kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
Transkript
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
kızılbaş temmuz Temmuz 2012 2012 sayı 16 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! ermeni soykırımı + pontus + koçgiri + zilan + desim + kanlı maraş + zalim çorum + sivas + gazi osman paşa + bir mayıs + madımak = soykırım, katliam ve thcirin baş sorumlusu tc. devletidir! kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 temmuz 2012 sayı: 16 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindekiler: Sayfa: 04 - can cana ..................................................... ali ülger Sayfa: 05 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR ......... ADNAN CANGÜDER Sayfa: 10 - Alevilik doğru yolun (islam) sapık kolu mu?.. ............................................................... h. demirtaş Sayfa: 14 - Neresi Sivas? .................................................. erdem özgür Sayfa: 17 - madımak katliamında devlet aracıyla korunan? - yanğın merdiveniyle kurtarılan! aziz nesin? Sayfa: 18 - Aziz Nesin’le ilgili şok belge Sayfa: 19 - Demirel: Cen vakfını biz kurdurduk!... Sayfa: 20 - “Diaspora Kürtleri” Kitabına Hapis ve Para Cezası Kesildi! Sayfa: 22 - Ermenilere bir mezar yerini çok görenler .... C. Sinet Sayfa: 23 - Pontos Jenocidi .................................... Ali Sait Çetinoğlu Sayfa: 27 - DERSİM 38’İN 1915’LE KOPMAZ BAĞLARI – 2 ......................................................... Hovsep Hayreni Sayfa: 29 - 11 Haziran 1967 Elbistan katliamı Sayfa: 32 - ALEVİ ÇALIŞTAYINA SUNULAN RAPOR ....................................................... süleyman deprem Sayfa: 33 - “Biz Alevilik Dersi İstemedik ki” Sayfa: 34 - ‘Tapınağımızı politik malzeme yapmayın’ Sayfa: 36 - Dersim Ermenileri etnografyası ...... Gevorg Halaçyan Sayfa: 38 - 1915/16´ da Teşkilatı Mahsusa ve çeteler üzerine ............................................................... selçuk uzun Sayfa: 43 - Sabri Atman: Süryani Soykırımı kabul edilsin ................................................ Seyfo Center / Gabar Ciyan Sayfa: 47 - 105 yaşındaki Musa Faal’in hatırladıkları .............................................................. kemal yalçın Sayfa: 49 - ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyor ......... Sevan Nişanyan Sayfa: 50 - Gengeşiyên Dêrsimê .................... Dr. İsmaîl Beşîkcî Sayfa: 54 - “Kardeş Halkların Nazlı Çocukları” ....... İsmail Güner Sayfa: 55 - tarihe tanık belgeler Sayfa: 56 - DADGEHÊN ÎSTIKLALÊ Û ÇARDEYÊ TÎRMEHÊ ..................................................................... mehdi tanrıkulu Sayfa: 57 - Kanunların Ruhu ya da Emval-i Metruke Kanunla rında Soykırımın İzini Sürmek .............................................. Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa: 64 - 9 Temmuz 1937’de devlet kınalıkeklik işbirliğiyle öldürülen Koçgiri ile Desim direnişlerinin önderlerinden Alişer ve Zarif’yi saygı ile anıyoruz kızılbaş - sayfa 4 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bizden tarafa 19 yılında Madımak önünde toplanan Alevilerin siyasetine taleplerine bir göz atalım mı? Üç-beş katilin sahipleri tarafından yargılanıp ömür boyu hapsedilmeleriisteniyor! Diğer yandan da madımak müze olsun talebi var! bu talep yakışıksız olduğu kadar Kızılbaş-Alevi camiamıza zararlıdır!. Her gün yatıp kalkıp Müslüman düşmanlığı yapacaksın sonra da müze isteyeceksin olmaz bu iş. Bu siyaset - devlet -ordu- CHP siyasetidir buna karşı çıkılmalıdır. Müze yapılacaksa kendimiz yapmalıyız. Tek kuruş devlet parası almadan, kendi imkanlarımızla. Katillere ve hırsızlara mihnetimiz olmamalıdır, can cana ali ülger içinde dayanıştıkları apaçık ortadadır! Müslümanların kendi siyasal örgütlenmeleri de, biz Kızılbaş-Alevileri sünnileştirme ve Türkleştirme siyaseti yürütüyorlar. Kürt siyasal hareketleri de Kürtleştirme - Müslümanlaştırma siyasetleri yürütüyorlar. Ne hikmettense Türk ve Kürtlerin bu noktada duruşlar ve meramları aynıdır... 19 yıldır “Unutmadık unutmayacağız!” sakızı çiğneniyor, unutmayınca ne olacak? Unutunca ne olacak? örneğin Arap-İslam devletinin kendi iç çatışmalarında takiye ile bir tarafı destekledik kurbanlar kesip yaslarını tutuldu unutulmadı! Hangi derdimize deva oldu? Kerbela katliamının yası matemi? Koçgiri, Dersim soykırım ve katliamlarını unuttuk da ne oldu? Unutmak - unutmamak hiç bir sorunumuzun çözümüne deva olmadı tam tersine köstek oldu... Kendimize sahip çıkıp ciddi bir aydınlanma ile demokratikleşip siyasal alana çıkmanın araçlarının fikriyatını üretip pratikleri ile kendimizi temsil edebilir, devletin ve türevlerinin asimilasyoncu inkarcı dayatmalarını durdurabiliriz. Artık kendi tarihimiz ile, içinde bulunduğumuz hapsolduğumuz örgütlenmelerimiz ile açık yüzleşilerek kendimzi elemeliyiz. Kendi darımızı kurup, aynamızı yüzümüze tutmanın zamanı gelmedi mi daha? - Atalarımız 1919 Pontus Soykırımında direnen Pontus ile neden ittifak yapmadı? Devletin ordunun partisi CHP de ya da bize ait olmayan diyet devletçi siyasal partilerinden medet ummak biz Kızılbaş-Alevilerin hiç bir sorununu çözmez tam tersine daha da ağırlaştırarak çıkmaza sürükler. Bizim olmayan Tırk ve Kürt partileri biz Kızılbaş-Alevilere yönelik siyasetleri benzerlik taşımaktadırlar. biz Kızılbaş-Alevileri kendi teşkilatlarında maraba olarak kullanmaktan başka hiç ama hiç bir işe yarmadılar! Örneğin sabetaycı d. perinçek ile h. berktay aracılığıyla Dersime, Kızılbaşlara dayatılan sözde “maoculuk” örgütlenmeleri de inkâra, asimilasyona ve Türkleştirmeye hizmet etmiştir. Gelinen günde CHP - MHP - İP ve türevlerinin kuramsal olarak resmi kuramın organları oldukları ve uyum * * * - Atalarımız 1915 Ermeni Soykırımı yapılırken neden Ermeni örgütlenmeleriyle direniş ittifakı yapmadılar? - 1921 Koçgiri direnişiyle neden Dersim ve Şeyh Said ittifakı yapılmadı? Ve Müdafaa-i hukuk Cemiyetlerinde köşe kapıldı - 1925 Şeyh Said katliamında neden Kızılbaş atalarımız direniş için ittifak yapmadılar? - 1938 Dersim Soykırımında müslüman Kürtler neden ittifak yapmadılar? - 1938 Dersim Soykırımında direnen Kızılbaş, Zaza ve Kürt aşiretleri ile (eski millet) Ermeni aşiretleri neden direniş için ittifak yapmadılar? - Koçgiri Kızılbaş Kürt direnişinde neden Kürt olmayan Türk - Türkmen balkan Kızılbaşları ile dayanışmalar olmadı? - Dersim Kızılbaş direnişi ile de hiç bir dayanışma olmamıştır. Bu seyir bir tesadüf mü? Hiç mi tarihsel, sosyal, siyasal nedenleri yok? 37/38 Soykırımı sonrası uygulanan yabancılaştırma siyaseti ve asimilasyon uygulamaları ile şehirlere yığılan genç Kızılbaşlara sunulan siyasal örgütlenmelerin ana ortak teması inkarı - asimilasyonu Türkleştirme sünnileştirme zincirinde devlet siyaseti hakim kılınmıştır... Şu anda devletin beyaz alevi siyaseti bu güzergahtan işletilmektedir. Bir kolu “solcu” söylemli, bir kolu tırk müslüman söylemli... Daha açıkcası alevi bektaşi federasyonu, avrupa alevi birlikleri konfederasyonu pirsultancı taife ile CHP ordu devlet siyaseti işletilmektedir.... Cumhuriyetci egitim vakfı i.doğan şebekesi aracılığıyla da Türkçülük ile sunni İslam - müslümanlık siyaseti işletilmektedir. Yapılan bu siyaset ile Kızılbaş-aleviliğe en ağır zararlar verilerek, devletin degirmenine su taşıyorlar!.. AKP devlet partisidir. CHP de devlet partisidir. Biri iktidar diğeri hükümettir. İktidar ile hükümeti bir birine karıştırmadan devleti ve ideolojisini doğru tanıdıkmı sorunlarımızın çözümüne yönelik demokratik davranışımızı ve fikriyatımızı sağlıklı yapıya kavuşturabiliriz. Aksi halde ma rabalığa talim ettiriliriz. Dolap beygiri gibi dön dolaş, sütçü beygiri misali git gel.... Kızılbaş-Alevi meselemiz din iman işi olsaydı iş kolay olurdu. Kızılbaş-Alevi meselemiz tarihsel toplumsal siyasal kültürel dini milli ve coğrafi öğeleri olan bir sorundur. bundan dolayı da siyasal olarak kendi öz örgütlenmesini üretmesi geliştirmesi gerekmektedir. Ya siyasal alana öz örgütlenmelerimiz ile çıkacağız ya da devlet partilerinde marabalığa devam edeceğiz... Evet; kendimizi kara kantara çekip eksikliğimizi fazlalığımızı görecekmiyiz? Kendimize sahip çıkıp toplumsal hayata katılıp kendi geleceğimizin sahibi olacak mıyız? Yoksa el kapısında marabalığa -semerimiz eskimesin-devam mı edeceğiz. Başı dik anlı açık olanlar ile yola yürüyenler bu tarafa. Can Cana kızılbaş - sayfa 5 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (3) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE Hızırın yaşadığı ve varolduğu bölgeler için anadolu ve mezopotamya bir köprü ise bu köprünün bütün bağlantı ayaklarının olduğu her yerde varlığını günümüze kadar sürdürmüştür. Tek tanrılı kitabi dinlerin kaynağı olarak gösterilen gılgamış millattan önce 3 binli yıllarda yaşamış destanı ise yine millattan önce 7. Yüzyılda asur kralı asurbanipal tarafından derlettirilip yazılmıştır. Yazım dili ise akad dılıdır. Burada yahudilerin en eski kavimlerinden biri olan akadlar olduğu dikkate alınırsa gılgamış destanının tevratta yer alması çok daha iyi anlaşılır. Buda bizi Yahudi kavminin bir bölümünün en eski kabile toplumlardan olan akadlara kadar götürmektedir. En azından anadolu ve mezopotamya coğrafyasında bu şekildedir. Günümüz tek tanrılı dinlerin allah tanımlamasına uyan ve açıklayan en önemli tanımlamalar gılgamış destanında bulunmaktadır. Gılgamış destanının günümüz ulaşmış anlatımları ve söylemleri ise Ölümsüzlük, ölümden kurtulma, ölümsüzlük otu, lokman hekim, hızırda ise abu hayat suyu, hızır ilyas karada ve denizde her şeyi bilen, gılgamış ise aynı şekilde karada ve denizde herşeyi bilen gılgamışın insan tanrılığı tanrısal özellikler, tanrıya isyan ve cezalandırma, aşk tanrıcaları ve cennet ile cehennem olgusu, tufan olayı, tufan sonrası nisir dağında geminin karaya oturması, ölümün yerine göre kurtuluş olması ve öteki dünyanın insanı rahatlatması, şahmat ve satranc oyununda sona eriş ve bitiş, gılgamışın ölümsüzlük otunu yılana kaptırması alevi inancında ise yılanın can olarak olarak kabul edilmesi ve ölümsüzlüğün sembolünün bir yerde yılan olması ile canların ölümsüzlüğü. Gılgamışın, hace bektaştan önce elinde tuttuğu aslanlı kabartma resmi ise bir başka ilginç noktadır. Her devrin ve inanışın ve toplumun ölümsüzlüğü ADNAN CANGÜDER arayan ve bunun uğruna bedel ödeyen kahramanları ve insanları vardır. Hızır ilyas, lokman hekim, herkül ve gılgamış. Geminin zift ile kapatılması ve ziftin yani petrolün daha o zamanlar kullanıldığı ve insanlığın kullanım alanına girdiğinin göstergesidir. Ve yine nevruz bayramının sümerler döneminde kutlandığını bununda nevruz bayramının tek tanrılı dinlerden çok daha önce mezopotamya halkları arasındada kutlandığını gösterir. Günümüze kadar gelmiş bütün tek tanrılı dinlerin kaynağını gılgamış destanı olarak gösterebiliriz Gılgamıs destanıda kadını cinsel bir obje olarak görmüş, ikinci sınıf insana ve basite indirmiştir. Cinsel birleşme olayına dinsel ve inancsal olarak allahın emri sözü ilk olarak gılgamış destanında geçmiştir. Gılgamış destanı sonrasının devamındaki halk inanc hikayelerinde anlatılır. Yazılı tarihi bize sunan Sümerle Mezopotamya’dan başlar, Anadolu’da Hitit, Hurri, Urartuyla devam eder, eski Mısır’dan Grek uygarlığına, İran’dan eski Hint uygarlığına kadar uzanır, gider. Güneş, ay ve yıldızların, su, fırtına, ateş, güzellik ve dağların, vs. gibi daha yüzlercesinin ve hatta binlercesinin tanrısı vardır. Daha bundan üç bin yıl önce insanların ‘otuz beş bin’ tanrıya taptıkları var sayılmaktadır. Ya ondan sonrası! Zerdüştlük, Yehovacılık, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve bunların kabulü sürecindeki gelişmeler ve etkiler, yeniden harmanlanma ve şekillenmelere neden olmuştur. Paganizm cok tanrılıcılık iken panteizm doğa tanrıcılığın insani olarak var olması kendisini hızırda bulur hepsinden süzülmüş ve hepsinden kendisini var ederek günümüze ulaşmıştır.Ehlibeytin yaşadığı zorluklar anadoludaki alevilerin inancında hızır ile bütünleştirilerek hızır ali şekline bürünmüş ve islamın asimilesinden bu şekilde korunma yöntemini uygulamışlardır. Tarih boyunca farklı kültür ve dinleri benimseyip taşıyıcılığını yapan , pek çok kavimlerin gelip geçtiği Anadolu toprakları üzerinde, İslamlaşma süreci öncesinde yaygınlaşmış ve kökleşmiş inançlar ve ritüeller tamamen yok olmamış, yeni hakim din olarak İslam içerisine nüfuz ederek ona kendi renklerini katmışlardır. Özellikle İslam öncesi Anadolu’da yaygınlaşmış popüler yahudilik, zerdüşt, hıristiyan ve inanç motiflerinin İslam ile karşılaşmasının oldukça özgün senkretizm örneklerini doğurduğu görülmektedir. Hızır inancı ve ölümsüzlük kökleri ilk olarak mezopotamya ve anadoluda ortaya çıkmış kökleri gılgamış destanına kadar gitmektedir. Böylece hızırın aslında insan inancında ilk tanrı ve kutsal bir olgu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Tek tanrılı dinler hızır inancınından ve kutsallığından yararlanmış, kullanmış ve değerlendirmişlerdir. Yalnız bunları yaparken asla kendi yeni dinlerinden üstün görmemiş ve kutsiyetini hep bir noktada tutarak önceliği kendi yeni dinlerine tanımışlardır. Unutulmasinki her yeni din öncekinin devamı vede yenileşmis halide olabildiği gibi bir geri versiyonuda olabilmektedir. Bunun yanında anadolu ve mezopotamya coğrafyasında insanın ortaya çıkışıyla hızır inancı yerini almış ve günümüze kızılbaş - sayfa 6 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kadar dersim ve hatay bölgesi dışında eski değerini yitirmiş ama bunun yanında günümüze kadar tek tanrılı dinlerin içinde yaşayarak ve kendini var ederek gelebilmiştir. Anadolu ve mezopotamya halkları yaşadığı müddetce hızırda yaşayacak ve geleceğe taşınacaktır. Bunun aksi bir gelişmeyi ve değişimi tek tanrılı dinlerden beklemek büyük bir saflık ve kandırmaca olur. Hızır inancı tek tanrılı dinlerdeki bulunan kutsiyeti çok tanrılı ve kutsallığı çok olan inanclardaki konumu çok daha fazla üst konumdadır Anadolu ve mezopotamya coğrafyasında günümüz tek tanrılı dinlerin allahından önce gelir ve coğrafi olarak anadolu ile mezopotamya cografyasının dışındada geniş bir coğrafyada etkisi vardır. Tek tanrılı dinler öncesi özellikle islam dini öncesi güce ve topluluğa dayanak yaparak kendi dininden pay çıkarma ve tanıtma sonuçta anlatılar-dan ortaya çıkan olaylar hızırın islamdan çok daha önce yahudilik ve hrıstiyanliktan bile önce anadolu ve mezopotamya coğrafyasında inanılan bir tanrı ve yerine göre tanrılar üstü bir konumda olduğunu göstermektedir. Tek tanrılı dinler ve tek peygamberli kitabi dinlerden çok daha öncede hızır bayramları ve şükran günleride kutlanmış ve halende kutlanmaktadır. Bunların beraberinde insanlık tarih sahnesine çıktığı andan itibaren elde etmek isteyipte kavuşamadığı herşey için hızır yada bir başka kutsiyete ihtiyaç duymuştur. Bir bütün olarak insanlık çok daha güzel ve uzun yaşamak için her türlü beklenti ve kendince mücadelesini sürdürmüş ve devamında ise hayati beklentilerini başka güçlerden yardım isteyerek gerçekleştirmek istemistir. B Yaralandığım kaynaklar ve kaynak kişiler; Alevilerin Sesi Dergisi, Hasan kılavuz, Şahin Açıkoğlu, Sarkis Hatspanian, Agos Gazetesi, Güney Dergisi, Cem Erseven, Esat Korkmaz, Cahit Öztelli, Abdülkadir Gölpınarlı, Bedri Noyan Dedebaba, Pertev Nail Boratav, Ahmet Yaşar Ocak, Kuranı Kerim (osmanı musaf) Tevrat (kıtabı mukaddes) İncil, Mehmet Bayrak Refiye Şenesen, Gılgamış Destanı, TC. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hasan Sevin, Miskini, Kemter Derviş, Şah Hatayi, Teslim Abdal, Yunus Emre, Harabi, Pir Sultan Abdal, Dede Korkut Hikayeleri, Karacaoğlan, Hace Bektaş Velayetnamesi, Orhan Gökdemir, Fakir Edna, Şükrü Metin Baba, Atheneris, www.anatoliancraft. org, Hüseyin Türk, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi; Yazamadıklarımdan ve unuttuklarımdan ise affımı sunar, özür diler, emekleri karşısında saygıyla eğilirim. Bitirirken atalarımızın ve geçmişimizin kutsalı olan boz atlı hızır yoldaşımız olsun...! 2 Hızıra ait kısa deyişler, sözler ve örneklemeler. Hızır gülbengine örnek Bismişah Allah Allah Hak-Muhammet-Ali aşkına; dertlerimize derman, hastalarımıza şifa, borçlarımıza kolaylıklar versin diye çağırdığımız Hızır için, Hızır orucu tutmaya niyet ettim. Ulu Dergâh kabul etsin. Gerçeğe Hû! Eyvallah! Bismişah Allah Allah Hızırı çağıranlar aşkına tuttuğum umut orucunu Ulu Dergâh kabul etsin. Gerçek erenler demine Hû! Eyvallah! Hızır, gülbengle çağrılır: Bismişah Allah Allah Tanrı’dan ruhsat alıp gebe kalan doğaya göz-kulak ya Hızır: Yetiş ya Hızır bizi kurtar. Gel artık darda olanlarımıza elini uzat. Destur alıp cümle varlık doğurmak üzere; onlara ebelik yap. Girdiğin evlere dert girmesin; bastığın yerlerde güller açsın, ekinler yeşersin, bülbüller ötsün. Dokunduğun canlar dertlerden, uğursuzluklardan ve hastalıklardan arınsın. Gel artık bir türlü gerçekleştiremediğimiz isteklerimiz, dileklerimiz berekete dönüşsün; özlemlerimiz kırılsın yeni özlemler oluşsun. Gel artık özlem denen atımıza bindirelim seni, düşlerimizde gezdirelim. Ali ol, Hace Bektaş Veli ol; dondan dona bürün, bize öğretmenlik yap. Senin için oruç tutuyoruz gel artık: Umudumuzu doğurtalım. Dil bizden, nefes hizmet pirlerimizden olsun. Gerçek erenler demine Hû! Eyvallah! Dersimden örnekler; Sen Evlasın sen Hızırsın Hem hazırsın hem nazırsın Sen Evlasın sen Hızırsın Bazen fakir bazen vezirsin Bugün senin nurlu günündür Halimiz sana ayandır. Neredesiniz Hey gidi ulu Hızır, Baba Düzgün Bu ne hal, bu ne vaziyettir? Hızır, Hızır, Düzgün, Düzgün Neredeydiniz? Hani Sizler Ulu kişilerdiniz? Ayağınıza gelirdi niyazlarımız kurbanlarımız Kızıl Elma lokmalarımız Niçin düşman sırtınızda at oynattı? Çocuklarımızın, kadınlarımızın kanını akıttı Derler di ki; Hızır ve Düzgün Dar günde yetişirler Hani nerde kaldınız, niye gelmediniz? Hızıra ait karışık örnek deyişler Dua okundu hazıra Boz-At ile düşmüş yola Destur verildi Hızır`a Kara gözlüm cark ederek Kırkların cemine beraber gelen Server Muhammed'in bacını alan Sancağı çekip zülfikar çalan Yetiş Hızır nebi sen imdat eyle Senin velayetin hürmetine de ey Ali ey İlya Ey Hasan ve Hüseyin'in babası ey eba Turab Müşkillerimi çöz ey veliler velisi Ey harikuladelikler mazharı, ey Murtaza, ey Ali Bin bir adı vardır bir adı Hızır Her nerde çağırsam orada hazır Ali padişahtır Muhammed vezir Bu fermanı yazan Ali değil mi Hızır Ali sultan ya senden medet Kara donlu sultan vallahi ahad Cedd-i paki sülale-i Muhammed Pirim Hacı bektaş değil mi Hızır İlyas ile içti hayatı Yezid'e zulfikar zehirden katı Yine pirden ola er kerameti Bir ismi Muhammed bir ismi Ali. Ali söyler Hızır yazar ayeti Elinde Zülfikar zehirden katı Aşikare Alinin kerameti Birisi Muhammed birisi Ali Zulmet deryasını nur edip gelen Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir Garibin mazlumun halini bilen Hızır İlyaz Şah-ı Merdan Ali'dir kızılbaş - sayfa 7 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BOZATLI HIZIR Elaman Mürvet huzura geldik Yardım eyle bize bozatlı Hızır Yüz sürüp yerlere yardım diledik Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır Toplanmış canlar dua ediyor Hızır gelir diye herkes bekliyor Çağıran kişiye yardım ediyor Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır Mümin olan yüzün hep Hakka döner İrfan meydanında kaynayıp pişer Diz çökmüş önünde affını diler Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır Seni seven canlar elini açmış Hızır günü diye duaya durmuş Nebilik velilik tek sana gelmiş Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır Mümin ikrarına sadık olunca Kusurunu ele alıp gelince Ağlayıp sızlayıp af dileyince Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır Hızır sıfat veli gerek Hayati sözünün manisin verdi Yar ile ettiği ahdinde durdu Mihman Hızır’dır Misafir aşk kapusunun dilidir Hızır’ı sev kim sahibinin gülüdür Tanrı misafiri pirim Ali’dir Mihmanlar siz bize sefa geldiniz Hizmet eyle sen ki daima gele Yavan yaşık bizim yüzümüze güle Büyük küçük onu hep Hızır bile Mihmanlar siz bize sefa geldiniz Kim kaildir mahşere kalan davaya Şah Hasan’a ağu vedi Muaviye İ. Hüseyin mürrüvvet eyle canıma Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle Misafir gelir ki kısmeti bile Misafir Hızır’dır özrünü dile Hatayi’m uğruyu tut ver gele ele Mihmanlar siz bize sefa geldiniz Musa Kazım ile salayı veren İmam Rıza ile mescide giren Takî ile Nakî canıma gelen Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle Men Hızır’ın Guluyam Askeri’nin askerine katılan Kul olup Belh Buhara’da satılan Çöl Kufe şehrinde nara atılan Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle Miskini Ayağının nalıyam Başının torbasıyam Hızır’a Hızır deyerler Hızıra çırağ koyarlar Mecmau’l – Bahreyn’e vardığım zaman Hızır’ı Buldum candan gulam oldum Ledün ilmin bana eyledi ihsan Sırr-ı sırru’llah’ın tamamı Cebrail Musa’ya Hızır’a var dedi Mürşid-i Kâmile varmadan olamaz Teslim Abdal Bülbüller gülşende efgana durdu Hüseyin Hakk’ içün serini verdi Doldurdu doldurdu bir dolu verdi Ol Hızır’ın yeşil eli sabakan Şah Hatayi Azattır fenadan geçen Ab-ı Hayat’tan içen Zulmetin kapısun açan Nebî Hızır Yalvarması boynumuza farzoldu Edeb erkân mü’minler arzoldu Mü’minin secdesi Hak niyaz oldu Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle Hızır Hızır hız getir Var dereden od getir Men Hızır’ın neyiyem Birce bele dayıyam Harabi Şükrü Metin baba bu demden içer Sâk-i kevser’le Sırât’ı geçer Hızır’ı ademde arayıp seçer Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir Bir eve kahrola misafir gelmez Çalınsa çırpınsa ektiği bitmez Çağırsa bağırsa bir yere yetmez Mihmanlar siz bize sefa geldiniz Kemter derviş diler özüne himmet Mahrum etme beni eyle mürüvet Evliya embiyanın yüzü suyu hürmeti Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır Alçaklı yüksekli gaip erenler Alıver gönlümü zalim elinden Hızır Nebî isen gerçek er isen Alıver gönlümü zalim elinden Hızır ile içen Ab-ı Hayat’ı Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir Hızır Nebî Hızır-İlyas Bitdi çiçek oldu yaz Men Hızır’ın guluyam Boz atının çuluyam Şükrü Metin Baba Zulmet deryasını nur edip gelen Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir Gariban mazlumun halini bilen Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir Bir anda cevelan eder cihanı Kalbi saf olanın dest ü damanı Bir ismi Behrûz’dur lisanı Süryani Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir Merdi meydan eylemektir iyi er Gafil olma kardeş çerağın söner Her gördüğün Hızır bilmektir hüner Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir Ehl-i iman eyler ikrar sebatı Kendinde seyr eder sıfatı zatı Kırklar’ın cemine beraber gelen Servet Muhammed’in bacını alan Sancağını çekip Zülfikâr çalan Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle Fakir Ednâ’m der ki bu sırra eren Üstadım Hatayi darına duran Tamuda yanar mı nurunu gören Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle Yetiş Ya Hızır Hızır sen dert ve gamların melhemisin Denizlerin deryaların Keleklerin gemilerin Göllerin ırmakların Köprü ve çetin geçitlerin başısın, kılavuzusun Hızır beklenmedik anın misafiridir Dumanlı-tufanlı günün kavuşanıdır Hızır çığırını/izini kapatma tez yetiş, sakın geç kalma Geldi Geçti Ömrüm Benim Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip geçmiş gibi Hele bana şöyle geldi şol göz yumup açmış gibi İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur kızılbaş - sayfa 8 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi Hızır Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur derler Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş gibi ………………. Deryalar üstünde Bozatlı Hızır Benli Boz’a binmiş o da geliyor ………………… Kul daralmayınca sıkışmayınca Hızır yetişmez 3 Tarihte hızıra ait terimler, isimler, mekanlar ve ünvanlar Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Veli İlya Cebrail Melek Nur Hakkın yansıması Ögretmen egitmen Hz ali şahı merdan Hakkın cismi, maddi görünüşü Hızır makamı aşa ma, merhale Hızır günleri Kültü İnancı Al hızır, yeşillik El hadır yeşil-Arapca Al hıdır yeşil dal Khezr-İrani-Farsca El ahdar yeşil Eliyas-Grekce Elijah-İbranice Hızır Hızır hali Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Eli İliya süryanice Andreas İdris Hermes Hıdırelles (İlyas-id ris) Tammuz-Dumuzi Adonis İanna İştar Zekarya (adı filiz olan adam) Hasisatra (Gılgamış destanı, Akadca ve daha sonra Sümerce) glaukos (yeşil isken der efsanesinde) Aya yorgi Saint georges Circis Curas Cercis Georgevert (yeşil yorgi) Ali nin Hakk olma Hakk Hıdır (hıdır abdal) Mar coras Hacım sultan- Balım sultan Şah ismail Muhammed ve Ali nin Hızır olma durumu Hızr Hızır gibi yetişmek Hızır lokması Hızır cemi Hızır kurbani Hızır eli Hızır ugraması, hızır ile karşılaşma Hızır türbesi evliya mekanı Hızır bereketi Hızır suyu abu hayat ölümsüzlük suyu Hızır orucu Hızır ocağı Hızır dağı Hızır gölü Hızır çeşmesi Hızır yolu Hızır ağacı Hızır bayramı Eren, ermiş,derviş Pir, mürşit Ulu evliya Hızır nebi Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hizir Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hızır Hoxe hızır (hızır günü) Emanetci hızır Hızır kökünü kazıya beddua Bizim dilimiz hızır dilidir inancsal terim Hızır misafiri Hızır köprüsü Bozatlı hızır Hozat hızırı Hızır geçidi Kırmızı köprü hızırı Ölümsüz hızır Rüz-i hızır Naze hiziri hızır ni yazi Roze hiziri hızır oru cu Hızırvohızır aşkına yemin etmek Hıdır nebi, hıdır nebi bayramı hızır orucu sonucu tutulan 3 gün lük oructan sonra kutlanan bayram Hıdırellez hızır ile il yasın adlarının ortak çağrısımı Hızır bali, balım sul tan bektaşi piri Hızır postu Behrüz Tepreş kırım türkle rinde Ederlez, edirlez, hı dırles-Makedonya Hızıra khal, khalo şipe Raa hızırı hızır yolu Bimbarake hızır mü barek hızır İran: Şirvan bölgesinde Bacervan şehri yakınlarında Hızır evi bulunmaktadır. Suriye: Şam’da Ümeyye Camisi’nde Hızır makamı vardır. Lübnan:Cebel eteklerinde Hz. Hızır Aleyhisselâm makamı olduğu biliniyor. Kudüs: Mescit’i Aksâ’da bir Hızır kapısı vardır. Ayrıca Evliya Çelebi Kudüs yakınlarında Hızır-İlyas makamı olduğunu yazar. Ona göre, İlyas Peygamber burada bir kaya üzerinde ibadet etmiş olup başlarının ve dizlerinin izi çıkmıştır. Evliya Çelebi Ayrıca Çelik üzerinde Mührü İlyas adı ile bir mühürde bulunduğunu yazmaktadır. Fas: Fes şehrinde sidi Harazem’de Hızriyye tarikatı bulunmaktadır. Burada kızılbaş - sayfa 9 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 da Hızır makamı vardır. Cezayir: Hz. Musa ile birlikteliği yıkılmak üzereyken düzelttiği duvarın telemsen’de olduğu anlatılmaktadır. Irak: Bağdat’ta Hızır makamı vardır. Türkmenistan: Semerkand’da Hızır makamı vardır. Mısır: İskenderiye kalesinin sahil kapısının adı Hızır kapısıdır. Azerbaycan: Şirvanlılar Hızır’ı Zinde adında ki bir türbeyi bugün de ziyaret etmektedirler.Söylenceye göre Hızır bu türbede yatmaktadır. Öte yandan Türkiye’de Edirne, Kütahya, Sivas, Afyonkarahisar, Afyon, Merzifon, Samsun, Çorum, Denizli, Erzincan, İzmir Foça, Amasya, Hatay ve Tunceli’de Hızır’a ait mekânlar bulunmaktadır. Adını Bingöl’den alan Bingöl şehrinde ki bir gölün Hızır’a ait olduğu biliniyor. İstanbul’da başta Ayasofya camisi olmak üzere bir çok camide Hızır makamı vardır. Asi nehrinin Kızıldağ, Musadağı ve Harbiye’den dökülen kolları arasında kubbeli, kapılı ziyaret yerleri bulunmaktadır. Adıyaman’da Karadağ eteklerindeki Nakıplar Havuzu, Afyonkarahisar’da Hıdırlık, Beşparmak-altı, Taşpınar, Çorum’da Hıdırlık, Amasya’da Pirler Parkı, Priştine çevresinde Karabaş Baba türbesi, Kuruşaya, Prizren bağlarındaki Toçilla çeşmesi, Dobruca’da Murfatlar, Azaplar Ovası, Tatlıcak Köprüsü, Acemler Bayırı Hıdrellez törenlerinin yapıldığı mahallerdir. DERSIM`de (Tunceli) Gola Xızıri (Bağır Gölü) Gola Xızıri (Buyer Gölü) Yoğır Gol (Ağır Göl) Khalo Sıpe Hêniyê Khalê Sıpi Kemerê Xızıri Lınga Xızıri Nisangê Xızıri (devamı gelecek sayıda) Gola Bağıre Gola Buyere Golê Xızıri Beyaz İhti yar Beyaz İhti yar Çeşmesi Hızır Kayası Hızır Ayağı Hızır Nişan gahı Tunceli'de 'Alpdoğan sokağı'nın adı değiştirildi Tunceli'de 1938 olaylarının etkin isimlerinden Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın adı bir sokaktan kaldırıldı. Koegeneral Alpdoğan Tunceli'de teftişte TUNCELİ- Tunceli 'nin Hozat ilçesi Belediye Başkanı Cevdet Konak, ilçe merkezindeki Alpdoğan sokağının adının Özgürlük sokağı olarak değiştirildiğini bildirdi. Konak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Alpdoğan adının 1947 yılında sokağa verildiğini belirterek, vatandaşlardan gelen istek üzerine, belediye meclisinin de kararıyla bu adın değiştirildiğini söyledi. Belediye Başkanı Cevdet Konak, “Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 1937-38 Dersim olayları sırasında binlerce insanın ölüm emrini verdiği için belediye meclisimizin aldığı kararla sokaktan adını kaldırarak buraya 'Özgürlük' adını verdik. Bu karar Kaymakamlık tarafından da onaylanınca caddemizin adı değişti. Ayrıca yine ilçemiz merkezindeki bir mahallenin adı olan 'Hamidiye' ismini de ocak ayı içerisinde belediye meclisimizde görüşerek değiştireceğiz” dedi. (aa) kızılbaş - sayfa 10 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevilik doğru yolun (islam) sapık kolu mu? Selçuklu, Osmanlı ataları Alevileri, “Rafızî, mülhit, dinsiz ve kâfir” diye niteleyerek kovuşturan, akıllara durgunluk veren katliamların altına imza atanların torunlarına son yıllarda bir şeyler oldu. Bugün övgüyle bahsettikleri Zembilli Ali Efendi, Görezli Hamza ve Ebu Suud Efendi benzeri şeyhülislamlar, “Canları, malları ve ırzları helal”, “Bir Kızılbaş öldüren Müslüman cennete gider. Bunlarla savaşırken ölen Müslümanlar şehit, yaralananlarsa gazi olur” gibisinden sayısız fetvayla Alevilere karşı padişah emriyle ölüm fermanları hazırlıyorlardı. Bu politikanın sonucu olarak Aleviler Osmanlı döneminin hemen tamamında tarifsiz acılar çektiler, çok sayıda katliama ve sürekli bir asimilasyona maruz kaldılar. 1500”lü yıllardan itibaren de fiili karşılık verme güçlerinin azaldığını görünce geriye çekildiler. Kendilerini ıssız dağ başlarına, kuş uçmaz-kervan geçmez bölgelere atarak içlerine kapandılar. İçlerinde kendi inanç ve ibadetlerini tavizsiz bir biçimde sürdürürken, dışarıya karşı “Biz İslam”ın özüyüz. Hakiki Müslüman biziz” tarzında takiyyelere sığınarak hayatta kalma mücadelesi verdiler. Aleviler bu şekilde içeriye başka, dışarıya başka bir hayatta kalma stratejisi izleyerek günümüze kadar gelebilmeyi ve inançlarını yaşatmayı başardılar. Ne var ki, dün kırsalda kapalı bir cemaat yapısı içinde bir işlerliğe sahip olan bu strateji, Alevilerin 1950”lilerden itibaren kentlere göçmesiyle birlikte çökmeye ve eski önemini yitirmeye başladı. Açıkçası dün “İslam”ın özüyüz” demekle kendini dışa karşı koruyabilen ve inancını yine de sürdürebilen Aleviler için bu önerme, kentlere göçle beraber işlevini yitirdiği gibi, bir de Alevi düşmanlarının ve devletin etkili bir silahına dönüşerek geri Alevilere doğrultuldu. Çünkü dün kendi topluluğu dışına çıktığında “Ben Müslüman”ım, hatta onun özüyüm” diyerek paçayı kurtarabilen ve kendi köyüne döndüğünde Müslüman olmanın gereklerini yerine getirmek gibi bir zorlamayla karşılaşmayan bir Alevi için kentlere yerleşimle birlikte büyük zorluklar baş gösterdi. Yahya”sından, Fethullahçılara Sünni İslam”ın irili ufaklı cemaatleri ve kurumlarının hemen tamamı yanında, başta AKP Hükümeti ile devletin tüm organları ağız birliği etmişçesine, “Aleviler de Müslüman. Alevilik İslam”dır. Biz yüzyıllardır barış içinde yaşadık. Aramızda ayrı gayrı yok” tezini hararetle savunmaya başladılar. Soruyorum, eskiye göre ne değişti de Alevileri Müslüman saymaya başladınız? H ü s e y i n D E M İ R TA Ş Artık söylem düzeyinde Müslümanlık yetmemeye başlamıştı. Diyanet, Kur”an kursları, imam-hatipler ve ilahiyat fakülteleri gibi çok güçlü mekanizmalarla ya da devasa ekonomik güçle Aleviler üzerinde çok büyük bir devlet ve toplum baskısı oluşturuldu. Aleviler söylemden eyleme geçmeye davet edilerek, sadece dilde değil pratikte de İslam”ın en belirgin şartları olan namaz, Ramazan orucu ve hac benzeri ibadetleri yerine getirmeye ya teşvik edildi veya zorlandı. Bu nedenle talep olmamasına rağmen Alevi köylerine cami inşa etme politikası hayata geçirildi. 1980 sonrası başlayan okullardaki zorunlu din dersleri uygulamasıyla yeni yetişen Alevi neslin beyinleri de adeta iğfal edilerek, onları Alevi kimliğine yabancılaştırma ve eritme devletin temel politikası haline sokuldu. Geçen yıllar içinde bu yolla Aleviler arasında kafa karışıklığı, kimliğine yabancılaşma ve çoğunluğa benzeme isteği yaratıldı. GERÇEKTEN AYRI GAYRI YOK MU? İşte daha önce atalarının hayatta kalma amacıyla söylediği “Biz de Müslüman”ız” sözüne bu yeni nesil Aleviler sanki gerçekmiş gibi sarılmaya başladılar. Diğer yandaysa “Bunlar Müslüman değil” diyerek önceleri Alevileri katleden zihniyetin torunları ya da bu anlayışın günümüzdeki sürdürücüleri, bu sözün Alevileri Sünni İslam”a döndürmede hakikaten çok işe yarar olduğunu keşfetti. O nedenle Diyanet”inden Süleymancılara, Harun Herkesin malumu hükümet 7 seri süren bir Alevi Çalıştayı düzenledi. Bu yolla yapılan Alevi Açılımı”nın sadece hükümetin değil aynı zamanda devletin ortak politikası olduğu ilan edilirken, çalıştaylar boyunca Aleviliği İslam içinde tanımlama isteği ısrarla öne çıkarıldı. Hatta tüm çalıştay süreci bu yönde zorlanırken, hükümetin/devletin Aleviler içindeki “Alevilik İslam”dır” diyen müttefiki Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan da, sık sık bu teze karşı çıkan Alevi örgütleri ve yöneticilerini suçlayan sözler sarf etti. Üstelik Prof. Doğan ucube bir kavram olan, aynı devekuşu gibi ne kuş ne de deve olabilen “Alevi İslam” deyimini icat etti ve bunu vakfının ana politikası olarak benimsedi. Aslında Cem Vakfı çevresinin kullanıma soktuğu “Alevi-İslam” kavramının öyle tarihsel bir temeli yok ve Alevilerin hayatlarında bir karşılığı bulunmuyor. Aleviler kendilerini geçmişlerinde hiçbir zaman böyle tanımlamadı. Bu kavram olsa olsa, Aleviliği egemenlerin istediği tarz yeniden inşaya ve arzu edilen şekle sokma siyasetine işaret ediyor. Gerçi Cem Vakfı”nın bu “Alevi-İslam” tanımına Sünni kesim bıyık altından gülüyor. Çünkü bir milyar 200 milyonluk Sünni dünyasının otoriteleri dururken, daha önce İslam dışı sayılan Aleviliğe, nüfusları Türkiye dışındakiler dâhil en fazla 30–40 milyon ancak tutan Alevilerden bazılarının İslam”da kendilerine yer açma çabalarını hiç ciddiye almıyorlar. Ancak asıl vahamet ve çarpık bakış yukarıda bileşenleri saydığımız Sünni kızılbaş - sayfa 11 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cephede yaşanıyor. Bunlar şimdi Alevi Çalıştayı arkasından yayınlanan raporda, Aleviliği şöyle tanımlıyor: „Aleviliğin İslam üst başlığı altında “HakMuhammed-Ali” kavramları etrafında oluşan bir inanç ve erkân yolu olduğu konusunda tam bir uzlaşma sağlanmıştır.” Kaldı ki, Aleviliği bu yönde bir ele alış www.odatv.com sitesinde yazan Lena Umay”ın çarpıcı tespitiyle, „Alevi çalıştaylarının ortaya çıkardığı tartışmalı sonuçlar; bütün tarihleri boyunca, Sünni İslam”la bağdaşmamayı başarmış bir dizi heterodoks inanış, fırka (secte) ve cemaati İslam içinde eritmeye-tek tipleştirmeye yönelik kaygının ifadeleri“ olabilir ancak. ALEVİLER “HÜKMEN MAN” İLAN EDİLİYOR MÜSLÜ- Çünkü bu cephede Alevilere ve Aleviliğe bakış konusunda maalesef düne göre değişen hiçbir şey yok. Değişen sadece taktik ve stratejiler. Şöyle ki; bunların Osmanlı ataları, „Aleviler Müslüman değil“ deyip Alevileri ve Aleviliği fiilen ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Kendilerine Osmanlı”nın torunlarıyız diyen bugünküler ise „Aleviler Müslüman”dır“ cümlesini dillerine pelesenk ederek, bu defa dedelerinin dün kökünü kazıyamadığı Alevileri futbol tabiriyle söylersek, „hükmen Müslüman“ ederek İslam içinde yok etme ve eritme politikası güdüyorlar. Nasıl ki futbolda karşılaşan iki takımdan birinin kurallara uymaması sonucu biri „hükmen mağlup“ diğeri de „hükmen galip“ ilan edilince, maçın tamamının oynanıp oynanmamış olmasının hiçbir önemi kalmıyorsa, Alevilerin de devlet tarafından „hükmen Müslüman“ sayılması aynı kapıya çıkıyor. Böylelikle Aleviler, İslam”ı nasıl algıladıklarına, yaşadıklarına ve kurallarına uyup uymadıklarına bakılmaksızın „hükmen Müslüman“ kabul ediliyor ve yukarıdan dayatılan bu karara itiraz etmeden rıza göstermeleri bekleniyor. Kendi bakış açılarınca haklılar da, zira günümüzde İslam denilince anlaşılan ve ilk akla gelen şeyler belli. Şu anda hem İslam olsun olmasın tüm dünyada hem de ülkemizde İslam-Müslümanlık denilince, akıllara derhal Sünni İslam (Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelîlik) ve Şia İslam (12 İmam Şiası -İmamiye Şiası-, Caferilik, Zeydilik, Dürzîlik, Nusayrilik ve kısmen 7 İmamcı İsmaililik) geliyor. Anılan mezheplerin de itikat, ibadet ve muamelatları açıkça ortada ve inanırları bunları her gün hayatlarında pratiğe geçiriyorlar. Bu İslam anlayışlarının ibadet yerleri camide ortaklaştığı gibi, İslam”ın beş, İman”ın da altı şartında da üç aşağı beş yukarı anlaşıyorlar. Öte yandan İslam”ın söz konusu ortodoks mezheplerinin kuralları günümüzden yaklaşık olarak 1200 yıl önce oluşmuş ve bu yapı halen olduğu gibi korunuyor ve uygulanıyor. Demek istediğimiz, gerek Sünni gerekse Şii İslam”ın yapısı ve kuralları açıkça ortada ve bunlarda herhangi bir değiş(tir) me, reform henüz daha gerçekleşmemiş durumda. Yani günümüzde inanılan ve yaşanan Sünnilik ve Şiilik ile Selçuklu, Osmanlı ve İran”daki Safeviler dönemindekiyle hemen hemen hiçbir farklılık göremezsiniz. İşte bugün Alevilere dönüp „Siz Müslümansınız“ diyenler, İslam”ın bu değişmeyen statik yapısına ve kurallarının netliğine güveniyorlar. Demek istiyorlar ki, „Sizi Müslüman ilan ettik. İslam”ın ve İmanın Şartları da açıkça kitaplarımızda yazılı. Gelin bunlara kuzu kuzu uyun!“ ALEVİLİK İLE MEVCUT İSLAM ARASINDAKİ FARKLILIKLAR ÇOK BÜYÜK Buna karşılık Alevilerse ne tarihlerinde ne de bugün Sünni ve Şii İslam mezheplerince tarif edilen İslam”ın ve İmanın Şartlarına ne inanmışlar ne de bunları günlük yaşamlarında uygulamaya geçirmişler. Örneğin iki ana mezhebin ikisi de „Müslüman olan namaz kılar, oruç tutar“ demişler; Aleviler oralı bile olmamış. Hac için Mekke”yi göstermişler; Aleviler yine „Benim Kâbe”m insandır“ deyip o yöne yüzlerini bile dönmemiş ve farz kılınan bu vazifeyi yerine getirmemişler. Şii ve Sünni mezheplerin mensupları ibadetlerini camide yaparken, Aleviler dün çoğunlukla kırsaldayken kimin evi temiz ve büyükçe ise orayı ibadethane haline getirmişler. Kente göçle birlikte de sabit mekânlar olan cemevlerini inşa etmiş bulunmaktadırlar. Şimdi kendilerine cami yolunu gösterenlere, „Kabul edin veya etme- yin. Bizim ibadet yerimiz burası, cami değil“ cevabını veriyorlar. Bu hususta ısrar cemevleri resmen ibadethane statüsüne kavuşturuluncaya kadar devam edeceğe benziyor… Açıkça belli ki, bugün Türkiye Devleti, AKP Hükümeti, çoğunluk Sünni toplumun gerek kişi gerekse kurum bazındaki temsilcileri henüz İslam içinde Alevilere ve Aleviliğe bir yer hazırlamadan, Alevileri „peşinen ve hükmen Müslüman“ ilan ediyorlar. Oysa cari İslam anlayışları içinde halen Aleviliğe ve Alevilere uygun bir yer açılmış değil. Başka bir ifadeyle, mevcut İslam mezhepleri bir kere halen namaz kılmayan, oruç tutmayan ve hacca gitmeyen ve ötesi bu farzları yerine getirmenin gereğine bile inanmayan bir kişiyi Müslüman olarak kabul etmiyorlar. Camiyi tek ibadethane olarak görüyorlar. Bu İslam”ın değiştirilemez temel nâslarından en önemlisi olarak değerlendiriliyor. Alevilerse bu tekçi ve İslam”da çoğulculuğu dışlayıcı hükmü kesinlikle kabule yanaşmıyorlar. Öyleyse ne olacak şimdi? Bakmayın siz yukarıda zikrettiğimiz Sünni aktörlerin kamuoyu önünde „Aleviler Müslüman”dır“ dediklerine. Onlar, kapalı kapılar arkasında ve kendi aralarında hala „Aleviler kâfirdir“, “Bir Alevi”nin Müslüman olabilmesi için önce Hıristiyanlığa geçmesi lazım”, „Alevi”nin kestiği yenmez“, „Oğlanları ve kızlarıyla evlenilmez“ şeklindeki tarihi önyargılarını tekrarlamaya devam ediyorlar. Nitekim ne Sünni ne de Şii İslam mezhepleri içinde Alevilere bu türden ithamları yapmayı yasaklayan bir hüküm de henüz oluşturulmamış. O nedenle aslında bu tutumlarıyla mezheplerine uygun hareket ediyorlar demekte bir sakınca yoktur. ALEVİLİĞİ TANIMLAMADA İKİ SEÇENEK VAR Oysa bu hususlarda çok geç kalınmış durumda. Özellikle Sünniler ve kısmen de Şiiler eğer Alevilerle bir arada ve barış içinde yaşamak istiyorlarsa, önlerinde iki seçenek var. Nasıl olsa devlette her türlü imkânlarıyla arkalarında duruyor. O halde tüm ulema ve devletin-hükümetin ilgili kurum mensupları toplanarak, „Alevilik, İslam coğrafyası kızılbaş - sayfa 12 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve tarihi içinde oluşmuş kendine has inanç-itikat, ibadet ve muamelatı olan muhalif-heteredoks bir İslam mezhebidir. Cemevleri de ibadethanedir. Cemevi cami ile eş ve eşit statüdedir. Bizler Alevileri mevcut inanç ve ibadet yapısıyla İslam”ın bir parçası olarak kabul ve ‚resmen” tüm dünyaya ilan ediyoruz. Aleviler, Sünni veya Şii İslam”ın gereklerini yerine getirmeden de kendilerini rahatlıkla İslam içinde ifade edebilirler. Bunun önünde dinen bir engel yoktur. Onları oldukları gibi, bizlere benzemek zorunda kalmadan ve kendilerini değiştirmeden Müslüman kabul ettik“ kararı alacaklar... Yahutta çıkıp açıkça, “Kimse kusura bakmasın. Alevileri biz mevcut yapılarıyla İslam”ın içinde kabul edemeyiz. Buna İslam”ın 1400 yıllık tarihi mirası, birikimi ve kuralları yüzyıllardır sabit mezhepleri izin vermez. Bizim bu durumu değiştirmeye de zaten gücümüz yetmez. Günümüzdeki yaşam biçimleri, inançları, ibadethane anlayışları ile Alevileri kesinlikle İslam”ın içinde görmemiz mümkün değil. Aleviler, Müslüman”ım diyorsa, İslam”ın ve İmanın Şartları gayet açıktır. Bunlara uyarlarsa Müslüman”dırlar, değilse Alevileri ve Aleviliği İslam dairesi içine değerlendiremeyiz” benzeri ifadeleri içeren bir manifesto yayınlamak zorundadırlar. Hâlbuki ilgili aktörlerin önlerindeki seçenekler bu kadar netken, şimdiye kadar Alevilere ve Aleviliğe dair tutumları çok muğlâk, kaygan ve bir çerçeveden yoksun. Aleviliğe bir türlü İslam içinde makul bir yer açamıyorlar. Ne “din”dir, “mezhep”tir ne de “tarikat”tır demeye dilleri varıyor. Aleviliğe en fazla biçe biçe biçtikleri rol ve tanım ne idüğü belirsiz, “İslam içinde oluşmuş tasavvufi bir meşrep!” Ya da Alevi Çalıştayı raporunda yer aldığı üzere, Alevilik kendi şahsına özel farklı bir inanış/felsefe/öğreti veya din olarak tanımlanmıyor ve bir mezhep olarakta adlandırılmıyor. Aksine “Hak-Muhammed-Ali kavramları etrafında oluşan bir inanç ve erkân yolu” şeklinde her yöne çekilebilecek temelsiz bir ifade kullanılıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı eski Başmüfettişi Abdülkadir Sezgin gibi resmi ağızlardan daha da ileri gidenler ise, Aleviliği Sünniliğin bir “alt-kol”u olarak görüyor. ALEVİLİK DOĞRU YOLUN (İSLAM) SAPIK KOLU MU? Oysa 1979 İran İslam devrimine gelinceye kadar ülkemizdeki Sünni kesim Aleviliği Gulat-ı Şia (Aşırı, Sapkın Şii) başlığı altında Şii İslam içinde sayıyordu ve Necip Fazıl”da Aleviliği ve benzeri muhalif-batıni akımları anlatan “Doğru Yolun Sapık Kolları” adında bir kitap kaleme almıştı. Sonraları Humeyni rejimi Alevileri Şiileştirecek ve biz artık Sünnileştiremeyeceğiz korkusuyla kendi içinde zaten problemli bu tanım da rafa kaldırıldı. Sahiden nedir Allah aşkına bu meşrep, anlayış, kol ve erkân gibi belirsiz ve dünya ilahiyat literatüründe yeri olmayan kavramların anlamı? Tabii ki teoride olmasa da pratikte çok kullanışlı tarafları var tüm bu yeni yetme kavramların… Kelime oyunlarının hedefi gayet açık; eşyaya adıyla hitap etmeyerek, topu taca atma ve oyalama! Böyle laf salatalarıyla ve demagojilerle zaman kazanıp, 1923”te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda genel nüfusa oranları yüzde 40”larda gezinen Alevileri yüzde 20”lere indirmeyi başardılar. Şimdi hükmen “Siz Müslümansınız” benzeri tatlı sözlerle aslında bilinen ama kendilerince yeni bir taktikle bu rakamı daha da aşağıya çekmeye ve gerekirse sıfırlamaya çalışıyorlar. Kısaca Alevileri Sünni İslam içinde eritip, yok etmeyi hedefliyorlar. Son yıllarda devlet ve hükümetin Aleviliğe yoğun bir şekilde el atması, çalıştaylar düzenlemesi ve açılımlar yapması nihayetinde hep bu amaca hizmet ediyor. Zira ifade ettiğimiz üzere, Aleviliğe, kendi gerçeğini yansıtıcı ve Alevilerin Aleviliği algılayış biçimini özne ve merkez olarak kabul eden bir tanımlama yapamıyorlar. Bundan ısrarla kaçınıyorlar. Lakin Türkiye”de bu türden oyalamalarla, kafa karıştırmalarla, kavramlarla oynamayla toplumsal barışı tesis edecek bir yere varılamaz. Bir yere varılır varılmasını ama bu da kimseyi memnun etmez. İşin gerçeği Aleviler İslam”ın neresinde olduklarını gayet iyi biliyorlar… Ama günümüz koşullarında tek başına Alevilerin İslam”daki yerlerini bilmesi yetmiyor. Artık devletin, İslam şeriatını kısmen veya tamamen temsil ve uy- gulama yetkisine sahip olan Diyanet ve benzeri kurumların da Alevilikle ilgili bakışlarını, Aleviliğin İslam”daki yerini ve konumunu kesine yakın şekilde netleştirmeleri gerekiyor. Alevilerin, Aleviliği algılayış ve tanımlayışlarını özellikle dikkate alarak bir tanım yapmaları, ona belli bir çerçeve çizmelerinin zamanı geldi de geçiyor. Aksi takdirde ortaya çıkacak kaos ortamı tarafların tümünü boğabilir! ALEVİLİĞE YÖNELİK BAKIŞ NETLEŞMELİ Boğabilir dedik, çünkü bu türden din ve mezhep kavgalarının tarihte ve günümüzde örneği çok. Malum Şiilikte İslam dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünnilerce yüzyıllarca İslam dışı sayıldı. 1730”lu yıllarda İran”da Türkmen Avşar boyundan Safevi Hükümdarı Nadir Şah, dönemin Osmanlı padişahıyla Şiiliğin İslam”ın “hak mezhebi” olarak tanınması için İstanbul”a sayısız heyetler gönderdi ve uzun pazarlıklar yaptı. Osmanlı padişahı yine de Şiiliği resmen tanımaya yanaşmadı. Osmanlı topraklarında yaşayan Şiiler de çeşitli baskılar görmeye ve Sünni mezheplerden birine geçmeye zorlanmaya devam etti. Oysa Nadir Şah, İslam mezhepleri arasında bir barış ortamı yaratmayı hedefliyor; kendi topraklarındaki Şah İsmail zamanından beri devam eden Sünnilere baskı politikasını terk ederken, Osmanlı”nın da aynı uygulamayı sınırları içindeki Şiilere karşı hayata geçirmesini bekliyordu. Şüphesiz o dönemler böyle bir ortam oluşmasa da, atılan tohumlar sonraları filiz verdi. Şiilerin resmen ve fiilen İslam”ın bir mezhebi olarak kabulü ve artık kâfir sayılmamaları için 1950”li yılları beklemesi gerekti. Bu tarihlerde toplanan İslam dünyasının en saygın kurumlarından olan Mısır”daki El-Ezher Üniversitesi uleması bir fetva yayınlayarak, Şiiliğin İslam içi bir mezhep olduğunu resmen tescillemiş oldu. Burada altı çizilmesi gereken şey şu: El-Ezher Uleması, Şiiliği resmen İslam içi kabul ederken, kesinlikle Şiilerin, Şiiliği nasıl algıladıklarına karışmadı. Ne Şiilikteki İmanın Şartlarından olan “İmamete İman” sorgulandı ne bu mezhepte yerleşmiş Fars geleneklerinin dışarı atılması istendi ve ne de namaz kılarken Kerbela toprağından yapılma kızılbaş - sayfa 13 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yassı taşları kullanmaları puta taparlık diye nitelendi. 10 Muharrem”deki Kerbela matemi sırasında kendi kendini zincirle dövme gibi ritüellere ise hiç karışılmadı. Yani El-Ezher Uleması Şiiliği ve Şiileri nasılsa öyle kabul ettiler. Onların inanç-itikat, ibadet ve kendilerine has uygulamalarını değiştirmeye kalkmadılar. Özünde Şiilere rağmen Şiiliğe yeni bir tanım getirmeye kalkmadılar. İşte Türkiye”de Alevilerin ilgililerden beklentisi tam da bu yönde bir açılım yapılmasıdır… ALEVİLİK YA ALTINCI MEZHEP OLACAK VEYA BAĞIMSIZ DİNE DÖNÜŞECEK inanışı ve ona yakın bütün oluşumların sahiplerinin yüzyıllarca gördüğü zulüm ve inkârın bir daha ikrarı” anlamına gelir. Sonuçta tekrar pahasına bir daha söylersek; etkili, yetkili ve karar sahibi Sünni kişi, kurum ve otoriteler Alevilere, İslam”da kendilerine ve inançlarına resmi ve kesin bir ayarlamadan İslam”ın içine gelin çağrısı yapmaktadırlar. Oysa görmek istemiyorlar ki, mevcut İslam anlayışlarında ve Sünni halkın kafasında Alevilere oldukları haliyle yer yoktur. Mevcut İslam Alevileri ve Aleviliği hali hazırdaki yapısıyla kaldıramaz. Açıktır ki, bu davet Alevilere doğrudan bir asimilasyon çağrısıdır. Kaldı ki, “Alevilik İslam”dır” diye tanımlanacaksa, önce Aleviliğe ve Alevilere İslam”da bir yer açılmalı ve bir altyapı hazırlanmalıdır. Böyle bir yer ise henüz yoktur! Asıl mesele de çok net olarak buradadır, tabii ki anlayana… Göreceğiz bakalım, ilgili çevrelerin yukarıdaki türden radikal açılımlar yapmaya cesaretleri var mı? Yoksa idare-i maslahatçılık oynayarak günü kurtarmaya mı çalışıyorlar? Şimdilik bu anlayış açık ara galip görünüyor. Görüldüğü gibi yol-yordam belli. İlgili taraflar, ya Şiiliktekine benzer bir şekilde resmen Aleviliği olduğu gibi İslam”ın bir mezhebi ilan ve kabul edecekler. Şii”nin camisi ayrı olduğu ve orada Sünniler ibadet edemediği halde İslami bir ibadethane sayılması gibi, cemevi de caminin mübadili-eşiti bir ibadethane muamelesi görecek veya Aleviler artık kendi yollarında gidecek… Açıkçası Alevilik kendine özgü bir din, felsefe ve öğreti olarak kendine yeni bir yön çizecek. Birinci seçeneğin gereğini yerine getirmeyenlerin de buna hiçbir itiraz hakkı olamaz. Zira şu anki mevcut tanımsız ve çerçevesiz konum, Alevilerin asimilasyonundan başka hiçbir şeye hizmet etmiyor. Neticede hem Aleviler hem de devlet ve Sünni İslam”daki söz-karar-fetva sahipleri tarihsel önemde bir yol ayrımında. Ya İslam”ın mevcut sınırları genişletilerek, gerekirse en azından Türkiye”deki anlayışta bir reform yapılıp Aleviliğe ayrı bir yer açılması gerekiyor. Nasıl ki Şiilik 5. Hak Mezhep olarak kabul edildiyse, Aleviliğin de 6. Hak Mezhep diye âleme resmen ilan edilmesi ve bu konum tescillenmek zorundadır! Tersi durumda ise Alevileri, Aleviliği ayrı bir din ve inanç sistemi olarak görmek ve tüm dünyaya böyle göstermekte kimse engelleyemez. Buna artık kimsenin hakkı, yetkisi olamayacağı gibi gücü de yetmeyecektir! Eğer izah ettiğimiz birinci adımı atıl(a) mıyorsa, şu anda Aleviliğe, Aleviler hiçe sayılarak tek taraflı bir tanım getirmeye kalkışılması, Lena Umay”ın yerinde ifadesiyle, “Alevilik gibi bir inanışı ve ona yakın kurum, fırka ve tarikatları “İslam içi” tanımlamak, bu http://www.facebook.com/profile.php?id=100003063756841#!/photo.php?f bid =4319089463413&set=a.1272599423066.41223.1472334416&type=1&theater kızılbaş - sayfa 14 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Neresi Sivas ? Benim kulaklarım yüz yaşında hala bu dünyanın çılgınlığına aç. Ama yine de helal olsun, kulak derim buna ben, yüzyıl varki hiç yarı yolda kalmamış adamım. "Gökte uçan kuştan, suda yüzen balığa sesini duymadığım canlı yok benim, yaaa senden ne haber ? Haydi şimdi susun, kesin sesinizi ben radyo dinliyorum, haberler başladı." Haberleri dinleyeceğim dediğinde herkes bilirdi ki radyoyu sağır kulağına yapıştırır ve sesi dalga dalga yükseltirdi. Hiç bir Allahın kulu kalkıpta diyemezdi ki: " Sesi biraz kıs, hani yüzyıldır havadaki kuştan sudaki balığa sesini duymadığın canlı yoktu. " Bütün kasaba onun radyosunu dinlerdi de, biri kalkıp hafif serzenişte bulunmasın, gözleri yuvarlarından fırlar:" Ne dedin sen kes sesini, kes yoksa yoksa gelir kafanı kırarım!" derdi. Karşı çıkabilen bir çocuk olurdu zaten, o da ikinci defa karşı çıkamazdı, azarlardı anası babası: "Karışma! Yaşlı insanlar huysuz olur, bu onların haklarıdır." Kimse azarlamasa çocuk cesaret edemezdi bir dahasına zaten. Varteni sıkıntılı, yüzü gözü dışarı atmış. Oturuşu, kalkışı, hali hareketi bir tuhaf kadın olmuş Varteni. Eli, ayağı boşluğa düşmüş, felçliler gibi kontrolsüz sallanıyor. Dün dolunay vardı, Varteni'nin sıkıntısı dolunaydan. Oğlu kırk takla atıyor, anasının keyfi yerine gelsin diye ama tıs yok, koca Ana put kesmiş. Bu oğlanın sesini sağır sultan duyar, insan lal olsa söz verir sözüne karşılık ama koca Ana duymaz. Koca Ana sevgiyle baktı oğluna. Oğlunu öven kadına. Gözleri büyümüştü, yanmış, yorulmuştu gözleri. Gözleriyle konuştu Ana, oğul, komşu kadın, birbirlerinin gözlerine baktılar, ana kalktı yola koyuldu, sırtında kambur çıkmıştı yine. Ana kederli uyandığı günler hırçınlaşmaz, dilinin ucundaki sözcükle- erdem öz gür ri yitirirdi. Kelimeler sesini kaybeder, görünümler edinirlerdi. Böyle zamanlarda ananın vücuduyla konuşmak gerekirdi. Hali, hareketi, düştüğü ağaçlık yol ve inip kalkan göğsü, kurda kuşa gösterdiği ilgi, onun bize verdiği cevaplar bunlardı. Böyle zamanlarda titreyen gövdesine bakmak katlanılmazdı ama titreyen gölgesi deprem yemiş dağ gibi sarsılırdı koca Ana'nın. Gece ay dolunaydı Ana. Bugün karakartallar uçuyor üzerimizde oğul. Üstümüzde, kara, kapkara bulutlar var Ana. Allah sizi bize bağışlasın oğul. Sessizliğin kelimeleri bunlardı. Ana, İsa mesihin anası Meryem'di böyle zamanlarda. İncil'den bir elçi gelirdi Ana'ya ve al oğlunu Mısır'a kaç onu öldürecekler derdi. Ana ses çıkarmaz, yanan gözlerle Mısır'a bakardı. Mısır talan edilmiş, ormanı tutuşmuş, ovası soyunmuş yeşilden kuşanmış sarı kuru renkleri. Elçiye zeval olmaz, geldiği gibi giderdi. Ana yürüdüğü yolda Meryem olur yürürdü. Meryem'den bir eksik yürürdü, Meryeme yoldaşlık eden, Mısır yolunda ona kılavuzluk eden kara gün dostları vardı. Koca Ananın kimi vardı, gözlerinin önünde Mısır küle dönmüştü. Meryem'e yol olan Nil hiç kirlenmez ne dün ne bugün. Koca Ananın yürüdüğü Munzur kan, kömür ve çaresizlik akıyordu. Kan kanla yıkanmaz, kan suyla yıkanır ama ya su kana boğulursa, o zaman kanı neyle yıkarsın, su nasıl arınır kendi benliğine kavuşur? Adettendir, radyonun sesi perde perde yükselirdi,kasabayı sarar sarmalardı. Kasabalı birikmiş çardakların gölgelerine. Güzelliği üzerine hergün yemin edilen, kimi yalancıların gazetede resmini gördüğü, o da bir şey mi, kimi yalancıların İstanbul'da çalıştığı fırının müşterisi, yine kimilerinin komşusu, hem kumral, hem esmer, hem evli, hem bekar, yok boşanmış, dul mu demiştim ? Yok yemin ederim ben öyle bir şey dememiştim. İki çocuklu, çocuksuz, balık etli, bir deri bir kemik, memele- ri çok güzel, offf, hele kalçaları. Çok sürmez babalar, oğullarına miras bıraktıkları palavralardan sıkılır, oğlum, oğlum baba ocağına incir ağacı dikeceksin oğlum, der ve yüzünü kimsenin görmediği ama bedeni üzerinde her bir kasabalının ellerini dolaştırdığı kadın hiç bir şey olmamış gibi pişkince sözü alır: "BBC Türkçe Haber Servisi Öğlen Haberlerini Dinliyorsunuz Ben .... .........' "e bırakırdı. Cinsel hayatın tılsımını çoktan kaybetmiş, kendini tarla sulamaya, ot biçmeye, ağaç yetiştirmeye adamış olan Radyo Hıdır bir saat daha kulağını dayardı radyosuna. Radyo Hıdır'dan habersiz o bir saat boyunca sevdiği ses öpülür, okşanır, dudaklarının ucu ısırılır, zorla değil güzellikle bir bir tadına bakılırdı kadının. Palavracılar birbirlerinden sıkılır, yalanlarını unutmamak için hergün tekrarlar, tekrarlar, ağız dalaşına tutuşurlardı. Sustuklarında Radyo Hıdır'ın sesini dinler başlarına ağrılar girer, kulakları sağır olurdu da Radyo Hıdır'a bir şey olmazdı. Az değil yüzyıllıktı kulaklarının saza söze açlığı. Kadın edepsizdi, utanmadan-arlanmadan kendisini evlendirenleri, boşayanları, elinden ekmek aldığı, kucağında uyuya kaldığı adamları uyandırır ve haberlerini sunardı. Hiç hastalanmaz, tatile çıkmaz, kendini özletmeyi bilmezdi. "Şimdi haber başlıklarını veriyoruz. Sivas'ta Madımak Otelinde yangın. Pir Sultan Abdal şenliklerine katılan aydınlar ölüm tehdidi altında. " Sevgili sustu... Radyo Hıdır mayın tarlasında paramparça olmuş atların arasında bir başına kalmış tay gibiydi artık, dizginlerinden boşanmış, koşuyor, bağırıyordu: "Duydunuz muuuuuuu, duydunuz muuuu ?" Bağırıyor, çıplak ayak kendini bilmeden koşuşturuyordu. Radyosunu kaldırıyor taş duvarlara vuruyor. Radyosu elinde, sesi daha fazla açmak istiyordu. Oysa ses değil, kasabaya, dağlara, hatta nehre kadar gidiyor, nehrin hırçın sesini bile bastırıyordu. Haberler her saat başı dönüp dolaşıp Madımak Oteli'ne geliyordu. Aydınların isimleri sayılıyor. Radyonun sahibi bir daha kalkıyor, acı içinde bir o yana gidiyor, bir bu yana geliyordu. Her defasında radyoyu kırmaya çalışıyordu. "-Dur! diyordu Koca Ana,dur! Durdan anlamaz mısın sen? Bu lanet radyo ne kızılbaş - sayfa 15 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zaman işe yarasa sen yerlere atıp üstünde tepiniyorsun, dur! " Oğulları yakalıyorlardı Hıdır'ı. Oğullarının elleri arasında esir Hıdır, mayın tarlasından çıka gelmiş beyaz bir taydı, ona bakınca o tayı görüyordum. Beyaz tüyleri kanla, et parçalarıyla alacaya boyanmıştı. Burnundan kan akıyor, gömleği terden su gibi oluyordu ve o her seferinde kurtuluyordu civan oğullarının elinden. Burnundan akan kan, teriyle karışıyordu. Bağırdığında, hareketleri anormalleştiğinde ağzından burnundan pelteler dökülüyor, yüzüne, boynuna, gömleğine yapışıyorlardı. Yaralı bir hayvan gibiydi, yaralanmış ve kendini yaralamış bir adamdı o. "-Duydunuz muuu, Metin Altıok ölmüş, Nesimi çimen ölmüş, Asım Bezirci ölmüş. Kim kaldı ki geriye, herkesi öldürmüşler, duydunuz muuu ?" Oğulları yakalıyor Radyo Hıdır'ı, oturtuyorlardı bir kenara. Koluna giriyorlar, iple bağlıyorlar, yangına körükle gitmesin istiyorlardı ama bağladıkları gövdesiydi. Dilini bağlayamazlardı, bağlamak isterlerdi ama bilirlerdi baba katili olacaklarını. Radyo Hıdır isyan etmezse, kendini yerlere vurmaz, burnu kanamaz, dili zehrini kusmazsa, içine akardı zehri, ya eli ayağı felç olur, ya da dayanamaz ölürdü. "-Duydunuz muuuu, Arif Sağ ölmüş, Aziz Nesin ölmüş, duydunuz muuuuuu ?" Kadının sırasıyla verdiği isimleri o da sırasıyla tekrarlıyordu. Yüz yaşının üstündeydi, insanın ağzını açık bırakacak derecede enerjik ve güçlüydü. İsimleri sayıklayıp duruyordu. "-Ölmüş. Metin Altıok ölmüş. Behçet Aysan ölmüş. Doktorları yakmışlar. Şairleri yakmışlar. Pir Sultan Abdal'ı yakmamışlar mıydı zaten, bir mezarı bile yok." Öfkeleniyor,sinir krizi geçiriyor. Ağzı köpürüyordu. Oğulları sağ salim yanındaydı ama o oğulları için yanıp tutuşuyordu. "-Allah aşkına sakin ol baba, Allahını seversen sakin ol, ölmemiş Metin Altıok bak, hastahaneye kaldırılmış. " Baba oğlunun yüzüne bakıyordu sadece. "Ne kadar safsın oğlum, ne kadar iyi niyetlisin, sanki bu dünyadan değilsin." O gün haberler bitti, haberler başladı. Bütün bültenler beklendi, dinlendi. Yangın var, ölü var, ama kesin bir bilgi yok. Otelin önü binlerce insan dolu. Asker var, polis var, yananlar ve yakanlar var, yananlar çırpınıyorlar, yakanlar sürekli çoğalıyor ve çoğalıyor ve çoğalıyorlar. Haber bültenleri bunu anlatıyor, otel cayır cayır yanıyor. Sivas yanıyor, Dersim yanıyor, Maraş yanıyor, Çorum yanıyor. Yangın geride küle dönmüş cesetler bıraktığında, askerler ve polisler işlerini yapıyorlar, izliyorlardı. Güzel Türkçesine imrendiğimiz, onun kadar güzel Türkçe konuşamayacağımızı bildiğimiz için Kırmançki konuştuğumuz, Kibar ama erkekçe ona hitaben anadilimizi konuştuğumuz kadın, hayatımızı paylaştığımız, yalanlarımızın (rızası olmasa da) ortağı ettiğimiz kadın, bize kara haberler getirmişti. Karabulutlar yeryüzüne inmiş, dolu taneleri hem kafamızı parçalamış, hem de Sivas yanığıyla yüzümüzü gözümüzü is içinde bırakmışlardı. Herkes bir yana dağıldı, yaşlılar bir yana, gençler bir yana, kadınlar ve çocuklar bir yana. Samanlıklardan, toprağın altından kırma tüfekler çıkarıldı. Bir köşeye istiflendi. Çocuklar görmesin, kadınlar görmesin. Herkes sakin olsun. Çocuklara bakın bir şey yoku göstermeye çalışıyorlar ama dişleri zangır zangır titriyor oyunu başlatan oyuncunun. Baştan ayağa terden sırılsıklam. Hali bugüne kadar görülmüş hal değil. Herkes bir tarafta, bir plan yapıyor, her birinin kafasında kırk tilki. Kırma tüfekler, tabancalar iyi hoş ama ne yeteri kadar mermi var, ne hazırlık, ne cephane. Kavga, döğüş başlıyor. Biri korkak. Diğeri ruhunu satmış. Sürekli karar alıyorlar. Dağa gideceğiz. Onlar bizi vurmadan biz onları vuracağız. Sene 1993. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş. Çocuklar ağlamaya başlıyor, kim tutar kadınları artık, onlar da ağlıyor. Dağa çıkacağız. Gençlerin dediği dedik. "-Terteleye Virende ma ne şim sere koyan, terteleye peende ma ne şim sere koyan çı bi ? ma çişte ze kutku."* Bağrış, çağrış, küfür, hem de yakası açılmamış. Baba oğluna ana avrat, oğul anasına. Bütün bu olanlara sebep Radyo Hıdır ve onun lanet aletiydi. Planlar, programlar, her biri elde patlayan bomba gibiydiler. Hazır herkes bir aradayken Varteni, Koca Ana girmek istedi öf keli erkeklerin arasına, kenetlendiler, onu içlerine almadılar ama yaşına hürmeten itip kakamadılar da.. Koca Ana etti eyledi su gibi aktı et kemik barikatının ortasına, bazısı koca Anayı evliya bilirdi, bazısı Ermenilerin ve Alevilerin ortak piri - bilicisi bilirdi, bazısı ondan şifa alır, bazısı yüzünü bile görmek istemezdi ama sözünü dinlemeyecek, hatırını yerlere düşürecek bir Allahın kulu yoktu içlerinde. Yüksek sesler alçaldı, fısıltıya dönüştü, koca Ana'dan, Varteni candan tek bir ses çıkmayınca herkes sustu. Koca Ana gelmiş herkesin ortasında, suskun ve sert. Belliki bir şey söyleyecek ama ne ? Bütün gözler Koca Ananın üzerinde, Koca Ana ne yapsın leçagını başından çıkardı. Havaya savurdu, öyle güçlü savurmuştu ki leçag yükseldi, yükseldi, söğüt ağacına tünemiş serçeler koca Ana'nın leçagıyla beraber uçmaya başladılar. Rüzgar yükseldikçe leçag bir yükseldi bir alçaldı, Leçag nereye serçeler oraya, yükseldikleri gibi alçaldılar, alçaldılar, herkesin gözü beyaz leçagda. Beyaz leçag alçaldıkça indikçe erkekler açıldı ve koca Ana'nın leçagı geldi sahibinin omuzlarına düştü. Leçagı izleyen serçeler geldi, Koca Ananın omuzlarına kondular, gagalarıyla leçagı yokladılar, Koca Ana'nın saçları arasında gezindiler, elbisesini gagaladılar, koca Ana sessiz, kasaba sessiz, radyo susmuş, nehrin gürül gürül akan suyunu duyan yok, kulaklar sağır, gözler koca Ana'da. Kuşlar, koca Ana'nın leçagı etrafında dönüp durdular, koca Ana nefes almaya başladığında yükselip dallarına kondular, o zaman ses duyulur oldu. Koca Ana Beso dedi. "-Sıma mara çi vacene, derde sıma çıko ? " ** Var gücüyle bağırıyordu. Koca Ana sesini yükselttikçe, kuşlar yükseltti, radyo son ses ötüyordu hala ve nehir hiç susmazdı zaten. Daha bir dakika önce, aralarına girdiğinde koca Ana'yı içlerine almayanlar şimdi açılmışlar, Varteni tam ortalarında, elinde bastonu, tülbenti gelip omzuna düşmüş, kasabalı bunu evliya anamızın küçük bir kerameti saymış çoktan, sessiz kalarak iman ediyor koca Ana'ya. Koca Ana, saçları bembeyaz ipek gibi dalgalanıyor ve o bağırıyor: " Sizin derdiniz ne ? " "-Dağa mı gideceksiniz, alın silahlarınızı gidin! Dağ nerede hani, hangi dağa gideceksiniz? Kaç tanenizin oğlu dağda vuruldu, cesedini bu meydanda yıkadık gömdük, yetmedi mi ? Nereye sığınacağız dağda, kör müsünüz, gözünüzde mi gör müyor, orman mı kaldı dağda, bu kadar çoluk çocuk ne yiyecek dağda.?" Eliyle sürekli dağı gösteriyor. Dağın ormanlık kısmı yana yana kömür olmuş. Ağaç adına bir şey kalmamış, bir kaç ay öncesine kadar yemyeşil olan tepeler, kapkara, bomboş. Herkesin gözleri dağda. Anlamsız, anlamsız bakıyorlar dağa, dağ siyah, koca Ana bembeyaz. kızılbaş - sayfa 16 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ne kadar bağırırsa bağırsın koca Ana, dağ siyah koca Ana bembeyaz. Değil dağın yolunu tutmak, dağa taraf bakan bile yok artık. Kızı, anasının tülbentini omzundan aldı, başına bağladı. Hiç bir şey demedi, bekledi baş ucunda anasının, koca Ana oturduğu yerden kalkmadı, ayaklarını karnının içine çekti, ellerini çenesinin altından bağladı, başı yukarda, gelip omzuna konan serçelere baktı durdu. Serçeler yaprakların arasında kaybolmuşlardı ama sesleri biz buradayız der gibiydi. Kadınlar silahları topladılar, kocalarının çıkardığı mezarlara geri gömdüler, gömülerin üzerlerini örttüler. Herkesi evine geri gönderdiler. Kolundan tuttuğunu evlere çekiyorlardı. Artık kim otlaktaki sığırı, sulanacak tarlayı, biçilecek yoncayı düşünebilirdi ki... Bir tek dert vardı şimdi, bekleyip görmek! Bizde yanacak mıydık ? Çocuklar büyüklerin korkusuna, neyin ne olduğunu bilmeden, gayri ihtiyari ağlıyorlardı. Çocuklar böyledir, gülersen gülerler, sen korkarsan onlar daha çok korkarlar. Ölüne ağlarsan seninle birlikte ağlarlar. Yetişkinlerin korkusu ya da cesareti boşuna değil, yaşamaya cesaret ederken de, ölmekten korkarkende bunu deneyimleyen çocuklardır yetişkinler. Davetsiz misafir geldi ve kapıya dayandı. Boynumuzu uzatmak zorunda kaldığımız giyotindi davetsiz misafir. Ve kasabaya girer girmez, buyruğunu verdi: "Asker tüm evleri boşalt ve tüm kasabayı kuşat!" Çoluk, çocuk herkes çıktılar evlerin kapısından son bir defa. Çocuklar önde gidiyor, analar, büyükanalar arkada, evlerinin eşiğini, kapısını öpüyorlar, duvarlarını elleriyle okşuyor ve merdivenlerden aşağı iniyorlardı. Anneannem duyduğum son duasını o zaman okudu. "Ey Varteni seni kutsayan cennetin kuşları çocuklarımızı zalimlerden uzak tutsun, omzuna düşen ak leçagın onların açık bahtı olsun." Koca Ana, babaanneme baktı, bana baktı, bir anda kocaman ellerinin arasında kayboldu yüzüm, gözlerim, parmaklarının arasından sızan kırmızı ışığı gördüm, amin dediğini duydum. Kırmızıya çalan ışık, bir tek amin ve ayak seslerimiz. Şu anda yine duyumsuyorum o anı. Kasaba meydanına güneşin altında toplandı kasaba halkı. Sarı sıcak vurunca yakar insanın derisini, sarı sıcak acımasızdır, Sivas acımasızdır. Sivas'ta yanmışız yanacağımız kadar, ama içinin yanması başka, canının yanması başka. İnsanın içini yakan müsade eder mi hiç, dışı serin kalsın, uzun namlulu silahların ucunda süngüler, meydana gelen korka korka geliyor jandarmanın ortasında birikmeye. Jandarmalar gölgeliklerini kurdu. Sürekli nehre iniyor, buz gibi suyun içinde serinliyorlar. Kasabalı yanıyor, ama ne su isteyen var, ne su veren, ne de kasabalının çıt çıkarmasına müsade eden. Süngü güneşin ışığı altında parlıyor, ucu keskin. Buralarda en korkunç hikayeler süngüler üzerinedir. Süngü uçlarında dona kalmış, bebelerin ilk gülüşleri. Koca Anaya bakıyorum, başım ellerinin arasında yine, hiç bir şey duyamıyorum onun amin diyen sesinden başka. Koca Ana, babaannem ve ben yolda yürüyoruz, geriye kalan ayak bastığımız topraktan aldığımız ses, bunun dışında koca bir sessizlik ve o sessizlik içimde koca bir fırtına besliyor, kopsa kasıp kavuracak bir fırtına: Biz neden burada toplandık, bizi neden buraya topladınız ? Silahı elinde tutan jandarma yüzsüz, yüzü ne sevimli, ne de sevimsiz. Boş gözlerle bakıyor karşısındaki düşmanlara, düşmanlar da jandarmadaki cesaretin binde biri bile yok, başını kaldırıp adamın yüzüne bakmak yürek ister, gel gör ki yürek yanmış kebap olmuş. Jandarmalar, kendi aralarında konuşuyor, gülüşüyor, telsizi açıyor, komut alıyorlar. Tüm ekiplere duyurulur, tamam. Tamam duydum tamam. Asayiş berkemal tamam. Akşam güneşi Munzur dağının ardında kaybolduğunda telsizden çekilebilirsiniz komutu alıyor yüzbaşı. Yerlerinden kalkıyorlar, kasabalıya talimat veriyorlar: "Toparlayın şu malzemeleri!" Askeri malzemeler, yaşama sevinciyle toparlanıyor. Eminim herkes, ölmedik, ölmedik, öldürülmedik, yaşıyoruz, yaşıyoruz ölmedik mutluluğundaydı. İlk büyük şaşkınlığımdı, Radyo Hıdır çadırı söküp brandayı katlarken; "-Nede olsa her Türk asker doğar değil mi Fehmi ? -Emredersiniz komutanım! -Emretmedim oğlum soru sordum. Fehmi bir daha emri baş üstüne aldı: -Anladım komutanım! -Anladın mı ? -Anladım komutanım! -Yalancının anasını sikiyim mi Fehmi? -........................................................" Askeri cipler tozun toprağın içinde kaybolup gittiğinde konuşmayı, öf kelenmeyi, itiraz etmeyi unutan kalabalık, yeniden dile, sözcüklere kavuştu. Öfkeli değil, gayet sakin sözcükler döküldü ağızlardan. Kimi komutanın Alevi olduğuna yordu, kendilerinin de yakılmamasını, kimi acıdı halimize, bu komutan halden anlıyora yordu olanı biteni. Askeri ciplerin yaydığı toz dalgası dağıldığında geriye çok korkulmuş bir gün kaldı. Bütün bir kasabanın bir haftada yiyemeyeceği kadar kavun, karpuz kesilmiş, ısırılmış ve bir kenara atılmıştı. Bakkaldan getirilmiş ekmekler toprağın üzerinde. Günahtır, ekmek nimettir, çarpar! Hiç mi duymamış askerler bunu annelerinden, isyan eden yok. Ekmeğimiz ayak altında çiğnenmiş ama sadece şaşkınız. Oysa el kadar bir çocuk bir parça ekmeği yere atsın, üstüne birde o ekmeği çiğnesin, çarpılırdı. Ekmek musap çarpardı, Allah çarpardı, herhangi bir çocuğa olacak olan onlara olmadı. Yerlere attılar ekmeği, sonra çiğneyip gittiler. Şaşkınlık yerini kurtulduk, hala canımız sağ, ölmedik duygusuna bırakıyordu. Nehre iniyor bütün kasabalı, çocuklar kendini suya atıyor, yaşlılar elini yüzünü yıkıyorlar, avuç dolusu içiyorlar sulardan, yanmışlar ki ne yanmışlar, onları ne su doyurur ne dağ başından hiç eksik olmayan kar soğutur, ateş hem tenlerine hem canlarına düştü bir kere, suyun içinde etleri kemikleri donuyor ama ruhları soğumuyor bir türlü. Kasaba meydanını bilmeyen, kasabanın sebze ve meyve çöplüğü sanardı meydanı, parçalanmış meyveler kokmaya başlamıştı, sinekler üşüşmüş meyvelerin üzerine, kuşlar kara kargalar, kokuyu alan payını almaya gelmişti. Harman yeri çöp yeri olmuştu. Sinekler karanlık bir gösteri yapıyorlardı kavun karpuzun üzerinde, arılar vızıldıyor ve koku dakikadan dakikaya berbatlaşıyordu. O temmuz günü ölmek de, yaşamak da pek insanca değildi değil mi koca Ana? Ölüm cayır cayır yanarak, dumandan boğularak ve yaşam, karşında yirmi yaşında çocuklar, silahlarına süngü takmışlar, bir asırlık beni ve el kadar seni çıldırtıyorlardı oğul. Ölüm geride küllenmiş cesetler bıraktı koca Ana. Ne diyeyim ben sana yaşam ele ayağa düştü işte oğul. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 -madımak katliamında devlet aracıyla korunan? -yanğın merdiveniyle kurtarılan! aziz nesin? kızılbaş - sayfa 18 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aziz Nesin'le ilgili şok belge AK Parti milletvekili ve Star gazetesi yazarı Şamil Tayyar bugünkü köşesinde Aziz Nesin'le ilgili şok bir belge yayınladı. İşte Şamil Tayyar'ın o yazısı: Son yazımda 1948 yılında öldürülen Yazar Sabahattin Ali olayından hareketle “Aziz Nesin derin MAH’sül mü?” diye sormuştum. Değişik tepkiler aldım, hafızalar canlandı, eski defterler açıldı. Geçen yıl 101 yaşında hayatını kaybeden MİT Mensubu Neşet Güriş’in 2007 yılında TEMPO Dergisi’ne verdiği röportajı hatırlatanlar oldu. O röportajda bakın Güriş ne diyordu: “Aziz Nesin komünist olarak bilinen biriydi, biraz da onlara çalışıyordu. Türkiye’ye karşı da kırgındı. Teğmenken bazı haksızlıklar görmüştü. Solcu oldu. Onun bilinmeyen bir tarafı vardı: Milli Emniyet’e (MAH) çalışıyordu.” Devamı var: “1935-36 senesinde ben kendisine, Beyazıt Soğanağa Mahallesi’nde terk edilmiş bir konağın odasına (MİT’in) aylığını götürüyordum.” Güriş, bir de ilginç anekdot aktarmış: “Komünistleri çok hırpalıyorlardı. Aziz Nesin’i de yakalamışlar, fena hırpalamışlar ama konuşturamamışlar. Emniyet Müdürü Ahmet Demir de dövmüş, o esnada Aziz Nesin, ‘Ben MİT için çalışıyorum’ demiş, ‘Nee, namussuz, bize haber vermezsin haa’ diyerek iyice dövmüşler. Hastanelik olmuş. Sonra bana ‘Nedir başıma gelen, sizdenim dedim yine dayak yedim’ diye dert yanmıştı. Ne gibi görevler yaptı bilmiyorum, ama yaptı ki bir şeyler MİT para veriyordu.” İnsanın inanası gelmiyor, Aziz Nesin gerçekten MİT ajanı olabilir mi? Soruya cevap ararken ve olayları yerli yerine oturtmaya çalışırken önce bazı bilgileri hatırlamakta yarar var. Malum Aziz Nesin asker kökenlidir. 1935’de Kuleli Askeri Lisesi, 1937’de Harp Okulu, 1939’da Askeri Fen Lisesi’ni bitirdi. Subay olarak değişik illerde görev yaptı. 1944’de üsteğmen rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye kullandığı” gerekçesiyle ordudan atıldı. Görev ve yetkisini nasıl kötüye kullandığı konusunda çok ağır ithamlar var, konuyu dağıtmamak için bu köşeye taşımayalım. Devam edelim... 1945’de gazeteciliğe başlayan Nesin, 1946’da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa mizah dergisini çıkardı. Kısa adı MAH olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti ise 6 Ocak 1926 tarihinde Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından kuruldu, 5 Ocak 1927’de İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Kurum, 22 Temmuz 1965 tarihinde çıkarılan kanunla Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) adını aldı. MİT’çi Güriş’in iddiasıyla tarihleri karşılaştırdığımızda; Aziz Nesin, henüz Kuleli Askeri Lisesi döneminde keşfedilmiş! sordu. Genellikle tanımayanlar beni iriyarı sanarlar da sonra ufak tefek olduğumu görünce şaşırırlar... Ahmet Demir de onun için böyle soruyor sandım! Açık bulunan ceketimin önünü ilikleyerek Ahmet Demir’e yaklaştım ve evet, benim dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz yüzümde müthiş bir şamar şakladı. Ne olduğumu, neye uğradığımı şaşırdım. Bu tokadın arkasından Ahmet Demir, ulan it, sen misin o, vatanı satacak olan diye bağırdı.” 17 gün boyunca bu ağır sorgulamanın sürdüğünü anlatan Aziz Nesin, nasıl serbest bırakıldığını şöyle açıklıyordu: “17 gün sonra salıverdiler. Bugün bile niçin tuttuklarını bilmiyorum, sanırım onlar da bilmiyor...” O olay Emniyet Müdürü Ahmet Demir ile Aziz Nesin arasında geçtiği iddia edilen dayak olayının ise 16 Aralık 1946 tarihli operasyon sonrası yaşanma ihtimali yüksek. Aziz Nesin’in hatıralarında o güne dair şu not var: “Emniyet Müdürlüğüne iki sivil polisle birlikte girdik. İkinci katta bir odaya girdik. Bu odada on kadar memur, masaya yığılmış evrak ve kitaplar üstünde harıl harıl çalışıyordu. Bu odadan ikinci geniş bir odaya geçtik. Karşımda iki adam vardı. Biri deri ceketli, iriyarı, kabak kafalı, ablak suratlı, arkasındaki şişkinlikten kıç cebinde tabanca olduğu anlaşılıyor. Ayakta ve bir ayağı sandalyenin üstündeydi. Sonradan öğrendim ki, bu İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir’miş” Şimdi sıkı durun... Herkes eski defteri açınca ben de açtım. Aylar önce gazeteci arkadaşım Abdullah Kılıç’tan aldığım belgeyi, arşivimden çıkardım. Soğuk damgalı belge, 1946 yılında emniyet tarafından hazırlanmış bir istihbarat notu. Nottan anlıyoruz ki, Aziz Nesin gözaltına alınınca verdiği bilgi üzerine MAH’la irtibat kuruluyor, Emniyet Müdürü Ahmet Demir’e atfen şu not düşülüyor: “Sanıklar arasında solcu olarak tanınan Aziz Nesin de vardır. Bu şahıs ses gazetesinde hükümet aleyhinde yazılar yazmakta idi, aynı zamanda Milli Emniyet’in adamı olduğu anlaşılmıştır. Milli Emniyet müfettişi Celal Korel ile henüz bu mevzu üzerinde görüşülmedi.” Emniyetin istihbarat notuna göre Aziz Nesin eski adı MAH yeni adı MİT olan teşkilatın adamıymış! MİT mensubu Neşet Güriş meğer boşuna konuşmamış! Hani Mehmet Eymür demişti ya, MİT’e çalışan çok gazeteci var. Açıklansa birçok efsane kestaneye dönecek. Ya sonra? İşte devamı: “Ahmet Demir, odasına girer girmez, sen misin Aziz Nesin diye Kaynak: http://gundem.bugun.com.tr/ aziz-nesin-le-ilgili-sok-belge-195617haberi.aspx kızılbaş - sayfa 19 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Demirel: Cen vakfını biz kurdurduk!... Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel, 2 Temmuz 1993 katliamından sonra İzzettin Doğan’a Alevilerin devletin güdümünden ayrılmaması için toparlama görevi verildiğini söyledi. "2 Temmuz 1993 Madımak katliamından sonra yükselen Alevi muhalefetinin Kürtlerle buluşmaması için İzzettin Doğan’a görev verildiği ve bu amaçla Cem Vakfının kurdurulduğunu söyledi." Bu sözleri Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in o dönemdeki Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa Özcivan’a anlattı. Kimine göre pragmatik bir fırsatçı, ancak uzun yıllardan beri Alevi topluluğunu kapalı kapılar ardında sistemin içine çekmeye çalışan bir işbirlikçi. Mustafa Özcivan’ın sözleri bu açıdan önemli. Ve üstelik Doğan ailesinin Demirel ile geçmişi ta 1960’lı yıllara kadar uzanır. Doğan ailesinin ileri gelenleri kendilerini Hz Ali soyundan geldiğini iddia ederler. Malatya ve çevresinde cem törenleri düzenleyerek Alevi toplumunda sosyal statü elde etmeleriyle sivrilirler. Ailenin en önemli kişiliği İzzettin Doğan’ın babası Hüseyin Doğandır. 1950’de CHP’den milletvekili seçilerek Alevi kesimin tanıdığı isim haline gelir. Daha sonra CHP’den ayrılarak Demokrat Partiye geçer. 1960 yılından sonra Demirel’in Adalet Partisine girerek birkaç dönem milletvekilliği yapar. Oğlu Doğan Doğan’ı da (İzzettin Doğan’ın abisi) Adalet partisi Malatya il başkanı olur. GENERAL SUNALP’IN YAKIN DOSTU 12 eylül askeri darbesiyle Alevi, Kürt binlerce ilerici demokrat yurtsever işkence tezgahlarından geçirilir. Sokaklarda yargısız infazlar ve sivil faşist saldırılardan dolayı onlarca yurtseverin katledildiği karanlık günlerdir. cuntacı generaller Milliyetçi Demokrat Partisine (MDP) kurarlar. Alevi halkın devrimci dinamizmi tasfiye edilmek için partinin kurucularında Alevilere de yer verilir. Bu kurucu ve yöneticiler içinde dikkat çeken bir isim vardır. İzzettin Doğan… Onu bu kadar etkin hale getiren sosyal etken babasının sisteme yaptığı hizmetler ve devlete Alevi burjuvazisinin sisteme nasıl çekileceği ve yoksul Alevilerin devrimci dinamizminin nasıl kırılıp tasfiye edileceğiyle ilgili verdiği seminerlerdir. Ve cunta tarafından verilen Alevi topluluğun temsilciliğini kabul eder. Tarih 2 temmuz 1993’tür. Binlerce ilerici alevi Sivas’ta Pir Sultan şenliklerinde buluşur. Düzenlenen bu şenliğe devlet destekli gerici faşistlerin saldırması sonucu 33 muhalif aydın yakılarak öldürülür. Sistem bu katliamla birbirinden değerli aydınları katlederek Türkiye’de gelişmeye başlayan aydın olgusunun halkçılaşmasını tasfiye etmiştir. Bu durum karşısında devlet yeniden İzzettin Doğan faktörünü devreye sokar. Doğan’ın bu süreçte devreye girmesi oldukça önemlidir. İZZETTİN DOĞAN’A ÖRTÜLÜ ÖDENEKTEN PARA DYP ve SHP hükümetinin iktidarı döneminde Tansu Çiller Alevi toplumun oylarının alabilmek ve Cem Vakfı’nın gelişmesini sağlamak amacıyla örtülü ödenekten yüklü miktarda para aktarır. Devletin bu desteği Tansu Çiller’le sınırlı kalmaz. Yapılan bu yardımlarla Cem Vakfı güçlendirilip çekim merkezi yapılmak istenir. İzzettin Doğan’ı destekleyen tek siyasetçi Tansu Çiller değildir. Mesut Yılmaz zamanında ANAP’ın belediye başkanlıklarını kazandığı belediyelerden arsalar vererek sözde cemevlerine taksim edilir. Musa Serdar Çelebi ismi 1980 yılları yaşamış çoğu devrimci ve yurtsever için tanıdık gelecektir. Devlet MHP’li unsurları da kullanarak Maraş’ta çalışmalar başlatir. Daha önce belirlenen Alevi yurtseverlerin evlerinin kapısı kırmızı boya ile işaretlenerek onlarca Alevi yurtsever ve demokratın öldürüldüğü Maraş katliamı gerçekleştirilir. Katliamın mimarlarından olduğu daha sonra ispatlanan beş kişiden biride Musa Serdar Çelebi’dir. Musa Serdar Çelebi ve İzzettin Doğan’ın yolları ise Avrupa Cem Vakfı’nın düzenlediği cemde kesişir. Çelebi’nin İzzettin Doğan tarafından davet edilmesi cem törenine katılan diğer alevi kurumlarınca protesto edilince töreni terk etmesiyle açığa çıkar. Olayın açığa çıkmasından sonra alevi kurumların tepki göstermesi üzerine Tempo dergisine verdiği röportajında İzzettin Doğan şunları söyler: Bu soruda ısrarlısınız: '80 öncesi bir katliama karışmış biriyle nasıl el sıkışırsınız', demek istiyorsunuz. 80'den bu yana kaç sene geçti? 28 yıl değil mi? Otuz sene önce katildi! Olabilir. İnsanlar affediliyor.’’ İzzettin Doğan’ın bir tek görüştüğü ülkücü faşist Musa Serdar Çelebi değildir. Son zamanlarda alevi Türk İslam sentezinin savunucusu Namık Kemal Zeybek’te bunlardan biridir. Fakat etkisini Alevi toplumda gün geçtikçe yitirmesi ve misyonun deşifre olmasından dolayı her sistemin sınırsız destek verdiği figürler de zamanla yok olmaya muhtaçtır. Ve anılırken Alevilere verdiklerinden çok bu topluluktan neler götürdükleri gündeme gelirler. Bir toplumun asimilasyonu için ahlak kurallarını dahi ayaklar altına almaktan çekinmeyen İzzettin Doğan artık çöküş ve tasfiye sürecine girmiştir. ................................................(basından) kızılbaş - sayfa 20 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Diaspora Kürtleri” Kitabına Hapis ve Para Cezası Kesildi! Hejarê Şamil tarafından kaleme alınan ve 01.Kasım 2005 tarihinde Pêrî Yayınları tarafından yayımlanan “Diaspora Kürtleri” isimli kitap yayımlanır yayımlanmaz “PKK propagandası yaptığı” gerekçesiyle TMY yasasının 3713/ 7/1-2 maddelerinden soruşturmaya tabi tutulmuş ve dava açılmıştı. Süren dava 2008 yılında İstanbul 11. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi tarafından oybirliği ile “Suçun sübuta erişmediği” gerekçesi ile “Beraat” kararı vermiş ve Avukat ücreti dâhil tüm masrafların 1,200.00 TL olarak hesaplanmış olup bu miktarın hazine tarafından savunma/yargılanan tarafa ödenmesine karar verilmişti. kararlarından ısrar etmeyerek “Yargıtay 9. Dairenin Bozma ilamına” oybirliği ile onay vererek davanın yeniden görülmesine uyulmasına karar vermiş bulundular. DOSYA NO : 2012/1 01 Kasım 2005 tarihinden açılıp sayısız mahkemeler ve duruşmalar ile bir işkenceye dönüştürülen “Diaspora Kürtleri Kitabı Davası” 2012 /1 No’lu dosyanın duruşması 08.06.2012 tarihinde İstanbul 11. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tüm Üyelerin Oy birliği ile Neticeten Pêrî Yayınları’nın sahibi Ahmet ÖNAL “10 ay Hapis ve 416.00 TL Para Cezası ile cezalandırılmasına karar verildi” İddia : Hêjarê Şamil’in Kaleme aldığı ve Sahibi bulunduğum Pêrî Yayınları tarafında yayımladığım “Diaspora Kürtleri” isimli kitaba ilişkin, İddia Makamı hakımda; “PKK-KONGRA GEL terör örgütünün propagandasını yapmak TMK’nun 3713/7-2 Maddesine aykırı davranmak” şeklinde iddiada bulunmuştur. İstanbul 11. Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısının, Ağır Ceza Mahkemesine davanın “Beraat” ile sonuçlanmasına yaptığı itiraz neticesinde, Yargıtay 9. Dairesine intikal ettirilmişti. 2011 tarihinde Yargıtay. 9. Dairede de görülen dava tüm üyelerin “oybirliği ile” “Ahmet Önal’ın TMY yasasının 3713/1-2 maddelerine muhalefet suçu işlediği ve cezalandırılması gerektiği” istemiyle dava “Bozularak” yeniden görülmesine karar vermişti. Yeniden İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesine iade edilen dava “Beraat kararını oy birliği ile” veren aynı mahkemenin üyeleri bu kez “Sanık Ahmet Önal’ın aynı suçu tekrar işlemeyeceğine dair mahkemede herhangi bir kanaat oluşmadığından dolayı, cezanın ertelenmesine yer olmadığına oybirliği ile karar verilmiştir” Temyiz yolu açık olmak üzere dava kapanmıştır. SAVCILIK; Kitabın 181. sayfadaki “SONUÇ” Başlıklı Bölümün; “BDT Kürtleri'nin Mevcut Sosyal, Siyasal ve Örgütsel Konumu” ara başlığı ile yazarın işlediği konu üzerinde tek taraflı olarak durmuş ve PKK’nin Sovyet Kürtleri arasındaki faaliyetlerini irdeleyen, bir dönem BDT ülkelerindeki Kürtler arasında nasıl nüfus ettiğine dair birkaç paragrafı; yazının/ kitabın genel içeriğinden ayrı olarak, adeta ‘cimbizlayarak’ ele almış, bütünden koparmış ve son derece yanlış bir sonuca varmıştır / varmak istemiştir. *** Ahmet ÖNAL’IN İlk Duruşmada Yapmış olduğu Savunma ektedir! 11. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA İSTANBUL Konu : Yukarıda numarası verilen dosyaya ilişkin C. Savcılığının hakımda verdiği Mutalaya Karşı savunmamdır. Savunmamdır: Kitabın tümünde ise, konuya dair süreçler ve gelişmeler bir bütün olarak ele alınmış, daha sonra PKK’nin 1999’dan sonraki dönemde BDT ülkelerinde nasıl marjinalleştiğine vurgu yapılmıştır. Diaspora Kürtlerinin, esas olarak istem ve arzularının ne yönde olduğunu tespit ve tahliline çalışan yazar Hêjarê Şamil, PKK’nın bir dönem (1989-1999) BDT’de Kürtler arasında geniş bir desteğe sahip olma imkanını yakaladığını, daha sonra ise bu desteğini nasıl ve hangi politikalar sonucu yitirdiğini, marjinal hale geldiğini, PKK militanlarının; “ihtirasla” halka çabucak girdiğini, fakat “benmerkezci”, “iradi”, “demokratik olmayan”, “salt ideolojik yaklaşarak” oradaki Kürtlerin desteğini aynı şekilde çabucak “kaybediş” sebepleri üzerinde durmuş; siyasal, sosyal, kültürel yönlerini bilimsel analiz yöntemini esas alan bir çalışma suna- kızılbaş - sayfa 21 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rak, BDT cumhuriyetlerinde yaşayan ve "Sovyet Kürtleri” ya da “Diaspora Kürtleri" olarak ele aldığı ve adeta tüm coğrafyaya serpiştirilerek dağıtılmış Kürtlerin durumunu tarihsel olarak incelemeye çalışmıştır. Bu nedenle kitabına “Tarihsel ve Güncel bir İnceleme” demiştir. Yazarın bu konudaki bilimsel yaklaşımına karşı, iddia makamının konuları tek taraflı olarak nasılda suçlama zeminine çekerek ele aldığını ilk savunmalarımda yeterince açıklamış idim. Ayrıca yazar; Eski Sovyetlerde yaşayan Kürtlerin sorunlarını üç başlık altında özetleyerek tespit etmiştir. ”1. Kimlik ve Eşitsizlik Sorunu, 2. Demokratik Temsil Sorunu, 3.Kürt Ulusu İle Dayanışma Sorunu” olarak izah etmiştir. Yazar; Diasporadaki Kürtler hakkındaki siyasal ve düşünsel eğilimleri gözlemleyerek, belgesel bir şekilde özetlemeye ve tahlil etmeye çalışmıştır. • Kısacası; kitapta her hangi bir “örgütün propagandasını yapma” amacı yoktur. Söz konusu PKK ile ilgili olarak da; kitapta belirtildiği üzere oradaki halkın içine düştüğü durum ve siyasal konjonktür ile Kürtlerin eğilimleri, PKK’nin yaklaşımları, çalışma tarzı ve halkın özlemleri ile ilk önce sıcak bir karşılık verdiğini, 1999’dan sonra ise halkın PKK’den uzak kaldığını izah etmiş ve esasta eleştirmiştir. Diasporadaki, yani Bağımsız Devletler Topluluğu(BDT)’ ndaki Kürtlerin, Sovyetlerin dağılmasından sonra, bir siyasal boşluğa itildiğini, pek çok çözüm arayışına girdiklerinin üzerinde durmuş ve öne çıkan kimlik ve demokratik taleplerinde ısrarlı davrandıkları sonucuna varmış oldukları, suçlanan bölümün özeti olarak öne çıkmaktadır. Zira Kitapta, “PKK-KONGRA GEL” ismi bile hiçbir yerde geçmemektedir. Bu dava tamamen iddia makamının kendini “zorlayarak dava açma” histerisinin sonucu olduğunu ortaya koymaktadır. Söz konusu edilen dönemde, (1989 ve 1999 ) PKK – Kongra Gel diye bir örgüt de yoktur. Bildiğim kadarıyla bu örgüt 2003’ten sonra PKK’nin pek çok konuda eski düşüncelerinden vazgeçerek “Demokratik Cumhuriyet” düşüncesini ortaya attıktan sonra kurulmuştur. İddia makamı o kadar ön yargı ile hareket etmiştir ki; PKK eleştirisine dahi tahammül edebilecek durumda olmadığını, dünyanın herhangi bir yerindeki Kürtler ile ilgili bile olsa, asla herhangi bir tartışmaya tahammülünün olmadığını ortaya koymaya çalışmış ve insan hakları, demokrasi, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi insani erdemleri adeta unutarak bu iddianameyi sunmuş ve ısrarcı davranmaktadır. Eğer kitap ile PKK’nin propagandasını yapma gibi bir derdim olsaydı; PKK’yî “ aşırı merkeziyetçi”, “anti- demokratik” ve “halkın özgül durumunu görmeyen, görmediği için de giderek marjinalleştiği” vb. kavramları kullanan böylesi bir kitabı yayınlamam mümkün olmazdı. Açıkça belirmek gerekir ki köylü zihniyeti esas alıp, popülist yaklaşımlar içeren tüm devlet ve örgütler, antidemokratik özeliktedirler. Zira bu oluşumlar egemen paradigma ile sorunlara yaklaşıp, çağın düşünceleriyle yeterince buluşamayıp, aydınlanmayı yakalayamadıklarından dolayı düşüncelerin özgürce tartışılmasına tahammül edememektedirler. Bu yönü ile sayın savcının en basitinden ve esasında PKK tarzı örgütlemeleri eleştiren söz konusu kitaba soruşturma başlatması; eğer ki kitabın içeriğini anlayarak açmışsa, düşünce özgürlüğüne karşı tahammülsüzlüğü ile PKK’nin “ben merkezci” ve hatta kendisini eleştirenleri yıllardır cezalandırmaya çalışan özelikleri ile aynı paralelde olduğuna ve devlet organizasyonu olarak var olduğu için asil tehlikeli olduğunu ortaya koymuş bulunduğuna inanırım. Gelinen durum da bunu ortaya koymuştur. Açıkça belirmeliyim ki devletin şiddeti ile PKK’nın şiddeti birbirini beslemiştir. Bu durum Kürt sorununun bilimsel zeminden araştırılarak, çözüm üretmeye zarar vermiş hatta önemli ölçüde engellemiştir. “Kürt sorunu”na bağlı olarak Türkiye’de demokrasi, insan hakları, hukukun yerleşmesi, ekonomi, göç, dünya ile rekabet etme ve entegre olma, istihdam, sağlık, planlı şehirleşme, trafik ve tüm problemlerin rahatça çözümünü engellemiştir. Bu çatışmalı ortamın yıllardır şiddet ve çeteci kültürü besleyerek toplumsal istikrarsızlığı yarattığı, her sağduyulu insanın malumudur. Adeta sorunları kangrenleştiren bu çatışmalı zihniyet demokrasiden uzak ve çağdaş değildir. Bu zihniyet köylü eğilimli faşizan. Tamamen karanlık ortamda siyasi ve ekonomik rant elde etmeyi hedeflemekte oldukları için bizleri, bizlerin asıl sorunlarımızı demokratik ve özgür bir ortamda araştırarak, tartışarak ve tamamen şiddetten arındırarak ele almamızı istemeyen de başta devlettir. • Devlet yetkilileri zaman zaman “Kürt sorunu vardır.” dediler. “Bu sorunda Devletin hataları da olmuştur.” dediler. Ancak hataların neler olduğunu açmayıp ketum kaldılar. Devlet adeta Kürtlerden ve Kürt sorununu tartışmaktan, konuşmaktan korkuyor. Bilim adamları sorunu tartışmaktan çekiniyor. Siyasilerimiz bu sorunda siyaset üretmekten ürküyor. Tek ezberledikleri şey “Terörist PKK” deyip dururken, esas amaç “Kürt sorununu” maniple etmektir. Sorunla ilgili laf etmek isteyen, “Kürt Sorunu”nu tüm resmi saikler dışında ele almak düşüncesinde olanlar da soruşturmaya uğratılacağı korkusuyla konuyu düşünmek bile istememektedir. Bu dar döngüye itilen durum demokrasinin değil, şiddetin devreye girmesine hizmet etmiştir /etmektedir. Aslında suçlandığım savı içeren iddianameyi bir iddianameden ziyade bir suçlamaname olarak değerlendiriyorum. Kendimin şu anda bir suç olmayan ama suçlandığım bir durum ile karşı karşıya olduğumu belirtmeliyim. Kitap genel itibarıyla; Diasporadaki, yani BDT’deki Kürtlerin siyasal tarihini çeşitli boyutlarıyla ele alan bir belgeseldir. Bir propaganda kitabi olarak değerlendirilmesi kitabın çerçevesini daralttığı için de büyük bir haksızlıktır. İddia tamamıyla yanlıştır ve şiddetle reddediyorum. AYRICA; Yayınlanan kitapta yer alan savlar; ifade ve basın hürriyeti sınırları içindedir. Çünkü söz konusu yazıda kişilik haklarına herhangi bir saldırı ile şiddete ve suça teşvik yoktur. İçerik olarak eleştirel mahiyettedirler. Bir yayıncı olarak yayınladığım bütün yayınların içeriğine katılmamakla birlikte ifade hürriyeti çerçevesinde olan kızılbaş - sayfa 22 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yazıları yayınlamaktayım. Bu kitabı da o çerçevede gördüğüm için yayımladım. Fikirlerin mahkeme kararlarında değil, kamuoyunda ve ilgili platformlarda tartışılması gerekir. Fikirlerin ve araştırmaların müeyyidesi hapis ve para cezası değil, kamuoyunun ilgisi olmalıdır. Genel geçer fikirlerin değil, muhalif fikirlerin korumaya ihtiyacı vardır. Aykırı fikirlerin korunması için ifade ve basın hürriyeti kavramı gelişmiştir. Hukuk evrenseldir. Düşünmek ve düşündüklerini ifade etmek ve yaymak en doğal haklardandır. Türkiye’de AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)’ni imzalamış ve bu görüşte olduğunu belirmiştir. Ancak mevcut uygulama ile Türkiye’de bu sözleşmenin ihlal edildiği kanaatindeyim. Ayrıca yazara ait aidiyat belgesini, gerek ben, gerekse de avukatım tarafından ayrı ayrı mahkemeye sunmuş bulunmaktayım. Sonuç : Sunduğum nedenlerle hakkımda yürütülen soruşturma ve davanın yersiz / haksız olduğunu düşünüyorum. Suçun olmadığı bir ortamda Cezanın da olmaması en doğal olanıdır. 13.02.2008 tarihli İlk “BERAAT” kararınızda olduğu gibi ısrar etmenizi diliyorum. Adres: Söğütlü Çeşme Cad. Pavlonya Sok. Nuhoğlu İşhanı No:10/19 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 347 26 44 per iyay inlar i@yahoo.com.tr Ermenilere bir mezar yerini çok görenler İtiraf etmek çok mu zor yani? Bunca yıl yaraları tuzlayan bir acıyı, rezaleti, sürgünü, soykırımı. Yani şimdi Ermeniler kendi kendine soykırım uyguladı, değil mi?Hadi kendimizi yok edelim mi dediler birbirlerine. Ya da bir gün hadi bu güzelim coğrafyayı terk edelim mi dediler? Sayımızı milyonlardan 40 binlere indirelim de azınlık olalım, dememişlerdir herhalde? Bırakın azınlık olmayı izleri bile kalmadı bu coğrafyada Ermenilerin. Koca bir 97 yıl geçti soykırım üzerinden. Ermeniler dünyanın dört bir tarafına dağıldı. Giderken yollarda kimine işkence yapıldı, kimi öldürüldü, kimi açlıktan öldü. Kimisi askere alınıp öldürüldü, kimisi Suriye kamplarında öldü. Kimi Lübnan kamplarında öldü. Başa ne gelmedi ki? Kimi Ermeni kendi adını gizledi: Dikran iken; Mehmet yaptı. Arman iken Ali oldu. Hala birçokları Ermeni olduğunu bile söyleyemiyor, korkuyor. Ermeni dölü dendi kimi zaman, bir halkın ismi hakaret olarak algılandı. Hangi hakarete maruz kalmadı ki Ermeniler, ne zaman aşağılanmadı ki? Dünyanın hangi ülkesine gitmediler ki korkudan, tehcirden, soykırımdan dolayı… Ama hala her Ermeninin içinde, özleminde yaşadığı o kentin, o köyün hayali var. Hani o Aram Tigran’a çok gördüğünüz bir avuç toprak var ya, işte o toprak, o hayal. Üç yıl önce hayatını kaybeden ve Diyarbakır'a gömülmeyi vasiyet eden Ermeni sanatçı Aram Tigran’ın bu vasiyeti kabul edilmeyince Brüksel'de toprağa verilmiş, mezarına Diyarbakır’ın ancak toprağı dökülebilmişti. Bir mezarı bile çok gördüğünüz o koca yürekli, hakların kardeşliğini savunan adamın toprak hayali de gömülmek içindi. Bu topraklarda kardeşçe, aşağılanmadan, insanca beraber yaşama isteğinin hayaliydi… Ermenilerin toprak talebi var mı sorusuna Hrant Dink’in "Evet bizim bu topraklarda gözümüz var ama sahip olmak için, alıp götürmek için değil, gömülmek için" sözleri her yerde yankılanırken hem de, Aram Tigran’a bir mezar yeri çok görülmüştü. İşin özeti budur. İşte, yok olan bir halk… Ardından sırayla Süryaniler, daha sonra Keldaniler ve Êzdiler… Elinizi vicdanınıza bırakın, bu halklar kendi kendine mi yok oldu diye bir sorun kendinize. Bir gün kendinizi aptal yerine koymadan düşünün. Bir: Ermeniler, iki: Süryaniler, üç: keldaniler, dört: ezdiler… Bir sorun nerede şimdi bu halklar diye. Dört millet yok oldu. Kadın, çocuk, genç, ihtiyar… Dört milleti yok etmek bu kadar kolay mı sizce? Adına ister büyük felaket deyiverin, ister soykırım. Dört halk yok oldu, bu dört halktan bir özrü bile esirgiyorsunuz. Meseleyi nereye kadar gizleyip çarpıtacağız? Nereye kadar? Bu meseleyi sadece tarihçiler mi çözecek sanıyorsunuz; ya da sadece siyasetçiler mi çözecek? Azıcık zekâsı olan herkes meselenin ne olduğunu, gün ışığı gibi biliyor ya! Bir 97 yıl daha geçse de torunlarımız ve onların torunları dahi unutmaz. Unutamaz insan. Çünkü insan kıyımı var ortada. Hani tek bir insana dahi kıyılmazdı ya. Dört halka kıyıldı. Bugün 24 Nisan 2012. Tam 97 yıl geçti. Şimdi Ermeniler mi yok oldukları için özür dilesin yani? Azınlık olduğu için özür dilesin o zaman Ermeniler, öyle mi? Çoğu Ermeni’nin bir mezarı dahi yok. Bir mezara bile tahammülü olanlar yok. Tıpkı bu ülkede Aram Tigran’a bir mezarı bile çok görenler gibi! Cavit Sinet http://www.aykiridogrular.com kızılbaş - sayfa 23 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontos Jenocidi rastlanılmadığının açıklaması da” bu olayların sonucunun kanla noktalanmasının ardında yatmaktadır. 3. bölüm: Sürgünler, Jenocid ve Kovulma Ali Sait Çetinoğlu Bölge halkının maruz kaldığı durumları Andreadis söyle ifade eder: “Bütün Karadeniz kıyısı, Harsiotis suyunun batısında kalan alan tamamen boşaltıldı. Çeteler, kendi deyişleriyle, intikam almak için Hıristiyan köylerine dalıyorlardı. Çaresiz halkın mallarını yağmalıyor, onları ürkütüp kaçırmak için evleri ateşe veriyorlardı. Direnmeğe kalkışan ise derhal öldürülüyordu. 1916 yazı çok sıcak geçti” sözleriyle çatışmaları, yağmaları ve sürgünleri özetlemektedir Rus Ordusuna casusluk yapılıyor, lojistik destek sağlanıyor gerekçesiyle Harşit Çayının batısındaki Hıristiyan nüfusun Cephenin 50 kilometre güneyine sürülme kararı alınır. Karar servetlerine de el konularak azınlıkların saf dışı edilmesiyle yek vücut güçlü bir devletin oluşturulmasına dair Alman-ittihatçı planının bir parçasıdır, sürgünlerin ilki o sırada bir sınır şehri olan Tirebolu Rumlarıyla ilgili olarak, muhtemelen Ekim ayı sonunda kararlaştırılmış, halka 9 Kasım'da duyurulmuş ve 16 Kasım'dan itibaren uygulanmaya başlamıştır. Berlin’e gönderilmek üzere hazırlan- mış bir metinde Avusturya Dışişleri Bakanlığı Sürgünlere ilişkin şunları ifade etmektedir: Türklerin politikası devlete karsı tehlike olarak gördükleri Yunanlıları genelleşmiş bir kovulma hareketi ile bütünüyle ortadan kaldırmak ki daha önce Ermenilere karsı da aynı politikayı uygulamıştı. Türkler nüfusu hiç bir ayırıma bakmaksızın ve hayatta kalmalarına hiç bir olanak vermeksizin başka alanlara göçertme taktiği altında, yani sahillerden iç alanlara doğru, onları insanlık dışı ve sefil koşullar altında açlığa terk ederek ölüme terk ediyorlar. Boşaltılan evler ise çeteciler tarafından el geçirildikten sonra yağmalanıp yakılıp yıkılıyor. Ermenilerin kovulmaları sırasında alınan bütün tedbirler Pontos Rumlarına karşı da aynen uygulanmaktadır. Başlangıçta sürgünün Ermeni Soykırımı derecesine varamaması Yunanistan’ın tarafsızlığına ihtiyaç duyulmasındandır. Yunanistan tarafsızlığını bozduğunda ise süreç Batı Pontos’lular için kanla noktalanacaktır. “Bu gün Yunanistan’da Doğu Pontos’tan gelme çok sayıda insana rastlanırken neden Batı Pontos’tan gelenlere pek Andreadis yaşananları özetlerken “Selanik Elefteria (Özgürlük) Meydanında başlayan ve Fransız Devrimi gibi liberal ve insani değerler üstüne dayanan ve Sultan'ın tüm tebasına hitap eden, onun iktidarına ve sorumsuzluğuna karşı herkesi bir araya gelerek devrime katılmağa çağıran Jön Türk hareketi, kısa süre içinde milliyetçi, faşist bir Türk hareketine dönüştü. Jön Türklerin sloganı artık Özgürlük, Eşitlik ve Kar-deşlik değil, Türkiye Türklerindir olmuştur. 1916 yılında işitilen tek slogan buydu. Vehip Paşa ordusunu böyle bir hava içinde sürmüştü cepheye… 1916 Kasımında Alman danışmanları ile birlikte, masum bir askeri güvenlik planı hazırlamış… Plan, güvenlik nedeniyle, Rus cephesi üzerinde bulunan tüm Hıristiyanların, cepheden 50 kilometre kadar geriye aktarılması gerektiğini ileri sürüyordu. Plana göre, Ruslar Ortodoks Hıristiyan olduğu için, cephe hattında Hristiyanların varlığı bir güvenlik sorunu yaratıyordu. Plan, Tirebolu'dan Bafra, Samsun ve Sinop'a kadar tüm bölgeyi kapsıyordu. Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı ve de masum nedenlerle hazırlanmıştı. Evet, bu belki mantıklı ve amaca uygun bir plandı, ama asla masumane değildi. Eğer siz, soğukkanlılıkla, tüm bir nüfusu kış ortasında yerinden yurdundan edip sürerseniz, onları açılıkla, soğuk ve hastalıkla yok olmağa itmişsiniz demektir. Üstüne üstlük, elli kilometre iki yüz kilometreye çıkarsa, planın hedefi iyice aşikâr olur. Ve sürgünlerin geçeceği bilinen yol üzerinde, her 20 kilometrede bir, sanki tesadüfmüş gibi, çeteler bekleyip pusu kurar ve çaresiz Hıristiyanları katlederse, bu planın daha da iğrenç olduğu anlaşılır.” Pontos Yürütme Konseyi'nin 2.11.1921 tarihli ve Yunan Dışişleri bakanlığına gönderdiği metinde hayatta kalmayı bir şekilde basarmış bazı Pontos’luların şahitliklerine yer verilmektedir. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savasında yenilmesi üzerine Pontus bölgesine, İngiliz ordusu (İngiliz komutanların başında olduğu Hint askerler) konuşlanır. İngilizler kendi çıkarlarının mutlak şekilde isleyeceğini garantiye almak için Pontos’lu gerilla gruplarından silahlarını Türk askeri birliklerine kızılbaş - sayfa 24 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 teslim etmelerini ister. Gerillalar bu tuzağa düşmezler ve silahlarını da teslim etmezler. Kemalist hareketin gelişmesine kadar ki bütün bir süreç boyunca Pontos nüfusu, Pontos Cumhuriyeti düşlerini olduğu gibi korurlar. Rusya ya göçmüş olan yaklaşık 100.000 Pontoslu Bölgeye döner. Gerillalar dağlardan yavaş yavaş şehirlere inmeye baslar. Amasya gibi yerlerde gece gündüz yollarda dolaşmaya başlarlar. Pontos hareketi tehlikeli bir asamaya geldiği içindir ki Osmanlı yönetimi Mustafa Kemal'i Pontos hareketini bastırmak için bölgeye gönderir. Mustafa Kemal, Pontos hareketini bastırmak için başladığı gezisine İngilizlerin istekleri, sultanın maddi manevi destekleri ve yardımlarıyla baslar. Samsun'a gelir gelmez İngiliz temsilci Yüzbaşı Hurst'la görüşen Mustafa Kemal, toplulukların başkanlarını karargahına davet etti. Rumların önderi Germanos bu davete icabet etmedi. Mustafa Kemal, bölgenin durumuyla ilgili olarak İstanbul'a gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporlarda; Germanos'un idaresindeki Rum çetelerinin siyasi bir mahiyetleri olduğunu belirtmektedir. Raporda otuz üçü Samsun'da, kırk kadar Rum çetesi sayılmakta, buna karşılık altısı Samsun'da bulunan on üç kadar Türk çetesi olduğu bildirilmektedir. Mustafa Kemal 5 Haziran 1919'da Havza'dan gönderdiği raporlarla, Rum faaliyetleriyle ilgili yeni bilgiler verir. Ona göre azınlıkta olmalarına rağmen Sivas Vilayeti'nin Amasya ve Tokat Sancaklarında da, aynı Canik Livası'nda olduğu gibi Rumlar çetecilik ve siyasi amaçlı çalışmalar yapmaktadırlar… Mustafa Kemal Paşa'ya göre, Samsun ve güneyindeki asayişin sağlanması için mevcut jandarma ve birlikler yetmeyeceği için birkaç bin erin silah altına alınması uygun olacaktır. Ayrıca Samsun'daki Ortodoks Piskoposunun da bölgeden uzaklaştırılmasının yerinde olacağını düşünmektedir. Yunan Hükümeti'nden emir alan Mavri Mira adlı örgütün, Samsun ve Trabzon mıntıkasında ihtilaller çıkarmak için silah ve cephane dağıtımı yaptığını belirten Mustafa Kemal, Harbiye Nezareti'nden bunlara karşı tedbir alınmasını da istemektedir. Karadeniz Bölgesi'ndeki Rum faaliyetleri karşısında, İstanbul Hükümetlerinin de duyarsız kalmadıkları gözlenmektedir. Nitekim, 15 Temmuz 1919'da Vakit Gazetesi ile bir mülakat yapan Nafıa Nazırı Ferid Bey, Anadolu'dan ne maksatla çıktıkları bilinen Rumların tekrar geri dönmelerine engel olacaklarını, bu konuda Trabzon ve Samsun'daki yetkililerin, daha önce Ali Kemal Bey zamanında böyle kesin emirler aldıklarını da belirterek; bu konuda İtilaf Devletleri temsilcilerinin de aydınlatıldığını ifade etmektedir.” M. Kemal, 19 Mayıs’ta Samsuna ayak basar basmaz Pontos özgürlük hareketine karşı Türk çetelerini örgütleyerek ise baslar. İlk görüştüklerinden birisi de Topal Osman olduğu söylenir. Türk devletinin kendi arşivlerinden de çıkan değerlendirmelere bakılırsa Mustafa Kemal Pontos gerilla hareketine Yunan devletinden daha çok önem verir. Bu yüzden de gerilla birliklerinin dağıtılması için iki kolorduyu harekete geçirir. 30 bin Türk askeri 18 bin gerilla ve basındaki 300 gerilla önderine karsı harekete geçirilir. M. Kemal Nutuk’ta Pontos hareketinden söz ederken verdiği önem gözlenmektedir. Pontos gerilla hareketinin en önemli zaafı ortak bir kumanda merkezinden yoksun oluşudur. Yunan ordusunda komutanlık yapan Pontus kökenli X. Karaiskos aslında bunu yapmaya yeltenir. Atina’daki Pontos Kurulu da aslında bunu gerçekleştirmeye çalışır. Gerillalar, Rum nüfusun tehcirini önlemeyi başaramamış olmakla beraber, özellikle yakılan köylerden kaçan Rumları bir araya getirerek dağlarda "kurtarılmış bölgeler" oluşturarak, yeni birliklerin kurulması ve Türk ordusunun bu ayaklanma karşısında etkisiz kalması sonucunda yerel bir uzlaşma sağlanır ve Türk köylüleri kendi güvenliklerini sağlamak üzere silahlı gerilla birliklerinin ve Pontos sürgünlerinin yiyecek gereksinmelerini karşılamayı kabul ederler. Savaş bittiğinde bu "modus vivendi" hala geçerlidir ve 1918'de tehcire uğrayan Pontoslular yavaş yavaş kendi köylerine dönmeye başladıklarında, tabii ki, şehirli ve kırsal kesimden Müslümanlar, tehcire uğrayan Rum ve Ermenilerin mallarını geri vermekten hiç memnun olmaz- lar. Çatışmalar yeniden başlar. Kurtarılmış bölgelerde Gerillalar kendi yönetimlerini ve hukuklarını oluşturma faaliyetlerine geçerler, Gerilla komutanlarından Stilianos Kosmidis’in çabalarıyla üst askeri konsey oluşturulup birbiriyle çatışan gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir ceza hukuku ardından da kurtarılmış alanlarda mahkemeler oluşturulur, silah taşıma hizmeti devreye sokulur. Bölgedeki Çerkes gerillaları ile dayanışma grupları oluşturulur. Pontos Bölgesindeki Çerkeslerin faaliyetleri hakkında yazılanlar bölge Çerkeslerinin de Batı Anadolu’daki gibi bir tehlike olarak algılandığını görüyoruz: “Çerkezlerin yıkıcı etkileri Merkez Ordusu Bölgesi'nde [Pontos] de görüldü. Ordu mıntıkasının çeşitli yerlerinde bulunan Çerkezler, daha yoğun olarak Çarşamba, Bafra, Tokat ve özellikle Sivas Uzun Yayla ile Aziziye (Pınarbaşı) kazasında yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti'nin mütarekeden sonra içinde bulunduğu zaaftan yararlanmak isteyen çeşitli unsurlar gibi Çerkezler de, merkezi Anadolu'da karışıklık çıkardılar. Daha 6 Haziran 1919'da 15. Fırka 3. Kolordu yazısında Alaçam ve Bafra yöresinde geniş bölücü Çerkez çeteleri hareketi görüldüğünü bildirerek, uyarmaklaydı.” Bu başarılı çalışmalardan sonra daha önce de bahsini ettiğimiz Yunan ordusunda komutanlık yapan Pontus kökenli X. Karaiskos İstanbul’a gidip oradan Pontos’a silah sevkiyatı için Yunanlı yetkililerle görüşür, ancak çabalar boşunadır, Yunanlı yetkililer buna yanaşmadıkları gibi Karaiskos’un Pontos’a geçişini de engellerler. Hareketin Sonu ve Kovulma Gerillalar Yunan hükümetlerinden Hem kralcılardan hem de Venizelostan - defalarca yardım talebinde bulunurlar. Ancak başvurular faydasızdır, yanıt alamazlar. Pontoslu gerillaların 16.8.1919 da yazdıkları ve en son Yunan dışişlerine ulasan aşağıdaki mektup oldukça dikkate değerdir. Pontos’un bağımsızlığı ve özgürlüğü için savaşan gerilla önderlerinin emirleri doğrultusunda sizlere aşağıdakileri belirtmek isteriz: kızılbaş - sayfa 25 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bilindiği üzere Pontos’un evlatları kendi önderleri etrafında Türkçülüğe karsı son 5 yıldır başkaldırmış durumda. Maalesef bunlar sadece mavzer ile savaşıyorlar ki bunları bile Türklerden satın almakta zorlanmaktalar, keza yiyecek sorunu başlı başına bir sorun. Kışa kadar kendilerini zor çıkarırlar, bu yüzden Ekime kadar gıda tedariki için bir şeyler yapılmalıdır. Bunların yanında giyecek ve kuşanacak malzeme eksikliği de yaşanmaktadır. Yaralılar için ilaç ve gerekli malzemeler de bir başka sorun. Mitralyöz ve diğer silah eksikliklerimiz tam teçhizat giderilmelidir. Bu yüzden kendimiz masraflarını karşılamak üzere iki kişiyi buraya askeri eğitim için göndermek istiyoruz. Ülkelerinin bağımsızlığı için umutsuzca çarpışan sevgili ülkemizin mücadeleci çocuklarının ihtiyaçlarını sizlere bildiriyoruz Yunan devleti Pontos Bağımsızlık Mücadelesini kavramamış ya da anlamak istememiştir. Bu yüzden, Pontoslu gerillalara Yunanistan’dan hiç bir yardım gönderilmemiştir. Pire limanında Amasya’ya gitmek üzere silah ve cephaneliğin bir gemiye doldurulduğu söylense de bu gemi asla hareket etmeyecektir. “Eskişehir'in Yunanlılarca işgal edilmesinden sonra İstanbul'daki Pontos Komitesi, o sırada İzmir'de bulunan Yunan Başbakanı Gunaris'i ziyaret ederek Pontus'a asker çıkarılması yolunda son bir talepte bulunduysa da bu talep Ankara yönünde ilerlemeyi yeğleyen Yunan Genelkurmayı tarafından reddedildi. Bir defa daha Yunanlılar Pontos’luları yalnız bırakmışlardı”. rı vardır. Romantik bağlılık devam eder. Örneğin 1922 yılında Yunan ordusu Ege’den içlere doğru ilerleyince Pontus gerilla hareketinden Kiriakos Papadopoulos (diğer ismiyle Parasukli -kısa bacak) 500 gerillayla birlikte Pontostan kalkarak Yunan ordusu ile birleşmek ister. Pontos gerilla hareketinin otonom yapısının bedeli çok ağır ödenir. Batum’da General Anonya tarafından oluşturulan birlik Bolşevikler tarafından dağıtılır. Hatta Rusya’da Bolşeviklerce tutuklanıp Türklere teslim edilen Pontos gerillalarının olduğuna dair tanıklıklar bulunmaktadır. Keza Türk - Sovyet yakınlaşması Bolşeviklerin Anadolu’daki ulusal kurtuluş hareketlerine karsı olumsuz tavrıyla sonuçlanır. Hatta Pontoslu gerillaların ticari amaçla bölgede bulunan Amerikalı denizcilerce tutuklanıp Amasya’daki Türk askeri birliklerine teslim edildiğine iliksin şikâyetler söz konusudur. Ankara Hükümeti Bölgedeki gerilla faaliyetini önlemek için gerillanın lojistik destek aldığı köyleri boşaltarak tekrar sürgüne başvurur. Ankara kontrol bölgesindeki istikrarı bozabilecek her türlü unsuru askere alarak sorunu çözümleme kararındadır, Gayrimüslimleri de askere alarak, Pontoslulardan gelebilecek tehlikeyi bertaraf etmek için Osmanlı gibi yeniden Amele taburları oluşturulmuştur. Pontosluların bir kısmı davete uymadılarsa da, celbe uyanlardan amele taburları oluşturularak, bir kısmı da etkisiz hale getirilirler. Bu durum ilk başlardaki başarılara ve gerillaların birleşme, ortak komuta merkezinden yönetilmelerine büyük bir darbe vurur. Gerilla gruplarında moralsizlik hızla yayılmaktadır. Türk ordusu Bolşeviklerin yardımıyla yeniden toparlanır ve Fransızlar ile İtalyanların yardımlarını da alarak üstün duruma geçer. Bu durum gerilla gruplarının ortak kumanda merkezince yönetilmesi eğilimini zayıflatır ve gerilla grupları kendi başlarına ve bazen de kendi aralarında boğuşmaya başlarlar. Sonuç ise trajiktir. Merkez Ordusunun 12 Mart 1921 tarihli detaylı emrinde bu amele taburları teşkili, saka arabaları ve koşumlu hayvanların temini ile birlikte zikredilmektedir Peyderpey celp edilen Hıristiyanlarla her taburun mevcudunun 800’e çıkarılması için çalışmalara devam edileceği kaydedilmektedir. Yunan devletinin mesafeli duruşuna rağmen Pontos hareketinin her zaman Yunan devleti ile özdeşleşir tavırla- Ardından Bölgede silah toplanmasına geçilir, silah toplanmasına önce Gayrimüslimlerden başlanır. Samsun ve Bu taburlara numaralar verilmiştir. Tespit edebildiğimiz Amele taburlarının numaraları 8 den başlayıp 13 de bittiğine göre başka amele taburları da söz konusu olmalıdır. diğer bölgelerde silah toplayan müfrezelere karşı konulur. Ordu birliklerinin silah toplama faaliyeti sırasında Tokat, Çarşamba ve Bafra’da Nebiyan bölgesi en çok karşılık gördüğü bölgelerdir. 6 nisan 1921 tarihinde başlayan harekat yoğun şiddete rağmen başarılı olamaz. Ordu birlikleri ve Giresun alayından takviyeli birlikler Nebiyan ve Çarşamba’da varlık gösteremezler. Çarşamba’daki birliklerin komutanı Kemal Bey Divan-ı Harbe verilir. Çarşamba’da gösterilen başarısızlık üzerine, buraya şiddeti ile tanınan Giresun Alayına bağlı takımlar gönderilir. Gönderilen alayın şiddeti ve terörü, Mülki amirlerin bile şikâyetlerine maruz kalacaktır. Bu birliklerden bir kısmı halkın baskısıyla geri çekilirler. Ankara 12 haziran 1921 de bütün Karadeniz mıntıkasını savaş bölgesi ilan ederek bölgedeki Pontos’luların sürgününe karar verir. Kırsal bölgeler zaten daha önce boşaltılmış, köyler yakılmıştır. Bu kararın ardından, 16 Haziran'da İcra Vekilleri Heyeti Samsun'a bir Yunan çıkarması ihtimalinin arttığı gerekçesiyle 16-50 yaş arasında eli silah tutan Rumların bölge dışına şevklerini kararlaştırılır. Kararın alınmasıyla birlikte Samsun, Bafra ve Alaçam şehirlerindeki 15 ile 50 yaş arasındaki erkeklerin tutuklanmasına başlandı. Ertesi gün, ilk göçmen kafilesi iç bölgelere gitmek için Samsun'dan yola çıkarıldı. Kafile ilk durak yeri olan Kavak'ta Türk kaynaklarına göre Rum çetelerinin, Rum kaynaklarına göre Türk Muhafızlarının ateşine maruz kaldı ve pek çok insan öldü. Haziran ayı içerisinde yapılan sevklerde de benzer olaylar meydan geldi. Böyle olayları meydana getirenler, daha çok muhafızların tutumundan da istifade eden Türk Çeteleriydi. Bunların başında da Topal Osman Çetesi ile Tokat yöresindeki Şaki Ali Çetesi vardır. Olayın tepki çekmesi karşısında 25 Haziran tarihli Dahiliye Vekaletinden gelen yazıda Karadeniz şeridindeki Rumların sürgününün Ordu'nun güvenliği için alınmış bir tedbir olduğu, tehcir olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca 15-50 yaş arasındakilerin dışında ve bilhassa kadın ve çocukların sürgününün katiyen doğru olmayacağı vurgulanan yazıda, Rumların mal ve gayr-i menkullerine kızılbaş - sayfa 26 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tecavüz, çapul ve gayr-i meşru hareketler de uygun görülmemektedir. Erkeklerin şevki üzerine, yalnız kalacak olan çocuk ve kadınların ırz ve namuslarının korunmasına fevkalade itina gösterilmesini isteyen Dahiliye Vekaleti, bu hususlarda suistimali görülecek bütün memurların cezalandırılması, saldırılara meydan verilmemesi verilen emirlere aykırı hareket edenlerin derhal azlini ve haklarında Kanuni işlem yapılmasını ister. Ancak Uygulamaların öyle olmadığını Dönemin Sağlı Bakanı Rıza Nur’dan öğreniyoruz. Kemalistlerin Sağlık Bakanı ve Lozon’daki temsilcisi olan Rıza Nur Hatırat’ında, Topal Osman’la aralarında geçen bir konuşmayı aktarır: “Ağa, Pontusu iyi temizle! dedim. «Temizliyorum dedi. Rum köylerinde taş taş üstünde bırakma. dedim. «Öyle yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum» dedi. Onları da yık, hattâ taşlarım uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı diyemesinler.» dedim. Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim. dedi. Topal Osman yeni bir Koroğlu'dur.” Merkez Ordusu Komutanlığı, Temmuz ve Ağustos aylarında Batı Cephesi'nin büyük ihtiyaç duyduğu birlikleri göndermeye çalıştığı için sürgüne gönderme yavaşladı. Sakarya Savaşı'nda Yunanlıların yenilgi ile geri çekilmeleri üzerine Pontos’a karşı esas harekat başlatıldı. “Bu sırada hem dağlardaki Rum çetelerine karşı harekat gerçekleştiriliyor hem de sürgün işleri artan bir hızla devam ediyordu. Bu devrede gönderilen sürgünler arasında kadın, çocuk ve ihtiyarlar da vardı. Sürgün Kararnamesinde bunların gönderilmesi ile ilgili bir hüküm olmamasına rağmen, Nurettin Paşa tarafından bu karara varılmıştı. Bu hususta, yetkili makamlar hiçbir tepki göstermemişlerdir. Nurettin Paşa'ya göre; Memleketimizdeki Rumlar bir yılandır ve bu yılanların zehirleri kadınlardır. Kadınlar, Pontusçuluk emeli güden erkeklerine fikren, bedenen ve malca yardım etmişlerdir. Ayrıca İstiklal Mahkemesi'ne verilenler arasında eşkıyaya yataklık, cinayete teşvik ve muhbirlik yapmakla suçlanan kadınlar da vardır. Bu yüzden kadınlara da erkeklerle aynı şeyi yaptıklarını belirten Nurettin Paşa, ihtiyarların tehciriyle ilgili olarak da, şöyle de- mektedir: Gümenez'de ihtiyardır diye sevk edilmeyen 65 yaşındaki bir Rum, Alaçam kıyılarında dolaşan Yunan torpidosuna bayrak sallamış, onlar da bir sandalla kıyıya çıkmışlardır. Yetişen kuvvetler Yunanlıları sahilden püskürtmüşlerdi!. İhtiyar, Kel Nikola da bayrak salladığı yerde astırılmıştır. Nurettin Paşa'ya göre bunlar Rumların kadın, erkek, çocuk-yaşlı tehcirleri için haklı gerekçelerdir. Anlaşılıyor ki, Rum unsuru arasında devlet olma fikri kuvvetli bir biçimde yer edinmiştir. Bu yüzden çetecilere dayanak olabilecek hiçbir unsur bırakmamak yolu tutulmuştur.” Pontus Harekatı'nın devam ettiği sırada, B.M.M.'de yapılan görüşmelerde, Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa'nın kanunsuz uygulamalar yaptığı, başarısızlık gösterdiği şeklinde iddialarla 3 Kasım 1921'de, Merkez Ordusu Komutanlığı'ndan alınır. Bir süre sonra 8 Şubat 1922'de Merkez ordusu da lağvedilerek, Pontos harekatını yürütme görevi Dahiliye Vekaleti kontrolünde, 10. Fırka'ya bırakılır. Bu fırkanın komutanlığına da Cemil Cahit Bey (Gen. Toydemir) tayin edilir. İnsan ve silah bakımından daha da kuvvetlendirilen birlikler, yıllar süren bu sorunu 1923'ün Şubat ayında tamamen bitirirler. Pontos’taki gerilla hareketi için sonun başlangıcı aslında Aralık 1920’dir. Ermeni hareketinin bütünüyle ezilmesiyle Kemalistler, Bolşeviklerle dirsek temasına girerler. Bir yandan Sovyetlerden Kemalistlere akan yardım, diğer yandan İngiltere-Sovyetler, Sovyetler-Türkiye ve İngiltere ile Bekir Sami arasında 16 Mart 1921 tarihinde imzalanan anlaşmayla Pontus hare- http://w w w.karalahana.com http://www.istanbulrumazinligi.com i st anbu l r um lar i@ i st anbu l r um a z i n l i g i .com ketinin kaderi çizilmiş olur. İngiltere, Sovyetlerle arasında ki Türkiye’yi bir tampon devlet olarak var olmasını desteklemektedir. Bu tarihten sonra İngilizler tarafsızlığını ilan ederler. Başta Yunan devleti olmak üzere Pontos da kaderine terk edilir. Dönemin reel politiği –bir anlamda detant diyebiliriz- Pontos hareketinin sonunu belirleyen koşullardır. Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra kalan son gerilla birlikleri de dağlardan Karadeniz sahillerine inerek gemilerle ya Yunanistan’a ya da Rusya ya doğru kaçtılar. Yunan ordusunun Anadolu’daki yenilgisinden bir yıl sonra bile Pontus dağlarında çarpışan gerillalar mevcuttur. Pontus Merkez Birliğinin 1922 yılında Atina da hesapladığı istatistiklere göre 1914 ile 1922 arası Pontos Jenosidinde toplam 303.238 kişi hayatını kaybetmiştir. Bunlardan 232.556 kişi birinci dünya savası esnasında yani 1914 ile 1918 arasında katledilmişlerdi. Ağustosta Yunan cephesinin çökmesinden 1924 baharına kadar ise çoğunluğu çocuk ve kadınların oluşturduğu 50.000 kişi daha katledilir. Bunlara mübadele sırasında yaşanan insan kayıpları dahil değildir. Mübadele işlemleri sırasında Türkiye’deki toplama kamplarında hayatını kaybedenlerin sayısı 200 bin olarak tahmin edilmektedir. G. Valavanis ise Pontos’un insan kaybının 1924 yılına kadar 353.000 olduğunu açıklamaktadır. Pontos ideali Birinci Büyük Savaş sonucunda oluşan reelpolitik ortamında ezilmiş. Galip devletlerin gözetiminde Pontos Jenocidi gerçekleştirilme koşulları hazırlanmıştır. kızılbaş - sayfa 27 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSİM 38’İN 1915’LE KOPMAZ BAĞLARI – 2 Hovsep Hayreni 1932’deki bir çalışmasında Hasan Reşit Tankut, “Bugün bile Dersim’de bir Dersimli kadar serbest ve mutlu yaşayan Ermeniler vardır,”diye yazmakta ve eklemekteydi: “Bunların akıllıları, hele ağzı söz yapanları Dersim’de Türk düşmanlığını güçlendirmektedir.” (H. R. Tankut, Zazalar Üzerine Sosyolojik Tetkikler, 2000, s. 79). 1938’de Dersim soykırımının hemen ertesi Kıği’de bir konuşma yapan General Abdullah Alpdoğan ise şöyle diyordu: “Daha önce Tunceli’ye yerleşen gizli Hristiyan Ermeniler vardı, bunlar adlarını değiştirmişler ve sanki Türkmüş gibi yaşamışlardı. Dersim isyanında bunların parmağı vardı. Bunlar her türlü anarşinin, kargaşanın, pisliğin içindeydi.” (aktaran Hüseyin Aygün, Dersim 38 ve Zorunlu İskân, 2009, s. 79). Esasen incelenirse, 1937’de Seyit Rıza’ları yargılayan mahkemenin iddianamesi ve dönemin başka belgeleri de yoğun olarak Dersimlilerin içlerindeki Ermeniler tarafından devlete karşı kışkırtıldıkları yolunda söylemlerle doludur. 1937’de Seyit Rıza’nın çadırında ele geçirildiği söylenen Ermenice inciller, haçlar ve başka eşyalar Ankara Emniyet müdürlüğünde “suç unsurları” gibi teşhir edildikten sonra gazetelerde “İşte din hokkabazı” manşetleriyle hakaretler yağdırılır. Dökümü yapılan şeyler Seyit Rıza’nın son zamana kadar korumaya devam ettiği Halvori Surp Garabet Manastırı’nın tarihsel değere sahip kültürel varlıklarıdır. Manastırın keşişi ve yakın köylerde yaşayan Mirakyanlı Ermeniler Seyid’in samimi dostlarıdır. Ordu Dersim harekatı sırasında bu tarihi manastırı topa tutar, keşişin oğlunu yakalayıp işkence eder, Seyid’in saklattığı eşyaları ele geçirir, manastırda bulunanları da onun hanesine yazarak teşhir ederler. Seyit Rıza ve arkadaşlarını yargılarken bölgedeki Ermenilerle her tür yakınlık ve ilişkilerini onların “hain Ermenilere alet oldukları” yönünde suçlama konusu yaparlar. Aradan 20 yıl geçmiş, devlet halen daha tehcirden geriye kalan Ermenilerin peşinde. Ve bu dinmek bilmeyen yok etme histerisi Dersim’in topyekün mahvedildiği süreçte Ermeni nüfusun belirgin olduğu Halvori, Zımek gibi yerleri çok özel hedeflemeyi ihmal etmiyor. Bu söylemler devletin tehcirden geride kalan Ermenileri bir ölçüde potansiyel tehlike olarak gördüğünü, fakat aynı zamanda bunu abartarak Dersim’i imha eylemine psikolojik dayanak yaptığını düşündürüyor. Yani sadece Dersimlileri “isyana kalkışmış” göstermek yetmiyor, 1915 ve sonrası yapılanları gerekçelendirmek için revaçta olmuş “hain Ermeni” imajını da yeniden ısıtıp öne sürmek gerekiyor, ki hem harekât sırasında askere ayrı bir gaddarlık motivasyonu olsun, hem de Türk kamuoyunun bu ikinci vahşi imhaya alkış tutması daha bir kolaylaşsın... 1915’de Dersim’e sığınan Ermenilerin bir kısmı burada yerli Ermenilere karışarak yaşamını sürdürür. Devlet denetiminin olduğu kasaba merkezlerinde açık kimliğiyle bilinen Ermeniler her yolla rahatsız edilerek göç ettirilir. Denetimin zayıf olduğu köylerde yaşayabilen Ermeniler de göze çarpmamak için Alevi kimliğine adapte olurlar. Ama o trajik süreçlere dair toplum hafızasını silmeye çalışan devlet kendi hafızasını oldukça diri tutmuş, herşeyi kaydetmiştir. Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun ifşa ettiği üzere devlet tam da Dersim’i imha etmeye hazırlandığı 1935-37 arasında özellikle bu bölgenin Alevi-Kürtleri içine karışan “Ermeni dönmeleri”ni ev ev tespit etmiş!.. Bu bilgiyi 1938’in tanıklarından Kırganlı bir yaşlının şu ifadesiyle birleştirin: “Esasta asker Dersim’den silah, vergi, askerlik ve Ermenileri istiyordu”!.. (M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, 1995, s. 232). Düşünebiliyor musunuz? 23 yıl arayla iki soykırım travmasını üst üste yaşayan Dersimli Ermeniler iki sürecin iç içe geçen halkasını oluşturur ve o bağı somutlaştırır. Ama aslında o bağ Ermenilerin kendilerinden ibaret değildir. Onların Dersim’de tutunmalarını sağlamış olan Kızılbaş Kürt halkı da iki süreç arasında köprü olmuştur. Ve hiç mübalağasız diyebiliriz ki, Dersim’in öyle muazzam yıkıma uğratılmasında başka şeylerin yanı sıra 1915’te Ermenilerin korunmasına duyulan hınç ve onun hesabını da görme dürtüsü önemli bir rol oynamıştır. Bunu söylemek Dersim’in kendi başına bir hedef olduğunu yadsımak anlamına gelmiyor. Dersim sorunu Osmanlı’dan beri vardı. Temelini de devletin İslami karakterine uymayan kendine has Kızılbaş kültürü ile özerk yaşama arzusu belirliyordu. Cumhuriyetin “laiklik” özenmesi Dersim’e düşmanca bakışın özünde bir şey değiştirmemişti. Kemalist yönetim bir türlü hizaya getiremediği ve “çıban başı” olarak nitelediği Dersim’i toptan imha yoluyla bitirmek için fırsat kolluyordu. Ermeni faktörü olmasa da kendi etnik-kültürel yapısı ve itaat etmeyen muhalif karakteriyle Dersimliler hedeflenecekti. Ama belki o taktirde imha eylemleri bu kadar şiddetli olmayabilirdi. Bu anlamda faturayı ağırlaştıran bir rol oynadığını söylemek mümkün. Dersim “özür”ünü dile getirdiği konuşmasının bir yerinde Başbakan Erdoğan da sözü 1915’e getirmiş, fakat bunu tam tersi anlamda fikirler vermek için yapmıştır: Dikkatle okuyalım: “Dersim’e yapılan operasyonlar bir isyanın bastırılması olarak zihinlerde ve vicdanlarda meşrulaştırılmaya çalı- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şılıyor. (...) Ama, ilk mecliste Dersim mebusu olarak bizzat Atatürk tarafından davet edilen Diyap Ağa’dan kimse bahsetmiyor. Dersim operasyonları sonucunda tutuklanan ve asılan Seyid Rıza’nın 1915 olayları sırasında işgalci ordulara karşı savaştığından, dönemin valisi tarafından da ‘din ve namusuyla bize hizmet etti’ denerek şereflendirildiğinden kimse bahsetmiyor.” (R. Tayyip Erdoğan, 23 Kasım 2011) Burada “1915 olayları”ndan bahisle verilen bilgi yanlış olduğu kadar gayet de haksız bir ima içermiştir. Birinci olarak Seyid Rıza “1915 olayları sırasında” Erdoğan’ın ima ettiği gibi Osmanlı devletinin yanında değil, onun soykırıma uğrattığı ve kaçanların Dersim’e sığındığı Ermeni halkının yanında olmuştur. İkinci olarak bütün savaş boyunca Dersimlilerin büyük bölümü gibi tarafsızlığını korumuş ve ortaya çıkan durumları esasen kendi halkının bağımsızlığı lehine değerlendirmek istemiştir. Üçüncü ve son olarak, 1915’de değil, ancak 1918 başlarında devlet tarafından kazanılarak kendi kuvvetleriyle Erzincan ve Erzurum üzerine yürütülmüş, fakat bu da “işgalci ordulara karşı” değil; Rus ordusunun çekildiği aşamada zayıf bir güçle kalan Ermenilerin temizlenmesine yönelik olmuştur. Yalnızca bu son durumda, önceki pozisyonunun aksine Osmanlı ordusuna yedeklenmiş olduğu doğrudur. Bu harekatın ayrıntılarını bilemiyoruz. Nuri Dersimi bazı Ovacık aşiretlerini yanına alan Seyit Rıza’nın 13 Şubat 1918’de Erzincan merkezini ele geçirdiğini, oradan da Deli Halit Paşa kuvvetleri ile birleşerek Erzurum’a yöneldiklerini ve şehri işgal ettikten sonra Bayburt tarafından gelen Kara Kazım Paşa’ya bırakarak Dersim’e döndüğünü belirtiyor. Nuri Dersimi’nin yazdıklarına bakılırsa Seyit Rıza Erzincan tarafında Kürtlerin can güvenliğinin tehlikede olduğuna dair abartılı söylentiler yoluyla kandırılarak bu harekâta yöneltilmiş. Ancak orada bir çok faktör var. Yakın zamanda Ekim Devrimi olmuş, Sovyet hükümeti savaştan çekilme kararı almış, Osmanlı hükümetiyle Erzincan Mütarekesini imzalamış, taraflarca ihlal edilmesi yasak bir güvenlik hattı oluşturulmuştur. O bölgeyi Türk Ermenistanı olarak tanıyan ve göçmen Ermenilerin yurtlarına dönüp savaş sonrası bir referandumla kendi kade- rini tayin etmesini öngören LeninStalin imzalı bir dekret sözkonusudur. Erzincan merkezli ve Kuzey Dersim’i kapsayan, Ermeni, Kürt, Türk temsilcilerden oluşan bir de Şûra Hükümeti kurulmuştur. Aynı süre içinde Ermeni komutanı Murad Paşa ile Dersim-Koçgiri liderlerinden Alişer arasında gelecek için ittifak arayışı da olur. Ancak bu çok hayati öneme sahip sürecin değerlendirilmesi karşılıklı güven ve anlayış eksikliği nedeniyle sürüncemede kalır. Nihayet Rus ordusunun çekilmesi gündeme gelince, Dersimliler artık çok zayıf olacak Ermeniler yerine kendi kaderlerini Osmanlı merkezi otoritesine bağlamayı tercih ederler. Bu arada Osmanlı paşalarının yaptığı bir çok manipülasyon ve özendirici vaadler de olmuş, sonuçta ikircikli olan Dersimlilerin bir kısmı kazanılmıştır. Aşiretlerin, liderlerin zaman zaman merkezi otoriteye karşı gelip, zaman zaman işbirliğini tercih etmeleri Dersim ve Koçgiri’de sıkça yaşanmış olgulardır. Çok bilinen bir anektoda göre, Seyit Rıza’nın kirvesi de olan Ermeni komutanı Bogos Paşa ağır yaralı olarak esir düştükten sonra son bir kez kendisini görmek istediğini söyler ve ona şu serzenişte bulunur; “Kirvem, Ben öleceğim ama yaralarımı göresin diye çağırmadım seni. Yüzüne karşı söylemek istediğim bir sözüm var; yanlış yaptın! Bize yapılanlar yarın siz Kürtlerin başına da gelecektir. Sözümü unutma, siz de sıranızı bekleyeceksiniz!” (Aktaran Recep Maraşlı, yazışma notları). Seyid Rıza’nın hayatındaki en büyük yanılgı ve sonradan büyük pişmanlık teşkil ettiğini tahmin edebileceğimiz bu durumun, tarihleri, olguları, hare- ket saiklerini karıştırma yoluyla bugünden geçmişe bakışta Seyid Rıza ve Dersimlileri Ermenilerin karşısına konumlandırmak için manipüle edilmesi de ayrı bir uyanıklık oluyor. Daha da vahimi Dersim’de yapılanlar için “bir isyanın bastırılması olarak zihinlerde ve vicdanlarda meşrulaştırılmaya çalışılıyor” eleştirisini çok doğru şekilde yapabilen Başbakan’ın, iş 1915’e gelince aynı vicdansız meşrulaştırmayı başkalarına da bırakmadan cansiperane üstlenmesidir. Burada çok kısa bir özeti verilen o süreç, devletin gözünde Dersim’i düşmanlaştıran olguların 1915’de Ermenileri barındırmaktan ibaret olmağını, bir ölçüde somut sonuçlara da ulaşmış bir siyasi işbirliğini kapsadığını gösterir. Devlet savaşın son aşamasında Seyid Rıza’yı yanına çekmeyi başarmış olsa da, onun sicilini daha babasının günlerinden dost ve kirve olduğu, 1915’de koruyup kolladığı, 1937 öncesi yine içiçe bulunduğu Ermenilerle karalamış, Kızılbaş kimliği ve genel siyasi duruşuyla da hiç bir zaman hoş görmediği için hakaretler ederek idama götürmüştür. Sonuç olarak her ikisi aynı zihniyetin, aynı geleneğin, yalnızca bir kuşak farkla aynı kadroların eseri olan, aralarında sadece öncü-artçı ilişkisi değil, kesişen fay hatları ve kurbanları itibariyle içiçelik de bulunan 1915 ile 1938, neresinden bakılırsa bakılsın, ya birlikte inkar, ya da birlikte mahkum edilmesi gereken ana-evlat olgulardır. 1938’in kısmi ikrarından sonra 1915’in şiddetle inkarı artık sürdürülebilir olmayan ahmakça bir direnmeden başka hiç bir şey ifade edemez. kızılbaş - sayfa 29 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Merdan Aleviler 11 Haziran 1967 Elbistan katliamı İçtoroslar’daki Hakikatçı- Alevilik akımının keskin dilli şairlerinden olan Aşık İbreti’ nin şiirleri yalnız kendisinin değil, hemşehrisi halk ozanı Nesimi Çimen’ in başına da bela açar. Nesimi, İzmir’deki bir konserde, İbreti’nin Ezelden şarab-ı aşk ile mestiz/ Yerimiz meyhane mescid gerekmez/ Sâki-i Kevser’den mest-i elestiz/ Kuran-ı nâtık var, sâmit gerekmez“ dizeleriyle başlayan deyişini okuyunca; konser yobazların saldırısına uğrar… Mevsim bahar. Günlerden pazar.Mahzuni Şerif, Osman Dağlı, Kul Ahmet ve beraberlerindeki diğer arkadaşlarıyla birlikte bir yazlık sinemada konser veriyor.Konser köylerden gelen yüzlerce kişi tarafından izleniyor.Bu konser sünniler tarafından halkı tahrik olarak yorumlanıyor.Mahzuni Şerif'in halk ozanlığının başlamasıyla birlikte toplumsal ve sosyal olaylara parmak basması Alevi toplumu düşüncesinde büyük dalgalanmalar yaratıyor ve hatta yer yer alevi olmayan kitlelerin bile beğenisini kazanıyordu. Elbistan halkından "şah diyenlerin dilini keserler" türünden bağnaz ve yobaz bazı sünnilerden kesimler Alevi-Kürtlerin etkinlik kazanmasından rahatsızdır.Bir diğer tahrik unsuruda Ozan Maksudi yani Osman Dağlı'dır. Kendi deyimiyle> Son kırk yılını bu uğurda verdiği aktif mücadele dolduran Osman Dağlı Afşin'in Ğunu köyündendir.Bu köyde yaşayan halkın büyük çoğunluğu Nakşibendidir. Nakşilere göre inşası tamamlanan camilerin minaresinin son taşı tarikatın en saygın ve geleceğine güvenle bakılan dini şahsiyeti tarafından konur.Osman Dağlı bu saygınlığa daha 17 yaşında iken,bizzat dönemin en ileri gelen Nakşibendi şeyhlerinden Sivas'lı Hulusi ve Osmaniyeli Hafız İbrahim tarafından ''Afşin'den bir güneş doğuyor her müslüman ona kulak vermelidir'' denmek suretiyle aday gösteriliyor ve minarenin son taşını koyma lütfuda gen yaşına rağmen ona veriliyor.Ancak Osman Dağlı'nın,bu tarihteki dini istismarı görüp sezinlemesi ve tereddüt etmeden cepheden karşı gelmesii sünni müslüman camianın şimşeklerini üzerine çekiyor.Afşin müftüsü Çakıroğlu Durdu ile Elbistan müftüsü Reşit İnanç'ın ''Osman Dağlı,dinsiz ve imansız bir komünisttir ve katli vaciptir'' yollu fetvalarından dolayı köyünü terketmek zorunda kalır.Bu insanların konserde bir araya gelmeleri bir tahrik unsuru olarak algılandı. Müslüman vatandaşlardan oluşan gözü dönmüş saldırganlar güruhu ''konserde tahrik vardır'' bahanesiyle gecenin bitiminden sonra Mahzuni Şerif ve arkadaşlarının bulunduğu otele saldırıp oteli içindekilerle birlikte ateşe vermek istedi.Halk mahzuni Şerif,Osman Dağlı ve arkadaşlarını yalnız bırakmadı onlara sahip çıkarak tertibi boşa çıkardı.Ama asıl tertipten kimsenin haberi yoktu.Ertesi gün yani pazartesi günü Elbistan'da pazarın kurulduğu gündür. Köylerden insanlar ihtiyaçlarını karşılamak için şehre gelirler. Onları hiç hesapta olmayan bir saldırı beklemektedir.Esas olarak Elbistanın yobaz Yukarı Yapalak köyünden getirilen saldırganların çektiği grup, ellerinde Türk bayrakları ve sopalarla ''beşinci mezhep kalktı dinsizlere ve komünistlere ölüm'' diyerek,ihtiyaçlarını karşılamak için şehre gelen insanlara rastgele saldırmaya başladı.Bu saldırının kurbanları esas olarak dış görünüşleri itibariyle alevi olduklarına kanaat getirilen insanlar oldu.Bu insanlar saç ve sakallarından tutularak yerlerde sürükleniyor, sakalları ve bıyıkları yolunuyordu. Daha önce alevilere ait olarak belirlenen işyerleride tahrip ediliyordu.Bu olayın darbesinden bir türlü kurtulamayan Afşin'in Kaşanlı köyünden mahalli ozan Cafto Hüseyin bir süre sonra hayatını kaybetti. Devletin kolluk görevlileri elbetteki alevilere yönelik saldırılardaki geleneksel tavrını takınarak olaylara seyirci kalıyordu. Halkımız bir kere daha tahrik edilmişti.Senaryo tamamdı. Bütün bu hedef saptırmalara rağmen olayın baş tertipçisinin dönemin Elbistan cumhuriyet savcısı olduğu anlaşıldı. Mehmet Bayrak'ın Makalesi: Oysa, 1967’de Maraş’ın Elbistan kazasında gerçekleşen bu katliam girişimi, 1937/38 Dersim Katliamından sonraki en önemli olaydı. En önemli olay olmasının yanında, 1978’de Maraş merkezde gerçekleştirilen büyük katliamla diğer Alevi katliamlarının da adeta habercisi niteliğindeydi. 1960 Sonrası Düşünsel Açılım Dersim katliamıyla birlikte (1938) Batı bölgelerine vukubulan büyük sürgünün ardından, Alevi toplumunun büyük şehirlere dirlik amaçlı göçü 1950’li yıllarda başlar. Bu dönemde tarımın önemli ölçüde motorize olmasıyla birlikte insan gücüne ihtiyaç azalmış ve insanlar yeni dirlik kapıları bulmak üzere büyük şehirlere göçmeye başlamışlardı. Bu süreç 1960’lı yıllarda daha da hızlanmış ve büyük şehirlere göçen bu insanlar kapıcılık, odacılık, bekçilik, çöpçülük ve benzeri işlerde çalışarak geçimlerini çıkarmaya çalışıyorlardı. Büyük şehirlere göçen bu Alevi toplulukları içinde kuşkusuz halk ozanları da bulunuyordu. Daha önce köylerinde yaşayan ve köyler-kentler arasında gezgin bir yaşam sürdüren bu âşıklar da, büyük kent varoşlarına yerleşiyor ve sanatlarını buraya taşıyorlardı.Bu süreçte ikili bir gelişme yaşanıyordu. Türkiye İşçi Partisi’nin örgütlenmesiyle birlikte, aydın kesimler Alevi toplumuyla doğrudan iletişime girerken; sözkonusu âşıklar da kendilerini bu örgütlenmenin içinde buluyorlardı. Bu bir bakıma doğal bir akıştı; çünkü Alevi ozanlar kendilerini bu Partinin söyleminde buluyor, sözkonusu Parti de bu ozanların sazı-sözü üzerinden kitleye ulaşmaya çalışıyordu. Bu ozanlardan yararlanmaya çalışan bir kesim de, 1960 Askeri yöneticileriydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, başta Aşık Veysel olmak üzere kimi ozanları bizzat kabul edip kazanmaya çalışırken; Askeri yönetimin ideologları da, kırsal kesimden şehre taşınan halk ozanlarının ana dillerinde şiir söylemeyi bırakarak, mahalli ezgilerle kızılbaş - sayfa 30 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve Türkçe söylemelerini özendirmeye çalışıyorlardı. (Buna ilişkin çalışmalar, Ecevit’in kasasından çıkan gizli raporlarda da ifadesini buluyordu.MB). Aşık Veysel’in görevlendirilmesiyle Köy Enstitüleri’nde başlayan, okullarda Alevi türkü ve deyişleri okuma geleneği, giderek üniversitelere de yansıyordu. Sözgelimi, dedem Haydar Baba (Haydar Bayrak), 1959 yılında dönemin, halk edebiyatına ilgi duyan Erdoğan Alkan gibi öğrencileleri tarafından Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne götürülüp, Alevi deyişleri konseri verdiriliyordu.Bu dönemler, Alevi deyişlerinin radyolarda okunmasının henüz yasak olduğu dönemlerdir. Hiç unutmam Ali Ekber Çiçek, ünlü „Haydar, Haydar“ redifli deyişini , Muzaffer Sarısözen’in özel izniyle ilk kez 1961’de İstanbul Radyosu’nda okuyabildiğini söylemişti. Bu tikel olaylar, özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin yarattığı düşünsel açılım dolayısıyla güçlü bir akım haline geliyor ve siyasal-toplumsal mücadelenin vazgeçilmez bir versiyonuna dönüşüyordu. Artık TİP’in kitlesel eylemlerinin vazgeçilmez figürlerinden biri konumundadır halk ozanları. Bu yeni politikada, ozanlar, söylemlerini dinsel motiflerle süslüyor ve Aleviliği sosyalizmle emiştiriyorlardı. Bu arada, TİP’in kuruluşuna paralel olarak, Ankara’da 1962 yılında Cumhuriyet gazetesi yazarlarından gazeteci Fikret Otyam, Hacıbektaşlı yayıncı Sefer Aytekin, Malatyalı avukat Cemal Özbey, Elbistanlı hakikatçı halk aydınlarından Halil Öztoprak, Sarızlı hakikatçı halk aydını Hasan Altun’ un yardımıyla Devrimci Halk Ozanları Derneği adıyla bir dernek de kurulur. Dernek başkanlığına Afşinli halk ozanı Osman Dağlı getirilir. Kurucuların ve üyelerin hemen tamamı TİP üyesidir. Derneğin ilk eylemi, yurdun çeşitli yörelerinden gelen 36 halk ozanıyla Ulus’tan Anıtkabir’e kadar bir yürüyüş düzenlemektir. Yürüyüşün bitiminde, iki yakın dost- ozan Aşık Mahzuni ile Osman Dağlı, halk ozanları adına Anıtkabir’e çelenk koyarlar.Aynı günün akşamı, yüzlerce yıldan sonra Ankara’da ilk kez Pir Sultan’ı Anma Gecesi düzenlenir ve bunu Ehlibeyt Geceleri ile Halk Ozanları Konserleri izler. (Bkz. Osman Dağlı/ Ozan Maksudi: Ara Beni/ Kırk Yıllık Hasret Bitti, Alternatif Sanat yay. Ank. 2004,s. 5) Afşin’in Hunu köyünden Sünni kö- kenli Osman Dağlı, daha yedi yaşında okula ve Kuran kursuna başlar. Bu arada, yakınlarının etkisiyle Nakşibendi tarikatınagirer. 11 yaşında şiir yazmaya başlar, ancak bunları ortaya çıkaramaz. Çünkü içinde bulunduğu ortamda şiir yazmak ayıplanmakta ve horlanmaktadır. Bu durum yıllarca böyle devam eder. 17 yaşında Cami ve Minare Yaptırma Derneği başkanlığına getirilir. 26-27 yaşına geldiğinde yörenin meşhur söz ve saz ustalarından Kul Hasan ve Kör Hüseyin gibi halk ozanlarıyla tanışınca,yeni tarikatı olan Süleymancılık’tan ayrılarak, tümüyle kendini şiire verir. 1956 yılındaysa, yine yörenin ozanlarından Aşık Kul Ahmet’le ve Anadolu’nun yanısıra birçok bölge ülkesini dolaşmış olan gezgin ozan Davut Sulari ile tanışır. Bu tarihten sonra Haydar Aladeli ve kardeşi Mahrumi’ nin yanısıra Şerif Cırık (Aşık Mahzuni) ile tanışır. Mahzuni’nin babası kendisine Maksudi, Şerif’e ise Mahzuni mahlasını verir. Maksudi, bu tarihten sonra Afe Ana gibi hakikatçı kadın şairlerle de tanışır ve tümüyle Alevi şiirine yönelir. Durumu içine sindiremeyen yöredeki 38 kişilik bir Nakşibendi tarikati grubu, Osman Dağlı’yı hedef alan ve yeren bir şiiri destanlaştırıp bütün Çukurova bölgesine yayarlar. Destan, tarikatin lideri durumundaki Hulusi tarafından yazılır ve altına da Nezir Hoca’ nın imzasını koyarlar. Bu çelişki, Elbistan olaylarına giden yolun bir ayağını oluşturur. Bu destanla, Maksudi’ nin buna verdiği cevap, aynı zamanda iki felsefenin bakış açısını da ortaya koyar. Osman Dağlı (Maksudi) aleyhine olan destan şöyledir: miyet Hakk dini oluyor. MB) Hele dikkat eyle yaptığın işe İmanı kalbinden men ettin Osman Nefsi emareyi geçirdin başa İblis’in dediğin sen ettin Osman Kur’an-ı Natık’tan aldım mayamı Hakktır hak görmüşüm ulu davamı Sende görür göz yok benim hayamı Ademe kör bakan göz değil softa ***(Maksudi, Şeytan’a uymakla suçlanıyor. MB) *(Sebebi neydi de Hakk dinin yıktın diyor) Dine gücüm yetmez o Muhammed’in Yıkıldı gidenler kurtarsın kendin Sekizyüz haneye şirk sokan sensin Hidayet direği buz değil softa *(Diyor ki, hocayla dedeyi bir mi görürsün) Dedem Safiyullah Muhammed Ali Kaç Hocayı övmüş Kur’an’ın yolu Ancak Rabbi’l-aziz soracak kulu Şefaat kâmili siz değil softa Bilmem nerden aldın sen bu mayayı Ortaya çıkardın bâtıl davayı (Alevilik bâtıl sayılıyor. MB) Hani n’ettin iman ile hayayı Küfürü âleme şan ettin Osman ***(Alevilik, küfür olarak nitelendiriliyor. MB) Sebebi neydi Hakk dinini yıktın (İsla- Kök atmış fidanı yerinden söktün (Genç bir din adamıydın, deniyor. MB) Sekizyüz haneye küfürü soktun(Hunu/ Arıtaş beldesine. MB) Hidayet yolunu son ettin Osman Hocayla Dedeyi bir mi görürsün Kur’an’ın emrine yan mı durursun Hakk’ın huzuruna nasıl varırsın Her halde Mevla’ya kin ettin Osman Ehl-i küfür ile konup göçersin (Küfür ehli= Aleviler. MB) Meclis sofrasından demler içersin Huzur-u Mahşerde nere kaçarsın (Öte dünyada, mahşer günü. MB) Herhalde Mevla’ya kin ettin Osman Şeytan’ın atına bin ettin Osman (Şeytanın atına bindin. MB) Tapıyorsun Şerif ile Hasan’a (Mahzuni Şerif, Kul Hasan. MB) Bunlar kimdir yakışır mı hiç sana Sır diyorlar, sır neyise desene Cismi olmayanı can ettin Osman Sözlerimin cevabını beklerim İnşallah aslı yok seni yoklarım Sırrı haktır derununda saklarım Elifi âlemde sin ettin Osman Şimdi de Osman Dağlı’nın (Ozan Maksudi), bu zihniyete verdiği cevabı birlikte izleyelim: Hele dikkat eyle yaptığın işe Dikkat edilmeden yapılmaz bir iş İptida bu sözün söz değil softa Alemden evvela nefsine giriş *( Diyor ki; bilmem nerden aldın sen bu mayayı) kızılbaş - sayfa 31 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 *(Diyor ki; ehl-i küfür ile konup göçersin) Ehl-i küfür değil, Hakk’ın kulları Kokla kendi kendin necisten farı Musa da kendine taktı yuları İnsan güruh-u Hakk, yoz değil softa *(Diyor ki; Hasan’a) tapıyorsun Şerif ile Hasan arkadaşım, Şerif kardeşim Muhammed sevdiğim, Ali’m güneşim Sırrım Ehlibeyt sevmektir işim Can cisme revadır, toz değil softa *(Diyor ki; sözlerimin cevabını beklerim) Sana cevabımdır insanca yaşa Derunundaki sır hakk değilmiş haşa Kıblesiz çöktüğün diz değil softa Osman Dağlı’m sevmek bahrine dalan Hasan’la Hüseyin söylemez yalan Dostum var Şerif gibi saz çalan Telinin feryadı saz değil softa Burada adı geçen Aşık Kul Hasan da, Malatya, Adana, İskenderun, Antalya, Çorum gibi birçok yöreyi gezdikten sonra 1963’te Ankara’ya gittiğini ve burada Mehmet Ali Aybar, Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi aydınların yanısıra Mahzuni, İhsani, Aşık Veysel, Davut Sulari, İsmail Daimi gibi halk ozanlarıyla tanıştığını ve burada ilk kez düzenlenen Aşıklar Şenliği’ ne katıldığını bildirir (Bkz.Aşık Kul Hasan:Yirminci Yüzyılın İnsanlarıyız, Alev yay. İst. 2004, s. 138) Ozan Kul Hasan, aslen Sarız/ Kırkısraklı olup, Elbistan olayları sırasında Elbistan’da yaşamakta olan Aşık İbreti’ nin de, düşüncelerinden ve şiirlerinden dolayı yörede boy hedefi haline geldiğini ; Elbistan olaylarıyla ilgili kimi şiirlerini Cumhuriyet gazetesinde yayımladığını ve 1971’de tutuklanarak, işkenceden geçirildiğini de bildirir. İçtoroslar’daki Hakikatçı-Alevilik akımının keskin dilli şairlerinden olan Aşık İbreti’ nin şiirleri yalnız kendisinin değil, hemşehrisi halk ozanı Nesimi Çimen’ in başına da bela açar. Nesimi, İzmir’deki bir konserde, İbreti’nin„ Ezelden şarab-ı aşk ile mestiz/ Yerimiz meyhane mescid gerekmez/ Sâki-i Kevser’den mest-i elestiz/ Kuran-ı nâtık var, sâmit gerekmez“ dizeleriyle başlayan deyişini okuyunca; konser yobazların saldırısına uğrar… Yine aynı yörenin Hakikatçı ozanlarından Aşık Kul Ahmet de, bölgede fanatik unsurların boy hedefi halindedir. Nitekim, Osman Dağlı ve Aşık Mahzuni ile birlikte 1967’de Elbistan’da düzenledikleri konserde, - başka bazı ozanların da sahip çıktığı- „Bir şah olsam hükmeylesem cihana/ Başta haksızlığı yıkar giderdim/ Okullar yapardım bütün insana/ Cehaleti kökten yakar giderdim“ dizeleriyle başlayan ünlü türküsünü okuduğunda; hemen tutuklanır. Daha önce Osman Dağlı olayında anlatıldığı gibi, 1967’de Elbistan’da fotoğrafçılık yapan Aşık İbreti de, düşünce ve sözleriyle yöredeki fanatik unsurların şimşeklerini çekmektedir. Nitekim, bir Alevi Konseri’ni bahane ederek 1967’de patlak veren olaylardan Aşık İbreti de nasibini alır. Dükkanı tahrip edilir ve kendisi canını zor kurtarır. Olaylardan sonra yeniden Sarız’a döner. Olay öncesinde, gerek Sarız’da gerekse Afşin ve Elbistan’da softa Müslümanlarla yoğun bir tartışma ve hesaplaşma içindedir İbreti. Nitekim, Maraş’ın Afşin kazasının Alemdar köyünden Aşık Hamit isminde bir softa, içinde şu dizelerin bulunduğu bir şiirle onu hesaplaşmaya çağırır: Böyle midir Müslüman’ın usulü Ağzınızda bıyığınız basılı Hazret-i Ali etmedi mi gusulü Gelin imtihana bilenleriniz Kitabınız yoktur şeytan piriniz Hep murdardır ufağınız iriniz Gayya deresidir sizin yeriniz Daha inat eder kalanlarınız Kul Hamit’im der ki elhamdülillah Şeriksiz nazirsiz ol yüce Allah Din Muhammed dini, yok başka Allah Dört mezhepten hariç planlarınız Aşık İbreti, bir destan-şiirle Aşık Hamit’in şahsında bu zihniyette olanlara seslenir ve bu anlayışı değişik boyutlarıyla irdeleyerek mahkum eder. Şiirde tam bir filozofik hesaplaşma sözkonusudur. Bazı dörtlüklerini birlikte izliyoruz: Hangi peygamberden kaldı bu usül Hangi âyet bunun hakkında nâzil Sünnet; sakal, bıyık kesmek mi gâfil Bu mu Müslümanlık işaretiniz? Suya güvenerek kalmayız murdar Marifet denilen bir çeşmemiz var Onda yıkananlar vâkıf-ı esrâr Hep onunla kâim teharetimiz (…) Siz cennete âşık, biz de cemale Acep bundan kimler erer kemâle Hûri, gılman için çekmeyiz çile Sizin onlar için hep taatiniz Men-aref remzinden dersimiz aldık Dört kitap ilmini bir nokta bildik Câmi-i vücutta namazı kıldık Beş değil dembedem ibadetimiz (…) Ayrı-gayrı değil, kulda sırrı var Mümin olan bunu edemez inkâr Haktan gayrı nesne görmeyiz zinhar Bu mu göze çarpan kabahatimiz Ali öldü dersin, mezarı nerde Kendisi tabutu gömdüğü yerde Bunu bilmek kısmet olmaz her ferde İşte bu yüzdendir hakaretiniz Ali’nin kudreti edilmez tarif Nice sırları var akla muhalif Yeni midir adâvete tesadüf Yoksa ezelden mi bu âdetiniz Davut çalmadı mı udu, tamburu Ona ermedi mi hidayet nuru Musiki çalmanın var mı kusuru Nedir taş atmaktan ticaretiniz (…) Kürsüde va’zeder, gözü bakar kör Kendini hoş görür, özgede kusur Bunlar Rafızi der, hem dahi kâfir Nedir bu zümreye adâvetiniz (…) Vâiz pendi etmez asla bize kâr Bizlere malumdur yâr ile ağyar Müstakim adlî bir tarîkimiz var O yoldandır Hakk’a karabetimiz Zencefil zina yok, bizden dilin çek Evlâdımız tâhir, *** değil bîşek Hak emri üzere süreriz sürek Yoktur böyle bâtıl bir âdetimiz (…) İbretî fâriğ ol, uyma cahile Nasihatin hiçe gider nâfile Hüner odur kişi kendini bile Ondan belli olur maharetimiz (Aşık İbreti: İlme Değer Verdim, Can yay.İst. 1996) kızılbaş - sayfa 32 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ALEVİ ÇALIŞTAYINA SUNULAN RAPOR DOSTLAR! Aleviler ve toplumsal mücadeleyi iki ana başlık altında irdelemekte yarar vardır. 1- TOPLUMSAL MÜCADELEDE SİYASİ KURUMLARA GÜVENSİZLİK 2- SİYASI KURUMALRIN ALEVİLERE İLGİSİZLİĞİ 1- Aleviler insanlık tarihi sürecinde tüm sömürü sistemlerinin baş hedefi olmuştur. Tüm sınıflı toplumlarda, devletlerin ve iktidarların inkar ve imha politikalarıyla yüz yüze kalmışlardır. Bu yüzden asırlarca kapalı toplum biçiminde varlıklarını sürdürme çabasına düşmüşlerdir. Yalnızlığa itilmişler ve her dönem yok sayılmışlardır. Aleviler temel felsefe olarak 72 millete bir gözle baktıkları ve “İNSAN” ı temel aldıkları için, bölgesel etkinlik politikası izlemeyi ve ya bir bölgede Aleviler adına siyasi etkinlik ya da diğer kesimler üzerinde bir baskı aracı oluşturmayı, kaba iktidar mücadelesi veren örgütsel siyasal yapılanmayı uygun görmemişlerdir. Yakın tarihimizde Alevilik adına kurulan “Birlik Partisi, Barış Partisi” gibi yapılanmaların başarısızlığı da buna örnek verilebilir. Pir Sultan’ın “BOZUK DÜZENDE SAĞLAM ÇARK OLMAZ” özdeyişi bu duruma uyan çok anlamlı bir sözdür. Aleviler, salt kendilerini kurtarmak için değil, tüm mazlum halkları ve tüm CAN’ları bu sömürü sisteminden kurtarmayı ön görürler. Her dönem ve her yerde Sosyalist mücadeleye yatkınlıkları bu noktada ele alınmalıdır. Bu yüzden bozuk düzenin çarklarını tek, tek onarmayı doğru bulmazlar. Top yekun değiştirmeyi esas alırlar. Ancak, bireysel-grupsal ve sınıfsal birçok kesimin kısa vadeli çıkar hesapları yüzünden toplumsal geleceği görmezden gelmeleri doğru bir iletişim ve yapılanmanın yolunu tıkamıştır. Ayrıca boş durmayan sistem de bu tür zaafları iyi kullanarak, inkar imha ve karalama politikalarıyla Alevilerin dağınık, örgütsüz ve bölük, pörçük kal- SÜLEYMAN DEPR EM malarını sağlama da fazla zorlanmamıştır. Öyle ki; Aleviliği tarihsel, inançsal ve kültürel yapısı içinde, felsefi anlamda ilke ve esasları yönünden incelemek, irdelemek ve uygulamak varken; ya ulusal kimlikler üzerinden ya da dinsel ve ya mezhepler üzerinden bir yerlere yedekleme, monte etme gayretleri gösterilmektedir. Bu durumda Alevilerin yapması gereken; kendi ilke ve esaslarını yeniden Çağdaş yaşama uygun güncelleyip, ORTAK YAŞAM, HALKLARIN KARDEŞLİĞİ ilkelerini, Barış Kardeşlik ve “KAMİL İNSAN” anlayışını tüm kesimlere anlaşılır bir şekilde aktarmaları ve kendi aralarında “CAN BİRLİĞİ” ni yaratmak olmalıdır. Bu anlamda demokratik zeminde sevindirici örgütlenme çabaları varsa da, ilkesel birlik doğrultusunda, ortak kitlesel “Alevi inisiyatifi” yaratılmış değildir. Bu durum Aleviler açısından hızla aşılması gereken bir sorundur. Bu ortak inisiyatif, özellikle iktidar partisinin, son günlerde geliştirdiği (ABD destekli) gerici İslam projesi ile Suriye üzerinden geliştirdiği Alevi düşmanı politikalarının ve saldırganlığının göğüslenmesi ve engellenmesi için ertelenemez bir zorunluluktur. SİYASİ KURUMLARIN ALEVİLERE İLGİSİZLİĞİ Özellikle T.C. nin kuruluşunda, İttihat Terakki ve Cumhuriyet Halk Fırkasının çeşitli oyunlar ve vaatlerle Alevilerin ve Kürtlerin desteği alınmış fakat, Cumhuriyet kurulduktan sonra ne Kürtlere ne de Alevilere hiçbir hak tanınmamıştır. Tanınmadığı gibi büyük bir imha hareketi geliştirilmiş, “Tekke ve zaviyeler yasası” ile Aleviler iyice dışlanmıştır. Ardından “Dersim Kanunu” ve “Dersim Tertelesi” ile başlayan, günümüze kadar devam eden MARAŞ-ÇORUM-SİVAS-GAZİ gibi katliamlar ve her on yılda bir faşist darbelerle tüm halklara ve azınlıklara olduğu gibi, Alevilere yaşam hakkı tanınmamıştır. Kendi yaşam alanların koparılıp iç ve dış sürgünlere tabii tutulmuşlar, resmi mezhep olan Sünniliğe yedeklenmeye zorlanmışlardır. O günden bu yana dayatılan Tek DinTek Millet-Tek Dil-Tek Mezhep politikası tüm vahşetiyle günümüze kadar süregelmiştir. Bu “Tekçi” devlet politikasına karşı geliştirilen muhalefet hareketleri, belirli dönemlerde kitlesel boyut kazanmışsa da, sistem içi politikalarıyla ve Kemalizm den kurtulamayan yapılarıyla her darbe sonunda yenilmişler ve sistem için e çekilmiş, işlevsizleştirilmişlerdir. Türkiye de kurulan cumhuriyet rejimiyle birlikte, devlet sistemini tekçilik üzerine kurdu. Bütün mücadelesini, Türk-Sünni-Erkek egemen sistemini yerleştirmek üzerine kurdu. O kadar ki Türkiye de sosyalist mücadele yürüten kadrolar büyük ölçüde bunu içselleştirdi. Sosyalist mücadele adeta Kemalizm in kuyrukçusu konumuna düştü. 1950ler den itibaren gelişen yükselen,60 lar dan itibaren kitleselleşen devrimci sosyalist harekette yer alan kadroların yüzde seksenini Kürt ve Alevi kadrolar oluşturduğu halde bu görülmedi. Kemalizm e yakın duran Türk sol kadrolarının bunu görmezden gelmesi, Kürt ve Alevi devrimcilerinin bile kendilerini yok sayması yanında anlaşılabilir kaldı. Bu yok sayma sonucu Sosyalizm gelecek, Kürtlük-Türklük - Sünnilik – Alevilik kalmayacak gibi uçuk, oportünist değerlendirmelerle Sosyalizm düşüncesi Türk-Sünni- Tekçi ideolojinin yerleştirilmesine malzeme yapıldı. Aleviler günümüze kadar kendilerine has bir “Alevi örgütlenmesiyle” değil, işlevsiz “Demokrasi ve Özgürlük” proğramı ile ortaya çıkan bu tür siyasi kurumlardan medet ummuşlardır. T.C. nin kuruluşundan bu yana, özel- kızılbaş - sayfa 33 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 likle CHP yi bu mantıkla sahiplenmişler, iktidara dönem, dönem taşımışlardır. Yine tüm diğer muhalif sol örgütlerin meşru ve yasal zemininde aktif ve kitlesel bir şekilde yer almışlar, hiçbir devrimci-ilerici-çağdaş gelişime ve örgütlenmeye duyarsız kalmamışlardır. Ancak; Aleviler bunu yaparken, Alevi kimlikleriyle, kültürel ve inançsal felsefi yapılarıyla değil, sadece bireysel devrimci kimlikleriyle bu tür yapılara katılmışlardır. Tüm muhalif siyasi kurumlar da, “Devrimi yaparsak, İktidarı alırsak herkes özgür olacaktır” kaba sol söylemi dışında, Alevilerin gelecek toplumsal yapılanmada Kültürel-Felsefiinançsal statü anlamında nerede nasıl yer alacakları konusunda proğramatik bir açılım ve belirleme yer almamıştır. Günümüzde bile hiçbir siyasi kurumun proğramında bu tür bir belirleme bulunmamaktadır. BDP nin, Biz Alevilere yönelik Bu günkü çağrısını ve diyaloğ girişimini gecikmiş olmakla beraber çok olumlu bir hamle olarak değerlendiriyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi Parti bünyesinde Alevilerin kendilerini İnançlarıyla, kültürleriyle ve tüm özgün yapıları ile kendilerini ifade edebilecekleri bir dahili yapılanmanın(detayları Parti içinde ki Alevi Kadroları ile dışındaki duyarlı yol önderleri-Kurum temsilciler ile birlikte belirlenerek) oluşturulması, geleceğin özgür toplumunu birlikte yaratma gücünü daha da geliştirecektir. SAYGILARIML BDP Barış ve Demokrasi Partisi ile yaptığımız söyleşiyi KIZILBAŞ DERGİSİ sayı 17 de yayınlanacak "Biz Alevilik Dersi İstemedik ki" Yeni müfredat taslağına Alevilik seçmeli dersinin getirilmesine Alevi derneklerinden tepki geldi. Kenanoğlu ve Özel, Alevilerle ilgili kararlarda kendilerine danışılmadığını ve devletin belirlediği bir Alevilik dersi talepleri olmadığını söyledi. Nilay VARDAR nilay@bianet.org İstanbul - BİA Haber Merkezi Milli Eğitim Bakanlığı'nın, 4+4+4 eğitim sistemini hayata geçirecek taslağa göre, seçmeli dersler içinde "Din, Ahlak ve Değerler" grubunda isteğe bağlı olarak İslam, Hıristiyanlık, Musevilik ve Alevilik dersi verilecek. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Selahattin Özel ve Hubyar Sultan Alevi Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu "Biz Alevilik dersi istemedik ki; ayrıca bu dersi kim verecek, içeriğini kim belirleyecek" diyor. "Bize kimse bir şey sormadı" Ali Kenanoğlu, Alevilik seçmeli dersinin yeni müfredatta öngörüldüğünü basında çıkan haberlerden öğrendiğini bunun da aslında hükümetin Alevilerle ilgili kararlarda Alevileri ne kadar muhatap aldığının göstergesi olduğunu söyledi. "Alevilerin kendileriyle ilgili konularda söz söyleme ve kararda belirleyici olma hakkı yok. Hükümet bizim adımıza neyin doğru olduğuna ve nasıl yapılması gerektiğine kendi karar veriyor." Kenanoğlu, Alevilerin okullarda din eğitimi verilmesine karşı olduğunu ailelerin çocukları kendi inançları doğrultusunda o inancın ibadethanelerinde eğitim sağlayabileceğini, Aleviler için de buranın Cemevi olduğunu belirtti. Taslağa göre, dersleri Alevi öğretmenlerin vereceği ve içeriğini Alevi dedelerin belirleyeceği öngörülüyor. "Dersleri cemaatin 'yarattığı' Aleviler mi verecek?" "Bu dersi kimler verecek" diye soran Kenanoğlu şöyle devam etti: "Geçmişte de olduğu gibi hükümet kendi Alevilik bakışına uygun gördüğü 'Alevi dedeleri'yle bu süreci yönetecek. Peki bu dedeler ve onların Alevilik anlayışı kamuoyunda kabul görüyor mu?" "Şu anda Gülen cemaatinin destelediği ancak Alevilerin kabullenmediği 'yaratılmış Alevi örgütleri' var. Süreç bu örgütlerle mi yürüyecek; çok büyük endişelerimiz var. Bu, iç asimilasyon çalışması gibi duruyor." "Cemevini yasalaştırma, dersini ver, ne çelişki" Selahattin Özel de kendilerine hiçbir şekilde danışılmadığını ve Alevilik dersi talepleri olmadığını söyledi. "Türkiye'de din dersi altında İslam'ın bir mezhebi veriliyor ve buna mecbur tutuluyor. Yeni sistemde de bu devam ettirilecek. Biz AİHM'de kazandığımız davada zorunlu din dersinin kalkmasını istedik. "Talebimiz net, okulda din dersi kalksın. Din dersi felsefe dersi içinde tüm dinleri kapsayacak şekilde verilmeli. Şimdi sanki bir gönül alma gibi Alevilik dersi verilecek deniyor. Bize danışan yok. Bu dersleri kim verecek? Aleviliğin ne olduğunu devletin kurumu mu tanımlayacak, doğru tanımlasa dahi usulen bu yanlış. "Bizim Alevilik dersi konsun diye bir talebimiz yok ki. Alevilik inancını yok sayıp Cemevini yasallaştırma ama dersini vermeye çalış böyle bir çelişki olabilir mi? Biz Diyanet'in de kaldırılmasını istiyoruz; Diyanet bugün cami açtığı gibi Cemevi açmak istese buna da karşı çıkarız. Devlet hakim değil, hakem olmalı." (NV) kızılbaş - sayfa 34 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ‘Tapınağımızı politik malzeme yapmayın’ Stockholm’de açılan dünyanın ilk Kürt Zerdüşt Tapınağı’nın lideri Hawazy, Gülen Cemaati ve AKP yanlısı gazetelerin konuyu karalamasına tepki gösterdi. Hawazy, „bu olayın politik bir malzeme olarak kullanılması basın etiğiyle bağdaşmaz“ dedi. Hawazy’nin şu sözleri insanın gücü ve misyonunu çok çarpıcı bir şekilde yansıtıyor: „Bizim bu dünyadaki rolümüz dünyayı kademeli olarak cennete dönüştürmektir. Bu şekilde bir cennette yaşayacağız ve öldüğümüzde de cennete gideceğiz.“ İsveç’in başkenti Stockholm’de 9 Şubat günü dünyanın ilk Kürt Zerdüşt Tapınağı’nın açılışı yapıldı. Ancak bu açılış Gülen Cemaati ve AKP’ye yandaşlığı ile bilenen gazetelerde çok farklı şekilde çarpıtılmıştı. Dini lider Andaz Hawazy, ölümden sonra bir cennetin olduğuna inandığını da sözlerine ekliyor. „PKK Stockholm’de Zerdüşt tapınağı açtı“ şeklinde verilen haberler konusunda konuşan tapınağın dini lideri Andaz Hawazy, „Böylesi haberlerin yapılması ve bu olayın politik bir malzeme olarak kullanılması basın etiğiyle bağdaşmaz. Bu, Zerdüştlük hakkında basın ve aydınların konu hakkında bilgisizliğini gösteriyor“ dedi. 1300 yıl sonra açılan ilk Kürt Zerdüşt Tapınağı’nın dini lideri Hawazy, Zerdüştlük ve tapınakla ilgili gazetemize konuştu. Neden böyle bir tapınak açma gereği duydunuz sorusuna Hawazy, „Zerdüştülerin sayısı 1500’ü geçti. Toplanıp dini vecibelerimizi yerine getireceğimiz bir yerin bulunması için Zerdüştilerden gelen talep üzerine Stockholm’de bir Parastge (tapınak) açmayı kararlaştırdık“ şeklinde cevapladı. Zerdüştlük bir felsefedir Zerdüştlüğün bir felsefe olduğunu söyleyen dini lider Andaz Hawazy, diğer dinlerle farklılıklarını şu şekilde anlattı: „İki tür din var. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık peygamberleri olan dinlerdir. Bir de felsefi dünya görüşleri olan Budizm, Zerdüşlük, Taoizm, Konfüçyanizm gibi dinler var. Zerdüşlüğün temelini her zaman düşünceyi geliştirmek oluşturur. Düşünceleri, kötüye değil, iyiye ve güzele doğru geliştirmeyi amaçlar. Düşünceleri olumlu bir yönde geliştirmeyi önerir. Daha sonra bu düşünceler güzel ve iyi konuşmalara ve davranışlara dönüştürülür. Böylelikle insanlar güzel ve iyi şeyler üretmiş olurlar. Biz yara- Dünyada cennet danın, evreni bir yasaya göre biçimlendirdiğine inanırız. Bu yasanın adı Aşa yasadır ve bu yasa gezegenimizin ve dünyanın her tarafında geçerlidir. Bu yasa iki büyük güçten, eksi ve artıdan oluşur. Bu güç tüm maddelerde ve hatta maddelerin dışında vardır. Bunların etkilenmesi sayesinde yeni bir şey üretilir. İnsan düşüncesi söz konusu olduğunda da bu yasa geçerlidir. Eksi ve artıların birbirini etkilemesi sonucu bir düşünce oluşur. Bu iyi veya kötü bir düşünce olabilir. Ortaya iyi veya kötü bir insan çıkar. Aynı yasa güneş, ayı ve tüm gezegeni etkiler. Her Zerdüşt bu yasaya inanmalıdır.“ ‘Bu dünyayı da cennete çevirmeliyiz’ Dinin gerçek adının Zerdüştlük değil Mazdaizm olduğunu da sözlerine ekleyen Hawazy, Zerdüşt’ün bu dini şekillendiren bir filozof olduğunu vurguladı. Mazdaizm’in de Zerdüştlü’ten çok daha önce ortaya çıktığını belirten Hawazy, „Filozofumuz Zerdüşt bu dini İsa’dan 1500 yıl önce reforme etti. Zerdüşt tanrıdan değil tek bir yaratıcıdan söz etti. Bu yaratıcı en uygun düşünce şeklinde bir formasyona sahip. Mazda veya yaratıcının gücü yok ama entellektüel birikimi, zekası ve aklı var. İşte biz O’nun en zeki ve yetenekli olduğuna inanıyoruz. Kendimizi de ondan aşağı değil, eşit olarak görüyoruz.“ Hawazy, tam da bu noktada insanların rolü konusunda çok önemli vurgulamalarda bulunuyor. İnsanların cennetten söz ettiğini ancak, rollerinin bu dünyayı cennete çevirmek olduğunu ifade ediyor. Peki dünya da cennet nasıl oluşacak? Bu insanlığın çok eskiden beri üzerine kafa yorduğu bir soru... Sorunun cevabını Andaz Hawazy’den dinleyelim: „Cennet nedir? Herkesin barış içinde yaşaması, hiç kimseninin bir başkasına muhtaç olmaması, hiç kimsenin aç kalmaması demektir. Bugün çatışmalar, savaşlar, yoksulluk ve adaletsizlik içinde yaşıyoruz. Ancak günümüzü bundan bin yıl önce ile kıyaslarsak insanlığın gelişiminin iyiye doğru gittiğini görürüz. Bu gelişimin sürdürülmesi gerekir. Tüm çatışma ve savaşların, kötülüklerin yok olması için çalışmalıyız. Böylelikle cennete ulaşmak için görevimizi yerine getirmiş oluruz.“ Din değiştirmeye zorlandılar Zerdüştlüğün İsa’dan 1500 yıl önce Doğu Kürdistan’da ortaya çıktığını söyleyen dini lider Hawazy, İsa’dan 100 yıl önce de Sasanilerin devlet dini olduğunu hatırlatıyor. İslamın yayılması ile birlikte ise Zerdüştlüğün bir anda yok olmadığına işaret eden Hawazy şunları aktardı: „İslamın gelmesi ile birlikte Zerdüştlük yok olmadı. Abbasilere, Harun Reşit dönemine kadar varlığını sürdürdü. Daha sonra Zerdüştler üzerindeki baskılar arttı. Din değiştirmeye zorlandılar. Zerdüştlükten vazgeçmeyenler bölgeyi terkederek Hindistan’a göç etti. Zerdüştlük resmen yasaklanmasına karşın felsefesi halk arasında yaşam ve düşünce alanında varlığını sürdürdü. Halk yaşam biçimini ve geleneklerini değiştirmedi. Bugün Kürtler Zerdüştlükle ilgili bazı şeyleri duyduklarında bu onlara yabancı gelmiyor. Çoğunluğu nenele- kızılbaş - sayfa 35 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rinden ve dedelerinden bir şeyler duymuşlar. Şimdi Zerdüştlük Kürdistan’da bir din olarak yok ama geleneklerde varlığını hala sürdürüyor. İslamiyetten önce Kürtler, İranlılar, Azeriler ve Ermeniler Zerdüşt’tü.“ İnsan ve ate Hawazy’nin dini rütüelleri anlatırken söyledikleri oldukça ilginç... Çünkü resmi bakış açısı Zerdüştlüğü her zaman ‘ateşe tapanlar’ şeklinde küçümsemişti. Küçümsemekle de kalmamış, düşüncelerinden dolayı onların yok edilmesi gerektiği tarih boyunca egemenler tarafından sürekli topluma empoze edilmişti. Andaz Hawazy, insan-ateş diyalektiği ve Zerdüştlüğün diğer dinleri etkilemesini şu şekilde anlatıyor: „Biz ateşe tapmıyoruz. Bu tür şeyler Zerdüştlüğü gözden düşürmek için politik ve sosyal amaçlı gündeme getiriliyor. Ateş tüm dinlerde kutsaldır. Bir sembol gibidir. Bu Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Yahudilikte vardır. Yahudiliği ele alırsak Musa dağa çıktığında tanrıyı görmek isteyince yanan çalıları görür. Hıristiyanlar kiliseye gittiklerinde mum yakar. Budistler de aynı şeyi yapıyor. İnsanlar bunu bin yıllardır yapıyor. Ateş tapılacak bir şey değil, aydınlığın ve iyiliğin sembolüdür. Biz doğada bulunan her şeye saygılıyız. Ateşi, tıpkı güneş, hava, su gibi doğanın ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz. Biz insanların güneşe babaları, gökyüzüne anneleri, suya kızkardeşleri ve ağaca kardeşleri gibi saygı göstermeleri gerektiğini söyleriz. Bu insanlar ve doğa arasındaki aşkın dışa vurumudur.“ Zerdüşt düşücesinin, Yahudi, İslam ve Hıristiyanlık dinini önemli oranda etkilediğini dile getiren Andaz Hawazy, Zerdüştilerin gelenekleri konusunda ise şunları dile getiriyor: „Günde 5 kez dua ediyoruz. Tıpkı Müslümanların yaptıkları gibi duadan önce ellerimizi, kollarımızı, ayaklarımızı ve yüzümüzü yıkıyoruz. Tek fark, dua ederken bizim secdeye durmamamız ve eğilmememiz. Bu İslamdan çok önce yapılıyordu. Salmani Farisi önce Zerdüşttü daha sonra Müslüman oldu. Hz. Muhammed’e çok yakın biriydi. Onun aracılığıyla İslam, Zerdüştlükten çok şey aldı. Dua ederken kıblemiz ışıktır. Işık yoksa parlayan bir şeye dö- nüp dua ederiz. Bu parlayan ve yanan her şey, ateş, güneş, ışık ve geceleri ay olabilir. Hiçbir ışık yoksa bir mum yakmak yeterlidir. Ama bir Zerdüşt bunları yapmak zorunlu değil, isteğe bağlıdır. Bunları yapmadığınız takdirde hiç kimse size ‘cehenneme gidersiniz’ demez. İki büyük bayramımız var. Biri mart ayında kutladığımız Newroz, ikincisi ise aralık ayında kutladığımız Mihrican. Zerdüştlüğün doğa ile sıkı bir bağlantısı var. Newroz kutlamaları günlerin uzamaya başladığı 21 Mart’ta başlar ve 13 gün sürer. Newroz’u açık alanlarda ateşler yakarak kutlarız. 13 gün sonra aynı şeyleri yaparız. 25 Aralık’ta ise Mihrican’ı evlerde birlikte yemek yiyerek kutlarız. Yemek sırasında masaya bir ayna yerleştiririz. Bu geçtiğimiz yılı yansıtması için yapılır ve 7 çeşit yemek hazırlanır. Bu yemek çeşitleri 7 gezegeni sembolize eder. Gecenin aydınlık olması için mum da yakarız.“ Din politikaya alet edilmemeli Zerdüşt geleneğini sürdümek isteyenlerin 1300 yıl aradan sonra ilk kez Stockholm’de bir tapınak açtıklarını daha önce de dile getirmiştik. Cemaat ve AKP yanlısı gazetelerin konuyu saptırmasına da Zürdüştilerin dini lideri oldukça tepkili... Andaz Hawazy tepkisini şu şekilde dile getirdi: „Önce din ile devleti bir- birinden tamamıyle ayrı gördüğümüzü söyleyeyim. Devlet hiçbir biçimde dine karışmamalı ve din politikaya alet edilmemeli. Bunu birbirine karıştırırsanız insanların rahatça ve özgürce yaşamalarını engellemiş olursunuz. Din politikanın tamamıyle dışında tutulmalı ve politize edilmemeli. Bu yapıldığında din inanç olmaktan çıkıp ideolojiye ve politikaya dönüşür ki bu oldukça tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Türk basınında Zerdüştlüğün bir politik partiyle ilişkilendirilmesi bizi hayrete düşürdü. Biz böyle bir şey yapılabileceğini hiç düşünmemiştik. PKK Stockholm’de Zerdüşt tapınağı açtı“ şeklinde haberler yapılması ve bu olayın politik bir partiye karşı kullanılması basın etiğiyle bağdaşmaz. Bunlar Zerdüştlüğün ortaya çıktığı ve uzun süre varlığını sürdürdüğü Anadolu topraklarındaki basın ve aydınların konu hakkında bilgisizliğini gösteriyor. Bunu politik amaçları için yaptılar. Bir taşla iki kuş vurmayı amaçladılar. Bir yandan PKK’nın prestijini düşürmeyi, halk üzerindeki etkisini azaltmayı, diğer yandan da bizi siyasi göstererek halkın gözünde düşürmeyi ve engellemeyi hedeflediler. Açıklama ile protesto ettik, kendilerine başvurarak haberlerini tekzip etmelerini istedik. Ancak bunu hala yapmadılar.“ MURAT KUSEYRİ STOCKHOLM kızılbaş - sayfa 36 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim Ermenileri etnografyası – 3 Gevorg Halaçyan / Çeviren Miran Pırgic Gültekin Miraklar, Mirakların, Mirakyanlar, Aşire-Miraki ve hatta kısaltılmış hali ile Mirolar soyadı sadece Dersim’de değil Erzurum, Tercan, Erzincan, Bayburt, Harput, Malatya, Sivas, Diyarbakır bölgesinde çoktan beri bilinir. Milli karekterini korumuş, kimi yerde Ermenice, kimi yerde Kürtce konuşan, geleneklerini muhafaza eden bu soy hakkında pek çok şey duyulmuştur. Mirakyanların adı üzerine anlatılan kahramanlık, savaşkanlık, cesaret, kötüyü cezalandırma, iyiyi koruma, namus için can verme hikayeleri efsane gibi anlatılırdı ama hepsi gercektiler. Gercektende Mirakyan diye bir soy varmıydı. Evet Dersimin bazı bölgelerinde Mirakyan diye anılan bazı Ermeniler yaşamaktaydı. Mirakyan soyadı ile biri birinden bağımsız, biri birinden habersiz bir dizi köyde yaşamaları bunun kanıtıydı. Bazı seyahlar, notalarından dolaylı olarak Mirakyan’lardan bahsederler. Bazan Ermeni basınında da bu kahraman soya dair dolaylı değinmelere raslanır. A. B. D’de, Fransa’da, Mısır’da, Sovyet Ermenistan’ında Mirakyan soyadını taşıyanlara rastlanıyor. Ancak soyun doğuşuna, Mirakyan’ların kökenine, dağılımına veya sayısına dair somut bir bilgiye ulaşılamıyor. Bunlardan her biri, yaşam alanından ayrıldığında, köyü ve atası hakkında bildiklerinide beraberinde götürmüş, soyadına sıkı sıkıya sarılmış, ama aynı bölgede yaşayan soydaşlarından bihaber kalmışlar. “Mirakyan’ların atası kimdir?” sorusuna herbiri “dedemin dedesinin büyük dedesi Mirak”diye cevap veriyor. “Sizin sülalenin başı önderi kim?”dedem” Sadece Dersim’de değil, yurt dışında rastlıyacağınız Mirakyan’ların da vereceği cevap budur. Soy atası olmayan soy, aşiret reisi olmayan aşiret, iyide kim yönetiyor bu gurubu. Mirakyanların varlığı inkar edilemez. Bu ad altında yaşayanların sayısı, yerel kaynaklara göre sekiz bine ulaşıyordu, bu da inkar edilemez, cesursavaşçılardı ve bir dizi aşiret saygısını kazanmışlardı, Ancak heryerde ve özellikle Dersim’de darmadağın olan, ancak günümüze değin kimliğini koruyan bu soyun, bunu ne şekilde başardığı belirsizliğini korumakta. Mirakyanların yanlız veya Kürtlerle bir arada yaşadıkları her köy, kendi içinde önderlerini bulmaktaydı. Ayni köyün Mirakların dedesi, veya her köy ve bölge esas Mirak’ın kendisi olduğunu sanıyordu. Kürt veya Ermeni olsun, herkes Mirakların cok eski, Dersim kadar eski bir soy olduğunu söylüyordu. Ama Mirak’ın kim olduğu belirsizdi. Yerli halkın algısına göre her savaşçı Ermeni Mirak’tı. Namusunu, vatanını korumak için kılıc çeken, silah kuşanan, attığını vurana Mirak denirdi. Miark, bileği bükülmez Der ohan’dı. Var olan Mirak soyunu biri birine bağlayan en kuvetli soyadıdır. Ancak bir şekilde Ermeniliği inkar ettiğinde, soyadını taşıma hakkınıda yitiriyordun. Seyit Munzur aslen Mirak’tır. Daha sonraları alevi piri olduğunda, soyadını kullanmaktanda kacındı. Dersim’in muhtelif bölgelerinde yaşayan Miraklar’ın habersiz yaşadıklarını söylemiştik. Ançak savaşlarda, dağdan dağa havarın cağrısı duyulduğunda, Miraklarla savaşan aşiretin adı çatışmanın yeri duyulduğunda, Dersim’in dört yanından guruplar belirmekte, düşmana saldırmaktaydılar. Durum ortak düşman Tğrklere karşı savaşlarda deişmekteydi. Bu durumda herkes bölgesinin aşireti ile katılmaktaydı savaşa, Mirak olarak değil, aşiretin bir bireyi olarak. Bir iç teşkilatlanma olmadan, bu soyun evlatları ancak aşağıdaki şekilde var olabiliyordu. 1-Soyun birliğinin parolası soyadı idi “ben Ermeni Mirak’ım”soy bilinçinin en üst tanımıydı. 2-Tüm Mirakların yaşadığı alanlar elverişsiz dağ etekleriydi, doğal kalelerdi 3-Etnik gelenek mirasının varlığı kacı- nılmazdı, zira hepsinin düşünce şekli anlayışları, vatan severlikleri, silah tutkusu aynıydı. 4-Tüm Mirak’lar için ocağın kutsallığı, namus için kendini feda etme anlayışı, sözünü tutma ilkesi, vatan hayinini afetmeme iradesi, ocağını savunan düşmanı afetme, kadına, çocuğa silah çekmeme gibi yazılı olmayan kurallar kutsal sayılıyordu. Der ovan köyü, Mirakyanlar soyunun doğduğu yer değil ise de, şurası mutlaktır ki bu köy yoğun Ermeni nufusu olan bir yerleşim birimi idi. Köyün kuzey doğusundaki vadide büyük bir manastırın harebeleri vardı. Yöre kureşan ve alan aşiretleri tarafından yönetiliyordu. Köyün Kürt sakinleri köklerini asla inkar etmiyorlardı. Ağucanlar ocağının piri, Derviş Gülabinin torunu Seyit Ali, gururla anlatıyordu ocağın kurucusu, Diramayr (Meryemana) manastırının baş rahibi Der ovan’ı Seyit Ali tarafından kalma ve büyük bir kutsallıkla manastır yıkıntısının yakınındaki bir mağarada saklanan hamayillerin, günlük duaların, muhtelif ceylan derisi el yazmalarının varlığını asla gizlemezdi. “Bu el yazmalarına bir göz atamazmıyım”? diye sorduğumda. “Hayır bıkko (evlat), o el yazmaları ve kitaplar dedem derviş Gülabi tarafından saklanmışlardır. Ne babamın, nede benim hakkım var o kutsallıklara el sürmeye. Babam Seyit Demen (der Manuel) olsun, ben olayım, o kutsal emanetlerin emanetcisiyiz. Atalarımızdan devraldığımız bu görevi evlatlarımıza devredeceğiz. Bize vasiyet edilen görev, onlara el sürmememizi, kimseye göstemememizi, ocağın en büyük erkek evladından başkasına yerini göstermememizdir. “İyide saklandıkları veya gömüldükleri yerde çürüme, yok olma riski yokmu?” “Her kitap ayrı ayrı meşine sarılmış, sonrada o meşin paketleri keci postundan tulumlara konmuş, meşe kerestesinden yapılmış sandık içindedir” “Zamanında der ovan’dan göç eden kızılbaş - sayfa 37 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermenilerden bazılarının daha sonraları doğdukları yerlere geri geldikleri, ama sizin veya sizin yönetiminizdeki halkın onları rededdiği, topraklarını geri vermediği burada yaşamalarına izin vermediği, bu sebelede siz ve geri gelenler arasında tartışmaların hatta kavgaların olduğu doğrumu?” “Hepside doğru. Babam Seyit Demenve yerli halk, Kürt olsun, Ermeni olsun topluca redettiler yeni gelenlerin taleplerini ve sınırlarımızdan kovdular. Zira geleneksel olarak bize öğretildiğine göre, oçağını terk eden, tehlike anında baba ocağını savunmasız bırakan, kacan, toplumun bütün haklarından mahrum olur. Toplum tehlike karşısında iken, niye terk edip uzaklaştılar? Gidenler bizim gözümüzde bizim köylüler değillerdir artık, olsa olsa yeni gelenler veya yabancılar”. “Anlaşılıyor ki siz ocağın büyüğü ve geleneklerin uygulayıcı önderi olarak, sizden öncekilerden kalmış olan her şeyi, toprağı, meraları, evleri, orman, hatta kitapları kendi malınız saymaktasınız. Uzaklaşanların kendi paylarını almalarına izin vermiyorsunuz. Böylece, bu köyden uzaklaşanlar Ermenilerdir, ve siz geri dönmek isteyen Ermenilere hiç değilse atalarından kitaplara bile sahip olmalarına izin vermiyorsunuz. Üstelik o kitaplar Ermeniçedir ve kalan Ermenilere aiittir.” “Dediğim gibi, bunların hepsi, doğduğu yerden ayrılmayan halka aiittir. Kitaplar oçağın korunmasına teslim edilmiş emanetlerdir ve oradan oraya taşınacak şeyler değildir. Oldukları yerde kalırlar ve bu ocağın varisleri tarafından korunurlar. Burada kimin nasıl anladığının önemi yok. Örneğin benim rahmetli babamı Kürtler Seyit Demen diye anarlardı. Ermeniler ise Der manuel bu durum gerceği asla değiştirmez. Aslolan o ki, ocağın sahibi Seyit Demen’dir ve bende onun varisi Seyit Ali’yim. Siz Ermeniler din adamlarınıza Derder diyorsunuz, biz aleviler ise Dede. Oçağın sahibi, toplumu yöneten Derder diyemi anılıyor yoksa dede diyemi, ne önemi var?” Aslolan ben ve benim tebaam oçağımızı terk etmedik.” Dersim Eremenileri etnografyası Ermeni bilimler Akademisi Yayını, Yerevan, 1973. S. 252 – 254: Kaynak: http://akunq.net/tr/?p=2851 h t t p : // w w w. a r m e n i e n i n f o . n e t ararat121213@yahoo.com http://www.network54.com/Forum/121213 kızılbaş - sayfa 38 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915/16´da Teşkilatı Mahsusa ve çeteler üzerine -Harici düşmanlarımızın peşine nasıl düşüyorsak, memleket dahilinde de aynı şekilde imha edilmesi lazım halklar olduğu hakikatini gözönünde tutuyoruz. (Erzurum’daki Teşkilatı Mahsusa teşkilatından Dr. Bahattin Şakir’in yardımcısı Filibeli Hilmi`nin, Bahattin Şakir’e yazdığı bir mektuptan) -Kaf kas dağlarını tanıyan ve çetecilik yapmaya muktedir en fazla 100 kişiyi nihayet bir hafta sonra Trabzon’da bulundurup bulunduramayacağınızı şimdiden bildiriniz ki, buradaki kuvveti göre tespit edelim. (Dahiliye Nezareti Emniyeti Umumiye Müdürlüğü’nden Trabzon’a çekilen bir telgraftan) (Diyarbakır’da çetelerce katledilen Vartakes ile Zöhrap Efendinin katilleri Çerkez Ahmet ve Nazım’ın cürümlerinden dolayı Cemal Paşa tarafından idam edildiğinde olaya şahit olan Falih Rıfkı Atay`ın anılarından) -Kaf kasya’da çetecilikte istihdam olunmak üzere bir haftaya kadar ikiyüz kadar adama ihtiyaç vardır. Bulunan Laz ve Çerkezlerden çeteciliğe elverişli ne kadar şahıs bulunabilirse yollanması. Bu şahısların mahkum ve eşkiyalığı huy edinmiş kimselerden olması da mümkündür. (26 Kasım 1914`de Emniyeti Umum Müdürlüğü’nden Edirne, Hüdavendigar, Ankara vilayetleri ile Bolu, Izmit, Çatalca, Kale-i Sultaniye ve Karesi mutasarrıflıklarına çekilen bir telgraftan) -Çetecilerin şahsi eşyaları arasında kan lekeli beşibirlik altınlar bulunmuştu. Cellatlara ve katillere karşı minnet borcu ağırdır. Onlar kendilerine ihtiyaç duydukları belirtenlere ve kendilerini kullananlara tahakküm etmek isterler. Kirli işlerde kullanılan vasıtalar ihtiyaç ve kullanım zamanında lüzumludurlar, fakat kullanıldıktan sonra baş üstünde taşınmayıp ortadan kaldırılmaları gerekir (tuvalet kağıtları gibi). (Dördüncü Ordu Kurmay Başkanı Ali Fuat Erden`in hatıralarından) kağıtlar -Çetecilik için vilayetlerde istenen başvuru miktarının pek ziyade arttığı ve toplananların içinde mahkum olanlar olsa bile isimlerinin bildirilerek yola çıkarılmaları. Kafkasya ahalisinden ve önceki şartlara sahip olanların tıbbi muayeneleri yapılarak elbise hususundaki eksiklikleri tamamlanıp miktarlarının bildirilmesi, mahkum ve tutuklu olanların dahi tıbbi muayeneleri yapılıp, kaabiliyetli olanların isimlerinin bildirilmesi ve hazır edilerek yalnız isimlerinin bildirilmesi. (16 Aralık 1914`de Talat Paşa`nın hemen hemen tüm bölgelere çektiği telgraftan) -Çerkez Ahmet, Ermenilere karşı arkadaşı Nazım ve Halil ile beraber birçok fecaatler (felaketler) yaptıktan sonra, Cemal Paşa’nın bölgesine gitmiş, orada yığınlarla Ermenileri görünce hayret etmiş. Askerce bir selam ifasından sonra: “Emir buyurun, bir teşkilat yapalım, bunları da temizleyelim” demiş. -Çerkez Ahmet, Ermeni fecayii için mühim bir vesika idi. Bu kanlı olayın safahatın (nasıl olduğunu) bizzat failinden dinlemek istedim.Çerkez Ahmet’e vilayat-ı şarkiyyede neler yaptığını sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin üzerine attı, sigarasının dumanlarını karşıya doğru savurarak: “Bey birader,” dedi. “Şu durum namusuma dokunuyor. Ben bu vatana hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve çevresini Kabe toprağına çevirdim. Bugün orada tek bir Ermeniye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim, sonra o -Çerkes Ahmet ve Nazım’ın eşyaları açıldığı zaman çantalarında kadın yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher buldular… bu iki serserinin bir ideal için fedakarlık değil, zengin olmak için cinayet yapmış oldukları belli idi. Selçuk Uzun Talat gibi hergeleler Istanbul’da buzlu bira içsinler, beni de böyle muhafaza altında getirtsinler, yok, bu haysiyetime dokunuyor!” Fakat onun bir arkadaşı vardı, kendisiyle beraber Zeki Bey’i öldüren Nazım! Çerkez Ahmet’e Nazım’ı sordum: “Sus bey birader. Zavallı şehit oldu” dedi. Çerkez Ahmet’ten daha fazla malumat almak istiyordum. “Peki bu Zöhrap falan ne oldular?” “Aaa… Duymadınız mı? Hepsini geberttim.” Cigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: “Halep’ten çıkmışlardı. Yolda rast geldik. Derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Varteks dedi ki: ‘Peki Ahmet Bey, bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller.’ ‘O senin bileceğin iş değil kerata’ dedim. Bir mavzer kurşunuyla beynini patlattım. Sonra Zöhrap’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım, kafasını ezdim. (1915 yılında Sevk Komisyonu Başkanı sıfatıyla Eskişehir’e gönderilen Ahmet Refik (Altınay)’ın “İki Komite İki Kıtal” adlı kitabından) -Vilayet hapishanelerinde mahkum iken tahliye olup çete halinde savaşa sevk olunan kişilerden fayda temin edildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle yeni gönüllülerin bulunması yoluna gidilmesi ve bu konuda 3. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa ile ilişkiye geçilerek bu gönüllülerin yola çıkartılması. (13 Ocak 1915 tarihinde Erzurum’a gönderilen Talat Paşa imzalı telgraftan) -Ermenilerin tehciri sırasında Erzurum’da bulunuyordum. Katliama uğrayan kafileler Teşkilatı Mahsusa namıyla toplananlar tarafından ika olunuyordu. Teşkilatı Mahsusa iki kısımdı. Ben Erzurum’a glediğim vakit Teşkilatı Mahsusa mühimce bir kuvvet idi. Ve bunlar harbe iştirak ediyorlardı. Ordunun da malumatı vardı. Sonra diğer bir Teşkilatı Mahsusa vardı ki o da Bahattin Şakir Bey’in imzasından ibaretti. Yani Teşkilatı Mahsusa Reisi diye öteye beriye telgraf çekerdi. Bahattin Şakir Bey’de bir şifre vardı. kızılbaş - sayfa 39 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bab-ı Ali ve Harbiye Nezareti ile muhabere ederdi. Tehcir zamanlarında da ordu ile muhabere ederdi. (2 Ağustos 1919 tarihli İstanbul Divan-ı Harbi Örfi Mahkemesi oturumunda, Mamuretülaziz davasında Erzurum valisi Tahsin Uzer`in ifadesinden) lunmuş oldukları iddiasını kuvvetten düşürecek mahiyeti haiz olmayan müdafaalardan madut bulundukları gibi. (1919 yılında Divanı Harbi Örfi’de yapılan sorgulamalarda ve mahkeme iddianamesinde Teşkilatı Mahsusa hakkındaki 2. Kararname’den) -Hapishaneden salıverilen ve üniforma giydirilen mahkumlar … sürgün konvoylarının geçmesi için saptanan yerlere bir plan dahilinde yerleştirildiler. (Almanya’nın Halep Konsolosu Rössler`in, Başbakan’a gönderdiği 27 Temmuz 1915 tarihli raporunda, Teşkilatı Mahsusa katliamları) -25-30 güne vasıl olmayan kabinedeki hizmeti ahire-i acizanemde muttali (öğrenmiş) olduğum bazı serair (gizli şeyler) vardır... Bu tehcir emri sureti resmiyyede Dahiliye Nazırı mahuda tarafından verilmiş, vilayata tebliğ edilmiş. Bu emri resmiyi takiben ise çetelerin ifayi vazife-i mel’uneyye şitap etmesi (lanetli vazifeyi bir an önce yapması) için merkezi umumi tarafından her cihete evamiri menhuse (uğursuz emir) tamim olunmuştur. Binaenaleyh, çeteler meydan almış ve mukatele-i zalime (zalimane katliamlar) yüz göstermiştir.’ Yani Osmanlı devletinin bir Bakanı Meclis kürsüsünden diyorki, ‚Ben dahiliye nezareti evrakı arasında bölgelere yollanan tehcir emrine paralel yollanan imha emrini gördüm. ( Şura-yı Devlet Başkanı ve Bakanlar Kurulu üyesi Reşit Akif Paşa`nın, Meclis’in 21 Kasım 1918 tarihli oturumundaki konuşması) -Eşkiyanın jandarmalarla veya yarbay Agah Bey’in ortaklarıyla anlaşıp, göç kafilesini ormana götürdükleri ve orada bekleyen eşkiyanın onları iç çamaşırlarına kadar soyduğu olaylar az değildir. Bu haydutların cesareti çoktu. (Osmanlı Ordusu’nda 1915-1918 Yıllarında Görev Yapmış Venezuelalı Subay Rafael De Nogales’in „Hilal Altında Dört Sene“ adlı anılarından) -Birçok eşkiya çetesi göç edenlere saldırıyordu. Eşkiyanın jandarmalarla veya Yarbay Agah Bey’in ortaklarıyla anlaşıp, göç kafilesini ormana götürdükleri ve orada bekleyen eşkiyanın, onları iç çamaşırına kadar soyduğu olaylar az değildir. (Kuşkusuz Agah Bey üstün bir tekaüttü. Eğer (göç eden) adamın bir veya iki güzel kızı varsa, elinden alınıp, bir süre hareminde kalıyor, sonra da, civar köylerdeki Kürtlere satılıyordu. (Osmanlı Ordusu’nda 1915-1918 Yıllarında Görev Yapmış Venezuelalı Subay Rafael De Nogales’in „Hilal Altında Dört Sene“ adlı anılarından) -Teşkilatı Mahsusa, doğrudan doğruya (Ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin) Merkezi Umumi’nin idaresi altında bulunmuş olsun veyahut bir resmî daireye bağlı şaibeli bir idare addedilsin, maksat ve teşkil tarzı bahis konusu olmayıp, zahiren harb gayelerini gerçekleştirmek uğrunda istihdam edileceği duyurulan Teşkilatı Mahsusa’ya mensup kimselerin arasına bir takım mücrimin ve serseriler sokularak, tehcir kafilelerine muhtelif zamanlarda tasallut ederek, sürgün ve katliamları kuvveden fiile çıkarmakta istihdam edilmekle, birçok ailenin mahvolmasına rıza göstermiş ve müzaherette bu- -Tehcir işinde Bahattin Şakir'in rolü nedir? En hususi toplantılarımızda bile bu mesele tasrih edilmemiştir, aydınlanmamıştır. Açık, kati bir kanaatim yok, fakat başka meseleler konuşulurken, ağızdan çıkmış bir kelimeden, sızmış bir fikirden, zapt edilememiş jestlerden, hasılı gözle görülmeyen, fakat insanda bir şüphe uyandıran ince ve hafif delillerden, bende kuvvetle peyda olan zanna göre, tehcir işinin en büyük amili ve haliki odur. Yalnız başına Şark vilayetlerini dolaşarak zemin hazırladığını, esası kararlaştırdığını ve şahsi kanaatlerini tatbike çalışırken, haiz olduğu mevki dolayısıyla, emirlerinin Merkezi Umumi ve hükümet emirleri diye telakki olunduğunu ve nihayet hükümetteki bazı nafiz arkadaşlarını da sürüklediğini kuvvetle zannediyorum. Onun için, bir gün Bahattin Şakir'in hatırasını ihya etmek lazım gelirse, onun heykeline Şark vilayetleri göğüslerini minnetle açacaklardır. (Hüseyin Cahit Yalçın’ın hatıralarında Bahattin Şakir hakkında şunları söyledikleri) -Ermeni katliamı ve imhası ve malları- nın talan edilmesi İttihat ve Terakki'nin kararının bir neticesidir. Bahaeddin Şakir 3. Ordu bölgesinde insan kasaplarını dolduran, onları sevk ve idare eden biriydi. Ipten kazıktan kurtulmuş adamlar, eli kanlı ve kana susamış jandarmalardı. (Vehip Paşa`nın 1919 duruşmalarında mahkemeye verdiği ifadeden) -Adalet Nazırımız hapishanelerin kapılarını açtı… Kabahati Ermenilerın üzerine atmayalım, dünyanın aptallarla dolu olduğunu zannetmeyelim. Tehcir ve katlettiğimiz insanların mallarını, mal-mülklerini yağmaladık, hırsızlığı meclis ve senatomuzda tasdik ettik. (Ali Kemal`in 18 Temmuz 1919 tarihli Alemdar’daki yazısından) -10 Mart 1915`te İran`da Salmas ovasındaki Hosrova ile Dilman arasındaki Haftevan köyüne ilk giren sivil görevli bir Rustu. Konsolos Pavel Vvedenski dehşet verici zulmü ilk gören sivildi. Hosrova, Kildani Katoliklerinin merkezi, Dilman ise bir Ermeni kasabasıydı. Vvedenski gördüğü dehşeti not etmişti. Bu dehşetli görüntü, İT birliklerinin Kaf kasya Harekatında sivillere yönelik kitlesel katliamlarından ilkiydi. Yerlerde bütün bir sancağın yetişkin Hıristiyan nüfusunun cesetleri yatıyordu. Cesetlerin tümü parçalanmıştı. Görebildiği kadarıyla kafaları kesilmişti. Katliam Rus askerlerinin gelmesinden birkaç gün önce olmuştu. Vvedenski, tümünün başlarının kesilmiş olduğu cesetlerle dolu üstü örtülü bir kuyu bulmuştu. Kuyunun çıkrığında da baş aşağı asılmış başsız bir ceset vardı. Kurbanlar ayaklarından baş aşağı asılıp kuyuya yuvarlanmadan başları kesilmişti. 12`lik gruplar halinde bir duvara dizilen erkekler, başlarının arkasına vurulan balta darbeleriyle birer birer öldürülmüşlerdi. Başka bir yerde, erkekler başlarını bacaklarının arasına sokmaya zorlanmış, sonra koyun boğazlanır gibi boğazlanmışlardı. Bir başka yerde, mahkumlar başlarından bir merdivenin basamaklarına bağlandıktan sonra başları vurulmuştu. Vvedenski, ceset dolu 15 kuyu saymıştı ve gene ceset dolu ambarlar bulunmuştu. Birinci Kaf kas Rus Ordusu Komutan Yardımcısı K. Matikyan ise cesetleri saymış, kaymakamın emriyle Osmanlı asker ve Kürt gönüllülerin katlettikleri Ermeni ve Süryanilerin sayısının 707 olduğunu bulmuştu. „Kendi gözlerim- kızılbaş - sayfa 40 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 le çukurlara atılmış, kokmuş, ortalığa bırakılmış yüzlerce parçalanmış ceset, baltalarla doğranmış, başsız cesetler, kopmuş eller, bacaklar ve kelle yığınları, yıkılmış duvarlar altında ezilmiş cesetler gördüm“ diye yazmıştı. Amerikan Presbiteryan misyoner F.N, 17 Mart 1915`te durumu şöyle anlatıyordu: „Türklerin kaçmaya zorlanacaklarını anladıkları, Rus Ordusu`nun Salamas`a dönüşünden birkaç gün önce, kaydolanları koruyacağız gerekçesiyle tüm Hıristiyanların adlarını kaydettiler. Sonra tüm erkekleri bir yere toplayıp, 25`er kişilik gruplar halinde ayırdılar ve soğukkanlılıkla teker teker vurdular. Bazılarının merdiven aralıklarına bağlanan başları kesildi, bazıları ölmeden önce parçalanıp kesildi. Bu biçimde Salamas`taki hemen hemen her Hıristiyan erkek katledildi. Kız ve kadınların başlarına geleni tahmin edebilirsiniz. Şimdi olay yerinde bulunan birçok kişi tarafından imzalanmış olan en ayrıntılı rapora göre, Salamas`ta 712-720 erkek bu biçimde öldürüldü.“ Katliam, askerler ile birlikte ünlü eşkiya Simko Ağa, Kardeşi Şükrü ve Ömer Han liderliğindeki yerel Şekak aşiret üyeleri tarafından yapılmıştı. Cevdet Bey, Rusların geldiğini öğrenmiş ancak komutasındaki kuvvetlerle Rusları durduramayacağını, Halil Paşa`nın takviyesinin gelmeyeceğini anlayınca, çevredeki tüm Hıristiyan erkekleri kaydetmek amacıyla Haftevan köyüne çağırmış, ayrıca Dilman kasabasındaki, yakın köylerdeki Ermeni ve Süryani erkekleri de tutuklayarak Haftevan`da toplamıştı. Bu katliama orduda görevli Ermeni askerler de dahildi. Cephane az olduğu için, askerlere mermi kullanmamaları söylenmişti. Haftevan katliamı böyle gerçekleştirilmişti. Istanbul`daki askeri komuta merkezinin bile bu olay karşısında şaşkına döndüğü söylenir. Askeri tarih yazımında bu katliam „talihsiz bir olay“ olarak sayılmış, suç disiplinsiz askerlere, gönüllüler ve aşiretlerin üzerine atılmıştır. (David Gaunt, I. Dünya Savaşı sırasında Doğu Anadolu´da Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Müslüman-Hıristiyan Ilişkileri, Belge Yayınları, Ekim 2007) -Teşkilatı Mahsusa kurulduğunda Kuşçubaşı Eşref'in ilk istediği adamlardan birisiydi Yakup Cemil. Kuşçubaşı Yakup Cemil'e görevini söyleyince. Kendi askerlerini seçme izni istedi. Ve Ardından Sinop Cezaevinde yatan 2000 azılı mahkumun kendisine verilmesini istedi. Sinop Cezaevi, imparatorluğun en azılı mahkumlarının toplandığı cezaeviydi. Yakup Cemil cebinde yetkisi cezaevinin kapısına dayandı. 2000 caninin arasına tek başına girdi. Avluda bir sandalyenin üstüne çıktı ve "siz hayatı beş para etmeyen adamlarsınız. Namımı duyanlarınız duymayanlara anlatsın sizi almaya geldim. Ya benim emrimde ben isteyince ölür, ben isteyince yaşarsınız. Yada bir tekinizi buradan sağ çıkartmam" dedi. Aranızda berberlik yapanlar öne çıksın dedi. Öne çıkan berberlere sordu "kaç leşiniz var" her berber kaç adam öldürdüğünü söyledi. İçlerinden birisi 14 deyince ona "neyle öldürdüğünü sordu. 14 kişiyi" berber "ustura ile boğazlarını kestim" deyince, Yakup Cemil cebinden usturasını çıkardı, berbere uzattı ve "al bakalım seni özel berberim tayin ettim. Traş et şimdi beni" dedi. Sandalyeyi altına çekip oturdu. 14 kişiyi usturayla doğrayan berber Yakup Cemil'i traş etti. 2000 mahkum, Yakup Cemil'in emrinde doğuda ölene kadar savaştılar ve herbiri ölene kadar Yakup Cemil'e sadık kaldılar. (İttihat ve Terakki ile Teşkilatı Mahsusa`nın fedailerinden Yakup Cemil hakkında) -1914-18 harbinde bu kanlı kaatillerden bir alay teşkil edildi. Bütün zindanlar boşaltıldı ve içeridekiler meşhur Yakup Cemil`e teslim edilmek üzere yola çıkarıldı. Hayatımda gördüğüm pek çok şeylerin arasında bu zindanın boşalışını görmek, uzak bir maziye rağmen hafızamdan silinmeyen bir hatıradır. O tarihte Sinop`ta bulunuyorduk. Mahkumların sevkedileceği haberi üzerine zindanın cümle kapısına biz de yığıldık. Kapılar açıldı. Mahkumların demire vurulması içeride yapılıyordu. Zindan kapısının bir tarafında süvari jandarmaları bekliyordu. Kapıdan dört kişi çıkarıldı. Dördünün de boyunlarında lale tesmiye denilen demir tasmalar vardı. Bu laleler zincirlerle birbirlerine rabtedilmiş ayaklarına pranga vurulmuş ve bütün bu zincirler ellerindeki kelepçelerde kümelenmişti. Sinoplular bunları tanıyordu. Mahkumlar kapıdan göründükleri zaman o havalideki sertlikleri ile meşhur olan ve bilhassa bu iş için celbedilen Kırşehir süvari jandarmalarından dördü gruptan ayrılarak kapuya yaklaştılar. Ilk çıkanlar arasında beyaz sakallı biri de bulunuyordu. Yanımızdakiler bunlar hakkında malumat verdiler: Şu sağ taraftaki Arnavud Halil´dir. 115 seneye mahkumdur. Buraya 15 sene mahkumiyetle geldi, üst tarafı içeride öldürdükleriyle doldurulmuştur. Arnavud Halil Bey, kafesinden çıkarılmış bir kaplan gibi kanlı gözleriyle etrafına bakınıyor, zincirli kelepçeli elini yüzüne kadar kaldırarak bıyıklarını büküyordu. Içeride 8 kişi öldürmüştü. Onun yanındaki zayıf Izmirli Nazif `tir. Beyaz sakallıya da Elbistanlı Ramazan derler. Bunun mahkumiyeti 200 seneyi geçer. Elbistanlı Ramazan dediği mahkum korkunç bir şeydi. Kır kaşlarının altındaki gözlerinden kan fışkırıyor gibiydi. Insan oğlu canavarlaşırsa müthiş bir şey oluyor. Öbür uçtakine Kürd Haydar derler. Onun da mahkumiyeti 150 seneyi geçer. Dört kişilik ikinci bir grup daha çıktı. Bunların da boyunlarında lale, ayaklarında pranga, bileklerinde kelepçe vardı. Resmi takdim başladı: Bunların dördü de insan şeklinde birer canavardır. Herbirisinin mahkumiyeti 100 seneden fazladır. Ince bıyıklı, çelimsiz olanı hepsinden beterdir. Keyif için, bıçak sınamak için adam öldürür. Içeriden laleli, prangalı, kelepçeli mahkumlar çıkıyorlar ve kafilede yerlerini alıyorlardı. Böylelikle Sinop zindanının kalbur üstü mahkumları, besili hayvanların üzerinde eğer kaşlarına koydukları tüfekleri, gülmek bilmeyen esmer yüzleri ile mahkumlar kadar korkunç jandarmalarla ihata edilerek ilerliyorlardı. Boyunlarından ayaklarına kadar zincirbend olan mahkumlardan sonra ikinci sınıf, yani 30-40 seneye mahkum olanlar çıkarıldı. Bunlar da boyunlarında lalelerle birbirlerine bağlı idiler. Yalnız ayaklarında pranga yoktu. Mahkumların çoğu yalın ayaktı, katedecekleri yolun uzaklığını düşünerek daha rahat yürümek için pabuçları kuşaklarına sokmuşlardı. Boyunlarındaki lalelere, ellerindeki kelepçelere, ayaklardaki bukağulara rağmen yüzlerinde elem ve beis yoktu. Hatta bazılarının çehresinde sevinç emareleri bile görülüyordu. Sinop zindanlarının güherçileli duvarlarından çıkmışlar, mukayed de olsalar, bir başka aleme doğru gidiyorlardı. Bu korkunç kafile bir korkulu rüya gibi geçti. Son mahkumların arkasında dört süvari jandarma, Çerkes kamçılarını hayvanların yanında sallandırarak kızılbaş - sayfa 41 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ilerliyorlardı. Bu azılı mahkumlar nereye kadar gittiler? Orasını bilmiyorum. Fakat Kastamonu`da Yakup Cemil, başka hapishanelerden getirilen mahkumlarla beraber bunları da tesellüm etti. Teşkilatını yaparak bu canavar sürüsünü yola çıkardı. Pek tabii olarak muavinleri de kendisi gibi adamlardı. Bu kadar kanlıyı, kaatili, haydudu sımsıkı bir disipline bağlamak mesele idi. Onlar her istediklerini yapabilmek için bu zincirleri taşıyorlardı.Yakup Cemil, Meşrutiyet tarihinde kanlı bir sahifedir. Onun elinde tabanca, bir otuz üçlü tespih gibiydi. Kafile geçtiği yerlerde helecanlar, yürek çarpıntıları bırakarak gidiyordu. Fakat bunların bütün merhaleleri kuzu sürüsü gibi geçmelerine imkan yoktu. Songurlu köylerinden birinde ilk vaka oldu. 100 senelik mahkumlardan biri misafir olduğu bir köylünün yetişmiş kızını, kadınsız geçen uzun yılların mukavemet edilmez hırsı ile berbat etti ve kaçtı. Baba kız Yakup Cemil´e gelerek tecavüzü anlattılar. 20 kişilik bir müfreze kısa bir takipten sonra mütecavizi yakaladı. Mahkumu Yakup Cemil´in karşısına çıkardılar. Yakup Cemil, artık zincirleri çözülen canavar sürüsünü köyün meydanında bir halka teşkil edecek surette topladı. „Ulan dedi, sen benim kim olduğumu bilmiyor musun?“ Herif başına geleceğinden bihaber, cevap verdi. „Biliyorum beyim.“ „Ben kimim?“„Yakup Cemil Bey.“ „Yakup Cemil Bey, ama nasıl Yakup Cemil Bey?” “Anlaşıldı. Bilmiyordun. Ben sana anlatayım. Bende yürek taştır, damarlarımdaki kan da ateştir.“ Ondan sonra mahkuma doğru yürüdü. „Bre köpek dedi, seni evinde misafir eden bu adamın kızını nasıl bu hale koyarsın.“ „Ben birşey yapmadım.“ „Neye kaçtın öyleyse. Bana doğrusunu söylersen seni affedeceğim.“ „Cahillik ettim beyim.“ „Ha şöyle. Aferin sana. Bana doğrusunu söylemeli.“ Daha sonra Yakup Cemil, „ben seni bir daha kimseye zarar edemeyecek bir hale koyacağım“ diyerek, muhafızlara ellerini arkadan bağlatır ve belinden ustura gibi keskin gümüş saplı söğüt yaprağı gibi bir bıçak çıkararak, kan kokusu almış bir kaplan gibi dönerek „bunda sünnetçiliği ben yapacağım“ der ve herifin uzvunu kavrar ve söğüt yaprağı bıçak işini görür. Bu arada kimsenin gıkı çıkmıyordu. Insan sesine benzemeyen bir çığlık kopar, Yakup Cemil kıpkırmızı kesilen elinden et parçalarını fırlatır ve „çekin teresi bir hendeğe, geberecekse orada gebersin“ der. Ikinci hadise Çorum`da olur. Katmerli cezalılardan bir Arnavut, adı zengine çıkmış bir adamı öldürmüş, para bulamamış, parayı çıkarması için karısına, kızına işkence etmişti. Olay jandarmaya intikal etmiş ve kumandan da Yakup Cemil`e müracaat etmişti. Kaçan yoktu. Kumandana „bizim canavarların sayısı tam, böyle bir iş yapan nasıl olur da kaçmaz“ der ve elebaşılarını çağırtır. Elebaşı kimseden şüphe etmediğini söyler. Kadın ve kızı çağırtır. Katili teşhis ederler. Ama o inkar eder. Ve sonuna kadar direnmeye başlar. Muhafızlara katili demirlere vurmasını söyler. Ve başlar itiraf ettirmek için en etkili çareyi düşünmeye. Tırnakla et arasına kamış sokmak, donuna kedi koyup dışarıdan kediyi dövmek, zorla su içirmek, hafif ateşe tabanlarını koymak gibi envai çeşit işkence biliyordu. O öyle bir işkence istiyordu ki, patırdısız, gürültüsüz, feryatsız figansız bülbül gibi söyletsin. Birden gözleri parladı. Bulmuştu. „Ulan Arnavut, seninle yarın görüşeceğiz“ dedi. Yattı uyudu. Bu adam bu kadar eşirra arasında kendisini nasıl emniyette hissediyordu? Onların gözünde korku ile karışık nasıl bir tesir bırakmıştı ki, hayatı hiç mesabesinde tutan bu adamlar ona karşı ufak bir itaatsizlikte bile bulunamıyorlardı? Ertesi sabah zincir şakırtıları arasında Arnavut getirildi. Yakup Cemil son defa sordu, Arnavut yine inkar etti. „Demek son sözün bu“ dedi Yakup Cemil. Berber Cafer`i çağırdılar. Arnavut`u bir iskemleye sımsıkı bağladılar. Yakup Cemil, el ayası büyüklüğünde bir teneke kutu kapağını kaatilin tepesine koydu. Berber Cafer Arnavut`un kafasında sadece bu büyüklükteki yeri kazıdı. Yakup Cemil bir sigara yaktı, bir cana kıyacağı zaman insiyaki bir hareketle bıyığını bükerdi. Emir bekleyenlerden birine „git bana beş on tane bit getir“ dedi. Adam anlamadı. „Bit, bit“ dedi. „Pire itte, bit yiğitte bulunur. Bizim yiğitlerde elbette vardır. Haydi çabuk ol.“ Giden adam döndü. Yakup Cemil, bitleri kutuya döktürdü. Kutuyu Arnavut`un kafasındaki traş edilen yere ters çevirip bastırdı ve bir çevre denilen bezle çenesi altından sımsıkı bağlattı. Başladı beklemeye. Oradakiler bu garip ameliyeyi hayretle seyrediyorlardı. Bu işde küçücük hayvanların rolü ne ola- bilecekti? Yakup Cemil, Arnavut`un yüzünü tetkik edip soruyordu „birşeyler yok mu?“ Birşey yoktu. Yakup Cemil karınları tok galiba diye söylendi. Biraz sonra Arnavut`un yüzü buruştu. Yüzü kızarıyordu. Iskemlenin arkasına bağlı kollarını tartıyor, ipi gevşetmek istiyor gibi hareketler yapıyordu. Arnavut`un alnında ter habbeleri başlamıştı. Dudaklarını ısırıyor, kıvranıyordu. Yakup Cemil Arnavut`la alay etmeye başlamıştı. Arnavut „beynim oyuluyor“ dedi. Rengi sapsarı oldu, „Allah“ diye bağırdı. Kaatil yalvarmaya başladı. „Beynime bir kurşun sık, öldür beni“ diyordu. Arnavut bağırmaya başlamış, öldürmeleri için yalvarıyordu. Yakup Cemil kutuya küçük bir fiske vurdu, bitlerin canlanması için. „Yüzüne biraz su serpin, bayılmasın“ dedi. „Ulan Arnavut iyi dayanıyorsun be. Ben bunu bir iki kişide denedim, beş dakikada bülbül kesildiler“ dedi. Kaatil inliyor, ağzından köpükler geliyordu. Yakup Cemil „yirmi tane daha ilave etmeli“ deyince, Arnavut kaşlarını yukarı kaldırdı. Yakup Cemil kalktı, bezi çözdü, kutuyu kaldırdı, yer mosmordu. Kaatili çözdüler. Su istedi, bir de sigara. Arnavut`u çözdüler ve Yakup Cemil sormaya başladı. „Sen mi öldürdün?“ „Evet.“ „Neden?“ „Parası için.“ „Parayı ne yapacaktın?“ „Memlekete kaçacaktım.“ „Sen bugün memleket müdafaası için buradasın. Nasıl kaçarmışsın?“ Arnavut`un ayağından demiri almadılar. Yakup Cemil, muhafıza dönüp, şehre git, nalburlara uğra, bir kangal sağlam tel getir dedi. Tel geldikten sonra yol boyunca telgraf direklerini birer birer gözden geçirdi. En düzgününü seçti. Bütün mahkumlar takım takım geldiler. Arnavut direğe bağlandı. Bütün vücudu telle sımsıkı sarıldı. Sadece boğazı gevşek bırakıldı. Arnavut bağırıyordu: „Bana ne yapacaksın?“ Yakup Cemil, „seni diri diri yakacağım, öyle geberteceğim“ dedi. Arnavut „Bre herifler, Bu kerhaneci hepinizi birer birer öldürecek. Hepiniz orospu karılar mı oldunuz? Tepeleyin şu pezevengi“ diye bağırıyordu. Getirilen ibrikle Arnavut`u benzinle karışık gazyağı ile suladılar. Keskin bir petrol kokusu ortalığı sardı. Yakup Cemil sigara paketini çıkardı. Bir kibrit çakarak yaktı ve kaatile yaklaştı. Ondan sonra kibriti paçasına doğru yaklaştırdı. Arnavut birden ateş aldı. Sarımtırak dumanlar arasında alev, kaatili canlı bir meşale kızılbaş - sayfa 42 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 haline koydu. Arnavut son bir hamle ile kıvrandı. Yakup Cemil, sigarası ağzında, elleri arkasında seyrediyordu. Yüzünde en ufak bir merhamet manası görülmüyordu. Her birisinin üzerinde en aşağı birkaç katlin yükü bulunan bu adamlar, cüretin dehşeti altında ezilmiş gibiydiler. Arnavut`un dediği gibi içlerinden biri silahını Yakup Cemil`e çevirip ateş edebilirdi. Fakat yapamıyorlardı. Insanoğlu böyledir. Kuvvete tapar. Ortalığa kızartılmış bir et ve yağ kokusu yayılıyordu. Yakup Cemil etrafındakilere döndü, „haydi yerinize gidin“ dedi. Çorum Müddeiumumisi atla keşiften geliyordu. Uzaktan kalabalığı ve ortasında yükselen dumanları görmüş, onbaşıyı kalabalığa göndermişti. Jandarma telgraf direğine bağlı adamın çatır çatır yandığını görmüş, mahkumlardan birine sormuştu. Mahkum cevap vermekten bile korktu. Yakup Cemil, uzaktan „ne istiyorsun“ diye sordu. „Birşey istemiyorum beyim, Müddeiumumi ne olduğunu anla dedi.“ „Ona söyle Yakup Cemil Bey, bir adam yakıyor de. Haydi bas.“ „Efendim“ dedi jandarma Müddeiumumi`ye, „Yakup Cemil bir adam yakıyormuş.“ „Ya“ dedi Müddeiumumi, atının başını başka bir cihete çevirdi ve o tarafa hiç bakmayarak sürdü gitti. Bu vakadan 15 gün sonra Çorum`a gelmiştik.Yakup Cemil gitmişti. Fakat bu hadise halk üzerindeki tesirini bir zaman kaybetmedi. Daha sonra Müddeiumumi ile ahbap olduk. Bu vakayı gördünüz mü diye sordum. Müddeiumumi „görmemeye çalıştım, fakat yine de gördüm.“ dedi. Adli tahkikat falan dedim. „Ne söylüyorsun beyim? dedi, „Vakanın olduğu yere uğramadım bile. Herifin şakası yok. Öbür direğe de Müddeiumumi`yi sarın dese, ne halt edeceğim?“ Yakup Cemil`in kumandası altındaki mahkumlar, bir aç kurt sürüsü gibi geçtikleri yerlere dehşet salarak hududa doğru sevkedildiler. Haylisi yolda harcandı. Bunlar hududdan düşman toprağına girecekler, orada çete harbi yaparak düşmanı içeriden vuracaklardı. Fakat bu bir hayal-i muhal idi. Bu gibi fedakarlıklar için yalnız hunriz olmak kafi gelmez, vatanperver olmak ve bilhassa idealist olmak lazımdır. Nihayet hududa geldikleri zaman zorla ava götürülen her köpeğin zağar gibi iş göremeyeceği anlaşıldı ve kalanlar da dağıldı gitti.“ (Sayılı Fırtınalar, Refi Cevat Ulunay,1955) Kaynak: ht tp://w w w.kuyerel.com/modu les/ AMS/index.php?storytopic=148 kızılbaş - sayfa 43 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sabri Atman: Süryani Soykırımı kabul edilsin Avrupa’nın bazı Üniversiteleri olmak üzere, Ermeni Soykırım Müzesi ve İsrael’deki Holocaust ve Soykırım Enstitüsü gibi kurumlarla ilişkilerimiz var ve bunların tecrübelerinden yararlanıyoruz. Sabri Atman : Seyfo Center, ezilen halkların ortak mücadelesine inandığı içindir ki, Ermeni, Rum, Alevi, Türk ve Kürt ilerici ve demokratlarıyla yakın ilişkileri var ve bu ilişkileri daha da geliştirmek arzusundadır. Çünkü soykırım olayı sözü edilen bütün bu kesimleri yakından ilgilendirmektedir. Seyfo Center, ezilen halkların ortak mücadelesine inandığı içindir ki, Ermeni, Rum, Alevi, Türk ve Kürt ilerici ve demokratlarıyla yakın ilişkileri var ve bu ilişkileri daha da geliştirmek arzusundadır. Çünkü soykırım olayı sözü edilen bütün bu kesimleri yakından ilgilendirmektedir. Sabri Atman : Süryani Soykırımı kabul edilsin Gazeteci Gabar Çiyan’ın Seyfo Center Başkanı Sabri Atman ile Süryani Soykırımını konu alan röportajını yayınlıyoruz. Gabar Çiyan : Seyfo kelimesi neyi ifade ediyor ve Seyfo Center nedir, ne zaman kuruldu, hangi ülkelerde örgütlü, amaçları nelerdir? Sabri Atman: Soykırım sözcüğünün Ingilizcedeki karşılığı olan ‘genocide’ kavramını sosyal bilimler literatürüne sokan Polonya asıllı ve yahudi olan Rafael Lemkin’dir. Eski Yunanca genos (ırk, kabile, köken) ve Latince dilindeki –cide (kes, öldür) sözcüklerinden türemiştir. Ancak soykırıma uğrayan bir çok halk grubu, uğradıkları acıları tarif etmek için kendi dillerinde soykırım anlamını veren benzer kavramlar kullanmaktadırlar. Örneğin Yahudiler ibranice dilinde ‘Shoah’ deyimini kullanırlar. Trajedi veya felaket anlamına gelmektedir. Ermeniler ise Batı Ermenice şivesinde ’Medz Yeghern’ değimini kullanırlar. ’Büyük suç’ anlamına gelmektedir, bunu ’büyük kaza’ olarak okuyanlar da var. Rwanda’da soykırıma uğrayan Tutsi’ler ise kendi dillerinde ’Machete’ veya ’Panga’ deyimini kullanırlar. Bu, bıçakla kılıç arasında keskin bir alettir. Genellikle çalıları ve kamışları kesmek için kulanılır. Süryaniler ise uğradığımız soykırıma kendi dilimizde birden fazla kullan- dığımız sözcük vardır. Batı Süryanice dilinde ’Ferman’, ’Kafle’ ve ’Seyfo’ deyimlerini kullanırız. Birinci sözcük ‘yukardan gelen emir’ anlamında kullanılır ve Kürtçe dilinde de ‘Fermane fılaha’ yani ’Hristiyanların Fermanı’ anlamında kullanılması yaygındır. ’Kafle’ sözcüğü ise, topluluğu, toplu halde zorunlu göçe, daha doğrusu ölüme gönderilen insanların konvoylarını tarif eder. Uğradığımız soykırımı tarif anlamında en çok kullandığımız sözcük ise, SEYFO’dur. Kelime olarak Süryanice dilinde ’’Kılıç’’ anlamına geliyor. 1914-1915 yıllarında kılıçtan geçirildiğimiz için uğradığımız soykırıma Batı Süryanice dilinde SEYFO ve Doğu süryanice de ise ’SEPA’ deyimini sembolize olarak kullanırız. Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi Seyfo Center, 2004 yılında kuruldu. Amacı, inkar edilen ve unutturulmak istenen Süryani Soykırımı Seyfo’yu unutturmamaktır! Seyfo Center’in Almanya, Hollanda, Belçika ve İsveç olmak üzere Amerika’da şubeleri var. Aynı zamanda Avustralya, Yeni Zelanda olmak üzere dünyanın daha bir çok ülkesinde faaliyetleri mevcuttur. Şubelerimizin olmadığı ülkelerde halkımızın diğer var olan kurumları aracılığıyla faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Halkımızın ezici bir çoğunluğunun desteğine sahibiz. Amerika ve Gabar Çiyan : Süryani (Seyfo) Soykırımına, devlet güçlerinin yanısıra, gerici Kürtlerin de rolünden bahsediliyor. Bu konuda, Kürt aydınının kendi tarihini eleştirme sürecinin başladığına dair işaretler var. Sizin, bu konu üzerinde yüksek lisans yapmaya başladığınızı biliyoruz. Seyfo Center'in Kürt aydını ve siyasi partilerinden bekledikleri nelerdir? Sabri Atman : Evet! 1915 Soykırımı dönemin İttihat ve Terakki Partisi tarafından, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde gerçekleştirildi. Amaç, Türkiye’nin Türkleştirilmesi yani homojenleştiril-mesiydi. Bu bir anlamda başarıldı da. Sayıları milyonlarca olan Ermeni, Rum ve Süryani’den topu topu sadece 72 bin kişi sağ kaldı Türkiye’de. Eldeki bütün veriler gösteriyor ki, Kürtlere karşı bugün kullanılan silahlı korucu çeteleri gibi, devletin silahlandırdığı ve finanse ettiği bazı gerici Kürtler ve bazı Kürt aşiretleri de o dönemde Ermeni ve Süryani Soykırımında kullanıldı. Ama bunu söylerken, şunu kalın harflerle ifade etmek isterim: Türk, Kürt, Süryani, Ermeni, Arap, Alman vs. gibi kavramlar çok dikkatlice kulanılması gereken kavramlardır. Soykırım, bir halkın bir başka halkı katletmesi değildir. Soykırımı yapan güçlerin soyadı ne olursa olsun, onlar halklarımızı temsil edemez. Bu bağlamda, soykırımı yapan iktidarı ve buna iştirak eden kızılbaş - sayfa 44 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bazi Kürtleri ve diğer güçleri lanetliyoruz. Kürt halkını veya Türk halkını suçlamıyoruz! Her Türk ve Kürt bireyi de tek tek bireyler olarak bu soykırımdan sorumlu değildir. Ancak ortada kolektif bir sorumluluk var. 1915 Soykırımı ’Türk ulusu’ adına, ’islam’ dini adına yapıldı. Ermeni ve Süryani malları bir çok bölgede talan edildi. Bu bağlamda her Türk ve bunda sorumluluk payı olan her Kürt bireyi 1915 Soykırımını kabul etmek ve ettirmekle yükümlüdür. ‘Kürt’ tarafının iştirakı neydi, niye ve nasıl iştirak etti, hangi Türkün veya Kürdün zenginliği konduğu Ermeni veya Süryani mallarıdır gibi konular, önümüzdeki dönemde araştırılması gereken konulardır. Ermeni ve Süryaniler sabah kahvaltısı için harcandılar. Kürtler ise öğlen yemeği olarak planlanmıştı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Birincisi, Ermeni ve Süryani çocuklarının, aradan 97 sene geçse bile soykırımı yapanlardan hesap soracağı ve bunu sürekli dünya gündemine getireceği hesaplanmamıştı. İkincisi, Kürt halkının ve onun mücadelesinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin otuz iki dişini kıracağı hesap dışı bırakılmıştı. Düne kadar Kürtlerin varlığını inkar eden herkes, bunu bugün açık bir şekilde telafuz etmek zorunda kalacağı tahmin edilmemişti. Soykırımı inkar eden ‘Türkler’ çıkacağı gibi, bu soykırımda Kürtlerin sorumluluğunu üstlenmeyen ve bunu inkar eden ‘Kürtler’ de çıkacaktır. Her iki tarafın inkarcılarının kullanacağı argümanlar birbirine çok benzeyecektir. Bazı Kürt aydınları, bu iş tek başına Türk devletine yöneltildiği zaman memnunluk duyacaklardır. Fakat Kürtlerin sorumluluğu hatırlatılınca, ‘geçmişi kaşımayın’ türü laflar etmekten kaçınmayacaklardır. Soru (anp): Bunlar hangi ”Kürd aydinlari”dirlar? Biraz geriye gidersek, bundan yaklasik yüz yil önce Kürdler adina, Kürdi menfaatler adina savasan, herhangi silahli bir Kürd hareketi Asuri-Suryani-Ermeni halklarina karsi katliam ve talanlarda yer aldi mi? Hangi Kürd hareketlerinden bahs ediyoruz? Hem gecmiste ve hem de simdi, Kürd menfaatlarini savunan ve bunun icin mucadele ettigini soyleyen hangi Kürd örgütü ve aydini Hiristiyan halklara karsi kin ve savasi körukledi veya hala körukluyor? Hristiyanlara karsi suclar isleyen ayni Türk-Müslüman ceteler tarafindan, öz be öz Kürd olan Yezidi inancina sahip Kürdlere karsi da katliamlar gerceklesmedi mi ? Sizce Kürdlerin kendileri de kirim ve katliamlara ugramadi mi? Bir arastirmaci olarak, ayni cografyada 100 yildir katiamlara ugrayan Kürdler ve yasadiklari acilari konusunda neler soyleyebilirsiniz? Alabildiğine geniş ve uzun bir soru. Fakat son paragraftan hareketle cevap vermeye çalışayım. Elbette, aynı coğrafyada yaşayan Kürt halkı da çok acı katliamlara ve soykırımlara maruz kaldı. Kürt halkı da büyük acılar yaşadı ve yaşıyor. Sadece 1925-1938 yillari değil, daha dön Uludere’de 34 insan devlet tarafından öldürüldü ve bir özür bile onlara çok görüldü. Olay unutturulmaya çalışılıyor. 1988 yılında binlerce Kürt Halepçe’de soykırıma uğratıldı. Bir çok insanın yuvası yıkıldı. Ufak çocuğunu göğüsleyen babanın cansız bedeni ve dünya medyasında dolaşan resmi bir çok insanın beynine ve yüreğine kazındı. Yerde yatanın soyadı veya ulusal kökeni birey olarak benim için hiç ama hiç önemli olmasa bile, bu resme her baktığımda göz yaşlarımı tutamam. Yapanlara lanet okurum. Kürt halkının yaşadığı acıyı yüreğimde paylaşırım. Hiç kuşkusuz Kürt halkının tarihin- de sayısız katliam vardır. Yüzbinlerce masum Kürt öldürülmüştür. Basta 1925, 1926-1930 Ararat isyanlari-Geliye Zilan katliamlari olmak üzere 1938 Dersim ve Halebçe’de Kürt halkının yaşadığı acıları paylaşmak ve yapanları lanetlemek için araştırmacı veya yazar -çizer olmaya hiç gerek yok. Asgari bir insani duruşa sahip olmak yeterlidir. Bir insan olarak, soykırım yaşamış bir halkın ferdi olarak, insanlığa bu tür acıları yaşatanlara değil bir defa; yüz bin defa lanet okuyorum. Lanet okumak, yeterli mi diye sorulabilir. Değildir tabi, fakat geçmiş katliamlar ve yaşatılan acılar yeterince lanetlenmeli ki, başka birileri geçmişten cesaret alıp benzer acıları yaşatmaya kalkışmasın. Halepçe soykırımında, ufacık çocuğuyla, cansız bir şekilde yerde yatan baba ve oğulun heykeli dikilmeli ve bu heykel gelecek kuşaklara ders olmalıdır. Sorunuzun öteki yanına gelince: ’Böylesi Kürt aydınları kimlerdir’, diyorsunuz. Oysa ben şunu iddia ediyorum: 1915’te Süryani ve Ermenilere yapılan soykırımda Kürt rolünün de olduğunu ve bir çok Kürt aşiretinin bu uğursuz katliamda kullanıldığını düşünüyor ve söylüyorum. 1915 Soykırımında Kürt tarafının da rolü var ve bu olay örtbas edilmemeli, tam tersine açık bir şekilde incelenmeli dendiği zaman, buna tepkisel olarak gelen, ‘ama Ermeniler Kürtlere falan yerde şunu yaptı’, ‘Süryaniler de Kürtlere karşı….’, gibi ’ama’lı ve gerekçeli yaklaşımı kişi olarak bir çok Kürt sitesinde okuyucu mektupları ve yazıları olarak kısa bir süre önce takip ettim. Konuştuğum bazı Kürt dostlarımın da benzer bir eğilimi, yani ‘1915 Soykırımında Kürt rolünü’’ bilinçli bir şekilde gündeme taşımama veya bunun önünü kesmeyi tercih ettiklerini gözlemledim. Bu tercih bilerek yapılan bir tercihtir. Bazı Kürt aydınları teriminden bunları kastettim. Örnek bir isim veya isimler mi istiyorsunuz? Biraz sonra size bunu birlikte tespit etme önerim olacak. Fakat şimdilik şunları aktarayım: Bundan bir süre önce, sevdiğim ve saygı duyduğum gazeteci bir arkadaş olan Fırat Aygün benimle Stockholm’da bir söyleşi yapmıştı. Buradaki benzer konuyu çok hafif bir şekilde işlemiştim. Söyleşi, Rızgari sitesinde yayınlanmadı. Gerekçe neydi? Elbette ‘yazılı’ bir cevap ve gerekçe vermediler. kızılbaş - sayfa 45 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Önerime gelince: Benimle yaptığınız bu söyleşiden hareket edelim. Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki Partisi’nin Hristiyan olan Ermeni ve Süryanilere Soykırım örgütlediği ve gerçekleştirdiği tartışma konusu yapılmamalı. Bu soykırımda ‘Kürtlerin rolü neydi?’ sorusu sorulsun ve tartışma konusu yapılsın. Arkasından, Abdulhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları neyin karşılığında ve kime karşı kurdurulmuştu? Bunun da arkasından şöyle bir soruyu gündeme getirilsin: 1915 Soykırımı döneminde Hamidiye Alayları dağıtılmıştı, fakat yerine geçen Süvari Birlikleri de Kürtler’den oluşuyordu. Bunların öldürdüklerinin bilançosu çıkarılsın ve talan ettikleri Ermeni ve Süryani malları araştırılsın. Son olarak şunu söylemeliyim: 1915’ lerde Van, Siirt, Bitlis, Muş, Urfa, Omid, Viranşehir, Hakkari ve bügün Kürtlerin yaşadığı başka bir çok şehirde Ermeniler ve Süryaniler yaşıyordu, fakat bugün bu insanlar yoklar. ‘Birileri’ tarafından yok edildiler. Peki, ya onların mallarına ve mülklerine ne oldu, evlerinde kimler oturuyor, diye sorun? Bu soruların arkasından gelecek tepkilerdendir benim ‘bazı Kürt aydınları’ndan kastım. Kürt aydını Berzan Boti, ‘ben sadece özür değil ama aynı zamanda benim olmayan mülkü de esas sahiplerine iade ediyorum’, diyerek onurlu bir davranış sergiledi. Bu onurlu davranışı sayın Ahmet Türk olmak üzere bir çok tanınmış Kürt ve aydını da göstermelidir, kanaatindeyim. Bence Kürt hareketi dinamik bir harekettir. Kürt aydınlarının bu konudaki tavrı Türk devletini ve soykırımı inkar eden bütün güçleri ters köşeye yatırabilir. Soykırımdan kalma mülkünü teslim eden ve soykırımdan dolayı özür dileyen Kürt aydını Sayın Berzan Boti olmak üzere, Omid (Amed) Belediye Başkanı sayın Osman Baydemir’in duruşları ayakta alkışlanacak duruşlardır. Bundan kısa bir süre önce Diyarbakır’da bir konferans gerçek- leşmişti. Bu konferansta bir konuşma yapan sayın Baydemir aynen şunları söylemişti: ‘‘ … açık ve net soylüyorum, biz her bir insan, kendi ailemizle, ailemizin geçmişiyle, mensubu olduğumuz kültür ve kültürün geçmişiyle, mensubu olduğumuz halk ve o halkın geçmişiyle övünmek isteriz ve övünmek de en doğal hakkımızdır. Ama halkımızın geçmişinde, tarihinde karanlık sayfalar varsa, iğrençlikler varsa, açık söylüyorum alçaklıklar varsa onu reddetmek, o günaha ortak olmamak bizim ahlaki, vicdani ve siyasetçiysek siyasetçi görevimizdir….’’ Sayın Baydemir’in duruşu, halklarımız arasındaki dostluk için bir köprüdür. Elbette bu duruşa sahip olan tek başına kendisi değildir. Sayın Ahmet Tan’ın Meclisteki Ermeni ve Süryani Soykırımı konusunda konuşması hatırlardadır. Kürt aydını ve yazar sayın Recep Maraşlı’nın çalışması ve yazılarılar bizleri alabildiğine aydınlatıyor. Orhan Miroğlu’nun yayınladığı çok değerli yazı ve kitapları vardır. Bu örnekleri elbette daha da çoğaltmak mümkündür. Bunların hepsini yürekten alkışlıyoruz. Sayın Baydemir’in kafasına atılan taşların ve zorluklarının farkındayız. Fakat bütün bu zorlukları göğüsleyebileceğine olan inancımızdan dolayı, bundan bir müddet önce Diyarbakır Belediyesi’nden bir anıt talebimiz oldu. Öyle inanıyoruz ki, bu anıtın dikilmesi soykırımı inkar eden bütün güçlere bir cevap olacaktır. Sydney’de, Yerevan’da, Stockholm’da, New York’ta anıt dikiliyor da, niye soykırımın gerçekleştiği bölgelerden biri olan Diyarbakır’da dikilmesin? Gabar Çiyan: Türkiye’nin Seyfo Soykırımı konusundaki yaklaşımı ne? Seyfo Center’in devlet nezdinde bir girişimi bekleniyor mu? Konunun Türk ilerici ve demokrat kesimince tartışmaya açılması süreci başladı mı? Seyfo Center in bu konudaki çalışmaları neler? Sabri Atman: Türkiye’de dışarının başta olmak üzere cılız da olsa iç di- http://www.seyfocenter.com namikler nedeniyle soykırım sözcüğü geçmiş yıllara göre daha fazla teleffuz edilmeye başlandı. Tarihi objektif bir şekilde irdeleyen ve soykırımın varlığını işleyen kitaplar da çıkmaya başladı. Fakat devletin ve AKP’nin inkara devam etmekten öte bir politikası yok. En son devlet desteğinde İstanbul’da Hocalı katliamını protesto adı altında ırkçı sloganlarla donatılmış bir miting düzenlendi. Devletin politikası budur. Bu yüzden demokratik güçlerin ve bizlerin katedeceğimiz daha uzun bir yolumuz var. Önümüzdeki süreçte Türkiye ve yöneticileri soykırım gibi ağır bir yükü taşıyacak ve eskisinden daha fazla zorlanacaklardır. Soykırımda öldürülenlerin torunları olarak bunların rahatını bozacağız. Bu böyle bilinsin! Bunların, Sayın Baydemir’in dediği gibi geçmişteki ‘alçaklığı’ reddetmekten başka bir seçenekleri yoktur. Gabar Çiyan: Süryani (Seyfo) Soykırımının resmi olarak tanınmasında Ermenistan’ın tutumu ne? Bu soykırımın Ermenistan tarafından tanınması için Seyfo Center’in planlanmış çalışmaları var mı? En son Ermenistan Parlamentosu’nda red edilen Süryani Soykırımı yasa tasarısına yönelik düşüncelerinizi merak ediyordum. Nasıl bir karar bekliyordunuz? Beklentilerinizin gerçekleştirilmesi için Merkez’inizin çalışmaları hangi yöne kayacak? Sizin gibi soykırım karşıtı Süryani insan hakları örgütlerinin bölgemizde yaşanan dilsel, kültürel vb kıyımlara karşı daha güçlü ses getirebilme ve sonuç alabilme açısından, bölgedeki benzer diğer insani örgütlerle işbirliği konusu gündeminizde var mı? Sabri Atman : Seyfo Center’in başkanı olarak, daha önce Ermeni Soykırım Müzesi tarafından Ermenistan’a davet edilmiştim. Süryani Soykırımının bügüne kadar Ermenistan Cumhuriyeti tarafından kabul edilmediğini ve bunun önemli bir eksiklik olduğunu dile getirmiştim. Bir çok temsilciyle ilişkilerim oldu. Yasanın rededilmesine gelince, genel kızılbaş - sayfa 46 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olarak bir yasanın parlamentodan geçmesi için, bunun hazırlığının yeterince yapılması, zamanlamasının çok iyi tespit edilmesi gereklidir. Sözünü ettiğim hazırlığın ve zamanlamanın yapılıp yapılmadığıni bilmiyorum. Herşeye rağmen karar üzücü bir karardır. Bu tür bir kararın alınmasında ne tür siyasi ve ekonomik kaygıların gözönüne alındığı konusunda yeterince fikir sahibi değilim. Kabul edilemez bir karardır. Çünkü Ermenistan halkının ve Ermenistan Devletinin Süryani Soykırımını kabul etmesi, hem ahlaki hem de siyasi sorumluluğudur. Bütün dünyadan Ermeni halkının yaşadığı acıları ve soykırımı kabul etmesini isteyeceksin, diğer taraftan da, Süryani soykırımına hayır diyeceksin, bunu inkar edeceksin. Bu anlaşılabir ve kabul edilebilir bir tavır değildir. Böylesi bir tavrın ve inkarın devamı Ermenistan Cumhuriyeti'ne ve halkının mücadelesine ve inandırıcılığına zarar verir. Sür yani Kültür ü i n f o @ s u r y a n i l e r. c o m w w w. s u r y a n i l e r. c o m miras süryanilerin ürettiği dergi www.mirasdergi.com editor@mirasdergi.com 25 Nisan tarihinde Yerevan’da ilk Süryani Soykırım anıtı dikilecektir. Seyfo Center’i temsilen davetliyim ve yapacağım konuşmada Ermenistan’ın Süryani Soykırımı Seyfo‘yu kabul etmesini talep edeceğim. Ermenistan Meclis Başkanı olmak üzere bir çok temsilciyle Süryani Soykırımı Seyfo’nun kabul edilmesi için görüşmelerim olacak. Ezilen halkların birlikte mücadelesinden yanayız. Bu yöndeki stratejimizde de hiç bir zaman değişiklik olmayacaktır. Amerika, Avustralya ve Avrupa’da bir çok Ermeni dostun bize gelen üzüntüleri ve dilekleri var. Bunlara büyük değer veriyoruz. Strateji değişikliği değil, fakat Ermenistan Cumhuriyeti’nin dikatine ve kendilerine sesimizi duyurmak için Seyfo Center olarak önümüzdeki haftalarda internet üzerinden herkesin katılabileceği bir şekilde ‘’Türkiye ve Ermenistan Cumhuriyeti Süryani Soykırımını Kabul Etmelidir!’’ şeklinde büyük bir kampanya yürüteceğiz. Sonuç olarak, önümüzdeki dönemde Ermenistan Cumhuriyeti'nin mutlaka ama mutlaka Süryani Soykrımını kabul edeceğine inanıyorum. Mücadelemiz ve ilişkilerimiz de bu yönde devam edecektir. Copyright Ararat News Publishing Seyfo Center / Gabar Ciyan ga z e te s abro@hot ma i l .com çerkeslerin özgür sesi www.jinepsgazetesi.com ineps@jinepsgazetesi.com osmanağa mah. pavlonya sok. nuhoğlu iş merkezi no: 10/63 kadıköy-istanbul tel: 0216 336 08 46 fax. 0216 494 09 24 kızılbaş - sayfa 47 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 105 yaşındaki Musa Faal’in hatırladıkları Yukarı Kafro (Arıca) Köyü’nden 105 yaşındaki Musa Faal’in hatırladıkları 22 Nisan 2012 günü, Yukarı Kafro’lu Papaz Hanna Basut ile konuştuktan sonra, köylüsü Musa Faal’in evine geldik. Hanna Basut, daha önceden kendisini ziyaret edeceğimizi söylemişti. Eve vardığımızda, Musa Faal, koltuğunda oturuyordu. Hanımı ve oğlu yanındaydı. Ben ilk kez 1915 katliamını, Seyfo’yu yaşamış bir Süryaniyi görüyordum. Daha önce konuştuğum Süryaniler, Seyfo sonrası dünyaya gelmişlerdi. Seyfo’yu görmemiş, bizzat yaşamamış; olayları babasından, anasından, dedesinden, ninesinden, olayı yaşamış başka insanlardan duymuştu. Bana gördüklerini, yaşadıklarını değil, duyduklarını anlatmışlardı. Şimdi karşımda oturan Musa Faal ise, 1915’de beş altı yaşlarındaymış. Yaşını hesapladım. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1908 ya da 1909 olabilirmiş. Ellerini tuttum! Kilisenin içinde, ölüm korkusuyla titriyor gibiydi! Sesi bazen hüzünle, bazen korkuyla farklı tonlarda çıkıyordu. Bedeni Hollanda toprağında; ruhu, hatıraları, aklı fikri, hasretleri varolduğu Turabdin topraklarında, Midyat’ta, Kafro Köyü’de idi. Dili, sesi, kelimeler, kavramlar hafızasının derinlerindeki sönmeyen yangınları, dermanı bulunamamış yaraları, sızım sızım sızlayan acıları, alınamamış ahları, yerine getirilmemiş hakkı, hukuku, adaleti ifade etmeye yetmiyordu. Elleri ellerimde, gözlerim gözlerinde, yüreğim yüreğinin içindeydi. Onun acıları benim de acılarımdı. Susuyor, bir yerlere gidip geliyor, tekrar konuşuyordu. “Ben Süryanice konuşacağım!” dedi. “İstediğin dille konuş!” dedim. “Ben Seyfo sırasında 5-6 yaşlarındaydım. Kiliseye anam ve kardeşlerimle sığınmıştık. Çok korkmuştum. Anamın elini bırakmıyordum. İnsanların çığlıkları aynen kulaklarımda! Gözlerim kör olduktan sonra, yaşadıklarım daha çok gözümün önüne geliyor!” diye başladı Süryanice konuşmaya. Hanna Basut, konuşmaları Süryaniceden Türkçe çeviriyordu. Çeviri sırasında hatıralarının akışı kesiliyor, bazen kaldığı yeri unutarak tekrar ediyordu. Konuşma kayıtlarını yazıya geçirirken, “Keşke, sözünü, anlatımını hiç kesmeseymişim! Çeviriyi sonradan yapsaymışım,” dedim kendi kendime. Bundan sonrası, Musa Faal’in anlattıklarıdır * “Reçberlik, çobanlık yaptım. Seyfo’dan sonra kıtlık vardı. Geçimimi sağlamak için çalışmaya başladım. Hayatım bin bir türlü zorluklarla geçti. Seyfo sırasında çok ölü, çok yaralı, çok kan gördüm! Çocukluk nedir bilemedim. Ben çocukluk yaşamadım. Ölüm, korku, acı, kıtlık yaşadım çocukluğumda. Gercüş’e bağlı, Kalho Köyü’nden Mahme adlı yoksul, gariban bir Müslüman Kürt Kafro’daki Süryani dostu Mirza Saffo’nun evine gelmiş, Gercüş’te yapılan bir toplantıda duyduklarını, gördüklerini anlatmış: “Gercüş’te Müslüman Kürt Ağalarından Yusuf Halim ve Hasan toplantı yaptılar. Ben de bu toplantıya katıldım. Yusuf Halim Ağa, Hasan Ağa’nın aşireti ve diğer aşiretler, Gercüş çevresindeki Müslüman köylerindeki adamlarını topladılar, sizleri öldürmeye karar verdiler, yarın Kafro’ya gelecekler! Gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Durum sizler için çok kötü! Ne yapıp edin kaçın! Mallarınızı bana verin! Ben onları korurum! Daha sonra ben size geri veririm! Durmayın! Kaçın! Hazırlanın!” Mirza Saffo, hemen Kafrolu Süryanilere haber verdi. Bütün Süryaniler Mala Gezi denilen evin önünde topladılar. Saffo ve Kumul aileleri Müslüman Mahme’nin anlattıklarını tartıştılar. Fakat Gercüş Kürtlerinin, Yusuf Halim ve Hasan Ağaların aşireteriyle Kafro’ya saldıracaklarına ve kendilerini öldüreceklerine inanmadılar! “Biz bu Müslümanlara ne yaptık? Neden bizi öldürsünler? Hayır, olamaz bu! Bu haber yalandır, yanlıştır! Bu fakir Kürt Mahme, biz aldatıyor! Mallarımızı alacak, sonra geri vermeyecek!” dediler. Kürt Mahme, kendine inanmadıklarını gördü. “Bana inanmıyorsunuz! O zaman size bir parola, bir işaret daha vereyim,” dedi, “Yarın sabah erkenden sizler uykuda iken köyü basacaklar. Barsekelerin harman yerinde beyaz bir at gördüğünüzde bilin ki, köyünüz Kürtler tarafından sarılmıştır. Başınızın çaresine bakınız!” Kafro Köyü’nde Süryaniler ile Müslüman Kürtler bir arada yaşıyordu. Süryaniler, Müslümanlardan daha çoktu. Köyde Kürtçe konuşulurdu. Ben çocukluğumda Süryanice ve Kürtçe konuşurdum. kızılbaş - sayfa 48 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Köyümüzdeki Müslüman Ağalardan biri Temiroğlu Derbase, diğeri de Kardeşi Yusuf Derbase idi. Kafro’ya Gercüş çevresindeki Kürt aşiretlerinin saldıracaklarını, komşuları Süryanileri öldüreceklerini duyunca pek inanmadılar. Yusuf Derbase, “Kafrolu Süryanilere, bizim köyümüzün Hıristiyanlarına karşı yapılacak bir saldırıyı, bir katliamı kabul etmeyiz! Eğer Kafrolu bir Müslüman, Kafrolu bir Hıristiyana saldırırsa, ben de onu öldürürüm!” dedi. * Süryaniler sabah erkenden uyandıklarında Kafro’nun etrafının Kürt aşiretleri tarafından sarılmış olduğunu gördüler. Mahme’nin verdiği haber doğru çıkmıştı! Ne yapacaklarını şaşırdılar. Telaş ve korku içinde çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı tüm Süryaniler Kafro Kilisesi’ne doğru koşuyordu. Ben de annemin elinden tutuyordum. O an şimdi aynen gözümün önünde! Görüyorum! Duyuyorum! Ben küçüktüm ama Sırrı Mahamma adlı Müslümanın yanında kalıyor, ona çocanlık yapıyordum. Fakat o gece evimize gelmiştim. Şimdi aynen görüyorum! Süryaniler kilisenin avlusunda toplanmıştı. Ben annemin elini tutuyordum. Abilerim Gello ile İsa da orada idi, hepimiz korku içinde bekleşiyorduk. Bir anda ortalık karıştı. Çığlık çığlığa kaldık! Müslümanlar kiliseye saldırmıştı! Süryaniler kendilerini korumak için taşla sopayla direniyordu. Fakat silah yoktu. Çeresizdik! Kimse yardımımıza gelmedi! Kiliseden kaçmak için tüneller vardı. Bazı insanlar bu tünellere saklanmıştı. Şimdi adını söylemek istemiyorum. Bir Süryani Müslümanlara seslendi: “Süryaniler lâğımdan, tünelden kaçacaklar!” diye haber verdi. Müslümanlar lâğım ve tünel giriş çıkışlarına kuru ot, saman dökerek ateşe verdiler! O ateşin dumanı zehir gibiydi. Nefes alamaz olmuştuk! O dumanın kokusu şimdi bile burnumda! Çığlıklar içinde insanlar boğulup öldü. * Aynen hatırlıyorum. Müslümanlar kilisenin avlusuna, içine girmişlerdi. Ben, annem, abilerim Gello ve İsa biribirimize sarılmıştık. Korku içinde titriyorduk, ben ağlıyordum. Birkaç Kürt yanımıza geldi. Bizi kilisenin su kuyusunun başına götürdü. Bizi su kuyusuna atacaklardı. Bizim köylü Müslümanlardan biri olan Şerif bunu görünce hemen kılıcını çekti: “Durun! Bırakın onları! Eğer onları sukuyusuna atarsanız, ben de sizi öldürürüm!” dedi. Bizi bıraktılar. Bizi komşumuz Şerif kurtardı! Sağ olsun! Allah ondan razı olsun! Şerif bizi kurtardıktan sonra, “Benim arkamdan gelin!” dedi. Bizi kiliseden çıkardı, kendi evine değil, Kafrolu Müslümanlardan Kozane adlı bir kadının evine götürdü. Kozane bizi evine almadı! Şerif bizi Maranyu denilen Müslümanın evine götürdü. Onlar da bizi içeri almadılar. Şerif bizi daha sonra Sülem Hamalar’ın evine götürdü. Hamalar bizi içeri aldılar. Bize su verdiler. Bir süre bu evde durduk. Sonra Hasanolardan Sıvayşe adlı bir Müslüman geldi. Bizi Hamaların evinden aldı, kendi evine götürdü ve hepimizi ahırına sakladı. Çok iyi hatırlıyorum, beni omuzuna alarak, ahırın bitişiğindeki, kapısı yüksek samanlığa çıkardı. Bizi samanlığa sakladı. * Çevre köylerdeki aşiretlerden gelen Müslümanlar, Kafrolu sağ kalan erkekleri, kadınları birbirine bağlayarak, kafile halinde Gercüş yoluna doğru götürdüler. Mala Haco denilen ormanlığın içinde kafileyi silahla tarayarak insanları öldürdüler. Duyduğuma göre, bu katliamdan yaralı olarak kurtulanlar varmış. Daha sonra Mala Haco’ya gelen Keley köyünden Müslümanlar yaralı olan sağları da silahla tarayarak öldürmüşler. Çünkü Kafrolu Süryaniler, Seyfo öncesinde Keley köylülerine iyi davranmamıştık. Onlara zulmetmiştik! Onlar da intikam almak için yaralı kurtulan Süryanileri öldürmüşler. * Eski adı Erde olan “Yamanlar” köyünden Müslümanlar, kafile halinde götürdükleri Süryanileri Bahvar yolu üzerinde öldürdüler. Bu katliamdan tek bir Süryani kurtulmuştu. Çakalo adlı bu kişi daha sonra Kafro Kilisesi’ne sığınmıştı. Müslümanlar Çakalo’yu Kafro Kiliseni’nde yakaladılar. “İslamiyeti kabul et! Seni öldürmeyeceğiz!” dediler. Çakalo, “Hayır! Ben Müslüman olmayacağım! Ben Mesih’in kuzusuyum!” cevabını verdi. “Baksana hançer elimizde! Sen kime güveniyorsun? Ya Müslüman ol kurtul, ya da seni öldüreceğiz, gözlerini oyacağız!” dediler Çakalo’nun gözlerinde korku yoktu! “Hayır! Ne yaparsanız yapın! Ben Müslüman olmayacağım! Ben Mesih’in kuzusuyum!” dedi. Bu cevap üzerine Müslümanlar, Çakalo’yu hançerleyerek katlettiler. * Ben Seyfo günlerinde yaşadım ve Seyfo’nun hatıraları içinde büyüdüm ve ömrüm Seyfo’nun acıları, kederleri, dertleri içinde geçti. Yaşım 105 oldu. Seyfo hâlâ peşimi bırakmıyor. Seyfoyu unutayım diyorum, unutamıyorum. Son zamanlarda çocukluğum daha çok aklıma geliyor. Bir gün Kafro’da sesler duyuldu: “Aynwardo’ya saldıracaklar, Aynwardo’ ya sığınmış olan Süryanilerin hepsini öldürecekler!” diyorlardı. Biz bir Müslümanın samanlığında saklanıyorduk. Ama çok korktuk! “Anne ya buraya da gelirlerse, ya bizi de öldürürserse!” diye ağlamaya başladım. Annem “Korkma! Bizi bulamazlar!” demişti. Daha sonra duyuldu ki, iki silahlı Müslüman tarafından, esir alınmış olan kadın ve kızlar Salhe (Barıştepe) Köyü’ne doğru götürülmüşler. Salhe ile Kafro arasındaki bir yerde öldürmüşler. Bu katliamdan sadece iki kadın kurtulmuş. Kurtulanlardan biri Berone Muhsi adındaki kadındı. Diğerinin adını unuttum. Bu kadını da Salheliler kurtarmıştı. Buna benzer bir olay daha hatırlıyorum. Şimuni adlı bir kadın, Gercüş yakınlarındaki Derin Çeşme denilen bölgeye götürülmüş. Burada Mala Haco adlı bir Müslüman ailenin evine esir olarak konulmuş. Mala Haco, Şimuni’ye Müslüman olmasını, kelime-i şehadet getirmesini istemiş. Şimuni, “Hayır! Ben Müslüman olmayacağım! Ben Mesih’in kuzusuyum!” cevabını vermiş. Bunun üzerine Mala Haco, Şimuni’yi kendi elleriyle öldürmüş! kızılbaş - sayfa 49 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 * Kafrolu Müslüman komşumuz Temiroğlu Nuri, dayılarımın karılarını Aynwardo’ya götürmek istemişti. “Burada durmayın! Burası güvenli değil! Aynwardo sizin için daha güvenlidir, ben sizi oraya götüreyim!” demişti. Fakat onlar Nuri’ye inanmadılar. “Nuri bize kötülük edecek! Bizim namusumuza göz dikecek. Nuri’nin elinden öleceğimize, kendimiz ölelim!” diyerek kuyuya atlayarak intihar ettiler. * Biz daha kilisede bekleşirken, Müslümanlar bizi öldürmek için saldırırken, Yusuf adlı bir Süryani, kilisenin ikinci katındaki pencereden yere atlayarak kurtulmak, Aynwardo’ya gidip haber vermek, yardım istemek istemişti. Fakat kilisenin penceresi çok yüksekti. Yusuf, belindeki ipten yapılma kemeriyle kendini bağlamış, tüfeğini eline almış. Tam pencereden aşağıya sallandığında, Müslüman Kürtler onu görmüşler ve ateş etmeye başmamışlar. Yusuf son çare olarak belindeki bıçakla pencereye bağladığı kemerini kesmiş. Yere düşmüş. Her nasılsa Kürtlerin elinden kurtulmuş, Aynwardo’ya ulaşmış. Durumu anlatmış, Kafro’ya yardım göndermelerini, aksi halde Müslümanların Süryanilerin hepsini öldüreceklerini söylemiş. Fakat Aynweardo’dan Kafro’ya yardım edememişler. * İsa ve Hanna adındaki dayılarım Bahvar Köyü’ndeki Levko adlı Kürt Müslüman dostuna ulaşmak için, onun evinde saklanarak ölümden kurtulmak istemişlerdi. Fakat yolda, başka köyün Kürtleri tarafından yakalanmışlar ve öldürülmüşlerdi. Ben bunları hatırlıyorum. Bir de şunu söylemek istiyorum. Bizim köyün Müslümanları bize saldırmadı, bize zulüm etmediler. Bizi korumaya çalıştılar. Beni, annemi, iki abimi Kafrolu Müslüman Kürt bir aile kurtarmıştı. Biz kurtaran Şerif’e, biz samanlığında saklayan Sıvayşe’ye Allah razı olsun! Bu insanların iyiliğini hiç unutmadım. Kemal Yalçın, 22 Nisan 2012, Hollanda Kaynak: http://www.seyfocenter.com Sevan Nişanyan 'Ne mutlu Türküm diyene' diyor Reşt’ten Astara’ya giderken aklıma esti, Azerbaycan’a geçmeye karar verdim. İran bunalttı bir parça, asıl neden o. Bir de buz gibi bira çekti canım, İran’da kolaysa bul. Bakü’den İzmir’e THY’nin direkt uçuşu var, onunla dönerim diye hesapladım. Astara’da İran gümrüğünden çıkış yaptım, bisikletin üstünde tıngır mıngır Azeri tarafına geçtim. Vizen nerede? Aa, hiç aklıma gelmemiş. Bir kolaylık mümkün müdür? Baktılar TC pasaportu, kardaş, ver bakalım dediler. Aaa Ermenistan vizen var senin? A, Bedros nasıl isim? Ermeni misin? Komutanım girdi devreye. Etrafım sarıldı. Ayı gibi bir binbaşı belirdi. Arka tarafta güvenlik binasına götürdüler. Çantamda İran karayolları haritası vardı. Onu aldılar. Burada bekle dediler. Etrafta in yok, cin yok. Yarım saat sonra yamuk tipli iki subay geldi. Sorgu: Ermenistan’a niye gittin? Nerede kaldın? Kimi gördün? Almanya’ya niye gittin? İtalya’da ne işin vardı? Hangi otelde kaldın? Neden bu vize fotoğrafında bıyıklısın öbüründe değilsin? Vay Fransa'ya da gitmişsin? Amacın neydi? Ayı binbaşı geldi. Ermenistan doğumluymuş, 1988’de mülteci gelmişler. “Ermeniler için dünyada tek çözüm var” dedi, başparmağıyla boğaz kesme hareketi yaptı, gözlerinde tarife sığmaz bir nefret. Elleri benim kafam büyüklüğünde ve nasırlıydı. Tek vuruşta kafamı kırabilir. Sivil tipler geldi, bariz KGB stili. Biri sorguya başlıyor. Az sonra o gidiyor, diğeri geliyor, aynı soruları baştan sormaya başlıyor. O kahve içmeye çıkıyor, üçüncüsü geliyor hadi baştan. İnternetten bakmışlar, kaya mezarı nedeniyle aldığım iki yıl hapis cezasını görmüşler. Sen hapisten kaçıp mı buraya geldin? E tabii, dedim, Türkiye’de hapisten kaçan bir Ermeni için vizesiz Azerbaycan’a gelmekten daha doğal ne olabilir? Bir yandan düşünüyorum, “vazgeçtim Azerbaycan’a girmekten” de, pasaportunu geri iste canına yandığımın. Ama az da olsa içimde bir umut var, belki vize verirler diye. Bir şişe soğuk bira uğruna, yarab, ne eziyetler çekiliyor. Altıncı veya yedinci sorgucudan sonra albayım geldi, suratından düşen bin parça. Hepsi hazırola geçtiler. “Seni tutukluyoruz,” dedi. Van-Saray sınır kapısından çıkışta pasaporta standart damgadan faklı bir çıkış damgası vurmuşlardı. Bunun sahte olduğuna karar vermişler. Sabrım taştı. “Bakın,” dedim, “siz Türkiye Cumhuriyyetinin ay yıldızlı damgasına sahte diyemezsiniz, bir kere kendinize gelin.” Cık, olmaz! Ulusal onurla bu kadar oynanmaz! Oyun hoşuma gitti, devam ettim, sesimde epik bir tını. “Bir Türkiye Cumhuriyyeti vatandaşına bu şekilde davranmak sizin haddinizi aşar. Başka sorunuz varsa TÜRK POLİSİNİ arayın, onlar size gerekli cevabı verir. Benden bu kadar.” Türk Polisi’ni hakikaten büyük harflerle yazmaya layık bir milli gurur ifadesiyle söyledim, Allah sizi inandırsın. Albayım morardı, ötekiler kendisine bakıyor, “girişelim mi?” gibilerinden. Çıkıp gittiler. Bir saat daha orada beklettiler. Sonra “yürü” dediler, “gidiyoruz.” Ben nezarethaneye gitmeyi bekliyorum. Ayı binbaşı geldi, elinde pasaportum, İran tarafına yürüttü. “Şimdi ‘burada Ermeni var’ diye bağırsam bu insanlar seni paramparça eder,” diye hayallerini paylaştı. “Belki yaparsın,” dedim, “amma Türkiye Cumhuriyyeti de senin ebeni siker, bilirseen?” Omuz silkti, enseme bir şaplak atıp köprüye doğru itti. Gitti. İran gümrüğünde mesai bitmiş, kapıyı kapatmışlar. Genç memurlar geldi. İnanılmaz bir sevimlilikle koşup büroyu açtılar, mühürü buldular, işlemimi yaptılar, çaylar bisküviler ikram ettiler. İran’ı bisikletle dolaştığımı duyunca sevinçten zıp zıp zıpladılar. Beraber hatıra fotoğrafı çektirdiler.* Sorgu sırasında defalarca sordular, daha önce Azerbaycan’a geldin mi? Hayır dedim, inkâr ettim. Ama içimde kısık uzak bir ses, “ya bulurlarsa?” diye durup durup soruyor. Yirmiiki sene olmuş gerçi, pasaport sahteydi, isim de farklı, ama bunlar KGB’dir, ya bir yerlerde kaydı varsa? Allah kahretsin, Agos yazılarımda hikâyeyi anlatmıştım, aha burada, http://nisanyan.blogspot. com/2008/12/gence-kaplan-rasim-be. html , ya interneti didik didik edip “bu ne lan” diye önüme koyarlarsa? O zaman hapı yuttuk işte. Kimin ebesi üzülür? Vallahi de billahi de kötü bir niyetim yoktu, uluslararası komplo filan da yoktu. Türkiye o devirde bana pasaport vermiyor, Isparta piyade tümeninde Ali Nesin’le başımıza gelenler yüzünden, ben de mecburen kendi uçağını kendin yap yoluna başvurmuşum. Bakü’de çok da güzel gezmiş, konukseverlik görmüşüm. Ama şimdi kolaysa bu hıyarlara anlat bakalım. http://nisanyan1.blogspot.de kızılbaş - sayfa 50 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 têgihîştinê gelên Xiristiyan, Ermenî, Rûm, Suryanî... yên di nava sînorên împaratoriyê de ne wek asteng dertên holê. Bêguman rewşa Kurdên Êzîdî jî girîng e. Kurd, bi Kurdan re Laz, Çerkez... yên ku Misilman in lê, ne Tirk in dîsa wek astengek girîng tên dîtin. Dr. İsmaîl Beşîkcî Gengeşiyên Dêrsimê Divê berî ku em bên Dêrsima 19371938an bi kurtî li dîroka wê binêrin. Armanceke Îtîhad û Terakiyê hebû ku Împaratoriya Osmanî, ji nûve ligor etnîsiya Tirk organîze bike. Ev armance ku herî bêtir Îtîhad û Terakiyê mijûl kiriye, herî bêtir Îtîhad û Terakiyê serê xwe pê êşandiye. Dê împaratoriyeke wisa bê avakirin ku sînorên wê ji Derya Adriyatikê ta bi Okyanûsa Mezin be, Împaratoriya Tirk be. Lê di nava vê împaratoriyê de ji Tirkan pê ve tu etnîsîtek tunebe. Bi tevayî ji Tirkan miteşekil împaratoriyek. Vekiriye ku ev têgihîştin, bi etnîk û civata ku di nava dewleta Osmanî de heye li hev nake. Li hember vê Tirk an jî Kurd bin qizilbaşên(‘Elewî) ku ne misilman in jî pirsgirêkek pir girîng in. Rewşeke duyem a dî jî hebû ku Îtîhad û Terakî dixwest pêk bîne. Îtîhad û Terakî dixwest ekonomiya Osmanî bike ekonomîkî neteweyî. Ev dihat wateya sermiyan û çavkaniyên aborî yên ku di dest Ermenî û Rûman de desteserkirin û radestî hêzên misilman û tirkan kirin.Îro em dikarin bêjin ku çavkaniya dewlemendiya burjuwaziya mezin ya li Tirkiyeyê malên Ermen û Rûman e. Li herêmên Kurdan, çavkaniya dewlemendiya axa, serok ‘eşîr û şêxên Kurdan malê Ermenî û Suryaniyan e. Îtîhad û Terakî bo ku van ramanên xwe têke meriyetê pir hewldanan kir. Plansaziyên ber fireh çêkir. Piştî şerên li balkanan û têkçûnan di ramana Tirkperestiyê de geşedanên mezîn derketin holê. Osmanîtî, Mislimanperwerî Împaratoriya Osmanî neparastibû. Dihat hesabkirin ku dê ramana Tirkperestiyê Împaratoriyê biparêze. Hîmek pir girîngê Tirkperestiyê jî têgihîştina Îslamê bikaranîn bû. Di civînên nepenî-vekirî de,di gengeşiyên berfireh î ku dem bi dem dihatin kirin de, biryarên wiha hatin girtin: Dê Rûm-Pontûsên li herêma Derya Reş, Rûmên li Kapadokyayê, Egeyê, Kilîkyayê berbi giravên Ege û Yunanîstanê ve bêne mişextî kirin. Nifûsa Ermenî bi polîtîkayên di bin navê tehcîrê de ku bêne sepandin dê bê pûç krin û tune kirin. Dê heman polîtîkaya tehcîrê li Suryaniyên Xirîstiyan û Kurdên Êzîdî jî were sepandin. Jiber ku Kurd Misilman in dê berbi Tirkî de werin asîmîle kirin. Heman polîtîkaya asîmîlasyonê dê li ser Laz û Çerkezan jî bê sepandin. Qizilbaş (‘Elewî) dê berbi Misilmaniyê ve bêne asîmîle kirin. Mal û milkên Ermen û Rûmên ku tên tehcîr kirin dê bê desteser kirin, radestî Tirkên Misilman bête kirin... Îtîhadperest, bo ku van ramanên xwe bisepînin li benda demeke destdayî bûn.Şerê Cîhaniyê Yekem fersenda ku Îtîhadperest lê bendê bûn da wan. Çawa şer destpê kir, Rûmên li Kapadokyayê û Egeyê, Rûm-Pontusên li herêma Derya Reş ber bi Yunanîsta û Giravên Egeyê ve hatin mişaxtin. Di mehên Adar, Nîsan, Gulan, Hezîran a sala 1915an de, di nava 3-4an de, milyon û nîv Ermenî, di bin navê tehcîrkirinê de, bi jenosîdê re rûbirû man. Bi vî awayî, du astengên girîng li gor xwe çareser kirin. Di vê navberê de, pirsgirênkên bi Suryanî û Kurdên Êzîdî re têkildar li gor xwe çareser kirin. Jenosîda ku Îtîhadperestan li hember Ermeniyan domand, ji layê Almanan ve dihate destek kirin. Pirtûka Wolfgang Gustî ya bi navê “Belgeyên Almanî yên Jenosîda Ermenan a 19151916an, Belgeyên Arşîva Siyasî yên Wezareta Derveyê Almanî(Wergêr Hasançebi- A.Takcan, Weşanên Belge, Çile 2012) çavkaniyeke girîng e. Di ‘eslê xwe de jenosîd li hember Rûm, Pontus, Suryanî û Kurdên Êzîdî jî hatiye kirin. Lê li hember Ermenan jenosîd, li hember Rûm-Pontusan mişaxtin sepandin xwedî sedemeke girîng e. Li Rûm-Pontûsan xwedî derketina Yunanîstanê hatiye fikirîn. Hâleve ku di salên 1894-95an de, Li Sason û Stenbolê, di sala1909an de li Kilikyayê berxwedanên Ermenan pêk hatin û dewleta Osmanî van berxwedana bi awakî xwînxwar pelçiqand, dewletên Rojava li hember Osmaniyan tu bertekek nîşan nedan. Ev bêbertekiya Rojava di mijara jenosîdê de cesaret daye Îtîhadperestan. Polîtîkayên Asîmîlasyonê û Sepandina wan Di mijara Kurd û Qizilbaş (‘Elewî) an de polîtîkaya bingehîn asîmîlasyon bû. Asîmîlasyona Kurdan ber bi Tirkîtiyê ve, ya ‘Elewiyan ber bi Misilmaniyê ve pêvajoyek bû ku bi Îtîhad û Terakiyê dest pê kiribû. Ev polîtîka bi Komarê re bêtir bi sîstematîk hat sepandin. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dewlet, bo ku asîmîlasyona Kurdan bi bal Tirkîtiyê pêk bîne tedbîrên mezin digirt. Înkara Kurdan, înkara Kurdî dihat rojevê. Bikaranîna peyvên wek Kurd, Kurdî Kurdîstan, axaftina Kurdî dihat qedexe kirin. Dihat gotin ku herkesên li Tirkiyeyê dijî Tirk in. Kurd wek qebîlekî Tirkan dihat hesab kirin. Ji Kurdan re Tirkên bi Oxuzan re hatine, binemala Kurd dihat gotin. Çîrokên Kart-kurtê dihatin vegotin. Bi navê Kurdî zimanek tune dihat gotin. Ji Kurdî re devokeke Tirkî ya seretayî dihat gotin. Qedexeyên Kurdî bi awakî tundî dihatin sepandin. Li ser înkara Kurd û Kurdî îdeolojiya fermî dihat sazkirin. Asîmîlasyon, û qedexe çawa dihatin sepandin? Pêşî yasa hebûn. Wek mînak, dê perwerdehî bi zimanê Tirkî bê kirin, dihat gotin. Ev dihat wateya qedexe kirina Kurd, Kurdî û hebûna Kurdan bê derbaskirina navê Kurd, bê ji Kurdan behs kirin. Medya saziya îdeolojiya fermiya herî girîng... Saziya girîng ku îdeolojiya fermî disepand, bibinyad dikir û di nav gel de belav dikir. Bêguman dibistan girîng in. Dibistan saziyeke bingehîn e, di sepandina asîmîlasyonê de, di sepandina qedexeyan û di nav gel de belavkirinan de... Di ‘eslê xwe de dibistan saziyeke ku zanista civakî radigihîne nifşên nû. Lê dibistan di serdema komarê de li herêmên Kurdan, li Kurdîsatnê, wek saziyeke asîmîlasyonê dertê holê. Li karxanan Kurdî qedexe ye, bi zimanê Kurdî axaftin, nivîsîn qedexe ye... Li dibistanan di mijara ku Kurdî bidin jibîr kirin û Tirkî bi herkesê bidin hînkirin de hewldanên pir bi tûndî hene. Tevî vî gelî hevala, qada leşkerî, di jibîrkirina Kurdî û fêrkirina Tirkî de xwedî fonksîyoneke girîng e. Saziyên olî bi heman awayî tên bikaranîn. Û ji vanan girîngtir ew pêvajo ye ku jê re toponîn antroponîn tê gotin. Yanî qedexekirina navan, qedexekirina navên Kurdî, qedexekirina navê cihên Kurdî. Ev bi awayek tûndî, bi awayek sîstematîk tê domandin. Li Dêrsimê jî wiha. Di salên 1920an de Koçgirî, paşê berxwedana Şêx Se’îd, paşê Agirî. Di hemî wê pêvajoyê de îdeolojiya fermî, qedexekirina Kurdî bi awayek sîstematîk, bi awayek tûndî tê domandin. Di navberê de dêrsim dimîne. Bo Dêrsimê qanûnek taybet tê amade kirin. Di salên 1937-38an de li Dêrsimê hêrîşeke leşkeriya tûnd heye. Di serdema Tek Partîtiyê de Kurdîstan bi mifetîşên ‘umûmî tê îdare kirin. Mifetîşiya ‘Umûmiya Yekem di mijdara sala 1927an de, bi biryara Lijneya Wezîran tê saz kirin û bajarên Diyarbekir, Riha, Mêrdîn, Sêrt, Agirî, Bedlîs Mûş, El’ezîz, Wan, Hekarî digre nava xwe. Mifetîşîya ‘Umûmiya Duyem, di Sibata 1934an de tê damezrandin û bajarên Çanakkale, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli digre nava xwe. Mifetîşîya ‘Umûmiya Duyem bi Kurdên ji herêmên xwe hatine mişaxtin re têkildar bo ahengiya wan bi van bajaran re dixebite. Mifetîşiya ‘Umûmiya Sêyem, di Îlona sala 1935an de tê saz kirin û bajarên Erzîngan, Erzirom, Qers, Gümüşhane, Çoruh, Trabzon û Rîze digre nava xwe. Agirî jî, Mifetîşiya ‘Umûmiya Yekem tê girtin û bi Mifetîşiya ‘Umûmiya Sêyem ve tê girêdan. Mifetîşiya ‘Umûmiya Çarem, di Çileyê sala 1936an de, yanî heftekî piştê pejirandina Qanûnê Dêrsimê tê saz kirinê. Bajarên Dêrsim, El’ezîz, Erzîngan, Çewlîk digre nava xwe. E’ezîz ji Mifetîşiya Yekem, Erzîngan jî ji ya Sêyem tê girtin û bi ya Çarem ve tên girêdan. Qanûna Dêrsimê ya 1935an û Jenosîda li Dêrsimê Qanûna Dêrsimê ku di dawiya sala 1935an de hat pejirandin, bo jenosîda ku dê li Dêrsimê pêk bê zemîn çêdikir. Abdullah Alpdoğanê ku wek Mifetşê ‘Umûmiyê Çarem hatibû te’yîn kirin, di herêmê de fermandarê herî paye bilind bû. Dozname nagihîjin destê bergumanan. Berguman nikarin parêzeran bigrin. Wergêr tunene. Biryar misoger in. Biryar nikarin bên temyîz kirin. Mifetîşê ‘Umûmiyê Çarem, hem dozger e, hem jî dadgere e. Mifetîşê ‘Umûmiyê Çarem, xwedî raye(selahiyet)ya TBMM(Meclîsa Mileta Mezin ya Tirkiyeyê)ye. Raya wî ya înfaz kirina îdaman heye. Dikare mirovan yevî malbatên wan ji cih û warên wan mişextî bike. Di herêma Mifetîşiya Çarem de dikare sînorên bajar, navçe û gundan biguherîne. Peymana NYê ya pêwendîdar bi astengkirin sezakirina tewana jenosîdê re heye... Hêmanên di vê peymanê de tên zimên hemî li Dêrsimê pêk hatine. Kiryarên bi mebesta tunekirina grûbeke etnîkî an olî bi tevayî an beşî. Wek mînak ger di nava grûbê de kuştin hebin. An bi mebesta zerardanê pêk anîna herifandina bedenî, zihnî ya grûbê. An dîsa bi mebesta tunekirinê, hinek ji grubê bi mebesta tunekirinê wan tûşê şertûmercên jiyaneke dijwar kirin. Wek mînak, sigûnkirin, wek ku tehcîrê sirgûn... Tê gotin ku mişaxtin jî perçeyek ji jenosîdê ye. Tevî vê diyardeyek e, ku bi mebesta tunekirinê pêşî li zarokanînê bê girtin jenosîd pêk tê. Bi vê re zarokan neqilkirina bi bal grûbek din ve... Ev tev li Dêrsimê di salên 1937- 38an de bi tûndî pêk hatin. Bi vî awayî helbet li Dêrsimê jenosîd pêk hat. Tiştên hatin kirin jenosîd bû. Ez dixwazim li ser jenosîdê daxuyanîkî bidim. Jin û zarok ji ber operasyonên leşkerî li Dêrsimê direvin çiyayan, dikevin şikeftan û van şiketan bi jehra gazan tên bombe kirin. Jixwe nişaneke girîng a jenosîdê ev e... Viya di sala 1986an de ji aliyê İhsan Sabri Çağlayangilî ku di sala 1938an de pêwirdarê ewleyiyê ye, ji serokê giştî yê Partiya Gel a Komarê Kemal Kiliçdaroglu re tê vegotin. Wiha dibêje: “Reviyan şikeftan. Jin, zarok, kal û pîr xwe avêtin şikeftan. Li hember van grubên ku xwe avêtin şikeftan gazên bi jehr hatin bikaranîn. Me ew wek mişkan bi jehr kuştin.” Di dawiya sala 2011an de, li Geliyê Teyarê, dewletê li hember gerîlayên Kurd dîsa gazên jehrê bikaranîn. Ez difikirim ku ev jî polîtîkayek girîng e. Yanî polîtîkaya sîstematîk a dewletê ye... Gelî hevalan, ev bûyeran arşîvên Necmettin Sahir Sılan, ku ji aliyê Weqfa Dîroka Civakî ve hatine weşandin, jî didin xuya kirin. Gengaz e ku mirov di ev arşîvên Necmettin Sahir Sılan de bibîne ku li Dêrsimê, li hember Kurdên ‘Elewî gazên jehrê hatine bikaranîn. Wek mînak di pirtûka Arşîva Necmettin Sahir Sılan kızılbaş - sayfa 52 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 a 3, Pirsa Kurd û Dewlet, Polîtîkayên Te’dîb û Tenkîlê (1925-1947) Berhevkar Tuğba Yıldırım, Gulan 2011, de vê pêvajoyê şopandin pêkan e. Di pirtûka Necmettin Sahir Silan Arşîvên 4 de jî şopandina vê pêvajoyê pêkan e. Navê bergê çarem, “Herekata Dêrsimê û Burokratên Komarê (1936-1950) ye. (Berhevkar, Tuba Akekmekçi-Muazzez Pervan, Çotmeh 2011) Di arşîva Necmettin Sahir Sılanî de diyardekirinek wiha heye. Rêveber, wek mînak Sererkanê Leşkerî, Serokwezîr, Serokomar wiha dibêjin: Divê em bi vana re yanî bi Dêrsimiyan re mu’amela mistemleketîyê bikin. Gelî hevalan di vê mijarê de jî ez dixwazim tişkî piçûk bibêjim. Mistemleke. Tu hêzeke mêtingehkar li mêtingeha xwe li hember mirovan gazên jehrê bikarneaniye. Ne li Hindîstanê, ne jî li mêtingehên wekTanzanyayê, Ugandayê, Kenyayê û hwd. Britanya Mezin gazên jehrê bikaraniye... Fransa li Gana, Senegal, Cezayirê û hwd. neketiye rêya bikaranîna gazên jehrê. An Portekiz, li Angola, Mozambik, Gine Bissauyê tiştên wiha nekiriye. Mînaka gaza jehrê em wiha li Tirkiyeyê bi awayek pir ji nêz ve dibînin, vî li hember Kurdan hem di 1938an de kir hem jî di 1911(2011) an de an di berî wî de kir. Ez ji vir dixwazim werîm Başûrê Kurdîstanê. Wek mînak Sedam Husên di sala 1988an de li hember Kurdan pir bi tûndî gazên bijehr bikaranî. Yanî İngiltere, Fransa, Portekiz vana nikarin bikin. Tevî niyeta wan heye nikarin bikin, lewra ji çewsadinên navnetewî fikaran dikin. Lê va em bêjin Tirkiye an Irak an Îran li hember Kurdan vî pir bi awayek hêsanî dikin. Çunkî dema mijar Kurd bin, çewsandinên navnetewî nayên rojevê. Ev jî cesaret dide dewletên ku bi hevkarî Kurdan di bin çewsandinan de digrin. Dema ku di 16ê Adara 1988an de li hember Kurdan gaza jehrê bikar hat, jenosîd hat kirin, Konferansa Îslamê, li Kuweytê di civînê de bû. Lê Konferansa Îslamê di encamnameya civînê de qet cî neda vê bûyerê. Ev awayek(helwestek) bû ku ji nizanim, nabihîzim, nabînim dihat. Di vê civînê de Serokomar Kenan Evren nûnertiya Tirkiyeyê dikir. Di encamnameyê de, wek mînak, ji ber operasyonên navê Bulgaran li Tirkan danînê dewlet û hikûmeta Bulgarîstanê dihat rexne kirin. Lê li hember jenosîda Kurdan nepejinkariyek wiha hebû. Ev nepejnkarî, helbet bi dinyayê re jî hebû. Ev nepejnkarî, cesaret dida dewletên ku bi awayek hevkarî Kurdîstanê dibin mêtingehî de girtibûn. Civînên Dêrsimê, gengeşiyên ku li ser vê mijarê tên kirin xwedî sûdên pir girîng in... Dema ku Kurd di bin zilmeke ewqas mezin de bin, dema ku ewqas zilmên mezin dibînin û dema ku ewqas mezlûm in çima dunya vê mezlûmîya Kurdan nabîne... Çima nabîne?. An Kurd, ewqas mezlûm in, ewqas di bin çewsînê de ne, çima piştgiriyek navnetewî bidest naxin. Ev jî jixwe mijarek nû ye. Li gor pêwendiyên navnetewî pirsa Kurd di çi astê de ye. Kurd li kîja hêlî ne mijarek nû ye. Ev jî divê bê axavtin, bê gengeşe kirin. Di vê pêvajoyê de bi kurtî awirdanek li ser rabirduya dîrokî bisûd e. Dêrsima 1937- 38an, bi awayek, dewamek jenosîda Ermeniyan a 1915an e. Jenosîda 1915an ku li hember Ermenî, Suryanî, Rûm û Pontusan hatibû kirin. Di 1937- 38an de li hember Kurdan tê kirin. Heta gotineke Hitlerî heye. Em tev wî dizanin. Dema ku Hitler di salên 1940an de li hember cihûyan jenosîd bikar tîne, dema ev operasyon tên rojevê hin Alman, Nazî ji Hitler re dibêjin ku ger em wiha bikin dê dunya li hember me derkeve. Dê dinya me rexne bike. Emê li hember dinyayê tewanbar bibin. Hewl didin tiştên wiha ji Hîtler re bibêjin. Hitler viya dibêje: Di 1915an de ewqas li Ermeniyan zilim, jenosîd hat kirin, kî ji vî re tiştek got. Tu kesî tiştek negot. Li vir jî kes tiştek nabêje. Ev jî cudahiyek pir girîng e... Ev helbet jenosîd e hevalino. Di roja me ya îro de, di derbarê buyerên 1937-38an de, di mijara jenosîdê de gelek gengeşî têne kirin. Di derbarê jenosîda ku li Dêrsimê pêk hat de gengeşî dibin. Gelo çima jenosîd hat kirin? Hin ronakbîrên Dêrsimî î hevalên me, wiha dibmjin: Ev li hember baweriya me hate kirin. Yanî li hember Kurdan nîne, jenosîdeke li hember pirsa Kurd nîne ev. Ev li hember baweriya me hat kirin... Li gor qen’eta min ev nerast e. Ji ber vî awayî ev nerast e: Piştê jenosîda li Dêrsimê kesên mayî, kesên dijîn mişaxtina wan tê rojevê. Mişaxtin bi kuderê de tê kirin? Wek mînak berbi Çorumê ve tê kirin, berbi Mereşê tê kirin, berbi Balıkesirê tê kirin, berbi Tokatê tê kirin ne wisa... Li van deran jî ‘Elewî hene. Li van deran jî Qizilbaş hene. Û1937-38 bes li Dêrsimê tê dîtin. Li hember ‘Elewiyên Dêrsimê, operasyoneke li hember ‘Elewiyên Kurdan tê kirin. Bi vî re li hember ‘Elewiyên li Çorumê ne an ‘Elewiyên li Tokatê ne, li hember ‘Elewiyên Mereşê, Balıkesirê, Denizliyê tu pirsgirêk nayê rojevê. Helbet ev operasyoneke ku li hember Kurdan hatiye kirin. Bo asîmîle kirina Kurdan hatiye kirin. Yên li hember asîmîlasyonê dihatin îmha kirin, ev encamek girîng a vê têgihîştinê bû. Li vir ev jî tê gotin. Di gengeşiyên pêşîn de me vî dît. Derdora Partiya Gel a Komarê dibêjin. Wek ku me gotibû, ew zarokên ku hatibûn neqil kirin bi bal grubek din ve, dibêjin malbatên leşkeran wan girtin terbiye kirin, wan medenî kirin. Hevalno ev bi tevayî têgihiştineke mêtingehkariye. Bi hemî aliyên xwe pêvajoyek mêtingehkarî ye... Rojava, em bêjin Britanya Mezin li Hindîstanê an Fransa li Cezayirê an Portekiz li Angola, Mozambikê her dem digotin em van gelan medenî dikin. Digotin em medeniyetê ji van gelan re dibin. Li vir jî baweriyek wiha heye. Dêrsimî jî, yanî zarokên ku dê û bavên wan hatine kuştin. Belbî li ber çavên wan hatine kuştin, hatine tunekirin. Paşê ew zarokan li malbatên leşkeran hatine parvekirin. A bi van zarokan çawa xizmetkarî tê kirin tête fêrkirin. Yanî tê gotin hûnê xizmetkariya Tirkan bikin. Dê çawa xizmetkarî bikin fêrî wan tête kirin. Ji vî re jî tê gotin medeniyet. Jixwe newisaye. Li vir pirseke dî jî heye. Pirseke girîng. Bi baweriyê re pêwendîdar, bi baweriya ‘Elewîtîyê re têkildar... Hevalno li Kerbelayê, disala 680yan de, li Kerbelayê 72 kes hatin kuştin. Li Dêrsimê bi deh hezaran kuştin hene. Belki pêncî hezar, belki şêst hezar, belki bêtir jî. Bi deh hezaran mirin. Ez dixwazim li vir vî kızılbaş - sayfa 53 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bînim zimên. Dêrsimiyan vî ji bîr kirine. Kuştina 72 kesan Dêrsimî qet ji bîr nakin. Bênavber wî, Husênî bibîr tînin. Lê Kerbela bûyerek bi dîroka Kurdan re têkildar nîne. Ev şereke desthilatdariyê ye, di nava Îslamê de. Tu pêwendîkî wî bi Dêrsimiyan re tune. Bi vî awayê dibe ku pêwendîkî hebe. Neviyên pêxember tûşî zilmê bûne. Kanê di bingeha ‘Elewîtiyê de, di bingeha baweriya ‘Elewîtiyê de mirov heye ya, mirovatî heye ya. Ji ber vê hesta mirovatiyê, ji ber vê têgihîştina mirovî heskirina mezlûman, xebat bo piştevaniya wan. Hest kirina bi êşên wan... Dibe pêwendîkî wiha hebe lê ‘Elewîtî helbet pir cuda ye, yanî baweriya İslamê nîne. Ji ber vê em dibêjin asîmîlekirina bi bal Misilmaniyê ve heye... Li gor qen’eta min têgiha asîmîlekirina bi bal Sûnîtiyê ve nerast e. Divê têgiha asîmîlekirina bi bal Misilmantiyê ve bê bikaranîn. Hevalno ev rexneyek e. Rexneyek ji Dêrsimiyan re ye. Di ‘eslê xwe de wiha gotin rastir e. Kurdan ber bi Tirkîtiyê ve asîmîle kirin, ‘Elewiyan ber bi Misilmaniyê ve asîmîle kirin... Dewlet bi operasyonên Dêrsimê xwestiye her duyan jî bi hev re pêk bîne. ‘Uzirê Serokwezîr û Rojhilata Nêzîk Niha, hevalno, em behsa bi heqîqetan re rûqal bûnê dikin. Hûn dizanin ‘uzir xwestinek serokwezir ji Dêrsimiyan hat rojevê... Li gor qen’eta min ev ‘uzirxwestin, ‘uzirxwestineke pir çewt bû. Wiha çewt. ‘Uzirxwestin, tê wateya ku di rabirdû de pir tiştên çewt bûn, lê ji niha pêve dê tiştên wiha çewt nebin. Hâl ew bû ku di rojên serokwezîr ‘uzir dixwest de, dîsa li çiyayên Kurdîstanê bombebaran hebû, li hember gerîlayan dîsa operasyon hebûn. Wek mînak li Geliyê Teyarê ne wisa? Di heman rojan de bi qasî 500 kîlo, tonek bomba dihatin bikaranîn. Ji ber vî awayî ‘uzir xwestineke rast nîne. Tevî vê serokê Partiya Gel a Komarê ji serokwezîr re wiha gotibû: Tu dê bi vî awayê xwe Ermenan jî binasî. Serokwezîr li hember serokê Partiya Gel a Komarê wiha got: Li Komara Tirkiyeyê kes bêşerefiyek wisa nake. Jiber vê tu ji Kurdan ‘uzir dixwazî lê di mijara Ermenan de çewtiyek pir mezin dikî. Jiber vî awayî dema ku heqîqet û rûbirûbûn were rojevê divê kî li Anatolyayê tev bi hev re le ber çavan bên girtin. Ez dixwazim di vê mijarê de tişkî bêjim hevalno. Yanî bi hemû gelan bi hev re, tevan bigre ber çavan ‘uzrek bixwaze. Hevalno, Împaratoriya Bîzansî, Bîzansê, Stenbolê, navenda dinyayê, yanî xwe navenda dinyayê dihesiband. Û ji navenda dinyayê ber bi rojhilat ve erdnîgariyê wiha kategorî dikir: Rojhilata Nêzîk, Rojhilata Navîn, Rojhilata Dûr. Rojhilata Nêzîk Anatolia... Lê ev Anatolia rojavayê Kizilirmakê, ji rojavayê Kizilirmakê re Anatolia digotin. Ji Deryareşa Navîn re Pontus… Rojhilatê Deryareş Lazistan. Cihên ku îro em dibêjin deşta çal Kilikya. A ev başûrê Pontusê, Lazistan, Ermenîstan. Bakurê Gola Wanê Ermenîstan, başûrê wê Kürdîstan… Mezopotamya, Wek mînak Turabdin… Ev welat di serdema Bizansî de navê welatên li erdnîgariya ku jê re Rojhilata Nêzîk dihat gotin cih digrin. Ev nav tên bikaranîn. Li gor qen’eta min li cem Osmaniyan ev nav hebûn. Ewropiyan jî ev têgihên erdnîgarî bikar dihanîn. Hevalno dema Rojhilata Navîn tê gotin, erdnîgariya ji Misrê ta Hindîstanê, ji Bakurê Rûsya ta bi Deryaya ‘Ûmanê ye. Îran di nava her duwan de cih digre. Îran, di nava Rojhilata Nêzîk û Navîn de cih digre. Rojhilata Dûr jî ji Rojhilatê Çiyayê Altayê, Çîn, Mançurya, Vietnam, Kamboçya, ev der Rojhilata Dûr... Niha axaftina me bi piranî liser Rojhilata Nêzîk e. Ahmet Önal, di nivîsa xwe ya bi navê“Rojhilata Nêzîk bi Jenosîdê Hat Tunekirin Çima?”(www. kurdistan-post.eu, 15 Çile 2012) de va pêwendiyan digre dest. Bi navek din nivîs wiha didome: “Navên‘Anadolu’ û ‘Tirkiye’ Wek Gitîgeha Mirovatî Hat Ava Kirin.” Di Xebata Gürdal Aksoyî ya bi navê “Girtîgeha Gelan Anadolu, Li ba Kurdan bi navendîbûna Anadoluyê Xwe ji Bîrkirin” ( Weşanên Komalê, Hezîran 2002) de taybetmendiyên balkêş hene. Di serê axaftina xwe de me behsa polîtîkayên Îtîhad û Terakiyê yên projeya dewlet û civakê kiribû. Ji nû ve organîzekirina Osmanlî li gor esasê Tirkîtiyê... Dewletê ji nû ve organîzekirin... Ev projeya Jon Tirkan, ya Îtîhad û Terakîyê ji aliyê Almanan ve bi tûndî hat destek kirin. Almanya berjewendiyên xwe di polîtîka wan de didîtin. Wek mînak dema ku ji Adriyatikê ta bi nava Asyayê, Çinê, Mançuryayê Împaratoriya Tirkan avabûna Hindîstan, mêtingeha Îngilîzan Hindîstan dê biketa bin tehdîda Almanan. Ev proje, bi awayek dihat wateya îmhakirina Rojhilata Nêzîk. Çukî li gor esasê Tirkî dewletek nû dihat ava kirin. Di nava wan sînoran de ger ji Tirkan pêve gel hebin, bi awakî dê bên îmha kirin. Almanya, bi awayek tûndî piştevaniya vî karî dikir. Îmhakirina Rojhilata Nêzîk dîtina Almanyayê bû. Lê pirsgirêkeke Brîtanya, Fransa û Ûris a parvekirina Împaratoriya Osmanî hebû... A em dizanin di dawiya sala 1915an de, hevdîtinên Sykes Picot dest pê dikin. Û ev hevdîtin di sala 1916an de bi encam dibin. Yanî parvekirina Osmanî, axa Osmanî. Bo erdnîgariya Kurdîstanê jî di Sykes Picotê de parvekirinek tê rojevê... Di Sykes Picotê de jî parvekirina Kurdîstanê jî heye, wek welat, wek gel heye. Lê di sal 1917an de, tevgera Bolşewîkan, tevgera şoreşa Bolşewîkan li Rûsyayê li hember projeya Îngilîz û Fransiz bû asteng nehişt bikeve meriyetê. Û Îngilîz û Fransiz bo ku Şoreşa Bolşewîkan berbi başûr ve neyê xwarê mecbûr man projeyên nû çêkin. A li gor qen’eta min li ew ciyê ku em îro jê re Anadolu dibêjin, çêkirina organîzasyona dewletekî, yanî avakirina Komara Tirkiyeyê di vê çarçoveyê de tê rojevê. Li Afganîstanê Emanullah Xan, dewleta Afganîstanê, li Rojhilata Dûr tevgera Çan Kay Şek... Bo Şoreşa Bolşewîkan ji nav sînorê Rûsyayê dernekeve projeyên wîha tên çêkirin. Bo tunekirina Rojhilata Nêzîk, bi vî awayî, vê carê, bi alîkariya Îngilîz, Fransiz û yekîtîya Sowyetan dikeve meriyetê. Ev, li gor qen’eta min tê vê wateyê, ew tunekirina Rojhilata Nêzîk a ku bi piştevaniya Almanan Îtîhad û Terakî dixwast pêk bîne, vê carê bi piştevaniya Îngilîz, Frensiz û kızılbaş - sayfa 54 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yekîtiya Sowyetan pêk hat. Pir zelal e ku Kemalîst bi organîkî berdewama Îtîhad û Tîryakî ne. Rojhilata Nêzîk wiha ji holê tê rakirin. Rabûna Rojhilata Nêzîk ji holê, wek mînak îro pirsgirêka Kilikyayê nîne. An bi navê Pontusê pirsgirêk nîne. Bi navêTurabdinê pirsgirêk nîne... heta salên dawîn bikar anîna van navan sûc bû. Hevalno, li van deran jî jenosîd heye. Wek mînak Suryanî mijara gotinê ne... Êzîdî mijara gotinê ne. Li van deran jî jenosîd heye. Lê em dibêjin ku Rojhilata Nêzîk hat tune kirin. Rojhilata Nêzîk yanî gelên otoktonên ku li Rojhilata Nêzîk bûn. Kî ne ew. A Suryanî, Kurd, Pontûs, Rûm, Ermenî gelên otoktonên Rojhilata Nêzîk in. Ev gelên otoktonên Rojhilata Nêzîk, ji aliyê gelên ji dûr ve hatin bi jenosîdê re rûbirû mane. A dema em dibêjin rûbirû kirin, heqîqet divê bi tevayî li pirsgirêkan bê nêrîn. A divê Suryanî, Êzîdî, Rûm, Ermenî, Kurd tev bi hev re li ber çavan bên girtin. Divê tev bi hev re bên nirxandin. Yanî dema dibên rûberkrin, dema dibên heqîqet divê di vê çarçoveyê de bê nêrîn. Ji bo vê berya her tiştî divê azadiya îfadeyê bi awayek bêsînor bête bikar anîn, divê bi awayek berfirehî ramana azad bipêşkeve. Ji bo bi azadî salên 1920an bêne nirxandin... *Axaftina ku di Panela Dêrsima 38an de hatiye kirin di ber çavan re hatiye derbas kirin. Panela Dêrsima 38an, di 8ê Nîsana 2012an de li Enqerê pêk hat. Panelê, Komela Dêrsim Girêneşiqtok (Kaymaztepe) û Gundên Derdorê lidarxistine. Panelîstên din, Cafer Demir, Kazım Gündoğan û Gülay Kayacan in. Panelê Av. Miyase İlnur bi rê ve biriye. Wergera ji Tirkî ji aliyê Ahmed KANÎ ve hatiye kirin. İsmail Beşikçi Vakfı Adres ve İrtibat Kuloglu Mah. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoglu / İstanbul Tel: 0 212 245 81 43 www.ismailbesikcivakfi.org info@ismailbesikcivakfi.org “Kardeş Halkların Nazlı Çocukları” İsmail Güner Sevgili Hüseyin CAN’ın “Kardeş Halkların Nazlı Çocukları” adlı öykü kitabını büyük bir zevkle okudum. Sevgili Hüseyin’i, belli bir süredir tanırım. İçi-dışı bir olduğu gibi görünen, hayatın her halini yaşamış, hayattın zorlu yaşamından öğrenmiş bir insandır. Edebiyata düşkünlüğüyle bilinen sevgili Hüseyin’in Babıâli Kitaplığı tarafından Mayıs 2012 de yayınlanan ‘’Kardeş Halkların Nazlı Çocukları’’ adlı ikinci kitabı tamamen edebiyatsal bir çalışmadan oluşuyor. Sürgünde kitap yazmak her yiğidin harcı değildir. Sürgün yaşamda göçmen insanın duygu ve düşünceleri yurtsuzdur. Günümüz antisosyal çağın hükümran olduğu bu zaman tüneli içinde, bir öykü, bir hikâye, iki satır yazı çok önemlidir. İşte, sürgün yerinde göçmen yaşamı sürdüren Hüseyin Can, yeni olan şiirsel ve edebi çalışmasını öykülerle taçlandırarak bu ürünüyle edebiyat dünyasının kapılarını da ikinci kez aralamış oldu. Kitabın içeriği, yazım biçimi ustaca ve zengin bir kelime hazinesiyle oluşturulmuş; deneyimli bir yazar edabiyla kaleme alındığı ilk sayfaları okunur okunmaz yalın ve sade bir dille öykülerini perçinlediği anlaşılıyor. Kılı kırk yararcasına incelerseniz eğer; elbette her kitabın eleştirilecek bir yanını bulabilirsiniz. Değişik kitaplardaki klişeleşmiş bilgilerin yanısıra asıl özgün yazarlık deneyimlerini okumak benim açımda ufuk açıyor. Sevgili Hüseyin CAN, yazdığı bu öykü kitabında; hem kendi kuşağına geçmiş zaman yaşanmışlıklarını, hemde gençlerin edebi, tarihsel kimlikleriyle yüzleşmesini hatırlatıyor... Toplumsal olgular ile ilgili bilgi ve veri taşıyan kitap, yerinde ve yurdundan edilmiş toplulukların davranış biçimlerini ve köklerinden kopartılmış insanların psikolojik ruh halini yanısıtıyor. Yazar kitabına “Çifte Kavrulmuş Leblebiler” adlı hikâye ile bir mahkûmün öyküsüyle başlıyor. “Kardeş Halkların Nazlı Çocukları” adlı öykü kitabında yazar; daha derin, daha toparlayıcı, karakterleri daha belirgin kılan anlatım imgesiyle, okuyucuyu ülke topraklarında yaşanan olaylar örgüsüyle tanıştırıyor. En merkezdeki konular; ülke özlemi, kimlik, kimlik arayışları, yaşanan doğum tarihi krizleri ve öykülerdeki karakterlerin kendi aralarındaki dayanışma çabaları. Hep şunu söylerim; yerel değerler taşımayan kültürel ve sanatsal çalışmaların, evrensek bir nitelik taşımayacağı ve ayaklarının hava da kalacağını belirtmişimdir. Yazar, her taşı, her pınarı, gölü ve dağının birer hikâyesi olan Munzur’un bağrında doğup büyümüş... Dêrsîm’in her izinde tarihe ayan acı ve tatlı anıları vardır. Roman tarzındaki kelime hazinesiyle zengin gayet hoş olan öyküler, yer yer güldürücü, yer yer hüzünlü, aşkı sevdayı, sevgiyi anlatan bu kitap, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapılan zülmü, tarihini, inancını, dilini, doğasını, aşkını ve sevdasını işlemiş ve doğup büyüdüğü toprakların özlem ve hüznünü derin yansıtmış... Yüreğine gam-keder düşmesin sevgili Hüseyin! Bana göre bu öykülerde; ülke topraklarından yaşam mücadelesi veren inançlı, insanların hikâyelerini zevkle okuyacakasınız... Aşk İle... kızılbaş - sayfa 55 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tarihe tanık belgeler ANTALYA ELMALI’DAKİ ABDAL MUSA DERGAHI’NA YENİ TÜRBEDARIN ATANMASI YAZI: 20 Cemaziye–l–evvel sene 1261 (Mayıs 1845 Padişah: Abdülmecit dönemi, Sadrâzam: Mehmet Emin Rauf Paşa. O yıllar (1845–1846) Lübnan’da ve Cebel–i Düruz’da isyan ve karışıklıklar. KİMDEN: Evkaf Nezareti’nden KİME: Divan–ı Hümâyûn’a KONU: Antalya’da Elmalı ilçesinde bulunan ABDALMÛSATürbesi türbedarı Şeyh Haydar Efendi vefat ettiğinden yerine yeni bir türbedarın alınması uygun olacağı. BELGENİNMEÂLİ Veliyyü–l–himâmâ Kerîmü–ş– şîmâ Devletlü İnâyetlü Atıfetlü Übhetlü Efendim Hazretleri, Antalya’da Elmalu kazâsında medfûn ABDALMUSÂTürbedarı Şeyh Haydar Efendi’nin vefatı vuku’ına mebni türbedarlık mezhûr cihetinin tarîkat–ı aliyye–i nakşiyyeden Şeyb Abdullah Efendi’ye tevcîhi mukaddemâ mahallinden bâ–i’lâm inhâ ve cihet–i mezkûrenin (türbedarlık) kendüye tevcihi yine tarîkat–ı aliyye–i mezkûreden (nakşi bendhi tarikatı) DERVİŞMEHMET Efendi dahi müahharen bâ–arz–ı hâl istid’â olınmakdan nâşi mûmâ–ileyhümûnın ehliyyet ve istihkakları keyfiyyeti mahallinden lede–l– isti’lâm mûmâ–ileyh ABDULLAHEfendi oldıkça muktedirise de diğerinin hâli mahallince mechûl olmak ve ikisi dahi el– yevm Dersaadet’de (İstanbul) bulunmak hasebiyle kangısı müstahak ise anâ tevcîhi menût–zây (ona uygun) idüği mahalli meclis cânibinden bi–mazbata iş’âr ve ifâde ve mûmâ–ileyh DERVİŞ MEHMET Efendinin fukaradan ve türbedarlık mezkûre ehl ve müstahak–ı dâiyândan bulundığı meâl,i i’lâmdan istifâde kılınmış ve mahallinden vâki’ olan inhâya nazaran mûmâ–ileyh ŞEYH ABDULLAH Efendi dahi şâyeste–i merhamet (açınacak durumda) bulunmuş oldığına binâen tarafeyn gadirden bi–l–vikaye türbedarlık mezkûrın ber– vech–i hasbî (parasız) mûmâ–ileyhümâya bha–rü’ûs–ı hümâyûn münâsafeten (bölüşerek) bi–t–tevcih (atanarak) hazine–i evkaf–ı hümâyûndan mahsûs şehriyye otuz guruş maaşın nısfıyyet (yarı yarıya) üzere i’tâ ve Teke (Antalya) sancağı mutasarrıfları temettüâtından (kazançlar) olarak TÜRBEDARLIK mezbûre muayyen şehriyye yüz yirmi guruş (1.20 lira) maaşın dahi kezâlik bi–l–münasafe (yarı yarıya) mûmâ–ileyhümûhü (Şeyh Abdullah ve Derviş Mehmet Efendiler) tevcîhi sûretinin icrâ olınması cenâb–ı nezâret–i evkaf–ı hümûyûndan bâ–takrîr–i beyânve maaş–ı mezbûr türbedarlık–ı mezbûr için midir, yoğsa kayd–ı hayât şartıyla mıdır? Kayden sarâhat (açıklık) bulunamayub ihtiyâcı tebeyün itmeyenler hakkında maşa tahsîsi memnû’iyyetine (yasak olma) dair olan nizâm keyfiyyeti daha der–kenârda bast ü ityân (uzun açıklama) olınmağın sâlifü–l–beyân (yukarıda anlatıldığı) yüz yirmi guruş maaşın münâsafeten (yarı yarıya) mûmâ–ileyhümâ Derviş Mehmet ve Abdullah Efendilere türbedarlığa mahshus olarak tahsîsiyle îcâbının icrâsı istîzânını (sorma) şâmil Maliyye Nâzırı Devletlü Paşa Hazretlerinin bir kıt’a takrîri manzhur–ı âlî (padişaha sunulma) buyurılmak içün savb–i sâmîlerine gönderilmiş olmağla muvâfık–ı emr–i irâde–i meâli âdeten cenâb–ı şehn–şâhî buyurılır ise (padişah emir verirse) bâ–mûcib–i takrîr icrây–ı iktizâsı nazır–ı müarün–ileyh (Maliyye Nâzırı) hazretlerine havâle olı- nacağı beyâniyle tezkere–i senâveri terkim kılındı efendim. Ma’rûz–ı Çâker–i Kemîneleridir ki, (âciz kulun dileğidir ki,) Enmele zîb–i ta’zîm (elle sunulan süslü saygı gösterilerecek) olan iş bu tezkere–i sâmiye–i asaf–âneleriyle (sardâzımın yazasılı) zikr olınan takrîr manzûr–ı hümûyûn–ı maâl– teymûn–ı hzret–i şâh–âne (pâdişah görüp uygun gördü) buyurılmış ve iş’âr ve istîzân (izin isteme) oldığı vechile zikr olınan türbedarlık mûmâ ileyhümâya bâ–rüûs–ı hümâyûn münasafeten (ayrı ayrı bölüşerek) bi–t– tevcîh (atanma) zikr olınan maaşın dhi sûret–i muharrere üzere ber–vech–i nısfeyn tahsîsi (yarı yarıya) i’tâsı zımnında ber–mûcib–i takh’ir icrây–ı iktizâsının nâzır–ı müşârün–ileyh hazlerine havâle olınması tüeallık şeref– sudûr buyurılan emr ü irâde–i seniy ye–i hazret–i mülük– âne hicâb–ı âlisinden bulunmış ve mezkûr takrrîr yine savb,ı âlîlerine (sadrâzam) iâde ve tesyhar kılınmış olmağla olbâbda emr ü Fermâm hazret–i veliyyü–l–emrindir. BELGE: BOA– İrade, Noa 5192 kızılbaş - sayfa 56 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 hev re, li gor hev û bi desteka hev bi armanca qirkirinê hatine meşandin. Di seranserê dîroka Komarê de mirov leqayî hurmeta li hember Civaka Kurd nayê, lewre di vê Komara ku bi tevlîbûna Kurdan ava bûye, Kurd tê de hatine qirkirin û leqayî bêhurmetiyên giran bûne. DADGEHÊN ÎSTIKLALÊ Û ÇARDEYÊ TÎRMEHÊ Civaka Kurd, ji bo avakirina Komara Turkiyeyê bi hemû hêza xwe tevgeriya. Di serê sedsala bîstî de, bi hêviya avakirina pergalek pêşvetir, azadtir û demokratîk xebata avakirina Komara Turkiyeyê ketibû rojevê û Civaka Kurd bi hemû hêza xwe tevlîbû. Bi hêzdayina diyarde ya Civaka Kurd Komar ava bû. Lewre li hemû qadên şer, Kurd rolek diyarde lîstin. Ne bi tevlîbûna Kurdan bûna Komara Turkiyeyê avanedibû, nikaribû bihata avakirin. Kurd di avabûna Komarê de hemdembûnek didîtin, hevparebûnek dadyane hêvî kiribûn. Lê belê, hîna di qada şer de leqayî îxaneta sosret hatin ku hema bibê tu kes pê nehesiya. Hîna di qada şer de, bi lehengiya grûbek Kurd hêzên dijber têkdiçin lê di vegera vê grûbê de, bi boneya; “Ev Kurd ku hêza vî dijminî têk biribin, ewê li serê dewleta me bibin bela. Ên ku hêza vî dijminî bikaribe têk bibe, ewê dewleta me hema têkbibe. Wan gulebaran bikin!..” Bi vê fermanê ji aliyê hevalên wan ve bi fermana serleşkerên wan ve têne gulebarankirin. Ev mînak û feraset, bingeha avakirina Komara Turkiyeyê ye. Belê Komar avabû şûnde tavilê ber bi faşîzmê ve herikî. Hemû hêviyên gelan û baweriyên cuda pûç derketin. Bi vê yekê jî nema Komar êdî li hember hemû cudahiyan kete nava êrîşa kujer. Ji bo kujeriya xwe tavilê zagon peyda kirin. Di sala 1920an de Dadgehên Îstîklalê wek êrîşkariyek kujer ya li hember hemû cudahiyan hatin avakirin. Di ravekirina avakirina wan de her çiqas boneya kesên ji leşkeriyê reviyane bê gotin jî ev dereweke dîrokî ye. Ev dadgeh di serî de ji bo kujeriya Civaka Kurd û baweriyên cuda hatin avakirin. Ev qaşo “dadgeh!..” bi serê xwe tevkujiyek mezin pêkanîn. Qaşo dadgeh, Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu qaşo darizandinan pêkdianîn û bi lez û bez dardakirinan pêk anîn. Bi sedan dardakirin bi biryara van qaşo dadgehan pêkhatin. Êdî Komar bi hemû hêza xwe bû weke aşê mirinê, aşê hêrandina Kurdan û baweriyên cuda. Ji bo Komar tekane bibe, ji hêza demokratîkbûnê dûr bikeve êrîşên herî kirêt û hovane, di bin sîwana zagonan de hatin bicihkirin. Ev êrîş û zagonên der mirovî, bû bingeha nêzîktêdayina mafên mirovane yên Civaka Kurd û ramanên cuda. Belê Dadgehên Îstiklalê hîç qut nebûn ji vî welatî û li ser serê Civaka Kurd. Her çiqas navên wan hatibe guhertin jî nêzîktêdayinên hemû “dadgeh!..”ên Kurdistanê li ser hîmê Dadgehên Îstiklalê berdewam kirine, ên paşê hatine avakirin ji yên pêşin bêdadtirbûne. Navê wan hatibe guhertin jî naveroka wen bêdadtir û xedartir bûye, lewre li ser Civaka Kurd zilmê meşandine û xwestine ku zilma ser Kurdan rewa bidin nişandan. Bi vê ferasetê ji alîkî ve qirkirina leşkerî, ji aliyê din ve qirkirina zagonî û dadî bi Digel hemû polîtîkayên qirkirina cur be cur Civaka Kurd tucar ji jiyana azad neqeriyaye. Digel hemû êrîşên qirkirinê hewldana azadiya xwe berdewam kiriye li rûmeta xwe xwedî derketiye. Vê helwesta xwe bi her cureyî nîşan daye. Eve wek tevgerek hemdem tevgera azadiyê sazkir şûnde, êrîşkariya faşîst a 12 rezbir 1980yî wek ewrê reş girt ser Kurdistan û seranserê Turkiyeyê. Vê faşîzmê jî “zagonên xwe” amade kirin li ser Kurdan lê Kurd êdî wateya wan zagonan zanibûn. Wek tevgerek hemdem ya azadiya Civaka Kurd li hember êrîşên di dîroka mirovahiyê de nehatiye dîtin û jiyandin li ber xwe da. Di girtîgeha Tîpa E ya Amedê de, li hember wehşeta girtîgehê, navê têkbirina vîna faşîzmê ye 14yê Tîrmehê. 14yê Tîrmehê da xuyandin ku; zilm zagonî be, serhildana li hember, rewa û helwesta mirovane ye. Girtîgeh çiqas zagonî be, xwedîderketina rûmeta mirovane çalakiya herî pîroz û ronakbîr e. Jiyana bi îşkence çiqas zagonî be, berxwedana xwedîderketina rûmeta mirovane û dijberiya îşkencekariyê helwesta xwedîderketina mirovahiyê ye. Mirovbûn û sosyalîteya mirovahiyê her bi berxwedana li hember van astengiyan bi pêş dikeve. Berxwedana 14yê Tîrmehê, ku di sala 1982yan de pêk hat, wek nirxeke mirovahiyê, vîna riya berxwedana li hember hemû nêzîktêdayinên dermiorvî ye. Di mercên hovane yên girtîgeha Amedê de bi pêşkêşiya pêşengên azadiya Civaka Kurd M.Hayrî DÛRMÛŞ, Kemal PÎR, Akîf YILMAZ û Elî ÇÎÇEK vîna faşîzma Turkiyeyê têkçû û riya azadiya Civaka Kurd bi berxwedana 14yê Tîrmehê her hate ronîkirin. Çalakiya berxwedana wan her hate bibîranîn û ew berxwedan êdî li Amedê bi milyonan bi rêzgirtin û dilsoziyek bilind tê pêşwazîkirin. Ev jî bêguman zagonîbûna demokratîk a gel e… kızılbaş - sayfa 57 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kanunların Ruhu ya da Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek Giriş Raphael Lemkin, soykırım kavramını ilk defa olarak, Axis Rule of Occupied Europe kitabında, 1944 yılında tanıttı. Kitap aslında Almanya tarafından işgal edilmiş 17 ayrı devlet ve bölgeye ait, March 13, 1938 to November, 13, 1942 dönemini kapsayan 334 statues, decrees and laws derlemesidir. Hukuk metinlerinin tanıtıldığı bir kitapta, soykırım kavramının anlatılması… Bu bir tesadüf olamaz. Altını tekrar çizmek gerek: Lemkin soykırım kavramını toplu katletme, rape-torture, yakma-yıkma gibi tüm soykırımlarda gözlenen barbarlık gösterileri ile birlikte sunmamaktadır. Kitabın yazımının tamamlandığı 1943 yılında Almanya’nın işlediği cinayetler bilinmiyor değildi. Lemkin, ama kavramını, bu cinayetlerin sıralandığı ve anlatıldığı bir çerçeve içinde sunmak yerine, “normal” telakki edilebilecek bir takım kanun ve kararnameler eşliğinde tanıtmayı tercih etmektedir. Bu durumun, soykırımı bugünkü algılayışımızla çok uyuştuğu söylenemez. Genel algıya göre soykırım, normal işleyen bir hukuk sisteminin çökmesi, sistemin “normal” yolundan sapmasının bir ürünüdür. Bu bakıșa göre, soykırım “medeniyete” ait kurumların işlemez olması ve bunların yerini “barbarlığın” alması anlamına gelir. Lemkin ise sanki bunun tam aksini söylemekte ve soykırımın, normal ve sıradan kabul edilebilecek hukuk metinleri içinde gizli olduğunu anlatmaktadır. Bunu yaparak, bizlere, soykırımın izini sadece insanlık dışı olarak tanımlanabilecek barbarlık gösterilerinde aramayın, onun izini hukuk metinlerinde sürün, der gibidir. “Hukuk sisteminin içine yerleşmiş bir olgu olarak soykırım”, ilginç bir tanım bu. Ve benim buradaki sunumumdaki merkezi tez de bu. Ermeni soykırımının izi, sadece barbarlık gösterilerinde değil, normal ve sıradan hukuk metinlerinde de sürülebilir ve bunu “kanunların ruhunu okumak” olarak adlandırmak istiyorum. Bilindiği gibi, 1915 yılında Ermeniler sürgün edildiği zaman, geride bıraktıkları malların ne olacağı önemli bir sorun teşkil etti. “Emval-i Metruke” Porf. Dr. Taner Akçam meselesi olarak adlandırılan bu konu, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da önemini korumaya devam etti. Her iki dönemde bu konuda birçok kanun ve kararname çıkartıldı. Ana iddiam odur ki, gerek Osmanlı gerek Cumhuriyet döneminde çıkartılan bu kanun ve kararnamelerde Ermeni soykırımının izini sürmek mümkündür. Bu kanunlar esas olarak soykırım sürecinin bir parçası, onun yapısal bir unsuru olarak yaratılmış ve uygulamaya konmuşlardır. Söylemek istediğim, soykırımın sadece fizik imha anlamına gelmediğidir. Hatta daha ileri giderek iddia edebilirim ki, Ermenilerin fiziki olarak imha edilip edilmediklerinin bir ayrıntı gibi durduğu bir olgu ile karşı karşıyayız. Sürgün ve imhalardan çok sayıda Ermeni kurtulmuş olabilir, önemli olan, onların bir daha doğdukları yerlere, vatanlarına geri dönmelerini engellenmesi ve o yerlerdeki izlerinin tümüyle yok edilmesidir. Hukuk bunun için vardır ve buna uygun olarak yapılmıştır. Bu anlamda soykırım, işleyen normal hukuk sisteminden sapma değil, bizzat hukuk sisteminin de bir ürünüdür ve onun aracılığı ile uygulanmaya konmuştur. Hukuk, Ermenilerin yaşam koşullarının ekonomik temellerinin ortadan kaldırılmasında ikili bir tarzda kullanılmıştır. Birincisi Ermenilerin geride bıraktıkları malları üzerindeki her türlü tasarrufta bulunma ve işlem yapma hakkı kanunen yasaklanmıştır. İkincisi, mallarının değerlerinin kendilerine ödenmesine ilişkin hiç bir kanun ve yönetmelik çıkartılmamış; yani bu mallar hukuk yoluyla gasp edilmiştir. Lemkin Axis Rule of Occupied Europe adlı eserinde soykırımı, “a coordinated plan of different actions aiming at the destruction of essential foundations of the life of national groups, with the aim of annihilating the groups themselves”, olarak tanımlar ve “the confiscation of property” bu planlı eylemlerin en önemlilerinden birisi olarak sayar. Ermeni mallarına el konulması, Ermeni soykırımın belki de en ayırt edici özelliklerinden birisi olması itibarıyla, Lemkin’in tanımına verilebilecek örneklerin başında gelir. Tabloyu tamamlayabilmek için, bir noktanın daha altını çizmek gerek. Her şeyin hukuki bir çerçeveye uygun olması ilkesi kendi içinde bir çelişkiyi de beraberinde getirdi. Ermenilerin tüm mal varlıklarına el koyarken, açıktan “bu mallar veya değerleri sahiplerine geri verilmeyecektir” denmedi, denemedi. Çünkü bu devleti, doğrudan hırsız konumuna düşürürdü. Oysa, Devlet, hırsız değildir, ve vatandaşının malına karşılıksız el koymakla, yani hırsızlıkla suçlanamaz. Bu nedenle, Ermenilerin mallarına el koyma eylemi, bu malların ve/veya değerlerinin sahipleri adına idare edilmesi ve ne zaman olacağı belirsiz olmakla birlikte, asıl sahiplerine iade edilmesi ilkesine göre düzenlendi. Sözünü ettiğim çelişki buradadır: bir taraftan kendisinin hırsız olarak suçlanmasını istemeyen bir devlet vardır ve Emval–i Metruke kanunlarının dilini buna göre ayarlamaktadır ama öbür taraftan aynı devlet, Ermenilerin varlık temellerini imha ederek, hırsızlığı kurumsallaştırmak ve resmîleştirmek istemektedir. Mevcut hukuk sistemi bu çelişkinin üstüne kurulmuştur. Hukuk sistemine içsel bu çelişki son derece önemli bir gerilimi ortaya çıkartmıştır. Tüm bir Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde çıkartılan kanunlarda, “Ermenilere malları veya değerlerinin karşılığı kendilerine asla verilmeyecektir”, biçiminde tek bir hükme rastlamak mümkün değildir. Söylediğim gibi, tüm bir hukuk sistemi, malların veya değerlerinin asıl sahiplerinin Ermeniler olduğu esasına göre örülmüş ve düzenlenmiştir. Fakat öbür taraftan, aynı hukuk sistemi, hiç bir Ermeni’ye, “tek bir kıymık” bile vermemek esasına uygun olarak kurgulanmıştır. Her nasılsa hayatta kalmış bazı Ermenile- kızılbaş - sayfa 58 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rin veya onların varislerinin mallarını veya değerlerini almak istedikleri nadir durumlarda, onların mevcut hukuk sisteminin koridor ve dehlizlerinde nasıl kaybolduklarına ilişkin hikayeleri duymayanımız var mıdır? Tezimi bir başka biçimde ifade etmek gerekirse: Ermeni mallarına yönelik ortada “kanunsuz” hiç bir uygulama yoktur. Her şey kanunlara uygundur. Gerek Osmanlı Devleti gerekse Cumhuriyet hükümetleri gayrı-kanunu herhangi bir şey yapmamıştır ve hiç kimse onları kanunsuz iş yapmış olmakla suçlayamaz. Ama bu kanunlar soykırım eyleminin esaslı bir parçası, yapısal bir unsurudurlar. Ermeni soykırımı, Ermenilerin fiziki olarak imha edilmelerinin ötesinde, sağ kalsalar bile, kendilerine hiç bir şeyin verilmemesi, varlıklarının ve izlerinin silinmesi amacına uygun olarak düzenlenmiştir. Yani hukuk sistemi, bir halkın varlık temelinin imhasının ana araçlarından birisidir. Ve imha hırsızlığın hukuki kurumsallaşması ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda bugünkü Cumhuriyet, kuruluşundaki bu büyük yapım hatasını tamir etmediği müddetçe, rahatlıkla kurumsallaşmış bir soykırım rejimi olarak da tanımlanabilir. Yukarda sözünü ettiğim, hukuk sisteminde içsel olarak mevcut çelişki ve gerilim bu açında çok önemlidir. Bu da burada ileri süreceğim bir başka tezdir. Ermenilerin mallarını almalarını kesin olarak yasaklayan hiç bir kanun yoktur. Emval–ı Metrukeye ilişkin mevcut kanun ve kararnamelerin hiçbirisi, Ermenilerin malları üzerindeki tüm haklarını kesin olarak kaybettikleri ve bu malları asla geri alamayacakları tezinin gerekçesi olarak kullanılamaz. Bu yol sadece bir takım hukuk oyunlarıyla tıkanmaya çalışılmıştır, o kadar. Hatta iddia edilebilir ki, mevcut kanun ve kararnameler, Ermenilerin hala malların asıl sahibi oldukları ve kendilerine geri verilmesinin zorunlu olduğu tezi için temel dayanak olarak da kullanılabilirler. Özellikle Türkiye’nin kurucu belgesi olan Lozan antlaşması başta olmak üzere imzalanmış bazı uluslararası antlaşmalara göre bu durum son derece açıktır. Zannımca, Türkiye’nin hem içerde hem uluslararası planda, soykırımın inkarı konusunda bu denli saldırgan bir siyaset izlemesinin nedeni de budur. Türkiye devleti bilmektedir ki, Ermenilerin malların geri verilmesini, ulusal ve uluslararası kanunlarla göre değil, saldırganlığı ile engelleyebilir. “Bu mallar Ermenilere ait değildir ve verilmeyecektir” derse, suç işlediğini, hırsızlık yaptığını kabul etmiş olacaktır. “Ermenilerindir”, derse o zaman malları veya değerlerini sahiplerine iade etmenin yolunu açmak zorunda kalacaktır. Hırsızlık yüz kızartıcı suçtur ve Türkiye bu suçu işlediğini bildiği için saldırgandır. Şimdi Emval-ı Metrukeye ilişkin kanun ve kararnamelerde, soykırımın ayak izlerini sürmeye başlayabiliriz. Kanun ve Kararnamelerin Ana Mantığı: Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi Emval–i Metruke kanun ve kararnamelerinin, nasıl soykırımın önemli bir parçası olarak inşa edildiklerini anlamak için, onları üç temel ilkenin ışığında incelemek gerekir. Böylece onların, hem nasıl Ermenilerin imhası doğrultusunda çok önemli bir araç olarak kullanıldıklarını anlayabiliriz hem de ama malların asıl sahiplerinin Ermeniler olduğu gerçeğini inkar edemedikleri için büyük bir çelişkiyi bünyelerinde taşıdıklarını görürüz. Birinci düzey, Ermenilerin sürgün edildikleri yeni yerlerde hangi esaslara göre yerleştirilecekleri meselesidir. İkinci düzey, Ermenilerin geride kalan mallarının veya değerlerinin kendilerine verilip verilmeyeceği, eğer verilecekse bunun hangi yollarla ve nasıl yapılacağı ile ilgilidir; üçüncü düzey geride kalan malların kimler tarafından ve nasıl kullanılacağı konusudur. Kanun ve kararnameleri bu üç farklı düzey ışığında ele aldığımızda ilginç bir tablo ile karşılaşırız. Kanun ve kararnamelerde birinci düzey, “Ermenilerin nasıl yerleştirilecekleri” hemen hemen hiç yoktur. Sadece sürgünün ilk başında çıkartılan bir kararnamede yer alan husus, daha sonraki kanun ve kararnamelerde hiç bir biçimde ele alınmaz. İkinci düzey ise, sadece genel bir ilke olarak tekrar edilir, o kadar. Kanun ve kararnamelerde malların gerçek sahiplerinin Ermeniler olduğu ve devletin, bu malları onlar adına işlettiği kabul edilir ama malların asıl sahiplerine ne zaman ve nasıl verileceğinden hiç bir biçimde bahsedilmez. Böyle bir konu yoktur, mevcut değildir. Bu iki düzeyin yokluğu bize bir şeyi gösterir: İttihatçıların, zihniyet dün- yalarında ve pratik politikalarında Ermenilerin yerleştirilmesi ve mallarının karşılığının kendilerine verilmesi gibi bir mesele yoktur. Ermeniler yerlerinden sürüldükleri andan itibaren yok sayılmışlardır. Yok sayılan bir șey için herhangi bir düzenleme yapmak da gereksizdir. Eldeki kanunlar, Ermeni sürgünlerinin amacına ilișkin ileri sürülen resmi tezleri çürütecek en kuvvetli kanıttırlar. Kanunlar, sürgünlerin amacının, Ermenileri yeni bir bölgeye yerleştirmek ve geride kalan mallarının karşılıklarını kendilerine vermek olmadığını ispat eder. Çünkü böyle bir amaç olsaydı, buna uygun kanun ve yönetmelik de olurdu. Cumhuriyet yöneticileri için de benzer şeyler söylenebilir. Onların zaten birinci düzeye ilişkin, yani “Ermenilerin yeni yerlerine yerleştirilmeleri” gibi bir sorunları yoktu. Ermenilerin çoğu ya imha edilmiş ya da yaşayanlar yeni devletin sınırları dışında kalmıştı. İkinci düzeye ilişkin olarak, çıkartılan kanun ve kararnameler, aynı İttihatçı dönemde olduğu gibi, genel bir ilkeyi tekrar eder. Malların asıl sahipleri Ermenilerdir; mal veya değeri onlara geri verilecektir; ve sadece Ermenilerin yokluğu nedeniyle devlet bu malları veya gelirlerini onlar adına işletmektedir. Ama ortada son derece ciddi bir problem vardır: ya sağ kalan Ermeniler geri dönmek isterse, ya da kendileri veya öldürülmüş olsun–olmasınlar varisleri malları geri isterse ne olacaktır? Üstelik Lozan başta olmak üzere, imzaladıkları çeşitli antlaşmalarda, malları veya değerlerini Ermenilere geri verme sözü vermişlerdir. Cumhuriyet döneminin çözmek zorunda olduğu en temel problem budur ve oluşturulan hukuk sisteminin en büyük sınavı ve “başarısı” da bu konudadır. İçerde veya dışardaki Ermenilerin, el konulmuş mallarını geri almalarını engellemek amacıyla, tıpkı bir ipek böceğinin kozasını örmesi inceliğinde, tüm detayları düşünülmüş, delikler ve boşluklar ortaya çıktığında yeniden örülmüş mükemmel bir hukuk sistemi oluşturulmuştur. Bu sistemin en büyük hedefi, Ermenilerin ülkeye topluca veya birey olarak girmelerini ve mallarını istemelerinin önüne set çekmektir. Bunun hukuken imkansız olduğu bazı durumlar söz konusu olmuștur. Bu durum da ise, hukukun dışına çıkmaktan hiç çekinilmemiştir. Yukarda sözünü ettiğim, hukuk sistemi içindeki çelişki kızılbaş - sayfa 59 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve gerilim en açık biçimde Cumhuriyet dönemi kanun ve kararnamelerinde gözlenir. Her iki dönemde çıkartılan tüm kanun ve kararnamelerin ortak esas konusu ise, üçüncü düzey olarak tanımladığım sorunla ilgilidir. Geride kalan taşınırtaşınmaz Ermeni malları nasıl kayda geçirilecek; satılacaklarsa nasıl satılacak; eğer dağıtılacaksa, kimlere hangi kurallara göre dağıtılacaktır. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi kanun ve kararnameleri, bütün ayrıntılarıyla esas olarak bu konuyla uğraşmışlardır. Kanun ve kararnamelerin gösterdiği tek gerçek vardır; devlet, oluşturduğu hukuk sistemi ile Ermenilerin Anadolu’daki varlıklarının maddi temellerini yok etmek istemektedir. İmha hukuk sisteminin içine işlenmiştir. Tüm Confiscation process bir milletin imhasının aracı olarak örgütlenmiş ve düzenlenmiştir. İlk Kanun ve Kararnameler: Ermenilerin geride kalan mallarına ne yapılacağına ilişkin ilk adım 30 Mayıs 1915 tarihinde alınmış bir Bakanlar Kurulu kararı ile atılmıştır. 30 Mayıs 1915 tarihli bu karar, aynı gün, Dahiliye Nezareti İskan–ı Aşair ve Muhacirin Müdüriyeti tarafından bir 15 maddelik bir nizamname biçiminde ilgili yerlere gönderilmiştir. Gerek Bakanlar Kurulu kararı gerekse 15 Maddelik nizamname, esas olarak yukarda saydığımız birinci ve ikinci düzeylere ilișkindir. Bakanlar kurulu kararı, genel bir kuralın ilanı biçimindedir ve yeni yerlerine gönderilen Ermenilere daha önce sahip oldukları malî ve ekonomik durumları oranında, emlâk ve arazi dağıtılacağı; muhtaç olanlara, ev inşa edileceği; çiftçilere tohumluk, meslek sahiplerinden ihtiyacı olanlara alet ve edevat dağıtılacağı ilan edilir. Ayrıca, Ermenilerin “ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve mallarının ya da bunların değerlerinin karşılığı kendilerine aynı şekilde” verileceği belirtilir. Yine bunun gibi, gelir getiren “zeytin, dut, bağ ve portakal bahçeleri ile dükkan, fabrika, han ve depo gibi gelir getiren mallarının açık artırma ile satılarak yahut kiralamak suretiyle toplam bedelleri kendilerine verilmek üzere sahipleri adına geçici olarak mal sandıklarına” yatırılacağı söylenir. 15 Maddelik nizamname ise, tümüyle Ermenilerin sürgünü sırasında alınacak tedbirlere ve nasıl yerleştirilecek- lerine ilişkindir. Ve “iskan edilen her aileye daha önceki iktisadi durumları ve şimdiki ihtiyaçları göz önüne alınarak yeterli miktarda arazi” verileceği tekrar edilmektedir. 15 Maddelik nizamname içinde, geride kalan mallara ne olacağı konusunda hiç bir şey belirtilmez. 30 Mayıs tarihli bu kararname ve nizamnamenin önemi şudur ki, normal olan, açıklanan bu genel ilkelerin hayata geçirilmesi doğrultusunda, bir dizi kanun ve kararnamenin yayınlanmasıdır. İşte bu hiç bir zaman yapılmamıştır. Yoktur. Bunun yerine, kanun ve kararnameler, artık esas olan mesele ile ilgilenmeye başlarlar. Ermenilerin maddi yaşam koşullarının imhası ve bu amaca uygun olarak ekonomik varlıklarına el konulması... Bu konuda ilk önemli belge 10 Haziran 1915 tarihinde yayınlanan 34 maddelik yönetmeliktir. Yönetmelik ile geride kalan mallara nasıl el konulacağı ayrıntılı olarak düzenlenir. En önemli husus, 10. Maddedir. Bu madde ile Ermenilerin malları hakkında vekaletname yoluyla bile olsa, işlem yapma hakkı yasaklanır. Mallar hakkındaki tüm işlemler kurulacak Emval-i Metruke Komisyonları (Terkedilmiş Mallar Komisyonu) üzerinden yürütülecektir. Bir diğer önemli kural, taşınır ve taşınmaz malların veya gelirlerinin, gerçek sahipleri adına kayda geçirilecek olmasıdır. Birinci ve ikinci düzey hakkında yapılacak işlem konusu, 34 madde içinde sadece bir tek bir maddede, (22. madde) ele alınır ve konumuz açısından son derece önemlidir. Çünkü, açık artırma ile satılan veya kiralanan Ermeni mallarından el edilen gelirlerin, “sahipleri adına emaneten mal sandıklarına” bırakılacakları söylendikten sonra, “daha sonra yapılacak duyuruya göre sahiplerine verilecektir”, denir. İşte bu duyuru hiç yapılmayacaktır. Çünkü Ermeniler yok sayılacaklar; yerleştirilmeleri ve mallar veya gelirlerinin karşılığının kendilerine verilmesi hususu kanun ve kararnamelerin konusu olmaktan çıkacak, bir daha ele alınmayacaktır. 10 Haziran 1915 yönetmeliği ile başlayan süreci, Ermenilerin maddi yaşam koşullarının ortadan kaldırılması amacına uygun hukuk sisteminin yaratılması süreci olarak da okuyabiliriz. Bu doğrultudaki en önemli adım 26 Eylül 1915 tarihli on bir maddelik kanun ve bu kanunun nasıl uygulanacağına ilişkin 8 Kasım 1915 tarihli, 25 maddelik kararnamedir. Kanun ve kararnamede, birinci ve ikinci düzey sorunlara ilişkin, 30 Mayıs 1915’deki genel ilkenin tekrarı ötesinde hiç bir şey yoktur. Kanunun ikinci maddesinde, malların gelir ve değerlerinden, “tasfiyeden sonra kalacak miktar sahiplerine verilir”, ilkesi tekrar edilir. Kararnamenin 17. maddesinde ise, sadece “sahipleri bilinmeyen malların bedelleri(nin)... daha sonra Hükümet tarafından adı geçen köy veya mahalle halkının iskân edildiği mahalle” gönderileceği söylenir, o kadar. Birinci ve ikinci düzey konusunda, düzenleyici tek bir hüküm bile içermeyen kanun ve kararnamede iki husus çok önemlidir. Birincisi husus, el konulacak mal ve varlıkların kapsam alanının genişletilmiş olmasıdır. Bu üç ayrı şekilde yapılmıştır. A) Ermenilerin sürgünlerinden 15 gün öncesine kadar, mal ve varlıklar üzerinde yaptıkları her türlü işlemin iptal edilebileceği ilan edilmiştir. B) Ermeni malları üzerine daha önce mahkemelerce alınmış herhangi bir haciz kararı varsa iptal edilmiş ve mallar doğrudan devlete geçmiştir. C) Eğer Ermenilerin başkalarından alacakları varsa, bunların doğrudan devlet tarafından toplanacağı karar altına alınmıştır. Böylece Ermenilerin başka kanallardan alacaklarını tahsis etme imkanı kanun yoluyla kapatılmıştır. İkinci husus, Ermenilerden alacaklı olan yerli ve yabancı kişi ve kuruluşlara alacaklarının verileceği ilan edilmiştir. Önemli olan husus, Ermenilerin alınacak kararlara hukuken itiraz etme kapısının da kapatılmış olmasıdır. İlgili kanun ve kararnamenin, taşınır ve taşınmaz mallar, bağ, bahçe ve işletmelerin nasıl tasfiye edileceği; alacaklıların, haklarını nasıl tashih edecekleri hususunu son derece detaylı ve titiz olarak düzenlemiş olması dikkat çekicidir. Özellikle 8 Kasım 1915 tarihli kararname, burada ileri sürülen tez açısından son derece önemlidir. İki ayrı bölümden oluşan kararnamede, farklı görevlerle yükümlü Heyet ve Tasfiye Komisyonları ve bunların teşekkül şekilleri; ücretleri dahil çalışma koşulları; farklı bakanlık ve devlet daireleri arasındaki görev ve yetki dağılımları; alacakların borçlarını için yapacakları başvuru için gerekli belgeler; ilgili mahkemelerin safhaları; malların tasfiye sürecinde izlenecek kurallar; tutulacak farklı defterlere ait ayrıntılı hü- kızılbaş - sayfa 60 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kümler ve defter örnekleri her şey ama her şey son derece ayrıntılı bir biçimde düzenlenmiştir. Ermenilerin yerleşimleri ve mallarının karşılıklarının kendilerine verilmesini sorun eden bir hükümetin, en azından bunun yarısı kapsamında bile olsa bir kanun ve kararname çıkartması beklenirdi. Anlatmak istediğimiz “yokluk” budur. 26 Eylül ve 8 Kasım 1915 kanun ve kararnamesi, bir halkın maddi yaşam koşullarının ortadan kaldırılmasının hukuk şaheseri olarak da okunabilir. İttihat ve Terakki hükümetinin yıkıldığı Ekim 1918’e kadar başka bazı değişiklikler de yapılmıştır ama bu konumuz açısından önemli değildir. 1918’e kadar olan dönem itibarıyla, Ermenilerin varlık koşullarının temelleri tamamıyla yok edildi diyebiliriz. Şimdi asıl sorun, her nasılda hayatta kalmış Ermenilerin geri dönmeleri ve mallarını isteyecek olmalarıdır. Bunu engellemek görevi de Cumhuriyet hükümetlerine düşecektir. Cumhuriyet döneminde, bir dantel inceliğinde örülen Hukuk sistemi ile, Ermenilerin geri dönmeleri ve malları üzerinde hak iddia etmelerinin önü kesilmeye çalışılmıştır. İttihatçılardan Cumhuriyete Geçiș Dönemi İttihatçıların iktidardan düştükleri Ekim 1918 ile yeni Türkiye Hükümetinin el konulmuș Ermeni malları ile ciddi olarak uğraşmaya başladığı 14 Eylül 1922 arasını bir geçiș dönemi olarak telakki etmek mümkündür. Bu geçiș döneminde, İstanbul’daki değișik hükümetler, savaş döneminde Ermenilerin sürgün ve mallarına el konulması konusunda çıkartılan kanunları sırayla iptal ederler. İlk önce, 4 Aralık 1918 tarihinde, savaş döneminde tehcire ilișkin çıkarmış olan geçici kanun Meclisçe Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilir. Bunu 8 Ocak 1920’de, 26 Eylül ve 8 Kasım 1915 tarihli kanun ve kararnamelerin iptal edilmesi takip eder. Aslında Ermenilerin geri dönmelerine müsaade ve mallarının iade edilmesi, İttihatçı hükümetin yıkılması ve yerine Ahmet İzzet Paşa kabinesinin kurulmasıyla hemen başlamıştır. 1918 Ekim’inden itibaren konu hakkında, biri birini takip eden kararnameler çıkartılır ve malların iadesi ile ilgili düzenlemeler yapılarak ve ortaya çıkan sorunlar çözülmeye çalışılır. Geçiș dönemi boyunca yapılan değişiklikler, iki açıdan kedisinden önceki dönem kanun ve kararnamelerin amacının, Ermenilerin maddi yaşam koşullarını imha etmek olduğunu gösterir. Birincisi, 1918 sonrası geri dönen Ermenilere malları hiç bir ön koşul ileri sürülmeden iade edilmiștir. Oysa 1915’de çıkartılan kanun ve kararnamelerde, Ermenilere, geride bıraktıkları malların karşılıklarının gittikleri yerlerde ödeneceği sözü verilmişti. Eğer, bu ödemeler yapılmıș olsaydı, 1918 sonrası sağ kalan Ermeniler döndüklerinde, kendilerine yapılmıș ödemeler geri istenirdi. Veya Ermenilere malları veya değerleri verilirken, bu miktarların hesaptan düşürülürdü. Bunların hiç birisinin adının bile anılmamış olması, daha önce malların değerlerinin ödenmesi konusunda hiç bir işlem yapılmamış olduğunun en açık kanıtıdır. İkincisi, geçiș döneminde, geri dönen Ermenilerin yerleștirilmesi ve mallarının kendilerine iade edilebilmesi için bölgelere onlarca tamim gönderilmiș, yönetmelikler çıkartılmıștır. Bu, 1918 sonrası Hükümetlerinin geri dönen Ermenileri yerleştirme ve mallarını iade etme gibi politikalarının var olduğunu gösterir. Oysa, yukarda gösterdiğim gibi, 1915-8 döneminde bu konuda hemen hiç bir kanun ve yönetmelik çıkartılmamıştır. İki dönem arasındaki bu kontrast bile 1915-8 döneminde Hükümetin, Ermenilerin yerleștirilmeleri ve mallarının değerlerinin kendilerine verilmesi gibi bir politikasının olmadığını gösterir. Ara döneme ilișkin eklenebilecek bir bașka önemli bilgi 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr antlașması ve ilgili hükümleridir. Antlaşmanın 144. maddesi konumuzla doğrudan ilgilidir ve Osmanlı Hükümetinin 8 Ocak 1920 tarihli kararnamesi ile paralellik arz eder. Bu maddeye göre Osmanlı hükümeti, 1915 tarihli emval-i metruke kanununun ve bu kanunu tamamlayan diğer hukuki düzenlemelerin haksız ve hükümsüz olduğunu kabul etmektedir. Yine bu madde gereğince, Osmanlı hükümeti 1 Ağustos 1914 tarihinden beri memleketlerinden zorla sürülen Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarının (Ermenilerin) memleketlerine ve işlerine geri dönmelerini sağlayacağını resmen taahhüt etmiștir. Ayrıca, el konulmuș taşınır ve taşınmaz mallar, —kimin elinde bulunursa bulunsun— derhal iade edilecektir. Bu amaca uy- gun olarak, 1 Ağustos 1914 tarihinden sonra emval-i gayri menkule hakkında yapılmış bütün kanuni işlemler iptal edilecek; malların tazmini Osmanlı hükümeti tarafından yapılacak ve bu tazmin iadenin tehirine bahane olmayacaktır. Görüldüğü gibi, Sevr’de karara bağlanan hususlar, aslında Osmanlı Hükümeti tarafından zaten yürürlüğe konmuş bulunuyordu. 1915-8 dönemi imha sürecinin yaralarını sarmak olarak da telakki edilebilecek bu ara dönem kısa sürecek ve 4 Kasım 1922’de Ankara’da kurulan yeni rejimin İstanbul’u kontrol altına alması ile sona erecektir. Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğunun bitiş tarihi olarak da kabul edebiliriz. Cumhuriyet Dönemini İlk Uygulamaları Yeni Türkiye Hükümetinin, Ermeni mallarına yönelik olarak yaptığı ilk kapsamlı uygulama, 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyi, 14 Eylül 1922 tarihinde iptal etmesidir. İptalin nedeni, Lozan görüșmelerinin başlayacak olmasıdır. Yukarda aktarıldığı gibi, 8 Ocak kararnamesi Ermenilere ait tüm malların veya değerlerinin geri iade edilmesini öngörmektedir ve bu hüküm Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için de bağlayıcıdır. Lozan görüşmelerinde Müttefikler, Ankara Hükümetinden, Sevr antlașması ile de tasdik edilmiș olan bu kararnamenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesini isteyebilirlerdi. Oysa, Cumhuriyet Hükümeti, İttihatçı politikaları devam ettirmek ve Ermenilere hiç bir șey vermek istememektedir. Kanunun kaldırılması için yapılan görüșmelerde Maliye Bakanı, eğer bu madde ortadan kaldırılmaz ise, Müslümanlara dağıtılmış olan Ermeni mallarının geri verilmek zorunda kalınacağının altını çizer. Bakan, Lozan görüșmelerinde, “bugüne kadar tatbik ettiğiniz ahkamı yine tatbik edin, bașka şey istemiyoruz”, denmesinden korkmaktadır. Bakana göre, yürürlükte olan kararname, Ermeniler bir takım haklar sunmakta, ve “Müslümanların uhdesine geçmiş olan emval ve emlâki derhal, bilâmuhakeme sahip olana” vermektedir. Ve doğacak tüm “maddi ve manevi bütün mesuliyetin maliyeti de” hükümet ödemek zorundadır. Bakana göre bunlar kabul edilecek șeyler değildir, ve kanunun bir an önce yürürlükten kaldırılması “çok mübrem [zo- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 runlu, kaçınılmaz– inevitable, imperative, indispensible] ve müstacel [ivedi –urgent, pressing] bir husus[dur].” Kararnamenin niçin iptal edilmesi gerektiği konusundaki en önemli neden, kararnamenin henüz daha Ermenilere ait Emval-i Metrukenin “onda biri”ne uygulanmıș olmasıdır. Yani malların onda dokuzu daha sahiplerine geri verilmemiștir. “Fakat bu kararname kanun olarak mevcut oldukça” tatbik etmek mecburidir. Bu nedenle bir an önce ortadan kaldırılması gerekir. Her halde Ermenilerin el konulan mallarının onlara asla geri verilmeyeceği bundan daha açık bir biçimde itiraf edilemez. TBMM 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyi reddetmekle İttihat ve Terakki döneminde çıkarılan 26 Eylül 1915 tarihli kanun ile 8 Kasım 1915 tarihli nizamnâmeyi de tekrar yürürlüğe koymuş oluyordu. Artık Ermenilerin mallarına el konulmasına ilișkin başlamış ve ama İttihatçıların yenilgisi nedeniyle yarım kalmıș sürecin tamamlanmasına devam edilebilirdi. İlk iș olarak 13 Ekim 1922’de bir kararname yayınlandı ve yeniden yürürlüğe girmiș olan 8 Kasım 1915 tarihli nizamnâmede, dönemin koşullarına uygun bazı değişikliler yapıldı. Teknik bazı ayrıntıları içeren bu değişikliklerden bir tanesi çok önemlidir ve buna genel savaştan önce veya sonra her ne suretle olursa olsun seyahat amacıyla yabancı veya işgal edilmiş ülkelere gidip henüz dönmemiş olan kişilerin dönüşüne kadar, taşınır ve taşınmaz malları hükümetçe idare olunacaktır. Böylece hükümetin kontrolüne girecek malların kapsamı 1915 döneminden 1920’lere de kaydırılmış oluyordu. Artık Türkiye Hükümeti Lozan’a hazırdır. Cumhuriyeti Bir Kale Gibi Örmek Emval–i Metruke Kanunlarında Lozan çok önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye, Lozan’a, sürdüğü hiç bir Ermeni’yi geri almamak ve onlara hiç birşey vermemek kuralını esas alarak gitti ama bunu gerçekleştiremedi. Lozan, Ermeni mallarının iade edilmesi konusunda tam bir dönüm noktası oldu ve Türkiye, bireysel düzeyde mallarını isteyenlere verebileceği ilkesini kabul etmek zorunda kaldı. Mesele üç ayrı düzlemde (düzeyde) ele alındı ve tartışıldı. Antlaşmanın maddelerini takip edersek, konu ilk önce vatandaşlık hakları çerçevesinde gündeme geldi. Section II, Nationality bölümünde 30 ve 36. maddeleri ile bazı düzenlemelere gidildi. Buna göre, Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletlerden herhangi birisinin sınırları içinde kalmış kişi, isterse diğer devlete gidebilecek ve oranın vatandaşı olabilecektir. Bu maddeler ile Türkiye sınırları dışında, sağ kalmış Ermenilerin geri dönmeleri imkan dahiline geliyordu. Konu ikinci olarak, “Mallar, Haklar ve Çıkarlar” başlığı altında anlaşmanın 65 ile 72. maddeleri arasında ele alındı. 65. maddenin 3. paragrafı doğrudan konumuzla ilgilidir. “All property, rights and interests situated in territory detached from the Ottoman Empire under the present Treaty, which, after having been subjected by the Ottoman Government to an exceptional war measure, are now in the hands of the Contracting Power exercising authority over the said territory, and which can be identified, shall be restored to their legitimate owners, in their existing state. The same provision shall apply to immovable property, which may have been liquidated by the Contracting Power exercising authority over the said territory. All other claims between individuals shall be submitted to the competent local courts.” Böylece, Türkiye, savaş sırasında Ermenilerden el konulan malları onlara vermeyi kabul etmiş oluyordu. Ayrıca aynı maddede konuya ilișkin doğabilecek tüm sorunların halledilmesi amacıyla Mixed Arbitral Tribunal kurulması kararı alındı ve bu Tribunal’ın nasıl çalışacağı da Section V, 92 – 98’inci maddeler ile düzenlendi. Lozan’ın maddeleri son derece açıktır: Ermenilerin geri gelme ve mallarını geri istemeleri mümkündü. İşte Türkiye’nin, kelimenin gerçek anlamıyla hukuk cambazlığı bundan sonra başlayacaktı. Ne yapmak gerekir ki, Ermenilerin geri dönme ve mallarını geri istemelerinin önünde geçilebilsin? Lozan’ın hükümleri resmen çiğnenemeyeceğine göre, bu çerçeve içinde yollar bulunmalı ve Ermenilerin geri dönmeleri, mallarını istemeleri engellenmeliydi. Bu konuda akla gelebilecek her husus Lozan’da ela alındı ve tartışıldı. Ermeniler üç türlü geri dönebilirlerdi. Birincisi, kendilerine tahsis edilen özel bir yere yerleştirilebilirlerdi. Bu konu Ermenilere bir “Ermeni Yurdu” yaratmak çerçevesinde tartışıldı ve Türkiye, ulusal güvenlik tezini kullanarak bunu katagorik olarak red etti ve talebini kabul ettirdi. İkincisi, her hangi özel bir yere değil, ama dağınık yerleşmek koşuluyla, gene topluca geri gelebilirlerdi. Türkiye, gene ulusal güvenlik gerekçesini göstererek, bu toplu dönüşlere de müsade etmeyeceğini söyledi. Fakat konu, birey olarak Ermenilerin geri dönüp dönemeyecekleri noktasına gelince, Türkiye’nin yapabileceği fazla bir şey yoktu. Çünkü, toplu olarak girmelerine izin vermeyeceği Ermeniler, diğer ülkelerin vatandaşları olacaklar ve o ülkelerin vatandaşları olarak istedikleri zaman Türkiye’ye gelebileceklerdi. Bunu engellemek mümkün değildi. Nitekim Türkiye, önce direnmek istemiş ise de, sonra, bireysel bazda olmak koşuluyla geri dönmelere itiraz etmeyeceğini kabul etmek zorunda kalmıştı. Sonuçta oluşturulan Hukuk sistemi, bireysel bazda Ermenilerin geri dönmeleri ve malları üzerinde hak iddia etmelerine imkan tanıdı. Daha da kötüsü, Türkiye, Lozan’ın bu açık hükümlerine dayanarak kendi iç hukuk sistemini de değiştirmek zorundaydı ve öyle de yaptı. Yeni düzenlemelere göre, Lozan’ın yürürlüğe girdiği Ağustos 1924 tarihi itibarıyla, Ermeniler mallarının başlarında ise, malların kendilerine iade edileceği kabul edildi. Eğer mallarının başında değillerse, mallar Emval-i Metruke olarak muamele görecek, ve devlet tarafından, ama yine asıl sahipleri olan Ermeniler adına işletecekti. Görüldüğü gibi, oluşan sistem, bir takım boşluklara, deliklere sahipti. Ve Ermenilerin geri dönmelerinin önü tamamiyle kapatılamamıştı. İşte Türkiye, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca bu hakkı kullanılamaz hale getirmeye çalıştı. Birbiri ardı sıra çıkardığı onlarca decree ve kural ile Ermenilerin girmelerini zorlaştırmaya çalıştı. Deyim yerindeyse, Pasaport kanunu başta olmak üzere, elindeki bütün hukuki imkanları seferber ederek, Türkiye’nin etrafına bir duvar örmeye çalıştı. Bunda başarılı olamadığı durumlarda ise, kendi kanunlarını çiğnemekte hiç mahsur görmedi. Örneğin, 1924 yılında bazı Ermenilerin Türkiye’ye girmeyi bașarmaları ve mallarını geri almak istemeleri, tam bir politik kriz haline dönüştü. Ermenilerin birey olarak girmelerini engelleyemeyen bakan hakkında soruşturma açıldı ve bazı görevliler istifa etmek zorunda kaldılar. Sonuç- kızılbaş - sayfa 62 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ta, hukuki yollardan ülkeye girmeyi başaran Ermeniler, deyim yerindeyse, “tekme tokat”, hiç bir kanuni gerekçe göstermeden kovuldular. Yukarda bahsettiğim, hukuk sistemi içinde mevcut (intrinsict?) gerilim budur. Ve Türkiye bugün hala bu gerilimi yaşamaktadır. Ermenilerin mallarını asla geri alamayacaklarını söyleyen bir hukuk kuralının yokluğu ve imkansızlığı ile Türkiye’nin, tek bir şey vermek istememesi arasındaki büyük gerilimdir bu... Ve bugün Türkiye’nin 1915’i inkar etmesinin ana nedenlerinden birisi, eğer en önemlisi değilse burada yatmaktadır. Türkiye’nin saldırgan ve agrasif bir inkar politikası izlemesinin nedeni de budur. Elinde, hırsızlığının üstünü tümüyle örtebilecek ve haklı gösterebilecek tek bir hukuk kuralı mevcut değildir, saldırganlığından başka.... Kaynak: [Altüst Dergisi, Haziran-Temmuz 2012, Sayı: 7’den aktarılmıştır...] ALTÜST Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. Tel: (0555) 637 24 50 Web sitesi: www.altust.org E-posta: bilgi@altust.org Facebook: http://www.facebook. com/dergi.altust Twitter: http://twitter.com/AltustDergisi Google Grup (Bülten): http://gro ups.google.com/group/altust-dergisi istediğiniz kitapları kızılbaş dergisinden sipariş vermeniz mümkündür kızılbaş - sayfa 63 - sayı 16 - temmuz 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kızılbaş Yayınevi K i t a p - D e r g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m - G r a f i k D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e ya pı l ı r Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z La Qoçgiri xeberek hat Min hakır ku Zarifa hat Gotin Zarife kuştune Dinya Alam la mın teng hat Raba raba ảne rabe Raba raba Zarifa raba Derdi welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre La Qoçgıri xeberek hat Mın hakır ku Elişer hat Gotin Elişer Kuştune Dinya alam la mın teng hat Raba raba piro raba Raba raba Elişer raba Derdi Welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre La Amed’e xeberek hat Min hakır ku Şeyh Sait hat Gotin Şeyh ba dare xıstın Dinya alam la mın teng hat siparişleriniz için: mamo.baran@googlemail.com Raba raba piro raba Raba raba Şeyh Sait rabe Derdi welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre La Dersime xeberek hat Mın hakır ku Seyit Rıza hat Gotin Seyit ba dare xıstın Dinya alam la mın teng hat Raba raba piro raba Raba raba Seyit Rıza raba Derdi welati gırana Xayin pıre, ne yar pıre Ahmet Güven 9 Temmuz 1937'de devlet kınalıkeklik işbirliğiyle öldürülen Koçgiri ile Desim direnişlerinin önderlerinden Alişer ve Zarif'yi saygı ile anıyoruz