sayı 16 - ODA Sanat
Transkript
sayı 16 - ODA Sanat
ODA Kasım - Aralık 2009 / Ocak 2010 ‘’...Yakışıklı bir prensim. Son kurbağayı içeri tıkıp prensesi kurtarıyorum. Onu öpüyorum ama hiçbir şey hissetmiyorum. Sonra kurbağalardan biri gene dışarı fırlıyor, aynı olayı 3 kere tekrarlayıp sonlara doğru prensesi öpmeye bile gerek duymayıp, adaletsiz dünyayı esefle kınıyorum... ‘’ Fikir Yonga İki dilli büyüyen çocuklar Öyküler Handan Kalsın’dan Versiyon, Osman Özbaş’tan Gala, Sadık Yemni’den Öteyer Fotoğrafçısı, Fatih Danacı’dan Kedili Ev, Ezgi Gürçay’dan Kabus Silici-1, Beynur Yılmaz’dan Birazdan Yağmur Yağacak, Hasan Türksel’den Kordonboyu, Şiirler Mehmet Yiğit, Melike Şenyüksel, Nihat Kaçoğlu, Can Sever Sinema Paul Verhoeven ve Rutger Hauer Kitaplık Mini roman SEB7A 16. SAYI Editörden Haberler ........................................................................................................................ 4 Handan Kalsın - Versiyon.............................................................................................10 Osman Erbaş - Gala.................................................................................................... 11 Sadık Yemni - Öteyer Fotoğrafçısı............................................................................... 14 Feyza Dayanıklı - İki dille büyüyen çocuklar................................................................ 17 Fatih Danacı - Kedili Ev................................................................................................ 18 Ezgi Gürçay - Kabus Silici -1....................................................................................... 23 Beynu Yılmaz - Birazdan Yağmur Yağacak..................................................................28 Hasan Türksel - Kordonboyu....................................................................................... 29 Mehmet Yiğit - tövbe etmemeye yeminli günahkarlar`a .............................................. 32 Melike ŞENYÜKSEL -YARIM ...................................................................................... 33 Nihat Kaçoğlu - NÂR-I AŞK ......................................................................................... 34 Can Sever - Kendi ağzından... ................................................................................... 35 Can Sever - Şiirler........................................................................................................ 35 Sadık Yemni - Paul Verhoeven ve Rutger Hauer.......................................................... 37 2 16 Sevgili okurlar, Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi zaman kaydırağıyla üçüncü yılına doğru yol almakta. Bu sayıda edebiyat esintili ve bazıları ödüllü olan haberlerimiz var. Ekim ayında Amsterdam’da uluslararası bir Türk Şiir Şöleni akşamı düzenlendi. Platform Dergisi Avrupa’da yaşayan ve Türkçe yazanlar için ödüllü bir öykü yarışması düzenledi. Yitik Ülke Yayınları 34 yazarın katılımıyla Bozcaada Öyküleri adlı bir kitap yayımladı. Sedat Çakır Kanuni Sultan Süleyman’ın ayak izleri takip ederek Hollanda’dan Istanbul’a yürüdü. Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü kısa öykü yarışması düzenledi. Yarışmalara katılma süresi 1 aralığa kadar uzatılmıştır. İnternet devrimi hayatımızı değiştirmeye devam ediyor. Buzul Dünya bu yılın eylül ayında çok genç ve yetenekli yazarların kurduğu dijital bir yayınevi. Okuyucularını ve onlara katılmak isteyen çiçeği burnunda yazarları özenle ağırlıyor. 6. Avrupa Şiir yarışması katılımcılarını bekliyor. 31 Ocak 2010’a kadar zamanınız var. Öykü odamız bu sayıda 8 öykücüsünü ağırlıyor. Handan Kalsın’dan Versiyon, Osman Erbaş’tan Gala, Sadık Yemni’den Öte Yer Fotoğrafçısı, Fatih Danacı’dan Kedili Ev, Ezgi Gürçay’dan Kâbus Silici I, Beynur Yılmaz’dan Birazdan Yağmur Yağacak ve Hasan Türksel’den Kordonboyu, Melike Şenyüksel’den Yarım. Fikir Yongalama tezgahımızda Feyza Dayanıklı’dan İki Dille büyüyen Çocuklar adlı bir deneme var. Şiir odamızda 3 şairimiz var. Mehmet Yiğit’ten Tövbe Etmemeye Yeminli Günahkârlara, Nihat Kaçoğlu’dan Nâr-ı Aşk ve Can Sever’den Beni hatırlayınız. Can Sever Oda dergisinin emektar şairi. Bu genç ve çok yetenekli şair sizlere kendini tanıtıyor. Kasım ortasında Hollanda’nın dünyaca tanınmış yönetmeni Paul Verhoeven Istanbul’daydı. Sadık Yemni bu vesileyle bir film yazısı döktürdü. Yazıda gözde aktörü Rutger Hauer’a değinmeyi de ihmal etmedi. 1 Şubat 2010’da 17. sayıda görüşmek üzere. 3 AMSTERDAM’DA TÜRK ŞİİR ŞÖLENI ! Merkezi Almanya'da bulunan Kapadokya Kültür Derneği ve Amsterdam Türkevi Derneği'nin girişimiyle düzenlenen programın açılışında konuşan Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Deliömeroğlu, Türk dünyasının kardeş olduğunu belirterek, günümüzde bu kardeşliği yoldaşlığa dönüştürebilmek amacıyla çok sayıda çalışma ve etkinlik yapıldığını ifade etti. Bu çerçevede Batı Avrupa'daki Türklerin de bu çabalara katıldığını ve bugünkü etkinliği önemsemek gerektiğini kaydeden Deliömeroğlu, Türkler arasındaki kardeşliğin yoldaşlığa dönüştürülmesinin Batı Avrupa'dan Doğu Türkistan'a kadar bütün Türk dünyasının daha parlak bir geleceğe sahip olmasını sağlayacağını söyledi. Deliömeroğlu, Türk dünyasının birlikteliğinin yalnızca bu coğrafyaya değil, bütün dünyaya barış ve huzur getirmesine de katkı yapacağını belirtti. Yazar Sadık Yemni de bir dili yaşatabilmenin en güçlü ögelerinden birinin şiir olduğunu belirtti ve buradan hareketle Türkçeyi Türkiye dışındaki ülkelerde daha güçlü şekilde yaşatabilmek amacıyla bu tür etkinlikleri düzenlediklerini anlattı. Yemni, şölenin başka Türkçe etkinliklerle desteklenerek, geleneksel hale dönüştürülmesinin planlandığını da kaydetti. Zeynep Köşker'in sunuculuğunu yaptığı programda, Türkiye, Hollanda, Azerbaycan, Irak ve Sincan Uygur Özerk Bölgesi'nden toplam 18 şair Türkçe yazdıkları şiirlerinden örnekler sundu. Şiir şölenine, Nevşehir Valisi Osman Aydın ile Lahey Büyükelçiliği, Rotterdam Başkonsolosluğu yetkilileri ve bu ülkedeki Türk kuruluş temsilcileri ile vatandaşlar katıldı. Şölende Sincan bölgesinden bir grup da müzik dinletisi sundu. AVRUPA ÖYKÜ YARIŞMASI 2010 ! Hollanda’da yayınlanan aylık Platform ve Kadın Dergisi, özellikle gençlerin Türkçe yazmalarını teşvik etmek ve edebiyatı sevdirmek amacıyla bu yıldan itibaren her yıl öykü yarışması düzenlemeye karar vermiştir. İlk olarak bu yıl düzenlenecek olan 2010 Avrupa öykü yarışmasının Katılım şartları aşağıda sıralanmıştır. 1- 15 yaşından büyük olmak. 2- Türkçe yazmak. 3- Metinler 1000 kelimeden kısa, 3000 kelimeden uzun olmayacaktır. 4- İdeolojik yüklemli, küfür ve sataşma içerikli, tanınmış şahısları kötüleyen, pornografik öğeler içeren metinler yarışma kapsamına alınmayacaktır. 5- ç, ş, ğ gibi Türkçe’ye has harflerle yazılmayan metinler direkt olarak elenecektir. Katılım : 01 Kasım 2009 ile 15 Ocak 2010 tarihleri arasındadır. Konu ve tür seçimi serbesttir. Katılımcıların Ortalama 100 kelimelik bir metinle kendilerini tanıtan bir özgeçmiş yazmaları istenmektedir. Katılım adresi: Postbus 69026 1060 CA Amsterdam HOLLANDA E Posta:info@platformmedia.nl Tel:+ 31 (0) 20 614 53 63 Sonuçlar 2010 yılının Şubat sonunda yapılacak bir törenle açıklanacaktır. Yarışma sonucunda başarı sağlayan öyküler kitap haline getirilecektir. Öykü yarışmasının jüri başkanı yazar Sadık Yemni’dir. 4 BOZCAADA ÖYKÜLERİ Hazırlayan Kadir Aydemir YİTİK ÜLKE YAYINLARI, Eylül 2009, 205 sf. “Bozcaada’ya gitmek…” İki sihirli sözcük. Ada orada bizi bekliyor her zaman. Tek yapmamız gereken bir sırt çantası hazırlamak belki, belki de hiç düşünmeden ilk otobüse yer ayırtmak. “Bozcaada Öyküleri”, gidenler, gidemeyenler ve hep gitmek isteyenler için kaleme alınmış bir kitap. Uzun bir çalışmanın ürünü olan bu eşsiz kitap elinizden düşmeyecek. Tıpkı ada gibi; çantanızda, kütüphanenizde, ofisinizdeki sıkıcı çekmecenizde hep sizi bekleyecek. Okuduğunuz her öyküde daha derin bir nefes alacaksınız. Dar sokaklarıyla, üzüm bağları ve ünlü şaraplarıyla, Polente feneriyle, dev rüzgârgülleri ve kalesiyle olduğu kadar yaşanan aşklarıyla da Bozcaada sizleri çağırıyor. Sayfaları çevirin ve kaçın bu kentten… “Bozcaada Öyküleri” kitabında 34 yazar sizi öyküleriyle yolculuğa davet ediyor. Gülsel Ceren Güneş, Çiğdem Aldatmaz, Çiler İlhan, Deniz Günal, Duygu Günkut, Ebru Durupınar, Esra E. Kutengin, Figen Alkaç, Gürgen Öz, Hasan Topçu, İdil Giray, Jak Alguadiş, Kadir Aydemir, Lâle ! Dilligil, Mehmet Ünver, Nefin Huvaj, Neval Sultan, Nihat Ziyalan, Nurcan Göksel, Özlem Özyurt, Reyhan Yıldırım, Sabri Kuşkonmaz, Saliha Yadigâr, Seran Demiral, Serdar Çekinmez, Serkan Türk, Sine Ergün, Sinem Karhan, Solmaz Aksoy, Turgay Yılmaz, Türkan Çim Işık, Yeşim Ağaoğlu, Zerrin Yılmaz Çelebioğlu ve Zeynep Zişan öyküleriyle kitapta yer alıyorlar. Bozcaada yolcusu kalmasın! *** “Bozcaada Öyküleri”, 14 Eylül’den itibaren Türkiye’deki tüm büyük kitabevlerinde… Genel Dağıtım: Punto Dağıtım Türkiye ve dünyanın her yerine online satış: www.pandora.com.tr *** YİTİK ÜLKE YAYINLARI “Genç Yazarların Yayınevi” Yayınevimiz: www.yitikulkeyayinlari.com Edebiyat sitemiz: www.yitikulke.com 5 SEDAT ÇAKIR’LA MUHTEŞEM BIR YÜRÜYÜŞ. Kanuni Sultan Süleyman’ın ayak izlerini takip eden bir uluslararası uzun menzilli doğa ve tarih yürüyüş parkuru yapılıyor. Bu parkur Birinci ve İkinci Viyana sefer güzergâhlarını takip edecek ve Viyana’dan İstanbul’a kadar uzanacaktır. Sultanların ayak izlerini takip ederek … ! ! Simmering’den Topkapı Sarayı’na Kanuni Sultan Süleyman 1529 yılında ilk defa Viyana’yı almayı denedi fakat başarısız kalınınca 1532 yılında ikinci bir teşebbüs oldu, ama tam anlamıyla bir sefer ve savaş olmadı.1683 yılındaki Kara Mustafa paşa emrindeki ordular yeniden Viyana’yı almaya teşebbüs etmiş olsalar da yine başarı elde edilmemiştir. Kanuni Sultan Süleyman otağını bugünkü Viyana yakınındaki Simmering köyüne kurmuştur. Otağın bulunduğu yere daha sonraları Hanbsburg hanedanı tarafından bir şato yapılmıştır. Şato günümüzde kültürel merkez olarak hizmet vermektedir. Simmering’de başlayacak olan yolculuğumuz Süleymaniye camiini ziyaret ettikten sonra İstanbul’da Topkapı Sarayı’nda sona erecektir. 2009 yılında ilk test yürüyüşleri Sedat Çakır tarafından Viyana İstanbul güzergahı üzerinde yapılmıştır. Sofya Edirne arasında Kyra Kuitert deneme yürüyüşüne katılmış ve Kapıkule’den itibaren 7 Hollanda’lı yürüyüşçü de Sultanlar yoluna destek vermek üzere gelmişlerdir. Sultanlar yolunu yürüyenlerin ortak kanısı bunun muhteşem olduğu yönünde birleşmiştir. Daha geniş bilgi için: sedatcakir@hotmail.com veya kyrakuitert@hotmail.com İlginç bir bilgi: Belki AB - Türkiye ilişkileri için bir espri yapılabilir. NOT: Simmering is a cooking technique in which foods are cooked in hot liquids kept at or just barely below the boiling point of water[1] (at average sea level air pressure), 100°C (212°F) and higher than poaching. To keep a pot simmering, one brings it to a boil and then adjusts the heat downward until just before the formation of steam bubbles stops completely. Water normally begins to simmer at about 94°C (200°F). 6 ! XASİORK 2009 KISA ÖYKÜ YARIŞMASI Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü edebiyat yarışmaları devam ediyor. 2001 yılından beri yapılan ve Türkiye'de fantezi, bilimkurgu, polisiye gibi türlerin gelişimine büyük katkılar sağlayan yarışmalar, bu yılı kısa öykü yarışması ile sürüyor. Xasiork bir kez daha genç yazar adaylarına kendilerini gösterme fırsatı sunuyor. YARIŞMAYA KATILIM ŞARTLARI - Öyküler fantastik kurgu, bilim kurgu, polisiye, gerilim, korku, macera, aksiyon türlerinde olacaktır. Bu türler dışında olanlar yarışmaya kabul edilmeyecektir. - Öyküler Times New Roman yazı tipi ile 12 punto büyüklüğünde yazılacaktır. - Öyküler en fazla 5000 kelime olabilir. - Bir yarışmacı en fazla 2 öyküyle katılabilir yarışmaya. - Öyküler daha önce sanal ortamda okuyucuya sunulmuş olabilir ama basılı bir kitapta yer almamış olması gerekmektedir. - Öyküler imlâ ve yazım kuralları açısından olabildiğince düzgün olmalıdır. Değerlendirme sürecinde bu önemli bir kıstas olacaktır. KATILIM ve DEĞERLENDİRME SÜRECİ - Öyküler 1 Ekim - 15 Kasım tarihleri arasında xasiorkkoy09@gmail.com adresine ekli dosya olarak e - posta şeklinde gönderilecektir. E - postaya ek olarak öykülerin yanı sıra katılımcının kısa öz geçmişi ve iletişim bilgilerini içeren bir dosya mutlaka eklenmelidir. - 15 Kasım gece 00.00 itibariyle katılım süreci sona erecektir. - Öyküler katılım sürecinin sonunda en kısa sürede jüri üyelerine yollanacaktır. Jüri üyeleri öyküleri en geç 2010 Mart sonuna kadar değerlendirecektir. - Makul bir sürede öyküler www.xasiork.biz adresinde üyelerin okumasına açılacaktır. Üyeler de kendi aralarında öyküleri okuyup değerlendirecekler ve yarışma sonunda tüm öyküleri okuyup yorumlayan üyeler arasında yapılan değerlendirme sonucunda, kazanana da ödül verilecektir. - Mart ayından sonra iki ay içinde ödül töreni düzenlenecektir. Net tarih www.xasiork.biz adresinde, değerlendirme sürecinin sonunda duyurulacaktır. 7 JÜRİ Sadık Yemni Hakan Bıçakçı Aşkın Güngör Bahadır İçel Saygın Ersin Seran Demiral Haktan Kaan İçel ÖDÜL BUZUL DÜNYA GENÇ VE YETENEKLI YAZARLARIN SITESI. SEB7A adlı mini roman buzuldunya.blogspot.com’ da. ! Seb7a seri katili on gün içinde altı cinayet işlemişti. Öldürdüklerinin alınlarına suçlama etiketi yapıştırmaktaydı. Brad Pitt, Kevin Spacey ve Morgan Freeman’lı Se7en filminden esinlendiği çok açık olan cinayetlere bu nedenle Seb7a adı verilince hemen tutmuştu. Maktullerin her biri bir günah işlemekle suçlanmaktaydı. Ramazan’ın sonunda başlayan cinayetler devam edince sadece Türkiye’nin değil dünyanın da dikkati İstanbul’a çevrilmişti... “Her şey eski arkadaşım Murat Savuşçugil’in Seb7a cinayetlerinin altıncı kurbanı olduğunun ortaya çıkmasıyla başladı. Kendisini severdim. Polis okulunda birlikte... Çok iyi anlaşırdık. Öğrenimini yarıda kesip baba mesleğine döndü biliyorsunuz. O dönüş nedeniyle şimdi buradayız. Kendini çok kurnaz sanıyorsun, ama yakayı ele verdin. Kapan kendini yeniden uyarladı. Şimdi yeme kanıp yakalanan av sensin.” SIFIR'ın onur konuğu, usta kalem Sadık Yemni. Sizi koltuğunuza çivileyecek bu çarpıcı macerayı sakın kaçırmayın! YAZAR: Sadık Yemni EDİTÖR: Ozancan Demirışık SON OKUMA: Onur Selamet KAPAK TASARIMI: Gökcan Şahin SAYFA SAYISI: 87 8 9 HANDAN KALSIN - VERSİYON Olaylara katılmadan izleyebildiğim kabızvari anlardan biri. Hukuk okuyan kız kardeşim ilk çaylaklık günlerini yaşıyor olmalı. Evinde kaldığı sözde ev arkadaşı olgun avukat kadın, çamurlu elleriyle kardeşimin yeni defterlerine acemice baskılar yaparak kahkahalar atıyor. O kendisine güveni tam kız kardeşim gitmiş yerine sünepe bir kız gelmiş adeta. Olanları zoraki yarım bir gülümsemeyle izliyor. Oysa kız kardeşim sayfası azıcık kıvrılan bir defteri bile kullanamaz. Hevesi kaçar. Kadın daha da ileri gidip, ellerindeki çamurları kardeşimin eşyalarına bulaştırmaya başlıyor. Bu bir avukat değil kesinlikle bir deli. Ya da her ikiside. Deli bir avukat. Kardeşimin nasıl sakince ve hatta biraz korkuyla o aptal yüz ifadesini koruduğunu dehşetle izliyorum. Kadının saçları çoktan kardeşimin parmaklarında yerini almalıydı. Fazlasıyla geçmişe dönme arzusu duyuyorum, gözlerimi yumuyorum. İzbe bir mahzen. Normal giyimli bir cüce adam, işaretle ve tıkla oyunlarındaki gibi malzemeleri sağdan soldan toplayıp işe yarar hale getirmekle meşgul. Arada midillisiyle dışarı çıkıp eksik olan malzemeleri topluyor. Bir büyüyü bozmaya, ya da bir laneti ortadan kaldırmaya çalışıyor. Zaman hızla akıp gidiyor ben onu seyrederken. Yeterince sisli olan hava daha da kararıyor. Yapması gereken son işi duyuyorum, bataklığa gidip birkaç tane kurbağa topluyor. Kurbağaların yapışkan, nemli bedenlerini hissedebiliyorum. Daha önceden hazırladığı yan yana duran ağzı açık kutulara koyuyor. Orada gözleri ve elleri bağlı bir prenses beliriyor, fakat kurbağalardan biri dışarı çıkınca görüntü kayboluyor. Demek ki cüce sabahtan beri prensesi kurtarmak için uğraşıyor. O da nesi; bir atın üzerindeyim, elimde Don Kişotunkine benzer bir mızrak, cüceye arkadan yaklaşıp midillisinden düşürüyorum ve uzaklaşmasını söylüyorum. Garibim gık bile demeden gidiveriyor. Sudaki aksime bakıyorum. Yakışıklı bir prensim. Son kurbağayı içeri tıkıp prensesi kurtarıyorum. Onu öpüyorum ama hiçbir şey hissetmiyorum. Sonra kurbağalardan biri gene dışarı fırlıyor, aynı olayı 3 kere tekrarlayıp sonlara doğru prensesi öpmeye bile gerek duymayıp, adaletsiz dünyayı esefle kınıyorum. İyi de ben normalde kızım, bu işte bir terslik var. Hakkını aramayan zavallı cüceye ne demeli. Asıl kahraman o ve kızı öpüp kurtaran(!) ben yakışıklı kibirli prens. Evrenler arası bir yolculuk yapıyor olmalıyım. Acaba anlatılan masalların gerçeğimiydi az önce yaşadıklarım. Gelecek ve geçmiş arasında mekik dokumaya bir son vermem gerektiğini hissederek; çalan telefonla nefsi iade durumuna geçerek, kendi evrenime geri dönüyorum. İş zamanı ve birkaç yazışma yapmam gerek. Sakin kafayla düşününce; ilk yaşadığım geleceğin asla o şekilde gelmeyeceğini ve gördüğüm geçmişin eksiksiz o biçimde yaşandığını hissediyorum. Masalcıların sadece küçükleri değil, büyükleri de nasıl uyuttuklarını yavaş yavaş kanıksıyorum. Belki zamane krallarına ve düklerine yaranmak için yazılmış onlarca palavranın düş yüzeyine vuran aksi, uyku evreninden ara sıra düşen yıldırımlarla yaşadığımız gerçekliği çarpar ve bizi uyandırır… 10 OSMAN ERBAŞ - GALA Her Yaşamın Bir Bedeli Vardır Mutlu Yıllar Hidayet GİRİŞ ‘’GALA filmi görsel-İşitsel keyif açısından tatmin edici bir film. Soundtracklar, dijital efektler çok etkili ve aksiyon sahneleri bir teknoloji harikası. Kahramanımız trajik varlığını post modern tarz ekleyerek kendi içindeki çelişkisini seyirciye ortak ediyor. Kostüm ve saç kesimleri dönem tasvirini vermekte dikkat çekici. Şehir peyzajı daha ilk karede gerçeklik duygusunu veriyor. Bir uyarı: Film kendini ikinci yarıda belli ediyor, bu yüzden karakterlere hayat veren kişiliklerin sona doğru değişimlerini zekice izlemek gerekiyor. Hareketli kamera kullanımında hiçbir masraftan kaçınılmadığı belli oluyor. Kısaca etkileyici bir atmosfer ve final son derece heyecan verici.’’ FRAGMAN’ dan... Ekranların birindeki gece manzarasına daldığımızda karanlığın değişen özellikleri göze çarpıyor ilkin. Sanki alacakaranlık hikâyelerinde uğursuz yarasaların kan içme vaktinin hemen öncesi. Saatler gece yarısını çoktan geçmiş. Yollar labirent gibi, ortalık ıssız, perdeler çekili. Kimi evlerin basamaklarında, köşe başlarında, küçük sığınma köşelerinde bekleşenlerin fısıltılaşmaları duyuluyor; zaman zaman sisin içinde donuk bir beyazlık dolanıyor, projektörler geziniyor etrafta; titrek parmaklar işaret edilen yöne çevriliyor ürpertiyle: karanlık yerlerden çıkıp sonra yine aceleyle korkup saklanıyorlar; sanki yabani bir hayatın içine bırakılan hayvanlar gibi tedirginler. Sık sık parmakları dudaklarına gidiyor, tıpkı avını arar gibi pencerelerin diplerinden, su borularının içine dek yayılıyor vahşice uğultular. GALA’ yı arıyor gözler; havalandırma kanallarının içinden gelen, fare tıkırtılarını andıran uğultular çınlıyor duvarlarda; ‘’Geliyorlar, geliyorlar, geliyorlar!…’’ Küçük ritmik adımlarla robot adımlarla geliyorlar….. Sokağın köşesinden, sisin içinden çıkıyorlar; Kafilenin ilk sırasında açlık çeken biri var, gözleri çılgınca açılmış, gıdasızlıktan tükenmiş, dişsiz ağzını daha da küçülten buruşuk tenli yaşlı bir adam, ve sanki dehşetli bir korkuyu temsil ediyor… Arkasında dirseklerini boynunda çaprazlama tutarak dilini dışarı çıkaran dalkavuklar sırayı almış, kurşun yarasıyla bir adım gerileyen bir delikanlı karnındaki delikten boşalanlara inanmaz gözlerle bakıyor… Özlem ifadesini yansıtan saf bakışlı korkunç bir hayal kırıklığına yenik düşmek üzereymiş gibi; öteki başını ellerinin arasına almış yırtınıyor; kucağındaki çocuğu korumak için göğsünü kundağa yatıran ise şok durumda; eteklerine yapışan bir yaramaz belli belirsiz seçiliyor. İçlerinde en hızlı görüneni bir ayağını hafifçe kırıp organını avuçlayan sapık, ama ne yapıyor, ya da yapmak istediğine ne atfediyorsa insanı irkilten bir hırs taşırıyor... Hepsinin derisinin rengi uçmuş, kirli beyazımsı kıyafetler giymişler ve yine dua edercesine soluk bakışlarla ‘Gala’ diye inliyorlar. Bütün bunları öyle ciddi bir tavırla yapıyorlar ki akıllarında hangi ifadeyi canlandırıyorlarsa hayatın kendilerine dokunan sonuyla alay ediyor gibiler. Kızgın ve bir o kadar da insanî bir duyguyla bağlantılı ayin havasındalar; Yürüyorlar... Adımları ağırlaştı: Sesler azaldı; uğultular silindi... Kafileden geriye ürpertici boşluktu; birden ok gibi ışıklar saçıldı, sokağın karanlık ve ıssız havası aniden değişmişti: Şalterler indirildikçe teker teker lambalar yandı, büyük karavanlar yan kapaklarını devirmeye başladılar, merdivenler yükseldi yukarılara, dev antenleri gökyüzüne çevrili uydu-çanaklar görüldü. Bundan sonrası tam bir sahne hazırlıklarını andırıyordu, set amirinden işçisine, güvenlikçisine, ışıkçıdan servis şoförüne ve daha pek çok elemanın çalışmasıyla zamana karşı bir yarış sürdürmeye başladı. İnsanlar kalabalıklaştı, oraya nasıl geldikleri, ne zamandır burada oldukları belli değildi, tüm ekip, Birbirlerine küçük bir apartmanı gösteriyorlardı, ‘’Şurası,’’ dediler, ‘Hidayet’in Evi…’ Aralarında sözü geçen biri, Yönetmen sandalyesinde oturan kişi, asistanlarıyla çalışma planlarını gözden geçirirken, ‘’Hidayet’ in uyanışına yetişmeliyiz, çabuk!’’ diyerek uyardı. 11 KAMERA ARKASI... =1= Kumanda Masası’ nda bir sürü sayaç ve rakamlarla dilimlenen gösterge puntoların arasında parmaklarını dolaştıran pek çok kişi koltuklara sıralanmış. Ön taraf yüksek demir levhalarla kapatılmış, o kadar ki içeriye ancak yüksek yetkililer girebiliyor; kapıdan izin alınınca abajurlu büyük aydınlatmaların üstündeki devlet büyüklerinin portreleri bulunan koridor adımlanıyor... Bir taraf karanlık diğerinde ise derinlere doğru ışık sızmakta. Çalışanların hepsi tüm dikkatlerini işlerine vermiş, karşılarındaki, koordinatları çeşitli eksenleri odak alarak kayan sinyaller sık sık göz kırpıyor, puantaj rakamlarının üstünde, çeşitli renkteki imleçler birbirinden farklı saniye atışlarıyla yanıp sönüyor, duvarlar televizyon ekranlarıyla zenginleştirilmiş, görüntüler akıyor sürekli. Hızlı bir trafik var içerde, monitörlerin klavyelerine eller uzanmış: masanın üzerine yayılmış dosyalar arasında plan-çekim taslakları çizilmiş. İlk karelerde şehir peyzajının hazırlanması var; dekor için son hazırlıklara tanık oluyoruz, dahili hatlarda muhabirler canlı yayınlarla Merkeze bilgi akışı sağlarken şehir bölge bölge bize gezdiriliyor. Meydanlar, sokak içleri, apartmanlar, yeşillik alanlar, büyük eğlence merkezleri, dev binalar, oteller, metro şebekesi, spor salonları, apartman girişleri, her yerde faaliyet var. İnfraruj ışınlı tarayıcılar faaliyette; Kumanda Masasından şehrin büyük bir alanı görülebiliyor, garaj, caddeler, köşe başları, mağazalar, okullar, heryer, her-yer izleniyor... Bu kayıtlar daha sonra montaja hazır hale getirilecek... İleriki aşamada efektler çakıştırılacak, ardından bir de senfonik bir kadronun forte çalarak müziği zirveye taşıyacağı bir melodiyle hisleneceğiz... ‘Plato’ buradan gözleniyor, yol kenarlarındaki direklere belediye ekipleri püsküller, balonlar, flamalar asıyorlar; ‘Gala’ yazılı rozetler sıralanıyor, yüksek çatılarda kocaman harflerle GALA’ nın reklâmları konuluyor, parklarda yapraklar temizleniyor, fıskiyeli havuzlarda temizlikler yapılıyor... Kısaca Şehir son hızla karnavala hazırlanıyor... Etraf bir balo gibi düzenlenirken bu arada halk da kendi kutlamalarını en iyi şekilde yapabilmek için günler öncesinden hazırlıklara kendini kaptırmış. Antikacıların vitrinlerindeki eşyalar aranıyor... Nihayetinde şık olmak demek, belki de ilginç tasarıma sahip bir modeller çıkarabilmektir; gerçi gazetelerin, dergilerin eklerinde maskeli kıyafet yürüyüşü için şablon kesiklerinden pek çok örnekler dağıtılır ama daha yaratıcı olanlar bu günün şıklığını kuşanmak için kafasından hangi tip geçiyorsa en yakışan şekliyle ölçülerine göre kuşanıp-süslenir; kimileri sandık odalarındaki malzemeleri karıştırır, elinden gelenler elbiselerini kendileri diker. Maskeli kıyafet yürüyüşü için bazıları da hortlak rolüne bürünür, kimileri cadı, palyaço olur, vampir, hatta daha da garip tipleri temsil ederler; sonra efsanelerde adı geçen kanatlı atlar, boğa yılanlar, aslan insanlar, ayin kıyafetiyle keşişler, güneş bursu taşıyan bilginler, üfürükçüler arka arkaya sıralanır... İnsanın hayal gücünü zorlayan kostümlerdir bunlar, ama Karnaval biraz da bu demektir, başka türlü varolmanın zevkini tatarken estetik bir duyguyu yakalamaya çalışırsınız.... Ancak karnaval hazırlıkları kostümlerle sınırlı değildir elbette. Günlük yaşamdaki pek çok alışkanlıklar ‘bugünden’ etkilenir. Bugün sıkıntılı bir insanı rahatlatacak şeyler söylemek durumundaysanız birkaç kelime ile Gala hikâyelerinden benzetmeler yaparak çevrenizdekileri etkileyebilir, onların gönüllerini kazanabilirsiniz.... Daha sabahın ilk ışıklarında karşılaştıklarınız bile size Gala selamıyla günaydın diyecektir; o gün evlerin mutfaklarında hummalı bir çalışmaya girişmiştir, özellikle yaşlılar, eski günlerde geçirdikleri Gala günlerinin sevincini anlatırken bugünle kıyaslamayı ihmal etmeyeceklerdir. Büyükler bu günün değerinden söz ederken en derin hissiyatlarını hep Gala adı kullanarak dile getireceklerdir; O gün açık pencerelerden güzel kokuları içinize çekebilirsiniz, sofralar aile meclisinin bir araya geldiği neşeli sohbetlere tanık olacaktır. Tabii bu manzara en çok çocukları heyecanlandırmaktadır, gizli yerlere ortaya çıkarılmak üzere günler öncesinden hediyeler konulmuştur ve arama bahanesiyle etraf kolaçan edilirken; ‘sürpriz!’ Ama bu şakalar yalnız küçüklere değil, bazı özel durumlarda örneğin aşıkların kendi aralarındaki anlaşmazlıkların çözümünde de, birtakım nazik hatalarını düzeltmek ve bazen de yeni başlangıçlar için de kullanılır: sevenleri birbirine biraz daha yakınlaştıran arzular Gala’ yla kışkırtılır; insan, düşlerini zenginleştirecek hayaller kurarken bereket dilekleri, hayırlar hep ona özgülenir; bugün iyi-olumlu düşünceler Gala ile daha olgunlaştırılacaktır.... Kısaca bugün insanlar bayram mutluluğuyla birbirlerine karşı daha yumuşak, daha sıcak davranacaklardır. Bundan başka diyelim ki itiraf etmek istediğiniz birtakım suçluluk duyguları taşıyorsunuz, ya da gerçekten bir suç işlediniz, yine Gala’ ya sığınırsınız. Dualarda bile onun adı geçer, özellikle Gala ümitlerini canlı tutarak huzur içinde can vermeye çalışan ağır hastalardan, doğumu Gala gününe denk getirmeye çalışan gebe kadınlara dek herkes onu anar; Kutsalların önünde diz çökerken Gala’ yı tekrarlarsınız sürekli, yani ruhunuzu arındırmak istiyorsanız ‘Gala’ ya sığınacaksınız, kısaca çok yoğun duyguların toplumca paylaşıldığı özel günlerin en önemlisidir bugün. Ancak bu manevi gücü yanında işin ticari boyutu da önemlidir, hediyelik eşyalar satan mağazalarda Gala broşürleri, Gala tarihi hakkında kısa bilgiler veren kitapçıklar raflarda öne çıkartılır. Gala armalı yüzükler, geleneksel kıyafetler diken imalatçılar desenlerini zenginleştirir, üretimlerini hızlandırır... Alış-veriş merkezleri de canlıdır, -hatta en çok buraları canlıdır...- restoranlar Gala günlerinde özel servis açarlarken banka hesaplarında da müthiş bir hareketlilik olur; seyahat şirketleri trenlerle, deniz, hava yoluyla, hele hele konvoylar halinde büyük otobüsler yolcu taşırlar şehre. Müzelerde ziyaret saatleri Gala programlarına göre ayarlanır, -böylelikle turistler de şehir turlarında belli güzergahlarda Gala’ yı hayatın içinde görme fırsatı bulurlar.- Gezici tiyatrolar mahalle aralarında dolaşır, bando gurupları, orkestralar şarkılar çalar.... Bundan başka şehir hayatına bu kadar canlılık veren bir karnavalın kutsallığını sahiplenen politikacılar da Gala’ yı diline dolamıştır, eleştirilerinde Gala hakkını arayan muhaliflere, Gala’ nın nimetlerini halka daha adil dağıtacaklarını söyleyerek propaganda yapan iktidar adaylarına kadar herkes Gala’ yı kullanır. Medya da bu kutlamaları mümkün olduğunca en iyi şekilde canlı yayınlarla halka ulaştırmaya çalışır. Ama günün en önemli kutlaması Gala ödüllerinin verileceği seremonide yaşanacak. Bu gece protokol koltuklarında önemli isimlerin yer alacağı kokteylde seçkin insanlar, film yıldızları halkın önüne çıkacak; hayranları de Kırmızı Halı geçişinde ünlülerin elini tutmak, bir imza almak için saatlerce önceden ilk sıraları kapmaya uğraşırken hatırlı kişiler seyirci koltukları arasında yer almak için çok büyük paralar ödeyecekler. Sözü daha fazla uzatmayalım... Gala prömiyerinin kapısına bakan avlu paparazziler tarafından şimdiden tutuldu bile; ‘Büyük Seçim’ in heyecanını en iyi şekilde yansıtabilmek için medya canla-başla çalışıyor, bu yayınlar kitlelerin bu ödülün ‘doğru insana’ verildiğine inanmaları açısından da son derece önemlidir, ne de olsa halkın çoğunluğu gelişmeleri ekranlardan takip edecek. Bu süreçte adaylar hakkında anketler düzenleniyor, hayat hikâyelerinin daha da iyi bilinmesi için araştırmalar yayınlanıyor, filmler gösteriliyor. Amaç, adayların, onları başkalarından farklı kılan deneyimlerini öğrenmek. Ödüllerin hangi adaylara gideceği üzerine bahisler bile oynanıyor. Ancak yarışmanın favorisi şehrin kayıp mallar müdürü Hidayet Bey; bugün Hidayet’ in filmini seyredeceğiz... Konunun uzmanları Hidayet Bey’ in kişiliğini çözümlemek için televizyonlarda olsun, gazete-dergi köşelerinde olsun, her yönüyle tartışıyorlar. Acaba Kahramanımızın çevresiyle hesaplaşması hangi düzlemdedir, nelere ilgi duyarak, hatta nelerden korkarak karakterini oluşturmuştur, hayat görüşündeki esaslı değişiklikleri nasıl zorlanmıştır; bugüne kadar ki davranışlarıyla inançlarının tutarlılığı, namuslu olup olmadığı, aldığı maaşla harcamaları bile hesap edilmektedir. İşte tüm bu elemelerden geçtikten sonra büyük ödüle hak kazanırsanız adınızı unutulmazların arasına yazdırırsınız; o zaman isimleriniz albümlere geçer, arkanızdan gelenler sizi anar, hayatınız ibretlik ders alınmak üzere destanlaştırılır, tiyatrolarda, sinemalarda mücadeleleriniz hikâyeleştirilir; ve bu payeye hak kazanmak isteyenler de sizi örnek alırlar. İşte burada sinemanın sanatsal işlevi devreye giriyor, çünkü ödülle birlikte adınıza pek çok tanıtım filmleri de piyasa sürülecektir; Ne de olsa insanı hayatın içinde gösteren tanıklığın en önemli yolu ONU filme çekmektir. Bir sonraki bölümde bu film çekimlerinin ayrıntılarını vereceğiz size.... Bizden ayrılmayın; Şimdi reklamlar! 13 SADIK YEMNİ Öte Yer Fotoğrafçısı Parmağım kapıya dokunduğunda her an dağılıp 1902 ile 2010 arasındaki zaman dilimine ait gidiverecek ortam beklentim fotoğraflar. Tanesi sadece 10 TL. Bu dünyadan göçmüş sevdiklerinizin, sönüverdi. Kapı yüzeyindeki çocukluğunuzun artık mevcut olmayan grimsi mavi boyanın pürtüklü mekânları ve geçmişte merak ettiğiniz daha nice kimselerin fotoğrafları için bize başvurun. yüzeyi buram buram Milyarlarca fotoğraflık arşivimizden çok gerçeklik soluyordu. Sıcak memnun kalacaksınız. bir yaz sabahında yatakta ter içinde uyanıp bölük pörçük hatırlayacağım bir rüyanın içinde değildim. İşgünüydü. Bankadan öğlene kadar izin almıştım. Sol ayakkabımın burnu hafifçe sıkmaktaydı. Hava sıcaktı. Tansonu iş hanının üçüncü katında kilima milima hak getireydi. Gömleğimin koltukaltında şimdilik ping pong topu büyüklüğünde olan ter lekeciklerinin belirdiğini hissediyordum. “Hoşgeldiniz. Kendinizi tanıtır mısınız lütfen.” Sıradan bir iş hanından beklemediğim içdüzen nedeniyle şaşırmıştım. Bir sekreter bölmesi, gelenlerin oturması için sandalyeler, dolaplar ve diğer büro aksesuvarlarının hiçbiri mevcut değildi. Altı metreye sekiz metre ebatlarındaki uçuk sarı badanalı bomboş odayı görünce yanlış adrese geldim ya da rüyaya dönüyorum beklentisi oluşmamıştı içimde. İliklerime kadar hissettiğim şey profesyonelce bir ciddiyet ve organize erkin çığlığıydı. Bankada kredi araştırmaları yapan bölümün başı olarak bunu kolayca kestirebilecek biriyim. “Adım Kenan. Kenan Kovan. Şeyde çalışıyorum. Biliyor musunuz, burayı çok başka türlü hayal etmiştim.” Siyah pantolon, uçuk mavi gömlekli, orta yaşlı adam gülümsedi. “Haklısınız Kenan bey. Arşivimiz yan bölümde. Burayı sadece alımlama ve arzu edilen görsel malzemeyi sergileme yeri olarak kullanıyoruz. Tek kişilik bir müesseseyiz aslında.” Kısa kır saçlı, etkileyici yüzlü adamın sözleri ve boş mekândan çok olumlu etkilenmiştim. Asansörle üçüncü kata çıkarkenki umutsuzluğumdan hızla sıyrılmaktaydım. Karşımda işinin erbabı biri durumaktaydı. Eğer şansım varsa kalbimin en harlı isteğine karşılık bulabilecektim. “Sizi dinliyorum Kenan bey” “Ben… Şey… Çok sevdiğim, bana otuz beş yıl bakmış olan halam geçenlerde öldü. Kendisini çok severdim. İlanınızı görünce, onunla ilgili…” “Anlıyorum Kenan bey. En çok bunun için gelinir buraya. Özel bir anı var mı aklınızda? Orta boylu, narin yapılı olmasına rağmen vekar ve güç ışıyan adama düşüncelerimi dürüstçe açmaya karar verdim ve “Bu ilanı ilk kez gördüğümde önce şaka sandım. Karıma bile bahsini etmedim, ama telefonla aradım ve sanırım sizle konuştum.” “Bendim.” “Sonra iş hanında gerçekten bir yeriniz olduğunu görünce hayal kırıklığı yaratacak bir arşiv ya da şarlatanca bir girişimden şüphelendim.” “Şu anda peki?” “Beklenti çitam çok daha yüksek, ama… Ama sabah akşam sayılarla, para hareketliliğiyle meşgul olan aklım milyarlık materyal kaynağınızı realize edemiyor.” “Anlıyorum Kenan bey. Halanız. Oradan başlayalım. Adı soyadı, doğum tarihi ve en son nerede oturduğunu söyleyin lütfen.” Bir çırpıda istenileni yaptım. Adam pantolonunun cebinden çıkardığı çakmak büyüklüğündeki siyah bir nesneyi kapının tam karşısındaki duvara yöneltti ve “Şu kimse mi?” dedi. Halamı yirmi yaşlarında o sırada ikamet ettiği evin oturma odasında gördüm. Elinde çay bardağı vardı. Ne kadar gençti. Onu bu yaşta hatırlamam mümkün değildi. Daha doğmama yirmi yıl falan vardı. Birkaç eski fotoğrafta gördüklerimden ! Öte Yer Fotoğraf Arşivi 14 aklımda kalandan çok farklıydı. Kadını böyle genç, kocaman ve inanılmaz netlikte görmek nedeniyle kalbim huşu ile meteroloji balonu gibi genişlemişti. Sözcükler ağzımdan güçlükle dökülüverdi. “Evet, ama bu… Bu… Nasıl erişebiliyorsunuz bu fotoğraflara?” “Açıklayacağım. Özel bir an talebiniz var mı?” Olmaz mıydı? Halamı düşündüm. Okuldan üşümüş, acıkmış, titrer bir şekilde yolda eve gelirken kafamdan geçen güzel dolmanın yaprak sarmanın, gününe mevsimine göre fasulye veya bezelyenin kokusu karşılardı beni. İstediğim tatlı yokluklar içinde bulunup buluşturulmuş yapılmış olur, tüm dertlerim ayakkabılarımla beraber kapının önünde kalırdı. “Dokuz ya da on yaşındaydım. Bir gün… Çok acıkmıştım. Canım bezelye çekmişti. Son derslerde hep bunu düşünmekteydim. Konuşmaya gerek kalmayan bir insandı halam. Lisanlar üstüydü diyaloğumuz. Beden dili dersleri veren psikologlar yanında halt etmişti. Kadın dudağımın kıvrılmasından ne olduğunu hemen anlardı. Beni hissetmiş. Düşüncelerimi yani. O gün pırasa pişirecekmiş. Hatta kesmiş iki tanesi. Sonra vazgeçip bezelye yapmış. İçeri girdiğimde ve o kokuyu duyduğumda neredeyse ağlayacaktım. O gün nedense…” “Anlıyorum Kenan bey. Şu olmalı.” Elimdeki hiçbir fotoğrafta bulamadığım bir derinlikten bakmaktaydım geçmişe. On yaşındaki Kenan masada oturmuştu. Önündeki Bezelye tabağı boştu. Yüzü gülüyordu. Halamı profilden görüyordum. Sol yanımda ayakta duruyordu. Yüzünün çevrik olduğu yerde kendi boyunda iki şeffaf yaratık durmaktaydı. Kaşları, gözleri, yüz hatları falan mevcut değildi, ama insan suretliydiler. Halamın çocukluğunun yarısı İstanbul’da, yarısı Eskişehir’de geçmişti İstanbul’da tanıştığı görünmez arkadaşları, ışık insanlar Eskişehir’e kadar onunla gelmiş yerleşmiş bir koloni kurmuşlardı. Bir çoğuyla buluğ çağıma dek ben de oynadım. Hiç yaşlanmadılar. Uzun zamandır seslerini duymuyor yaptıkları küçük şakaları hissetmiyor, geceleri kalkıp onlarla anne ve babamdan gizlice oynamıyordum. Halamın ölümünden sonra yine seslerini duyar gibi oluyordum. İşin garibi onları çoktan unutmuştum. Güncel hayatın, ailemin, bankanın içinde spritüel kimliğimi kaybetmiştim. Ama ölümün şokuyla silkinip hepsini tekrar hatırlar olmuştum. 9 aylık oğlum da bazen sağımdaki solumdaki boşluğa bakıp gülümsediğinde, odasında biz yokken uyanıp kendi başına kahkahalar atıp oynadığında yakınımda olduklarını hissediyordum. Gözlerim dolmuştu. Uyanıp bütün bunların rüya olduğunu anlamaktan korkuyordum. “Bunu nasıl..?” dedim. “Nereden buluyorsunuz bu fotoğrafları?” “Tek bir fotoğraf satın alabilirsiniz. Buna talip misiniz?” “Evet.” “On lira.” Cüzdanımı çıkartıp onluk bir banknotu adama uzattım. Parayı alıp pantolonunun cebine tıktı. “Bu sahne belleğinizde canlı duracak.” Dedi. “Aşağı yukarı altı ay kadar. Sonra yavaştan yapıbozum başlayacak. Bu süreç uzun sürer merak etmeyin. Şu anki netlik biraz kaybolur, ama son nefesinize kadar baki kalacak bir alım gerçekleştirdiniz.” “Nereden buluyorsunuz bunları? O şeffaf varlıklar? Halamın ışıktan dostlarıydı.” “Ata ruhları der bazılarınız. Çevrenizde kıpır kıpırdırlar.” “Peki bütün bu görüntüleri nasıl temin ediyorsunuz” “Size bir izah borçluyum. Ben bu gerçekliğe çok benzeyen komşu bir evrenden geliyorum. Genetik açıdan pek yabancınız sayılmam, ama kendimizin gerçekleştirdiği değişimler nedeniyle aramızdaki makas epey açıldı. Şöyle izah edeyim. Yan yana duran yüzlerce tünel hayal edin. Ben üç yüzdeyim. Siz birde. Buralarda zaman değişik hızla akıyor. Biz sizden iki yüz yıl kadar ilerideyiz. Size komşu ikinci tüneldekiler şu anda bir iki ay ilerinizi yaşıyorlar. Ben ikinci tünele geçip 1902 ile 2010 yılı arasındaki her ana ve yere gidebilecek bir teknolojiye sahibim. Buraya kadar açık mı?” “Ama görünüşünüz pek şey değil.” “Tebdil-i suret Kenan bey. Bizim artık tek ve sabit bir görünüşümüz kalmadı. Değişken bir yumağız.” Kandırıldığım hissine sahip değildim. Muhatabım doğru söylüyordu. Bu arada sabah akşam bir şeyleri hizaya sokan aklım bir noktayı yakalamıştı. “Neden bizim tünelden değil de komşudan alıyorsunuz bu malzemeyi?” “Fizik zorunluluk. Sizin tüneldeki geçmişten alınan bir malzemeyi yine size sunmak mümkün, ama çok enerji gerektiren bir iş. Masraflı yani. Bu nedenle en yakındakini tercih ediyorum.” Kredi isteyenlere sorduğumuz ilk soruyu düşündüm ve “Peki bunu niçin yapıyorsunuz?” “Ben bir girişimciyim.” “Kendi dünyanızda bizim onlukların geçeceğini sanmıyorum.” Adam gülümsedi. “Öyle tabii. Gelirimi üzerine rakamlar basılı kağıtlardan değil, izlenen fotoğraflardan temin ediyorum.” “Nasıl yani?” “Komşu gerçekliğe ait malzeme sizler tarafından izlenince kıvam değiştiriyorlar. Değerleri artıyor. Geleceğin kıymetli antikaları oluyor. Ben bunları depoluyorum. Siz gözleyince malzeme bir çeşit anlam derinliği kazanıyor.” Söylediklerini kavramakta zorlanmaya başlamıştım. Adam bunu sezmiş olmalıydı. Sağ eliyle karşı duvarı işaret etti. “Resme dikkatli bakın. Bir şeyler farklı mı?” Birden az önce bilinçsizce fark ettiğim bir noktayı keşfedince hayretten dona kaldım. Belleğimde iyice eprimiş bir sahne olmasına rağmen bir şeyi fark etmiştim. Okul üniformamın yakasında beyaz bir kurdela vardı. Yirmi beş yıl önce bazı okullarda çalışkan öğrencilere kurdela takılırdı. Ben iyi bir öğrenciydim, ama hiçbir zaman kurdela takmamıştım. Bitirdiğim ilkokulda böyle bir adet yoktu. “Kurdela.” Dedim. “Örneğin.” “Başka bir fark göremiyorum.” Dedim. “Eski bir anı bu. Çok normal. Gülümsemeniz de farklı. Burada kendi dünyanızdakinden çok daha içten, esrikçe bir hazla gülümsemektesiniz. Bu gülümseme siz izledikten sonra iyice değerlendi. Bir iç içe geçmişlik, yavaş çekimli, sırlı bir devinim kazandı. Dünya zamanıyla 209 yıl sonra bayağı kâr getiren bir sahne olacak. Bizim dünyamız çok değişti. Eskiye özlem var haliyle. Bu tür malzemelere talep giderek artıyor.” Bir sessizlik anı oluşunca içimi çekerek bezelye yiyen çocuğa, halama, o şeffaf şeylere baktım. Ayrılma zamanının yakın olduğunu sezmekteydim. Adam elini uzatınca otomatik olarak aynısını yaptım. Derisi, dokunuşu bilinen insan eli gibiydi. “Nasıl diyorsunuz halk dilinde, hakkınızı helal ediyor musunuz? Sizden bir şey aldım ve bir şey verdim. ” Başımla onayladım. “Bir şey daha sorucam. Her şeyi açıkça anlattınız. Yakalanmaktan korkmuyor musunuz?” Adam ona yakışan bir şekilde gülümsedi yine. İri kahverengi gözleri neşeyle yanmaktaydı. “Masalvari ya da aşırı dünyevi yapılan bilimkurgu filmlerinin etkisindesiniz.” Dedi. “Her zihni bir gemi kabul etsek, her istekli için ayrı bir liman mevcut.” Minareyi çalan kılıfını hazırlardı. Elde tek bir kanıt bile mevcut değildi. Tansonu iş hanının üçüncü katında yan yana duran kimbilir kaç liman vardı. “Tekrar gelmek mümkün mü?” “Maalesef. Polaroid bir fotoğraf gibi. Tek kullanımlık bir hat söz konusu.” “Ne yapalım. İyi günler.” “Hoşçakalın.” Kapıya doğru yürüdüm. Eşikte durup arkama baktım. Karşı duvardaki görüntü silinmişti. Adını sormayı ancak şimdi akıl ettiğim adam bıraktığım yerde duruyordu. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Hol hatırladığım gibiydi. Tekrar sıcağı ve tozu hissetmeye başlamıştım. Asansöre doğru giderken şişmanca bir kadının dışarı çıktığını gördüm. “10 liraya eski fotoğraflar.” Dedi. “Eski fotoğrafçı. Bu kat mı?” Alacalı bulacalı bir kumaştan şalvarımsı bir pantolon giymiş, takmış takıştırmıştı. Yüzünde iki milimetre kalınlığında fondöten sürülüydü. Esmer tenine iyi giden siklamen rengi ruj sürmüştü. Kırk ortalarında falan olmalıydı. Kilosuna rağmen sıcaktan rahatsız bir hali yoktu. “Bu kat. Şu mavi kapı.” Kadının ela gözleri hızla ciddi pantolonumu, gömleğimi, saç traşımı ve bunlara uygun yüz ifademi süzüp beni kategorize etti. “Reklamda denilen şeyler doğru mu? Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Milyarlarca fotoğraf. Arşivleri o kadar büyük mü gerçekten?” Yüzünde ağzımdan çıkacak söze göre hareket edeceğini belli eden bir ifade belirmişti. “Tek kelimeyle muhteşem.” Deyip 209 yıl sonra çok kıymetlenecek olan gülüşüme benzediğini sandığım bir ağız hali takındım. Kadının gözlerinin içi gülmüştü. “Tahmin etmiştim.” Dedi. “İyi günler.” “İyi günler” deyip asansörün kapısını araladım. Eve gidince burada olup bitenlerden tek kelime bile etmeyecektim. Karım beni iyi tanırdı. Çok ısrarla yinelesem söylediklerimin her kelimesine inanırdı. Ama bu sırrı kendime saklayacaktım. Belki oğlum on beş yaşına geldiğinde ikisine birden anlatırdım. Uçsuz bucaksız zaman tünellerinden birinde kıpırtısız duran bir kompartıman kiralamıştım. On liraya üstelik. Dışarıdaki günlük hayat denen yere varınca biraz durup debelenen kalabalığı seyrettim. İnsanlar üçüncü kattaki muhteşem şeyden bihaber koşuşturmaktaydılar. Güneş gökyüzünde iyice dik konuma geldiği için sıcak artmıştı. Ensemde boza piştiğini hissederek arabamı park ettiğim yere doğru yürüdüm. Siyah bir opel geriye çıkışımı çok zorlaştıracak bir şekilde tam dibime park etmişti. Sahibini görmek için boşuna etrafıma bakındım. Dilimin ucunda galiz bir küfür şekillenirken birden kafamda bir şimşek çaktı. Şu anki esrikliğim, aşkın ruh düzeyim, hayatımı kökünden değiştirme arzumun şiddeti altı ay bile sürmeyecek, eski düzenimin çarkında çakılı kalmaya devam edecektim. Hayat böyle bir şeydi. Devinim merkezine yakın duranları taze kavrulmuş kahve çekirdeği gibi öğütürdü. Pul kadar bir şeydi. Tesadüfen gördüm. Arabamın kapısını açarken aklım bir kez daha vites büyülttü. Öte Yer Fotoğrafçısının reklamını internette sörf yaparken bulmuştum. O şişman kadın büyük bir ihtimalle gazetede görmüştü. Reklamın rüyalar da dahil her yerde, soluk aldığımız havada bile bulunduğunu düşündüm. Herkes biliyordu o halde. Herkes. Kimse ayrıcalıklı değildi. Herkesin geçmişinde böyle bir anı kompartımanı, bazen çok acımasız, bunaltıcı, tekdüze ve dayanılmaz olan hayata katlanmasını sağlayacak kıymetli bir tebessümü vardı. FEYZA DAYANIKLI - İKİ DİLLE BÜYÜYEN ÇOCUKLAR Yurt dışında doğan ve büyüyen çocukların genellikle yaşadıkları topluma uyum sağlamada sorunları olduğu biliniyor. Bu sorunların temelinde, sağlıklı kişilik geliştirmedeki sorunlar ve anadil eksikliği vardır. Çocuk dünyayı ve çevreyi algılamaya başladığında , ilk önce içinde bulunduğu aile ortamına bakar ve onları taklit ederek kişilik geliştirmeye çalışır. Ana-babanın birbirleriyle olan iletişimleri çocuk için örnek model oluşturur. Saygı ve sevgi temeline dayalı bir aile düzeninde büyüyen çocuk, bu iki kavramı, kendisine örnek aldığı kişilerden öğrenecek ve sonrasında uygulayacaktır. Bundan başka ebeveynler, çocuğun kişilik gelişime bizzat çocuğu aktif olarak katarak destek olmalıdırlar. Bebeklik çağından itibaren, çocuklara birey olarak davranılmalı, onların varsa isteklerine, seçim haklarına kulak verilirken, demokratik aile modeli çerçevesinde ebeveyler sağlıklı olanı uygulamalıdır. Demokratik aile ortamında büyüyen çocuklar kendilerine önem verildiğinin, fikirlerinin değerlendirildiğinin farkında olurlar. Kendilerine saygı duyulan çocukların, kişilik gelişimi de sağlıklı olur. Ancak kendini ifade etmede sorunlar yaşayan çocukların, kişilik gelişimi de bundan olumsuz etkilenir. İlk öğrenilen dil anadil olduğuna göre, işbu temel ne kadar sağlam olursa, sonradan öğrenilecek olan dil de o kadar sağlam olacaktır. Aile küçük yaşlardan itibaren çocuğun ana dil eğitimine özel önem vermeli, onun yarım veya yanlış kurduğu kelime veya cümleler düzeltilerek doğrusu söylenmeli, anadilinde yaşına uygun kitaplar seçilerek mümkün olduğunca hergün çocuğa okunmalıdır. Kitap okumak, günlük kullanılan dilin kısırlığından kurtulmaya ve çocuğun kelime dağarcığının genişlemesinde en faydalı yöntemdir. Anadiline hakim olan çocuk, sonradan öğreneceği ve sosyal çevresinde kullanılan ikinci dile de o kadar hakim olacaktır. Çocuk anadilinde kavramları biliyor olacağından, iş sadece o cismin veya kavramın ikinci dildeki karşılığını öğrenmeye kalacaktır. Örneğin ‘gökkuşağı’nın anadilinde ne olduğunu bilen çocuk için, ikinci dilinde bunu öğrenmek, sadece kelime bilgisine kalacaktır. Sağlıklı bir kişiliğe sahip olan ve anadiline iyi hakim bir çocuk için, yaşadığı topluma kendini ifade ve kabul ettirmede, önüne çıkacak sorunlarla daha kolay başa çıkacaktır. 17 FATİH DANACI - KEDİLİ EV İşlek bir caddenin kenarında ayakta kalmayı başarabilmiş bir ev vardı. Yıllar yılı pek çok yangın, deprem ve felaket görmesine rağmen çökmemiş, yok olmamıştı. Ahşap görünümü eskise de temelleri zamana inat yıkılmamıştı. Parmaklıklarla çevrili bahçesinin içinde üç katlı ev varlığını koruyabilmişti. Evin ne zaman yapıldığı bilinmiyordu. Ya da kimin tarafından inşa edildiğine dair kayıtlar bulunmuyordu. Çevrede yaşayanlar için daima gizemini muhafaza etmişti. Özellikle civar mahallelerdeki çocukların oyunlarına bile konu olmuştu. Bakımsız bahçesine girmek için iddiaya tutuşmalardan, camlarından bir tanesini kırmak için erkeklik ispatlamalara kadar pek çok oyun çeşidi türetilmişti. En çok da pencere önünde oturanlar merak edilirdi. Herhangi bir çocuğun bunu öğrenebileceği bir yol yoktu. Çünkü onların babaları da, hatta dedeleri de aynı merakla büyümüştü. Küçüklüklerinde o eve girmeye çalışanlar şimdiki büyüklerdi. Babadan oğla geçen tek bilgi ise belirsizlikti. İnsanlar bazı dönemlerde sevimli olmayan konuşmalar yapsa da onunla yaşamayı öğrenmişlerdi. Yaz, kış açılmayan kapılarıyla, camın önünden hiç eksik olmayan ev sahibi ya da sahibesiyle, ürkütücü görüntüsüyle barışmayı bilmişlerdi. Tüm garipliklerine, gerçekleşen onca ölüme rağmen ev hiçbir zaman boş kalmamıştı. Genel inanışa göre evde yalnızca bir kişi oturuyordu. Yalnız geçen hayatı ölümle sonlandığında ise ansızın bir mirasçı beliriyor, hayatını ölümüne kadar oturacağı sandalyesinde, tozlu pencerenin arkasında geçiriyordu. Burada yaşamaya başlayanlar dışarı çıkmazdı. Gerçek hayatı da oturdukları yerden takip ederlerdi. İnsanları, hayvanları, olayları, binaları buradan öğrenirdi. Belki de yalnızlığını paylaşacağı tek yer dış dünyaya açılan penceresiydi. Zor bir hayata mirasçı bulmaları ise yaptıkları en iyi şeydi. Büyük ve eski bir evin içinde yalnız başına yaşamayı kabul etmek için neyin ya da nelerin vaat edildiği ise vasiyetnameye yazılırdı. Mahallenin yaşlıları bunu büyü ile başardıklarına inanırken, orta yaşlılar milyonlara bağlarlardı. Korkusuz küçükler ise Grimm kardeşlerin masallarındaki peri hikâyelerine benzetirlerdi. Farklı yorumlara rağmen vasiyetnameyi kimse görememişti. Belki de içinde sunulan yalnızlığı paylaşacak sadık bir dosttu… Evin en son sahibesi yakın zamanda ölmüştü. Sabahın ilk saatlerinde havanın aydınlanmasıyla beraber işe giden insanlar tarafından fark edilmişti. Onu görenler her zamanki sandalyesinde oturduğunu, omzuna düşen başının ise tek ölüm belirtisinin olduğunu söylemişlerdi. Yaşayış şekli gibi ölümü de alışılmış değildi. Polisler cesedi almak için içeri girmek zorunda kaldığında en cesur olanları bile tereddüt etmişti. Bilinmezlik insanoğlunun en büyük korkusuydu çünkü. Belki bir yaratık, belki bir hayalet, belki bir cin ürpertirdi. Ancak bilinmeyenin korkusu daha derin ve daha keskindi. Genç olanlardan bir tanesi isteksizce gönüllü olmuştu. Üzerindeki üniforması yeni olan ve henüz tam gelişememiş bedenine büyük gelen yeni mezun polis, aklını sürekli başka konularla meşgul etmeye çalışmıştı. Doğduğu mahallede görev yapıyordu ve kısa bir süre önce perili olduğuna inandığı eve girmek zorunda kalmıştı. Tahta kapısı kolayca açılıp içeri girdiğinde bir kez daha şok hali tüm vücudunu sarmıştı. Eski, kirli ve dağınık bir ev beklerken hayal etmediği bir görüntüyle karşılaşmıştı. Çöp evlere benzeyeceğini düşünürken, cilalı mobilyalara, antika eşyalara, değerli tablolara sahip odalarla karşılaşmıştı. Bakımsız görünüşüne rağmen iç mimarisi ve düzeni gayet zevkli insanların ellerinden çıkmış gibiydi. Ürkek adımlarla aldığı bedeni dışarı çıkarmış, yaşadığı garip tecrübeyi mübalağa katarak çevreye aktarmıştı. Yıkanıp, kefene sarılan yaşlı sahibe yalnız hayatının ardından yine yalnız kalmaya devam edeceği tabutuna konmuştu. Üzerine toprak serpildikten sonra bir dönem kapanmış, yeni varisinin kim olacağı ise merak konusu olmuştu. 18 Yaşlı sahibenin ölümü ağızdan ağza yayıldı. Kimileri yüz yaşından fazla yaşadığını iddia etti. Kimileri yalnızlıktan intihar ettiği söylentisini çıkardı. Daha birçoğu farklı dudaklarda, sahte de olsa bir gerçekliğe kavuştu. Ancak herkesin dilinde ortak bir söylenti vardı. İçindeki kıymetli eşyaların gerçekliğiydi! Paha biçilemeyecek kadar değerli mobilyalardı. Ziynet ve altınlardı. Var olduğu düşünülen çelik kasanın içinde yatanlardı. Tüm bunların yeni sahibi ise ortalıkta belirmemişti henüz. Bir varis olmak zorundaydı. Yıllardır böyle devam ediyordu. Soğuk bir gecenin geç saatlerinde boş sokaklar rüzgarın yardımıyla vızıldıyor, sessizliğe gölge düşürüyordu. Sokak lambalarının cılız ışıklarında beliren bir gölgenin adımları ise bu sesin arkasına sığınıyordu. Uzun boylu hırsız, siyah kıyafetleriyle temkinli bir şekilde ilerliyordu. Çevresindeki binaların hiçbir katında uyanık insan yoktu. Caddenin gün içerisinde hızla akan trafiği ise karanlığa gömülmüşçesine silinmişti. Deri ceketli adamın sinsice yaklaştığı yer boş bir evdi. Kısa bir süre önce ölen yaşlı kadının boşalttığı üç katlı ahşap ev... Genç polis memurunun yaydığı havadisler hırsızların kulağına kadar gitmişti. Suçluları yakalayanların hikayeleri suçluları teşvik etmiş, trajik bir olayın başlamasına neden olmuştu. Fırsatçılığı maharet olarak değerlendirenlerden en hızlı davrananı ise Murat adında bir hırsızdı. Boşalan evi soymak için uygun zamanı beklemişti. Yeni sahibi ortaya çıkmadan alabileceği her şeyi almayı umuyordu. Ne de olsa içeride kimse yoktu ve istediklerini gerçekleştirmek için önünde birden fazla günün olduğuna inanıyordu. Parmaklıklarla çevrili bir bahçenin ötesinde bir cennet yatıyordu. Her ne kadar görünümü aksini iddia etse de korunmayan bir bölge hısızlar için bu şekilde ifade edilirdi. Düşünceleri arasında boğulmamaya özen gösteriyordu Murat. Sahip olabileceklerini düşündükçe iştahı kabarıyordu. Hayalini kurması bile heyecanlanmasına yetiyordu. Sefil hayatını sonlandırabilmek için karşısına çıkmış bir fırsattı. Ancak tüm bunlara rağmen içinde biraz da olsa korku vardı. Bu mahallede büyümemişti ve ev hakkında çok bilgisi yoktu. Bulunduğu mekanlarda konuşulurken işitmişti ve birkaç kişinin ağzını yoklamıştı. Keşfettiği gerçekler, duyduğu tekin olmayan cümleler ise huzursuz olmasına neden olmuştu. Antika eşyalar ve mücevherler ise korkusunun önüne geçmeyi kolaylıkla başarıyordu. Demir parmaklıkların önüne geldiğine durdu. Etrafa iyice bakındı. Kendisini izleyen gözlerin olmadığından emin olmak zorundaydı. Ufak bir dikkatsizliğinin sonunu getireceğini bilecek kadar uzun süredir bu işi yapıyordu. Son kez çevreyi gözleyerek işine başladı. Ucu sivrilmiş ok gibi uzayan direklerin üzerinden geçemeyeceğine karar verdi. Hem çok uzun, hem de riskliydi. Bu yüzden bahçeye açılan kemerli kapıyı kullanacaktı. Açılırken ses çıkarmaması için dua etti. Birbirine değen iki kapıyı yavaşça itti. Tekerlekli mekanizması olan paslı demir kapı sessizce yuvasında ilerledi. Yıllardır yağlanmamış olmasına rağmen tek bir gürültü çıkarmamıştı. Yalnızca kirli ve rutubetten kabarmış gri boyaları dökülmüştü. Bahçeye attığı ilk adımıyla beraber içinin ürperdiğini hissetti. Sararıp kurumuş çimlerin üzerinde gezinirken herhangi bir tehlike ile karşılaşmayacağını umdu. Bildiği kadarıyla bir köpek ya da bekçi yoktu. Kurumuş dalları ile gece yaratıklarını anımsatan ağaçlar, yerlere dökülmüş yapraklar ve üzerine basılmadığı için kuruyup çatlayan topraktan başka hiçbir şey bulunmuyordu. Evin içinde de olmasını arzuladığı boşluğa ve sessizliğe sahipti. Soğuk bir geceydi ve yerlere kırağı düşmüştü. Çamuru mıknatıs gibi çeken tabanları yürümesini zorlaştırıyordu. Bahçe dışarıdan gözüktüğünden daha büyüktü. İşlek ve nezih bir semtte, her karışı değerli olan bu yerin nasıl zengin tüccarlara satılmadığını düşündü. Şimdiye kadar yerine büyük binalar ya da dükkânlar inşa edilmiş olmalıydı. Bunun tek bir açıklaması olabilirdi. Sürekli yalnız yaşayan sahip ve sahibeleri çok köklü bir aileden geliyorlardı. Asırlardır satma ihtiyacı duymayacak kadar zenginlerdi. İşte bu düşüncesi tam da doğru yerde olduğunun ispatıydı. Önünde beş basamaklı bir merdiven duruyordu. Hemen tepesinde de eve açılan tahta kapı vardı. Verandaya geçmeden önce başını kaldırarak eve son kez baktı. Işık ya da hayat belirtisi yoktu. Tozlu camlarının ardında beliren bir gölge de! Eskimiş ve tahtakuruları tarafından yıllardır yenen ahşap kaplaması bile yalnızlığı anlatıyordu. Çatısının eksik olan kiremitleri terk edilmişliği yansıtıyordu. Pencerelerin dökülen parçaları evin ziyaretçisi olmadığını söylüyordu. Merdivenlerin zemininde, ayakkabılarındaki çamuru bırakmasına aldırmadan yürüdü. Kapının yanına geldiğinde bir isim ya da posta kutusunun olmadığını fark etti. Ya sökülmüş ya da hiç konulmamıştı. Sessizce içeri girdi. Bahçe kapısından sonra karşısına çıkan ikinci kapı da kolayca açılmıştı. Tekrar kapadığında hafif loş ortama gözlerini alıştırmaya çalıştı. Tek gözünü açık bırakarak bunu kolaylaştırdı. El feneri ya da ışık kullanmamasına rağmen şimdi önündeki yolu seçebilecek kadar görüyordu. Büyük bir odaya açılan holde ilerlerken lüks yaşama dair her şey sergileniyordu. Birkaç saniye sonra salona vardığında tıpkı polis memuru gibi büyülenmişti. Dışarıdaki tüm pisliğe rağmen içerisi az evvel temizlenmişçesine düzenliydi. Sanki gelecek bir ziyaretçiyi karşılamak için hazırlanmış gibiydi. Eşyalar yerli yerinde ve muhteşem bir simetri ile dizilmişlerdi. Sanattan çok anlamamasına rağmen asilzadelere yakışır bir tasarımla yapılmış olduğunu düşündü. Ortada büyük bir masa vardı ve sandalyelerinin arkalıkları insan boyuna yaklaşıyordu. Koltuk takımı birden fazla parçadan oluşuyordu ve U şeklinde yerleştirilmişti. Odanın doğuya bakan yakasında ise bir pencere, önünde ise sandalye duruyordu. Herkesin bahsettiği, parlak ayın hafif de olsa üzerine çöktüğü sandalye… Şimdi nereden başlayacağını bilemiyordu. Beklentilerinin de ötesinde bir manzaraydı tanık olduğu. İki katı daha vardı bakması gereken ama buradan çıkmak istemiyordu. Odada var olan her şeye sahip olmak istiyordu. Duvarları kaplayan çerçeve ve aynalara, kumaş ve değerli taşlarla örülmüş abajura, eskitilmiş kilime, sarı boynuzlu gramofona! Her bir parçaya karşı arzu duyuyordu. Bir an sonra toparlandı. Kilit vurulmuş zihniyle mantıklı düşünmeye çalıştı. Belki de bu düzenin ve ihtişamın nedeni yeni sahibiydi. Ya gelmiş ve kendisi yapmıştı –ki bunun imkansızlığını biliyordu. Ya da yakın zamanda gelecekti ve bir şekilde odanın tertibini sağlatmıştı. Ancak bilinçaltının derinliklerinde bir düşünce daha belirdi. Düşünülmemesi gereken, hastalıklı bir beyinin üretebileceği kadar karanlık olan… Tüm bu hazırlıklar kendisi için yapılmıştı... Perili ev diye adlandırılan bir yerde her şey mümkündü. Tüm meşum şeylere karşı hazırlıklı olmalıydı. Aklı karışmış, kendini büyük bir bulmacanın ortasında bulmuştu. Bir yandan değerli olan her şeye sahip olmak istiyor, diğer yandan bulanmış zihnindeki sorulara yanıt arıyordu. Titrediğini hissetti. Daha önce birçok kez yapmasına rağmen, ilk defa yapıyormuşçasına acemice davranıyordu. Ay ışığı ile aydınlanan odanın içerisinde telaşla işini yapmaya karar verdi. Tüm çekmeceleri karıştıracak, bulabildiklerini alacaktı. Masanın hemen yanında duran büyük bir aynalık vardı. Duvarı baştan sona kaplayan mobilya üzerinde çekmeceler ve kapaklar bulunuyordu. Monte edilmiş aynası ise masanın yansımasını gösteriyordu. Ulaştığı ilk çekmeceyi karıştırırken bir ses duydu. Ani bir refleks ile elini çekti. Kulağını gürültünün geldiği yöne çevirerek dikkatlice dinledi. Hiçbir şey duymadı. Herhangi bir saate ait saniye sesi bile yoktu. Beyninde yarattığı bir hayalden ibaret olduğuna karar verince çekmeceyi tekrar kurcalamaya başladı. Bir şeyler bulabileceğini umut ediyordu. Detaylıca inceledi. Olay yeri incelemesinde bulunan bir memur kadar titizlikle çalışıyordu. Hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyordu. Daha fazla zaman kaybetmenin gereksiz olduğunu görünce yandaki çekmeceyi karıştırmaya karar verdi. Bir tanesini yavaşça kapatırken, diğerini de aynı titizlikle açtı. Ancak tam o anda aynı sesi tekrar işitti. Sert zemin üzerine hafifçe değdirilen bir cisimden yayılıyordu. Kıpırdamadan bekledi. Var gücüyle kaçmak istediyse de yapmadı. Hareketsiz vücudunu muhafaza ederek, gözleriyle etrafı taradı. Ses giderek yaklaşıyordu. Kadim bir hikayenin içinden yükselircesine artıyordu. O denli yumuşak ve zarifti ki, insan adımları olmasının imkanı yoktu. Bir hayalet ya da başka bir şey olmalıydı. Bu dünyaya ait olmayan, etrafına korku salan bir varlık! Artık daha net duyulabiliyordu. Etrafı saran soğukluk tüm vücudunu kapladı. Düşünceleriyle daha da kuvvetlendirdiği korkusunu yenmeye çalıştıysa da, ona tamamen boyun eğdi. Görüş alanında ufak bir hareket sezinlediğinde ilk defa kıpırdadı. Salonun ortasına açılan hole doğru baktı ve hiçbir şey göremedi. Bunun tek bir anlamı olabilirdi. Aradığı şey yanı başında, odanın içindeydi. Aynı yeri paylaştığı ve yüzleşmeye hazır olduğu gerçeği aradı. Gözleri hemen ilerisinde, yerde duran ufak şeye yöneldi. Yüz yüze geldiğinde daha da korktuğunu hissetti. Ufacık bir şeyden korkmanın yersiz olduğunu bilse de masanın üstüne ani bir hareketle zıpladı. Belki koşarak uzaklaşsa ya da camdan dışarı atlasa daha kesin bir çözüme ulaşacaktı ancak yapmadı, yapamadı. İlkel benliği devreye girmişti ve masanın üzerine çıkmasını emretmişti. Korkunun mantığa zıt çalıştığını düşündü. Aksi takdirde kendinden kat ve kat küçük bir şey karşında aşırı tepki vermezdi. Yerde halının üzerinde duran bir cin, cüce ya da şeytan değildi. Yalnızca bir kediydi. Kimi inanışa göre şeytanın yardımcısı sayılan tüylü bir kedi. Belki siyah renkli, farklı görünümlü bir tanesi olsa doğal karşılanabilirdi yaptıkları ancak sarı renkliydi. Üzerindeki beyaz desenleri ise gökyüzündeki bulutlar kadar parlaktı. Düzenli olarak tarandığı, iyi beslendiği her halinden belliydi. Yaydığı garip aurası her zamankinden daha çok korkması için yetiyordu. Kedileri sevmezdi Murat. Hatta nefret eden, bu nefreti zamanla korkuyla karışmış biriydi. Şu ana kadar kanun karşısında yaptıkları cesaret istese de, aynısını bir kedi söz konusu olduğunda sergileyemiyordu. Ölümle yüzleşebilir, tehlikeye karşı koyabilirdi ancak ufak bir hayvan karşısında istemsiz ve anlamsız bir duygu besliyordu. Bu yüzden onlarla karşılaşmaktan her zaman çekiniyordu. Şimdi ise kader dalga geçercesine garip bir durum yaratmıştı. Sarı renkli kedinin daha önce gördüklerinden çok farklı olduğunu biliyordu. Hiçbirinde bu denli yoğun duygular yaşamamıştı çünkü. Onu gördüğünden beri iki kere bayılacağını hissetmiş, ayakta kalabilmeyi zor da olsa başarmıştı. Kalbinin çarpıntısını düzene sokamamıştı. Masanın üstünde durarak, uzaklaşmasını beklemekten başka yapacağı bir şey yoktu. Kedi, arka ayaklarının üzerinde oturuyordu. Kuyruğunu altına çekmiş, zemin ile arasını yumuşatıyordu. Bir saniye bile olsun gözlerini adamın üzerinden ayırmıyordu. Kuyruğu en az vücudu kadar uzundu. Kabarık tüylerinin oturduğu yere döküldüğü uzaktan bile görülebiliyordu. Sanki geçtiği her yere işaret koymak için bilinçli bir şekilde yapıyordu. Açık ağzı arasından sivri dişleri görülüyor, bıyıkları arasından soluk alışı seçilebiliyordu. Bakmak zorunda kaldığı bu durum, en korkunç hikâyeden daha korkunç, en ürpertici filmden daha dehşetengizdi. Birbirlerine kilitlenmiş bakışlarını ayıramıyorlardı. Bu, her ikisi içinde geçerliydi. Kedi adamın en ufak hareketini dahi inceliyor, adam ise tedirgin olduğu için tüm dikkatini onun üzerinde topluyordu. Sanki asırlarca aynı pozisyonda durdular. Ortamdaki gerilim bir an bile olsun eksilmemiş, aksine giderek artmıştı. Adam tarafından duyulan tek taraflı korku katalizör işlemi görmüştü. Ayaklarının ağrıdığını, tüm kaslarının kasıldığını hissetse de duruşunu bozamamıştı. Ölmeyi, bu eziyetten kurtulmayı bile hayal etmişti. Aslında yapması gereken, aşağı inerek evden uzaklaşmaktı. Belki de kediyi uzaklaştırmaktı. Ancak duyguları, düşüncelerinin önüne geçiyordu. Şu an yaptığına devam etmesini söylüyordu. Bekleyecekti! Tehlike bitene kadar kıpırdamadan duracaktı. Arka ayakları üzerine oturmuş olan sarman cinsi kedi yere uzandı. İlk hareket eden tüylü şey oldu. Kuyruğunu başının altına alarak yastık vazifesi görmesini sağladı. Bir gözü hala hedefinin üzerindeydi. Ne de olsa avcı bir varlıktı. Bazen zevk için bazen de yemek amaçlı avlanıyordu. Şimdiki durumu ise daha çok eğlence amaçlıydı. Karşısındakinin korkusunu hissediyor, bundan bir çeşit zevk alıyordu sanki. Vücudunu yalamaya başladı. Sert ve pürüzlü dilinin derisine değdikçe çıkardığı ses, sessizliği yarıyordu. İç gıcıklayan bu gürültü en sabırlı insanı bile çıldırtabilirdi. Ayın ışığı bile bundan rahatsız olmuşçasına sandalyenin üzerinden kedinin parlak tüylerine yönelmişti. Dilinin her hareketi böylelikle seçilebiliyor, ıslanan tüylerinin topak oluşu görülebiliyordu. Bir perili evden yükselebilecek korkunç sesler varsa, bu en korkuncu olabilirdi. Dışarıdan hiçbir gürültü duyulmamasına rağmen evin duvarları arasında yankılanan ses kesilmişti. Yerini ise bir başkasına bırakmıştı. Kedi şimdi de tırnaklarını biliyordu. Yatar pozisyondaydı ve patilerini sırayla ağzına götürerek tırnaklarını sivriltiyordu. Mermere sürtülen sivri bir cismin çıkardığı titreşim frekansından bile daha tizdi. On sekiz tırnağına da aynı özeni gösterdi. Azrail’in elindeki tırpanın ucu gibi eğilmişti. Uzun oldukları için patilerinin üstünden kolayca gözükebiliyordu. Yıllardır kesilmediği dokunulmadan bile anlaşılıyordu. Murat, sağırlığın sınırına gelmişti. Kulakları sadece bu sese odaklanmış ve emiyordu. Rahatsızlığının belirtileri açığa çıkmaya başlamıştı. Bitkin ve yorgundu artık. Yaşadığı travma akıl sağlığını bile etkilemişti. Normal olmayan düşüncelerle kafasını sürekli meşgul ediyordu. Önce görünmezliği düşünmüştü. Eğer kıpırdamazsa kedinin kendisini göremeyeceğini varsaydı. Kedi ise kaybolduğunu düşünüp odadan çıkacak ya da uyuyacaktı. Zaten bunu uzunca bir süre yapmıştı. Ancak alt benliği hareketsizliğe dayanabilmesi için kendini bu şekilde motive etmişti. Başarısız olduğunu anlaması için dakikaların akması gerekmişti. Sonra ise onunla savaşmayı hayal etti. Ne de olsa homo sapiens kendisiydi. Her durumda galip gelmeliydi. Ancak bu savaşta tekti. Onun ise yanında şeytanlar vardı. Karanlık güçler vardı. Ortaçağda öldürülen cadıların ruhları yanındaydı. Beraberce diri diri yakıldıkları çirkin görünümlü sahiplerinin çürümüş bedenlerine karşı koyamazdı. Bunda da başarılı olabilme ümidi yoktu. Şimdi de çaresizce dikilmeye devam ediyordu. Sabah olmasını beklemekten başka bir şey yapamazdı. Ay, pencereden uzaklaşmış, koyu karanlık tüm odayı kaplamıştı. Yalnızlık hissi daha da kuvvetlenmişti. Her şey boşluğa gömülmüştü. Gözler göremediğinde yanılsamalar üretirdi ve Murat da eşyaların hareket ettiğini düşündü. Hatta bir süre sonra oda bile dönmeye başlamıştı. Dengesini sağlamakta zorluk çekiyordu. Siyah elbiseleriyle kendisinin de yutulduğunu düşünmeye başladı. Zor da olsa toparlanıp, düşmanına baktığında daha da büyük bir heyecan sardı vücudunu. Sarı tüyleri, bulutları anımsatan beyazlıkları görmüyordu ancak boşluğun ortasında bir çift göz parlıyordu. Yeşil ile parlak maviye geçen renkleri habis varlıkların gözlerini hatırlatıyordu. Yalnızca masallarda, destanlarda ya da efsanelerde olabilecek kötülükleri anlatıyordu. Yan yana duran saydam gözler, büyülü küreler gibi hipnotize ediyordu karşısındakini. İçinde yayılan sisler, dönen spiraller yoktu ama Murat’ı büyülüyordu bir şekilde. Yanıp sönen ışıklara, sabit hareketli kürelere ihtiyaç duymadan Murat kendinden geçmişti. Bir süre etkilenmiş zihniyle bakmaya devam etti. Kedi bunun bilincindeydi ve adama giderek yaklaşmaya başladı. Yattığı yerden kalkarak esnedi ve evin sahibiymiş gibi zarif bir şekilde yürümeye başladı. Sırtını kabartmasını Murat görmemişti ancak korkunç görüntüsünü bir şekilde hissetmişti. Parlayan gözleri giderek daha da büyüyordu. Masanın yanına gelip durduğunda ise kocaman olmuştu. Aralarında daha fazla etkileşim olmadı. Kimse birbirine saldırmamıştı. Sadece durmuşlardı ve kedi bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Murat, kedinin gözlerindeki derinliğe baktı ve bir şeylerin cevabını aramaya çalıştı. Kedi arkasını dönüp uzaklaşmaya başladığında tek bir şey yaptı. Onu takip etti. Uzun kuyruğunun hemen gerisinden ilerledi. Karanlık yolda giderken yolunu ilginç bir şekilde biliyordu. Hatta görme duyusu daha da keskinleşmişti. Ancak bunun altında herhangi bir gerekçe aramadı. Çok uzun süre hareketsiz durmuştu ve tekrar hareket ettiğinde dolaşımının hızlanmasıyla görme kabiliyeti yerine gelmişti. Başka açıklaması olamazdı. Havaya dikilen kuyruğu izlemeye devam etti. Takip sona erdiğinde aynı kattaki başka bir odaya varmıştı. Büyük bir kasanın olduğu oda, sade bir şekilde dekore edilmişti. Bu yalınlığı bozan ise duvarlardaki tablolardı. Hepsine dikkatlice baktı. Evin eski sahiplerinin portreleri vardı. Köklü bir geçmişe dayandığını günler öncesinden yaptığı etüt ile öğrenmişti ancak resimler tahmininden de eskiyi işaret ediyordu. En eski olanına baktı. Bıyıklı bir adam, pencerenin önündeki bir sandalyede oturuyordu. Sonrakinde yine bir adam vardı. Kıyafeti öncekine göre daha farklıydı. Pencerenin arkasında ise at arabalarını gösteren bir manzara vardı. Daha sonrakilerde ise at arabaları, binalara, arabalara, sokak lambalarına bırakmıştı yerini. Sadece sandalyedeki siluetler değişiyordu. En son tabloya baktı ve yakın zamanda ölen kadının yüzünü gördü. Daha önce görmemişti ve yaşına bakılırsa ölümü doğal yollardan olmalıydı. Sandalyeye dikkatlice baktı. Gece boyunca durduğu odada pek çok kez gördüğüyle aynısıydı. Hatta tüm resimlerde de aynısı vardı. Yeni bir şey keşfettiğini anladığında ise sahip ve sahibelere tekrar baktı. Hepsinin kucağında bir kedi oturuyordu. Kafasını okşadıkları, dizlerinin üstünde yatan sarı renkli bir kedi! Ama bunun imkansızlığı tartışılamazdı bile. En fazla yirmi yıl yaşardı kediler. Yüzyıllar bir insanoğlu için bile fazlayken bir hayvan için olasılık dışıydı. Korkuyla kediye baktı. Nereye yönelse onu göreceğini hissediyordu. Resimlerde fırça darbeleriyle çizilenden farksızdı. Bunu bir şekilde biliyordu. Bakmasıyla beraber gözlerinin tekrar parladığını gördü. Bu sefer çizgi halini almış göz bebekleri farklı dünyaya açılan bir kapıyı anımsatıyordu. İnce bir hat, anahtar deliğinin gizemli patikasını işaret ediyordu. Kahverenginin hakim olduğu, üzerinde beneklerin yer aldığı gözünün içindeki siyah çizgi kedinin görüntüsünü değiştirmişti. Saldırabileceğini düşündü ancak yanılmıştı. Birden göz bebekleri irileşmeye başladı. Büyüyüp, genişlediğinde o anahtar deliğinin ötesindeki dünya gözükmüş oldu. Yuvarlak olan şeklin içinde farklı yüzler teker teker açığa çıkmaya başladı. Tablolardaki insanların ruhları sırayla belirdi. Murat tam anlamıyla kendinden geçmişti artık. Kedinin ufak gözleri tüm dünyayı kaplamışçasına büyük geliyordu şimdi. Yaşlı sahibenin bozulmamış bedenini gördüğünde göz bebeği küçülmeye başladı. Sıradan bir çift göz olduğunda ise Murat kediye daha da yakınlaştı. Artık kendi yansımasını görüyordu. Tıpkı bir ayna gibi kendini gösteriyordu. Ve ne yapması gerektiğini biliyordu. Kasayı açtı. Şifre bir şekilde aklına işlenmişti. En üstte duran bir kağıdı alarak salona geri döndü. Hava aydınlanmaya başlamış, caddede arabalar geçmeye başlamıştı. Pencerenin kenarındaki sandalyeye oturduğunda kağıdı okumaya başladı. Yaşlı sahibenin bıraktığı vasiyetnamenin en altında tüm mal varlığını Murat Altınok’a bıraktığı yazılıydı. Tarih, kadının ölümünden önce yazıldığını ve imzalandığını gösteriyordu. Katlayarak cebine koydu. Sandalyede otururken sarı renkli kedi dizine çıkarak yattı. Başını okşarken, evin yeni sahibi camın arkasından etrafı izliyordu. Yoldan geçen mahalle sakinleri aşina olmadıkları bu yüzü görürken, hala kedinin varlığından haberdar değillerdi. Eski bir evde yalnız geçireceği hayatı düşünürlerken, en sadık dostunun her zaman yanında olacağını bilmiyorlardı. EZGİ GÜRÇAY KÂBUS SİLİCİ- 1 Merve pabucu yarım, çık sokağa oynayalım 2008 yılında kullanıma giren dreamrecorder aparatı sayesinde rüyalar kaydedilmeye başlandı. Depresyonlu hastalarda ve sara gibi nörolojik rahatsızlıklarda manyetik uyarım tedavisine de eş zamanlı geçilmişti. Daha sonra Japon patentli Dreamtwin makinelerini rüyaları bölüşmek için kullandı. Bu sayede psikologlar hastalarını rahatsız eden kâbusları bizzat deneyimlemek şansına erişmişlerdi. Gece rüyalarına musallat olan kâbusları defetmek için iki yöntem vardı. İkisi de çok yeniydi. Birincisi hastanın beyni civarındaki manyetik alan gücünü biraz artırmaktı. Diğeri de beyne minik elektrik şokları vermekti. Bu arada tıpkı antibiyotiğe direnç gösteren ve mutant karakter kazanarak ilaçlara aldırış etmeyen bakteriler gibi kabuslar da direnç kazanmaya başladıklarından seanslar bayağı zorlu geçmektedir. Psikolog Safire Kayacı hastalarını sağaltmada manyetik alan kullanan ekoldendir. Bu tür sağaltıcılara argoda Kâbus Silici adı verilmektedir. “Meeeyveee, oyda mısın?” Eski komşuları Meliha hanımın sesi konumuna uygun bir şekilde yer altından gelir gibiydi. Tipinden, öfkeli ve alaycı sesinden, meraklı bakışlarından korktuğu yaşlı komşu kadın, o sekiz yaşındayken ölmüştü. Sesini ve ismini bunca yıl sonra birdenbire hatırlarken, korkusunun böylesine üst kertelere yükselmesi çok şaşırtıcıydı. Merve’nin dudakları bir şeyler söyleyecekmiş gibi beceriksizce hareketlendi. Ses yerine zayıf bir nefes yükselebildi ciğerlerinden. “Meeeyve! Pabucu yarım çık sokağa oynayalım.” Meliha hanım karşılarındaki büyük binanın yanındaki iki katlı evinde otururdu. Kocasının ölümünden sonra sadece kedileriyle yaşar olmuştu. Geleni gideni azdı. Bazen sokağın bir köşesinden çıkıverirdi. Bazen de demir parmaklıklı balkonunda gelip geçene bakar, laf edip sataşırdı. O binbir sesle. Çünkü Meliha hanım her komşunun, annesinin, babasının, bakkalın taklitlerini yapardı. Yaptığı taklitler öyle başarılı olurdu ki, içindeki yabansıl bir yanın korkudan hoşafının yağı kesilirdi. Şimdi ne alakası vardı, ama. Kadını yirmi senedir görmemişti. “Ah. Burdasın demek küçük kız. Külaha akide şekeri doldurayım mı? Bugün leblebi tozum da var. 25 liraya.” Almanyalı bakkalın sesini bunca yıl sonra duymak neden bu kadar korkutucuydu. Birisi eli böğründe, diğeri deste deste paraları keyifle sayan iki kişinin veresiye ve peşin satıcı olarak resmedildiği o meşhur karikatürü civardaki bakkal ve marketlerden ilk o asmıştı. Yani bakkal herkesin kurnaz olduğunu bildiği cin gibi bir adamdı. Meliha hanımın böyle birine sanki oymuş gibi öykünebilmesi sinirlerini bozmaktaydı. O sıralarda ama. Deforme olmuşluk duygusu alt tabaka da yırtılmayı bekleyen ince bir zar gibi belli belirsiz hissettirmekteydi kendini. Mazinin sisli denizinde çanlı şamandıra. Balataları azcık yerinden oynamış o kadar. “Tipitip cikleti mi istersin yoksa? Tipitoş, Tipicik ve havhav Tipitop da olsun mu?” “Bana çocuk muamelesi yapma.” “Çocuk hiç bitmez. Annen, baban ve ilkokul öğretmenin Nimet hanım anlatmadılar mı hiç sana?” Merve içinden yalnız değilim diye tekrarladı. Yalnız değilim. Sonra bunun doğruluğunu saptamak istercesine etrafına bakındı. Korkudan dişleri zangırdamaktaydı. “Kes sesini uyuz karı.” “Bil bakalım neredeyim ve cebim sakız dolu.” Merve dilinin ucuna kadar gelen pis bir sözcüğü engelledi ve etrafına bakındı. Kalbi diğer iç organlarıyla ilk kim yerinden kopup gidecek yarışmasına çıkmıştı. Sucuk gibi terlemişti. Elinde olmadan odada Meliha’yı görebilmek için bakınmaktaydı. İçinden bir ses bakma diyordu. Aldırma falan. Ama elinde değildi. Yatağın altı ilk akla gelen yerdi. Annesi kullanılmayan nevresim takımlarını, çeşitli örtüleri sepetlere yerleştirip Merve’nin yatağının altını tıka basa doldururdu. Belki de diğer anneler de çocuklarının yatağın altında öcü ya da timsah barınmasın diye yapıyorlardı bunu. O halde orada değildi. “Aferin kız iki sakızı hak ettin.” O sakızları al da bir yerine diyecekken durakladı. Yerini bulmuştu galiba gudubet karının. Ses eskiden oyuncaklarının durduğu hasır sandıktan gelmekteydi. Çıplak ayaklarla o tarafa doğru adım atarken cesaretine ve ahmaklık derecesine aynı anda şaşmaktaydı. Bakması şarttı,yoksa… “Yoksa ne? Ağzına acı biber mi sürerler.” 23 Kesinkez oradaydı. Yapması gereken kapıyı açıp gitmekti, ama… Bir şey, meraktan da öte, o şey neyse, onun yüzünden eli sepetin kapağına dokunmak üzereydi. “Durun Merve hanım. Dokunmayın o sepete.” Merve irkilerek soluna baktı. Siyah badili kumral bir kadındı konuşan. Durdurmuştu onu. Hem de kâbusun onu ele geçirmesine ramak kala. * Safire, kımıldamaması için genç kadına işaret etti ve eğilerek hasır sepeti açtı. Yeşil yün saçlı altı adet patlıcan bebek kıpırtısızca oturmuşlardı. “Burada bir şey yok.” dedi Safire uzaktan kumandayla alan şiddetini azaltırken. “Sesi oradan geliyordu, ama. Eminim.” Merve sakızlar diyecekti ki, vazgeçti. “Böyle bir bebeğim vardı küçükken, saçları pembe renkteydi. Babam karneme kırık geldiği bir sömestir senin bebeklerle oynama yaşın geçti deyip çöpe atmıştı.” Safire, yanaklarındaki pembe allığın güzelleştirdiği yuvarlak yüzlü kadına baktı. Koyu renk iri gözleri camlaşmıştı. Kahverengi saçlarının terden alnına yapıştığına bakılırsa çok korkmuş olmalıydı. “Kim bu Meliha? Bana bundan söz etmemiştiniz?” dedi Safire. Merve’nin yüzü şaşkınlıkla uzadı. “Unutmuş gitmiştim. Yirmi yıl önce falandı. Meliha hanım…Kedileriyle tek başına yaşayan yaşlı bir kadındı. Eskişehir’de. Almanya’da çalışıp döndüğü için Almanyalı bakkal dediğimiz biri vardı. Onu… Neyse, Meliha hanım ben küçükken öldü. Zamanla aklımdan çıkmıştı. Yani… Öyle… Seans bitti mi Safire hanım?” “Hayır. Ara verdik. Siz yatağa dönün. Birkaç dakika içinde tekrar derin uyku haline geçeceksiniz. Kaldığımız yerden devam ediyoruz. Asalak kâbus oyun oynuyor bizimle. Gelecek ama…Bu numara onun ayak izi. Haydi yatağa şimdi.” Kadın sesini çıkarmadan yatağa uzanınca Safire kadını derin uyku haline geçirdi ve kullandığı aparatın kayıtlarına göz attı. KKK7, Merve hanım Kronik Kâbus Kurbanı sağaltma projesindeki yedinci hastasıydı. Şu ana kadar her şey iyi gitmişti. Kadınla iki uzun konuşma yapmışlardı. Aşırı titiz, asabi, huzursuz bir baba ve biraz silik kişilikli bir anneyle geçen 22 yıl sonunda kronik bir kâbus hastası olup çıkmıştı. Altı sene önce üniversiteyi bitirir bitirmez evden ayrılıp İstanbul’a gelmişti. Üç yıl boyunca babasının bir gün ansızın karşısına çıkacağı düşünceleriyle yaşamış durmuştu. Hiç beklemediği bir anda, mesela bir sabah kapıcıyı beklerken sahanlıkta babasının dikildiğini görecekti. Adamın ona ilk sözü “Evi terketmek ha, ben seni böyle mi yetiştirdim olacaktı.” Sokakta benzettiği adamlardan hiçbiri babası çıkmamıştı. Ama adam bunun yerine ölümüyle gündüzün akla ziyan düşüncelerini kabus kalıbında geceye dökmüştü. Üç yıldır toprağın üç metre altında yatmasına rağmen son bir senedir hemen her gece ziyaretine gelerek hayatını karartmaya devam etmekteydi. Bu rahatsızlık nedeniyle evliliğin eşiğinden bile dönmüştü. Hangi erkek her gece yanında bağırarak, ağlayarak uyanan birini isterdi. Annesi ilerleyen yaşı ve eşi dostu nedeniyle yanına gelemiyordu. Merve de işini gücünü bırakıp Eskişehir’e dönemiyordu. Büyük bir alışveriş merkezinin idari kadrosunda olmak haftasonları da dahil işle ilgili telefonlar almak ve planlar yapmak anlamına gelmekteydi. Hastasının beyin dalgaları saniyede 11’lik tura gelmişti. Alfa dalgaları. Hücrelerdeki oksijen artırılmıştı. Kadın kolayca rahatlamış bir durumda yatmaktaydı muayene yatağında. Safire’nin aklına 2008 yılında yapılan dreamrecorder haberini heyecanla okuduğu zamanlar geldi. Depresyonlu hastalarda ve sara gibi nörolojik rahatsızlıklarda manyetik uyarım tedavisine de eş zamanlı geçilmişti. Daha sonra Japon patentli Dreamtwin makineleri rüyaları bölüşmek için kullanılmıştı. Bu sayede psikologlar hastalarını rahatsız eden kâbusları bizzat görmek şansına erişmişlerdi. Gece rüyalarına musallat olan kâbusları defetmek için iki yöntem vardı. İkisi de çok yeniydi. Birincisi hastanın beynin civarındaki manyetik alan gücünü biraz artırmaktı. Bunun derecesini ayarlayan uzaktan kumanda aleti taşımaktaydı yanında. Diğeri de beyne minik elektrik şokları vermekti. Safire birinci yöntemi yeğlemekteydi. Beyne elektrik verilmesini tehlikeli buluyordu. Rüya makinesi beyinde görüntü duyarlı bir çeşit hafif epilepsi hali yaratmaktaydı. Böylece rüyalar hem görüntülü olarak kaydedilebilmekte, hem de uzman doktorun anında müdahalesi söz konusu olmaktaydı. Tedaviden önce cerrahi ameliyatlarda olduğu gibi hastalara seans sırasında yaşanabilecek tersliklere karşı form imzatılıyordu. Kâbuslarından hayatı cehenneme dönen tipler ya bunla ya da hiç şıklarından tedavi lehine seçim yapmaktaydı. Pek yeni bir teknoloji olması nedeniyle tereddüt gösterenlere başarı istatistiklerini göstermekteydi Safire. Kayıt sırasında hastanın kendini kötü hissetmesi on binde bir oranında rastlanan bir şeydi. Allaha şükür henüz böyle bir felaketle karşılaşmamıştı. Kadın öbür tarafa tamamen geçtiğinde Safire de karşısında duran ikinci yatağa uzanarak aynı işlemi yaptı. Tekrar rüyaya girmişlerdi. Merve az önceki sanal alemde yatağının içinde büzülmüş yatıyordu. Sessizlik uzadıkça uzuyor ama hiçbir şey olmuyordu. Safire saatine baktı. 51. dakikadaydılar. Kâbus silme seansı azami 80 dakika sürmekteydi. Bunun için KDV hariç 4750 lira ücret alınmaktaydı. Kalan 29 dakikada bir şey olmazsa seans başarısız sayılacak ve ikinci bir seans yapılması gerekecekti. Beynin ardı ardına ikinci kez aynı basıncı yüklenemeyecek olması bir buçuk aylık bir bekleyişe yol açacaktı. Merve hanım 45 kâbus yüklü gece daha yaşayarak gelecekti yani randevusuna. Gelmeye karar verirse tabii. Safire Kayacı iki yıl önce koskoca İstanbul’daki üç kâbus siliciden biriydi. Şu anda ise sadece kadın doktorların sayıları yirmiyi geçmişti. Alternatifi boldu yani. 57. dakikada alan şiddeti göstergeleri kıpırdamaya başladı. Kıpırtı kısa zamanda şiddet artırdı. Safire nefesini tutmuş boş odaya bakmaktaydı. Aslında böyle bir oda yoktu. Bu temsili yatak odası hipnozla kadının beyninde oluşturulmuştu. Merve’nin çocukluğunda yattığı odaydı. Kâbus kapanıydı bir çeşit. Yataktaki kadın da delikli peynir dilimi. Kâbus girdiği yerden defedilince kesin sonuç alınmaktaydı. Beyaz kapı aralanınca Safire heyecanlandı. Bakalım sanal sıçan yemi hemen kapacak mıydı? * “Kızım sen böyle biri değildin. Neden aile değerlerini reddediyorsun?” Zihnine yerleştirilmiş yalnız değilsin, artık çocuk değilsin, bütün gördüklerin rüyadan ibaret bilgisi silinip gitti. Merve korkudan laçkalaşmıştı. Elleri, kolları üç, dört misli ağırlaşmış gibi geliyordu şimdi. İçeri giren şey insanı andıran, ama artık o olmayan çok berbat bir görünüme sahipti. Kokusu da vardı. Lahana dolması ve kesilmiş süt kokusu karışımı kokmaktaydı. İstifra salatası. Çok heybetliydi. Başı neredeyse odanın tavanına değecekti. Yatağın başucuna gelince genç kadın hayretle çişini salmakta olduğunu fark etti. “Söyle niye? Yüzünü, gözünü de badanalamışsın. Hem de bu yaşta.” Merve konuşursa hıçkıracağından korktuğu için susmayı yeğledi. Susunca sanki onu göremeyecek ve yanından geçip gidecekti. Dev şey gözlerinin tam bebeklerine bakmaktaydı oysa. Bu arada hayal meyal gibi bir doktorun muayehanesinde olduğunu hatırlamıştı. Buna inanan tarafı zayıftı. Korkudan titreyerek eskiden babası olan kimseden türeyen yaratığa baktı. “Söyle dedim.” Bu ses tonunda yirmi yıl geriye götüren bir zaman makinesi gizliydi. Her şeye hesap verildiği zamanlardı. Önlük niye kirlenmiş, defter kapları niye yırtılmış, tırnaklar maşallah kir kaynıyor, mahalledeki erkek çocuklarıyla bu saate kadar oynamak da neyin nesi. “Üçe kadar sayıyorum. Dilini çöz, yoksa kopartırım kökünden.” Merve ağlamaya başlamıştı. Hıçkırmaktan konuşacak durumda değildi. Geyik başı desenli pijamasının parmaklarına kadar uzanan kolları kendini beş altı yaşlarında hissettirmekteydi. Tam gitmesi için yalvaracağı sırada başucundaki devasa yaratığın put gibi hareketsiz kesildiğini fark etti. Ardından odanın kapısı açıldı. Krem rengi kot pantolonlu, siyah badili, kumral bir kadın içeri girdi. “Dondurdum onu. İşi bitti sayılır.” Merve’nin uyuşuk belleği hızlanınca doktorun adını hatırladı. Safire. Otuz yaşlarında hoş yüzlü kadın yanına gelince Merve kalçalarında soğumaya başlayan ıslaklığı fark ederek eliyle dokundu. Kadın hareketini fark etmişti. Anlayışla gülümsedi ve “Şimdi lütfen kalkın ve şu iki ayaklı mozoleye siyah kapıdan defolup gitmesini söyleyin.” dedi. Merve’nin belleği iyice tazelenmişti. Doktorla seans önceki konuşmalarını hatırlamıştı. Dizleri titrese de ayağa kalkmayı başardı. Tam nasıl yapayım diyeceği sırada devasa beden yerinden kıpırdadı. Goril gibi dizlerine kadar inen kocaman el daha ne olduğunu anlamadan genç doktoru kolundan yakalayarak kapıya doğru sürükledi. Kapıyı açtı ve kadını dışarıya doğru fırlattı. Sonra örtüp geri geldi. Doktorun kâbusun iptal yeri dediği alanı boylaması Merve’yi yeniden eski korku kertesine ulaştırmıştı. Deminden beri tuttuğu gözyaşları sakınımsız boşalmaya başlamıştı. “Şarlatan doktoru sepetledik. Kaç para ödedin sen buna? Söyle. Kaç para? Benim emlakçılıktan kazanıp bankaya istiflediğim paracıklarımı böyle yerlere mi yatırıyorsun? Merve şokun en üst salıncağında sallanmaktaydı, ama bir yanı kâbusun ona dokunabilmesi için kendi rızası, yani teslimiyeti gerekmekte olduğunu biliyordu. İçinde bir yan direnmekteydi. “Kaç para dedim sana? Benim param. Benim… Her yerden haberi geliyor. O kapkara kapıdan çıkmak yok. Çıkmıcaz anladın mı?” Merve rüyada olduğunu biliyordu. İnsan rüyada bayılabilir miydi acaba? Bayılsa ve oyundan çıksa. Mızsa yani tamamen. “Ne dedin?” Yaratığın kafası yüzüne değecek kadar yakındı. Merve’nin bütün kasları taş gibi sertleşmişti, ama içindeki direngen yan azmettiriciydi. “Senin paran değil artık. Annemin parası o. Dükkânda o da çalıştı senin gibi. Akşamları yemek yaparak, bulaşık ve çamaşır yıkayarak hem de. Unutma.” “Bir de babaya cevap ha! Seni de o doktor müsveddesinin yanına yollayayım da gör.” “Sen benim babam değilsin.“ “Her gece gelicem sana. Ta ki beni yeniden tanıyana kadar. Şimdi de bir ceza vereceğim sana. İkaz babından. Bil bakalım ne?” Yaratığın yirmi santim kadar geniş etli dudaklarının arkasından gelen kötü nefesi ve sapsarı dişleri Merve’nin içini kaldırmıştı. Gücü tükenmek üzereyken yan gözle beyaz kapının yeniden açıldığını gördü. Safire çok kararlı ve hızlı adımlarla içeri girince hemen sevinmeye korkarak yaratığa baktı. Kızın bir işaretiyle yüzü Merve’ye eğik olarak kalakalmıştı. Gözleri açıktı ama bebekleri yoktu bu defa. Gerçekten donmuş olmalıydı. “Ne oldu?” “Kâbuslar…” dedi Safire. Eliyle ayağa kalkmasını işaret ederek. “Kronik kâbuslar elektromanyetik alanlar sayesinde iptal edilirken bir gelişme oldu. Az önce de böyle bir şey yaşadık. Meliha dediğiniz kadın ortaya çıkar çıkmaz bir bit yeniği olduğunu sezmiştim zaten. Ben de seansın ikinci ayağında kopyamı harekete geçirdim. Alan gücünü de yüzde 22 oranında artırdım.” Merve’nin az önce bir kopyayla konuşmuş olmanın şaşkınlığıyla ağzı bir karış açık kalmıştı. Hiçbir farklılık sezememesi şaşılası bir şeydi. “Japon bilim insanları altı ay kadar önce bütün dünyayı uyarmıştı. Tıpkı antibiyotiğe direnç gösteren ve mutant karakter kazanarak ilaçlara aldırış etmeyen bakteriler gibi kabuslar da direnç kazanmaya başlamışlardı. Bu nedenle bizler de rüya psikologları olarak birer ekstra kopya kullanmaya karar verdik. Kopyalarla çatışmaları onları yoruyor ve asılsız yengi sanıları onları esas tedavi için dikkatsizleştiriyor.” Yataktan kalkmış olan Merve anlatılanları sona doğru yarım kulakla dinlemişti. Koca yaratığın her an canlanarak ortalığı kırıp geçirmesini bekliyordu. Bebekleri olmayan gözler kubur gibi kıpırtısızdı neyse ki. “Elinden tutun. Çocuk gibi. Sizin zihninizin çocuğu sonuçta. Onu siyah kapıya götürün. Beyazdan girdi siyahtan çıkacak. Yöntem bu. Şimdi kapıyı açıp dışarıya salın.” Merve robot gibi denileni yaptı. O koskoca şeyin uysal adımlarla yanında yürümesi çok tuhafına gitmişti. İçinde bir umut büyümekteydi. “Az önce her yerden haberi geliyor derken işaret ettiği buydu. Onları bu ortamda hastanın beyninden uzaklaştırmak atmosferde bir iz bırakıyor olmalı. Bir çeşit radyo dalgası gibi hayal edin. Böylelikle diğer beyinler ve dolayısıyla kâbuslar durumdan haberdar oluyorlar. Bu da onların direncini artırıyor.” Merve serbest eliyle siyah kapıyı açtı ve yaratığa dışarı çıkmasını işaret etti. Yaratık önce kımıldamadı. Sonra bedeni isteksizce harekete geçti. Bir genç irisi gibiydi arkadan bakınca. Merve kapıyı örterek sürgüyü sürdü. Ve dönüp doktora baktı. “Bir dakika içinde muayehanemde uyanacaksınız. Onu def ettiğiniz ve sürgüyü sonsuza dek sürdüğünüzü sakın unutmayın. Geçmiş olsun.” Merve gözlerini muayehanede Safire hanımla yan yana başlarında parlak metaldan başlıklarla iki dar yatakta yatarken bulunca ilk işi eliyle kalçalarındaki ıslaklığı yoklamak oldu. Gerçekti. Safire hanım rimelleri yanaklarına akmış olan kadına dostça gülümsedi ve “Ölçülerimiz aşağı yukarı aynı. Benden bir şeyler veririm.” dedi. Merve utançla başını salladı. “Rüya gibiydi.” Safire hanım başından başlığını çıkartıp kenara koydu ve “Sadece hatırası kalacak bundan sonra merak etmeyin. İyisiniz değil mi? Mide bulantısı, baş ağrısı filan yok ya?” dedi. Merve sevinçle ve minnetle gülümsedi. “Hayır. Altımdaki ıslaklıktan başka... Bu gece uyuyup uyandıktan sonra ilk işim annemi aramak olacak. Sonucu merakla bekliyor.” Safire hanım profesyonelce bir bakışla, “Yarın sabah yepyeni biri olarak uyanacaksınız.” dedi. Merve test etmeden aşırı sevinmeye korkar bir tavırla gülümsedi. “Bir şeyi merak ettim. Siyah kapıdan dışarı def edilen kâbus nesneleri ne oluyor?” “Kendi aralarında bir direnç alanı yaratmışlar besbelli.” dedi Safire. “Aslında bilgisayarımızdaki çöp kutusu gibi bir yere gitmekteler. Kâbusların yarattığımız sanal ortamlarda köprüler bularak birbirleriyle haberleşmeleri yeni bir durum. Sadece silinme esnasında diğerlerine mukavemet kazandırmaktalar bir miktar. Birkaç saat sonra Japon hocam Takamaki Fuyo’ya telefon edip durumu bildireceğim. Şu anda saat sabahın beşi orada. ” “Geri gelmez değil mi?” Safire içini çekmemek için kendini zor tuttu. “Şu ana kadar tek vaka bile mevcut değil.” dedi ve gülümsedi. Tedavide başarı oranı yüzde 98,7’ydi. Ultrasonla bebeğin cinsiyetinin tahmin edilebilmesi oranından bile daha büyüktü.Yalan söylüyor sayılmazdı yani. Safire, Merve hanımı kapıya kadar geçirip uğurladıktan sonra gidip seans elbiselerini üzerinden çıkardı. Üstkata çıkıp yatak odasına girdi Takamaki Fuyo’ya telefon etmeden önce bir şeyler yiyip kendine gelebilirdi. Önce dışarıdaki kış gününe yakışır şekilde sıcak bir duş tabii. Duşun altında bir seansın daha başarılı atlatılmasından memnun hayallere daldı. Sanal alemde gelişip gürbüzleşen, teşkilat kuran kâbusların yakın gelecekte dünyayı nasıl etkileyeceğini düşünüp endişelenmek için bol bol zamanı olacaktı. BEYNUR YILMAZ - BİRAZDAN YAĞMUR YAĞACAK Siyah bir motosiklet ve siyah bir gece… Eylül yıldızlarının aydınlattığı yolun sonundayım. Motosikletimden indim. Terasta sarışın bekleyişi vardı. Yanko yine ızgarasının başında şarabını yudumluyordu. Beni gördüğünde ayağa kalktı ve “ kapı açık, hemen gel etler soğumasın” deyip gülümsedi. Gülümseyerek girdim eve. Merdivenlerden tırmanarak terasa çıktım. Koca yaz bitmişti çoktan ve konuşulacak o kadar çok şey vardı ki… Yazın en başında, henüz Amanda ile birlikte kurduğum hayalleri kurşuna dizmeden önceki günlerde, aramızda geçen tartışmaların ayyuka çıktığı dönemdi. Ben, yeni bir plaja atanmış bir cankurtaran, Amanda ise yakın zamanda gelecek olan bir tatilciydi. Bir gün beni aramış ve artık bana olan saygı ve sevgisinin bittiğini söylemişti. Geldiğinde mutlaka benimle bu konu hakkında konuşacağını söylediğinde hala açık kapı olduğunu hissettirmişti. Aradan geçen iki hafta sonunda küçük sahil kasabasına gelmiş fakat beni aramamıştı. Ortak bir dostumuzdan öğrenmiştim geldiğini. Biraz üzülmüştüm. Yok, hayır çok üzülmüştüm. Geldiğinde beni arayacaktı. Söz vermişti, ona güvenmiştim. Annesiz ve babasızdı ona duygusal yaklaşmıştım… Ertesi gün onu aradığımda bana beş dakika dahi ayıramayacağını söylediğinde başka bir aşka yelken açtığını anlamıştım… “Yemeyecek misin? Etler soğuyor.” Dedi düşüncelerimden sıyrılarak “ İçkim bitti Yanko. Sıkıldım Motosikletlerle sahile inelim mi?” “Biralar senden ama…” “Tamam borç yazdırırım bakkala” “Yok! Gerek yok yazdırmana ben alırım biraları.” *** Bir gece bir Cafe’den çıkıp kuzenim ile birlikte sahile indik. Etrafa bakınırken, sahilin karanlık bir köşesinde Amanda ile göz göze geldik. Benden daha uzun ve birazda sıska bir genç ile yiyişiyordu. Kaçıp evime sığındım. Sabaha kadar uyuyamadım. Uykusuz gittiğim plajda kimseyle tek bir kelime konuşmadım. Dayanamadım! Amanda’yı aradım. Belki görüşebileceğini söyledi. O günün akşamına telefonuma bir mesaj attı. İstenilen yere gittim. Yanında başka bir kız daha vardı. Konuşmadım, konuşamadım. Sinirlenip oradan ayrıldım. Ertesi gün, yeniden aynı sahile gittiğimde aklımı yitirmeyi yeğlerdim. Amanda bir erkek ile konuşuyordu ve yeni tanıştıkları her hallerinden belliydi. On dakika kadar geçti ve Amanda’nın konuştuğu çocuk yan tarafımda oturmakta olan beş gencin yanına geldi. Gururluydu. Büyük bir savaş kazanmış bir imparator kadar gururluydu. Arkadaşlarına Amanda’dan saat on birde buluşma sözü aldığını ve gece olunca Amanda’yı evire çevire düzeceğini söylüyordu. İnanamıyordum kulaklarıma. Arkadaşlarına Amanda ile olan konuşmayı her ayrıntısıyla anlatırken sesi heyecandan titriyordu genç adamın. Tam da kalkacağım sırada, guruptan iki gencin Amanda’ların şemsiyesinin yanına gittiklerini fark ettim. Biraz izledikten sonra tartıştıklarını anladım. Yerimden kalkarak Amanda’ya doğru hızlı adımlarla ilerledim. Amanda’nın yanındaki kıza bağıran elemanları sert bir şekilde itip kaktım. Benden korktular. Toz oldular. Onun korunmaya ihtiyacının olmadığını söylemesiyle başka tek kelime etmeden oradan ayrıldım. Sonradan durumu anlatan bir mesaj attım. Yolladığım mesajda delikanlının arkadaşlarıyla olan konuşmasını anlattım. Amanda bana inanmadı ve o gece o züppeyle birlikte oldu. Üç gün sonra onu sahilde yeniden gördüğümde etrafındaki erkeklerin onu bir et parçası olarak gördüğünü söylediğimde bana güldü. Bu onu son görüşümdü. Demek ki kadınlara yaklaşımım yanlışmış diye düşünmeye başladım. Benimle ilgilenen kadınlara sadece yatmak için yaklaştım. İlk kurbanım Elena, son kurbanım güzel kalçalı Rozi oldu. Neden duygusal yaklaştığım kadınlar beni üzerken, düzmek için yanaştığım kadınlar üzülür anlamam. Amanda gibi yalancıktan hayaller kurdurmadım. Amanda gibi yalan söylemedim. Ve hiç kimseye hiçbir vaatte bulunmadım. Bana aşık oldular. Bunu istemiyordum. Artık sevişmekten bile yoruldum. Korkutuldum. Yeni insanlar tanımaktan ürktüm, ürkütüldüm. Birazdan yağmur yağacak. Fırtına içimde, içimde şimşekler çakmakta. Telaşsız Poyraz, telaşlı dalgalar. Biz sarhoş olmak üzereyiz. Gece sarhoş, yıldızlar sarhoş, yoldan geçen insanlar sarhoş. Mevsim sarhoş… Kasabanın 28 HASAN TÜRKSEL - KORDONBOYU Seans kapanmış, günlük değerlendirmeler sona ermişti. Yarın için oluşabilecek işlem hacmi ve buna bağlı yapılması gereken satış ve alım rakamlarına ilişkin ön raporu hazırlayıp, bağlı bulunduğu departman şefine gönderdi. İşe başlayalı henüz 15 günlük bir süre geçmesine rağmen uzun süredir burada calışıyormuş gibi hissetmeye başlamıştı. İyi bir analist olmak için elinden geldiğinin fazlasını yapması gerekiyordu. Gün boyunca yaşanan stresin ardından koltuğuna yaslanıp, menkul kıymetler şirketinin bulunduğu 9.kattaki ofisten, beş dakika da olsa Kordon ve Karşıyaka manzarasını seyretmek ruhunu dinlendiriyor, Ege denizinin koyu maviliği onu alıp başka diyarlara yolculuğa çıkarıyordu adeta. Son zamanlarda ailesi ve akrabaları iş hayatına atıldığı bu kısa sürede onun nasıl olgunlaşıp değiştiğinden bahsediyorlardı. “Böyle giderse bu çocuk birkaç seneye kalmaz evlenebilir” demişti babannesi Binnaz Sultan. Gerçi üniversite yıllarında da bunu sık dile getirirdi. Evliliğe karşı olmasa da evlenmek için önce insanın bir sevgilisi olması gerekirdi değil mi? Okulu bitirmelerine 3 ay kala Müjde onu eski erkek arkadaşıyla aldatmasa sanırım evlilik planı yapmamaları için bir neden yoktu. Hatta bir ara kendi aralarında evlenirsek nasıl, nerde yaşarız şeklinde çocuksu planlar dahi yapmışlardı diğer çiftler gibi. Aklına bunlar gelince canı sıkıldı, masadan kalkıp kafeteryaya gitti. Kantinde her ortamda olduğu gibi yeni gelenin üzerine çevrilen bakışlardan nasibini alırken, bir sonraki aşamaya geçebilmek için kısa sürede diğerleri ile iletişim kurması gerektiğini biliyordu. Pencere kenarında şirketin uzun süredir çalışanları olduğunu öğrendiği, araştırma departmanından Tekin ve yurtdışı satıştan Rıfat’ı kafa kafaya verip bir dergiyi incelerken gördüğünde oraya yöneldi. “Merhaba Tekin Bey, Rıfat Bey. Dışarıdan bakınca oldukça hararetli bir tartışma içinde olduğunuz görünüyor. Acaba hangi konuda konuştuğunuzu sorsam?” dediğinde Tekin, Cem’in ne söylediğini tam olarak anlamazken Rıfat sorulan sorudan rahatsızlığını dile getiren bir ifade ile “Atomun çekirdeğinin bölünmesi ile ilgili yapılan yeni bir calışma hakkında konuşuyoruz ama büyük ihtimalle sen bu konudan anlamazsın. İzin verirsen konuşmamıza devam etmek istiyoruz” şeklinde bir cevap verdi. O an içini kaplayan öfkenin oluşum hızı ve seviyesini ölçebilen bir alet yapılsaydı sonucu ne olurdu acaba? “Asıl senin anan anlamaz” cümlesi sadece içinde yükselen bir ses olarak kalırken “Kusura bakmayın, amacım rahatsız etmek değildi. Size iyi akşamlar” diyerek yanlarından ayrıldı. Normalden 10 dakika önce işten çıkarken sonucunun ne olacağını umursamıyordu. Madem umarsamıyordu neden biraz önce içinden geçenleri koca burunlu, bodur adama söylememişti? O zaman ipler tamamen kopardı diye cevap verdi içindeki sese. Yeni bir calışan olduğum için beni suçlamaları ve işten çıkarmaları kaçınılmaz olurdu diye ekledi. Eğer erken çıktığı farkedilirse ailevi ya da acil bir durum gibi her zaman geçerli olan bahanelerden birini kullanabilirdi. Ayrıca bugün için yapması gereken tüm işleri bitirmişti. Okuduğu “Profosyonel hayata geciş” adlı kitapta yazdığı gibi önce sakin olmalı ve şirket içerisinde kendine bir yer edinesiye kadar insanların güvenini kazanmalıydı. Öfkelenen, sorun çıkaran çalışanın profosyonel hayatta yükselmesi gibi bir durum söz konusu değildi kitaba göre. Talatpaşa otobüs durağına doğru yürürken fikir değiştirip kordonboyu sıralanan barlardan birinde oturmaya karar verdi. Ne yaparsa yapsın içindeki, olayı her hatırlayışında artan, öfke bir türlü azalmıyordu. Bir şeyler yiyip içerse belki kendine gelebilirdi. Denize nazır kurulan orduevinin yanından kıvrılıp Sirena Bar’a doğru ilerlemeye başladı. Otomatikleşmiş bir hareketle Seçkin’e telefon ederek, konuşmaya ihtiyacı olduğunu, her zamanki yerde beklediğini söyledi. Bu arada saatine baktığında şu anda ofisten kendi şefi dahil herkesin çıktığını düşündü. En azından onu aramamalarını iyi bir işaret olarak saydı. Ağustosun son günleri yaşanıyordu. İşten çıkanlar, Alsancak’ta farklı amaçlarla kurulan dershanelerden gelen öğrenciler, daha önceden haberleşenler, İzmir’e rastgele yolu düşmüş veya bir dost tavsiyesiyle gelenler akşamüstü Kordon’u dolduruyorlardı. Kimileri oturacak bir yer bulabilmek için dakikalarca beklemeye razıydı mekan köşelerinde. Güneş yavaş yavaş İzmir’i terkederken Kordon’da yerinizi aldıysanız, insanların neden sözleşmiş gibi her akşamüstü buraya akın ettiğini anlarsınız. Güneş sahneden çekilip yerini yıldızlarla parlayan, hafif esintili bir ortama bırakasaya kadar geçen sürenin bir seromoniden farkı yoktur. Dolayısıyla İzmirlilerin ya da Kordoboyu bu eğlenceye katılan kimselerin de her akşam bu güzelliği kutlamalarından daha doğal bir şey olamazdı. Yıllardır gide gele bar sahibi ve zaman içinde değişen çalışanlarla iyi bir diyaloğa sahip olması nedeniyle, mekan dolu olsa bile kısa sürede onun için bir masa ayarlarlardı. Bazen bu durumdan utanır, acele etmemelerini, bekleyebileceğini söylerken bazen de bu durum, eğer yeni edindiği arkadaşlarıyla beraberse, inanılmaz hoşuna giderdi. Anne ve babası da üniversite yıllarında bu mekana gelip giderken birbirlerine aşık olduklarını anlatırlardı hep. Hatta annesi o dönemde bu mekanda çekilen fotoğrafları halen bir kutuda saklıyordu. Yani orası onun için sıradan bir mekan olmaktan çıkıp, aileyi anlatan tarihsel bir simgeye dönüşüyordu adeta. Seçkin geldiğinde, Cem birasını yudumlamaya başlamıştı bile. Gözlerini denize dikmiş, Seçkin’in geldiğinin farkına dahi varmamıştı. “Selam üstad, nasılsın? Aloo, ben geldim görmüyor musun?” “Aah,hoşgeldin kanki. İnan farketmemişim. Zaten kendimde değilim, sinirlerim altüst olmuş bir şekilde. Şu an birisi ters hareket yapsa, üzerine atlayıp pataklayabilirim inan.” Seçkin gülümsedi. “Vay seni tutmak bize düşecek desene. İçindeki aslanı sakinleştir de anlat bakalım olanları. Ayrıca ben gelmeden başlamışsın. Dur ben de bir bira ısmarlayım.” “Sakinleşmeye çalışıyorum zaten.Ben büyük boy meze tabağı söyledim, gelince beraber yeriz.” Cem olanları anlatırken, güneş yavaş yavaş Ege denizine ve İzmir’e veda etmekteydi. Ortaya çıkan gözalıcı kızıllık, geçmişten bugüne kalan belkide en gerçekçi miras olarak duruyordu. Barların ışıkları yanmaya, gecenin ilk şarkıları söylenmeye başlamıştı. “Bence de en doğru olanı yapmışsın. Eğer içindeki sesi dinlemiş olsaydın, yarın işsizler ordusuna sende adını yazdırmıştın. Ama sende gidip adamların konuşmasına direkt girmişsin be üstad. Yani adamı kızdırmışsın.” “Biliyorum kanki. Ama yine de daha nazik davranabilirdi bodur teneke. Bu olay bana bir ders oldu diyelim. Aslında benim asıl öfkem daha önce başladı. Kantine gitmeden önce aklıma Müjde ve olanlar gelmişti. Bazen olanları halen kabul edemiyorum Seçkin. Onca yıllık beraberlik sonrası böyle bir son olmamalıydı. Hani bitecekse de başka bir son yazılamaz mıydı?” Cem, her ne kadar aksini iddia etse de bedeni alkole karşı dayanıksızdı. İkinci birasını içmeye başlarken kafasının yavaş yavaş dönmeye başladığını hisseder; ancak o an içindeki şüphe ya da bazen çekingenlik birden ortadan kaybolurdu. Mekanla bütünleşmiş meze tabağı geldiğinde açlığını daha bir hissetti. Kürdanlara batırılmış sigara böreğini, kızarmış patatesleri ve turşuları hızla midesine indirmeye başladı. Seçkin ise neredeyse hiçbir zaman bu yeme yarışında ondan aşağı kalmazdı. “Demek sen halen o konudasın. Ben bittiğini düşünüyordum. Hem seninle tüm bir yaz konuşmadık mı? Kız o yarma adamla gününü gün ederken sen burda kendini paralıyorsun. Boşver artık. Bak önünde bir kariyer imkanı açıldı. Hem ülkedeki işsizlik oranı şu an ne biliyor musun? Yüzde 13. Yani bizler mezun olup hemen iş bulabilen şanslı kişilerdeniz. Sen bu tip durumlara odaklan bence. Hem yeni borsacı kimliğinle seninle beraber olmak isteyen çok kız olacaktır.” “Elimden geleni yapıyorum ama aldatılmanın acısı kolay geçmiyor. Lekesi çıkmayan çamaşır gibi her seferinde biraz soluyor ama asıl iz hep orada kalıyor ve sende o lekeyi görmekten dolayı sinir oluyorsun. Ya da bunun gibi bir şey.” “Ooo üstad sen bırak borsayı yazar filan ol, bu aşk seni baya yazar yapacak desene.” “Geç sen dalganı bakalım benle. Neyse unutacağız. Unutmaya mahkumuz ya da adını unuttum bir yazarın dediği gibi unutmak istediklerimizi bu seferde erteleyeceğiz.” “Bak dediğim kadar varsın.Sen şimdiden girmişsin olayın içine.” Gülmeye başladılar.Seçkin ikinci birasını ısmarlarken, Cem de üçüncü için tereddüt etmedi. İkinci ve üçüncü bardak arasında bir fark hissetmiyordu kendince ama dördüncü için durması gerektiğini biliyordu. Haftaiçi üç bardak bile fazlaydı ya bu akşamüstü öfkelenmişti işte. “Peki senin iş nasıl gidiyor? Ayrıca Hande yüksek lisans için İngiltere’ye gideceğim diyordu son durum ne?” “Son günlerdeki ekonomik krize rağmen bölgemdeki satışlar gerçekten iyi gidiyor. Gerçi benim çalıştığım ilaçlar biliyorsun hayat şartları kötüye gittiğinde daha çok kullanan ürünler. Doktorlarda hastalarına önerdikleri bu antidepresif ilaçlardan olumlu sonuçlar aldıklarını söylüyorlar. Toplumca bir cinnet geçiriyoruz anlayacağın. Böyle giderse beş yıl içinde her iki kişiden biri bu ürünleri kullanıyor olacak. Firmamın bu konudan çok şikayetçi olduğunu söyleyemem. Bende şimdiden eczanelere yaptığım satışlardan yıl sonu primini almayı hakkettiğim için keyfime diyecek yok. Hande konusu ise biraz karışık. Tam ne istediğini o da bilmiyor. Bir gün gideceğim diyor, sonra vazgeçiyor. Tipik bir İzmir kızı işte. Güzel ama kararsız.” Cem, Seçkin’in Hande hakkında konuşurkenki yüz ifadesini gördüğünde işlerin onun söylediğinden daha kötü olduğunu anladı. Seçkin’i yaklaşık 14 senedir tanıyordu. Madem Seçkin bazı şeyleri henüz anlatmak istememişti, o zaman bekleyip olanları görmeliydi. Müziğe karışan insan uğultusu giderek artıyordu Kordon’da. Amma da çok konuşuyordu İzmir insanı. Yüz ifadelerine bakılırsa herkesin anlatacak çok önemli bir hikayesi vardı ve birbirini dinlemeden konuya girmek için sabırsızca davranıyorlardı. Ardı ardına kopan ve birbirini tetikleyen gülme krizleri yaşanıyordu. Bir nevi bir özgürlük alanıydı burası. “Toplum olarak kanımızın kaynadığı ve çabuk öfkelendiğimiz doğru ama durumun bu kadar vahim olduğunu bilmiyordum. Ama bunları söylediğin iyi oldu. Bundan sonra ne zaman sinirlensem sözlerini aklıma getirip sakinleşmeye çalışacağım. O her iki kişiden biri olmak istemiyorum inan. Hande’ye de zaman ver o zaman. Onun gelgitlerine senin de kapılmanın bir anlamı yok.” “Öyle yapıyorum zaten üstad. Hadi dostluğumuza içelim, iyi ki varsın hayatımda” “Sende kanki. Şerefe!” Geceyarısına kadar konuştular. Görüşemedikleri birkaç gün içindeki ayrıntılardan bahsettiler. Saat 12’ye gelirken mekandan kalktılar. Mekanda tanınmanın karşılığı her zaman az ya da çok bahşiş bırakmak oluyordu tabiki. Onlar yavaş yavaş Kordon’u terkederken masalarda seyrek de olsa insanlar halen oturuyorlardı. Seçkin ilaç şirketinin verdiği yeni model arabasıyla Cem’i evine bırakırken kapıda ayaküstü Cem’in babasıyla bir süre sohbet etti. Cem ise tüm öfkesinden arınmış bir şekilde yatağına uzandı ve sabaha kadar deliksiz uyudu. Yeni bir gün yeni bir şans, ayrı bir yolculuktu. Öğrencilik yıllarında positif anlamlar içeren buna benzer cümleleri odasının her bir köşesine yazıp yapıştırırdı. Etkisini görmediğini söyleyemezdi ama hayatında muhteşem değişikliklerde olmamıştı hani. Asansörle 9.kata çıkarken özellikle Rıfat ile gün içinde karşılaşmamayı diledi. Ne zaman öfkelenirsen gülümse, öfken yatışmazsa o zaman kahkaha at sözünü bugün için belirlerken şimdiden gülümseyen bir yüz ifadesini kullanmaya başladı. Ofisten içeriye girdiğinde herkesin çoktan odasına geçip çalışmaya başladığını ve diğer günlerin aksine bir sakinliğin yaşandığını gördü. Şirketiçi haberleşme bağlantısını tam saatinde yaptı. Yeni seans başlamadan önce gelen e-postalarını kontrol ettiğinde hesabında ofis içinden gönderilen iki mektup vardı. İlki her sabah aldığı, şefi tarafından gönderilen gün içinde yapılmasını istediği direktifler ve ön raporun yorumu, diğeri ise yurtdışı satıştan Rıfat’tan gelmişti. Şefinin ön raporuna ilişkin yorumunu merak ederken Rıfat’ın mektubunun üzerine tıkladı. İçindeki öfke midesini yakmaya başlarken gülümsemeye çalıştı. Gözlerini hafif kısıp gelen kısa yazıyı okudu: “Merhaba Cem. Dün sana biraz kaba davrandığımı biliyorum ama inan çok ters bir anda gelmiştin. Eğer seni istemeden kırdıysam özür dilerim. İstersen sana gün içinde bir kahve ısmarlayabilirim. Hem atomun parçalanması hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum. Bu arada şirketimize hoşgeldin, iyi çalışmalar.” Cem’in yüzüne gerçek bir gülümseme yayıldı. Mektubu birkaç kez arka arkaya okudu. Biraz suratsız olsa da iyi bir adam olduğunu tahmin etmiştim diye düşündü ve hemen bir cevap yazdı. “Merhaba, alınmadım desem doğru olmaz ama nazik mesajınız için teşekkürler. Kahve teklifinizi memnuniyetle kabul ediyorum. Ayrıca Bilim ve Teknik dergisine çocukluk yıllarımdan beri aboneyimdir. Bu konuda söyleyecek şeylerim olduğuna emin olabilirsiniz. Size de iyi çalışmalar.” Şefinin gönderdiği mektupta kendisinin de onunla aynı düşüncede olduğunu belirtmesi ayrı bir sevinç kaynağı oldu Cem için. Bugünün tarihini bir kenara not etmeliyim diye düşündü. Gün boyunca büyük bir zevkle çalıştı. Zaman zaman kaçamak bakışlarla penceresinden Karşıyaka’ya baktı. İlk seans bittiğinde öğle yemeği için kafetaryanın yolunu tuttu. Mehmet Yiğit - tövbe etmemeye yeminli günahkarlar`a cenazenkalkmaz törensokağında komplebir akşamüstü tersiyer alkollerle ters ilişkiye giren alkolikler yeni yeni uyanıyorlar mevzuya piçler oturmuş kendi aralarında babalarının kim olabileceği hakkında tahmin yürütüyorlar fahişeler,müşteri profilini çıkartmakla meşgul polisler teşkilatın yeni dağıttığı joplara bir mutluluk çubuğu edasıyla yaklaşıyorlar. o günahkarlar ki sussalar:sustalar.konuşsalar zehir zemberek:çapraz tüfek sokağın başını tutmuş çift engerek;biri topal elinde değenek diye günahkarlardan birinin kaval kemiğini tutuyor zor zaman ,dar mekan suçun ödülü cezadır.hayatın ödülü intihar.sokağın ödülü günahkarlar. Kendiliğimden gördüm onları ordaydılar tespitsiz tanıdım onları mayındılar zamansız tanıdım onları mayıstılar. dört kişiydiler.dört gözdüler dört gözle beklenen müjdeli bir haber gibiydiler. dört mevsimdiler. dört yanlış bir doğruyu götürdüğüne göre dört yanlış bir doğruya eşitti. mütemadiyen günahkardılar. herkesin üstlerine geldiği bir gece çekip gittiler pişmanlığın bütün dişlerini... 32 Melike ŞENYÜKSEL -YARIM… 1 Bulanık rüzgârlar düşleyen bir çocuktu; gözlerindeki. Yorgundu. Yorgun ve cevapsız, gecede. Yanıtsızlıklarına iki daha eklemişti az önce. Hiç azalma dan, sistematik bir hızla artıyor ve genişliyor oluşları nedeniyle, belki de çok kısa bir süre zarfında, şimdiye kadar pek prim vermediği öz kıyım teorilerine yeşil ışık yakar hale gelebileceğini düşündü. Delireceğini bir de. Yeni bir boğuluş akşamı ayinine çağırmıştı yine birileri. Bunu duyuyordu kulakları. Şimdi hangi el altı şiirine sığınmalıydı acaba? Hangi şükredişe göz kırpmalıydı? Gözlerini yumdu ve ağrısız bir körlüğe niyetlendi… 2 “Öleceğimi bilsem…” Yarıda bıraktığı cümlenin çoktan tamamlanmış anlamı, O susar susmaz çarpmıştı yüzüne. Sıkıntılıydı. Düşünceleriyle yaşadığı sayısız çiftleşme ardından orta yere bırakıverdiği, özellikle de yarım bıraktığı tonlarca cümlenin, bir gün hışmına uğrayacaktı elbette. Bunu biliyordu da. Onu asıl sıkan böylesi bir anda kullanabileceği hali hazırda bir savunusunun olmayışıydı. Oturup bir savunma yazmaya kalkışsa, yine ardı ardına sonu bir türlü gelmeyen sayısız cümle sıralayacak ve bu eğreti çaba Ona yeni davacılar kazandırmaktan öteye gitmeyecekti. Suskunlukta kalıp beklemek, tamamlanmışlığa giden otobüsleri… 3 “Genetik hüzünlerin asık suratlı taşıyıcısı: BEN” Bekler… Uykulu gözlerinden bir fincanlık dikkat ödünç almaya niyet lenir gibi olur ancak gözlerinin bunu yapmaya hiç niyeti yoktur. Geçirdiği günün yüzüne bıraktıklarına bakmak için ayna önündedir. Bekler, ayna yüze yinde yavaşça belirmesini, yüzünün. Bekler, bekler, bekler… Her zamankinden çok uzun süren bu bekleyiş onu tanıdık sorgulamalara yöneltir. Günü geçirir aklından. Kendisinin de henüz anlamlandıramadığı tuhaf bir sadakatle gözlerini açtığı sabahı. İçinde olduğu güne ait olup, her nasılsa tüm diğer sabahları gibi olan sabahı. Kapı eşiğinin hemen ardında başlayan, ezbere kalabalığını sokağın. El arabasıyla kapı kapı dolaşıp sözde memba suyu satan ihtiyarı, kırmızı kapaklı bidonlarını. Köşedeki dilenciyi.Onu her görüşünde, düşünmeyi yasakladığı şeyleri kendine. Yalama olmuş duyarlıklarını. Çocukları… Ve gözlerini kaçırışını, sokak insanlarının çalıcı bakışlarından… Hala ayna önündedir. Güne ait tonlarca detayı hatırlarken geçirdiği zamanı düşünür, düşünerek aslında yaşayabilecek olduğu andan çaldıklarını… DÜŞÜNÜR… 4 “Gün sürer… İçinde barındırdıklarımdan habersiz bir varoluşun sessiz eşliğiyle gün sürer.” 33 Durdu. Tırnağının o anlamsız hali çarptı gözüne. Pembe, ablak, ifadesiz bir surata benzetti onu. Belli bir ifadeye sahip olmayan her şeyin bezdirici bir yavanlık taşıdığını dahası, onların varoluşlarının sırf bu yavanlık kokusunu oldukça ağır bir biçimde salgılamalarından ötürü hissedilebilir olduğunu düşündü. İfadesizliğin yokluğa bakar yüzünü, yokluğunsa insanca bir dürtüyle belki de kaçınılması gereken donukluğunu koydu önüne. Güçlü silahlar seçilmeliydi şimdi. Çünkü düşman güçlüydü. Hem yokluğa karşı açılan bir savaşta varlık gösterebilmek pek de öyle kolay bir şey olmasa gerekti… Tekrar tırnaklarına çevirdi bakışlarını. Bu küçük milimetrekarelerde kaç adım atılabileceğini hesapladı gözleriyle. Gözleri bu tuhaf yürüyüş hesapla rından bıkar gibi olunca da hiç duraksamadan dişlerinin arasına aldı tırnak uçlarını. Tek bir hamle hakkı vardı şimdi, bu kendince kurduğu düzmece oyunda. Dişleri yalnız iki tırnağı kavrayabiliyordu aynı anda, fazlasını değil. O halde işe onlarla başlanacaktı. Hafif ısırıklarla açılış yaptı. Dudak arasında kalan çelimsiz tırnak parçalarını diliyle kurcaladı biraz ve usta bir hareketle onlardan kurtuldu sonra. Tekrar ellerine baktı. Bu kendi kendini yiyip bitiriş seanslarının sonuçlarını görebilmek için. Tırnakları olanca ifadesizliğiyle karşısında duruyordu. Azalan hiçbir şey yoktu sanki… AZ ALAN HİÇBİR ŞEY YOK! Nihat KAÇOĞLU NÂR-I AŞK Rıza Tevfik'e Ezelden yanmışız aşkın nârına, Yana yana ciğer kebâb olmuşuz. Düşmüşüz bir gülün âh u zârına, Bir şuhun yoluna turâb olmuşuz. Nazar kılmaz olmuş ol yâr-ı memduh, Hayli elem çekmiş bu dil-i mecrûh, Hançer-i feleği saplamış ol şuh Ol sebepten böyle harâb olmuşuz. Dost, tâlib diyerek seçmişler bizi, Varak-ı sevdâya geçmişler bizi, Erenler aşkına içmişler bizi; Meyhâne-i aşkta şarâb olmuşuz. Tutulmuşuz bir cefâcı dilbere, Hayrân olmuşuz ol servi reftâre. Kar, yağmur olup da yağmışız yere; Semâ-i irfânda sehâb olmuşuz. Nihâd elimize almışız sazı, Bülbül-i mârifet kılmışız sazı, Erenler aşkına çalmışız sazı; Tar-ı sevdâ olmuş, rebâb olmuşuz. 34 KENDİ AĞZINDAN Bir sanat İnsanının Kısa portresi Can Sever 5 Eylül 1989 İstanbul doğumluyum.Lise öğrenimimi Özel Üsküdar Fen Lisesi’nde burslu olarak tamamladım. 2007 yılında Boğaziçi Üniversitesi elektrik-elektronik mühendisliği bölümüne yerleştim.2.sınıf öğrencisiyim. Çalışarak ve burs alarak okuyorum. Şiir ve sinemayla ilgilenmeye çalışıyorum kendimce. Yaklaşık 2 yıldır yazdığım “şey”ler bir yerlerde yayınlanmaya başladı. Odasanat, Sınırda, Akatalpa, Yeniyazı, Sertsessiz, Şimal Yıldızı, Serenat, Maviada, Delidefteri, Karşın, Alaz, Adıyok, Kıyı, Kum gibi dergilerde şiir denemelerimi yayınlayabildim ; Radikal gazetesinin eki Radikalgenç’te de kitap eleştirileri yayınlıyordum ancak o ek kaldırıldı artık. Sinema hakkında da -özellikle senaryo- çok okumaya izlemeye çalışıyorum, seminerlere katılıyorum, elimden geldiğince kendimi geliştiriyorum.Üniversitede de sinema sertifikası programındayım ve imkanım oldukça kısafilmler çekmeye başladım…Şiir ve sinema ,fırsat yaratarak ne şartla olursa olsun -amatör ya da profesyonelömür boyu ilgilenmek istediğim alanlar… MUTLULUĞUN RESMI abidin dino’nun şiirinden ! inebilseydin bu şehre ayağında gittiğin yerlerin tozu yüreğinde eski sızı ela gözlerinde yanıp tutuşan hasretimle kucaklaşabilseydik seninle belki son kez… boynumda sıcak nefesin alnına dökülen saçların üstünde çok ilkbahar ve rengarenk entarin dizlerini açıkta bırakan ve masum dizlerinde telaşlı bi yorgunluk geleceğimize şimdi başlayan sonsuz yolculuk yüzünden taşan bakışların “şöyle dur da doya doya bir bakayım sana” nın sonuna denk gelen ayaklarında açık ve hafif ayakkabıların ve parmakların hala çocuk hala tanıdık… işte o zaman söylerdim en güzel sözlerimi buna da ne ağzım yeterdi ne ruhum… 35 beni hatırlayınız ikinci anneme… derin vesselam derin coğrafyam geleceğe bakar elimdeki eksik ayna gözlerine bakar: belki iki farklı ülke iki şehir belki aynı şehrin kültürel farklılığı her halinden belli bu iki semti komşu iki semti belki birleşmeyen iki yakası belki bilmeden aynı yerlerde belki olur a bir evde tek bir ruhun teninde nerde nerde nerde nerde ve nerde olursak gözlerine her baktığında biraz da beni hatırla ! zira benim evim evim senin suretin deki binbir renk binbir desen içimden geçen resminde rakseden sen… 36 SADIK YEMNİ, PAUL VERHOEVEN VE RUTGER HAUER’I YAZDI… (kaynak: Tersninja.com) İstanbul Modern Sinema’da 14 – 22 Kasım tarihlerinde yönetmen Paul Verhoeven’ın filmleri gösteriliyor. Üstüne üstlük bugün (14 Kasım Cumartesi) 14:00’teki Türk Lokumu / Turkish Delight filminin gösterimine Paul Verhoeven da katılıyor. Hal böyleyken düşündük, hazır Hollanda sakini bir yazarımız var, Hollanda’nın dünya çapındaki film insanları olan Verhoeven ve onun gözde oyuncusu Rutger Hauer hakkında kelam etme işini ona bırakalım dedik. 5 Kasım 1975’de Amsterdam yaşamına dahil olduğumda Türk Lokumu (Turkse Fruit) filmi çekileli bir yılı geçmişti. Birkaç yıl sonra seyrettiğimde birkaç şeyin çok etkisinde kalmıştım. Bu filme kadar kimsenin tanımadığı Monique van de Ven’in dilberliği, Rutger Hauer’ın oyunculuğu ve filmin izleyiciye hitap tarzı. Paul Verhoeven diğer Hollandalı rejisörlerden çok farklıydı. Bu fark Hollanda’nın Askerleri (Soldaat van Oranje – 1977) filminde de çok açıktı. Yıllar sonra 1987’de ABD’de Robocop’u çekti. Ardından 1990’da Gerçeğe Çağrı (Total Recall) filmi geldi. Çok başarı kazanan bu iki filmin en büyük özelliği çizgi romandan sahneye başarıyla aktarılmasıdır. Sezeryanla falan değil, çizgi romana film ortamına doğal doğum yaptırtmak. Bunu yapabilen yönetmenler çok başarılı oluyorlar. Verhoeven bunlardan biridir. 1992’de Temel İçgüdü (Basic Instict) filmi Hollandalı yönetmenin Amerika kariyerindeki en üst nokta oldu. Büyük bir kasa başarısıydı, ama yönetmenine uğursuz geldiğini düşünüyorum. 1995’de Striptiz (Showgirls) filmiyle yılın en kötü filmlerine verilen Golden Raspberry Award – Razzie ödülünü kazandı. Yılın en kötü filmi ve en kötü yönetmeni ödülünü almıştı. 1980 yılında Oskar ödüllerine tepki olarak John Wilson tarafından başlatılan bu tersödülü şahsen almaya giden ilk yönetmen oldu Verhoeven. Temel İçgüdü’nün kapıyı ikinci kez çalma denemesi başarısız olmuştu. 1997’de Yıldız Gemisi Askerleri (Starship Troopers) filmini yönetti. Örneğin o sıralarda yapılan dördüncü Alien (Alien Ressurection), The Terminator, Geleceğe Dönüş(Back to the Future) cinsinden filmlerle kapışması imkânsız bir yapımdı. Sönük kaldı. 2000’de Görünmeyen Tehlike (Hollow Man) filminde Verhoeven burada bence 3. milenyum hatası denebilecek cinsen bir hata yaptı ve gerilimin içine bol bol Temel İçgüdü serpiştirerek görünmez adamlı takip sahneleriyle soluk kesebilecek bir serüveni libidoya feda etti. O sıralarda yapılan Matrix, The Dark City, 13th Floor vb’yi düşünün. Filmin temposunu yavaşlattı ve görünmezlik gibi büyük bir avantajı röntgencilik ve tasallutçuluğa indirgeyerek berhava etti. Sonra Amerika’dan Hollanda’ya döndü ve 2006’da Kara Kitap adlı bir film çekti. Filmi izledim. Hiç de fena değildi. 71 yaşındaki Paul Verhoeven dünya filmciliğinin kayda değer yönetmenlerinden biridir. Ve Rutger Hauer… 1982 yılında Amsterdam’da bir gün otobüsle bir yere gidecektim. Otobüs kalabalık değildi. En arkada oturuyordum. Jan van Galen sokağındaki durakta ön kapıdan içeriye Rutger Hauer bindi. Arkaya doğru yürüdü. Bakışlarımdan onu tanıdığımı anlayınca gülümsedi. Bir durak sonra indim. Sonradan bunu anlattığımda eski karım inanmadı. Rutger niye otobüse binsin ki dedi. 1982 Rutger Hauer için zirve yılı. Bıçak Sırtı (Blade Runner) filmi bütün dünyada hasılat rekorları kırmaktaydı. Orada robotların başını canlandırmaktaydı. 1986’da Otostopçu(Hitcher) de de psikopat bir katili. Bu iki filmdeki rol tipi sonradan daha sıradan roller aldığı filmlerde bugüne kadar yinelenip durdu. Oysa 1986’da Nicholas Roeg’un Eureka adlı filminde oynamıştı. Bu az bilinen filmdeki rol çizgisi ve Robert Ludlum’ün kitabından Sam Peckinpah’ın sahneye uyarladığı The Osterman Weekend filmi ona değişik bir karakter tipleri de sunmaktaydı. Epey kötü filmlere de imza attığı oldu açıkçası… Niye böyle hatalar yaptı? Film çevirmemektense ne pahasına olursa olsun sette kalmak düşüncesi olmalı. Ve de cukka durumları herhalde. 2005’te Sin City filminde de rol alan, bir ara benim köprücülük yaptığım Breukelen doğumlu Rutger Hauer iyi bir karakter oyuncusudur.