Kendilerine ait odaları düşleyen kadınlar
Transkript
Kendilerine ait odaları düşleyen kadınlar
sayı: 13 / Mart-Mayıs 2012 Kendilerine ait odaları düşleyen kadınlar... +1 Bu da Benim Artım Bilinmeyen yönleri ile SU Çalışanları: Sabri Sayarı �nce Belli Bardakta Şekersiz Lütfen... SU ve Edebiyat / Kapılar Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde… Rembrandt ve Çağdaşları ‹stanbul’dan daha eski bir semt: Samatya Çocukluk muze.sabanciuniv.edu KARANLIKLA IŞIĞIN BULUŞTUĞU YERDE... CAGDASLARI 22 ŞUBAT - 10 HAZiRAN 2012 Hizmet Sponsorları: rembrandtvecagdaslari.com facebook.com/SakipSabanciMuzesi 01 SUDERG‹ Sayı 13 Mart – Mayıs 2012 Ücretsizdir Sahibi Sabancı Üniversitesi Yayın Sorumlu Müdürü Elif Gülez Yayın Koordinatörü Melek Sarı Yazı Kurulu Gülayşe Koçak Defne Üçer Nesrin Balkan Yıldırım Cihangiroğlu Hakan Erdem Melahat Fındık Gonca Turan Pınar Bozkurt 03 / Merhumeyi Nasıl Bilirdiniz? 6 / Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde… Rembrandt ve Çağdaşları 08 / Bilinmeyen yönleri ile SU Çalışanları: Sabri Sayarı 15 / G�YÇEK Gamze Otman 16 / Can Yıldızlı 18 / Sezen Aksu’yu şaşırttan mezunlarımız: Sinan Tuncay (VACD'10) ve Sevil Kaynak (VACD'11)... 20 / SU ve Edebiyat Kapılar: Ahmet Evin 24 / Kendilerine ait odaları düşleyen KADINLAR... 30 / SGM 36 / ‹nce Belli Bardakta Şekersiz Lütfen... 46 / Çocukluk… 48 / Öykü Yarışması Bu sayıya katkıda bulunanlar SSM, Gülayşe Koçak, Pınar Bozkurt, Sabri Sayarı, Kerem Koç, Gözde Otman, Can Yıldızlı, Sezen Gülşen Kama, Sevil Kaynak, Sinan Tuncay, Yıldırım Cihangiroğlu, Ahmet Evin, Gizem Muratoğlu, Mariam Öcal, Ecevit Aslan, Mehmet Karakoyun, Erdal Türk, Özcan Koyun, Havva Gürkan, Manolya Ün. Grafik Tasarım ve Uygulama GrafikaSU Baskı Tor Ofset San. ve Tic. Ltd. Şti. Akçaburgaz Mahallesi 116. Sokak No 2 Esenyurt/‹stanbul www.torofset.com Yayın Türü Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı popüler bir kültür dergisi Reklam Sorumlusu Melek Sarı Tel: 0216 483 91 06 meleksari@sabanciuniv.edu Telif Hakları Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkıı münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne aittir. Sabancı Üniversitesi, gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir. Yönetim Yeri ‹letişim ve Halkla ‹lişkiler Birimi Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Orhanlı, Tuzla 34956 ‹stanbul Tel: 0216 483 91 06 Faks: 0216 483 90 45 e-posta: dergi@sabanciuniv.edu editör Elif Gülez dergi@sabanciuniv.edu Üniversitemizin toplum için fayda üreten pek çok faaliyeti var. Üniversitenin kendisinin bir toplumsal sorumluluk işi olmasının dışında, Sakıp Sabancı Müzesi, Toplumsal Duyarlılık Projeleri, ‹stanbul Politikalar Merkezi, SUNUM, Uluslararası Enerji ve ‹klim Merkezi, Rekabet Forumu, destekçileri arasında olduğumuz Eğitim Reformu Girişimi ve benzer platformlar, merkezler sayesinde üniversitemizde üretilen bilgi toplumsal faydaya dönüşüyor. Öğretim üyelerimizin ve öğrencilerimizin yaptıkları araştırmalar bilimsel gelişime katkıda bulunuyor . Farkında mısınız? Son zamanlarda,üniversitemizde toplumla etkileşimi güçlendirmek için üniversitelerin geleneksel kabul edilen faaliyetlerinin dışında sayabileceğimiz türden, yenilikçi projeler de geliştirildi. Bunlardan ikisi, Rektörümüz Nihat Berker ve Rektör Yardımcımız Sondan Durukanoğlu Feyiz’in önayak olduğu projelerdi. ‹ki dönem halinde düzenlenen, ikinci dönemi devam etmekte olan Karaköy Bilim ve Kültür Akademisi, nanofizikten biyolojiye, toplum ve politikadan girişimciliğe, müziğe kadar çok çeşitli konulardaki herkese açık olan dersleriyle, bilimsel konularda kendini geliştirmek isteyen kişilere bence önemli bir fırsat sundu. Akademiden elde edilen gelir, öğrenci ihtiyaçları burs fonuna aktarıldı. Benzer bir proje lise öğrencileri için düzenlenen yaz okuluydu. Üniversite öğrencilerine de açık olan Lise Yaz Okulu, fen bilimlerinden yönetim bilimlerine; sanattan sosyal bilimlere; dil eğitiminden meslekler ve üniversiteler hakkında bilgilendirici seminerlere uzanan zengin içeriğiyle lise öğrencilerinin üniversite hayatını yakından tanımalarına olanak verecek. Lise Yaz Okulu önümüzdeki Temmuz ayında gerçekleşecek. Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu da, geçtiğimiz Ekim ayında, yine üniversite içinden ya da dışından, herkese açık, sekiz haftalık “Kadın ve Edebiyat Buluşmaları” düzenledi. Bu dizinin katılımcıları arasında edebiyat öğretmenleri, akademisyenler, bilgisayar mühendisleri, senaryo yazarları, mezunlarımız, öğrencilerimiz, çalışanlarımız vardı. Baştan sona hevesle izlediğim bu programda öğrendiklerimi, izlenimlerimi dergimizin bu sayısındaki yazıma aktarmaya çalıştım. Forumun bu çerçevedeki bir sonraki etkinliği, 18 Şubat’ta başlayan ve Mart ortasına kadar sürecek olan “Yaratıcı Yazma ve Cinsiyet Halleri” çalıştayları olacak. Elde edilen gelir forumun diğer çalışmalarında kullanılacak. Üniversitede üretilen bilginin yayılmasına, insanlar için yeni öğrenme fırsatları doğmasına yol açan bu tür projelere SUdergi’nin gelecek sayılarında da yer vermek istiyoruz. Derginin yeni sayısında ilgiyle okuyacağınıza inandığımız 14 konu var. Bu arada dergimizi tüm mobil cihazlardan “iSabancı Media” ile takip edebileceğinizi hatırlatmak isteriz. 02 03 Merhumeyi Nasıl Bilirdiniz? Gülayşe Koçak / Yazma Becerileri Merkezi Bu yazı, otuz üç yaşında ölen bir kadının arkasından bir ahlayıp vahlama yazısı değil. Hele de Nilden’le çok eğlendiğimiz ‘Türkçe-deyimleri-doğrudan-‹ngilizceye-tercüme-etme’ oyununu hatırlayınca, o tür yazılar aklıma “kör ölür, badem gözlü olur” tarzı münasebetsizlikleri, bu da gayet uygunsuz bir biçimde gülesimi getirir, çünkü zihnimde o anda “blind dies, becomes almond-eyed” tarzı saçma sapan düşünceler oluşur, Nilden karşımdaymış gibi. Ayrıca da, Nilden’in o tür bir yazıya ihtiyacı var mı, pek de emin değilim. Nilden’i ilk gördüğümde, “bulutların üzerinde gezinen”, naif, saf, pek de dikkat çekmeyecek biri olduğu izlenimini edinmiştim. ‹nsanları sanki ancak bir mesafeye kadar yaklaştırıyor gibiydi. Münzevi bir kişilikti. Hiç, dostu var mıydı? Elbette dostu vardı. Bir kere, pek çok mesai arkadaşıyla dosttu – kendi seçtikleriyle. Daha da yakından tanımaya başladığımda, onun tüm canlılara, özellikle de hayvanlara olan derin merhametinin ve sınırsız sevgisinin yanı sıra, insanlar konusunda hiç çaktırmadan ne kadar da keskin bir gözlemci olduğunu şaşırarak fark ettim. Ha, bir de ‘ama-kral-çıplak’ dobralığını: Doğru bildiklerini doğrudan, laga-luga yapmadan, diplomasi tanımadan söylüyordu. ‹çi-dışı birdi. SSBF 2. kat koridorlarında her karşılaştığımızda, küçük çocuk taklidi yapan bir hâl ve ses tonuyla hafif gülerek, hafif cilveli, “helllooooo...” diye yanaşır, yanaşır, tam önümde zınk diye dururdu. Yüzü gülse de, o masum bakışların ardında hep, bir hüzün vardı. ‹nsanların içlerinin derinini görmesini sağlayan bilgeliğinin kaynağı, bu çocuksuluğuydu: Hakikatleri en katıksız, en dolambaçsız ve saf halleriyle görebiliyordu. Bir anlamda, canı gibi sevdiği hayvanlara benzediği söylenebilir: ‹nsanlar dünyasına özgü kültürel değer yargıları, onun kocaman açık gönül gözünü perdeleyememişti. Herşey onun için çok berrak ve şeffaftı. Ahlayıp, vahlamak yok! Feriköy’deki Protestan kilisesinde yapılan cenaze töreninde minik kilise, dolup taştı. Ne cenazeydi ama! ‹htiyar rahip, paslı bisikletinin pedallerini ağır ağır çevirerek sökün etmişti sonunda. Zihni epeyce gidikti. Kiliseye girmeden önce, Nilden’in vaftiz olup olmadığını öğrenmek istedi ısrarla; Nilden’in babası ise aynı ısrarla, Nilden’in hayvanları, bitkileri, ağaçları, gezegenimizi ne kadar sevdiğini anlatarak karşılık veriyordu. Hiç değilse Nilden’in babasının vaftiz olmuş olduğu öğrenilince pazarlık sona erdi; papaz rahatladı ve cüppesini ancak o zaman giydi. Tören sırasında da Nilden’in adını ısrarla her defasında yanlış söyledi: Nilay, Nilgün, Nilcan... Zavallı adam, karşısındaki kalabalığın Pazar ayininden farklı olduğunu bile kavrayamamıştı – “now let us sing” dedi ve bir koro şefi edasıyla, elleriyle hepimize başlamamız için işaret ederek, titrek-detone-ihtiyar sesiyle “haleluya” diye ilahi söylemeye başladı, ama kimse ilahileri bilmiyordu. Adamcağız da başlamış bulunduğu için artık susamazdı; bilmem kaç kıtalık ilahiyi tek başına baştan sona söylemek durumunda kaldı – Allah için, bu görevi de büyük bir kararlılıkla tamamına erdirdi. “Nilden...” diye başladı, durdu. Tekrar “Nilden...” dedi, durdu. Usulen Nilden hakkında üç-beş kelime söylemesi gerekiyordu, ama ne diyeceğini bilemedi; Nilden’i tanımıyordu ki. Derken birden yüzü aydınlandı: Babasının, Nilden’in hayvan sevgisiyle ilgili söylediklerini hatırladı. “Nilden loved animals!” diye bağırdı, canlanarak. Durdu gene. Bu defa da, bu lafını nereye bağlayacağını kestirememişti. “Nilden loved animals!” dedi tekrar. Gene suskunluk... Sonunda, “Nilden loved animals, so she loved human beings!” diye zaferle haykırarak çıktı işin içinden. Onun açısından tören başarıyla tamamına ermişti. ‹nşallah, inşallah “öbür dünya” diye bir şey vardır! Varsa, Nilden eminim çok eğlenmiştir. Tabut toprağa indirilir ve güllerle uğurlanırken, yağmur hafiften çiselemeye başlamış, toprak ve ıslak çim kokusu yayılmıştı. O anda Nilden, hepimizin içinde, zihnindeydi; suskunduk. Mezarlığın üzerine derin bir hüzün çökmüştü. Ertesi gün içim burkularak Nilden’in facebook’taki sayfasına girdiğimde, Nilden’in hastalık haberinden beri duyduğum en büyük şaşkınlığı yaşadım: Evet, Nilden’i çok seven can dostları olduğunu artık biliyordum, ama bu kadarını hiç beklememiştim: facebook âleminde, dünyanın dört bir yanından Nilden’in 460 arkadaşı vardı! Ağır ağır, eskiden yeniye doğru, Nilden için yazılanları okumaya başladım... Ve bugün hâlâ, 24 Ocak 2012 itibariyle, yani ölümünün üzerinden 3 küsur ay geçmişken, okumaya devam etmekteyim, çünkü Nilden’in facebook’taki sayfası, capcanlı bir yer: ‹stisnasız HER gün birileri hâlâ Nilden’in facebook’taki duvarına bir şeyler yazmakta, fotoğraflar, videolar, müzikler yüklemekte... Nilden için. Nilden’in duvarına yüklenenler, başsağlığı niteliğinde formalite mesajlar değil. Bu insanların pek çoğu, Nilden için “my best friend” tanımını yapıyor. ‹şin bir boyutu: Nilden’in ölümünden bu yana, kendini hâlâ toparlayamamış yüzlerce insan, haftalardır ağlıyor... “Hiç, dostu var mıydı?”ymış! Hayatta galiba en çok, “bulutların üzerinde gezer”, “ortalıkta görünmeyi sevmez, kendini geri planda tutar” diye tanımladıklarımın gücünden korkmalıymışım. Yanıltıcı yüzeylerin altında nelerin, ne tür dinamiklerin fokurdadığını kestirmek demek ki bazen ne kadar zor! Nilden’le Ocak 2008’de servis aracında çekilen bazı fotoğraflarımızı yükledim facebook’a geçenlerde. Nilden’in (tabii ki hiç tanımadığım) iki arkadaşı (biri Amerika’da, diğeri Finlandiya’da) beni arkadaş olarak eklediler. Amerikalı olan, bana “O bir evliyaydı. ‹çi ve dışı güzel bir insandı. ‹yi ki o fotoğrafları yüklediniz; fotoğrafları o kadar az ki. Gelecek yaz ‹stanbul’a gelip onu ziyaret etmek niyetindeydim; 2013 yazında da Nilden beni ve kocamı ziyaret edecekti. Perişan vaziyetteyim. Onun sesini hiçbir zaman duyamayacağım için (nasıl bir sesi vardı? Tiz mi? Pes mi?) ve saçlarını hiçbir zaman kesemeyeceğim için (ben bir kuaförüm) acı içindeyim. Vaktiniz oldukça, onunla ilgili anılarınızı benimle paylaşır mısınız?” diye tercüme edebileceğim bir mesaj yazdı. Stephen adlı bir adam, istisnasız her gün, Nilden’in duvarına Nilden için bir müzik yüklüyor. Dünyanın dört bir yanından birbirini hiç tanımayan yüzlerce insan, Nilden’in facebook’taki sayfasını canlı tutuyor, bu sayfa üzerinden birbiriyle dost oluyor. Burada Nilden, bir azize mertebesinde. (“Saint” kelimesi sık sık telaffuz ediliyor). ‹nsanlar haftalarca her gün burada Nilden’i ziyaret ederek bir mum eşliğinde ağıtlar yaktılar. Ama Nilden’in sayfası, artık ağıt yakılan bir yer olmaktan çıktı. Nilden’in duvarı, hayvan ve doğasevenler için adeta bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda. ‹tiraf edeyim, Nilden’in hoşlanacağı bir fotoğraf veya video elime geçtiğinde, ben de Nilden’in duvarına yüklüyorum. Hoşuma gidiyor. Nilden’in gitmediğini hissettiriyor. Derin merhametiyle, hayvan sevgisiyle, adaletsizliğe olan tahammülsüzlüğüyle meğer ne kadar çok insana dokunmuş Nilden! Doğa hakları konusunda meğer facebook âleminde ne ünlü bir militanmış! Duvarına yazanlar, Nilden’in çocuksu masumiyet dilinde, “Nildence” konuşuyorlar. Örneğin, sevimli hayvanları “tootsie” diye seviyorlar. Burası, Nilden’in dünyası hâlâ. Burada entelektüel tartışmalar dönmüyor – ama hangi azize, entelektüeldir ki? Azizler ve azizeler merhametleriyle, sevgi dolu oluşlarıyla, saflıklarıyla sevilir. Onlara inanılır. 05 Nilden’in Facebook duvarı, hayvan ve doğasevenler için adeta bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda. Gerçek azizeler kendi değerlerini bilmezler bile. Nilden de bilmiyordu – veya ben bilmediğini sanıyorum. Ama tabii, ben ne biliyorum ki? Onu ne kadar tanıyorum ki? Onun hakkında herhangi bir iddiada nasıl bulunabilirim ki? Sonuçta, ben onun sadece iş arkadaşıydım – yani gündelik, sıradan, ikincil (belki üçüncül veya dördüncül veya sonuncul; nereden bilebiliriz?) derecedeki hayatının – etten-kemikten, yerine göre hoyratlıklarla, kabalıklarla, acımasızlıklarla dolu gündelik hayatın– bir parçasıydım. Nilden’in hâlâ yasını tutan, muhtemelen birincil ve gerçek dünyasındaki dostları ise Nilden’in her fotoğrafında onun güzelliğini en saf haliyle görebiliyorlar. Nitekim kediler, köpekler, bir insana sevgiyle bağlanırken “aman ne güzel kadın, ne hokka burnu var” veya “aman ne yakışıklı adam, boya-posa bak” diye düşünmezler ki. Onlar o insandaki “öz”ü görürler. Şurası bir gerçek ki, facebook’ta kendine yarattığı sığınakta onu giderek azizelik mertebesine yükselten “gerçek” hayatındaki dostları, “merhumeyi nasıl bilirdiniz?” sorusuna, kampüste ona ara ara yemekhanede, koridorlarda rastlayıp sadece selamlaşmış fakat onunla yolları gerçek anlamda kesişmemiş kişilerden çok ama çok farklı cevaplar vereceklerdir. Bu cevaplardan bazılarını aynen kopyalayıp yapıştırıyorum; başka söze gerek yok: --“In my eyes, and many others, you were one of the most caring people on Facebook.” --“Your compassion had no boundaries. Love you and miss you dearly, Nildy♥” --“ Hello Everyone Hello Nilden. I’m just posting up music on this page to remind us how beautiful Nilden is. I hope im not overloading with music. I just want Nilden and you all to enjoy it ♥♥♥♥♥. Light and Love to you all. -- Dear Nilden, We may not know where you have gone, but your energy knows no boundaries. Miss you xoxo Cara -- nilden you will indeed be missed - your kindness and love for the earths inhabitants spoke volumes. watch over us all my dear x Stephen Max -- Nilden. You are and always will be a legend. For every animal bird wild life and sea life that i see, i will always think of your kindness. And you are a beautiful soul. Your spirit will always be around us each and every day. RIP Dear friend. ♥♥♥♥♥♥♥♥♥ Hugs. Sanna Vesterinen -- My life is so empty without you. I miss you so much! You were one of my best fb friends and I’ll miss your daily cute photos and writings. I saw you in my dream. It felt so real. You were so calm and happy and you smiled to me. I hope that you don’t have pain anymore. Rest in peace my angel. I wish that you are with all dolphins, wales and all cute animals now. They need you.. And we’ll need you too. Your memory lives always in my heart and mind. Thanks Nilden. You were so good friend.. And I can’t stop crying.. This hurts so much. I can’t believe it’s true. This is so wrong.. Take care. I love you my dear friend ♥ Kathleen Troyer I know exactly how you feel. :[ How lucky we are to have crossed Nilden’s path and to be counted among her friends. She was just one person in the world, but she meant the world to us. This hurts so bad--- I never met a more beautiful soul in all my life. Love you Nilden!! -- I miss you, so do countless others who were fortunate to meet you. Love always. You’re never far away from our thoughts. -- She loved us all. She loved the earth, our home. She loved animals, our fellow earthlings. She had a wonderful heart that loved too much and simply could not keep up. She loved us all...she gave us her heart, we’ll carry it with us. xo Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde… Rembrandt ve Çağdaşları Gerrit Adriaensz Berckheyde (Haarlem 1638 – Haarlem 1698) Herengracht’ta Altın Dönemeç, Amsterdam, 1671-72 Pano üzerine yağlıboya, 42,5 x 57,9 cm Rijksmuseum, env. SK-A-5003 Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılında, “Hollanda Sanatının Altın Çağı” Türkiye’de sergileniyor. 10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM), Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılının kutlanacağı 2012’de, dönemin en kapsamlı sergisini sanatseverlerle buluşturuyor. 22 Şubat’ta açılan sergide, Rijksmuseum ile dünyanın önde gelen özel koleksiyonlarına ait olan eserler, Türkiye’de ilk kez izleyicilerle buluşuyor. Sergide, Rembrandt’ın yanı sıra; Hollanda resminin en önemli isimlerinin bulunduğu 59 sanatçıya ait 73 tablo, 19 desen ve 18 obje olmak üzere toplam 110 eser yer alıyor. Türk ve Hollanda hükümetlerinin diplomatik sponsorluğunu üstlendiği sergi, Türkiye’de faaliyet gösteren önemli Hollandalı şirketlerin desteğiyle gerçekleşiyor. Ana sponsorluğunu Sabancı Holding ve ING Bank’ın yaptığı serginin bir diğer sponsoru da Philips. Unilever ve Shell’in katkılarıyla gerçekleşen serginin hizmet sponsorluğunu ise Grand Hyatt ve Park Hyatt ‹stanbul-Maçka Palas Otelleri ile KLM Hollanda Kraliyet Havayolları üstleniyor. Sergide ayrıca; yüzyıllar boyunca karanlık bir figür olarak kalan, eserleri uzun süre başka sanatçılara atfedilen, yalnızca 35 eseri bilinmesine rağmen, dönemin en büyük isimleri arasında gösterilen Vermeer’in “Aşk Mektubu” adlı eseri de yer alıyor. Frans Hals, Jan Steen ve Jacob van Ruisdael gibi pek çok büyük ismin eserlerinin ağırlandığı sergi; dünya resim tarihinin en heyecan verici dönemlerinden biri olan Hollanda Sanatının Altın Çağı’nı, tüm ihtişamıyla gözler önüne seriyor. 10 Haziran’a dek sürecek sergide, Hollanda Sanatının Altın Çağı’na dair 06 şehir hayatı, portreler, natürmortlar, denizaşırı güç ve ticaret gibi ana temaların hepsi yansıtılacak. Türkiye’de düzenlenen ilk kapsamlı Hollanda sanatı konulu sergide, dönemin atmosferi ve sanata yansıması geniş bir çerçeve ile ele alınıyor. 17. yüzyılda denizaşırı ticaretin getirdiği refah ile bilim ve sanat dallarında Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen Hollanda toplumuna, kent ve kırsal kesimdeki yaşama usta ressamların gözünden bakarak ışık tutan sergide, Avrupa tarihinin en dinamik dönüşümlerinden biri resimlerle vücut buluyor. Eserler, bu kapsamda, dönemin ekonomik ve toplumsal devinimleri ile ilgili pek çok öykü de anlatıyor. Örneğin sergilenen eserlerden “Delftware” olarak adlandırılan ve Delft şehrinde üretilen seramiklerin ilk dönemde özgün bir üslup sergilerken, daha sonra Çin porselenlerini taklit eden bir tarza bürünmesinin ardındaki hikaye, sanatın dönemle ilgili söyleyebileceklerinin somut örneği olarak sergide izlenebilecek. Diplomatik ilişkilerin sanata yansımasının bir diğer örneği de, sergideki lale desenlerinde görülebilecek. Sergi kapsamında; pek çok belgesel ve film gösterimi, eğitim faaliyeti organize ediliyor. Çocuklara yönelik atölye çalışmalarının yanı sıra, yetişkin ziyaretçiler için çeşitli konferans ve seminer programları da düzenlenecek. Nisan ayında gerçekleşecek etkinliklerden “Rembrandt or Not” başlıklı bilimser seminer, tarihi eserlerin otantikliği konusu üzerine dünyaca ünlü konservasyon uzmanları ve sanat tarihçilerini ağırlayacak. 07 25 Rembrandt Harmensz van Rijn (Leiden 1606 – Amsterdam 1669) Portre, Haesje Jacobsdr van Cleyburg (1583-1641), Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck Jansz Pesser’in Ei, 1634 Oval pano üzerine yağlıboya, 68,6 x 53,4 cm Rijksmuseum, env. SK-A-4833 Michiel Jansz van Mierevelt (Delft 1566 – Delft 1641) Portre, Henrick Hooft (1617-1678), 1640 Pano üzerine ya¤lıboya, 69,7 x 60 cm Rijksmuseum, env. SK-A-1250 Rembrandt Harmensz van Rijn (Leiden 1606 – Amsterdam 1669) Portre, Dr. Ephraïm Bueno (1599-1665), 1646 civarı Pano üzerine yağlıboya, 19 x 15 cm Rijksmuseum, env. SK-A-3982 Kuzey Hollanda Bir Çift Dü¤ün Eldiveni, 1622 Oğlak derisi, ipek, saten, altın sırma, tatlı su incileri, uzunluk yak. 24 cm Rijksmuseum, env. BK-1978-48-A/B Delft Baharat Kutusu, 1660-80 Seramik, yük. 19,5 cm Rijksmuseum, env. BK-NM-9529 Kuzey Hollanda Kırk Dört Toplu Hollanda Sava Gemisi, 1648 Ihlamur ağacı ve diğer malzemeler, uzunluk 106 cm Rijksmuseum, env. NG-NM-9358 Abraham van den Tempel (Leeuwarden 1621/22 – Amsterdam 1672) Portre, David Leeuw (1631/32-1703), Amsterdamlı Tüccar ve Ailesi, 1671 Tuval üzerine yağlıboya, 190 x 200 cm Rijksmuseum, env. SK-A-1972 Jan de Bray (Haarlem 1626/28 – Amsterdam 1697) Aziz Luka Loncası Yöneticileri, Haarlem, 1675 Tuval üzerine yağlıboya, 130 x 184 cm Rijksmuseum, env. SK-A-58 Gerard Houckgeest (Den Haag 1600 – Bergen op Zoom 1661) Delft’te Oude Kerk Kilisesinin ‹çi, 1654 Pano üzerine yağlıboya, 49 x 41 cm Rijksmuseum, env. SK-A-1584 Bilinmeyen Yönleriyle SU Çalışanları Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi Sabri Sayarı, Robert Koleji’ni bitirdikten sonra eğitimine Amerika’da Colombia Üniversitesi’nde ekonomi okuyarak devam etmiş ve aynı üniversitede siyaset bilimi doktorası yaptıktan sonra Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde epeyce uzun bir süre öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Bu sürecin ardından Amerika’ya dönen ve bir takım düşünce kuruluşlarında çalıştıktan sonra, 1994-2005 yılları arasına Georgetown Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları Enstitüsü’nün başına geçen Sayarı, burada aynı zamanda dersler de vermiştir. 2005 senesinde Türkiye’ye dönmesiyle beraber Saban- 08 cı Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü olarak görev yapmaya başlamıştır. Kendisi 2011 Aralık ayında düzenlenmiş Emeritus Töreni’yle beraber “Emeritus Öğretim Üyesi” ünvanını almış olup, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde hala öğrencileriyle ve meslektaşlarıyla beraberliğini sürdürmektedir. Bahsettiğimiz yoğun akademik geçmişin bu üretken insanın hayatının büyük bir kısmını kapsadığı düşünüldüğünde, bir çoğumuzun şikayet ettiği yoğun yılların Sayarı’nın da hayatının bir parçası olduğu çok açık. Fakat onu farklı kılan, bu yoğun tempoda kendine kaçacak bir köşe yaratmış olan sanatsever yapısı. �nsanlar vakitleriyle ilgili sıkıntılarından yola çıkarak hobi sahibi olamadıklarından bahsediyorlar. Bu problemin üstesinden gelmiş biri olarak söyleyebilir misiniz acaba bu işin sırrı nedir? Ayrıca hobinizle kaç yıldır içli dışlısınız? Bu hobiyle uzun yıllardır içli dışlıyım. Benim önceleri pop müziğe-gençliğimde, lise yıllarımda, o zamanların pop müziğine-merakım vardı. Hatta kendi grubum vardı. Sonra giderek caz müziğine merak saldım ve hakikaten caz müziğini çok severim. Dinlemesini, izlemesini… Bir yandan da kendi kendimi geliştirmeye çalıştım. Hem müzik dinleyicisi olarak hem de davul çalma konusunda… Sonra Sabancı Üniversitesi’ne geldiğim zaman buradaki öğretim üyesi birkaç arkadaşla beraber bir grup kurduk. Rektör devir teslim töreni yapılıyordu Tosun Bey’den Nihat Bey’e geçtiği zaman. O törende de çok kalabalık bir dinleyici kitlesi huzurunda çaldık. Bizim için de sürpriz oldu; biz orada akademik cübbelerimizle bekliyorduk falan. Sonra sahneye çıkınca onları 09 çıkardık ve çalmaya başladık. Hele ben bu kadar yaşlı bir davulcu olarak büyük sürpriz oldum dinleyiciler için. Güler Hanım da oradaydı, o da şaşırmış Sabri Bey’in orada ne işi var diye. Çok zevkli bir şey benim için. Bir kere şu bakımdan zevkli; burada bütün gün dersler, öğrenciler, makaleler vs derken, akşamüstü gidip –garajın oradaki Hangar’da- iki saat gürültü, patırtı yapmak çok rahatlatıcı geliyor insana. Ben çok seviyorum ancak tabii ki iddialı bir davulcu falan değilim, tamamen hobi olarak yapıyorum. Bir ara buradan ders almaya çalıştım ancak vaktim yetmedi ve bırakmak zorunda kaldım. O halde sizin sırrınız bu keyifli hobinizi hayatınıza entegre etmiş olmanız. �ş çıkışlarınızda veyahut haftada bir gün bile olsa buna vakit ayırıyorsunuz. Bir tür kaçış noktası gibi. Peki profesyonel anlamda müzik üzerine bir kariyer hayaliniz oldu mu? ‹dealimdi… Hoca olmak yerine caz davulcusu olsaydım dediğim oldu… Eğer Amerika’daki yıllarımda derslerden vakit bulup oradaki caz otoritelerinden dersler alabilseydim çok farklı olurdu. Derslere gömüldüm çok. Ama aklımda kalmıştı. Ya davul, ya saksafon... Yani hayranım. Ferit Odman var belki tanıyorsunuz, Kerem Görsev Trio’da çalıyor. Onu dinlerken tüylerim diken diken oluyor. Kitlenip kalıyorum. Türkiye’nin en iyilerinden biri olduğunu düşünüyorum. Akademik hayatımdan memnunum tabii ki fakat öbür tarafın eksik kaldığını düşünüyorum. Orada da daha ciddi bir şeyler yapabilmek isterdim. Peki bunun fiziksel ve ruhsal anlamda rahatlatıcı olmasının haricinde, dinamizm verdiğini hissettiğiniz oluyor mu? Daha çok yoruluyor musunuz yoksa dinçlik mi hissediyorsunuz? Gayet iyi hissediyorum. Bir kere insanı kitaplardan çıkarıp bambaşka bir yere götürüyor. Orada yapılan iş, çıkan ses, söylenen şarkı… Heyecanlandıran, neşelendiren bir şey… Müzik tarzının da böyle hissetmenize etkisi büyük anladığım kadarıyla. Yalnızca enstrümanınız değil sizde bu hissiyatları yaratan… Tabii ki öyle. Ben cazı nereden kaptığımı söyleyeyim size. O zamanlar Amerika’nın Sesi Radyosu vardı. Amerika’dan cızırtılı bir şekilde o gürültü patırtı içerisinde dinlemeye çalışırdık. Aslında eserlere erişim konusunda artık hiçbir sıkıntı kalmadı ancak dinlerken anlamak belli bir eğitim gerektiriyor. Bu kendi kendinizi eğitmek de olabilir tabii ki… Müziği bir kitap gibi görmeliyiz belki de. Öyküsü olan bir şey… Aynen öyle. Müziği tanımaktan çok daha fazlasıdır anlamak. Tabii ki. Klasik müzik hele başlı başına medeniyetlerin gelişiminin bir parçası... Benim daha çok sevdiğim caz müzik ise Amerika’daki siyahların kendi yarattıkları bir müzik. Kültürel çağrışımlardan çıkan bir şey… Sonradan beyazlar da işe katılmışlar Amerika’da. Özellikle Amerika’nın güneyinde… Biraz politik, sosyolojik yanları da var sanırım… Evet. Bazı türleri öyledir. Blues denilen tamamen aşk edebiyatı üzerine gider. Ama Miles Davis’ler falan çığlık atıyor gibi sesler çıkarırlar. Dolu doludur. Ama tabii ki günümüzde artık beyazlar da bu işin içinde, herkes cazla meşgul. Zaman içerisinde değişik caz türlerine geçtim ben. Dixieland zamanında severdim, son zamanlarda daha çok kadın vokalistler hoşuma gidiyor. Mesela Stacey Kent diye biri var. Gelecekmiş, konseri varmış yine Türkiye’de, duyunca çok sevindim. Stacey’nin geçen seneki konserinde 2 saatimi hayranlıkla geçirdim ‹KSV’deki salonda. O tür cazı çok seviyorum. Daha yırtıcı olan sesleri geçmişte daha fazla severdim. ‹nsanın zevki değişiyor. Bu sene yazın yapılmış olan caz festivali çok iyiydi. Orada ben iki-üç tane konsere gittim. Herbie Hancock kendi grubuyla geldi, o çok iyiydi. Dee Dee Bridgewater çok iyiydi. Bu caz festivali muazzam bir şey. Amerika’da bile bu kadar iyi isimleri bir arada bulamazsınız. Oldukça iyi isimler geliyor. Bunlar birinci sınıf insanlar. Caz meraklılarına önerim, öncelikle yazın gerçekleştirilen festivalin etkinliklerine mutlaka gitmeleri. Çok çok önemli insanlar gelip gidiyor ve de bayağı seyirci var. Türkiye’de de artık bu işe meraklı olan insanların olduğu anlaşılıyor. Ama ben gerçek bir Stacey Kent hayranıyım. Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum. Arada mesajlar yolluyorum. Türkiye’de geçen yılki konserinde hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve yanına gittim, bir arkadaşımdan fotoğrafımızı çekmesini rica ettim. Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki. Great American Songbook şarkılarını gayet iyi söyleyen birisi. Great American Songbook şarkıları, Cole Porter zamanından kalan klasikler. Bu şarkıları değişik kişiler icra ediyorlar. Sizin de bahsettiğiniz önemli müzisyenlerimizden biri olan Kerem Görsev ile sahne alan Fatih Erkoç hakkında ne düşünüyorsunuz? Fatih Erkoç’u çok beğeniyorum. Ben onu Bodrum’da dinliyorum Marina Yacht Club’da. ‹ngilizce icrası da mükemmel. Bodrum’da çalıştığı orkestra kendi orkestrası sanırım, orkestrası da mükemmel. Ilhan Erşahin de çok başarılı mesela. Saksafon çalıyor ve oldukça yetenekli olduğunu düşünüyorum. Çok gururlanıyorsunuzdur değil mi sizin bu kadar emek verdiğiniz bir müzik türünde Türkiye’de bunca başarılı müzisyenlerin olduğunu görünce… Valla gururlanıyorum ancak bir yandan da kıskanıyorum. Ben niye böyle olamadım diye… Amerika da tabii bu seviyelerde müzik yapan yüzlerce insan var ancak Sabri Sayarı 11 Ben gerçek bir Stacey Kent hayranıyım. Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum. Arada mesajlar yolluyorum. Türkiye’de geçen yılki konserinde hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve yanına gittim, bir arkadaşımdan fotoğrafımızı çekmesini rica ettim. Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki. Great American Songbook şarkılarını gayet iyi söyleyen birisi. özellikle nefesli enstrümanlarda Türkiye’de bir bolluktan söz edemiyoruz. Yeni yeni çıkmaya başladı… Bizim kültürümüzde ritme yatkınlık vardır. Davulcular çoktur. Bizim müziğimizde ritim duygusu çok gereklidir çünkü. Biz de piyanist çıkıyor, davulcu çok çıkıyor, ancak nefesli sazlarla ilgilenen ya da ilgilenmeye başladıktan sonra bu konuda istikrarlı davranan çok az. • Avangarde Caz – Miles Davis jenerasyonu, biraz Dünden bugüne Sabri Sayarı: • Sırasıyla; Klasik piyano – Pop Davul – Caz Davul • Lise yıllarında ne dinliyordu? The Platters, Elvis Presley, Bill Haley and the Commets • Biraz daha sonraki dönemlerde neler dinliyordu: ABBA, Sting, Pink Floyd, Queen, Bee-gees • imdi: Kadın vokal ağırlıklı caz müzik; Stacey Kent Sabri Bey’den caza dair ipuçları: • Dixieland ve türevleri bir başlangıç noktası olabilir. • Blues eserleri ikinci aşamada tercih edilebilir. • • • • daha kulak tırmalar. Grup olarak tercihim hep Dave Brubeck Quartet. – Müthiş davulcu: Joe Morello MJG (Modern Jazz Quartet) – Cazı klasik müzik gibi icra ederler Belgesel: History of Jazz – 1900’lerden başlar, günümüze kadar gelir. Film Müziği: Paris’te Bir Gece- Woody Allen; New York’ta bir gece kulübünde klarnet çalar haftada bir gün hobi olarak. Bu kadar tanınmış bir rejisör olarak böyle bir şeye vakit ayırması çok etkileyici. Kendi sözcükleriyle Sabri Sayarı: • Genç ruhlu • Yeni şeyler denemeye meraklı • Köpeksever +1 Bu da Benim Artım Kerem Koç / Mekatronik 2006 Mezunu Artı Bir Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından bir öğrencinin daha faydalanması için “Ben de varım!” diyenlerin kampanyasıdır. Kampanya gelirleri, Burs Fonu’na aktarılarak, ihtiyaç sahibi bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nde okuması için kullanılacaktır. “Bu da benim Artım!” diyerek desteğinizi gösterin! Sabancı Üniversitesi’nin size kattığı artıyı anlatacağınız kısa bir video’yu ya da cümleyi paylaşabilir, bağış yapabilir, artı bir ürünlerinden satın alabilirsiniz. Kampanyaya katılmak için: http://www.artibir.org/ 2011 ilkbaharı… Salih Bey (Arıman) ve Şule Hanım (Yalçın) ile birlikte, Karaköy ‹letişim Merkezi’nde toplantıdayız. SÜMED Yönetim Kurulu’ndan Tunç ve Esen var. Konu SÜMED hakkında hedeflerimiz. Her zaman destekleriyle yanımızda olan, bu iki değerli SU yöneticisi, bizi kırmamışlar. ‹şlerimiz yoğun. SÜMED gönüllüleri olarak kampüse sık gidemiyoruz diye, akşamlarını bize ayırmışlar. Konu mezunlarımızın SU Burs Fonu bağış konusundaki geri bildirimlerine geliyor. Her zaman kafamda olan fikri çıtlatıveriyorum. “SU Burs Fonu için mezun iletişimini biz yapalım. SU öğrencisi için bağış yapılacaksa ve bu bağışı SU mezunu yapacaksa, isteyen de SU mezunu olmalı!” Salih Bey ve Şule Hanım fikri beğeniyor, peki ama nasıl? Bu sonraki toplantının konusu… Sonraki bir araya gelişimizde heyecan doluyum, kafamda fikirler uçuşuyor. Bir yandan iş maliyetli ama sorun değil diyoruz. SU mezunları ne güne duruyor? Hepimiz bir yerinden tutarız. Projeyi anlatıyorum, Salih Bey hemen elini omzuma atıyor, “Kerem kardeim” diyor, “Her zamanki gibi arkanızdayım!” Bu motivasyonla hemen işe koyuluyorum. Uzun zamandır görüşmediğim, iletişimci SU mezunlarını arıyorum. “Tabii ki varım!” demeyen yok. Sıla’nın (Nur Işık’07) “Artı Bir” ismini bulmasıyla iş daha da keyifli hal alıyor. Bir hafta sonu; Kemal (Arslan’04), Melih (Özgüle’08), Tamay (Kiper’09), Onur (Okudan’10), Can (Fakıoğlu’06), Tunç (Acarkan’06) ve ben kampüsteyiz. Videolar çekiliyor. Sabahlara kadar Ataman’la (Girişken’10) kod yazıyoruz. Sıla’dan tasarımlar geliyor. Sanem (Güler’07) ürünleri tasarlıyor. Daha hiçbir şey ortada yokken, Ahmet Fatih (Sarıçiçek’09), Akdes (Serin’06), Sıla, Behiye (Bilgin’05) dünyanın dört yanından videolarını yolluyorlar. Erbil (Aşkan’05) bardakları üretiyor. ‹şin en zora girdiği, umutsuz günlerde bir başka SU yöneticisi Berna Hanım (Özkul) yetişiyor. SU iletişim departmanı da tüm gücüyle bize destek oluyor. Betül (Çamyar Karasinan’06) projeye dahil oluyor. Her yerde SU mezunu… Mobil ödemeye gidiyoruz, Ayhan (Şimşek) destek oluyor. Defterler geliyor. Standımız hazır, web sitesi yayında. ‹ncifer (Gülle’06), bannerları hazırlıyor. Biricik SÜMED Ofisi çalışanları Fatih (Mehmet Akdan) ve Merve (Tokgön) ile SU Kaynak Geliştirme Yetkilisi Ayla Hanım (Gürleyen) işin başından sonuna hep yanımızda. Yeni yıl geliyor, kar yağmıyor ama dünyanın dört bir yanına kartpostallar yağıyor. Ve ite Artı Bir karınızda... Herkesin eline sa¤lık! Defterler kapı kapı! Herkes hayran... Bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nin bu güzel dostluk ortamında, Türkiye’nin en kaliteli eğitimini alması için küçük +1’lerin toplanmasıyla ortaya çıkan büyük proje! Herkesin yüzü gülüyor. Bu dayanıma ruhuna, siz de küçük +1’inizi eklemeyi unutmayın. 13 +1’i Yaratanlar KEREM KOÇ’06 Artı Bir senin için nedir? Artı Bir benim için Sabancı Üniversitesi’nin hayatıma kattığı her şey demek! Sabancı Üniversitesi’nin hayatıma kattıkları sayısız… Tanıdığım değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin önemli akademisyenleriyle diyalog içinde bir eğitim, kendimi geliştirme imkânı… Artı Bir benim için tüm bunlara bir vefadır. Küçük, kendi kabuğunda kampüsümüzün içinde yaşanan dostlukları hatırlamak, başkalarına da hatırlatmaktır. Artı Bir ekibi nasıl doğdu? SU Mezunları Derneği’nde, SU mezunları olarak bizleri birleştiren değerlere eğiliyoruz. Ortak değerlerimizi, bizler için anlam ifade eden kavramları yaşatmanın, bağlarımızı kuvvetlendirmenin yollarını arıyoruz. Sonuç olarak Türkiye’nin en prestijli üniversitesinin mezunlarıyız. Bizlerden sonra gelenlerle de kendi dönemlerimiz arasında köprüler kurmak ve bağları güçlendirmek istiyoruz. Bu noktada, SU yönetimi ile yaptığımız görüşmeler sonucunda, mezunlar olarak biz emeğimizi koyduk, onlar da desteklediler. Böylece Artı Bir ortaya çıktı. Daha uzun yıllar sürecek bir değeri markalaştırmış olduk. Artı Bir için neler yaptın? Artı Bir projesi için ekip olarak hepimiz özveriyle çalıştık. Ben projenin koordinasyonuyla uğraştığım için her taşın altından çıktım diyebilirim. Sahada ayak basmadığımız yer kalmadı. SU’da senin artın neydi? Ben araştırmayı, öğrenmeyi, parçaları bir araya getirmeyi, bu anlamda hep meraklı bir çocuk olarak kalmayı seviyorum. Artı Bir’in duvarına da yazmıştım. SU’da benim Artı’m, istediğim her şeyi araştırıp öğrenebileceğimi öğrenmemdi. Ve tabi dostlarım… SILA NUR IŞIK’07 Artı Bir senin için nedir? Artı Bir benim için bir destek hareketinin parçası olmak, kısaca “ben de varım” demektir. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? / Artı Bir için neler yaptın? SUMED, mezunlarına ulaşıp onları burs için bağış yapmaya davet etmek üzere bir kampanya yaratmak istiyordu. Bunun için de bu kampanyanın yaratım aşamasında benden fikir yardımı istediler. Ben de eskiden üniversitenin internet forumlarında kendi aramızda kullandığımız “+1” kavramını bir kampanya haline getirmenin, mezun öğrencilere ulaşmak için samimi bir yol olacağı düşündüm. Bu tanıdık kavramdan yola çıkarak projenin ismini önerdim ve ajansımla beraber çalışarak +1 logosunu ve web sitesinin tasarımını yarattım. SU’da senin artın neydi? Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı artıları günden güne karşılaştığım olaylarda ve girdiğim ortamlarda kendi içimde keşfetmeye devam ediyorum. Bununla birlikte, en öne çıkan artılarımın, dünya görüşü olan bir birey olarak yetişmem ve her ortamda bu şekilde kendimi gösterebilmem olduğunu düşünüyorum. Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı bu sağlam kişilik değerlerinin bir yansıması olarak da bu değerli projede katkım olduğu için çok mutluyum. SANEM GÜLER’07 Artı Bir senin için nedir? Artı Bir benim için, başarılı öğrencilerin Sabancı Üniversitesi’nde, benim gibi burslu okumasına destek olabilmem için önemli bir fırsattır. Artı Bir sayesinde, dünyaya bakış açısını geliştirebilecek, hayatı boyunca özleyecek bir ortamda eğitim görebilme imkanına bir kişi daha sahip olacak. Artı Bir için neler yaptın? Artı Bir’e katkı için, mug ve t-shirt tasarımları, bunun yanısıra Artı Bir’e destek videoları için tasarım yaptım. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? Ekibe, Sabancı Üniversitesi sayesinde tanıştığım arkadaşım Kerem Koç vesilesiyle dahil oldum. Bana projeyi anlattığında heyecanlandım, zihnimde pek çok fikir belirdi. Oturduk tartıştık ve gelişmesine katkıda bulundum. SU’da senin artın neydi? Sabancı Üniversitesi’nde benim artım, merak ettiğim konuları araştırıp, pek çok farklı kaynaktan bilgi edindikten sonra kendi yorumumu oluşturmayı öğrenmemdi. CAN FAK�OĞLU’06 Artı Bir senin için nedir? Kendimi SU mezunu olduğum ve böyle bir ayrıcalıkla hayata atıldığım için hep şanslı saydım. Artı Bir bu şansı paylaşmak, bir gencin daha muhtemelen hayatının en güzel yıllarını, olabilecek en iyi kampüste geçirmesine olanak sağlamak demek benim için. Artı Bir için neler yaptın? Artı Bir ekibi ile başarıyla devam eden “Bu da benim artım” videolarının tanıtımı için ilk viral videoları çektik ve yayına hazırladık. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? Ekibe Kerem Koç vasıtası ile dahil oldum. Üniversite ve mezunlar arası iletişimi güçlendirmek adına güncel ve sıcak bir kampanya fikri ile yola çıkılmıştı, ben de kendi uzmanlık alanımda yardımcı olmaya çalıştım. SU’da senin artın neydi? En büyük artım arkadaşlarım sanırım. Bu kadar farklı alanlarda eğitim görmüş ama birbirini bu kadar etkileyip zenginleştirmiş bir insan grubuna dahil olmak çok keyifli. BETÜL KARAS�NAN’06 Artı Bir senin için nedir? Artı Bir benim için; gün boyu üzerimde taşıdığım kurum kimliğinin altına giydiğim Sabancı Üniversitesi tişörtüdür. Artı Bir için neler yaptın? Artı Bir’in pazarlama iletişim araçlarının üretilmesine destek verdim. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? Aslında Artı Bir’e tesadüfen dahil oldum. Sabancı Üniversitesi’nde Pazarlama Sorumlusu ve Artı Bir’in fikir babası Kerem Koç’la dönem arkadaşı olduğum için Artı Bir’in beni kolay bulduğunu söyleyebilirim. SU’da senin artın neydi? Benim artım, kendini hem farklı hissetmek, hem de farklılıklara hoşgörü ile yaklaşabilmektir. GÖZDE OTMAN’07 Artı Bir senin için nedir? SÜMED sayesinde haberdar olduğum, Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından daha fazla öğrencinin destek almasına katkı sağlayacak, hızla başlayan ve gelecek vadeden bir kampanya. Artı Bir için neler yaptın? http://www.artibir.org/ adresinden satın alınabilen +1 ürünlerinden, Artı Bir Wallpaper’ı tasarladım. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? Kerem’in teklifiyle, “Ufak da olsa, çorbada benim de tuzum olsun” diye düşünerek, seve seve projeye dahil oldum. SU’da senin artın neydi? Üniversite sınavının tercih yapan öğrencilere dayattığı meslek seçiminden bağımsız, istediğim dersleri seçerek, mühendis olacağımı zannederek girdiğim üniversitemden görsel iletişim tasarımcısı olarak mezun oldum. Programımı keyifle bitirdim ve severek çalıştığım kendi işimi kurdum. ‹şte bu da benim artım! ATAMAN G�R�ŞKEN’10 Artı Bir senin için nedir? Artı Bir benim için küçük yardımlarla ileride birçok Sabancı Üniversitesi öğrencisine büyük imkânlar sağlayacağına inandığım ve parçası olmaktan mutluluk duyduğum bir projedir. Artı Bir için neler yaptın? Artı Bir internet sitesinin yazılım aşamasında yer aldım. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? Daha önce farklı projelerde birlikte çalıştığım Sabancı Üniversitesi’nden arkadaşım Kerem’in, beni arayıp Artı Bir projesinden bahsetmesinden kısa bir sure sonra, Artı Bir ekibine dahil oldum. SU’da senin artın neydi? Yurtdışında master yaparken, Sabancı Üniversitesi’nde aldığım eğitimin uluslararası bir düzeyde olduğunun bir kez daha farkına vardım, bu da benim Artı’m! 15 Mezunumuz Gözde Otman (VACD’07) nostaljik konseptli fotoğraf stüdyosu “GİYÇEK”i anlatıyor… G‹YÇEK nedir? G‹YÇEK, nostalji konseptli ve kostümlü bir fotoğraf stüdyosu. “Nostaljik Foto¤raf Stüdyosu” olarak anılmasına rağmen, bence bir fotoğraf stüdyosundan çok daha fazlası. Amacım, nostalji konseptiyle eski fotoğraf stüdyolarına gönderme yaparken, kostümler ile fotoğraf çekimlerini çok daha ilginç ve keyifli bir hale getirmek. Kıyafetler ve aksesuarlar, ziyaretçilerimizin hayal gücünü harekete geçiren ve stüdyodan şen kahkahalar yükselmesini tetikleyen birer araç gibi. Stüdyo bünyesinde, ilk konsept olarak seçilen Osmanlı teması altında, 50’nin üzerinde kostüm, başlık, aksesuar ve mizansenleri tamamlayacak ud ve tef gibi enstrümanlar bulunuyor. Bu kostümlerle Osmanlı ‹mparatorluğu’nun heybetli padişahı, hanedanın yüksek rütbeli paşası, saraylı bir hanımefendi, keyf-i sefa içindeki haremin güzeller güzeli cariyesi, Göksu’da gezintiye çıkmış feraceli bir hanımefendi, şık bir Üsküdar katibi, isyankar ruhlu bir külhanbeyi ya da gözü pek bir yeniçeri kılığına girmek mümkün. Stüdyo kapısından giren on kişiden dokuzunun merakla sorduğu “Bu fikir aklınıza nereden geldi?” sorusu her gün ne kadar şanslı bir insan olduğumu hatırlatıyor bana. Üniversiteden mezun olduktan sonra; tasarım, fotoğraf ve nostaljiye olan ilgimin bana, yurtdışında birçok örneğini görüp beğendiğim ve deneyerek inanılmaz keyif aldığım, eski fotoğraf stüdyolarının ‹stanbul versiyonunu yaratma fikrini ve enerjisini verdiğini söyleyebilirim. ‹ki yılın sonunda da, rüzgarı arkama alıp yüreğimin götürdüğü yere emin adımlarla ilerleyerek ne kadar doğru bir başlangıç yaptığımı, ailemin ve dostlarımın desteğiyle bugünlere keyifle geldiğimizi görüyorum. Neden G‹YÇEK? Stüdyonun amacı, ‹stanbul’u ziyaret eden turistler için farklı bir anı fotoğrafı oluşturmak olduğu kadar, ‹stanbullulara da eğlenceli bir deneyim yaşatmak. Tarihe karışmak üzere olan, stüdyoda kalabalık fotoğraf çektirme geleneğini tekrar canlandırarak, ziyaretçilerine hafıza kartları ya da cd’lerde unutulmaya yüz tutmuş fotoğraflar yerine, uzun yıllar keyifle hatırlayacakları bir deneyim ve saklayacakları bir fotoğraflar sunmak. Osmanlı dönemi kostümleriyle zamanda yolculuğa çıkaran stüdyo, yeni konsept ve kostüm taleplerinizi de değerlendiriyor. Konsept önerileri ve taleplerinizi info@ giycek.com adresine gönderebilirsiniz. Ayrıca, sizleri de Galata’da bulunan stüdyomuza bekliyoruz. Stüdyo, pazartesi hariç hergün 10:00-19:00 arasında açık. Birden çok kostüm giymek ya da fotoğraf almak isteyenlere olduğu gibi, Sabancı Üniversitesi öğrencilerine ve SÜMED üyelerine indirimler mevcut. G‹YÇEK Nostaljik Fotoğraf Stüdyosu, Galata – 0212 251 8181 www.giycek.com www.facebook.com/giycek www.twitter.com/giycek ABD Savunma Bakanlığı’nın düzenlediği “Dijital Adli Tıp” yarışmasında birincilik elde eden mezunumuz: Can Yıldızlı (BSCS’2009)... Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi Aralık ayının başlarıydı. 2009 Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Lisans mezunumuz Can Yıldızlı’nın, ABD Savunma Bakanlığı’nın düzenlediği bir yarışmada birinci olduğunu öğrendik. Hem de 1147 takım arasından tek başına yarışarak… Derken Mezunlar Ofisi telefonları arka arkaya çalmaya başladı. Türkiye’nin ulusal basın kuruluşları Can ile görüşebilmek için mezun olduğu üniversite yoluyla ona ulaşmaya çalışıyorlardı. Telefonları zevkle cevaplarken SU Dergi’nin yeni sayısı için harika bir röportaj fırsatı daha yakaladığımı düşünmeden edemedim. ABD Savunma Bakanlığı neden böyle bir yarışma düzenlemek istemi olabilir? Ülkeler bu yarışmaları genelde güvenlik ile yakından ilgilenen insanları bulup, öne çıkarmak için düzenliyor. Bunun dışında da verdikleri problemlerin çözüm yollarına bakarak insanların bu problemlere nasıl yaklaştığını analiz ediyorlar. Verilen problemlerden bazılarının günümüzde daha çözülememiş veya belirli bir metodu olmayan problemler olması, bir başka nedeni de ortaya koyuyor. Peki, senin yarışmadan nasıl haberin oldu? ‹nternette gezinirken gördüm. Yarışmaya herkes internet üzerinden kolayca katılabiliyor, en fazla dört kişilik takımlar olarak da yarışılabiliyordu. Zaten katılımcıların çoğu takım halindeydi. Yarışmaya kazanacağına inanarak mı yoksa biraz eğlenmek ya da kendini denemek için mi katıldın? Aslında yarışmada verilen problemler tamamen olmasa da çalışma alanıma çok yakındı. Başlarken 16 kazanma ihtimalimin yüksek olduğunu biliyordum fakat bundan emin olmak istedim. ‹nanç da vardı tabi. Türkiye’den başka katılımcı var mıydı? Yarışmaya katılan her takımın yanında katıldığı ülkenin bayrağı yer alıyordu. Türkiye bayrağını taşıyan benim dışımda bir takım yoktu. Bize biraz yarışmanın detaylarından bahseder misin? Nedir “Dijital Adli Tıp”? Dijital Adli Tıp hacker’ların bir sisteme girdikten sonra bıraktığı izlerden yola çıkarak bilgi ve delil toplanması üzerine kurulu bir alandır. Alan çok geniş olduğu için şifreli konuşmaların ve şifrelenmiş verilerin bulunması veya parçalanmış fiziksel bilgisayar parçalarından bilgi çıkarılması gibi birçok konuyu da barındırıyor. Yarışmada bizlere farklı zorluk seviyelerinde 23 adet problem verildi. Problemlerin zorluk seviyelerine göre de puanları bulunuyordu. Bu problemler şifre kırma, resmin veya müziğin arkasına gizlenen verileri bulma ve Dijital Adli Tıp alanında çeşitli yazılım geliştirme konularını içeriyordu. Yarışmayı kazandın. Peki, karşılığında seni nasıl bir ödül bekliyor? Yarışmada benim dışımda ilk beşe giren dört kişilik takımların hepsi ABD vatandaşlarından oluşuyordu. Eğer yarışmada ABD vatandaşı iseniz kazanacağınız ödüller de çok daha fazla oluyor. Bana iki adet plaket verildi. Bu senenin ilerleyen zamanlarında da Malezya’da bir güvenlik üssüne seyahat ayarlanacak. Bunun dışında sponsorlardan gelen değişik eğitim ödülleri de oldu. Yarışmada “Lonewolf” ismini kullanmanın özel bir nedeni var mı? Hayır, tamamen rastgele seçtim. Aslında‹ngilizce “Lonewolf” olarak koyduğum ismi medyanın "Yalnız Kurt" diye çevirmesi hakikaten talihsizlik oldu diyebilirim. Kimin aklına gelir?.. ‹nternet güvenliğini dünya genelinde değerlendirebilir misin? Tedbirleri yeterli buluyor musun? Türkiye’deki durumla karşılaştıracak olursan mesela… ‹nterneti o kadar kısa sürede hayatımıza sokup yeni teknolojilerle entegre etmeye çalıştık ki çıkabilecek birçok problemi göremedik. Bu problemlerin en önemlisi güvenlik diyebiliriz. ‹nternet güvensizdir. Konuşmalarınız, yazdıklarınız veya ziyaret ettiğiniz siteler, siz farkında olmadan birçok noktadan ve birçok potansiyel saldırganın elinin altından geçiyor. Tüm bunlar yetmiyor gibi bir de ’online banka’ ve ‘elektronik ticareti’ çıkardık. Değişik şifreleme yöntemleri kısmen işe yarasa da, ortaya çıkan bu karmaşık teknolojinin güvenli olmasına asla yetmedi. Dünyadaki durum ile Türkiye’deki durum diye bir ayrım yapamayız. ‹nterneti ortak bir alan olarak düşünürsek her ülkenin vatandaşı aynı şekilde tehlike 17 altında. Türkiye’deki kullanıcıların birçok tehlikeye karşı bilinçli olduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında Türkiye’deki bankaların da internet şubelerindeki güvenliğin, Avrupa ortalamasının ve Amerika’nın çok üzerinde olduğunu belirtmeliyim. Sabancı Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği okumaya nasıl karar verdin? Sabancı Üniversitesi’ne başlamadan uzun zaman önce programlama ile uğraşıyordum. Aslında programlama ve zararlı yazılımlar üzerine çalışmaya 14-15 yaşlarında başlamıştım. Daha önce genetik mühendisliği okumak istiyordum. Nasılsa bilgisayar biliyorum bari başka bir alandan diplomam olsun diye düşünmüştüm. Arkadaşlarım sağ olsun, beni bu isteğimden soğuttular. Sabancı Üniversitesi ile Kadıköy Anadolu Lisesi’nin düzenlediği bir gezi sayesinde tanışmıştım. Üniversite ilk gördüğüm günden beri hoşuma gitmişti. Bilgisayar mühendisliği okuyacaksam mutlaka Sabancı Üniversitesi’nde okurum diye kendime hedef çizmiştim. Bunun başlıca nedeni de okulu gezerken gördüğüm bilgisayar laboratuarının modern dizaynı idi. Okulumuzun şehirden uzak olmasının getirdiği birçok dezavantajın yanı sıra aslında akademik çalışma için daha güzel bir ortam hazırladığını söyleyebilirim. Tabi bu durum sosyal hayatı biraz olumsuz etkiliyor olsa da... Okulda lisans ve yüksek lisans sırasında beraber proje yaptığım tüm hocalarım her zaman çalışmalarıma destek oldular. Özellikle hocalarım Albert Levi, Erkay Savaş ve Yücel Saygın üniversite boyunca ilgilendiğim konularda bana destek olup her zaman yol gösterdiler. Okulumuzun yurtdışındaki okullar ile neredeyse aynı çalışma sisteminde olması da ayrıca güzel. Şu anda Rensselaer Polytechnique Institute’te doktora yapmaktayım ve kullandığımız tüm sistemler (Mail, Webct, Bannerweb vs.) Sabancı’dakiler ile aynı. Bunun dışında ders “Add/Drop” dönemleri gibi birçok şeye yabancılık çekmeden yurtdışındaki çoğu uygulamaya kolayca alışabildim. Okulumuzun uyguladığı, programın seçilebilme lüksü de gerçekten çok önemli. Bence Sabancı Üniversitesi yurtdışındaki eğitim sistemini aratmayan paha biçilmez bir üniversite. Bu ailenin de bir parçası olmaktan mutluyum. Mezun olduktan sonra neler yaptın? Bundan sonrası için planların neler? Rensselaer Polytechnique Institute’ta eğitimime devam ediyorum. ‹lerisi için çok bir planım yok. Yapmak istediğim projeleri hayata geçirip hayattan olabildiğince zevk almaya bakıyorum. Sezen Aksu’yu şaşırttan mezunlarımız: Sinan Tuncay (VACD'10) ve Sevil Kaynak (VACD'11)... Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi Sevil ve Sinan üniversitemizin yeni mezunlarından. Sevil mühendis olma niyetiyle geldiği SU’da ilk senesini bitirir bitirmez çocukluk hayalinin peşine düşmeye karar vererek Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı okuyor. Sinan da lise sonrasında, aynı program için rotasını SU’ya çeviriyor. Kendi iç dünyasını işleriyle yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istediğini söylüyor. İkisi de o şansı yakalamış bile: Sezen Aksu’nun "Vay" şarkısı için hazırladıkları, uğruna uykusuz geceler geçirdikleri minik harikalar diyarı, Sezen Aksu’nun evinin maketi ve kuklaları ile… Sezen Aksu’nun Vay şarkısı için gerçekten farklı bir klip hazırladınız. Kukla ve maket kullanma fikri nasıl ortaya çıktı? Sezen Aksu’yla çalışma fırsatını nasıl yakaladınız? Sinan: Klibin ortaya çıkış hikâyesi oldukça ilginç aslında. Benim evim, Sezen Aksu’nun evinin hemen karşı kıyısında. Tam bir sene önce, röportajlar, fotoğraflar ve biraz da hayal gücümden faydalanarak onun evinin küçük bir maketini ve bir de hamurdan kuklasını yapmıştım. ‹çinde onları kullandığım kısa video çalışmamı uzunca bir süre Sezen Aksu’ya ulaştırmaya çalıştım ve şans eseri bir gün, çalıştığım fotoğraf stüdyosunda onunla tanışma fırsatı yakaladım. Videodan çok etkilendi ve bir benzerini yeni albümündeki “Vay” şarkısına klip olarak hazırlamamı teklif etti. Bu beklediğimden de büyük bir tepkiydi tabii ki! ‹şe başlamaya karar verdikten sonra hiç endişelendiniz mi? Büyük bir sorumluluk almak nasıl hissettirdi? Sinan: Bu elbette ki büyük bir sorumluluk… Hatta biraz da deli işi… Teklifi alır almaz hemen Sevil ile hazırlıklara başladık. ‹lk heyecanı attıktan sonra, özellikle üç aylık yoğun çalışma döneminde, bu sorumluluğu hem ruhsal hem de fiziksel anlamda fazlasıyla hissettik diyebiliriz. Bizi hem çok yoran, hem de büyüten çok önemli bir süreçti. Neyse ki ikimiz daha önce beraber benzer teknikleri kullandığımız pek çok proje yapmış olduğumuz için çalışırken birbirimizi artık iyi tanıyor ve tamamlıyorduk. Bu tüm zor anlardaki en büyük avantajımızdı. Aranızda nasıl bir görev dağılımı vardı? Sinan: Projede ben kendimi yönetmen, Sevil de sanat yönetmeni olarak adlandırmış olsak da, ikimiz de bu görev tanımlarının fazlasıyla dışında çalıştık. ‹ş bölümümüzü mümkün olduğunca kişisel becerilerimize göre şekillendirmeye çalıştık tabii, ama bu gene de her adımımızı birbirimizin fikrini alarak attığımız, oldukça kolektif bir süreçti. Klibin hazırlıkları uzun sürmüş olmalı. Çok emek gerektiren işler var. Çekim sürecinden bahseder misiniz? Sevil: Sezen Aksu’nun evinin büyük bir maketini, gerçeğinin ölçüsüne ve detaylarına dayanarak baştan oluşturduk, farklı dönemlerine ait sekiz farklı kukla hazırladık. Bunu yaparken de kartondan tahtaya, maket hamurundan metal tele kadar pek çok farklı malzemeden yararlandık. "Vay" şarkısındaki kederi, Sezen Aksu’nun kendi iç dünyasına tanıklık ederek, evindeki mobilyalar ve aksesuarlar üzerinden anlatmak istedik. Klipte hem video hem de stop motion tekniklerini kullandığımızdan süreç biraz daha zorluydu. Tabii kimi zaman ikimiz de detaylara gereğinden fazla takıldığımız için, hem maketin yapımı hem de çekimler planladığımızdan çok daha uzun sürdü. Sonuçta üç aylık geceli gündüzlü bir çalışmayla klibi tamamladık. Sezen Aksu’yla çekim aşamasında nasıl çalıştınız? Kendisiyle çalışmak kolay mı, eğlenceli mi? Sevil: Çalışmanın her aşamasında çok bağımsızdık. Kliple ilgili tüm kararlar bize bırakılmış haldeydi ki bu pek de rastlanmayan türden bir özgürlük. Sezen Aksu ve ekibinin pozitif, gençlerin fikirlerine önem veren ve yeniliklere açık bir yapısı var. Sezen Hanım yaptığımız maketi gördükçe çok heyecanlanıyordu ve bize sürekli “Çocuklar akıl sağlığınızdan şüpheleniyorum, sizi doktora göndereceğim” deyip duruyordu. Çok samimi ve keyifli bir çalışma ortamıydı kısacası. Bu yüzden kliple ilgili her talebimizi onlara ilettik, aldığımız olumlu yanıtlar da klibe yansıdı. Sabancı Üniversitesi’nde Görsel Sanatlar ve Görsel ‹letişim Tasarımı okumaya nasıl karar verdiniz? Sevil: Sabancı Üniversitesi’ne mühendislik okumak üzere girmiştim, ama çocukluktan beri sanat ve tasarıma karşı ilgiliydim aslında. Hayatımda yapmak istediğim asıl şeyin bu olduğuna birinci sınıfın sonunda karar verebildim ve Görsel Sanatlar bölümüne geçiş yaptım. Sinan: Benim Sevil kadar keskin bir dönüş hikâyem yok. Lise yıllarında ne okuyacağıma dair kararsızdım ama sanat, tasarım ve mimariye, yani görselliğe hep bir ilgim vardı ve bir şekilde kendime o yönde bir çıkış noktası bulacağımı biliyordum. Sabancı Üniversitesi’ndeki Görsel ‹letişim Tasarımı bilindik kalıpların dışında bir program olduğu için beni etkilemişti. Kendime çok daha fazla seçenek yaratabileceğimi ve farklı alanlardan beslenebileceğimi düşündüğüm için de kendimi burada buldum. Mezun olduktan sonra bugüne kadar neler yaptınız? Sevil: Geçtiğimiz Haziran ayında mezun oldum. Hemen ardından da Sinan’la birlikte klibin çalışmalarına başladık. Sonra da yüksek lisans başvuruları için hazırlanmaya başladım. Şu an kendi atölyemde resim, fotoğraf ve video ağırlıklı çalışmalarıma devam ediyorum. Sinan: Ben Sevil’den bir sene önce, 2010 yılında mezun oldum. Ben de ilk birkaç ayımı yüksek lisans başvurula 19 rıyla geçirdim. Sonrasında da klip çalışmalarına kadarki birkaç aylık süreçte reklam fotoğrafçısı Fethi ‹zan’ın yanında çalıştım. Geçtiğimiz Eylül ayından beri de New York’taki School of Visual Arts’ta fotoğraf ve video üzerine yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum. Hayatınız ve kariyerinizle ilgili bundan sonrası için ne hayal ediyorsunuz? Sinan: Bu cevaplaması zor bir soru. Ben çalışmalarıma, fotoğraf, video ve hatta gerçekleştirebilirsem sinema üzerinden devam edeceğim. Kendi iç dünyasını işleriyle yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istiyorum diyelim. Sevil: Şu anki amacım yüksek lisans için başvurduğum okullardan olumlu sonuçlar almak. Uzak gelecek ile ilgili konuşmayı pek sevmiyorum. Sabancı Üniversitesi hayatınızda nasıl bir fark yarattı? Sinan: Herhalde bu okulun benim hayatıma kazandırdığı en önemli unsur analitik düşünce becerisidir. Eğitim sistemimiz ne yazık ki büyük ölçüde eleştirisellikten yoksun, dolayısıyla toplumca kritik vermek/almak gibi bir alışkanlığımız yok. Sabancı Üniversitesi’nin bu konuda gelişmemde önemli bir payı var. Sevil: Sabancı Üniversitesi hayatımda çok önemli bir yere sahip çünkü başka bir üniversiteye gitmiş olsaydım, fen lisesi mezunu bir öğrenci olarak mühendislik okumak zorunda kalacaktım. Şu anda bu dergiyi bir SU öğrencisi, mezunu, öğretim üyesi ya da çalışanı okuyor. Hangisine bir mesaj vermek istersiniz? Sevil: Sabancı Üniversitesi’nde gerçekten çok şanslıydık, özellikle kendi programım adına konuşmam gerekirse çok değerli hocalarla birebir çalışma fırsatı elde ettim ve en önemlisi bu ilişki yalnızca okul sürecinde kalmadı. Hocalarımızın destekleri mezuniyet sonrasında da devam etti. Bu yüzden SU öğrencilerine hocalarıyla olan diyalogun değerini bilmelerini öneririm. Sinan: Ben de benzer şekilde hocalarımın desteğini çok gördüm ve hala da görmekteyim. Akademik kadronun bu kadar kolay ulaşılabilir olması, kendilerini öğrencilerine bu kadar yakın konumlandırmaları çok önemli. Öğrenciler bunu kesinlikle hafife almasınlar derim. SU ve Edebiyat Kapılar: Ahmet Evin Yıldırım Cihangiroğlu / Ekonomi Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi Daha önceki sayılarımızda çeşitli disiplinlerden hocalarımızla yaptığımız görüşmelerle oluşturduğumuz Kapılar köşesinde, bu defa farklı bir pencereden bakacağız edebiyata, farklı bir kapıdan gireceğiz. Öncelikle bölüm yazarı olarak, kendimle ilgili bir dipnot düşmek istiyorum. Hayatımda iki kitap oldukça önemli bir yer kaplamıştır. Bunlardan ikincisini, lisans öğrenimim sırasında aldığım Klasik Roman isimli dersin yükümlülüğü olarak okumuştum. Kitapta beni etkileyen şey, yazarının gerçek bir sanat aşığı olmasıydı. Yani sanatsal bir tat ile besliyordu kendisini. Yazdığı her satırda görebilmiştim bunu. Fakat, bu sanat aşkı, “sanatsal eserlere olan aşırı bir sevgi, ilgi” olarak tanımlanamazdı. Veya sanatı hayattan haz almak için bir araç olarak kullanmak değildi bu. Daha çok; hayatın kendisini, sanatsal bir tablo gibi izlemekti, sanatı yaşamak... Edebiyat hayatın içerisinde değildi, hayat edebiyatın içerisindeydi. Şimdi ben hala bu kümeleri kullanıyorum yaşamı sınıflandırmak için. Bilmem ne sebeptendir, aklımda bu kitabın yazarı ile kitabı okumama ve layıkıyla anlamama vesile olan, dersi veren pek kıymetli hocamız Ahmet Evin arasında bir ilinti kurmuştum. Kendisinin edebiyat alanında alınmış bir lisans derecesinden sonra, çalışmalarına tarih ve politika gibi alanlarda devam etmesi, ama hala romanlarla ilgili dersler de vermesi, ayrıca duruşu, anlatışı, düşünüşü bana oldukça ilginç gelmişti. Dergimizin bu sayısı için kapısını çaldım, oldukça nazik karşıladı. 20 Heart of Darkness – Joseph Conrad Odasına girdiğimde ilk olarak kütüphanesine baktım, daha doğrusu gözüm kaydı. Az önce bahsettiğim, hayatımda oldukça önemli yer edinmiş, o iki kitaptan ikincisinden az önce bahsetmiştim. ‹şte o kitapların ilki de hocamızın ofis kütüphanesinde karşıma çıkmıştı. Karakterimizde yaşayan Marlow ve Kurtz arasında hiç durmadan devam eden soru cevap sürecini ateşlendiren bir kitaptır Karanlığın Yüreği. Karanlığın, aydınlığın bir parçası olduğunu anlamamıza veya hatırlamamıza aracı olacaktır. Bu kitabı gördüğümde heyecanım katlanmıştı. ‹lk sorum, hayatında en çok etki bırakan kitabın hangisi olduğuydu. Zor bir soruydu, kolay da cevaplamayacaktı. Cevabının, o ikinci kitap olmasını istemiştim. Kızıl ile Kara - Stendhal Kendisi, insanın zamanla, geliştikçe, kitaplar okudukça, deneyim sahibi oldukça; birşeylere geri döndüğünü, birşeylere ise geri dönmediğini anlatmaya başlamıştı. Sonra ‘klasik’lerden açtı bahsi. “Niçin okunuyor klasikler tekrar ve tekrar, niçin bunlara klasik deniyor? Her nesil, bu kitaplara tekrar dönerken, niçin dönüyor? Çünkü bazıları, değişen içerisindeki değişmeyeni, birtakım evrensel hikayeleri belirli bağlamlarda insanlığa tekrar tekrar anlatıyorlar veya bazıları birtakım sosyal ilişkileri zihinde canlandırıyorlar, ona hayat veriyorlar. Fakat bahis konusu edebiyat ise, bir de estetik tarafına değinmek gerekir. Kötü yazılmış bir tarih veya felsefe kitabından farkına yani... Edebiyatın estetik yönü olması şarttır, en azından klasik olması için. Eklektik bir liste sunmak istiyorum” diyor ve burjuvaziyle birlikte gelişen roman türüne değiniyor. Klasikleşmiş romanlar içerisinde, özellikle Fransız edebiyatına dikkat çekiyor. O sırada ben gülümsüyorum, çünkü lafı; Marie-Henri Beyle, yani Stendhal’in Kızıl ile Kara’sına getireceğini hissediyorum. Çünkü Stendhal ile Julien; gerçek ile hayalgücünü simgeliyor benim için. Ve şimdi biliyorum, arasında hiçbir fark yok! Bir çember tamamlanıyor sanki. Biz devam ediyoruz. Aşk-ı Memnu – Halit Ziya Uşaklıgil: Fransız romanı, lafı hemen Türk edebiyatına taşıyor. 19. Yüzyılda Fransız romanı geliştiği vakitler, Türk entellektüelleri tarafında süregelen bir Fransızca modası ve Türk edebiyatı üzerine konuşmaya başlıyoruz. Namık Kemal denildiğinde, akıllarımıza hemen vatan şairi kalıbının gelmesini eleştiriyor biraz da. “Bu işin popüler tarafı. Halbuki roman hakkında yazdıkları çok önemlidir. Türkçe ve sadeleştirilmiş basımları da mevcuttur, bu kitabı unutmamak lazım.” Edebiyatta sadece estetik ögelerin olmaması, o tarihlerin realist bir fotoğrafını çekmesi ve yine devrin didaktik söylemlerini içermesi, ona oldukça önemli bir işlev kazandırıyor. “Ahmet Mithat Efendi, Osmanlı değerlerini savunan biri olarak bilinir; ama Fransız edebiyatını çok iyi bilir. Ondan bir jenerasyon sonra da, Halit Ziya geliyor.” Yakın vakitlerde diziye çekilmiş olan Aşk-ı Memnu’dan söz açarken, televizyon serilerinde saçma sapan bir şekilde yorumlanarak, orjinalinden uzaklaşmış ve berbat edilmiş edebi değerlerimizden bahsediyor. Kendisine katılmadan edemedim, özellikle daha birkaç hafta önce, kitapçıda gördüğüm on yaşlarındaki bir kız çocuğunun, annesine “Bak anne, dizinin kitabı da çıkmış” dediğini işittikten sonra. “Aşk-ı Memnu, aslında çok önemli bir roman. Bu kitaptan öncesi, bir çeşit deneme süreciydi diyebiliriz hatta. Kadın erkek ilişkileri, burjuva hayatına benzer bir modeli resmedebilen bir roman. Aşk-ı Memnu’dan önceki romanlarda kamusal hayatla, ev hayatı arasındaki geleneksel perde kalkmamıştır. O perdeyi ilk kaldıran, erkek olsun kadın olsun, o ilkişkileri gerek psikolojik gerek sosyolojik ortamda gösterebilen ilk Türk romanı.” Panorama – Yakup Kadri Bir imparatorluğun çöküşü, savaşlar, perişanlık, ‹stanbul, Ankara... Bir cumhuriyetin kuruluşu. O devirleri sadece kronolojik sıralamalardan anlayamıyor insan. “Türk romanı bu vakitler bu siyasal ve sosyal değişime odaklandı. Devrin insan ilişkileri, psikolojik detaylar büyük ölçüde yok olmaya mecburdu. Yakup Kadri çok önemli burada. Roman içerisinde tarih yazıyor. Panorama bir kitabının ismi belki, ama aslında bütün kitapları bir panorama... Bir devrin, Balkan Harbi’nden 50’lerin başlangıcına kadar olan Türkiye’nin panoraması... Bir tarihçinin yazabileceğinden çok çok daha fazlası. Estetik bütünlüğü de cabası... Gerek doğu gerekse batıyı birçok diğer yazarımızdan daha iyi bilmiş, öğütmüş. Sahip olduğu o optik çok önemli.” Sanırsam bizi de oradan bakmaya çağırıyor hocamız. Tarih ve politikanın çok fazla karşı karşıya geldiği günlerde, tarihi de sanat içerisinde eritmeye davet ediyor bizi. 21 Güliver’in Seyehatleri – Jonathan Swift Bir çocuk kitabı ismi çıkıyor birden dilinden. Öyle değil ama diyor hocamız. “18. Yüzyıl ‹ngiliz Aydınlanma Çağı’nın en önemli hicivlerinden biridir. Büyük ölçüde siyasal bir eleştiridir. Ama aynı zamanda, kartezyen yaklaşım ile mantık arasındaki farkı gösteren bir eser olmasıyla önemlidir. Devrin düşüncesini ve felsefesini çok derinden eleştirir. En önemlisi ise bunu bir hiciv ile yapar. ‹nsanlar, kendilerine gülemiyorsa, toplumlar kendilerine eleştirel bakamıyorsa, gittikçe sığlaşırlar” diyor ve gülmenin, hicvin önemine değiniyor. Dili biraz sıkıntı olabiliyor yeni nesiller için, diye ekliyor. Hicvin, Osmanlı’daki yerine değiniyor, devrin elit tabakasının estetik derinliği ve eleştirel bakışını yansıtması açısından övüyor bu türü. Divan Edebiyatı’nı işaret ediyor bize. The Question of Hamlet – Harry Levin: ‹ngiliz Dili’ne, Shakespeare’e geçiyoruz. Fransa’da Fransız klasikleri kadar tekrar tekrar sahnelenen, yeni şekilleriyle, radikal değişimlerle tekrar tekrar oynanan eserlerine... “Niçin dönüyoruz eserlerine Shakespeare’in. Birincisi önemle, yani ne bileyim, daha tecrübeli çağında, yazdığı son eserlere baktığımız zaman, mesela trajedilere baktığımız zaman, orada yansıttığı değil, sorduğu sorular, karakterlerine sordurttuğu, ortaya en dolaysız olarak koyduğu sorular çok önemli. Çünkü bunların birçoğu, insanlığın çok uzun süredir sorduğu sorular, bence Shakespeare’in önemli bir katkısı ve müstesna yeri büyük ölçüde bu egzistansiyel soruları sorabilmesinden kaynaklanıyor” diyor ve sonrasında 1950-60 larda, yeni bir üniversite öğrencisi olarak okuduğu ince bir kitaptan bahsediyor. Kitap Shakespeare’in eserleri ve diğer klasik kitaplarda, ortaya atılan soruları, çok boyutlu ve derin yansıttığı için önemli bir kitap. Baskısı hala tükenmemiş bir güzel eser... durum. “Masumiyet Müzesi, ki geçtiği zaman belki genç nesiller için tarih gibi gelebilir ama, daha dünkü ‹stanbul’dur. Orhan Pamuk pek güzel kayıt düşmüş o günlerimizi...” Five Germanys I Have Known Fritz Stern: Edebiyat dışı eserlerde, hatıratın öneminden bahsediyor hocamız. Kendisinin eski hocalarından, oldukça deneyimli bir tarihçinin (Stern) oldukça ilginç bir eserinden söz ediyor. Breslau’da 1920li yılların sonunda doğan Fritz Stern, bu kitabında, entellektüel ve profesyonel bir ailenin, henüz okula gidip gelen bir çocuğu olarak başlıyor, çeşitli zamanlarda karşılaştığı beş farklı Almanya’yı anlatıyor bize. “Nazilerin yükselmesiyle Amerika’ya göç eden ailenin bu çocuğu; iki savaş arasındaki Almanya’yı, Doğu Batı Almanya’yı ve 91 sonrasındaki birleşmiş bir Almanya’yı çok kişisel bir taraftan aktarıyor. Kitap sanki bir romanmış gibi okunuyor. Yaşanmış bir tarihi bir roman estetiğiyle aktarıyor.” Tüm Öyküleri - Sait Faik Öykü türünden sorular yönelttiğimde gülümsüyor önce. ‹ki farklı öykü türüne işaret ediyor. Geleneksel Türk öyküsünü anektod biçiminde özetliyor. “Okunması kolaydır. Bir Orhan Kemal ve Sait Faik birbirinden son derece farklı türden yazarlardır. Fakat oldukça kısadır öyküleri. Bir anı veya bir insanın başından geçen bir tecrübe üzerine yoğunlaşır ve biter. Öykü’nün diğer şekli, Kıta Avrupa’sındaki, biraz daha kısaltılmış romana benzeyen novella diye tabir edilen, karakterleri olmasa bile bağlamı geliştiren, psikolojik derinliği daha fazla bir tür... Romanın yavrusu gibidir. Türk Edebiyatı’nda ise, öykü tek başına duran net bir şeydir. Bir hamlede okunur. Hoş bir tabak yersin, o öğün biter” diyor. Sanki Sait Faik derken ki gülümsemesi, hoş bir lezzeti, unutulmaz bir damak tadını anımsatıyor kendisine diyorum içimden, listemize ekliyoruz büyük ustayı da. Cevdet Bey ve Oğulları – Orhan Pamuk: Güncel yazarlarımızdan bahsederken, yakın zamanlarda Orhan Pamuk’un birkaç eserini bir arada okumuş olduğunu belirtiyor. Kitapların okunması zor eserler olduğunu kabul ediyor; fakat birçok bakımdan Türk Edebiyatı’na büyük katkısı olduğunu da vurguluyor. Kendine özgü bir roman türünü geliştirip mükemmeleştirmesinde çok farklı türleri kapsayan eskizlerinden bahsediyor. Ayrıca yazarın hatırayı, etkili bir şekilde tekrar canlandırabilmesini, güncelleştirebilmesini çok çekici buluyor. Özellikle Benim Adım Kırmızı ve ‹stanbul isimli kitaplarında ve son olarak Masumiyet Müzesi’nde tekrarlıyor bu Sophocles – Euripides “Klasiklerden bahsetmişken, şunu söyleyim, herhangi bir şekilde bir Yunan trajedisi okumamış olan bir insan, Helenik çağı göz önüne getirebilir mi? Getiremez. Bir Sophocles bir tane de Euripides... Yanyana, birbiri arkasından okumak lazım. Çünkü bir tanesi klasik trajedi ki, klasik trajedi dediğimiz şey, bir ritüel biçiminin tiyatro haline dönüştürülmesi demek, Euripides’e gelince, aldığı bu klasik biçimi, eğiyor, kırıyor, büküyor ve süprizlerle karşımıza çıkıyor. Picasso’nun mavi ve pembe devirlerinden sonra birden kübizme geçmesine benzetebiliriz.” Sonra güncel konulardan söz açıyoruz. Periyodiklerden... Daha çok, çeşitli eleştiri yayınlarını ve The Times Literary Supplement’i takip ettiğini söylüyor. Elektronik kitaplardan so- ruyoruz, modaya uygun... Hem ipad hem kindle kullandığını, ama kitap satın almayı bırakmadığını söylüyor. “Kitabın geleceğini kestirmek zor, belki nesil farkıdır, oğluma baktığım zaman... Hani, benim birçok şeyi basıp okuduğum yerde, kendisi aynı şeyi bilgisayarda yapıyor. Yakın bir zamanda çıktı bilgisayar. Bundan sonraki nesiller büyük ölçüde birçok şeyi okuyacaklar ekrandan. Fakat basılı kitap önemini kaybederse büyük bir boşluk kalacaktır geride. Çünkü fiziki bir obje olarak da kitap önemli birşey. ‹çerikte estetiğe baktığımız kadar, bir insanın kitabı eline alıp okuması, hazırlanışını, tasarımı notlaması önemli konular. Tabii ki sadece bir iki dipnotu için gereken bazı kitaplara kolaylıkla ulaşılabilmesi başka bir konu, ama bir kitabı bütünüyle elinde tutmak bambaşka. Ben görsel hafızamla başbaşa, elimde kalemle okurum, yanına bir takım işaretler, notlar düşerim, zamanla geri dönerim, şiir olsun, siyaset bilimi makalesi, gerek siyasi tarih olsun, roman olsun, elimde kalemle okurum. Belki gelecekte buna da kolaycı bir çözüm üretirler, ama şimdilik benim durum böyle” diyor ve gülümsüyor. Nazik kişiliği, samimi cevaplarıyla Ahmet Hoca’mız ile zaman bir anda geçiyor. Edebiyat ile Tarih’i, Politika’yı, sadece bunları da değil, bizzat hayatı harmanlayışı bana Stendhal’i hatırlatıyor. Şimdi aradaki bağı daha da rahat kuruyoruz. Ahmet Hoca’mız da birçok meseleyi edebiyat içerisinden görüyor, hayata sanat penceresinden bakıyor. Zira tam da çıkarken kendisi söylüyor, “Edebiyat okumadan, siyaset bilimi nasıl yapılır bilmiyorum, çünkü bir Hobbes’u, bir Locke’u, bir sosyal kontratı anlamak için, bu bahisleri kavramak için, 17. veya 18. Yüzyılı da bilmek lazım gelir. Ama bu olmuştu, şu olmuştu kitaplarıyla değil, bizzat o devri yansıtan edebi eserleri okuyarak, o insanların ne düşündüğünü görerek olur bu.” Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Kendilerine ait odaları düşleyen KADINLAR... Elif Gülez / Editör Orhan Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı kitabında, “Romanlar ikinci hayatlardır” diyor. Bir romanın okur için yarattığı cazibeyi bundan daha iyi ifade etmek mümkün olabilir mi? Başka bir hayatın düşlenip yazıyla anlatılması demek olan edebiyat bence dünyanın en ilginç uğraşı. Bu yüzden, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu, geçtiğimiz yılın son üç ayında “Kadın ve Edebiyat” konulu bir ders dizisi açacağını duyurduğunda büyük bir hevesle derslere kaydoldum. Kadın ve Edebiyat serisinde, sekiz hafta boyunca, çoğu Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyelerinden oluşan öğretmenlerimiz eşliğinde, farklı meslek gruplarından çoğu kadın (böyle olması planlanmamıştı) yaklaşık yirmi kişilik bir grupla her Cumartesi sabahı Karaköy’de buluştuk. Her hafta, 19. ve 20. yüzyılın önde gelen bir ‹ngiliz veya Amerikalı kadın yazarın bir romanını inceledik. Aralarında, Doris Lessing ve Toni Morrison gibi iki Nobel Edebiyat Ödülü sahibinin de bulunduğu bu yazarların biyografileri ışığında, yazdıkları dönem ve feminist akımlar hakkında da bilgilendik. Okuduğumuz kitaplar aracılığıyla romantizm, gerçekçilik, modernizm ve post- 24 modernizm gibi estetik akımlar üzerine konuştuk. Toplumsal cinsiyetle edebiyat ilişkisi tüm çalışmaların ana ekseni oldu. Kadın ve Edebiyat serisi sayesinde Sibel Irzık, Deniz Tarba Ceylan ve Hülya Adak’tan ders dinleme fırsatını yakaladım. Ne yazık ki Özlem Öğüt’ün dersini kaçırdım. Katıldığım derslerin her bir dakikası benim için çok öğretici oldu. Derslerin sonunda Haydarpaşa’ya giden deniz motorunda şehri seyrederken, kitapları derse yetişmek için aceleyle okurken, aklımı romanların kahramanlarından, derste konuştuklarımızdan, yazarlardan alamadım. Derslere büyük bir hevesle katıldım. Kimi zaman, sorulan sorulara istekle ilk yanıt veren çalışkan öğrenci oldum; kimi zaman sınıf arkadaşlarım beni sevimsiz bulmasın diye kendimi susmaya zorladım. Bu yazıda, sekiz hafta boyunca konuştuklarımızın kısa bir özetini vermek istedim. Burada yazanlar, bu yüzden derslerimizin zenginliğini bütünüyle yansıtmıyor. Daha fazlasını isteyenler, Nisan başında yapılması düşünülen seriye katılabilirler. ‹lk hafta Deniz Tarba Ceylan’la birlikte Mary Shelley’nin Frankenstein’ını okuduk. Frankenstein’ın özgün adının “Frankenstein or the Modern Prometheus” olduğunu biliyor muydunuz? Kitaba adını veren Frankenstein öyle bir roman karakteri ki, Hollywood ve televizyon endüstrisi sayesinde, bugün sekiz yaşındaki çocuklar bile 1818 yılında yazılmış olan bu karakteri tanıyorlar. Romanı okuyanların sayısının herhangi bir Frankenstein filmini izlemiş kişilerin sayısından çok daha az olduğunu tahmin ederim. Frankenstein ne kadar tanınıyorsa yazarı Mary Shelley de bir o kadar az tanınıyor popüler kültürde. Shelley hakkında öğrendiklerimi anlatmalıyım: Mary Shelley, Frankenstein’ı yazdığında on sekiz yaşında. Bir grup entelektüel, yazı Lord Byron’ın ‹sviçre’deki evinde geçiriyor. O yaz, tıpkı bundan birkaç yıl önce bizim de tanık olduğumuz gibi, Avrupa’da bir volkan patlaması oluyor. Bu yüzden yaz çok soğuk ve yağmurlu geçiyor. Byron’ın evinde, günlerini çeşitli konularda tartışarak geçiren davetliler bir oyun oynamaya karar veriyorlar: Hepsi birer hortlak hikayesi yazacak. En iyi hortlak hikayesini yazan yarışmayı kazanacak. Dönemin ilerici kadın entelektüellerinden Mary Wollstonecraft’ın ve düşünür Percy Bysshe Shelley’in kızı ve filozof William Godwin’in eşi, 18 yaşındaki Mary Shelley bu yarışı Frankenstein’ı yazarak tamamlıyor. Sonraları, bu kadar iğrenç bir hortlak hikayesinin yazılmış olması değil, bir “kadının” bu hikayeyi yazabilmiş olması çok eleştiriliyor. Hikayeyi bilirsiniz: Üniversitede kimya öğrencisi olan Victor Frankenstein, yaşadığı acı kayıpların ardından laboratuvarında deneylere başlar. Ölü hücrelere can verecek teknikler üzerinde takıntılı bir biçimde çalışırken bir ucube yaratmayı başarır ancak işi bittiğinde yarattığı varlıktan ve yaptığı işin yanlışlığından ötürü o kadar dehşete uğrar ki kendi doğurduğu bu ‘şeyden’ kaçar. Bir kez olan olmuş, ucube, geri dönülmez biçimde yaşam bulmuştur. Kitap boyunca, ucube Frankenstein’ın doğumunu, yaşamı kavrayışını, öğrenişini, kendinden çok farklı olan insan nesliyle iletişim kurma çabasını, içinde büyüttüğü nefretle dönüşümünü, sonunda kendisi ve başkaları için doğurduğu yıkımı takip ederiz. Romanla ilgili konuştuğumuz pek çok şeyi bu yazının sınırları içinde anlatmama imkan yok. Sadece, tüm tartışmaların sonunda aklımda kalan soruyu size de sorayım: Acaba, anne şefkatinden yoksun, 19. yy. ‹ngiliz toplumunun geleneklerine ters düşen yöntemlerle babası tarafından yetiştirilen, William Godwin’le ‘kaçarak’ top- 25 lumca yakışıksız bulunan bir evlilik yapan Mary Shelley, kahramanı Frankenstein’ı kendi kişiliğinden hareketle yazmış, toplum içinde kendisini bir ucube gibi hissetmiş olabilir mi? Yazarları en zor duruma düşüren şeylerden biri, kitapta meydana gelen olaylar ve kahramanlar hakkında kendilerine şu soruların sorulmasıdır: Kitabınızda anlattığınız olaylar gerçekten yaşandı mı? Kitabın kahramanı aslında siz misiniz? Öğretmenimiz Deniz Tarba Ceylan bu tuzağa düşmememizi baştan istemişti. Bizler yine de dersin sonunda bu soruyu sormaktan kendimizi alıkoyamadık: Frankenstein ne ölçüde Mary Shelley’i temsil ediyor? Frankenstein Mary’nin kendisi mi? Galiba bu sorunun yanıtını asla bulamayacağız. ‹kinci hafta Jane Austen’ın “Gurur ve Önyargı”sını okuduk. Sınıfta “Gurur ve Önyargı”yı toplumsal cinsiyet konularıyla ilişkisini inceleyerek yeniden okumak çok eğlenceliydi. Böyle yapınca, günün sonunda kitabın baş kahramanı Elizabeth Bennet gözümüze o kadar da sevimli görünmedi. Biz Elizabeth’i aşkın peşinden giden biri olarak bilirdik. Oysa günün sonuna başka seçenekleri göz ardı etmiş ve zengin, kibirli, suratsız Darcy’yi seçmişti. Tıpkı Mr. Darcy’nin o kadar da centilmen olmaması gibi! Onun da suçu, Elizabeth’le arasındaki ‘tüm sınıfsal engellere rağmen’ Elizabeth’i sevdiğini itiraf ederek Elizabeth’i bir anlamda aşağılamış olmasıydı. Toplumsal cinsiyet perspektifinden bakınca Austen bizim için neden önemliydi? Bir kere yazarımız “Gurur ve Önyargı”nın başına “Bir hanımefendi tarafından yazılmıştır” ifadesinin koyulması için yayınevine ısrar etmişti. Böyle bir kimlik ilanının bir romanın başına konması bugün için gülünç olsa da o dönemde bunun bir meydan okuma olarak kabul edilmesine şaşırmamak gerekir. Bir başka 19. yy ‹ngiliz yazarı George Elliot’ın gerçek adının ‘Mary Anne Evans’ olduğunu hatırlatırsam bu meydan okuma kulağa daha anlamlı geliyor değil mi? Aynı dönemin kadın yazarlarından Charlotte Brontë de başlangıçta ‘Currer Bell’ isimli bir erkek yazar olarak tanınmayı seçmişti. Austen’i dönem yazarlarından ayıran en önemli özellik neydi? Çok ince bir mizah anlayışına sahip bir yazar oluşu mu? Büyük olasılıkla. Onun mizah anlayışı onun içinde yaşadığı topluma ve onun kalıplarına yabancılaşmış olmasından kaynaklanıyordu. Bu yabancılaşmadan doğan ironi Austen’i hepimizin yürekten sevmesine neden oluyordu. Üçüncü haftanın konusu Charlotte Brontë ve Jane Eyre idi. Jane Eyre’i, bir ‘bildungsroman’ olarak inceledik. Yani, kahramanı olan genç kadının, çocukluğu, ergenliği ve sonrasını takip ederek onun ahlaki ve psikolojik açıdan olgunlaşma serüvenini izledik. Bunu yapmak, ilk kez ilköğretim çağında iken okumuş olduğum Jane Eyre’e başka türlü bakmamı sağladı. Her okur, aynı romanı farklı gözlüklerle okuyor. Ben de Jane’in gücünü, başına buyrukluğunu sevmiş, ondan hep hoşlanmıştım. Onu, imkansızlıklara rağmen kendi seçtiği yoldan ilerleyen, otoriteye ve zulme karşı çıkabilen, bir tür kahraman olarak görmüştüm. Oysa Jane Eyre’i Deniz Tarba Ceylan’la birlikte okurken Jane’in başka yönlerini, daha doğrusu yazarının zihnindeki kalıpları gördüm. Örneğin, tavan arasında herkesten saklanan “deli” kadın Bertha’nın, aslında Jane’in ‘alter ego’su olarak kaleme alınmış olabileceği düşüncesi beni çok şaşırttı. (Kitabı okumamış olanlar için not: Bertha, Jane’in hayatının aşkı olan Edward Rochester’ın, gençliğinde evlenmiş olduğu, ‘deli’, ‘cinselliğe-düşkünlüğü-sebebiyleahlaksız’, ‘Rochester-çok-vicdan-sahibiolduğu-için-bir-türlü-boşayamadığı’ karısıdır.) ‹lk okumalarımda Bertha’yı Jane ile Rochester arasında bir engel, ‘tavan arasındaki deli kadın’ olarak gördüğümü ve Jane ile Bertha arasında hiçbir 26 benzerlik, yakınlık kurmamış olduğumu dersimiz sayesinde fark ettim. Brontë, cinselliğe düşkün olduğu için Bertha’yı ‘deli, ucube’ kategorisine rahatlıkla yerleştirmişti. ‹yi yürekli Jane, kuzeni tarafından insanlığa hizmet için Afrika’ya gitmeye davet edilmiş, insanlığa hizmetin kendisine göre olmadığına karar vererek bu teklifi reddetmişti. Rochester, ancak geçirdiği kaza sonucu tek elini ve gözünü kaybederek sakatlandığında Jane’le sosyal statüleri eşitlenmiş, evliliğin yolu açılmıştı. Jane, ömrünü engelli kocasının bakımına adamıştı. Acaba Jane, gerçekten çağının ilerisinde miydi? Jane’in yetiştiği yatılı okulun müdürü acımasız Mr. Blocklehurst’ün tıpkı “Kırmızı Başlıklı Kız” masalındaki ‘kurt’a benzer şekilde tasvir edilmesini, ‘erkek’ cinselliğinin tehdit ediciliğiyle ilişkilendirmek de romanı ilk okuduğum zaman aklımın ucundan geçmemişti. Romanda, “Külkedisi”nden “Kırmızı Başlıklı Kız”a ya da “Güzel ve Çirkin”e birçok masala gönderilebilecek referanslar olduğu fikri benim için yeniydi. Okumamız sırasında, toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla ilgilenen herkesin okuması gereken, Gilbert ve Gubar tarafından kaleme alınmış olan “The Madwoman in the Attic” adlı makalenin adını Jane Eyre’deki Bertha karakterinden almış olduğunu öğrendim. Bu makalede, Gilbert ve Gubar, 19. yy’da batılı kadın yazarların, karakterlerini ya birer “azize” ya da birer “canavar” olarak konumlandırmakla çalışmalarını kısıtladıkları tespitini yapıyor. Bu durumun, erkek yazarların, kadın karakterleri ya ‘saf ve temiz’ birer melek ya da ‘başkaldıran, çılgın, deli’ varlıklar olarak konumlandırma, sınıflandırma eğiliminden kaynaklandığını savunuyor. Dersin sonunda, Bertha’ya hak ettiği ilgiyi göstermeye ve Bertha’nın hikayesinin anlatıldığı roman “Wide Sargasso Sea”yi okuma listeme eklemeye karar verdim. Dördüncü haftanın konusu Virginia Woolf’un “Mrs. Dalloway” adlı romanıydı. Virginia Woolf’a geldiğimizde, yirminci yüzyıl romanına da giriş yapmış olduk. Mrs. Dalloway’i okurken modernizm hakkında konuştuk. ‹ki dünya savaşı arası dönemde şekillenen modernizm, savaşın toplumsal düzeni altüst etmesi, insanların ‘inançlarını’ yitirişine estetik bir tepki olarak doğuyor. Bu dönemi, öğretmenimiz Sibel Irzık, “Tanrının öldüğü dönem” olarak tanımladı. Bilimsel gelişmelerin hız kazanmasına, çağın akıl çağı olarak tanımlanmasına rağmen, insanlar, o güne kadar mutlak, sağlam ve değişmez olanın sarsıldığını görüyor, yarının bugünden daha iyi olabileceği konusundaki inançlarını yitiriyor. Modernizm, tüm bunlara bir tepki olarak doğuyor. Önceki edebiyat, -tıpkı Gurur ve Önyargı’da olduğu gibi- “aşk ve evlilik”, “bireyin toplum içinde yerini bulması” konularına odaklanırken, modernistler, “insanların birbirleriyle bağlantı kurup kuramayacakları” sorusu üzerinde duruyor. Bu dönemin feminist akım içindeki yeri de, kadın yazarların erkekegemen edebiyat dünyasına bir eleştiri getirmeleri. Mrs. Dalloway, Clarissa Dalloway’in ve – aslında Clarissa’yla doğrudan bir ilişkisi olmayan, bence en az Clarissa kadar incelenmeye değer olan savaş gazisi Septimus Warren Smith’in - bir gününü anlatıyor. Clarissa, Londra’daki evinde ve çevresinde akşam vereceği parti için hazırlık yaparken geçmişiyle ve kendisiyle yüzleşiyor. Kadın ve Edebiyat serisi içinde, ilk üç haftada incelediğimiz romanlarda karakterlerin büyüme, olgunlaşma hikayesini izlemiştik. Mrs. Dalloway’de, önceki kitaplarda olduğu gibi, bir kişinin olgunlaşması hikayesinden öte, kişilik sınırları, kişiliğin özü, kalıcılığı, algılar, bilinç, göreli ilişkiler yumağı merceğimize oturdu. Clarissa ile bir günü paylaşan Septimus karakteriyle ‘savaş’ hikaye içine girmişti. Clarissa’nın bir zamanlar aşık olduğu ve evlenme teklifini geri çevirmiş olduğu Peter Walsh, ‘yaşanmamış imkanları’ temsilen hikaye içinde yer bulmuştu. Tıpkı Peter Walsh gibi, yıllar sonra ortaya çıkarak Mrs. Dalloway’in partisine katılan eski kız arkadaş Sally Seton da, yıllar önce Clarissa’yı dudaklarından öpmüş ve bu öpücük en güzel hatıra olarak Clarissa’nın belleğine kazınmıştı. Sally de Peter gibi yitirilen imkanları sembolize ediyordu. Savaşta çıldırmış olan Septimus’un psikiyatristi Sir William Bradshaw, Clarissa’nın temsil ettiği duyarlılıklarla asla bağdaşmayan türde bir aklın temsilcisi idi. Bradshaw, insanın biraz dinlenir ve iyi beslenirse her türlü dertten kurtulabileceğine inanan bir zorba idi. 27 Tıpkı Jane Eyre’deki gibi, Mrs Dalloway’de de roman kahramanının içine itilmiş olduğu bir oda vardı. Jane Eyre’de Rochester, deli karısı Bertha’yı tavan arasına kapatmış, onu herkesten gizlemişti. Bu yönüyle Bertha’nın odası, Jane’in ‘bastırılan güdülerinin de’ temsilcisiydi. Mrs. Dalloway’de ise Clarissa’nın itildiği, “Odasına çekilen bir rahibe gibi” sığındığı oda, savaşın yarattığı ‘boşluk, yokluk’ hissinin, Clarissa’nın insanlarla, özellikle kocası Richard’la arasındaki ve ‘yüreğindeki’ boşluğun temsilcisiydi. Derslerimizde, buradan yola çıkarak feminist yazın içinde ‘odalara’ yapılan göndermeler hakkında da konuştuk. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda - A Room of One’s Own” adlı makalesinden de bu çerçevede söz açıldı. Bu makalede, Woolf, bir kadın yazarın yazabilmesi için ön koşulun kendine ait geliri ve bir odası olması gerektiğini ifade etmişti. Woolf, kendisi yazarken, omzunun üzerinden bir erkek yazarın kendisini eleştirdiğini hayal ediyor, sonra, William Shakespeare’in, en az William kadar yetenekli ve zeki bir kız kardeşi olsaydı ünlü yazarın sahip olduğu olanaklara kavuşup kavuşamayacağını sorguluyordu. Woolf kendi yaşamında da bu türden imkansızlıkların acısını yaşamıştı. Erkek kardeşleri eğitim almak için üniversiteye giderken, o evde oturmak durumunda kalmıştı. Ne ironiktir ki, büyük olasılıkla o erkek kardeşlerin hiçbiri Clarissa’nın bir gününü kaleme alacak sezgi ve duyarlığa sahip değildiler. Mrs. Dalloway’in bir günü, tüm romana hakim olan ‘anların’, ‘burada olmanın’, ‘şimdinin’ gücünü vurguluyor, tek anın gücünü yüzümüze çarpıyordu. Merkezini, ölümün, savaşın, hayatın gerçekleşmemiş imkanlarının oluşturduğu bu modernist ağıt romanı okuduktan sonra sınıfça, ‘bir an’ donakaldığımızı sadece ben mi hayal ettim acaba? Beşinci hafta, Hülya Adak’la birlikte Charlotte Perkins Gilman’ın “Kadınlar Ülkesi” isimli romanını okuduk. Bu bir feminist ütopya örneğiydi. Feminist ütopyadan söz ederken, ütopyanın çok bilinen örneklerinden söz etmeden geçemedik. Hülya Adak, bize Eflatun’ın Devlet’inden; Thomas Moore’un “Utopia”sından, St. Augustine’in “The City of God”ından, Al Farabi’nin “AlMadina Al-Fadila”sından ve Jonathan Swift’in “Gulliver’in Gezileri”nden birer ütopya örneği olarak söz etti. Feminist ütopya örnekleri arasında, Mary Gentle’ın “Golden Witchbread”ini, Doris Lessing’in “The Marriages Between Zones Three, Four and Five”ını, Lady Florence Dixie’nin “Gloriana, or the Revolution of 1900”ını saydı. Halide Edip’in “Yeni Turan”ının da bir ütopya sayılabileceğinden söz etti. Sonra, dersimizin konusu olan “Kadınlar Ülkesi” ya da orijinal adıyla “Herland”e geçtik. Kadınlar Ülkesi’nin, The Forerunner dergisinde, kendisinden önceki “Moving the Mountain” ve sonra gelen “With Her in Ourland” ile birlikte tefrika halinde yayınlandığını öğrendik. Yazar Charlotte Perkins Gilman hakkında konuştuk. Gilman’ın, 19. Yüzyılda, ABD’de yaşayan bir sosyolog, yazar olduğunu, hem yaşam öyküsü hem ülkenin dört bir yanında verdiği konferanslar hem de yapıtlarıyla feministlere yol gösterdiğini öğrendik. Gilman, en çok, ağır bir doğum sonrası depresyon geçirişinin ardından kaleme aldığı otobiyografik “The Yellow Wallpaper” (Sarı Duvar Kağıdı) adlı kısa hikayesiyle tanınıyor. Bu hikayenin kahramanı, kocası tarafından, doktorun tavsiyesiyle “kendi iyiliği için”, “dinlenmesi için” üç ay boyunca sarı duvar kağıtlarıyla kaplı bir odaya, bir anlamda “hapsedilen” bir kadındır. Kahramanımız, zamanla odanın sarı duvar kağıtlarına karşı bir takıntı geliştirir. Gilman, bu hikayeyi, “takıntılı”, “asabi”, “histerik” olarak tarif edilen kadının toplum içindeki rolünü değiştirmek için yazmıştı. Hikayeyi tamamladıktan sonra, psikiyatristine bir kopyasını postalamıştı. Gilman, boşanması ve tek çocuğunun bakımını kocasına bırakmış olması yüzünden yaşadığı dönemde çok eleştirilmişti. Kadınlar Ülkesi’ni sınıfça çok eğlenerek okuduk. Romanın kahramanları sosyolog Van, arkadaşları Jeff ve Terry ile, üzerinde hiçbir erkeğin yaşamadığı bir ülkenin varlığından haberdar olurlar. Zorlu bir yolculuğun ardından söz konusu “Kadınlar Ülkesi”ne ulaşırlar. Bu ülkede, gerçekten de sadece kadınlar yaşamakta, üreme, parthenogenesis yani aseksüel üreme yöntemiyle gerçekleşmektedir. Bu ülkedeki kadınlar adildir. Ülkede mülkiyet yoktur. Ülkedeki odalar tek bir kişiye değil, tüm topluma aittir. Kapılarda kilit yoktur. Her yer herkesin evidir. Tarım ve botanik çok gelişmiştir. Çocuklar tek bir annenin, ya da biyolojik annenin “mülkiyetinde” değildir. Kim hangi konuda başarılı ya da yetenekli ise çocukların o konudaki öğretmeni olmaktadır. Erkekler, kadınlar ülkesinde birkaç ay hapsedilirler. Bu hem dış dünyayı onlardan hem de onları dış dünyadan korumak amacıyla yapılmıştır. Hapis oldukları dönem boyunca erkekler bu kadınların kültürünü daha yakından tanır, dillerini öğrenirler. Sonunda birer eş edinirler. Hikaye bu şekilde sürer. Kadınlar Ülkesi’ni okuduğumuz dersin sonunda aklımda kalan soru şu oldu: Cinsiyet, doğuştan gelen, değiştiri- 28 lemez ve “tanımlayıcı” bir olgu mudur? Yoksa cinsiyetle ilgili kabul ettiğimiz şeyler aslında toplum tarafından inşa edilmiş olan algılar mıdır? Gilman, “Kadınlar Ülkesi” ile bir ütopyayı düşlerken, romanın kahramanı sosyolog Van’in eşi Ellador’u alarak kendi dünyasına götürüşünü anlattığı “With Her in Ourland”de bir distopyayı düşlüyordu. Hülya Adak, With Her in Ourland’de Ellador’un ciddi bir depresyon geçirdiğinin anlatıldığından bahsetti. Bu bize neden şaşırtıcı gelmedi acaba? Altıncı haftanın konusu Doris Lessing’in Altın Defter’i idi. Bu kitabı Sibel Irzık’la birlikte okuduk. Altın Defter bir “meta-fiction” yani “üst kurmaca” türüydü. Üst kurmacanın, “kurmaca olduğunu itiraf eden metinler” anlamına geldiğini öğrendik. Lessing de kitabın önsözünde amacının, “… yalnız biçimiyle bir şeyler söyleyecek bir roman yazmak” olduğunu söylemişti. Altın Defter, post-modernist edebiyatın egemenliğini kurmaya başladığı dönemde yazılmıştır. Modernizm ile post-modernizim arasında yer alan bir metin olarak yorumlanıyordu. Kadın dili, yazını, gerçekliği diye bir şeyin var olup olmadığını da sorgulamaktaydı. Lessing, kitabın “kadın hareketinin savaş borusu” olarak algılanmış olmasından boşuna şikayet etmemişti. Yine de kitap, feminist düşünceyi etkilemişti. Kitap hakkında konuşurken feminizm akımları üzerinde de durduk. Sibel Irzık, birinci dalga feminizmin, “erkekler sistemden ne alıyorsa kadınların da onu alması talebi” üzerine kurulduğunu, ikinci dalganın “sistemin yıkılarak farklılıkların belirleyici olması gerektiğini” savunduğunu, üçüncü dalganın ise “mantığı patriarkal düzenin bir parçası olduğu için tümden reddettiğini” vurguladı. Altın Defter’de bir çerçeve öykü (Özgür Kadınlar) etrafında kurgulanmış 5 ayrı metin/ defter vardı. Bu, Anna Wulf’un, arkadaşı Molly’nin, her ikisinin çocukları, eski kocaları ve sevgililerinin hikayesiydi. Siyah Defter, Anna’nın Orta Afrika’daki yaşantısını, Kırmızı Defter, bir komünist parti üyesi olarak yaşamını, Sarı Defter, Anna’nın kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı bir roman taslağını, Mavi Defter, Anna’nın anıları, düşleri, duygularını ve Altın Defter ise hepsinin kesiştiği noktayı temsil ediyordu. Kitapta, okuyucunun aklını karıştıran birçok kurmaca düzeyi vardı. Bu düzeyler birbirinin aynasıydı. Hepsi birer sınıflandırma ve analiz çabasının ürünüydü. Metinlerde düzene duyulan özlem ve kaos iç içeydi. Tıpkı hastalıkla sağlığın iç 29 içe oluşu gibi. Anna’nın kızı Janet ile olan ilişkisi ne kadar sağaltıcı ise Altın Defter’de sahneye çıkan Saul’la olan ilişkisi bir o kadar hastalıklıydı. Anna’nın psikiyatristi “ŞekeAnne”nin görevi, Anna’nın hayatında düzeni ve kontrolü sağlamaktı. Yazmak, bir şeylere şekil vermek, şeyleri tanımlamak, analiz etmek, hayatı anlamlandırmak çabasıysa Doris Lessing, bu kitaptaki kurmacalarıyla neden şekilsizliğe bu derece arzu duymuştu? Yazmak, hem bir şeylere şekil vermek hem de kalıpları parçalamak, karanlık sulara dalmak, şekilsiz olanı ortaya çıkarmak anlamına mı geliyordu? Bir şeyleri kitapta sınıflandırma yoluyla, aslında hiçbir şeyi bölmemek, sınıflandırmamak gerektiğini mi anlatmaya çalışmıştı? Kendisi önsözde öyle yaptığını söylüyor. Doris Lessing, önsözde farklı okurların aynı kitaptan farklı farklı notlarla çıktığını vurguluyordu. Bazı okurlar kadın-erkek savaşını görmüş, bazıları politik mesajları üzerine yoğunlaşmış, diğerleri akıl hastalığı izleğinden başka bir şey görmemişti. Lessing, önsözün sonunda, ne kadar buna üzülse de doğal karşılaması gerektiğini söylüyordu. “Kitabın kalıbı, olay örgüsü, yazar gibi okur için de açık olduğu an, onu kullanma süresi dolmuş bir eşya gibi bir kenara atıp yeni bir şeye başlamanın zamanı gelmiştir belki de” diyordu. Biz de altıncı haftanın sonunda istemeyerek Altın Defter’i rafa kaldırmak zorunda kaldık çünkü okunacak daha iki kitap vardı. Yedi ve sekizinci haftanın derslerine katılamadım. Buna rağmen, Ursula Le Guin’in Lavinia’sını ve Toni Morrison’un Katran Bebek’ini kendi başıma okudum. Okurken, derslerde arkadaşlarımın neleri konuşmuş, nerelerde gülmüş, nerelerde bir an için duraklamış olabileceklerini neşeyle hayal ettim. Toplumsal Cinsiyet Forumu’nun “Kadın ve Edebiyat” serisi boyunca, kendine ait bir oda isteyen, bu odanın en ufak ayrıntılarını zihinlerinde parça parça ve sabırla yeniden yaratan, odanın turunçgil ve mine çiçeği kokan sessizliğini, güneşini ve karanlığını düşleyen tüm bu kadınlara misafir olmak beni onlara biraz olsun yakınlaştırmıştı. Sanat doğdum, sanatçı doğdum ben. Kültür doldum, kültür koktum ben. Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi Tahmin edebileceğinizden daha geniş bir yüreğim var benim, hepinizin, herkesin sığabileceği kadar büyük, her daim dopdolu, rengarenk bir dünya… Tam 4 bin 905 metrekarelik bir alandan bahsediyorum, 912 kocaman insanın sığabileceği ve üretken zihinlerin emeklerini sergileyebileceği bir alan… Eğlenmek, öğrenmek, biraz sosyalleşmek, biraz dinlenmek için birebirim. Kocaman bir ailenin göz bebeğiyim zaten. Nisan 2005’tir doğum tarihim. O zamandan beri her gün biraz daha gelişerek dolduruyorum günlerimi. Bugüne kadar birbirinden değerli insanlarla tanıştım ve geleceği en az onlar kadar parlak bir sürü aile bireyim aynı sahnenin tozunu yuttu büyük heyecan içinde. Tiyatrolar, konserler, özel günlere ait kutlamalar tek bir yerde, benim yüreğimde vuku buldu. Sadece 6 yılda, bir insan ömrüne dahi sığdırmanın güç olacağı nice insan geldi geçti ve bu hatıraları bıraktı bana. Şimdi baktıkça ne kadar kıymetli bir sürece ev sahipliği yaptığımı görüyor ve gururlanıyorum. Benim yapılanma sürecim sadece içinde bulunduğum bu güzel Sabancı Dünyası’na hitap etmem amaçlanarak gerçekleştirilmemiş. Kampus çevresindeki tüm sanatseverlere ulaşmak ve burada sahneye konan şeyleri onlarla da paylaşmak istenilmiş… Uçsuz bucaksız bir okyanusta yol almak gibi ‹stanbul’da yaşamak… Öyle bir an geliyor ki hareket etseniz bile bir yere gidemiyorsunuz. Bazen rüzgar, bazen de dalgalar savuruyor sizi… Ama etrafınızda olan biten bir sürü olay mevcut. Birileri doğuyor, ölüyor ve en önemlisi üretiyor. ‹nsanlar bu şehri seviyor ve üretimlerini buranın insanlarıyla paylaşmak konusunda cimrilik etmiyorlar. Peki siz her daim erişebiliyor musunuz sizlere sunulan- 30 lara? Ne yazık ki o kadar da kolay değil. Dedim ya, sizden çok daha kuvvetli bir organizmayla boğuşuyorsunuz aslında. Ben ise, sizlerin ve aslında yakın çevremizde yaşayan tüm sanatseverlerin bu yoğun tempoyla başa çıkabilmesi için şehir merkezinde olan bitene ev sahipliği yapıyorum. Belki vakit bulup da gidemeyeceğiniz, yeterince erken davranamadığınız takdirde yer bulup da izleyemeyeceğiniz bir sürü etkinliğin sizlere gelmesini sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken benim de hayatım renkleniyor ve birbirinden değerli sanatçılarla tanışma imkanı buluyorum. Bu deneyimli yüzlerin ailem ve benim hakkımdaki fikirlerini birinci ağızdan öğrenmek sahiden çok keyifli… Sizinle bir kısmını paylaşmak istiyorum. Bakın bu tatlı dünya hakkında neler söylemişler? 31 Ayça Varlıer: ‹zleyicilerden çok farklı ve çok güzel reaksiyonlar aldık. ‹zleyicinizin büyük çoğunluğunu öğrencilerinizin ve öğretim üyelerinizin oluşturması çok hoş sahiden de. Seyircinizi, sahnenizi çok beğendik. Teşekkür ederiz, çok güzel ağırladınız bizi. Her açıdan çok memnun kaldık. Celile Tolon: Sahne çok güzeldi, yani ben bayıldım, yürü yürü bitmiyor, ne güzel oyunlar sahnelenir burada. Üniversitenizde konservatuar olmadığı halde böyle bir salonunuz var. ‹stanbul tarafında salon bulmakta çok zorlanıyor tiyatrolar. Çok verimli bir büyüklüğü var. Efendi bir izleyici kitlesi vardı, çok dikkatli dinledi. Nuri Gökasan: Sabancı Üniversitesi son derece yetkin ve işinde başarılı bir üniversite. Buradan mezun olacak arkadaşlarımızın da Türkiye geleceğinde önemli roller alacağını düşünüyorum. Bizler izleyiciyi çok iyi tahlil ederiz. Bu akşam bayıldım Sabancı Üniversitesi öğrencilerine. Çünkü çok doğru yerlerde reaksiyonlar gösterdiler, bu önemli. Doğru reaksiyon veren seyirci ile doğru reaksiyon veremeyen seyirciyi ayırırız. Bu akşam her şey çok olumluydu. Biz de keyifle oynadık. Umarım izleyiciler de keyif almışlardır. Volkan Severcan: Olağanüstü bir sahne. Ne kadar şanslı olduğunuzu bilemezsiniz. Türkiye’nin hiç bir yerinde böyle bir sahne göremezsiniz, seyirci de olağanüstüydü. Her şey çok olağanüstüydü. Dünyanın en iyi tiyatrosunda oynamış gibi çıkıyorum buradan şu anda. Günay Karaçoğlu: Üniversitede oynadığım oyunlar hep böyle oluyor zaten. Çok başka beyinler… Algı bakımından son derece açıklar. Pinpon turnuvası gibi, devamlı bir etki tepki halinde son derece keyifli geçiyor oyun. Bahtiyar Engin: SGM’nin arkasında her şeyden önce sağlam bir isim vardı ve ben de beklediğim gibi buldum. Okulda eğitime çok güzel yatırım yapılmış, kapıdan girdikten sonra insan mutlu oluyor. Salon tabii ki harika. Böyle bir yerde bu salonun bulunması Türk Tiyatrosu için çok iyi bir şey. Ben beklemiyordum bu kadar dolacağını çünkü kapasite olarak çok geniş bir salon fakat merdivende oturan insanlar dahi gördüm, gayet güzeldi. Cem Davran: Gayet güzeldi, ben zaten üniversitelerde oynamayı çok severim, seyircinin hali bir başka oluyor. Erkan Can: Bize gençlik aşısı verdiniz bir kere. Sizlerin karşısında kendimizi daha serbest hissediyoruz. Her akşam aynı oyunu oynamıyoruz sonuçta. Bu seyirciyle doğrudan bağlantılı bir durum. Gripin: Daha önce bu okulda sahne aldık. Akustik konser çok keyifliydi özellikle. Hem seyirci hem de salon çok tatmin edici. Bülent Ortaçgil: Üniversiteler bu tarz müzikler için çok doğru yerler. Karşı tarafın enerjisi bakımından düşündüğümde, başka bir alanda çalmaktan çok burada çalmayı tercih ederim. Nesrin Kazankaya: Ülkemizi bir adım daha ileri götürebilecek bu aydın insanların bir arada olabilmesine ön ayak olmak ve böyle bir salonu doldurabilmek benim gurur dolu duygular taşımama sebep oluyor. Bu tabii ki SGM ailesinin başarısı. Biz de elimizden geleni yapıyoruz. Buraya gelmek beni çok mutlu etti. Salonun teknik yapısına gelince, harika olduğunu söylemek mümkün Yetkin Dikinciler: Ülkemizde televizyon denilen bir gerçek var. Televizyonların içinde de basit ve masrafsız üretim nesneleri… Kolay satılır şekilde düzenleniyorlar. Arz ile talep bu yönde işliyor. Sonuçta teknolojik gelişmeler ve hayatın telaşlı ritmi insanları yönlendiren faktörler. Örnek vermek gerekirse, kamu vasıtalarıyla iş yerinden evine dönen bir kişi, tekrar aynı zorlu trafik sürecine atılmak yerine, televizyon karşısında oturmayı tercih ediyor. Televizyon birçok şeyi bize çok uzak kılabiliyor aslında. Dünyanın herhangi bir yerindeki savaş bile çok uzak insanlığa artık… Hayatı paylaşmak, televizyon söz konusu olduğunda daha güç. Sonuçta inanılmaz bir alt yapı var ve çeşitli modeller yaratılmış durumda. Heyecanlı ve dinamik çağında olan insanların bile hayatında birçok alışkanlıkları değişim gösterdi. Burada ise kampüste olmanın verdiği farklı bir dinamizm ve ortak yaşam söz konusu. Kalabalık mı kalabalık bir aileden söz ediyoruz. Birbirinden dost ve oldukça misafirperver yüzler… Ben buraya gelirken, “O trafikte Sabancı Üniversitesi’ne nasıl gideceğiz?” diye değil, “Ne mutlu ki çektiğimiz bu trafiğin sonunda, Sabancı Üniversitesi’ne ulaşıyoruz.” şeklinde düşünceler besliyorum içimde. Sonuçta SGM tüm bu ihtişamıyla bizler için yapılmış. Bir de karşılığında bizi izleyen gözler, duygularımızı paylaşan kalpler ve bizi takip eden akıllar bulduğumuzda burada sergilediğimiz her oyun bambaşka bir anlam kazanıyor. Yıl 2012… Daha yolun çok başındayım. ‹stanbul gibi bir “zor güzel” ile başa çıkabildiğim ve varlığımı tüm verimliliğimle sürdürebildiğim için aileme ve değerli vaktini ayırıp yanıma gelen tüm sanatçılar ile sanatseverlere teşekkür borçluyum. Nice “üretmek ve paylaşmak” kokan yıllara… İĞNE DELİĞİNDEN GELEN IŞIĞIN UMUDU: 33 Mülteci Çocuklarla İğne Deliği Fotoğrafçılığı Gizem Muratoğlu / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 4. Sınıf Öğrencisi Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlıklık Projeleri Birimi, insan hakları projelerinin bir parçası olan mülteci projeleri kapsamında, bu yıl mülteci gençleri “iğne deliği fotoğrafçılık” tekniğiyle buluşturarak onların zihninde farklı ufuklar açıyor. Bu tekniği kazandırmaya çalışırken aslında ne pahalı malzemelerden ne uzak mesafelerden ne de uygulaması zaman ve mekan isteyen öğelerden fırsat yaratmaya çalışıyor kendi çalışmalarına. Uygulaması basit ve bir o kadar da eğlenceli olan yaratıcı ve diğer tekniklere nazaran daha ekonomik fotoğrafçılığı mültecilere sunuyor. Bunu yaparken de ihtiyaçları olan tek şey; bir grup istekli genç, günışığı, iğne deliği, fotoğraf kağıdı ve biraz da tutkal... UMUDUN IŞIĞI ‹ğne deliğindan baktığınızda neler görebilirsiniz? Minicik bir karınca, ağaç, çicek, kuş böcek, devasa bir konak?Hangi boyutlardaki nesneleri çıplak gözle görebilmeniz mümkün ki bu minicik iğne deliğinin arkasından?Tamam, ya bu iğne deliğinin dört tarafı sıkı sıkıya kapalı içi kapkara bir kutunun üstünde, 20 saniye gördüğü ışıkla yaratacağı olası görüntüleri zihninizde canlandırsanız? Mesela bir fotoğraf karesi gibi... Bu hayali olası kılmak nasıl mümkün diye sorarsanız, size iğne deliği fotoğrafçılığının gizemlerini keşfedin, göreceksiniz derdim çünkü; minik iğne deliğinden sızan bir ışık huzmesi fotoğraf kağıdının üstüne düşürdüğü görüntülerle ancak bu kadar anlaşılır ve görülebilir kılar ışığın yeryüzündeki gücünü ve önemini. Nelere önderlik eder, hayatı nasıl biçimlendirir, gözünüzle görme fırsatı yakalarsınız iğne deliği fotoğafçılığında... Milyonluk merceklerin, teknoloji harikası makinaların; ışığın umudu karşısında nasıl işlevsiz kaldığını anlarsınız plastik el yapımı makinaların yarattığı harikaları görünce… Sonra bu kişisel çabaların insana nasıl hayat verdiğine, insanın kendi elleriyle yaptığı ürünün emeğinden aldığı keyifle nasıl hayata sarıldığına tanık olursunuz çünkü Işık; fotoğraf için nasıl zaruri bir ihtiyaçsa, insan hayatı ve umudu için de bir o kadar gerekli ve hayatıdır. Bu anlayıştan yola çıkarak Toplumsa Duyarlılık Projeleri, fotoğrafçılığın ışığını mültecilerle buluşturarak, onların her gün yurt penceresinden gördüğü, hatta bazen on dakika daha fazla uyumak için yorganlarıyla yüzlerini kapadıkları güneş ışığını hobiye dönüştürmeyi amaçladı ve mülteci gençlerle iğne deliği fotoğrafçılığını ortaya koydu. PEK‹ YA TEKN‹K? ‹ğne deliği fotoğraf tekniği bir anlamda en ilkel fotoğrafçılık tekniği diye nitelendirilebilir. Makineleri yapmak için belki de kullanılacak en teknik alet tutkal, makas vefotoğraf kağıdıdır.Malzemelerinin ucuz ve kolay temin edilebilir cinsten olması bu sanatı çok da sınıf ayrımına maruz kalmayan bir sanat haline getirmiştir. Bu yüzden iğne deliği fotoğrafçılığı hiçbir sınıfa ait değildir. Makas, tutkal, siyah karton, iğne, alüminyum folyo ve dört tarafı kapalı olacak şekilde konserve kutusu bir el yapımı fotoğraf makinası için gerekli malzemelerdir. Önce konserve kutusunun içine siyah karton yerleştirilir. Bunun amacı içerde oluşacak olası yansımaları önlemektir. Daha sonra karanlık odada kutunun içine açacağımız deliğin karşısına gelecek şekilde fotoğraf kağıdını yerleştiririz ve iğneyle kutunun üstüne bir delik açarız. Fotoğrafı çekeceğimiz zamana kadar filmi korumak için de deliğin üstünü kutunun dışından alüminyum folyoyla kapatırız. Fotoğrafı çekerken titremeyi en aza indirgemek için kutuyu üçayak üstüne koyarak sabitleriz. Fotoğrafını çekmek istediğimiz yeri belirleyip makinayı sabitledikten sonra alüminyum folyoyu kaldırıp, kutunun içindeki fotoğraf kağıdının on beş-yirmi saniye ışığı görmesini sağlarız ve daha sonra alüminyum folyoyla tekrar 34 ışığın içeri girmesini engelleriz. Bu şekilde fotoğraf çekme işlemi tamamlanmış olur. Son olarak, fotoğraf kağıdını banyo edip görüntüyü ortaya çıkarmak kalır. ‹lk elde edilen götüntüler, fotoğrafların negatif halidir.Daha sonra fotoğraf üstünde oynanılarak istenilen renkler elde edilebilir. Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlılık Projeleri; Çocuk, yaşlı ve engelli projerlinin yanı sıra insan hakları alanında da projeler yürütmektedir. ‹nsanlar haklarının farkındalığını arttırmak ve hakların daha küçük yaşlardan itibaren öğrenilmesini sağlamak amacı ile çocuk projeriyle işbirliğiyle yürüttüğü çalışmaların yanı sıra kendi içinde bağımsız projeler de yürütmektedir. Mülteci projesi de insan hakları projelerinden yalnızca bir tanesidir. Mülteci projesi gönüllüleri her hafta proje liderleri önderliğinde Yeldeğirmeni gençlik kampına giderek mülteci gençlerle buluşmaktadırlar. Onları sosyal hayata teşvik edici ativitelerle ve farklı hobiler kazanmadırmaya yönelik çalışmalarla orada geçirilen zamanı en verimli hale getirmeye çalışmaktadırlar. Bu dönem, mülteci projeleri kapsamında, çok daha farklı bir yol izlendi, mülteci gençler için çok farklı bir çalışma programı için bir araya gelindi. ‹ğne deliği fotoğrafçılığı bütün çalışmaların odağıoldu. Hem Toplumsal Duyarlılık Projeleri gönülüleri hem de mülteci gençler için yeni bir uğraş halini aldı. Peki TDP iğne deliği fotoğrafçılığıyla nasıl ve nerede tanıştı? TDP ‹LE TANIŞMA Nuri Gürdil başlarda fotoğrafçılıkla amatör olarak ilgilenen, bir lise edebiyat öğretmeniydi. Ekonomik olarak gelir düzeyi çok da yüksek olmayan bir bölgede öğretmenlik yapıyordu. Sorumluluk bilinci taşıyan her öğretmen gibi o da ders- lerin yanı sıra sosyal anlamda öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmenin yollarını arıyordu. Fotoğrafçı ruhu tam da bu dönemde devreye girdi ve öğrencilerini iğne deliği fotoğrafçılığıyla tanıştırdı. En temel ve ucuz malzemelerle, öğrencileriyle birlikte önce fotoğraf makinalarını yaptılar. Sonra hep beraber yaptıkları makinalar ellerinde, fotoğraf çekecek yeri aramaya koyuldular ‹şin sonunda her biri birbirinden farklı fotoğraf kareleri çıktı ortaya. Bu çalışmanın etkisi ve başarısıyla Nuri Gürdil bu yöntemini olabildiğince geniş çevrelere anlatmak istedi. Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansına katıldı. Bu konferans, iğne deliği fotoğrafçılığı ve mülteci projesini bir araya getiren ilk adım oldu. Bagem Direktörü Neyir Berktay’ın da arabuluculuğu sayesinde mülteci projesi kapsamında iğne deliği fotoğrafçılık deneyimlerinin temelleri atılmış oldu. IŞIĞIN UMUDA YANSIMASI C‹P projeleri bu iş için biçilmiş kaftandı. Dönem başladığında çalışmalara başlandı.. Önce Sabancı Üniversitesi gönüllü öğrencileri iğne deliği fotoğrafçılığıyla tanıştırıldı. Nuri Gürdil ve proje süpervizörleri önderliğinde bu sanatın basamakları tek tek çıkmaya başlandı. Her gönüllü önce fotoğraf makinası nasıl yapılır onu öğrendi. Karanlık odaya girip film nasıl banyo ettirilir, elimize güzel bir fotoğraf karesi olarak gelmeden önce film hangi evrelerden geçer, bütün bu süreç nasıl işler? Öğrencilerin bu süreçleri öğrenmeleri sağlandı. Ekip olarak herşey hazırlandığında sıra mültecilerle tanışma faslına gelmişti. Önce gençlik merkezine gidip gençlerle tanıştılar. Onların kimler olduklarını, nerelerden geldiklerini, nerede yaşadıklarını görme fırsatına sahip oldular. Merkezdeki mülteciler, yaşları on üç ila on sekiz arasında değişen; Afganistan, Sudan gibi politik, sosyal ve ekonomik olarak iç ve dış karışıklıkları uzun yıllardır devam eden Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelen çocuklardan oluşuyordu. Aslında onlar savaşın göbeğinden kaçarak kurtulmuş, başka topraklarda tutunmaya çalışan, şanslılık dereceleri göreceli olarak değişen, devletlerin hukuğu nezdinde bir grup yasal olmayan çocuktan oluşuyorlardı. Toplumsal Duyarlılık Projeleri, mülteci gençlerle bu projeyi yaparak onlara haftada bir gün değişik vakit geçirmenin yanı sıra kalıcı bir hobi kazandırmayı da hedefledi. Bu, ucuz kırtasiye malzemeleriyle yapılan ama sonunda elde edilen keyfin, parayla satın alınamayacağı türden bir çalışmaydı. Özellikle de mülteci gençler için... Üretmek ve ürettiklerinin karşılığını almak bu dört duvar arasında yaşayan çocuklar için gerçekten de tekdüze hayata karşı atılan bir adım gibiydi. Nitekim de öyle oldu çünkü proje kapasitesi on kişiykenprojeye katılan gençler katlanarak büyüdü ve projeye katılım yüzde yüz arttı. Öyle ki gençlik merkezinde projeye katılmış çocuklar, katılmamış olan arkadaşlarına çalışmaları bütün detaylarıyla anlatmış ve katılmaları için onları teşvik etmiş, heyacanlandırmışlardı. Üniversite ekibi bir hafta sonra projeye gittiklerinde karşılarında sayıları ikiye katlanmış ve fotoğraf makinası yapımına hakim bir ekiple karşılaşmışlardı. Bu, projenin mültecilerde ne denli istek uyandırdığının gözle görülür bir kanıtıydı.. Merkezde fotoğraf konusu kısıtlı olduğu için mülteciler her hafta Sabancı Üniversitesine getirilerek projeleri üniversitede gerçekleştirmeye başladılar. Önce hep beraber birer fotoğraf makinası yaptılar. Kampüsün 35 içinde en ilginç kareyi yakalamaya çalıştılar. Ağaçlar, binalar, binaların içleri, sokak ışıkları... Kulağa çok sıradan da gelseler aslında bu sıradan yapıların her biri iğne deliğinden süzülerek fotoğraf kağıdına yansıyacak ve sıradan olmayan görüntüler oluşturacaktı. Projenin fotoğraf çekim kısmı bittikten sonra, sürecin en heyecan verici kısmı geldi... Acaba fotoğraflar nasıl bir hal alacaklardı? Bunu öğrenmenin tek yolu karanlık odada filmler banyo ettirildikten sonra ortaya çıkacaktı. Karanlık oda deneyimi belki de en nefes kesiici olanıydı.Fotoğrafın üstündeki görüntünün saniye saniye belirdiğini görmek,umutları kısıtlı birer yabancı olarak yaşadıkları bu topraklarda umutların saniye saniye, karanlıklar içinde oluşmaya, şekillenmeye ve görünmeye başladığının kanıtı olsa gerekti. ‹şte bu yüzden belki de fotoğrafların banyo ettirilmesi onlar için bu kadar büyüleyiciydi. Fimler banyo ettirildikten sonra, ellerinde kendi çektikleri fotoğraflar vardı. B‹TMEYEN YOLCULUK Sıra da ne var diye soracak olursanız eğer, ilk olarak; Yeldeğirmeni Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne yapılması planlanan karanlık odadan söz edilebilir. Kurulacak olan bu karanlık odayla beraber, spor ve çeşitli sanat akivitelerin yanı sıra mültecilerin yeni hobisi fotoğrafın da yaşam alanlarının bir parçası olması sağlanacak. Klasik söylemlerle, bakıldığında küçük bir odadan ibaret olacak olan bu başlangıç, mülteci gençlere çok daha geniş açılı bir hayatın kapısını açmanın fırsatını tanıyacak. Kim bilir? Belki bu şansla fotoğrafın günışığı mülteciler için de birer umut ışığına dönüşüverir günün birinde. İnce Belli Bardakta Şekersiz Lütfen... Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim Gün boyunca birlikte çalıştığımız, saat kaçta ne içtiğimizi, şeker tercihimizi ve hatta özel kupa ve bardaklarımızı bilen çaycılarımızı ne kadar tanıyoruz? Mehmet Karakoyun (Rektörlük üst kat), Özcan Koyun (Rektörlük alt kat), Erdal Türk (Diller Okulu) ve Ecevit Aslan (SSBF) ile bir araya geldik. Söyleşi esnasında, Diller Okulu’nda Erdal Türk’ün konuğu olduk. Herkese zamanın uyması için öğle tatilini seçtik. Böylelikle zamanında işlerinin başına dönebileceklerdi. ECEV‹T ASLAN 1978 Sivas do¤umlu olan Ecevit Aslan, 2008’de Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde çalımaya balamı. 36 Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce tekstil işiyle uğraşan Ecevit Bey “3 sefer atölye açtım, nakit param fazla olmadığından dolayı hep sıkıntı yaşadım ve kapattım. Çünkü çalışmanın karşılığında aldığın uzun vadeli çekler nakit sıkıntısı yaratıyor. Nakit sıkıntısı olunca iş dönmüyor. Bu nedenle tekstil işini sürdürmemeye karar verdim. Buraya gelmeden önce 3-4 ay boş kaldım. Daha sonra bir arkadaş aracılığıyla buraya geldim ve çok memnunum. Burada uzun süre çalışmak istiyorum” diyor. Burada herkes bana çok destek oluyor” Ecevit Bey Sabancı Üniversitesi’ndeki çalışma hayatını ise şöyle anlatıyor: “SSBF’de yaklaşık 140-150 akademisyen ve idari personel var. Hepsinin saat kaçta neyini içtiğini, fincanda veya bardakta mı içtiğini, şeker tercihlerini ezbere bilirim. Çaycılık haricinde SSBF’deki bütün çiçeklerle uğraşmayı seviyorum. Oradaki çiçeklerin hepsiyle tek tek ilgileniyorum. Mesela ilk geldiğimde yaklaşık 8-10 çiçek vardı, şu an 15 tane çiçek oldu. Onların günlük suyunu veriyorum, onlarla ilgileniyorum. SSBF’te başta Dekanım Mehmet (Baç) Bey olmak üzere, ‹nci (Ceydeli) Hanım onlar bana çok yardımcı oluyorlar. Onun için onlara her zaman teşekkür ediyorum.” Ecevit Bey’in Toprak ve Bulut isimli iki oğlu var. Toprak bu yıl ilkokula başlamış, Bulut ise henüz 3 yaşında. Akşam eve gittiğinde iki oğluyla oynamak Ecevit Bey’e bütün yorgunluğunu unutturuyormuş. Ecevit Bey bir anısını da anlatmadan geçemiyor. “Küçük çocuğum kaybolmuştu. Eşim evden arayıp 1 saattir bulamadıklarını söyledi. Üstümü bile değiştirmeden ana kapıya gittim. Orada beni güvenlik Kadir Ağabey durdurdu, Filiz (Kadayıfçı) Hanım’ı aramayı önerdi. Kadir Ağabey taksi durağını aradı ben de Filiz Hanım ile görüştüm. Bunu hiç unutmam, Filiz Hanım bana bir araç gönderdi, araç geldi ancak çaycı olduğum için sürücü aracı bekleyenin ben olduğuma inanmadı. Kendi yöneticilerini aradı ve oradan aracın Filiz Hanım tarafından beni götürmek üzere gönderildiğini söylediler. Arabaya binip yola çıktık evden çocuğun bulunduğu haberi geldi. Onun için bir kez daha teşekkür ediyorum.” Nasıl bir sıkıntı var? En üst kata taşındığımız için kafese yer yok. Zaman buldukça güvercinlerimi ziyarete gidiyorum. Kirvemin oğlu da facebooktan benimle fotoğraflarını paylaşıyor sürekli. Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda tutuyorsunuz? ‹ki günlüktüm beni çay ocağında yalnız bıraktılar. Ayşe Yılmaz Hocam, ilk geldiğim gün bana “Oğlum bu işte çekinecek bir şey yok, sor hocalarına” dedi. Bir haftada her yeri çözdüm. ‹lk hafta elimde dolu tepsi ile dolaşıp asansörü arayıp bulamıyordum, çaylar soğuduğu için geri çay ocağına dönüyordum. Hocalar aradığında durumu izah ediyordum. Not alarak bir haftada herşeyi öğrendim. Mesela bir hocamız Avrupa’ya gitmişti, 2 sene sonra geldi, onun nasıl kahve içtiğini hiç unutmamışım. Gelir gelmez götürdüm kahvesini, unutmamış olmama çok şaşırdı. ‹nsanın içinde olursa, işini de severek yaparsa ben inanıyorum ki her şeyin üstesinden gelir. Çaycı arkadaşlarımın hepsi de eminim ki işini severek yaptığından bunu başarıyor. Evinizde kuşlar için yer varken komşularla sorun yaşanıyor muydu? Oturduğumuz mahallede öyle bir sıkıntı olmaz. Bütün Sivas Yıldızeli göçmüş ve bizim oraya gelmiş gibi. Herkesin aşağı yukarı zevkleri de aynı. Mesela özellikle yazın akşamları herkes kapıda oturur, beraber çay içerler. Takla atan güvercinler… Boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz? Ben de evde hayvan besliyorum. Çocuklarım hayvanlara benden daha düşkünler. Bir köpeğimiz var, onu da benim çocuklar çok istediği için buradan götürdüm. Kuşları çok seviyorum. Evde de bitkilerle ilgileniyorum. 8-10 tane takla atan güvercinim var. Bence güvercinler diğer bütün hayvanlardan daha sadık. Bence hayvanlar sevgiyi insanlardan daha fazla anlıyorlar. Çiçekler de aynıdır. Sevgini verdiğinin zaman ister istemez kendini ona bağlayabiliyorsun. Takla atan güvercin nedir? Nasıl bir türdür? Diğer güvercinlerden farkı nedir? Uçtuğu zaman oyun yapıyor. Takla atarak yere iniyor, bazıları da daha oyuncudur sürekli takla atarlar ve sonunda düşerler. Bende iki türden de var. Yapı olarak diğer güvercinlerle aynılar. Sadece ayaklarında paçaları vardır. Güvercinlere karşı tutkunuzun sebebi nedir? 13-14 yaşıma kadar köyde yetiştim. Babamın da ağabeylerimin de güvercinleri vardı. Bizim ahırda 7-8 tane ineğin yanı sıra 20-30 tane güvercin vardı. Güvercinler kendileri mi geliyordu ahıra yoksa siz mi yakalıyordunuz? Bir çift güvercininiz olduğunda o size yetiyor. Onlar yavrulayarak çoğalıyor. Para vererek güvercin almadık. Benim güvercinlerim şu an Alibeyköy’de kirvemin oğlunun yuvasındalar. Bizim orada biraz sıkıntı olduğu için oraya götürdüm. Peki siz hangi takımı tutuyorsunuz? Ailecek Galatasaraylıyız. Maçlara gidiyor musunuz? Bekarken gidiyordum ama şu an gidemiyorum. Çocukları maçlara götürmeyi düşünüyor musunuz? Çocukları maçlara götürmeyi istiyorum ama şu an öyle bir şansım yok. Onlar da maça gitmeyi çok istiyorlar aslında. Güreş, uzun eşek, karate… Çocuklarla ilişkiniz nasıl? Birlikte neler yapmayı seviyorsunuz? Büyük oğlumla her şeyi yapmayı severim, o çok uyumludur. Akşam eve giderim dersinin başındadır. Dersini bitirdikten sonra kitap okumaya çalışır, 10-15 dakika bilgisayarın başında geçirir. Küçük oğlum biraz hareketli. Eve girdiğim anda üstüme atlıyor. En çok güreş yapmayı seviyor. Uzun eşek onun sevdiği başka bir oyun. Kendi kendine karate yapmaya çalışıyor. Büyük oğlum geçen sene okula başladığında her şeyi ben alıyordum. Şimdi bana bırakmıyor. Lazım olanları söylüyor para veriyorum. Akşamına paranın üstünü ve fişini bana teslim ediyor. Büyük oğlum eve gelip hemen dersini yapar, bilgisayarla ilgili dersler için bizi bekler. Annesi de çalışıyor. Siz ve eşiniz işteyken çocuklara kim bakıyor? Kayınbiraderimin eşi bakıyor. Aynı binada oturuyoruz. Televizyon kanalı oybirliği ile belirleniyor Siz televizyonda hangi programları ve kanalları takip ediyorsunuz? Büyük oğlumla “Kurtlar Vadisi”ni ve “Arka Sokaklar” ı takip ediyoruz. Eşimle beraber “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”yi izliyoruz. Evde tek televizyon olduğu için çakışan programlarda da oylama yapıyoruz. Mesela, küçük oğlum çizgi film kanalı istiyor, eşim bir dizi istiyor, büyük oğlum ve ben de aynı diziyi istediğimizde oybirliği ile bizim dediğimiz oluyor. MEHMET KARAKOYUN 1999 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi’nde bulunan Mehmet Karakoyun, Rektörlük üst katta çalışıyor. Üniversiteye girdiğinden bu yana hemen hemen bütün birimlerde çalışan Mehmet Bey, ağırlıklı olarak Rektörlük binasında, IT ve Bilgi Merkezi’nde çalıştığını ve bu süre zarfından çok güzel anılar ve dostluklar edindiğini sözlerine ekliyor. Mehmet Bey Sabancı Üniversitesi macerasını şöyle anlatıyor: “Buraya bir arkadaşımın aracılığıyla geldim. Burada, herkesle gerçekten çok güzel anılarımız oldu. Çalıştığımız birimlerde hemen hemen herkesin hangi saatte ne içtiğini, fincanlarını, şeker tercihlerini biliyoruz. Bu, birlikte çalıştığımız personelin de hoşuna gidiyor. 12 yılda burada çok güzel ilişkiler kurduk. Buradaki hem idari hem de akademik personel bilgi ve tecrübesiyle bize çok yardımcı oluyor. Bir derdimiz olduğu zaman bizi dinliyorlar, bize destek oluyorlar. Mesela, öğretmeni oğluma Mevlana’nın sözlerini bulmak üzere ödev vermişti. Evde internet olmadığından, IT’den Alper Bey’den bu konuda destek istedim. Bizim bildiğimiz üç-dört tane sözü vardır Mevlana’nın. Alper Bey bize tam 12 sayfa çıkarttı. Bu tür şeyleri evde de değerlendirmeyi tercih ediyorum. O konularla ilgili özel dosyalar hazırlıyorum. ‹ki tane oğlum var, ileride bu tür şeyler tekrar gerekebilir diye o bilgileri değerlendiriyorum.” Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simit satıcılığı ve ardından bir yemek firmasında aşçılık yapan Mehmet Bey, “Oradaki işler fiziksel olarak daha ağırdı. Üniversitemizde çalışan bir arkadaşımız bu işe girmemde bana yardımcı oldu. Biz de başka arkadaşlarımıza yardımcı olduk. Ben özellikle kendi açımdan çok memnunum. Bunlar da tabii ki bizlerin hoşuna gidiyor. Yani, çalıştığımız yerde sevilmek çok güzel bir şey. ‹nsan istiyor ki devam etsin, inşallah ömrümüz uzun olursa emekli olana kadar çalışırız” diyor. Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda tutuyorsunuz? Bizim katta 35-36 kişi bulunuyor. Herkesin alışkanlıklarını aklımda tutarım. Ben de toplantı odasına girdiğimde kimin ne içtiğini bilirim. Bazen isteklerde değişiklik oluyor, ama çok fark etmiyor. Şöyle bir anımı anlatayım. Geçmiş yıllarda bir toplantıda Cemil Arıkan hocamız rektörlük binasında bir toplantıya katılmış, kahve istemişti. O gün de kahveyi sekreter arkadaş hazırladı, ikramını ben yaptım. Cemil Bey, “Mehmet, ben bu kahveyi içmem, bu kahveyi sen yapmamışsın” dedi. Ben de durumu izah ettikten sonra kahvesini istediği gibi yapıp tekrar ikram ettim. “Örf ve adetlerimizi burada sürdürmeye çalışıyoruz” ‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda neler yaparsınız? Ben boş zamanlarımda yazıyorum ve resim çiziyorum. ‹lk çalışmaya başladığım zaman, bu kadar çalışan yoktu, daha sakindi. Bir gün hiç unutmuyorum, rektörlük binasında eski çay ocağında çalışırken SGM’nin orada bir tane iş makinesi vardı, onun resmini çizdim. Resmi çizerken etrafımdaki malzemelerden faydalandım. Mesela tekerleğini çizerken çay bardağının dibini kullandım. Çizdiğim resimleri saklıyorum. Bunun dışında boş zamanlarımda türkü, hikaye gibi yazılar yazarım. Bir sakinlik olduğu zaman insanın aklına önce ufaktan bir şey geliyor, sonra da arkası geliyor. Bir de, biz Anadolu’da büyüyüp yetiştiğimiz için Anadolu’nun örf ve adetlerini burada da yaşıyoruz. Mesela, bizler bu memlekete geldik ama yine de içimizden gelerek bayramlarda düğünlerde eş dost ziyaretlerini sürdürüyoruz. Bizim Tokat’tan getirdiğimiz örf ve adetlerden, ailemizin bize verdiği eğitimden, disiplinden kopamıyoruz. Gelecek nesillere örf ve adetlerimizi öğretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çocuklarımız da memleketlerini asla unutmamalı, sahip çıkmalı. ‹ki oğlunuz var. Onlar ‹stanbul’da doğdu ve burada büyüyor. Onlarla bu anlamda bir kültür farklılığı yaşıyor musunuz? Tabii ki aramızda bir farklılık oluyor. Bizim yetiştiğimiz zaman ile şimdiki zaman çok farklı. Simitçilik ve çaycılık Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simitçilik yaptığınızı ve bir yemek şirketinde çalıştığınızı belirtmiştiniz. Bu işlerden biraz bahseder misiniz? ‹stanbul’a 12-13 yaşında geldim. O zaman şartlarımız uygun olmadığından okuyamadım, çalışmaya başladım. Simitçilik zordu tabi, o zamanlar evimiz olmadığı için fırınların ayarladığı koğuş gibi yerlerde kalıyorduk. 1996 yılına kadar çoğunlukla Esentepe Mahallesi’nin oralarda simit sattım. O zamanlar şartlar bize göre daha iyiydi, etrafta çok yeme içme mekanı, pastane falan yoktu. 1996 yılında oradan ayrıldıktan sonra bizim evin orada belediyede 2 yıl kadar çöp toplama kamyonlarında çalıştım. 1998’de babam vefat edince ayrılmak zorunda kaldım. Avrupa yakasında bir yemek şirketinde çalışmaya başladım. Taşımalı yemek olduğu için ağır oluyordu, o nedenle de oradan ayrıldım. Daha sonra buraya geldim, iyi ki gelmişim. Her akşam bir saat kitap okuma saati Çocuklarla evde ne yapmayı seviyorsunuz? Güzel havalarda eşimle ve çocuklarımla dışarı çıkmayı seviyorum. Özellikle sahil tarafına gidiyoruz. Evde televizyon izleriz. Akşamüstleri de evde kitap okuma saatimiz var. O saat geldiği zaman hepimiz kitap okuyoruz. Ne tür kitaplar okuyorsunuz? Ben genelde roman türü kitapları okuyorum. Çocuklar da bir şeylerle ilgilenmiş oluyor. Yaz tatili zamanında okuma saatini uygulayamıyoruz. Çünkü çocuklar sokakta arkadaşları ile oynuyor oluyorlar ama okul zamanında mutlaka her akşam bir saat kitap okuyoruz. Böylece çocuklar da kitap okuma alışkanlığı günden güne artıyor. Siz ve eşiniz işteyken çocuklarla kim ilgileniyor? Kayınbabamlarla altlı üstlü oturuyoruz, onlar bakıyor çocuklara biz yokken. Çocuklar anneanne ve dedeyi çok seviyorlar. Çocuklarla oyun oynuyor musunuz? En çok ne oynuyorsunuz? Çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Evde tahta yap-bozlar var onlarla kule, ev vb. bina yapıyoruz. Bir de kendi aramızda iddiaya giriyoruz. Kaybeden kazanana hediye alıyor. Hediyenin bir limiti var mı? Herkesin bütçesine göre. Tabi baba ve oğul arasında bir bütçe farkı var ama sorun olmuyor. Biz ne kadar yensek de hediyeyi onlara alıyoruz. “Hanımla konuşup Beşiktaşlı olmaya ikna ettik” Futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz? Ailecek Beşiktaşlıyız. Eşim Fenerbahçeliydi, oybirliği ile onu da Beşiktaşlı yaptık. 39 Oybirliği nasıl oldu? Büyük oğlum da Beşiktaşlıydı. Küçük oğlum da konuşmaya başladığından bu yana Beşiktaşlı. Eşim de kardeşleri dolayısıyla Fenerbahçeliydi. Evlendik, çocuklar da olduktan sonra hep beraber konuştuk, “Seni de Beşiktaşlı yapalım” dedik. Önce kabul etmedi. Biz de aile içinde oylama yaptık, çoğunluğun Beşiktaşlı olması nedeniyle eşim de takım değiştirdi. Peki eşinizin ailesiyle taraftarlık ilişkiniz nasıl? Aslında güzel bir ilişkimiz var. Mesela Beşiktaş yenildiği zaman beni gece arayıp uyandırırlar, “Nasıl uyuyorsun?” diye. Ben de aynısını onlara yaparım. Tamamen centilmenlik sınırları için de ilişkimizi yürütüyoruz. Maça gider miydiniz peki? Simit sattığım zamanlarda satış yapmaya giderdim. Özel olarak, kendi oğlumun maçlarına gidiyorum. ERDAL TÜRK Sabancı Üniversitesi Diller Okulu’nda çalışan Erdal Türk’ün, 1999 yılında Sabancı Üniversitesi macerası başlamış. Erdal Bey, Sabancı Üniversitesi’ne ilk geldiğinde 3 ay Rektörlük binasında daha sonra Diller Okulu’nda çalışmış. Erdal Bey halen Diller Okulu’nda bulunuyor. Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya başlamadan önce seyyar satıcılık yapan Erdal Bey de bir arkadaşının aracılığıyla Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş. “Seyyar satıcının her zaman cebinde parası olur, ama paranın bereketi olmaz” “Ex”leri çay ocağına sokmuyoruz… Diller Okulu’nda akademik ve idari personelle çok güzel bir diyalogları olduğunu söyleyen Erdal Bey, buradaki güzel iletişimi anlatırken şu örnekleri veriyor: “Burada herkesle çok güzel bir diyalogumuz var. Mesela grip olanlara “ex” diyoruz, onları çay ocağına sokmuyoruz. Onlar da aynı şekilde beni “ex” olarak nitelendiriyor ve ofislerine almayacaklarını söyleyerek şaka yapıyorlar. Hepimiz birbirimizin gönlünü hoş tutmaya çalışıyoruz. Benim de iki oğlum var, ikisi de askerliğini yaptı. Geçen yıl büyük oğlumun çalıştığı fabrikadan müdürler buraya Japonca dersi almak için gelmişlerdi. O vesile ile büyük oğlumun işe girmesinde yardımcı oldular.” Daha önce seyyar satıcılık yaptığınızı söylediniz. Ne satıyordunuz? Simit satıyordum. Simit satmak nasıl bir iş? Seyyar satıcının her zaman cebinde parası olur ama paranın bereketi olmaz. Para günlük gelir ve günlük gider. Maaşlı olduğunuz zaman düzeninizi ona göre hazırlarsınız. Ayağınızı yorganınıza göre uzatırsınız. Simitçilik yaparken yaşadığınız en büyük sıkıntı neydi? 1980’den beri simit satıyordum. 1986 yılında sigortaya girişim oldu. Sonra sigortalı bir işe girerek geleceğimi garantiye alayım dedim. Sizde hangi televizyon programları seyrediliyor? “Sakarya Fırat” dizisini seyrediyoruz. Akşamları bazen Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınız- eşimle televizyon nedeniyle sıkıntı yaşıyoruz. O akşamüstü da tutuyorsunuz? başlayan evlendirme programını izliyor. Bir de kayıpları buŞu anda Diller Okulu’nun mevcudu 89 kişi. Toplantı lan bir program var onu izliyor. olduğu zaman, toplantı odasında girip kimler var diye bakarım. Sonra da herkesin içeceğini tepsiye doldu- Sizin çocuklarınızla ilişkiniz nasıl? rur getiririm. Hiçbir zaman kalem defter alıp da kimin Büyük oğlum ilkokula başladığında eve geldiğimde kitapne içtiğini not etmedim. Hocalarımızın her birinin han- larını ve defterlerini ciltlerdim yani çok özeniyordum. Çok gi saatte toplantıda, hangi saatte derste olduğunu, kaliteli bir kutu pastel boya aldığımda öğretmeni çalınahangi saatte ne içtiğini bilirim. ‹çeceğini şekerli ter- cağı konusunda beni ikaz etti. Ben de boyanın öğretmen cih edenlerin şekerlerini de karıştırıp götürüyorum. masasının çekmecesine konmasını önerdim. Öğretmenin çekmecesini açıp sadece boyayı almışlar. O zaman çok ‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda özeniyordum. Mesela gazetelerin verdiği promosyonları neler yaparsınız? hiç kaçırmazdım. ‹kisine de yaşlarına uygun ne varsa her Ben boş vakitte gazete okuyorum, bulmaca çözü- ikisine de alırdım. Çok uğraştım okusunlar diye ama okuyorum. Hafta sonları da evin işleriyle ilgileniyorum. madılar. Boyadan yemeğe her şeyi yaparım. Evde, hanımla birlikte mutfağa girerim salata, yemek ne gerekiyorsa Siz hangi takımı tutuyorsunuz? yaparım. Bizim buradaki bütün arkadaşlarımız bece- Ben ve oğullarım Beşiktaşlıyız, eşim ise takım tutmuyor. rikli insanlar, ellerinden iş gelir. Evin tamirat işlerini kendileri yaparlar. Becerikli insanlar olmasalar Sa- Maçlara gidiyor musunuz? bancı Üniversitesi’nde çalışamazlar. Hiç maça gitmedim, oranın ortamı bana göre değil. Oğullarımın da maça bir düşkünlüğü yok. Sporun farklı dallarına da bir tutkum yok. 40 ÖZCAN KOYUN 1973 Sivas doğumlu olan Özcan Koyun, Rektörlük alt kattaki Öğrenci Kaynakları ve Mali ‹şler’e servis yapıyor. Özcan Bey’in Sabancı Üniversitesi macerası 2008’de başlamış. O da bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş. 10 yıllık aşçılık deneyimi olan Özcan Bey, sigorta primlerinin yatırılmamasından dolayı işini bıraktığını söylerken, yapmayı ve yemeyi en sevdiği yemeğin kuru fasulye olduğunu bizimle paylaşıyor. 41 “Özcancino”nun sırrı Sabancı Üniversitesi’nde kendisinden başka sütü kaynatarak kahve yapan olmadığını söyleyen Özcan Bey, sütü mikrodalgada ısıtıyormuş. Bundan dolayı kendisine ve kahvesine “Özcancino” deniliyormuş. Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda tutuyorsunuz? Benim daha önce 10 yıllık aşçılık tecrübem var. Mesela garson sipariş veriyordu, ben de aklımda tutuyordum. Burada da aynı şekilde hep aklımda tutuyorum. Özcan Bey, siz çok güzel saz çalıyormuşsunuz? Ben Sivaslı olmanın avantajını kullanıyorum. 12-13 yaşında bir kara düzen ile saz çalmaya başladım. Daha sonra bir bağlama aldım. Kursa gitmedim, kendi becerimle öğrendim ama kursa da gitmeyi düşünüyorum. Çok fazla parçayı ezbere bilmiyorum. Saz çalmak beni çok rahatlatıyor. Bunun dışında evde eşime de yardımcı oluyorum, yemek pişiriyorum. Özel yemekler: Bezelye, köfte, kadınbudu köfte ‹ş dışındaki zamanlarınızda eşinizle neler yapıyorsunuz? Eşimle birlikte yemek hazırlamayı, birlikte çay içmeyi sohbet etmeyi seviyoruz. Evde hangi yemekleri yapıyorsunuz? Eşim de benim gibi yemek ayırt etmiyor ama genellikle irmik helvası ve sütlaç yapıyorum. Özel yemek olarak da bezelye, köfte ve kadınbudu köfte yapıyorum. Şu anda sizin çocuğunuz yok ama gelecekte olunca ne isim vermeyi düşünüyorsunuz? Henüz isim düşünmedik. Eşim kız olursa ismi kendi koymak istiyor. Erkek olursa müşterek bir isim koymamızı öneriyor. Eşim aklındaki ismi bana söylemiyor. Kız veya erkek çocuk gibi bir ayrımımız yok, sağlıklı olması bizim için en önemlisi. Sabancı Üniversitesi’ne gelmeseydiniz ne yapmayı düşünüyordunuz? Zaten arayışlar içindeydim. Aşçılıktan sonra bir kargo şirketinde çalışmaya başladım. Gece paketler ulaşırdı biz de onları sabaha kadar bölgelere ayırıp araçlara teslim ederdik. Gece saat 03:00 gibi mesaiye başlıyorduk. Saat 12’de işimiz bitiyordu. Sonra eve gidip uyuyorduk. Çok zor bir işti. Bir dönem tezgahtarlık da yaptım. Fenerbahçe’de Piramit Alışveriş Merkezi vardı. Onun içinde çalıştığım restoranda tezgahtarlık da yapıyordum. “Personelin en çok kimi sevdiğiyle ilgili anket yapılsa, herkesin çaycıları söyleyeceğini düşünüyorum” Eklemek istediğiniz son bir şeyler var mı? MEHMET KARAKOYUN- Çalıştığımız yerde şu anda çok mutluyuz, problem yok. Son günlerde yaşadığımız en güzel şey; Kurdoğlu’nun ayrılmasından sonra yöneticilerimiz bize bir babalık yaptılar. Orada çalışan bütün arkadaşlarımızın haklarını korudular. Bu duruma bizler de çok seviniyoruz, bu iyiliklerinden dolayı yöneticilerimize dua ediyoruz. Sizin özellikle takip ettiğiniz program ve kanallar var mı? Eşimle birlikte “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini seyrediyoruz. BuÖZCAN KOYUN- Ben bir şey söylemek istiyonun dışında türkü kanallarını seviyoruz. rum. Mesela Sabancı Üniversitesi’nde çalışan bütün personele, yani yöneticilerimize sorsaSizin futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz? Ben Beşiktaşlıyım, eşim de Beşiktaşlı ama o maçları sevmiyor. lar, bir anket yapsalar çalışanların en fazla kimi Evlenmeden önce maçlara giderdim. Eskiden çok fanatik bir ta- sevdiğiyle ilgili, herkesin çaycıları söyleyeceğini düşünüyorum. raftardım ama artık o kadar değilim. ‹stanbul’dan daha eski bir semt: SAMATYA Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim Samatya, batı tarafında Yedikule, doğu tarafında Yenikapı, kuzey tarafında Koca Mustafa Paşa’yla çevrelenmiş küçük bir ada. Bizans’tan günümüze kadar ulaşabilen ender semtlerden biri olan Samatya, ziyaretçilerini sıcak dokusu ile kendisine hayran bırakıyor. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde kentin en eski yerleşim alanlarından biri olan Samatya’nın kalbi, kiliseler, meyhaneler, balıkçılar ve midyecilerle çevrelenen meydanda atıyor. Samatya Meydanı’ndaki balıkçı Toma ve ayakkabı boyası tezgahının başındaki Artin, semtin eskilerden kalma mozaik yapısının devamı niteliğini taşıyor. Semt sakinleri ihtiyaçlarının çoğunu Marmara Caddesi’nden başlayarak Koca Mustafa Paşa’ya kadar uzanan, Cumartesi günleri kurulan semt pazarından karşılıyor. Pazarda, çeşit çeşit meyve sebzenin yanı sıra, mutfak eşyalarından giyime kadar uzanan çeşitlilikte tezgahlar bulunuyor. Hele de Samatya’da Paskalya zamanı oldu mu, buram buram kokan taze çörekler iştahınızı açıyor. Semtin pastanelerinin camlarındaki rengarenk boyanmış yumurtalar, çikolatadan yapılmış olan yumurtalar ve tavşanlar size farklı bir diyardaymışsınız hissi veriyor. Psomatya’dan Samatya’ya Samatya aslında güzel, ince kumuyla ünlü, eski bir balıkçı köyü. Semtin eski adı Psomatya kum anlamına gelen Psamathos’tan türemiş, zamanla da değişerek Samatya haline gelmiş. Tarihçilerin bulgularına bakılırsa, bu semt aslında �stanbul’dan daha eski bir yerleşim yeri. Megaralıların efsanevi komutanı Byzas bugün Topkapı Sarayı’nın 42 bulunduğu yerde kendi şehri Byzanthium’u kurarken Samatya’nın yerinde bir köy bulunuyormuş. Bu köy ancak Bizans imparatoru 1. Theodosius döneminde (379395) batıya doğru büyüyen şehre yeni surlar kazandırıldığı sırada sur içinde şehir sınırları dahilinde kalmış. Bir zamanlar “Küçük Paris” olarak anılan Samatya, 1960’lara kadar yapısını büyük ölçüde korudu. 1970’lerde iyice ıssızlaşan ve unutulan Samatya, sinema ve televizyon filmlerine platoluk yapması, ardından gerçekleşen kalkındırma çalışmalarıyla yavaş yavaş eski günlerine dönmeye başladı. 1950’lere kadar Samatya bambaşka bir yerdi 20. yüzyılda büyük değişimler geçiren Samatya, halen mahallelilik kültürünü bir şekilde de olsa sürdürüyor. Samatya, 1950’lere kadar çok farklı bir yapıya sahipti. 6-7 Eylül Olayları Samatya’nın kaderinde önemli bir rol oynadı. Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu göç etti ya da ettirildi. 1950’lerin sonunda inşa edilen 22 km uzunluğundaki Sahil Yolu, denizle iç içe yaşayan Samatya’yı denizden uzaklaştırdı. Uzun Deniz, Sahil Yolu ile surlardan kimi yerde 50-60 metre uzaklaştı. Sirkeci-Florya Sahil Yolu �stanbul’un Bizans’tan beri bozulmadan gelen doğal yapısının üzerinden geçti ve sadece tarihi değil coğrafi özellikleri de geri dönülmeyecek biçimde yok edildi. Ayrıca, 1950’lerde başlayan göç de Samatya’nın nüfus profilini değiştirdi. Son dönemlerde semtin yerli halkı, özellikle gayrimüslim halk �stanbul’un başka merkezlerine taşındı. Bugün, sayıları azalmış da olsa Rum ve Ermeniler, semtin Türk kökenli sakinleri ile iç içe yaşı- yor. Semt son yıllarda Üç Maymun, Gönül Yarası, �kinci Bahar gibi sinema filmlerine ve dizi filmlere ev sahipliği yaptı. Türkiye’nin ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden biri Samatya’daydı Samatya’da halk denizle öyle içli dışlıydı ki Türkiye’nin ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden Refii Deniz Spor Kulübü de buradaydı. Usta balıkçılardan çoğu da Samatya’daydı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde kentin en eski yerleşim alanlarından olan Samatya, Altın Kapı’nın ve Kral Yolu’nun varlığı ile seçkin bir semt haline geldi. Bugün Samatya orta halli nüfusu ile mahalle kültürünü yaşamaya devam ediyor. �badethanelerin, balıkçıların, meyhanelerin, tavernaların bir potada eridiği semt, ziyaretçilerini nostaljik yaşam kültürü ve tarihi dokusu ile kendisine hayran bırakıyor. Samatya’nın nabzı balıkçılar, meyhaneler, restoranlarla çevrili meydanda atıyor Restoranlar, meyhaneler, balıkçı tezgahları, kahvehaneler ve kiliselerle çevrelenmiş Samatya Meydanı, semtin kalbinin attığı yer. Meydanda, merdivenlere arkanızı dönüp tren istasyonuna doğru ilerlerken sağdaki dar sokağa girdiğinizde, kubbesi meydandan görünen Hristos Analipsis Kilisesi’ne ulaşıyorsunuz. �sa Peygamberin göğe yükselişine atfedilmiş bir Ortodoks kilisesi olan Analipsis bölgenin geleneksel Ayazmalı ibadethanelerinden biri. Meydandan sola doğru gidip Büyük Kuleli Sokak’a girdiğinizde ise Ayios Yeorgios Rum Ortodoks Kilisesi karşınıza çıkıyor. Kilisenin adı 1652 tarihli bir belgede çok değerli ikonalara sahip kubbeli bir Bizans bazilikası olarak geçiyor. Ayios Yeorgios’un bulunduğu Büyük Kulesi Sokak sizi farklı bir dünyaya götürüyor. Bu dar sokaklar eski evleri ve semtin sayılı kalan konaklarıyla farklı bir dünyanın kapılarını size açıyor. Ancak 70’li ve 80’li yıllarda inşa edilen apartmanlar bu tarihi doku ile taban tabana bir zıtlık yaratıyor. Hayatın dolu dolu yaşandığı bir sokak: �ç Kalpakçı Çıkmazı Meydandan tren istasyonuna giderken, tren istasyonun hemen yanındaki soldaki �ç Kalpakçı Çıkmazı ise mahallelilik kültürünün en bariz şekliyle yaşadığı bir yer… Çocuklar sokakta oynuyor, kadınlar ellerinde örgüleri ile kapılarının önünde oturuyor, derken bir komşu elinde çaydanlığın ve bardakların olduğu bir tepsi ile kapıdan beliriyor. Sokakta halılar yıkanıyor, yünler seriliyor. Tarihi 100 yılı aşan 29 tane ahşap ve kagir evin bulunduğu sokak hayatın tam anlamıyla yaşandığı yer. 43 Surp Kevork Ermeni Kilisesi �ki kilise üst üste Samatya Meydanı’ndaki merdivenlerden yukarı çıktığınızda Ayios Minas Rum Ortodoks Kilisesi’nin çan kulesi sizi karşıdan selamlıyor. Bu kilisenin ilginç yanı ise gördüğünüz binanın asıl kilise üzerine inşa edilmiş olması. Asıl kilise ise şu anda bir demirci atölyesi olarak kullanılıyor. 1833’te inşa edilen kilisenin altında, III. Yüzyılda �mparator Decian’ın Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm sırasında öldürülen Aziz Karpos ve Papylos’un mozaleleri bulunuyor. Şehirdeki benzerleri arasında en eskisi olan bu mozaleler şu anda bir kahvehanenin duvarları arkasında saklı duruyor! Merdivenlerden caddeye çıkıp sola doğru yürüdüğünüzde ise kapanmış tarihi Samatya Karakolu’nu geçtikten sonra Yedikule’ye doğru giderken Ayios Nikolaos Rum Kilisesi sizi karşılıyor. 1583 yılında inşa edildiği tahmin edilen kilise, 1782 yangınında büyük hasar gördükten sonra onarılarak 1830 yılında tekrar ibadete açılıyor. Doğu Roma’dan günümüze ulaşan en eski dini yapı: Studios Manastırı Kilisenin hemen arka sokağında ise Studios Manastırı veya diğer adıyla �mrahor Camii 1500 yıllık tarihi ve ihtişamıyla görenleri büyülüyor. Doğu Roma döneminde yapılan ve �stanbul’da ayakta kalan en eski dini yapı olarak kabul edilen Studios Manastırı veya Aya �oannes Promodos (Vaftizci Yahya) Kilisesi veya �mrahor Camii’nin 454-464 yıllarında inşa edildiği düşünülüyor. 44 Ayios Nikolaos’un çapraz karşısında kalan Anarat Hğutyun Ermeni Katolik Kilisesi Pazar günleri, sayıları az da olsa Ermeni Katolik cemaatinin ibadetine açılıyor. Studios Manastırı yakınlarındaki Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni Rum Ortodoks kiliseleri ve Arap Kapısı Mescidi ve Tekkesi semtin çokkültürlü yapısını bir kez daha haykırıyor. �stanbul’daki ilk Ermeni Patrikhanesi, Fatih Sultan Mehmet tarafından hediye edildi Marmara Caddesi’ne çıktığınızda da iki önemli tarihi eseri görüyorsunuz: Biri Mimar Sinan eseri Abdi Çelebi Camii, diğeri ise �stanbul’daki ilk Ermeni Patrikliği’ni yapmış Surp Kevork Ermeni Kilisesi. Sulu Manastır olarak da adlandırılan kilise, aslında bir Rum Ortodoks kilisesi. Fatih Sultan Mehmet, �stanbul’u fethinin ardından o zamanlar Bursa’da bulunan Ermeni Patriği Episkopos Hovagim’e burayı Ermeni Patrikhanesi olarak hediye ederek Rum Ortodoks Patriği’ne verilen tüm hakları tanıyor. Patrikhane binası 1640’lara kadar burada kaldıktan sonra Kumkapı’ya taşındı. 1031 yılında �mparator II. Romanos tarafından inşa ettirilen kilise, 1204 yılındaki Haçlı Seferi’nde yağmalanarak harabeye dönüyor. VIII. Michael Palaelogos tarafından onarılarak ibadete açılıyor. Mülkiyeti hakkında Rum ve Ermeni cemaatleri arasında anlaşmazlıklar yaşanması nedeniyle Surp Kevork, “Kanlı Kilise” olarak da anılıyor. Samatya’ya Mimar Sinan’ın da eli değdi Marmara Caddesi üzerinde Surp Kevork ile aynı sırada, karşı köşesinde yer alan Mimar Sinan eseri Abdi Çelebi Camii, “Yedim �çtim Camii” ve “Sanki Yedim Camii” isimleriyle de anılıyor. Bu isim, ne zaman canı pahalı bir şey çekse yemeyip parasını biriktiren ve o parayla cami yaptıran bir kişinin rivayetinden geliyor. Dört fil ayağı üzerine bir kubbe oturtularak 1533-1534 yıllarında inşa edilen cami uzun zaman ihmal edi- liyor. Cami, 1933 yılında onarılarak tekrar ibadete açılıyor. Samatya’nın nüfus bileşimindeki değişiklikler yalnızca Ermenilerin bu semte yerleştirilmesiyle sınırlı olmadı. Tekke ve mescitler çevresinde bir Müslüman nüfusun geliştirilmesi politikası Fetih’in hemen arkasından başladı. Mirza Baba Tekkesi, Fatih Sultan Mehmet döneminde eski bir Bizans yapısından yararlanılarak kuruldu. Sancaktar Hayrettin Mescidi ve Tekkesi de aynı dönem ürünü Abdi Çelebi Camii ve Ağa Hamamı gibi bazı Mimar Sinan yapılarının 16. yy.’da gerçekleşmesi, semtin Müslüman kimliğinin 16. yüzyılda pekiştiğinin ipuçlarını veriyor. Marmara Caddesi’nin sonuna yakın Sahakyan Nunyan Lisesi’nin yanından aşağıya doğru indiğinizde karşınıza çıkan Ağa Hamamı �stanbul’un en büyük çifte hamamlarından biri. II. Dünya Savaşı'ndan önce hamam olarak kullanılmasından vazgeçilmiş bina, uzun zaman atıl kaldıktan sonra, birkaç yıl önce yapılan restorasyonla iş merkezine dönüştürüldü. Hamamın en alt katı şu anda market olarak kullanılıyor. Zamanında hamamın havuzlu ve fıskiyeli bir bahçesi olduğu rivayet ediliyor. Ağa Hamam’dan Samatya Caddesi’ne çıkıp sola doğru gittiğinizde şu anda Sosyal Sigortalar �stanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin bulunduğu alanda yer alan Etyemez Tekkesi’ne ulaşırsınız. Tekke, Mirza Baba Tekkesi ve Karabıçak Veli Tekkesi adlarıyla da biliniyor. “Via Egnetia” Samatya’nın en ünlü caddesi Org. Nafiz Gürman, Samatyalıların deVia Egnetia yimiyle Samatya Caddesi’dir. Doğu – batı yönünde tren yoluna paralel uzanan cadde “Via Egnetia” yani “Kral Yolu”nun sur içindeki bölümüydü. Zafer kazanan imparatorlar, batıda Trakya yönünde uzanan yoldan gelip Altın Kapı’dan geçerek sur içine girerlerdi. Daha sonra Via Egnetia üzerinde Aya Sofia’ya ulaşırlardı. Samatya surlarının önünden geçen Sahil Yolu – Kenedy Caddesi’nde ise bir zamanlar evlerden denize girilirdi. Çocukluğumdan kalan hayal meyal hatıralardan biri de burada deniz banyosu yapan insanlardır. Yıllar içinde denizin doldurulmasıyla giderek genişleyen cadde üzerinde Türkiye denizlerinde yaşamış canlıların örneklerini barındıran Balık Müzesi bulunuyor. Altın Kapı ve Studios Manastırı Yedikule Surları içindeki Via Egnatia’ya Altın Kapı’dan geçiş sağlanırdı. 395 yılında imparator 1. Theodosius’un kazandığı zaferin anısına 3 bölümlü kemer olarak yapılan kapı daha sonra şehri çeviren surlarla birleştirildi. Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde altın kaplıydı. Kapı, imparator 1. Theodosius’un zafer tanrıçası Nike’nin ve iki büyük filin heykeli ile süslüydü. Ancak depremler ve doğal tahribat nedeniyle bu heykeller günümüze ulaşamadı. Yalnız, kuzey kulenin saçağında bir kartal kabartması halen duruyor. Sütunların önünde ve arkasında altın yaldızlı bronz harflerle imparator Theodosius’a hitaben “Kapıyı yaptıran altın bir devir yarattı” yazıyor. Sadece zafer kazandıktan sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurdu. �stanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet altın kapının iç tarafından çevresine üç büyük burçtan oluşan bir sur ilave ederek hisarı beşgen şekilde yedi kuleye sahip bir yapı haline getirdi. Böylece altın kapı ve çevresi, Bizans-Osmanlı çağı yapılarıyla bütünleşip Yedikule Hisarı adını aldı. 5. yüzyılda inşa edilen Studios Manastırı Samatya’nın adeta bir dini merkez gibi gelişmesinde etkili oldu. Bu manastırdan geriye kalan Ionnes Prodromos Kilisesi (�mrahor Cami) �stanbul’da da hala kısmen ayakta duran en eski kilise olarak kabul ediliyor. Samatya, �stanbul’un fethinden sonra uzun yüzyıllar boyunca bir Hristiyan semti kimliğini korudu. TURAD’ın çalışmalarıyla Samatya eski görkemli günlerine dönüyor Başkanlığını eski Kültür Bakanı Bahattin Yücel’in yaptığı Turizm Araştırmaları Derneği - TURAD bölgedeki sosyal yaşam ve zengin turizm potansiyeline dikkat çekmek amacıyla Samatya'da bir takım çalışmalar yürütüyor. Bu bağlamda �stanbul'un kültürel özelliklerinin 1950’li 45 yıllara kadar bütün renkleriyle, bir arada yaşandığı semtin canlandırılmasıyla ilgili bir proje hazırlandı. TURAD’ın amacı, tarihi Samatya'nın yerli ve yabancı turistler için ilgi odağı haline getirilmesiydi. �lk aşamada Samatya için özel bir logo tasarlandı ve semtte bulunan işyerlerinin tabelaları bu logoya göre yenilendi. Semtteki restoranların masa örtüleri ve masa üstü servis ürünleri yenilendi. Samatya Meydanı’nın fiziksel koşulları Fatih Belediyesi’yle işbirliği yapılarak, iyileştirildi. Semtin tarihi meydanına bakan 53 bina boyanarak, dış bakımları yapıldı. Esnafa ‘hizmet iyileştirme eğitimleri’ verildi. Samatya’da yiyecek ve içecek hizmeti veren işletmelerin standartları bir uluslararası kuruluş tarafından gözetime alındı. TURAD’ın çalışmaları sonucunda, Samatya’ya gelen yerli ve yabancı ziyaretçi sayısı ve işletme gelirleri yüzde 60- 70 oranlarında arttı. Samatyalı Zilciyan Ailesi anısına caz festivali Geçtiğimiz yaz ise, iyileştirmeleri semt sakinleri ile paylaşmak için, gelenekselleşmesi planlanan “Samatya’da Müzik; Zil ve Caz” Festivali düzenlendi. Samatyalı Zilciyan Ailesi’nin anısına düzenlenen festivalde, Kerem Görsev, Arto Tunç Boyacıyan ve Leman Sam sahne aldılar. Festival, Samatya sakinlerinin olduğu kadar, tüm �stanbulluların da dikkatini çekti. Çocukluk… Havva Gürkan / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 2010 Mezunu Benim kardeşimle aramda 9 yaş var. Dolayısıyla en az iki ayrı kuşağa ait çocukluk görmüş geçirmiş sayıyorum kendimi. Malum, artık kuşaklar neredeyse «10 yılda bir» değişir oldu. Yine de bu yazıya başlamadan önce ilk aklıma gelen şey «Ben çocukken...» diye başlayan cümleler kurabilecek yaşa geldiğimi fark etmek oldu. Benim çocukluğum mahallede geçti. Küçük bir şehirde yaşıyor olmanın da avantajıyla, sokak oyunları hayatımızın önemli bir parçasıydı. Korkulacak bir şey yoktu, mahalleden fazla araba geçmezdi, zaten herkes birbirini tanırdı. Sokakta gönlümüzce oynamanın tek bir şartı vardı: Ezan okununca içeri girmek. Akşam ezanı bizim için adeta okulda çalan zil gibiydi, tıpkı Pazar geceleri Parliament Pazar Gece Sineması müziğinin bizim için yatma vakti demek olması gibi. Yaşımız biraz daha ilerleyip çocukluğun ileriki yıllarına geldiğimizde akşam yemeğini yedikten sonra tekrar sokağa çıkmamıza izin verilebilirdi. Gece vakti her yer karanlıkken oynanan saklambaç oyunlarının, arkadaşlarla toplanıp birinin bahçesinde oturup korku (!) dolu hikayeler anlatmanın tadına doyum olmazdı. Gündüzleri okulda da durum çok farklı değildi aslına bakarsınız. 10 dakikalık teneffüslerde koştura koştura bahçeye ip atlamaya veya yakan top oynamaya çıkardık. Bazen Beden Eğitimi derslerinde serbest zaman bulduğumuzda, ya da denk gelir de dersimiz boş olursa birbirinden yaratıcı oyunlar oynardık. “Madam Mösyö” vardı mesela, bazıları “Dansa Davet” olarak da bilir ama ben en çok “Madam Mösyö” is- 46 mini severdim. Anneannelerin, babaannelerin bahçeli evleri vardı ben çocukken. Apartman dairesinde yaşamazlardı genellikle. Yaz tatilleri ayrı bir doyulmaz olurdu bu sebeple, hele bir de yaşıtınız bir kuzene sahipseniz. Anneannemin kullanmadığı ne kadar mutfak eşyası varsa el koyup evcilik oynardık biz kuzenimle. Dedemin bahçeyi dağıtmamıza kızıp çöpe atmakla tehdit ettiği oyuncaklarımızdı onlar. Bilirdik ki kıyamazdı bize. Her yaz tatilinin sonunda özenle sarar, saklardık oyuncaklarımızı, bir sonraki yaza kullanmak üzere. ‹lkokul yıllarında sokak oyunlarına ek olarak hayatımıza ilk önce Gameboy, hemen arkasından “atari” kavramı girdi. Bıkmadan usanmadan önce Tetris, sonra Mario oynamaya başladık. Mario’da oyun bitirmek hayattaki en büyük amaçlarımızdan biri haline geldi. Joystickler eskittik bu önemli amaç uğruna. Sonra sanal bebekler çıktı. Okula götürmek yasaktı, gizlice götürür, ders aralarında yemeğini verir, uykuya yatırır, sabırla büyümesini beklerdik. Nedenini anlayamadığımız bir şekilde öldüklerinde ise çok üzülürdük. Bilgisayara da yetiştik ortaokul yıllarına doğru kuşak olarak. Tabii ki sınırlı bir internet teknolojisiyle. Dakikalarca «çevir sesi»ni dinleyerek internete bağlanmaya çalışırdık. Facebook, twitter gibi sosyal medya ise henüz kimsenin aklında bile yoktu. Tek kullandığımız chat programı «ICQ» idi. Bir de koleksiyonlarımız vardı, en popüleri peçete koleksiyo- nuydu. Sonra tasolar ve sporcu kartları girdi hayatımıza. Cipslerden çıkan tasoların sayısı arkadaşlar arasında hava atmanın en masum yoluydu. «Kökmek, ütmek» gibi terimler vardı hayatımızda, oyunda arkadaşın tüm tasolarını ele geçirmek anlamına gelen. Gazetelerin zaman zaman dağıttığı kağıt bebekler, ki adları genellikle «Şebnem» olurdu ve onların kağıttan kıyafetleri de kendi adıma vazgeçilmez bir koleksiyondu. Özenle keser, hava durumuna göre giydirirdik Şebnem bebeğin kıyafetlerini. Bir de kendi kıyafetlerimiz vardı tabii o yıllara dair geri gelmesini en son isteyeceğin şey nedir diye sorsanız, benim için bu sorunun tartışmasız cevabıdır. Okula giderken hava soğuksa asker botları giyerdik veya havanın biraz daha iyi olduğu dönemlerde rugan ayakkabıların içine dantelli kısa çoraplar. Haftasonları için püsküllü tişörtlerimiz, rengarenk taytlarımız, oduncu gömlekleri, vatkalı kazaklar, ispanyol paça pantolonlar, pançolar vardı. Yüksek belli pantolonları göbeği açıkta bırakan tişörtlerle kombinlerdik. Bir dönem baskılı tişörtler ve batikler de katılmıştı hayatımıza. Her dönemin bir kusuru olur tabi, diyerek geçiyorum ve biraz da çocukluğumuzun şarkılarını hatırlayalım istiyorum. Müzik insan hayatının her dönemi için vazgeçilmez sanırım ama o dönemin şarkıları da bir başkaydı. Oya& Bora, Ajlan & Mine, Çıtır Kızlar, Birkaç ‹yi Adam, Burak Kut, Kerim Tekin, Tayfun vardı. Yonca Evcimik'in Bandıra Bandıra ve Aboneyim şarkılarını ezbere bilir, hızlı hızlı söylemeye çalışırdık. Barış Manço'nun «El Salla» klibinde yer alan şarkıcılar o dönemin bir özeti gibiydi. Ricky Martin ve Spice Girls'ün fırtına gibi estiği yıllardı. Sarışınsanız Emma, kıvırcık saçlı iseniz Mell B, birazcık spora yatkınsanız Victoria olabilirdiniz. Her sınıfta en az bir «Spice Girls» grubu kurulur, okulun son günü Spice Girls şarkıları eşliğinde muhteşem şovlar sergilenirdi. Bizim sınıfta 2 ayrı grup vardı mesela, sürekli bir yarış halindeydik hangi grubun daha iyi olduğu konusunda. Çok ciddiye alırdık bu şovları, sırayla birbirimizin evinde toplanıp Spice Girls şarkıları için kareografiler hazırladığımızı hatırlıyorum kendi çapımızda. Tabii bir de Macarena dansı vardı, kendine has figürleri olan. Bilmeyen yoktu, doğumgünü partilerinin vazgeçilmez ritüeliydi toplanıp bu dansı yapmak. Spice Girls'ün si- 47 nema filmi vizyona girdiğinde, şehirdeki tek sinemaya koşmuştuk heyecanla. Titanic ile birlikte Leonarda Di Caprio hayranı olduk, «My Heart Will Go On»u ezberledik bu sefer de. Her çocukluk döneminin olduğu gibi bizim de kahramanlarımız vardı, tek dişi kalmış kahramanımız Hugo başta olmak üzere, He-man & She-ra, Sevimli Hayalet Casper, Heidi, Aslan Kral, Şeker Kız Candy, Ninja Kaplumbağalar, Jetgiller ilk aklıma gelenler. Teknoloji o kadar gelişmiş değildi, kaydedelim de istediğimiz zaman izleriz gibi bir şansımız yoktu tabii. Haftasonları sırf Heidi'yi izlemek için erken uyandığımı hatırlarım mesela. Kahramanlardan bahsetmişken Susam Sokağı unutulur mu? Kurabiye Canavarı, Edi ile Büdü en yakın arkadaşlarımızdı. Özel kanalların artmasıyla dizi furyasının başlaması da aynı döneme denk geliyor. Her şey olduğu gibi diziler de şimdiye göre bir hayli farklıydı tabi. Çoğunluğunun temasını aile ve komşuluk ilişkileri oluştururdu. Ben mi hatırlamıyorum, yoksa şimdiki kadar entrika meraklısı değil miydik? Dizilerde işlenen konular çok daha yalın ve basitti, daha sevgi doluydu sanki. TRT’de Bizimkiler ile başlayan dönem, özel kanallarda Süper Baba ve Mahallenin Muhtarları ile devam etti. Üstünden o kadar yıl geçmiş olsa da, Süper Baba’nın şarkısını flütle çalmaya çalıştığımız günler dün gibi benim için. Çizgi filmler, diziler bir yana ama en sevdiğimiz program tartışmasız «Barış Manço ile 7'den 77'ye» idi. Ne kadar üzülmüştüm katılamadığım için. Geçenlerde internette şöyle bir sözle karşılaştım “I still think that 1990 was ten years ago.” Acı gerçeği bu yazıyı yazarken ve Okan Bayülgen’in 90’lar temalı Disko Kralı’nı izlerken bir kez daha fark ettim. 10 yıl olmamış arkadaşlar, 20 yıl olmuş! Büyümek, yaşlanıyor olmak bir yana ama, 90’lı yıllarda çocuk olmanın tadı başka hiçbir şeyde yok sanki. Belki çocukluk bir kez yaşandığı ve başka yıllarda çocuk olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmediğim için bana öyle geliyor da olabilir, kimbilir. 2011 Öyk ü Yarışm ası SÜ Yazm aB Öykü Yar ecerileri Merkezi, ışm Yaratıcı Ya geçtiği bir ası’nda yarışmac ılar, sırala zma Programı ta öykü yaz rafı a m caklardı: 1. misket asını boz madan, iç ndan düzenlenen 2. aşk 3. sid 2 inde aşağ 10. amor ıki 15 keli 011 tisman 11 ik 4. ayakkabı 5. menin sansür 6. . kösele 1 2. hidaye t 13. apta öcü 7. sırnaşık 8. Bu sayım l 14. kayg intihar 9 ızda da s . vidanjö ılanmak izlere, ikin r 1 5 . kraliçe cilik kaza nan Man olya Ün’ü n öyküsü nü sunuy oruz… KAĞITTA Çocukken N GEM�L en sevdiğ ER Manolya maşır suy im oyunc Ün aklarım k una maru ağ z rup otura bileceğim kalmaktan erimiş, ıttan gemilerdi. H ala aklım eski bir le kadar ge Bu arkad dad ğen niş aş aklı bir ka , ömrünü doldura ağızlı, rengi de g i vardı annemin. �ç ır, kenarları çand öz rış in mı, odam suda olan beni oy iğer ufak tefek ev tırmalayan cinste de bağdaş kuın baş kö n alaması iç e parlak bir ş y a larıı g şe in kadar su yla doldu sinden sevinçle a emekliye ayrılmış ibi çöpü boylama mavi. ky rur lıp tı. kurtulup h ayali ufuk dum. Sararmış ga arka bahçeye taş Yaz gelip de havala erine, z lara yelke ırdım onu Bir gün yin r ısındı ete kağıd ,s n ın e Gemilerim küçük ölçekli, mü açtıkça içim kıpır k dan gemilerim pa onra da ağzına te rmak uçla ıp h rımdan çömelmiş er zamanki gibi na vazi bütçeli hobim ır ederdi. le uğraşır , onların z zlı nazlı sa ken canım arif dansın dum, ne a lınıyordu ı sıkan bir su rk ı şe kopartıve ama sokulduğunu izliyordum. Dalmış yun üstünde, ben de leğenin y oldu. rdi. Daha ım. Ne ab . “Muraa at!” diye la neler olu misketi te başına m ın bahçe anid p p ne indiğin emden aşağı bırak bittiğini anlamama en seslenip beni ye indiğini duygü tı. ih fı rayan su atırlıyorum; isabe Misketlerin kocam rsat vermeden d ndüz rüyamdan e t alan gem damlacık a bir avuç n y a ğmu larının öğ kahkasın le sıcağın ilerin hızla derinle r taneleri gibi filo dolusu ı. mu re da yanmış O gün ço yanaklarım gömüldüğünü, yüz n üstüka üm ı ürperttiğ şam saat ğladım, dur durak ini, ablam e sıçbeşe varm bilmeden ın hınzır te olacak, iş a ten geldiğ dan bir paket sig pinip ev halkını ç ıl a dırttım. B i gibi kra rayı hakla bicili kap vatı un ka m tikten son ğıtlarından gemic nı dahi gevşetme ıştı bile. Babam o alan annem aknun halin ikler yapıp den beni ra sakinle ea karşısına şip sustu yeni oyun birer bire m; aldı, başla cımış ca r dı cicili Diyeceks klarım beni avuttu ama gazete kağıd önüme koymaya. Bir iniz ın ğ size: Şu h ne inatçı çocukm u için değil, bağırm dan yapılanlarada az zaman geçnk ay a u misiniz ba atta gemilerinin a şsun birader; hele ktan yorulduğum iç at be kat güzel ns n b in göstereb a? Suratının ortas ızın batmasını ho ir tutturmaya gör. . ilecek ols ına ani bir ş karşılay O zaman so an ac to larına bir tanrıya ta ız bile bu kişi düze kat yemekten go ak bir tek kişi gös rayım cunmaya ninin bozu par gibi ta terebilir de de osu cak lm pa n. 25 yaşınd Ya da bazen... Ya n ben olamam. Ne asından ölümüne k birini? �şin özü, ni ay o d bir rota ü dım, tıp fakültesin nadiren... Değilsin emişler; yedisinde rkan, alışkanlık. Şöyle: den mezu zerinde a neysen y etmişinn kıy de cebim de, kulağ ordu o sıralar; d olduğun yılın yazıy iplomam ım ise Ey dı. Hayatı hevesiyle elim lül m ta ü yordum. E niversite hastanes başı gelecek atam de, meslek aşkım hmin edilebilir inin acil s vden işe, a haberle kalbimde e iş r yolumun n başıyla s ten eve yüksek te rvisinde cüzi bir m inde, yazı boş geç ziyaonu aras m ik ir Güvende meme p ta o r da mek karşıl ına ydim. Son ra Temmu çektiğim düz çizg ik dokusam da hu ığı “hizmet” verii z z ayının o rtalarına üzerinde nokta se urluydum, herşey doğru, nö k betçi kald meden ilerliyordu ığım bir g ece anne . m- 49 den garip b koridorda ir telefon aldım. K endimi na koşarken sıl ç “Nasıl old u bu?” diy arpıp düşürdüğüm bir panikle hasta neden dış e soluk so pasa takıl doktor. arı attım, ıp lu bir ben b “Ne biley sendeledim, abla ğa içeri daldım kü ilirim, bir m imdadım im ben?” çük karde de diye kesti ş a nın arasın im y e N ti e ş s m r r in e ip se da k son yolcu bir aşağı bir yuka attı annem. Ağzınd ydi annemin terlik apıyı bana açar aç rı le ak lu maz. Pas Önüne ba ğuna uğurlanacak oynayıp duruyordu i sigara sinirden g rini öpecektim. erilip ince tı o da. “S kma, kır k . Birkaç n efes sonr cik kalmış afanı; ki o abah ner avanaklık a iz eye ta nca işin iç du “Haberi k zaten!” inde bir d gittiğini söyleme maritle dolup taşm daklarıden bastı im verdi? e senle u ış küllükte ” diye üs ğraşalım! gitti. Afer mizi söyle teledim k in B mişlerdi. a s a b n anla hep onuş Tar yan sorula sidik yar a da! rın acil ce if edemeyeceğim maktaki isteksizliğ ış tı rırsın b in Evdekiler v karşıların aplara ihtiyacı var ir acı kemiriyordu i görmezden gelip da aydan göğsümü dı. “Sorm . Babamı “Haber m , ka ad dü ka ab uzandı. “N er yok.” dedi ann şmüş biri duruyorm ınız mı ne olmuş b famın içini ışık hız ybettiğiem omuz a ın erde oldu uş gibi ga b da turlaların ğu Gülsem m ripseyen ama?” bakışlarla i, ağlasam nu, ne halt ettiğin ı silkip. Eli, bodur süzdüler i bilseydik kahve ma yapılan, y mı bileme be ok sa ,n d “A şaşkın sa bana söylemed en en yakınımdak e diye babanı kay sında duran sigar ni. bettik diy a paketin !” diye te i sandaly ikleri şeyle eli e e r karşılık v ermedim. sledi ablam beni r mi duymayı bece ye bırakıverdim ke m sana?” alnımın o n r “Gerisini m çıktı mera d imi. Şaka iştim tele rtas din kta fo “Babam ö n sana geri ulaşa lemedin ki! Suratı ına hafif bir şapla nun diğer ucund mıydı bu an? mıza kap k indirip. m lm attın tele “Tövbeee edi yani? Yaşıyor ayınca.” fonu. Açm Hakettiğimi düşün !” dedi an yani?” De ü adın da s r n tıyordu. “ onra, aklı p Ağzından em sigarasını yak in bir oh çekip acın m ız a ye ın rk çıktı, saba hın yedis l alsın. Kör olmaya en. Çakmağın alev göğsümü terketm inde. Gidiş esini bek sı herif, in “Anne, p i, dudak k led oli en sa o sında ken se haber verelim. gidiş. Bak saat ka n yanına telefonu arlarındaki çizgile im. nu alır, de ç oldu, ha ri aydınla En doğru dine yer s v b ğ formunu gururla d ulmaya çalışıyord u bu olur.” dedi N a karardı, o hala o il mi? Senden evv oldurmuş e r u o arala e ta l s yacaktı. H r la in r da yok.” kendind tu ö r. Lis e Ne yapm r sözü, her hareke nceki akşam kend e giriş sınavında en emin. Yetişkin am ti b le ie is taladı. Ye ız konusunda her ize bunu anlatma lleriyle. Büyümüştü tediği yeri kazan r dünyam y rimden fı k a a ış, te a fa y r ö tı d n k, şehir d an far elikti o ya rlay uzaklıktak ışında yatı rcih z. i semt kar ıp ağizeye öyle b klı bir ses çıka dur lı okuir su ak oturmuş a ğlayan. A olunda görevli me sarıldım ki! Araya n, acı acı çalan te n, lefo dı m de olduğu nu hatırla Şerif Akça, cüzda ur... Birini görmüş bize yürüyerek en n curcunayı nok n le y Aile mec fazla on b ında bu n lisinin on amadığını söylüyo umarayı b r gece vakti binan eş dakika r a ın ulmuşlar. muş. Bir z yıyla tuha yollandım önündeki Ta ah .A f k oturduğu çıkçası bana söy teslimatın sorumlu met gelip alabilir m nıyor muymuşuz? aldırıma E lenenleri mahalled lu v iy inin nerğunu üstl mişiz? an e belki tans iyonu yük yolunu kaybettiğin lamakta güçlük ç enip gece yarısı e s a i bazen. H ele de ha elmişti de derdini iddia ediyordu! O kiyordum. Polis ba par topar karako iyi ifade e la rtada bir b pını alma amın 20 tefek şey y d yı unutur ler sa. Dalgın ememişti babam. anlış anlaşılma va yılı aşkındır Amirlikte i... Ara sıra... Ya rd dı babam n iç bildim bil z sıcağında olurdu ı kuşkusuz; Boynunu eri girince, babam e b li , unutma çö ı ya yatkın öyle şeyler nüyordu; kmüş omuzları ara loş bir köşede tek d ı. Ama ufa ba sa s k “Baba?” nki çekmiş, büzülm ına gömmüş, boş b şına oturken buld u dedim us a m ü k ş ış . G g la a ib r r ın i. ip ı O u k b n lc gözlerime arşısında ir hal vard u bu şekil a. Sesimi ki ı d b dedi hafiç aktı, sonra bakışla duyunca doğruldu e karşımda görme duvara dikmişti. U üstünde. facık görü k rahatlatm , yüzünü e yutkuna rını zemin bana çev rak. Ses to deki parla Yanına ya adı beni. irdi. kla k n bir durum şıp omzuna doku unda mahçubiyet beyaz karolara ka Kısacık bir anlığın nd va çırdı. “Ku y sura bakm a da olsa boyunca okmuş gibi davran um ve “Estağfuru rdı. ll kol kola y m a oğlum.” a h baba. H aya çalış ürü yatımda h a a içbir sess rken ne birbirimiz rak. Polislere teşe di eve gidelim.” d edim orta in yüzüne izlik bana kkür edip Evin önü da bu ne ba ev kapımız b gelince tam ayak kadar sessiz gelm ktık, ne de ağzımız in yolunu tuttuk; a anormal an ka m ı açıp tek e bir laf ede a cadde verdi. Bu gırdayarak açıldı bılarını çıkarmas mişti. haliyle tıp ve annem ı için bab bildik. Ha ama yard kı ateş ku , kalın bir sigarayı b ımc sm sig ir birbiri ard hışımla yere fırlatt aya hazırlanan bir ara dumanı bulutu ı olmaya hazırlanıy ı e ına sırala dıkça öfk ve avazı çıktığı kad jderhayı andırıyor içinden çıkıp kar ordum; ki esi daha a da kabarıy r bağırmaya baş du. Dişlerinin aras şımıza dikillad ına or, kapıya yumruk ü ı sokağın ortasında sıkıştırdığı stüne yum . ruk indiriy Hakaretleri ordu. Bab am ise gözleri yerde, hiç tepki vermeden dinliyordu annemin verip veriştirmelerini. “Yavaş anne, yavaş!” diyerek annemi kolundan tutup içeri çekmeye çabaladı ablam çaresizce. “Rezil olduk mahalleye! Herkes yatağından fırladı valla!” “RTÜK annemin ağzına sansür koyacak.” diye kıkırdıyordu Nesrin arkadan. Belli ki o gece eğlenen tek kişi kendisiydi. “Aile var mahallede anne, akıllı izleyici!” “�zleyenler akıllı, bir benim başımdakiler zır deli zaten!” diye hırladı annem. “Eh, be vurdumduymaz adam...” diyerek başladı; ama sonunu getiremeden bir öksürük nöbeti içinde kaybetti sesini. Fırsattan istifade, karga tulumba da olsa eve sokabildik onu. Babam bir şey olamamış gibi sakince takip etti bizi. Ağzını bıçak açmıyordu. Ertesi gün beraberce hastanenin yolunu tuttuk, bir dizi tahlilden geçirdim babamı. Taze mezun bir doktordum sonuçta, içimi kemiren bir takım şüpheler vardı. Fakülteden sevdiğim bir hocaya danıştım sonunda, nörologdu kendisi. Babamı ona gösterdim, muayeneden bir süre sonra da idam sehpasında bekleyen bir mahkum gibi masasının önünde beklerken buldum kendimi tek başıma. Aklımdakini sormaya dilim varmıyordu bir türlü. “Dikkat etmek lazım.” dedi bana ciddiyetle. Bakışlarında, sesinde, deri koltuğuna yaslanıp oturuşunda bile bir tür acıma seziyordum içinde bulunduğumuz duruma karşı. “Diğer test sonuçları hep negatif gelmiş.” “Alzheimerdan mı şüpheleniyorsunuz hocam?” diye baklayı ağzımdan çıkardım tüm cesaretimi toplayarak. Yatağımın altındaki öcüyle yüzleşmekten kaçamazdım artık. “Riski gözardı etmemek lazım. Erken dönemlerde benzer semptomlar görebiliriz. Düzenli kontrole gelmesi lazım. Bir de şu yazdıklarımı aksatmadan alacak.” Bana uzattığı reçeteyi kendi ölüm fermanımı teslim alıyormuş gibi aldım, titreyen parmaklarımın el verdiği ölçüde düzgün katlayarak cebime koydum. “Başka ne yapmamızı önerirsiniz?” “Bol bol beyin jimnastiği yapacak. Kafasını çalıştırmaya teşvik edin; ama fazla strese sokmadan.” Hocamın yanından ayrıldıktan sonra yol üstündeki bir eczaneye uğrayıp yazdığı ilaçları aldım. Bir yandan da verdiği tavsiyeleri evirip çeviriyordum kafamda. �laçlar, kontroller tamamdı da beyin jimnastiği işi nasıl olacaktı? Koskoca adamı karşıma alıp, bana çarpım tablosunu say mı diyecektim her gün? Kahveye götürüp zorla tavla mı oynatacaktım? Yoksa sudoku çözmeyi mi öğretecektim? Ben kendim altından kalkamıyordum ki meretin! Bunaltıcı düşüncelerin dibine yirmi bin fersah gömülmüş, hem aileme, hem kendime, hem de babama acıyarak ne kadar yürüdüm bilmiyorum. Havasız kaldığımı hissettiğimden olacak, derin bir nefes almak için durup başımı kaldırdığımda sokağın başındaki bakkalın ödünde dikildiğimi farkettim. Burnumun dibinde neredeyse benim boyumda bir gazete standı duruyordu, telli gözlerin her birinde farklı gazeteler ve ekleri. Magazin mi istersin, spor mu, bulmaca mı... Bulmaca... Bulmaca? Evet, ya bulmaca! Ben nasıl olur da bunu düşünememiştim daha önce? Ufaktım o zamanlar. Hatırlarsanız, kağıttan gemiler uğruna kıyametleri koparttığım sıralar. Babam pazar sabahları elinde bir yığın gazeteyle gelirdi eve. Camın yanında kendine ait sakin bir köşesi vardı, yıpranmış kadife minderleri olan bir koltuk. Tatil ritüeline kalın çerçeveli gözlüklerini takıp yerine kurularak başlardı hep, yaşadığı anın gerçek olup olmadığını kontrol ediyormuşçasına sırtını test amaçlı gömerdi minderlere önce. Sonra da koltuğun yumuşak dokunuşundan memnun kalmış gibi gülümseyerek bacak bacak üstüne atar, fi tarihinden kalma, mürekkep akıtan bir dolma kalemle başlardı bulmacalarını çözmeye. Soldan sağa, yukardan aşağı... Yüzünü bir huzur kaplardı. Ne yalan söyleyeyim, kıskanırdım sadece bulmacasında bulduğu bu özel mutluluğu. Gidip türlü sırnaşıklıklar yaparak gazeteyi elinden kapmaya uğraşırdım. O ise sadece gülümser, yanına çekerdi beni: “Bak buraya, soldan sağa 5 harfli. Bilirsen gerçek gemileri görmeye götüreceğim seni. Gazeteyi de sana vereceğim gemiler yap diye.” Yıllar geçti aradan; büyüdüm ister istemez. Kağıt gemilerimi unuttum, mavi leğenimi unuttum. Bulmaca çözerken babama sırnaşmayı da bıraktım hepten, Ama o ne köşesinden, ne de uğraşısından vazgeçti yıllara meydan okurcasına. Hala bulmaca çözüyor muydu acaba? Aynı evi paylaştığım, her gün yüzüne baktığım babamın ne yapıp ne yapmadığını niye bilmiyordum artık? Suçluluk duygusu acı bir tat bırakıyordu insanın ağzında. Akşama olacakları görmek için, yemekten sonra eski koltuğun karşısında pusuya yattım. Babam huyu olduğu üzere kahvesini içtikten sonra biraz kestirmek için köşesinin yolunu tutardı. Nitekim o akşam da beni yanıltmadı. Ağır adımlarla koltuğa yaklaştı, sonra da bir şaşkınlık nidası mırıldanarak minderlerinin üstüne yığılmış bulmaca eklerini eline aldı. Nefesimi tutmuş vereceği tepkiyi bekliyordum. Başını benden yana çevirdi, karakol ziyaretimizden beri ilk kez yüzünde utangaç, özür diler gibi bir ifade olmadan bakıyordu bana. Zorlamaksızın, gözlerinin içi gülürek gülümsüyordu. Ceplerini yokladı bana göstere göstere, akıtan antika dolma kalemine benzettiğim bir kalem bulup çıkardı. Sonra da koltuğuna kuruldu, sırtıyla minderini yokladı ve bacak bacak üstüne atarak çözmeye başladı bulmacasını. Ağzım bir karış açık izledim kalemini soldan sağa, yukardan aşağı seri bir şekilde oynatmasını. Sanki yıllardır bu an için hazırlanmış gibi bir hali vardı. �şi bitince yüzünde, yıllar öncesine ait o memnuniyet ifadesi belirdi yeniden. Cin gibi bakışlarını üzerimden ayırmadan çözülmüş bulmacayı önüme bırakıp yatmaya gitti. Yazdıklarına göz ucuyla baktım: Kareleri eksiksiz doldurulmuştu, hem de gayet makul cevaplarla. Sonraki aylarda evde bir bulmaca furyasıdır, aldı başını yürüdü. Babam her geçen gün yeni bir performans rekoruyla çıkıyordu karşımıza. Öylesine iştahlı ve hızlı tüketiyordu ki önüne konulanları, artık ona gazete yetiştiremez olmuştum. Üstüne üstlük sesli de çözüyordu soruları artık. Seçtiklerini tabii... 51 “Gömüldü gene kutu kutu pensesine!” diye söylenmişti bir keresinde annem etrafa saçılmış bulmaca yığınlarını toplarken. “Sefası ona, cefası bana... Yüce rabbim, bir yol gösterse de kurtulsam bu işkenceden!” Babam ne dese beğenirsiniz? “Soldan sağa 7 harf Murat: �nsanın kendi kendini isteyerek öldürmesi, öze-kıyım.”. �ntihar? Bulmacayı garip bir şekilde imalı bulmuştum doğrusu. Annem de aynı üstü kapalı göndermeyi sezmiş olacak, gazeteleri yere bırakıp babama ters ters baktı. “Ne demek şimdi bu?” “Hiiiiiç.” diye kayıtsızca cevap verdi babam. Konuşurken kalemini sağdan sola, yukardan aşağı oynatmayı sürdürüyordu. “Bulmacada sormuşlar da, Murat’a belki bilir diye sorayım dedim.” Annemin kaşları daha bir çatıldı, yüzü ekşidi. “Şerif Efendi, öteki dünyada iki elim yakanda. Bakalım o günah defterini nasıl paklayacaksın acaba?” “Yukardan aşağı 8 harfli: Lağım temizleme aracı.” dedi babam. Artık ailenin bir ferdi saydığımız bulmaca sözlüğüne uzanıp sayfaları biraz karıştırdıktan sonra “Yaz baba, vidanjör!” diye atıldım oturduğum yerden. Bir yandan da gülmemi bastırmak için dudaklarımı ısırıyordum. “Allahın cezaları, baba-oğul bir olup dalga geçiyorlar bir de utanmadan. Canıma yetti desem, bırakıp gitsem evi, ne yaparsınız tek başınıza, ha? Kim çekip çevirir sizi?” diye patladı annem. “Soldan sağa 13 harf: Duran varlıkların aşınma, yıpranma ve eskime süresi. Bu süre dolunca malı değiştirmek gerekir.” Annemin gözleri faltaşı gibi açıldı. Yıllardır munis diye tanıdığımız babamın yeri gelince bu kadar gözü kara olabileceğini bilemezdim doğrusu. Sözlüğü yüzüme kalkan ederek “amortisman” diye mırıldandım ve titreyerek kaderimi beklemeye koyuldum. Şansım varmış; ki odanın öbür ucundan roket hızında gelen kösele altlı terlikler başımı ıskalayarak cama tosladı. “Ne haliniz varsa görün!” diye kükredi annem ayaklarını yere vura vura odayı terk ederken. Babam gözlerini bulmacasından kaldırıp, “Anca gidersin!” anlamında bir el hareketi yaptı arkasından. Sonra da bana dönüp şöyle dedi: “Yukardan aşağı 7 harfli: Tanrıya ulaşmak. “ “Hidayet mi?” diye kıkırdadım kendime hakim olamayarak. “Yok.” dedi hiç istifini bozmadan. “Sükunet. Dünya varmış be, oh!” Gülünecek bir şey değildi, biliyorum; ama daha fazla hakim olamadım kendime. Kahkahayı patlattım. “Baba, kalıbımı basarım, o sordukların çözdüğün bulmacada yazan şeyler değil.” Babamdan ses seda çıkmadı. Duymazlıktan geliyordu beni. Biraz daha üstüne gitmeye karar verdim. “Şu koca sözlüğü ezberlemişsin kelimesi kelimesine. Hepsini kafandan söylüyorsun. Yalan mı?” Babamın ağzını bıçak açmıyordu. Kalemi hızlı hızlı oynuyordu gazete kağıdını üstünde. “Bence sende Alzheimer falan da yok. Hasta birinin altından kalkabileceği bir iş değil şu yaptığın.” Koltuğunun yanındaki çözülmüş bulmaca dağlarını işaret ettim. Kalemin kıpırtısı ansızın durdu. “Sizi aptal yerine koyduğumu mu düşünüyorsun, Murat? Çekinme oğlum, söyle.” dedi başını bana çevirmeden. Sesi, duruşu alışılmadık biçimde sertti. Patavatsızlık yapıp kırmıştım adamcağızı besbelli. “Ne münasebet baba, öyle demek istemedim.” diye kekeledim yaptığım gafı örtbas etmeye çabalayarak. “Ama üzüldük hepimiz, kaygılandık senin için. Yani biliyorsun, bu hastalık şakaya gelmez.” “Oğlum, bak.” diye başladı babam oturduğu yerden hafifçe yana kaykılarak. Sesi titriyordu. “Ben sizi kandırmadım, aptal yerine de koymadım.” Boğazına yerleşen düğümü çözmek için birkaç kez yutkundu art arda. “Ablan nişanlandı, kışa evlenip gidiyor. Nesrin’e desen, okul için bavullarını şimdiden hazır etmiş bile. E, sen de... Tayinin kim bilir nereye çıkacak ay başına? Bir baktım, dünkü çocuklar birer birer uçuyor yuvadan. Dönüp arkasına bakan yok.” Daha fazla devam edemedi. Bulmacasını kucağına bırakıp göz yaşlarıyla yol yol olmuş yanaklarınıi ovuşturmaya başladı hıçkırarak. “Polis gördü o gece, derdimi sordu. Kayboldum evladım, dedim. Kaybettim kendimi, keşke bir bulanım çıksa!”. Omuzları şiddetle sarsıldı Öğleden sonrayı babamın dizleri dibinde oturarak geçirdim. Kah ağlaştık karşılıklı, kah yaramaz çocuklar gibi gülüştük. Kalemi kağıdı elinden kapıp yüksek sesle bulmaca soruları okudum ona. O da bana cevaplar yazdırdı soldan sağa, yukardan aşağı. Sonra da mutfağa gidip annemin gönlümü almaya uğraştık. Epey nazlandı haliyle; ama ben “Yukardan aşağı 7 harfli: Hükümdar ailesinden gelen, asil kadın. Cevap ne? Prenses, prenses!” deyip yanağından bir makas alınca yelkenleri suya indiriverdi. �ltifatlar da onun kağıttan gemileriydi şüphesiz. 20 yıl öncesine ait hatıralarım canlandı gözümde. �ster istemez gülümsedim o günden bugüne ne kadar yol aldığımın farkına varınca. Sinsice rollerimizi değiştirmişti babam; batan gemilerimin yerine mızıkçılık yapmadan yenilerini koymayı öğretmişti bana. Hatta öğretmekle kalmamış, bizzat uygulatmıştı da beni duruma uyandırmadan. “Ah, baba, ah...” diye yüksek sesle iç çekerek o akşamki bulmaca seansını böldüm yemekten sonra. “Senin bu yaptığına ne denir bilir misin?” Şaşkın bakışlarla süzdü beni. Neyi kastettiğimi anlayamadığı belliydi. “Ne denirmiş?” Bulmaca sözlüğünü sahte bir tehditkarlıkla ona doğru salladım. “Soldan sağa altı harfli...” GÜLAYŞE KOÇAK’tan Bir Kara Ütopya ya da Umuda Çağrı: Gülayşe Koçak Gülayşe Koçak’ın tuhaf ve karmaşık bir aşk ilişkisine odaklanan romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da... Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden canlandı, yanakları kızardı: “İşte! Benim de kafamın içi aynen amcanın evi gibi!” diye bağırıyor –nereden aklına estiyse– “Havalandırın şu evi, diye bağırmak istiyorum! Benim kafamın içinde de aynı, o boğucu sidik ve naftalin kokusu... Kurtulayım istiyorum, geçmişin bütün çöplerini taşımaktan çok yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri dışarı! Temiz bir badana yapın, oksijen girsin şu eve – bunu istiyorum. Ama işte...” Birden omuzları çöküyor, “Korkuyor insan...” GÜLAYŞE KOÇAK • ROMAN Siyah Koku Siyah Koku “Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacığım?” “Yavrum... İnsan galiba çöplerine bağlanıyor. Korkuyorsun. Oksijen, ya çöplerin varlığını unutturursa?” ISBN 978-975-08-2195-0 9 ?? TL 789750 821950 Yapı Kredi Yayınları S‹YAH KOKU TADIMLIK Gülayşe Koçak’ın bir aşk hikâyesine odaklanan son romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da… Ayrımcılığın sürdüğü, kuraklığın arttığı, yollar boyunca teskin edici maddelerin havaya püskürtülerek herkesin “uyuşturulduğu”, devlete ekonomik getiri sağladığı için bütün yetişkinlerin zorunlu organ bağışına tabi tutulduğu bir yakın-gelecek zamanda Mine ve Tuncay’ın yaşadığı bıçak sırtı ve tuhaf bir aşk… Siyah Koku Gülayşe Koçak’ın korku ve güven duygularını temel alarak; sahicilik, unutma, hatırlama, farkında olma kavramları çerçevesinde ördüğü bir roman. Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden canlandı, yanakları kızardı: “‹te! Benim de kafamın içi aynen amcanın evi gibi!” diye ba¤ırıyor–nereden aklına estiyse– “Havalandırın u evi, diye ba¤ırmak istiyorum! Benim kafamın içinde de aynı, o bo¤ucu sidik ve naftalin kokusu... Kurtulayım istiyorum, geçmiin bütün çöplerini taımaktan çok yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri dıarı! Temiz bir badana yapın, oksijen girsin u eve – bunu istiyorum. Ama ite...” Birden omuzları çöküyor, “Korkuyor insan...” “Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacı¤ım?” “Yavrum... ‹nsan galiba çöplerine ba¤lanıyor. Korkuyorsun. Oksijen, ya çöplerin varlı¤ını unutturursa?” Play kartın gençlere torpili bitmiyor. Harcamalarına hem puan hem Turkcell TL/dakika hediyesi, hesaba ücretsiz havale, sevdiğin markalarda fırsatlar, indirimli konser biletleri, faizsiz nakit avans, paran bittiğinde velinin hesabından otomatik transfer... Hepsi Play kartta! Play kartın yoksa hemen başvur. Onaylandığında m Turkcell TL/dakikalar cebine gelsin. iÇiN, T ALMAK PLAY KAR i ÖĞRENCLE N BELGYE IN K A EN Di R YAPI K EE GiT! ŞUBESiN 444 0 444 playcard.com.tr facebook.com/yapikrediplay twitter.com/yapikrediplay GrafikaSU 02/2012- 2500TR Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul Telefon: (0 216) 483 90 77 - 483 91 06 Faks: (0 216) 483 90 45 e-posta: dergi@sabanciuniv.edu www.sabanciuniv.edu/sudergi