Eleştirel Tarihin Peşinde
Transkript
Eleştirel Tarihin Peşinde
ELEŞTİREL TARİHİN PEŞİNDE[1] Joan Wallach Scott Çeviren: Ayça Günaydın Bu yazı Feminist Yaklaşımlar degisinin Ekim 2010 tarihli 12. sayısında yer aldı Joan Scott bu yazıda, hayatındaki çeşitli dönüm noktaları üzerinden eleştirel tarihi kavramaya yönelik serüvenini okuyucularla paylaşıyor. Çocukluk yıllarından itibaren bilgi ile kurduğu ilişkiyi; lise ve üniversite yılları boyunca ve halen politikanın hayatını ve akademik alandaki tercihlerini nasıl şekillendirdiğini; yol boyunca politik, aktivist bir akademisyen olarak kimliğini oluşturmasında katkısı bulunan fikirleri ve düşünürleri aktarıyor. Joan Scott'un kendi deneyimlerinden hareketle ve tarihsel bir perspektifle oluşturduğu bu makalede feminist eleştirel bir tarih yazımı arayışında karşılaşılan zorluklar, yaşanan karşılaşmalar, bilginin üretimi ve aktarımı noktasında hissedilen heyecan ve bilgi/iktidar ilişkilerinin sorgulanmasında tarihsel analizin önemi de ele alınıyor. Bu hikâyeyi pek çok şekilde anlatmak mümkün ve neden tarihi tercih ettiğime dair pek çok sebep sıralayabilirim. Fakat kesin olan bir şey var ki Kleio’yu[2] hiçbir zaman sevmedim. Olgular, olaylar ve nedensellik hiç de inandırcı değildi. Savaşlarla ya da ünlü kişilerin hayat hikâyeleriyle ilgili kitapları bir solukta bitiren çocuklardan değildim. Yine de Brooklyn Halk Kütüphanesi’nin Doğu Parkway şubesinden ödünç aldığım roman ve masalların yanı sıra örnek alınacak biyaografileri de okurdum. Tarih tıpkı biyoloji, cebir ve diğer pek çok ders gibi oldukça iyi olduğum bir dersti. İyi bir öğrenciydim ve genellikle yüksek notlar alırdım; bunun sebebi belli bir bilgi kaynağının cazibesi değil, daha ziyade iyi bir öğrenci olma ihtiyacıydı. O günlerde entelektüel tutkunun ne anlama geldiğini bildiğimi zannetmiyorum; okul, bilgi ve becerinin kazanıldığı ve kendimle ilgili bir şeyi kanıtlayabilmek adına bu becerilerin kullanılması için gereken yetinin edinildiği bir yerdi. Zeki, yetenekli ve akıllıydım ve pek çok konuda başarılıydım; böylece ailemi memnun etmiş, benimle gurur duymalarını sağlamış ve sevgilerini kazanmıştım. * Ebeveynlerim lise tarih öğretmeni olduğu için benim de bir tarihçi olmamın, doğu Avrupalı göçmen çocukları olarak ailemin tırmanmaya başladığı profesyonellik basamaklarını benim de tırmanmamın kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Onların üniversite diploması vardı, benim de doktoram; onlar tarihi anlattı, ben tarihi yazdım; onların tarihe olan sevgisi benimkini besledi. Fakat bunun tam olarak doğru olduğunu düşünmüyorum. Babam tarih ve ekonomi öğretmeni olarak çalıştı, çünkü Brooklyn Teknik Meslek Yüksek okulunda öğrenciyken kendisine şu söylenmişti: Yahudiler mühendislik işlerinde çalıştırılmayacaklardı. 1920’lerin sonunda New York Şehir Koleji’ndeyken beni çağıran Marksizmdi. Geçmişin hikâyesi teorinin aydınlanmasını sağladı. Ve babamın bana telkin ettiği şey, ilerlemenin kaçınılmazlığına olan imanla beraber, Tarihin kurtarıcı gücü ve teoriydi-ekonomik ilişkilerin sosyal ilişkileri nasıl belirlediğini görmenin bir biçimi. Annemin tarihi neden seçtiğini bilmiyorum. Hatırladığım tek şey öğretmeyi çok sevdiğiydi. Akşam sofrasındaki hikâyeleri genel olarak aksi bir kızı nasıl kazandığı ya da çetrefiili bir fikri kuşkucu bir çocuğa nasıl açıklayabildiği hakkındaydı. Veyahut haylaz birisine nasıl engel olduğu; gözde fakat sorunlu bir öğrenciyi nasıl kurtardığı; sabit fikirli birisini nasıl dönüştürdüğü; bir meslektaşını sendikaya katılmaya nasıl ikna ettiği üzerineydi. Annemin örneği bana öğretmenin bir tür aktivizm biçimi olduğunu gösterdi: Bilginin kendinden öte bir amaçla (dünyayı 1 daha iyi bir yer haline getirebilmek için çocukların dünyayı düşünme biçimini şekillendirmek) bakım ilişkilerine ve siyasete önem vererek canlanan aktarımı. * Elbette ki beni tarihe çeken şey politikaydı. Belki doğru olan budur; tabii ancak eğer ki bağlantıyı zorlarsanız ve benim dünyayı değiştirme kararını kelimenin tam anlamıyla kabul ettiğimi düşünürseniz bu mümkün olabilir. Bizim ailede siyaset yapmak “tarih yapmanın” en açık yoluydu. Babam 1953’te işten atılmasından çok uzun süre evvel, bize grevdeki küçük tavşanlar (siyah ve beyaz birlikte) hakkında masallar anlatırdı. Ninnilerim “Joe Hill”[3] ve “Union Maid”[4] idi. Babamın işten atılması, Soğuk Savaş’ın sıcaklığında diğer radikaller için bir uyarı anlamına geldiyse de, bizim için, isimlere boyun eğmeyi reddetmesi, Amerikan Devrimi’nin demokratik ideallerini gururla haykırması, kendisini imrenilecek bir kahramana dönüştürdü. Senato altkurulundaki duruşmada tanıklık yapmasının hemen akabinde bir gazetecinin “İşinizi tehlikeye attığınızın farkında değil misiniz?” sorusuna karşılık meşhur yanıtı: “Anayasa’yı tehlikeye atanlar beni daha çok endişelendiriyorlar”dı. Pek çok Red Diaper[5] ailesinin ahlaki zorunluluğu ebeveynlerinin siyasal ayakizlerini takip ederek onların hakkını savunmaktır. Brandeis’te[6] birinci sınıf öğrencisiyken doldurduğum psikolojik kişilik değerlendirme testlerinin de ortaya çıkardığı gibi, sürekli fantazilerimden birisi de “erkeklerin lideri” olmaktı. * Belki de şunu söyleyebilirsiniz: Tarih yazmak bir geri çekilme pozisyonudur; öyle ki kişi, siyasetin çok zor ya da hayal kırıcı olduğu veyahut açıkça engellendiği zamanlarda; iktidarın sizin barış, adalet ve eşitlik (daima doğum günü mumlarını üflerken dilediğim şeyler) özlemlerinize karşı direnmeye devam edeceğinin anlaşılır olduğu anlarda; ilerlemenin artık kaçınılmaz görünmediği ve devrimsel mücadelenin söz verdiğimiz ütopik hayallerden çok daha karmaşık sonuçlar doğurduğu zamanlarda, bu pozisyona çekilir. Ben böyle düşünmüyorum. Sadece 1960’lardaki kendi politik akvizasyonumun en ateşli zamanlarında tarihçi olmaya karar verdiğim için değil, kendimi halen politik olarak sorumlu görmeye devam ettiğim için bunun doğruluğuna inanmıyorum. Tarihçi olmak siyaset için bir teselli değil, ona yoldaş olmaktır. Tabii ki sadece kaçınılmaz olan değildir. * Peki öyleyse, neden tarih? Pekâlâ edebiyat da olabilirdi. Öğrenciyken hatırladığım ilk gerçek heyecanım Midwood Lisesi’ndeki Amerikan Edebiyatı dersiydi. Mr. Schlakman bizlere nasıl okuma yapacağımızı öğretti. Yeni Eleştiri’nin[7] temel metinleri olan Brooks’ın ve Warren’in Understanding Poetry ve Understanding Literature metinlerinikullanarak metaforları ve sembolleri, dilin ifade biçimlerini ve şekillerin temsil ettiklerini öğrendik. Bu metinlerin deşifrasyonunu yapmak benden istenilen en zor işti. Başlangıçta iyi bir şekilde yapamadım; fakat nasıl yapacağımı öğrenmek duyduğum en büyük keyifti. Açığa çıkarılacak sırlar, çözülecek gizemler, ortaya dökülecek anlamlar mevcuttu. Ve hiçbir yanıt son değildi. Daima daha çok kafa yorulması gereken şeyler vardı. Keyif tam da bu iz sürme işiydi. Şu an şunu söyleyebilirim ki bu, bilgi ve tutkuyu birleştiren bir oluşum anıydı; o sebeple de İngilizce dersimi sevdiğimi söyledim. 2 Sevdiğim bir diğer ders Frank Manuel’inkiydi. Brandeis’teki efsanevi düşünce tarihçisi Batı uygarlığının büyük anlarına dair yorumlarını hiddetle savunmuştu. Ses tonu otoriterdi; fakat her nasılsa üzerine çalıştığı konuda açığa çıkarılması gereken daha fazla şey olduğunu fark etmiştim. Manuel dehşet verici bir figürdü. Boş pantolon paçası –bacağını nasıl kaybetmiş olabileceğine dair bitmek tükenmek bilmeksizin spekülasyonlarda bulunurduk– bizleri sanki dolambaçlı ve zorlu patikalara doğru yönlendiriyomuşçasına sallanırdı. İlk dersinin ardından kendisinden ikinci bir ders daha aldım. Avrupa siyasal düşüncesinin klasik metinlerini satır satır okuduk. Ve hiçbir şekilde gerek sınıfa gerekse kendisine karşı konuşmaya cesareti olmayan birisi olarak tuzağa düşürüldüm. Babamın öğretilerini sorgulama pahasına da olsa, önemli fikirleri görmeye başladım. Fakat benim için bu fikirleri değerli kılan dünya tarihindeki önemlerinden ziyade, bu fikirleri takip etmenin verdiği keyifti. Alice bilinmeyen, öngörülemeyen bir bölgeye doğru tavşanı takip ediyordu. Büyüleyiciydi. Brandes’teki dersleri kapıların açıldığı ve yeni fikirlerin ortaya çıktığı dersler olarak hatırlıyorum. Bunların çoğu tarih ve sosyoloji dersleriydi; pek az edebiyat dersi vardı –kazara orada edebiyat dersi veren birisi varsa tabii. Evdeki Oedipal savaşları ateşleyen şey fikirlerdi. Babamı bir konuda alt ettiğimde çareyi ahlakçılıkta bulurdu. Böylece ahlakçılığın tutkunun düşmanı olduğunu öğrenmiş oldum. Bölümlere ayrılma taleplerinin ve erken verilmiş anadal bildirim kararlarının olduğu dönemlerde tarihi seçtim. Hoşlanmadığım derslerde dahi araştırma konularını düşünce tarihi konusunda seçiyordum. Bana, entelektüel tarihtense politika ve diplomasiyi tercih eden bir profesörün önerdiği, Fransa’daki 1848 Devrimi’ni konu alan sıradan, aptalca bir çalışma olan bitirme tezim hariç. Bilhassa ortaokuldaki iyi bir öğretmenim sayesinde Brandes’e ikinci dil olarak Fransızca ile girdim. Avrupa tarihi derslerinde Fransızca bildiğim için Fransız konularını araştırma eğilimdeydim. Geriye dönüp baktığımda, pasifliğimi tam olarak anlayamıyorum. Kuşak arkadaşlarımın çoğu Nietzsche, Marx ve Freud gibiler hakkında yazdı. Ben yazmadım. Bu durum, belirli derslerde bulduğum hazzın peşinden gitmem gerektiğini anlamadığımı gösteriyor. Bu hazzı derslere bağladım, bu hazzın benden kaynaklanmış olduğunu, onu benim tercih etmiş olduğumu fark edemedim. Her neyse, o yıllarda beni çağıran siyasetti. Hâlen, politik anne ve babanın sorumluluk sahibi kızıydım, nail olacağım şeyleri onların (veya onları temsil eden başkalarının) duyduğu hazda arıyordum ya da kendi duyduğum hazzı onlarınkinin bir uzantısı olarak görüyordum. Öğrenci gazetesinde yazdım, Woolworths’teki grev hattına katıldım, bombaları yasaklamak için imza kampanyaları ve toplantılar örgütledim; olmak istediğimi söylediğim gibi “erkelerin lideri” oldum. 1960’ların başındaki uluslararası krizlerin birinde Herbert Marcuse elime biraz para sıkıştırdı ve beni “bir şeyler örgütlemeye” zorladı ve ben de benim kadar aktivist olan oda arkadaşımla birlikte bunu yaptım. * Beni politikayla ilgilenmeye iten ebeveyn baskısı hakkında bahsettiklerim de tam olarak doğru değil. Bana dair tarihin ileriye doğru kaçınılmaz akışını hızlandırmama yönelik bir beklenti bulunmasının yanı sıra, bir meslek edineceğime ve bunun herhangi bir meslek olmayacağına dair öngörü de mevcuttu. Çünkü ilime karşı derin bir saygıyla yetiştirildim ve kendini işine adamış öğretmenlerin kendi öğrencilerini etkiledikleri gibi kendi çocuklarını da etkilediklerini biliyordum. Bu benim daima iyi bir öğrenci olma nedenimin bir kısmıydı; akademik başarıya atfedilen değer oldukça yüksekti. Hatta belki de benimki gibi ailelerde (tıpkı babam gibi 1950’de işten atılan pek çok öğretmenin ailesinde), bu değer daha 3 da yüksekti. Çünkü çocuğun başarısı babanın ilkelerinin haklılığının teyiti olarak görülürdü; onun hizmetten mahrumiyeti kızının başarısı vesilesiyle telafi edilebilirdi. Hep bir lise öğretmeni olacağımı düşünmüştüm; liseden önce farkında dahi olmadığım bilginin dünyası gözüme çarptığında, lise öğretmenliği daha az çarpıcı ve daha az kaçınılmaz geldi. Kadınlara üniversite kapıları 1962’de, benim mezun olduğum yıl açıldı. Aslında çok sonradan, Amerikan kadın tarihçiler konusunda bir makale için araştırma yaparken fark ettim ki, yaptığım tercihler büyük oranda o yılların koşullarına göre belirlenmiş. Büyüyen bir ekonomi ve artan nüfus üniversite öğrencilerinin sayısında büyük artış olacağı yönündeki tahminlere sebep oldu. Öngörülen öğretmen ihtiyacını karşılamak için kadınların işe alınması gerekecekti. Bizi işe almak için bazı göstermelik burslar veriliyor ve resmi olmayan tavsiyelerde bulunuluyordu. Bitirme tezime danışmanlık yapan profesör, tarihte yüksek lisans yapmayı düşünmemi önerdi. Ve diğer ciddi olasılıkların yokluğunda, Fransızca tabiriyle faute de mieux (daha iyisi olmadığı için) razı oldum. Tarihi kabul etmem görücü usulü bir evliliğin kimi niteliklerine sahipti: Yargıları hakkında şüphe duymama gerek olmayan benden daha deneyimli yetişkinler bana cesaret verdi. Eşleştirmede itici ya da yakışıksız hiçbir şey yoktu; aslında tarihin keyif veren olasılıkları çoktan gözüme ilişmişti. Fakat keyif tutku değildi; gerek tarihi gerekse kendimi öğrenmem yıllar aldı. * Wisconsin Üniversitesi’ne başvuruyu bilinçsizce yapmış olmama ve bunun prosefyonel bir hırsla hiçbir alakâsı olmamasına rağmen, başvurum akıllıca bir tercihe dönüştü. Madison başarılı bir siyasal düşünce ve eylem merkeziydi. Studies on the Left dergisiburada çıkıyordu, William Appleman Williams’ın verdiği dersler Amerikan dış siyasetine dair radikal tavır almayı isteyen yüksek lisans öğrencilerini çekiyordu. Wisconsin, John R. Commons’den beri işçi-işveren ilişkilerinin çalışıldığı bir merkez olmuştu; ve hukuk bilgini Alexander Meiklejohn, benden önceki dönem için okulu temel hakların ve akademik özgürlüğün savunucusu olarak tanımlıyordu. Oraya gitmeye karar verdiğimde bunların çoğunu bilmiyordum ve oraya gittiğimde sendikacılardan, sosyalistlerden ve komünistlerden çocuklarla dolu olduğunu gördüğümde korkmuş ve hatta biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Evden çok kesin bir yolla ayrıldığımı umuyordum ve burası tıpkı evim gibiydi. Yine de aktivistlerin saflarına katıldım. Oraya gittiğim 1962 yılından Fransa’da doktora çalışması yapmak üzere ayrıldığım 1967 yılına kadar o yıllarda yapılacak çok iş vardı. Güneydeki Özgürlük Sürücüleri’ne (Freedom Riders)[8] destek olduk, Vietnam’daki savaşa karşı eylem yaptık, ısrarcı ve entellektüel yollar konusunda taktikleri ve stratejileri tartışmak için saatler harcadık, derslerle ilgili işlerimiz ve siyasetimiz arasında bir denge tutturduk. Wisconsin’de akademi ve siyaset arasında bağlantı kurulabileceğini çok açık bir şekilde gördüm. Bilhassa Williams’ın dersi ve onun dersindeki yüksek lisans öğrencileri bu konuda örnek teşkil ettiler. Fakat ben Williams’ın öğrencisi hiç olmadım. Bunun bir sebebi, bölüm başkanı olan Amerikan tarihçisi Merrill Jensen’in verdiği Fransız tarihi dersini seçmiş olmamdı. Jensen, kendisinin erkek öğrencileriyle o çok severek kurduğu meslektaş dayanışmasına kadınların zarar vereceğini düşünüyordu ve bu sebeple yalnızca çok az kadını dersine kabul ediyordu. Hemcinsi olan Amerikancıların seminerlerinin, kadınların rahatsız edici varlığıyla bozulmaması için bu şekilde davranmış olabileceğinden şüphe ediyorum. İlk mülakatımızda dille ilgili sorusuna yanıt olarak Fransızca bildiğimi ve 1848’le ilgili bir bitirme tezi yazdığımı söyledim ve beni modern Fransız tarihi dersine dahil etti. O günlerde, kişi yüksek lisansta bir dönem boyunca yalnızca tek ders alabiliyordu; 4 farklı bir dersi seçmek çok zordu ve politik bir aktivist olarak akademik tercihler konusunda hâlen gayet pasiftim. Fakat tek sebep bu değil. Aynı zamanda Amerikan tarihinden uzak kalmak istiyordum; çünkü ebeveynlerim tam da onun içindeydi, çünkü orada ucunun bana dokunacağını tahmin ettiğim bir aile vardı. Farklı bir ülkede, farklı bir dilde bağımsızlığını kazanman daha kolaydır. Dolayısıyla Fransız tarihini çalışmaya konuyu çok sevdiğim için başlamadım, tabii ki zengin ve çetin bir çalışma alanı olmadığını söyleyemem. O yıllarda sevdiğim şey William R. Taylor’ın verdiği Amerikan entellektüel tarihi dersleriydi. Yeni Eleştiri’den ve Amherst’te Ruben Browser’ın yorumlayıcı okuma odaklı derslerinden etkilenen Taylor, bizi yorumbilgisel bir döngüden bir diğerine sürükledi. Her daim dille ilgilenen romanlar ve felsefi metinler okuduk: Metaforların dağılımı ve anlatıların örülüş şekli, mecazların sembolik işlevi ve de çelişki ve gerilimin sağlanması. Hâlen onun bazı sınav soruları karşısında yaşadığım karşılaşmayı hatırlarım: Keşfetmeye davet edilir, gördüğüm şey karşısında heyecana kapılır, başka hiçbir yerde yaşamadığım bir yaratıcılık seliyle dolup taşardım. Geriye dönüp baktığımda bunun, gerçek bir yüceltme deneyimi olduğunu düşünüyorum: Fiziksel seksin yerini pek de doldurmayan, bilgi için bilginin erotiği. O sebeple de aşkın çoktan belirlenmiş birçok sebebi olmasına rağmen, Taylor’ın yüksek lisans öğrencilerinden birisi ile evlenmiş olmam tesadüf gibi gözükmüyor: İkimiz de Taylor’ın düşünme ve öğretme biçiminin verdiği zevkle baştan çıkartılmıştık; bu artık karı koca olmasak da hâlen paylaştığımız bir şey. Taylor’ın pedogojisi aynı zamanda bir fark da yarattı: Soruları açık uçluydu ve kendisi öğrencilerin metinlere karşı tepkilerini açığa çıkarmak için uğraştı. Otoriterden ziyade provakatifti; peşinde olduğu şey uzmanlaşmak değil keşfetmekti. Asistanları; -öğretme işinin kendisinin, yaptıkları araştırma çalışmaları ile eşit değerde bir entelektüel mücadele olduğu- bir metodla eğitim gördüler ve kendi lisans öğrencileri arasında yorumlayıcı topluluklar yaratma konusunda dikkate değer bir yetenek kazandılar. Verdiğim en iyi dersler bu dersleri örnek alarak şekillenmiştir. * Taylor’ın öğrencisi olmadım; fakat Fransız tarihi konusundaki çalışmamın yönlendirilmesinde onun etkisinin önemli bir katkısı olmuştur. Bu, tez danışmanım Harvey Goldberg’in izinde olduğu döneme denk geldi. Goldberg’in dersinde hepimiz, -Jean Jauès’in biyografisini yazan Harvey’in ayak izlerini takip ederek- Fransız sosyalist ve işçi liderlerinin biyografi yazarı olmak üzere eğitiliyorduk. Bodrum katındaki penceresiz oda, çıplak beyaz duvarlar ve ağır neon ışığının bulunduğu buluşma mekânının da katkısıyla ders oldukça boğucu geçiyordu. Goldberg’in narsizmiyle bizim her hafta üretmemiz beklenen epik anlatılarının birleşimi, beni rahatsız etti ve isyankâr hâle getirdi. Paul Lafargue (Marx’ın damadı ve The Right to be Lazy kitabının yazarı) üzerine hazırladığım ödev için Taylor’dan esinlenen bir metin analizi gerçekleştirdim. Bu ödev profesörün beni ağır bir şekilde aşağılamasına sebep oldu. Goldberg sınıfa girdi, ödevimi masanın üzerine fırlattı ve bunun tarihin nasıl yazılmaması gerektiğine yönelik bir örnek olduğuna dair sert bir yorumda bulundu. Aslında tamamen ezilmedim; buradan kaçma isteğim tam olarak olmasa da kısmen onaylanmış oldu. Ödevime gösterdiği tepkiye duyduğum öfkeye rağmen Harvey’den kabul görmek istiyordum. Karmaşık bir psikolojiydi: Sevgi ve kabul görmenin dayandığı şartlara karşı çıkan davranış için kabul bekliyordum. 5 Goldberg’in ücretli izine ayrıldığı bir sonraki yıl farklı bir fırsat doğdu. Bill Taylor İngiliz Tarihi dersleri veren bir meslektaşıyla birlikte 1964-65 dönemi karşılaştırmalı sosyal tarih dersi açtı ve beni de derse davet etti. Bu ders yükseklisans kariyerimdeki en önemli dönüm noktasıydı. Yayımlanmış tüm yeni sosyal tarih çalışmalarını okuduk: E.P. Thompson’ın The Making of the English Working Class, Eric Hobsbawm’nın Primitive Rebels, Stephan Thernstrom’ın Newburyport, Massachusetts üzerine kitabı, Herbert Gutman ve Eugene Genovese’in eseri, Charles Tilly’nin Vendeé üzerine çalışması ve daha niceleri. Bu vesileyle Annales Okulu[9] çalışmaları hakkında bilgi sahibi oldum ve okulun bazı tarihçilerinin çalışmalarını okudum. Stanley Elkins sınıfımıza geldiğinde, kendisini köleleri Sambolar[10] şeklinde karakterize eden psikanaliz kullanımına dair sonu gelmeyen bir sorguya çektik. Sonra cemaatlere ve sosyal hareketlere dair kendi çalışmalarımızı örgütledik. Grup, haftalarca yorum ve metod, teori ve tarihsel pratik üzerine tartışmalar yürüttü. Disiplinel bir reformasyon anıydı bu ve her birimiz bu sürece şevkle katıldık. Benim için bu disiplinel reformasyonun sınırları ise ancak yıllar sonra görünür oldu: Michel Foucault’dan hiçbir şey okumadık. Ki Foucault’nun bomba etkisi yaratan epistemolojisi, bizim aç gözlülükle tükettiğimiz İngiliz Yeni Sol tarihçileri ve onların Amerikan karşıtlarının çalışmalarıyla aynı dönemde yayımlanmıştı. Dersten etkilenerek Paul Lafargue hakkındaki projemi yarıda bıraktım ve bir cemaat çalışması bulmak üzere harekete koyuldum. Goldberg ücretli izinden döndükten sonra yapabildiği tek şey, üzerine çalışabileceğim yerleri ve olayları önermekti. Carmaux, Fransa’nın güneyinde, Jaurès’ı[11] milletvekili seçenbir maden kasabasıydı. Ayrıca Carmamux’ta cam şişe üfleyicileri de vardı. Sosyal Bilimler Araştırma Konseyi’ne (Social Science Research Council) başvuruda bulundum ve araştırma eğitimi bursu kazandım. Bu çalışmada disiplinlerarası bağlantının geliştirilmesi hedefleniliyordu. Bir danışman gözetmenliğinde yüksek lisans öğrencileri genel olarak kendi disiplinleriyle ilgili olmayan yöntemlere başvurmak zorundaydı; ortaya çıkacak sonuç tüm alanları zenginleştirecek bir çapraz döllenme olacaktı. Tarih sosyologu Charles Tilly danışmanım olarak atandı ve böylece sosyolojik teori ve niceliksel metodolojiye doğru yolculuğum başladı. Sosyal grupların kolektif davranışının nedenlerini niceliksel olarak ifade etme çabası merak uyandırıcıydı. Aynı şekilde aile, meslek ve politika arasındaki bağlantıyı araştırmak da öyleydi. Chuck’la bazı yazışmalarımızı tekrardan okurken, tarihsel bir süreç olarak görmediğim sosyolojik sınıflandırmalara karşı nasıl da katı bir şekilde direnç gösterdiğimi fark etmeye başladım. Çalışmam Carmaux’taki cam işçilerinin proleterleşmesinin siyasal etkilerinin araştırılmasına dönüştü. Gerisi, söyleyebileceğimiz üzere, tarih. Ya da öyle miydi? Kesin olan şu ki; bu tez bir tarihçi, modern Fransa tarihçisi ve işçi sınıfı tarihçisi olarak kendi kimliğimi oluşturmuş; ayrıca beni yeni filizlenmekte olan sosyal tarih alanın ilk uygulayıcılarından birisi yapmıştı. Fakat kesintisiz bir doğrusallık varsaymak hem kendi yolcuğumda karşıma çıkan dışsal olasılıkları (yaptığım işleri, edindiğim arkadaşları, ilişki kurduğum akademisyenleri, karşı karşıya kaldığım siyasal ve entelektüel baskıları, çalışma alanlarımın değişen problemlerini, yol boyunca öğrenciler tarafından belirtilen zorlukları) hem de kendi ruhumun iç dinamiklerini kaçırmak olacaktır. Yine de kesintisiz olan tek şey benim Fransa ve Fransız tarihi ile olan bağımdır. Kültürü okumak ve hâkiki dostluklar kurmak yıllarımı aldı, bunlar sadece profesyonel bağlantılar da değil, en başından itibaren –Albi’deki arşivlerde aylarca süren doktara çalışmaları boyunca- buranın tekrar gelmek isteyeceğim bir yer olduğunu biliyordum. Sadece yemeklerin, şarabın ve kıyafetlerin güzelliğinden ya da sohbetin çekiciliğinden de değil, aynı zamanda Fransa’nın kendi etkileyici tarihi ve Tarih hakkında başka 6 bir düşünme biçimi –felsefi sorulardan ve yorumlayıcı yaklaşımlardan beslenen, Fransızların tabiriyle “formasyonum” parçası olmayan bir düşünme biçimi- sunmasından ötürü. Geçmişe dönüp baktığımda görüyorum ki, Fransız post-yapısalcılığa kapılmış olmam bir tesadüf değildi; bu durum, çoktandır “Fransa” ile bağlantısını kurduğum eleştirel etkilenimlerin bir uzantısı gibi görünüyordu. * Bu yazıyı, sanki niceliksel tarih ve belli bir davranışçı ekol tarafından engellenmeye çalışsam da; dilin inatçı bir dip akıntısı olduğu ve beni kendi içine sürüklediği bir hesaplaşma şeklinde yazmamaya çalışıyorum. Yine de bazı şeyler kaçınılmaz görünüyor. The Glassworkers of Carmaux (1974) ile ilgili hâlen net bir şekilde hatırladığım kavrayışlardan birisi makineleştirmeyle ilgili bölümü yeniden gözden geçirirken yaşanmıştı. Konu, yöneticilerin bir zamanların oldukça yetenekli personelini muhafaza etmeye dair talebinin düzenlemesi hakkındaydı. Çıraklık eğitiminin yeniden düzenlenmesini istediler. Merak ettiğim şey, zaten gayri ihtiyari bir şekilde düzenlenmiş bir sistemin yeniden düzenlenmeye neden ihtiyaç duyduğuydu. Bunun mükemmel bir “Taylor” sorusu olduğunu düşündüğümü ve bu sorunun bende benzer bir heyecan uyandırdığını hatırlıyorum. Bu soruyu yanıtlamak, yeni üretim teknolojilerinin yaratmış olduğu değişikliklerin doğasını; sendikanın kendi rolünü tanımlama yöntemlerini ve en nihayetinde kavramın içerdiği çözülemez çelişkiyi anlamamı sağladı. Doktara tezimi okuyanlardan birisi sendika liderlerin kullandığı dile neden bu kadar derinlemesine baktığımı merak etti. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum, fakat o sayfaları çıkarmadım. Sendika liderlerinin kelimelerinin yansıttığı anlamları yakalamakla uğraşmak oldukça keyifliydi. Fakat (hafızaya dayanan, kendi hileleriyle dolu, ister istemez eksikleri olan bir anıda her zaman “fakatlar” olacaktır) bir şeyleri açığa çıkarmanın, daha evvel bilmediğim bir şeyi öğrenmenin de keyif verici olduğuydu. Kaldı ki bu sadece daha fazla bilgi edinmek değil, o bilgiyi anlamlandırmak; daha fazlasını görmek değil, daha evvel hayal edemeyeceğim şekilde farklı görebilmekti. Ve ayrıca, hafife almak istemeyeceğim bir şey var ki, Tilly’nin Vendee çalışmasının ve Thompson’ın İngiliz işçi sınıfı üzerine kitabının açtığı yolu takip ederken, her birimizin yaptığı çalışmanın siyasal yansımasının da bir keyfi vardı. 60’ların sonunda kent gettolarındaki ayaklanmaların sıcak bağlamında amacımız sadece işçi sınıfı ve diğer muhalif hareketler üzerine çalışmak değildi. Bundan ziyade, onların mantığını ve haklılığını ortaya çıkarmak istedik: Gayet öfkeli, bazen şiddet içeren eylemler stratejikti, gerçek çıkarlardan yola çıkıyordu; tutarlı, hatta örgütlüydüler; ekonomik ve sosyal baskıları ve üzerine dayandıkları kültürel dağarcığı anlayan birisi onların amaçlarını ve dürtülerini okuyabilirdi. Thomspon bu duruma “ahlâki iktisat” diyordu. Nedenler, -her ne kadar birbirinden bağımsız ya da norm dışı olursa olsun- davranışları fazlasıyla politik olan gruplar yaratma ya da böylesi grupları harekete geçirme işlevi gördü. Bu çalışmalarda, çevremizde şekillenen sosyal muhalif hareketlerini meşrulaştırmayı amaç edinerek politikanın farklı anlamlarını yeniden yazıyorduk. Ve kaynakların daha eşit bir şekilde dağıtılmasına, sınıf ve ırka dayalı ayrımcılığa son verilmesine (toplumsal cinsiyet henüz buraya eklenmemişti), adalet ve ahlâki hakkın gözetilmesine dayanan sosyal politikalara duyulan ihtiyaç gibi tartışmalara ağırlık veriyorduk. Bunun amacımıza uygun bir tarih olduğu yönündeki hissiyat onu bir şekilde sınav hazırlamak üzere okumak zorunda kaldığımız anayasal gelişim ya da emperyal diplomasi konularındaki kuru yorumlardan daha çok ilgi çekici ve amaca yönelik kılıyordu. 7 1983’te Cornell Üniversitesi’ndeki “iş temsilleri” konulu bir konferansta, Fransız filozof/tarihçi Jacques Rancière, yeni yeni filizlenen alanımızın incelikli bir eleştirisini sundu. “The Myth of the Artisan” (Zanaatkârın Miti) başlıklı yazısında, yaptığımız çoğu araştırmanın egemen öncülünün doğruluğunu sorguladı; oldukça yetenekli zanaatkârların proleterleşmesi konusundaki, teknik değişimi siyasal militanlığa bağlayan çalışmaların, sözkonusu tarihin yanlış temsili olduğunu belirtti. Bu tarihi yazan bizlerin, bilinçsizce dahi olan saiklerini sorguladı.Yaptığımız şeyde tehlikeli olanın, tüm işçilerin ortak bir deneyimi, ortak bir zanaatkâr “kültürünü” paylaştığı ve politik hareketlerinin de teknolojinin ve Taylorizmin yıkıcılığına karşı bir koruma arayışı olduğu yönündeki sosyalist mitin sürdürülmesi olduğunu savundu. Rancière’in dönemin işçi hareketleri arasındaki mücadelelerle ilişkilendirdiği bu mit, işçi militanlığı konusunda sadece bir fraksiyonun yorumunu koruma arayışındadır. Böylece, öteki grupların iddialarının aksine, işçi sınıfı siyasetinin kaynağındaki özgün zanaatkârlık kültürünü sadece bu görüşün temsil etmesi sağlanmaktadır. Başka bir ifadeyle; bizler, geçmiş siyasal mücadelenin tarafında yer alan ve tarihi yeniden anlatırken o mücadeleyi hemen hemen doğru ve tarafsızmış gibi sunan siyasi bir pozisyonu yeniden üretiyorduk. Ayrıca, demografik ve diğer istatistikleri kullanan bizler, projeye bir nesnellik havası katıyorduk. Rancière, bizim anlattığımız hikâyenin yerine çalıştığımız kişilerin dillerindeki- çelişki ve ilgi konusunda ısrarcı olan başka bir hikâye önerdi. İngilizceye The Nights of Labor[12] ismiyle çevrilen kitabında,bazı işçilerin zannatkârdan ziyade şair olmak istediklerine dair deliller sundu, -sadece karınlarını doyurabilmek için çabalıyorlardı- rahatlığın ve sanatsal doyumun yaşandığı bir burjuva yaşantısı özlemi kuruyorlardı.Bu noktada metodolojimizdeki zanaatkârların homojenliğine dair, deneyimin karmaşıklığında ısrarcı olan ciddi bir itiraz sözkonusuydu. Bu; üretim ilişkilerinden, işçi ya da sınıf “kültüründen” daha fazlasıydı ya da daha ziyade bunlara yönelik bir sürü etki ve yanıt içeriyordu –örneğin değişim arzusu siyasal militanlık yerine öykünme şeklinde de olabilirdi. Rancière’nin eleştirisi, kapalı bir kararlılık alanının -kapitalist sanayileşmenin dönüştürdüğü zannatkâr kültürü sosyalist politikalara ister istemez yön verir- yerine, deneyimin bilinmeyen etkileri ve yolları konusundaki öncülere dair bir yığın soruyu getirdi. Okuduğumuz tarihi daha evvel üzerinde durmadığımız okumalara yönlendirdi. Bu arada, Rancière’nin Althusser ve Derrida’nın öğrencisi olarak seceresini bilmiyordum; fakat eleştirisinin anlamlı olduğuna ikna olmuş ve kendi tarihsel araştırmalarımın kökenlerine dair yeniden düşünme ihtiyacı duymuştum. Şüphesiz tavrımda etkili olan şey, Brown’da 1980’den 1985’e kadar okuttuğum postyapısalcı okumalarla yakından ilgilenmiş olmamdı; fakat bu, hikâyemin çok sonralarına denk düşer. Rancière, çalışmalarımızın mitleştirici etkisi konusunda haklıydı; fakat eleştirisi, başta belirttiğim ve o dönemde muhtemelen en temel gündemimiz olan başka bir amacımızı hafife almaktaydı: Hükümetlerin ve işverenlerin (şu an olduğu gibi) mantıksız olarak nitelediği isyanlar için (grevler, yürüyüşler, devrimler) haklı gerekçelerin olduğu konusunda ısrarcı olmak. Bu hareketliliğin meşru bir politika yapma yöntemi olduğunu göstermek istedik. Bu durum bizleri, neyin sadece siyaset değil aynı zamanda tarih olduğu yönündeki varsayımları da sorgulamaya davet ediyordu. Burada Charles Tilly’nin kolektif eylem kavramı önemlidir; çünkü bu kavram ilgiyi geçmişte deneyimlenen, resmi tarihler ve çağdaş yorumlarda yıkıcı, düzen bozucu, şiddet içeren ve her ne kadar ahlâk dışı görülmese dahi kesinlikle politik olmayan şeklinde addedilen bir dizi militan davranışa yöneltmiştir. Önceden aşırı ve tehlikeli varsayılan eylem türlerine neden sunmanın ötesinde, siyaset kavramının genişlemesi kadınların tarihsel aktörler olarak rollerinin yeniden değerlendirilmesini mümkün kıldı ve hatta “kişisel olan politiktir” fikrinin tekrar düşünülmesine olanak tanıdı. 8 * İş piyasasına 1969’da dahil oldum, bu dönem feminist hareketin kampüslerde yayılmaya başladığı dönemdi ve ben de nihayetinde kariyerimi belirlemeye devam eden “dönüm noktalarından” birisini daha geçtim. “Kadının-tarihini”[13] dile getiren öğrenciler olarak, kadınları tarih müfredatına dahil etme fikrine sıcak bakan bizler, masalı anlatmaya çalışmak konusunda hemfikir olduk. Çoğumuz kadındık; iş sahibi olanlarımız ise genellikle bölümlerimizdeki tek kadındı. Gönüllü olalım ya da olmayalım, bizlerden kadınların tarihi bilgisine sahip olmamız ve bu bilgiyi aktarmamız bekleniyordu. Zamanla feminist bir tarihçi oldum. Bu tam olarak doğru değil. Aslında zaten, kadınlara erkeklerden farksız davranan ebeveynler tarafından yetiştirilmiş bir feministtim. Babamın dinin körükörülüğü konusundaki öğretilerinde, sıkıca tutunulan noktalardan birisi şudur ki, Yaradılış[14] (Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılması!) ayrımcılık içeren bir masal, kadınları erkeklere oranla ikincil pozisyona yerleştiren bir kurguydu. Ailemizde geleneksel cinsiyete dayalı bir iş bölümü olmasına rağmen (annem pişirir, babam yönetirdi), ideoloji eşitlik üzerine kuruluydu ve annemin saygı duyulan mesleki bir kariyeri vardı. Dolayısıyla, ayrı bir kadınların-tarihi hakkı için olmasa da, tarihte kadınların yerinin tanınması için ısrarcı olmamın koşulları çoktan mevcuttu. Yine de feminist politika siyasal mirasımın bir parçası değildi. Bu bir anlamda, sosyal adalet arayışında kadınlara yoldaşlarımız olarak davranmaktı, bir diğer anlamda ise, sosyalist tarihte işçi ve siyahların kolektif mücadelesinden evvel bireysel haklar için burjuva kampanyası olarak temsil edilen şeyi ortaya koymaktı. Çalıştığım üniversiteler, bağlı olduğum meslek dernekleri ve Kadın Araştırmaları programlarının açılması için uğraşan komitelerde kadınların konumuna dair propagandaya giriştikçe babam bu girişimlerimle ilgili kaygılarını dile getirirdi. “Kadınlardan ne haber?” diye sorar ve hevesimi kırabilmek için benden bir karşılık beklerdi. Genellikle bu tartışmaya dahil olmayı reddederdim; zira tartışmanın sonunda sınıf mücadelesinin tüm diğer mücadelelerin üstünde olduğu sonucunu alacaktım. Babamın yaklaşımını Eski Sol’un bir hatırası olarak düşünürdüm; ancak sonrasında etrafında gezindiğim işçi tarihi çemberinde bu tavrın hâlen canlı ve olduğu gibi kalmasına şaşırdım. Bugün Marksizmin çöküşünü hâlen feminist sapmalara bağlayan sol görüşlü akademisyenler bulabilirsiniz. Ve de feministlere post-modernistler diye hitap etmekte ısrar edenleri… Post-yapısalcılığa (daha doğru bir adlandırma) geçmeden evvel, feminizm ve 1970 ortaları ve 1980’lerdeki sıradışı anlar hakkında daha fazla şey söylemem gerekir. Böylece en azından benim için; akademik, kişisel ve politik faaliyetimin farklı yönleri hem mantıksal (her şey benzer bir sona evriliyordu) hem de şaşırtıcı bir şekilde bir araya gelebilirdi; çünkü bizler yalnızca -kendimiz için- yeni politikalar üretmiyor, aynı zamanda yeni bilgiler de üretiyorduk. En sonunda Foucault okumaya başladığımda, tam da bu sebepten ötürü iktidar/bilgi kavramı benim için oldukça manidârdı. Bilgi üretimi, sorunların kavramsallaştırılmasını ve önceden görünmez olan öznelerin ortaya çıkışını mümkün kıldı; faillik bireylerde doğuştan bulunmuyordu, aksine toplumsal olarak inşa edilen bir olasılıktı. Nihayet formalize ettiğim üzere; fail, deneyim sahibi birey değil, deneyim aracılığıyla kurulan öznedir. Ve bizim, aynı zamanda akademik bir define avı, geniş ve ses getiren kuramsal bir tartışma toplumu yaratan gayet isyankâr ve öfkeli siyasal kampanyamızla yaptığımız şey buydu. Uzun zamandır benzer şeyler söyleyen öncü-annelerimiz olduğunu öğrenmek üzere yeni keşifler ilân ettik; tıpkı samizdat[15] edebiyatında 9 olduğu gibi okuma listelerini dolaşıma soktuk, hoyratça kopyalarını çoğaltık, kocaman paketlerle postaladık, konferanslarda materyalleri birbirimize gönderme sözleri vererek elden ele dolaştırdık –tabii o günlerde e-mail yoktu; konferanslar düzenledik ve konferanslara katıldık, konferanslara katılan öğrenci ve meslektaşlarımızın sayıları karışısında büyülendik; öğrenebileceğimiz her türlü olgu ve yorumlayıcı nüans için bildiriler dinledik; hangi teori -eğer varsa- en çok anlam ifade ediyorsa onun için hararetle tartıştık; evrensel olduğu varsayılan “kadınlar” katagorisinin yorucu zorluklarını yaşadık, terimin birliğini korumaya çalışırken aynı zamanda onu çoğullaştırmanın yollarını aradık; ve siyasetin tarihimizin niteliğine gölge düşürmesinden endişe duyduk. Aynı zamanda niteliğin değerlendirildiği standartları ve jürilerin taraflılığını da sorguladık, neyin tarih sayılacağı konusundaki sorulara kimlerin tarihçi olarak kabul edileceği sorularını ekledik. İlk elden öğrendiğimiz şey, iktidarı elinde tutanların oyunun kurallarını belirleyebildiğiydi, kadınların tarihe dahil edilmesi çağrısının “politik” ve “ideolojik” anlamda kabul edilemez olarak bertaraf edilmesi de buna dahildi.Bu sözkonusu iktidarın eleştirisini sunmak zorlu bir entelektüel görevdi: Kadınların tarihi yazımında “nitelik” kavramı neredeydi? Yalnızca kadınlara odaklanmak akıllıca ve hatta meşru muydu? Toplumsal cinsiyet analizimizi zayıflatacak mı yoksa güçlendirecek miydi? Başarımızın ölçüsü ne olabilirdi? Yine de hatırlayabildiğim pek çok acı anı olmasına rağmen -kınamalar, suçlamalar, dışlanmalar, gözyaşları- henüz bilinmeyen yanıtları aramanın verdiği heyecan ve kişinin bu yolda karşısına çıkabilecek dostluk hepsinden daha ağır basıyordu. Louise Tilly ile bu vesileyle tanıştım. Kendisini zaten önceden Cambridge ve sonrasında Toronto’da, Sosyal Bilimler Araştırma Komisyonu (SSRC)[16] bursuyla okuyan bir yüksek lisans öğrencisiyken, sosyal teori ve metodoloji dersleri aldığım eşi Charles Tilly’i ziyarete gittiğimde tanımıştım. Louise, dört çocuğu da okula başladığında, aynı dönemde yine Toronto’da olan Natalie Davis’ten etkilenerek tarih doktorası yapmak üzere okula geri dönme kararı almıştı. Hatırladığım kadarıyla öğle yemeklerimiz için bize sandviçler getirir ve sohbetimize dahil olurdu. Ve birbirimizin tez konularını tartıştığımızdan eminim. Asıl işbirliğimizin başlangıcı ise 1972’deki Fransız Tarih Araştırmaları Topluluğu (Society for French Historical Studies) buluşması esnasında olmuştu. Kadınların tarihinin öğretimi üzerine aldığımız notları karşılaştırmış ve Edward Shorter’ın sanayi devrimi esnasındaki gayri meşru doğumlarla ilgili kaleme aldığı bir bildiri üzerine tartışmıştık. Lousie ve ben, bildirinin davranıştan dürtüye doğru yaptığı basit indirgemeden dolayı bildiriyle aynı fikirde değildik. Shorter, gayri meşru doğum oranlarındaki artışı, sanayi devrimine eşlik eden “piyasa değerlerinin” (bağımsızlık, özerklik, geleneğin ve ebeveyn otoritesinin reddedilmesi) etkisinde kalan genç kadınlar arasında yeni keşfedilen bir özgürleşmeye bağlıyordu. Veledi zina, kadınların cinsel özgürlüğünün bir sonucu, bireysel tatmin ve kendini ifade etme arayışının bir işaretiydi. Shorter, sanayileşmeyi sömürüden ziyade bir kalkınma hikâyesi olarak göstermekte yalnız değildi; yine de istatistiki verilerden değişen değerlerin çıkarsamasını yapmada şahsına münhasır bir sansasyonel yol izledi: Gayri meşruluğun artışı kadınların özgürleşmesinin bir belirtisiydi; yüksek orandaki bebek ölümleri ise annelik sevgisindeki eksikliğin bir göstergesiydi. Birbirimizle yaptığımız görüşmelerde Shorter’ın argümanlarına hararetle karşı çıkarken -Louise’nin önerisiyle- sadece Shorter’ın fikirlerine karşı değil, kadınların emeği konusunda feminist hareketin basiretsiz olarak değerlendirebileceğimiz konumuna karşı da itiraz eden bir yazı yazmamız gerekliliği açığa çıktı. O yazı, Women, Work, and Family (1978) kitabı ile sonuçlanan işbirliğimizin başlangıcı oldu. 10 Kendimizi tarihsel malzemelerle geliştirdik: Monograflar, hükümet raporları, biyografi yazıları, toplumsal araştırmalar, gazete yorumları, romanlar, işçi sendikalarının kayıtları, sosyalist buluşmalar ve feminist kongreler. Amaç geçmişten veriler ışığında, özgürleşme ve ücretli iş arasındaki basit denkleme ve kadınların ücretli iş piyasasına dahil olmasının siyasal hakların elde edilmesinin bir sebebi ya da sonucu olduğu yönündeki fikre karşı çıkmaktı. Kadınların ev dışındaki işlerinin kapitalist sanayileşmenin bir icadı olduğu fikrine karşı çıktık; bu fikir, 19. ve 20. yüzyıldaki orta sınıf deneyimini genelleştirmek anlamına geliyordu. Zanaatkârlar, ağır işçiler ve çiftçiler arasındaki kadınlar çoktandır üretim faaliyetine dahil olmuştu; kadınların yaptığı işe ve çalışmaya yapılan baskı, hayatta kalmak için her bir bireyin katkısına dayalı aile ekonomisinin bir göreviydi. Aile ekonomisi aniden işlevsel bir kurum ve kültürel değerler bütünü olmuştu. Değişimin şematik sunumlarının yerine tarihsel süreci ele almayı önerdik. Geçmişin bugünün gözünden bakılarak çalışılmasına karşı çıktık ve örneğin cinsel anlamda kişinin kendini tanımlaması konusundaki fikirlerimizin, 18. ve 19. yüzyıl işçi kadınlarının yaşamlarını düşünmemiz için uygun olmadığı konusunda ısrarcı olduk. Sanayileşmenin gelişimi ve şehirleşmenin, aile ekonomisinin işlev gördüğü bağlamı değiştirdiğini ve genç kadınların dahi kendilerini bu bağlamda anlamlandırmaya devam ettiğini dile getirdik. Dolayısıyla, kısaca Shorter’a geri dönecek olursak, gayri meşruluk, yeni keşfedilen cinsel anlamda kişinin kendini tanımlama arzusunun bir işareti olmaktansa, pekâlâ aile korumasının yitiminin ya da yeni bir şehir bağlamında yeniden bir aile yaratma girişiminin bir sonucu olabilirdi. Burada “Tilly/Scott”’un argümanlarını özetlemek istemiyorum. Bu yazının amacı, benim tarihle olan ilişkimi yansıtmak. Bu bağlamda vurgulamak istediğim şu; tarihi, feminist siyasal kuramsallaştırmayı karmaşık bir hâle getirmek için kullandık. Bunu yaparken amacımız egemen varsayımlar yığınına karşı titiz antikacı eğilimleri yansıtmak değil, teoriyi inceltmekti. O zamanlarda her ne kadar şu an kullanacağım terimlerle düşünmemiş olsak da, “kadın”ın bir kategori olarak sadece çoğullaştırılmaya değil, tarihselleştirilmeye de ihtiyacı olduğunu vurguladık. Dönemin siyasal kaygılarıyla ampirik tarih arasında bir ileri bir geri yol almak keyif verici ve zorlayıcıydı. Fakat bundan da fazlası vardı: Bizler, kendimiz de dahil olmak üzere, kadınları tarih disiplininde tarihsel özneler olarak görünür kılıyorduk. Sosyal tarih; işi kolaylaştırmasına rağmen, milliyetine veya sınıf formasyonlarına ya da ekonomik kalkınmaya bakılmaksızın, hayatları ve politikaları hikâyeye dahil edilmesi gereken tüm aktörleri tanımlanmak ve kadınların dahiliyetini belirtmek biraz sahtekârlık olur; çünkü kadınlar “erkelerin” fikrinde ya zaten dahil edilmişlerdi ya da özel, eviçi veya cinsel alana ait oldukları için kamusal olaylara dair anlatılarla alâkaları yoktu. Durum feminist siyasal aktivistlerin baskısı sebebiyle daha da zorlaşmştı; çoğu sınıflarımızdaki öğrenciler ya da kadın araştırmaları programlarındaki meslektaşlarımızdı ve bu kişiler hareketin belirlediği bağlamda ataerkinin bir analizi olarak “kadının-tarihini” yazıyordu. Kadınıntarihine günümüz merkezli bir bilinç yükseltme formu olarak nasıl karşı gelebiliriz ve yine de geçmişte ve günümüzde kadınları nasıl görünür failler yapabiliriz? Siyaset ansızın çalışmamızı zenginleştirdi, ve araştırmayı angaje çalışmanın bir parçası yaptı, öteki taraftan ürettiğimiz kavrayışlara sınırlar getirmeye çalıştı. Neticede ortaya çıkan gerilim zarar verici değil, aksine oldukça üretkendi. Öyle ya da böyle, bu tür bir gerilimle mükemmel şekilde uzlaştım, bunun sebebi belki de daha önceden bahsettiğim karmaşık tutumla etkileşim içinde olmasıdır: Aslında ortak amaçlar paylaştığım, kabulünü ya da tesirini beklediğim ve yine de değer verdiğim birisi (veya bir grup) tarafından konulan kuralları (aidiyet koşullarını) kabullenmenin eleştirel reddi. Benim için bu -belki de- eleştirinin psikodinamiği olarak nitelendirilebilecek şeydir. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğim. 11 Lakin feminist dönüşümümün bahsedilmeye değer başka bir yönü daha vardır ki o da kadınlarla çalışmanın verdiği muazzam keyiftir. Louise Tilly ile işbirliğimiz mesleki tavır anlamında oldukça değerli bir deneyimdi. O vakte kadar hayatımın dünyalarını birbirinden ayırmıştım: Kamusal alanda bir profesör ve bir akademisyendim, özel alanda ise bir eş ve anneydim ve bu ikinci alanın taleplerinin ilkini etkilemesine asla izin vermedim. Profesyonel bir meslektaşıma çocuklarımdan birisi hasta olduğu için bir makaleyi bitiremediğimi ya da bir toplantıya katılamadığımı veya ailedeki birinin davranışından ötürü üzgün olduğum için tartışmamız gereken bir konuya dikkatimi veremediğimi asla itiraf etmedim. Eğer doğum izni mümkün olsaydı muhtemelen ben kullanmazdım. Çocuk sahibi olmanın entelektüel üretkenliğime ayak bağı olmaması gerektiği konusunda oldukça kaygılıydım. Ve yine tabii ki, kadınlığımın aklımın önüne geçmeyeceğini kanıtlamam gerekiyordu. Oysa ki Louise, tüm gece boyunca istifra eden kızıyla ilgilenmesi gerektiği ya da çamaşır makinesi bozulduğu veya arabanın servise götürülmesi gerektiği için beraber hazırladığımız kitap bölümlerinden birisindeki kendi kısmını bitirmek için zaman bulamadığını yazıyordu. Bunların hiçbiri onu kütüphaneye gitmekten ve eninde sonunda işini tamamlamaktan ya da çözümlemeye çalıştığımız bilhassa zor bir yorumla uğraşmaktan alıkoymadı; hayatının iki farklı parçasını birbirine bağlamayı kabullenmekteki kararlılığı benim yaşamımın da tıpkı onunki gibi olduğunu kabul etmemi sağladı. Dünya varmış! Elbette daha fazlası da vardı. Artık yalnızca kendime ait mücadelelerle meşgul olmak zorunda değildim; Louise ve ben feminizme karşı, gerek eleştiri yapmak gerekse desteklemek anlamında benzer bir duruşu paylaştık. Bu daha evvel işçi/sosyal tarihçilerle yaşadığım yoldaşlıktan farklı bir ortaklıktı; kendi adıma muhafaza etmeye çalıştığım kamusal ve özel arasındaki değişmez sınırları aşmaya yönelik bir açıklıktı. Ve fazlası da vardı: Lousie ile olan işbirliğimin ötesinde, bildirilerimizi ve fikirlerimizi değiştiğimiz kadınlar grubu, hemen hemen hiç homojen değildi ya da eşgüdümlü bir topluluk olmadı. Fakat bu grup, egemen disiplinel ve profesyonel normlarca yönetilmemekteydi ve gerek kendimi değerlendirme gerekse günümüzü ve geçmişi düşünme biçimleri üzerine yeni bir yaklaşım kazandırdı. Eğer hâlen disiplinel ortodoksinin işleyişine karşı çalışma eğilimindeysem, bunu müttefiklerle birlikte yapmak çok daha kolay olacaktı. * Ve hâlen kadınların tarihine dair tek başına sosyal tarihin terimleriyle açıklanması mümkün olmayan, benim de yanıtlarını bulamadığım, yanıtlanmayı bekleyen sorular mevcuttu. Siyasal eşitlik elde edildikten sonra kadınlara yönelik baskının hâlen devam etmesi nasıl açıklanabilir? Reformlar neden sadece üstünkörü bir şekilde ücret eşitsizlikleri ve toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini adres gösteriyordu? Eğer erkek düşmanlığı tek başına ataerkinin sürekliliğini açıklayamıyorsa, eğer maskülen bencillik yeterli bir gerekçe değilse, ve eğer toplumsal roller ve davranış biçimleri de bunu açıklayamaya yetmiyorsa, o hâlde tarihler ve mekânlar boyunca toplumların düzenlenmesinde kurucu bir yere sahip gibi görünen cinsiyet farklılığını nasıl açıklıyabiliriz? Ebediyen süren bir ataerkinin kanıtı olarak kadınlara yönelik kötü muamele ve kadınların ikincil duruma itilmesinin örneklerini bir araya yığmak da yeterli olmayacaktır. Öncellikle, batı dışı kültürlerin tarihçileri ve antropologlarının yanı sıra ortaçağ bilimleri uzmanlarının uyarıları vardı. Bu kişiler, birinci ve şu an ikinci dalga feminizmin mücadelesini verdiği, görünüşteki benzerliklerin şehirleşmiş, sanayileşmiş batılı modellerin birer yansıması veya onaylanması olarak okunmaması gerektiği yönünde uyarılarda bulundu. İkincisi ise, eğer değişimi savunmak istiyorsak, bu değişimi sadece toplumsal muhalif hareketleriyle değil, -kaldı ki bu hareketler şüphesiz eşit derecede 12 önemlidir-, aynı zamanda “kadınlar” ve “erkekler” kavramlarının olağan anlamlarının da bazı değişiklikler geçirdiğini göstermek suretiyle sözkonusu değişimin gerçekleşebileceğini belirtmemiz gerekir. Tüm bunların ötesinde, disiplinin bizim çabalarımız karşısındaki dik başlılığı gibi bir sorunla karşı karşıyaydık. Kadınların kalabalıklara dahil olmuş olmasının veya hatta vatandaşlık hakkı talep etmesinin Fransız ve Amerikan devrimlerini anlamamız açısından, bu olayların meşhur tarihçilerinin yönelttiği soru, ne gibi bir fark yaratacağıydı. “Eee nolmuş?” sorusu peşinhükümlülük suçlamalarından daha fazla bilgi içeren yanıtlar talep ediyordu. Kadınların tarihi hangi noktalarda sadece ana akım tarihin hikâye akışını zorlamakla kalmadı, aynı zamanda disiplinin kurallarını ve o disiplinin savunucularının algısını zorladı? Feministlerin ısrarla söylediği şey şuydu ki, bu iş, sadece kadınları ekleyerek ve şöyle bir karıştırarak olmayacaktır. Fakat kurulu disiplinel çerçeveler içerisinde yer almak, radikal dönüşümün taahhütlerini yerine getirmeyi oldukça zorlaştırdı. Kadınların tarihçisi olmak, hatta bu hususta bir kadın tarihçi olmak, gerek geçmişin kayıtları gerekse uyguladığımız zanaat anlamında bizim tarih hakkındaki düşünme biçimimizi nasıl değiştirebilirdi? Kadınları “doğası gereği” kadınların tarihçisi yapan özcü yanıttan nasıl kaçınılabilirdi? * Brown Üniversitesi’nde, kadın araştırmalarından bir akademisyen olan Nancy Duke Lewis kürsüsünde görev almaya gittiğimde içimi kemiren sorular bunlardı. Tarih bölümüne başvurmuştum. Antropolog Louise Lamphere tarafından getirilen cinsiyet ayrımı kılıfının peşinde ve 1971’de Brown’la ortaklık kuran Pembroke Koleji’nin mezunlarından gelen bağışları artırmak niyetiyle üniversite, kadın çalışanı sayısını artırmayı talep etti. Saha açıktı ve benimle birlikte çalışmaya hazır bir grup kadın daha vardı. Bu kadınların çoğunun edebiyatçı olması ve benim daha evvelden nadiren karşılaştığım teoriler konusunda eğitimli olmaları Brown’daki dönüm noktam anlamında oldukça değerlidir. Sadece post-yapısalcılık (Barthes, Foucault, Derrida, de Man) da değil, aynı zamanda psikanaliz (Freud, Lacan, Laplanche) ve “Fransız feminizmi” (Irigaray, Cixous, Kristeva) bu kişilerin içinden yazdıkları çerçeveleri sağladı; ve onlar feminist teoriyi oldukça yaratıcı bir şekilde işledi (ve işlemeye devam ediyorlar). “Teorinin” değerini kendi düşünceme göre tanımladığımı söyleyemem. Tam olarak öyle değil. Kafam karışmıştı, korkutulmuştum, direnç göstermiş, önemsememiştim. Ayrıca dikkatim zaten öncelikle imza atmış bulunduğum kurumsal işe yöneltilmişti: Kürsümün finansmanını sağlamak için kaynak geliştirmek, kadın araştırmaları programın açılması ve Pembroke Kadın Eğitim ve Araştırma Merkezi (Pembroke Center for Teaching and Research on Women) adında bir araştırma merkezi kurmak -ki halen en çok gurur duyduğum kurumsal başarımdır. Sadece benim başarım da değildi. Yol arkadaşım ve suç ortağım Elizabeth Weed’ti. Elizabeth’in kuramsal politikaları okumadaki yeteneği en zor felsefi metinleri okuyabilme yeteneği ile eşleşmektedir. Öyle ki Louise Tilly ile olan işbirliğim sosyal tarihçiler olarak ortak bir formasyona dayanmışsa, Elizabeth’le olan çalışmam karşılıklı felsefi anlayışsızlıkların uzlaşısına dayanmıştır. Elbette ki, tıpkı Louise’le olduğu gibi Elizabeth’le de kadınları görünür kılmak için, bilgi nesneleri ve araştırma özneleri olarak kadınların varlığını meşrulaştırmak konusunda ortak bir kararlılığı paylaştık. Ve yine benim için başlangıçta siyasal ve akademik bir çabayla bir araya gelen feminist bir birlikteliğin verdiği keyif söz konusuydu. Elizabeth’le birlikte fon başvuruları yazarken ve kadın çalışmaları müfredatı hazırlarken, kendimizi anahtar kelimeleri çevirme, birbirimize temel varsayımlarımızı anlatma ve her birimizin farklı 13 şekillerde anlamlandırdığı şeyleri açıklama mecburiyeti içinde bulduk. Bu kurumsal inşa süreci yalnızca deneyim kazanmamı sağlamakla kalmadı, aynı zamanda entelektüel tutumumdaki değişimimin de başlangıcı oldu. Bu erken karşılaşma dönemine tekrar dönüp baktığımda, bu karşılaşmanın benim tarihimle onun teorisini ilişkilendirmeye başlamayı mümkün kıldığını düşünüyorum. Hâlihazırda tarihten vazgeçemeyecek kadar ona değer veriyordum: Arşiv süprizleri; tesadüflerin farkındalığı; etki, sebep ve sonuç karmaşası; hikâyelerin anlatımı ve günümüzü aydınlığa kavuştırmak üzere geçmişin kullanımı. Fakat teorinin bir kısmı da ayrıca anlamlıydı; sadece olayların neden gerçekleştiğine dair sağlam bir açıklama sunduğu için değil, aynı zamanda tam da neden gerçekleşmediğini gösterdiği için. Daha doğrusu, teori farklı şekillerde okuma yapabilme yeteneğimi geliştirdi ve yalnızca bilgiyi keşfetmediğimi, aynı zamanda bilgi ürettiğimi de fark etmemi sağladı. Kendimi bu açılardan düşünmek siyaset ve akademiyi farklı bir yönden bir araya getirmemi sağladı; kadınların tarihine dair önceki çalışmamın cevapsız bıraktığı soruları yeniden sormaya başlamamın yolunu açtı. Fakat daha evvel de söylediğim gibi bunların hepsi bir anda olmadı. Ve bu noktada akademik yönlendirmelere dair kurumların rolü oldukça büyük önem taşır. Dışarıdan bir vakıf fonu teminatı ile kurulan Pembroke Merkezi 1981’de faaliyete başladı ve gerçekleştirdiği disiplinlerarası seminerlerle beraber hâlen akademide önde gelen merkezlerden biri olmaya devam ediyor. Dört yıllık eğitim dönemim boyunca daha önce rastlamadığım kitapları okudum, daha önce hiç karşılaşmadığım akademisyenleri dinleme ve onlarla tartışma imkânım oldu ve kendi kendimi yaptığım işin önvarsayımlarını araştırmaya ve açıklamaya zorlarken buldum. Keşke hiç dahil olmasaydım dediğim hayal kırıklıklarıyla dolu anlarım oldu; bazı fikirler öylesine zordu ki, böylesi fikirleri ilk başta içselleştirmediğim zamanlar yaşadım. Oldukça parlak bir ışığa gözlerinizi kısarak bakmak gibiydi. Söylenen bazı şeyler ürkütcüydü; çünkü daha önceden üzerine dayanmayı öğrendiğim öncülleri; deneyim, faillik, yapı ve gerçeklik kavramlarını sorgulamayı gerektiriyordu. Fakat uzun zamandır dile dair dikkat ve tamamen farklı düşünme biçimlerine yönelik vurguyla bağlantılandırdığım fevkalâde keyifli bir hissin verdiği coşku da söz konusuydu. Bu aynen lisede bilinmeyinin izinde giderken arzu ve bilgi arasında kurduğum erken bağlantı gibiydi. Yalnızca bilinmeyen olgular da değil, aynı zamanda bilinmeyen anlamlar da mevcuttu; disiplinel eğitimimin engel olduğu akla hayale gelmedik bir açıklıkla düşünme talebine hazır olmak. Elbette ki kesinlik ve sağlam analizler anlamında düşünmek disiplin gerektirir; fakat bu, neyin tarih sayılıp neyin sayılmadığı konusundaki kalıplaşmış kuralların uygulanması anlamına gelmemelidir. Ya da belki de şöyle söylemek daha uygun olacaktır: Aynı anda hem bu kurallara hem de bu kurallara meydan okuma yeteneğine (hakkına?) ihtiyaç duyarız; ortodoksinin sürdürmeyi talep ettiği kapalılığın aksine, bilinmeyenin cazibesi karşı durmayı ve yola devam etme isteğini yaratır. O yıllarda feminizmim entelektüel gerekçesini ve bir tarihçi olarak yaptığım işin felsefi temellerini elde etti. Bu tür bir çalışmanın artık bir adı var: Eleştirel tarih. Sonrasında eleştiriyi yalnızca geçmiş olaylara uyarlamakla kalmadım, aynı zamanda disiplinin yorumlayıcı pratiklerine de uygulamayı denedim. Postyapısalcı teori, feminist bir eleştiri sunabilmek ve tarihin bu eleştiriye nasıl katkı sunabileceğini düşünebilmek için bana bir dil sundu. Ayrıca o yıllarda, hissettiğim keyif ve ürettiğim bilgi arasındaki bağlantının yarattığı güven duygusunu geliştirdim. Birçok öfkeli tarihçi tarafından, bilhassa da kadınların tarihçileri tarafından, denenmiş ve doğru olana tutunmak yerine geçici hevesleri takip etmekle suçlandım. Tuhaf bir vatanseverlik çağrışımı içinde, ilgi duyduğum şeyle “hoş Fransız teorisi” şeklinde dalga geçtiler ve hakikatin peşinde tozlu arşivlerle 14 uğraşmaktansa soyut olanla ilgilenmenin daha kolay olduğunu belirttiler. Sanki biri diğerini erteliyormuş gibi; felsefe ya da tarih; ama ikisi birden asla. Bunlar Carl Becker ve Charles Beard’a 1930’larda yöneltilen suçlamalardı; felsefe ve tarih arasındaki karşıtlık, tarihin nesnelliğine yönelik ortodoks fikrin korunma yöntemlerinden biriydi. Benim içinse, felsefe geçmişi yeni bir şekilde analiz ederek tarih yapma yeteneğimi geliştirdi. Felsefe, tarih yapmanın ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmak, ana akım veya geleneksel tarihçilerin örneğin kadınların tarihsel özneler olarak ya da tarihsel araştırmanın nesneleri olarak geçerliliğine karşı çıkma nedenlerinin üzerine ışık tutarak, tarih yapma yetimi geliştirdi. Bana hem bir tanı hem de sorunu teşhis etme yöntemi sundu. Michel Foucault’nun -eleştirel olarak angaje, ve felsefe temelli tarih- çalışmasını okumak, “linguistik dönüm noktam” açısından ilk ve belki de en önemli ancak tabii ki de yegâne olmayan etkiydi. Foucault’yla ilk karşılaşmam The Order of Things kitabıyla oldu. Kitap, Velazquez’ın “Las Meninas” incelemesi ile başlıyor, başdönüdürücü bir şekilde “beşeri bilimler arkeolojisini” ve “tarihin yaşını” ortaya çıkararak devam ediyor ve bizlere “insan yakın dönemin bir icadıdır. Ve belki de kendi sonuna yaklaşmaktadır… tıpkı denizin kenarında kuma gömülen bir yüz gibi” diyerek son buluyor. Bu son imgenin muzaffer sertliğine şaşırdıysam da, beni nefessiz bırakan şey tam da bu Tarih’in tarihselleştirilmesi olmuştu: Bildiğimiz anlamda tarih, kesinlikle hafızamızın en bilgili, en bilinçli, en uyanık ve muhtemelen en karmaşık bölgesidir; fakat aynı zamanda, tüm varlıkların tehlikeli ve şaşaalı mevcudiyetinin ortaya çıktığı derinliktir. Bize deneyim diye sunulan her şeyin varoluş tarzı olduğu için, Tarih düşüncemizdeki kaçınılmaz bir unsur hâline gelmiştir... Foucault, bunun her zaman bu şekilde olmadığını iddia eder. Tarih artık 19. yüzyılda, hem bir bilgi türü hem de “amprikliğin varlık tarzı” hâline gelmiştir. Bizler tarihin belirlediği mühim kavramsal değişimin “hâlen içine çekilmekteydik” ve dolayısıyla da bu “algılayabileceğimizin fazlasıyla ötesinde”ydi. Fakat Foucault bu anlayışı, bizim analitik araçlar olarak aldığımız kategorileri sorgulayarak üretmeyi hedefledi: Sadece tarih değil, aynı zamanda –diğerlerinin yanında- Akıl, hakikat, olay, cinsellik, Erkek ve erkek. Bu kategoriler hakikati keşfetmek için sabit ve güvenilir araçlar değildi; aksine bunlar anlamanın örgütlenişi ve bilginin üretimi aracılığıyla biçimlendirilebilen değişken terimlerdi. Bu metni derslerimde defalarca okuttum ve tekrar tekrar okudum, fakat ilk izlenimimi hiç unutmadım: Karşı koymak içn pek de bir şey yapmadığım muazzam bir kaygı ve fevkalâde bir cezbediciliğin bileşimi (bu ikisi sıklıkla bir arada ilerler). Eğer tarihle yaptığım anlaşmalı evliliğe tutkunun dahil olduğu anı tam olarak belirleyebilmem mümkün olsaydı, bunun tam da 1981 veya 1982’de Brown’da Michel Foucault’nun yazılarıyla tanıştırıldığım okuma grubunda olduğunu söyleyebilirim. Bugün pek çok tarihçinin Foucault’dan alıntı yapması ve ondan etkilendiğini iddia etmesi, ancak Foucault’nun ortaya koyduğu epistemolojik sorgulamayı reddetmesi bana ilginç geliyor. Söyleme, yalnızca basit kelimelerden ibaretmişcesine atıfta bulunuyorlar ve Foucault’nun genel anlamda altüst etme maksadını anlamaksızın, araştırma konularını yalnızca tematik bir sıralamayla hapishaneler, akıl hastaneleri veya cinsellik şeklinde ele alıyorlar: Kurumların doğal karşılanan yönlerinin ve yaşamımızı düzenleyen kavramların sorgulanmaya davet edilmesi; kendilerini doğanın, ahlâkın veya insan varoluşunun nesnel tanımları olarak gören söylemsel hakikat rejimlerinin açığa çıkarılması. Ve tüm bunların ötesinde, onun ifade ettiği gibi “şimdiki zamanın tarihini”, “şu-an-böyle-olan-şeyin her zaman 15 böyle olmuş olmadığını gösteren” bir tarih yazmak ve böylece “şu-an-böyle-olan-şeyin bundan sonra neden ve nasıl böyle olmayabileceğini” göstermektir. Foucault’un bu eleştirel tarih için koyduğu isim soykütüktür (genealogy). “Bundan böyle eleştiri evrensel değere sahip formel yapıların arayışı için kullanılmayacak; aksine, kendimizi inşa etmemize, yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz şeylerin öznesi olarak tanımamıza sebep olan olayları tarihsel olarak araştırmak üzere kullanılacaktır.” Olaylar, devrimler, seçimler veya savaşlar değil; değerler, anlamlar ve özneler yaratan kavramlardaki değişimlerin yanı sıra söylemsel geçişlerdir. İnsanlar ve toplumları söylem yoluyla varoldu; söylem, önceden varolmuş gerçekliklere eklenen kelimeler değildi, daha ziyade bu gerçekliklerin kendisinin inşasıydı. Söylem, – sıradan entelektüel tarihin malzemesi olan- düşünce ya da fikir çatışmaları hakkında değildi; tartışmanın ortaya çıkabileceği zemini oluşturan ortak öncüller üzerineydi: İnsanın temel özelliği olarak akıl, bireyin doğuştan gelen hakkı olarak egemenlik veya arzu edilen durum olarak özgürlük. Ya da toplumsal ve siyasal hiyerarşilerin “doğasında” olduğu ima edilen cinsel farklılık. Foucault’ya göre söylem; bilgi ve iktidar arasındaki ilişki, şeyleri tanımlayabilmek için kelimelerin edinilme yöntemleri ve insanların bilgi nesnesi olarak birer özne hâline gelme biçimleri hakkındadır. Bilgi, iktidarın sahnelendiği bir alandır; fakat tek alan o değildir. Özne olmak; iktidar ilişkileri içinde (kadınlar ve erkekler, öğretmenler ve öğrenciler, işçiler ve işverenler, yönetenler ve yönetilenler, doktorlar ve hastalar, göçmenler ve yerliler, akıllılar ve deliler) belirli bir pozisyon edinmektedir ve bu pozisyon edinme aracılığıyla faillik elde edilir. Faillik insanların doğuştan sahip olduğu bir yeti değil, öznelerin eylemesi beklenilen sorumluluklara ve özelliklere yapılan atıftır. Burada, cinsiyet rollerinin toplumsal görevinin biyolojisine yapılan atıfların sorgulanmasının, kadınsı ve erkeksi öznelerin nasıl kurulduğunun, normatif sistemlerin nasıl işlediğinin ve insanların kendilerini nasıl baskın davranış kurallarının dışında konumladıklarının sorusunun sorulması için bir yol vardı. Karşı koymanın doğuştan gelen bir özellik olduğunu düşünmek yerine, kişi böylesi bir karşıt failliğin özgül söylemsel kaynaklarının ne olduğunu sorgmalıydı. Bu tarz siyasal soru(n)ları tarihsel materyallere eklemek, bunlar aracılığyla feminist eleştiri ve feminist tarihi ilişkilendirmek mümkündü ve bu da bana toplumsal cinsiyeti “faydalı bir tarihsel analiz kategorisi” olarak sunma fırsatı sundu. Elbetteki bu iddiaya esin veren tek kişi Foucault değildi. Brown feminist teori okuma grubunda, -gruba bu ismi geriye dönük bir şekilde ben atfediyorum-, Derrida, Kristeva, Irigaray’dan payımıza düşenleri bir solukta okuduk. Bu yazarlar sayesinde farklılık konusunda düşünmeyi ve onun işleyiş yöntemlerine, çeşitliliğine, sembolik gücüne ve değişkenliğine karşı tetikte olmayı öğrendim. Merkeze gelen akademisyenlerle kurulan ilişkiler vesilesiyle tarihe yönelik farklılık kavramsallaştırmalarını odak noktasına alan bir yaklaşımı ifade edebildim. Denise Riley bu akademisyenler arasında en dikkat çekenlerden biriydi. Her ne kadar anlamlar sanki hiç bozulmuyorlarmış gibi sunulsalar da onların daima değişken olduklarını öğrendim. Neler olduğunu anlamaya çalışmak, dile dair, onun mecazlarına, kinayelerine ve sembolizmine dair tarihçilerin gösterdiğinden farklı bir dikkat göstermeyi gerektirir. Şeyleri kelimesi kelimesine ele almak genellikle işin özünü anlamamıza engel olur, tarihçileri kavramlarını analiz etmeleri gereken ideolojik sistemlerin bir parçası yapar. Kadınların yaptıklarını ya da onlar hakkında söylenenleri anlatmakla, öznelliklerinin nasıl ve hangi ilişkilerle kurulmuş olduğunu sormak aynı şey değildir. “Sınıf, ırk ve cinsiyetin” her birinin kadın kimliğinin bir parçası olduğunu belirtmekle, bu atıfların kadınların belirli ilişkiler ve bağlamlar kapsamındaki rolünü nasıl tanımladığını ve belirlediğini sormak da aynı değildir. “Kadınlar” ya da “erkekler” hakkında evrensel bir şeyler 16 olduğunu varsaymak özcülüktür ve tarih-dışıdır, sonuç olarak anatomiye atfedilen cinsiyetçi özelliklerden bir farkı yoktur; kavramların kendisini ve bu kavramlar içinde yaşayan öznelerin birer tarihi olduğu gerçeğini karartır. Toplumsal cinsiyet ancak farklılıklar yanıt değil soru olduğunda, kim ve ne olduklarını bildiğimizi varsaymadan nerede ve ne zaman olursa olsun “erkekler” ve “kadınlar” ne anlama gelmektedir sorusunu sorduğumuzda faydalı bir kategoridir. Bu anlamda, post-yapısalcılığı benimsemem oldukça tarihseldir: Aralarındaki kurulu ilişkiler ve bu ilişkilerin nasıl anlamlandırıldığı olmaksızın, ne kadınlar ve erkekler, ne sınıf ne de ırk mevcuttur. Normdan sapmalar dahi normatif anlamlandırmalara gönderme yapar, aslında normların sürekli olarak dayandığı ve inşa edildiği terimlerin tam tersinde normatif olmayan davranışlar için olasılıklar bulunur. Bu noktada Derrida devreye giriyor. Tüm tarifi zor karmaşıklığı içerisinde farklılığın işleyişini açığa çıkartabilmek ve onu inceleyebilmek için analitik araçlar kümesi (“kaldıraç” metaforu) sunan, Derrida’nın kuramsallaştırmasıdır. Elizabeth Weed, Naomi Schor, Gayatri Spivak ve bilhassa Barbara Johnson, yapısökümümün[17] ne anlama geldiğini anlamamda ve onu feminizm için faydalı hâle getirmemde bana yardımcı oldular. Bu metafizik eleştirisini kendimize mâl etmemizde ilginç olan nokta onun asla bir sonu olmamasıydı; bu, belirli bir “ekolü” takip etmesi gereken bir öğreti meselesi değildi; daha ziyade, dili sorgulama nesnesi yapan ifade kuramının yayılması, özne inşasının, toplumsal düzenin ve iktidar ilişkilerinin tarihsel olarak belirgin bir şekilde incelenmesi yöntemiydi. Açıkçası benim için en önemlisi, siyasetin iç yüzünü anlamaktı. Eleştiriye başvurmanın altını çizmeyi önemli buluyorum; çünkü bu terim sıklıkla yanlış kullanılmış ve yanlış anlaşılmıştır. Post-yapısalcılığı keşfetmem, hem bir model hem de bir analiz yöntemi olarak disiplinel anlamda yürüttüğüm tarih çalışmasında bana eleştirel müdahale olanağı sağladı. Eleştiri ne tenkit ne de alternatifler önerisi anlamındadır. Daha ziyade, temel aldığımız şeylerin dayandığı öncüllerin sorgulanmasıdır. Derrida’nın Dissemination eserindeki çevirmenin notu bölümünde Barbara Johnson özetle şöyle der: Herhangi kuramsal bir sistemin eleştirisi sözkonusu sistemin saklı kusurlarının ya da eksik yönlerinin incelemesi değildir. Sistemi daha iyi hâle getirebilmek üzere hazırlanmış tenkitler dizisi anlamına da gelmez. Sistemin mümkünâtının gerekçesine vurgu yapan bir incelemedir. Eleştiri; doğal, aşikâr, açık veya evrensel olarak görünenlerin arkasındakileri okuyarak; tüm bunların birer tarihi, bu şekilde olmalarının bir nedeni, ardında bıraktığı etkileri olduğunu ve başlangıç noktasının genellikle kendine kör olduğunu, (doğal) verili değil; (kültürel) kurulu olduğunu gösterir. Eleştirinin amacı bir sistemi değişime açabilmek için bu kör noktaları görünür kılmaktır. Tüm yönleriyle düşünülmüş, ideal planı değiştirmek değil; farklı şekilde düşünebilme ve hareket edebilme imkânı yaratmaktır. Nihayet tam bu noktada, feminist tarihin savunucularının verdiği –en azından bana görehenüz gerçekleştirilmemiş o radikal taahhüdü yerine getirmenin bir yolu vardır. Sonrasındaki birkaç yılı kadınlar hakkında olduğu kadar disiplinel önvarsayımlar hakkında da okuyarak ve yazarak geçirdim, “tarih politikalarını” açığa çıkarmanın ve böylece ona müdahil olmanın yollarını aradım. Bu çalışmaların sonuçları Gender and the Politics of History (1988; 1999) kitabında yayımlandı. * 17 Brown’da ciddi anlamda bir dönüşüm geçirdim. Orada hiçbir şekilde bitmeyen bir sürece girdim ve kendime ait bir alan belirleyebilmek için gereken kaynakları ve saikleri edindim. Ana akım kadın tarihçilerinin baskılarının ve tarih disiplininin geleneklerinin her ikisi de eleştirel ilgimi cezbetmiş olmasına rağmen; bu alanı onlara borçlu değilim. 1985’de Brown’dan ayrıldığımda İleri Araştırmalar Enstitüsü’nde akademik kadro için karşı konulamaz bir teklif geldi, dönüşümüm hâlen sürmekte, ancak belki de sonunda yaşandığı kadar görünür değildi. Sosyal tarihçi olarak işe alındım; öncelikli kaygısı o zaman ve hâlen feminist teori olan bir akademisyen olarak Enstitü’deki entelektüel bir tarihçiden biraz daha fazlası olduğumu söylememin adil olduğunu düşünüyorum. Ya da belki de meslek tanımımı tarihteki farklılık meselesi şeklinde belirtmek daha doğru olur: Farklılığın kullanımı, ifade edilmesi, uygulanması, haklılaştırılması; toplumsal ve siyasal yaşamın inşası esnasındaki dönüşümü. Farklılık sadece cinsel farklılık değil, insan yaşamındaki temel ayrımların, hiyerarşilerin ve çatışmaların meydana geldiği etmenlerin tümü; doğadan, kültürden, dinden, etnisitiden veya ırktan kaynaklanan unsurların basit bir şekilde tanımlanmasından ziyade sorgulanması gerekir. Burada yine çalışmakta olduğum kurumsal konum fazlasıyla sorun yarattı. Göreve getirildiğim Sosyal Bilimler Okulu’nun kurucusu antropolog Clifford Geertz’di ve Geertz’in tahayyülündeki okul, disiplinel ortodoksilere karşı gelecek bir yerdi. Geertz’e göre okul, “Şeylerin ana güzergahındaki bir dikendi”. Eleştiriyi tanımlamak için güzel bir yoldu bu –yine de Cliff’in algısına göre bu tanım benimkinden çok daha felsefiydi ve görece daha az politikti. Yine de bu farklılıklar eleştirel düşünce fikrinin kendisinden daha az sorun yarattı: Hâkim disiplinel normların soruşturulması, beşeri ilişkilere dair bilimsel düşünme modellerinin değerinin sorgulanması, araştırma nesnesi ve araştırmacının metodunun yorumlanmasındaki ısrar. Enstitü’nün –fiziksel ve entelektüel- açıdan zengin kaynakları ve açık alanları araştırmacı ve yenilikçi düşünceyi teşvik etti ve ödüllendirdi. Sosyal Bilimler Okulu’na bir yıllığına burs desteği ile gelen fakülte üyelerinin disiplinlerarası bileşimi, yeni perspektifleri gündeme getirdi. Yeni perspektifler, Enstitü’deki yirmi küsür yılımın teması olabilir. Felsefeciler, edebiyatçılar ve her türlü sosyal bilimcilerle bir arada olmanın yanı sıra, bir zamanlar hafife aldığım ya da gözardı ettiğim temalar ve teorileri de araştırmaya başladım. Bunların bazıları Judith Butler, Drucilla Cornell ve Wendy Brown gibi öğretim üyelerin etkisiyle oldu. Bu kişilerin çalışmaları eleştiriyi yeni bir alana taşıdı: Cinsellik, hukuk, siyasal felsefe. Cinsellik araştırmalarına ve queer teoriye yönelik artan ilginin yanı sıra, sözkonusu akademisyenler ve diğerlerinin psikanalizden faydalanması, dikkatimi Freud ve Lacan’a yönlendirdi. Her ikisini de Rutgers’te verdiğim derslerde oldukça yetenekli yüksek lisans öğrencilerimle birlikte okurduk. “Toplumsal Cinsiyet: Tarihsel Analiz İçin Faydalı Bir Kategori” (1986) isimli makalemde psikanalizin tarihsel çalışma için önemini en aza indirmiştim; fakat şu an bunun fazla aceleci bir indirgeme olduğunu düşünmeye başladım. Bu, “eski ekolden” bir araştırmacıyla birlikte psikoterapiyi araştırma kararı aldığım bir döneme denk geldi. Psikanaliz yapılırken teoriyi takip etmek her daim işe yaramadı, ancak yine de bazı avantajları vardı. Bunlar arasında şunu öğrendim, teori ancak zihnin bir hayli bireyselleştirilmiş oluşumlarının açıklanmasında işlevli olabilirdi ve kişinin edindiği en iyi kavrayış, tanısal sınıflamanın uygulamasından gelmiyordu. Açıkçası bunlar dile gösterilen kurnazca ilgiden, belirli bir hayat deneyimi bağlamında rüyaların, hikâyelerin ve fantazilerin yorumlayıcı okumasından kaynaklanıyordu. Elbette ki, bu yorumlamalar teori temellidir; yani yer değiştirme ve yoğunlaşma, imgelem ve sembolik temsil ve de 18 öznelerin tanımlanmasındaki ikilem olarak cins ve cinsel farklılığın işleyişi; bilinçdışının işleyişini anlamaya yöneliktir. Erkeklik ve kadınlık algısını kabul edilir bir toplumsal görev olarak görmekten ziyade, süregiden bir problem olarak belirleyen bu tarz bir psikanalitik okuma, açıklamaya çalıştığım toplumsal cinsiyet mefhumuna büyük bir esneklik getirdi. Toplumsal cinsiyeti tarihsel araştırma için bir soruya dönüştürme girişiminin sıklıkla metodolojik reçeteler şeklinde okunmasına karşın, psikanalizin cinsiyet farklılığı kuramsallaştırması gerek bireysel gerekse kolektif düzlemde sorgulama yapmakta ısrar eder. Bir toplumsal cinsiyet ve cinsiyet sınırlarının toplumsal ve siyasal olarak denetlenmesini okuma yolu önerir, cinsiyet farklılığına atfedilen kaygıların müzakere edilmek amacıyla okunması yöntemini önerir. Kaldı ki bu, bilinen fakat anlamları ve etkileri asla kesin olmayan bir farklılıktır. Toplumsal cinsiyet belirli tarihsel bağlamlarda bu anlamları muhafaza etmekte daima başarısız bir girişimdir; siyaset kendi toplumsal düzen vizyonunu üretmek adına bu anlamları yaratır ve kendini bu anlamalara dayandırır. Toplumsal düzenin ve aynı şekilde toplumsal cinsiyetin çatışan görüşleri siyasetin işidir. Benim kendi psikanalizim ise farklı bir etki yarattı. Eleştireye yönelik ilgimin zihinsel temellerinde yatıştırıcı bir etkisi oldu. Bu makalenin başlarında eleştirinin psikodinamiklerini tanımlamıştım: “Aslında ortak amaçlar paylaştığım, o ya da bu şekilde değer verdiğim, kabulünü ya da şefkâtini beklediğim birisi (veya bir grup) tarafından konulan kuralları (aidiyet koşullarını) kabullenmenin eleştirel reddi.” Bunu karmaşık bir Oedipal formasyona atfediyorum ve bu, uzun yıllar boyunca öfke tarafından tetiklenmişti. Öncüllerine meydan okduğum kişilerce kabul edilme arzusunun; farkına vardığım çelişkiler ve sınırlar hakkında düşünmek konusunda dahi başarısız olmalarının; eleştiriyi kabul etmenin –eleştirinin tutkuyla önerildiğini, red değil gelişme hedeflediğini görmek- kaçınılmaz reddinin neden ve sonucunda öfke vardı. Bu öfkenin yitimi eleştirinin gücünü ya da çekiciliğini azaltmadı; eğer etkilediği bir şey varsa, o da entelektüel yaklaşımları daha çok açığa kavuşturması ve deneyimi daha keyifli hale getirmesidir. * Kişinin alabileceği pek çok kuramsal pozisyon olmasına rağmen, teori olmaksızın eleştiri işe yaramaz. Bence bu, benim sevdiğim tarihle, beni bilgi sahibi yapan ancak aydınlatmayan ya da heyecanlandırmayan tarihi ayrıştıran şey. Ve bu günlerde ortalıkta pek çok “sahte teori” dolaşıyor. Foucault’ya, Freud ya da hatta Marx’a büyük atıflarda bulunan insanlar düşünceler, olaylar ve hareketlere dair geleneksel tanımlayıcı anlatılarla yazılarını sonlandırıyorlar. Disiplinin iyileştireci gücü, genç akademisyenlerinin tutkusunda yatıyor. Disiplinin umut vaad eden öğrenciler talep edişine ve tanıdığım en yaratıcı öğrencilere ızdırap çektirdiğine tanık oldum. Bu sonuncular henüz yenik düşmedi ve bence onlar çelişkili bir şekilde disiplinin gelecekteki ümididirler. Adorno’nun yıllar önce belirttiği gibi, eleştiri ya da onun ifadesiyle “açık düşünmek”, “kendinden ötesini işaret eder”. Ya da eleştirel düşünce ve siyaset arasında bağlantı kurmak için tekrar Foucault’ya geri dönecek olursak: “İdeal” anlamdaki eleştiriye ve “gerçek” anlamdaki değişime karşı çıkmamız gerektiğini düşünmüyorum. Eleştiri bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadığını söylemek anlamına gelmez. Verili kabul ettiğimiz pratiklerin ne tür bulgular, anlatım biçimleri ve miras bırakılmış düşünme tarzlarına dayandığını görmemizi sağlar... En aptal kurumlarda dahi bir miktar düşünce bakidir, en sessiz alışkanlıklarda bile daima düşünce vardır. Eleştiri bu düşünceyi saklandığı yerden çıkarmayı ve onu değiştirmeyi denemeyi içerir... Bu koşullarda, eleştiri (radikal eleştiri) her türlü değişim için kesinlikle kaçınılmazdır. 19 * Son çalışmam Fransız feminizminin tarihlerinin yeniden anlatımının ve Fransa’daki iki yeni yasal mevzuatın eleştirisi yoluyla Foucault’nun mücadelesini sürdürüyor. Bu kitaplar feminizm (Only Paradoxes to Offer: French Feminists and the Rights of Man [1996], Parité: Sexual Equality and the Crisis of French Universalism [2005]) ve İslami başörtüsüne yönelik cumhuriyetçi itirazlar (The Politics of the Veil [2007]) hakkındadır. Tarih kitabı olarak yazılmış olmalarına rağmen her üç kitap da Fransız evrenselcilik öğretisinin eleştirel birer analizini içerir. Fransız Devriminin başarısı olarak evrenselciliği öven klasik hikâyeyi reddederek, Fransız ulus kimliğinin sınırları ve anlamları hakkında süregiden bir tartışmaya müdahil oldum. Şu an akademik özgürlük üzerine –kavramın ABD’deki tarihi ve uygulamalarının analizini içeren- bir kitaba dönüşecek (2008 bahar söneminde Irvine-California Üniversitesi’nde Wellek[18] seminerlerinde sunulan notlar) seminer notlarını kaleme alıyorum. Üniversitenin geleceğine dair benim günümüzdeki —ilk elden siyasal ve entelektüel— mücadeleye dahil olma yöntemim bu şekilde. Sonrasında ise dikkatimi, tarihçiler için psikanalizin değerine, bilhassa da yorumlamacı okumalarımız için fantazi kavramının kullanımına dair derleme bir kitaba yönlendireceğim. Bu, tarih pratiğine yönelik eleştirel bir müdahale yöntemidir. Bundan sonra neyin geleceğini zaman gösterecek; konu seçimimi ne tür siyasal/kavramsal sorunların dikkatimi çektiği ve ne tür faydalı katkılar sunabileceğim belirleyecek. Bildiğim tek şey şu ki; eleştiriye yönelik tutkum ve eleştiriye yönelik süregiden talep tükenmeyecektir. Eleştirel tarih yazmak için –vakit tükeniyor gibi gözükse de- iyi bir neden hep vardır. [1]Bu makale, Becoming Historians isimli kitapta yayımlanmıştır. Bkz. J. Banner ve J. Gillis, Becoming Historians, University of Chicago Press,[2009]. Makalenin çevirisini yayımlamamıza izin verdikleri için yazar Joan W. Scott’a ve Chicago Üniversitesi Yayınları’na teşekkür ederiz. [2]Tarihi olayları konu alan şiirlerin ilham perisidir. –ç.n. [3] İsveç kökenli Amerikalı, sendika aktivisti, şarkı yazarı, sosyalist bir işçi. 1879-1915 yılları arasında yaşamış, tartışmalı bir dava neticesinde idam edilmiştir. –ç.n. [4]Woody Guthrie tarafından yazılmış bir işçi şarkısı. Şarkı, kadın bakış açısını ele alan bir işçi şarkısı yazılması talebine yanıt olarak yazılmıştır. Parçanın ingilizce originali için bkz. http://www.woodyguthrie.org/Lyrics/Union_Maid.htm. -ç.n. [5]Amerikan Kominist Partisi üyelerinin ya da yandaşlarının çocuklarına verilen isim. –ç.n. [6] Amerika’nın önde gelen özel araştırma üniversitelerinden birisi. Boston şehrinin Waltham bölgesinde yer alan üniversitede ağirlıklı olarak Yahudi öğrenciler bulunur. –ç.n. [7] 1920’li ve 1930’lu yıllarda başlayan bir eleştiri akımıdır. Bu akıma göre, edebî sanat eserinin özerk (otonom) olarak ele alınması gerektiği görüşü ileri sürülür. –ç.n. [8] 1960’larda Güney Amerika’daki siyahların kamuya ait ulaşım araçlarını kullanımasına engel olan ayrımcı uygulamalara karşı eylem örgütleyen insan hakları savunucuları. –ç.n. 20 [9] Annales Okulu, Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından sosyoloji, ekonomi, sosyal psikoloji ve antropoloji gibi çeşitli toplum bilimleri ile işbirliği sağlayacak bir tarih bilimi yaklaşımı geliştirmek üzere 1929’da Strassbourg Üniversitesi’nde kuruldu. Önceliklerinden biri, 19ç yüzyıl tarihçilerinin bir çoğu üzerinde etkili olan siyaset, diplomasi ve savaşlar tarihi üzerine yoğunlaşan anlayışın aksine, olayların gerisindeki uzun erimli tarihsel yapıların araştırılmasıydı. –ç.n. [10] Amerika ve Afrika kökenli kişiler için kullanılan ırkçı bir terim.–ç.n. [11] Jean Jaures.Fransız sosyalist politikacı. –ç.n. [12] Kitabın Fransızca originali, Les Nuits des Proletaires’dir. –ç.n. [13]İng. her-story. Terim, 1960’ların sonlarında geleneksel tarih yazımına yönelik feminist bir eleştiri olarak üretilen yeni kelimedir. İngilizcede “tarih” anlamına gelen history kelimesine atfen kullanılır, tarihin kadınların bakış açısını dikkate alarak yazılması gerektiğini savunur. –ç.n. [14] İng. The Genesis. –ç.n. [15] Sovyet döneminde, fanzin benzeri bir yöntemle elden ele yayılan yeraltı edebiyatı. –ç.n. [16] SSRC: Social Science Research Council. –ç.n. [17]İng. deconstruction. –ç.n. [18] Karşılaştırmalı edebiyat eleştirmeni René Wellek anısına atfedilen seminer serileri.-ç.n. 21