketleri, yoğun göçler, fundamentalizm tüm bunlar yıkıcı bir değişim zamanında yaşadığımızı gösteriyor. Egonun ve tüketimin en yüksek noktaya ulaşması ile eski düşünce biçimleri “büyük daha iyidir” ve “özel” menfaat ve eğilimlerin harekete geçirdiği “karar verme ve kendini gerçekleştirme” devri yavaşça sınıra dayandı. Böylesi “organize bir sorumsuzluğun” yarattığı hal, kimsenin arzulamadığı sonuçlar doğuruyor. Yaşanılamayacak bir evren ve içi boşalmış endişeli ve teşhircilikle avunan yalnız bir insanlık... Kesin olan eski bakış açısından vedalaşıp, yeni bir bakış açısına ve melez bir bilince ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Ego-sistem bilincinin dayattığı sona gidişten evrenin bütününü hatırlayacak olan bir ruhsal-eko-sistem bilincine elzem bir şekilde dönüşme zaruriyetimizin olduğunu görüyorum. Güvensizlik ve kayıtsızlık duygusu ile oluşan ego-sistemden güvenmeyi, bağlılığı ve dönüşüm/değişim için de kitlesel ve ötekileştiren ego- sisteme hizmet eden bir yapıyla değil, bütüncül ve melez bir bilincin gelişimine denk düşecek olan, ihtiyaçlarını birbiriyle paylaşan insanların arasındaki toprakta yeşerir. İnsanları birbiri için kaygılanmaz hale getiren hiçbir sistemin meşruiyetini uzun süre koruyamayacağını düşünüyorum. Birbirini iten ve karşılıklı olarak ötekileştiren bağdaşmaz dünyalar arasında sıkışıp kalmış hayatlar süren bir toplumun ruhsal ve bedensel bütünlüğü ciddi tehdit altındadır. Oysa ruhun yol açtığı sevme ile onun oluşturacağı zihin açıklığı ile kin ve TSDE ki - Kasım 2014 2 öfke duymadan bu iki yanlılık bizi zenginleştirebilir. Bir yandan aydınlanma rasyonalizminin, diğer yandan dinsel gelenekler ile demokrasi talebinin kıskacı altında, bugün dünyayı nasıl düşünmeli? Uygarlıkları karşı karşıya getirmeyen, siyasal önyargılarla şekillenmiş kafa karışıklıklarına son veren ve dünyayla ilişkimizde meydana gelmiş değişimleri sorgulayan yeni bir düşünme biçimine makro ve mikro düzlemde ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Bunun için Sistem Dizim Terapisin’de de (SDT) geliştirmeye çalıştığımız ruhsal bir bilincin gelişimine tekabül eden üç şeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. İnsanın yaşamı ve gelişimi, bana ve kuramsallaştırdığımız Sistem Dizimleri terapisine göre bağlanma ve ayrılık düzleminde oluşan itilaf ve olgunlaşma süreçleri olarak adlandırdığım bu düalite üzerinden ve her zaman mevcut örtülü, kapsayıcı bakış açısı üzerinden anlaşılabilir. Sistem Dizimleri Terapisi’nin temel duruşu yeryüzüne sevgidir. Bu da ikiliğin/dualitenin kabulü ve onurlandırılmasıdır. Bu light psikoloji ve narsistik spiritual taraftarlarını şaşırtan bir şeydir, çünkü onlar genelde ruhsallığı, maneviyatı veya spiritüalizmi gökyüzüne sevgi ve dualitenin feshi, ortadan kaldırılması olarak algılarlar. 1. Düşüncenin açılması 2. Duygularımızın ve yüreğin açılması 3. İrademizin açılması Maneviyat bir yaşam deneyimidir. Canlandırma ve dizimler gerek kendi problemi için, ya da hiç tanımadığı birisi için yapılan temsilcilik algısı veya sadece gözlem için olsa bile her katılımcı için bilincin genişletilmesi anlamında manevi bir deneyimdir. Bu süreçte her şeyden önce yeniden bilince çıkan şey, bizim bütüne olan ve bu bütünü hangi isimle adlandırıyorsak adlandıralım, asli, doğal bağlılığımız ve aidiyetimizdir. Anne karnında tecrübe ettiğimiz, hepimizin bunu öncesinden bildiğimiz ilk aidiyet tecrübemiz hatırlarımızdan kayboldu. Böyle olması da aslında iyi! Çünkü bu bizim bilinçdışımızdan ayrılığın ve benzersizliğin bütünleşmesi olarak bilincimize çıkarılmak zorundadır. Yaşam hiçbir şekilde birliğe-eşitliğe geri-dönen bir yol değil, tam aksine yeni bir “bir olma” ve çokluk ve farklı olmayı içine alır. Platon mitolojik formda bunu “ ruhun yaşama girmeden evvel öncesinde “kaderini” bir kısmet-ikramiye olarak seçtikten sonra “unutulmanın” nehrinden geçmek zorunda olduğunu mükemmel bir şekilde anlatır. Ruhun görevi, yaşamda unutulan kendi seçimlerini yeniden kabul etmektir, bu kendi kendini onaylamaktır. Bunun kendimizi sevme görevi ile bağlantılı çok güzel bir resim olduğunu düşünüyorum. Diğerlerini de kendimizi sevdiğimizden fazla sevemeyeceğimizi hep sıcak tutup, yaşama yönelmeyi sürdürmeliyiz. Bu anlamda bir şifalanmadan söz edeceksek, bu önce tüm şifalanmaların ancak kendi şifalanmamız ile mümkün olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bana göre maneviyat ve sistemik anlayış odaklı bir çalışma olan aile dizimi için merkezi bir kavram olan “her türlü yargıdan, peşin hükümlü olmaktan vazgeçiş” üzerine kuruludur. Bu hiç de zannedildiği gibi kolay bir şey değildir. Bırakın dışarıdan birinin bunu kolayca becermesini, yıllar süren aile-sistem dizimi eğitimi alan uygulayıcılardan birçoğunun bile aile dizimlerinin olmazsa olmazı olan bu temel olguyu kolayca kendi yaşam ve politik algılamalarında ve yönelimlerinde uygulayamadıklarını ve sıkça aile diziminin ruhunu temsil eden bu temel anlayıştan istem dışı uzaklaşabildiklerini gözlemliyorum. Aile Dizimlerini Türkiye’ye getiren bir psikoterapist olarak, yaptığım gerek bireysel, gerek grup psikoterapi çalışmalarının tümünü sistemik yaklaşım, modern psikoloji ile maneviyatı, doğu ile batıyı sentezleyen yeni bir “hal” ve “ bilinç psikolojisi” ile birleştirerek Sistem Dizimleri Terapisi olarak adlandırıyorum. Sistem Dizimleri Terapisini ise bilinçlenme ve kendi şartlarının gerçeklerini ve kendi hedeflerinin mekânını sorgulama cesareti olarak tanımlıyorum. Ben bu mesleği icra ederken, yardım etmenin ciddi bir sanat olduğuna ve grup da yönetse, bireysel terapi de yapsa, bir terapistin ruhsal ve bedensel dokunuşunda, kendi olma “hâl”inin sükunet, tevazu, şefkatli ve en önemlisi de “her türlü yargıdan, peşin hükümlü olmaktan vazgeçmiş” bir yaklaşımın Sistem Dizimleri Terapisi’nin en önemli noktaları olduğuna inanıyorum. Hangi kuramı uygularsa, istediği kadar iyi bir uygulayıcı olsun, bu özelliklerden mahrum bir terapistin, danışanını kendisinin ötesinde bir yere taşıma ihtimalinin söz konusu dahi olamayacağını biliyorum. Belki de ergenlik isyanıyla terk ettiğim Türkiye’ye, Almanya’da geçirdiğim ayrılık yıllarımdan sonra dönerken içimdeki“ergensi” dünyayı kurtarma arzumu, Sistem Dizimleri Terapisi’nin ve fenomenolojinin, çıplak gözle görülemeyeni gören gücüyle kişinin öz benliğine yaptığı yolculuğa “her türlü yargıdan, peşin hükümlü olmaktan vazgeçen” bir terapist olarak eşlik ederek bireysel düzlemde gerçekleştirmeye çabaladığıma inanıyorum. TSDE ki yayın hayatına giriyor, önceden kaderini bir ikramiye olarak seçtikten sonra unutulmanın nehrinden geçerek asli görevlerini elinden geldiğince yapmaya çalışarak, en temelde de “her türlü yargıdan, peşin hükümlü olmaktan vazgeçerek” sizlere merhaba diyor. Bu dergiyi yapacak ve yaşatacak olan bu şiarla hareket eden siz çok değerli Sistem Dizimleri Terapistleri ve bu yoldaki öğrencilerimizsiniz. Dergimiz gelecekte Mayıs ve Aralık aylarında yılda iki kez çıkacaktır. En başta büyük meşakkat ve ihtimam gerektiren bu çabayı yayın kurulu sorumluluğunu üstlenen sevgili Mine ve Esra’ya, bu ilk sayıya kıymetli emekleri ile oluşan yazılarını yollayan ve gelecekte yollayacak olan herkese gönülden teşekkür ediyorum. Bize ve sevgiyle dokunacağımız her bir insana hayırlı olmasını dilerim. TSDE ki - Kasım 2014 3 EDİTÖRDEN Heyecanlıyız! TSDE ki’nin ilk sayısıyla bir “Merhaba” demek istedik aslında. Duyguları kelimelerle buluşturup kalıcı kılmak, bilgileri, deneyimleri paylaşmak istedik ve her şeyden önce “ samimi olalım “ dedik. Sistem Dizimleri’ne dair ne yazabiliriz? İlk sayımız için bu sorunun yanıtını ararken, öncelikle, Sistem Dizimi’ni soru ve yanıtlarla, gelişimi, kuramı ve kahramanlarıyla ele almak istedik. Bu konuda hazırladığımız dosyamızda, Sistem Dizimi Entegre alanlarından Organizasyon Dizimlerini TSDE Organizasyon Dizimleri Entegratörü Sami Bugay, bir vaka örneğiyle paylaştı. Sistem Dizimi dedik ve baktık ki, şu soluduğumuz hava, bulunduğumuz kent ve tüm yaşanmışlığıyla, keşmekeşiyle, cazibesiyle kentler de bizi farklı yönlere sürüklüyor. İstanbul’da yaşamak, İzmir’li olmak, Ankara’nın bürokrat havasını, Paris’in sanatçı , Havana’nın devrimci ruhunu solumak… Bundan sonraki sayılarımızda, kentlerin ruhuna dokunalım dedik. İlk sayımız için, gazeteci Figen Yanık, hocamız Mehmet Zararsızoğlu ile kentler üzerine bir söyleşi yaptı. Sadece kentler mi? Yazarın travmaları, sancıları ya da yarattığı bir roman kahramanının da, aslında bir dizim olduğunu gördük. Bundan sonraki sayılarımızda yeni yazarlar ve kitaplarla buluşmak amacıyla, Edebiyatın büyülü dünyasını Egoist Okur’un yaratıcısı gazeteci Gülenay Börekçi ile araladık. Ve sinema dedik… İlk sayımız için, dil sadece söylediklerimizden ve duyduklarımızdan mı ibarettir ? sorusunun yanıtıyla, Psikolojik Danışman Beyhan Özpar, hem bir dil olarak sinemayı anlattı, hem de, yönetmenliğini Gus Van Sant’ın yaptığı ve geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz Robin Williams’ın rol aldığı 1997 yapımı “Can Dostum” filmini yorumladı. Psikomitolojiyi Hüseyin Şimşek mitoloji kahramanlarının dünyasıyla kaleme alırken, Psikoastrolojinin gizemini de Astrolog Dinçer Güner anlattı. Çocuk ve ergenlere yönelik yazılarıyla dergimizde yer alacak olan Uzman Psikolojik Danışmanı Nazan Baloğlu ile yaptığımız söyleşiyle de, TSDE Çocuk ve Ergen Birimi’ni kısaca tanıttık. TSDE uluslararası eğitimleri için, Türkiye’ye gelen Beden Psikoterapisti Dr. Nurit Sommer ve Psikoterapist ve Hipnoterapist Heinrich Breuer’i de alanlarıyla ilgili yaptığımız söyleşilerle size tanıtmak istedik. TSDE DER ki, bölümümüzde sizden gelen paylaşımlara yer verdik. Biz ilk adımı attık, bundan sonrasında da, TSDE üyesi olsun ya da olmasın, bu alana ilgi duyan herkesten, deneyimlerini, duygularını, kısaca tüm paylaşmak istediklerini anlatan yazılarını bekliyoruz. Bu sayıda emeği geçen herkese yürekten teşekkür ediyoruz. Sevgilerimizle... TSDE ki Yayın Kurulu TSDE ki - Kasım 2014 4 DOSYA KONUSU Sormak ilk adımdır... Aile Dizimlerinden Sistem Dizimlerine giden yolda, yönteme dair soru ve yanıtlar D ergimizin ilk sayısı için dosya konusunu “Sorular ve Yanıtlarla Sistem Dizimleri” olarak belirledik. Soru sorarak; hepimizin bildiği konuya yeni bir kapı açmak istedik. Soru sorarak; sizin de yeni sorularla bize katılmanızı sağlamak istedik. Hep beraber daha fazla düşünmeye, alan ile ilgili birlik- te bir şeyler yapmaya cesaretli olalım istedik. Tıpkı fenomenolojide bilinmeyene açıldığımız gibi soru soran kişi de bilinmeyenin mahremiyetine açar kendini... Soru sormak bir şeyleri öğrenmek için atılan ilk adımdır diyerek başladık yolculuğumuza, sizin katılımınızla çoğalacağımıza inanarak... TSDE ki - Kasım 2014 5 DOSYA KONUSU Sistem Dizimi nedir? Sistem Dizimleri, insani sistemlere ait problemler üzerine çalışmak için geliştirilmiş bir yöntemdir. İlk başlarda ve en sık uygulandığı alan, ailelerimizden kaynaklanan problemlerdir. Bu uygulamalara Aile Dizimi denir. Bert Hellinger tarafından 80’li yıllarda uygulanmaya başlanan Aile Dizimi, bugün TSDE’nin farklı bakış açışı ve katkılarıyla Sistem Dizim Terapisi olarak sürdürülüyor. Sistem Dizimi Terapisi, sorunu ele alınan bireyin güncel ve köken ailesinin veya ait olduğu sistemin “temsili” olarak dizilmesine, bir bakıma görüntülenmesine dayalı bir grup çalışmasıdır. Bireyin probleminin çözümüne yönelik olarak bazı aile üyeleri temsilciler aracılığıyla görselleştirilir. Bu yönteme göre, nesiller öncesinde aile üyelerinin yaşadığı “ağır travmalar”, bir anlamda kader olarak bizlere atalarımızdan miras kalmaktadır. Aile içinde zamanında çözülememiş her blokaj, bir sonraki kuşak tarafından bilinçsizce üstlenilmektedir. Kuşaklar arasındaki kör bir sevgiye dayalı bu bilinçdışı aktarım, kişinin hayatının çeşitli alanlarında kilitlenmeler yaşamasına sebep olmaktadır. Bu kilitlenmenin nedeni, geçmiş kuşaklarda yaşanan Sistemde yer alan kilitlenmelerden, kolektif vicdan sorumludur. Kolektif vicdan; kör bir güdüyle aileden hiçbir üyenin dışlanmasına, haksızlığa uğramasına, acı, mağduriyet yaşamasına izin vermez. travmalar ve zorluklardan kaynaklanıyor olabilir. Göç, erken dönem kayıpları, evlatlık verilme, cinayet, taciz, aile dışına itilme, miras haksızlıkları vb. gibi olabilir. Bu yöntem yardımıyla neye ulaşılır? Tüm dünyada uygulanan bu yöntem yardımıyla, içinde bulunduğumuz sistemdeki en derin dinamiklere erişebiliriz. Bu dinamiklere eğilmenin ardındaki amaç, hastalıklar, depresyon, endişe, korku, mutsuzluk, bağımlılıklar ve yalnızlık gibi yıkıcı yaşam unsurlarında kişileri tuzağa düşüren, gizli kalmış sadakatleri ve bilinçaltındaki kimlikleri daha iyi anlamak ve açığa çıkarmaktadır. Dizimler yoluyla danışana ne gösterilir? Dizim süreci danışana, sistemde iş başında olan dinamiğin, tüm ortamın açıklamalı bir özetini çıkarma olanağı sağlayan, basit ve düşünmeye değer bir resmini sunar. İyileştirici bu resim danışana, serbest bırakma ve kişisel algılamama olanağı tanımaktadır. Böylece danışan, kendisine hediye edilmiş hayatı tamamen kabul ederek, şimdiye kadar hayatını zehir etmiş olan gizli duygularından kurtulabilir. Dizimler esnasında danışanın bilinçaltında yer alan aile resmi, temsilcilerin görselleştirmesi yoluyla ortaya konularak çeşitli kilitlenmeler, blokajlar içeren bu resim sistem dizimi terapisti yardımıyla aydınlatıcı ve özgürleştirici olan çözüm resmine ulaşır. Sistemdeki tüm bu kilitlenmeler nasıl gerçekleşir? Sistemde yer alan kilitlenmelerden, kolektif vicdan sorumludur. Kolektif vicdan; kör bir güdüyle aileden hiçbir üyenin dışlanmasına, haksızlığa uğramasına, acı, mağduriyet yaşamasına izin vermez. Dolayısıyla geçmiş, yaşanmış ve bitmiş olsa da geçmişin travmatik etkileri, kendi bilincinde olmasa da, kişinin şu anda yaşadıklarında belirleyici rol oynamaktadır. İnsan bedeninde kalıtımsal yolla edinilmiş fiziksel nitelikler ve hastalıkların yer alabildiği bilinen bir gerçektir. Bunun yanında bireyin ruhsallığında da benzer şekilde, aktarılmış, özellikler görülebilir. Geçmişte yaşanan tüm bu travmalar, ailenin sahip olduğu kolektif vicdanın etkisiyle, bilinçdışı bir şekilde yeni nesiller tarafından üstlenilerek ağır bedelleri çok uzun yıllar sonra bile ödenebilmektedir. Dizimler başka hangi alanlarda uygulanır? Sistem Dizimleri çalışmaları başlangıçta aileler için geliştirilmiştir. Zamanla bu çalışmalar konusunda uzman kişilerce şirketler, organizasyon gibi yapılar ile eğitim, tıp gibi sistemlere kadar uzanmıştır. Etnik TSDE ki - Kasım 2014 6 DOSYA KONUSU ve politik dizimler, yapısal dizimler, kavram dizimleri, hastalık ve semptom dizimleri vb. Sistem Dizimleri’nin gelişimi ve temelinde yer alan akımlar nelerdir? Bu terapi yöntemi üç akımın eşsiz birleşimidir. Sistemik anlayış, temsilcilerin ve fenomenolojik metodun kullanılması. İlk akım; dizimlerde gözlemlenen dinamiklerin anlaşılması için teorik temeli sunan ve 20.yüzyılın ikinci yarısında aile terapistleri tarafından geliştirildiği şekli ile sistemik teoridir. Sistemik teori, bir sistem dâhilinde olan tüm unsurların (aile fertlerinin)birbirine “bağlı” olduklarını ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilediklerini kabul eder. Ayrıca, sistemin kendisinin parçalarının toplamından daha büyük olduğu düşüncesinden yola çıkar. Buna benzer şekilde, bir ailede rastgele bir araya gelmiş bireyler topluluğundan daha fazlasıdır. Her bir bireyin ailede “özel bir rolü” vardır ve bu rol ailenin diğer üyeleriyle ilişkilidir. İkinci akım; ilk etapta aile fertlerinin temsili, sonrasında daha büyük sistemlerin unsurları ve hatta kavramlar için hayata geçirilen “temsilcilerin kullanılması” tekniğidir. Bu tekniğin batılı terapilerde en erken örneğini, Jacob Moreno’nun geliştirmiş olduğu “psiko drama” sunmaktadır. Bu ilk iki alan 1960’lı yıllarda Virginia Satir tarafından “Sistem Dizimleri süreci” adı altında birleştirilmiş ve aile dinamiklerinin Sistem dizim terapisi, ruhsal büyüme ve bilinçlenme demektir. Bilinçlenme ise, kendi geçmişimizle hesaplaşarak, şimdiye dek bilinçdışında kalmış olan sakındığımız gölge yanlarımızın varlığını ve etkinliğini tanımanın ilk adımıdır. bu üç boyutlu gösterimi, sistemin içinde daha önce saklı kalmış olan dinamiklerin ortaya çıkarılmasında ve açıklığa kavuşturulmasında çok etkili olarak kendini kanıtlamıştır. Üçüncü akımı fenomenolojik metot oluşturmaktadır. Geniş anlamda, kişi ya da sistemlerin durumlarını sabit fikir ve ön yargıdan uzak, olduğu gibi kabul eden bir teknik olarak yorumlanabilir. Bert Hellinger, bu üçüncü alanın ortaya çıkmasından, buna bağlı olarak da söz konusu üç akımla yeni bir yönteme ulaşılmasından sorumlu olmuştur. Fenomenolojinin eklenmesi, şaşırtan bilgilerin ortaya çıkmasına olanak sağlayarak, sistemik dinamiklerin algılanması için daha derin olanaklar sunmuştur. TSDE ki - Kasım 2014 7 DOSYA KONUSU Bilginin alanı nedir? Sistem Dizimleri üç akımın eşsiz birleşimidir dedik. Sistemik anlayış, temsilcilerin ve fenomenolojik metodun kullanılması. Bu kombinasyon, özel bir şeyin ortaya çıkmasına olanak tanımaktadır. Buna “bilginin alanı” adını veriyoruz. Zamansızlık ve mekansızlık prensibiyle işleyen bu alan, sistem dizimleri süreci esnasında ortaya çıkan ve büyük ölçüde dizimcinin, temsilcilerin ve danışanın önyargılarından bağımsız olan yönlendirici fenomenlerden oluşmaktadır. Bu durum, danışana ve onun sistemine(ailesine) daha uyumlu, daha etkili ve daha yaratıcı olarak gelişme yeteneği sağlayan, yeni ve iyileştirici bir resmin oluşmasına olanak tanımaktadır. Dizim nasıl gerçekleşir? Danışan, dizimi oluşturacak kişiye yani Sistem Dizimi terapistine sorununu anlatır. Danışanın talebi netleştikten sonra Sistem Dizimi terapisti, danışanın aile sisteminde yer alan kişilerden hangisinin alanda yer alacağına karar verir. Burada yer alacak kişiler, söz konusu sorun açısından en önemli kişilerdir. Danışan gruptan temsilcileri seçer ve onları grubun ortasında bulunan boş alanda, birbirleriyle olan ilişkileri doğrultusunda yerleştirir. Bu yerleştirme işlemi sırasında danışan duygularına kulak verir. Temsilciler bir süre sonra bir takım hisler, duygular ve düşünceler geliştirir, hatta konuşup hareket etmek isterler, hem de temsil ettikleri kişinin ilişkileriyle ve ruhsal durumuyla örtüşerek. Temsilciler, temsil ettikleri kişiler hakkında bilgi sahibi olmamalarına rağmen algılamaları sayesinde söz konusu sorun için iyi bir çözümün bulunmasını sağlarlar. Bu çözümden sadece danışan değil, aile sistemiyle bağlantısı olan tüm üyeler yararlanır. rılır. Terapist, eski dizim çalışmalarında yapıldığı gibi herkesi onurlandırıp, mutlu etmek zorunda olmadan danışanın ihtiyacı doğrultusunda dizimi sonlandırabilir. Dizim sırasında terapistin görevi, sistemden gelen saklı bilgileri alıp sistemin kendi dinamiğini korumak adına tüm bunları özünde barındırıp, gerektiğinde kullanmaktır. Dizim ne kadar sürer? Dizim, danışanın ihtiyacına göre 30 dakika ile 90 dakika arasında tamamlanır. Temsilci ne demektir? Danışan tarafından gruptaki kişilerden ailesindeki kişileri ya da kendisini temsil etmek üzere seçilen ve çalışma alanına yerleştirilen kişidir. Gruptan rastgele seçilen bu kişiler, temsil ettikleri kişilerin hisleri ve algılarını bedenlerinde hissederler. Temsilcilerin beden Dizim süreci boyunca terapist, gerekli gördüğü yerlerde yeni temsilciler ekleyip çıkararak temsilcilerin yerini, yönünü değiştirebilir, temsilcilere iyileştirici cümleler söyleterek duruma göre müdahalelerde bulunabilir. Terapistin öngördüğü yerde dizim sonlandı- Sistem Dizim Terapisi, grupla ve bireysel olarak uygulanabilen entegratif ve bütüncül bir terapi yöntemidir. Modern psikoloji ile maneviyatı, doğu ile batıyı sentezleyip yeni bir “hâl - bilinç psikolojisinde” birleştirir. TSDE ki - Kasım 2014 8 DOSYA KONUSU algısı, hem bütün ilişki ve bağların netleşmesi hem de uygun ve harekete geçiren çözümün oluşmasında çok önemli bir faktördür. Dizimler sırasında temsilci rolüne giren kişiler de yaşadıkları deneyimden kendilerine dair birçok yeni farkındalık kazanırlar. Temsilciler algısı nedir? Sistem Dizimleri, bilimin kolayca açıklayamadığı temsilcilerin algısı fenomeni ile çalışmaktadır. Temsilciler, öncesinde temsil edecekleri kişiler hakkında hiçbir bilgi almaksızın hayret verici bir doğrulukta bu kişinin duygularını hissetmekte ve hatta o kişinin kelimelerini, cümlelerini söyleyip semptom ve belirtilerini dizimde temsil esnasında göstermektedirler. Bu sırada bilinçdışı çatışma, uyuşmazlıklar içeren ilişkiler, bağlantılar gün ışığına çıkıp, yıllarca bunların etkisiyle yaşanılan ve anlaşılmaz kalan mutsuz ilişkiler, yaşam akışları, ağır kaderler ve hastalıklar anlaşılır ve görünür hale gelmektedir. Bu sayede aslında aile üyelerinin nasıl gizli-kör bir sevgi ve sadakat duygusu ile birbirlerine bağlı olduklarını ve çok kuvvetli bir ölçüde sağlıklarından ve yaşamlarından feragat edebildiklerini görebiliyoruz. Temsilci olmak için özel bir yeteneğe gerek var mı? Temsilci olduğumda nasıl konsantre olacağım? Temsilci olmak için özel bir yetenek gerekli değildir, kişinin duygularına ve algılamaya açık olması, an’da ve orada olması yeterlidir. Temsilci rolünde, vücudunuzda meydana gelen değişikliklere,(ağrı, sıcaklık hissetme, titreme, üşüme, vücudunda herhangi bir bölümü hissetmeme vb. gibi), hislerinize (korku, öfke, gülme, utanma vb. gibi),vücudunuzun yapmak istediği hareketlere ve size saçma gelse de içinizden birden yükselen cümlelere izin vermelisiniz, tüm bunlar temsilciler algısının ta kendisidir. Konsantre olmak ya da temsilci olmak için özel bir çaba sarf etmeye gerek yoktur, alana çıkıp, rezone olduğunuzda tüm bunlar gerçekleşir. Bu yöntem ile ilgili sağlıklı bir izlenim edinebilmek için en az bir kere bunu tecrübe etmek gerekir, yöntemin ulaşabildiği derinliğin görülebilmesi doğrudan deneyimlemeye bağlıdır. Dizim sonrasında temsilci rolünden çıkamazsam bu durum benim için tehlikeli midir? Dizimden sonra temsilci rolünde takılı kalmak, çok sık yaşanabilen bir durum değildir, temsilcilik rolünden çıkmak basit ve sessiz sedasız oluveren bir Sistem Dizim Terapisi bilincin gelişim öyküsüdür, danışana kendi şartlarının gerçeklerini ve kendi hedeflerinin mekânını sorgulama cesareti verir. Erken çocukluk döneminde sistemden, özellikle ebeveynlerden kişiye bilinçdışı yansıtılanlar, sonraki evrelerde ortaya çıkan tüm ilişkisel dolanmışlıklar, hastalıklar veya travmaların nedeni olabilir. TSDE ki - Kasım 2014 9 DOSYA KONUSU şeydir, bugüne kadar yaşanan tehlikeli bir durum kaydedilmemiştir. Bir rolde takılıp kalmak ancak temsilciliği yapılan kişi ve sistem ile temsilci olan kişinin sisteminde benzer bir durum ya da sorun varsa, kişiyi de etkileyen bir durum olduğu için içinde işleyen, devam eden bir süreç takılı kalmak olarak algılanıyor olabilir. Temsilcilik rolünden etkilenmek, temsilci olarak seçildiğimiz roller de tesadüf sonucu olmadığı için bu sürecin de içimizde neler yaptığını hissedip, görmek önemli olabilir. Dizim çalışmaları, dünyanın birçok ülkesinde uygulanmasının yanı sıra, psikoterapi ve danışmanlık yöntemleri arasında yerini almış, kısa ve etkin bir yöntemdir. Dizimden sonra ne değişir? Dizimden sonra kişinin kendi yaşamına bakış açısı değişir çünkü Sistem Dizimleri terapisi kişinin bilincinin genişlemesine yönelik yapılan bir terapidir. Terapi sürecinde, danışanın kör sevgiyle yaşama çocuksu bakış açısıyla bakmasından, yetişkin bakış açısıyla bakmasıyla, bilincinin genişlemesi sağlanır. Dizimler yardımıyla terapist, danışanı kendi sistemi içinde kendine bakmasını sağlayarak, onu başka türlü olabilirdi imkansızından bugün ki yaşamına, an’a getirir. Bir aileye, aile matriksinin içine, bir kadere doğuyoruz. Yaşamda hiçbir şey anlamsız ve gerekçesiz olmadığına göre, bu matrikse açık yüreklilikle bakabildiğimiz zaman arzu edilen dünyadan gerçek dünyaya gelip gerçek hayatlar yaşayabiliriz. Bireysel dizimler nasıl yapılır? Gerçek temsilciler kullanılarak grupla yapılan dizim uygulamaları dışında gizliliğin önemli olduğu ve danışmanın uygun gördüğü özel durumlarda dizimler şablonlar, figürler, nesneler kullanılarak da yapılabilir. Bireysel çalışmadaki en büyük fark dizimin kişiler yerine sembolik eşyalarla masa başında ya da boş bir odada şablonlar kullanılarak yapılmasıdır. Grup ya da bireysel çalışmanın avantaj ve dezavantajları nelerdir? Grupta gerçek temsilcilerle yapılan dizimler daha fazla etkiye sahipken, bireysel çalışmada kullanılan diğer uygulamalar da tanı amaçlı yeterli bilgiyi sağlamaktadır. Grup çalışmasında, sistemin gerçek dinamiğini ve saklı dinamikleri görmek bir avantaj iken, büyük gruplarda herkesle çalışmak için zamanın yeterli olmaması dezavantajdır diyebiliriz. Bireysel çalışma, çok özelini grupta paylaşmaya hazır ve açık olmayanlar için avantaj iken, büyük grupta sadece kendi belirlediği konu dışında temsilcilik rolü ile kendine ait birçok farklı konu ile de çalışma şansını kaçırması dezavantajdır diyebiliriz. Önerilen, terapistin yönlendirmesine göre, danışanın hem grupla yapılan hem de bireysel çalışmayı deneyimlemesidir. Dizimler’in diğer terapilerden ayrılan yönleri nelerdir? Dizim çalışmaları, dünyanın birçok ülkesinde uygulanmasının yanı sıra, psikoterapi ve danışmanlık yöntemleri arasında yerini almış, daha kısa ve etkin bir yöntemdir. Karışık durumların özüne tanı koymada şaşılacak bir hızda yardımcı olur çünkü dizim çalışmaları sırasında hiç beklenmeyen çözümler görünür hale gelir. Soyut problemlerin maddeleştirilmesi, görünür hatta elle tutulur hale gelmesi kişiler için daha etkili olmaktadır. Diğer terapi metotlarına göre, aile üyeleri arasındaki ilişkilerin canlandırıp görselleştirmesi ve bu yolla danışanın sistemin bütününü görmesini sağlaması açısından avantajlıdır. Terapist figürleri ya da temsilcileri TSDE ki - Kasım 2014 10 DOSYA KONUSU Aile Dizimlerinde kişinin ailesine ait içsel resimlerle çalışmaya başlamıştır. Bu iç resim ve oluşumu, fenomonolojik bir terapi yaklaşımının ürünüdür. Fenomenoloji nedir? Fenomenoloji felsefi bir yöntemdir; geniş anlamıyla olanları sabit fikirler ve önyargılardan uzak, olduğu gibi kabul eden bir teknik olarak yorumlanabilir. Fenomenoloji, hallerimizin bilincinde olduğumuz, bilinç dışımızın da bize ne gösterdiğini görebildiğimiz, iyi, kötü diye idealize etmeden, özümüzle, kendimizi olduğumuz gibi bilmeye çalıştığımız ve gerçeğin tüm renklerine başımıza geleceklerden habersiz açılabildiğimiz, yaşamın içinde karşımıza çıkanlarla var olabildiğimiz bir durumdur. yerleştirdiğinde, bilincinde olamadığı ilişki dinamikleri ve çatışmalarla yüzleşen danışan, içinde derinlerde kalmış duygularında çözülmeler yaşar. Görüp idrak ettiklerini yaşadığı duygulanım sonucu hisleri ile birleştirerek bakış açısını değiştirebilir. Dizimlerin çıkış noktası-kökeni nedir? Bert Hellinger tarafından geliştirilen aile dizimi, 30’lu yılların başında Gregory Bateson’ın başlattığı yolun devamıdır. Terapiye, kişinin ait olduğu sistemi ilk dâhil eden kişi Bateson olmuştur. Romen asıllı Amerikalı Jakob Moreno da, geliştirdiği psiko drama tekniğinde teatral bir yaklaşımla, kişinin sosyal bağlarının önemini keşfetmiştir. Moreno, kişinin problemlerinin ve ruhsal bozukluklarının çevresiyle ilişkisini görmüştür. Virginia Satir ise aile rekonstrüksiyonları ve “Aile Heykeli” çalışmalarıyla bu çizgide ilerleme sağlamıştır. Aile Dizimine bir diğer önemli bir katkı da, Ivan Boznomenyi Nagys’den gelmiştir. Nagys, Martin Buber’in düşüncesini genişleterek insan ilişkilerinde alma ile verme arasındaki dengeyi vurgulamıştır. Tüm bu gelişmelere paralel olarak Hellinger, gerçekleştirdiği Fenomenolojik yöntemle çalışan Sistem Dizim Terapisti kimdir? Fenomenolojik psikoterapi, an’da olan, stratejik olmadan adım adım ilerlenen, bilinç düzleminde de yavaş ilerlemeye izin veren bir terapidir. Fenomenolojik yöntem ile çalışan Sistem Dizim terapisti, sistemin içinde var olarak, sistemi zihinsel olarak kavramanın ötesine açılabilen, danışanın sistemini yüreğine alabilen, danışana yardımcı olma niyetini ve ortaya çıkabilecek gerçeklerden duyacağı korkunun da ötesine geçebilen, sistemde olanlar kadar olmayanların da sezgisel kavrayışına açık olabilen kişidir. Ancak bu duruş ile danışanı, kaderini, ailesini görüp, var olana açılabilir ve yardım edebilir. Zihinsel ve sezgisel yetilerin birlikte kullanılabilmesi, bu yöntemin terapistten istediği bütüncül yaklaşımın temelini oluşturur. Bu sebeple yöntemi uygulayacak terapistin kendi gelişiminde de içsel ve bütüncül hazır oluş önemlidir. Dizim yaptırabilmek için önemli bir sorunumun, açıkça soracak bir sorumun mu olması gerekir? Dizimin ilk aşamasında talebi açık bir şekilde belirtmek, dizimin temel unsurlarını belirlemek için önemlidir. Ailemi de dizime getirmem gerekir mi? Aile terapisinin klasik formunda gerçek aile üyeleri de terapide yer alıyordu, dizimlerde buna gerek yok çünkü ailenin gerçek üyeleri yerine temsilciler, figürler, şablonlar veya sembollerle çalışılabiliyor. Dizimlerde, danışanın içsel aile resmi ile çalışılması önceliklidir. TSDE ki - Kasım 2014 11 DOSYA KONUSU Çocuklarla dizim yapılabilir mi? Çocuklarla dizim yapılabilir fakat özel uzmanlık ve eğitim gerekmektedir. Enstitünün yetkilendirdiği uzmanlar tarafından 6-16 yaş arası çocuklarla bu çalışma gerçekleştirilebilir. dir. Bu nedenle diğer terapi ekollerinde olduğu gibi en az 900 saat süren bir eğitim ve süpervizyon sürecini tamamlanmalıdır. 5-6 günlük eğitim alan bir kişinin yapamayacağı kadar altyapı, bilgi, hassasiyet ve deneyim gerektirir. Kimlerle dizim çalışması yapılmaz? Psikiyatrik takip sürecinde olan kişiler ya da sınır ve psikotik semptomlara sahip olduğunu gördüğümüz kişilerle dizim çalışması yapılmaz. Hangi durumlarda dizimler risklidir? Psikiyatrik süreçte olan danışanlarla ya da dizim esnasında sınır durum ve psikotik bir yapıyla karşılaşıldığında, danışanın içsel kaynakları dizimde ortaya çıkacakları kaldıramayacak bir yapıdaysa dizimler risklidir. Sistem Dizimi bir grup terapisidir. Grup terapisi için gerekli olan mekânda yapılmalıdır. Ev, cafe vb gibi uygun olmayan ortamlarda kesinlikle yapılmamalıdır. Tanıdık kişilerle, akrabalarla, arkadaşlarla terapötik ortamın oluşmadığı bir zamanda dizim çalışması yapılması kesinlikle risklidir. Dizim yaptıracağım terapisti neye göre seçmeliyim? Bu konuda eğitim ve süpervizyonunu tamamlamış, sertifika sahibi ve süreç içinde sertifikası akredite edilmiş kişilerle çalışılmalıdır. Sistem Dizimi önemli ölçüde bilgi ve deneyim isteyen bir terapi yöntemi- TSDE ki - Kasım 2014 12 DOSYA KONUSU Sistem Dizimlerine uzanan yolda gelişim süreci Yol kılavuz olabilir, Ama yol tek değildir. Adlar değişir. Adsızdır göğün ve yerin başlangıcı, Adlı her şeyin anasıdır. Tutkusu olmayan gizliyi görür; Tutkusu olan görüneni görür. Bunlar aynı köktendir, ama adları farklıdır; Her ikisi de sırdır. Sırların sırrı Harikalar bahçesinin kapısıdır. -Lao Tzu Çeviri: Osman Yener Belki de değişen sadece isimler, yer ve zaman. Sistem Dizimi’nin gelişimi olarak tarihin yapraklarını araladığımızda, farklı kültürlerin arasında buluyoruz kendimizi. Ve bir topluluğun içinde her zaman var olan birey, belki de en koşulsuz, en temeli anneyle başlayan hayata tutunma, bağlanma. Taoizmde, enerjiyi, varlığın kaynağını, Tao’nun üretken yönünü temsil eden anne. Annenin yaşam verdiği bir çocukla başlayan ve her dönemde, her koşulda var olan bu bağlılıkla başlayan Sistem Dizimleri, zaman içerisinde farklı terapist ve filozoflarla bir kuram oldu. Oysa, yaşam döngüsünde, adı konulmayan bir bağlılık, yaşamla başlayan ve ölüme doğru giden bir yolculukta kültür zenginliğinin büyüsüyle farklı toplumlar bizi hep sistemin bir parçası olan bireye götürüyordu. Örneğin; ölümün insan yaşamında bir son olmadığına inanan ve rüyalarda ölmüş akrabaları ile iletişim kuran Aborjinler’de, rüyadaki akrabanın o kişiyi iyileştirmesi bile olası. Peki ya Afrika kabileleri. Bu kabilede doğacak çocuklar anneleriyle telepatik iletişim kuruyor ve tüm hayatı boyunca kendisine eşlik edecek olan şarkıyı annelerinin kulağına fısıldıyor. Ve Azteklerden bu yana uzanan ve Latin Amerikalıların “ Dia de los Muertos “ olarak ölülerini andıkları 5 Nisan Günü ve yine Katolik Avrupa ülkelerinde 2 Kasım olarak geçen ve ölülerin o, mezarlarında toplanıldığı “Ölüler Günü” yle atalar onurlandırılıyor. TSDE ki - Kasım 2014 13 DOSYA KONUSU Yaşam döngüsünde, adı konulmayan bir bağlılık, yaşamla başlayan ve ölüme doğru giden bir yolculukta kültür zenginliğinin büyüsüyle farklı toplumlar bizi hep sistemin bir parçası olan bireye götürüyor. Taoizm ve Konfüçyüs öğretileriyle oluşan Çin kültüründe, ata saygısında, yaşlıların bilgisine saygı duyulurken, şimdiki neslin başarıları, doğum, evlenme gibi kutlamalarda tüm aile bir araya gelirken, atalar da mezarlarının başında onurlandırılır. Afrika ata geleneğinde ise, Afrikalılar ölmüş atalarıyla çok daha interaktif bir ilişki içindedirler. Bert Hellinger’in Zulu kabilelerinde gözlemlediği gibi, ölülerini gömen Zulular, aradan birkaç sene geçtikten sonra, onlara evde tekrar bir tören yaparak “eve hoş geldin” derler. Ataları ile sembiyotik bir ilişki içinde olan Zulular, şifa ve güç elde etmek için atalarıyla işbirliği yaparlar. Başlangıçta aileler için geliştirilen Sistem Dizimi çalışmaları zaman içinde organizasyonlara, etnik kimliklere, eğitim, tıp gibi sistemlere kadar uzanıyor. Üç farklı akımın gelişimiyle oluşan Sistem Dizimleri Teorisi’nde, ilk akım, 20. yüzyılın ikinci yarısında aile terapistlerinin geliştirdiği, aile fertlerinin birbirlerine bağlı olduklarını ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilediklerini kabul eden “sistemik teori”. Ardından, 1920’li yıllarda Jacob Moreno “psiko drama” ile, aile üyeleri ya da kavramlar için, temsilcilerin kullanılması tekniği geliştiriyor. 1960’lı yılların başında ise Virginia Satir, sistemin içinde daha önce saklı kalmış olan dinamiklerin ortaya çıkarılması ve açıklığa kavuşturulmasında, aile sistemlerinde etkili olan “sistem dizimleri süreci” adı altında bir yöntem oluşturuyor. Ardından Edmund Husserl’in, kişi ya da sistemlerin durumlarını sabit fikir ya da önyargıdan uzak olarak, olduğu gibi kabul eden “fenomenolojik metoduyla” Sistem Dizimleri sürecininin son halkası tamamlanıyor. 1980’li yıllarda, Bert Hellinger, bu üç akımı birleştirerek, Aile Dizimleri yöntemini geliştiriyor. Sistem Dizimi’nin gelişim süreci bir dizi terapist ve filozofun katkılarıyla bugüne geldi. Ve bu anlamda Sistem Dizimi’nin başlıca kahramanlarını sıralamamız gerekirse, fenomenolojinin temellerini atan Edmund Husserl, nesillerarası sistemik düşüncenin öncüsü Ivan Boszmormeny Nagy, aile heykeli ile sistem dizimlerine katkıda bulunan Virginia Satir, “psiko dram”ın öncüsü Jacob Moreno ve “yapısal aile terapisi”ni geliştiren Salvador Minuchin ve Alman psikoterapist ve filozof Bert Hellinger, bu isimlerden sadece birkaçı... TSDE ki - Kasım 2014 14 DOSYA KONUSU Sürecin kahramanları Bert Hellinger Felsefe, teoloji ve pedagoji eğitimi alan Bert Hellinger, onaltı yıl boyunca Katolik misyon üyesi olarak Güney Afrika’da Zuluların arasında yaşadı. Onların arasında bulunduğu dönemde, ruhsal yol gösterici olarak tanımladığı çalışmalardan derinden etkilendi. 1970’lerin başında misyonuna veda ederek psikoterapiye yönelmek üzere Avrupa’ya geldi. Viyana’da psikanaliz ve ardından Amerika’da Arthur Janov’dan primer terapi eğitimi alan Hellinger’in, Eric Berne’in “Günaydın dediğinde söylediğin nedir?” konulu yazısı daha sonra kendi oluşturduğu “Aile Dizimleri” açısından bir dönüm noktası oluşturdu. Çalışmalarında çözüme gidebilmek için hikâyeler, mitoslar, roman, çizgi roman ve filmler kullanan Berne, Hellinger’in öykücü yanının oluşmasında önemli bir rol oynadı. Hellinger, Berne’in yaklaşımına kuşaktan kuşağa aktarım düşüncesini ekledi. Amerika’da geçirdiği sürede Milton Erickson’ın öğrencilerinden Jeffrey Zeig, Stephan Lankton ve diğelerinden beden dilini en ince düzeyde izlemeyi ve değerlendirmeyi öğrenen Hellinger’in, terapi akımlarının önde gelen isimleriyle sürdürdüğü çalışmalar ve yoğun uygulamalar, “Aile Dizimi” ya da “fenomenolojik-sistemik aile terapisi” olarak bilinen kendi senteziyle sonuçlandı. Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere bütün dünyada saygın bir yeri olan Bert Hellinger, günümüzün en çok yankı uyandıran terapistleri arasında yer alıyor. Hellinger’in Türkçede yayımlanan “Sevgi Düzenleri”, “Kabul Etmenin Özgürlüğü”, “Sevginin Saklı Simetrisi” ve “Yardım Etmenin Düzenleri” adlı kitapları bulunuyor. Edmund Husserl Fenomenolojinin kurucusu Husserl’e göre, “Fenomenoloji görerek, aydınlatarak, anlam belirleyerek ve anlam ayrımı yaparak yol alır. Fenomenoloji karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar, parçalara böler, öğelerine ayırır. Kuramlaştırmaz, matematikleştirmez; zira, tümdengelimli kuram anlamında hiçbir açıklamada bulunmaz”. Almanya’da felesefeye yön veren filozoflardan biri olan Huserl, 1929 yılına kadar Freiburg Üniversitesi’nde bulunur. 1933’ten itibaren Almanya’da Nazizm’in yükselişi dolayısıyla Yahudi kimliği yüzünden akademik hayatında zorluklar yaşadı. Virginia Satir Birleşik bir aile terapisi modeli olan, insan geçerleme süreci modelini ( human validation process model ) geliştirdi. Bu model, iletişime ve duygusal yaşantılara dayanmakta. O da, aile terapisi kavramının bir akım haline gelmesini sağlayanların başında gelen Murray Bowen gibi, kuşaklararası bir model kullandı. Ancak o, kuşaktan kuşağa aktarılan aile örüntülerinin hali hazırda yaşanan etkileri üzerinde de incelemelerde bulundu. Teknik kullanmanın, kurulan terapötik ilişkiden sonra geldiğini varsayarak, değişimin gerçekleşebilmesi için terapistle aile arasında kurulan kişisel ilişkinin niteliğini inceleme üzerine odaklandı. Virginia Satir’in geliştirdiği Aile Heykeli, danışana farklı temsilcilerin bedensel duruşuna bir heykeltraş gibi şekil verme olanağı tanımakta. Salvador Minuchin 1960’lı yıllarda New York’ta bulunan Wiltwyck Okulu’na giden fakir ailelerin suçlu erkek çocukları ile yaptığı aile terapileriyle, yapısal aile terapisini geliştirdi. Minuchin, 1970’li yıllarda, Philedelphia Çocuk Rehberlik Kliniği’nde, meslektaşlarıyla birlikte yaptığı çalışmalarla, yapısal aile terapisinin kuram ve uygulama yöntemlerinin temellerini attı. Bu kurama göre, ailenin stereotip davranışlarının düzenlenmesi ve aile üyeleri arasındaki ilişkinin yeniden belirlenmesi amaçlanır. Jacob Moreno Grup psikoterapisi, sosyodrama ve psikodramanın kurucusu kabul edilen J.L. Moreno, Viyana’da tıp eğitimi gördü ve uzmanlık dalı olarak psikiyatriyi seçti. Bu eğitimin yanısıra felsefeyle de ilgilendi ve Freud’un dışında, Bergson’u ve Alman fenomenologları inceledi. Tıp eğitiminden sonra, Viyana’da Mitterndorf göçmen kampında hekim olarak çalışmaya başladığı sıralarda, aileleri barakalara yerleştirmeye çalıştığında sosyometrik yaklaşım kafasında filizlenmeye başlamış ve böylece sosyometri ile ilgili görüşlerini Avrupa’da geliştirmeye başlamıştı. 1921 yılında Viyana’da küçük gruplarla spontan tiyatro denemeleri yapmaya başladı ve amacı bu etkinliğin ruhsal tedavi alanında nasıl kullanılabileceğini araştırmaktı. Böylece psikodramaya adım attı. TSDE ki - Kasım 2014 15 DOSYA KONUSU Entegre Alanlar Sistem Dizimleri, zamanla farklı alanlarda uygulanmaya başladı ve bu kollar entegre alanlar olarak adlandırıldı. Bu sayıda organizasyon dizimlerini bir vaka örneğiyle paylaşmak istedik. ORGANİZASYON DİZİMLERİ Sistem Dizimleri yönteminin, şirketler ve kuruluşlar üzerinde uygulanan şekline Organizasyon dizimleri denir. Dr. Gunthard Weber dizim çalışmalarını ilk defa işletmelere yönelik uygulayan kişidir. Daimler Chryler, IBM ve BMW gibi şirketlerde yaptığı Organizasyon Dizimleri ile sağladığı başarı tüm Avrupa’da yönteme gösterilen ilginin artmasını sağlamıştır. Weber’in öncülüğünde geliştirilen Organizasyon Dizimleri zaman içinde etkili bir işletme ve yönetim danışmanlığı tekniği olmuştur. Şirket ve kurumlara uygulanabildiği gibi kişisel kariyeri ve tercihleri ile ilgili bireylere de uygulanabilir. Şirket ve kuruluşlarda karşılaşılan sorunlar için yapı- lan analizler danışmanlara problemin bir bölümünü gösterir fakat genel görüntüsü ve arka planda işleyen sistemik dinamikleri sunamaz. Organizasyon Dizimleri ile kuruluş ve şirketlerde faal olan gizli dinamiklerin keşfedilmesi mümkün hale gelir. Sistemik dizimler, sistem içinde görünmez olan bağlantının bulunup, çözüm için gerekli adımların atılmasını sağlar. Yöntem, hızlıdır ve tanı ile çözüm arasında birkaç basamakta hareket eder. TSDE Organizasyon Dizimleri Entegratörü’müz Sami Bugay’ın, orjinali Haziran 2014 tarihli Harvard Business Review Türkiye dergisinde yayınlanmış olan yazısını, Harvard Business Review Türkiye’nin izniyle paylaşıyoruz. (HBRTURKIYE.com) HBR’ın kurgusal vaka çalışmaları, gerçek şirketlerde liderlerin karşılaş- TSDE ki - Kasım 2014 16 DOSYA KONUSU tıkları ikilemleri ve uzmanlar tarafından sunulan çözüm önerilerini içermektedir. Söz konusu makalede, Joshua D.Margolis’in HBS Case Study “Avi Kremer” (case no. 411022-PDF-ENG) adlı vaka çalışması temel alınmıştır. WS& Joshua D. Margolis Christensen Center for un Teaching and Learning at Harvard Business School’da işletme profesörü ve fakülte dekanıdır. Amy Gallo ise HBR’da konuk editördür. Teşhisten bir hafta sonra GlobalScope liderleri normalde haftalık toplantılarında gözyaşı dökmezlerdi ama bu toplantı farklıydı. Start-up’ın dört kurucusundan biri olan Gil Lehner, kendisine konan teşhisten bahsetmişti: Küçük hücreli akciğer kanseri tanısı konmuştu ve her ne kadar kendine özgü inadıyla savaşmayı planlasa da beş yıldan fazla hayatta kalma olasılığı sadece yüzde l8’ti. Birkaç dakikalık suskunluk sonrasında Gil ellerini çırptı, dimdik oturdu ve “Ama henüz ölmedim” diye takıldı. Genç İsrailli her daim pozitifti ve çalışma arkadaşlarının üzüntüsüne daha uzun süre ortak olmayı reddediyordu. GlobalScope cep telefonlarını güçlü mikroskoplara dönüştürmeye odaklanan New York merkezli bir teknoloji şirketiydi. İşletme fakültesinden yeni mezun olmuş Gil ve ortakları sekiz ay önce ilk yatırımlarını almışlardı ve şimdi de ikinci defa yatırım almaya hazırlanıyorlardı. Şu anda bir mobil cihazda mümkün olan en fazla detayı sağlamasının yanında mikroskobun maliyetlerini düşürebilecek çeşitli plastik lensleri test ediyorlardı. Gil, “Peki, testlerin bir sonraki aşamasını konuşalım” dedi. Biyoloji doktorası vardı ve ekibin bilimsel uzmanıydı. MBA yapmadan önce İsrail’de bir ilaç şirketinde çalışıyordu. Ekibin finans başkanı Michael Shrock başını salladı. “Anlamıyorum. Sigara içmiyorsun. Daha 30’unda bile değilsin. “Doktorlar benim alışılmadık bir vaka olduğumu söylüyor. Benim gibi birinin bu türden bir kansere yakalanması çok nadir görülüyormuş, ama oluyor işte. Benimle aynı yaştaki başka bir hastayla da görüştüm.” Michael başını sallamayı sürdürdü. Gil, “İşe dönmeden önce başka sorusu olan var mı?” diye sordu. GlobalScope’un teknoloji başkanı Carly Gardos, “Ruti nasıl?” diye sordu. “Pek çok yeni gelinden daha iyi başa çıkıyor. Nihayetinde İsrailliyiz. Çoktan tedavi planımı oluşturdu bile.” “Yani burada, şehirde mi kalacaksın? Çalışmaya devam mı edeceksin? Bunu yapmak istediğine emin misin?” diye sordu tereddütle. Organizasyon Dizimleri ile kuruluş ve şirketlerde faal olan gizli dinamiklerin keşfedilmesi mümkün hale gelir. Sistemik dizimler, sistem içinde görünmez olan bağlantının bulunup, çözüm için gerekli adımların atılmasını sağlar. Yöntem, hızlıdır ve tanı ile çözüm arasında birkaç basamakta hareket eder. “Henüz enine boyuna düşünmedim. Ama evet, bu işe baş koydum. Ayrıca, dünyanın en iyi onkoloji doktorları Sloan Kettering’de. Kemoterapi zorlu geçecek ama iyi hissettiğim zamanlarda bol vaktim olacak. Dolayısıyla her şeyin mümkün olduğunca normal kalmasını istiyorum.” Carly, “Sağlığının şirketten daha önemli olduğunu biliyorsun” dedi. Herkes hemfikir olduğunu gösterir biçimde başıyla onayladı. “Biliyorum ama ikisine de odaklanabileceğimi düşünüyorum” dedi. “Lütfen artık konuyu değiştirebilir miyiz?” Sevginin Emeği, teşhisten bir ay sonra Üç hafta sonra, Gil’in ikisi de halen işletme yüksek lisansının ikinci yılında olan arkadaşları Arthur Kraus ve Maya Hanley onu kampüse David Johansen’le öğle yemeğine çağırdı. David Johansen girişim yönetimi profesörüydü ve bir yıl önce sınıf projesinde mentorları olmuştu. Gil, arkadaşlarıyla David’in ofisine çıkan merdivenlerde buluştu. “Siz sormadan söyleyeyim. Evet, tedaviler iyi gidiyor. Evet, iyiyim. Evet, Ruti iyi. Evet, hastalığın seyri aynı” diyerek gülümsedi. “Muhtemelen öğle yemeğine fazla kalamayacağım ama şu büyük fikri duymak için sabırsızlanıyorum. Neler oluyor?” “David gelene kadar bekleyelim” dedi Arthur. Gil’inki gibi canlı bir ses tonuyla konuşmaya çalıştı. “Her ikinize de aynı anda sunmak istiyoruz. David kapı çalınır çalınmaz açtı. “İçeri gelin, oturun” dedi, onlara içeriyi göstererek. “Gil, nasılsın? Bu ikisinin paylaşmak istediği şu büyük fikirle ilgili bir şeyler biliyor musun?” TSDE ki - Kasım 2014 17 DOSYA KONUSU Gil, “Benim de hiçbir bilgim yok” dedi ve ekledi “Diğer konuda iyiyim.” Maya, “Tamam, başlayalım” dedi. Gil’e konan teşhisten esinlenerek akciğer kanseri araştırmalarına ve özellikle neden sigara içmeyenlerin bu kansere yakalandığını araştırmaya başladıklarını açıkladı. Akciğer kanseri hastalarının genel itibarıyla diğer kanser türlerinden çok daha az finansal destek aldığını öğrenmişlerdi. Arthur, “İnsanlar, kurbanların hastalığa kendilerinin davetiye çıkardığını düşündüğü için çok fazla anlayış göstermiyorlar” dedi David yanıt verdi: “Yani, sigara içenler riskleri bildikleri için sonuçlarına da katlanmalı diye mi düşünüyorlar?” Maya, başıyla onaylayarak, “Evet, fakat hepimiz Gil’in böyle olmadığını biliyoruz” dedi. “Sigara tiryakisi olsaydım bile bu mantığı kabul etmezdim” dedi Gil. Maya “Dahası, akciğer kanseri araştırmalarına ayrılan fonların çoğu, daha yaygın görülen türleri hedef alıyor. Bağışçılar ve tıbbi kuruluşlar, küçük hücreli akciğer kanserine yakalananların sayıca çok daha az olduğunu düşünüyor” dedi. “Ama bunu değiştirmek için bir planımız var” diye sürdürdü sözlerini ve dosyaları Gü ve David’e uzattı. “Bu spesifik alandaki inovatif fikirleri ödüllendirmek istiyoruz.” Harvard’dan bir profesörün araştırmasından bahsetti. Ödül temelli araştırma girişimleri yalnızca daha az bilinen hastalıklarla ilgili farkındalığı artırmakla kal- mıyor, aynı zamanda bilim alanında önemli gelişmelerin yolunu da açıyordu. Ödül, çoğu zaman hastalığı araştırmayan bilim insanlarım, çalışmalarının hastalığa nasıl uygulanabileceğini araştırmaya itiyordu. Arthur, “Amacımız tedavi fikirlerine yenilerini eklemek” diye açıkladı. Gil, teklife göz atmak içim dosyayı açarken, “Süper, ne desem bilemiyorum” dedi. Belgenin çoktan son sayfasına gelen David, Maya ve Arthur’a döndü: “Çalışmayı gerçekleştirmiş profesörle çoktan iletişime geçtiğinizi sanıyorum” dedi. Başlarıyla onayladılar. Arthur, “En büyük engel fon bulmak olacaktır” dedi. “Bir milyon dolarlık, önemli bir ödül olmasını istiyoruz. Ayrıca biyolojik belirleyiciler ve tedavi gibi farklı alanlar için de daha küçük ödüller sunmak istiyoruz.” David, “Akademik topluluğumuzun ölçeği göz önüne alınırsa, buradan başlayabilirsin, Gil de girişimin yüzü olarak size yardımcı olabilir” dedi. Aslına bakılırsa, Gil kampüse geldiği andan itibaren tüm hocaları ve arkadaşları onu sevmişti. İlgisi ve cömertliği herkesin kalbini fethetmişti. “İkinizin de bunu gerçekleştirmeyi kafanıza koyduğunuzu varsayarak, bunun harika bir yüksek lisans çalışması olacağını düşünüyorum.” Arthur ve Maya memnun görünüyorlardı. Son sömestrdeydiler. Her ne kadar ikisi de danışmanlık firmalarından iş teklifleri almış olsalar da hiçbiri onları heyecanlandırmamıştı. “Şunu unutmayın, bu tür girişimler en azından başlarda, sevgi işidir. Hemen para kazanmayı beklemeyin.” Maya, “Biliyoruz. Anlamlı bir şeyler yapmak istiyoruz. Danışmanlık işleri hep olacak.” David sordu: “Ya sen, Gil? Global-Scope’un yeterince zamanını aldığını biliyorum. Tedavinin de fazla za- TSDE ki - Kasım 2014 18 DOSYA KONUSU man ve enerji alacağını tahmin edebiliyorum. Bu işin bir parçası olmak için zamanın olacak mı?” “Katılması gerekmiyor” dedi Arthur çabucak. “Yani, tabii ki vaktin ölçüsünde her türlü desteğini isteriz. Fonların toplanması aşamasında olmanı isteriz. Ancak şu anda odaklanman gereken çok şey olduğunun farkıdayız.” Herkes Gil’e baktı. “Bu fikrin yüzde yüz arkasındayım” dedi. “Bu işe girişmeniz beni çok duygulandırdı. Ayrıca bunun bir parçası olmak istiyorum: Ben bu savaştan galip çıkamasam bile diğer insanların çıkmasını arzuluyorum. Ama biraz düşünmem gerek. GlobalScope kritik bir aşamada ve Ruti’ye de şu anda ikinci kemoterapi aşamasına yoğunlaşacağıma söz verdim.” Gil partiye geldikten birkaç saat sonra biraz dinlenmek için kendini arka bahçeye atabildi. Arkasından kuzeni Tomer geldi. İkisi aynı mahallede büyümüş ve aynı okullara gitmişti. Tomer evlenmiş, iki çocuğu olmuştu ve Tel Aviv’de bir teknoloji start-up’ında çalışıyordu. Tomer, kuzenine “ İyi görünüyorsun” dedi. Gil espri yaptı. “Ölüyor gibi görünmüyor muyum?” Tomer de takıldı. “Buradan bakınca pek anlaşılmıyor.” “Aslında iyi hissediyorum. Kemoterapi fenaydı ama şimdilik lezyonlarm çoğalmasını durdurdu.” “Hepsini biliyorum. Her kustuğunda Ruti anneni arıyor, annen benimkini arıyor, o da beni arıyor. Gil Lehner telefon ağacı gibi. Geri döndüğünde başlayacağın deneyleri de biliyorum.” Arthur’un sözleri boğazına tıkandı. Kendini özür dilerken buldu.Gil, “Sorun değil. Son zamanlarda insanlar üzerinde böyle bir etkim oluyor” dedi. Gil güldü. “Sanırım, sevilmek güzel.” Tomer, “Babanın seninle konuşmamı istediğini duyduğuna da şaşırmayacaksındır” dedi. Hepsi ayaklandı. Ancak David, Gil’den biraz kalmasını istedi. “GlobalScope, ödül, hangi konu olursa, konuşmak istersen burada olduğumu bil” dedi. “Kesin dönüş konusunda mı?” Gil, “Garip,” dedi. “Halbuki her şeyi çözmüştüm: Eşim, MBA, start-up şirketim. Hayatım tamamıyla kontrolüm altındaydı. Şimdiyse, bırakın üç ay veya üç yılı, gelecek hafta ne olacağını bile bilmiyorum. Çoğu insanın, kariyerleriyle ilgili önemli kararlar almak için birçok fırsatı olacak. Benimse sadece tekbir şansım olabilir. Doğru kararı vermek istiyorum.” Eve Dönüş, Teşhisten 3 ay sonra Gil’in İsrail’in Hayfa şehrinde yaşayan ailesinin evi hınca hınç doluydu. Gil ve Ruti’nin Hamursuz Bayramı için İsrail’e geleceğim öğrenen akrabalarının hepsi onları görmek için toplanmıştı. Ama Gil teşhis, tedavi süreci, kanser veya ölüm lafının edilmemesi konusunda ısrarcı olmuştu. Dolayısıyla evde hafif, hatta neşeli bir hava hâkimdi. Doğu tıbbında göğüs bölgesi, direkt olarak duygularımızla olan ilişkimizi simgeler ve bu bölgede oluşan rahatsızlıklar, ağırlıklı olarak karşılıksız kalan duygulanımlara ve derin bir hüzün duygusuna bağlanır. “Şu deneyi bitirmeni ve bu yaz memlekete dönmeni söylemem gerekiyor. Tedavinin geri kalanına burada devam et. Ruti’yle, ailenle, kuzenlerinle, çocuklarımızla vakit geçir. Sana da, Ruti’ye de burada daha iyi destek oluruz. Büyük resme bakınca, ailen sana şirketinden daha fazla yardımcı olacaktır.” Tomer duraksadı. “Elbette senin yerinde olmayı bir an bile hayal edemiyorum. Bana sus diyebilirsin.” “Merak etme. Jakob Amca bu konuda seni yener. Ülkede beni her türlü klinik deneye sokabileceğini ve bana İsrail Kanser Araştırmaları Fonu’nda yarı zamanlı iş bulabileceğini söylüyor. Ana-baba duygu sömürüsünün suyunu çıkardı.” Gil bir an durakladı. “İtiraf etmeliyim ki eve dönme fikri rahatlatıcı. Araştırma fonuna büyük katkı sağlayabileceğimi de biliyorum.” “Biliyorsun, Ruti ilk başlarda her şeyi bırakmam konusunda son derece ısrarcıydı. Tedavileri bitirip çıkarabildiğimiz kadar hayatımızın tadını çıkarmamızı, baş başa dünyayı gezmemizi istiyordu. Ama sonra gördü ki, sıkı çalışmak beni daha mutlu ediyor. İşler çok iyi gidiyor.” Tomer’i GlobalScope’un son durumu hakkında bilgilendirdi. Şirketin çığır açıcı bir buluş çıkardığını anlattı. Mobil aracılığıyla iletişimi daha kolay ve net görseller üretiyorlardı. Dünya Sağlık Örgütü buluşla ilgileniyor, yatırımcılar daha fazla bilgi talep ediyordu. “Bu plana sadık kalırsam, önemli miktarda para kazanabilirim. Kendim için TSDE ki - Kasım 2014 19 DOSYA KONUSU kullanamasam bile Ruti ve ailem için faydalı olabilir. Ayrıca sağlık hizmeti alamayan pek çok hastaya da yardım edebilirim.” Tomer, “İşi bırakmak istememeni anlayabiliyorum.” “Başka bir seçenek daha var.” Gil, Maya ve Arthur’un projesinden bahsetti. İşletme fakültesinin mezunlar derneğinden halihazırda 300 bin dolar toplamışlardı. Fonların toplanması aşamasına Gil’in de yardımcı olması için lobi yapıyorlardı. Böylece sonbaharda ödülü açıklayabileceklerdi. “Bu hastalıkla mücadele etme fikri hoşuma gitti. Sadece kendi bedenimle ilgili olarak değil, daha büyük anlamda mücadeleyi kast ediyorum. Bu ödülün gerçek bir etki yaratabileceğini düşünüyorum.” “Bu fonların, sana yardımcı olabilecek çığır açıcı bir buluşa dönüşme ihtimali var mı?” “Olabilir. Bunu bilmek imkansız. Ruti, Arthur ve Maya ile bunu konuşurken heyecanlanıyor.” “Bu gerçekten büyük bir yük. Ölümden bahsetmeyelim demiştin biliyorum. Ben hâlâ bunu yenebileceğine inanıyorum. Ancak sadece birkaç yılın kaldığı da bir gerçek. Arkanda nasıl bir miras bırakmak istiyorsun? Kalan zamanını bir girişimci veya bir aktivist olarak mı geçirmek istiyorsun? Yoksa ailenle beraber mi geçirmek istiyorsun?” HBR Uzman Görüşü Sami Bugay – Sistem Dizimleri Terapisti, Professional Certifed Coach-ICF BURADA GIL’İN kendisinin ve çevresindekilerin, Gil’ den üç seçenek dahilinde hareket etmesini istediklerini görüyoruz. Bu koşullarda mesleki bir öneri vermek yerine, Gil’in farklı alanlardaki ilişkilerine sistemik olarak yaklaşılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Kendi ifadelerine ve hakkında söylenenlere baktığımızda Gil’in farklı sistemsel seviyelerde, kendinden vermeye meyilli olduğunu görüyoruz. Okul çevresine gösterdiği ilgi ve cömertlik, kendisi için hayati bir konu olan tedavi konusunda bile eşi Ruti’ye verdiği sözü tutmaya odaklanacağını belirtmesi ve hatta bu savaştan kendisi galip çıkmasa bile diğer insanların çıkmasını arzuladığını dile getirmesi bize bunu anlatıyor. Tüm bunlarla birlikte, şirketinin başarı potansiyelinin yükseldiği bir noktada elde edeceği geliri kendisi için kullanamasa bile eşi ve ailesi için kullanmayı, bunlara ek olarak da sağlık hizmeti alamayan birçok kişiye fayda yaratmayı hedeflediğini ifade ediyor. Yukarıdaki bilgiler ışığında, Gil’in aşağıdaki alanlarda çalışma yaptıktan sonra karar almasını desteklerdim. TSDE ki - Kasım 2014 20 DOSYA KONUSU 1. Gil’in kendisi ile olan ilişkisi: Bir birey olarak Gil’in, kendi ihtiyaçları ve sahip olduğu kişisel değerler konusunda net olmadıkça, verdiği herhangi bir kararın sağlıklı olması oldukça zor. Çevremize baktığımızda, bireylerin kararlarını sahip oldukları inanç sistemleri ve değerler doğrultusunda aldığını görüyoruz. Bu sistemler bizim yaşamsal deneyimlerimiz sonucunda oluşmuş, ağırlıklı olarak mantığımıza ve zihnimize dayalı olan sistemlerdir ve bazen kişisel değer sistemlerimizle çelişebilirler. İşte bu anlar çelişkilerle harekete geçtiğimiz ve sonucunda eylemlerimizden pişmanlık duyduğumuz zamanlardır. Dolayısıyla Gil ileriye dönük karar aşamasında öncelikle kendi değerlerini ve ihtiyaçlarını ortaya çıkararak yoluna devam ederse, sonuç ne yöne giderse gitsin pişmanlığı olmayacaktır. Çevremize baktığımızda, bireylerin kararlarını sahip oldukları inanç sistemleri ve değerler doğrultusunda aldığını görüyoruz. Bu sistemler bizim yaşamsal deneyimlerimiz sonucunda oluşmuş, ağırlıklı olarak mantığımıza ve zihnimize dayalı olan sistemlerdir ve bazen kişisel değer sistemlerimizle çelişebilirler. 2. Gil’in içine doğduğu aile ile ilişkisi: Tomer’in ifadesinden yola çıktığımızda, Gil’in çekirdek ailesiyle olan ilişkisinin oldukça dolaylı bir iletişim etrafında şekillendiğini gözlemliyoruz. Halihazırda kendi anne ve babasının gerek Ruti, gerekse Tomer üzerinden bilgi aldığı ve verdiği bir sistem mevcut. Gil’in “Sanırım, sevilmek güzel” ifadesi, bu sistemin içerisinde dikkat edilmesi gereken dinamikleri aklımıza getiriyor. Doğu tıbbında göğüs bölgesi direkt olarak duygularımızla olan ilişkimizi simgeler ve bu bölgede oluşan rahatsızlıklar, ağırlıklı olarak karşılıksız kalan duygulanımlara ve derin bir hüzün duygusuna bağlanır. Dolayısıyla Gil’in durumu, kendi ifadesini göz önüne aldığımızda oldukça manidar. 4. Gil’in işiyle ile ilişkisi: Gil’in girişimci, sonuç odaklı ve tutkulu hali, “bu işe baş koydum” yaklaşımı, plana sadık kalması halinde kazanabileceği paranın Ruti’ye, ailesine ve yeterli sağlık hizmetini alamayan pek çok hastaya fayda sağlayacağını belirtiyor olması, esas itibariyle bu işin kendisine ne ifade ettiğinden çok, başkaları için bir kurtuluş olarak görmesi dikkat çeken bir konu. Burada olan bitenin resmini bir Organizasyon Dizimiyle görmek ve saklı dinamikleri keşfederken, şirketin sağlık üzerine geliştirdiği ürünü ve Gil’in hastalığıyla arasındaki dinamiğini keşfetmek Gil’in vereceği kararda önemli bir rol oynayacaktır. 3. Gil’in Ruti ile ilişkisi: “...çoktan tedavi planımı oluşturdu bile...” ifadesinden anlayacağımız gibi oldukça girift bir ilişki içerisindeler. Fakat bireysel sınırlara baktığımızda, her ne kadar koruyu, kollayıcı olarak kulaga gelse de, Ruti’nin Gil’in kişisel sınırlarını zorlayan hatta geçen bir yaklaşım sergilediğini bu tanımlamadan varsayabiliriz. Bu alanda, birlikte oluşturulmuş “yetişkinler arası” bir plan yerine Ruti’nin Gil adına oluşturduğu bir plan söz konusu, kısaca aralarındaki eş ilişkisinde bir çeşit ebeveynlik rolü ortaya çıkıyor. Tüm bunlara ek olarak Ruth’un, Gil’in girdiği kusma nöbetlerinde kendi annesini değil Gil’in annesini arayarak bir müttefik paktı oluşturmaya çabaladığını, belki de bilinçdışı bir şekilde bu alana çekildiğini görüyoruz. Ayrıca Gil’in okul mezunlarının topladığı fon ve bunun bir buluşa dönüşme ihtimalini belirtirken referans olarak aldığı noktalar gene kendi dışında olan noktalar: “...Ruti, Arthur ve Maya ile bunu konuşurken heyecanlanıyor” ifadesinde kendi heyecanına dair bir ipucu ya da paylaşım mevcut değil. Sonuç olarak; yukarıdaki noktalar üzerinden gittiğimizde, Gil’in bir yetişkin olarak kendine, hayatındaki yakınlarına ve ilişkilerine olan sorumluluklarını irdelemesini sağlayarak bir karar vermesini desteklemek, onun yerine karar vermekten çok daha etkili ve adaletli bir davranış olacaktır. Nitekim tavsiyeyle şekillenen ve “bunu yap” diyen her seçenek, Gil’in elinden yetişkin olma ehliyetinin alınmasıdır. TSDE ki - Kasım 2014 21 SÖYLEŞİ “Eğer kendimizi hissedersek dünyayı hissederiz.” Dr. NURIT SOMMER Dimdik duruşuyla hepimizi büyülerken, bedenimizin farkına vardığımız dopdolu geçen bir üç günlük eğitimden sonra, Dr. Nurit Sommer’i biraz daha yakından tanımak istedik. Daha önceki sohbetimizden İstanbul’a ilk gelişiniz değil, Türkiye ve Doğu’ya yaptığınız bu yolculuğun siz de bıraktıkları neler? Bu tecrübe ve kültürel farklılıkların beden çalışmalarınıza yansıması nasıl oldu? Beden ile ilgili çalışmalarınızı nasıl etkiledi? İstanbul’a ilk geldiğimde, beden ile ilgili hiç bir çalışma yapmamıştım, 23 yaşımdaydım, çok gençtim ve henüz öğrenciydim. Kültür ve sosyal antropoloji eğitimim için gerekli olan saha araştırmalarını yapmak için İstanbul’dan Asya’ya doğru bir yolculuktu. Otobüs ve trenlerle İstanbul’dan sonra sırasıyla İran, Afganistan ve Pakistan’a seyahat etmiştik. Pakistan’da 4000 metre yükseklikte Karakorum’da Müslüman olmayan, kendine ait evi olan kadınlardan oluşan bir grup ile çalıştım. Açıkçası o yaşlarda beden ile ilgili hiçbir bilgim yoktu, bedenimi sadece seyahat etmek için kullanmıştım. Günlük yaşamda insan bedenine çok fazla dikkat etmez, bakmaz. Sadece duruşu ve özgüveni değil, samimiyeti ve mütevazılığıyla hayran kaldığımız Dr. Nurit Sommer’in, etraftaki tüm duruşları gidip düzeltemese de zihniyle düzelttiğine hiç şüphe yok. Söyleşimiz sırasında bedene dair unutamayacağımız bir deneyim yaşadık. Ses kaydı daha iyi olsun diye, kayıt cihazını tutarken havada kalan kolun durumunu düşünmek kimin aklına gelirdi. Ama söyleşi bir beden terapistiyle olunca, terapist dayanamadı ve yastığı kolun altına yerleştirdi. Böylelikle eğitimde öğrenilenler pratiğe döküldü. “Bedeninizi unutmayın ve hep hatırlayın” Doğu’da ki bu ülkelere yaptığım yolculuktan beden ile ilgili olarak bana kalan, orada yaşayan insanların duruşları diyebilirim. Çok az materyale sahip bu insanların tıpkı kral ve kraliçeler gibi yürüdüklerini fark ettim çünkü her şeyi kafalarının üzerinde taşıyorlardı. Şu an ne kadar aradan sonra Avusturya’ya döndüğümü hatırlamıyorum ama Avusturya’ya geri döndüğümde büyük bir ikilem yaşadığımı hatırlıyorum. Bunun sebebi, havaalanından eve gelip alışveriş yapmak için Viyana’da dışarı çıktığımda Doğu’da kral ve kraliçeler gibi dimdik yürüyen insanların aksine cadde boyunca bir çantanın peşinde koşan insanlardı. TSDE ki - Kasım 2014 22 SÖYLEŞİ Herkes iki büklüm ve elinde bir çantayla dolaşıyordu. Bu durum benim için kültürel farklılık ile ilgili bir bilinçlenme haliydi. Olmanın ve sahip olmanın bedene yansımasıydı. Bu farkındalığımın üzerinden yıllar geçtikten sonra Ostoeporoz profilaksi eğitimimi tamamladığım zaman başın üzerinde ağırlık taşımanın ostoeporoz için en ideal profil duruşu olduğunu öğrendim. Bunun sebebine gelince, başın üstündeki yükün değişmeyen yumuşak baskısının her adımda bütün omurgaya ve bedendeki tüm kemiklere doğru duruş sayesinde aralıksız olarak küçük darbeler aracılığıyla kan akışını sağlamasıymış. Böylelikle vücutta Ostoeporoz hiçbir şekilde oluşmuyor. Beden ile ilgili sorduğun soru bana bunları hatırlattı. İstanbul’a daha önceki gelişinizle bu sefer arasında sizce ne gibi değişiklikler var? İstanbul’u tanıyamadım, ilk gelişimde bambaşka geleneksel işleyen bir yapıya sahipken bu süre içinde batılı bir görünüme sahip olmuş, aslında bu durum beni biraz üzdü diyebilirim. Gerçi bu tartışmaya açık bir konu, bu değişimin avantajları olduğu gibi dezavantajları da vardır diye düşünüyorum. Bugün Taksim’de cadde boyunca yürüdüm ve yürürken bu caddenin Hamburg’da veya Viyana’da ki bir caddeden ne farkı var diye düşündüm. Her yerde Starbucks cafe ve batıdaki herhangi bir şehirde görmeye alıştığımız aynı markalar var, şehir adına bu aynılaşma çok üzücü tabii ama insanların farklılaşmış olduğunu söyleyebilirim, insanların kalplerinin daha çok açılmış olduğunu hissediyorum. Gençlerle çok Kişisel kazanımlarımı sorarsanız, buna cevabım Türkiye’de ki insanların kalbimi açan inanılmaz misafirperverliği diyebilirim. İmkânların kısıtlı olduğu yerde bile içtenlikle davet edilip ağırlandığımızı hatırlıyorum. Ağrı Dağı eteğinde arabamız arıza yapmıştı ve çevrede hiçbir şey yoktu, yolda duruyorduk, ilk gelen araba durup bize hemen yardımcı oldu. Bizi gideceğimiz yere götürüp tekrar geri getirdi. Bu daha önce hiçbir yerde görmediğim bir içtenlik ve yardımdı. Afganistan’da da buna benzer bir deneyim yaşadım. Bir yerleşim yerinde su ararken daha önceden Londra’da kullanılmış çift katlı bir otobüs önümüzde durdu. Kapılar açıldığında alt kattan koyunlar dışarı atlamaya başladı, üst kattan Afganistanlı göçebe bir aile aşağı indi. Göçebe olarak o otobüsle seyahat ederek yaşıyorlardı, bizi içeri davet ettiler, koyunların arasına oturduk, çay içtik, kek yedik, su bulduk. Bu insanlarda çok derin bir kendini kavrayış, anlayış vardı. Biz yabancıydık ve yabancıya merak vardı. Orada da büyük bir açıklık ve merakla karşılaştık. TSDE ki - Kasım 2014 23 SÖYLEŞİ fazla iletişim kurma şansım olmadığı için gençler adına bir yorum yapmam doğru olmaz ama sizin grupla çok sıcak bir buluşma yaşadığımı söyleyebilirim. Bu yakınlık ve samimiyet benim için gerçekten çok özel. Çok genç yaşınızda yaptığınız bu seyahatin sizin içsel yolculuğunuza etkileri nasıl oldu? İç dünyanız ile ilgili sizi etkileyen ne oldu? Çok uzun yıllar önceydi. Eğer gençsen ve böyle büyük bir yolculuğa çıkmışsan tıpkı bir sünger gibi her şeyi içine çekmeye çalışırsın. Doğal özelliği olan bir bölgeyle muhteşem bir şekilde temas etmiştim. Çöldeki renkler, dağlardaki taşlar, kuleler ve tabii ki uzun elbiseleri ve başörtülü kıyafetleriyle bizden farklı insanları. Değişik ahlak kuralları olan şark kültürüne ait ve tamamen farklı bir dünya. Tüm bu farklılıkların bende tabii ki etkileri oldu. Kişi beden duruşu ile kendini ifade eder. Aslında bu herkesin bildiği bir bilgidir, herhangi biri geldiğinde bu kişiyle konuşmaya başlamadan biz o kişinin bize gönderdiği titreşimleri alırız. Bu kişi mutlu mu, sıkıntılı mı, açık mı, zorluk yaşıyor mu, korkuyla mı geliyor, tüm bunları bedeninden ve duruşundan hissedebiliriz. Orada ne öğrendiğimle ilgili bir şey daha söylemek istiyorum. Araştırma yaptığım bölgede, Karakorum’da (güney Asya’da yüksek bir dağ) buradaki insanların çocuklarını büyütürken onları denetlemek zorunda hissetmeden yaşamda çocuklarına eşlik ettiklerini gözlemledim. O bölgede yaşayan insanlarda yaşamda iyi olsunlar diye çocukları için özel bir şey yapma düşüncesi veya kaygısı yoktu. Bu düşünce insanların gelişimi için çok önemli etkilere sahipti yani korunarak ve yapmaları gerekenler anne babaları tarafından çocuklar adına yapılmadığı için çocuklar çok erken yaşta hiçbir zorlama hissetmeden sorumluluk sahibi olmayı öğreniyorlardı. Bunun bir insanın ve onun sinir sistemi için ne kadar önemli olduğunu ben şimdi yaptığım çalışmalarda görüyorum. Bir kişinin ve sinir sisteminin büyüyüp gelişmesi için çok fazla zorlama ve baskının olmaması gerekiyor. Kişinin kendi potansiyeli ve kendi doğallığında büyüyüp gelişmesinden bahsediyorum tabii ki kültürün sınırlamaları olacak ben temelde yatan baskılardan bahsediyorum, bu durum benim için gerçekten yeniydi. Beden duruşumuz hayattaki duruşumuza, kişiliğimize de yansır mı? Tabii ki yansır, kişi beden duruşu ile kendini ifade eder. Aslında bu herkesin bildiği bir bilgidir, herhangi biri geldiğinde bu kişiyle konuşmaya başlamadan biz o kişinin bize gönderdiği titreşimleri alırız. Bu kişi mutlu mu, sıkıntılı mı, açık mı, zorluk yaşıyor mu, korkuyla mı geliyor, tüm bunları bedeninden ve duruşundan hissedebiliriz. Neleri beraberimizde getirdik, neleri kapsıyoruz, neleri paylaşıyoruz bunların hepsi bedenimizle de ifade ettiklerimizdir. TSDE ki - Kasım 2014 24 SÖYLEŞİ Duruşumuzla, jest ve mimiklerimizle, derimizin rengiyle, gözlerimizin bakış şekliyle anlattıklarımızdır. Tüm bunlar bedenimizde saklıdır adeta, her yere beraberimizde götürdüğümüz, ifade ettiğimiz, biz bilmeden çevremizdeki atmosferi yaratan. Böylece içinde yaşadığımız ve kendimizi sözsüz bir biçimde anlattığımız bir alan oluşuyor. Ve tabii ki beden terapisi öğrenirsek bedenin sözsüz anlatımını okumayı öğreniyor, kişilerin duruşlarından beraberinde ne getirdiklerini görebiliyoruz. Fakat bu değerlendirmeyi eleştiri ve hüküm vererek değil idrak ve algıyla gerçekleştiriyoruz. Ben size eğitimde kendi duruşumla ilgili bir örnek vermiştim, uzun boyumdan dolayı kendimi küçültmeye çalışmamı, sonra bunu fark etmemi. Farkına varmam ile yaşadığım değişimleri anlatmıştım. Kendimi yorgun hissettiğim zamanlarda yine bedenimin duruşunun değiştiğini fark ediyorum ama tek fark artık oradan nasıl çıkacağımı biliyorum. Toplumlar arası bir duruş farkı gördünüz mü? Bunu söyleyebilir misiniz? Beden aynı dili konuşuyor diye cevaplarım ben bu soruyu, çünkü anatomimiz ve bedenimizi kullanma şeklimiz bütün dünyada aynı. Ama her kültürde baskı altında ve sıkıntısı olan kişiler daralmış bir kalbe, kendini küçültüp kapattığı bir duruşa, yük dolu, ağrılı omuzlara ve azıcık bir nefese sahiptir ve sıkıştırılmış olduğu duygusunu taşımaktadır. Bu durumun çok kültürel farklılıkla ilgisi olduğunu düşünmüyorum, çevre farklıdır ama ifade etme şekli farklı değildir. Batı kültüründe baş çok önemli ve ön planda, dolayısıyla düşünmek ön planda ama diğer kültürlerde yapmak düşünmekten öncelikli bu da beden duruşunu etkiliyor tabii ki. geliyorsa, onunla beraber bulup çıkardıklarımız ile birlikte üzerinde çalışıp geliştirebiliriz. Eğer bu söylediğim durum olmaz da kişi bana omuzlarının ağrıdığı düşüncesi ile gelirse omuzları ile ilgili sorular sorarak başlarım. Sizin de bildiğiniz sistemik sorular, omuzları ile bağlantılı olanı bulmaya çalışırım, sorular aracılığıyla sorun kendini belli etmeye başlar ve talep belirmeye başlar. Bu benim için çalışmamın ilkesi ve temelidir diyebilirim. Bu durum benim için benim çalışmamdan, kaynaklarımızın yeniden düzenlenmesi ve ihtimallerimizden daha fazlasıdır. Beden ve duyguların beni bağ kurmaya yönlendirdiği çok derin bir düzlemdir. Bu algı ile kişileri genellikle büyük bir hayretle bütünlükleri içinde görebilmeyi başarıyorum. Terapötik bir bağ kurmayı başarmış ve bir talep belirlemişsek gerçek ve ağır kısıtlamaların ardından şaşırtıcı sonuçlar oluşabiliyor. Bu anlattıklarım sistem dizimleri terapistleri için hiç yeni bilgiler değildir diye düşünüyorum, ama ben bu bakış açısıyla çalışıyorum. Beden terapisi hangi hastalıklarda etkili, beden terapisi ile beden duruşu değişebiliyor mu? Hastalık ve sağlık kategorilerinden çok bedenimizi öğrenmeye ve öğretmeye, bedenimize öğretmeye, bedenimizin bir bütün olduğunun algısının verilmesine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Daha çok sağlık üzerinde düşünmeye, iyileştirici ve tamamlayıcı yönümüze odaklanmalıyız diyorum. Nasıl dizim yapmak için belirli şartlar gerekli ise benim işimi yapabilmem için de kişinin fiziksel olarak sağlıklı olması gerekiyor. Kanserin sebebi ile ilgili çalışmıyorum ama kanser hastası gelebilir, yaşamında bir şeyleri gerçekten düzeltip değiştirmeyi isteyen, bu yönde bir talebi olan herkes gelebilir. Bu talep fiziksel ya da psikolojik olabilir. Eğer bir kişi merakla ve herhangi bir düzlemde kendini geliştirme isteğiyle TSDE ki - Kasım 2014 25 SÖYLEŞİ Beden terapisinde, dokunmak mı hareket mi, hangisinin etkisi daha önemli? Her ikisi de, dün seans sırasında gördüğünüz dokunmalar sayesinde ben danışanın üzerinde hareket ediyorum. Siz dışardan bir şey görüp hissedemediniz belki ama bu dokunmalar çok narin ve çok derine etki eden dokunuşlardı. Kaburgaları, omurga kemiğine doğru yönlendirip oradaki eklemler ile çalıştım. Kaburgaların başladığı yerden kaburga kaburga ilerledim, omurga omurga kaburgaların arasında nefes için yer olduğunu hatırlattım. Siz dışardan sadece ona dokunmamı görebilirsiniz ama ben dokunduğumda içerde ne gibi hareketler oluyor onu göremezsiniz, bu çok derin bir harekettir. Değişimi bu küçük hareketler başlatır. Her kaburga 7 farklı yöne hareket edebiliyor, biz maksimum 2 tanesini kullanıyoruz. Göğüs kafesimizin içindeki kaburgalar, dokunma ve derine doğru, bilen, yönlendiren hareketle bu bilgiyi hatırladığında hareket ve kullanmayla içimizde var olan kaynaklarımızdan bambaşka olasılıklar oluşur. Nefes almayı unutma bunu yaparken diyorum çünkü nefes yardımıyla bu bilgi sinir sistemine etki ediyor. Nefes alma ile sinir sistemi de bu değişikliği hissediyor ve orada daha farklı şeyler gelişir, 2 tanesini kullanıyordun buna karşın yeni değişik yönlerde var bilgisini alır. Konuşmanın olmadığı bir düzlemde çalışıldığı için anlatmakta kolay olmuyor. Kognitif düzlemde değil kinestetik düzlemde gerçekleştiği için anlamak da anlatmak da zordur. Ve eğer bu konuyu bir seminerde anlatmak durumundaysan tüm bu bilgiyi kognitif düzleme taşımak zorundasın, sizlere yaptırdığım uygulamalarla bu kinestetik düzlemi hissettirmeye çalıştım. Daha derinlemesine öğretebilmek ve bunun üzerinde daha doğru konuşabilmek için daha küçük grupla çalışmak gerek. Küçük grupla daha derin çalışmalar yapıp bu hissetme deneyimlerini de daha derin yaşayabilirsiniz. Kitabınızın adı “Gülümseyen Filler”, neden gülümseyen filler, beden ve fil arasında nasıl bir bağlantı kurmalıyız? Başlık için uzun süre düşündüm ve beden için bilinçli olmanın fille ilgisini karşılaştırdığım bir hikâye yazdım. Fillerin, tıpkı bedenin sahip olduğu fil hafızası gibi inanılmayacak kadar büyük hafızaları var. Filler çok güçlü görünmelerine rağmen çok hassas hayvanlardır. Filler, genç bir fil öldüğünde arkasından ağlarlar, gözyaşlarını görebilirsiniz. Filler çok sosyal hayvanlardır, nesiller boyu aktarılan gidiş yollarını ve su yollarını hatırlayabilirler. Filler göründüklerinden çok farklı hayvanlardır, içimizde bambaşka bir düşünce ile yaşasak da ağaçlardan uzaklaşıyor tümörden uzak duramıyoruz, filler gibi çalışıyoruz, bizim de bedenimizle ilişkimiz böyle olduğu için kitaba bu ismi verdim. Gülümsediğimizde daha kolay ve çabuk öğrendiğimiz mantığıyla kitabın adını “Gülümseyen Filler” koydum. Ciddiyeti bırakıp gülümsediğimiz sürece bedenimize ihtiyacı olan besini vermiş oluruz. Dizimler ile beden psikoterapisinin benzerlikleri neler? İnsanlara nasıl bakıyor, içerisi ve dışarısı arasındaki organizmanın düzenlerini nasıl görüyor, bilincimizin kapalı bölümlerini daha çok birleştirmek, bir araya getirebilmek için bu sözsüz soruları nasıl soruyor ve tüm bunlardan yaşam enerjisinin tüm vücutta akmasını, etkili olmasını nasıl sağlıyorum sorularının cevabı dizim çalışmaları ile benzediği yönler. Dizim çalışmalarında da sevginin nerede ve nasıl tekrar akabileceğine bakarız. Sistemin enerjisiyle tekrar uyumlu bir şekilde akabilmesi önemlidir. Burada adını Olivier koyduğum bir danışanımdan söz etmek istiyorum. Bu vakayı, “Gülümseyen Filler” isimli kitabımda paylaştım. Oliver bana geldiğinde parmak uçları üzerinde yürüyordu ve hep böyle yürümüştü. Kendisiyle beden ile ilgili çalışmalar yaptık ve seansın sonunda ayakları yere bastı. Fakat annesi onu almaya geldiği zaman, onu görür görmez tekrar parmak ucunda yürümeye başladı. O zaman anladık ki, derinlerde başka bir neden var. Aile ile sistemik sorular sorarak çalışmama devam ettim. Aile dizimiyle anlaşıldı ki, Olivier’in teyzesi uzun yıllar önce kendini asmış. Küçük bir kasabada bir çiftçi ailesi olarak yaşayan aile, bu intihardan utanmış ve herkesten gizlemiş. Çocuğun parmak uçlarında yürüyüşü tıpkı ensesinden bir yere asılmış bir kişiyi anlatıyordu. Dizim sonrasında Olivier normal bir şekilde yürümeye ve yere sapasağlam basmasını sağlayacak bir spor dalıyla uğraşmaya başladı. (Vaka örneği, Dr. Nurit Sommer’in “Laechende Elefanten” isimli kitabından kendi izniyle paylaşılmıştır. 2011: Laechende Elefanten (Gülümseyen Filler). Sistemik ve entegratif hareket bilimi teorisi ve uygulaması) Esra Gülsün Can Uzman Dilbilimci TSDE İstanbul 6. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 26 SÖYLEŞİ “Hepimiz her gün arada sırada şalterleri kapatıyoruz.” HEINRICH BREUER Hipnoterapi nedir? Hipnoterapi, psikoterapötik çalışmaların kabul görmüş bir şeklidir. Hipnoterapide insanlar güncel yaşadıklarından biraz uzaklaşmış bir durumdadır, bu duruma rahatlıkla trans diyebiliriz, geçmişte kalmış bazı olaylara ve problemlere tekrar bakma yeteneğinden faydalanarak, uygun telkinlerle bunları farklı bir şekilde tekrar yaşamalarını sağlamaktır. Hipnoterapinin etkili olduğu çok sayıda bilimsel araştırmalar vasıtasıyla çarpıcı bir şekilde kanıtlanmıştır. Heinrich Breuer için hipnoterapi nedir? Hipnoterapi benim için sistemiktir, yani insanı sosyal ilişkileri ve toplumlarıyla çözüm odaklı görmektedir. Bunun anlamı, hipnoterapinin problem analizinden ve danışan odaklı olmaktan çok, değişikliklerle ilgilendiğidir; yani danışanın kendisi, dünya modeli ve değerleri odak noktasını oluşturmaktadır. Terapist, danışanın “gerçeklilik şemaları” dâhilinde değişiklikleri tetiklemeye ve gerekli görüyorsa, danışanın çerçevesini büyütmeye çalışır. Hipnoterapi grup seansı veya bireysel seans olarak uygulanabilir. Mutlaka trans indüksiyonu ile bağlantılı olmak zorunda değildir, kendiliğinden, tesadüfî bir şekilde oluşabilir. Aile dizimlerinde de sürekli olarak hipnoterapi gerçekleşmektedir. Danışan, örneğin ebeveynleriyle yüz yüze durduğunda, bu çok güçlü bir trans indüksiyonudur. Trans için çok sayıda gösterge gözlemleyebiliriz, örneğin katalepsi, göz sabitleme, aldatıcı ve sanrısal fenomenler, unutulmuş hatıraların ortaya çıkması (aşırı bellem) ve tabii ki yaşlılık regresyonu, yani bir çocuk gibi algılama... Kendisini sistemik hipno-terapist olarak tanımlayan ve çalışmalarında hipnoterapi, sistemik ve fenomenolojik yöntemleri kullanan, Köln’de kendi kurduğu HypnoSys Psikoloji Merkezi’nde çalışmalarına devam eden Heinrich Breuer, Mayıs ve Eylül aylarında Hipnoterapi Eğitimi vermek üzere TSDE’nin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Eğitim sonrası Breuer, Hipnoterapi’nin ne olduğuna ve Sistem Dizimleri ile ilişkisine dair sorularımızı yanıtladı. Hipnoterapi hangi durumlarda ve nasıl uygulanır? Hipnoterapi birçok problem alanlarında uygulanabilir. Hemen hemen her rahatsızlık TSDE ki - Kasım 2014 27 SÖYLEŞİ alanından başarılı terapilerin yapıldığına dair raporlar bulunmaktadır. Örneğin depresyonların, korkuların, kişilik bozukluklarının, davranış problemleri, psikosomatik hastalıklar, ağrı bozuklukları vs. tedavileri hakkında çok sayıda rapor bulunmaktadır. Hipnoterapi özel alanlarda da, örneğin ilaçlara karşı alerjisi olan, analjezi uygulanmayan hastaların diş doktorunda yapılan hipnozlarında veya spor psikolojisinde motivasyon çalışmalarında, aktif-uyanık-hipnozunda veya hareket akışlarının otomasyonunda (zihinsel antrenman) uygulanır. Trans aslında sıradan ve olağan bir fenomen olduğundan ve hepimizin her gün arada sırada “şalterleri” kapatıp hafif bir transa daldığımız için, hipnoterapi unsurları gevşeme tekniklerinde, otojen antrenmanda, katatimik resim deneyiminde ve hayal etme tekniğinde ortaya çıkar. Hipnoterapi uygulanan danışanda ne gibi değişimler olur? Bu tamamen danışanın hedeflerine ve terapistine karşı olan beklentilerine bağlıdır. Literatür, başarılı neticeler elde edilen tedavilerle doludur. Hasta trans süreçleri ile deneyim biriktirir, kendi kendine transa geçmeyi öğrenir (otohipnoz, kendi kendine hipnoz,) ve bu tekniği farklı problemlerde uygulayabilir. Başlangıçta çoğu zaman gevşemeyi öğrenmek ilk hedef olur. Bunun dışında danışan kendi bilinçsizliğinin bilgeliğine karşı daha duyarlı olabilir. Bilinci ile ulaşamadığı kaynakları keşfedebilir, kaynakları farklı bağlamlara aktarmayı öğrenebilir, dikkatini daha çok içinde bulunduğu ana yönlendirebilir ve geleceğe dair pozitif resimler oluşturabilir. Kendi kendine bazı şeyleri farklı görme ve değerlendirme açısından önerilerde bulunabilir. Telkin edici konuşma tarzıyla ve bununla bağlantı olan içsel resimlerle yakınlaşır ve bunların hepsini kendi günlük hayatında geniş kap- Hipnoterapi ile danışan kendi bilinçsizliğinin bilgeliğine karşı daha duyarlı olabilir. Bilinci ile ulaşamadığı kaynakları keşfedebilir, kaynakları farklı bağlamlara aktarmayı öğrenebilir, dikkatini daha çok içinde bulunduğu ana yönlendirebilir ve geleceğe dair pozitif resimler oluşturabilir. samlı olarak uygulayabilir. Hipnoterapi, aynı dizim çalışmasının da olduğu gibi, danışanlara ağır semptomların çözülmesinde yardımcı olabilen çok güçlü bir terapötik yöntemdir. Bir psikoterapist olarak benim için sistem dizimi her şeyden önce psikoterapötik bir yöntemdir. Hipnoterapi uygulaması sonrasında süreç nasıl işler? Bir kere harekete geçirilen değişim süreçleri, kendi kendilerini geliştirme eğilimindedirler. Dolayısıyla bilinçli uygulanan bir kontrol, yardımcı olmaktan çok olumsuz etki yapar. Çoğu insan, bir ara verdikten sonra yeni bir motorik davranışı aniden daha iyi yapabildiğini veya algılama ile ilgili bir görevi belirli bir süre sonra daha iyi kavrayabildiğini ve anladığını fark eder. Psikolojide, Gestalt psikolojisi alanında “iyi şekle eğilim” kuralı bulunmaktadır. Bunun anlamı, içimizde bir düzenli olma eğiliminin olduğu ve bu eğilimin ilk önce karmaşık malzemeleri anlamlı bir yapıya dönüştürdüğüdür. Hipnoterapötik literatürde ayrıca, içimizde var olan, davranışlarımıza yorum ve tabii ki değişiklik önerileri yapabilen bir içsel gözlemleyici makamı bulunur. Hipnoterapist, danışana bunun haricinde süreci ileriye taşıyan görevler verebilir. Çoğu zaman danışanlar translarda ses kaydı yapıp bu kayıtları yanlarında evlerine götürüp evde dinliyorlar. Hipnoterapi ile ne tür hastalıklar tedavi edilebilir? En etkili sonuç alınan vakalar hangileridir? Daha önce de belirttiğim gibi depresyon, korku hastalıkları ve davranış problemleri vs. gibi farklı rahatsızlık alanlarından başarılı terapilerin yapıldığına dair raporlar bulunmaktadır. Hipnoterapinin daha hiç uygulanmamış olduğu bir problem alanı bulmak çok zordur. Hipnoterapi özellikle psikosomatik hastalıklarda ve psikolojik ağrı terapisinde çok başarılı görünüyor. Bilimsel yayımlamaların sayısı her sene gittikçe artıyor. MRT muayeneleri ve EEG muayeneleri ile yapılan nörobiyolojik araştırmalar trans tekniklerinin etkisini çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Kimlere uygulanamaz? Akut psikotik rahatsızlıkları olan insanlarla trans çalışmaları yapılmamalı. Ayrıca görsel hayal etme gücü düşük olan insanlarda ve kısıtlı empati yeteneği olan insanlarda (örneğin otizm) etkisi büyük ölçüde azalır. Hipnoterapi uygulayan kişi nelere dikkat etmeli? İlk dikkat edeceği konu, kendisinin hipnoterapi alanında iyi bir eğitim almış olmasıdır. Hipnoterapinin özel gözlemleme becerilerini öğrenmiş, trans lisanı- TSDE ki - Kasım 2014 28 SÖYLEŞİ nın özel mantığını tanıyor, danışanın ruhsal süreçlerinin içine katılabilmeyi ve danışanın içsel haritasını keşfedebilir seviyede olması gerekir. Danışanı tüm trans süreci boyunca sürekli gözlemlemeli, beden sinyallerini algılamalı ve kullanmalıdır. Nefes alıp vermesini, kalp atışlarının hızını ve ideo sensorik süreçleri (duyguları) algılamalı ve kullanmalı, küçük adımlarla ve uygun bir hızla ilerlemelidir. Değişime ilişkin önerileri geleceğe çıpalamalı ve eğer gerekiyorsa uygun bir reoryantasyon (yeniden yön belirleme) uygulamalıdır. Sistem Dizimleri ve Hipnoterapi arasında ne gibi benzerlikler ve farklar vardır? Bireysel durumlarda dizim çalışmalarına büyük saygı duysam da, sistem dizimi grup terapisi yöntemi ve aile terapisi yöntemi olarak oluşmuştur ve asıl gücü bu alanlarda bulunmaktadır. Hipnoterapi ise buna karşın, klasik bir bireysel terapi yöntemidir. Her iki yöntem trans durumlarıyla çalışmaktadır fakat trans durumunun oluşması hipnoterapide sistematik bir şekilde gerçekleştirilip kullanılır; dizim çalışmasında ise daha çok yan etki olarak meydana gelir. Dizimin kurulma sürecinin kendisi az veya çok derin trans durumlarına yol açar. Bu trans durumları böyle olarak adlandırılmasa bile, yine de gözlemlenebilmektedir. Dizim çalışması hipnoterapi ile kıyaslandığında, çok daha fazla dinamik ve duygusallık içerir. Kökleri, psikodrama, birincil terapi, beden çalışması, ebeveynsel çocuk eğitimi ve Gestalt terapisi gibi duyguları aktifleştiren yöntemlerdedir. Ruhsal deprem daha derinde, daha geniş kapsamlı olup, genelde büyük aile çerçevesinde meydana gelmiş olan eski ailevi olaylarla ilgilidir. Dizim çalışması her şeyden önce sistemik travma ile çalışır ve çözüm çalışmasında travmatik deneyimlerin farklı bir şekillendirilmesine olanak tanır ve böylece bu deneyimlerin üstesinden gelinmesine katkıda bulunur. Bir Sistem Dizimi Terapisti için hipnoterapi bilmenin kazanımları neler? Hipnoterapi bilen ve bilmeyen sistem dizimi terapistinin arasındaki fark sizce nedir? Sistem dizimlerinde trans durumlarını sistematik bir şekilde kullanabilirsiniz ve ek olarak dizimlerin dinamiğinde kolayca kaybolabilen değişiklik önerilerini yerleştirebilirsiniz. Çıpa tekniği ile danışanın dizimden sonra da faydalanabileceği kaynak çıpaları yerleştirebilirsiniz. Terapist telkin edici konuşmanın tüm yelpazesini kullanabilir. Dolaylı tekniklerle dirençlerin etrafından dolanabilir ve metaforlarla, doğrudan karşı karşıya gelindiğinde değersizleşti- TSDE ki - Kasım 2014 29 SÖYLEŞİ rilen, çözümler sunulabilir. Bilinç dışı süreçlere erişimden faydalanılabilir. Eğer sadece bilinci dikkate alırsak insanlara, buzdağının kütlesinin % 90 oranı suyun altında olduğundan dolayı görünmezken, sadece suyun üstündeki kısmına bakan bir kaptan gibi bakmış oluruz. Günümüzde artık biliyoruz ki, idrak etme, yani problemleri bilinçli olarak anlama otomatik olarak değişimlere yol açmıyor; hatta bilincimiz çoğu zaman değişimleri engelliyor. İnsanoğlu rasyoneldir fakat aynı zamanda kendi içinde birçok tezat barındırır. Peşinden gittiği hedefler çoğu zaman birbirini dışlar. Bilincimiz “ya o, ya bu” modunda çalışır fakat bilinç dışı “hem o, hem bu” modu çalışır. Bilinç dışı resimlerde birbirini dışlayan olanaklar zaten temsil ediliyorsa ve birlikte var olabilmenin bir yolunu bulmuşlarsa, neden “tez - antitez - sentez” yöntemi gibi uzun bir düşünce yolunu kat edelim? Hipnoterapi kendi yöntemleri vasıtasıyla dizim çalışmalarına çok sayıda hareket etme olanakları eklemektedir ve bunlar dizimlerin etkisini büyük ölçüde arttırabilir. Freud’dan günümüze kadar hipnoterapi ne gibi değişimler yaşadı? Modern hipnoterapi, Freud’un hipnozu öğrendiği Charcot’un hipnozu ile karşılaştırılamaz. “Bilinç dışı” kavramı çok büyük bir değişime uğradı ve bilinç dışı artık ruhumuzun dibinde yatan tehlikeli bir şey değil, bilakis bir kaynak deposudur. Spesifik süreçleri ile dengenin ayakta durmasına katkıda bulunur ve Günümüzde artık biliyoruz ki, idrak etme, yani problemleri bilinçli olarak anlama otomatik olarak değişimlere yol açmıyor; hatta bilincimiz çoğu zaman değişimleri engelliyor. semptomlarla dengenin bozulduğuna dikkat çeker. Direnç, danışanın idrak etmemesinden çok, terapistin yanlış davranışlarından kaynaklanmaktadır. İnsan münferit varlık olarak değil, her zaman sosyal ilişkileri içerisinde görülür. Charcot’un hipnozu, hipnotizmacının dominant olduğu ve anladığına inandığı gizli bir bilimdi. Modern hipnoterapi ise karşılıklı bir partnerlik ilişkisi içinde geçmekte ve bu ilişki içersinde danışan en az eşdeğer bir konumda var olmaktadır. Temelde yatan insan resmi, terapötik süreç anlayışı, bilinç dışının kendisinin anlaşılması ve terapötik ilişkinin şekillendirilmesi o kadar temelden değişti ki, artık Charcot ve Freud’un da trans durumlarından faydalanıyorlar olmaları gerçeğinin haricinde geriye pek bir şey kalmadı. Esra Gülsün Can Uzman Dilbilimci TSDE İstanbul 6. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 30 KENTLERİN RUHU Şehirlerin de psikolojisi bozulabilir... Yıllarca kırsal kesimden şehirlere göçler yaşandı, gittiği yere tutunanlar oldu, tutunamayanlarsa çoğunlukta… Son zamanlarda ise kalabalık, gürültülü, stresli, işsizlik oranı yüksek şehirlerden köylere, dağ ve kıyı kasabalarına kaçma hali var. Yaşadığı şehri sevemeyen, benimsemeyen, mutlu olamayıp mecbur olduğu için yaşayanların ruh hali, şehre nasıl yansıyor? İnsanın doğduğu topraklarla uyum içinde olması, oraya ruhsal bağlılık hissetmesi yaşamda kökleşmesiyle eşdeğerdedir. Birtakım hayati koşullar insanları bulundukları yerden göçe zorluyor. Bu yaşadığımız dünyanın realitesi… Medeniyetler, keşifler de böyle oluşmuş. Doğanın yeterlilik sunamadığı, ekonomik, iktisadi ve siyasi koşulların zorlamasıyla insanın dünyalılaşması aslında şehirleşme… Kiminle konuşsam ya bir ada hayatına özlem duyuyor ya da dedesinin köyüne…İyi de ne oldu da şehirlerin ruhu iyi gelmemeye başladı bize? İstanbul gibi dünyanın çekim merkezi olan bir şehirden bile neden kaçıp gitmek istiyoruz? Neden bazı şehirlerde yaşayanlar daha mutlu, bazıları daha mutsuz? İstanbul örneğinden bakarsak şehirde bu kadar farklı coğrafyadan insanın bir arada uyumlu yaşaması mümkün mü? Hangi sebepten gelirse gelsin, İstanbullu olmanın şifrelerini bilmeden gelenlere bile şehir tarih boyunca kucak açmış. Ama bu başkalarını ötekileştirme “Geldiler düzenimizi bozdular “ fikri, insan kendi içinde bir bütünlük elde edemediği zaman, o toplumun diğer paydaşları ve kentin ruhuyla bir bütünlük içinde olması da kendi içinde sağladığı bütünlük kadar olur. İstanbul sadece Taksim’de insanların güzel kafelerde modern kıyafetlerle dolaşıp Avrupai yaşamlar sürdüğü bir kentin ruh haline sahip değil. Çok daha derin, çok daha talepkar bir kentin ruhu burası. Biz önce kafamızdaki önyargılardan uzaklaşmalıyız. Ken- Bu soruları bireyler ve çatışmalı toplumlarla yaptığı aile dizimi çalışmalarıyla geçmişte yaşanan travmaların bugüne etkilerini ve çözüm yolları gösteren psikoterapist Mehmet Zararsızoğlu’na sorduk. Ona göre büyük şehirlerde uyum içinde yaşamaktan söz edebilmek için önce geçmişin izlerinden ve birbirimize karşı önyargılardan kurtulmak, biraz durup etrafımızı anlamaya çalışmak şart. TSDE ki - Kasım 2014 31 KENTLERİN RUHU dini tanımayan, kendinden ve çocuklukta ilgi, sevgi göremeyince oluşan gölge yanlarından kaçan herkes, kentin ruhundan da kaçar. Bireyin yanı sıra toplumun da gölgeleri var. Birbirine bakmaktan bile korkan, dışlayan anlayışla huzurlu komşuluk olur mu? 100 yıllık sürecin sonucunda “Bu artık böyle gitmez “ denilen günleri yaşıyoruz. Herkes kendi içine dönmek zorunda. Biz hala kendi içmize bakamıyoruz, bizden farklı olana tahammülümüz yok. Şu an Türkiye Cumhuriyeti’ni oluşturduğunu düşündüğümüz değer yargılarının dışında ki hiçbir şeye bakma cesareti olmayan bir kesim var. Ben kırılmanın burada olacağını düşünüyorum. Çünkü aydın, kentli kişilerin daha kırsal kesimden gelen, muhafazakarlara göre, görece daha uygun olduğunu düşünüyorum. Devleti yönetenlerin de Ermeni olayında olduğu gibi barış dilini geliştirmelerine ihtiyacımız var. Şu an nefes alamayan, oksijeni kesilmiş bir Türkiye hissediyorum. Nefes alabilmek, ruh halimizi düzeltmek için ne yapmalıyız? Herkes, yönetenler de muhalefet de kendini daha modern tanımlayanlar da muhafazakar tanımlayanlar da durmalı. Türkiye durmayı beceremiyor. Çok şiddetli biçimde durmaya ihtiyacımız var. Biz terapide de insanları durdurmaya çalışırız. Çağımızın araçları çok ciddi iletişim bağımlılığı yarattı. Herkes her an her yerde; Twitter’da, Facebook’ta, Instagram’da… İçindeki her şeyi öfke ve sevinçle dışarı atıyor. İyi değil mi işte, rahatlıyor… Hayır, bu şuursuzca bir durum. Asla kendi içlerinde değiller. İnsanın kendi içinde durması için acıya cesaret edebilmesi gerekiyor. Bizi bu kadar kaçışa sürükleyen kendi acılarımızdan, görevlerimizden kaçış. Çünkü durursak onlar bizi yakalar. O hakikatle yüzleşmemek için ötekileştiriyoruz, içimizden gelen kendi gölgemizdeki her şeyi şuursuz ve tehdit edici şekilde yansıtıyoruz. Türkiye’nin ruhu sıkışmış durumda. Kimse de durup “ Türkiye’nin ruhu, bizden ne istiyor? “ diye sormuyor. Çünkü sorduğunda “Sen bir dur, kendi içindeki bölünmüşlüğüne, toplumsal hakikatlerine bak” yanıtını alacak. Bu kaçışla ve bu ötekileştirmeyle tanrının bu kadar lütufkar olduğu topraklarda tatsız tutsuz hayatlar sürdürmeye devam ederiz. Buradan kimse kazançlı çıkmaz. Kadın ve çocuklara yönelik şiddetin artışında travmatik geçmişin etkileri var mı? Zamanında tacize uğrayan, tacizkar olur. Zamanında şiddete uğrayan, şiddet uygular. Zamanın mağduru, geleceğin faili olur. Erkeklerin şiddete yatkınlıklarında kendilerini dönüştürememelerinin etkisi var. Çok ciddi bir erkek yaralanması olduğunu görüyoruz. Şehirlerin kodları neden bu kadar farklı? Bazı şehirlerde neden intihar oranı, bazılarında şiddet yüksek? Neden bazı şehirler mutsuz, Bazıları ise mutlu? New Yorklu bir psikoterapist grubun araştırmasına göre bireyin öyküsü travmalara evsahipliği yapar ama çok önemli bir unsur daha var: Şehirdeki gürültü, trafik, kirlilik, ırkçılık, polisin davranışı… Bütün bu şehirlerde gözlemlediğimiz, yaşamımıza endirekt gibi görünen ama birebir etkisi olan unsurlar, beyindeki nöronsal stres faktörlerini etkiliyor. İstanbul gibi bir metropolde, trafik sesi, kalabalık, yeşil alanların azlığı, sürekli telefon ve yaydığı radyasyon var. Bunlar bireysel öykülerimiz kadar ruh halimizi, beynimizdeki nöronsal aktivasyonları artırıyor. Bunun da şiddet, intihar ve depresyona yatkınlıkta birebir etkisi var. Bir de o şehrin arka planına bakmalıyız. Şehrin enerjisi zamanında neleri kaydetti? Almanya’da yapılan araştırmalar bir yerde olay olduğunda, o yerin hafızasına kaydedildiğini ve o duyguyu geriye yansıttığını söylüyor. Yer bilimciler ormanda bir ağaç kesimi olduğunda bile, yanındaki ağaçlarda da çok ciddi etkileşimler olduğunu gözlemliyor. Figen YANIK TSDE ki - Kasım 2014 32 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ TSDE Çocuk-Ergen Birimi Çocuk-Ergen terapisi, çocukların ve gençlerin duygularını doğru kanaldan ifade etmesini, kendine güvenini arttırmasını, yaşamında sıkıntı veren olayların yarattığı kaygıyı azaltmasını, kişiler arası ilişkilerde sağlıklı bağlar yaratmasını hedefleyerek yapılan terapötik müdahalelerle içsel dünyalarında bir dönüşümün oluşması için alan yaratır. TSDE Çocuk-Ergen birimi 2014 yılı Ağustos ayından itibaren haftanın altı günü hizmet vermeye başladı. Bölümde, Uzman Psikolojik Danışman Nazan Baloğlu yönetiminde 3-16 yaş aralığındaki çocuk ve gençlerin duygusal, davranışsal ve öğrenme alanında yaşadıkları sorunlarla ilgili çalışılmaktadır. Çocuk ve ergenlere yaşadıkları sorunlar konusunda yardımcı olurken, onların ve ailelerinin yaşanan sorun ile ilgili farkındalık kazanmasını ve aile dinamikleri ile birlikte sorunun kaynağının ortaya çıkmasını hedefleriz. Bu süreçte, kullanılan psikolojik değerlendirme araçları ve sistem dizimleri ile ilgili yöntemler, sunulan sorunun ötesinde asıl sorunun bir bütün olarak ele alınıp görünür olmasına olanak sağlar. Sonrasında, oluşan resme göre aile sistemi içindeki ilişkilerle ilgili düzenlemeler üzerinde çalışılır. Birimde, çocuk-ergenlere yönelik ihtiyaç doğrultusunda bireysel veya grup terapi çalışmaları düzenlenir. Amaç, hayata uyumun artması, kendi gücü ve yeteneklerini fark etmesi, yaşadığı sorun ile ilgili bir başetme becerisi kazanmasıdır. Çocuk-Ergen terapisi, çocukların ve gençlerin duygularını doğru kanaldan ifade etmesini, kendine güvenini arttırmasını, yaşamında sıkıntı veren olayların yarattığı kaygıyı azaltmasını, kişilerarası ilişkilerde sağlıklı bağlar yaratmasını hedefleyerek yapılan terapötik müdahalelerle içsel dünyalarında bir dönüşümün oluşması için alan yaratır. TSDE ki dergisinin bundan sonraki sayılarında bu bölüme yönelik çalışmalar, çocuklar ve gençlere yönelik makale ve söyleşiler yer alacaktır. Bu sayıda kısaca çocuk-ergen biriminin amaçları, kullanılan yöntemler, çalışma biçimi ve çalışma alanları ile ilgili uzmanımızdan aldığımız bilgileri aktarmak istedik. Beraberinde Nazan Baloğlu ile çocukların sorunlarını ele alırken dikkate aldığı önemli noktalar ve yaklaşım şekli hakkında kısa bir sohbet gerçekleştirdik. TSDE ki - Kasım 2014 33 TSDE ÇOCUK-ERGEN BİRİMİ Nazan hanım, çocukların sorunlarına yaklaşım biçiminiz nasıl? Bugün değişen yaşam şartları içinde çocukların sorunlarındaki farklılaşma ve yoğunlaşma, bizim de yaklaşımlarımızın çok yönlü olmasını zorunlu kılmaktadır. Günümüz aile yapılarındaki ve anne-baba rollerindeki değişim, teknolojinin hayatın bütünü içinde geniş bir yer tutması ve hızla değişen iletişim şekilleri bu dönemin çocuklarının eski yıllara göre daha farklı sorunlar yaşamasında etken olmaktadır. Zaman içinde yaptığımız çalışmalarda çocukların yaşadığı sorunların, çocuğun özellikleriyle ve değişen yaşam koşullarıyla şekillendiğini görmekteyiz. Çocuğun yaşadığı sıkıntıyı tek bir tanımla ya da etiketle dile getirirken sorunu oluşturan resmin bütününü görmekten uzaklaşmaktayız. Bu sebeple çocukların sorunlarına etiketsiz ve çok yönlü yaklaşmamız gerekir diyorum. Sorunları tanımlarken izlediğiniz yol nedir? Çocukların yaşadığı sorunları tanımlarken yapılan değerlendirmede, esas olan çocuğun yaşadığı sorununun altyapısında hangi dinamiklerin var olduğunu bulmaktır. Gözlenen sorun aynı olmakla birlikte sorunun alt yapısı veya kaynağı çok çeşitlilik gösterir. Örneğin, çocuğun mizacı, duygusal ve bilişsel ve sosyal gelişimi, evdeki disiplin sistemi, anne baba rolleri, kollektif bilinçaltı kayıtları ve kendi aile sisteminden üstlendikleri bir arada görülüp değerlendirilmelidir. Alt yapıdaki bu dinamikler, çocuğa yaşadığı sorun ile ilgili yardımcı olurken tıpkı bir yol haritası gibi izleyeceğimiz rotayı belirler. Çocukla çalışırken önceliği hangi alana vermeliyiz, ihtiyaç alanı nerede, ilk yapacağımız düzenleme nereden başlamalı, güçlü gördüğümüz dayanak noktaları nelerdir görmemizi sağlar. yüksek olduğu görülmektedir. Büyük bir çoğunluğu çocukları için en iyiyi ve en mükemmeli hedeflemektedir. Çocuklarının isteklerine son derece duyarlı ve daha ifade edilmeden isteklerini karşılamaktadırlar. Çocuklarının üzülmemesi ve hayal kırklığı yaşamaması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Araştırmalar, bu çocukların daha kendilerine odaklı, başkalarının ilgi ve ihtiyaçlarına duyarsız, güç ve otoriteyi kendilerinde gören kişilikler geliştirdiklerini göstermektedir. Buna karşılık, aşırı koruyucu bir ortamda yetişmenin sonucunda ise kaygılı, korkulu ve girişimcilikten uzak bir yapı geliştirmektedirler. Bu değişimi nasıl tespit ediyorsunuz? Çocukların sorunlarını değerlendirirken kullandığımız testlerde, özellikle duygusal değerlendirme ile ilgili uygulamalarda ve çocuğun kendi aile sistemini ortaya koyduğu çalışmalarda bu değişen özelliklerin yansımalarını görmekteyiz. Çocukların kendileri, aile sistemi ve anne baba rolleri ile ilgili algılarındaki bu değişimlerin yaşanan pek çok sorunun temelini oluşturduğunu görmekteyiz. Burada dikkat edilmesi gereken, eskiye göre çocukların algılarındaki bu farklılığın, çağın getirdiklerinin ve toplumsal değişimin bir sonucu olduğunu kabul ederek, çocuklara ve ailelere yeni yöntemler ile yaklaşmaya çalışmaktır. Birim ile ilgili daha detaylı bilgi için web sitemizi ziyaret edebilirsiniz. (www.tsde.org.tr) Bu değişimin farklılaşmanın sebebi ne sizce? Yapılan araştırmalar günümüz çocuklarının, ortalama bir on yıl öncesine göre daha farklı ortamlarda yetiştiklerini ve farklı özelliklere sahip olduklarını göstermiştir. Aynı zamanda günümüz anne babalarının da yaşam tempolarının ve kaygılarının daha TSDE ki - Kasım 2014 34 EDEBİYAT Yazmasam olmazdı... Yazar, kimi zaman kahramanı olur romanının. Belki de koskoca bir yalnızlık ya da yaşanan bir travma onu sözcüklere yaklaştırır. Her sözcük geçmişin yükünü, acıyı hafifletir ve yazar o binlerce sözcük arasında yaşamı yakalar. TSDE Kİ’nin bu bölümünü yazarlara, kitaplara ve roman kahramanlarına ayırdık. Edebiyatın o uçsuz bucaksız zenginliğine dokunmak istedik. Türk Edebiyatı’nın ölümsüz eserlerine, yazarlarıyla başlamak istedik. Örneğin beş yaşında babasını bir kan davasında yitiren Yaşar Kemal, İnce Memed’i, Torosları anlattı. Babasız büyüyen ve çocuk yaşlarda kemik hastalığına yakalanan Peyami Safa, “9. Hariciye Koğuşu”nda yaşadıklarını anlatarak travmasından kurtulmak istedi. Ve Murathan Mungan’ın “Paranın Cinleri” nde dile getirdiği gibi, “Annemin aslında öz annem olmadığını onyedi yaşında öğrendiğimde, kaç yılın kuruntusunun gerçek çıkması; ablamın gerçek ablam; ağabeyimin gerçek ağabeyim olmadığını öğrenmek; dayılarımın, teyzelerimin, herkesin, her şeyin benden bir adım geri çekildiğini ve zaten hep yabancısı olduğum bu gezegende, o güne dek bir kenarına ilişmeye çalıştığım bir dairenin hepten dışına sürül- düğümü hissetmek… Hayattan kaçtım, sanata sığındım. Yazı’yı evlat edindim, okurları akraba…” Ve yine, Sema Kaygusuz “Yüzünde bir Yer “ kitabında, “ Benim hiç doğmadığım bir yurdum, hiç öğrenmediğim dillerim, tanımadan yasını tuttuğum akrabalarım var. Ömür boyu yazsam da bu derin boşluğu doldurabileceğimi sanmıyorum.” Ve yaşamla ve ölümle hesaplaşmak için yazıyorum diyen ve genç yaşta aramızdan ayrılan Tezer Özlü. Bir cümlenin gücüne tanık olacağız bu bölümde. Bir travmayı anlatacak bir roman. Hakan Günday’ın, “Daha“ adlı romanının ilk cümlesi, “Babam katil olmasaydı ben doğmayacaktım…” ya da sıcacık aile ilişkilerine ve onların “ama…” sına, Yekta Kopan’ın “Aile Çay Bahçesi” ndeki dizelerine, “ Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının… Sahi ben babamın neyiydim? Yüzlerce roman, yüzlerce kahraman arasında belki de her dizim bir roman ve her roman bir dizim... TSDE ki - Kasım 2014 35 EDEBİYAT “Ben galiba kendime aşığım da ne yazık ki aşkım karşılıksız kaldı…” Konu yazmak, yazarlar ve kitapları olunca. Bu bölümün ilk konuğu, çocukluğunu, geceleri herkes yattıktan sonra, el feneriyle yorganın altında kitap okuyarak geçiren ve bugün o çocuğa bir armağan olarak “ Egoist Okur” edebiyat bloğunu büyük bir özveriyle yapan gazeteci Gülenay Börekçi oldu. Gülenay’ın dünyası okumak olunca, onun gibi okumayı seven insanlarla buluşmak isteyerek yaratmış “Egoist Okur”u. O, kendini en iyi şu cümleyle tanımlıyor; “Ben galiba kendime âşığım da ne yazık ki aşkım karşılıksız kaldı...” Yaşarken üzen, acı veren, öfkelendiren şeyleri yazmak, insanı iyileştirebilir, iyileştirmese bile kuvvetlendirir. Yazarın o gizemli dünyasını Gülenay’la aralamak istedik ve saatlerce sürebilecek bir sohbete daldık. Yazar bazen kurgusunun dışında bir izleyici bazen de kahramanın kendisi olur, derler... Başta şunu söylemek isterim. Ben bu soruların öncelikli muhatabı değilim, okumayı çok seven ve mesleği gereği edebiyatçılarla, kitaplarla fazlaca haşır neşir biri olarak, gözlemlerime, okuduklarıma dayanarak cevap verebilirim ancak. Yazarın yarattığı tüm karakterlerin toplamı olduğuna inanıyorum. Yani yazar sadece kahramanda değil, diğer bütün karakterlerde var aslında. Gustave Flaubert’in “Madam Bovary benim” dediğini hatırlayalım. Flaubert bu sözü elbette öncelikle karakterine yöneltilen “ahlaksız” suçlamasını savuşturmak, kendi yarattığı bir karakteri savunmak için söylemişti ama derinlerde bir yerde doğruyu da söylüyordu bence. Üstelik Emma Bovary ile birbirlerine tamamen zıt gibi görünseler de… Emma yoksul ve eğitimsiz bir köylünün kızıydı, Flaubert ise aileden zengindi mesela; bu büyük bir fark. Ayrıca biri cahil ve yüzeysel, öteki kültürlü ve yaratıcıydı. Ama mesela Emma’nın psikolojik sorunları var ve bu yüzden sürekli ilaç kullanmak zorunda. Peki yazmak onun için bir terapi olmuş mudur? Proust, “Mutluluk beden için iyidir, zihni kuvvetlendirense acıdır” demiş. Demek ki yaşarken üzen, acı veren, öfkelendiren şeyleri yazmak, insanı iyileştirebilir, iyileştirmese bile kuvvetlendirir. Flaubert özelinde yazmanın bir terapi olup olmadığını bilmiyorum ama biyografisinde okuduğum bir şey aklımdan çıkmıyor. Mısır seyahatinde “Küçük Hanım” takma adını kulla- ama aynı zamanda bütün diğer karakterlerinin bir toplamıydı da. Bir de kendini katarsak, içi bayağı kalabalıkmış : ) Aynısı Flaubert için de geçerli, o da sonu gelmeyen depresyon krizlerinden muzdarip ve ağır ilaçlar kullanıyor. Bunu daha önce yazanlar olduğu için kısa geçeyim ama bu şekilde adım adım ilerlendiğinde Emma’nın gerçekten de Flaubert’in kendine tuttuğu bir ayna olduğunu görüyor insan. Ama unutmayalım, Emma, Flaubert’in kendine ve çevresine tuttuğu aynalardan sadece biriydi. Flaubert Emma’ydı, evet TSDE ki - Kasım 2014 36 EDEBİYAT nan ünlü bir dansözle ilişkisi olmuş. Haftalarca evden çıkmamışlar. Yalnızlığın güzel bir şey olabileceğini ilk kez o zaman keşfettiğini yazıyor günlüklerinde. Hatta kadın uyurken onu kıpırdamadan saatlerce seyrediyor, sadece ara sıra üşümesin diye üzerine battaniye örtmek için kalkıyormuş. Madam Bovary’yi de bu seyahatten döndükten sonra yazmaya başlamış. Batı’yla Doğu’nun farkını nihayet anladığını, Batı’nın sosyalleşme, Doğu’nun ise ev anlamına geldiğini, evin içinde de en az dışarıda olanlar kadar çok şey yaşandığını söylemiş. Al işte, bir fark daha. Emma Bovary davetlere katılmak, sosyalleşmek istiyor hep, yani Batı olmak istiyor bir bakıma. Flaubert ise yıllar geçtikçe yalnızlığına daha çok değer veriyor, Doğu oluyor. Ama bir benzerlik de bulabilirim bu hikâyede... Epeyce oryantalist de olsa, Flaubert’in Küçük Hanım lakaplı dansöze duyduğu his umutsuz bir aşka benziyor. Tıpkı Emma’nın ayrı dünyaların insanı sevgililerine hissettikleri gibi... Peki yazar, yazarak bir hesaplaşma mı yaşar, intikam mı alır, ne dersin? Sahiden de yazarak intikam alan edebiyatçılar olmuş. Mesela Hemingway, onu terk eden bağımsız ruhlu üçüncü karısı Martha Gellhorn’un bütün sırlarını son derece alaycı ve hain bir dille Across the River and into the Trees’de deşifre etmiş. Simone de Beauvoir da açık ilişki yaşadığı sevgilisi Jean Paul Sartre’ın yatak arkadaşlarından Olga Kosakiewicz’i Konuk Kız Yazmak pekâlâ geçmişte seni üzmüş, canını yakmış durumların acısını hafifletmene, en azından onları anlamlandırmana yardım edebilir. romanında acımasızca anlatmış. Şair Lord Byron’un intikamı var bir de aklıma gelen… Karısı onu başka kadınlar ve erkeklerle hatta kendi kız kardeşiyle bile yattığı için terk ettiğinde, boşanabilmek için de birtakım doktorlarla görüşüp kocasının deli olduğunu rapor etmelerini istediğinde Byron yıkılmış. Ve ünlü epik şiiri Don Juan’da eski karısını, “Tanrı’nın deli olduğunu, hekimler yardımıyla kanıtlamaya çalışan erdemli canavar” olarak anlatmış. Örnekleri artırabiliriz. Ama bence bu, kimseye iyi gelmeyecek bir intikam türü. Sanırım sen başka türlü bir şeyi, daha içsel bir intikamı sordun. Evet, hayata dair bir intikamdan bahsettim... Bence evet, yazmak pekâlâ geçmişte seni üzmüş, canını yakmış durumların acısını hafifletmene, en azından onları anlamlandırmana yardım edebilir. Murathan Mungan’la şöyle söylemişti, kısaltarak alayım: “Ben yazıyı aynı zamanda bir iç terbiyesi süreci olarak da yaşadım. Yazı bana içimi iyileştirmek konusunda TSDE ki - Kasım 2014 37 EDEBİYAT da yardım etsin istedim. Başkasına çamur atmak, başkasındaki kötüyü ve karanlığı görmek kolaydır ama ben yazımla kimsenin kalbini kırmamaya, kimseyi zehirlememeye çalıştım hep. Bu bana zaman da kazandırdı, boşa vakit kaybetmedim.” Ama Jerzy Kosinski Boyalı Kuş’u, Polonya’da geçen çocukluğunda şahit olduğu Alman işgalinden yola çıkarak yazmış, yaralarını böyle iyileştirmeyi denemiş. Tabii bunlar karışık meseleler, çünkü sonradan Kosinski’nin aslında yaşamadığı şeyleri ilgi çekmek için abartarak yaşamış gibi yazdığı da iddia edilmişti. O halde yazmak mutsuzluğun ya da bir travmanın üretime dönüşmüş hali mi olur? Bilmiyorum. Yazmaya oturduğum hiçbir hikâyeyi tamamlayamadığım düşünülürse bilmemem normal. Ama Orhan Pamuk’a “Yazmak yaraları iyileştiriyor mu?” diye sormuştum, “Aşırı tıbbi bir terim kullandınız; yazmak benim için vazife değil, tatil” demişti. Aynı soruyu İnci Aral’a sorduğumdaysa, tam tersini söylemişti: “Yazmak beni hem iyileştirdi, hem de daha iyi bir insan yaptı. Kötülüğün insan ruhundaki kaynaklarını kendimi ve yarattığım karakterleri gözlemleyerek, yani yazarak keşfettim. Bu açıdan edebiyat psikoterapiye benziyor, yazarken ruhunuz deşiliyor çünkü tıpkı arkeolojik kazı gibi.” İkisi de doğruydu bence. Hem zaten Orhan Pamuk da bir başka röportajımızda Masumiyet Müzesi’ni ta- mamlama sürecini, “Ruhum ikiye bölünmüştü, şimdi birleşti” diye anlattı. Demek ki önceki söylediği daha çok espriymiş, aslında yazmak ona iyi gelmiş. Hakan Bıçakcı da enteresan bir şey söylemiş, “Yazarken kâbuslarımı karakterlerime yaşatıyorum” demişti. Sana acı verecek şeyleri yazarak kovuyorsun belki, büyü gibi. Rüyaların yeri var mıdır yazıda? Kürt şair ve çevirmen Kawa Nemir’le bir röportaj yapmıştım geçen yıl. Memleketin koşulları gereği çocuk yaşta kaybettiği, daha doğrusu unuttuğu anadilinden bahsederken hep Kürtçe rüya görmek istediğini ama gençken bunu hiç başaramadığını anlatmıştı. Hâlbuki ona göre şiir, anadilinde rüya görebilmekle yakından ilişkili bir şeydi. “Kürtçeye zamanla tam olarak dönebilmek benim için, çocukluk çağımın zihnine geri dönmekti. Çünkü hiçbir yere uçup gitmeyen bir bulut olan çocukluğum, en net fotoğraflarımı, yani altı yaşıma kadar Kürtçe gördüğüm rüyalarımı saklayan bir albüm. Bu fotoğrafların, görüntülerin yerlerini sonsuz değiştirerek toplamda tek ama değişken bir metin yazıyorum ben” demişti. Yeniden Kürtçe rüya görmeye bir ömür sonra, sanırım şiirin de etkisiyle başlamış. İlk kürtçe rüyasında, bir yaz günü kasası maviye boyanmış kamyon üstünde babasıyla annesinin doğduğu dağ köyüne, ardından yaylaya gitmişler. Çok güzel anlatmıştı. TSDE ki - Kasım 2014 38 EDEBİYAT Başka bir soru: Murathan Mungan, Paranın Cinleri’nde “Okurlar akrabam oldu” diyor… Paranın Cinleri, Murathan Mungan’ın en güzel kitaplarından biri. Onun, okurlarıyla gerçekten de öyle bir ilişkisi var. Ben de sevdiğim yazarları yakınım gibi hissediyorum. Tabii akrabalık her zaman iyi ilişkiler demek değil. Mehmet Mümtaz Tütüncü’yle Küheyli Buharlan romanına dair konuşuyorduk. Kitabının başka hangi romanlarla akraba olduğunu sorduğumda verdiği cevap bir aile dizimi terapisti olarak senin de ilgini çekecektir: “İnsan akrabalarıyla aynı ortamda büyür, aynı şeylerden etkilenir ama bütün akrabalarına benzemez hatta bazen tepki olarak bilhassa onlardan farklı gelişir. Ve bazı akrabalarını severken bazılarını sevmez, bazılarıyla yakınlaşırken bazılarından uzaklaşır” demişti. Yazarla okuru arasındaki akrabalık ilişkisi de böyle çetrefilli bir şey. Stephen King’in Misery’sini okudun mu? En sevdiğim romanlarından biri. Artık edebiyat değeri olan kitaplar yazmak isteyen popüler bir yazar ona bir servet kazandıran roman dizisinden o kadar sıkılıyor ki kahramanını öldürerek işkenceyi bitiriyor. Yayıncıya vermeden önce de son düzeltmeleri yapmak için ufak bir tatile çıkıyor ama ıssız bir dağ kasabasının yakınlarında kaza geçiriyor. Onu kurtaran ise fanatik bir hayranı. En sevdiği yazarla tanıştığı için önce havalara uçan kadın, gece olup taslakları okuduktan sonra bir canavara dönüşüyor ve “en sevdiği roman karakterini acımadan katleden” adama işkence etmeye başlıyor. İşte tutkulu okurun hain eleştirmene dönüştüğü an… Herkesi memnun etmek zor tabii. Tersi örnekler yok mu? Olmaz mı? Mesela Forsythe Saga... 19’uncu yüzyılda yazılmış bir epik romandı ve dönemin geleneklerine uygun olarak aylık tefrikalar halinde yayınlanmıştı. O süreçte ölüm döşeğindeki çok yaşlı bir kadının, her ay Forsythe Saga fasiküllerinin yolunu gözleyerek hayatta kaldığı, son fasikülü okuyup bitirdikten bir gün sonra da öldüğü anlatılır. Anne ya da baba hesaplaşması da birçok romanın konusu oldu, bu konuya örnek verebilir misin? Jorge Luis Borges’in babası iyi bir yazar değilmiş ve “dandik” kitaplarının hiçbirini yayınlatmayı başaramamış. O 47 yaşındayken ve çılgınca yayıncı ararken 22 yaşındaki oğlu Jorge Luis Borges’in ilk şiir kitabı yayınlanmış. Sağlığı kötü olan baba, oğlundan romanını baştan aşağı yeniden yazmasını istemiş. “Bunu yayınlatmaktan başka hayalim yok” demiş, “Hem elimden geleni yaptım, senin dilinle yazmaya çalıştım, senin seveceğini düşündüğüm metaforları kul- landım...” Genç Borges inat etmiş, belki yedirememiş kendine kötü bir romanı hatır için düzeltmeyi, bilemiyorum. Bunu ne zaman yapmış biliyor musun, çok uzun yıllar sonra, ölmeden kısa bir süre önce. Babayla oğul arasındaki ilişkinin aydınlık ve karanlık yönlerine dair her şey var bu anekdotta. En çok da rekabet duygusu... Peki ya anne? Orhan Pamuk’la annesi arasındaki meseleyi biliyor musun? Osmanlı döneminde geçen ve bence yazarın en güzel, en eğlenceli romanı olan Benim Adım Kırmızı’nın ana karakterlerinden biriydi Şekûre Hanım. Kara’nın sevgilisi, babalarını savaşta kaybeden Şevket ile Orhan’ın da annesi olarak anlatılıyordu romanda ve epeyce bencil, şehvetli, kurnaz bir kadındı. Sanırım hoşlanmamıştı bu durumdan. Zaten yıllar sonra bir röportaj vermiş ve “Oğlum kendi adına konuşsun, ben kendi adıma konuşmayı bilecek kadar aklı başında biriyim. Bir röportajda hakkımda söylediklerini okuyunca ondan nefret ettim” demişti. Başka örnekler var mı? Georges Bataille’in Annem adlı öyküsü var. Sade’ın eserlerini andıran bu çok karanlık öyküde Bataille annesini “Yalnızca şehvet yüklü. Parçalama zevkine olduğu kadar zina yapma zevkine de dalıyor ve kendini bu en bayağı zevke vererek acıya, ölümün soluğunu kesmeye göz dikiyordu” cümleleriyle anlatıyordu. Gene Murathan Mungan’a dönelim… Yukarıda sözünü ettiğim röportajda, “Yazarken hep çekirdeğe dönüyorsunuz, çünkü sizi siz yapan şeyleri, sizi yazar yapan şeyleri kurcalıyorsunuz aslında. Çekirdek hem kişisel tarihinizle, benliğinizle ilgili, hem de bütün insanlığın paylaştığı varoluşsal bir şey. ‘Ben kimim, neyim?’ sorusu bir yanda duruyor, bütün anlatı disiplinlerinin, felsefenin temel meselesi olan ‘Biz kimiz?’ sorusu öte yanda” demişti. Yazar olarak sen sensin elbette, bir bireysin. Ama aynı zamanda içine doğduğun ailenin bir devamı, ‘biz’in bir parçasısın… Çok acayip. Elif Şafak’ı da hatırladım şimdi. “Herkesin bir hikâyesi var tek tek bakınca. Ve bu hikâyeler hep ama hep aile kurumunda başlıyor. En derin yaralar ailede açılıyor; kabuk tutsa bile hikâye içten içe hep kanıyor” demişti. Unutmadan, Irmak Zileli’nin yeni çıkan ikinci romanını mutlaka okumalısın. Gözlerini Kaçırma adını taşıyor kutsal annelik kurumuyla müthiş cesur bir hesaplaşma romanı. Şu alıntı yeter: “Aslında kimsenin kız çocuğu doğurduğu yoktu. Doğurulan yeni bir anneydi. Anneannen Kamile Hanım, senin anneni doğurmuştu. Kendi kızını değil. Annen Hicran, Rüya’nın TSDE ki - Kasım 2014 39 EDEBİYAT Bence hiçbir yazar bize bizi anlatmak için oturmuyor masa başına ama anlatının, hikâyenin içine girdikten sonra boşlukları biz dolduruyor, orada kendi hayatımıza, duygumuza, deneyimimize karşılık gelen şeyler inşa etmeye başlıyoruz. annesini doğurmuştu. Gözü gibi sevmek için adını Didem koyduğu bebeği değil. Sen şimdi bu döngüyü kırdın. Neslin devamına ağır darbe. Rüya yeni bir anne doğuramayacak. Bunu planlamamıştın. Aksine, hep korktun. Onu doğurduğun ve kucağına aldığın o ilk günden beri korkuyorsun. Her kadın anne doğar, deseler de korkuyorsun. (…) Hitler’in o deneyini duyduğundan beri daha da korkuyorsun. Giderek ısınan sacın üstünde, kucağında bebeğiyle çırılçıplak bırakılan kadın olmaktan… Korktuğun başına geldi işte. Bebeğinin üstüne oturdun ve yanmaktan kurtuldun.” Tezer Özlü gibi çok sevdiğimiz yazarlarda, onların romanlarında bazen kendimizi mi buluruz? Bence hiçbir yazar bize bizi anlatmak için oturmuyor masa başına ama anlatının, hikâyenin içine girdikten sonra boşlukları biz dolduruyor, orada kendi hayatımıza, duygumuza, deneyimimize karşılık gelen şeyler inşa etmeye başlıyoruz. Ve bir hikâye yeterince iyi yazılmışsa içinde mutlaka kendimize yer bulabiliyoruz. Son soru: Yazar yalnızlığıyla mı üretir? Seninle benim bir türlü hikâyelerimizi bitiremediğimize bakılırsa, evet. Yalnız kalmayı beceremiyoruz. Benim için böyle en azından. Biraz ferahlayacağım günleri bekliyorum hep ama o gün belki hiç gelmeyecek. Sanırım büyük yazarlar biraz da yalnızlıklarının kıymetini bilen, yazmayı diğer mecburiyetlerin önünde tutan insanlar. Ama belki de kendimi kandırıyor tembelliğime bir özür bulmaya çalışıyorumdur. Jane Austen’a bak, bütün romanlarını oturma odasında yazmış. Etrafında sürekli konuşan birileri oluyormuş, ailesi, arkadaşları, konukları… Kün röportajımızda Sezgin Kaymaz şöyle şahane bir şey söylemişti: “Bir roman kapıma dayanıp da ‘Yaz!’ dediğinde, dünya yansa o, kendi akışını kesinceye kadar yazmaya devam ederim. Günlerce yatak yorgan yüzü görmediğim zamanlara da kapı açar bu, günlerce tek satır yazmadan miskin miskin beklediğim zamanlara da… Yazacağım diye kendimi helak etmem; bağrıma jilet atmam, yırtınmam, çırpınmam. Geliyorsa, kendi haline bırakırım, akar gider, benden çıkar. Bir yazar olarak benim hayatım böyledir. Başkasını bilemem. Kesinkes programlı, kendine yazarlık mesaisi biçmiş, o mesai tamamlanıncaya kadar kalem kağıt başından kalkmayanlar olduğunu duyuyor, ama bu duyguyu anlayamıyorum. Yazasım yoksa oturamam o masaya ben.” Yazamamaktan söz ediyorsun. Ve bazen anlatacak çok şeyimiz varken, neden yazamayız, düşündün mü? Daha derin cevapları vardır belki bunun ama ben tembelliğin, cesaretsizliğin, içimizde dünyayı ve başta kendimiz olmak üzere insanları sürekli yargılayan zor beğenir bir eleştirmen büyütmemizin en önemli sebepler olduğunu düşünüyorum. O mükemmeliyetçi zorba, dile gelmemizi, içimizdeki zehri akıtmamızı da önlüyor aslında... Mine TÜRKİLİ Gazeteci - TSDE İstanbul 6. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 40 SİNEMA “Benimle Konuşan Kim?” – Bir Dil Olarak Sinema… “Dil” nedir? Sadece semboller ve kavramlardan mı oluşur? Bu sembol ve kavramların işaret ettiği daha derin bir anlam var mıdır? Bu anlam kimin anlamıdır; dili kullanarak konuşanın mı, dili duyarak çözümleyenin mi? Dil sadece söylediklerimizden ve duyduklarımızdan mı ibarettir? Dili düşünmeye başlayınca, kendisini çevreleyen pek çok dili fark ediyor ve onlar hakkında düşünmeye başlıyor insan; hayvanların, bitkilerin dilini, evrenin dilini, tanrının dilini, eşyanın dilini ve daha sayamadığım pek çoğunu… Peki, iletişimin bir aracı olarak “dil”, ne zaman, neden, nasıl girdi hayatımıza? taşıdı. Dünya büyüyor, yeni yerlere gidiliyor ve yeni türlerle karşılaşılıyordu. Yalnız ya da küçük gruplarda yaşamak daha zorlaşıyor, insan türü hızla çoğalıyordu. Ve Homo Sapiens daha büyük gruplarda yaşayabilmek gerektiğini fark etti. Ama bunun için daha fazla dil gerekiyordu. Arkaik atalarımız dili ilk önce diğer hayvanlar gibi kullandılar; Homo Neandartalis dili sadece çevrelerini tanımlamak için kullandılar. Dünyaları sınırlı ve sadece çevreleyen, duyum sınırları içinde olan bir içeriğe sahipti. Hayat yeni kaynaklarla, yeni alanlarda yol bulunca kendine Homo Sapiens dili bir adım öteye Dil önce grubun devamlılığını sağlayacak sosyal normları koruma için dedikoduyu yarattı; ilişkiler ağı, güven meseleleri ve kişinin grupta kendini güvende hissetmesi için… Bu yine var olan şeylerden bahsetmekti. Oysa grup büyüdükçe onları bir arada tutacak şey bu ilişkiler ağı ve reel dünyanın üstüne çıkmak TSDE ki - Kasım 2014 41 SİNEMA zorunda kaldı; insan görünmeyeni, olmayanı konuşmayı icat etti. Bu hayali dünyanın keşfi, şimdi kullandığımız ve biz insanoğlunu tüm diğer türlerden ayıran “kurgusal dilimiz”, içinde yaşadığımız grupların daha da büyümesine, kabileler oluşturmamıza yardımcı oldu. Bu bilişin ve insanlık tarihinin ilk devrimi ve şimdiki modern toplumların temel taşıydı… Kurgusal dilin biz insanoğluna en büyük hediyesi, büyük grupları peşine takıp sürükleyecek bir hayal, bir fikir, bir tanrı, bir öykü ya da bir korku nesnesi yaratması oldu. Atalarımız bir ateşin etrafında, bu var olduğunu görmedikleri ancak kendisine toplulukta- ki her bir birey tarafından atfedilenler kadar özelliği olan kurgularını paylaştılar ve bir arada kalmayı sürdürebildiler… Böylece sadece dış dünyayı değil, iç dünyayı da keşfettiler; sadece grubun devamını sürdürebilecek normları değil, inanmayı, sakinleşmeyi, savaşmayı ve içsel olarak bütünlüklü kalabilmeyi kolaylaştıran ruhsal yasaları da yavaş yavaş oluşturmaya başladılar. Kurgusal dil bize konuşularak uzlaşılacak bir temelin ötesinde olanaklar sundu; konuşmadan, sadece hayalini kurarak ya da düşlemleyerek üzerinde mutabık olunabilecek bir varoluş ve dünya… Bu da insanlık tarihi içinde dönüşümler geçirdi; önce genel kurallar, ardından hikaye ve ritüeller onları takiben mitler, tanrılar, şeytanlar; sonrasında daha büyük toplulukları bir arada tutabilmek için dinler ve modern dünyada da fikirlere evrildi. Modern dünya insanlarına fikirlere inanmak yetmedi; onlar arkaik kökenlerinin içsel ihtiyaçlarına, düşlerin verdiği güce geri dönmenin açlığını çekmeye başladılar; çünkü fikirler zihinsel bir boşluğu doldura- Modern dünya insanlarına fikirlere inanmak yetmedi; onlar arkaik kökenlerinin içsel ihtiyaçlarına, düşlerin verdiği güce geri dönmenin açlığını çekmeye başladılar; çünkü fikirler zihinsel bir boşluğu doldurabiliyordu ancak ruhsal bir ihtiyacı doyurmuyordu… biliyordu ancak ruhsal bir ihtiyacı doyurmuyordu… Bireyselleşme adı altında büyüyen modern insanlar, kalabalıklar içinde kendi mitlerinin peşine düştüler. Ancak buna yardımcı olacak hikâye anlatıcıları ve şamanlar kalmamış, ruh sağlığı çalışanları ise bunu anlayamamıştı. Artık ateşin başında toplanmak yoktu, güvenli alanlar sınırlanmıştı. Ve insanoğlu kendisi ile konuşabilmenin bir yolunu aradı; insanın kendini kendine anlatmasının bir aracı olarak sinema doğdu. Şimdi insanoğluna yeni ve kendisiyle ilgili hikâyeler anlatma zamanıydı. Önce yeniden ateşin başına geçmek gerekiyordu; beyaz perde bunun yerini tutar mıydı? Ya şaman, anlatıcı; hikâyeyi yazan, yöneten yeni şamanlar olabilirdi. Ve oyuncular; ateşin başına toplanmış kalabalıkların sadece düşleyerek, hayal ederek görebildiklerini, birer vücuda taşıyabilir, performe edecek yeni imgeler, idoller yaratmak mümkün olabilirdi. Geriye sadece hikâyeler kalmıştı; insanoğlunun arkaik açlığını doyurup onları bir araya getirecek ama modern zamanın gerekliliklerine göre “bireysel bir düşü” uyandıracak hikâyeler… Hikâyeleri bulmak çok kolay oldu; arkaik ve antik kurgusal TSDE ki - Kasım 2014 42 SİNEMA dilin ürünlerini modern psikoloji biliminin süzgecinden geçirip, teknolojinin tüm imkânlarıyla harmanladıkları zaman yeni şamanlar, insanlığa kendi hikâyelerini anlatmaya başladı. Önce sadece görüntüler vardı; düş zamanını hatırlamak kolay oldu. İzleyici kendi gerçeğini kolaylıkla sahneye yerleştirebildi. Sonra sesler geldi; görüntülere eşlik eden sözlerle duygulanım yaratmak mümkün kılındı. Ve renklenirken filmler düşlerimiz de renklendi; ortak düşleri aynı renklerde görmek daha fazla insanı bir araya getirdi. Zaman içinde tıpkı kurgusal dilin ürünlerinin dönüşümü gibi, sinemada işlenen konular ve onların işlenme biçimleri de değişti ve her zaman kendisine bunları ilgiyle takip eden izleyiciler buldu. Ateşin başından agoralara, tiyatro sahnelerinden ibadethanelere giderken izlediğimiz yolun sonunda sinema salonlarına ulaştık. Hikaye çağlar boyu bize anlatılan bizim kendi hikayemizden başkası değildi. Aynı arkaik ihtiyaçlarla modern toplumlarda davranmamızın öğretildiği gibi davranıyoruz. Bizimle konuşan kitaplar, vaizler, fikirler ve idollerimizin anlattıkları, bilinçdışımızdaki evrimsel “kayıp parçamızın”, “eksiğimizin” yerini tutmuyor. Birlikte düş görmeye ve düşlere inanmaya hala ihtiyacımız var ve kolektif bilinç dışımız bizi sinemaya, filmlere yönlendirmeye devam ediyor. Bizimle konuşanın filmler olduğunu düşünüyoruz, tıpkı rüyalarımız gibi. Ancak konuşulan bir dil ve bir dilin konuşulma biçimi olarak sinema, bize kendimizle konuşmamız için bir alan açıyor. Filmler bizimle konuşmuyor; kendi içsel dilimiz her sinema yapıtı yoluyla kendimizle bir kere daha konuşmamızı sağlıyor. Sinema salonlarına ihtiyaç duymadığımız bu günlerde, bize kendimizi anlatan filmlere evlerimizdeki televizyonlardan, cep telefonlarımızdan ulaşabiliyoruz artık. Bu yine de kendimizle konuşma çabamızda bulunmamızı engellemiyor. Belki beyaz perde ateşin başında toplanma gücünü biraz yitirdi; ancak onun yerine insanoğlu kendine yeni toplanma alanları buldu. Günümüzde sinema ve yapıtları hala gücünü koruyan yeni mitolojiler ve hikayeler üretmeye devam ediyor. Bununla birlikte felsefe, sosyoloji ve en önemlisi psikoloji biliminin katkıları çerçevesinde psikoterapi merkezlerindeki film yorumlama çalışmalarında, felsefe ve sosyoloji gruplarının tartışma odalarında, teknolojinin sunduğu olanaklar çerçevesinde bazen hiç yerinden kıpırdamadan sohbet alanları, forumlar ve gruplarda bu hikayeleri yaşıyor, tartışıyor. Modern zamanın “ateşinin” olan ekranlarda bir araya gelme ihtiyacını karşılayıp, yeni mitolojiler olan filmler yoluyla hala kendimizle konuşuyoruz. Kaynaklar: Dr. Yuval Noah Harari, İnsanlığın Kısa Tarihi Ders Notları; Kudüs İbrani Üniversitesi, 2014 Ömer Tecimer, Sinema: Modern Mitoloji; Plan B Yayınlar, 2008 Beyhan ÖZPAR Psikolojik Danışman TSDE İstanbul 5. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 43 SİNEMA Bir Filmi Okumak... “Can Dostum” “Can Dostum” (Good Will Hunting), 1997 yapımı bir Amerikan filmidir. Film Amerikan rüyasını başka bir perspektiften anlatan bağımsız bir yapımdır. Yönetmen Gus Van Sant ile filmi hem yazan hem de yapımında sorumluluk üstlenen Matt Damon ve Ben Affleck ikilisi, rüyalar ülkesinde rüyadan çok uzak yaşamların hikâyesini anlatma çabalarıyla “En İyi Film” ve “En İyi Senaryo” Oscar’larını almışlardır. “Can Dostum” üstün yetenekli bir genç adamın, sınırlı sosyal çevresi ile ilişkilerinin ve var olma çabalarının bir anlatımıdır. “Yetenekli çocuğun dramı” ya da “sosyal zeka becerisinin yoksunluğu” gibi değerlendirilme biçimleri olabileceği gibi, “tepkisel bağlanma bozukluğu” veya “travma sonrası stres bozukluğu” olarak da değerlendirilebilir. Sonunda izleyiciye verdiği umut ile “ergence” değerlendirilebileceği gibi, içtenlikli terapi sahneleri ve hesaplaşma diyalogları ile “gerçek hayattan bir kesit” olarak da okunabilir. TSDE bünyesinde yapılan film yorumlama çalışmalarının ilkini yaklaşık bir sene önce bu filmle yaptığımızda, filmde rol alan sinema sanatçıları hala ha- Gerçek hayatın bir yansıması, yeniden ele alınışı olarak baktığımızda bu filmdeki terapist de çok gerçekti. Nasıl bir gerçekti bu? Terapist Sean Maguire bize bir terapistle ilgili neler öğretti? yattaydı. Oysa bu satırların yazıldığı şu an hem bu film hem de pek çok filmde önemli rolü olan Robin Williams, yeryüzündeki zamanını doldurduğuna karar verdiği için aramızda değil. Filmi yorumladığımız sırada farklı çerçeveleri kullanarak tüm oyuncuların rolleri ve hikâyelerinin bize dokunduğu yerlerden yola çıkmıştık. Yorumlama yolculuğumuz sırasında psikoterapinin bize sunduğu araçlardan yararlanmış, arkadaşlık ilişkilerine, çift ilişkilerine, erginlenme ve geçişlere ve her bir rolün içsel dinamiklere bakma şansımız oldu. Psikoterapi pratiğine ilişkin bir değer- TSDE ki - Kasım 2014 44 SİNEMA Terapist, genç adamın yarasıyla temas edebilmesi için onu olduğu gibi kabul eder. Bu süreç içinde kendini olduğu gibi kabul eder. Gerçek, yorucu, üzücü de olsa hayata dokunmak için oradadır; hem danışanına dokunma cesareti verir hem de bu sırada kendininkine dokunulmasına alan açar. lendirme yapabilmek için de Robin Williams’ın oynadığı psikolog rolüne odaklandık. Terapist kimdi? Hastasıyla nasıl bir ilişki sürdürebiliyordu? Nelere izni vardı; durma sınırı neresiydi? Gerçek miydi; başka birinin hayatına dokunurken terapistin kendi gerçeği nerede dururdu? Filmin yarısında ortaya çıkan terapist, biz kendi terapist olma yolculuğumuzdayken olmak istediğimiz ya da terapide bulunduğumuzda karşımızda görmek istediğimiz kişiye ne kadar benziyordu? Gerçek hayatın bir yansıması, yeniden ele alınışı olarak baktığımızda bu filmdeki terapist de çok gerçekti. Nasıl bir gerçekti bu? Terapist Sean Maguire bize bir terapistle ilgili neler öğretti? Bir terapistin odasına girdiğimizde kendimizle ilgili olamayan bir şeyler ararız. Zaten az sonra başlayacak olan süreç içinde, gönüllü olarak başlamış olsak da hiç açmak istemediğimiz kitapların açılacağını bilir; içimizde, derinde bir yerlerde sakladığımız yaramızın görüleceğini fark ederiz. Biz değil miyizdir ki o yarayı korunaklı duvarlar, kasalar, kilitlerin ardına saklayan? Ve bu kadar savunmasız olacağımızı bildiğimiz bu yerde karşımızdaki kişinin gerçekliği, duyguları, yaraları hakkında bir şeyler görmeyi umarız; sonrasında savuma için bir silaha sahip olmak için... Bunu yapabilecek zeki ve becerikli olan danışanı/ hastası karşısında terapist Sean Maguire, personası ile özdeşleşmeyi reddetmiş ve gerçekliğini olduğu gibi ortaya koymuştur. Bazıları için “uygun” olmayan bu duygusal patlama, daha önce defalarca terapistlerle karşılaşmış yetenekli Will için bir ilk olmuştur. Karşısında maskesinin ardında ona sıkıca yapışmış bir narsist değil, öfkesi, acısı, kendi oluşuyla kanlı canlı duran terapisti tercih etmiştir. İlk seansları sayılabilecek göl kenarındaki sohbetleri de çerçevenin ve kontratın oluşturulduğu; gerçekliğe dokunmanın cesaret gerektirdiğine ilişkin önemli mesajlar vermektedir her iki tarafa da. TSDE ki - Kasım 2014 45 SİNEMA Sean Maguire rolünde hayat bulan terapist bir narsist olmaktan çok uzaktır… Bitmemiş yası olan depresif görünümlü biridir ama bunu saklamaz. Yarası vardır, yarasına bakabilme cesareti vardır. Bu yarayı görebilen kişiler için sabrı ve sevgisi vardır. O “yaralı iyileştiricidir” (wounded healer)… Hiç bir çıkar için orada bulunmaz; kendini bu zeki adam üzerinden çıkarılabilecek çıkarların hepsinden uzak tutar. Ne bir bilim insanı olması ne savunma sanayiinde önemli bir yere sahip olması ne de Amerikan rüyasını yaşayabilmesi ile ilgilidir. Terapist olarak karşısındaki ile insan insana bir ilişki içinde olmayı, “onu ben iyileştirdim”, “bu benim eserim” diyebilmenin çok önünde görür. Genç adamın yarasıyla temas edebilmesi için onu olduğu gibi kabul eder. Bu süreç içinde kendini olduğu gibi kabul eder. Gerçek, yorucu, üzücü de olsa hayata dokunmak için oradadır; hem danışanına dokunma cesareti verir hem de bu sırada kendininkine dokunulmasına alan açar. Seanslarca sabırla bekleyebilir; sessizliğin bir hazır olma öncesi mayalanma olduğunu bilir, sadece hazır olana eşlik edeceğini göstermek için oradadır. Kimsenin ihtiyacının danışanın ihtiyaçlarının önüne geçmesine izin vermez. Sadece olana açılır. Danışanıyla beraber kendisi de adım adım iyileşmeyi kabul eder. “Can Dostum”, pek çok perspektifte ele alınabilir. Ancak “bir terapistten ne istiyorum?” sorusuna cevap verebilmek için biçilmiş kaftan gibidir… Filmi izleyen herkes için gerçek ilişki içinde olma, gerçek insanlarla karşılaşabilme arzusunun vücut bulmuş hali gibidir. Ve sadece bunun için bile defalarca izlenmeye değer bir filmdir. Beyhan ÖZPAR Psikolojik Danışman TSDE İstanbul 5. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 46 PSİKOMİTOLOJİ Artık elinde mitolojinin anahtarı var, ruhun tüm kapılarını açmakta özgürsün... -Carl Gustav Jung Mitoloji, insan ruhunun öyküsüdür. Psikomitoloji ise insanın öyküsünden etkilenmesi ve öyküsünü etkileyebilmesidir. Bu öyküde insanın yaşamış olduğu ve yaşayacağı tüm haller sembolik bir dil kullanılarak anlatılır. İnsanın kendini anlaması, yaşamdaki yerini daha net görmesi ve doğal rolünü üstlenebilmesi için, bireyi kendi öyküsü ve içinde yaşadığı insanlığın öyküsü aracılığı ile yeniden düzenler. Psikomitolojinin penceresinden bakıldığında her insanın bir öyküsü ve o kişisel öyküyü şekillendiren, kollektif öykü/öyküler vardır. Her iki öykü de bilinçdışı alanda yaşamaktadır, yani öykümüzü bilmesek dahi ondan etkilenir ve her an onu etkileriz. Halk hikayeleri, ninniler, masallar, mitolojiler ve bu sözel anlatıların eylemsel ifadeleri olan gelenek ve ritüellerin tamamı bize insanın yaşam ile etkileşiminin içeriğini sunar. Bu açıdan bakıldığında ister bir masal ya da mit, ister bir rüya dile getirilsin, o sırada dinlediğimiz öykü bir bilinçdışı öyküdür. Psikomitoloji, insan ruhunun evrelerini, dinamiklerini ve kişinin geçirdiği dönüşümleri masal ve mitoslarla yine kişiye anlatmaya çalışan, bu öyküleri psikoterapi sürecinde kullanarak terapide kişiye farklılık katan, bu öykülerle kişiye yeni bakış açıları sağlayan etkili bir yöntemdir. Bilinçdışı öykülerin hepsi aynı toprağın ürünü oldukları için birbirlerine çok benzeyen alfabelerden oluşan aynı dili kullanırlar. Bu dil aracılığı ile insan ruhu insanı bütünsel bir içsel ve dışsal yapıya davet eder. Jung’un deyimi ile “bütünleşmeye” davet eder. Günlük hayat içindeki gerçeklerimiz karşısında, psikolojinin teorileri havada asılı gibi görünebilir ve bu nedenle de daha somut çözüm arayışları içerisinde olabiliriz. Böyle bir evrede sorunlarımızın çözümünü de, hayattaki anlam arayışımızı da kendimizin dışında bir yerlerde ararız. Ancak uzunca bir süre arayışımızdan sonra tatmin edici bir cevap bulamadığımızda kendi içimize döneriz. Bu tavrımız dahi arketipsel bir tavırdır, bu nedenle de her insan bu süreçten geçmektedir. Eski Yunan mitolojilerindeki bir öykü bu durumu açıkca ifade ediyor. İlk insan yaratılırken Olympos’ta toplanan tanrılar insanın yaşayacağı bir dünya inşa etmeye karar vermişler. Dünya yaratılırken insanın tüm ihtiyaçlarını ve arayışlarını da yaratıp, onları dünyanın farklı yerlerine saklamaya karar vermişler. Böylelikle insana hayat içinde hayat yaratma fırsatı sunacaklarını düşünmüş- TSDE ki - Kasım 2014 47 PSİKOMİTOLOJİ da bir bilim olarak geliştirilen psikoloji kuramlarına sahip olan bir terapist, ruhun dilini anlamaya başlar. Böylelikle sanatların en hassası olan insana yardım sanatında kullanmak üzere insanlığın toplam deneyimi ile etkileşime geçmeye başlar. Bugün psikomitoloji olarak adlandırılan kavram, masallar ve mitlerin aslında psikoloji olduğunu anlayan modern insanın, bu öyküleri ve insana olan etkisini yeniden hissetmesinin bir ürünüdür. Mitolojinin psikoloji, psikolojinin ise psikomitoloji olduğunun kavranmasının bir sonucudur. Bu kavrayış sayesinde insan bu öykülerin hepsinin kendi bilinci ile bilinçdışının etkileşimi sonucunda oluştuğunu görür. Bir başka söylemle tüm bu öykülerin, insanın kendisi hakkında bildikleri (bilinç) ile kendisi hakkında bilmediklerinin (bilinçdışı) etkileşiminden doğduğunu keşfeder. Yine Hillman’ın deyimi ile rüya kişisel bir mit iken, bir mit ise toplumsal bir rüyadır. Bu önermeden anlaşılacak pek çok şeyin yanında en önemlisi, rüya gibi masal ve mitler de dışarıdan uydurulmuş öyküler değil tam aksine içeriden, kendiliğinden oluşan ve insana yine kendisi hakkında bir şey anlatmak isteyen öykülerdir. ler. Zenginliği toprağın derinliklerine, şifayı bitkilerin içine, başarıyı yüksek dağların zirvelerine, uykuyu ölüme, ölümü geceye, yaşamı gündüze saklamışlar ve bu böyle devam edip gitmiş. En son, yaşamın özü kalmış, tanrılar bu özü bulan insanın diğer saklanan her şeyi de bulabilme gücüne sahip olacağını kehanet etmişler. Ancak insanın bu öze kavuştuğunda Olympos’un tanrılarından daha büyük olacağını anlayan tanrılar, onu insanın en son aklına gelecek yere koymaya karar vermişler. Ne de olsa insan, onu yaratan tüm tanrıların özelliklerini kendinde taşıdığı için o özü her yerde bulabilme gücüne sahipmiş. Tanrıların en bilgesinin yaptığı öneri ile yaşamın özünü, yaşam suyunu insanın yüreğine saklamışlar. Ve o gün bu gündür insanların çok azı bu özü bulmuştur, çünkü bu büyük dünyada her yere bakmaya bir insan ömrü yetmemektedir. Bu öykü gibi bütün bilinçdışı öyküler insanın davranışını, düşünce şeklini ve deneyimlerini hem anlatan hem de şekillendiren arketipsel bir model niteliği taşımaktadır. Bu noktada psikoloji ile mitoloji birleşir. Daha önceleri James Hillman’ın da ifade ettiği gibi mitoloji eskilerin psikoloji bilgisidir. Bilinçdışı öykülere karşı kazanılan bu bakış açısı ile modern zaman- İnsanın kendini anlamasının bir yolu olan psikoloji arayışını, sadece modern zamanlara sıkıştırırsak insanın elinden ruhsal kaynaklarının pek çoğunu almış olur, sadece eski ifadelere dönersek de onu gerçeklik algısından mahrum ederiz. Ancak doğru bir denge, asli bir bütünleşmeye imkan verir. Bu ilke hem toplumsal yaşamın ürünü olan kollektif bilinç için, hem de bireysel bilincimizin ürünü olan bireysel hayatımız için geçerlidir. İnsan doğasının ikiliğini de dikkate alarak psikolojide eski olanı ve yeni olanı beraber kullanıyor, bu dengeden kazanmış olduğumuz anlayışla doğa yasalarının bir ifadesi olan psikoloji dinamiklerini modern dille yeniden ifade ediyoruz. Bu yeniden ifade ediş sırasında bilinçdışı öykülerin kullanımı bize psikomitolojiyi sunmaktadır. Bugün psikomitoloji olarak adlandırılan kavram, masallar ve mitlerin aslında psikoloji olduğunu anlayan modern insanın, bu öyküleri ve insana olan etkisini yeniden hissetmesinin bir ürünüdür. TSDE ki - Kasım 2014 48 PSİKOMİTOLOJİ Sistem Dizimleri Terapisi çerçevesinde masallar ve mitlerden oluşan bilinçdışı öyküleri bir öykücü olarak, ya da içlerinde barındırdıkları sembollere hayran olmak açısından değil, bir bilim olarak inceliyor, bir terapi aracına dönüştürüyoruz. İnsanı içinde bulunduğu her düzlemde, arketipsel olan algının kimi zaman etkisinden çıkarmak, kimi zaman da belli oranda yaklaştırmak, ilham alabilmesini sağlamak için modern psikoloji ile uyumlaştırıyoruz. ğumuz ailenin öyküsü üzerine kendi öykümüzü ilk anne karnında, kendi cennet tasvirimizi edinerek başlarız. Hikayemizin bu kısmı, bizim yaşamla nasıl bir temasımızın olacağına, gelmekte olan öyküyü nasıl bir yapının üzerine kuracağımızı belirlediği için belki de en önemli kısmıdır. Hayat başlangıcından doğum gibi bir eşikle bizi karşıladığından da anlaşılıyor ki sürekli bize eşikler sunacak ve biz eşikleri aşmayı öğrenmek durumunda olacağız. Psikomitoloji araştırmalarının öncülerinden biri olan Joseph Campbell’ın literatüre kazandırdığı bir insan tanımına göre her insan bir mit kahramanıdır. Biz de bu ifadeyi takip ederek sistem dizimleri terapisi çerçevesinde her insanı kendi öyküsünün kahramanı olarak görüyor ve onun o öyküyü yorumlama ya da farklı yorumlama gücünü inisiyatifinde bulundurduğuna dikkat çekiyoruz. Hatta bu ifadeyi biraz daha ilerletiyor, her insanın sadece bir mit kahramanı değil, birden fazla mitin, masalın aynı anda kahramanı Doğum gibi, her eşik de zamanı geldiğinde bizi zorlayacak, bildiğimiz bir dünyadan bilmediğimiz bir dünyaya geçmemiz için bize içten ve dıştan bir tepi ile müdahale edecek. Yaşamın eşiklerine psikomitolojik açıdan bakış, öykümüzün değiştiği yerler olduğuna yöneliktir. Yani insan zaten bir aile öyküsünün, nesillerinin getirdiği öykünün içine doğar ve kendi öyküsünü oluşturmaya başlar. Her eşik ile öyküsü boyut değiştirir ve yeni kahramanlar ile yeni gerçeklikler içinde hep yazılmaya devam eder. Hayata bir mit kahramanı olarak başlayan insan sistem dizimleri terapisinin sınıflandırmasıyla doğum, çocukluk, gençlik, genç-yetişkinlik, olgun yetişkinlik, yaşlılık ve ölüm eşiklerinden geçerek kendi öyküsü içinde ilerler ya da kimi yerlerde takılı kalır. Tüm bu genel eşiklerden geçerken beraberinde pek çok alt eşik olarak tabir edebileceğimiz evlilik, ebeveyn olmak, hastalık ve şifa, kayıp ve kazanç, bağlanma ve ayrılık, kariyer eşiklerinden de eşzamanlı olarak geçer. Psikomitoloji insanı sadece bir dönemi ile değil, çok nesilliğiyle beraber onu tüm evrelerinin boyunca değişen, aynı özün farklı ifadeleri olarak algılar. Masalların ve mitolojilerin külliyatının genişliği düşünüldüğünde psikomitolojinin henüz çok az şey söylediği ve tam olarak bir bebeklik evresinde olduğu aşikardır. olduğunu iddia ediyoruz. Zaten bu iddia insanın çok katmanlı ve aynı zamanda çok nesilli bir varlık olduğu gerçeğini düşündüğümüzde daha yerinde oluyor. Tüm halkların mitolojileri cennet tasviri ile başlar ve bu tasvir cennetten kovulma ile devam eder. Dikkatli incelenirse bu temanın istisnasız her kültürde bulunduğu açıkça görülecektir. Başlangıçtaki cennette yaşayan insan çabasız her şeyi elde etmekte, ancak bir süre sonra merak uyandıracak bir eylemden sakınması, sakınmaz ise cennetten kovulacağı uyarısı ile karşılaşır. Her zaman olduğu gibi ruhun merakı, bilme isteği bedenin ihtiyaçlarının önüne geçer ve insan yasak olan eylemi yapar ve cennetten çıkar. Genel olarak bu temayı içeren bir öykünün her kültür/zamanda olmasının nedeni, bu öyküden istisnasız bir şekilde her insanın etkilenmesi olarak açıklanır. Çünkü bu tema hepimizin başına gelen bir olayı sembolleştir ve sonrasını anlamlandırır. Bu olay, doğumdur. Tüm bilinçdışı öykü serilerinin başında olduğu gibi her birimiz hayata doğum ile başlarız. İçine doğdu- Psikomitoloji çalışmaları içinde duyacağımız en önemli kavramlardan biri de arketip kavramıdır. Arketip kavramını psikoloji litaratürüne ilk olarak Carl Gustav Jung tarafından kazandırılmıştır. Kelime anlamı olarak ilk örnek demek olan arketipler insan düşünüşünü, duygulanımını ve dünyayı algılayışını etkileyen, şekillendiren ve bilinçdışı dünyada yaşayan, Yeni Jungian tereapistlerin “güçlü akım” dedikleri bilinçdışı kaynakların kişiselleştirilmesidir. Jung kendi çalışmaları sırasında gölge, yaşlı bilge, persona, anima ve animus gibi en bilinen arketipleri çalışmalarında dile getirmiş ve psikolojideki yerlerini belirlemiştir. Arketiplerin keşfi insan ruhunda yeni, bilinmeyen ve insana sahip olduklarından çok daha fazlasını vaat eden devasa bir iç dünyanın kapılarını açmıştır. Arketiplerin keşfi ile insan kendisinin bildiği sınırlarını aşmaya yönelmiş ve ego’dan daha fazlası olduğunu anlamıştır. Çünkü arketipler, iç dünyamızda bilinçli benliğimizden bağımsız çalışan pek çok iç gücün kişiselleştirilmesi olduğunu ortaya koymuştur. Ar- TSDE ki - Kasım 2014 49 PSİKOMİTOLOJİ ketipler ile insan çok katmanlı bilinç dünyasını daha net keşfetmiş ve kendisini, ailesine, ait olduğu kültüre, türünün tümüne ve hayatın tamamına bağlayan karmaşık bilinçdışı bağlantıları tanıma ve deneyimleme fırsatı bulmuştur. Jung ve sonrasında devam eden çalışmalar ile psikoloji insan ruhsallığı ve hayatı arasında Jung’un “bilinçdışını bilmeyen başına her gelenin kader olduğunu zanneder” sözü ile ifade ettiği ilkeye daha fazla yaklaşmıştır. Arketipsel psikoloji zamanla Jung’un başlarda ifade ettiğinden daha fazla sayıda arketipin ruhsal dinamikleri oluşturduğunu keşfetmiş, masalların ve mitlerin içeriğinin çözümlenmesi ile analiz sürecine giren insanların ruhsal çözümlemelerinin paralelliğini defalarca ortaya koymuştur. Bu keşif bir yandan insana sağlıklı bir analiz sürecinin kapısını açarken diğer yandan da masallar ve mitlerin birer psikoloji metni olduğunu ortaya koymuştur. Böylelikle tüm masal kahramanları ve farklı kültürlerde farklı ifade şekilleri bulmuş olan tanrı, tanrıça, melek, peri, ejderha gibi fantastik karakterlerin insan ruhunun güçlerinin birer kişiselleştirmesi olduğunu, yani birer arketip olduklarını idrak etmemize imkan vermiştir. Masalların ve mitolojilerin külliyatının genişliği düşünüldüğünde psikomitolojinin henüz çok az şey söylediği ve tam olarak bir bebeklik evresinde olduğu aşikardır. Bilinçdışı öykülerin hiyerarşisi düşünüldüğünde insan ruhunu anne karnından başlayarak içinden geçtiği tüm evreler ile anlatan, onun krizlerini ve çözümlerini öykülendiren, kahramanlık ve suçluluk duygularını besleyen, en kaba hislerinden mistik boyutlara kadar ulaşan örgün bir külliyat ile karşıya karşıya olduğumuzu bilmeliyiz. Düz beyaz bir kağıda düzgün bir çizgi çizmek için bile bir cetvele ihtiyacımız varken, insan ruhu gibi karmaşık ve tüm zıtlıkları aynı anda bünyesinde bulunduran bir yapının gerçeklerini günümüz diliyle ifade etmek için de bir cetvele ihtiyacımız olacaktır. Jung bu bilimsel cetvele “tarihsel eşdeş” demektedir. Bu da güncel bir bilimin gelişimi sırasında daha eski dönemlere ait bir bilimin ilkelerini paralel bir izdeş olarak kullanmaktır. Bu kabule güç veren ilke doğa yasalarının değişmezliği ilkesidir. Doğa yasaları hiçbir zaman değişmez, insanlığın her döneminde farklı bir dil ve metot kullanılarak ifade edilmiştir. Aslında her nesil, kendisini kendi anlayacağı dilden ifade etmiştir. Psikomitlojinin modern/bilimsel psikoloji araştırmalarının arkasında ona cetvel olacak, tarihsel eşdeşlik edecek olan kuram bilinçdışı öykülerdir. İnsan ruhunun arketipsel süreçlerini bir kez daha, yeniden, ifade ederken, modern algı ile arketipsel bilincin birleşmesinin bir ürününü sunmaktadır. Elimizde kağıdımızdan daha uzun bir cetvel bulunmakta, bu bize hem bir güven, hem merak hem de ruhun dehşetli dünyasında Ariadne’nin Theseus’a sunduğu ip gibi sağlam bir kılavuzluk sağlamaktadır. Campbell’in dediği gibi, “macerayı tek başına göze almamız dahi gerekmez; çünkü her çağdan kahramanlar yolu bizden önce gitmiştir; labirent iyice bilinmektedir; bize kalan yalnızca kahramanın yolunun ipliğini izlemektir. Ve nerede bir nefret bulacağımızı düşünürsek orada bir aziz/azize bulacağız; nerede bir başkasını öldürmeyi düşünsek orada kendimizi öldüreceğiz; nerede dışa doğru yol almayı umsak orada kendi varlığımızın merkezine geleceğiz; nerede yalnız olduğumuzu sansak orada bütün dünyayla birlikte olacağız.” Tüm bunları bir araya getirdiğimizde mitoloji insan ruhunun tüm coğrafyasını sunmakta, psikoloji insanı anlama, tanıma ve yeniden düzenleme imkanı vermekte iken PsikoMitoloji bütünleşme sürecimizde kendimizi anlamak, yaşamdaki yerimizi görmek ve karşısında doğal rolümüzü üstlenmek için bize kendi öykümüz ile yardım sanatını sunma imkanlarını taşımaktadır. Hüseyin Şimşek TSDE 7. İzmir Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 50 PSİKOASTROLOJİ Psikoastroloji Psikoloji alanında astrolojinin kullanımı çok yeni bir yöntem değil aslında. Psikoloji tarihinin en önemli isimlerinden biri olan Carl Gustav Jung birçok makalesinde, söylemlerinde astrolojiden almış olduğu destekten sık sık bahseder. Astroloji, psikolog için önemlidir. Çünkü içinde, yansıtıldığını söylediğimiz bir çeşit psikolojik deneyim barındırır. Bundan kastım, psikolojik gerçekleri, burçlar içerisinde bulmakta olduğumuzdur. Bu, ilk başta, psikolojik faktörlerin yıldızlardan kaynaklandığı intibasını doğuruyorsa da, asıl olan, bu faktörler ile yıldızlar arasında bir eşzamanlılık olduğudur. Bunun, insan zihniyle ilgili çalışmalara ışık tutan önemli bir gerçek olduğuna inanıyorum (...) - C.G. Jung, Prof. B.V. Raman’a yazdığı 1947 tarihli mektubundan. Bir doğum haritası kişinin tüm gerçekliğini en çıplak hali ile gözler önüne sürer, o kişinin eylemlerinin ardında yatan gerçekleri, yaşam boyunca sahip olacağı ve geliştirebileceği potansiyelleri, yaşamda kurduğu her türlü ilişki halini nasıl bir kalitede gerçekleştireceğini ifade etmektedir. Aslında kişinin “Yaşam Kalitesi” hakkında çok çarpıcı gerçekleri ortaya koymaktadır. Özellikle de AY; kişinin ruhsal gelişimi, bilinçaltında yatan konular, korkuları, endişeler, olası psikolojik anlamda nelere yatkın olduğu, annesi ile ilişkileri, ruhunun karanlık tarafı, duygusal gelişimi, annesini nasıl gördüğü, annesi ile ilişkilerinin ne şekilde gelişebileceği, ilkel dürtüleri, kontrol edemediği tarafının ne olduğu, dişil tarafını nasıl ve ne şekilde kullan- TSDE ki - Kasım 2014 51 PSİKOASTROLOJİ bir girişimci ruhsunuz. Yalnız zaman zaman kendinize düşünme ve olayları irdeleme payı bırakmanız olası zararlara karşı sizi koruyacaktır. Duygusal anlamda çabuk öfkelenen bir yapınız olabilir. İsteklerinizin hemen o anda olmasını istersiniz. Zaman zaman çocuk gibi tepkiler verebilirsiniz, mesela hemen küsebilir ve alınganlık yapabilirsiniz. Anneniz sizin için her zaman güçlü, mücadeleci ve size özgürlük ve özgüven aşılayan biri. Bu hayatın mücadele gerektiğiniz ve mücadeleler karşısında yılmamanız gerektiğiniz size anneniz öğretmiş. Yalnız klasik anne-çocuk ilişkisinden çok aranızda daha dostvari, arkadaşça bir ilişki kurmuş olabilirsiniz. Burada anne ile “Anne gibi” bir ilişkiden ziyade arkadaşlık ilişkisinin kurulması göze çarpar. dığı, kişiye duygusal olarak haz veren konuların ne olduğu hakkında geniş bilgiler vermektedir. Ay kişinin başlı başına psikolojik dinamiklerini ölçümleme, davranışsal eğilimleri konusunda da harika ipuçları vermektedir. Kişinin nasıl bir bağlanma modeline sahip olduğu, bunu yaşamında nasıl kullandığı, nasıl bir aile dinamiğinden geldiği hakkında da ipuçları vermektedir. Örneğin AY burcu yengeç olan bir kişinin haritasında AY bir de kötücüllerle (Mars/Satürn/Neptün) kontak halinde nasıl ailesinden ayrışamadığını ve hayatı boyunca ailesine karşı kurban pozisyonunda kaldığını veya Ay burcu Oğlak olan birinin meşguliyetleri fazla olan bir anne yüzünden geliştiremediği duygusal bağlanma yüzünden ikili ilişkilerde soğuk, mesafeli ve duygularını ortaya koyarken nasıl zorlandığını çok defa danışmanlıklarımda bizzat şahit olmuşumdur. Bu yazıda sizlere, Ay’ın yerleştiği burçlar ve olası anne ilişkileri hakkında minik ipuçlarından bahsedeceğim. Ay burcunuz KOÇ ise; Bir olayla karşılaştığınızda verdiğiniz ilk tepkiniz genelde stresli ve sinirli tepkiler verebilirsiniz. Duygusal anlamda rekabetçi bir yapınız vardır ve hayat sizin için adeta bir savaş alanı gibidir. Zaman zaman düşüncesizce çıkışlarınız ve enikonu düşünmeden bir olaya atlayış şekliniz çevreniz tarafından çoğu zaman eleştiri almanıza sebep olsa da aslında siz tam Ay burcunuz Boğa ise; Duygular ve hisler konusunda tutarlı, inatçı ve sağlamcı bir yapınız vardır. Öncelikle kendinizi duygusal anlamda güvence altında hissetmek isterseniz. Risk almak beraberinde kayıpları da getireceğinden dolayı pek ilgilenmezsiniz. Tutucusunuzdur, elindekilerin devamlılığını getirmeye çalışırken bir yandan da onları sahiplenirsiniz. Sahiplendiğiniz için de kriz zamanlarında tutucu yanlarınız açığa çıkar. Annenizi, sahiplenici, koruyucu, besleyici bir kişi olarak algılarsınız. Anneniz size bu dünyada maddi koşulların önemini özellikle vurgulamış olabilir. Duygusal anlamda çabuk sinirlenmemeyi ve sabrı annenizden öğrenmiş olabilirsiniz, lakin annenizde genel olarak mantıklı tepkiler vermeye çalışan biri olabilir. Anne, sizi hayatın tehlike- Bir doğum haritası kişinin tüm gerçekliğini en çıplak hali ile gözler önüne sürer, o kişinin eylemlerinin ardında yatan gerçekleri, yaşam boyunca sahip olacağı ve geliştirebileceği potansiyelleri, yaşamda kurduğu her türlü ilişki halini nasıl bir kalitede gerçekleştireceğini ifade etmektedir. TSDE ki - Kasım 2014 52 PSİKOASTROLOJİ lunmaktadır. Anneden ve aileden ayrışma sorunları, aileyi terk etmekte zorluklar yaşayabilirsiniz. Ay Burcunuz Aslan ise; Yaşam arenası sizin için keyifli, eğlenceli ve her anı yaşanmaya değer bir alan. Kendinize duygularınızı, ruhunuzu tatmin edecek bir meşgaleyi her zaman çok rahat bulabilirsiniz. Eğer içinde bulunduğunuz sosyal oluşumlarda yeterince ilgi göremezseniz ya küser ya da dikkatleri üzerinize çekmek için kişisel yeteneklerinizi ortaya koymaktan hiç çekinmezsiniz. Annenizi gözünüzde fazlaca büyütebilir ve onun mükemmel, muhteşem bir kadın olduğunu düşünebilirsiniz. Özgüveninizin asıl kaynağı muhtemelen annenizdir, çünkü onun da aynı şekilde kendine güveni oldukça yüksektir. Yalnız annenizi zaman zaman bencil biri olarak algılayabilirsiniz. li bir yer olduğunu ve bu yüzden de sürekli bir şekilde kendinizi garanti altına almanız gerektiğine dair mesajlarla büyütmüş olabilir. Ay Burcunuz İkizler ise; Merak etmek, fikirler düşünmek, yaymak, iletmek ilk hedefleriniz arasında yer almakta. Çok hareketlisinizdir, enerjiniz değişken olmakla beraber genel olarak yüksektir. Duygusal ilişkilerde derine inme problemi yaşayabilirsiniz, bu yüzden ilişki kurduğunuz kişiler sizi yüzeysel veya sizin onları anlamadığından sıkça şikâyet edebilirler. Hatta bu yüzden dışarıdan flörtçü olarak algılanabilir, duygusal anlamda karşınızdaki kişiye güven vermekte zorlanabilirsiniz. Siz kendinizi öncelikle bilgi anlamında güvence altına almak istersiniz, entelektüel bir zihin kapasitesiniz vardır. Annenizi, zeki, zihinsel olarak sürekli meşgul ve bir şeylerle ilgilenen, krizler karşısında soğukkanlılıkla hareket edebilen, sosyal, dışa dönük, bir kişi olarak algılayabilirsiniz. Anneniz size, yaşamda kendinizi korumanız için bilgi yoğun bir şekilde bilgi sahibi olmanın ne kadar önemli olduğu mesajını vermiş olabilir. Ay Burcunuz Yengeç ise; Hayattaki ilk yöneliminiz yakın olmak ve duygudaşlık kurmaktır. Duygudaşlık kurabildiğiniz kişilerle ancak çok iyi bir şekilde anlaşabilirsiniz. Bakmak, büyütmek, beslemek, korumak, kollamak sizin işinizdir. Hayatınızda önem verdiğiniz herkesle ilgilenmeye çalışır, onlardan gelen her tepki ve soruya yanıt vermek için çaba sarf edersiniz. Siz oldukça düşünceli ve bu hayatta öncelikli hedefiniz kendinizi duygusal anlamda güvence altına almaktır. Annenizi algılayış şekliniz ise, şefkatli, aşırı koruyucu, kollayıcı ve iyi lezzetli yemekler yapan anne şeklinde olabilir. Sizin duygu dünyanızın gelişiminde annenizin oldukça önemli bir rolü bu- Ay Burcunuz Başak ise; Yaşam arenası sizin için sürekli düzenlenmesi, tertiplenmesi gereken ve kuralları olması gereken bir yerdir. Kendinizi, duygularınızı, ruhunuzu ancak detay gerektiren işlerle uğraşıp ve bu işlerde başarı elde ettiğinizde tatmin olmuş hissedersiniz. En iyisi için çabalayan, sistemli, rasyonel, detaylara hakim, zeki, düzenli, sakin, temkinli bir yapınız bulunmaktadır. Anneniz sizin gözünüzde her an her şeye yetebilen, elinden her iş gelen, hamarat, becerikli biridir. Yalnız sizin endişeli ruh halinizin asıl kaynağı anneniz olabilir, lakin o da aslında sizin gibi endişeli ve bardağın dolu tarafından görmeye meyilli biri olmayabilir. Özellikle yoğun bir temizlik, titizlik ve düzenleme ile ilgili olan davranış modellerinizi annenizden almış olabilirsiniz. Ay Burcunuz Terazi ise; Yaşam arenası sizin için sürekli güzelliklerle dolu veya sizin güzelleştirmeniz gereken bir yerdir. Kendinize duygularınızı, ruhunuzu ancak sanat, yaratıcılık gibi işlerle uğraşıp ve bu işlerde başarı elde ettiğinizde tatmin olmuş hissedersiniz. Estetik kaygıları olan, ilişkilere önem veren, adalet duygusu gelişmiş, uyumlu, objektif, entelektüel bakımdan gelişime açık, orta yol bulucu, yaratıcı, zevk sahibi. Tek başınıza hareket etmeniz zordur ve duygularınızı, hislerinizi paylaşacak birilerini istersiniz sürekli. Yalnız kalmanız veya paylaşamamanız sizi ciddi mutsuzluklara itebilir. Hayatınızda paylaşmak esastır. Anneniz sizin gözünüzde genel anlamda sakin ve dingin bir kişidir. Hatta evde dengeleri en iyi şekilde koruyan kişidir. Huzur ve sakinlik onun için çok önemlidir, hatta öyle ki yaşamında huzur ve uyumun bozulmaması için kendinden bile çoğu zaman ödün verebilen bir anneniz olabilir. TSDE ki - Kasım 2014 53 PSİKOASTROLOJİ Ay Burcunuz Akrep ise; Genel anlamda meraklı ve oldukça araştırmacı bir yapınız bulunmaktadır. Özgüvenli, mücadeleci, risk alan, sezgileri kuvvetli, nüfuz edebilen, gizemli, dayanıklı, çekici, araştıran, tutkulu, krizle mücadele edebilen, şartları korumaya çalışan bir kişiliksinizdir. Sizin için bu hayatta ki öncelikli amacınız, daha doğrusu duygusal anlamda tatmininiz, zorlukların üstesinden başarı ile gelmekten geçer. Çünkü özellikle duygusal anlamda krizlere çekilmeye veya bu krizleri yaratmaya müsait bir yapınız vardır. Anneniz sizin gözünüzde güçlü, küllerinden yeniden doğabilen, oldukça meraklı ve hayatınızda olan biten her şeyi fazlası ile merak eden, katı prensipleri olan ve bunlardan kolay kolay vazgeçmeyen bir şekilde olabilir. Hatta sizin her şeyi bilme güdünüzün altında, annenizin bu yapıda olmasının bir etkisi bulunabilir. Ay Burcu Kova ise; Yaşam arenası sizin isyanların, sıra dışı olayların geliştiği, heyecan verici bir alandır. ‘Özgürlüğüm yaşam sebebimdir’’ tam da sizin için söylenebilecek bir cümle. Uyum sağlamayı öğrenmek birincil hedeflerinizden biri olmalı. Çünkü siz, eksantrik bir yapıya sahipsinizdir ve çevreniz bunu çok normal karşılamayabilir. Bu hayatta ki asıl hedeflerinizi tek başınıza, bireysel bir şekilde hareket ederek değil, içinde olduğunuz sosyal gruplarla bir araya gelerek ancak gerçekleştirebilirsiniz. Anneniz sizin gözünüzde; iletişim yetenekleri kuvvetli, sosyal, dışa dönük, hareketli ama duygusal anlamda mesafeli, sağı-solu pek belli olmayan bir kişi olabilir. Annenizde sizin gibi özgürlüğüne oldukça düşkündür, hatta sizin özgürlüğünüze düşkün olmanızın kaynağında anneniz yatıyor olabilir. Ay Burcunuz Yay ise; Genel olarak bilgiye aç, öğrenmeye açık, felsefi, vizyoner, iyimser, sporcu, hevesli, yeniliklere açık, amaç duygusuna sahip, sosyal, meraklı bir yapınız bulunmaktadır. Yeni şeyler öğrenmeye ve deneyimlemeye her an açıksınızdır. Farklı kültürler, farklı kişiler, farklı şehirler, farklı ülkeler her zaman sizi cezbeder. Öncelikle sorumluluk almayı öğrenmeniz gerekmektedir. Konsantrasyon sağlamayı ve elinizde ki olanakları doğru ve etkin bir şekilde kullanabilmeyi geliştirmeniz gereklidir. Bazen duygularınızı oldukça abartılı ve coşkulu bir şekilde ifade edebilirsiniz ve bu da eleştiri oklarını üzerinize çekmenize neden olabilir. Anneniz, bir insan olarak harika biri olabilir fakat anne-çocuk ilişkisini yeteri kadar kuvvetli kuramamış olabilir, sizi gereğinden fazla özgür ve de sizinle kurduğu ilişki daha dostane olabilir. Ay Burcunuz Balık ise; Yaşam arenası sizin için her şeyin paylaşılması gereken, insanların birbirine yardım etmesi gerektiği, evrensel sevginin herkesi bir gün özgürleştireceğine inandığınız bir alandır. “ Sevgi tüm sorunları çözer ’’ tam da sizin için söylenebilecek bir cümle. Genel olarak; hayalci, manevi tarafı kuvvetli, merhametli, fedakâr, sanatsal, sezgisel, inançlı, esnek, romantik, duygusal, sempatik-empatik bir yapınız vardır. Aslında çoğu zaman bu dünyaya ait olmadığınızı hissedebilirsiniz. Sizin hayatta ki öncelikli amacınız kendinizi duygusal anlamda güvence altına almaktır. Yalnız sizin tatmin eşiğiniz birçok insana göre çok çok yukarıda olabilir. Acıma duygunuz oldukça gelişmiştir ama dikkat etmelisiniz. Anneniz sizin gözünüzde sizin gibi fedakâr, alıngan, hassas ve merhametlidir. Yalnız anneniz size karşı aşırı bağlı veya bağımlı olabilir. Ay Burcunuz Oğlak ise; Yaşam arenası sizin için adeta disiplinli, kuralları olması gereken, mesafeli ve sürekli iş yapılması, çalışılması gereken bir yer. ‘Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’’ tam da sizin için söylenebilecek bir cümle. Genel olarak sorumluluk sahibi, hesap yapan, sağlamcı, mantıklı, kurallarla çalışan, güvenilir, sabırlı, yalnız kalabilen, sade, pratik bir yapınız vardır. Sizin pek duygularla işiniz yoktur aslında, her şey belli teorik bir düzene kurulmuştur. Sizin için çalışmak duygusal anlamda tatmin olmanızı fazlası ile sağlar. Anneniz sizin gözünüzde güçlü; her zaman her sırrınızı paylaşabileceğiniz güvenilir ve sırları tutabilen bir anne. Yalnız sürekli yoğun ve ilgilenmesi gereken işleri olduğundan dolayı sizinle duygusal anlamda bağ kurmakta eksiklikleri olan biri olabilir. Sizin hayata karşı olan kuralcı yapınızın kaynağında anneniz olabilir. Dinçer GÜNER Astrolog - 8. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 54 TSDE DER ki TSDE Başkanı Zararsızoğlu, Yunanlı meslektaşı Haritini Papakirillou ile Türk-Yunan ihtilaflarında ailelerinde travmalar yaşamış her iki ulustan katılımcılarla, tarihte yaşanan acı ve travmaların etkisinin dindirilmesi ve ruhlarının derinliklerinde barışı hissedebilmeleri adına Atina ve İstanbul’da Barış Seminerleri düzenledi. Türkiye ve Yunanistan Barış Seminerleri paylaşımları Yunanistan’da dizimler yapmaya başladığımdan beri Türkler ve Yunanlılar arasındaki çatışma ve düşmanlık konusu sürekli olarak karşıma çıkar. Bu yüzden Türkler ve Yunanlılarla beraber dizim yapma fikri içimde doğal olarak oluştu. Bu fikir hızla da gerçeğe dönüştü. 18 Yunanlı Danışan bu fikri hayata geçirmeye çoktan hazırdılar. Hazırlanma süreci çok gergin ve heyecanlıydı. Bize doğru yaklaşan bilinmezle ilgili hem pek çok beklentiyle hem de korkuyla doluyduk. 14 Nisan geldiğinde halimiz tam da böyleydi... Uçağa binmeden önce hepimiz el ele tutuşarak bir daire oluşturduk. Gruba, hepimizin barışa sunacak iyi bir şeylerimiz olduğunu söyledim ve Bert Hellinger’in şu sözlerini hatırlattım: “Barışın başladığı yer bizim ruhumuzdur”, hepimiz çok duygulanmıştık. Aynı zamanda büyük bir telaş ve sabırsızlık içindeydik. Bunun tek sebebi Türk komşularımızla buluşacak olmamız değildi. Yunanlı danışanlarımın çoğu kendi atalarının anayurdunu ilk defa ziyaret etmek üzereydiler. İşin aslı bu yolculuk bizim için bir çeşit hac yolculuğuydu. Cuma akşam üzeri, Mehmet bizleri karşıladıktan sonra ben de ona hediyemizi teslim ettim. TSDE ki - Kasım 2014 55 TSDE DER ki Etnik politik dizimler, sistem dizimleri terapisinin, etnik ve politik konularda yaşanan sorunlarla ilgili uygulamalar yaptığı bir alandır. Yapılan bu uygulamalar ile ulusal ve uluslararası barışa da hizmet edilmektedir. yapmamaya karar verdik. Bir önceki günkü dizimler hepimiz için fazlasıyla yeterli olmuştu. Bunun yerine bütün gün süren bir paylaşım çalışması yaptık. Yaklaşık 20 Tük ve 20 Yunanlı katılımcı bu paylaşım sırasında, en derin acılarını dile getirme fırsatı buldu. Bu acı, pek çok kuşak boyunca taşınmaya devam edilmiş bir acıydı. Katılımcıların çok yavaş bir şekilde açıldıklarını gözlemleyebiliyorduk. Giderek daha neşeli ve ulaşılabilir bir hale geliyorlardı. Pek çok önyargı da giderek azalıyordu. Mehmet ve ben, küçük küçük ama pek çok adım atmaya ihtiyacımız olduğuna karar verdik. Bu bir başlangıçtı. Bu bizim çalışmamız için özel olarak yapılmış ve üzerinde 3 adet zeytin bulunan metalden bir zeytin dalıydı. (Bunu yapan sanatçı hanım durumu bilmeden dala 3 zeytin koymuştu.) Zeytinlerden ikisi yan yana ve biri daha aşağıdaydı. Bunun üzerine Mehmet’e şöyle dedim: Paylaşımımızın sonunda Pazar öğleden sonra bu ilk buluşmamız sona erdi. Mehmet ayağa kalktı ve şöyle dedi: “Yunanlıların buraya gelmeleri bir büyüklüktü. Bunun için onlara önlerinde derin bir saygıyla eğilerek teşekkür etmek istiyorum. Lütfen bunu kabul edin”. Sonra odanın ortasına geldi ve bizlerin önünde derin bir saygıyla eğildi. Bunun etkisi o kadar büyüktü ki, katılımcılar birbirinin ardından ayağa kalkarak hep beraber bu yaşananın önünde eğildiler. Bu herkes için olağanüstü güzel bir andı. Hepimizin ruhuna derinden etki eden, seslerimizi yumuşaklaştıran, kalplerimizi ısıtan bir hafta sonu olmuştu. “Mehmet, biz sana bir zeytin dalı getiriyoruz, barışın bir sembolünü… Tıpkı çalışmamızda hep söylediğimiz gibi, ikiden her zaman bir üçüncü doğar. Bu iki zeytin, Yunanistan ve Türkiye’yi temsil ediyor ve üçüncü zeytinse bizim dostluğumuz için konmuş olmalı...” Gruptaki ilk tanışma turu sırasında yapılan paylaşımlar sırasında Mehmet, Müslümanların o hafta sonu Muhammed’in doğum gününü kutladıklarını söyledi. Aynı gün Museviler için Pessach ve biz Ortodoks Yunanlılar için Palmensonntag’tı. (Ne tesadüf, iyi olan her şey üçtü!) Beraber yapacağımız bir sonraki çalışmanın Atina’da olacağına dair birbirimize verdiğimiz sözle vedalaştık. Atina, 13 Mayıs 2006 Haritini Papakirillou Uzman Psikolog - Psikoterapist Aynı gün iki dizim yaptık. Alttan alta büyümüş yoğun saldırganlık ve nefretin hızla gün ışığına çıkışını izlemek bizim için son derece üzücüydü. Allaha çok şükür ki grup için sağlam ve güvenli bir zemin oluşturmayı başarabilmiştik. Mehmet’in ve benim erkeksi ve kadınsı enerjilerimiz çok iyi dengelenmişti. Böylece gruptaki katılımcılar çok yavaşça ama güvenli bir şekilde kendilerini açabildiler. Sanki elimizde son derece narin, porselenden yapılmış ve açmakta olan bir çiçek vardı. Kalbimizdeki istek tek olduğu için onunla uğraşırken son derece özenli ve dikkatliydik: Birbirimizle buluşabilmek istiyorduk. En derin temas, açıklık, saldırganlık, nefret, en derin acı, yas, sevinç ve dostluk, iki farklı ulusun ve zihniyetin benzerlikleri ve farklılıkları, iki taraftan da akan ve pek çok şeyi çözen gözyaşları… Hepsi vardı. Buluşmamızın ilk gecesinde Mehmet ve ben de dâhil olmak üzere hepimiz içsel sınırlarımızın sonuna ulaşmıştık. Ertesi gün Mehmet’le daha fazla dizim TSDE ki - Kasım 2014 56 TSDE DER ki Katılımcı sayısı, salon imkânlarıyla mı sınırlı? İlkinden beri haberim var barış seminerlerinden. Ne yüksek bir hizmet seviyesi... Bu seminerleri, aile kökenlerinde etnik çatışmaların travmalarını taşıyanlar için önemli bir imkân olarak gördüm hep. Salon imkânlarının sınırlı olacağını düşündüğümden de, bu gerçek ilgililere öncelik tanımak için, başvurumu uzun bir süre ağırdan aldım. Ne de olsa benim katılım nedenim; bu seminerin, enstitüden aldığım eğitime sağlayacağı katkıydı, ya da ben öyle zannediyordum... Akşam yemeği ve ilk gün, insanların nasıl da duygu dolu ruhsal yaratıklar olduğunu düşünüp durdum. Hepimizi içine alan bu düzlemi henüz kullanamadığımız bir internet ağı gibi algıladım. Yayılan bir harekete sahip olduğunu fark ettim ve insanlığın geleceği için umut duydum. Bu ağa olan bağlantımızı, açıkça algılayabilecek hale gelmemizin biraz zaman gerektiren bir gelişme olacağını da düşündüm. Oysa seminer sabahı, Yunanlı yaşlı bir bayandan çok daha kısa bir yol öğrenecektim. Son boş sandalye onun yanındaydı, günaydın demeye hazırlanarak oturmak için yaklaşmıştım. O birden ayağa kalkıp heyecanla ve sıkıca sarılarak, yanaklarımdan öpüvermiş, parlayan gözleriyle öyle dümdüz bakmıştı ki gözlerime, onunla olan bağımı ta içimde hissetmiştim. O, günaydın dememiş günü aydınlatmıştı. Seminerin açılışı daha ilk başta yüreklerimizin kapılarını da ardına kadar açmış, iki ülke topraklarını, bir zeytin fidanı için birleştirmiştik. Başka bir değişle; can aldığımız varlıklarımızı bir araya getirip, sevgi ekmiş, barışa yer, barışa yol açmıştık. Aramızda konuşmadan bildik ki, bu fidanın kökleri hepimizin kalplerine daima sarılı kalacak ve oradan beslenerek büyüyecekti. Çalışmalar dizimlerle devam ediyor ben hep aynı noktada takılıyordum. Sorum hep aynıydı. Olaylar kendi zamanlarına ve kendi kahramanlarına aittiler. Olayların, zamanın ve kişilerin biricikliği ve yalnızca kendi özel kombinasyonlarına ait oluşları, neden gelip geçmelerine yeterli olamıyordu? Bazen habersizce bazen de bilerek bunları sahipleniyorduk. Peki, olaylara dair bilgilerimizle ne yapmalı, bunun neresinde yer almalıydık? İkinci gün. Travmaların yaşandığı yer isimlerinin söylendiği bir çalışma için, hep birlikte alana çıktık... Herkesin bir hikâyesi ve bir yeri var. Ben ne desem diye düşünüyorum. Zihnim düşüne dursun, İsim sanki ruhumdan çıkıyor, Bozhane... Burası annemin köyü ve isimle beraber her şey çorap söküğü... Çocukluğumdan tanıdığım eski bir hikâye bu, duyduğum tek savaş hikâyesi... Kâh annem anlatıyor, kâh anneannem, çocukluğumun masallarından biri adım adım berraklaşarak akıyor zihnime... Annemin babası Fethi dedem beş yaşındayken babasını kaybeder. Köyün ihtiyar heyeti, annesini, köyde iyi bir insan olarak tanınan Mehmet Ali beyle evlendirir. O zaman altı yaşlarında huysuz bir çocuk olan dedem, onun eve gelişini bütün bir gün evlerinin camlarına taş atarak karşılar. Fakat Mehmet Ali Bey, kısa zamanda küçüğün kalbini kazanır. Büyük babaanne ve dedemle kurduğu yeni aile yeni meyveler de verir. Yıllar sonra ülke işgal altındadır. Mehmet Ali Bey yaşlanmış, dedem de yirmi yaşlarında, evli iki çocuğu olan genç bir baba olmuştur. Yunan askerlerinin köylerine doğru geldiğini haber alan erkekler anne babalarını, karılarını ve çocuklarını evlerinde bırakarak köyün etrafındaki dağlara çıkarlar. Bulundukları yerlerden evlerini izleyerek, çok sınırlı olan güçlerini son ana saklamak zorundadırlar. Nihayet askerler köye girer. Bir zaman sonra dedem evlerinin olduğu yerden duman yükseldiğini görür. Havanın kararmasını zor bekleyerek ve bütün tehlikesine rağmen, üzerine bir kadın kıyafeti alıp başını kapatarak, giz- TSDE ki - Kasım 2014 57 TSDE DER ki lice evlerine gelir. Ev yas içindedir. Her evde olduğu gibi askerler onlardan da altınlarını istemişler ve evi aramışlardır. İki katlı tahta evin orta sahanlığında bütün hububat çuvallarını döküp karıştırırlar. Tam bu sırada kendisine hâkim olamayan Mehmet Ali Bey tepki verir ve sonuç felaket olur. Büyük babaannemin, anneannemin ve o zamanlar bir iki yaşlarında olan büyük dayılarımın yanında öldürülür. Kendinden geçen anneannem askere saldırır. Asker onu da öldürmek ister, ancak daha rütbeli olan başka bir Yunan askeri buna engel olur. Altınları alarak giderler. Dedemin gördüğü duman, Mehmet Ali Bey’i toprağa verme hazırlıkları sebebiyledir. Çocukluğumda bu hikâyeyi anneannemden bir kaç kez dinlemiş, her defasında nemlenen gözlerinin onu kurtaran Yunanlı asker bölümünde tekrar sevgiyle doluşuna şahit olmuştum. Gerçekten şaşkındım... Ailemizin geçmiş yaşamında Yunan savaşından bir travma taşıdığımızın çok farkında olmayışımızın ve bu gün kalbimizde buna ait yıkıcı bir duygu taşımıyor olmamızın, bu bir tarafıyla iyi, bir tarafıyla da garip durumumun nedenlerini düşündüm. Ve ilkini anında gördüm. İçimi burkan bir nedendi bu... Mehmet Ali Bey’in gerçek büyük dedem olmayışı yüzünden, ne onu ne de acıyı ailemizin kabul etmemiştim. Bu dışlamaya inanamadım. Büyük babaanneme ve dedeme, hayat içinde destek veren, onlar tarafından çok sevilen ve varlığıma katkısı olan bir insanı nasıl olmuş da aile fertleri arasında bile saymamıştım. Aile dizimleriyle yakından ilgilenmeme rağmen, Mehmet Ali dedenin aidiyetini görememiş, ondan hiç söz etmemiş, talihsiz ölüm hikâyesini de aile travmaları arasında saymamış ve bunca zaman kendime de yakalanmamıştım. Fark ettiğim diğer bir neden de içimi aydınlatıyordu. Hikâye bize, savaş ya da Yunanlılar için hiç yorum yapılmadan anlatılıyordu. Şimdi anlıyorum ki altı çizilen şey kaderdi. Sadece bu talihsiz olay değil, ailedeki bütün travmalar, sakin bir kabulle ve konu kader olduğunda anlatılır ya da konu kadere getirilirdi. Nemlenen gözler silinir, çocukların saçları okşanır ve oyunlarımız devam ederdi. Hiç beklenmedik bu şaşkınlığım sürüyor, bir yandan da seminer sona yaklaşıyordu. Son çalışmada, yerlere kadar eğildiğimizde, ben de herkes gibi bütün mağdurların ve büyük dedemin önünde eğliyor, onunla ilk defa ve ruhumla konuşuyordum. Kendisinin de anılacağı bu semineri kaçırmamam için, dedemin salonda bana da bir yer ayarlaması çok hoşuma gitmişti. Sevgi gözlü komşum da torunu için küçük bir iltimas. Bu buluşmayı kaçırsam gerçekten çok üzülürdüm. Seminerden Mehmet Ali dedeme, Mehmet Zararsızoğlu’na, Haritini Papakirillou’ya ve katılan herkese kalpten teşekkür ederek ayrıldım. Önemli Not: Katılımcı sayısı ne salon imkânlarıyla sınırlı, ne de kararlarınızla bağlantılıdır. İstanbul, 14 Nisan 2009 İpek Ghanbari TSDE Ankara 4. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 58 TSDE DER ki Zıt kutuplar: KADIN ve ERKEK Bir kadın ve bir erkek bir araya geldiğinde, bunun iki kişilik bir ilişki olduğunu zannederler... Oysa her ikisinin arkasında görünmez kalabalık bir ordu vardır... TSDE ki - Kasım 2014 59 TSDE DER ki İlişkilerin arkasındaki ordu, her ikisinin kendi içine doğdukları (köken aile) aileleridir. Onlar bir araya geldiklerinde, ilişkiye ailelerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Anne-babaları, kardeşleri, büyükanne-büyükbabalar ve onun/sizin bile tanımadığınız daha yukarıdaki kuşaklardan aile üyeleri, unutulanlar, dışlananlar, reddedilenler vs... Birbirini çok seven iki insan birbirine yakınlaşmaya çalıştıkça, bu görünmez ordu devreye girerek ilişkiyi manipüle eder. Bu kalabalık ordu, her aile sisteminde farklı bir biçimde çalışır ve etki eder. Eşlerden biri veya her ikisi kendi köken ailelerinden bir yere kilitlenmiş olabilir. Bu nedenle çiftler/partnerler ilişkide yaşadıkları çeşitli problemlerle geldiğinde: “İlişkide partnerine/ eşine yönelemeyen kim?”, “Kiminle çalışmalıyım?”, “Her ikisiyle de ayrı ayrı çalışılmalı mıyım?” sorunu sorarak kiminle çalışacağımı belirlerim. Çiftlerden bazen biriyle çalışmak yeterli olabiliyorken, bazen de her ikisiyle ayrı ayrı seanslarda; ikisinin kendi köken ailelerinde kilitlendikleri noktaları saptar ve her ikisinin aile sistemiyle ayrı ayrı çalışırım. Ve tıkanmaları aşmalarını, sağlıklı bir şekilde birbirlerine yönelmelerini sağlar ya da ilişkinin gerçekten bittiğini kavramalarını ve olması gereken olgunlukla bu ilişkiye veda etmelerine destek olurum. Bir kadın danışanım “eşinin kendisini anlamaması, ilişkide kendini değersiz hissetmesi, eşine ve eşinin ailesine duyduğu yoğun öfke” şikâyetleriyle geldi. Kadın-erkek ilişkisindeki yerine bakıldığında erkeğin kadına yani eşine rahatlıkla yönelebildiğini, kadın danışanımın ise eşine bakmadığını/yönelemediğini gördüm. İçine doğduğu ailesiyle ilgili çalışıldığında; danışanımın 15 yaşındayken vefat eden babasına yöneldiği o nokta da kilitlendiği ortaya çıktı. Böylelikle eşine ve yaşamına tam anlamıyla yönelemediği fark edildi. Bu durumla ilgili çalışıldığında ise, bir süre sonra rahatlıkla ve güvenle eşine yönelebildi. İlişkisinde yaşadığı değersizlik ve öfke duygularının kendi aile sistemiyle ilgili olduğunu fark etti. Bir yıllık evli başka bir çift; ilişkide birbirlerini suçlayarak, ilişkilerindeki çatışmalardan söz ettiler. Çift ilişkisine bakıldığında; ikisinin de birbirine yönelemediği, kendi köken ailelerine yöneldikleri görüldü. İkisinin aile sistemleriyle ilgili çalışıldı. Bu ilişkide ise, ilişkinin yürümeyeceği her ikisiyle de ayrı ayrı seanslarda ortaya çıkmaya ve görünmeye başlamasıyla birlikte; acı da olsa bu gerçeği kabul ederek, olgunlaşarak, sağlıklı bir şekilde bitirdiler ilişkilerini. Kilitlenmeler ilişkiyi sınırlar ve çeşitli sorunların yaşanmasına neden olur... Bu kilitlenmeler ailemizin geçmiş kuşaklarda yaşamış olduğu acılar, travmalar, ölümler olabileceği gibi 1. kuşak anne-babamızla da ilgili olabilir. Eşler kendi köken aileleriyle ilgili sorunlarını çözdükçe, ilişkilerinde karşılıklı daha rahat iletişim kurarlar. Sevgileri ve ilişkileri olgunlaşır. Aynı zamanda ilişkilerinde birlikte büyüme ve gelişme şansını yakalamış olurlar. Bir ilişkiyi hemen bir problem ya da zorlukta bitirmek ne kadar sağlıksız ise yürümeyen yolunda gitmeyen bir ilişkiyi sürdürmek de bir o kadar sağlıksızdır. Çiftler/partnerler ilişkiye dair herhangi bir sorunla geldiğinde onlara şunu söylerim; “çalıştığımızda ya daha sağlıklı, güvenli ve sevgiyle bu ilişkiyi sürdürürsünüz ya da daha sağlıklı, sevgiyle ve güvenli bir şekilde bu İlişkilerin arkasındaki ordu, her ikisinin kendi içine doğdukları (köken aile) aileleridir. Birbirini çok seven iki insan birbirine yakınlaşmaya çalıştıkça, bu görünmez ordu devreye girerek ilişkiyi manipüle eder. TSDE ki - Kasım 2014 60 TSDE DER ki Kadın erkeği ya da erkek kadını değiştirmeye çalışmamalıdır. Bunun yerine farklılıklarını zenginlik olarak görüp, keyif almayı öğrenmelidir. Kadın ve erkek aslında iki zıt kutuptur ve ikisi birbirini tamamlar. ilişkiye veda ederek, sizin için daha uygun partnerlere yönelirsiniz” derim. Bana geldiklerinde, çalıştığımızda bu ilişkinin daha iyi olacağı ve ilişkinin süreceği garantisini vermem. Sevgiyle başlayan bir ilişkiye sevgiyle de veda edebilmeliyiz. Aksi takdirde öfkeyle ya da yıkıcı bir biçimde bitirirsek, bir o kadar, o ilişkide takılı kalırız. Yeni bir ilişkiye yönelmek zorlaşır, ya da yeni bir ilişkiye başladığımızda o ilişkinin yeni ilişki üzerinde görünmez birçok olumsuz etkisi olur. Bu nedenle bir ilişkiyi nasıl bitirdiğimiz, yeni ilişki için büyük bir önem taşır. “İkili ilişkilerin görünmez kuralları vardır.” İlişkide birinci temel kural; karşı cinsin farklılığını kabul etmek ve saygı duymaktır. Kadının erkeğini değiştirmeye ya da erkeğin kadınını değiştirmeye çalışması yerine farklılıklarını zenginlik olarak görerek, bundan zevk almayı öğrenmesidir. Kadın ve erkek aslında iki zıt kutuptur ve ikisi birbirini tamamlar. Temelde erkek kendinde eksik olanı kadından alır, kadında eksik olanı ona verir. Kadın da kendinde eksik olanı erkekten alır, erkekte eksik olanı ona verir. Bu alışverişin her alanda gerçekleşmesi önemlidir. Maddi, manevi, duygusal, ruhsal, cinsel ve zihinsel. Partnerlerin birbirleriyle alışverişleri arttıkça aralarındaki bağ da güçlenir. Partner ilişkilerinde kadın ve erkek istediklerini yapma özgürlüklerini kaybetme endişesiyle çok vermek ve almaktan sakınırlar. Partnerler birbirlerine “senin ihtiyacın olan şey bende var ve ben sana bunu vermeye hazırım, sende de benim ihtiyacım olan şey var ben de bunu senden almaya hazırım” dediğinde ilişkiyi geliştirmeye yönelik adım atmış olurlar. İlişkide öğrenilecek ikinci temel kural; ailesel farklılıkların karşılıklı kabul edilmesidir. Kadının erkeğin anne-babasını, ailesini olduğu gibi kabul etmesi ve sevmesidir. Erkeğin de kadının anne-babasını, ailesini olduğu gibi kabul etmesi ve sevmesidir. Her iki partnerin, birbirlerinin ailelerindeki farklılıkları kabul etmesi, ilişkiye olumlu etki eder. Sağlıklı bir çift ilişkisinin diğer bir kuralı da; partnerlerin her ikisinin de ailesinden belli bir uzaklıkta durması ve ailelerini geride bırakabilmesidir. Çiftlerle çalışırken terapilerimde en çok karşılaştığım sorunlardan biridir, bu. Kadın ve erkek bir araya gelirken en zorlandıkları şey, kendi içine doğdukları ailelerine TSDE ki - Kasım 2014 61 TSDE DER ki ruhsal olarak veda ederek onlardan uzaklaşabilmeleridir. Bu gerçek manevi bir kopuş değildir. Kendi ailesiyle vedalaşamayan, kendi ailesindeki tüm olumsuzlukları da ilişkiye beraberinde getirir. Bazı çiftler ise evlenmişlerdir, ama ailelerini ruhsal olarak geri de bırakamamışlardır. Bu da ilişkilerinde önemli pek çok sorunun yaşanmasına neden olur. Özellikle çocuk var ise, çocuklar üzerinden pek çok çatışma yaşanır. Aslında çatışan kadının ve erkeğin aile sistemleridir. İki partnerin de ailelerinden uzaklaşabilme becerisi, kendi aralarındaki yakınlık derecesini belirler. Ailemizle aramızda belli bir mesafe koymayı beceremedikçe, partnerimize yönelmemiz ve yakınlık kurmamız zorlaşır. İlişki tehlikeye girer. özelliklerimizi görerek bazı olumlu yönlerimizi abartırız. Bir süre sonra da karşılıklı olumsuz yönlerimizi fark ederiz. İlişkide aşkla, sevgiyle birlikte olumlu/ olumsuz özelliklerimize rağmen birlikte kalabiliyor, büyüyebiliyorsak birlikte olgunlaşırız. Sevgimiz de olgunlaşır... İlişki derinleşir, aramızdaki bağ güçlenir. Bizi bir araya getiren gizem ve etmen bir o kadar da kolaylıkla uzaklaştırabilir... İlişkiler sorumluluk ister. Aileye, ilişkiye birini daha dâhil etme genişleme zamanı geldiğinde de yeni bir tohum atılır. Kadının ve erkeğin birlikte, yaşam verdikleri bebekleri... İlişki yeni bir boyut daha kazanır, dünyaya gelen bebekle birlikte... Doğa kadını ve erkeği bir araya getiren birçok gizemi ve sihri vermiştir. Gerisi kadın ve er- Doğa kadını ve erkeği bir araya getiren birçok gizemi ve sihri vermiştir. Gerisi kadın ve erkeğin ilişkide sorumluluğu alması, birbirine saygısı ve sevgisiyle şekillenir... Ailesiyle içsel vedalaşmaktan korkmayan, suçlu hissetmesine rağmen vedayı yaparak ilişkiye gelen ailesinin olumluluklarını da ilişkiye taşır, bu da ilişkiye iyi gelir. Anne-babamızdan ruhsal olarak ayrılmayı kabullenmek, suçluluk duygularımızla sırtımızı ebeveynlerimize dönebilmek gerçek bir “olgunluk” ister. Aşk, sevgi, cinsellik... İlişkiyi başlatan görünmez pek çok şey olmasına rağmen hormonların, kimyasalların etkisini de yok saymamalıyız. Doğa, pek çok görünmez kuralıyla birçok kadını ve erkeği bir araya getiriyor... Bir arada tutuyor....Birbirinden uzaklaştırıyor... Seçimle, tercihle bir araya geldiğimiz için ilişki karşılıklı duygusal, ruhsal alış verişle gelişir, büyür, olgunlaşır. Bu nedenle kadın erkek ilişkisi karşılıklı beslenmelidir, karşılıklı özen gösterilmelidir. İlk kimyasalların etkisiyle olumlu, hoş ve birbirine benzeyen keğin ilişkide sorumluluğu alması, birbirine saygısı ve sevgisiyle şekillenir... Bir ilişkide yüzde yüz kadın yüzde yüz erkek sorumludur. Bir ilişki başladığında ve bittiğinde ikisi de sorumludur. Genellikle bir taraf suçu diğerine atar ya da ikisi de birbirini suçlar. Önemli olan herkesin kendi payına düşeni almasıdır. Günahıyla sevabıyla... Genellikle her ilişki sevgiyle, umutla başlar; hayal kırıklığıyla biter. Önemli olan sevgiyle başlamak her şeye rağmen sevgiyle bitirebilmek, ilişkiyi neden yürütemediğimizi görmek ve kabullenmek.....Gerektiğinde de bir uzmandan yardım alabilmek... Fatma TOSUN Psikolog - Psikoterapist TSDE İstanbul 1. Egitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 62 TSDE DER ki Heinrich Breuer ile geçen 7 gün TSDE Eğitim programı dâhilinde, Heinrich Breuer ile Hipnoterapi eğitiminde hem öğrencisi hem de danışanı olma şansına ulaştım. Kendisine geri bildirimimde de belirttiğim gibi “sükuneti, bilgeliği, terapist duruşu ve şefkatli yaklaşımından” çok şey öğrendim. Hepimizin yoluna ışık oldu. Her vakada farklı üslubu, danışanlarının yüreğine dokunuşu, yaklaşımındaki zarafet ve hâkimiyeti çok öğreticiydi. Danışanın karşısında değil, onunla yan yana, yürek yüreğe duruşu ve samimiyeti; hipnozu ve hipnozla terapiyi “yöntemden ziyade bir kalbi yolculuk” haline getirdi. Ben kendisine “sigara ile olan ilişkimi görmek” ricamı ilettim. Burada klasik sigara bırakma yöntemlerinden bıkmış yaklaşımımla “sigaranın ne kadar zararlı bir şey (!) olduğu” klişesini duymaktan daha öte bir beklentide olduğumu sadece gözlerime bakarak hissettiğini ifade edebilirim. Seansımız önce samimi bir sohbetle başladı. Sigaranın hayatımdaki anlamı, yeri ve birliktelik sıklığını kendine has, hoş bir üslupla sordu. Burada sigaranın gençlik dönemimde “erkek adam” olma konusunda nasıl destekleyici bir unsur (!) olduğunu zannetmemi fark ettim. Babama benzeme çabamı gördüm. Bireysel görüşmemizden sonra bu sefer alanda tüm bu unsurları yani kendimi, sigarayı, sigarayla olan bağımı, babamla olan etkileşimi, bu bağı güçlendiren ve özgürleştiren unsurları görme imkânım oldu. Alanda aramızdaki bağı kuvvetlendiren unsurların daha önce fark etmediğim bir maskemi görebilmeye başladıkça - ayrışmaya başladığını izledim. Sigaranın, içimde görmeyi reddettiğim “karanlık ve savaşçı” tarafımın farkına ve kabulüne vardıkça benden uzaklaşmaya başladığını görmek şaşırtıcıydı. Sanki görevini tamamlayan bir yoldaş gibi yolunu ayırdı. Babamın, sigaradan uzaklaştıran unsurların ve bunun sürekliliğini sağlayan temsilcilerin arkamda bir süre desteğini aldım. Daha sonra ileriye adım attıkça omurgamın dikleştiğini ve rahatladığını hissettim. Alan çalışmasından sonra karşılıklı oturup bir süre daha sohbetimiz sürdü. Kendime bu ayrışma için biraz merhametli olmamı ve bir süre içimde bu ayrışmaya izin vermemi tavsiye eden post hipnotik telkin süreciyle seansımız sonlandı. Çok etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Seans sonrası molada özellikle kendimi denemek için yaktığım sigarayı içemediğimi fark ettim. Gün içinde de denemelerim sürdü ancak telkinler doğrultusunda içimde bir değişim olduğunu hissedebiliyorum. Zaman içinde bedenin bilgeliği ile tam bir dengeye geleceğine inanıyorum. Bu vesile ile bu değerli Hipnoterapi eğitimini almamıza olanak sağlayan başta hocamız Mehmet Zararsızoğlu ve Yadigar Zarasızoğlu’na, eğitimi ve bu özel deneyimi yaşamamı sağlayan Heinrich Breuer’e şükranlarımı sunuyorum. Benim için çok kıymetli ve öğreticiydi. TSDE ailesine teşekkürlerimle... Dt. Turgay Köyağasıoğlu TSDE İzmir 7. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 63 TSDE DER ki Kadın olarak var olmak... Tüm var oluşun temelinde DİŞİ VE ERKEK sembolü bulunur. İlk var oluş anında, nötr parçacığın, büyük patlamanın etkisiyle uzaklaşan, ayrışan eril ve dişil parçacıklardır. O bir olma arzusu ile her ne halde olursa olsunlar (bir)leşme duygusunu tutku halinde yaşamaya devam ederler. Dişil parçacıklar(-) birbirlerine yarattıkları çekim kuvveti ile eril parçacığın (+) çevresinde bir yörüngeye yerleşip, ahenk içinde dönmeye başladıklarında atom parçacıkları oluşmaya başlar. Maddeye dönüşme ve var olma… ve ilk akretiplerin mini atomik alanda… İLK DANSI, İLK VALSİ. Bir atomik parça halinden, biz insanoğluna kadar eşini bulma arzusu devam ediyor ve edecek. İlk o bütünlük haline dönme arzusunu, en minik yapımızdan tetiklenerek yaşıyoruz ve yaşayacağız. Bu tetiklenme bizim kontrolümüzün dışına çıkıp duygularımızı fütursuzca akmasını sağlayan bir enerji boşalması ile bizi aşka götürüyor olabilir. Belki de var oluşun kaynağı olarak anlatılan aşk budur. Zaman akışı dahi eril ve dişil yanı ile gece ve gündüz olarak var oldu. Erkek gündüz, gece kadın akışındayken, Güneş erkek - Ay kadın ile sembolleşti ve var olduklarından beri birbirlerinin peşinden koşmaya başladılar. Bir gün buluşmak üzere. Merkezinde dönen çekirdek, çevresinde dönen elektron yapısallığı güneş sistemlerine örnek oldu ve makro mikronun yansımasında sonsuza süren bir var oluşlar akışı oluşturdu. Gece ve gündüz, Güneş ve ay, Kadın, erkek. Bu nasıl bir infilaktır ki yaratıma geçişi ile ayrışmayı başlatmış ve yaratılan her şey tezattı ile ayrışırken buluşma arzuna kapılıyor, bir birinin peşinde koşarak yaşam planına katılıyor. Var olma bu yansımalarla akıyorsa hayata bizim için bu düzlemde akıyor olabilir mi? Bu bize var oluşun yaşama dair verdiği kopyalar olabilir mi? Belki merkezi güneş ile erkeğin duruş hali anlayabiliriz. Güneş çevresinde dönerken çekim kuvveti ile kendi alanının hâkimi halinde. Çevresinde dönenler ise, hâkimiyeti altındaki eş ve çocukları. Kadın kocasını yaşantısının güneşi olarak göremiyorsa, erkek TSDE ki - Kasım 2014 64 TSDE DER ki güneş gibi hem ısıtarak hem koruyarak hem de besleyerek hâkimiyetini kuramıyorsa o evlilik mutluluk getirmiyor. Güneş ve Ay, Erkek ve Kadın, Tanrı ve tanrıca mitlerinle bize masalsı akışlarıyla hep kadını ve erkeği anlattılar. Bunlardan ne anlamalıydık? Anlamamız gerekenleri anladık mı? İlk erkek ve kadın, bu konuda ki bilgilerde en eski kaynaklardan biri olan Tevrat’ta bir tutarsızlık göze çarpıyor. Kutsal kitapta da “Ve Allah insanı kendi suretiyle yarattı ve onları erkek ve dişi olarak yarattı” deniliyor. Ancak ilerleyen bölümlerde bu tezat ele alınıyor: Tanrı Doğu’da Aden’de bir bahçe yapıyor. Âdem’i oraya koyuyor ve yalnız kalmasın diye kaburgasından kadını yaratıyor. Talmud’a göre Âdem’le aynı anda yaratılan kadının adı Lilith’tir. Çünkü başka türlü kutsal kitaptaki bu tutarsızlığı açıklamak mümkün değildir. Adem’in ilk eşi Lilith’e daha sonra yazarı bilinmeyen 9. ya da 10. yüzyıllara ait “Ben Sira Alfabesi”nde rastlıyoruz. Bu el yazmasına göre Tanrı topraktan Adem ve Lilith’i yaratmıştı. “Kısa bir süre sonra birbiriyle kavga etmeye başlarlar. Lilith şöyle der: Ben altta yatmak istemiyorum. Ama Adem: Ben altta değil, üstte yatmak istiyorum, çünkü sen altta yatacak kişi olarak belirlendin. Lilith ona: İkimiz de aynı haklara sahibiz, çünkü ikimiz de topraktan yaratıldık. Ama ikisi de birbirini dinlemez.” Bunun üzerine Lilith gökyüzüne yükselerek kaybolur. Üç meleğin Lilith’i geriye dönmeye ikna çabaları işe yaramayınca, Tanrı, Âdem için bu kez Havva’yı yaratır. Yaşam sistemimizi, bize sunulan mitsel hikâyelerin yarattıkları akretipler ile bir düzen kurabilir miyiz? Belki de mitler bize hayat için kopyalar veriyorlardır. İlk yaradılış mitlerini inceleyerek belki de temel yapılanmayı oluşturacak erkek kadın ilişkilerimizde modellemeler yapabiliriz. Kim bilir, yaşamımızda önemsiz saydığımız birçok önemli nokta ve biz bu göz ardı ettiklerimiz sayesinde mutluluk kaynağımızdan uzaklaşıyoruz. Yani Lilith merkezi güneşi olarak Âdem’i kabul edemez. Atomik yapımıza ters bir yaklaşım onları ayırır. Belki de Âdem ona merkezi güneş gibi yaklaşamamış, ilk âdemoğlunun dişisi ve erkeği mutluluğu yakalayamamıştır. Tanrı ona eş olarak, Âdem’in bir kaburga kemiğinden Havva’yı yaratmıştır, Âdem Cennet bahçesine bekçi olarak gönderilmiştir. Bu bahçede “Hayat” ve “İyi ile Kötüyü Tanıma” ağaçları vardır, bu son ağacın meyvesini yenmesi Âdem’le Havva’ya yasak edilmiştir. Yılana uyarak önce Havva, sonra da Âdem bu meyveden yemişler, bunun neticesi olarak da Cennet’ten kovulmuşlardır. Tevrat’ın başında ele alınan bu konu aslında Asur kaynaklarından gelmektedir. Âdem ile Havva’nın Cennet’ten kovulması bize ne anlatıyor, yasak elma nedir ve neyi sembolize ediyor? Şeytanın yılan halinde sunduğu meyve, iyiyi ve kötüyü bilen ağaçtan olan meyve. Şeytan bir ürünü kullanarak yaklaşıyor ilk ana-babamıza. Şeytan nefsi TSDE ki - Kasım 2014 65 TSDE DER ki kontrolsüzce kullanılmasına sebep olacak bir meyve sunuyor ve bu iyi- kötü tanıyan ağaçtan. İyi ve kötüyü tanımak. Negatif-pozitif artık alana iyi ve kötü olarak girmeye başlıyor. Var oluşumuzun kaynağı (-) ve (+) iyi ve kötüyü sembolleşmeye başlıyorlar. Aslında ağaçtaki bu bilgi, insana geçmesi için yılan, Yaradan’ın izni ile akıl çelen görevini yerine getiriyor ve bilmediği bilgi için yasak elma ile beden bilgisi olmak üzere kayıtlanmak yediriliyor. Bunu böyle düşünürsek Yaradan, bizim iyiyi ve kötüyü öğrenmemiz için bu dünya sahnesini mi kurdu? Tüm akretiplerin temeli olan, nört parçadan ayrışan artı- eksi ve bunun yansımaları olan kadın- erkek, siyah- beyaz, güneş- ay, anne- baba. Sistem dizimlerinin de ana düzlemi Anne ve Baba akretiplerin yaşam sistemine yansımaları. Anne baba sistemlerine nasıl yansıyorlarsa çocuklar da yaşamda o yansımalara verdikleri tepkisel zanlarla oluyorlar. Yaşam sistemimizi, bize sunulan mitsel hikâyelerin yarattıkları akretipler ile bir düzen kurabilir miyiz? Belki de mitler bize hayat için kopyalar veriyorlardır. İlk yaradılış mitlerini inceleyerek belki de temel yapı- lanmayı oluşturacak erkek kadın ilişkilerimizde modellemeler yapabiliriz. Kim bilir, yaşamımızda önemsiz saydığımız birçok önemli nokta ve biz bu göz ardı ettiklerimiz sayesinde mutluluk kaynağımızdan uzaklaşıyoruz. Bir kadın için uyum sağlayabileceği bir merkezi güneş ile birleşmek, o kontrollü hiç de kolay olmayan en minik parçasının tetiklediği duygularla erkeğine çekilişini nasıl iyi bir düzlemde oluşturacak? Doğamızın kurduğu düzlem dışında mutluluk ve huzur bulunmuyorsa bu düzlemi kendimizde nasıl oluşturmalıyız? Fenomenolojik alana güvenerek bu düzeni yakalayabilecek bir dizim bize bu kopyaları sunabilir diye düşünüyorum. Sistemin en doğru düzlemi göstermesi bize bunu yapabileceğimizi anlatabilir ama yaşamda uygulama sadece hayatına sahip olan kişinindir. Kişi isterse ve seçimini bu düzleme göre kalbinde sindirebilirse çözüm yaşama yansıyabilir. Yurdaay ONARAN TSDE İstanbul 6. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 66 TSDE DER ki Apollon’un telafi çabası Eleştirel akıl bize kimden miras kalmıştır? Gelin bu soruya cevap bulma umuduyla, antik çağın en sevilen tanrısı Apollon’nun tanrıların dünyasından insanların arasına düşüşünün öyküsüne bakalım. Duygusal yoksunluk içinde büyüyen Apollon yaralıdır; Apollon babası Zeus’a çok bağlıydı onun sevgisini ve ilgisini özlüyordu. Fakat Zeus Apollon’un, en büyük oğlunun bir gün onu devirip iktidara sahip olmasından korkuyordu. Dış görünüşünü gerektiğinden fazla kadınsı buluyordu ve onu sevmiyordu. Onu durmadan eleştiriyordu. Apollon ‘un özlemi bu tutum karşısında, biçim değiştirerek başka bir kalıpta varlığını sürdürecektir. Apollon dünyaya gelir gelmez annesinin çektiği acıların intikamını almaya koyuldu. Annesini yutmaya çalışan Phyton’u okları ile öldürdü. Ancak yaratıklarından birinin öldürülmesi toprak ana Gaia’yı kızdırdı ve öfkeyle Apollon’un suratına çamur püskürttü. Apollon, sezgi ve vicdanın simgesi bir tanrıdır. Vicdan azabı çeken tek tanrıdır. İdeali mantıkla bulmak ister, yani diğer tanrılar gibi sabit ve mutlak değildir. Yaşam döngüsünde karakteri gelişir. İnsanın Apollon’da sevdiği müzik, sanat, şiirin tanrısı olması mıdır? Yoksa yaşamında peşini bırakmayan travmaları mıdır? Apollon, Zeus’un bir tiran olan Leto ile kaçak aşkından olmuştur. Hera bu ilişkiyi öğrendiğinde yeryüzünde tüm kara parçalarına Leto’nun çocuğunu doğurduğu karayı lanetleyip yok edeceği tehdidinde bulunur. Leto gittiği hiçbir yerde kabul görmez, üstüne üstlük Hera üzerine Phyton denen canavarı salmıştır. Zeus oğlunun bir canavarın midesinde doğmasına müsaade etmez. Leto tüm olanakları dener, döngüsünü tamamlamak üzere olan bir yüzen ada Leto’yu kabul eder ve Apollon ile ikiz kız kardeşi Artemis bu adada dünyaya gelir. Zeus doğan çocukları ile hiç ilgilenmez. Annesinin dehşet içinde geçirdiği hamilelik Apollon’un yaşamında peşini bırakmaz. Apollon’un sevgi konusunda oldukça büyük sorunları olacaktır, Artemis ise aşkı reddedecek, hayatın sonuna kadar bakire kalacaktır. TSDE ki - Kasım 2014 67 TSDE DER ki Apollon ilk öfke nöbetini burada geçirdi. Karşısındakinin bilgelik tanrıçası olduğunu anlayınca geri adım attı ve kendisine bilgeliği öğretmesi için nasıl bir telafi yapabileceğini sordu. Gaia Phthia olarak adlandıracağı, Phthon’un anısına bir kehanet merkezi kurmasını istedi. Apollon Delphi kehanetini kurdu ve burada insanlara faydalı öğütler dağıttı. O kadar başarılı oldu ki Olimpos ile rekabet eder hale geldi. Apollon’da kendini feda etme kalıbının örneklerine rastlamaktayız. Yüksek standartlar ve mükemmel olmak için çaba harcar ve başkalarına çok şey verir. İnsanları yanlış yönlendirmemek için çok titiz davranır. Bilgelik için çaba harcar. Zedelenmiş sınırları, başkalarının ihtiyacı ile aşırı ilgilenmesine neden olur. Apollon’un yaşamında ilişkilerinde bağlanma tarzını yansıtan neler görüyoruz? Apollon kadınlar üzerinde cazibesi olamayan bir tanrıdır. Sahip olduğu güzellik, güç, zekâ, yetenek ve asalet ona hiç mi yardımcı olamamıştır? Bir insana, Koronis’e âşık olur. Koronis tanrısal aşktan başta memnun olur ancak kendine olan sevgisini yitirmesine neden olacağını düşünerek Appolon ile arasına mesafe koyar. Sıradan erkeklerle beraber olur bir yandan. Bu ilişkileri 2 bilemedin 3 gün sürüyordu. Apollon kadını kendisine bağlamak için hamile bırakır ancak Koronis bir ölümlü ile evlenir ve Apollon’a dönmez. Apollon terk edilme karşısında dehşetli bir öfkeye kapılır Artemis’ten Koronis’i öldürmesini ister. Artemis kardeşinin dediğini yapar ve rahmindeki çocuğu, Koronis’in karnını deşerek çıkar- tır, Apollon’a getirir. Apollon bu yaptığından büyük pişmanlık duyar. Oğlunu yetiştirmesi için iyi kalpli, şefkatli, bilge, nazik bir Kentaur’a emanet eder. Apollon’un baba tarafından terk edilme kalıbı burada tekrar eder. Terk edilme ve istikrarsızlık karşısında geliştirdiği tutum, partneri uzaklaştırmak için bağlanmak ve bunun karşısında partner ayrıldığında şiddetle saldırmaktır. Apollon reddedici eşler seçer. Bir su perisi olan Daphne, Apollon’un diğer bir aşk hikâyesidir. Eros’un kurşun uçlu oku ile vurulan Daphne, aynı babası gibi Apollon’dan tiksinir. Daphne’nin aşkı ile yanan Apollon, umutsuzca onu kovalar. Daphne yakalanacağını anlayınca nehirden kendisini defne ağacına çevirmesini ister. Apollon’un kalbi bir kez daha acı ile dolar. Apollon’un oğlu Asklepios, Chiron tarafından büyütülmüş ve çok başarılı bir hekim olmuştu. İyileşme umudu olmayanlara yardım ediyordu. Tüm dünya- Apollon kadınlar üzerinde cazibesi olamayan bir tanrıdır. Sahip olduğu güzellik, güç, zekâ, yetenek ve asalet ona hiç mi yardımcı olamamıştır? TSDE ki - Kasım 2014 68 TSDE DER ki dan insanlar onu görmeye geliyor ve karşısında diz çöküyordu. O ise kendisinin bir tanrı değil bilim adamı olduğunu söyledi ve babası Apollon’a tapınmalarını istedi. Bu Apollon’a olan rağbeti daha da artırdı ve Zeus’u rahatsız etti. Apollon, Zeus’tan oğlunu tıp tanrısı yapmasını ister, ama kabul görmez. Asklepios ölü insanları da diriltmeyi başardığında Zeus kıskançlıktan torununu, fırlattığı yıldırımla öldürür. Asklepios’un, babası Apollon’a olan bağlılığı ve bütünlük uğruna aşırı çabası görülmektedir. Ölümsüzlüğü tanrıların tekelinden alıp insanlara bağışlamıştır. Haddini aşmış ve bu sebeple cezalandırılmıştır. Apollon düşünülemeyecek kadar öfkelendi. Çok derinden yaralanmış, içinden bir şeyler kopup gitmişti. Nefretini mantığı ile çelikleştirdi. Babasına karşı bir ayaklanma tasarladı. Apollon her şeyi etraflıca düşünürdü. Dengeler ondan yanaydı. Ancak daha önce Hera ile gizli görüşmeler yaptığı ve diğer tanrılarla anlaştıkları ayaklanma başarısız olmuştu. Zeus’un üzerine çullanıp yüz düğümle onu etkisiz kılmışlardı. İşkence etmişlerdi. Ancak Thetis Zeus’a âşıktı, Hades’ten yüz kollu Briareos’u yardıma çağırmışdı ve Zeus kurtulmuştu. Ceza olarak dünyaya gönderilmişti. Apollon ve Poseidon Troya kralına, şehrin surlarla çevirmesinde 8 sene amelelik yapmışlardı. Apollon bu sefer daha dikkatli idi. Zeus ‘un silahı olan yıldırımları üreten kiklopları okları ile öldürdü. Zeus zayıf düşmüştü. Acı çeken Zeus kuşak kavgasını ortadan kaldırmak istiyordu. Apollon için korkunç bir son düşündü. Cehennemin en ücra ve en karanlık yerine Sisyphos’un yanında cefa çekmeye gönderecekti. Diğer tanrılar razı olmayınca dünyaya, Kral Ademos’un yanına gönderildi. Apollon’un her iki başkaldırışı da hüsranla biter. Zeus tarafından cezalandırılır, tanrılar katından kovulur ve reddedilme travması tekrarlar. Apollon, Ademos ile sarsılmaz bir dostluk kurdu. İnsanların acıları, kaderleri ve sıkıntıları hakkında bilgi sahibi oldu. İnsanları çok daha iyi anlıyordu. Dünyada geçirmesi gereken zaman dolduğunda Admetos’a zamanı gelince senin canını almam için Moiralar bana emir verecekler. O zaman senin yerine ölmeyi kabul edecek birini bulursan onun canını alacağım. Senin de yaşamana izin vereceğim der. Bunun ne kadar tehlikeli bir iyilik olduğunu anlayamamıştı. Daha öğrenmesi gereken çok şey vardı. Bu hikâyeden acı bir ders alacaktı. Apollon’un ailesinin kökeni dengesiz, istikrarsız, istismarcı, soğuk ve reddedicidir. Travmatik çocukluğu yakın ilişkilerden kaçınma ve uzaklaşma eğilimi yaratmıştır. suzlara ölüm dağıtır. O çobanların tanrısıdır, fakat ona en yakın olan hayvan kurttur. Ailesinin kökeni dengesiz, istikrarsız, istismarcı, soğuk ve reddedicidir. Travmatik çocukluğu yakın ilişkilerden kaçınma ve uzaklaşma eğilimi yaratmıştır. Yaşadığı bu durumu telafi edecek sağlıklı karşı koyma çabalarını görmekteyiz. Gerçekte toplumda takdir gören birçok kişi medya starları, politik liderler, zengin iş adamları aşırı telafi edicilerdir. Davranışlar duruma orantılı olduğu ve başkalarının duygularını hesaba kattığı sürece, bu davranışın arzu edilebilir bir sonuca götürmesi beklenir. Aşırı telaficiler karşı saldırı içinde takılı kalırlar, bu nedenle davranışları genelde aşırı, düşüncesiz ya da verimsizdir. Çocukken değersiz hissederlerse erişkin olduklarında mükemmel olmaya çalışırlar. Çocukken boyun eğiciler ise yetişkin olunca herkese karşı gelirler. Suistimal edilmişlerse, başkalarını suistimal ederler. Kendine güvenen ve kendinden emindirler. Ancak altta yatan patlamaya hazır travmanın baskısı altındadırlar. Mehmet Akif Günel TSDE İstanbul 8. Eğitim Grubu Apollon diyalektik bir tanrıdır. Bir yandan vadesi dolanları okları ile öldürürken, diğer yandan sağlık dağıtmaktadır. Liri’nin tellerinden insanlara ümit veren güzel müzikler yayılırken, aynı teller yayında umut- TSDE ki - Kasım 2014 69 TSDE DER ki Bayramda buluşma... Eğitimler boyunca içimizdeki çocuklar, içimizdeki çocukların anne babalarının çocuklukları, maskelerimiz, gölgelerimiz, ruhumuz, özümüz, atalarımız, üstlendiklerimiz, taşıdıklarımız, potansiyellerimiz, travmalarımız, dirençlerimiz, nevrozlarımız, psikozlarımız gibi birçok yönümüzle karşılaştık, çalıştık. Birçok Aile dizimi çalışmasına katıldım, birçok kez soy ağacı meditasyonu yaptım, yaptırdım. Benim için doğum ve bağlanma travmaları çalışmaları yapıldı. Hepsi beni yavaş yavaş çocukluğumun karanlık algısından ayrıştırmayı sürdürdü. Hiç birinde yazının sonunda söyleyeceğim etkiyi yaşamadım. Eğitimimizin başında hocamızın yaptırdığı ilk aile meditasyonu çalışmasında onun ‘’siz onları görmemiş ve tanımamış olsanız bile onlar orada vardı, yaşadı ve size gelen hayatı taşıdı’’ gibi bir cümle beni çok mutlu etmişti. Etkisi bir hafta kadar sürmüş sonra eski algıma yakın hale geri dönmüştü. Demek benim anneannem ve dedem varmış diye sevinen içimdeki altı yaşındaki kız çocuğuydu. O kız çocuk köyünde ana diye seslendiği annesinin de annesi olabileceğini, ona anneanne dendiğini okuma yazma öğrendiğinde fark etmiş ve annesine sormuştu. Benim anneannem nerede diye? Annesi derin acı ve yoksunluk yoğunluğuyla gözleri dolarak ‘’ben ana baba görmedim ki siz anneanne göresiniz” deyince bir daha hiç sormamıştı. Annesini bu kadar üzen şeyi bir daha hiç sormamıştı ve başka zaman- larda anneanne ve dede hakkında konuşulduğunu hiç duymamıştı. Kurban Bayramı nedeniyle teyzemin kızıyla bayramlaşmaya gittiğimde duyduğum şey annem ve anneannem arasındaki bağlantıyı ilk kez gerçek olarak hissettirdi içimde. Annemin eziyetli köy hayatı, bizden bile gizlediği sessiz gözyaşları, içinde zaman zaman yoksulluk, desteksizlik ve şiddet vardı. Bazen bir komşusuyla dertleşirken gidecek hiç yerim yok, kaçıp gidesim var dediğini duyduğumu fark ederse beni hemen oradan uzaklaştıracak bir iş verir ve tüm sıkıntısına rağmen bir gün bile bizim yanımızda babamızı çekiştirip ondan yakınmazdı. Annem, babam, abim ve erkek kardeşimden oluşan ailenin içinde aramızdan zamansız ayrılmış ve hiç konuşulmayanların görünmez ağırlığıyla ben de görünmez olmayı başarmış bir çocuktum. Şimdi bile kızım, anneme “anneanne benim annem nasıl bir çocuktu?” diye sorunca ‘’bilmem ki onun varlığı yokluğu belli olmazdı, kendi kendine büyüdü gitti, hiç eziyeti olmadı” der. Benim içinse çocukluğum sadece kocaman bir karanlık. Arada fotoğraf karesi gibi bir kaç görüntüden başka da bir şey hatırlamıyorum. Annemle ilgili onun sessizce katlanma gücüne ve ruhsal dayanıklılığına hep hayran kalmışımdır. Anneli babalı büyümeme rağmen içimde bir yerde bu hayatta TSDE ki - Kasım 2014 70 TSDE DER ki kimsem yok algısıyla yaşayıp anne babamdan gelen sevgiye set oluşturduğumu, babamın babasızlık annemin anne ve babasızlık algısını, bunlarla bağlantılı diğer yaşanmamış duyguları üstlendiğimi, dizim bilgilerinden sonra görebiliyorum. Ve onlar da arkadaki neslin travmalarının izlerini taşıyan çocuklardı. Teyzemin kızı biz küçükken annemin gördüğü şiddet sonrası sessiz gözyaşı döktüğü bir durumda görmüş ve ona sormuş. ‘’Teyze sen niye bu kahrı çekip duruyorsun. Bak annem de yalnız (teyzem 24 yaşında dul kalmış) abla kardeş kendinize bakarsınız demiş. Annem de ‘’benim anam, babam öldükten sonra çok perişan oldu. İnce hastalığa tutuldu. Hasta olduğu için o zaman önerilen perhiz nedeniyle beslenemedi. Canı istediği halde yanında kaldığı kardeşleri ve ninem herhalde perhize uymak için ondan iyi gelecek yiyecekler esirgendi. Ben on dört yaşında nişanlanınca bana ‘’kızım gittiğin yerde ölüp gebersen de geri buraya dönüp gelme burada adamı aç öldürüyorlar’’ dedi. Kısa süre sonra da öldü. Ben anama söz verdim, gidemem, çocuklarımı babasız büyütemem” demiş. Duyduğum cümle ile anlatılan durum annem ve anneannem için çok trajik olduğu halde benim içimde üzüntü ve sevinç gözyaşlarını aynı anda akmasına yol açıyordu. Birden tüm çektikleri karşında annemin dayanıklılığını anneanneme verdiği sözden aldığını fark ettim. Anneanneme ait duyduğum bir cümle onu ve annemin de annesi olan çocuk olduğu durumunu ilk kez bu kadar gerçek kıldı içimde. Tüm hayatım boyunca anneannemin gerçekten var olduğu duygusunu ilk kez yaşadım. Kalbimden anneme ve anneanneme sıcak bağlantının varlığını ilk kez böyle canlı hissettim. Anneme, babama her iki taraf atalarıma ve yaşamlarına, acılarına ve ölümlerine derin saygı ve şükranlarımı sunuyorum. Ümran KEL TSDE İstanbul 3. Eğitim Grubu TSDE ki - Kasım 2014 71 TSDE DER ki “SIRADANLIK” a karşıyken, “Sıradanlık” a doğru… Kim bilir, yaşam bizi belki daha çocukluğumuzdan itibaren programlıyor. “Diğerlerinden önde olmak” , “farklı olmak” ve “sıra dışı olmak”. Belki de bunların bir “erdem” olduğuna doğru kodlanıyor, başarıya yaklaşmayı hedefliyoruz. “Sıradan” a hayranlık duymuyor, “sıradan”ı anlamadan, bakmadan geçiyor ve belki de küçümsüyoruz. Belki de tüm bu çaba, “sıradanlık” a karşı. Belki de yazdığım her yazıda olduğu gibi, günlerce düşünme, o bir türlü gelemeyen ilk cümle de “sıradanlık” a karşı. Bir sanatçının farklı bir eseri karşısında yaşadığı o inanılmaz mutluluk da, yarattığı eserin “sıradan” olmadığı için. “Sıradan” bir tablonun önünde hiç durmadan geçmemiz, “sıra dışı” bir tablonun önünde büyülenip kalmamız “sıradanlık” a nasıl bir anlam yüklüyor değil mi? Kim bilir, yaşam bizi belki daha çocukluğumuzdan itibaren programlıyor. “Diğerlerinden önde olmak” , “farklı olmak” ve “sıra dışı olmak”. Belki de bunların bir “erdem” olduğuna doğru kodlanıyor, başarıya yaklaşmayı hedefliyoruz. “Sıradan” a hayranlık duymuyor, “sıradan”ı anlamadan, bakmadan geçiyor ve belki de küçümsüyoruz. TSDE ki - Kasım 2014 72 TSDE DER ki Günümüz dünyasında gittikçe artan bu kodlamada, yaşama kodlanmıyoruz, Nazım Hikmet’in dediği gibi, Oysa defalarca sormuşlardı: Büyüyünce ne olacaksın diye; “mutlu” diyemedik. Çünkü, çocuktuk; akıl edemedik. Ve ardından, tıpkı Murathan Mungan’ın dediği gibi, “çocukluğun kendisi kısadır, ömrü uzundur”. (Şairin Romanı) İşte bu uzun ömürlü çocukluk yaralarıyla uğraşıyoruz. Çocukken YAŞAM’a kodlanmıyoruz ki… Ve bir gün, bu mücadeleden yorgun düştüğümüzde, “sıradanlık “adına arayışlara gidiyoruz. Sanki “sıradanlık” yıllardır taşıdığı o olumsuz anlamını yitiriyor ve yaşam sana, bir şekilde, acıyla, hastalıkla, bir travmayla “dur” diyor. O zaman ne hoş geliyor kulağa, “sıradanlık”. Ulaşılmak istenen bir amaç oluyor. Öylesine yanı başımızdayken, dönüp bakmadığımız “sıradanlık” koşturuyor bu kez peşinden. Ne zor oluyor “durabilmek”. Yaşamla belki de ilk kez göz göze geliyoruz. Kendi hayatımıza ilk kez acılarla, çocukluğumuzla, hastalıklarımızla dışarıdan bakıyor ve ilk defa “ bütün bunlar benim” diyebiliyoruz. Tasavvuf’un önde gelen temsilcilerinden Mevlana ve Yunus Emre gibi düşünürler yıllardır bunu anlatmaya çalışmamışlar mı insanlığa? Tasavvuf Felsefesi’nin temeli de, insanın kendi özünü tanıma tecrübesine dayanmaz mı? Tasavvuf’a göre, bu dünyada bulunma nedenimiz, manevi anlamda tekâmül etmek ve kalbimizin derinliklerinde saklı olan şifreli mektubu çözmektir. Belki de Tasavvuf’un “kâmil insanı” “sıradanlık” haline ulaşmış insandır. Yunus Emre’nin dizeleri gibi, “ Sen doğru ol da, varsın sanan eğri sansın. Lakin sakın unutma ki; sen kendini bir şey sanmadığın sürece doğru insansın.” Mevlana’nın bir sözü “ Bilmek başka, bulmak başka, olmak daha başka”. Taoculuk adı verilen iki bin yılı aşkın felsefeye kulak verirsek eğer, bu felsefenin temel hedefi kişinin içinde bir bütünleşme ve uyumun sağlanması. Taoculuk felsefesine göre; kendini beğenmişlik ile kendinden çok fazla söz etmenin (egotizm) tüm uyumsuzlukların kökü ve bu yüzden insanın çektiği acıların ana nedeni. Taocular, “ eylemsizlik” halini uygularlar. Eylemsizlik, pasif bir durum değil, daha çok eylemin incelikli bir şeklidir. Burada ortak bir benzetme olarak suyun yolu kullanılır. Su yumuşak akışıyla inatçı kayaları oyar, Aynı şekilde yaşam akışıyla çözülmeyecekleri çözümler: Ben öğrendim ki vermek, yeniden geriye gelmektir Ama bu sözcüklenmemiş ders, Bu basit örnek, İnsanlara uygulanınca yitirilir.” -Lao Tzu TSDE ki - Kasım 2014 73 TSDE DER ki Gülmek öğretiliyor, gönül gözüyle bakmak öğretiliyor ve “sıradanlık” öğretiliyor. Ama belki de zamanı gelmeyince, kişi “olmayınca” ve belki de acılarıyla hesaplaşmayınca, olmuyor, hiç olmuyor... Koşar adımlarla ilerlerken, bu maratondan kimimiz sıyrılıyor, bir ara veriyor ve belki de kendimizi meditatif yaşam biçimine, Hint Felsefesinin yokluk içinde gülen gözlerine ya da küçük bir kasabada “sıradan” bir yaşama bırakıyoruz. Ve günümüzün en popüler yöntemleri, “kişisel gelişim”lere bırakıyoruz. Hepsi ne adına, “sıradanlık” adına. Ve ne yazık ki, bazen, farklı maskeler takıyoruz yüzümüze. Gülmek öğretiliyor, gönül gözüyle bakmak öğretiliyor ve “sıradanlık” öğretiliyor. Ama belki de zamanı gelmeyince, kişi “olmayınca” ve belki de acılarıyla hesaplaşmayınca, olmuyor, hiç olmuyor. Gülüşler, yapmacık olmaktan öteye gidemiyor. Belki de sanatçılar da “sıradanlık” a giden yolculuğunu eserleriyle yansıtıyor. Acılarını, sancılarını boşalttıktan sonra, bir bilinç evresinden diğerine eserleriyle geçebiliyor. Kim bilir, sanatçı da, o nevrotik yaratıcı çığlıklarının ardında, bir olgunluk dönemine giriyor. Bu kez, kendini beğendirme, kabul görme, onaylanma adına yaratmıyor eserlerini. Belki de, o “sıradanlık” halinde hiçbir şey üretemiyor. Kim bilir Mimar Sinan’ın “Ustalık “ eserim dediği Selimiye Camii’nde de, Mimar Sinan’ın içinde de, nasıl bir ilerleme oldu. Mimar Sinan’ın sanatçı arayışının da huzura ermesi olmasın Selimiye Camii? Ya da en nevrotik döneminin bir şaheseri mi? Edebiyata gelince, yazarın o mutsuzluğundan, arayışından dökülen kelimeler de bir gün, bir hal bildiren “sıradanlık” a ulaşabiliyor. Kendisine bile itiraf edemediği sıradanlığı arayan yazar, bir gün bir “ustalık” kitabını çıkarıyor. Galiba “Siyaset” ve “ Sıradanlık” hiçbir zaman bir araya gelemiyor. Politika, ergen bilinciyle ve machiavellist bir yaklaşımla besleniyor. “ Sıradanlık” kavramını özümseyen bir insan mı politikaya girmiyor, yoksa politika mı “sıradanlık” ı reddediyor. Evet, aslında “sıradanlık” a karşı aldığımız yol, kendimize doğru yaptığımız bir yolculuk. İçimizdeki ergen ve çocuk bilincinin yaralarını görmek, fırtınalarını dindirmek ve Mevlana’nın dediği gibi, isyanlarımızın aslında, bir imtihan olduğunu görebilmek. Sıradanlık, yaşama tevazuyla bakabilmeyi de gerektiriyor. Bu konuda Jung ile Freud arasında geçen şu olayı nakletmek istiyorum. Analitik Psikoloji kitabından, Jung, gittikçe Freud’u etkiliyordu; Freud ona sımsıkı yapışmış, bir türlü bırakmak istemiyordu. 1909’da birlikte Amerika’ya konferans vermeye giderlerken, yolda birbirlerinin düşlerini incelediler. New York’ta Freud, Jung’a karşı kişisel sıkıntılardan söz etti. Jung, Freud’un görmüş olduğu bir düşünü daha açmasını, açıklamasını, başka çağrışımlarla zenginleştirilmesini söyleyince, Freud, “ Başka bir şey söylemem. Sonra otoritemi yitirmiş olurum” dedi. Jung, bu sözü hiç unutmayacaktı, çünkü bu sözle Freud, Jung’un gözünde otoritesini yitirmişti bile. Evet, gerçek bir tevazu gerektiren “sıradanlık” ne kadar zor bir nokta. Kıyısında, etrafında yamacında dolaştığın ve belki de hiç ulaşamayacağımız bir nokta. Ve son sözü Hermann Hesse’ye bırakıyorum. “Bugün bir insana bu dünyada kendisine giden yolda adım atmaktan daha zor gelecek hiçbir şey olmadığını sezinliyorum.” Mine TÜRKİLİ Gazeteci - TSDE İstanbul 6. Eğitim Grubu Gelelim Politika, Siyaset Bilimine, Niccolo Machiavelli, “İktidar ya talih ya da erdemle ele geçirilir “ derken neyi kastediyordu? Prens adlı kitabında Machiavelli bunu şöyle dile getiriyor; “Bir prensin sözünün eri olmasının ve hile yapmayıp dürüst bir yaşam sürmesinin ne denli övülesi olduğunu herkes bilir; bununla birlikte deneyler, verdikleri sözü fazla önemsemeyen kimi prenslerin günümüzde büyük işler başardıklarını, yaptıkları hilelerle insanların akıllarını çeldiklerini gösteriyor; bunlar sonuçta, dürüstlüğü benimsemiş olanlara üstün gelmişlerdir.” TSDE ki - Kasım 2014 74