bilimsel araştırma ve düşünce süreçleri semineri
Transkript
bilimsel araştırma ve düşünce süreçleri semineri
T.C. GENELKURMAY BAŞKANLIĞI HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ YENİLEVENT/İSTANBUL BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ SEMİNERİ (01 EKİM 2009) Harp Akademileri Basımevi Yenilevent – İstanbul 2010 HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ YENİLEVENT/İSTANBUL BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ SEMİNERİ (01 EKİM 2009) GENEL YAYIN YÖNETMENİ Dr. P. Kur. Alb. Ahmet KÜÇÜKŞAHİN YAYIN KURULU DANIŞMA KURULU Hv. Svn. Kur. Alb. Cemal CANDAN Dr. Öğ. Alb. Semih SERT Dz.Alb.Abdullah KÖKTÜRK Hv.İs.Kur.Alb.Turan TOKER İng. Müt. Dilek ÇETİNKAYA Topçu Alb.Yavuz Akif YARATANER Svl. Me. Fatma Şerife DUMAN Topçu Alb.Arif TEKBIYIK Tnk.Alb.Cevat ŞAYİN P.Yb.Orhan SEZGİN Doç.Mu.Bnb.Türker BAŞ Hv.Öğ.Bnb.Süleyman GÜNAYDIN REDAKSİYON Uzm.Me.Oben GÜRER BASKI Harp Akademileri Basımevi YAZIŞMA ADRESİ Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Yenilevent/ İstanbul Telefon: +90 212 284 80 65-2150 Faks: +90212 284 80 65-2150 E-posta: saren@harpak.edu.tr Web: www.harpak.edu.tr/saren Stratejik Araştırmalar Enstitüsü yayını olan Güvenlik Stratejileri Dergisi, yılda iki kez Haziran ve Aralık aylarında yayımlanan ulusal hakemli bir dergidir. Makalelerdeki düşünce, görüş, varsayım, sav veya tezler eser sahiplerine aittir ve Harp Akademileri Komutanlığı ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü sorumlu tutulamaz. Kitapta yer alan bildiri/makalelerdeki düşünce, görüş, varsayım, sav veya tezler eser sahiplerine aittir. Harp Akademileri Komutanlığı ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü sorumlu tutulamaz. II İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER………………………………………………………………II SUNUŞ………………………………………………………………………. 3 BİRİNCİ OTURUM SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM VE BİLİMİN TARİHSEL GELİŞİMİ……………………………………………………………………...5 BİLİM VE BİLİMSEL YÖNTEMLER……………………………………..53 TARİH DÜŞÜNCESİ VE YÖNTEMİ ÜZERİNE………………………..65 İKİNCİ OTURUM GÜVENLİK ÇALIŞMALARINDA YÖNTEM(LER)……………………99 HUKUK ALANINDA BİLİMSEL ÇALIŞMA METODU…………….119 ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ: TEMEL PRENSİPLER……………………………………………………..125 III SUNUŞ Araştırma ve öğrenme ile gelişmişlik arasındaki sıkı ilişkinin anlaşılmasıyla, bilimsel araştırma ve düşünce süreçlerine verilen önem artmakta ve bu konu ayrı bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından, bilimsel çalışmalara katkı sağlamak için yapılan, “Bilimsel Araştırma ve Düşünce Süreçleri” semineri, toplam altı bildiriden oluşan iki oturum halinde icra edilmiştir. Seminerin ilk oturumunda esas olarak, bilim felsefesi, bilimin temel özellikleri ve bilimin tarih boyunca gelişimi üzerinde durulmuştur. Ayrıca tarih araştırmalarında yöntem konusu, başlıca tarih anlayışları, tarihte olgu, kuram, nesnellik ve tarafsızlık kavramları çerçevesinde incelenmiştir. İkinci orurumda güvenlik, hukuk ve uluslararası ilişkiler araştırmalarında yöntem konuları tartışılmıştır. Bunlardan güvenlik araştırmalarında yöntem konusu, soğuk savaş dönemi ve soğuk savaş sonrası ayrımında ele alınmıştır. Hukuk araştırmalarında yöntem başlığı altında normların kullanımı, normların yorumlanması ve kabul edilen çeşitli yorum şekilleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Son olarak uluslararası ilişkiler konularında, araştırma sürecinin nasıl tasarlanacağı ve her bir basamakta yapılması gerekenler ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Seminerde ortaya konulan görüş ve değerlendirmelerin, bilimsel çalışma yapan araştırmacı, akademisyen ve öğrencilere katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Ahmet KÜÇÜKŞAHİN P.Kur.Alb. SAREN Müdürü 4 5 BİRİNCİ OTURUM SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM VE BİLİMİN TARİHSEL GELİŞİMİ Prof. Dr. A. M. Celâl ŞENGÖR1 Geçen yüzyılın sonlarında, davranış bilimci Tito Vignoli, bilimin nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusuna cevap ararken, özellikle memeli hayvanların ve bebeklerin çevrelerini önce kendilerinin bir parçası, sonra da kendilerine benzer bir yaratık olarak algıladıklarını farketmişti. Bir kedi yavrusunun önüne yuvarlanan bir yün yumağı, önce yavruyu korkutur. Yavru yumağın etrafında dolanarak onun muhtemel tepkilerini tartmaya çalışır. Hiçbir tepki gelmeyeceği kanısını edinince yumağa dokunma denemeleri yapmaya başlar. En nihayet yumağın bir diğer kedi yavrusu değil de «tepkisiz bir nesne» olduğuna kendini inandırınca onunla gönlünce oynamaya koyulur.2 Mitoloji ve Bir Açıklama Aracı Olarak Yetersizliği İlkel insanın çevresine gösterdiği tepkiyi incelediğimizde kedi yavrusunun gösterdiği gelişme şeklinin çok benzerini gözlüyoruz. İnsan, doğanın muhtelif tezâhürlerini insan özelliklerine sahip varlıklar olarak kabul etmiş, bunların çeşitli etkileri, temsil ettikleri varlığın keyfî icraatı olarak yorumlanmıştır. Bu, dünyanın çeşitli ortam ve iklimlerinde yaşayan tüm ilkel insanlarda aynı şekilde gelişmiş bir olgudur. Bugünün bütün gelişmiş toplumlarının tarihlerinde aynı safha her zaman görülür. İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü, Ayazağa 34469 İstanbul sengor@itu.edu.tr Vignoli, T., 1882, Myth and Science-An Essay: Kegan Paul, Trench &Co., London, [i]+330 ss. 2 Eliade, M., 1978, A History of Religious Ideas, c. 1 (From The Stone Age to The Eleusinian Mysteries): The University of Chicago Press, Chicago, xvii+489 ss. (translated from the French by W. R. Trask); aynı yazar, 1991, Toward a definition of myth: Bonnefoy, Y., editör, Mythologies’de, c. I, Chicago University Press, Chicago, ss. 3-5; Horton, R., 1982, Tradition and modernity revisited: Hollis, M. ve Lukes, S., editors, Rationality and Relativism, MIT Press, Cambridge, ss. 201-260. 1 2 6 Uzun bir süreden beri çok iyi incelenmiş olduğundan diğer tüm mitolojilerden daha iyi bilinen Yunan mitolojisini bir örnek olarak düşünelim. Önce Yeryüzü (Gaia) Kargaşa’dan (Kaos) yaratıldı (kimin yarattığı belirtilmiyor). Gaia sonra Gökyüzü’nü (Uranos) doğurdu. Gökyüzü Yeryüzü’nün üzerine yağarak bereket getirdi, bitkiler, hayvanlar ortaya çıktı. Bunların çocukları Devler (=Titanlar), Tepegözler (=Kikloplar=Yanardağlar) ve Yüz Kollular’dı (=Hekontkheriler). Gökyüzü, çirkin oldukları gerekçesiyle Devler hariç tüm diğer çocuklarını Tartaros’a (=Cehenneme) attı. Çok üzülen anne Yeryüzü, Devleri babalarına karşı ayaklanmaya kışkırttı. En genç Dev olan Kronos (=Zaman) babasını yendi ve baştanrı oldu. Ama Kronos babasının akıbetine uğramamak için kendi çocuklarını yutmaya başladı. Eşi, çocuklardan Zeus’u Girit’teki Dikte (veya Ida) dağındaki bir mağarada saklayarak gizlice büyüttü. Zeus büyüyünce babasına karşı ayaklandı ve onu yenerek bugünkü Kanarya Adaları olduğu sanılan Fortunate (=Mutluluk) Adalarına sürdü, kendi de Olimpos dağının üzerinde bir tanrılar krallığı kurdu. Kendisi hem baştanrı, hem de gökyüzü, şimşek ve fırtına tanrısıydı. Kardeşi Poseidon denizler tanrısıydı, ama depremleri de o meydana getiriyordu. Üçüncü kardeş Hades yeraltında olduğu var sayılan ölüler diyarı Tartaros’un ve madenlerin tanrısıydı. Evlilik ve doğum tanrıçası olan ablası Hera, aynı zamanda Zeus’un eşi ve Olympos’un baştanrıçasıdır. Zeus’un tüm kaçamaklarına ve kendisine yapılan tüm aşk tekliflerine rağmen hep Zeus’a sadık kalan Hera, aynı zamanda evliliği kutsayan tanrıçadır da. Zeus’un çocukları ise insan yaşamının ve doğanın muhtelif cephelerini temsil eden tanrılar olmuşlardır. Yunan mitolojisi bizlere MÖ sekizinci yüzyılın İzmir’li ozanı Homeros’un ve ondan muhtemelen bir yüzyıl sonra yaşamış olan Hesiodos’un eserleriyle ve diğer bazı yazılı metin ve sözlü geleneklerle ulaşmıştır3. Yunan mitolojisini en güzel ve en zengin kaynaklarla anlatan eserler Károly Kerényi’nin iki meşhur kitabıdır. İngilizceye de The Gods of the Greeks and The Heroes of the Greeks başlıkları altında çevrilmiş bulunan bu iki cilt pek çok defalar baştan basılmıştır ve hâlâ da kitapçılarda bulunmaktadır. Burada sadece kütüphanemde bulunan ilk baskılarının künyelerini veriyorum: Kerenyi, K., 1951, Die Mythologie der Griechen. Die Götter- und Menschheitsgeschichten: Rhein-Verlag, Zürich, 312 ss; aynı yazar, 1958, Die 3 7 Ondokuzuncu yüzyılda büyük ölçüde Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde Avrupa ülkelerinin ve ABD’li bilim insanlarının başlattıkları arkeolojik çalışmalara kadar, bu mitoloji Yunanlılara has sanılıyordu. Ancak Mezopotamya’da yapılan kazılarda ele geçen çivi yazılı kil tabletler ve içeriklerinin okunması bilim dünyasını hayretler içinde bıraktı. Yunan mitolojisinin pek çok motifi, hattâ hikâyesi, bunlarda vardı. Bu öyküler, görüldüğü kadarıyla Yunanlılar ortaya çıkmadan çok önce ağızdan ağıza dolaşıyor, hattâ kayıtlara geçiriliyordu. Ama en büyük şok, 1873 ve 1874 yıllarında Ninova’da yapılan kazılarda ele geçirilen malzeme nedeniyle yaşandı: British Museum’un Doğu Antikaları bölümünden George Smith, burada bulunan kütüphanedeki kil tabletlerde Tevrat’tan (Tevrat=Torah=öğreti, talimat, yasa anlamlarında) bilinen Yaradılış, İnsanın Cennetten Kovuluşu, Tufan, Babil Kulesi, İbrahim’den Önceki Peygamberler Zamanı ve Nemrud hikâyelerinin putperest geleneği içerisinde sunulmuş şekillerini bulmuştu.4 Avrupa’da yer yerinden oynadı. O zamana kadar Tanrı’nın Musa’ya ilham ettiği sanılan bu hikâyeler, Musa’nın lânetlediği putperest geleneğinde de aynen mevcuttu ve demek ki Musa’nın tanrısı YHWH ile bir ilgileri yoktu! Geçen yüzyılın sonunda Avrupalı doğubilimciler (yani eskiden Türkçe’de şarkiyatçı veya müsteşrik dediğimiz bilim insanları) Tevrat’ın Pentateuch denilen ilk beş kitabının, temelleri tâ eski Sümerlilere kadar inen çok eski bir mitolojik geleneğin bir parçası olduğunu anlamışlardı. Ortadoğu’nun tamamı, hattâ kısmen Mısır’ı da içine alacak şekilde, çok eski bir ilâhiyat geleneğine sahip Heroen der Griechen: Rhein-Verlag, Zürich, 476 ss; Daha geniş ve daha modern, fakat okunması daha zor bir kaynak için bkz. Grant, T., 1993, Early Greek Myth—A Guide to Liter 4 Smith, G., 1876, The Chaldean Account of Genesis: Sampson Low, Marston, Searle, and Rivington, London, xvi+19 ss; keşiflerin tarihi için ayrıca bkz. aynı yazar, 1875, Assyrian Discoveries; An Account of Explorations and discoveries on the Site of Nineveh, during 1873 and 1874: Sampson Low, Marston, Low and Searle, London, xviii+461 ss. Bulunan kil tabletlerin çoğu bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri alanındaki Yakın Doğu Uygarlıkları Müzesi sergi ve depolarında bulunmaktadır. Yunan mitolojisinin doğu kökleri hakkındaki modern görüşler için bkz. Penglase, C., 1994, Greek Myths and Mesopotamia— Parallels and Influence in the Homeric Hymns and Hesiod: Routledge, London, ix+[ii]+278 ss. 8 görünüyordu.5 Bu gelenek doğal olarak temasa geldiği yabancı kültürleri etkilemiş, hele düzeyi Ortadoğu kültürlerinin düzeyinin altındaki kültürler bu etkiyi çok daha güçlü hissetmişlerdi. Daha sonra Anadolu’da yapılan arkeolojik buluşlar, daha önce Mezopotamya, Suriye ve Doğu Akdeniz’in sahil bölgelerinde yapılan keşiflerin ilham ettiği teorileri daha da güçlendirdi. 6Uygarlık, Ortadoğu’dan ve Mısır’dan Yunanca konuşan âleme akmış gibi görünüyordu. Fakat Yunanca konuşan insanların kültürleri ve bunların oturduğu yerlerdeki kültürel gelişme ile Ortadoğu’nun kültürel gelişmesi karşılaştırılınca çok önemli, hattâ temel addedilebilecek bazı farklılıklar görülmeye başlandı. Herşeyden önce, Ortadoğu’da (ve Mısır’da) gelişme çok, ama çok yavaş olmuştu. Buralarda binlerce sene alan bir adım, Yunanca konuşulan kültür çevresinde onlarca, hattâ bazan birkaç yılda atılmıştı! Bunu en iyi sanatta izleyebiliyoruz. Ortadoğu’da sanat büyük ölçüde iki boyutluydu ve binlerce yıldır da öyle kalmıştı. Hiç kuşkusuz pek çok «üç boyutlu heykel» de yapılmıştı ama bunların hepsi aynı «iki boyutlu» prensipler üzerine oluşturulmuştu. Tiyatro monologlardan ibaretti. Hareketli bir diyalog veya multilog yoktu. Tapınaklardan türeyen bu sanat türü, Ortadoğu’da kendini vaaz havasından binlerce yıldır kurtaramamıştı. Tüm sanata bir hareketsizlik, bir zaman reddi hakimdi. Resim ve heykeller perspektife göre değil, resmedilenlerin toplumsal konumlarına göre çiziliyordu. Dev Bu konuda bkz. Pritchard, J. B. (Editör), 1969, Ancient Near Eastem Texts Relating to the Old Testament, Third Edition with Supplement: Princeton University Press, Princeton, 710 ss. Bu eser Eski Ahit metinleriyle ilişkili Mezopotamya’da bulunan kil tablet metinlerinin bir antolojisidir. 6 Bunların en çarpıcısı hiç kuşkusuz Hitit başkentinin Boğazköy’de bulunması ve orada ele geçen metinler içindeki Kumarbi efsanesiydi. Bkz. Güterbock, H. G., 1945, Kumarbi Efsanesi: Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, VII. Seri, No. 11, Ankara, IV+[II]+73 ss. Bu metin daha sonra Güterbock tarafından tekrar elden geçirilmiş ve düzeltilmiş şekilleri defalarca değişik yerlerde çıkmıştır. Kumarbi efsanesi, Hesiodos’un Theogonia’sındaki masalların Hitit karşılıklarıdır. Bu konuda modern ve aynı zamanda kısa ve öz bir kaynak için bkz. Hoffner, H. A., Jr., 1990, Hittite Myths: Scholars Press, Atlanta, xi+92 ss. Kumarbi ve ilişkili mitoslar için bilhassa ss. 40-43 ve 52-61’e bkz. 5 9 tanrı betimlemelerini orta boy krallar ve kraliçeler, onları da mini mini halk ve savaşçı çizimleri izliyordu. Ortadoğuda ve Mısır’da din de Sümer’de edindiği kalıpların dışına çıkmamıştı. Tek tanrılı sanılan Musevî dininin de temelinde nihayet bir kabile tanrısı olan (ve eski Sâmî dillerinde hava anlamına gelen haua kelimesinden türetildiği sanılan) YHWH’nin yatması tamamen Ortadoğu putperest din şablonuna uygundu.7 Ortadoğu dini bir tarım toplumunun getirdiği astronomik düzenleme, çiftçi/çiftçi olmayan işbölümünün gerektirdiği katı hiyerarşi ve tarım toplumunun muhtaç olduğu sıkı düzen üzerine kurulmuş bir din şemasına sahiptir ve örneğin, avcı toplumların bireyi öne çıkaran şamanist dinlerine benzemez. Bu tarımcı din şeması Ortadoğu kültürlerini yaklaşık 8000 yıl önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri yönetmektedir.8 Din, burada hem tüm âlemi açıklayan hem de bireyin yaşamını düzenleyen bir fonksiyona sahipti. Yani, hem bilim hem de hukuktu9. Tevrat’ta Musa’nın tanrısı olarak karşımıza çıkan YHWH, tüm semavi ilâhiyat geleneğinde öğretildiğinin tersine monoteistik bir tanrı değildir. YHWH büyük bir olasılıkla Kenânlılarla ilişkili olan Leah kabilelerinin tanrısıydı. Aslında Raşel kabilesine ait olan Musa şartlar gereği Leah dinine mensup olmuştu. Böylece Musevî dininin tanrısının tüm insanlığın tek tanrısı olmadığı görülmektedir. Zaten İsrael’in tanrının «seçilmiş insanları» olarak betimlenmesi, tüm insanlığı kucaklayan tek tanrı imajına uymamaktadır. YHWH’nin kökeni, özellikleri ve tarihi için bkz. Robinson, T. H., 1932, A History of Israel, c. I (From the Exodus to the Fail of Jerusalem, 586 B. C.): Clarendon, Oxford, bilhassa ss. 92 ve sonrası. YHWH ve El kavramlarının içinde geliştiği Ortadoğu din tarihinin en son araştırmalara göre yapılmış çok güzel bir sentezi için bkz. Haider, P. W., Hutter, M. ve Kreuzer, S., yayına hazırlayanlar, 1996, Religionsgeschichte Syriens— Von der Frühezit bis zur Gegenwart: Kohlhammer, Berlin, 496 ss. 8 Childe, G., 1951, Man Makes Himself: A Mentor Book from New American Library, New York, ss. 59 ve sonrası. 9 Dinin bu hem açıklayıcı hem de düzenleyici fonksiyonlarının bir tartışması için bkz. Şengör, A. M. C., 2002, Is the ‘Symplegades’ myth the record of a tsunami that entered the Bosphorus? Simple empirical roots of complex mythological concepts: şurada Aslan, R., Blum, S., Kastl, G., Schweizer, F. ve Thumm, D., yayına hazırlayanlar, Mauerschau, Festschrift für Manfred Korfmann, Verlag Bernhard Albert Greiner, RemshaldenGrunbach, c. 3, ss. 1005-1028. 7 10 Tarımcı dini bu şemasıyla Yunanca konuşan toplumlarla karşılaşınca, kaçınılmaz bir şekilde onları ve özellikle onların yerli dinlerini etkiledi. Sonunda karşımıza yukarıda çok kaba hatlarıyla bir paragrafa sığdırmaya çalıştığım Yunan mitolojisi çıktı. Bu mitoloji de binlerce yıl süresince kendini icat etmiş olan halkları etkileyebilir, onların inanç dünyalarına hükmedebilirdi. Fakat ne hikmetse bu böyle olmadı.10 Anadolu’nun batı kıyısında oturan, kısmen Girit, kısmen de Peloponez’deki Yunan şehirleri tarafından kurulmuş olan «koloniler»de, yani müstemlekelerde (sömürge değil!) yaşayan ve Yunanca konuşan, fakat etnik köken olarak Yunanlı/Anadolulu kırması insanlar, mitolojiyi tatminkâr, hattâ inandırıcı bile bulmamaya başladılar. Nesillerdir Zeus’a dua edilmesine rağmen bugün de eskiden olduğu kadar gemi fırtınalarda kayboluyor, insanlar telef oluyor, mal-mülk heba oluyordu. Yunan toplumundaki gelişmenin büyük hızı ve bu hızlı gelişmenin hem sürati hem de tabiatı açısından Ortadoğu kültürleri ile karşılaştırılması hakkında bugüne kadar kaleme alınmış en önemli eser, kanımca Ekrem Akurgal’ın 1966 yılında yayımladığı Orient und Okzident adlı küçük fakat etkili kitabıdır. İngilizce, Fransızca ve İtalyanca’ya da çevrilmiş bulunan bu kitap eleştirel aklın bir toplum içinde gelenek haline gelmesiyle düşünsel evrimin nasıl hızlandığını göstermesi bakımından dikkatle okunması gereken bir belgedir: Akurgal, E., 1966, Orient und Okzident: Holle Verlag, Baden-Baden, 256 ss. (karton-kapak baskı 1980). Son yıllarda gene doğunun Yunan gelişmesindeki rolünü vurgulayan eserlerde Akurgal’ın (Popper gibi, fakat O’ndan bağımsız olarak) ısrarla vurguladığı eleştirel akıl faktörünün anlaşılamaması veya yeterince değerlendirilememesi, 6. yüzyıl İyonyasında meydana gelen mucizenin zihinlerde gene bulanıklaşmasına neden olmuştur. Bu tür eserlerden dar uzmanlık çevreleri dışında da daha çok politik vurgularından ötürü ve özellikle Afrika’nın katkısını çok abartmasıyla tanınmış Martin Bernal’in şimdilik iki cildi yayımlanmış olan Black Athena—The Afroasiatic Roots of Classical Civilisation adlı eseri (c. I: The Fabrication of Ancient Greece: 1785-1985, xxxii+575ss; c. II: The Archaeologlcal and Documentary Evidence, xxxiii+736 ss; Rutgers University Press, New Brunswick) uzman bilim adamlarının çok sert bir tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu tepkilerin en derli toplu bulunduğu iki kitap şunlardır: Lefkovvitz, M., 1996, Not Out of Africa: A New Republic Book, Basic Books, HarperCollins, New York, xvii+222 ss; Lefkovvitz, M. ve Rogers, G. M. (yayına hazırlayanlar), 1996, Black Athena Revisited: The University of North Carolina Press, Chapel Hill, xxii+522 ss. Martin Bernal’in bu kitaplardaki eleştirilere verdiği cevap ise tamamen yüzeysel olup, bilimsel tartışmalarda kabulü mümkün olmayan hışımlı bir postmodern sol politika görüşüyle yazılmıştır: Bernal, M., 2001, Black Athena Writes Back—Martin Bernal Responds to His Critics: Duke University Press, Durham &London, xvi+[x] 550 ss. 10 11 Poseidon’a adanan tüm adaklara rağmen güçlü depremler Yunan şehirlerini kasıp kavuruyordu. Hades’e yapılan tüm yakarılar daha tek bir ölüyü bile geri getirmemişti. Asklepios dualara bazen cevap vererek bir hastayı iyi ediyor, ama bazen de etmeyeceği tutuyordu. Apollon’un Delfi’deki kehânetleri isteyenin istediği yere çekebileceği kadar muğlaktı. Tanrıların dünyası keyfîydi ve bu, Yunan kolonilerinde yaşayan bazı Batı Anadoluluları rahatsız etmeye başlamıştı. Şu görünen âlemin acaba başka, daha anlaşılabilir bir izahı olabilir miydi?11 Bilimin Doğuşu Tanrıların dışında insanların da bilebileceği bazı gerçeklerin olduğu fikri Miletli Tales’e12muhtemelen Mısır’ı bir ziyaretinde Snell, B., 1946, Die Entdeckung des Geistes—Studien zur Entstehung des Europaischen Denkens bei den Griechen: Claassen & Goverts Verlag, Hamburg, 264 ss. 12 Tales hakkındaki bilgilerimiz tamamen ikinci eldendir. Bu ikinci elden bilgilerin en iyi toplandığı temel kaynak, tüm diğer Sokrates öncesi filozofları için de olduğu gibi, Hermann Diels’in , bir zamanlar İstanbul Üniversitesinde de profesörlük yapmış olan Walther Kranz tarafından 1951’de beşinci baskısı yayımlanmış olan Die Vorsokratiker adlı ölümsüz eseridir. Bu kitap tekrar tekrar basıldığından elde edilmesi kolaydır. Thales hakkında bkz. Costantini, M., 1992, La Génération Thalès: Criterion, Paris, 210 ss; O’Grady, P. F., 2002, Thales of Miletus—The Beginnings of Western Science and Philosophy: Western Philosophy series, Ashgate, Hants, xxii+310 ss. Tales’in kuramsal doğa bilimlerinin kurucusu olduğu konusundaki en güzel eserlerden biri hiç kuşkusuz şu küçük kitaptır: Blumenberg, H., 1987, Das Lachen der Thrakerin—Eine Urgeschichte der Theorie: Suhrkamp, Frankfurt am Main, 162 ss. Sokrates öncesi filozofların hepsi için Diels/Kranz dışında şu eserler benim bildiğim en iyileridir: Theil, P., tarihsiz, Dünyamızı Kuranlar: Varlık Yayınları, İstanbul, 160 ss; Schrödinger, E., 1954, Nature and the Greeks: Cambridge University Press, Cambridge, [i]+97 ss. (Evet, bu kuantum fiziğinin babası olan meşhur Schrödinger’dir!); Saraç, C, 1971, İyonya Pozitif Bilimi (Temel Kaynakları ve Etkileri): Ege Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü Yayınları, No. 1, X+226 ss; Barnes, J., 1981, The Presocratic Philosophers, revised edition: Routledge & Kegan Paul, London, xxiii+703 ss; Kirk, G. S., Raven, J. E. ve Schofield, M., 1983, The Presocratic Philosophers. A Critical History with a Selection of Texts, 2nd edition: Cambridge University Press, Cambridge, 501 ss; Kranz, W., 1984, Antik Felsefe—Metinler ve Açıklamalar: Sosyal Yayınlar, İstanbul, 232+[3] ss. (çeviren Suad Y. Baydur); Thomson, G., 1988, İlk Filozoflar: Payel, İstanbul, 439 ss. (çeviren M. Doğan); Heuser, H., 1992, Als die Götter Lachen Lemten: Piper, München, 330 ss; bilhassa yeni başlayanlar için ve kolay ulaşılabilecek bir kaynak şu eserdir: Barnes, J., 1987, Early Greek Philosophy: Penguin, London, 318 ss. İngilizce bilmeyenler şu eserlerde Sokrates öncesi doğa bilimi (veya doğa felsefesi) hakkında 11 12 gelmiştir. Mısır’da hem piramitlerin inşasında hem de Nil’in yıllık sellerinin ardından taşkın ovası içindeki tarlaların kadastrolarının baştan yapılması sırasında Mısırlı ustalar bazı basit geometrik ilişkileri kullanıyorlardı. Bu bilgi, hiçbir zaman düzenli bir bilimsel disiplin halini almamış, ustadan çırağa geçen türden pratik bir bilgiydi.13 Tales bu pratik geometrik bilgiyi ilk defa teorem, yani isbatlanabilir kesin bilgi, haline getirmiş olan kişidir. Mısırlı, pratik bilgisini piramit şeklinde anıtmezarlar dikmek veya tarlasının sınırlarını en az hatâ ile baştan çizebilmek için kullanıyordu. Tales ise oluşturduğu teoreme yalnızca «doğru» olduğu için hayrandı. İki benzer üçgenin ilişkileri tanrılar olsa da olmasa da, dünyada veya başka herhangi bir yerde doğru olmak zorundaydı. Tales, tanrıların izni veya yardımı olmadan, yalnızca aklını kullanarak «doğru» bilgiye ulaşabilmişti. Bu hiç kuşkusuz Miletliyi çok sevindirmiş, çok da heyecanlandırmıştı. Tales şimdi başka bilgilere de böyle yalnızca kendi aklıyla ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyordu. Milet’e döndüğünde kendini aklını kullanarak bilgiye ulaşma işlerine verdi. Bu yolda bir de arkadaş edinmişti. Hemşehrisi Anaksimandros da kendisi gibi şehrin ileri gelenlerindendi. Bu tür işlere ayıracak zamanı vardı.14 gerekli bilgilerin önemli bir kısmını bulabilirler: Bayladı, O., 2007, Felsefenin Beşiği Anadolu: Say Yayınları, Düşünce-10, İstanbul, 152 ss; Arslan, A., 2008, İlkçağ Felsefe Tarihi—Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi, 2. Baskı : İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, xxiv+351 ss. Sokrates öncesi doğa filozoflarının tarihini bilip, bu konuda biraz daha derinlemesine okumak isteyenler şu esere bakabilirler: Caston, V. ve Graham, D. W., (yayına hazırlayanlar), 2002, Presocratic Philosophy—Essays in Honor of Alexander Mourilatos: Ashgate, Hants, xv+346 ss. 13 Mısırlıların matematik bilgileri ve bakış açılarının faydalı bir özeti için bkz. Sarton, G., 1952, A History of Science, c. I (Ancient Science Through the Golden Age of Greece): Harvard University Press, Cambridge, ss. 35-40. 14 Anaksimandros kanımca gelmiş geçmiş en büyük insanoğludur. Bu denli iddialı bir ifadede bulunmamın nedeni, kendisinin doğa bilimlerine dayanan insan uygarlığının yaratıcısı olduğu konusundaki sağlam belgelerdir. Etrafımızda bilimin ürünü olan ne varsa bunun dolaylı veya dolaysız bu Anadolu çocuğunun düşüncelerinin eseri olduğunu düşünürseniz, bu iddiamın dayandığı temeli takdir edebilirsiniz. Bu olağanüstü insanın yaşamı ve düşünceleri için bkz. Kahn, C. H., 1960, Anaximander and the Origins of Greek Cosmology: Columbia University Press, xiii+[i]+249+[l] ss; Schmitz, H., 1988, Anaximander und die Anfänge der griechischen Philosophie: Bouvier, Bonn, V+79 ss. 13 Tales depremleri Poseidon’un yaptığı tezine karşı, tâ Sümer’den beri ortalıkta olan ve karaların denizler üzerinde bir tabla gibi yüzdüğünü kabul eden, «Tarkullu» adı verilen varsayımı, Sümerliler ve onları izleyen diğer Ortadoğuluların tersine, din dışı bir bilimsel öneri olarak ortaya sürdü, çok büyük fırtınaların da bu karaları aynen bir gemi gibi sallayarak depremleri oluşturduğunu iddia etti. Ama bu düşüncesine ulaşmış olmanın, geometrik teorem yapmaktan farklı olduğunu Tales’in farkettiği sanılmaktadır. Geometrik teorem ideal olarak tek bir ilişkinin doğruluğu üzerine kuruluydu. Böyle bir ilişkinin her noktasını -ideal olduğundan- gözlemek mümkün olduğu için onu tamamen bilmek kabildir. Ancak Tales dünyanın her köşesini gözleyemeyeceğinin farkındaydı. Dolayısıyla yaptığı, mantıken teoreme benzeyen ama doğrudan gözlemden ziyade bazı varsayımlara dayanan bir anlatım kurmaktan ibaretti. Amaç doğa ile birebir örtüşen bir anlatıma ulaşmaktı. Ancak doğanın her köşesini gözleyerek anlatımla uyuşup uyuşmadığını kontrol etmek mümkün olmadığı için doğa hakkındaki her anlatım her zaman varsayımsal kalmak zorundaydı. Tek umut, varsayımsal anlatımları derhal gözlemle sınamak ve gerçekle bağdaşmayanları geçersiz varsayımları terkederek yerine yenilerini üretmekti. Tales bu yolun doğa ile bir diyaloga girebilmek için geçerli tek yol olduğu kanısındaydı. Öyle de oldu. Tales dünyamızın yapısı ve evrendeki yeri üzerindeki fikirlerini arkadaşı ve «öğrencisi» Anaksimandros’a anlattı. «Bunlar» dedi herhalde Tales, «benim dünyamız ve depremler hakkındaki düşüncelerim. Ama dünyanın hepsini görmeme olanak olmadığından, bunlar çok büyük ölçüde varsayımlara dayanıyor. Bu nedenle bunlara inanmak zorunda değilsin. Hele inanmamak için nedenin varsa daha da iyi. Onları özellikle dile getir. Belki onlara bakarak benimkinden daha iyi bir anlatıma varabiliriz ve belki gereçğe biraz daha yaklaşabiliriz.» Conche, M., 1991, Anaximandre—Fragments Universitaires de France, Paris, 252+[l] ss; 14 et Temoignages: Epimethe, Presses Bu sözler üzerine Anaksimandros muhtemelen Tales’e taşların suda battığı gözleminden hareketle, dünyanın bir tabla gibi su üzerinde yüzdüğü tezinin geçerli olamayacağını söylemiştir. Fakat kendilerinden sonra gelen Yunan doğa bilimcilerinin üzerinde en çok durdukları, Anaksimandros’un Tales’in tezinin bir çözüm değil, problemi sonsuza dek uzağa atmak olduğu konusundaki fikridir. Çünkü dünya suyun üzerinde yüzüyorsa, suyu tutan nedir? Ona bir cevap bulundu varsayalım, o zaman suyu tutanı tutan nedir? Bu şekilde bu soru-cevap sonsuza kadar sürer ve bir regressum ad infinitum’a neden olur. Bu durum anlaşıldığı kadarıyla mantıksal olarak Anaksimandros’u tatmin etmemiştir. Tales’in «Peki, sen ne düşünüyorsun?» sorusuna Anaksimandros’un verdiği cevap ise kanımca insan aklının tarihinde yaptığı en büyük sıçramadır: «Bence dünya boşlukta duruyor!» «Neden?» «Çünkü herhangi bir yöne gitmesi için bir sebep yok!» Bu iki parçalı muhteşem cevap birçok açıdan devrimseldir (ve tekrar edeyim: insanoğlunun tarihteki en büyük devriminin ifadesidir). Anaksimandros hiçbir gözleme dayanmadan, yalnızca mantıksal çıkarımlarla dünyanın boşlukta durması gerektiğini ortaya atmıştır. Bu bir varsayımdır; ama gözlemle sınanarak reddedilebilecek bir varsayımdır. Varsayımın karakteri ise Anaksimandros’un «aşağı» veya «yukarı» gibi kavramların tamamen bağıl kavramlar olduğunu anlamış olduğunu göstermektedir. Anaksimandros’un ifadesinin Tevrat’ta Ketubim’den Eyyûb’un kitabının 26. bölümünün 7. beytinde -ve içeriği ile önemi arasındaki ilişkinin ifadeyi alıntılayan tarafından anlaşılamamış olduğu belli olan bir şekilde- karşımıza çıkması, öneminin ve yarattığı etkinin büyüklüğünün bir kanıtıdır. Anaksimandros’un bu varsayımını Tevrat’a alan kişi, belli ki böyle bir fikri ancak Tanrı’nın üretebileceğini sanmışıtır. Anaksimandros’un bu temel üzerine kurduğu ilk bilimsel kozmolojiyi, yani evren modelini, burada anlatmaya ne yazık ki yerim yok. Ancak hem ülkemizle olan güncel ilgisi, hem de benim mesleğimle olan alâkası nedeniyle, büyük Miletlinin jeoloji hakkındaki görüşlerine değinmek istiyorum. Dünyanın boşlukta durduğunu söyledikten sonra Anaksimandros, şeklinin de bir «sütun parçasına» bir başka ifadeyle bir 15 davula benzediğini belirtiyor. Bizler bu davul benzeri dünyanın bir yüzünde yaşıyoruz. Anaksimandros bu yüzün bir de coğrafî haritasını yapıyor. Harita, hemen hemen çağdaşı olan Ortadoğu haritaları gibi yuvarlak. En dışta çepeçevre bir okyanus, ortada «yaşanılan dünya»yı (Yunancası «ökümene»; «ökümenik» sıfatı buradan gelir) çevreliyor. Haritanın detayları hakkında fazla birşey bilmiyoruz. Bildiğimiz, Anaksimandros’un hemşehrisi Hekateus’un bu haritayı geliştirdiği ve MÖ 499-498’de Milet tiranı Aristagoras’ın Perslere karşı Spartalılardan yardım istemeye gittiğinde bu haritayı da beraberinde götürdüğü. Anaksimandros’un haritasının içeriğiyle ilgisi olmayan bir başka bilgi kırıntısı daha var elimizde. O da Miletlinin haritasını o zamanlar Akdeniz’in en işlek limanlarından biri olan Milet limanında bir direğin üzerine çakarak denizci ve tacirlerden bunu eleştirmelerini istemiş olması. Bu eleştirilmek arzusu şimdiye kadar baktığımız Ortadoğu kültürlerinin hepsine tamamen yabancı bir arzudur. O kültürlerde eleştirilmek; otorite kaybetmek, mahçup olmak demektir. Yalnız Ortadoğu’da değil: Hint, Çin, Orta Amerika ve And kültürlerinin hepsi bilginin kesin olduğu inancı üzerine kurulmuşlardır. Kesin bilgi eleştirilemez. Kesin bilgi ayrıcalıklı kişilere vergidir: Rahipler, krallar, babalar, büyükler... Kesin bilginin bazı mantık ilişkileri dışında bir hayâl olduğunu ilk keşfeden kuşkusuz Batı Anadolu’da oturan ve Yunanca konuşan insanlar değildi. Ama bunun böyle olduğunu açık açık söyleyen ve eleştirinin bir kişiye otorite kaybı ve utanç değil, bil’akis güç ve onur verdiğini ilk defa dile getiren onlar olmuştur. Eleştirilmek arzusu aslında gerçeğe ulaşabilmek arzusunun bir ifadesidir. Eleştiriden korkmak ise, korkanın esas arzusunun gerçeğe ulaşmak değil, etrafındakilere hükmetmek olduğunu gösterir. Eleştiriden korkanın tek ilgisi etkileyebildiği veya etkileyebileceğini düşündüğü insan topluluğudur. Eleştiriyi arzulayanın ulaşmayı düşlediği hedef ise tüm kâinattır. Bu nedenle eleştiriyi isteyenler bilime dayalı insan uygarlığının da yaratıcıları olmuşlardır. «Yunan Mucizesi» diye bilinen olay işte bundan ibarettir. Eleştiri yapma ve eleştiri ışığında varsayımları düzeltme alışkanlığının MÖ altıncı yüzyıldan itibaren İyonya ekolü 16 diyebileceğimiz Batı Anadolu’daki Yunanca konuşan doğa bilimciler arasında hızla yayıldığına şahit oluyoruz. Anaksimandros’un öğrencileri Kolofonlu (kalıntıları bugünkü İzmir’in güneyinde, Değirmendere yakınlarında) Ksenofanes ve Miletli Anaksimenes hocalarının görüşlerini eleştirerek geliştirmişler, kısmen yeni evren modellerine kısmen de tekil doğa olayları hakkında gözlemle sınanabilir varsayımlara ulaşmışlardır. Bunlardan Anaksimenes’in tarihte belgelenebilmiş ilk deprem oluşum modelini ortaya attığı ve Sparta’da olacak bir depremi önceden haber verdiği Roma’lı büyük hatip ve devlet adamı Ciceron tarafından kaydedilmiştir. Anaksimenes’in deprem oluşum modeli, hocası Anaksimandros’un jeolojik evrim modeline dayanıyordu. Anaksimandros, denizlerin sürekli bir çekilme içinde olduklarını, tüm dünyanın Güneşin etkisinden ötürü zamanla tamamen kuruyacağı fikrini geliştirmişti. Bu fikir, kısmen Miletos’daki hızlı deniz çekilmesine (Büyük Menderes Deltası’nın ilerlemesi nedeniyle), kısmen de şehir etrafında bulunan Pliyosen çökelleri içindeki fosillere dayanıyordu. Anaksimenes ise, giderek kuruyan dünyanın gevrekleşmekte olduğunu, gevrekleşen yerlerin de zaman zaman çökerek depremleri meydana getirdiğini düşünmüştü. Bu teori önce Sicilya’daki Agrigentum kentinde oturan Empedokles tarafından içinde ateş bulunan küresel bir dünya görüşü çerçevesinde geliştirilmiş, daha sonra atom fikrinin ilk çağdaki en ateşli savunucusu Abderalı Demokritos gözenekli bir dünyada gözenekler içinde dolaşan suyun depremleri oluşturduğunu iddia etmişti. Bu gözenekli dünya modeli, İslâm kültür çevresinde Eflâtun olarak bilinen Platon’un Fedon başlıklı diyaloğunda Sokrates’ın ağzından ortaya attığı dünya modelidir ve onsekizinci yüyıla kadar yerküre hakkında düşünen insanlar arasında yaygınlığını korumuştur15. Aristo ise, en hızlı hareket yeteneğine sahip ve en ince gözeneklere bile Bu konuda bkz. Şengör, A. M. C., 2003, The Large Wavelength Deformations of the Lithosphere: Materials for a history of the evolution of thought from the earliest times to plate tectonics: Geological Society of America Memoir 196, xvii+347 ss.+ 3 katlı levha 15 17 nüfuz edebilecek tek ögenin hava olduğunu söyleyerek depremleri yeraltındaki geçitler içinde hapsolan rüzgârın yarattığını savunmuştur.16 Anaksimandros’un o muazzam zihinsel sıçramasından sonra hele deprem kuramının bugünkü halini bilen bizlere ne kadar yavan, ne kadar zavallı gelen görüşler bunlar! Âdeta çocukça. Neredeyse depremi Tanrı yapıyor yorumu insana daha ciddî geliyor bunlardan. Hele bu yorumların onsekizinci yüzyılın ortalarına kadar geçerliliklerini koruduklarını düşünmek iyice hayrete düşürüyor insanı. Fakat buna rağmen biliyoruz ki, bugünkü modern görüşlerimiz, işte bu küçük gördüğümüz, çocukça bulduğumuz, zavallı addettiğimiz fikirlerin neslindendir. Bu nasıl olmuştur? Bu kadar basit fikirler nasıl olup da günümüzün kaos matematiği gerektiren karmaşık deprem teorilerinin atalığını yapmışlardır? Yukarıdaki soruların cevabı çok basittir. Bu zavallı fikirler, tabiî ki ne gelişen gözlemleri yeterince açıklayabilmiş, ne de insanın giderek artan önceden kestirme ihtiyacına cevap verebilmişlerdir. Peki, niçin bunların yetersizliğinin anlaşılması için neredeyse 2000 yıllık bir zamana ihtiyaç olmuştur? Sokrates ve Yunan Felsefesinin Bilime İhaneti İşte bu son soruya verilecek cevap bu dersin sizlere vermek istediği ana fikri içermesi bakımından çok mühimdir. Ne olmuştur da MÖ 6. yüzyılda birdenbire hızlanan ve 4. yüzyıla kadar hızla gelen gelişmenin daha sonra âdeta frenine basılmıştır? Bunun cevabını verebilmek için 5. yüzyılın Atina’sına gideceğiz. Fen bilimlerinden bir süre ayrılarak politikanın tarihine kısaca bakacağız: 5. yüzyılın ikinci yarısında Atina’da yeni bir meslek türemiştir. Gelişen demokrasi, halkı sözle ikna etmeyi gerektirir olmuş, söze en iyi hâkim olan, en çok oyu toplayan politikacı olmaya başlamıştır. Seçilmek isteyenler, eğer doğuştan yetenekli birer hatip değillerse, bunu hitabet sanatını bilenlerden öğrenme yolunu tercih eder olmuşlardır. Hattâ, yetenekli Aristo tüm bu görüşleri Meteorogica adlı, tahminen Assos’ta (=Behramkale) kaldığı yıllarda (MÖ 347-345) yazdığı eserinde tartışmıştır. Ben bu eserin Loeb Classical Library’de yayımlanmış İngilizce çevirisiyle Yunanca metnini kullandım. 16 18 konuşmacılar bile, rakiplerini altedebilmek için geniş bir kültür yelpazesine ihtiyaç olduğunu görerek çeşitli konularda gezici öğretmenlerden ders almaya başlamışlardı. Bu öğretmenlere sofist, yani «akılcı» deniyordu. Bunlar genellikle bilgisi derin kişiler değillerdi. Aralarında Antifon veya Protagoras gibi düşüncesinin orijinalliği veya derinliği ile şöhret bulmuş olanlar bulunmasına rağmen ekseri sofistler öğretmenliği kazanç elde etmek için yapan insanlardı. Bu sofistler arasında halk tarafından onlardan sayılan fakat kendisi ve dostları tarafından sofistlerden tamamen ayrı bir sınıfta düşünülen bir adam vardı: Sokrates. Sokrates gençliğinde Klazomenai’den (bugünkü Urla) Atina’ya giden ve Perikles’in dostu olan Anaksagoras’ın derslerini duymuş, kitaplarını okumuştu. Sokrates’in ilgisini çeken şeyler Anaksagoras’ın ait olduğu İyonya doğa bilimciler ekolünü ilgilendiren sorular değildi. Sokrates evrenin hangi ana maddeden türediği veya insanın hangi doğal süreçler sonucu ortaya çıktığı veya depremin nasıl bir mekanizmayla olduğu gibi soruları kendine sormuyordu. O bu tür soruları ilginç dahi bulmuyordu. Sokrates’i ilgilendiren «niçin» sorusuydu. Dünya niçin yaratılmıştı? İnsanlar niçin ortaya çıkmışlardı? Deprem niçin oluyordu? Sokrates için tüm dünya bir ahlâkî sorunlar yumağı idi. Kendisinin ahlâki gördüğü bazı davranış şekilleriyle ahlâksızlık addettiklerini etrafında toplanan Atinalı gençlere naklediyordu. Sokrates’e göre iyi ve ahlâklı insan tanrıya en çok benzeyen insandı. Zaman zaman kendisine adalet tanrıçası Dike’den vahiy geldiğini imâ ediyor, dünyadaki görevini de Dike’nin bir zamanlar insanları ikaz ettiği gibi, çevresini uyarmak olarak görüyordu. Uyarma yöntemi, kendisininki hariç tüm diğer inanışları çürütene kadar soru sormaktı karşısındakine. Buna annesinin mesleğinden ilhamla «ebelik yöntemi» (maiotike tehne) diyordu. Sürekli sorgulama, insanın içinde var olduğunu savunduğu doğrunun «doğmasına» yardımcı oluyordu. İnsanın içinde var olduğunu iddia ettiği doğrunun kaynağı ise ölümsüz olduğuna inandığı ruhtu. Ölümsüz ruh tüm bilgileri barındırıyor, bunun için, doğum ile bilgiden sıyrılan vücut, yaşam esnasında ölümsüz ruhun yardımıyla kaybettiği bilgileri tekrar bulabiliyor, daha doğrusu «hatırlayabiliyordu». 19 Sokrates’in bu din temelli görüşleri görüşleri Pers savaşları sonrası Atina’sında esen doğu rüzgarlarının sonuçlarıdır aslında. Dikkat edilirse Sokrates’in bilgisi tamamen insanın kendi içinde, fakat hem gözlemden hem de akıldan tecrit edilmiş, niteliği ve niceliği hiçbir şekilde gözlemle sınanamayan bir kaynağa bağlanmıştır. Güya bu bilgiyi açığa çıkaran ebelik tekniği ise tek taraflı yalancı bir sorgulamayla istenilen hedefe varılana kadar uygulanan bir yöntemdir. Büyük filozof ve matematikçi Bertrand Russell, Sokrates’in kötü bir papaz tipini andırdığını, gerçeği aramak yerine, kendi inançlarını empoze etmek için tartıştığını göstermiş, bunun felsefeye yapılabilecek en büyük ihanet olduğunu vurgulamıştır. Kanımca hiçbir felsefeci tarihte Sokrates kadar yanlış anlaşılmamıştır. Eleştirel sorgulamanın babası zanendilen bu Atinalı peygamber özentisi, aslında Russell’ın dediği gibi eleştirel akla Yunan kültürü içinde en büyük ihaneti yapan kişidir.17 Eğer Platon (Eflâtun) çapında bir dâhi Sokrates’den etkilenmeseydi, Sokrates’in fikirlerinin serbest eleştirel düşünceye vurdukları darbe çok daha az olabilir, o da diğer sofistler arasındaki Sokrates’in yıktığı ve yarattığı gelenekler ve kendisinin düşünceleri hakkında bugüne kadar yazılmış en derli toplu özet şu minik kitaptır: Cornford, F. M., 1932, Before and After Socrates: Cambridge University Press, Cambridge, X+113 pp. Sık sık baskısı yenilenen bu kitap kolayca temin edilebilir. Sokrates’ın insan düşünce tarihindeki rolünün genelde sanıldığı gibi olumlu değil, dogmatik dinsel düşünceyi özendiren ve demokrasi düşmanlığını körükleyen olumsuz bir tutum olduğunu zengin kaynaklara dayanarak ve duru bir mantık silsilesi içinde anlatan, pek çok ödül almış, enfes bir kitap için bkz. Stone, I. F., 1989, The Trial of Socrates: Anchor Books doubleday, New York, xi+282+[1]ss (bu kitap ilk kez 1988 yılında Little, Brown & Company tarafından yayımlanmıştır). Alman klâsik filologu ve felsefecisi Friedrich Nietzche’nin Sokrates karşıtlığını ise apayrı bir çerçevede ele almak gerekir. Nietzsche Sokrates’e aklı çok fazla işin içine soktuğu, insanın ilkel duygularını bastırdığı için karşıdır. Halbuki benim (ve Izzy Stone gibilerinin) Sokrates karşıtlığı ise, Sokrates’in insan aklına saygı duymamasındandır. Belki Nietsche de Sokrates’in akıl sandığı şeyin akıl olmadığını vurgulamak istiyordu, ama kendisinin daha sonra geliştirdiği felsefe böyle bir yorumla bağdaşmaz görünmektedir. Nietzsche’nin Sokrates aleyhtarı düşüncelerini geliştirdiği en önemli eseri şudur: Nietzsche, F., 1895[1990], Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der Musik: Goldmann Klassiker mit Erläuterungen, Goldmann Verlag (yayımlandığı yer belirtilmemiş), 292 ss. 17 20 yerini alırdı. Ancak Platonun dehâsı (ki en büyük tenkitçisi Karl Popper bile Platon’u gelmiş geçmiş en büyük filozof addeder) Sokrates’in fikirlerini daha da sivriltmiş, güçlü bir edebî kılıfa bürüyerek onlara ölümsüzlük sağlamıştır. Platon’un kafasında dünyayı yaratan tanrı canlı cansız tüm şekilleri (idea) yaratarak ölümsüz ruhları da bunların bilgileriyle donatmıştır. Ruhlarından en çok bilgi edinebilenler filozoflardır. Dolayısıyla toplumu bunlar yönetmelidir. Herkes filozof yöneticilere boyun eğmek zorundadır. Halk Sparta tipi yarı askerî bir eğitimle eğitilip kendisine verilen görevleri yaparak yaşayacaktır. Müzik ve tiyatro gibi sanatlar sıkı bir devlet kontrolünde olacaktır. Devletin gayesi değişime engel olmaktır. Platon’un bu totaliter fikirlere Sokrates’ten yola çıkarak nasıl vardığı merak edilebilir. Platon Peloponez savaşlarının sonunu görmüş ve Atina’nın Sparta karşısındaki yenilgisinin acısını tatmıştır. Atinalı soylu bir ailenin çocuğu olan Platon’un ailesinin üyelerinden bazıları Atina’nın yenilgiyle biten savaş esnasındaki yöneticileri arasındaydılar. Platon yenilgiyi bilgisiz ve görgüsüz halkın Atina’nın idaresini eline geçirmiş olmasına, yani demokrasiye bağladığından, gönlündeki idare bilgili ve görgülülerin gücü ellerinde tuttukları bir dikta rejimiydi. Bu idareyi sürekli kılmanın yolu da her türlü değişime karşı tedbir almaktı. Platon’un devleti bu nedenle ne sanata ne de bilime tahammül edebilirdi. Bu ilk ütopya denemesi, statik bir toplum modelinin geliştirilmesine yol açmış oluyordu. Özgürlüğe âşık Yunan ruhu Platon’un ütopyasını uygulama mevkiine koymadı. Ama Platon’dan öğrencisi Aristo’ya, ondan da tâ bizlere kötü bir miras kaldı: Bilgi edinmenin amacının kesin, tartışılamaz bilgi edinmek olması. Aristo epagoge dediği tümevarımın aslında Sokrates tarafından icat edilmiş bir yöntem olduğunu söyler. Epagoge kelime anlamı itibarıyla getirmek, katmak, ilâve etmek anlamına gelir. Epago fiili ise ikna etmek demektir. Aristo epagoge kelimesi ile bir fikri veya bir tasviri destekleyici verilerin birikmesini kastetmiştir. Aristo tek tek gözlemlerden (daha doğrusu gözlem raporlarından) genellemeye gitmenin mantıken mümkün olmayacağını görecek kadar akıllı bir adamdı. Bu nedenle insan zekâsının belki de idrak kelimesiyle 21 çevirebileceğimiz nous denilen bir marifetiyle gerçeği yakalayabildiğini varsaymak zorunda kaldı. Nous Aristo’dan çok önceleri de Yunancada (meselâ Homeros’ta) akıl, fakat bilhassa idrak anlamında kullanılmıştır. Bu idrak Aristo’ya göre tek tek hallerden genel kuramlara götürüyordu aklımızı. Ancak Aristo da, kendisinden yüzyıllar sonra yaşamış büyük Alman filozofu Kant gibi, nous marifetiyle ve tümevarım yöntemiyle ulaşılan bilginin kesin bilgi olduğunu sanmıştır. Bu, doğal olarak hocası Platon’un ve dolayısıyla Sokrates’in etkisiydi. Ama o etki İyonyalıların tüm bilginin geçerliliğinin geçici olduğunu, her türlü bilginin her an bir yeni gözlem, bir yeni mantıksal kurgu ile tepetaklak olabileceğini söyleyen fikirlerinden çok daha etkin olarak yayıldı. Kendini emniyette hissedebilmek için inanmak eğiliminde olan insanoğlu, kesin bilgi vaat eden bir ekolü, bilginin her zaman geçici kalmak zorunda olduğunu söyleyen bir ekole tercih etmişti. Bir diğer deyişle insan, kesin ve elinde olan yalanı, elde edilebilirliği kuşkulu ve doğruluğu hep şüpheli olacak bilgiye tercih etmişti. Bu doğaldır. İnsan yaşamının en temel gıdası, insanın hayatta kalma savaşının en temel cephanesi, her zaman bilgi olmuştur. Bazılarının sandığı gibi, bu sırf günümüzün «bilgi çağı» denilen yüksek kapasiteli depolama, hızlı hesaplama ve iletişim döneminin bir özelliği değildir. Avcı nasıl avlayacağı hayvanların özelliklerini, avlanacağı bölgenin coğrafyasını, silâhlarının gücünün sınırlarını bilmek zorundaysa, çiftçi de tohumu nereden edineceğini, nereye ve ne zaman ekeceğini, nasıl sulayacağını, hasadın ne zaman yapılması gerektiğini bilmek zorundadır. Bu bilgiler ilkel toplumlarda genellikle ebeveyn tarafından çocuğa verilir veya köyün yetişkinleri gençleri eğitir. Annesine güvenemeyen bir çocuğun yaşamı nasıl zehir olursa, bilgisinden emin olamayan insanın da sürekli uykuları kaçar. Bu nedenle kesin ve emin bilgi vaat eden her öğreti her zaman insanları cezbetmiştir - bu vaat yalan olsa bile! Hayatta kalabilmek için bilgiye ihtiyacı olduğunu bilen insan psikolojisi, evrimsel olarak en iyi bilgiyi edinmeye plânlanmıştır. İçgüdü kesin bilgiye gitmektir. En sağlam bilgi kaynağı annedir. Çok özel haller dışında anne çocuğunu aldatmaz. Bu nedenle çocuk anneyi izler. Eğer Nobel ödüllü hayvan davranışı bilimi uzmanı Konrad Lorenz’in deneylerindeki gibi sun’i olarak anne yerine başka bir 22 yaratık (ör. insan) konursa bu sefer yavrular onu izlemeye başlarlar. Çocuğun anneyle olan bu ilişkisi doğmadan önce başlar ve aklın bağımsızlığını kazanmasından sonraya kadar sürer. Doğumdan aklın bağımsız olabilmesine kadar geçen sürede çocuk rasyonel hareket edemeyeceğine göre, onu anneye bağlayan bir mekanizma gerekir. Bir içgüdü olan anneye inanmanın bu mekanizma olduğu ve bunun da gerekli olarak hayatta kalmayı sağlayan «akıl-öncesi» bir durumu temsil ettiği açıktır. Aklın gelişmesiyle inanç, yerini muhakemeye bırakır. Meselâ çocuk, alkolik veya madde bağımlısı olan bir annenin dinlenmemesi gerektiğini öğrenir. Annesine içgüdüsel olarak inanmaktan vazgeçemeyen, yani ilkel inancın yerine muhakemeyi koymayı öğrenememiş bir insan, tüm yaşamı boyunca da inanacağı bir otorite arar. Bunu kimisi tanrı fikrinde, kimisi büyüde, kimisi de bilimde bulur. Kesin bilginin mümkün olmadığını bile bile mutlu yaşayabilen insan sayısı tarih boyunca çok minik bir azınlıkla temsil edilmiştir. İyonya doğa felsefesinin (daha doğrusu doğa bilimlerinin) her türlü kesin bilgi inancını reddeden felsefî temelleri, Atina’da Sokrates’in ve özellikle Platon ve Aristo’nun kesin bilgi vaat eden öğretileriyle hiçbir zaman bağdaşamamıştır. İyonyalıların Herakleitos ve Demokritos ile doruğuna çıkan düşünce sistemleri ve ona bağlı doğa bilimi kuramları, Atina’nın tahsilli vatandaşları için bile fazlaydı. Hele Hellenistik dönemde doğudan tekrar esen dinsel rüzgârlar ve onu izleyen Roma İmparatorluğu devrinde soyut düşüncede görülen gerileme, İyonya’nın düşünce sisteminin tamamen ortadan kalkmasına neden oldu (Lükres gibi büyük bir-iki istisna dışında). Eğitim ve düşünce basit, sokaktaki adamı mutlu edecek düzeylere düştü. Platon’un fikirlerinin pek basite indirgenmiş ve sulandırılmış şekilleri, okumuş seçkinlerin tartışma malzemesini oluşturur oldu. Bilimsel ve felsefî yazıların yerini onların yüzeysel (ve genellikle yanlış anlaşılmış) tanıtımlarını içeren ansiklopedik derlemeler aldı. 23 Orta Çağda Bilim Hristiyan dünyası. İşte tam bu sırada doğudan esen yeni bir dinsel rüzgâr son derece ilkel bir Ortadoğu mitolojisinin, bugün Musevilik olarak bildiğimiz Judaizmin yeni bir yorumunu, bu yorumun yaratıcısı Beytüllâhimli İsa’nın iki önemli havarisi olan Tarsus’lu Paulus ve Galileli Petrus marifetiyle Roma’nın içine taşıdı. Bu ilkel mitoloji çok uzun yıllar Roma içinde bile yalnızca en alt halk sınıflarına ve kölelere hitap edebildi. Kanımca en iyi analizini hâlâ Edward Gibbon’un Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çöküşü adlı anıtsal eserinde okuyabileceğimiz nedenlerle18 giderek daha üst sınıflara-özellikle de kadınlar arasında-yayılan bu mitoloji sonunda Büyük Konstantin’in siyasal bir kararı ile Roma İmparatorluğu’nun resmî dini oldu. Bu noktadan sonra daha yaygın olarak ele alınan ve entellektüel olarak irdelenen bu yeni din, MS. 4. yüzyılın sonlarına doğru Kuzey Afrikalı Aziz Augustinus’un bilgili ve zeki kafasında Platon’un felsefesinin öğeleriyle birleştirildi ve sonunda bildiğimiz Hristiyanlık dini oluştu. Hristiyanlığın temel akideleri ile Sokrates’in (ve dolayısıyla Platon’un) öğretisi arasında pek az bir fark vardır. Belki de bu yüzden Hristiyanlık her şeye rağmen eski Yunan medeniyetinin nüfuz etmiş olduğu Roma’da yayılabilmiştir.19 Ancak Platon’un öğretilerini esas alarak bunlardan dinî akideler türeten Hristiyanlığın, aynen Platon’un salık verdiği gibi neredeyse her türlü değişimi de durdurması gerekiyordu. Dünyanın nasıl yaratıldığı Hristiyanlar için Kutsal Kitap’ın Eski Ahit’ini20 Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içindeki yayılmasını Gibbon beş nedene bağlamıştı: Gibbon, E., tarihsiz, The Decline and Fail of the Roman Empire, c. 2: Methuen & Co. Ltd., London, ss. 1-70. (Altı cildi onsekizinci yüzyılın son çeyreği içinde yayımlanmış olan bu ölümsüz eserin burada atıf yapılan basımı büyük tarihçi John Bury’nin idaresinde yapılmış olanıdır. Bu yüzyıl başlarında çıkmıştır). 19 Bu konuda bilhassa şu esere bkz. Weil, S., 1998[1957], Intimations of Christianity Among the Ancient Greeks: Routledge, London, vii+208 pp. Yukarıda 17. Notta tam künyesi verilmiş olan Izzy Stone’un Sokrates hakkındaki kitabında da bu konuda bilgi vardır. Bilhassa 60. Sahifeye bkz. 20 Ahit= ahd’dan. Ahd Arapça antlaşma, karar demektir. Burada kastedilen antlaşma güya Tanrı YHWH ile İsrailoğulları arasında peygamberler kanalıyla varılan antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre İsrailoğulları YHWH’yi tanrı olarak tanıyıp ona ibadet edecek, YHWH de onları koruyacaktır. YHWH’nin Musa’dan istediği antlaşmanın tam 18 24 oluşturan Tevrat’ta mevcuttu. Ne olacağını da İsa haber vermişti ki bu da Yeni Ahit’i oluşturan İncil (Yunanca Evangelos’dan=iyi haber) içerisindeki kitaplardaydı. Dünyada her şey Tanrı’nın buyruğu ile ve insanlar için olduğuna göre bunların detaylı açıklamaları da Eski ve Yeni Ahit’ten oluşan Kitab-ı Mukaddes’te yani Kutsal Kitap’ta vardı veya buradan (bilhassa din adamları yardımıyla) türetilebilirdi. Hristiyanların en son ihtiyaç duyacakları şey putperestlerin bilgileriydi. Kilise babalarından, teslis (üçlü birlik: Tanrı, oğul, kutsal ruh) kavramının mucidi, Kuzey Afrika’dan Berberi kökenli Tertullianus 2. yüzyılda «Atina’nın Kudüs’le ne ilgisi vardır?« diyerek aklınca eski Yunan bilgisini küçümsememiş miydi? Bu şekilde geliştirilen Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içinde yaşayan herkes tarafından hayranlıkla karşılandığı sanılmamalıdır. Tâ ilk başlarda Celsus ve Porphyrius gibi yazarlar Hristiyan öğretisinin felsefi açıdan düzeysiz ve basit olduğunu, kendi içinde tutarsızlıklar bulunduğunu gösterdiler.21 Ama İmparatorluğun giderek boşalan hazinesi, her yıl daha kötüleşen eğitimi ve hele beşinci yüzyıldan sonra sınırlarından içeri akan barbar kavimlerin bir türlü durdurulamaması, sonunda eski ve muhteşem Roma’yı bir cahiller topluluğu haline getirdi. Hristiyanlık bu iç karartıcı ve zavallı ortam içinde yayıldı ve yalnız gönüllere değil, akıllara da hakim oldu. Sonunda neredeyse beşinci metni şudur: «Ben YHWH sizin tanrınızım, sizi Mısır’dan çıkaran, kölelikten kurtaran. Benden başka tanrınız olmayacak. Kendinize başka tanrı yapmayacaksınız veya yukarıda göklerde, veya aşağıda yerde, veya yerin altındaki suda bulunan hiçbir şeyin temsilini yapmayacaksınız; onların önünde eğilmeyecek, onlara hizmet etmeyeceksiniz, çünkü ben YHWH, sizin tanrınız, kıskanç bir tanrıyım, benden nefret edenlerin üçüncü ve dördüncü neslinden olan çocukların babalarına fenalık yaparım, benim emirlerimi dinleyen binlere ise sevecen iyilikler yaparım» (Tevrat, Çıkış, 21[1-6]). Tevrat, bu antlaşmaların bir tarihçesi ve içeriğidir. Kur’an’daki Allah’a (Allah, Arapça ilâhtan, tanrı; İbranice El, çoğulu Elohim) inanma ve ibadet ısrarının kökeni de Tevrat’ın bu ahd temelidir. İncil ise, ona Yeni Ahit dense de, yeni bir ahddan ziyade İsa’nın inananlara müjdelerinden ibarettir ki onun için Yunanca olarak kaleme alınan bu kitaba Evangelos (=iyi haber) denmiştir. 21 Ör. bkz. Hoffmann, R. J. (çeviren ve açıklayan) 1994, Porphyry’s Against the Christians— The Literary Remains: Oxford University Press, Oxford, 181 ss. 25 yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar uzanan altı yüzyıllık korkunç bir Karanlık Çağ başladı Avrupa’da. Ortadoğu’dan gelen çok eski bir mitolojinin yarım yamalak hazmedilmiş platonik felsefe ile evlendirilmesi sonucu ortaya çıkan eleştiriye tahammülsüz bir öğreti her sorunun cevabını bilmek iddiasındaydı. Bu iddia nedeniyle, Aristo’ya kadar hızla gelen gelişme, bilhassa MS 3. yüzyılda duraladı, beşinci yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar da hızla geri gitti. Bahsi geçen yüzyıllar Avrupa tarihinin en acılı, en yoksul, en kanlı yüzyıllarıdır. Bir yanda okuma-yazma bilmeyen derebeylerin, kralların, hattâ imparatorların (Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurucusu olan Şarlman ümmiydi!) çekişmesi, diğer yanda cahil papazların halk üzerinde oluşturdukları korku baskısı, sel, deprem, hastalık gibi olaylar karşısında insanın özgüvenini daha da aşındıran yakarma dualarından başka hiçbir şey yapılamayacağı inancı, muhteşem Roma’nın vârisi Avrupa’yı neredeyse taş devri düzeyine itelemişti. Roma hafızalarda yalnızca diliyle kalabilmiş, eski Yunan ise tamamen tarihin karanlıklarına gömülerek belleklerden silinmişti. Gerçi Batı ve Orta Avrupa’nın (yani Tertulilanus’un fikir babalığını yaptığı Latin Hristiyanlığının) mahkûm olduğu bu inanılması güç cehalet ve zavallılık bataklığı Doğu Avrupa, daha doğrusu Roma İmparatorluğu’nun ayakta kalabilen doğu yarısı tarafından tamamen paylaşılmıyordu. Doğu’da hâlâ bir imparator ve hâlâ bir saray vardı. Entellektüel yaşam, hele Jüstinyen’in putperest kültürün son kalıntılarından olan Atina’daki Akademi’yi kapatmasıyla çok alt düzeylere kaymıştı, ama gene de batıdaki kadar ayağa düşmemişti. En azından doğuda kütüphaneler, içindeki kitaplarıyla henüz ayaktaydılar. Müslüman dünyası. Sekizinci yüzyıldan itibaren şahlanan Müslümanlık dokuzuncu yüzyılda bilhassa Halife Al-Ma’mun’un Beytül Hikma adı verilen Bağdat Akademisi’ni kurmasıyla birdenbire uygarlığın yeni taşıyıcısı rolünü üstlendi. Müslüman ülkelerin uygarlığın gelişmesindeki rolü yakın zamana kadar yalnızca Yunan eserlerini Arapçaya çevirerek bunların saklanmasını temin etmekten ibaret gibi gösterilirdi. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Örneğin, Halife Al-Ma’mun zamanında yapılan ve ülkemizin yetiştirdiği en 26 büyük bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından «Ma’mun Haritası» diye adlandırılan haritanın Al-Hvarizmi’nin Kitab Surat al-Ard adlı eserindeki koordinatlar ve Ibn Fadlallah al-Umarî’nin, enfes bir el yazması Topkapı Sarayı kütüphanesinde bulunan, Masalik al Abşar ve Memalik al Afşar adlı büyük ansiklopedisinde gene, Fuat Bey tarafından keşfedilmiş olan, bir dünya haritası yardımıyla yapılabilen restorasyonu, Müslüman coğrafyacıların Batlamyüs’ün (yani MS 2. yüzyılda İskenderiye’de yaşamış büyük Yunanlı astronom ve coğrafyacı Klaudios Ptolemaios) ne kadar ilerisine geçmiş olduklarını göstermektedir. En etkileyici olan ise, Halifenin o zamanlar yeni tercüme edilmiş olan Batlamyüs haritasının bir revizyonunu emretmesinin hemen akabinde Müslüman coğrafyacıların hemen bir defa Musul civarında, bir defa da Şam düzlüğünde bir meridiyen yayının uzunluğunu ölçmüş olmalarıdır. Halife al-Ma’mun’un Bizans’a karşı bir seferine iştirak eden matematikçi ve astronom Sind bin Ali bu ölçümlere katılmıştı. Sefer esnasında, Sind bin Ali ekvator üzerinde bir derecenin uzunluğu bir defa daha yüksek bir tepeden (Antakya ilimizdeki Cebeliakra = Mt. Cassius) ufuktaki güneş kursunun depresyonunun gözlenmesi yöntemiyle ölçtü.22 Bu mükerrer ölçümlerin nedeni, Batlamyüs’ün Posidonius’tan aldığı dünya çevresi uzunluğunun Müslüman coğrafyacılar tarafından yanlış olduğunun tahmin edilmesidir. Gerçekten de Şam, Musul ve Cebeliakra’da yapılan ölçmeler bu tahminin doğru olduğunu göstermiş, buralarda Eratostenes’in ilk hesabına yakın rakamlar elde edilmiştir. Müslüman coğrafyacılar, denizcilerin ve tüccarların tecrübelerine dayanarak Hint Okyanusu’nun Batlamyüs’ün sandığı gibi kapalı bir deniz olmadığını da biliyorlardı. Tüm bu düzeltmeleri, ayrıca Güney Asya’da dolaşan kervanların getirdiği bilgileri haritalarına işleyen Müslümanlar MS 833 yılı civarında Eski Dünya’nın bugünküne epey benzeyen bir haritasını üretmeye muvaffak olmuşlardı. Tabii Müslümanların başarıları sırf coğrafya ile sınırlı kalmamıştı. Denebilir ki jeoloji hariç tüm doğa bilimi dallarında Sezgin, F., 1978, Geschichte des Arabischen Schrifttums, c. VI (Astronomie): Brill, Leiden, s. 138. 22 27 öğretmenleri olan Yunanlıları fersah fersah geçtiler. Teknolojide başardıkları ise bugün bile bizleri hayretler içinde bırakmaktadır. Enfes ve karmaşık su saatleri, sayısız otomatik savaş aletleri, değirmenler, hatta bugünkü fotoğraf makinasının atası olan camera lucida bile icat ettikleri aletler arasındaydı.23 Sonra? Sonra Müslümanların başına da Yunanlıların başına gelen geldi! Akıl, vahiy karşısında ikinci dereceye itildi. Din, bilimin önüne geçti. Ancak Yunanlıların başına gelen, önce giderek cahilleşen bir Roma’nın Yunan bilimini artık anlayamaz hale gelmesi, daha sonra da kuzeyden Roma içlerine akan barbarların sonunda devlet ve cemiyet yönetimine hakim olmalarıydı. Hristiyanlık bu cahillerin egemenliği sayesinde taht kurdu, cahillerin çocukları cehaletten kurtulunca da gücünü giderek kaybetti. İslam tarihinde dinin bilimin önüne sıçrayarak bilimin gelişmesine engel olmasının ise batıdakinden tamamen farklı bir nedeni vardır. İslamda bilimi öldüren cahil yobazlar değil, tam tersine son derece iyi yetişmiş ve fevkalade zeki felsefecilerdir. İslamda ve bilhassa Sünni geleneğinde bilim karşıtı hareketin genellikle Abu’l Hasan al-Aşari ile başladığı iddia edilir. Al-Aşari, İslam doğa bilimlerinin büyük bir sıçrama yaptığı dokuzuncu yüzyılda yaşadı.24 Al-Aşari’nin felsefesinin en temel fikri, nedenselliğin tanrıdan Tüm bu âletlerin reprodüksiyonları, Frankfurt am Main’deki Johann Wolfgang von Goethe Üniversitesi’nin Arap-İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü içerisinde (Beethoven sokağı 89) Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından kurulmuş olan muhteşem müzede sergilenmektedir. Enstitü ayrıca çok zengin bir kütüphaneye de sahiptir. Bu müzenin çok güzel resimlendirilmiş, geniş açıklamalarla zenginleştirilmiş izahlı bir kataloğu Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından basılmıştır. Bu kataloğun ilk cildi Fuat Sezgin’in kaleme aldığı çok etraflı bir İslâm bilim tarihidir: İslâm’da Bilim ve Teknik: Türkiye Bilimler Akademisi ve T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Ortak Yayını, Ankara: c. I Fuat Sezgin, Arap-İslâm Bilimleri Tarihine Giriş, xvi+[ii]+213 ss; c. II Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Astronomi, 226 ss; c. III Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Coğrafya, Denizcilik, Saatler, Geometri, Optik, 213 ss; c. IV Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Tıp, Kimya, Mineraller, 236 ss; c. V Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Fizik, Mimari, Savaş Tekniği, Antik Objeler, 228 ss. Orta Çağ bilim tarihi ile ilgili herkesin bu eserleri okuması şarttır. 24 Al-Aşari’nin yaşamı ve öğretisi için bkz. Ritter, H., 1964, Eş’ari: İslâm Ansiklopedisi, c. 4, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, ss. 390-392. 23 28 bağımsız olarak savunulamayacağı idi. Bu tasavvurda kâinat her parçası bir diğerine bağlı olarak çalışan muazzam bir makina olarak değil, her bir atomu tanrı tarafından ayrı ayrı yönetilen birbirinden temelde bağımsız parçacıklardan oluşan devasa bir yığın olarak görülüyordu. İslam uygarlık ve bilim tarihçisi Seyyed Hossein Nasr, daha sonra batıda Leibniz’in monadoloji felsefesinde karşımıza çıkacak olan bu yorumun Arap düşüncesinin karakteristik olarak dünyayı tek bir süreklilik değil, pek çok süreksizlik olarak tasavvur etmesinden kaynaklandığını söylüyor. Bu belki de çölde vahadan vahaya koşarak yaşamanın verdiği ruhsal bir eğilimdir. Al-Aşari felsefesinin-belki de tüm İslâm felsefesinin-doruk noktası onbirinci yüzyılın büyük düşünürü Abu Hamid Muhammed al-Gazzâli’dir.25 Sonuçlarına katılmadığım halde, Al-Gazzâli’nin yazılarını zekâsına, bilgisine ve ifâde gücüne hayran olmadan hiçbir zaman okuyamamışımdır. Al-Gazzâli’nin, bir pamuk parçasının ateş tarafından yakılmasının nedensellik açısından yaptığı felsefi analizi, bugüne kadar okuduğum en etkileyici felsefi irdelemedir. Al-Gazzâli, aynen Platon gibi, herkesin gözü önünde cereyan eden bir olayı alıp, herkesin o olayda göremediğini ortaya çıkararak müthiş bir ikna gücüyle gözler önüne sermektedir. Ateş, pamuğu yakmaktadır: Öyle mi? Fakat ateş kendi kendine herhangi bir iş yapamayan «ölü» bir amildir. İş yapabilmesi için bizim onu yakmamız, pamuğun yanına getirmemiz gerekmektedir. Ondan sonra gördüğümüz, ateşin yanarken pamuğun da yanmaya başladığıdır. Burada aynı anda olan iki olayı gördüğümüz gerçektir. Fakat bu, ateşin yanmaya «neden» olduğunu gösterebilir mi? Her seferinde ateşe değen pamuğun yanmaya başladığını gören bizlere bu mantık komik gelebilir. Ama hayatında ateşin pamuğu-veya herhangi bir şeyi-yaktığını hiç görmemiş bir gözlemciye de acaba al-Gazzâli’nin mantığı aynı derecede komik gelir mi? Yan yana park etmiş iki otomobil düşünün: İkisinin de sürücüsü çeyrek dakika farkla gelerek arabalarına binsinler, kontağı açsınlar ve Al-Gazzali için bkz. Kufralı, K., 1964, Gazzâlî: İslâm Ansiklopedisi, c. 4, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, ss. 748-760. 25 29 gene çeyrek dakika farkla park yerlerini terkederek uzaklaşsınlar. Bunu gören birisi diyebilir mi ki, önce gelen sürücü, sonra gelen sürücünün gelişinin, arabasını çalıştırmasının ve gitmesinin nedeniydi? Tabii ki hayır! Peki o zaman nedenselliği nasıl bilebileceğiz? Al-Aşari’yi izleyen al-Gazzâli, nedenselliğin felsefi olarak temellendirilemeyeceğini, bu nedenle de evreni akılla izah etmenin mümkün olamayacağını söylüyordu. Kendisine nedenselliğin izahının güçlüğü konusunda katılabiliriz. Ama buradan çıkardığı, «akıl ile olmuyorsa, o zaman vahiyin temel alınmalıdır» fikrine katılmak, vahiyin de temellendirilmesinin mümkün olmaması dolayısıyla imkânsızdır. Al-Gazzâli’ye Avrupa’da Averroes adı altında bilinen Kadiz Kadısı İbn Rüşt’ün verdiği meşhur cevap da ne yazık ki tatmin edici değildir. Felsefi açıdan onbirinci yüzyılda İslâm âleminin batısı, doğusunun ardında kalmıştı. Ancak al-Gazzâli’nin tartışmaya sürdüğü problemin, felsefenin belki de en zor problemi olduğu ve içinde bulunduğumuz yüzyıla kadar da tatmin edici bir çözüme kavuşamadığını vurgulamak gerekir. İbn Rüşt al-Gazzâli’ye cevaben aklın (daha doğrusu «idrakin») nedeni bulacağını iddia etmekten ileriye bir şey söyleyememiştir ki, bu tamamen Aristo’nun iddiasıdır («nous»). Halbuki al-Gazzâli’nin tezine karşı iki değişik tez ileri sürülebilirdi: Birincisi, al-Gazzâli’nin iddiasının da problemi çözmediğine, sadece çözümü varlığını asla kesin bilemeyeceğimiz hayâlî bir tanrının sırtına attığına işaret etmekti. Eğer herşeye kadir bir tanrı yoksa, problem de çözülmemiş olarak kalmış oluyordu. Yok eğer bir tanrı varsa ve bu tanrı doğayı onu yöneten yasalarla birlikte yaratmışsa, bu yasaları bulmaya çalışmak, nedenselliği o yasalar çerçevesinde irdelemek gerekiyordu. Tanrı insana akıl ve idrak kabiliyeti verdiğine göre, herhalde bunların bir yerde faydalı olması gerektiğini düşünmüş olmalıydı. Aklın tanrının büyüklüğünü ve eserinin ihtişamını idrak ve takdir etmekten daha yüce ne gibi bir görevi olabilirdi? Bu da al-Gazzâli’ye karşı öne sürülebilecek ikinci tez olarak düşünülebilirdi. Ancak bu iki tez de ileri sürülmedi -en azından açıkça ortalığa çıkmadı- İslam kültür çevresinde. Al-Gazzâli’nin çağdaşı ve hiç kuşkusuz İslam dünyasının çıkarabildiği en büyük dâhilerden olan 30 matematikçi ve astronom Ömer Hayyam’ın aklından yukarıda dile getirdiğim her iki tezin de geçmiş olduğunu rubailerinden tahmin edebiliyoruz. Harold Lamb, Hayyam’ın yaşamını konu edinen romanında O’nunla al-Gazzâli’yi karşılaştırır ve tartıştırır.26 Fakat İslâm âlemi ve bilhassa Sünni toplum Hayyam’ın değil, alGazzâli’nin peşinden gitti—aynı Yunan toplumunun Sokrates öncesi doğa filozoflarının değil, Sokratesçilerin peşinden gitmeği tercih ettiği gibi. Onüçüncü yüzyıla gelindiğinde İslam dünyasının da bu nedenle doğa bilimlerinde barutu tükenmişti. Halbuki bir yüzyıl önce gerek İspanya’da, gerek bir dönem Müslüman dünyasının bir parçası olan Sicilya’da ve gerekse de hem İstanbul’da hem de Trabzon’da hummalı bir tercüme faaliyeti başlamıştı. Arapların koruduğu ve tercüme ettikleri eski Yunan eserleri harıl harıl Lâtinceye veya tekrar Yunancaya çevriliyordu. Onbirinci yüzyılda batıda, kilisenin din dışı öğrenime daha hoşgörülü bakmasıyla başlayan bir değişim, önce kilisenin kendine çeki düzen vermesi ve sonra da kuzey İtalya’daki Milano gibi Lombard şehirlerinin doğuyla yapılan ticaret sonucu zenginleşmeye başlamaları, Avrupa’da en azından belirli merkezlerde eski Yunan bilgilerine karşı bir merak ve istek uyandırdı. Rönesans (=Yeniden Doğuş) ve Batıda Bilimin Yükselişi Bu istek sonunda nereye varırdı? Avrupa da Araplar gibi önce bir silkinip sonra gene dinsel dogmanın pençesine düşer miydi? Bu tabii ki bilinemez, ama bir olay Avrupa’nın serbest eleştirel düşünceye konulan tüm sınırlamaları kaldırıp atmasına neden oldu: Kristof Kolomb adlı Cenovalı bir denizci Kutsal Kitap’ı değil Batlamyüs’ü izleyerek Yunanlıların Okeanos, Arapların da Karanlık Deniz (Bahr-el Lamb, H., 1936, Omar Khayyam—A Life: Doubleday, Doran & Co., Garden City, 316 ss. Bu güzel ve öğretici roman Suat Kaya tarafından 2001’de Yıldızların Efendisi Hayyam başlığı ile Türkçe’ye çevrildi (Yurt Yayınları, İstanbul, 336 ss.). Hayyam - al-Gazzali karşılaşmasının tarihsel belgeleri için bkz. Ali Dashti, 1971, In Search of Omar Khayyam: George Ailen & Unvrin, London, 276 ss. (translated by L. P. Elwell-Sutton). Ali Dashti’nin kitabı Hayyam ile al-Gazzali arasındaki temel farkları tartışırken İslâm kültür çevresinde otoriteye bağlı olmayan ve olan akılların da çok güzel portrelerini çizmektedir (bilhassa ss. 91 ve sonrası). 26 31 Muzlim) dedikleri Atlas Okyanusu’nu aştı, karşı tarafta kimsenin daha önce haberdar olmadığı bir dünya buldu. Bulunan dünyanın ne insanları, ne hayvanları, ne de bitkileri kutsal kitapların bildirdikleri arasında vardı. Bu durum doğal olarak Avrupalı ilahiyatçılar için çözülmesi güç bir problem oluşturdu. Bazıları, yeni bulunan insanların gerçekten insan olup olmadığını bile sorgulamaya kalktılar. Bu şüphe, Orta Amerika’da yapılan akıl almaz katliamların, insanların doğranıp kızartılmasının, çengellere asılmasının ve Peder Bartolomeos de las Casas’ın veya Alvar Nuñez Cabeza de Vaca’nın kitaplarında yazı ve resimlerle anlatılan tasviri bile güç daha nice vahşetin kısmen nedeni, kısmen de özrü olarak ileri sürülmüştür. Cabeza de Vaca İspanya Kralı’na sunduğu kitabında, bugünkü Texas’ın güneyini oluşturan Galveston plajlarında parçalanan gemisinden kurtulup Kaliforniya’ya kadar yaya olarak yapmak zorunda kaldığı yolculuğunda, buralarda oturan çok çeşitli yerli kabileleriyle karşılaştığını, onların da Avrupalılar kadar insan olduklarını ve onlarla aynı haklara sahip olmaları gerektiğini ileri sürerek insan hakları konusunda en eski eserlerden birini ortaya koydu27. Kristof Kolomb’dan yalnızca altı yıl sonra Portekizli Vasco de Gama’nın deniz yoluyla Hindistan’da Kalikut’a ulaşması, 1522’de Magellan’ın ekibinin Juan Sebastian Elcano yönetiminde dünyanın çevresini dolanarak gezegenin küre şeklini bir başka yöntemle belgelemesi, Avrupa insanına o zamana kadar hiçbir insan grubuna nasip olmayan bir kendine güven hissi verdi. Gerçi Kolomb’dan yetmişseksen sene önce Çinli hadım Müslüman amiral Zang He, okyanus aşırı geziler için planlanmış dev gemilerle, Çin’den Afrika ve Arabistan kıyılarına yedi kez sefer düzenlemiş, buralarla Çin arasındaki ticareti ve De Las Casas’ın kitabının bir İngilizce tercümesi için bkz. De Las Casas, B., 1532[1992], A Short Account of the Destruction of the Indies: Penguin Classics, London, xliii+143 ss (çeviren Nigel Griffin, girişi yazan Anthony Pagden); Cabeza de Vaca için bkz. PupoWalker, E. ve López-Morillas, F. M., 1993, Castaways—The Narrative of Alvar Nuñez Cabeza de Vaca: University of California Press, Berkeley, xxx+158 ss. Cabeza de Vaca, maceraları ve idealleri hakkında enfes bir eser Maja Rodman (Wojciechowska) tarafından yazılmış ve 1965 yılında Atheneum, New York tarafından basılmış olan Odyssey of Courage adlı eserdir. Bunu bilhassa tüm okuyucularıma tavsiye ederim. 27 32 bilgi alış-verişini arttırmayı amaçlamıştı. Zang He’nin Kolomb’un en büyük gemisi olan Santa Maria’dan en az on kat büyük olan vasıtalarıyla o zaman Atlas Okyanusu’nu, hattâ Pasifik’i geçmek işten bile değildi. Ama Çinliler bu işe kalkışmadılar. Zang He’nin yedinci seyahatinden sonra Konfüçyüs âlimleri, imparatora bu tür gezilerin Çin’in zararına olduğunu söyleyerek, Çin dışına seyahat yapmanın günah olacağını iddia ettiler. Dolayısıyla Çin’de de son derece ümit verici bir başlangıç, tutucu dogmanın pençesinde can veren bir teşebbüse döndü.28 Çin kabuğuna hapsoldu. Tâ ki batılı «şeytanların» savaş gemileri altı yüzyıl sonra gelip kabuğunu ve onunla birlikte bağımsızlığını parçalayana kadar. Amiral Perry’nin savaş gemileri Japonlara da aynı şeyi yapmamışlar mıydı? Büyük coğrafî keşifler Avrupa’yı bir daha uyumamak üzere uyandırmışlardı. Öğrenmeyi bilene dışarıda bilgi, bilginin peşinde de zenginlik, güç ve mutluluk vardı. Fakat Büyük coğrafi keşifler insanların gözlerini sırf Avrupa dışındaki kara parçaları ve okyanuslar için açmadılar. İtalya’da Galileo Galilei bir Hollandalının keşfettiği teleskobu geliştirerek bakışlarını tüm güneş sistemine çevirdi. Jüpiter’in etrafında Duyvendak, J. J. L., 1939, The true dates of the Chinese maritime expeditions of the early fiftenth century: T’oung Pao, c. 34, sayı 5, ss. 341-412; Levathes, L., 1994, When China Ruled the Seas. The Treasure Fleet of the Dragon Throne 1405-1433: Simon & Schuster, New York, 252 ss; Kristof, N. D., 1999, 1492: The Prequel: The New York Times Magazine, June 6 1999/Section 6, ss. 81-86 (bu makalede Zhang He’nin gemilerinin güzel bir resmi ve bunun Kristof Kolomb’un Santa Maria’sıyla bir karşılaştırması vardır) Information Office of the People’s Government of Fujian Province, tarihsiz, Zheng He’s Voyages Down the Western Seas: China Intercontinental Press, 109 ss.+ 1 katlanır renkli harita. Zhang He’nin filosunun bütün dünyayı haritaladığını idida eden eski denizaltı subayı Gavin Menzies’in 1421 The Year China Discovered the World (2002, Bantam Books, London, 649 ss.) adlı eserinin tezi ise bir fanteziden ibarettir. Güya Zhang He ve adamlarının yaptığı iddia edilen bir harita ise büyük bir ihtimalle günümüzün bir sahtekârlık eseridir. Bu konuda bkz. Kolonko, P., 2006, Haben die Chinesen Amerika entdeckt? Frankfurter Allgemeine, Dienstag 17. Januar 2006, Nr 14, s. 9; Tomasovsky, D., 2006, 1418,1421? Ein Chinese als Entdecker Amerikas? Die Presse (Viyana), 18 Jänner 2006, s. 28. 28 33 dolanan küçük uydular Polonyalı Kopernik’in dediğini doğruluyordu29. Herşey dünyanın etrafında dönmüyordu. Dünya ile beraber tüm gezegenler ve aylar binlerce yıl önce ilk Pitagorcuların, daha sonra Sakızlı Aristarkhos’un ve nihayet Kopernik’in dediği gibi güneşin çevresinde dönüyorlardı. Ne Peygamber Yeşu’nun emri üzerine güneşin Gibeon ve ayın Ayyalon Deresi üzerinde durmuş olması (Tevrat, Yeşu, 10. 12) ne de 93 numaralı mezmurun dile getirdiği gibi dünyanın hareket ettirilemeyeceği mümkün olabilirdi. Kutsal kitaplar, dünyamızın coğrafyasını doğru olarak yansıtmadıkları gibi kâinat hakkındaki hakikati de dile getirmiyorlardı. Bu durumda insana kalan tek yapacak şey, kendi aklının kılavuzluğunu kabullenmek oluyordu. Kopernik, Galileo ve Kepler’den geçen yol nihayet Newton ile bir ilk doruğa ulaştı. Newton ve Leibniz’in diferansiyel ve integral hesabı icat etmeleri, sürekli değişen değişkenlerin matematiğini, o da doğanın çok daha gerçeğe yakın bir tasvirini mümkün kıldı. O kadar ki Newton’un kanunları ve bunlar marifetiyle yalnız göklerin değil fakat, aynı yasalarla dünya üzerinde olanların da izahı tâ Aristo’dan beri gelen yerle göğün ayrılığını ve -en azından bazılarının gözünde olan- göklerin tanrısallığını ortadan kaldırdı. Ağaçtan elmanın düşmesini idare eden yasa, Jüpiter’in güneş etrafındaki dönüşünü de yönetiyordu30. Newton’un zaferi o denli kapsamlı ve o derece mükemmel görünüyordu ki Alexander Pope; «Doğa ve doğanın sırları gecede saklıydı, Tanrı ‘Newton olsun!’ dedi ve herşey aydınlandı.» demekten kendini alamamıştı. Kopernik’in De Revolutionibus Orbium Cœlestum (1543) adlı eserinin Türkçe kısmî bir tercümesi yakında yapılmıştır: Copernicus, N., 2002, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine, çeviren Saffet Babür: Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 49 ss. Galile’nin meşhur kitabının da Türkçe bir tercümesi vardır: Galilei, G., 2008, İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, çeviren Reşit Aşçıoğlu: Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, xxv+635 ss. 30 Newton’un Lâtince olarak kaleme alınmış olan Principia’sının güzel bir İngilizce tercümesi ve bu önemli esere yararlı bir kılavuz için bkz. Newton, I., 1999, The Principia—Mathematical Principles of Natural Philosophy, A New Translation by I. Bernard Cohen and Anne Whitman assisted by Julia Budenz, preceded by A Guide to Newton’s Principia by I. Bernard Cohen: University of California Press, Berkeley, xvii+966 ss. 29 34 16. ve 17. yüzyılda bilimin katettiği bu inanılmaz mesafe tabii dinsel düşünce veya inancı öldürmedi Avrupa’da. Belki Giardano Bruno gibiler hariç, tüm bu büyük sıçramaların mümessilleri aynı zamanda içten inançlı insanlardı. Newton, kutsal kitaplardaki tarihleri eleştirel bir gözle birbirine ekleyerek oluşturduğu Kronoloji’yi fizik ve matematikteki eserlerinden daha önemli görüyordu. Batıl inançlar da ortalıkta geziniyordu. Kepler astrolog (yani yıldız falcısı), Bruno büyücüydü. Fakat tüm bu zihinsel faaliyetler bilimden soyutlanmışlardı. Kilise Galileo’dan yediği tokattan sonra-onu mahkûm etmiş olmasına rağmenbir türlü toparlanamadı ve bilimin karşısına asla Orta Çağdaki cür’et ve kendine itimadla çıkamadı. Descartes’ın dine bakışı belki de bu dönemin havası hakkında bir fikir verebilir. İşe herşeyden şüphe ederek başlayan Descartes «düşünüyorum, öyleyse varım» formülü ile kendi varlığını kendince ispat ettikten sonra, çevresinin, çevreden hareketle de tanrının varlığına kanaat getirmişti (bu çıkarımın mantıkî bir non sequitur olduğunu söylemeden edemeyeceğim). Ancak kâinatı yöneten yasalar da ortadaydı. O zaman tanrının işi neydi? Descartes tanrıyı bir saatçiye benzetiyordu. Mükemmel bir saati yapıp kurduktan sonra artık saatçi saatle ilgilenmeye ihtiyaç duymazdı. Tanrı da mükemmel bir kâinat yarattıktan sonra bu kâinatın işlerine karışmak ihtiyacını duymamalıydı. İnsanın görevi tanrıya inancı sürdürürken, bu kâinatın yasalarını öğrenip ona göre yaşamaktı. Bu, kuşkusuz tanrıyı da mutlu edecek bir hareket olurdu. Kâinatın yasalarını öğrenmek için ise gözlem ilk ve tek yöntemdi. Francis Bacon, eski Yunan’ın akla fazla güvendiği için bir sürü zırva fikir ürettiğini iddia ediyor, gerçeğe yalnız ve yalnız görerek varılabileceğini söylüyordu31. Bacon’un görüşleri o denli etkili oldu ki, Newton bile «hypothesis non fingo» (varsayım yapmıyorum) demek ihtiyacını duydu. Tanrı kuşkusuz insanları aldatmazdı. Onun bize verdiği duyular, Onun eserini anlamamız için verilmişti. Bakarak, görerek, Bacon’un eserinin kolay ulaşılabilir bir İngilizce tercümesi için bkz. Bacon, F. (Lord Verulam), 1620[1900], Advancement of Learning and Novum Organum, revised edition: Wiley Book Co., New York, xii+[i]+476 ss. 31 35 duyarak, koklayarak, tadarak, dokunarak, doğayı öğrenebilmek olasıydı. Newton’un inanılmaz zaferi bunun en muhteşem isbatı değil miydi? «Muhteşem yüzyıl» bu zafer nâralarıyla kapandı ve onu izleyen «akıl çağında» oradan buradan çatlak sesler yükselmeye başladı. İskoçyalı David Hume 1739’da yayımladığı «İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme» adlı devrimsel eserinde tek tek olaylardan geleceği de kapsayan genellemeler yapmanın mantıksal olarak mümkün olmadığını hatırlattı32. Örneğin üç beyaz kuğu gören bir adamın tüm kuğuların beyaz olduğunu iddia etmesi için hiçbir neden olamazdı. Aynı şey binlerce beyaz kuğu gören için de geçerliydi, çünkü günün birinde beyaz olmayan bir kuğunun görülebilmesini olanaksız kılan hiçbir yasa bilinmemekteydi. Gerçekten de Avustralya keşfedildikten sonra orada siyah kuğular bulunmamış mıydı? Hume’un bu gözlemi, bir anda tüm kuramsal bilgiyi olanaksız hale getiriyordu. Fakat Newton’a ne demeliydi? Newton kuramsal bir gerçeği yakalamamış mıydı? Bu açmaz, büyük Alman Filozofu Immanuel Kant’ı son derece rahatsız etmişti. Kant en meşhur eseri olan Saf Aklın Eleştirisi’ni (1. baskı 1781, daha önemli olan 2. baskı 1787) tamamen bu problemin çözümüne adadı - ve problemi çözemedi! Kant’ın vardığı sonuç insan aklının bazı bilgileri «önceden» (à priori) bildiği idi. Örneğin matematik ve geometri bu «önceden» bildiğimiz gerçekler arasındaydı. Kant bunlar olmadan, Hume’un bilginin önüne dayadığı engelin aşılamayacağını görmüştü. Ancak kendisinin sonucu Aristo’nun nous’undan pek de farklı değildi. Hume’un çağdaşı Bernard de Fontenelle doğrunun ancak yanlışların ayıklanarak bulunabileceği fikrini ilk ortaya atanlardan biridir.33 18. yüzyılın son on yılı içinde yayımlanan ve Hume’un dostu James Hutton tarafından kaleme alınan üç dev ciltlik Bilginin Prensipleri Hume’un eseri için bkz. Hume, D., 1777[1902], Enquiries concerning Human Understanding and concerning the Principles of Morals, edited by L. A. Selby-Bigge, 2nd edition: Clarendon Press, Oxford, xl+371 ss. 33 Bury, J., 1932[1960], The Idea of Progress—An lnquiry into its Origin and Growth: Dover Publications, New York, s. 104. 32 36 adlı eser, Fontenelle’inkilere çok benzeyen fikirler içeriyordu.34 Ulusların Zenginliği adlı eseriyle modern ekonominin babası unvanına hak kazanan ve hem Hume’un hem de Hutton’un yakın arkadaşı olan Adam Smith’in bilgi teorisi hakkındaki görüşleri de aynı yöndeydi.35 Aydınlanmanın çöküşü ve romantizmin yükselişi, 19. yüzyılda eleştiriden ziyade gözleme önem verilmesine yol açtı. Bu yüzyılda jeoloji ve biyoloji gibi doğa bilimlerinin muazzam gelişmesi, gözleme verilen bu önemin sonucudur. Ama aynı tutum, bilimin Newton’un çizdiği çizgiden pek de ayrılamamasına neden oldu. Ancak yüzyılın sonlarına doğru fizikte bir krizin ilk belirtileri ortaya çıktı. Gerçi şimdiden geçmişe bakıldığında, böyle bir krizin ilk işaretlerinin biyoloji ve jeolojiden gelmiş olduğu görülebilir. Darwin’in evrim teorisi gözlemin işe yaramadığı bir «şans» parametresini içeriyordu. Yani sırf gözlemle hangi canlının nasıl gelişebileceğini tüm detaylarıyla önceden kestirebilmek, başlangıç şartlarındaki küçük sapmalar ve gelişme esnasında sistemin tamamen kontrol altında tutulmasına imkân vermeyen karmaşıklığı nedeniyle olanaksızdı. Newtonvâri bir determinizmden böyle sert bir sapma, meselâ Karl Marx’ın Darwin’in evrim kuramına cephe almasına yol açmıştı.36 7 Ağustos 1866’da arkadaşı Engels’e yazdığı bir mektupta «çok önemli» bir eser keşfettiğini, bu eserdekilerin Darwin’in eserinden öteye çok önemli bir gelişmeyi temsil ettiğini söylüyordu.37 Pierre Tremaux, evrimin deterministik Hutton, J., 1794, An Investigation of the Principles of Knowledge and of Progress of Reason from Sense to Science and Philosophy, c. 1, xlix+649 ss; c. II, xlix+649 ss; c. III, xvi+755 ss.: A. Strahan and T. Cadell, London. 35 Smith, A., 1898, An Inqııiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations: George Routledge and Son, London, xvi+780 ss. 36 Yves Christen, genellikle Marx’ın Darwin’e yazdığı ve içinde Das Kapital’in birinci cildini kendisine ithaf etme arzusunu dile getiren bir cümlenin olduğu sanılan bir mektubun hayâl ürünü olduğunu göstermiştir. Marx’ın Darwin ailesinden mektup yazdığı tek kişi, Darwin’in —pek de makbul bir insan olmadığı bilinen— damadıdır. Bkz. Christen, Y., 1981, Le Grand Affrontement Marx et Darwin: Albin Michel, Paris, 268 pp. 37 Marx, K., 1866[1965], Marx an Engels in Manchester, Karl Marx Friedrich Engels Werke, c. 31’de basılmış: Institut für Marxismus-Leninismus beim ZK der SED, Dietz Verlag, Berlin, ss. 247-249. 34 37 yasalarını keşfetmişti Marx’a göre.38 Evrim şans eseri olamazdı! Aslında Tremaux’nun fikirleri o denli zırvaydı ki, Engels bile bunu fark ederek arkadaşına yazdığı cevapta çok heyecanlanmamasını tavsiye etti. Marx’ın tutumu 19. yüzyıl entellektüellerinin ezici çoğunluğu için son derece karakteristiktir. Bilimin kesin bilgi vereceği inancı, dinin kesin bilgi vereceği inancının yerine geçmişti. Newton herkesin modeliydi. Gerçek, Newton tarafından bulunduğuna göre, diğer alanlarda da niçin başka Newton’lar çıkmasındı? Meselâ Marx kendisini sosyal bilimlerin Newton’u olarak görüyordu. Yeni Bilim: İndeterminizm ve Sürekli Gelişen Varsayımlarla Artan Bilgimiz Evrim teorisinin 19. yüzyıl içinde örneğin Melchior Neumayr, Carl Rokitanskiy, Prens Piyotr Kropotkin gibi değişik alanlarda çalışan çok yönlü dâhiler tarafından geliştirilmesi (bunlara genetik biliminin babası Gregor Mendel’i de katmak gerekir, ama Mendel’in yaptıkları, yayın yaptığı derginin mahallî olması ve ilk yayınında bir sürü yanlışın bulunması nedeniyle uzun süre bilim dünyasının büyük bir kısmı tarafından öğrenilememişti) ve fiziğin karşısına çıkmaya başlayan zorluklar çok yavaş da olsa bilimde kesin gerçeğe varılabilme inancını sarsmaya başladı. Hele ışığın hızını ölçmek amacıyla yapılan Michaelson-Morley deneyinin inanılmaz sonuçları bütün kafaları tamamen karıştırdı. Işık hızı toplanamıyordu! Hangi başvuru sistemi içinde gidilirse gidilsin, ileri veya geri hareket eden bir kaynaktan yayılan ışığın hızı başvuru sistemine göre hep aynıydı. Bu, Newton’un mekaniğini kaldırıp çöpe atmaktan başka birşey değildi. Newton’un bu kadar yanılmış olabileceği ise daha önce hiç düşünülmemişti. Gerçi Merkür’ün perihelionu Newton teorisinin ayağında bir diken olarak duruyordu. Ama bunun pek yakında öyle veya böyle Newton teorisinin sınırları içinde halledilebileceğine dair yaygın bir inanç vardı. Çözümün Newton teorisinin yanlış olabileceğinde yattığı kimsenin aklına Tremaux, P., 1865, Origines et Transformations de l’Homme et des Autres Etres: Hachette, Paris, 490. 38 38 gelmemişti - tâ ki Albert Einstein ortaya çıkarak ışık hızının değişmezliğinin kâinatın bir özelliği olduğunu söyleyip, bu varsayıma dayanan yeni bir fizik kurana kadar. Newton’un bu denli yanılmış olması ve bunun bu kadar uzun bir süre farkedilememiş olması 20. yüzyılın başında tüm uygar dünyada büyük bir şok etkisi yarattı. Gerçi ışık hızından çok düşük hızlarda Newton’un teorisi gene kullanılabiliyordu ve 19. yüzyılın sonunun hassas ölçme aletleri olmadan da Newton teorisinin çalışmadığını görmek mümkün olamazdı. Ama bu teorinin kâinatın genel davranışının doğru ve tam bir betimlemesi olmadığı artık ortaya çıkmıştı. Yani büyük Newton yanılmıştı. Ama bu suretle insanların gerçeği bulmak için ne özel yaratılmış duyuları ne de Kant’ın sandığı gibi özel bir «önceden» bilgi hazineleri olduğu görülmüştü. Yani ne Bacon’un dediği gibi duyularımız, ne de Kant’ın sandığı gibi aklımız bizi dosdoğru doğrulara götürebiliyordu. Descartes’ın tanrının insanları aldatmayacağı tezi de bu şekilde iflâs etmiş oluyordu. Daha da önemlisi Einstein’in kendi kuramının tam olmadığı, büyük bir olasılıkla da günün birinde daha doğru ve daha kapsamlı bir kuramla yer değiştirmek zorunda kalacağı konusundaki ısrarlı görüşüydü. Einstein’in görecelik kuramı adı verilen teorisinin genel şeklinin 1916’da yayımlanmasından bir yıl sonra Rusya’da komünist ihtilâli oldu, kökleri güya tanrısal olan çarlık devrildi. Komünist ihtilâlinin dayandığı kuramsal çatı Marx’ın ve Engels’in birlikte geliştirmiş oldukları determinist bir toplum dinamiği idi. Bu kuramın gerektirdiği «kaçınılmaz sonuca» toplumu bir an önce ve en az zararla ulaştırmak adına yapılan vahşet, ihtilâl esnasında o dereceye ulaştı ki, sonunda komünist ihtilâlinden yurdunu bir cennete çevirmesini beklediği için yeni bir şevkle sürgünden Rusya’ya dönmüş olan yaşlı Prens Kropotkin derin bir düş kırıklığına uğradı ve ümitsizliğe kapıldı. 1920 sonbaharında Lenin’e yazdığı bir mektupta Vrangel ordusundan rehine alınmasına değinerek «Vladimir İliç!» diyordu büyük jeolog, «Sen ki yeni hakikatlerin havarisi ve yeni bir devletin mimarı olmak arzusundasın, böyle iğrenç bir davranışa, böyle kabul edilemez yöntemlere nasıl izin verebilirsin? Böyle önlemler, senin dünün 39 yöntemlerine yapıştığının açıkça itirafından başka ne anlama gelebilir?... En önemli savunucuları böyle en dürüst hisleri ayaklar altına alırlarsa, komünizmin geleceği ne olur?» 1919 yılında on yedi yaşında genç bir Marksist Viyana sokaklarında bir nümayiş esnasında pek çok arkadaşının polis kurşunlarıyla can verdiğini gördü. Büyük bir üzüntü içinde parti merkezine döndüğünde, parti ileri gelenlerinin bu ölümleri tasvip ettiğini, gençlerin canlarını dava uğruna verdiklerini söylediklerini duydu. «Ya dava yanılıyorsa?» diye düşündü. «O zaman bu gencecik insanlara yazık olmuş olmayacak mı?» Viyana’da 1919 yılında dört popüler ve bilimsel olmak iddiasında olan kuram entellektüeller tarafından tartışma konusuydu diyor Karl Popper. Biri Freud’un psikanalizi, diğeri Adler’in aşağılık kompleksleri kuramı, üçüncüsü Marx’ın tarihsel materyalizmi, dördüncüsü de Einstein’in görecelik kuramı. Popper ilk üçü ile dördüncü arasında çok önemli bir fark olduğu kanısındaydı. Ne gözlem yapılırsa yapılsın psikanaliz sonuçlarının, Adler’in teorisinin veya Marx’ın çıkarımlarının yanılmış olduğunu görmek mümkün değildi. Bu üç teori, taraftarlarınca herşeyi açıklıyordu. Einstein’inki ise bambaşkaydı. Eğer Arthur Eddington Hint Okyanusu’ndaki güneş tutulması gözlemlerinde Einstein’in teorisinin gerektirdiği ışık sapmasını bulamamış olsaydı, tüm teoriyi çöpe atmak gerekecekti. Herşeyi açıklayan teoriler, diye düşündü Popper, aslında hiçbirşeyi açıklamazlar. İnsan düşüncesi yanılır. Koca Newton bile yanılmadı mı? İnsanın yapabileceği tek şey, gözlemlerini geçici olarak bulabildiği en uygun kuram çerçevesinde açıklamak, fakat o kuramı en acımasız şekilde sürekli sınava çekilebilecek bir şekilde kurgulamaktır. Tek bir ters gözlem, tüm bir kuramı sıfırlar. Genel kuramların doğruluğu ispat edilemez, ama yanlışlıkları çok kolayca gözler önüne serilebilir. O zaman yapılacak iş hemen tüm eski gözlemleri de açıklayabilecek yeni bir kuram uydurmaktır. Yeni kuram eski kuramla uyumlu tüm gözlemleri, artı eski kuramı yanlışlayan gözlemi de açıklamak zorunda olduğu için tanım gereği eskisinden daha kapsamlıdır. Bu şekilde bilgimiz sürekli artarak bu iş sonsuza dek gider. Bunu düşündüğü an Popper, genç arkadaşlarını ölüme gönderen komünist parti liderlerine karşı içinde derin bir öfke duyduğunu yazar. «Kimse doğruluğundan 40 emin olmadığı bir fikir uğruna bir diğerini ölüme göndermemelidir» diye geçirir aklından. Ne din adamları, ne politikacılar ne de bilim adamları. Galileo dinin de yanıldığını ispat etmemiş miydi? Kilise yıllar sonra hem mahkûm ettiği Galileo’dan hem de lânetlediği Darwin’den alenen özür dilemek zorunda kalmadı mı?39 20. yüzyılın ilk otuz yılı içinde, doğru ve kesin kuramsal bilginin mümkün olmadığı artık yaygın olarak anlaşılmıştı. Bu, genel doğruluk iddiasında bulunan tüm fikirleri kapsıyordu. İnsanın yapabileceği tek şey mümkün olduğu kadar çok gözlem yaparak, mümkün olduğu kadar çok kuram üreterek Bernard de Fontenelle’in daha 18. yüzyılda dediği gibi yanlış ve eksik fikirleri, görüşleri, kuramları ortaya çıkararak elemekti. Hiçbir fikir, hiçbir görüş, hiçbir kuram, hattâ hiçbir gözlem veya izlenim raporu en acımasız eleştiriden muaf olamazdı. Eleştirinin de yegâne temelleri mantıksal tutarlılık ve gözlemle uyumluluktu. Popper bu düşünce tarzına eleştirel akılcılık (kritischer Rationalismus=critical rationalism) adını verdi. Eleştirel akılcılık bilgibilimde ütopyacılığın da sonu demekti. Genel kuramsal ve doğru bilgiye giden düz ve zahmetsiz bir yol yoktu. 40 Coyne, G. V., Heller, M. ve Zycinski, J. (editors), 1985, The Galileo Affair: A Meeting of Faith and Science, Proceedings of the Cracow Conference 24 to 27 May 1984: Specola Vaticana, Citta del Vaticano, 179 ss.; Holden, C, 1996, The Vatican’s position evolves: Science, c. 274, s. 717. Holden’in kısa makalesi Papa’nın evrim teorisini kabulü hakkındadır. 40 Avusturyalı olup, Hitler’in Avusturya’yı ilhakından önce evvelâ Yeni Zelanda’ya, daha sonra da İngiltere’ye hicret etmiş olan ve orada Şövalyelik (=Sir’lük) ve Şeref Eskortu (Companion of Honour) pâyeleri ile onurlandırılan filozof Karl Raimund Popper’in fikirleri hakkında belki de en etraflı kaynak Paul Arthur Schilpp’in «Yaşayan Filozoflar Kütüphanesi» serisinden çıkardığı iki ciltlik Karl Popper’in Felsefesi adlı eserdir: Schilpp, P. A. (editör), 1974, The Philosophy of Karl Popper: The Library of Living Philosophers, Book I (xvi+670 ss.) ve Book II (ss. xii+671-1323), Open Court, La Salle. Popper’in felsefesine daha kısa girişler için bkz. Magee, B., 1973, Karl Popper. The Viking Press, New York, 115 ss. (bu eserin Türkçe bir tercümesi için bkz. Magee, B., 1990, Karl Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı: Remzi Kitabevi, İstanbul; çeviren Mete Tuncay [kitabın sonuna Popper’in Toplum bilimlerinde öndeyi ve kehanet ve Diyalektik nedir? adlı makalelerinin çevirileri de eklenmiştir]). Yukarıdaki içerikte Popper’i kendi kaleminden okumak isteyenler şu eserlere başvurmalıdır: Popper, K., 1935, Logik der Forschung—Zur Erkenntnistheorie der Modernen Naturwissenschaft: Julius Springer, Wien, vi + 248 ss; aynı 39 41 İşte bilimin gerçeğin peşinde gittiği tek yol bu eleştirel akılcı yaklaşımı izlemektedir. Doğa ile insanın diyaloğunun tarihi üzerinde yaptığımız bu uçuşun bize gösterdiği en önemli şey, her şeyden önce, her dogmatik, her kesinci yaklaşımın şüpheyle karşılanmasıdır. Dile getirilen her fikrin, her tahminin hangi gözleme dayandığı, hangi mantıksal çerçevede sunulduğu sıkıca sorgulanmalıdır. Doğru ile yanlış arasındaki fark, hamile ile hamile olmayan arasındaki fark gibidir. Azıcık hamile olunmaz. Azıcık doğru veya yanlış da olunmaz: Bir şey ya doğrudur ya yanlış. Meselâ Türkiye’de 1999 depremine neler neler sebep diye gösterilmedi: Güneş tutulmasının etkileri, Nostradamus’un kehanetleri, komutanların gûya Gölcük’te İsrailli misafirleriyle içki içmeleri, bir bölgede travesti ve fahişelerin çokluğu ve daha akla hayale gelebilecek ne zırvalıklar… İşte bütün bunların nedeni toplumun eleştirel akılcı düşünmeyi öğrenmemiş, bunu bir âdet haline getirmemiş olmasıdır. Benzer zırvalıklar, örneğin ABD’de de kuşkusuz önemli bir dinleyici kitlesi bulabilirdi, belki eski Sovyetler Birliği’nin kırsal kesimlerinde de. Avrupa’nın geri kalan kısmında da belki Katolik Akdeniz ülkelerinde. Bunun dışında kalan Avrupa’da eleştirel akılcı muhakeme alışkanlığı bu tür zırvalıkların dolanmasına imkân vermez. Eleştirel düşüncenin refleks haline gelememiş olması toplumumuzun her katmanında vardır. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin hem dinsel hem de dünyevî çerçevede toplumun benimsediği ciddî bir değişimi yüzyıllardır, hattâ Orta Çağ’dan beri yaşamamış olmasıdır. Efektif olarak 1920’ye, resmen de 1922’ye kadar dikta rejimleri ile yönetilmiş olan Türkiye toplumu dünyevî işlerinde otoriteyi sorgulamayı öğrenmemiştir. Bilimsel bir ilâhiyatçılar sınıfının İslâm içinde neredeyse Hicretin dördüncü yüzyılından beri olmaması yazar, 1980, The Logic of Scientific Discovery: Unwin Hyman, London, 480 ss; aynı yazar, 1979, Die Beiden Grundprobleme der Erkenntnistheorie: T. E. Hansen (Herausgeber), J. C. B. Mohr (Paul Siebeck) Tübingen, XXXI-II+[II]+476 ss; aynı yazar, 1983, Realism and the Aim of Science: Rowman and Littlefield: Totowa, xxxix+420+[2] ss; aynı yazar, 1989, Conjectures and Refutations—The Growth of Scientific Knowledge, fifth revised edition: Routledge, London, xiii+431 ss. 42 (Doç. Dr. Hasan Elik, kişisel görüşme, 1986 öncesi), ne dogma dışı dinsel öğretinin ciddî bir sorgulanmasına, ne de dogmanın, yani dinin esaslarının olabilecek muhtelif yorumlarına olanak tanımıştır. Hristiyanlıktaki yorum tarihi ile İslâmdaki tefsir tarihi arasında yöntem ve sonuçlar açısından çok büyük farklılıklar vardır. Hristiyanlıktaki yorum daha ziyade insan ile insan-dışı doğa ilişkilerine, İslâmdaki tefsir ise doğrudan tanrı-insan ve insan-insan ilişkilerine yönelik yapılmıştır. Örneğin Hristiyanlıktaki nimet kavramı üzerinde yapılan mezheplerarası ve mezhep-içi tartışmaların İslâm’daki karşılığını İhwanal-Safa dışında bulabilmek güçtür. Halbuki bu tartışmalar, Manfred Büttner ve arkadaşlarının çok detaylı bir şekilde belgelemiş oldukları gibi, örneğin yerbilimlerinin gelişmesine çok önemli katkı yapmıştır. Ben bu düşüncelerimi ilâhiyatçı dostum Sayın Doç. Dr. Hasan Elik’e açtığımda, Sayın Elik cevaben «Farkı sana şöyle özetleyeyim» dedi: «İslâm tefsiri Allah’ı anlamaya yöneliktir. Halbuki kul, Allah’ı anlayamaz. Buna teşebbüs bile küfürdür. Allah’ın eserlerini anlayabilir. Hristiyan yorumu ise, Allah’ın eserlerini anlamaya, O’nun nimetlerini ve insanın o nimetlere nazaran yerini anlamaya yöneliktir.» Hasan Bey’in bu çok önemli tesbiti, İslâm dünyasında egemen bulunan doğadan uzağa, tanrıya (aslında insanın kendi iç dünyasına) bakma eğilimini, kaderciliği, tevekkülcülüğü, buna mukabil Hristiyan ve özellikle tanrıyı bir yaratandan çok bir nimet bahşeden olarak gören Protestan dünyasında hâkim olan araştırıcılığı ve teşebbüsçülüğü kanımca pek güzel açıklamaktadır.41 Tarihsel nedenlerle gelişmiş olan belirli ilâhiyat görüşleri nedeniyle Müslüman, sorumluluğu tanrıya Dinlerde dinî dogmaların ve diğer inançların yorum tarihleri, o dine mensup toplumların düşünce şekillerinin tesbitinde çok önemli kılavuzlardır. Benim okuduğum şu iki tarihin karşılaştırılması bile yukarıda söylenilen düşünüş farklılıklarının kökleri hakkında epey etraflı bilgi verebilir. Kitab-ı Mukaddes’in yorum tarihi için Reventlow, H. (Kont), 1990, 1994, 1997, 2001, Epochen der Bibelauslegung, c. I (Vom Alten testament bis Origenes, 224 ss.), c. II (Von der Spätantike bis zum Ausgehenden Mittelalter, 324 ss.), c. III (Renaissance, Reformation, Humanismus, 271 ss.), IV (Von der Aufklärung bis zum 20. Jahrhundert, 448 ss.): C. H. Beck, München. Kur’an’ın tefsir tarihi için Bilmen, Ö. N., 1973, 1974, Büyük Tefsir Tarihi—Tabakatü’l Müfessirîn, c. I (432 ss.) ve II (ss. 435-888): Bilmen Yayınevi, İstanbul. 41 43 atmak, Protestan ve Hristiyan ise tanrının nimetlerini kullanarak sorumluluğu bizzat yüklenmek eğilimindedir. SONUÇ Yukarıda tüm anlattıklarım, insanlığın tarihi boyunca kendisi dışındaki -hattâ tıbbı düşünürsek kendisi de dahil- doğa ile nasıl etkileştiği, doğa hakkında nasıl bilgi sahibi olduğu, bu bilgiyi doğada ve doğa ile yaşamak için nasıl kullandığının tarihinin kısa fakat kanımca esaslı bir özetidir. Bu özetten şu dersler çıkmaktadır: 1. İnsanlığın gelişme sürecinde, doğa hakkında en kısa yoldan ve en sağlıklı bilgi edinebilen toplumlar diğerlerine nazaran daha güçlü ve daha müreffeh olmuşlardır. 2. İnsanlık tarihinde bilgi kavramı yavaş yavaş bilginin herhangi bir nesne ve/veya vetirenin tüm özelliklerinin kodlanmış hali olduğu inancından, herhangi bir nesne ve/veya vetirenin gözlemcinin ilgisini çeken özelliklerinin kodlanabilenlerinin tamamı olduğu kanaatine doğru gelişmiştir. İlk tanımda bilgi idealdir ve bilenin insanüstü güçleri olduğunu farzeder. Bu nedenle ideal bilginin kaynağı her zaman insan değil tanrı veya tanrılar olarak kabul edilmiştir. Ancak ideal bilgiye asla ulaşılamadığının fark edilmesi, insanı daha gerçekçi bilgi türlerinin peşinden daha gerçekçi bilgi edinme yöntemlerine itelemiştir. 3. İnsanlık tarihi boyunca bilgi edinme yöntemi, doğrudan hazır bilginin insandan insana (veya «tanrıdan insana») öğretilmesinden (=dinsel öğretim yöntemleri), doğada var olduğu varsayılan hazır bilginin edinilmesine (tümevarım), oradan da doğayı insan tahayyülünde baştan yaratma denemelerine (=eleştirel akılcılık) doğru gelişmiştir. Her aşamada bilginin sözde güvenilirliği azalmış, gerçek güvenilirliği ise, hata paylarının daha belirgin bir şekilde görülebilmesi nedeniyle artmıştır. 4. Bilgi kavramının ve bilgi edinme yöntemlerinin gelişmesi tarihinde insan doğa ile giderek daha yakın bir diyaloğa girmiştir. İdeal (yani küllî) bilginin insandan insana (veya «tanrıdan insana») öğretilmesi sürecinde doğa yalnızca uzaktan en kaba hatlarıyla görülen ve doğa dışı güçlerle açıklanılmaya çalışılan bir görüntüydü. Örneğin, 44 deprem yalnızca sarsıcı ve yıkıcı özellikleriyle bilinen bir olaydı; açıklaması ise Poseidon’un gazaba geldiğinde üç uçlu mızrağını yere vurarak onu sarsmasıydı. Bu «açıklamayı» doğayı gözleyerek kontrol etmek ise olanak dışıydı. Eğer Poseidon’un varlığı gerçek dışı ise, bu kurama bağlı kaldığımız takdirde deprem hakkında bildiklerimiz, deprem olurken en kaba bir gözlemle görebildiklerimizden ibaret kalacak demektir. Tümevarımla depreme yaklaşım sonucu depremlerin pek çok özellikleri keşfedildi. Örneğin: a) Deprem yerin faylar boyunca kırılması sonucu oluşur; b) Depremin fay çeşitlerine göre çeşitleri vardır. Bunların etkileri birbirinin aynısı değildir; c) Deprem olurken ses dalgaları oluşturur; ç) Deprem dalgalarının pek çok çeşitleri vardır. Bu listeyi daha çok uzatmak kabildir, ama sanırım vurgulamak istediğim nokta açıktır. Tümevarım, bizleri veri toplamaya zorlamakla birlikte doğa ile karşılıklı bir diyalog kurulmasını gerektirmez. İdeal halde veri toplamak bir monoloğa benzer. Doğa söyler, biz kaydederiz. Ancak doğa bilimlerinde çalışan her bilimci bilir ki deprem gibi bir soruna yaklaşırken her adımda-hatta işin en başında- biz varsayımlar üretir, incelemekte olduğumuz olayın görünümü, özellikleri ve etkileri hakkında eksik bilgi üzerine fikir beyan ederiz. Başka çaremiz de yoktur. Deprem gibi bir ucu yerin onlarca hatta bazen yüzlerce kilometre altında olan bir olayın tüm parametrelerini doğrudan gözlememiz imkânsızdır. Gözleyebildiğimiz kadarı üzerine fikir beyan ederiz. Sonra bu beyan ettiğimiz fikirlerden bazı çıkarımlar yaparız, bu çıkarımları kontrol ederek fikrimizin sağlam olup olmadığını test ederiz. Fikir sağlam gibi gözüküyorsa onu giderek zorlaşan testlerle hep sıkıştırırız. Tâ ki bir zayıf noktasını bulana kadar. Yukarıda da anlattığım gibi bir tek zayıf nokta, tek bir ters gözlem, fikrin çöpe atılması için yeterlidir. Fikrimizi kendi ellerimizle gömdükten sonra hemen eskiden bildiğimiz herşeyi ve eski fikri çöpe attıran o tek ters gözlemi de bir arada açıklayabilecek bir yenisini üretir, bu sefer onu testler ve kontrollarla sıkıştırmaya başlarız. Bu yöntemle giderek göremediğimiz nesne ve olaylar hakkında da bilgi sahibi olmaya başlarız. Bu bir diyalogdur. Biz doğayı sorgularız, o cevap verir. Bazen 45 bir tesadüfî gözlemle sormadığımız bir şey hakkında bilgi ediniriz. Ama bu hemen o konuda sorular üretilmesine, bilgimizin doğa ile bir diyalog çerçevesinde genişletilmesine vesile olur. Doğa ile diyalog, bilimsel yöntemin hem en eski fakat hem de en modern, aynı zamanda da en verimli şeklidir. İyonya’da, Milet’te MÖ 6. yüzyılda icat edildiğini görmüş olduğumuz bu yöntem, yaklaşık 2000 yıl kesin ve yanılmaz bilgi peşinde koşan insanoğlu tarafından ihmal edilmiştir. Onu tekrar tam anlamıyla güncel yapan, Einstein’in Newton’un teorisinin yetersiz olduğunu kanıtlamış olmasıdır. Bugünün varsayımları yarının gerçekleri, bugünün doğruları yarının yanlışları olabilir. Bir bilim adamına, bilimin ifadelerinin doğru olup olmadığını sorduklarında alacakları cevap her zaman, «daha doğrusu bulunana kadar» olacaktır veya «şimdilik bilmiyoruz» denilecektir. Buna rağmen, bilim yaşamımızın bir parçası değil, hatta önemli bir parçası da değil, tamamıdır! Bilgi edinme yarışında bilimin yerini hiçbir şey bugüne kadar tutamamıştır. Bilim, artan gözlem ve fikirlerle her konuda, ama her konuda, hep daha doğruya asimtotik bir şekilde yaklaşır. Bilinecek şeyler sonsuz olduğundan, bilim de sonsuzdur. Bilimde ne bir son durak, ne de bir son söz vardır. Bilim insanlığı sürekli yücelten, Beethoven’in bir defa on yaşındaki bir kız çocuğuna yazdığı mektupta dediği gibi, onu tanrı katına taşıyan bir faaliyettir. Son sözüm, bilimle dinin bu konuda rakip olup olmadıkları ile ilgili41: Dinsiz bir insan doğayı nasıl görerek, sorgulayarak bilmek çabasında ise, tanrıya inanan da, onun nimetini aynı yöntemlerle öğrenir. Zira dinsel yaklaşımın amacı, tanrının bildirisi ve izni ötesinde onu anlamaya çalışarak -bir görüşe göre böyle bir çaba ona koşutluk etmeye teşebbüs anlamına geleceği için- hatta küfre düşmek değil, onun nimetini anlamaya çalışmaktır. Gerçek kâinat karşısında bilimin de dinin de yöntemlerinin aynı olmak zorunda olduğunu tarih teyit etmektedir. Din, doğa hakkında nerede bilimle çatışmışsa, Kopernik teorisinin, Galile’nin fikirlerinin ve Darwin’in görüşlerinin tarihinden bildiğimiz gibi, hep bilim galip gelmiştir. 46 Mustafa Kemal boşuna mı «Hayatta en gerçek kılavuz bilimdir, fendir. Başka kılavuz aramak aymazlıktır, sapkınlıktır» demişti? Beni dinlemek lûtfunda bulunduğunuz için hepinize kalpten teşekkür eder, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin 227. ders yılının üniversitemize, ülkemize ve tüm insanlığa hayırlı olmasını temenni ederim. 47 KAYNAKÇA VE NOTLAR D’Abro, A., 1950, The Evolution of Scientific Thought—From Newton to Einstein, Second, Revised and Enlarged edition: Dover Publications, (basıldığı yer belirtilmemiş), xx+481 ss. Adnan-Adıvar, A., 1969, Tarih Boyunca İlim ve Din: Remzi Kitabevi, İstanbul, 623 ss. (ikinci baskı). Pozitivist bilim felsefesi görüş açısından kaleme alınmış olmasına rağmen bu kitap, tarih boyunca bilimsel ve dinsel bakış tarzlarının evrimi ve etkileşimleri hakkında dünyada yazılmış en kapsamlı ve en güzel eserlerden biridir. Sık sık basıldığından temini kolaydır. Armesto, F.-F., 1996, Millenium—A History of the Last Thousand Years: A Touchstone Book, Simon & Schuster, New York, 816 ss. Yepyeni bir bakış açısı, muazzam bir bilgi birikimi ve enfes bir İngilizce ile kaleme alınmış olan bu anıtsal eseri, çağımızın temellerini anlamak isteyen her entellektüel okumalıdır. Bilhassa modern tarih yazıcılığının ışığında, eski (ve bilhassa ülkemizde ne yazık ki hâlâ bazı çevrelerde popüler olan Marksist) determinist tarih anlayışından ziyade zaman/mekân özelliklerine ve kişi faktörüne ağırlık veren bu eserin bakış açısından pek çok tarihçiyi şaşkınlığa uğratan Mustafa Kemal Atatürk olayını ve bunda Atatürk’ün üstün kişiliğinin oynadığı rolü anlamak kolaylaşmaktadır. Bilhassa askerlik biliminde komutan olmak arzusunda olanlara hararetle önereceğim bir eser. de Boer, T. J., 1961, The History of Philosophy in Islam: Luzac & Co., London, xiv+216 ss. En güvenilir kısa fakat öz İslâm felsefesi tarihlerinden. Bruno, L. C, 1987, The Tradition of Science: Library of Congress, Washington, D. C, xi+351 ss. Aslında bibliyografik bir deneme niteliğinde olan bu kitap, A.B.D. Meclisinin şöhretli kütüphanesinde bulunan bilim klâsiklerinin en önemlilerinin bilim geleneğinin tarihi çerçevesinde tanıtımını yaptığı için aynı zamanda değerli de bir bilim tarihidir. 48 Challaye, F., 1956, Les Philosophes de I’Inde: Presses Universitaires de France, Paris, 330+[II] ss. Çok derli toplu bir Hint felsefe tarihi. Chattopahyaya, D., 1986, 1991, History of Science and Technology in India, c. I (The Beginnings, xxiii+556 ss.), c. II (Formation of the Theoretical Fundamentals of Natural Science, xxi+593 ss.): Firma KLM Private Ltd., Calcutta. De la Cotardière, P., yayına hazırlayan, 2004, Histoire des Sciences de l’Antiquité à nos Jours: Tallandier, Paris, 659 ss. Dampier, W. (Sir), 1961, A History of Science, with a postscript by I. Bernard Cohen: Cambridge University Press, Cambridge, xxvii+544 ss. Bilim tarihinin bağımsız bir disiplin haline gelmesini sağlamış büyük temsilcilerinden birinin kaleminden çıkmış enfes bir tarama. Cohen, eseri güncelleştiren literatür ilaveleri yaptığından bu dördüncü baskı çok faydalıdır. Dawson, R. (editör), 1964, The Legacy of China: Clarendon, Oxford, xix+392 ss. Bu küçük fakat Çin kültürünü tanıtmada son derece faydalı kitabın fen bilimleri ile ilgili bölümünü bizzat Joseph Needham yazmıştır. Fara, P., 2009, Science—A Four Thousand Year History: Oxford University Press, Oxford, xv+408 ss. Bugüne kadar yazılmış geleneksel bilim tarihi kitaplarına nazaran çok daha global bir perspektiften yazılmış olan bu güzel eserin bir diğer avantajı da çok uzun olmamasıdır. Fung, Y.-L., 1976, A Short History of Chinese Philosophy: The Free Press, New York, xx+368 ss. İlk defa 1948 yılında basılmış olan bu küçük kitap, konusunun en iyisidir. Derk Bodde tarafından İngilizce redaksiyonu yapılmıştır. Gillispie, C. C., 1960, The Edge of Objectivity—An Essay in the History of Scientific Ideas: Princeton University Press, Princeton, 562 ss. Bilhassa irrasyonel, postmodernist bilim tariihçileri tarafından modası geçti diye sunulan, fakat kanımca hâlâ en iyi bilim tarihi kitaplarından biridir. 49 Gökberk, M., 1990, Felsefe Tarihi, 6. Basım: Remzi Kitabevi, İstanbul, 490 ss. Doyurucu olmayan, ama Türkçe’deki en kapsamlı eser. Gökdoğan, M. D., Demir, R., Topdemir, H. G., Unat, Y., Kalaycıoğulları, İ. ve Emlü, Y., 2001, Bilim Tarihi Kılavuzu—Buluşlar ve Yapıtlar: Nobel, Ankara, [III]+340 ss. Kronolojik olarak düzenlenmiş bir başvuru kitabı. Güvenç, B., 1995, Japon Kültürü, 5. Baskı: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Genel Yayın No: 213, Sosyal ve Felsefi Eserler Dizisi: 21, Ankara, [VIII]+482 ss. Ayrıca şu çok önemli çalışmada Japon entellektüellerinin ve onların yetiştiği ortamın zengin verilere dayanan ilginç bir irdelemesi vardır: Güvenç, B., Otkan, P., Belek., T., Akarsu, F., Tözeren, S., ve Özden, M. A., 1998, Japon Eğitimi: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları: 1185, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 311, Araştırma İnceleme Dizisi 8, İstanbul, 221 ss. Büyük hayranlık duyulan ve Amerika ile yarışan Japon ekonomisinin 1990’larda hızla başaşağı düşmesi, Japon toplumunun, batının refahını sağlayan eleştirel akılcı kültürü ne derece az özümseyebilmiş olduğunu birdenbire ortaya çıkardı: Felaketin en önemli nedeni özellikle devlet görevlerinde ve banka sistemlerinde çalışan önemli sorumluluk sahiplerinin yaygın bir yalan söyleme hastalığından muzdarip olmalarıydı. Bilimsel tutumun en önemli şartı kayıtsız şartsız dürüstlüktür (aksi takdirde nesnel bir ortam yaratılamaz). Sürekli yalan söylemenin yaygın bir tutum olduğu bir toplum da tabiî ki nesnel olamaz. Bu nedenle giderek gerçekten uzaklaşır ve bir gün gerçekle çarpışınca tuz-buz olur. Japon deneyimi özellikle eleştirel akılcı geleneği olmayan ülkeler için çok değerli bir derstir (Yukarıda künyesi verilen Bozkurt ve diğerlerinin Japon eğitimi hakkındaki kitaplarının özellikle 157-159. sahifelerinde tartışılan bazı özellikler, Japon toplumundaki bu olumsuz durumun nedenlerinin kanımca en önemlilerini kapsamaktadır). Ancak, 2008-2009 global mali krizi de Amerikan banka yöneticilerinin aynen Japonlar gibi sürekli yalan söyleme alışkanlıklarının olduğunu gösterdi. Bu her iki kriz de akılcı ve gerçekçi temellere dayanmayan politikaların nasıl iflasa mahkûm olduklarını göstermesi bakımından çok öğreticidir. 50 Kirthisinghe, B. P. (editör), 1993, Buddhism and Science: Motilal Banarsidass Publishers, Delhi, XII+163 ss. Pek çok kısa makaleden oluşan bu kitap modern bilimle bazı Budist doktrinlerini karşılaştırmaktadır. Budizmin «fen» alanına giren fikir varlığı hakkında iyi bir fikir vermektedir. Seyyed Hossein Nasr, 1987, Science and Civilitation in İslam: Suhail Academy, Lahore, 384 ss. Temel düşüncelerine katılmadığım bir yazar olan Hossein Nasr’ın bu eseri kaynak kitap olarak faydalıdır. Pledge, H. T., 1939, Science since 1500—A Short History of Mathematics, Physics, Chemistry, Biology. His Majesty’s Stationary Office, London, 357 ss. Çok güzel yazılmış, muhtasar bir bilim tarihi. Roshdi Rashed, yayına hazırlayan, 1996, Encyclopedia of the History of Arabic Science: Routledge, London , c. I (Astronomy—Theoretical and Applied, xiv+330 ss.), c. 2 (Mathematics and the Physical Sciences, vii.+ ss. 331-750), c. 3 (Technology, Alchemy and Life Sciences, vii+ ss. 751-1105). Bu kitabın elden geçirilmiş bir Fransızca baskısı Histoire des Sciences Arabes başlığı ile 1997’de Seuil yayınevi tarafından Paris’te yapılmıştır. Fransızca bilenlerin, o baskıya başvurmalarını tavsiye ederim. Russell, B., 1945, A History of Western Philosophy: Simon and Schuster, New York, xxi-ii+895 ss. Bu muhteşem kitap sık sık baştan basıldığından temini kolaydır. Türkçe tercümesi bulunmasına rağmen ben bu tercümeyi görmediğim için burada güvenilirliği hakkında herhangi birşey söyleyemeyeceğim. Skehan, J. W., 1986, Modern Science and the Book of Genesis: Science Compacts from the National Science Teachers Association, Washington, D. C, 30 ss. Bu minik broşürdeki makale bir rahip tarafından kaleme alınmış olup, ‘yaradılışçı’ görüşün din açısından bile savunulamayacağını, amaçları zaten farklı olduğu için Kutsal Kitap ile bilim arasında da bir çatışmanın Darwin’in evrim teorisine rağmen mevzubahis olmadığını vurguluyor. Şöhretli petrol jeologu Prof. Albert W. Bally bu makaleye bir giriş yazmış. Broşürün 30. sahifesinde de A.B.D. Ulusal Fen Bilimleri Öğretmenleri Topluluğunun (National 51 Science Teachers Association) Temmuz 1985’te yayımladıkları bir deklarasyonun metni var. Skehan’ın broşürü, kanımca mutlaka şu makale ile birlikte okunmalıdır: Denkel, A., 1998, Felsefe, Bilim ve Dindarlık: Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 593 (1 Ağustos 1998), ss. 18-20. Tekeli, S., Kâhya, E., Dosay, M., Demir, R., Topdemir, H. G., Unat, Y. ve Aydın, A. K., 1999, Bilim Tarihine Giriş: Nobel, Ankara, XVII+451 ss. Türkcan, E., 2009, Dünya’da ve Türkiye’de Bilim, Teknoloji ve Politika: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 230, Bilgi ve Toplum 5, İstanbul, xxiii+716. Bilhassa ülkemizde bilimin tarihî bir perspektif içerisinde nasıl teşkilatlandığını öğrenmek isteyenlere çok tavsiye edilecek bir eser. Yıldırım, C., 1979, Bilim Felsefesi: Remzi Kitabevi, İstanbul, 271 ss. Yıldırım, C., 1992, Bilim Tarihi: Remzi Kitabevi, İstanbul, 270 ss. Yukarıdakileri okurken meraklı okuyucunun ortaçağ Avrupa ve kısmen İslâm bilimini çok detaylı olarak tarayan büyük Fransız fizikçisi Pierre Duhem’in on ciltlik Le Systeme de Monde’unu (1906-1959, Hermann, Paris), George Sarton’un 1927-1948 yılları arasında yayınlanmış ve 1953’e kadar iki defa (erken ciltleri üç defa) baştan basılmış olan beş ciltlik (beş ciltte üç kitap) anıtsal bilim tarihi katalogu Introduction to the History of Science’ı (yayınlayan Carnegie Institution of Washington) ve Lynn Thorndike’ın sekiz ciltlik History of Magic & Experimental Science’ı (Columbia University Press) el altında bulundurması pek faydalı olabilir. Yukarıdaki listeye Joseph Needham’ın anıtsal History of Science and Civilisation in China’sını büyüklüğü, okunmasının güçlüğü ve tamamen uzmanlara seslenmesi yüzünden almadım. Aynı şey Fuat Sezgin’in 13. Cildine ulaşan Geschichte des Arabischen Schrifttums’u için geçerlidir. 52 53 BİLİM VE BİLİMSEL YÖNTEMLER Prof. Dr. Halis AYHAN1 Bilim (Yunanca episteme, Latince scientia, Arapça ilim, İng. ve Fransızca science). Bilimin temel özellikleri, bilimsel keşiflerle ve pratik amaçlarla insanlığın hizmetine sunulsa da, bilimin bizzat kendisi ya da bilim olmak bakımından bilim, aktif beceri ya da pratik bilgeliğin tüm biçimlerinin tersine, teorik bilginin bir türüdür. Bilimin bizzat kendisi, bir teknik ya da zanaat değildir. Bilimsel deneylerin, uygun araç ve malzemenin geliştirilmesi ve kurulması esnasında, dikkate değer bir teknik beceriyi gerektirdiği doğrudur. Bilimsel bir doğruyu bulgulayan kâşif, çoğunlukla bilimsel araçların ya da bilimsel malzemenin mucididir; bununla birlikte, bilimsel keşfe götüren yolu hazırlayan teknik icatlarla, bilimsel keşiflerin temellerini attığı, teknik icatlar, her zaman gerçek bilim ya da saf bilimden ayırt edilebilir. Saf bilim, özü itibariyle, teorik bilgiden meydana gelir. Fakat her tür teorik bilgi, bilim değildir. Bilim teorik bilginin belirli bir türüdür. Bilginin, bilimin kendilerinden ayırt edilmek durumunda olduğu, başka dalları vardır. Bilim kavramı, çoğu zaman, fizik, kimya, biyoloji, botanik gibi çok çeşitli bilimlerin ortak adı olarak kullanılır. Bu bilimler, kendilerini başka bilgi dallarından farklılaştıran, belirli ortak özelliklere sahiptir. Bilgi, insanın toplumsal emeğiyle meydana çıkardığı, bütün insanlığın tarih boyunca birbirine katılarak elde ettikleri nesnel olayların sebep sonuç ilişkilerinin yeniden üretimi olarak düşünülürse bilginin ve bilimin özellikleri bulunabilir. Bilim, teorik bilgiyi olduğu kadar pratik bir beceriyi de, bir tekniği de uygulamalı bilim olarak açıklar. Ama bu terim genellikle, bilimlerin tümünü ifade eder. Comte’un sınıflamasına göre: Matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji ve insan bilimleri nitekim Sümer’de 1 Emekli YÖK Üyesi 54 (m.ö 3500-2000) ve eski Mısır’da (m.ö 2700) ilk olarak matematiğin son olarak insani bilimlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Bilimin Temel Özellikleri Bilimlerin ortak özellikleri şu şekilde sıralanabilir: 1. Eleştirel bir gözle değerlendirme ve ayırt etme. Her tür sağlam bilginin zorunlu ilk koşulu, aldatıcı görünüşler, egemen fikirler ya da kişinin kendi arzuları tarafından etkilenmeyip, çıplak olguları belirleme ve bu olguların kendilerine erişebilme gücüdür. Böyle bir zihinsel tavır, ortak olarak bilimsel zihniyet diye betimlenir. Bilimsel zihniyet, tüm bilimler için, olmazsa olmaz olan bir koşuldur. Eleştirel bir gözle değerlendirme ve ayırt etme, bilimde kaçınılmaz bir şeydir. Bununla birlikte o bilim adamının tekelinde olmayıp gerçekte her tür sağlam bilginin zorunlu önkoşuludur. Bununla birlikte bir araştırmacının sergilediği bilimsel zihniyet, bir araştırmanın sonuçlarını bilim haline getirmek için, kendi başına hiçbir zaman yeterli olmaz. 2. Genellik ve sistem. Bilim bireysel nesnelerle ilgilenmez. O, öncelikle tiplerle, bireysel nesne ya da olayın yalnızca kendilerinin bir örneği ya da durumu olarak ele alındığı, nesne ve olay türleri ya da sınıflarıyla ilgilenir. Bilimin amacı, doğadaki düzeni yakalamaktır. Bu amaca ulaşmak için nesne türlerinin ortak özelliklerini ve olayların genel yasalarını ya da koşullarını araştırır. Keşfedilen her yasa ilgili nesnelerin ya da olaylar sınıfının doğasındaki genel geçerli bir özelliktir ve bu türden birçok yasanın keşfi düzenin ya da sistemin bütününe ilişkin bir kavrayışa götürür. 3. Ampirik doğrulama. Bilim, aktüel gözleme ilişkin olgularla başlar ve geçici tüm açıklamalarını ya da hipotezlerini, doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol etmek için gözlemlere döner. Gözlem tarafından doğrulanacak ya da çürütülecek şekilde, gözlemin sınamasından doğrudan ya da dolaylı olarak geçirilemeyen bir hipotez ya da açıklama bilim için bir değer taşımaz. Fransa’da Comte (1798-1857), Almanya’da Dilthey (1833-1911) tarafından metodolojisine son şekli verilen ve kuruluşunda İbni Haldun’un (1332-1406) büyük etkisi olan insan bilimleriyle doğa bilimlerinin temel farkları; doğa bilimlerinin çözümsel 55 ve fenomenler arasındaki değişmez bağlantıları, tabiat kanunlarını (doğa yasalarını) matematik ifadelerle açıklamak istemeleridir. İnsan bilimleri ise genel olarak kavrayıcı karakterdedir Bilimin Tarih Boyunca Gelişimi İlk çağdan itibaren, o günkü adıyla filozoflar toplum ve fizik konular etrafında araştırmalar yapmışlar ve düşündüklerini sistemleştirerek ortaya koymaya çalışmışlardır. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özelliğini düşünce ve davranışlarında açıklayan filozoflar (insan düşünen hayvandır, insan metafizik hayvandır, insan siyasal bir hayvan, yahut yemek pişirmesini bilen bir hayvandır) v.b tanımlarla insanı diğer canlılardan ayırt eden temel özelliklerine vurgu yapılmıştır. İnsanlık, fizik ilimleri geliştirmeden önce metafizik konularla çok erken yüzyıllarda meşgul olmuştur. Bu meşguliyetin sonunda birçok felsefe sistemleri ortaya çıkmış çağlar boyunca insanlığın temel konusu olmuştur. Filozofları genellikle karakterize eden şey onun metafizik problemlere karşı aldığı durumdur. Felsefe tarihi boyunca felsefe sistemlerinin birbirlerine karşı takındığı durumu kolaylıkla anlayabilmek için sistematik felsefeyi üç büyük doktrin tipi altında açıklamak mümkündür. 1. Dogmatikler. 2. Agnostikler (bilinemezciler). 3. İnanç filozofları2. Bilimin doğasına ve özellikle de yöntemlerine, kavramlarına, ön kabullerine ve bu arada, bilimin entelektüel disiplinlerin genel şeması içindeki yerine ilişkin araştırmalardan meydana gelen felsefi disiplin, yeniçağdan itibaren oluşmuştur. Bilim Felsefesi Bilimi felsefi yöntemlerle analiz eden bilim felsefesinin konusu üç ayrı alana ayrılabilir. Birincisi, bilimin yöntemine ya da yöntemlerine, ikikcisi bilimsel sembollerin doğasına ve son olarak bilimsel sembolik 2 Andre Cresson, Filozofik Sistemler, çev. S. J. Becarno. İstanbul 1962, s. 23. 56 sistemlerin mantıksal yapısına ilişkin araştırmalardan oluşur. Bilimin yöntemine ilişkin böyle bir araştırma, deneysel bilimleri olduğu kadar, sosyal bilimleri de kapsar. Böyle bir araştırmanın tarihle ilgili disiplinleri, normatif bilimleri ve tarihsel boyutları olan antropoloji ve jeoloji gibi bilimleri de kapsayıp kapsamadığı araştırmacının bilim tanımına ve anlayışına bağlıdır. Bilimin yöntemine ilişkin bir araştırma olarak bilim felsefesi, geleneksel mantık ve bilgi teorisinin önemli bir bölümünü içerir. Burada tümevarım, tümdengelim, hipotez, veri, keşif ve doğrulama gibi terimler tanımlanır ve açıklığa kavuşturulur. Bilim felsefesinde, buna ek olarak, deney, ölçüm sınıflama gibi, bilimin daha ayrıntılı, özel ve teknik yöntemleri incelenir. Yine bilim sembolik bir sistem olduğu için bilim felsefesinin bu alanında, genel bir göstergeler teorisi de önemli bir rol oynar. Öte yandan, bilim felsefesinde bilimlerin temel kavramları, ön kabulleri ve postülaları incelenir ve bilimlerin deneysel, rasyonel ve faydacı temelleri açığa çıkarılır. Bilim felsefesinin bu boyutu, bilim adamının kullandığı, fakat eleştirel bir incelemeye tabi tutmadığı neden, nicelik nitelik, zaman, mekân ve yasa gibi kavram ve kategorilere ilişkin bir araştırmayı içerdiğinden metafizikle belli bir ilişki içinde bulunmak durumundadır. Bilim felsefesinin bu boyutu, ayrıca bir dış dünyanın varlığına ve doğanın düzenliliğine duyulan inançları da eleştirel bir incelemeye tabi tutar. Bilim felsefesi, nihayet özel bilimlerin sınırlarını belirlemeye, bilimlerin birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerini açığa çıkarmaya çalışır. Burada, bilimlere ilişkin sınıflama yer alır. Yine, bilimin belli bir kültür çevresi içindeki yeri, yani bilimin yönetimlerle, iş dünyasıyla, sanatla, dinle ve ahlakla olan ilişkileri araştırılır. Bilim, dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır. Amacı, konu aldığı alanda, genel doğruların ya da temel yasaların bilgisine ulaşmaktır. Var olan şeylerin mahiyeti ve kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı olan bir bilgidir. Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere dayanılarak elde edilmiş organize ve doğrudan ya da dolaylı rasyonel bilgiler bütünüdür. 57 Bizim dışımızda bir olgular dünyasının var olduğu ve bu dünyanın insan için anlaşılabilir olduğu ve bizim dışımızdaki bu dünyayı bilme ve anlama çabasının değerli bir uğraş olduğu inanç ya da kabullerine dayanan bilim, olgusal bir faaliyet olarak ortaya çıkar. Yani bilimsel önermelerin tümü, doğrudan ya da dolaylı olarak gözlemlenebilir olan olguları dile getirir. Mantıksal, nesnel, eleştirel, genelleyici ve seçici bir faaliyet olarak ortaya çıkan bilim ve bilimsel bilgi, nedenlerin bilgisi olmak durumundadır; yani bilim dış dünyadaki olguları betimlemekle yetinmeyip olguların nedenlerini vererek onların niçin oldukları gibi olduklarını belirtir. Öte yandan bilimsel bilgi özneler arası geçerliliği olan bir bilgidir. Yani bilimsel bilgi doğruluğu sınanabilir, test edilebilir olan bir bilgidir. Yani bilimsel önermelerin doğruluk ya da yanlışlıklarına, ilke olarak kendisine uygun koşullar içinde bulan tüm insanlar tarafından karar verilebilir. Olayları, kendinin ve tabiatın üstünde ve ötesindeki varlıklarla olan, olmuş ve olabilecek olaylarla ilgilenmiştir bu ilgileri sonucunda, günümüzdeki ifadesiyle, ben, ben dışı, ben üstü ve ben ötesi alanlarında araştırmalar, deneyler, düşünceler, sezgiler sonucunda inançlara, felsefi dünya görüşlerine, bilimsel açıklamalara ulaşmıştır. Bilim, insanlığın geliştirdiği değerler arasında en yenisidir ve en sıkı disiplin isteyenidir. Tarih boyunca, din, dil, sanat, ahlak, hukuk, insanlık kadar eskidir. İnsanlığın tarihinde tam ilmi gerçek arayışını 2500 yıllık düşünce tarihi içinde açıklamaya çalışırlar. Bunun da büyük kısmı yine mitolojiler ve bilimdışı açıklamalara dayanır. Ancak son üç yüzyılda büyük bir hızla bilimsel arayışlar ve açıklamalar gelişmiştir. Tecrübe usulü (deney metodu) sürekli bir çaba ve disiplin istediği için, insanlığın daha önceki tecrübelerinden yararlanarak bilimsel yöntemlerle; gözlem, deney, hipotez, deneyleme ve tekrarlarla aynı sonuçlara varabilme ve olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini kesin olarak belirleme ve bunun kanunlarını açıklayabilmek uzun arayışlar sonucu ulaşılan bilgiler olmuştur. Bilimsel düşüncenin, kendi kurallarına göre yapılmış gözlem ve deneye dayanarak ulaştığı sonuçları, matematik ve mantık esaslarına 58 göre doğrulaması ve kesin sonuçlarla açıklayabilmesi ve aynı koşullar altında aynı sonuçların tekrarlanabilmesi ve uygulanabilir olması, bir çok teknik ürünleri doğurmuştur. Bir değer olarak bilim, rönesanstan sonra sistemli bir hale gelmiştir. Düşünce tarihi boyunca ilim ve sanat vardır, ancak deneysel metoda dayanan bilim son yüzyıllarda gelişmiştir. Deneysel anlamda bilimsel gelişme başlamadan önce, insan zihnini meşgul eden bütün problemler “felsefe” adı altında açıklanmaya çalışılmıştır. Felsefi araştırmanın kaynağında, her şeyi sormak ve sorgulamak vardır. Bilgileri şüphe ve tenkit süzgecinden geçirmek vardır. Bütün canlılarda içgüdüsel ihtiyaçlar ve davranışlar bulunmaktadır. Beslenme ve üreme gibi, bunların pek çoğu doğuştan gelmekte, sonradan kazanılmamaktadır. İnsan da diğer canlılar gibi, doğar büyür, yaşlanır ve ölür. Ancak yalnız insan kendi kendine ve çevresindeki herkese veya her şeye sorular sorar ve bunların cevabını bulmaya uğraşır. Hayatını en iyi şekilde nasıl sürdürebilir araştırır, pratik ve teorik konularda düşüncelerini ve eylemlerinin geliştirir. Hiçbir hayvan türü, ne kadar gelişmiş olursa olsun, hiçbir zaman teorik problemleri düşünmemiştir yalnız insan var olduğu tarihten itibaren başlıca şu konuları düşünmüş ve cevaplarını her devrin biliş seviyesine göre vermeye çalışmıştır: 1. Varlık ve oluş varlığın kaynağı ve gayesi nedir, ölümden sonraki hayat nedir ve nasıldır? 2. Bilgimizin kaynağı ve doğruluk değeri nedir? 3. Estetik ve ahlak konularının araştırılması. Düşünce tarihi, önceliği farklı olmakla beraber bütün dönemlerinde bu konulara cevap aramaya çalışmıştır. Eski Yunan ilmini erken olarak sistemleştiren Aristo (M. Ö. 385–322), bu ilmin aleti olan mantık (organon) temel kurallarını, temel kavramlarını kurdu. Aristo kategorileri mantık, fizik ve metafiziki birbirine bağladığı için, bu erken kurulmuş ilim teorisinde ilimle metafizik birbirine karışmış durumdadır. Aristo, kendinden önceki filozofların görüşlerinden 59 yararlanmakla beraber ilmin gelişmesine büyük ölçüde öncülük yapmıştır.3 İlk çağ Yunan filozoflarından, Sokrat, Eflatun ve Aristo’nun sistemleştirdiği konuların Rönesanstan sonra yeni baştan ele alınıp günümüze kadar kaydettiği gelişimi daha iyi anlayabilmek için ilk, orta ve yeniçağların insan ve tabiat kavramlarına bakışlarını birlikte düşünmek, günümüzdeki olayların daha doğru anlaşılmasına ortam hazırlar. Batı düşünce tarihinde, orta çağ boyunca ilk çağın ortaya koyduğu zihniyet ve gelişmeler terk edilmiş, tabiatın ve olayların anlaşılması için ilk çağ filozoflarının geliştirdiği metot reddedilmiş ve her konuyu din bilgileriyle açıklamaya çalışan skolâstik bir anlayış ortaya çıkmıştır. Orta çağ boyunca İslam ülkelerinde ise, ilk çağlarda Yunan filozofları tarafından ortaya konulan görüşler tercüme edilmiş, üzerinde açıklamalar ve yeni yorumlar yapılmıştır. Bu çağı karşılaştırmalı bir şekilde açıklayan Alfred Weber özetle şunları yazmaktadır: “Bu sırada, orta çağ boyunca Yunanistan ilim geleneklerini devam ettirmeyi başka bir din ve başka bir toplum üzerine alıyor. Yahudi monoteizmi ve Hıristiyan universalizmini ihtiva eden Müslümanlık, geniş bir imparatorluğun sahibi olunca mağlup milletlerin temasıyla medeniyeti en ileri şekilde temsil etti. Yunanlıların İranlıların ve Hintlilerin bu zeki talebeleri, onların ilimlerini aldılar; matematik, astronomi, tıp, felsefe, iki halifelik zamanında (Emevi, Abbasi) ileri gitmekte gecikmedi: Bağdat, Mısır, Buhara, Kûfe, Kurtuba, Gırnata, Tuleytıla, Sevilla, Mersiye, Valensiya ve Almeria’da ilim kaynağı olan mektepler kuruldu ve ortaçağ tarihindeki Yahudi ve Hıristiyanlar gerek hoca gerek talebe olarak birbirine karıştı. Orada okutulan ilim ve özellikle İslam felsefesi monoteizmi ve bilgisinin bütüncül oluşuyla kendini tercih ettiren özelikle Aristo felsefesi çalışmalarıdır; fakat diğer taraftan içlerinde birinci sınıf düşünür ve allameler de vardır: Farabi, İbni-i Sina, İbni-i Rüşd Hepsi de şöhretli 3 H. Z. Ülken, Bilim Felsefesi, 1969, s.55. 60 hekim, matematikçi, astronom ve mantıkçı olan bu filozofların dersleri ve yazıları batının felsefi uyanışına büyük ölçüde yardım etmiştir.”4 Aynı dönemi karşılaştırmalı şekilde açıklayan Adnan ADIVAR, İslam diyarında akılcı ve tabii bilimler yolunda kendini gösteren fikir hareketlerinin ve bu fikrin öncülerinin Batı’da olduğu gibi müthiş cezalara, işkencelere sistemli takiplere uğradıkları pek çok defalar görülmüş değildir. Mesela Razi (854/864?-925/935?) İslam dinine aykırı sözlerine rağmen bütün yaşadığı sürece çağının en büyük hekimi olarak saygı ve itibar görmüştür. Doğu’da İslam ülkelerinde ilmin geçirdiği aşamalara kısaca bakıldığında İslam dini ile ilim, önemli bir çekişmeye girmiş değildir. Hıristiyan Batı Ortaçağlarda ilmin ilerlemesini ateş ve kılıçla engellerken, İslam dünyası tam tersine ilmi teşvik etmiştir.5 Ortaçağdan Rönesansa geçişi incelemek 15 ve 16 y.y içine alan dil sanat ve felsefe konularını incelemeyi gerektirir ki, bu geçişlerin başlangıç ve sonuçlarını kesin ve kalın çizgilerle belirlemek güçtür. Ancak ana hatlarıyla Avrupa’da önce dil ve edebiyatın hakim olduğunu, daha sonra Bacon ve Descartes’ın yaratıcı çalışmalarının en yüksek seviyeye ulaştığını, ardından da büyük buluşların ortaya çıktığını görürüz. Yeniçağ felsefesinde, İngiltere’de Francis Bacon (1561–1626), Fransa’da Descartes’ın (1596- 1650) yazdığı kitaplar yöntem üzerine ileri sürdüğü görüşler, daha sonra gelen filozof ve ilim adamlarını derinden etkilemiştir. Descartes’ın dilimize “Metot üzerine konuşmalar” adıyla tercüme edilen (discours de la methode pour bien conduire sa raison et chercher la verite dans les sciences) isimli eseri ile Kâtip Çelebi’nin (1609-1659) “Mizanü’l Hak fi ihtiyari’ı ahlak” isimli kitaplarının 17. y.y düşünce seviyesini göstermesi bakımından karşılaştırılması oldukça ilginçtir. Aynı dönemde yaşayan ama birbirlerini bilmeyen bu iki düşünür, birbirine çok benzeyen görüşler ileri sürmüşlerdir. Descartes şüpheciliği geliştirmiş, gelenekçi ilme karşı kökten şüphe (doute radical) ortaya koymuş, fakat asla şüphe etmek için şüphe etmemiştir. Kökten 4 5 Alfred Weber, Felsefe tarihi, çev. V. Eralp, İstanbul 1964, s.146. Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969, s. 132. 61 şüpheci olmakla beraber şüpheciliği geçicidir ve amacı kesin bilgiye ulaşmaktır. Bu yaklaşımı ile diğer filozoflardan ve tam anlamıyla şüphecilerden ayrılmıştır. Anlamak için inanıyorum dememiş, aksine anlamak için şüphe ediyorum demiştir. Kendinden önce bu sistemi ortaya atanlar şüpheyi giderememişler, bireysel veya sistematik şüphede karar kılmışlardı. Descartes için şüphe kesin bilgiye ulaşmak için bir araçtır; “şüphe etmek bir düşüncedir, o halde düşündüğümde şüphe yoktur, düşünmek var olmaktır, o halde benim var olduğum şüphesizdir” şeklindeki akıl yürütmeyi geliştirmiştir. “Düşünüyorum o halde varım (cogito ergo sum)” sözü bu akıl yürütmeyi yansıtır. Bu analitik bir hükümdür kendiliğinden apaçık bir önermedir, yoksa bunu temel bir önerme olarak ileri sürmez. Düşündüğüm ve var olduğum apaçıktır, fakat düşüncemin benim dışımda var olduğu apaçık değildir. Bundan sonra, şüphe etmem ve dolayısıyla varlığımın tam olgun olmayışı üzerinde düşünmem gerekir. Descartes, düşüncesinin temel noktası olarak kabul ettiği, sonsuz olgunluğu nasıl düşündüğünü de şöyle açıklar: “Olduğumdan daha olgun bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi aramaya karar verdim; bunu da gerçekten daha olgun bir özden öğrenmiş olmam gerektiğini apaçıkça tanıdım. Kendimden dışarıda başka birçok şeylerin gök, yer, ışık, sıcaklık ve başka binlercesinin fikirlerine gelince, onların nereden geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum; çünkü, onlarda kendilerini benden üstün kılacak hiçbir şey görmediğimden, doğru oldukları takdirde, herhangi bir olgunluğu olan kendi varlığımdan geldiklerine inanabilirdim; doğru olmadıkları takdirde de, onları yokluktan edindiğimde, yani bende bir eksiklik bulunması dolayısıyla bende bulunduklarına kanaat getirebilirdim. Fakat bu, kendi varlığımdan daha olgun bir varlık fikri için aynı olmazdı: Zira onu yokluktan edinmek apaçık imkansız bir şeydi; sonra çok olgunun az olgundan çıkması ve gelmesi, hiçten bir şeyin gelmesindekinden daha az olgundan çıkması ve gelmesi, hiçten bir şeyin gelmesindekinden daha az aykırılık bulunmadığı için, onu kendimden de edinemezdim. Böylece olduğundan daha olgun bir tabiat hatta herhangi bir fikrine sahip olduğum bütün olgunluklara sahip olan bir tabiat tarafından, yani fikrimi bir kelime ile açmak istersem, Tanrı tarafından bana konulmuş 62 olması gerekiyordu. Buna şunu da ilave ettim ki, madem ki sahip olmadığım bir olgunluk tanıyordum, öyleyse ben var olan biricik varlık değildim, (müsaadenizle burada skolâstiğin kelimelerini serbestçe kullanıyorum) fakat kendisine bağlı bulunduğum ve sahip olduğum her şeyi kendisinden edindiğim daha olgun başka birinin bulunması zorunlu olarak gerekiyordu. Zira yalnız ve başka her şeyden müstakil olsaydım, öyle ki olgun varlıktan pay aldığım bu pek az olgunluğu kendimden edinseydim, aynı sebepten dolayı, kendimde eksik olduğunu bildiğim arta kalanı kendime verebilirdim, böylece de kendim sonsuz, ebedi, değişmez, her şeyi bilir her şeye gücü yeter olurdum.” Descartes düşünüyorum öyleyse varım önermesinden sonra sonsuz ve sınırsız gücü olan tanrı düşüncesine ulaşıyor ve felsefesini bu önermeler üzerinde geliştiriyor, her konuyu özelliğine göre yöntemine uygun araştırmak gerektiğini açıklıyor. Kâtip Çelebi 17 y.y Osmanlı ülkesindeki ilmi duraksamayı ve zamanla gerilemeyi açıklarken aritmetik, geometri, astronomi, musiki gibi ilim dallarına öğretim kurumlarında yeterince yer verilmediğini, onun için de İslam ülkelerinde teorik ve uygulamalı ilimlerin gerilediğini söyler. Katip Çelebi’ye göre “Müslümanlar için eşya ve olayların hakikatlerini bilmek önemlidir. Emeviler (661-750) ve Abbasiler (7501258) döneminde ulûmu evâil (özel anlamda eski Yunan felsefesi genel anlamda İslam’dan önceki kültür ve medeniyete ait bütün ilimleri içine alır), Arapça’ya tercüme ettiler, aklı müstakim ve fıtratı selim olan sağduyu sahipleri her asırda bu kitapları okuyup öğrenmekten geri durmadılar. Araştırmak ve kitap yazma alanında her zaman hikmet ve şeriatın arasını bağdaştıran gerçek alimlerin eserleri meşhur ve muteber olup revaç buldu. Fakat nice boş kafalılar zamanla felsefe ilimleri diye tabii ilimleri reddedip katı bir taş gibi donup kaldılar, meselenin aslını tefekkür edip düşünmeden ret ve inkar ediverdiler. Felsefe ilimleri diye kötüleme hastalığına müptela olup yeri göğü sağı solu bilmeyen cahil kimseler oldukları halde alim geçindiler. Kuran-ı Kerim’de “De ki yer ve göklerin bilgisini elde ediniz” (Araf 7/185) ayeti kulaklarına girmediği gibi yer ve göğe bakmayı da öküz gibi göz ile bakıp durmak zannettiler. 63 Bu anlayış dine de, hikmete de aykırı olduğu için zamanla Osmanlı ülkesinde ne felsefe kaldı ne şeriat. Bunları gören bazı yetenekli şahısları okuturken Socrates’in Eflatun’u teşvik etmesi gibi aynı metotla talebeleri teşvik ettim, mutlak ilim namına olanı öğrenmeleri için gerekli yöntemleri açıkladım. (Mizanül hak fi ihtiyaril ahak, s. 32) (Keşfu’z zünun, “hikmet” maddesi). Kâtip Çelebi çevresinde toplananlara felsefe, mantık, aritmetik, geometri, astronomi, tarih, coğrafya, tıp, fizik, kimya ve biyoloji gibi akli ve pozitif ilimleri o günkü adıyla tabii ilimleri öğrenmeye teşvik etmiştir. Bugün de ihtiyaç bunadır. Günümüzde geçerli olan bilimleri yeterince bilmeyenlerin sadece şer’î ilimlerle din ve toplum gerçeğini anlamalarına fert ve toplum olaylarına doğru teşhis koymalarına imkân yoktur. Çelebi, her ilmin hangi yöntemlerle araştırılması gerektiğini ayrıntılı bir şekilde gösteriyor. Descartes ve Katip Çelebi aynı yüzyılda yaşayan akli bilimlerin önemini ve metodunu vurgulayan eserleri Batı’da kartezyen ekolü doğurmuş, Aristo mantığının yanında (formel mantık) metodolojik mantık gelişmiştir. Ancak Doğu’da ve İslam ülkelerinde Kâtip Çelebi’nin görüşleri yüzyıllar boyunca dikkate alınmamıştır. Örgün ve yaygın eğitim kurumlarında uygulamaya konulmamıştır Osmanlı devletinin son 300 yılında din adına felsefi düşüncelere pozitif ilimlere yer verilmemiş toplum giderek gerilemiştir. Kâtip Çelebi, bütün kitaplarında bu anlayışın akla da dine de aykırı olduğunu hem Kur’an ayetleriyle hem de 17. y.y önceki Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk dört yüzyıllık uygulamasıyla çeliştiğini açıklamıştır. Metotlu çalışmak, her bilim dalını kendi konularının özelliğine göre araştırmak yeni çağda batıda gelişirken Doğuda bu gelişme olmamıştır. 64 KAYNAKÇA Adıvar, Adnan Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969. Cresson, Andre, Filozofik Sistemler, çeviren. S. J. Becarno. İstanbul 1962. Ülken, H. Z. Bilim Felsefesi, 1969. Weber, Alfred, Felsefe tarihi, çev. V. Eralp, İstanbul 1964. 65 TARİH DÜŞÜNCESİ VE YÖNTEMİ ÜZERİNE Doç. Dr. H. Emre BAĞCE1 'Eğer tarih öğrenmezsek onu tekrar tekrar yaşamak zorunda kalırız; doğru! Ama geleceği değiştirmezsek ona katlanmak zorunda kalacağız ki, bu daha da kötü!’ Alvin Tofler Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine başlıklı eserinde insanın tarihle olan ilişkisini şu dramatik ifadelerle ortaya koyar: “Önünde yayılan sürüyü gözle bir: Ne dünü bilir ne bugünü, bir o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar, sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve acılarıyla bağımlı, an’ın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir üzüntü, ne de bir bıkkınlık duyar. Bunu görmek insana ağır gelir, çünkü insan insanlığıyla göğsünü kabartır hayvan karşısında, ama yine de hayvanın mutluluğunu kıskanarak izler; -çünkü insan tıpkı hayvan gibi bıkkınlık ve acı içinde olmadan yaşamak ister yalnızca, ama bunu boş yere ister, hayvan gibi istemez bunu da ondan. İnsan birara hayvana, neden bana mutluluğundan sözetmiyorsun da yüzüme bakıyorsun öylece, diye sorsa hayvan her halde, söylemek istediğim şeyi hemen unutuyorum da ondan diye yanıt verecekti, -ama işte o bu sözü bile unutup sustu: İnsan buna yeniden şaşırıp kaldı. İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı kaldığı için şaşar durur kendi kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylarla bağlıdır gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, birden yok, daha önce bir hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha 1 Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi. 66 sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak çözülür, düşer, uçup gider birden yeniden insanın kucağına yeniden döner. İşte o zaman insan “anımsıyorum...” der ve hemen unutan, her an’ın gerçekten öldüğünü, sis ve gece içinde geride kalıp yittiğini ve bütün bütüne söndüğünü gördüğü hayvanı kıskanır. Hayvan işte böylesine tarih dışı yaşar: Çünkü hayvan, geriye hiçbir kesir bırakmayan bir sayı gibi, şimdinin içinde yitip gider, kendini başka türlü göstermeyi bilmez, hiçbir şeyi gizlemez ve hiçbir anda hiçbir zaman olduğundan başka türlü görünmez, imdi açık olmaktan başka türlü olamaz. Buna karşın insan geçmişin büyük yükü, gittikçe artan yükü karşısında direnir durur: Bu yük insanı ezer, bir o yana bir bu yana eğer, büker, bu yük onun yolunu, görünmez ve karanlık bir ağırlık gibi, tıkar, bu yükü görünürde bir kezcik yadsıyabilirse de, çevresindeki benzerleriyle (türdeşleriyle) bu ağırlığı hiç de tümüyle yadsıyamaz...”2 Tarih çalışması, bugünü ve yarını etkileyen ve şekillendiren geçmişin bir değerlendirmesini yapar ve onu yorumlamayı amaçlar. İnsan bu şekilde kendisini zaman-mekân ilişkisi içinde konumlandırmaya çalışır. Şahin Uçar, “oryantasyon” problemimiz olduğu için tarihle uğraştığımızı ifade eder; oryantasyon, “vaziyet tespiti ve istikamet seçmek” anlamına gelmektedir; içinde yaşadığımız dünyanın tarihi gelişimini öğrenerek, bu dünyadaki yerimizi ve hedeflerimizi belirlemekteyiz. Uçar, tarih çalışmasının, geçmiş dönemlerdeki olayların bir dokümantasyonunu veya, tarafsız dahi olsa, bir raporunu sunmaktan ziyade bir oryantasyon sağlama ve bir perspektif çizme amacı güttüğünü; zira perspektif olmadan görüş de Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine (Çağa Aykırı Düşünceler’den), çev., Nejat Bozkurt, Say Yay., İkinci Basım, İstanbul, 1994, ss. 61-62. 2 67 olamayacağını ileri sürer3. Tarih, yukarıda belirtildiği gibi, zaman ve mekân ilişkisini kurmayı mümkün kılar: İnsanlara, toplumlara, uluslara ve devletlere bir yol haritası sunar. Tarihin konusu oldukça geniştir, bu nedenle tarih disiplini bilim tarihi, sanat tarihi, tarih felsefesi, felsefe tarihi, siyasi tarih, siyasi düşünceler tarihi, devletler tarihi, tıp tarihi, toplumsal tarih, kent tarihi gibi birçok alanı kapsar. Tarih çalışmalarında, coğrafya, arkeoloji (kazıbilim), kronoloji (takvim bilgisi), paleografya (eski yazı bilimi), epigrafya (kitabeler bilimi), sosyoloji, antropolpji, filoloji, etnografya (örf, adet, gelenek, görenek), heraldik (mühür bilimi), diplomatik ve nümizmatik (para bilim) gibi disiplinlerden destek alınır. Tarih bunların dışında, felsefe, hukuk, istatistik, psikoloji, edebiyat, astronomi, tıp, kimya gibi neredeyse tüm bilim alanlarıyla ilişkilidir. Ele alınan konuyla başa çıkabilmek amacıyla bütün bilimsel faaliyetlerde sınıflandırmalar yapılır. Bu bakımdan tarih de zamana veya mekâna göre gerçeği parçalara ayırarak incelemeye çalışır. İnsanlığın zaman içindeki değişimini kavramak ve yaşanan farklılıkları belirlemek amacıyla farklı dönemlemeler yapılır. Bu kapsamda, tarih öncesi ve sonrası gibi ayrımlara gidilir. Tarih öncesi, taş devri, kalkolitik (taş-bakır) devri ve tunç devri olarak, kullanılan araç ve gereçlerin niteliğine göre ayrıştırılmıştır. İlkinde avcı toplayıcılık, ikincisinde hayvanların evcilleştirilmesi, üçüncüsünde ise tarıma geçilmesi, ticaret, kölelik gibi kurumların ortaya çıkışı ele alınır. İlkçağ MÖ. 3500’lerde yazının bulunmasıyla başlatılıp, MS 375’lerdeki kavimler göçü ile sonlandırılır. Ortaçağ Kavimler Göçüyle başlatılıp 1453 yılında İstanbul'un Fethine kadar sürer. O dönem aynı zamanda Avrupa’da Rönesans ve Reform hareketine karşılık gelmektedir. Yeniçağ 1789'da Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Yazıları, Ankara: Vadi Yay., 1994, ss. 26-30. Burada şu noktayı belirtmek gerekir: Tarih çalışması bir perspektif çizme amacı taşıdığı gibi, perspektif olmadan da tarih çalışmasının yapılması güçtür. 3 68 meydana gelen Fransız ihtilaline kadar sürer. Yakınçağ Fransız ihtilaliyle başlar, günümüze dek sürer. Kimi zaman da devrim veya dalga başlıkları altında tarım, sanayi ve enformasyon çağlarından söz edilir. Diğer başka ayrımlar arasında ise yüzyıllar ve Avrupa ve Asya tarihi gibi kıtasal veya Türkiye tarihi, Osmanlı tarihi gibi ülkesel ayrımlar yer alır. Tarih araştırmasında temel aşamalardan biri kaynakların toplanmasıdır. Tarihte birincil kaynaklar arasında olayın geçtiği döneme ilişkin, kitabeler, fermanlar, kanunlar, mahkeme kayıtları, noterlik yazıları, gazeteler, dergiler vb. gibi yazılı; evler, kaleler, tapınaklar, heykeller, silah, eşyalar, destanlar, efsaneler, fıkralar, atasözleri, örf ve adetler vb. gibi sözlü veya yazısız kaynaklar yer alır. Bunun dışında ana kaynaklardan yararlanılarak hazırlanan ikincil kaynaklar da yetkinlik derecelerine göre dikkate alınır. Tarihte kaynak toplama aşaması sonrasında, veriler değerlendirilir. Bu sınıflandırılır, süreçte incelenir kaynakların ve eleştirel güvenilirliği bakışla sorgulanır, karşılaştırmalar yapılır, elde edilen bilginin nasıl ve nerede kullanılacağı değerlendirilir. Son aşamada ise, kaynaklardan elde edilen bilgiler diğer bilgilerle birlikte sentezlenerek yazılır ve bilimsel ve ilgili diğer çevrelerle paylaşılır. Tarihte Olgu, Kuram, Nesnellik ve Tarafsızlık Gerçekliği anlamak/anlamlandırmak için, insanoğlu sınırsız sayıdaki olgular arasında sürekli ilişkiler kurar; bir anlamda, gerçekliği açığa çıkarmaya, kavramaya ya da anlamlandırmaya çalışırken dünyayı zihinsel olarak yeniden inşa eder. Bütün bu uğraşlar içinde elde edilen bilgi, sistematik biçimde ve yukarıda değinildiği gibi, belirli kıstaslar içinde yürütüldüğünde bilimsel bilgi olarak nitelenir. Bilimsel faaliyetlerde, teori ve pratiğin birbirinden bağımsız olmadığını söylemek malumu ilandır; yine de kategorik olarak teorinin önce 69 geldiğini vurgulamak gerekir. Hangi olgulardan başlanacağı konusunda özellikle içinde bulunulan zaman ve topluluğun koşulları kadar araştırmacının tercihleri de önemli rol oynar. Araştırmacının bir şeyi incelemeye karar vermesi ile onu işleyiş biçimi arasında bir dereceye kadar farklılık bulunsa da, kendi başına konu seçimi, yani birçokları arasından özellikle belirli olguların ele alınması, bir tercih meselesidir ve bu yönüyle bilimsel uğraş değer-bağımlıdır. Araştırmacının benimsediği değerler araştırmanın sürdürülmesi sırasında nasıl bir yöntem uygulanacağını ya da ne tür sonuçlara ulaşılacağını da çoğunlukla etkiler. İster doğa bilimleri olsun ister sosyal bilimler olsun, genel olarak bilimin birincil amacı gerçekliği anlamaya ya da kurmaya çalışmasıdır. Bunun için, her bir disiplinin yöneldiği alana uygun araç-gereçlere ve daha da önemlisi kavramlara sahip olması gerekir. Varolan kavramlar yetersiz kaldığında yenileri üretilir; bu aynı zamanda, hem dünyayı algılayışımızın kapsamını genişletir, hem de onu yeniden yorumlamamıza yardımcı olur. Doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin inceleme alanları farklı olduğundan yöntemlerinin de farklı olduğu genelde kabul edilir. Doğa bilimleri açıklamaya, dönüştürmeye ya da kullanmaya, sosyal bilimler ise anlama, eleştirme ve dönüştürmeye yönelir. Doğa bilimlerinde, doğa kendi iradesine göre hareket eden, kendi bilincinde bir özne olarak görülmediğinden ‘inceleyen’ ve ‘incelenen’ arasında tek yönlü bir ilişki kurulur. Buna karşın, sosyal bilimlerde ilişkiler daha karmaşıktır; inceleme etkin bir varlık olan insan tarafından yine etkin bir varlık olan insana ve insanın meydana getirdiği eylemlere ve kurumlara yöneldiği için çoğunlukla anlama ve eleştiri bir arada bulunur. İlkinin aksine ikincide taraflar söz konusudur. Her iki alanda da birbirinden bağımsız ya da karmaşık bir yığın olarak görülen olgular arasında ilişkiler kurulur. Bu noktada, özellikle sosyal bilimler ve ideoloji birbirine yaklaşır. Gerçekliğin, çıkarlar 70 doğrultusunda özellikle belirli bir biçimde kurulması, varolan ilişkilerin gizlenmesi ya da birbirinden kopartılması, aralarında ilişki bulunmayan olgular arasında sözde ilişkiler kurulması ya da negatif bir ilişkinin pozitif olarak, pozitif bir ilişkinin de negatif olarak kurulması ideolojinin ayırt edici özelliğidir. Bu nedenle, sosyal bilimler ile ideoloji çoğunlukla iç içe geçer. Karl Mannheim’ın ideoloji ile ilgili tespitleri de ideolojinin açıklama veya anlamaya yönelik sistematik bir faaliyet olmaktan çok, gerçekliği yerleşik çıkarlar doğrultusunda çarpıtmaya yönelik olduğuna işaret eder.4 Tüm araştırmanın disiplinlerde yöntemi olduğu önemli gibi, yer tarih çalışmalarında tutmakta ve da çalışmayı şekillendirmektedir. Bu noktada, tarih çalışmaları üzerine farklı yaklaşımların savunulduğu görülmektedir. Pozitivist bilim tarihçinin olguları ve olayları takip ederek, kendisini bu süreçten soyutlaması gerektiğini savunmaktadır. Bu bilim anlayışına göre, tabii bilimlerde bulunması gereken şartlar, sosyal bilimlere de tamamen uygulanmalı ve araştırmacı tarafsız bir konumda bulunmalıdır. Edward Hallet Carr, “Tarih Nedir” isimli eserinde Alman Tarihçi Ranke’ye göre tarihçinin ödevinin “nasılsa öylece göstermek” (wie es eigentlichgewesen) olduğunu belirtiyor ve Ranke’nin tarih bilimini, Bkz., Karl Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge, New York: Harcourt Brace Jovanovich, Publishers, 1936. İdeolojinin birbirinden farklı hatta çelişen birçok anlamı bulunmaktadır. Geniş anlamda ideoloji, kültürel veya siyasal bakımdan sistematik dünya görüşü, zaman zaman dar anlamda ise gerçeği çarpıtma veya gizleme anlamında kullanılmaktadır. İdeolojinin ikinci anlamı için bilim felsefesi ve bilgi sosyolojisi ile ilgili çalışmalara bakılmalıdır. Mannheim, a.g.e. ve Barry Barnes, Bilimsel Bilginin Sosyolojisi, çev., Hüsamettin Arslan, Ankara: Vadi, 1990. İdeolojinin birinci ve ikinci anlamları için bkz., Şerif Mardin, İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1992; Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., yedinci baskı, 1995; Can Şahan (der), İdeoloji Üzerine, İstanbul: Kuram Yay., (ts); Michele Barrett, Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, çev., Ahmet Fethi, İstanbul: Sarmal Yay., 1996. 4 71 tamamen olgulara dayalı bir pozitivizm haline getirdiğini ifade ediyor. Carr’a göre pozitivist tarih yaklaşımı şu şekilde anlaşılmalıdır: “Pozitivistler önce olguları ortaya koyun, onlardan sonuç çıkarın derler. Bu tarih görüşü İngiltere’de Locke’dan Bertrand Russell’a değin İngiliz felsefesinin başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi uyuşmaktadır. Ampirik bilgi teorisi özne ile nesne arasında tam bir ayrılma öngörür. Olgular duyu izlenimleri gibi, dışarıdan gözlemciye kendilerini zorlarlar ve gözlemcinin bilincinden bağımsızdırlar. Alış süreci edilgendir: Gözlemci verileri aldıktan sonra bunların üzerinde işler”5. Pozitivist tarih anlayışı halen gücünü korumakla birlikte önemli ölçüde eleştirilmekte, kuram olmaksızın tarih çalışmasının yapılamayacağı ileri sürülmektedir. Tarih çalışmaları üzerine çıkan tartışmanın kronolojik veya analitik yöntemin uygulanmasından kaynaklandığı söylenebilir. Araştırmacı sadece olguları sıralamakla yetinecekse, tarafsız kalabilir ki bu noktada tarihçinin önemli/önemsiz şeklinde bir ayrıma tâbi tutmaksızın tarihi süreci veya incelediği dönemin bütün olay ve olgularının bir filmini kesintisiz şekilde sunması gerekecektir, fakat böyle bir çalışmanın gerçekleştirilebilirliği imkânsız olmakla birlikte, anlamlı da değildir, çünkü bu çalışma geçmişi bütün olgu, olay ve belgeleriyle bugüne taşıyacak ve bu bilgi, yığın olmaktan öteye geçemeyecek, bugüne ve yarına ışık tutamayacaktır. Araştırmacı bazı olay ve olguları ön plana alıp, kronolojiyi birebir takip etme yerine seçtiği olay ve olgular arasındaki belirli ilişkileri inceleyecekse ki bu noktada analitik yöntemin uygulanması söz konusudur, bir kurama, bir Edward Hallett Carr, Tarih Nedir, çev., Misket Gizem Gürtürk, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 1993, ss. 13-14. “İnsan neyi aradığını bilmezse, ne bulduğunu da bilemez” sözü pozitivist tarih anlayışına bir eleştiri olarak sunulabilir. 5 72 bakış açısına veya çalışmanın özünü ortaya koyacak tezlere ihtiyaç duyacaktır. Carr, yukarıda değinilen pozitivist tarih anlayışının temel sorununu ortaya koymakta ve pozitivist tarihçiliği sert şekilde eleştirmektedir: “Olguların doğrudan doğruya kendilerinin konuştukları söylenirdi. Bu, elbette, doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara başvurunca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir (...). Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olguların oluşturduğu, tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi güç bir yanılgıdır6.” Şevket Pamuk da benzer yaklaşımla, olgular arasında önem sırasına göre bir ayrım yapılabilmesi ve neden-sonuç ilişkisinin yeniden kurulabilmesi için tarihçinin bir kurama, soyut kavramlar kullanılarak inşa edilmiş basit bir açıklamaya ihtiyacı bulunduğunu, ancak bir kuramın sağladığı bakış açısıyla olguların değerlendirilebileceğini savunmakta ve Fernand Braudel’in, “eğer kuram yoksa, tarih de yoktur” ifadesine katıldığını ifade etmektedir7. Tarih çalışmasında kuram gerekli ise, aynı olguları açıklayacak farklı kuramların veya tezlerin olabileceği de kabul edilmelidir. Paul Ricoeur’ün dediği gibi, tarih geniş anlamda insan davranışlarının bir kaydı kabul edilebilir. Bu anlamda olaylar ve davranışlar, herkesin okumasına, anlamlandırmasına ve yeni yorumlara açıktır. Ricoeur’e göre, bu okuma, anlamlandırma veya yorumlama işlemi belirli bir yelpaze içinde yapılabilir. Ayrıca bu yaklaşım sonucunda bir yoruma Carr, a.g.e., ss. 16-17. Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Üçüncü Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993, ss. 12-14. 6 7 73 karşı çıkılması veya yorumlar arasında uzlaşma sağlanması mümkün olabilecektir. Bu şekilde tarih çalışmaları arasında görece üstünlük sıralaması da yapılabilir. Farklı yaklaşımlar, belirli bir konuyla ilgili olarak farklı bakışlara, hipotezlere ve metodolojilere sahip olduklarından dolayı yetkinlik veya kapsam bakımından da farklılık gösterirler. Ricoeur’ün işaret ettiği üzere, bir argümanın yetkinliği metodolojisinden ve analizlerinin sonuçlarından dolayı değişir; artar veya azalır8. Bu çerçevede, bir yaklaşım, diğer(ler)inin ilgilendiği önerme ve hipotezleri açıklamakla kalmayıp, diğer(ler)i tarafından bilinçli veya bilinçsiz olarak dikkate alınmayan veya ihmal edilen kaynakları ve verileri göz önüne aldığında, yeni hipotezler geliştirdiğinde veya yeni yorumlar getirdiğinde onun diğer(ler)inden daha yetkin olduğu söylenebilir. En azından, Popper’in belirttiği üzere9, yanlışlanabilirlik ölçütünü taşımaları koşuluyla, daha zor yanlışlanabilir bir hipotez daha kolay yanlışlanabilir bir hipoteze tercih edilir. Bu kapsamda, Carr’ın, “tarihçinin görevi, geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır”10 şeklinde ortaya koyduğu prensip ve bu prensibin uygulanacağı kuramın sağlamlığı referans noktası kabul edilebilir.11 Paul Ricoeur, “The Model of the Text: Meaningful Action Considered as a Text”, Social Research, 38, 1971, ss. 529-555. Metot ve metodolojinin birbirinden farklı olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor. Metot ya da yöntem belirli teknikleri kapsar ancak metodoloji bu tekniklerin seçimi, teori kurulması ve temel varsayımları ele alır; dahası bu önermelerin toplumla ilişkisini de değerlendirir. Bu konuda ayrıntılı tartışmalar için bkz., Raymond A. Morrow, Critical Theory and Methodology, Thousand Oaks, Calif: Sage Publications, 1994, s. 36. 9 Bkz., Karl R. Popper, Conjectures and Refutations, London: Routledge & Kegan Paul, 1963. 10 Carr, a.g.e, s. 32. 8 11 74 Başlıca Tarih Anlayışları Farkında olarak veya olmayarak, insanlar, gündelik yaşamlarında, felsefi ve bilimsel çalışmalarında farklı ve birbiriyle çatışan tarih anlayışları benimseyebilmektedir. Bu tarih anlayışları bilim insanlarının ve tarihçilerin yönelimini ve genel tezlerini etkileyebilmektedir. Toplum ve diğer kurumlar canlıların doğum ve ölümünde olduğu gibi, organik bir biçimde ele alınır. Devletlerin, kuruluş, büyüme, durağanlaşma ve yıkılma gibi aşamalara ayrılmasında bu tarih anlayışı benimsenir. İlerlemeci ve diyalektik tarih anlayışları bu anlayışı genel itibariyle bilim dışı ilan etme çabası içindedir. Şema 1. Döngüsel Tarih Anlayışı Tarih bu anlayış içinde genel olarak iki zıt kutup arasındaki gidiş ve geliş olarak değerlendirilir. Örneğin Thorstein Veblen’e göre insanlığın tarihi esas itibariyle birbirini dışlayan ve çatışan iki döneme ayrılmaktadır. Her bir dönem yüzlerce yıl sürebilmektedir. Şema 2. Sarkaç Tarih Anlayışı 75 Modern dönemin, özellikle 18-19. yüzyıllara hakim olan düşünce biçimidir. Avrupa merkezcidir. Pozitivist ve elitisttir. Zamanı, toplumları kategorilerine ayırır. ileri-geri Tekbiçimli bir yaşamı tüm toplum biçimleri için öngörür. Karşıt kategoriler öngörmesi ve tekbiçimli olması dolayısıyla toplumsal çatışmaları artırma eğilimindedir. Şema 3. Doğrusal/İlerlemeci Tarih Anlayışı Diyalektiktir; ilerlemecidir. çatışmacı ve Tarihin kendisini bir özne olarak görme eğilimindedir. Bu nedenle de gerçek öznelere karşı deterministtir ve ilgisizdir. Tarihin yapıcılarından ve taşıyıcılarından söz edilir: Bunlar kahramanlar ya da sınıf şeklinde düşünülür. Pozitivist ilerlemecilikten çok şey almış olmasına rağmen, onu yadsıma ve başka bir nihai hedef gösterme eğilimindedir. Şema 4. Diyalektik Tarih Anlayışı 76 Bu tarih modelleri veya anlayışları, Weber’in ifadesiyle her biri gerçekliği tamamen yansıtmayan ideal tipler12 olarak görülebilirler. Değindiğimiz tarih anlayışları kendi içlerinde çok sayıda varsayım ve önkabulü barındırırlar, buna rağmen yazar ve düşünürler kullandıkları bazı varsayımların bilincinde bile olamayabilirler veya varsayımların üstü örtülmüş, saklanmış olabilir13. Ayrıca, kimi zaman araştırmacı veya düşünürün bu tarih modellerinden birkaçını birden benimsediği de ifade edilebilir. Bu modellerin farkında olmak okuyucuya, araştırmaların temel çıkış noktalarını görme, geniş bir tartışma koleksiyonunu değerlendirme ve onunla başa çıkma olanağı sağlar. Tarihsicilik ve Tarihin Sonu Tezleri: Bazı Eleştiriler Tarihin kendisinin metafizik bir logos veya akıl ile donatılarak tarihi akışın teleolojik nihai bir hedefe doğru ilerlediği inancı Kant, Hegel ve ardıllarının genel bakış açısını oluşturmuştur.14 İlerlemeci ve diyalektik türleriyle bu tarih anlayışları modern çağı derinden etkilemiştir. Ancak, 20. yüzyılda bu tarih anlayışlarına yönelik ciddi eleştiriler yöneltilmeye başlanmıştır. 1930’larda kurulan Frankfurt Okulu, ilerlemecilik fikrinin insanlığa getirdiği olumsuzluklara ve yıkımlara işaret etmek üzere eleştirel teoriyi ve bu kapsamda, pozitivizm, ilerlemecilik ve diyalektiğin pozitif kavranışına karşı “negatif diyalektik” kavramını Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, der., G. Roth ve C. Wittich, Berkeley: University of California Press, 1978, s. 19-22. 13 Michael A. Weinstein, “C. B. Macpherson: Demokrasi ve Liberalizmin Kökleri”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, ss. 250-251. 14 Bkz., Immanuel Kant, Political Writings, (der., H. Reiss), ikinci genişletilmiş baskı, Cambridge: Cambridge University Press, 1993; Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev., N. Bozkurt, İstanbul: Remzi, 1984; G. W. F. Hegel, Essential Writings, (ed. F. G. Weiss), New York, Harper: Touchbooks, 1974; G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, çev., C. Karakaya, İstanbul: Sosyal Yay., 1991; G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev., Ö. Sözer, Üçüncü Basım, İstanbul: Kabalcı Yay., 1995. 12 77 geliştirmişlerdir. Onlara göre, diyalektik zorunlu olarak ilerleme ve gelişme anlamına gelmemektedir.15 Şema 5. İlerlemeciliğe ve Diyalektiğe Yönelik Eleştiriler Karl Popper tarihsicilik öğretisinin kapsamlı bir eleştirisini yaptığı Tarihselciliğin Sefaleti başlıklı eserini “tarihsel kaderin amansız yasaları yüzünden [ideolojik] inanç[lar]a kurban olmuş, her din, ırk ve ulustan sayısız kadın ve erkeklere” adamıştır.16 Bu öğretiye göre, toplumsal ve tarihsel araştırmanın amacı ve başarısı, toplumun tarihsel gelişiminin genel bir yasasını kurmaktır. Tarihsicilerin inancına göre, bu tür yasalarla toplumsal gelişmenin gelecek aşaması önceden bilinebilir. Ama bunun için de kaçınılmaz tarihsel geleceğe uygun hareket edilmelidir. Popper bu öğretinin totaliter anlayışlara destek sağladığını ileri sürer. Toplumun tümünü yeniden kurmak için gerekli olan toplumsal bilgi türüne sahip olunamayacağı, bu nedenle de bütüncül Frankfurt Okulu’nun görüşleri için bkz., Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar I-II, çev., O. Özügül, İstanbul: Kabalcı, 19951996; Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev., O. Koçak, İstanbul: Metis Yay, 1998; H. Emre Bağce (der.), Frankfurt Okulu, Ankara:Doğu Batı Yay., 2006. 16 Anthony Quinton, “Karl Popper: Özler Olmadan Siyaset”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, s. 153. 15 78 açıklamalardan kaçınmak gerektiğini savunur. Diğer türlü, teleolojik bir tarihsel model doğrultusunda toplumun geniş kapsamlı ve ayrıntılı şekilde düzenlenme çabası tehlikeli ve yıkıcı bir girişimden başka bir anlama gelmemektedir. Ayrıca, Popper’a göre, holistik tasarıların beklenenlerin dışında istenmeyen sonuçlar doğurabileceği de dikkate alınmak durumundadır.17 Michael Oakeshott ise akılcılığın ve kesintisiz ilerleme fikrinin teknolojiden destek aldığını düşünür; ona göre, çağdaş teknolojinin gerçekten insanın yeryüzünün kaynakları üstündeki egemenliğini geniş ölçüde artırdığı olgusu öğretinin yüreklendirdiği umutları pekiştirmiş, bu olgular da akılcılığı yalnızca bir yanılgı değil, bir bahtsızlık haline getirmiştir. Büyük savaşları bitirecek savaş söylemleri ya da dünyayı topyekün değiştirecek girişimler daha büyük felaketlere yol açmıştır.18 Eric Voegelin’e göre ise, bu tür girişimler tarihi kesintiye uğratmanın dışında, onu biçimsizleştirmiştir de. Modern çağın yıkımsal düzensizlikleri, insan, toplum ve tarih düzenini tersine çevirerek, insani bireyi, insana üstün gerçeklikler olarak kavranılan bir “tarih” ya da “toplum” aracına indirgeyen sözde tarih felsefeleri oluştururlar. Comtecu “toplumbilim”de veya Hegelci “tarihsicilik”te gerçeklik yerine sahte ikinci gerçeklikler konur. İnsan toplum tarih sırası tersine çevrilir ve tarih, toplum, insan şeklinde bir sıralama ile gerçeklik biçimsizleştirilir ve bir anlamda insan ortadan kaldırılır. Bu ise beraberinde büyük ve onarılmaz yıkımlara yol açar19. Benzer şekilde, Quinton, a.g.m., ss. 153-162. Popper’in görüşleri için bkz., Karl R. Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çev. S. Orman, İstanbul: İnsan Yay., 1985; Açık Toplum ve Düşmanları, çev., M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1989. 18 Kenneth R. Minogue, “Michael Oakeshott: Siyasetin Uçsuz Bucaksız Denizi”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, ss. 133-134. 19 Dante Germino, “Eric Voegelin: İnsan Yaşamının Arasında”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, s. 119. 17 79 Leo Strauss da pozitivizm ve tarihsiciliğin birleşen etkilerinin “günümüzün” bunalımına yol açtığını kapsamlı bir şekilde tartışmıştır.20 Pozitivist ve Hegelyen tarih felsefeleri ilerlemeciliğe vurgu yaparken, sürekli Batı toplumlarını en üste yerleştirmişlerdir. Bu yaklaşımın en son örneği ise Francis Fukuyama tarafından yinelenmiştir . Bir zamanlar Hegel’in uygarlık açısından Almanlar ve 21 diğer uluslar arasında bir ayrım yaparak Almanların üstün olduğunu savunmak üzere bir tarih ve siyaset felsefesi geliştirmesi gibi, Fukuyama da Hegel’in etkisiyle insanlığın ideolojik evrimini batı toplumuyla tamamladığını ileri sürmektedir. Tarihin nihai bir ereğe doğru ilerlediği veya tarihin sonunun geldiği şeklindeki tezler bilimsel olmaktan ziyade tarihi tekel altına alma ve yönlendirme çabası şeklinde görülebilir; çünkü nihayetinde bu görüşler de tarihseldir. İbni Haldun’un Tarih Anlayışı İbni Haldun tarih disiplinini ‘umran’ veya insanların toplumsal yaşamları konusunda bilgi vermek biçiminde tanımlar. İbni Haldun durağan toplumsal ve siyasal yapı kavrayışına karşı sistematik biçimde değişimi vurgular, Mukaddime adlı eserinde değişimin ilke veya yasalarını açığa çıkarmaya çalışır22. İbni Haldun’a göre, ilkellik, uygarlık, soya bağlı topluluklar, insanlar arası baskılar, zaferler, yenilgiler, mülk, devlet, egemenlik, egemenliğin basamakları, memurluklar, çalışma, kazanç, geçim, bilimler, sanat-zanaatlar ve nice diğer konular umran’ın kapsamı içinde yer alır. Tarih disiplininin beş farklı dalından söz eder. Eugene F. Miller, “Leo Strauss: Siyaset Felsefesinin Yeniden Canlanışı”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, s. 89 vd. 21 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Z. Dicleli, İstanbul: Gün Yay., 1999. 22 İbni Haldun, Mukaddime I, çev. T. Dursun, Ankara: Onur Yayınları, 1977, ss. 109, 222. İbni Haldun’un ayrıntılı bir incelemesi için bkz., H. Emre Bağce, “İbni Haldun’un İdeoloji Kuramı: Karşılaştırmalı Bir Çözümleme”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, cilt 8, sayı 31, 2005. 20 80 Bunlar doğa tarihi, insanlık tarihi, bilim tarihi, tarih felsefesi ve devletler tarihidir. İbni Haldun’u tarih üzerine görüşleri bakımından daha sonra ele alınacak Annales Okulu’nun önemli bir habercisi de sayabiliriz. İbni Haldun tarihi olup bitenlerin nedenlerini, başlama ve gelişmelerinin nasıl, niçin olduğunu tutarlı bir bakışla incelemek biçiminde tanımladığı için, onu temel bilim dalı olarak niteler, yöntem konusuna ve tarihsel yaklaşımlara yoğun olarak değinir. Bu yaklaşımları geniş ve genel, dar ve özel ve uydu yani kendinden öncekileri aktaran ve çarpıtan yaklaşımlar olarak üç sınıfta toplar. İbni Haldun bilimsel çalışmalarda, umran olarak adlandırdığı insanlık tarihinin ya da uygarlığın karşılaştırmalı siyaset, karşılaştırmalı tarih, iktisat tarihi gibi dalların bir araya getirilmesiyle, ilişkiler kurma yoluyla araştırılmasının gerekliliğini belirtir. Böylece dün, bugün ve yarın arasındaki ilişkiler tutarlı ve doğru olarak kurulabilecektir. İbni Haldun yöntem olarak genelden özele gidilmesini, yani tümdengelimi önererek bir taraftan da aklı ön plana almış olur. Özellikle zaman ve mekân boyutunda farklılık gösteren çok sayıda olgu arasında bağıntılar kurulmasıyla ilgili vurgusu, yapısal bir çözümlemeyi gündeme getirir. İbni Haldun var olan birçok olgu arasında görünmeyen ilişkiler bulunduğunu ileri sürer ve bunların birbirleriyle ilişkilendirilmesini amaçlar; ki bu yöntem C. Wright Mills tarafından “sosyolojik imgelem” olarak açık bir biçimde dile getirildiğinden beri büyük bir ilgi görmüş ve sosyal bilimlerin aslında ne yapması gerektiği konusuna ışık tutmuştur . İbni Haldun’a göre akıl yürütme, ilkelerin formüle 23 edilmesinde büyük önem taşır. Aksi takdirde, bilim değil, abartıdan söz edilebilir. Abartının nedenlerini ise şöyle tespit eder: Kolaydır; uydurma masalların etkisi vardır; sağlıklı düşünme yoktur; akıl ve strateji eksikliği vardır; doğrulama ve yanlışlama yoktur; ve boş inançlar hâkimdir. Halbuki, İbni Haldun’a göre, umranda toplumsal tabakalar 23 C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New York: Oxford University Press, 1959. 81 değişiyor, toplumsal hareketlilik ve kuşaklararası geçişler sürüp gidiyor; güç dağılımında tekeller, dengesizlikler ortaya çıkıyor; siyasal ve toplumsal çekişme ve çatışmaların niteliği değişiyor; rekabet ve çatışma artıyor; buna rağmen birileri çağın gerisinde kaldığından, yeni koşulları kavramakta başarısız oluyor ve gerçeği göremiyorlar24. Bu noktada bilim insanı, İbni Haldun’a göre, sorumluluk ve paylaşımla hareket etmeli, ahlâklı ve eleştirel bir bakışa sahip olmalıdır; yazarken, ne çok hoşgörülü ne de çok katı olmalı, ölçülü hareket etmelidir. İbni Haldun bilinmeyenlerin bilinenler aracılığıyla yaklaşık olarak sınırlarının kestirilebileceğini söyler. Akıl bu açıdan merkezî bir konumda bulunur. Toplumsal yaşamın tarihini bilmek için nakilden yararlanılabilir; ancak toplumsal değişimi anlamak için özellikle kurumlar üzerinde durulmalı, gözlem ve karşılaştırmalar yapılmalı, felsefe dahil bütün disiplinlerin bakışlarından yararlanılarak herhangi bir bilgi veya haber aklın süzgecinden geçirilmelidir. Ancak bu şekilde tutarlı bir bakış geliştirilebilir ya da nakillerin ve uydurmaların tutarsızlığı ortaya konabilir; akıl ve gözlem yoluyla yasalara ve orantılara ulaşılabilir25. Herhangi bir bilimsel çalışmanın söz konusu kusurlara düşmemesi için genel öneri ve eleştiriler olarak değerlendirilebilir bunlar. Ancak içlerinde özellikle bir tür vardır ki, İbni Haldun onu eksiklik veya kusurlardan ayrıştırarak ele alır. Bu, uydurma yaklaşım içinde yer alan çarpıtmadır. İbni Haldun’a göre uydurma yaklaşımın temel özelliklerinden biri, kanıtlardan yoksun ve habersiz olmasıdır26. Başlıca diğer nedenler ise, değişimin farkında olmaması; toplumun kendi içindeki değişen koşullarını fark etmemesi; koruyucu bir yaklaşıma sahip olması; açıklama- Mukaddime I, ss. 77-88. Mukaddime I, ss. 71-90. 26 Mukaddime I, s. 95. 24 25 82 larında neden ve sonuçların bulunmamasıdır27. İbni Haldun’a göre, yalan ve çarpıtmanın nedenleri taraf olma, yan tutma, diğer bir ifadeyle ideolojik perde, kaynağa güven, amaçları görememe, karşılaştırmalı yöntemin eksikliği, iktidarlarla içli-dışlı ilişkilerden dolayı kasıtlı çarpıtmalar ve doğal yasanın bilinmemesidir28. İbni Haldun, bilimi gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma faaliyeti olarak tanımlarken, uydurma veya çarpıtmanın ise gerçeklikle çatışma içinde olduğunu, gerçeği maskelediğini ileri sürer29. Ona göre, gerçeği ortaya çıkarmak için gözdeki dalgınlık ve uyku uyuşukluğunu kaldırmak; ayıklama ve yanlışlama yoluyla olayların olabilirliklerini akıl süzgecinden geçirmek gerekir30. Bu demektir ki, aktarma veya çarpıtmalara karşı, gerçeği ortaya koymada eleştirel olunmalı ve tutarlı bir bakış geliştirilmelidir31. Ona göre, doğruyu arayan kişi yöntem olarak yanlışlamayı seçmek zorundadır. Herhangi bir bilginin gerçeğe uygun olup olmadığının araştırılması gerekir; eğer bir bilgi olanak dışı ise güvenilirliğine (aktarana) bakılmaz bile32. Herhangi bir araştırma, sosyoloji, tarih, siyaset, ahlâk, retorik, din bilim, dilbilim, hukuk ve felsefe gibi bütün bilim dalları arasında ilişkiler kurularak sürdürülmelidir33. O hâlde, bilgiyi donduran, çarpıtan yaklaşımların tehlikelerine karşı ‘gerçek’ bilim insanının İbni Haldun’a göre “toplumsal ve siyasal kuralları, varlıkların doğal durumlarını, doğal yasaları, toplumların, ülkelerin ve çağların kendi süreçleri içindeki değişimlerini, ahlâkları, gelenek ve görenekleri, inanç, görüş ve anlayışları bilmesi gerekir. Çağındaki durum ve gelişmeleri de iyice Mukaddime I, s. 67. Mukaddime I, s. 124. 29 Mukaddime I, s. 133. 30 Mukaddime I, ss.68-69; İbni Haldun, Mukaddime II, çev. T. Dursun, Ankara: Onur Yayınları, s. 25. 31 Mukaddime I, ss. 65-66. 32 Mukaddime I, s. 127. 33 Mukaddime I, ss. 129-131. 27 28 83 kavrayıp geçmiştekilerle karşılaştırması, aradaki uygunluk, benzerlik ve başkalıkları gözden geçirmesi, bunların nedenlerine inmesi, devletlerin ve toplumların üzerinde durması, bunların hangi nedenlerle ve nasıl ortaya çıktıklarını, oluşumları, gelişimleri, gelişim nedenleri, egemenleri, devlet adamları ve ilgili haberleriyle birlikte incelemesi zorunludur. Her olayın nedenlerini, kökenlerini bütünüyle saptayacak, her haberin kaynak, dayanak ve ilkelerini öğrenip bilecek ölçüde yapmalıdır incelemesini”34. Bu doğrultuda, doğruya inanç duyan kişide ahlâki ilkesellik olmalıdır; öyle ki, yeni bir sav ortaya atan kişi ikircikli olmaz; karışık, bulanık olmaz, kendi kendini yalanlamaz. Diğer bir deyişle doğruyu bilen, onu açıkça ortaya koyar35. İbni Haldun’un gerçekleri çarpıtan yaklaşımın karşısındaki bu tutumuna bir destek de yaklaşık 250 yıl sonra Descartes tarafından gelecektir36. İbni Haldun’un özellikle bir vurgusu gerçekliğin, ortaya çıkarılmaktan ya da keşfedilmekten ziyade kurulduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İbni Haldun’a göre, “kuzeyliler derilerinden dolayı renk almazlar, çünkü onlara anlamını veren dilciler de beyazdır”37. Sosyal bilimlerde başlıca tehlikelerden biri olarak söz edilen etnik-merkezcilik (ethnocentrism), bir toplumun üyelerinin diğer bir toplumu kendi kültürüne göre tanımlama ve değerlendirmesi sorununun İbni Haldun tarafından vurgulanmış olması gerçekten onun yöntem tartışmasının değerini daha da artırır. İbni Haldun’un bu ifadesi iki açıdan önemlidir: Birincisi, İbni Haldun bilimi çoğunlukla gerçekliğin ortaya çıkarılması olarak görse de, bilim yoluyla gerçekliğin kurulduğunun da farkındadır. İkincisi ise, üretilen ve sürekli yeniden üretilen, değiştirilen, belli bir zaman işe yarayan daha sonra ise Mukaddime I, s. 108. Mukaddime I, s. 97. 36 Rene Descartes, Söylem, Kurallar, Meditasyonlar, çev. A. Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1996, ss. 67-68. 37 Mukaddime I, s. 221. 34 35 84 vazgeçilen temel paradigmaların veya teorilerin işlevleri konusunda da eleştirel bir bakış benimsenmesini hatırlatmasıdır. Bilim yalnızca gerçekliği ortaya çıkarma faaliyeti değil, aynı zamanda onu kurmaya, şekillendirmeye yönelik bir faaliyet olarak anlaşıldığında, kime ve neye göre gerçeklik sorusu sorulabilecektir ki, bu da bizleri doğrudan çıkarlar ve ideoloji arasındaki ilişkiye götürmektedir. İbni Haldun’a göre bilim ve bilgi birçok bakımdan iktidarlarla doğrudan ilişkilidir; gerçekliği açığa çıkarmanın veya kurmanın yanı sıra, bilim iktidarın ele geçirilmesinde ve/veya sürdürülmesinde de rol oynar. Bilim-iktidar ilişkisinde esas olarak üç taraf söz konusudur: Yöneticiler, yönetilenler ve bilim insanları. Çoğunlukla siyasal ve toplumsal çatışmalarda veya belli bir düzenin benimsetilmesinde bilimin ve dolayısıyla bilim insanlarının iktidara hizmet ettiğini vurgular38. Hem bilimsel çevrelerdeki, hem de toplumdaki çatışmalardan dolayı iktidarlarla içli dışlı olanlar İbni Haldun’a göre, kendi çıkarlarını geliştirecek biçimde davranırlar ve gerçekliği aramaktan çok kendi işlerine, çıkarlarına uygun olan bilgileri, çoğu zaman da gerçekliğe aykırı olarak, yaymaya çalışırlar. Yerleşik çıkarlarını korumak için bilim insanları ve iktidarlar birbirini karşılıklı olarak tanırlar ve desteklerler. İbni Haldun bu noktada bilimin çatışan çıkarların veya iktidar mücadelelerinin bir alanı olduğuna işaret eder; öyle bir alan ki, orada daha ziyade gerçeklik çarpıtılır. Kendisinin yukarıdaki ifadesinin de gösterdiği üzere, İbni Haldun sorunu, meşruiyet bağlamında ele alır: Eğer ki, devlet adamı iyi ise, halk onun yanında yer alır39. Aksi takdirde, her iki taraf arasında bir uyumsuzluk ve çatışma söz konusu olur ve meydan yalan ve yanlışlarla dolmaya başlar. İbni Haldun bu çerçevede meşru 38 39 hükümeti yöneticinin yönetilenlerce Mukaddime I, s. 98. Mukaddime I, ss. 105-106. 85 onaylandığı, onlar tarafından desteklendiği bir yönetim olarak tanımlar ve zorba yönetimle meşru yönetim arasındaki farkları sürekli hatırlatır40. İbni Haldun bilginin çarpıtılmasının veya gerçekliğin yanlış algılanmasının iktidarların geleceklerini öğrenme çabalarında da kendini açığa vurduğunu ileri sürer. Özellikle bilginin olağan olmayan yollardan elde edilmeye çalışılması ona göre gerçekliğin ve değişim yasasının bilinmemesinden veya neden-sonuç ilişkilerinin kurulamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla, bilimsel bir bakıştan yoksun olan iktidarlar ve sözde biliciler her türlü zorbalığa ve irrasyonel yollara başvururlar. Meşru olmayan bir iktidar ve onu korumaya adanmış bir bilim, en acımasız şeyleri yapmaktan geri durmaz. İbni Haldun’un kehanet, sultanlar, zulümler ve işkenceler arasında kurduğu ilişkiler bu noktada oldukça dikkat çekicidir: “Kimi zalim zorbaların, ilerde kendi başlarına neler geleceğini öğrenmek için zindanlardaki kişileri keserek öldürdükleri ve öldürdüklerinin ağızlarından çıkacak sözleri dinleme amacı güttükleri, öldürülen kimselerin de o zalimlerin akıbetlerini haber veren sözler söyledikleri yolunda söylentiler ulaşmıştır bize… Mesleme de (Mecrıtî), Gaye (Gayetü’l-Hakîm Fi’s Sihr) adlı kitabında buna benzer bir zalimlik yoluyla ağızdan bilgi alındığını anlatır: Bu kitapta anlatıldığına göre, herhangi bir kimse, susam yağıyla dolu bir küpün içine sokulur, küpün içinde kırk gün sadece incir ve ceviz yedirilerek bekletilir, sonunda eti gidip yalnızca damarları ve başının kemikleri kaldığında yağ dolu küpten çıkarılır ve havada kurutulursa, o kimse sorulacak her soruya karşılık verir. Özel durumlar konusunda da karşılık verir, genel konularda da”41. 40 41 Mukaddime II, ss. 36-37. Mukaddime I, s. 270. 86 İbni Haldun büyücülerin ve bilicilerin yaptıkları kötü işler olarak nitelendirir bu örnekleri ve çile gibi, bilinmeyenin bilgisine ulaşmak için denenen birçok yoldan söz eder. Bütün bunların doğa yasasının bilinmeyişinden ve zorba yönetimden kaynaklandığını tespit etmesi ise çok anlamlıdır. Halbuki, İbni Haldun değişimi merkeze alarak, hiç de bu yollara başvurmaksızın geleceğin kestirilebileceğini ileri sürer. Özellikle baskıcı yönetimin zararları üzerinde durduğunda değişimin ilkelerini ve o yönetimin izlediği süreci açığa çıkarır. Gayrimeşru veya baskıcı bir yönetim halkın direnme gücünü kırar; güven sorunu oluşturur ve meşruiyetini yitirir; bu bir döngü biçiminde o yönetimin yıkılışına dek sürer42. Örnekler arasında haksız cezaların, halkın aşağılanmasının, korkuların ve boyun eğmenin yaygınlaşması ele alınır. İbni Haldun’a göre değişimin taraftarları olduğu kadar, değişime direnenler de söz konusudur. Toplumsal tabakalaşma sistemi içinde, piramidal yapıda üstte olanlar kendi konumlarını ve o konumlarının kendilerine sağlamış olduğu olanakları, statüleri, prestiji, maddî, manevî ödülleri kaybetmek istemezler. İbni Haldun, Mukaddime’de toplumsal tabaka sisteminin ve iktidarların nasıl asabiye ile sağlandığını, korunduğunu veya yıkıldığını çözümler43. İbni Haldun’a göre, devletin kuruluş aşamasında asabiye veya topluluk bağları güçlüdür; ancak kuruluş aşaması sonrasında zayıflar, nitelik değiştirir44. Yönetici grup, soyluluk inşası ile iktidarını kurar ve geliştirir. Refah arttıkça, bağlar zayıflar; yönetici ve yönetilenler arasında uçurum artar; dolayısıyla insanlar aşağılanır, malî yükümlülükler, yolsuzluklar ve vergiler giderek artar. İbni Haldun, bunu devletin güçsüzlüğü ile ilişkilendirir ve Mukaddime I, s. 303. Örnekler için bkz., Mukaddime I, ss. 309-314. 44 Mukaddime II, ss. 20-29. 42 43 87 devletin kocamışlık aşaması olarak belirler. Öyle ki, bu aşama, iktidarın zayıfladığı, çözülmenin başladığı bir aşama olarak resmedilir45. Annales Okulu: Tarihin Bütünlüğü ve Sürekliliği 20. yüzyıl başlarında Annales Okulu'nu kuran Marc Bloch, Lucien Febvre ve Fernand Braudel gibi tarihçiler “tarih nedir?”, “tarihçi, tarihi nasıl incelemelidir?” sorularına kapsamlı yanıtlar geliştirmişlerdir.46 "Tarih yalnızca insanoğlunu düşünmez. Hayatiyet kazandığı doğal ortam dönemselliktir. İnsan bilimi, evet, ama zaman içinde insan. Akan zaman, ama kesintisiz değişim."47 Febvre bu ifadelerde, akan zaman içinde meydana gelen değişimleri dile getirmekle "tarih geçmişin bilimidir" önermesinin tutarsızlığını ortaya koyar. Tarihin bütün zaman içinde konusunu "...insanların içinde yaşadıkları toplumlar, örgütlenmiş gruplar..."48 oluşturur; zaman sadece geçmişi değil, bugünü ve geleceği de kapsadığından, tarih de sadece geçmişi incelemez. Annales üyeleri geçmişin durağan olmadığı, aksine, an be an zenginleştiği düşüncesindedir. Zamanın anlar olarak aktığı düşünülecek olursa ve bu anları da, Fernand Braudel'in ifade ettiği gibi, “tek tek her olay doldurduğuna göre, geçmiş diye bahsettiğimiz şey statik değil, dinamik bir yapı sergileyecektir. Aynı zamanda, geçmişe eklenen her an, onun bir öncekinden daha farklı bir geçmiş olmasını zorunlu kılacaktır”. Braudel'in "Akdeniz" adlı eseri bütün tarih yazma çabasını simgeler ki, bunda yazarın amacı geçmiş zamanın değişik ölçülerini tüm çeşitlilikleriyle bir araya getirmek, okuyucuya bunların birlikte Mukaddime I, ss. 316-340. Annales Okuluyla ilgili kısım ufak değişikliklerle yazarın şu incelemesinden alınmıştır: H. Emre Bağce, “Tarih ve Tarihçi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı: 84, 2004. 47 Lucien Febvre, "Başka Bir Tarihe Doğru”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 48 Lucien Febvre, a.g.m. 45 46 88 varoluşlarını, zenginliğini çelişki ve tanıtmaktır. zıtlıklarını Bu ve nedenle kapsadıkları coğrafi bir deneyim araştırma çerçevesinde, Akdeniz tarihinin sabitleri olan yerel, kalıcı, değişmez ve sık tekrarlanan özellikleri ele alır ve "geçmişin bugünkü Akdeniz kıyılarında yaşamakta olduğu"49 sonucuna varır. Braudel, "Tarih ve Toplumsal Bilimler" adlı makalesinde ise zaman diyalektiği'nin yararını ve önemini vurgular ve "toplumsal gerçekliğin en temel unsuru 'an' ile 'uzun dönem' arasındaki bu canlı, derin ve süren karşılıktır. İster geçmişle, ister bugünle ilgilenelim, toplumsal zamanın çokluğunun açıkça bilincinde olmak” gerekmektedir diyerek, dikkatini kısa dönem olay ve bireye yönelten tarih anlayışının eksikliğini ve yöntemindeki yanlışlığı dile getirir. "Tarihçi için uzun dönemi kabul etmek, tüm toplumsal yaşamın yeni bir şekilde kavranılması demek: yavaş ilerleyen, hatta bazen neredeyse durgun zamanla tanışma demek... Tarihin bütünlüğü... benim için tüm olası tarihlerin toplamı, -dün, bugün ve yarınkimesleki yetenek ve bakış açılarının bir araya gelmesidir" 50. Braudel, bugünün zamanının dünden, önceki günden, ta eskiden kaynaklandığını, geçmiş ve şimdiki zamanın birbirlerini karşılıklı olarak aydınlattığını ifade eder. "Eğer insan, gözlerini şimdiki zamanla sınırlarsa hızlı, parlak, yeni, gürültülü ya da anlaşılması kolay herhangi bir şey dikkatini çekecektir"51 diyerek diğer bilimlere göndermede bulunur. "Tek tek her olay nüve halinde insanlığın tüm tarihini içermektedir. Başka bir deyimle, bu tek tek notaların yer aldığı klavye, tarihtir"52. Fernand Braudel, "Akdeniz", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 50 Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 51 Braudel, a.g.m. 52 Braudel, "Akdeniz". 49 89 Bunun yanında, Braudel, tarihi kısa dönemli olay ve olgular tarihi, uzun dönemli tarih, geleneksel tarih ve konjonktürel tarih gibi adlar altında sınıflandırır ve hangisinin tarihi bütünsel olarak ortaya koyduğunu şöyle ifade eder: "... Kısa dönemli krizlerin araştırılmasında bile cevabı bulmak için sık sık yapısal tarihe bakmak zorunda kalıyoruz. Ama aynı zamanda sanki gerçeğin tam aksine tarihin derin akıntılarını onların yüzeysel dalgaları yaratıyormuşçasına tez elden açıklayıvermek eğiliminde olduğumuz kısa dönemli tarihsel olguların da buna göre ölçülmesi gereken deniz düzeyidir. Durgun sular derin olur ve yüzeydeki dalgacıklara kanmamak gerekir. Tarihin böyle ağır ve hızlıhareketli düzeylere, yapı ve konjonktürlere bölünmesi hâlâ çözümlenmemiş bir tartışmanın odağını oluşturmakta. O halde temel kaygımız, bu hareketleri birbiriyle ilişkileri içinde tanıma, sınıflandırma ve karşılaştırma olmalı.."53 Braudel geçmişin önemli veya önemsiz tekrarlanan ayrıntılar yığını olan kısa dönemli rutin işlerden oluştuğunu; tarihi anlamanın ve bütünsel bir şekilde ortaya koymanın konjonktürel anlatım türünü gerektirdiğini belirtir. Buna göre zaman dönemleri, farklı ve kendine has (sui generis) geçmişleri öngörür. Braudel'in tarihi geçmişi denize benzetip, buna eklenen her bir olay veya anın bu deniz yüzeyindeki dalgaları oluşturduğunu ifade etmesi anlamlıdır. Aynen sosyoloji disiplininde, toplumun bireylerden oluştuğu ama bu toplamdan daha farklı, kendine münhasır bir varlık olduğunun kabul edilmesi gibi, tarihi geçmiş de tek tek olaylardan oluşan, ama bu olayların toplamından daha farklı veya daha fazla bir şey olarak kavranmaktadır. Bu nedenle, Braudel olaylar tarihini inceleme yerine, uzun dönemlerle ilgilenir. 53 Braudel, a.g.m. 90 Annales’in bir diğer temsilcisi Lucien Febvre, "tarih, geçmişin bilimidir" önermesine karşı çıkar. Çünkü ona göre, geçmiş yaşandığı günlerde pekâlâ bilimin konusudur ve bundan dolayı tarih zamanımızın veya geleceğin bilimi olabilir ve olmalıdır da. Son yıllarda Batı uygarlığını sırtlarında taşıyanlar tarihi küçümsemeye başlamışlardır, bunun nedeni ise, korkunç bir şekilde yükselmiş aşkınlık, psikolojik değişimler ve teknik devrimlerdir. "Demiryolları, arabalar, uçaklar ya da buharın şiddetle düşen basıncına karşı elektriğin yükselişi ve ardında da 'evcilleştirilmiş’ atom enerjisi, kuşakları birbirinden ayıran ve gelenekleri yıkan uçurumu daha fazla derinleştiriyor; sonuç olarak ise tarihe yönelik büyük bir küçümseme başgösteriyor. Bu, başarılarını sürekli sağlamlaştırmaya vakit bulamayan ve bunlarla düzenlemeye, başı dönen insanoğlunun horgörüsüdür; aksi takdirde, diğer başarılarının tümü yarın tehlikeye düşebilir. İnsanoğlunun horgörüsü, övgüyle kendi zaferinden bahsedip, modası geçen atalarını bir kenara bırakır (ve sonuçta)... tarihin inşası uğruna ne diye zaman kaybedelim ki...” derler. Bu bakışın nedeni, olaylar tarihinin her zaman ön plana çıkarılması ve bugünün problemlerinin geçmiş tarihle çözülebileceğinin düşünülmemesidir. Önemli kişilerin ölüm tarihleri nedir? Bu ve buna benzer kuru sorular tarihin ve geçmişin anlaşılmadığının en açık belirtileridir. Böyle bir tarih anlayışı sonucunda, çağdaş insan tarih tarafından hırpalanmıştır ve buna tepkisi ise tarihi köhne, modası geçmiş olarak niteleyerek ona sırtını dönmesidir. Halbuki "geçmişin, insanların omuzlarına tüm ağırlığıyla çökmesini engelleyen ve onu düzenleyen tarihtir…” Febvre’e göre, çağdaş insan gündelik veya bugünkü problemlerine çözüm bulabilmek için farklı farklı toplumsal veya beşeri bilim dalları meydana getirmiştir. Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, ekonomi, coğrafya, linguistik vb. gibi. Şimdiye kadar, bu bilimler arasında birliktelik pek oluşturulamamıştır ve tümü de kendi amaç, yöntem ve üstünlüklerini tanımlamakta, sınırlar üzerinde mücadele etmektedir. Bu noktada, tarihi ve tarihçiyi de 91 tanımlamaktadırlar. "Eğer kendinize tarihçi diyorsanız, buralara ayak basmamalısınız, bu alanlar sosyologlara verilmiştir. Ne de buraya: buradan psikologlara gidilir. Sağ tarafa ne demeli: yok yok, orayı hiç düşünmeyin, zira coğrafyacının bölgesi ve solda da bölümler ve etiketler! Bir ayağı bir sınırda, diğeri öbür sınırda, haydi tarihçi! Özgürce çalışmalısın. Hem de yararlı olacaksın..." Dastre, "insan neyi aradığını bilmezse, ne bulduğunu da bilemez..." der. Birbirine düşman bu bilim dalları bütünsel bir yaklaşıma sahip olsalardı ve neyi, neden aradıklarını bilselerdi, bu kör dövüşünü bırakıp, yaşamın her gün toplumlara ve uygarlıklara dayattığı sorunların çözüm unsurlarını tarih içinde arayabilirlerdi54. Bu nedenle Annales Okulu üyeleri tarihin özgürlüğünü ve özgünlüğünü ön plana çıkarmaya ve tarihin, toplumların hem dinamiğini hem de bütünselliğini yansıtan başlıca bilim olarak ve böylelikle tüm diğer beşeri bilimlerin tek mümkün sentezi olarak kabul görmesi için çaba gösterirler. beşeri bilimlerin, yavaş yavaş tarihsel olmaya yönelmek zorunda olduğunu düşünürler. Bu bağlamda Marc Bloch, tarihin, reformasyonu ve metoduyla ilgili bildirisini 1928'de Annales'in başlamasından bir yıl önce "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin" isimli konferansta sunar. Bu çalışma zaman ve yer bakımından ister yakın, ister uzak olsunlar, toplumlar arasındaki benzerlik ve farkları inceleyen karşılaştırmalı metodun daha gelişmiş ve yaygın bir şekilde kullanılmasını savunur, bunu savunmasının nedeni, bu metodun tarihçileri gerçek nedenlerin bulunmasına giden yola yöneltmesidir. Karşılaştırmanın amacı Bloch'a göre, “farklı toplumsal ortamlarda da olsa, göze çarpan iki ya da daha fazla olgunun seçimini yapabilmek, belirli bazı analojiler içinde sunabilmek; yapılabilecek 54 Febvre, a.g.m. 92 tüm ölçümler ile ortaya koydukları farklılıklar ve benzerliklerle beraber evrimlerini gösteren eğriyi takip edebilmek; mümkün olduğu ölçüde olguları açıklamak"55tır. Bundan sağlanan fayda ise tarihi geçmişte ve bugünde belge yetersizliğinden doğan bazı boşlukları analojiler üzerine kurulmuş varsayımlarla tamamlamak; karşılaştırmanın telkin ettiği bakir araştırma alanlarını gözler önüne sermek, özellikle de o ana değin anlaşılmamış pek çok kalıtı açıklamaktır 56. Birbirine yakın ama farklı toplumları karşılaştırmak birbirlerine yaptıkları etkileri ayırt etmeye yardımcı olacaktır. Bu noktada, "karşılaştırmalı tarih, yerel çalışmaları tanımaya ve onlara hizmet etmeye hazırdır, zira yerel çalışmalar olmadan karşılaştırmalı tarih hiçbir şey ifade etmez, tıpkı yerel çalışmaların da karşılaştırmalı tarihsiz hiçbir işleve sahip olamayacakları gibi"57. Bu durumda, belirli bir senteze ulaşabilmek için toplumsal varoluşlar, ilişkiler, davranışlar tüm yönleriyle derinliğine ele alınmalıdır. Bu çalışmalara konu olan malzemenin hacmi ve çeşitliliği öyle geniştir ki, bu ortaklaşa takım çalışmasını ve çağdaş teknik donanım kullanılmasını gerekli kılar. Hobsbawm bu bağlamda malzeme ve analiz arasındaki ilişkiyi şu şekilde ortaya koymaktadır: "Tarihçi, baştan itibaren, modeller oluşturmak, yani elinde bulunan ve aksi halde kısa özetlerden pek fazla değeri olmayacak olan dağınık ve kısmi bilgileri tutarlı sistemler haline getirmek zorundadır. Böylesi modellerin başarı ölçütü bileşenlerinin birbirine uyup uymadığı ve belirlenebilir toplumsal durumların hem niteliği hem de sınırları için Marc Bloch, "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 56 Bloch, a.g.m. 57 Bloch, a.g.m. 55 93 bir kılavuz sağlayıp sağlayamayacağıdır ve öyle olması gerekir."58 Bu kapsamda, Le Roy Ladurie 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki dönemi, arazi, iklim, nüfus, fiyatlar, aile yapısı, okur-yazarlık, reformasyon, köylü ayaklanmaları ve büyücülük gibi konuları, kısacası ekonomik ve sosyal değişimleri birlikte tüm tarih, anlayışı içerisinde ele alır. "Tarihçi ve Bilgisayar" adlı makalesinde bu bütünlüğün nasıl incelenmesi gerektiğini belirtir: İşlerden biri “verileri birinci dereceden önem taşıyan, fakat ulaştığı boyutlar nedeniyle şimdiye kadar araştırmacıları yıldırmış olan geniş belgeler külliyatını (corpus) incelemek olacaktır. Temelinde bilgi işlem yatan tarih yalnızca, belirli bir araştırmalar kategorisi ile sonuçlanmaz. Bu tarih aynı zamanda bir 'arşiv'in oluşmasına katkıda bulunur. Bir kez kaydedilirse, ilk defa bir tarihçi tarafından kullanıldıktan sonra, bu veriler yayınlanmış yeni bağlantılar elde etmek isteyecek olan sonraki araştırmacılar için depolanabilir. Burada tarih mühendisi diyebileceğimiz, yeni bir tür arşiv uzmanı konuşturmaya yetişecektir.."59 odaklanmıştır. Lucien Febvre Toplumların de dilsiz kendileri şeyleri hakkındaki söylemediklerini söyletmeyi amaçlayan çaba içerisinde, mikrofilmlerin tetkiki, fişlerin düzenlenmesi, kartların, istatistiklerin, grafiklerin hazırlanması, linguistik, psikolojik, etnik, arkeolojik, hatta botanik kaynakların bile tarihsel dokümanların karşılaştırılması ve bunun gibi tanımayı, anlamayı kolaylaştıracak şeyleri sağladığını belirtmiştir. Pierre Vilar, "sadece iktisadi değil, psiko-sosyal geçmişten de yararlanan, bugünün reaksiyonlarını içeren ve yeni insanların yeni gerçeklikler karşısında ürettikleri şeyleri göz önüne alan etkin bir E. J. Hobsbawn, "Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 59 E.L. Ladurie, "Tarihçi ve Bilgisayar", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 58 94 tarihsel modelin”60 gerekliliğine işaret ederken, Mclennan, Braudel'in "tarih daha bilimselleşerek, bütünlüğü içinde toplumsal gerçekliğin, geleceğin ve geçmişin açıklaması olabilir" tezini destekler. Tarihsel sentez düşüncesi ile Annales Okulu varolan "olaylar tarihi" olarak nitelenen yazımın ötesine geçmeyi, sosyo-kültürel bağlamların anlaşılabilmesi için tarihsel sentez ile bütünlüğü oluşturmayı amaçlamışlardır. Bu anlayış, aslında tüm fiziksel, düşünsel ve normatif özelliklerini de içermek üzere, geçmiş çağların bir kez daha ortaya konması anlamına gelmektedir. Bu bütünlüğü sağlayabilmek için, coğrafya, linguistik, ekonomi, demografi, siyaset bilimi, klimatoloji, psikoloji, sosyoloji gibi beşeri bilimler bütünlük içerisinde ele alınmalıdır. O halde bir tarihçi bütün bu bilimleri kendisinde toplayacağı gibi bütün bu bilimlerle ilgilenenler de birer tarihçi olabilmelidir.61 P. Vilar, "İktisadi Tarihin Kuramsal Sorunları", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 61 Tarih ve yöntem üzerine çık kapsamlı eserler bulunmaktadır. Öreğin bkz., R. G. Collingwood, Tarih Tasarımı, çev., K. Dinçer, Ankara: Doğu Batı Yay., 2007; John Tosh, Tarihin Peşinde: Modern Tarih Çalışmasında Hedefler, Yöntemler ve Yeni Doğrultular, 2. Basım, çev., Ö. Arıkan, İstanbul: Tarih Vakfı Yay., 2005; Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, 3. Basım, çev. M. Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yay., 2005; Tarihin Kötüye Kullanımı (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek Sempozyumu, Oslo,Norveç, 28-30 Haziran, 1999), çev., N. Elhüseyni, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yay., İkinci Basım, 2004. 60 95 KAYNAKÇA VE NOTLAR Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine (Çağa Aykırı Düşünceler’den), çev., Nejat Bozkurt, Say Yay., İkinci Basım, İstanbul, 1994. Edward Hallett Carr, Tarih Nedir, çev., Misket Gizem Gürtürk, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 1993. Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 15001914, Üçüncü Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993. Paul Ricoeur, “The Model of the Text: Meaningful Action Considered as a Text”, Social Research, 38, 1971. Karl R. Popper, Conjectures and Refutations, London: Routledge & Kegan Paul, 1963. Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, der., G. Roth ve C. Wittich, Berkeley: University of California Press, 1978. Michael A. Weinstein, “C. B. Macpherson: Demokrasi ve Liberalizmin Kökleri”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994. Immanuel Kant, Political Writings, (der., H. Reiss), ikinci genişletilmiş baskı, Cambridge: Cambridge University Press, 1993. Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev., N. Bozkurt, İstanbul: Remzi, 1984; G. W. F. Hegel, Essential Writings, (ed. F. G. Weiss), New York, Harper: Touchbooks, 1974. 96 G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, çev., C. Karakaya, İstanbul: Sosyal Yay., 1991. G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev., Ö. Sözer, Üçüncü Basım, İstanbul: Kabalcı Yay., 1995. Anthony Quinton, “Karl Popper: Özler Olmadan Siyaset”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994. Quinton, a.g.m., ss. 153-162. Popper’in görüşleri için bkz., Karl R. Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çev. S. Orman, İstanbul: İnsan Yay., 1985; Açık Toplum ve Düşmanları, çev., M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1989. Kenneth R. Minogue, “Michael Oakeshott: Siyasetin Uçsuz Bucaksız Denizi”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994. Dante Germino, “Eric Voegelin: İnsan Yaşamının Arasında”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994. Eugene F. Miller, “Leo Strauss: Siyaset Felsefesinin Yeniden Canlanışı”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994. Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Z. Dicleli, İstanbul: Gün Yay., 1999. İbni Haldun, Mukaddime I, çev. T. Dursun, Ankara: Onur Yayınları, 1977. 97 C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New York: Oxford University Press, 1959. Rene Descartes, Söylem, Kurallar, Meditasyonlar, çev. A. Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1996. H. Emre Bağce, “Tarih ve Tarihçi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı: 84, 2004. Lucien Febvre, "Başka Bir Tarihe Doğru”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. Fernand Braudel, "Akdeniz", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. Marc Bloch, "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. E. J. Hobsbawn, "Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. E.L. Ladurie, "Tarihçi ve Bilgisayar", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. P. Vilar, "İktisadi Tarihin Kuramsal Sorunları", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985. 98 99 İKİNCİ OTURUM GÜVENLİK ÇALIŞMALARINDA YÖNTEM(LER) Doç.Dr. Pınar Bilgin1 Güvenlik Çalışmaları Uluslararası İlişkiler’in bir koludur. Uluslararası İlişkiler yüz yıldan daha kısa sürelik tarihi olan bir disiplindir. Uluslararası İlişkiler’in alt dalı olan Güvenlik Çalışmaları, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmeye başlamıştır. Soğuk Savaş döneminde Uluslararası İlişkiler’in “gözbebeği” diye nitelendirilmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise en yeni kuramsal gelişmeler güvenlik kavram ve uygulamaları üzerinden tanıltılmış ve tartışılmıştır. Güvenlik Çalışmalarının anlam ve kapsamı çok değişmiştir, ancak Uluslararası İlişkiler’in gözbebeği olmaya devam etmektedir. Tarihsel Gelişim Soğuk Savaş Döneminde Güvenlik Çalışmaları Soğuk Savaş döneminde güvenlik üzerine çalışmak denince anlaşılan çoğunlukla stratejik araştırmalar olmuştur. Bu dönemde “askeri strateji” ve “savaşma planı” olarak zaten “dar” olarak uygulanan stratejik araştırmalar, başka silahların ve özellikle nükleer silahların keşfedilmesiyle daha da dar bir odağa yönelmiştir. Nükleer silahların stratejiye entegre edilmesi çabaları, “daha iyi savaşmak” yerine savaşı önlemek çabalarını arttırmış, en temel strateji caydırıcılık olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü nükleer silah kolay kolay kullanılabilecek ve ondan sonraki hayatın planlanabileceği bir silah değildir. Bu dönemde güvenlik, savunma ve caydırıcılık eşanlamlıymış gibi kabul edilir olmuştur. Savunma nasıl yapılır sorusunun cevabı: “strateji çalışarak”; en iyi strateji nedir sorusunun cevabı “caydırıcılık” şeklinde verilmiştir (bkz. Paret Craig & Gilbert, 1986, Baylis, 1987). 1 Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi. 100 Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Güvenlik Çalışmaları Soğuk Savaş sonrasında güvenlik anlayış ve uygulamaları değişmeye başlamıştır. Bununla beraber Güvenlik Çalışmaları kuramsal araştırma ve yeniliklerin yeniden odağı olmuştur. Uluslararası İlişkiler kuramlarındaki tüm gelişmeler, güvenlik üzerinden tartışılmıştır. Artık Güvenlik Çalışmaları, strateji üzerine yapılan araştırmaları içeren ancak onunla sınırlı olmayan bir alt disiplin olarak görülmektedir. Bu dönemde “güvenliğin ne olduğu” sorgulanmaya başlanmıştır. Soğuk Savaş döneminde güvenliğin ne olduğu “yurdun savunması” olarak kabul edilmiş, bu savunmanın nasıl yapılacağı üzerine kafa yorulmuştu. Halbuki artık güvenlik, bireye (yurttaşa) ve devlete yönelik maddi ve diğer tehditlerin yokluğu anlamına gelmektedir. Maddi tehditlerin farklı boyutları olabilir; ama özellikle askeri ve ekonomik tehditler üzerinde durulmaktadır. “Maddi olmayan” tehditler konusuna aşağıda değineceğim. Artık çalışmalar iki temel soru etrafında şekillenmektedir: “Güvenlik nedir?” ve “Nasıl sağlanır?” (bkz. Booth, 1991b, Buzan, 1991) Kavramsal dönüşüm Güvenlik Araştırmaları = Stratejik Araştırmalar Güvenlik Araştırmaları > Stratejik Araştırmalar Güvenlik Çalışmalarındaki (dardan genişe) kavramsal dönüşümü mümkün kılan gelişme, yöntemsel bir dönüşüm olmuştur. Eğer Soğuk Savaş sonrasında, önceki dönemlere göre çok daha başka sorulara cevap arıyor, sorunlarla ilgileniyorsak bu, “Bilimsel yöntem nedir? Bilimsel olarak ne çalışılabilir?” sorularına daha farklı cevaplar verebilmemizdendir. Artık bilim felsefesindeki yenilikleri daha 101 yakından takip edebiliyor, bu soruları sorabiliyor ve farklı cevaplar verebiliyoruz. Yöntemsel dönüşüm Kantitatif yöntemden (pozitivist) Kalitatif ve kantitatif yöntemlere (pozitivist ve post-pozitivist) Bilim felsefesindeki yenilikler neden daha önce uygulanamamıştır alanımızda? Denmektedir ki, 1960’larda 1970’lerde ve Bilim felsefesinde bir takım yenilikler olurken, Uluslararası İlişkiler uyuyordu, 1980’lerde, Soğuk Savaş bittikten sonra uyandı. Bu uyanışta bir nebze de olsa Soğuk Savaşın bitmesinin payı vardır. Soğuk Savaş’ın baskısı üzerimizden kalktığında farklı yaklaşımlara ilgi artmıştır. Ancak diğer taraftan Soğuk Savaş yöntemlerinin o dönemin (ve tabii günümüzün) sorunlarına çözüm aramakta yetersiz kaldığının fark edilmesi de bu dönüşümde rol oynamıştır. Diğer bir deyişle Soğuk Savaş yöntemlerindeki eksiklilikleri geç de olsa 1989 sonrasında fark edilmiş ve çare bulunmaya çalışılmıştır. Tarihsel bağlam önemlidir; ancak çalışmaların ihtiyaçlara ne derece cevap verdiği de önemlidir. Ama bu demek değil ki, Soğuk Savaş döneminden sonra tamamen farklı bir yaklaşım geliştirilmiştir. Soğuk Savaş yıllarında o dönemin hakim kabul ve görüşlerine muhalif çok önemli istisnalar ortaya çıkmıştır. Bugünlerde “Yeni Güvenlik” denilen yaklaşımın tohumları o dönemde atılmaya başlanmıştır (Booth & Herring, 1994, Buzan & Hansen, 2009). Örneğin Birleşik Krallık’ta pozitivizm hiçbir zaman hakim yaklaşım olmamış, yorumcu yöntemler hep kabul görmüştür (Booth, 1979). Amerika Birleşik Devletleri’nde, Batı’da ve 102 özellikle de Kuzey Avrupa’da, İskandinavya’da Barış Çalışmaları gelişmiştir (Galtung, 1971). Feminist kuramcılar önemli katkılar yapmışlardır (Tickner, 1995). Güvenlik Çalışmalarında Yaklaşımlar Stratejik Araştırmalarda Yaklaşımlar En eski yöntem olan “daha etkili savaşmak için yapılan tarihsel çalışmalar” hala devam ediyor olması vurgulanmalıdır. Örnek olarak Napolyon’un savaş stratejisi ve Clausewitz’in öğretisi hala askeri akademilerde ve üniversitelerde çalışılıyor (Paret, Craig & Gilbert, 1986, Clausewit,z Howard, Paret & Heuser, 2006). Yukarıda da belirttiğim gibi Stratejik Araştırmalardaki en önemli dönüm noktası “mutlak silah” atom bombasının keşfi. “Biz artık sadece savaşmak için düşünmemeliyiz, aynı zamanda savaşı engellemek için düşünmeliyiz. Çünkü olası bir savaş son derece yıpratıcı, yıkıcı bir savaş olacaktır,”düşüncesi yerleşiyor. Bu dönemin anahtar ismi Bernard Brodie’dir (Brodie, Dunn, Wolfers, Corbett & Fox, 1946, Brodie, 1959). Atom çağında savaşı önlemek için geliştirilen stratejilerden en önemlileri “güç dengesi” ve “caydırıcılık” stratejileridir. Güç dengesi üzerine yapılan çalışmalarda en ağırlıklı isim Kenneth Waltz’dır. Gerçekçi kuramcıların çok uzunca bir zamandır kullandığı güç dengesi kavramını geliştiren Kenneth Waltz’ un temel olarak söylediğini (basitleştirme pahasına) özetlersek: görece küçük güçler büyüklerinin daha da büyümelerini engellemek için onları dengelemenin yollarını ararlar; bunu da en iyi iki kutuplu dünyada yapabilirler; iki kutuplu dünyada denge daha kolay kurulabilir; çok kutupluluk biraz daha az dengelidir; tek kutuplu dünyada ise işlerin daha da zor olabildiği ancak bunun uzun süreli olmayacağıdır. Bu anlamda klasik gerçekçi kuramın katkısı yüzyıllardır uygulanmakta olan pratiklerin gözden geçirilmesi ve formüllendirilmesi olmuştur (Guzzini, 1998). Waltz’ın diğer Gerçekçi kuramcılardan farkı bu formüllendirmeyi sade ve sistemli bir kuramsal zeminde önermesidir (Waltz, 1959, 1967, 1979). Waltz ile beraber çalışmış olan Stephan Walt, güç dengesi kavramı yerine tehdit dengesi kavramını önermiştir. Der ki: Önemli olan 103 güç dengesi değildir, tehdit dengesidir. Sizin gücünüzden bağımsız olarak değil; ama onunla ilişkili olarak, önemli olan devletin karşısındaki güce nasıl baktığıdır. Onun elindeki güç önemlidir; ama sizin onu tehdit olarak algılayıp algılamadığınız da önemlidir. Bu yüzden, Walt’, yalnızca maddi olarak ölçebildiğimiz güç dengesini değil algısal boyutları da olan tehdit dengesini çalışmamız lazım’, der. 1987 yılında yayınladığı bir kitapta bu kuramını Arap devletleri arasındaki ilişkilerin incelenmesi üzerinden ortaya koyan Walt (1987), algısal güvensizlikleri çalışmakta yöntemsel olarak yetersiz kaldıysa da (yapısalcı gerçekçi kuramın bu yönde geliştirdiği bir yöntem yoktur), bu eksiklik yeni güvenlik çalışmalarının benimsediği post-pozitivist yöntemlerin gelişmesi öncesinde (giderilmek bir yana) tam olarak fark edilememiştir (bkz. Barnett, 1998). Waltz’ın kuramını Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre sonra, John J. Mearsheimer (1990) geliştirmeye başlamıştır. Mearshemier gerçekçi kuramı ve kuramcıları değerlendirirken “saldırgan/savunucu” ayrımını yapar ve Kenneth Waltz’ı savunucu olarak sınıflandırır. Der ki, Waltz devletlerin dengeleme yaparkenki amacının savunma olduğunu kabul eder. Ancak devletler güvenlik sağlama çabası içinde sadece dengelemekle yetinmeyebilirler; saldırmayı seçebilirler (Mearsheimer, 2007, 2009). Güç dengesi analizinde yöntem, varsayımla başlar. Temel varsayım, aktörlerin devletler olduğudur. Aktörlerin güçleri hesaplanır. Güç, askeri ve ekonomik kapasite olarak, yani maddi güç olarak tanımlanır. Önemli olan, ölçülebilir olmasıdır, çünkü kullanılan yöntem ölçülebilir olanın bilinebilir olduğunu söyler. Elle tutulur, gözle görülür güçler temel alınır. Üçüncü olarak da dünya Güç Dengesine bakılır. Sadece devletlerin güçlerini bilmek yetmez. Dünya güç dağılımını—tek kutuplu mu, iki kutuplu mu, çok kutuplu mu—bilmek ve ona göre bu hesapları yapmak gerekir. Tarafların yapacağı hamleler tahmin edilmeye çalışılır. Güç dengesi kuram ve uygulamalarını çalışanlarda kullanılan yöntem bu şekildedir. Devletleri temel aktör olarak almışlar, maddi güç üzerinde durmuşlar, dünyanın güç dengesine bakmışlar ve onun çerçevesinde devlet davranışlarının nasıl olacağını açıklamaya çalışmışlardır. 104 Geliştirilen ikinci önemli strateji olan caydırıcılık, güç dengesi kavramından (ve uygulamalarından) hareket etmekle beraber daha çok nükleer silahların kullanılmasına yoğunlaşmıştır. Farklı yöntemler kullanılmış olmakla beraber en ilginç sonuçlar “oyun kuramı” kullanan araştırmacılar tarafından elde edilmiştir. Oyun kuramı, yöntemini matematikten ve ekonomiden almaktadır. Soğuk Savaş’ta sayısal yöntemleri kullanmak, o dönemin anlayışıyla bilimsel ayağa oturtmak çok önemliydi. Hem Sovyetler Birliği tehdidi karşısında “sağlam durmak” (yani bilimden olabildiğince destek almak) ihtiyacı sürekli olarak hissediliyordu, hem de Hükümetler danıştıklarında (veya fon dağıttıklarında) araştırmacılar bilimin desteğini arkalarına alarak daha yüksek sesle cevap verebiliyorlardı. Oyun kuramının önemli katkısı, aktörlerin en yüksek kazanç için yapabileceği ve yapması gereken hamlelerini incelemesidir. Bunu kullanarak geliştirilen literatürün yaptığı en büyük katkı, zamanın ABD Savunma Bakanı McNamara’nın ‘dehşet dengesi’ olarak nitelendirdiği “Mutual Assured Destruction” (İngilizce kısaltması “çılgın” anlamına gelen: MAD) durumudur. Mad stratejisinin ideal olan durumu herkesin ikinci vuruş kapasitesine sahip olduğu bir dünyadır. Eğer bir devletin birinci vuruş kapasitesi varsa ve saldırdığında kimsenin ikinci vuruş kapasitesi yoksa veya kalmıyorsa, o çok dengesiz bir dünya olur. En dengeli durum, herkesin ikinci vuruş kapasitesine sahip olduğu durumdur. Burada dengeden kasıt bir “dehşet dengesi”dir; herkesin kendi hayatını riske atarak adına “barış” denilen bir durumu sağladığı bir dengedir. Dehşet dengesinin olası bir nükleer savaşı mı engellediği yoksa silahlanma yarışının tetikleyerek dünyayı daha da mı dengesizleştirdiği konusunda bir fikir birliğine varılamamıştır (Freedman, 1998, Booth, 1999a, 1999b, Freedman, 2004). Oyun kuramında yine aktörler devletlerdir. Ancak devletlerin temsilcileri olarak liderlerin davranışları analiz edilir. Bu analizde aktörlerin akılcı (rational actor assumption) davrandığı varsayılır Ama bu akılcılık, günlük anlamda kullanılan akılcılık ile aynı değildir. Aktörler, amaca yönelik en uygun hamleyi seçebiliyorlarsa, bu akılcı bir hamledir, yani dar anlamıyla bir akılcılık varsayılır. Aktörlerin yaptıkları açıklamalara ve geçmiş davranışlarına bakarak amaçları belirlenir, sonra da bu amaca uygun olarak yapacakları hamleler tahmin edilmeye 105 çalışılır. Burada da temel alınan, geçmiş davranışları ve hali hazırdaki kapasiteleridir (Zagare & Kugler, 1987, Zagare, 1990, Zagare & Kilgour, 2000). Bu konuda öncü çalışmaları Thomas Schelling (Schelling, 1960, Schelling & Halperin, 1961, Schelling, 1966) yapmıştır. Soğuk Savaş yıllarında temel olarak geliştirilen iki strateji ve bu stratejileri açıklamakta ve geliştirmekte kullanılan yöntemler bu şekildedir. Daha etkili savaşmak için yapılan planlardan savaşı önlemek için geliştirilen stratejilere doğru bir gelişme gözlenebilir. Dönüşüm Stratejik Araştırmalar Güvenlik Araştırmaları Strateji Amaca yönelik plan/lar Askeri strateji Stratejik Araştırmalar Güvenlik Savaş planı Daha etkili savaşmak için yapılan plan/lar Savaşı önlemek için geliştirilen stratejiler Bireye ve/ya devlete yönelik maddi ve algısal tehditlerin yokluğu Güvenlik Çalışmaları Güvenlik nedir? Nasıl sağlanır? Yeni Güvenliğin Öncüsü Soğuk Savaş Güvenlik Çalışmalarında Yaklaşımlar Yukarıdaki tablodaki gibi karşılaştırmalı olarak bakıldığında Soğuk Savaşın bitmesi ile beraber güvenlik üzerine yapılan çalışmalarda önemli bir sıçrama olduğu izlenimine kapılınabilinir. Bu izlenim yanlış değildir. Soğuk Savaş’ın öngörülemeyen bir şekilde sona ermesi ve bu bitişin nasıl olacağının da öngörülememiş olması Güvenlik Çalışmaları için bir silkinme ve kendisini sorgulama gereği yaratmıştır. Ancak bu demek değildir ki Soğuk Savaş döneminde hiç farklı yaklaşım olmamıştır. Tam tersine bu Stratejik araştırmaların bazı eksiklikleri 1960lı yılardan başlayarak dile getirilmiştir. Ancak bu çalışmalar o dönemde gerektiği kadar dikkate alınmamıştır. Diğer bir deyişle Soğuk Savaş sonrasında, yeni yaklaşımlar da geliştirilebilindiyse, bu zaten Soğuk Savaş döneminde bir takım yenilikler yapılmaya başlandığı 106 içindir. O dönemde önerilen ve şimdi iyice geliştirilen üç tane yaklaşımdan ve bunların kullandıkları yöntemlerden bahsedeceğim. Bunlar, “algı ve algı yanılması” üzerine yapılan araştırmalar, “stratejik kültür” üzerine yapılan araştırmalar ve “etik kaygılar”dan yola çıkan araştırmalardır. Algı ve algı yanılması üzerine yapılan araştırmalarda klasik eser Robert Jervis’in kitabı Perception and Misperception in International Politics’tir (Jervis, 1976). Burada psikoloji ve bilişsel bilim çalışmalardaki gelişmelerden ve geliştirilen yöntemlerde yola çıkılır ve duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi incelenir. Formüllendirmek gerekirse: “algı eşit değildir duyum”. Bakmakla görmek aynı değildir, aynı olduğu varsayıldığında uluslararası ilişkilerde önemli kazalar olabilmektedir. Yazarlar mesela Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkışını, Küba Füzeler Krizi’nin yönetilmesini ve Mısırİsrail 1967 savaşını bu yaklaşımı kullanarak açıklamışlardır (JervisLebow & Stein, 1985). Diğer bir deyişle algıyı “işlenmiş duyum” olarak düşünmek daha doğrudur. Jervis bunu çok güzel bir şekilde özetler ve eserinde, “Yeni enformasyon daima eskisinin ışığında değerlendirilir” der. 1970’lerde yayınlandığında çok etki yapmış, daha sonra biraz da unutulmuş, bugünlerde ise üzerinde çokça durulan çalışmalardan bir tanesidir bu eser. Neo-klasik gerçekçi kuramcılar algı üzerinde çokça durmaktadırlar. Ancak günümüzde bir faktör olarak algıyı çalışanların ne ölçüde Jervis’in ve Lebow’un (Jervis, Lebow & Stein, 1985, Lebow & Stein, 1998, Lebow, 2007) bilişsel psikolojiden aldığı yardımı içselleştirdikleri, ve/ya ne ölçüde bilişsel psikolojide o günden bugüne olan gelişmeleri çalışmalarına kattıkları şüphe götürür. Algı ve algı yanılmasını çalışanların başlangıç noktası olan varsayım, yukarıda bahsi geçen, Robert Jervis’in giriş noktasıdır: “yeni enformasyon daima eskisinin ışığında değerlendirilir”. Yeni enformasyonu hiçbir zaman boş, tamamen bembeyaz bir sayfayla karşılayamayız. Hep kendimizle beraber, kendi bilgilerimizle beraber değerlendiririz. Bundan kaçmak mümkün değil,”denmektedir. Ama eğer her şeyi zaten eskisinin ışığında değerlendiriyorsak; bunu çalışmak çok kolay bir şey değildir. Tarihsel bir olay inceleniyorsa arşivler yardımımıza yetişir. Mesela Küba füzeler krizini konuşuluyorsa; Küba 107 kaynaklarından, Sovyet kaynaklarından ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kaynaklarından görmeye çalışılır (Allison & Zelikow, 1999, Weldes, 1999). Taraflar birbirlerini nasıl algıladıklarına, o dönemdeki yazılı ve sözlü iletişimlere bakılır. Güncel bir olay inceleniyorsa, örneğin komşularla ilişkilerde karşılıklı algılar incelenirken akılcı aktör varsayımı modifiye edilir. Yani karşı taraftaki aktörün akılcı olduğunu varsayıp, onun akılcılığını anlarken; algısının farklı olabileceği varsayılarak değerlendirilir. Yani hamle tahmini yapmaya çalışırken, algının akılcılığa etkisi olduğu dikkate alınır. Yeni güvenliğin öncüsü olmuş Soğuk Savaş Güvenlik Çalışmalarında ikinci grup önemli katkı “stratejik kültür” çalışanlardan gelmiştir. Kültür ve strateji arasındaki ilişkiye bakılmaktadır. Ken Booth, Strategy and Ethnocentrism (Booth, 1979) başlıklı kitabı ile stratejinin kültürden bağımsız olarak anlaşılabileceği varsayımını sorgulayıp, “Başkalarının stratejilerini çalışırken, bunu onların kültürlerinden bağımsız olarak inceleyebilir miyiz?” sorusunu sorar ve olumsuz cevap verir. Örnek olarak Booth kitabında Sovyetler Birliği’ni anlayışımızın nasıl budun merkezli olduğunun ve bunun askeri strateji geliştirmede ne kadar sakıncalı olduğunun, aslında ne kadar farklı çalışmamız gerektiğinin üzerinde durur. Burada anahtar kelime, “ethnocentrism”, “budun merkezli” kavramıdır. Budun-merkezli olmak, başkalarını kendi kültüründeki kabul ve davranışlarıyla değerlendirmek demektir. Budun-merkezli olmaktan kaçınmak çok da kolay değildir; çünkü olay ve olguları kavrayışımız kültürümüzün şekillendirdiği bir süzgeçten geçer. Bu süzgecin başka kültürlerin mensuplarında farklı şekiller yaratabildiğinin ayırdında bile olmayız. Aynı olgu ile karşılaşıldığında aynı şekilde anlaşılacağını düşünmeden var sayarız. Stratejik kültür üzerine çalışmak farklı ülkelerin güvenlik ve strateji konularında nasıl farklı anlayış ve uygulamalarının olabileceği, tüm aktörlerin akılcılığının aynı şekilde işlemediği hususlarında bizi uyarır, bir nevi uyandırır. Bu uyanıklık bazı şeyleri düşünmeksizin varsaymaktan kaçınmamızı (yani varsayımda bulunduğumuzun farkında bile olmadan hareket etmememizi) ve farklı kültürler ve onların davranış kodları konusunda meraklı olmamızı sağlar. 108 Soğuk Savaş döneminde gelişmeye başlayan ve yeni güvenliğin ortaya çıkışına zemin hazırlayan üçüncü grup çalışma etik kaygılardan yola çıkar ve “açıkça” normatiftir. “Açıkça” normatif demekten kastım, aslında bütün kuramların normatif olmasındandır. Gerçekçi kuram da normatiftir; devletin güvenliğinin başkalarının güvenliğinden daha önemli olduğu kabulünden hareket eder. Bu hiyerarşiyi yapabilmesini, sağlayan devletçi bir normdur; yani gerçekçi kuram da normatiftir. Ancak pozitivist epistemoloijisi gereği normatif olduğunu görmediğinden açıkça kabul etmez. Etik kaygıları çalışmalarının odak noktasına alanlar “açıkça” normatiftirler. Güvenlik Çalışmalarının amacının şimdiye kadar hep daha iyi savaşmak ya da hasmı dehşet dengesi ile korkutarak caydırmak olduğunu, bunun ise en iyi durumda “negatif” (Galtung, 1971), yani korkuya dayalı bir barış ve güvenlik ortamı sağlayabildiğini, bunun da korkuya dayalı olması itibariyle “kalıcı” (Boulding, 1978) olamadığını savunurlar. Başka yöntemler kullanarak bütün tarafların ortak bir zeminde farklılıklarını görüşebileceği kalıcı bir barış ve güvenlik ortamı için çaba harcamalıyız derler (Galtung, 1971, Galtung, Ikeda & Gage, 1995, Webel & Galtung, 2007). “Açıkça” normatif duruşu olan ve etik kaygılar taşıyan çalışmalar arasında Barış Araştırmalarının, Güvenlik Çalışmalarının gelişmesi açısından büyük önemi vardır. Soğuk Savaş yıllarında barış Çalışmalarının ortaya koyduğu ancak pozitivist epistemeolojinin izin vermemesi nedeni ile “normatif” denen ve marjinalleştirilen çalışmalar şimdi post-pozitivist epistemolojinin kabul görmesinin sağladığı ortamda “bilimsel” olarak kabul görmektedir. Bu sayede güvenlik artık daha bütüncül bir şekilde çalışılmaktadır. Aslında Soğuk Savaş döneminde (ve tabii bugün de) pozitivizm içinde kendine rahatça yer bulmuş yaklaşımlar da vardır. Mesela, “anlaşmazlık analizi ve çözümü” ağırlıklı olarak pozitivist yöntemler kullanır (Bercovitch, 1984, Zartman & Touval, 1985, karşılaştırınız: Burton, 1987). Zamanında bu yaklaşımlar da ilgi alanları çok “dar” olduğu için eleştirilmiş ve marjinalleştirilmişlerdir. 109 Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Çalışmaları ve “Yeni Güvenlik” Yaklaşımları Yukarıda da bahsedildiği gibi Soğuk Savaş sonrasında Uluslararası İlişkiler çok önemli bir dönüşüm içinden geçti. Artık hem pozitivist hem de post-pozitivist yöntemler “bilim” olarak kabul görüyor; hem nitel hem de nicel yöntemlerin katkıları değerlendiriliyor. Bugün nicel olanın yöntemlerin de ayrı yerinin olduğu konusunda bir fikir birliği oluşmuş durumdadır. Yeni Güvenlik Çalışmalarında iki temel soru araştırmalarımızı şekillendirmektedir. “Güvenlik nedir ve nasıl sağlanır?” soruları. Bunlar çok basit sorular olarak görülebilir ama cevaplaması çok zor olan sorulardır. Soğuk Savaş döneminde sorulmayan çok önemli sorulardır bu ikisi. Bir disiplinin etrafında döndüğü güvenlik ve beraberindeki kaygıların derinlemesine analizinin nasıl yapılmadan bırakılabilmiş olduğu sorusunun cevabı düşünmeksizin varsaydıklarımızda gizlidir. Güvenliğin ne olduğunu ve üstelik herkes için aynı anlama geldiğini bildiğimizi varsaymışızdır. Mutlaka bazı ortak noktalar vardır, ancak Soğuk Savaşın ortaya çıkışı, süreci ve bitişi hakkında bugün bildiklerimiz güvenliğin ne olduğunu bildiğimizi varsaymanın ne kadar tehlikeli olduğuna işaret etmektedir (bkz. Gaddis, 1997). Yeni Güvenlik Çalışmalarında kullanılan yaklaşımlar nitel, nicel, eleştirel, ya da karma olabilmektedir. Mesela “güvenlik nedir?” sorusuna cevap ararken kullanılan yaklaşımlardan biri “güvenlik” kelimesinin ve kavramının şeceresini çıkarmaktır Bundan üç yüz yıl önce güvenli olmak ne demekti? İki yüz yıl önce klasiklerde ne anlama gelirdi? Uygulamada ne anlama gelmiş ve 1950’lerde güvenlik çalışmalarının oluşturulması ile beraber ne anlama geliyor? (Mcsweeney, 1999, Neocleous, 2006). Karşımıza çıkan ilginç bir bulgu, “güvenli” kelimesinin eskiden olumsuz anlam yüklü olduğudur. Güvenli olmak demek “kaygısız” olmak” demekmiş. Şimdi ise; dikkatli olmak, temkinli olmak, önlemlerini almış olmak anlamında kullanıyoruz. Diğer taraftan yine görüyoruz ki güvenlik kelimesi eskiden bireyden bahsedilirken kullanılırmış, yani güvenliğin öznesi bireymiş. Sonradan, Westphalia sonrası dönemde güvenliğin öznesi 110 devlet olmuş. Bu araştırmacılar güvenliğin anlamının belli ve kesin olduğunu ve değişemeyeceğini savunanlara aslında tarih boyunca ne kadar da radikal bir şekilde değişmiş olduğunu ortaya koyarak cevap veriyorlar. Bu iki soruya cevap ararken kullandığımız yöntemlerden bir başkası, güvenlik kültürü analizi yapmak. Stratejik kültürden faklı olarak güvenlik kültürü, toplumların güvensizliklerinin analizi ile ilgileniyor. Buna sadece tehditler bakımından bakmıyoruz, aynı zamanda ihtiyaçlar bakımından da bakıyoruz. Farklı kültürlerde tehditler farklı tanımlanabildiği gibi, “güvenlik nedir?” sorusuna farklı cevaplar da verilebiliyor. Güvenlik kültürü çalışırken Uluslararası İlişkiler disiplininin bize verdiği yetilerin dışına çıkarak ayrı uzmanlıklar edinmek gerekebilir. Uluslararası İlişkilerin içinden, Güvenlik Çalışmalarının içinden, kültürü çalışmak zordur. Strateji ve güvenlik kültürü konularına ilgi duyanların antropoloji bilim dalında da kendilerini yetiştirmek için gayret ettiklerini görüyoruz. Örnek olarak antropolog Hugh Gusterson ile ortak çalışma yapan Jutta Weldes, Mark Laffer ve Raymond Duvall’ı (Weldes, Laffey, Gusterson & Duvall, 1999), sosyal antropolojiyi ikinci doktora alanı olarak seçen Norveç ve İskandinav stratejik kültürünü inceleyen Iver Neumann’ı verebiliriz (Neumann & Heikka, 2005, Neumann, 2007). Üçüncü önemli bir yaklaşım, “güvenlik nedir?” sorusuna cevap ararken kullandığı yöntemde “kimin güvenliği önce gelir?” sorusunu tartışıyor. Devlet mi önce gelir, vatandaş mı önce gelir, yoksa birey mi önce gelir?. Biz, insanları insan oldukları için mi koruyacağız, yoksa şu veya bu devletin vatandaşı oldukları için mi koruyacağız? Yoksa en önce devletin mi korunması gerekiyor? Devletin güvenliği olmadan vatandaşın veya insanların güvenliği olamayacağı mı ele alınmalı? Bu önemli ve hayati sorular ‘toplumsal sözleşme’ ışığında tartışılabildiği gibi (Krause & Williams, 1996, Williams, 1998) uygulamaya yansımaları bakımından da tartışılabiliyor (Buzan, Wæver & De Wilde, 1998, Elbe, 2006, Huysmans, 2006a, 2006b, Huysmans, 2006c, Schlosser, 2006, Burgess, 2008a, Burgess, 2008b). 111 Bir dördüncü yaklaşım da bu soruların cevaplarını hem uygulamalar, hem de temel prensipler ışığında tartışıyor ki bu daha da çetrefil bir tartışma oluyor. Aberystwyth ekolü bu soruyu tartışmaya açan ekoldür. Ken Booth bu ekolün kurucusudur ve Theory of World Security 2008’de bu konularla ilgili yayınladığı eseridir (Booth, 2008). Aberystwyth ekolü, güvenliğin öznesinin birey, tanımının da bireyin özgürleşmesi olması gerektiğini önermişdir. Ayrıca özgürleşmenin kesin tanımının ise tarihsel ve sosyal bağlamda yapılması gerektiğini söylenmiştir. (Booth, 1991a, BilginBooth & Jones, 1998, Bilgin, 1999, Wyn Jones, 1999, 2001, Booth, 2004, 2005, 2008). Cevap olarak Kopenhag Ekolü başka bir yaklaşım geliştirdi; adına “güvenlikleştirme kuramı” deniyor (Waever, 1995, Buzan, Wæver & De Wilde, 1998). Kopenhag ekolü, güvenliğin prensipler değil de söylem üzerinden çalışılmasını önerdi. Onların üzerinde durdukları, güvenliğin toplum tarafından tanımlandığıdır. Yani, güvenliğin söylem analizi ile o toplumdaki anlamı bakımından çalışılması gerektiği. Bu, söylem dışında tehdit yok demek değildir. Bu sadece, tehditlerin oluşması için bunu birisinin tehdit olarak ortaya koyması lazım geldiği anlamına gelmektedir. Analiz sadece maddi düzeyde yapılamaz, aynı zamanda iletişim düzeyinde, söylem üzerinden yapılması lazımdır. Söylem yoluyla problemler tehditlere, tehditler de gerisin geri problemlere dönüştürülebilir. Bu, toplumsal bir ilişkidir (Waever, Buzan, Kelstrup & Lemaitre, 1993, Waever, 1995, Buzan, Wæver & De Wilde, 1998, Waever, 2002, Buzan & Waever, 2004). Sonuç değil ama son olarak girişte bahsettiğim bir hususa geri döneceğim. Güvenlik Çalışmaları, Uluslararası İlişkiler’in gözbebeği bir alt disiplin olmaya devam etmektedir. Ancak bu şimdilik böyledir. Güvenlik Çalışmaları kendini yenilemeye devam ettikçe böyle kalacaktır. Bir duraklama olduğu, Güvenlik Çalışmaları yerinde saymaya başladığı anda sorularına cevap arayanlar başka alt disiplinlere (ve hatta başka disiplinlere) dönebilirler. Soğuk Savaş sonrasında radikal bir yenilenme sürecini başlatan ve Yeni Güvenliğin ortaya çıkmasını ivmelendiren etken, geleneksel yaklaşımların Soğuk Savaşın neden, nasıl ve niye o zaman sona erdiği sorularına cevap vermekte yetersiz kalmasıydı. Bugün de 9/11 olaylarının yarattığı ortamda 112 Güvenlik Çalışmalarının kendisini yenileyerek zamanın sorularına yeni yöntemler ve cesur sorular sorarak ve kullanarak cevap araması şarttır. 113 KAYNAKÇA Allison, G. T. & P. Zelikow (1999) Essence of Decision: Explaining the Cuban Missile Crisis, New York, Longman. Barnett, M. N. (1998) Dialogues in Arab Politics: Negotiations in Regional Order, New York, Columbia University Press. Baylis, J. (Ed.) (1987) Contemporary Strategy, New York, Holmes & Meier. Bercovitch, J. (1984) Social Conflicts and Third Parties: Strategies of Conflict Resolution, Westview Pr. Bilgin, P., K. Booth & R. W. Jones (1998) The Next Stage? Nacao e Defesa, 84, 137-157. Bilgin, P. (1999) Security Studies: Theory/Practice. Cambridge Review of International Affairs, 12, 31-42. Booth, K. (1979) Strategy and Ethnocentrism, New York, Holmes & Meier. Booth, K. (1991a) Security and Emancipation. Review of International Studies, 17, 313-326. Booth, K. (Ed.) (1991b) New Thinking About Strategy and International Security, London, HarperCollins Academic. Booth, K. & E. Herring (Eds.) (1994) Keyguide to Information Sources in Strategic Studies, London ; New York, Mansell. Booth, K. (1999a) Nuclearism, Human Rights and Constructions of Security (Part 1). The International Journal of Human Rights, 3, 1-24. Booth, K. (1999b) Nuclearism, Human Rights and Contructions of Security (Part 2) International Journal of Human Rights, 3, 44-61. Booth, K. (2004) Special Issue on Critical Security Studies. International Relations, 18. Booth, K. (Ed.) (2005) Critical Security Studies and World Politics, Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers. 114 Booth, K. (2008) Theory of World Security, Cambridge, Cambridge University Press. Boulding, K. E. (1978) Stable Peace, University of Texas Press. Brodie, B. (1959) Strategy in the Missile Age, Princeton, N.J.,, Princeton University Press. Brodie, B., F. S. Dunn, A. Wolfers, P. E. Corbett & W. T. R. Fox (1946) The Absolute Weapon, New York,, Harcourt. Burgess, J. P. (2008a) Security as Ethics. Policy Brief, 6, 2008. Burgess, J. P. (2008b) Human Values and Security Technologies. In PRIO (Ed.) Policy Brief. Burton, J. W. (1987) Resolving Deep-Rooted Conflict: A Handbook, Univ Pr of Amer. Buzan, B. (1991) People, States, and Fear : An Agenda for International Security Studies in the Post-Cold War Era, New York, Harvester Wheatsheaf. Buzan, B. & L. Hansen (2009) The Evolution of International Security Studies, Cambridge, Cambridge University Press. Buzan, B. & O. Waever (2004) Regions and Powers: The Structure of International Security. Journal of International Relations and Development, 7, 460-464. Buzan, B., O. Wæver & J. De Wilde (1998) Security : A New Framework for Analysis, Boulder, Colo., Lynne Rienner Pub. Clausewitz, C. V., M. E. Howard, P. Paret & B. Heuser (2006) On War, New York, Oxford University Press. Elbe, S. (2006) Should Hiv/Aids Be Securitized? The Ethical Dilemmas of Linking Hiv/Aids and Security. International Studies Quarterly, 50, 119-144. Freedman, L. (1998) Strategic Coercion : Concepts and Cases, Oxford ; New York, Oxford University Press. 115 Freedman, L. (2004) Deterrence, Cambridge, UK ; Malden, MA, Polity Press. Gaddis, J. L. (1997) We Now Know : Rethinking Cold War History, Oxford, New York, Clarendon Press; Oxford University Press. Galtung, J. (1971) A Structural Theory of Imperialism. Journal of Peace Research, 8, 81-117. Galtung, J., D. Ikeda & R. L. Gage (1995) Choose Peace, London ; Chicago, IL, Pluto Press. Guzzini, S. (1998) Realism in International Relations and International Political Economy : The Continuing Story of a Death Foretold, London ; New York, Routledge. Huysmans, J. (2006a) International Politics of Exception: Competing Visions of International Political Order between Law and Politics. Alternatives, 31, 135-165. Huysmans, J. (2006b) International Politics of Insecurity: Normativity, Inwardness and the Exception. Security Dialogue, 37, 11-29. Huysmans, J. (2006c) The Politics of Insecurity : Fear, Migration, and Asylum in the Eu, Milton Park, Abingdon, Oxon ; New York, Routledge. Jervis, R. (1976) Perception and Misperception in International Politics, Princeton, N.J., Princeton University Press. Jervis, R., R. N. Lebow & J. G. Stein (1985) Psychology and Deterrence, Baltimore, Md., Johns Hopkins University Press. Krause, K. & M. C. Williams (1996) Broadening the Agenda of Security Studies: Politics and Methods. International Studies Quarterly, 40, 229-254. Lebow, R. N. (2007) Classical Realism. IN Dunne, T., Kurki, M. & Smith, S. (Eds.) International Relations Theories: Discipline and Diversity. New York, Oxford University Press: 52-70. 116 Lebow, R. N. & J. G. Stein (1998) Nuclear Lessons of the Cold War. IN Booth, K. (Ed.) Statecraft and Security: The Cold War and Beyond. Cambridge, Cambridge University Press: 71-86. Mcsweeney, B. (1999) Security, Identity and Interests: A Sociology of International Relations, Cambridge University Press. Mearsheimer, J. J. (1990) Back to the Future: Instability in Europe after the Cold War. International Security, 15, 5-56. Mearsheimer, J. J. (2007) Structural Realism. IN Dunne, T., Kurki, M. & Smith, S. (Eds.) International Relations Theories: Discipline and Diversity. New York, Oxford University Press: 71-88. Mearsheimer, J. J. (2009) International Relations, 23, 241-256. Reckless States and Realism. Neocleous, M. (2006) From Social to National Security: On the Fabrication of Economic Order. Security Dialogue, 37, 363-384. Neumann, I. B. (2007) "A Speech That the Entire Ministry May Stand for," Or: Why Diplomats Never Produce Anything New. International Political Sociology, 1, 183-200. Neumann, I. B. & H. Heikka (2005) Grand Strategy, Strategic Culture, Practice: The Social Roots of Nordic Defence. Cooperation and Conflict, 40, 5-23. Paret, P., G. A. Craig & F. Gilbert (1986) Makers of Modern Strategy : From Machiavelli to the Nuclear Age, Princeton, N.J., Princeton University Press. Schelling, T. C. (1960) The Strategy of Conflict, Cambridge,, Harvard University Press. Schelling, T. C. (1966) Arms and Influence, New Haven,, Yale University Press. Schelling, T. C. & M. H. Halperin (1961) Strategy and Arms Control, New York,, Twentieth Century Fund. 117 Schlosser, K. L. (2006) Us National Security Discourse and the Political Construction of the Arctic National Wildlife Refuge. Society & Natural Resources, 19, 3-18. Tickner, J. A. (1995) Re-Visioning Security. IN Booth, K. & Smith, S. (Eds.) International Relations Theory Today. Oxford, Polity: 175-197. Waever, O. (1995) Securitization and Desecuritization. IN Lipschutz, R. D. (Ed.) On Security. New York, Columbia University Press: 46-86. Waever, O. (2002) Identity, Communities and Foreign Policy: Discourse Analysis as Foreign Policy Theory. European Integration and National Identity: The Challenge of the Nordic States, 20-49. Waever, O., B. Buzan, M. Kelstrup & P. Lemaitre (1993) Identity, Migration and the New Security Agenda in Europe, London, Pinter. Walt, S. M. (1987) The Origins of Alliances, Cornell University Press. Waltz, K. N. (1959) Man, the State, and War; a Theoretical Analysis, New York,, Columbia University Press. Waltz, K. N. (1967) Foreign Policy and Democratic Politics; the American and British Experience, Boston, Little. Waltz, K. N. (1979) Theory of International Politics, Reading, Mass., Addison-Wesley Pub. Co. Webel, C. & J. Galtung (2007) Handbook of Peace and Conflict Studies, London ; New York, Routledge. Weldes, J. (1999) Constructing National Interests: The United States and the Cuban Missile Crisis, Minneapolis, University of Minnesota Press. Weldes, J., M. Laffey, H. Gusterson & R. Duvall (Eds.) (1999) Cultures of Insecurity : States, Communities, and the Production of Danger, Minneapolis, University of Minnesota Press. Williams, M. C. (1998) Identity and the Politics of Security. European Journal of International Relations 4, 204-225. 118 Wyn Jones, R. (1999) Security, Strategy, and Critical Theory, Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers. Wyn Jones, R. (Ed.) (2001) Critical Theory and World Politics, Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers. Zagare, F. C. (1990) Modeling International Conflict, New York, Gordon and Breach Science Publishers. Zagare, F. C. & D. M. Kilgour (2000) Perfect Deterrence, Cambridge, UK New York, NY, Cambridge University Press. Zagare, F. C. & J. Kugler (1987) Exploring the Stability of Deterrence, Boulder, Colo., L. Rienner Publishers. Zartman, I. W. & S. Touval (1985) International Mediation: Conflict Resolution and Power Politics. Journal of Social Issues, 41, 27-45. 119 HUKUK ALANINDA BİLİMSEL ÇALIŞMA METODU Prof.Dr. Ayşe NUHOĞLU 1 Metot, Fransızca kökenli bir kavram olup, Klasik Yunancada methodos, izlenmesi gereken yol anlamındadır2. Metot önemlidir. Çünkü metot en kısa sürede doğru sonuca varmayı sağlar. Bu bakımdan metot doğru seçilmemişse amaca ulaşmak imkanı da ortadan kalkmış olur. Doğruluk iki şekilde karşımıza çıkar: Formel doğruluk ve içeriksel (maddi) doğruluk. Formel doğruluk, içeriğe ilişkin değerlendirmeler bir yana bırakılarak salt şekil açısından akıl yürütme normlarının bulunup uygulanması ile ulaşılan doğruluktur. (Aristocu) Formel mantık, hangi önermeler hangi biçimlerde söylendiğinde hangi doğru ya da yanlış sonuçlara götürecektir, ana sorun budur. İçeriksel doğruluk, içerikten yoksun, salt formel, biçimsel mantık yanında içerik olarak doğru olmak da bir diğer ölçüttür. Hukukta akıl yürütme yoluyla bir sorun çözülür. Akıl yürütme de bir kanıtlama yöntemidir. Hukukta araştırmada genellikle bir toplumsal olgu incelenir. Her bir çalışmanın amacı topluluk halinde yaşayan insanlar hakkında kabul edilebilir bir doğruya ulaşmaktır. Toplumsal olgunun incelenmesinde üç düzey kullanılabilir. 1; Toplumsal düzey 2; Grup düzeyi 3; Birey düzeyi Örneğin toplumsal düzeyde devlet incelenebilir veya grup düzeyinde siyasi parti, cemaat gibi gruplar, bireysel düzeyde ise suç işleme davranışı gibi davranışlar incelenebilir. Toplumsal düzeye ilişkin araştırmalarda, ölçme ile ilgili değerlendirmeler gittikçe zorlaşmaktadır. Zira bu halde inceleme perspektifi gittikçe genişlemektedir. Birey ve grup düzeyindeki 1 2 Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi. Yasemin Işiktaç/Sevtap Metin; Hukuk Metodolojisi, s. 11. araştırmalar sayısal olarak ifade edilebilir, yani istatistiksel değerlere dönüştürülebilir. Oysa toplumsal olgu olarak sistemlerin incelenmesi daha çok kavram alanına yönelik bir incelemedir ve teorik kalır. Birey ya da grup düzeyinde araştırma ise çevreyi değerlendirme dışı tuttuğu eleştirisi ile karşılaşmaktadır. Sonuç olarak her üç tür araştırma da önemlidir ve her düzeyde yapılacak araştırma toplum bilimleri alanının aydınlatılmasını sağlar3. Sosyal Bilimlerde Araştırmadaki Sorunlar Kavramsallaştırma sorunu: Bilimsel çalışmanın başlangıç noktasını meydana getiren bir varsayım oluşturabilmek için önce yönelinen şeyin açık, net kavramlarla ortaya konması gerekir. Her bilimsel çalışma kendi kavramlarını da, dilini de kurar. Kavramlardaki kesinlik ve açıklık bilimsel çalışmanın kalitesi için ilk koşuldur. Sosyal bilimlerde en temel kavramlarda bile bir uzlaşma henüz sağlanamamıştır. Bu hususa örnek olarak yargılama ve muhakeme kavramları gösterilebilir: Türk Ceza Kanunu’nun 6. maddesinde, avukat yargılama görevi yapan olarak tanımlanmıştır. Oysa muhakeme hukukunda avukat savunma görevi yapan olarak kabul edilmektedir. Ceza muhakemesinde muhakeme faaliyetinin iddia, savunma ve yargılama faaliyetinden oluştuğu, yargılama faaliyetinin hakim ve mahkemeler tarafından yerine getirildiği kabul edilmektedir. Bir bilimsel çalışma kendi içinde tutarlı olmalı, aynı kurumu anlatmak için aynı kavram kullanılmalıdır. Özellikle kavramlarda açıklık ve kesinlik olmadığında, bilimsel çalışmada hangi kavramın neden kullanıldığı açıklanmalıdır. Değişkenlerin çokluğu bir başka sorundur. Sosyal bilimlerde özellikle sistem analizi gibi büyük ve kapsayıcı sorularda doğal olarak değişken sayısı da gittikçe artacak, verilen cevaplar belirsizleşecektir. 3 Işıktaç/Metin, s. 23. 120 Ölçme ile ilgili sorunlar mevcuttur: Sosyal bilimlerde değişkenlerin çokluğu ve belirsizliği ölçme, istatistiklerin sonuçlarına güveni de etkileyecektir. Örneğin yeni ihdas edilen bir kanunda cezalar ağırlaştırılmıştır. Yeni kanundan sonra işlenen suç sayısında azalma varsa, bu husus ağır cezaların suçları önlemede etkili olduğu, daha caydırıcı olduğu anlamına her zaman gelmez. Bir kere bu halde suçları ölçmenin güvenilirliği sözkonusu olur. Örneğin birinde verilen mahkumiyet kararları esas alınarak suç ölçülür, ikincisinde kolluğa yapılan başvurular esas alınır, doğru bir sonuca ulaşılamaz. Veya yeni kanun ile kolluğa başvuru esasları değiştirilmiş olabilir, bu değişiklik başvuruları azaltmış olabilir. Hukukta bilimsel çalışmalarda esas olarak normlar veya hukuk normları kullanılacaktır. Bu normlar çeşitli şekillerde yorumlanacak değerlendirilecektir. Ancak bu değerlendirme yapılmadan önce bir normlar hiyerarşisinin bulunduğunu belirtmek gerekir. Yorum yapılırken normlar hiyerarşisi göz önünde bulundurulacak, alt basamaktaki bir norm üst basamaktaki bir norma aykırı olacak şekilde yorumlanamayacaktır. Veya yorumlansa bile bu normun hatalı olduğu eleştirisi yapılmalıdır. Normlar hiyerarşisinde normların birbiri ile olan ilişkisi ele alınır. Bir piramit şeklinde belirtildiğinden piramidin tepe noktasında anayasa4 bulunmaktadır. Anayasadan sonra uluslararası sözleşmeler, kanunlar ve daha sonra idarenin düzenleyici işlemleri gelmektedir. Bilimsel çalışmada yorumlanan normun yürürlüğe girmiş, zımni veya açık bir şekilde yürürlükten kalkmamış olması gerekir. Normların yorumlanırken kabul edilen çeşitli yorum şekilleri bulunmaktadır. Bunlar, lafzi yorum, amaçsal yorum, mantıksal yorum gibi çeşitlerdir. Mantıksal yorumda, maddenin amacı, kanunda yeraldığı bölüm, diğer maddelerle ilişkisi, kanunun sistem ve planı içindeki yeri göz önüne alınır. Piramidin tepesinde uluslararası sözleşmelerin bulunduğu, Anayasa’nın ikinci sırada kanunların önünde bulunduğunu kabul eden görüşler de bulunmaktadır. Bkz. Işıktaç/Metin, s. 52. 4 121 Amaçsal yorum yapılırken kanunun hazırlık çalışmaları gözönüne alınır, kanun koyucunun amacı araştırılır. Ancak bu halde kanun koyucunun subjektif amacının mı, yoksa objektif amacının mı araştırılması gerektiği tartışmalıdır. Mukayeseli hukuka yorumda kullanılabilir. Özellikle kanunlarda iltibas sözkonusu ise mukayeseli hukuka, oradaki uygulamaya sıklıkla başvurulur. Örneğin 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu büyük oranda 1889 İtalyan Ceza Kanunu’nun tercümesinden oluşmaktaydı. Bu halde Kanunda bir madde yorumlanırken, İtalyan hukukundaki yorumlar göz önüne alınmaktaydı. Her bilimsel araştırmada olduğu gibi, hukukta da bilimsel araştırmalarda bir problem ortaya konmalıdır. Bilimsel çalışmanın sonunda bu probleme bir çözüm getirilmelidir. Örneğin iletişimin denetlenmesinin koşulları bir bilimsel çalışmada incelenerek, mevcut koşulların veya kanunda belirtilen koşulların uluslararası kurallara uygunluğu problem olarak ortaya konabilir ve bu koşulların temel hak ve hürriyetlere uygunluğu problem olarak ortaya konabilir. Problem ve çözümü tespit edildikten sonra, olması gereken koşulların ne olduğu, hangi koşullarla iletişim denetlenirse hukuka uygun olacağı tespit edilir. Bu halde bilimsel çalışmanın amacına ulaşılmış olur. Bilimsel çalışmada ayrıca seçilen konunun önemi vurgulanmalı, neden o konunun seçildiği açıklanmalıdır. Örneğin bugün Türkiye açısından en sıkıntılı konulardan, Türkiye’yi uluslararası alanda zor duruma düşüren konulardan biri ifade özgürlüğü ve bunun sınırlandırılmasıdır. Türk hukukunda ve uygulamasında ifade özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğuran, anayasal kurumları aşağılama veya terör örgütünün propagandası gibi suç tipleri incelenerek, hangi koşullarla bu suçların oluştuğunu açıklamak, diğer hukuk sistemlerinden örnekler vermek uluslararası alanda bir nebze olsun Türkiye’yi rahatlatacaktır. Hukuk alanında bilimsel çalışmada mutlaka o konuda yapılmış olan eski yeni diğer çalışmaların gözönünde bulundurulması, o çalışmalarda ileri sürülen fikirlerin eleştirilmesi veya yerinde olduğunun belirtilmesi gerekir. Şayet daha önce ileri sürülen bir fikre, 122 düşünceye katılma sözkonusu ise, mutlaka bu düşüncenin belirtilmesi gerekmektedir. Bu halde atıf yapılırken “aynı görüş için bakınız” şeklinde atıf yapılacaktır. Daha önce ileri sürülmüş bir düşüncenin hiç atıf yapılmaksızın alınması halinde intihal gündeme gelebilecektir. İntihal başkalarına ait fikri bir ürünün yazar tarafından kendi fikri ürünü imiş gibi gösterilmesidir. İntihal konusu Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda suç olarak düzenlendiği gibi, disiplin yönetmeliklerinde de disiplin suçu olarak düzenlenmektedir. Başkalarından alıntı yapılırken, şayet aynen alıntı şeklinde ise bunun tırnak içinde belirtilmesi, şayet alıntı aynen değil ve fakat sadece o fikrin alınması şeklinde ise bu husus dipnotta belirtilmek suretiyle gerçekleştirilebilir. Her bilimsel çalışmada olduğu gibi, hukuk alanındaki bilimsel çalışmada da çeşitli verilerin toplanması gerekmektedir. Bu halde veri, araştırma konusuna ilişkin olarak daha önce yazılmış olanlar, yapılmış araştırmalardır. Bu çalışmalar titizlikle araştırılmalı, mümkün olduğunca geniş bir literatür toplanmalı ve analizi yapılmalıdır. Bilimsel çalışmada bir sonuç bulunmalıdır. Sonuç çalışmanın konusunu oluşturan problemin çözümü olup, varolan normların yerinde olduğu veya değiştirilmesi gerektiği yönünde olabilir. 123 ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ: TEMEL PRENSİPLER Yard. Doç. Dr. Umut Aydın1 Uluslararası İlişkiler sosyal bilimlerin bir dalı olarak devletler, devletlerarası ve devletlerüstü aktörler ve kurumların davranışlarını, birbirleriyle ilişkilerini, etkileşimlerini ve dönüşümlerini açıklar ve geleceğe dönük tahminlerde bulunur.2 Bir sosyal bilim dalı olarak bilimsel düşüncenin temel prensipleri uluslararası ilişkiler alanında da geçerlidir ve bu nedenle araştırmacıdan araştırmanın taslağından son ürününe (tez, makale, kitap, sunum) kadar bu prensipler doğrultusunda hareket etmeleri beklenir. Bilimsel düşüncenin temel prensipleri özetlenebilir (King, Keohane and Verba 1994, 7-9): dört maddede 1. Bilimsel araştırmanın amacı, ampirik bilgiler ışığında, dünya hakkında betimleyici veya açıklayıcı çıkarımlar yapmaktır. Sadece sistematik olarak veri toplamak bir bilimsel araştırma için yeterli değildir; verilerden direk gözlemlenebilenden daha öteye giden çıkarımlar yapmak araştırmacının hedefi olmalıdır. 2. Bilimsel araştırmalarda kullanılan prosedürlerin tamamı kamuya açık olmalıdır. Prosedürler anlaşılabilir, diğer araştırmacılar tarafından tekrarlanabilir, karşılaştırılabilir nitelikte olmalıdır. 3. Bilimsel araştırmanın sonuçları kesin değildir. Çıkarım her zaman belirsizlikler içerir. Araştırmacının görevi, araştırma sonuçlarındaki belirsizlik düzeyini elinden geldiğince tahmin edip sonuçlarla birlikte ortaya koymaktır. 4. Bilimin içeriği yöntemidir. Bilimsel yöntemlerle herhangi bir konuyu çalışabilirsiniz. Bilimin alanları, konuları, içeriği, incelediği Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi. Bildiriyi okuyup yorumlarɪyla katkɪda bulunan Kemal Kirişçi’ye ve Selcan Kaynak’a teşekkür ederim. 1 2 125 materyaller sınırsızdır, bilim dallarının tek ortak özelliği araştırmada kullanılan yöntemlerdir. Bu prensiplerden yola çıkarak, sosyal bilimcilerin uğraşı etrafımızda gözlemlediğimiz karmaşık dünyayı anlamlandırmaktır. Bunu gerçekleştirmek için araştırmada izleyeceğimiz prosedür bir araştırma taslağı (research design) hazırlayarak bu taslağa göre araştırmayı gerçekleştirmek, verilerden çıkarımlar yapmak ve sonuçlarını yazılı ve sözlü olarak sunmaktır. Araştırma süreci beş ana aşamadan oluşur: 1) Araştırma konusunun belirlenmesi, 2) Araştırma dizaynının hazırlanması (teori ve metodolojinin belirlenmesi), 3) Literatür taraması ve teorik çerçevenin belirlenmesi, 4) Veri toplanması ve değerlendirilmesi 5) Araştırmanın yazıya dökülmesi. Bu süreci görsel olarak Şekil 1’deki gibi özetleyebiliriz. Bu bildiri ilk dört süreç üzerine yoğunlaşarak uluslararası ilişkiler öğrencilerine araştırma sürecinin ana prensiplerini anlatmayı hedeflemektedir. Başvurulan kaynakların yer aldığı bir kaynakçaya ilaveten uluslararası ilişkiler metodolojisi konusunda temel kaynakları içeren bir ek kaynakça da hazırlanmıştır. Araştırma konusunun belirlenmesi Araştırma taslağının hazırlanması Literatür taraması ve teorik çerçevenin belirlenmesi Yazma ve revizyon Veri toplama ve toplanan verilerin değerlendirilmesi Şekil 1: Araştırma Sürecinin Akışı 126 Araştırma Konusunun Belirlenmesi Her araştırma, araştırmacının merakını cezbeden bir soruyla başlar. Max Weber’in (1918) dediği gibi araştırma soruları biz onları ararken, masa başında çalışırken değil, beklenmedik bir şekilde karşımıza çıkar genelde (Newton’ın başına düşen elma hikayesini düşünün). Ancak tesadüfi olarak aklımıza gelmiş gibi görünse de araştırma konularının çoğu yoğun bir okuma ve araştırma sürecinden sonra kafamızda oluşur ve netleşir. İyi bir araştırma sorusunun özellikleri şunlardır: 1. Araştırma konusu bir soru şeklinde, ve ideal olarak “neden” sorusu şeklinde olmalıdır. Diğer bir deyişle, merak uyandıran ve çözümü bariz olmayan bir bilmece içermelidir. Böyle bir soru araştırmacıyı neden-sonuç ilişkileri aramaya ve açıklayıcı çıkarımlar yapmaya teşvik eder. Ayrıca okurun merakını cezbetmek için de araştırmanın bir bilmece önermesi önemlidir. Örneğin “ABD askeri üstünlüğüne rağmen neden Vietnam Savaşı’nda başarısız olmuştur?” sorusu bir araştırma konusu olarak “Kore ve Vietnam Savaşlarının karşılaştırılması” şeklinde belirlenen bir araştırma konusundan üstündür, çünkü cevabı bariz olmayan bir bilmece içerir. 2. Araştırma sorusunun kapsamı iyi belirlenmelidir. Örneğin uluslararası ekonomi politik konusunda çalışan bir araştırmacı “Avrupa neden finansal kriz karşısında ortak bir çözüm geliştiremedi?” sorusunu geliştirmek için soruda yer alan başlıca kavramları, araştırmanın kapsayacağı ülkeleri ve zaman dilimini belirlemelidir. Avrupa’dan kasıt nedir? Avrupa Birliği üyesi ülkeler mi yoksa Avrupa kıtasında yer alan bütün ülkeler mi? Araştırmacı hangi zaman dilimine yoğunlaşacaktır? Ayrıca araştırmacı finansal kriz, ortak çözüm gibi kavramlarla ne ifade etmek istediğini de netleştirmelidir. 3. Araştırma soruları en genelinden (Devletlerarası savaşın nedenleri nelerdir?) özele kadar gidebilir (Birinci Dünya Savaşı’nın 127 nedenleri nelerdir?).3 2. maddede belirttiğim gibi, genel olarak ifade edilen soruların kapsamının (sınırlarının) iyi belirlenmesi gerekir ve bu sınırların araştırmacının zamanı ve kaynakları açısından dikkatlice değerlendirilmesinde fayda vardır, zira hiçbir araştırmacı sınırsız kaynak ve zamana sahip değildir. Bunun yanı sıra, soruların çok özele inmesinde de sakıncalar olabilir. Burada dikkat edilecek nokta araştırma tek bir olaydan veya olgudan yola çıksa bile daha genel sonuçlara varmamızı sağlayacak potansiyelinin olmasıdır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini çalışan bir araştırmacı bu araştırmanın bulgularından savaşların tümü, veya çok kutuplu (multipolar) güç dengesi konusunda daha genel, teorik veya ampirik katkılar yapmayı hedeflemelidir. Aksi takdirde, genelleme çabası olmayan bir araştırma Uluslararası İlişkiler’den ziyade tarihsel bir çalışma olacaktır. 4. Araştırma sorusu önemli bir olgunun veya olayın incelenmesine fırsat vermelidir.”Önem” elbette ki görece bir kavramdır, ancak araştırmacı dışında kimseyi ilgilendirmeyen, dünya hakkında daha genel bilgilere veya yorumlara ulaşmamızı sağlayamayacak kadar dar bir alanda araştırma yapmaktan kaçınmak gerekir. Araştırma sonunda ulaşılabilecek sonuçların toplumsal veya bilimsel bir değeri olmalıdır. Araştırma Taslağının Hazırlanması Uluslararası ilişkilerde verimli bir araştırma iyi bir araştırma konusunun konuya uygun olarak tasarlanmış bir araştırma taslağı (research design) çerçevesinde çalışılmasıyla ortaya çıkar. Araştırma konusu belirlendikten sonra, araştırmacı araştırma sürecinde kendisine yardımcı olmak üzere bir plan hazırlar. Araştırma taslağı araştırmacıyı Araştırmada ayrıca analiz düzeyine de dikkat edilmesi gereklidir. Analiz düzeyinin önemini Uluslararası İlişkiler alanında ilk olarak Kenneth Waltz Man, The State and War (1959) başlıklı çalışmasında ortaya atmıştır. Waltz savaşın sebeplerini araştırdığı bu eserinde mikro düzeyden makro düzeye doğru giden, birey, devlet ve toplum, ve uluslararası sistem adını verdiği üç araştırma düzeyi belirlemiştir. Araştırma düzeyinin saptanması önemlidir, çünkü araştırma düzeyi araştırmacının hangi aktörleri ve süreçleri vurgulayacağını, ve araştırma sürecinde neyi görüp görmeyeceğini ve analizin genel karakterini ve sonuçlarını belirler. Analiz düzeyi tartışmasında önemli diğer bir katkı da David Singer (1961) tarafından yazılmıştır. 3 128 yönlendirecek bir yol haritasıdır ve araştırmanın belirlenen süre içinde tamamlanabilmesi için büyük önem taşır. İyi bir araştırma taslağında bulunması gereken öğeler şunlardır: - Araştırma sorusu ve sorunun önemi - Ön literatür taraması ve teorik açıklama, hipotezlerin belirlenmesi - Metodoloji: veri toplama yönteminin (anket, mülakat, arşiv çalışması vb.) belirlenmesi, verilerin nasıl kullanılacağının belirlenmesi (istatistiksel çalışma, vaka incelemesi) Literatür Taraması Literatür taramasının işlevi araştırma yaptığımız konu üzerinde bizden önceki araştırmacıların yaptıklarını incelemek, eksik noktalarını tespit etmek ve bizim araştırmamızın bu literatüre nasıl bir katkı yapabileceğini belirlemektir. Bilim kolektif bir çabadır, bu nedenle bizden önce gelenlerin yaptıklarından öğrenmek ve araştırmamızı onların doğru veya yanlışlarından öğrenerek inşa etmek bilimsel çalışmanın temel gereklerindendir.4 İyi bir literatür taraması yapmak için şu noktalara dikkat edilmelidir: 1. İyi bir literatür taraması için hem derinlemesine hem genişlemesine okuma yapmak gereklidir. Kütüphane kataloğunu, Tübitak-ULAKBİM ve JSTOR benzeri veritabanlarını iyi kullanmayı öğrenin ve araştırmanıza buralardan başlayın. 2. Okurken notlar alın, özetler çıkartın, bir sentez yapmaya çalışın. Araştırma yaptığınız alandaki belli başlı eserlerle, akımlarla, onların eleştirileriyle, yazarlar arasındaki tartışmalarla aşina olun. 3. Literatür taraması art arda sıralanan kitap ve makale özetleri değildir. Literatür taramasının bir argümanı olmalıdır. Bu argüman araştırmanızın literatüre nasıl bir katkı yapacağı ile ilgilidir. Literatürdeki bir hatayı veya eksiği mi gidermeye çalışıyorsunuz? Daha Newton’ın da kullandığı ünlü bir alıntı bu görüşü özetler: “Eğer başkalarından daha ileriyi görebilmişsem, devlerin omzunda yükseldiğim içindir” (Bernard of Chartres, 12. yy). 4 129 önce incelenmemiş bir vakayı mı inceliyorsunuz? Daha önce incelenmiş bir vakaya yeni ve daha üstün bir bakış açısı mı getirmeyi amaçlıyorsunuz? Literatür taraması literatürdeki eksiklikleri tanımlayıp kendi araştırmanızın katkısını ön plana çıkarmanızı sağlar. Bu nedenle okuduklarınızdan bir sentez yapmanız, literatürdeki eksiklikleri, az araştırılmış alanları tespit etmeniz, ve araştırmanızın bu literatüre ne şekilde katkıda bulunacağını belirlemeniz ve okuyucuya aktarmanız önemlidir. 4. Literatür araştırmasının amacı konu üzerine ne kadar çok kitap ve makale okuduğunuzu göstermek değildir. Bu nedenle sadece okumuş olduğunuzu göstermek için literatür taramanıza kitap ve makaleler eklemeyin. Sadece argümanınızı yapmanıza yardımcı olacak eserleri tartışın. 5. Literatür taraması “kopyala-yapıştır” tekniğiyle yazılamaz. Kitap ve makaleleri özetlemeyin, çok sayıda direk alıntı yapmayın. Bunlar yerine sentezler yapın. Bu dikkatli ve eleştirel okumayı ve düşünmeyi gerektirir, sadece özet çıkarmaktan daha çok zaman alır. Ancak iyi bir literatür taraması yapmanın tek yolu budur. 6. İntihal son yıllarda akademide çok önemli bir sorun haline gelmiştir. Literatür taramanızı yaparken kaynaklarınızı belirtmeye dikkat edin. Direk alıntının yanı sıra, başka bir yazarın fikirleri, cümleleri, cümle yapısı, veya topladığı verileri kullanıyorsanız atıf yapmak zorundasınız. Teori ve Hipotezler Araştırmanın teorik kısmı, varolan sosyal bilimler teori ve modellerinden yola çıkarak veya gözlemlenen verilerden genelleyerek araştırma sorusunun cevaplanmasını sağlar. Araştırmanın teorik kısmına geçmeden önce literatür taramasının tamamlanması, varolan teori ve modellerden hangisi veya hangilerini kullanabileceğimiz, bu teorilerin hangi noktalarda eksik kaldıkları veya hatalı oldukları ve bu yüzden nasıl geliştirilmeleri gerektiğini saptamamızı sağlar. Eğer araştırmacı literatürde yer alan teorilerden hiçbirini tatminkar bulmuyorsa, araştırma sorusunu cevaplamak için kendi modelini geliştirebilir, yalnız bu seçeneğin varolan teorileri geliştirerek 130 kullanmaktan daha zor bir çaba olduğunu unutmamak gerekir. İyi bir teorik açıklamanın özellikleri şunlardır (Van Evera, 1997: 17-21): 1. İyi bir teorik açıklama mantıklı ve kendi içinde tutarlı olmalıdır. 2. İyi bir teorik açıklamanın geçerliliği ampirik araştırmayla sınanabilmelidir (testability, falsifiability). Yani teoriyi yanlış çıkartabilecek veriler, pratikte olmasa bile teorik olarak varolmalıdır. Örneğin doğruluğu ampirik olarak sınanamayacak normatif argümanlar iyi bir teorik açıklama olamaz. 3. İyi bir teori genel olmalıdır. Sadece tek bir vakayı değil, pek çok vakayı aydınlatabilmelidir. Mesela Kenneth Waltz’ın neorealist teorisi genel bir modeldir, çünkü pek çok değişik zaman ve koşulda geçerli olma iddiası taşır. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın Avusturya arşidükü Franz Ferdinand’ın öldürülmesi yüzünden çıktığı argümanı tek bir vakaya özeldir. Teorik açıklamanız ne kadar çok değişik olayı tatmin edici şekilde aydınlatabiliyorsa o kadar iyidir. 4. İyi bir teorik açıklama basittir (parsimonious). Modeller ve teoriler tanımları gereği gerçek hayatın karmaşıklığını azaltırlar, gerçek hayatı basite indirgerler. Ancak teori basitleştikçe detayları açıklama yetisinden kaybeder, yani basitlik ve gerçeği yansıtmak genelde birbiriyle çelişki içindedir. Araştırmanın amacı çerçevesinde bu iki prensibi dengelemek gerekir. Genel olarak teorik çerçeve belirlendikten sonra bu çerçeveden hipotezler çıkarılmalıdır. Hipotez teoriden daha dar, bir neden-sonuç ilişkisi ortaya atan bir önermedir. Genel bir dille “Eğer A ise, B olmalıdır” şeklinde ifade edilebilir. Burada A bağımsız değişken (“neden” olduğuna inandığımız faktör), B ise bağımlı değişkendir (açıklamaya çalıştığımız sonuç). Örneğin, Waltz’ın neorealist teorisinde yola çıkarak “Çok kutuplu (multipolar) bir sistem olan 1. Dünya Savaşı öncesinde devletlerin zıt ittifaklar kurarak kutuplaşması beklenir.” Burada uluslararası sistemin kutuplaşma derecesi bağımsız değişkendir, devletlerin kutuplaşan ittifaklar kurması açıklanmaya çalışılan sonuç, 131 yani bağımlı değişkendir. Bu şekilde ortaya konan bir hipotezin doğruluğu araştırmada toplanan verilerle sınanabilir. Araştırma hipotezlerini olabildiğince açık seçik bir şekilde belirledikten sonra, araştırma taslağında kararlaştırdığımız veri toplama sürecine geçebiliriz. Veri Toplama Veri toplamanın amacı, araştırmacının araştırma sorusuna verdiği teorik cevabın gerçek dünyada gözlemlenen verilerle desteklenip desteklenmediğini belirlemektir. Ampirik araştırmanın amacı araştırmacının açıklamasını doğrulamak değil, doğruluğunu sınamaktır. Araştırmacı açıklamasını desteklemeyen verilerle karşılaşırsa bunları görmezden gelmek yapabileceği en büyük hatadır. Bu davranış bilimsel tarafsızlığa gölge düşürür. Kendi açıklamasına karşıt veriler ortaya çıkaran araştırmacı bu veriler hakkında derinlemesine düşünüp, açıklamasına neden ters düştüklerini ortaya çıkarmaya çalışmalıdır. Gerekirse açıklamasının sınırlarını daraltmalıdır. Karşıt verilerin varlığını kabul eden ve açıklayan araştırmacı, araştırmasını tam yapmış demektir. Araştırmacı ampirik araştırmayla değişik türde veriler toplayabilir. Veriler, gerçek hayattan sistematik olarak toplanmış bilgilerdir. Veriler en geniş ayrımla iki tür kaynaktan derlenebilir: birincil ve ikincil kaynaklar. Birincil kaynaktan toplanan veriler araştırmacının kendisinin gözlem, deney, anket, mülakat gibi yöntemlerle direk topladığı verilerdir (Gürak, 2004: 15-16). İkincil kaynaklardan veri toplamak ise daha önce başkaları tarafından derlenmiş ve yayınlanmış verilerden faydalanmaktır. İkincil kaynaklardan veri toplamak genel olarak masraf ve zaman olarak daha ekonomiktir. Birincil kaynaklardan veri toplamak ise çalışmanın orijinalliği açısından önemlidir. Araştırmada hangi tür verinin kullanılacağı araştırma konusuna bağlı olduğu kadar araştırmacının kaynaklarıyla da belirlenir. Ampirik araştırmalar niteliksel (kalitatif) ve niceliksel (kantitatif-sayısal) olarak ikiye ayrılır. Niteliksel araştırma az sayıda hatta bazen tek ülkenin, olayın veya olgunun derinlemesine araştırılmasıdır. Derinlemesine araştırma, araştırmacının vakaların tarihsel gelişimlerini 132 ve özelliklerini detaylı olarak incelemesine, ve bu sayede araştırmada belirlediği nedenlerin (bağımsız değişkenlerin) açıklamaya çalıştığı sonucu (bağımlı değişken) nasıl etkilediğini ortaya çıkartmasına yardımcı olur. Araştırmacı bu şekilde neden ve sonuç arasında gerçekçi bir nedensel zincir kurmayı hedefler. Özellikle nedensel zincirin karmaşık olduğu durumlarda niteliksel araştırma tercih edilir. Niceliksel araştırmalar sayısal verilerin araştırmacının ortaya attığı neden-sonuç ilişkilerinin varolup olmadığını belirlemek için kullanıldığı araştırmalardır. Örneğin, David Singer’ın 1963 yılında devletlerarası savaşın çıkış sebeplerini araştırmak üzere başlattığı “Correlates of War” isimli proje 1816 yılından beri uluslararası sistemde yapılmış savaşlar üzerine veri toplayarak savaşların çıkma sebeplerini istatistiksel olarak ortaya koymaya çalışır. Bir başka örnek de Demokratik Barış literatüründeki pek çok çalışmadır. Bu konuda çalışan araştırmacılar demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmadıklarını, ve demokratik ülkelerin hangi özelliklerinin bu sonuca katkıda bulunduğunu (milli gelir, ticari ilişkiler vs) istatiksel olarak araştırırlar. Niceliksel çalışmaların avantajı, bulguları çok sayıda ülke veya olgu üzerinde veriye dayandığı için daha sağlıklı genellemeler yapılmasına olanak tanımalarıdır. Her iki türde—niteliksel veya niceliksel—araştırmanın bazı avantajları ve dezavantajları vardır. Bu avantaj ve dezavantajlar şu şekilde özetlenebilir. Niceliksel araştırmalar genel sonuçlara ulaşmaya daha elverişlidir. Niteliksel çalışmaların genelleme yapmakta kullanılması ise risklidir. Örneğin, iki savaşın incelenmesinden yola çıkan bir araştırmanın sonuçlarını tüm savaşlara genellemek yanlış sonuçlar doğurabilir. Ancak 100 savaşın istatiksel olarak incelenmesi sonucu savaşlar hakkında daha genel bilgilere ulaşabilirsiniz. Ayrıca, etkilerini izole etmek istediğiniz faktörleri istatistiksel olarak kontrol edebilirsiniz (statistical control) ve böylece yapay olarak bir deney ortamı yaratmış olursunuz. Niceliksel araştırmalarda tanım, ölçüm ve örneklem konuları önem kazanır. Örneğin savaşın nedenleri konusunda yapacağınız araştırmada savaş kavramını nasıl tanımladığınız ve ölçtüğünüz sonuçlarınızı etkileyecektir. Bu nedenle teorik olarak geçerliliği 133 olmayan ölçümlerden kaçınmak gerekir. Araştırmamızın evreni, yani çalışmayı genellemeyi hedeflediğimiz büyük grubun tamamını çalışmanın mümkün olmadığı durumlarda—ki genelde zaman ve para kısıtlamaları bunu imkansız kılar—evrenden onun özelliklerini yansıtacak bir örneklem seçeriz. Örneklem, özellikleri hakkında bilgi toplamak için çalışılan evrenden seçilen onun sınırlı bir parçasıdır (Büyüköztürk vd. 2008, 69). Dikkat edilmesi gereken husus örneklemin evrenin özelliklerini yansıtıyor olmasıdır, aksi takdirde örneklem hakkında yaptığımız çıkarımları evrene genellemek yanlış olur. Niteliksel çalışmalar daha detaylı, gerçeğe daha yakın açıklamalar yapmaya, nedensel zincirleri ortaya çıkarmaya yardımcı olurlar. İncelenen vakalar konusunda daha çok bilgi içerirler. Çok sık olmayan vakaları (mesela sosyal devrimler veya sistemik savaşlar) incelemekte niteliksel araştırma yöntemi kullanmak durumundayızdır, çünkü niceliksel araştırma yapacak kadar veri noktası olmaz elimizde. Buna ek olarak, yeni teoriler oluşturmak ve teorik açıklamaları sınamak için de dikkatle tasarlanmış örnek olay incelemelerinden faydalanabiliriz (Eckstein, 1975). Niteliksel çalışmada incelenecek vakaların seçimi önem kazanır: hangi vakaları neden inceleyeceksiniz, buna karar vermek önemlidir. Karşılaştırmalı vaka incelemesinde vaka seçimi için pek çok farklı prensip takip edilebilir.5 Örnek olarak şu iki prensibi önerebiliriz: 1) Birbirlerine çok yönden benzeyen, ancak etkisi belirlenmek istenen faktörün farklı değerler aldığı vakalar seçilebilir. Bu yöntemle etkisi araştırmak istenenin dışındaki faktörler bir deney ortamında veya istatistiksel bir çalışma yapıyormuşuz gibi izole edilir. Ancak sıklıkla karşılaştığımız sorun, sosyal hayatta hemen hiçbir zaman birbirine yeteri kadar benzeyen vakalar bulunmamasıdır. Bu nedenle bazı araştırmacılar aynı vakanın zaman içinde değişimini incelemeyi seçerler. Bu şekilde hem bazı faktörleri sabit tutarlar, hem de bir karşılaştırma yapmış olurlar. Vaka seçimi konusunda geniş bir literatür oluşmuştur. Bu konudaki bazı kaynaklar için ek kaynakçaya bakınız. 5 134 2) Pek çok vakada doğruluğu ispatlanmış bir teoriye uymayan vakalar (outliers) incelenebilir. Mesela Demokratik Barış literatüründe, demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmadıkları genellemesi yapılmıştır. Daha sonra araştırmacılar bu genel kurala uymayan, demokrasiler arasında çıkan az sayıda savaşı daha yakından incelemiş ve teoriyi geliştiren bulgular ortaya çıkarmışlardır. Ayrıca incelenecek vakaların seçiminde araştırmacının dil bilgisi, zaman ve kaynak sınırlamaları da önemlidir. Vaka seçiminde akılda tutulması gereken en önemli prensip, karşılaştırmanın bir amacı olması gerektiğidir: karşılaştırmadan bir şeyler öğrenebilmek, genel çıkarımlar yapabilmek gerekir. Sadece karşılaştırmış olmak için karşılaştırma yapılmaz. Niteliksel ve niceliksel yöntemler birbirine zıt iki yöntem gibi düşünülmemelidir. Araştırmacı niteliksel ve niceliksel yöntemleri aynı araştırma içerisinde yan yana kullanarak zenginleştirilmiş yöntem de (triangulation) kullanabilir (Büyüköztürk vd. 2008, 212-3).Yani hem sayısal veriler toplayarak, hem tarihsel ve derinlemesine vaka incelemeleri yaparak bunları beraberce kullanıp araştırma sorusuna önerilen cevabın doğruluğunu sınayabilir. Bu tarz çalışmalar, her iki yöntemin de güçlü taraflarını birleştirdiği için daha güvenilir sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır. Veri Toplama Yöntemleri Uluslararası İlişkiler alanında kullanılan başlıca veri toplama yöntemleri deney, anket, mülakat, ve arşiv çalışmasıdır.6 Deneyler bu alanda çok fazla kullanılmasa da bilimsel yöntem açısından son derece önemli bir veri toplama yöntemidir. Deneyler, deneklerin dış dünyadan izole edilerek neden-sonuç ilişkisinin tam olarak gözlenebilmesine olanak verirler. Uluslararası İlişkiler alanında deneyler özellikle psikolojik faktörlerin karar vermeye etkileri ve daha Veri toplama yöntemleri bunlarla sınırlı değildir. Örneğin bir metnin içeriğinin kategorilere göre sınıflandırarak özetlendiği içerik analizi ve araştırmacının bir kurum, grup veya ortamı direk kendisi gözleyerek izlenimlerini veri olarak kullandığı katılımcı gözlem yöntemleri de sosyal bilimlerde sıkça kullanılan yöntemlerdir. 6 135 genel olarak oyun teorisine (game theory, decision theory) dayanan açıklamaların araştırılmasında kullanılırlar. Anket çalışmaları özellikle halkın çeşitli uluslararası gelişmeler üzerine tepkileri ve bu tepkilerin nedenlerini veya dış politika üzerine etkilerini araştırmak üzere kullanılırlar. Örneğin, uluslararası ekonomi politik alanında halkın küreselleşmeye tepkileri ve bu tepkilerin kişilerin hangi özellikleriyle bağlantılı oldukları araştırılmaktadır. Genel olarak kadınların erkeklere, az eğitimlilerin çok eğitimlilere göre küreselleşmeye daha negatif baktıkları ortaya çıkmıştır. Mülakatlar Uluslararası İlişkiler alanındaki araştırmalarda deney ve anketlere göre daha sıkça kullanılır. Mülakatlar araştırdığınız olay veya süreç içerisinde rol almış veya bunları yakından gözlemlemiş kişilerden olayların akışı, gelişmelerin zamanlaması gibi konularda derinlemesine bilgi alma amaçlı görüşmelerdir. Mülakatlar yazılı kaynaklardan edinilmesi zor bilgilere ulaşmayı sağlar. Ancak mülakatlarda dikkat edilmesi gereken nokta, mülakat yaptığınız kişinin olayları kendi hafıza ve değer yargıları süzgecinden geçirdiğini unutmamaktır. Diğer bir deyişle, görüşmelerde topladığınız veriler tamamen objektif değildir; kişi olayı kendi yaşadığı, yorumladığı veya hatırladığı şekliyle anlatır, elde ettiğiniz veriler de bunların etkilerini taşır. Son olarak arşiv çalışmaları uluslararası ilişkilerde en sık kullanılan veri toplama yöntemlerinden biridir. Eğer çalışılan konu üzerinde kaynakları arşivleyen devlet kurumları veya özel arşivler varsa, burada yer alan belgeler, yazışmalar, raporlar veri açısından son derece zengin olabilir. Arşivlerde araştırma yaparken, araştırmacı olabildiğince tarafsız olarak kendi teorisini destekleyebilecek ve karşı olabilecek bütün belgelere ulaşmak için elinden gelen çabayı göstermelidir. Verileri belirlenen yönteme göre topladıktan sonra veriyi değerlendirme süreci başlar. Bu evrede toplanan veriler sentezlenir ve sunuma hazırlanır. Derlenen verilerin teorik açıklamayı ne derece desteklediği belirlenir. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken nokta verilerin kendi adına konuşmadıklarıdır: sunulan verilerin araştırma 136 açısından ne ifade ettiğini anlatmak gereklidir. Veri teoriyi destekliyor mu, destekliyorsa ne şekilde destekliyor? Yukarıda da belirttiğim gibi, açıklamanıza ters düşen veriler hasır altı edilmez, tam tersine açıklanmaya çalışılır. Eğer teorik çerçevenizle bu verilerin niçin sizin beklediğiniz yönde olmadığını açıklayamıyorsanız, teorinizin yetersiz olduğu noktaları, sınırlarını belirtmelisiniz. Ayrıca verilerin sunuşunda hazırlanan tablo, grafik, şema ve benzeri görsel gereçlerin anlaşılabilir, düzenli, ve aynı stili takip eden şekilde hazırlanmasına özen gösterilmelidir. Kullanılan kaynaklara atıf yapılmasına azami özen gösterilmelidir. Yazma ve Revizyon Araştırmanın yukarıda özetlenen ve Şekil 2’de detaylı olarak görünen bu beş adım izlenerek tamamlanmasından sonra, bulguların yazıya dökülmesi gereklidir. Sosyal bilimler alanındaki akademik yazılarda genelde kullanılan yapı şudur (Özdamar, 1999): 1. Giriş Araştırma sorusu (bilmece) ve önemi Literatür taraması Hipotezler 2. Yöntem Araştırmada kullanılan yöntemleri betimlenmesi, yöntemin seçilme gerekçeleri 3. Bulgular Bulguların sunumu 4. Tartışma Bulguların yorumu Teorinin geçerliliğinin sınırları 5. Sonuç Araştırma sonuçlarının özeti 137 Bulguların literatür açısından önemi ve katkıları Teorik ve pratik öneriler Bu şema bir öneri ve başlangıç olarak kabul edilmelidir, araştırmanın koşullarına göre yazının yapısı da farklılıklar gösterebilir. Ancak unutulmamalıdır ki iyi bir tez veya makale için iyi ve orijinal bir araştırma kadar düzgün bir yapıya dayanan bir yazım da önemlidir. Ne kadar ilginç ve önemli bulgularınız olursa olsun, onları okurlara iyi aktaramadığınız sürece bulgularınız hak ettiği takdir ve önemi kazanamaz. Uluslararası İlişkilerde araştırma sürecini böylece özetledikten sonra son bir konuya dikkat çekmek gerekir. Sosyal bilimler konuları gereği doğal bilimler derecesinde bir kesinliğe sahip değildir. İnsan doğasının ve buna bağlı olarak sosyal hayatın karmaşıklığı, bizim sosyal bilimleri “bilim” olarak değerlendirmemizi ve uygulamamızı etkileyecektir. Araştırma süreçlerinde objektif bakış (araştırmayı yapanla araştırma konusu arasına mesafe koyma), hipotezlerin sınanabilirliği, ölçümlerin kesinliği gibi şartlar, ve ileriye dönük tahminler yapabilme yetisi sosyal bilimlerde doğal bilimlerindekine göre daha kısıtlıdır. Bu nedenle sonuçlarımızın belirsizlik içerdiğini, ölçüm ve tahminlerimizin yanlış çıkabileceğini ve genelde araştırmacı olarak kendimizi 100% araştırma nesnesinden ayıramayacağımızın bilincinde olarak araştırma yapmalı ve sonuçlarımız öyle ortaya koymalıyız. 138 Araştırma konusunun belirlenmesi: - “Neden” sorusu - Kavramların tanımlanması - Araştırmanın sınırlarının belirlenmesi Araştırma taslağı hazırlanması: - teorik çerçevenin belirlenmesi ve ön literatür taraması - Metodolojnin belirlenmesi (veri toplama yöntemlerinin kararlaştırılması) Literatür taraması, teorik çerçeve ve hipotezlerin çıkartılması Yazma, revizyon ve sunum süreçleri Veri toplama ve verilerin değerlendirilmesi: - Niteliksel veya niceliksel çalışmalar - Veri toplama yöntemleri (deney, anket, mülakat vb.) Şekil 2: Araştırma Süreci, detaylı. 139 KAYNAKLAR: Büyüköztürk, Şener, Ebru Kılıç Çakmak, Özcan Erkan Akgün, Şirin Karadeniz, ve Funda Demirel. 2008. Bilimsel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi. Eckstein, Harry. (1975). Case study and theory in political science. Handbook of Political Science, vol. 7. G. F. J. and N. W. Polsby. Reading, MA, Addison-Wesley: 79-137. Gürak, Hasan. (2004). Araştırmacılara Öneriler: Tez Hazırlama, "Etkin Sunuş" ve Eleştiri Teknikleri Üzerine, Sakarya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi. King, Gary, Robert O. Keohane, Sidney Verba. (1994). Designing Social Inquiry. Princeton, Princeton University Press. Özdamar, K. (1999). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayınları. No: 1081. Singer, David J. 1961. "The Level-of-Analysis Problem in International Relations." World Politics 14 (1):77-92. Van Evera, Stephen. (1997). Guide to Methods for Students of Political Science. Ithaca and London: Cornell University Press. Waltz, Kenneth N. (1954). Man, The State and War. New York: Columbia University Press. Waltz, Kenneth N. (1979). Theory of International Politics. Reading, MA: Addison-Wesley. Weber, Max. (1918) “Science as a Vocation,” from Hans Gerth and C. Wright Mills, eds. (1946), From Max Weber: Essays in Sociology. New York: Oxford University Press. EK KAYNAKCA Brady, Henry E. ve David Collier, ed. 2004. Rethinking Social Inquiry: Diverse Tools, Shared Standards. Lanham: Rowman and Littlefield. Geddes, Barbara. 1990. "How the Cases you Choose Affect the Answers You Get." Political Analysis 2 (1):131-50. 140 Gerring, John. 2007. Case Study Research: Principles and Practices. New York: Cambridge University Press. Goldstein, Kenneth 2002. “Getting in the Door: Sampling and Completing Elite Interviews,” PS: Political Science and Politics 35(4): 669-672. Klotz, Audie ve Deepa Prakash, eds. 2008. Qualitative Methods in International Relations: A Pluralist Guide Edited by ECPR. New York: Palgrave Macmillan. Lieberson, Stanley. 1991. "Small N's and Big Conclusions: An Examination of the Reasoning in Comparative Studies Based on a Small Number of Cases." Social Forces 70 (2):307-20. Lijphart, Arendt. 1971. “Comparative Politics and the Comparative Method,” American Political Science Review 65: 682-93. Nachmias, C. ve Nachmias, D. 1996. Research Methods in the Social Sciences. New York: St. Martin’s. Shively, W. Phillips. 1998. The Craft of Political Research. Prentice Hall. Sprinz, Detlef F. ve Yael Wolinsky-Nahmias, eds. 2004. Models, Numbers, and Cases: Methods for Studying International Relations. Ann Arbor: University of Michigan Press. 141