Sayı 2 Kasım 2014 - Devrimci Halkın Günlüğü
Transkript
Sayı 2 Kasım 2014 - Devrimci Halkın Günlüğü
Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER Sunum....................................................................................................................... 1 Bir Sonuç Olarak Açık İdeolojik Mücadele Parti İçi Çelişmelere İlkesel Yaklaşım Üzerine ..................................................................................................................... 4 Leninist Emperyalizm Teorisine Getirilen “Yeni” Aşama Ve Marksizm’den Sapma....................................................................................................................... 9 Proletarya Diktatörlüğünü Reddeden “3.Kongre”’nin Revizyonist “Halk Devleti” Tezi Üzerine.............................................................................................................. 26 “3.Kongre”nin Sosyalizm Anlayışındaki Sağ Sapması Üzerine......................... 49 Emperyalizmin Bitmeyen Hakimiyeti Orta Doğu da Türkiye ve Kürdistan Halkası...................................................................................... 62 Önderler ve Öndercikler............................................................................................ 80 Bölgesel Devrim, Dünya Devrimi, Köylülük, Troçkizm............................................... 85 “Tam Bilimselci” Değişimcilerin İlk Yanılgılarına Giriş............................................... 93 Devrimci Teori Olmadan Devrimci Pratik Olmaz!...................................................... 98 “3. Kongre”yi Değil Parti İdeolojisini ve Çizgisini Savunuyouz................................... 100 Nasıl Bir Kadro Siyaseti?............................................................................................ 102 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - EKİM - SAYI:2 AYLIK SİYASİ DERGİ http://www.devrimcihalkingunlugu.com ZEMHERİDE KARDELENLER BASIM YAYIN LTD. ŞTİ. Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Düzgün ALTUN Yönetim Yeri: Huzur Mah. Arif Sk. No:23/A Ümraniye/İstanbul Tel: (0216) 612 27 26 e-mail: devrimcihalkingunlugu1@gmail.com Dizgi: Zemheride Kardelenler Yayıncılık Süreli Yayın Baskı: Yön Basım Yayın Dizim Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1.Kat No:366 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 544 66 34- 1 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 SUNUM, Dünya, orta doğu, Türkiye –Kuzey Kürdistan ve Kürdistan da sadece emperyalist barbarlık cephesinde değil, ezilen uluslar ve halklar cephesinden de önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Çürüyen barbar emperyalizm dünya ezilen ulus ve halklarına kan kusturuyor. Bu saldırganlık karşısında halkların direnişi ve özgürlük mücadelesi ağır bedellerle ilerliyor. Devrimci koşulların güçlendiği bu dönemde Komünist ve Devrimci cephede de önemli gelişmeler olmaktadır. Maoist hareketin durumu bizler açısından temel önemdedir. Maoist harekette türeyen revizyonist – oportünist – çizgiye karşı Devrimci Halkın Günlüğü birinci sayısıyla tutumunu açıklamıştır. Komünist mücadelenin can damarını oluşturan Marksizm-Leninizm-Maoizm ideoloji ışığında Devrimci Proletaryanın kurtuluş davasına bağlı kalarak devrim amacı ve perspektifini ilgilendiren bütün meselelerde Devrimci Halkın Günlüğü sözünü söyleyecektir. Bugün açısından içimizde türeyen sağ sapmanın ideolojik içeriğini, siyasi politik savrulmasını açığa çıkarma görevimizi yerine getirmenin gere Türkiye – Kuzey Kürdistan devrimi; gerekse de halkası olduğumuz uluslar arası Komünist Hareket ( UKH ) açısından önemli olduğunun farkındayız. Elbette çabamız Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojisinin benimsenmesine ve Komünist Hareketin güçlenmesi amacına hizmet edecektir. İdeolojik mücadelemiz; siyasi amacımızla bütünleştirilecek bir tutarlılıkla teorik – politik çizgimizi anlaşılır kılacak düzeyde, Kaypakkayacı görünen ama özünde Kaypakkaya güzergahından sapan, MLM ideolojiyi tahrif eden, yozlaştıran ‘’3.Kongre’’nin revizyonist teorilerine ışık tutacağız. Devrimci Halkın Günlüğü’nün ikinci sayısında yer alacak konulara gelmeden önce birinci sayımızda ki kimi hataları belirtelim : Birincisi : ‘’ Parti ‘’3.Kongre’’ sine karşı tavrımıza dair açıklama ve açık çağrımızdır’’ başlıklı CPK açıklamasına tarih düşülmemiştir. Bu nedenle CPK’nın yeni bir açıklamasıymış gibi anlaşılmış ve haklı eleştiriler olmuştur. Oysa, söz konusu CPK açıklama sı Mart 2014 tarihlidir. Muhataplarına yapılan bir açıklamadır. Keza CPK açıklamasında başlıkları belirtilen yazılarda Ocak ve Şubat 2014 tarihlidir. İkincisi : “Sınıf Teorisi’nin Türkiye -Kuzey Kürdistanda Siyasi Durum Analizine Eleştirel Bakış’’ başlıklı yazıya düşülen notta da yanlışlık olmuştur. Söz konusu yazı Halkın Günlüğü’nde yayınlanması için yollanmamıştır. Doğrusu şöyledir: Başlığı belirtilen yazı Maoist Partinin iç tartışmasıdır ilgili muhatapları yazıyı iradeye sunmamışlardır; gizlemişlerdir. Çalışmanın kendisi içerik itibarıyla olabileceklere işaret ettiği ve 2012’de çağrı niteliği taşıdığı için sayfalarımızda yer verdik. 2 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Her iki konuda yanlış anlamalara meydan vere bilecek bu teknik hatalardan dolayı ilgili muhatap ve okurlarımızdan özür diliyoruz. Devrimci Halkın Günlüğü zor şartlar altında ve dayatılan tasfiyeciliğe karşı MLM ideolojisini ve Kaypakkaya çizgisini savunmak ve uygulamak için doğdu. Olanaklarımız kısıtlı, teknik yetersizliklerimiz mevcuttur. Hatalarımız olacaktır. Yoldaşlarımız, Dostlarımız, Halkımızın bizi anlayacaklarından kuşkumuz yoktur. Bütün hatalarımızı açıklıkla kabul ederek öğrenerek ilerleyeceğiz. Okurlarımızdan Devrimci Halkın Günlüğü’nü sahiplenmelerini, çizgisini güçlendirmeleri için örgütlenmeleri ve mücadeleyi geliştirmeleri gerektiğini yineliyoruz. Devrimci Halkın Günlüğü olarak bu sayımızda ‘’ Emperyalizmin Bitmeyen Hâkimiyeti, Orta Doğu da Türkiye ve Kürdistan’’ başlığıyla bugün Orta Doğu da Emperyalist haydutların ve işbirlikçi taşeron güçlerin halklara yaptıkları Faşist saldırıların arka planını anlamayı kolaylaştıracak yazımıza yer veriyoruz. Devrim hareketinin temel sorunları arasında olan toplumsal gelişmeleri sonraki sayılarımızda incelemeye, dersler çıkarmaya devam edeceğiz. ‘’ Leninist Emperyalizm Teorisine Getirilen ‘’Yeni’’ aşama ve MLM den Sapma’’ ‘’ Proletarya Diktatörlüğünü Reddeden ‘’3.Kongre’’nin Revizyonist ‘’Halk Devleti” Tezi Üzerine’’ ‘’ ‘’3.Kongre’’nin Sosyalizm Anlayışındaki Sağ Sapması Üzerine’’ ‘’ Önderler ve Öndercikler’’ Ve ayrıca ‘’ Bölgesel Devrim – Dünya Devrimi Köylülük, Troçkizm’’ başlıkları altında ‘’3.Kongre’’ anlayışını kapsamlı ele alıyoruz. ‘’3.Kongre’’nin revizyonist teorilerine Marksizm ideolojisiyle yanıt veriyoruz. İdeolojik eleştirilerimiz sonraki sayılarımızda da devam edecektir. Devrimci Halkın Günlüğü 3 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 BİR SONUÇ OLARAK AÇIK İDEOLOJİK MÜCADELE PARTİ İÇİ ÇELİŞMELERE İLKESEL YAKLAŞIM ÜZERİNE Türkiye- Kuzey Kürdistan devrim mücadelesi düz bir seyir izlemiyor. Bu gerçeği anlamak için uluslararası Komünist hareketin deneyimlerine başvurmaya gerek duymadan Partimizin deneyimlerinden kavrayabiliriz. Parti tarihi bir dizi yenilgi barındırdığı gibi bu yenilgilerden çıkma deneyimi ve kararlılığını da ifade etmektedir. Bu anlamıyla olumlu ve olumsuz deneyimlerimizden öğrenerek önümüze çıkan engelleri günün ihtiyacı olan kararlılıkla aşacağız. Gerçeklerin üstünü örtmeye çalışmanın devrim mücadelesi ve amacına yararı yoktur. Uğraşmakta olduğumuz çelişmeler hiçte basite indirgenecek önemsenmeyecek boyutta değildir. Bu ağır havanın içinde durum kaygı verici olsada aşılmaz değildir. için “3. Kongre” çizgisine karşı halk kitlelerine açık ideolojik mücadele ile yanıt oluyoruz. Bu keyfi bir tercih değil ortaya çıkan uzlaşmaz çelişmenin ideolojik, politik zeminde zorunlu biçimlere bürünmesiydi. Komünist Partinin ilkeleri –kuralları- vardır. Bu ilkeler çiğnenemez. Fakat “3. Kongre” en üst parti organı olarak asla kabul edilmeyecek boyutta Parti ilkelerini çiğnedi. “3. Kongre”de resmileştirdikleri siyasi, politik, ekonomik, ideolojik ve stratejiyi kapsayan belgeleri kongre öncesi görmediğimiz ve tartışmadığımız için bugün “3. Kongre”de resmileşen ve ilan edilen belgelerin Marksist, Leninist, Maoist bakış açısından ne ifade ettiklerine dair anlayışımızı devrimci işçi sınıfına, komünist, devrimci harekete açıklamayı ertelenemez bir görev olarak görüyoruz. Siyaset bilimi politik mücadelede karara bağlanan her önemli mesele önceden tartışılmadıysa ciddi sorunlara neden olacağını ve kaçınılmaz olarak yıpratıcı tartışmalara neden olacağını açıklamaktadır. Önceden tartışmayanlar kararlar sonrası tartışırlar. Şayet “3. Kongre” süreci başlatıldığında bugün resmileşmiş olarak okumuş olduğumuz belgeler demokratik olarak tartışılmış olsaydı bugün bütün bu karmaşaya, yozlaşmış tutumlara kimse maruz kalmaz ve “3. Kongre” çizgisi de yeni tartışılmaya başlanmazdı. Deneyimlerimizin hatırlattığı gibi bir kez daha görüldü ki Parti içindeki çelişmeler ilkesel boyutta ele alınmadığında parçalanmalara neden oluyor. Elbette ortaya çıkan çelişkileri Maoist yöntemle ele almayan “3. Kongre” temsilcileri bir çok açıdan ve çok boyutlu olarak içini boşalttıkları Parti içi ideolojik mücadele hakkında tutarsızca değerlendirmeler yapmaya devam etmektedir. Komünist Partinin örgütsel ilkeleriyle bağdaşmayan tasfiyeci “3. Kongre” çizgisiyle somutlaşan çelişmeleri açıklamış olduğumuzu hatırlatalım. “3. Kongre” de resmileşen ideolojik, siyasi, politik çizgiden habersiz olduğumuz, bu çizginin şekillenmesini gerektiren tartışma sürecinin içine dahil edilmediğimizi bilmektesiniz. Bütün ısrarlarımıza rağmen talep ve eleştirilerimiz doğrultusunda demokratik tartışma sürecini açmadıkları ve ideolojik dönüşüm dayatmasını sürdürdükleri “3. Kongre”nin tasfiyeci, revizyonist teorilerini pek yaman savunucuları olan önderleri şimdilik “Kongre gündem başlıklarını partiye zamanında yolladık ve tartışma sürecini 4 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 başlattık” vurgusuyla kendilerini oyalaya dursunlar. Aklı başında her komünist kongre süreçlerinde gündem başlıklarının bilinmesiyle değil kongrenin niteliğinin bu gündemler çerçevesinde ortaya çıkan bütün taslak belge lerin Partiye sunulması ve tartışılmasıyla belirleneceğini bilirler… Ne yazık ki bu gün bilmediğimiz, daha önce görmediğimiz ve tartışmadığımız “3. Kongre”nin resmileşen belgelerini tartışmaya başlamış bulunuyoruz. Tavrımızı net olarak belirlediğimiz ve ideolojik düşüncemizi açıklamış olduğumuz için Partinin zarar göreceğini, gördüğünü düşünen ve tavırsız kalan yoldaşlarımız vardır. Oysa ilkeleri savunmak, Marksist ideolojiyi savunmak Partiye zarar vermez, Partiye en büyük zararı oportünizmle uzlaşma tutumu vermektedir. Parti üyelerince alt kongrelerde tartışılmadığı gerçeği ortadan kaldırılamaz. Dikkat edilmeli; kimi alan ve organların tartışmalarından bahsetmiyoruz, resmileştirilen belgelerin Parti iradesince tartışılmasından bahsediyoruz. Kongre süreçlerinde bütün Parti üyeleri eşit haklara sahiptir, her üye ileri sürülen bütün ideoloji, siyasi, politik belgeleri bilmek ve tartışmak hakkına sahiptir. Bu yerine getirilmek zorundadır. Şu yada bu mazeret gösterilerek kongre taslak belgeleri dar örgüt bileşenlerinde, kendini partiden üstün gören “önderler” arasında tartışılmasıyla sınırlandırılamaz. Çünkü kongre süreçleri bütün üyeler açısından eşit haklara, eşit tartışma süreci anlamına gelir. Hangi fikir hangi ideolojik içerik ve doğrultu da olursa olsun hazırlanmış taslak belgeler parti üyelerince işleyişe uygun olarak alt kongrelerde tartışılmak zorundadır. Fakat “3.Kongre” de yürütülmesi gereken demokratik tartışma süreci işletilmemiştir. Bu nedenle de bütün parti üyelerinin bilmediği “3.Kongre”nin ideoloji, siyasi ve politik doğrultusundan habersiz olan Maoist partililere bir dayatmaya dönüşmüştür. Elbette tartışmamız burada ne kadar üyenin “3.Kongre”de resmileşen belgelerden Kongre öncesi haberdar olduğu, ne kadar üyenin haberdar olmadığı üzerine yürütmüyoruz. Zira bu oranın hiçbir önemi yoktur, olamaz. Çünkü ilkesel olarak parti bir bütündür, hiçbir alan ve üye birbirinden üstün ve ayrıcalıklı haklara sahip değildir. Kongre sürecinde Kongreye taşınması için hazırlanan bütün taslak belgeler (resmileşmeyen bütün teorik belgeler taslak belgelerdir) parti içi basım yolu ile alt konferanslar aracılığıyla bütün parti iradesine taşınmak zorundadır.. Parti iradesine taşınmadan, partinin tam iradesi alınmadan hiç bir taslak- program, strateji, ideolojiyi içerenbelgeler sadece kongre delegeleri arasında tartışılıp karara bağlanamaz. Kongre partinin en üst organıdır, ama parti üstü değildir.Kongre de Komünist Partinin kuralları vardır. Kongre süreçlerinde de işletilmesi gereken demokratik hakları bilenler elbette söyledikle rimize şaşıracaklardır. İnanmakta zorluk çekeceklerdir ama bu şaşkınlık gerçeği değiştirmi yor. “3. Kongre”nin remileştirdiği belgelerin üzerinde kongre sürecinde her üyenin tartışması –alt konferanslar aracılığıyla – gerekirken maalesef Partimizin deneyim ve demokratik anlayışına asla uygun düşmeyen bir yüzeysel ve ciddiyetsiz sürecin sonunda resmileştirilen belgelerden haberdar olmadığımızı açıkladık, açıklıyoruz. Haliyle kongre tartışma sürecinde tartışma hakkımız çiğnendiği için, kongre sonrasında da itiraz ve açıklama isteme ve perspektif oluşturma talebimiz dikkate alınmadığı için açık ideolojik mücadele dışında başka yol ve yöntem kalmamıştır. “3. Kongre”nin revizyonist önderleri hangi gerekçe yada mazeretleri ileri sürüp “3. Kongre demokratik süreç işletilerek tamamlandı” derde desin; gerçek değişmeyecektir. Resmileştirdikleri “3. Kongre” belgeleri bütün Parti iradesi yada daha anlaşılır ifadeyle bütün 5 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 ancak parti iradesine sunulan ve tartışılan taslak belgeler ve strateji, program üzerinde bir tartışma yürütüle bilir ve en mükemmel son hale getirilebilinir. Partimizde patlayan krizden de anlaşıldığı gibi “3.Kongre” de resmileştirilen belge ve stratejiden kongre sonuçları açıklandıktan sonra parti üyelerinin öğrenmiş olması Maoist partinin karşılaştığı en trajik, geri, anti demokratik ve asla kabul edilemez bir sonuçtur. ”3. Kongre”nin meşru olmadığı açıklandı, çünkü parti işleyişine uygun gerçekleştirilmemiştir. Bu ilkesel, örgütsel sapmayı ortadan kaldırmanın tek yolu Olağanüstü Parti Kongresi (OPK) örgütlemektir. Aksi taktirde kongreye katılan delegelerin kotardığı gurup stratejisi tartışmasız olarak “3. Kongre”nin stratejisinden haberdar olmayan üyelere açık bir dayatmayı sürdürme anlamına gelirdi. Nitekim öylede olmuştur. Demokratik hakların savunulması “3.Kongre”nin oportünist-revizyonist önderlerince görmezlikten gelindi. “3.Kongre” ye karşı çıkanları “parti karşıtlığı” yada “hizip” olarak gösterilme çabasına hız verildi. Bu büyük haksızlık olduğu gibi sorunların ele alınmasındaki doğru olmayan yöntemlere sarılmaları bakımından çarpıcı olmuştur. Oysa karşı çıkanların ne “hizip” çalışmaları olmuştur nede “parti karşıtı” olarak tanımlanabilecek pratikleri vardır. Aksine Maoist partili olmalarının gereklerini ilkeleri ve MLM ideolojiyi savunmak için görevlerini yerine getirmektedirler. Bu yeni bir durum değildir, “3.Kongre” çizgisine karşı çıkanların devrimci tarihi “3.Kongre” ye değil partinin mücadele çizgisine dayanmaktadır. Parti anlayışı ve çizgisini, ilkelerini savunmak ne zamandan beri suç olmuştur. “3.Kongre”nin meşru olmadığını açığa çıkartmak görevdi ve bu görev yerine getirilmiştir. Özetlersek: 1) “3. Kongre” ile sayıları, oranı ne olursa olsun üyelerin hakları çiğnenerek revizyonist ideolojik dönüşüm ilan edilmiştir. “3.Kongre” stratejisinin bir parçası olmayan üyeler adına da konuşulmuştur, suç işlenmiştir. 2) İlkesel ideolojik fikir ayrılıkları “3.Kongre”nin ilanıyla apaçık hale gelmiştir. Kongre sonuçlarının açıklanılmasıyla öğrenilen “3.Kongre” belgelerindeki mevcut strateji ve ideoloji bilgisi olmayan üyelere bir dayatmaya bakımından üyelere bir dayatmaya dönüşen bu yıkıcı tasfiyeciliğe karşı durmanın önemi yeterince anlaşılamamıştır. Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojisini çarpıtan “3.Kongre”nin revizyonist teorilerini dayatmayla neden kabul edelim? Bu ilkesizliği reddetme hakkımız yok mudur ?. Elbette vardır. Böyle bir hakkımızın olmadığını ancak “3.Kongre” ye damgasını vuran oportünistler-revizyonistler söyleyebilir. Nitekim Marksizme “katkı”(!) yapan büyük “teorisyenler” hakkımızın olmadığını söylemektedirler. Çünkü kendileri dışındaki yoldaşlarını iradesiz sanma yanılgısı onların çizgisinin oluşmasına katkı sunmuştur. Olguların etrafında dolanmayı seven ve sözlerini yuvarlayan “3.Kongre “sözcülerinin tespit ve eleştirilerimizi “sol” bulmaları anlaşılırdır. Zira sağa yatanlar kendileri dışındaki politik tutumlar sol görünür. Bunda şaşılacak bir yanda yoktur. Fakat bütün yoldaşlar anlamalı ki parti içi bu sorunun bu seviyeye varması, açıktan tartışılmaya başlanmasının tek nedeni “3.Kongre”nin mevcut önderliğinin tasfiyeci yaklaşımıdır. Zamanında gerekli ciddiyetle yaklaşım geliştirip demokratik zeminde tartışma olanağı yaratmış olsaydılar elbette tartışmalar içte sonuçlanmadan açık ideolojik mücadele yöntemine başvurulmazdı. Bilinmeli ki “3. Kongre” önderliği sorunun giderilmesi yönünde kendi perspektiflerini asla ortaya koymadı. OPK talebini de değerlendirmedi, partiye taşımadı. Taşıyıp- taşımadığına dair herhangi bir bilgilendirme yapmadı. Peki, bu durumda ne yapılabilirdi? MLM olarak değerlendirmedikleri “3.Kongre” çizgisine karşı çıkanların uygulaması mı 6 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Proletaryanın devrimci mücadelesini zafer yolunda ileri taşımasını güçlendirecek eleştiri devrim amacı bakımından yararlıdır. Kim tarafından yapılırsa yapılsın bilimsel olmayan doğruları ifade etmeyen fikirler sınıf mücadelesinin devrimci koşulları içinde tarihin çöplüğüne gider. Bizler mutlak doğruları temsil ediyoruz iddiasıyla eleştiri yapmıyoruz “3.Kongre”nin çizgisinin Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojisine aykırı olduğunu söylüyoruz. Elbette Marksizmi tahrif edenlere de revizyonist demekten de kendimizi sakınmayız. Unutmayalım dünyadaki bütün revizyonistlerin hepsi birer eski yoldaştı. “3.Kongre” temsilcilerinin değerlendirmelerine cevap verilecektir. Tasfiyeci, “3.Kongre” temsilcilerinin en iyi yaptıkları şey partinin parçalanması, bırakmalar, tasfiyeler sonrasında her şeyi kılıfına uyduracak ustalıkla sonuçları, kedisi dışında açıklamasıdır. Açık ideolojik mücadele verilmesini kendisi açısından sevindirici bir fırsat olarak gören, kendi suçlarını hiç hesaba katmadan, bu sonuçları ortaya çıkartan nedenlerin merkezinde kendisinin olduğunu unutarak “3.Kongre”ye karşı çıkanları “partiden ayrılan gurup” olarak tanımladılar diye yapılmakta olan ideolojik eleştirilerimizde bir aşınma meydana gelmez. gerekirdi? İradelerinin çiğnenmesine aldırmadan önlerine konulan revizyonist teorileri sakız gibi çiğnemeleri mi gerekirdi? Şayet böyle davranılmış olunsaydı, karşı çıkanlara Komünist denmezdi. Olsa olsa edilgen, sürüklenen, kendi haklarını savunmayan, parti kurallarını uygulamayan oportünistler olarak kalırlardı. “3.Kongre” ye kaşı çıkanları “parti karşıtı” yada “hizip” olarak gösterme çabaları kitleleri, meseleyi kavramayan, yeterince bilmeyen yoldaşları, taraftarları yanıltmaya hizmet eder. Fakat bu söylemler gerçeği yansıtmaktan uzaktır. “Hizip” diyenler hangi teorik, politik açıdan “hizipsel” çalışmanın başlatıldığını da açıklamak zorundadır. Oysa bugün “3.Kongre”ye karşı çıkanlar meselenin açıkça tartışılmasından yanalar ve fikirlerini gizlememektedirler. Kendileri affedilemez bir haksızlığa uğramışlardır. “Parti karşıtlığı” saldırısı ise cevaplanmaya değmeyecek kadar saçmadır. Yapılan bütün tespitlerin ideolojik, politik temellendirmesi yapılmıştır. Yoldaşlarımız sağa sapmışlarsa onların savrulmalarına hoşgörüyle bakılamaz. Bir karalama, haksız ve abartılı itham ve şahsi meseleleri öne alan bir yaklaşım yoktur, olmayacaktır da. Parti krizine neden olan çelişmeler çizgisel olarak ele alınmaktadır. Çünkü sorun sınıfsaldır, asla kişisel değildir. “3.Kongre”nin sağ sapmasının küçük-burjuva sınıfsal temeli vardır. Bu gerçeğe bağlı olarak proleter devrimci sınıf bakış açısına uygun olarak eleştirilerimiz devam edecektir. “3.Kongre” nin ideolojik, siyasi, politik çizgisine yaptığımız tespitlerin ideolojik temellendirilmesine bakmadan yüzeysel olarak “halka açık olarak böylesine ‘ağır’ şeyler söylenmez” diyen anlayışlar sorunun ciddiyetini anlamaktan uzaktır. Marksizmi tahrif eden hiçbir anlayışa gurup, çevre ruhu vb gerekçesiyle seyirci kalınamaz. Bu nedenle yapılan eleştirilerin doğruluğu ve yanlışlığına bakılmalıdır. Biliyoruz ki “3.Kongre” çizgisine karşı çıkan bir çok açıdan hatalı bulan, revizyonist değerlendiren yoldaşlarda dahil kendi açılarından mücadele edeceklerini belirtmektedirler, fakat açık ideolojik mücadeleyi de doğru bulmayan yoldaşlarımız vardır. Bizler nasıl ki bu yoldaşların tutumlarının eksik, hatalı ve ilkelere uygun olmadığını belirtiyor isek, bizlere yönelik eleştirilerde vardır, olacaktır. Gerçekten içte mücadele yürüte bilme olanaklarına bir yorum yapmamıza gerek yoktur. Şayet bizlere kapalı olan tartışma süreçlerini açabilmeyi başarabileceklerse bunu ancak pratikte görebiliriz. Bu durum da “3.Kongre” çizgisinde somutlaşan sağ oportünizme yöneltilen MLM eleştiri devrimci çizginin güçlenmesinin zararına 7 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 olmaz. Bütün klikçi, gurupçu, bireysel, kendisini esas alan, kör itaatçi tutumlardan sıyrılarak yapılan eleştirilerin muhtevasına bakılmalıdır. Eğer ideolojik birlik sağlamak mümkünse, ilkesiz politik oportünizmle damgalanmış açık olan pratikleri mahkum etmenin yolları varsa bizim tartışma ve çözüm yollarını ilkesel boyutta açığa çıkarma sorumluluğundan kaçınama yacağımızı hatırlatmak istiyoruz. yada dedikoduları tartışanlar parti anlayışına ve amacından uzaklaşmışlardır. Bu ve benzer tutumlar kabul edilemez çarpık nitelikler taşımaktadır. Tartışılmakta olan çelişmelerin özü ideolojik, politik, siyasi ve ilkeseldir. Bu nedenle düşüncemizin eleştiri hedefinde bireyler değil, “3.Kongre”nin çizgisi vardır. Her tutarlı komünistin görevi revizyonizme karşı mücadele etmek Marksizmi savunmaktır. Ortaya çıkabilecek geri, gurupçu, yasakçı, mülkiyetçi, yer yer kaba ve saldırgan ölçüsüz yaklaşımların aksine devrimci olgunlukla olumsuzluklara zemin hazırlamayacak şekilde hareket etmeye devam edilecektir. İlkesizliği çizgi haline getiren, MLM ideolojisini tahrif edenler çeşitli olumsuz tanımlamalar yapmaktan kaçınmıyorlar. Sınıfsal ideolojik içeriğini koymadan tanımlamalar yapanlara sorulmalıdır. Bu güne kadar ortaya çıkan bu önemli sorunun giderilmesine dair çözümünüz ne olmuştur?! Bu soruya cevapları yoktur. Çünkü çözümlerini ortaya koymamışlardır. Bütün yoldaşlara çağrımızdır: Eleştirilerimizin parti ideolojisiyle olan bağına bakılmalıdır; üzerinde eleştirisel bir gözle durmalı. “3.Kongre”nin çizgisiyle, teorisiyle de ciddiyetle karşılaştırma yapılmalı, ileri sürülenleri birbirinden ayrıştırabilmeli. Çünkü “3.Kongre”nin sonuçları uzlaşmaz fikir ayrışımlarının nedeni haline gelmiştir. Sonuçlar neden haline gelmişse, bilimsel yanıtlar gereklidir. Doğru sonuçlara varmak ancak bütün olguların neden, gelişme ve sonuçlarını açıklamakla mümkündür. Kaypakkayacı hareketin ideolojik donanımı, deneyimleri bu engellere doğru yaklaşmayı gerekli kıldığı gibi, taşıdığı devrimci potansiyel önüne çıkan engelleri de aşma gücüne sahiptir. Bütün yoldaşlar bu sorumluluk bilinciyle sorunlara yaklaşmalı, Maoist Parti çizgisini geliştirme iradesini güçlendirmek için tutarlı ve kararlıca mücadele etmelidir. Hakları çiğnenen yoldaşlarını dinleme olgunluğu gösterilmemiştir. Bu parti içi sorunları çözme anlayışına da uygun bir yaklaşım değildir. İdeolojik dönüşümü gerçekleştirip daha önce bu teorik, stratejik anlayışlardan habersiz olan, hiç tartışmamış yoldaşlara dayatmada bulunmak Maoist parti politikası değildir. Tamda bütün bu sonuçlar ve mevcut durumda “3.Kongre”nin çizgisine yaptığımız eleştiriler zorunluluk arz etmektedir. Kaypakkayacı hareketin günümüze kadar tutarlılıkla revizyonist teorilere karşı durma yükselttiği MLM ideolojiyi savunma çağrısıdır. MKP Dava Tutsakları Adına Özlem Aydın Ezberlenmiş formüllerden hareket etmiyoruz özümüze konulmuş, kucağımıza bırakılmış ağır sorunları kaldırmaya çalıştık, çalışıyoruz. Marksist ideolojiyi, ilkeleri bir kenara atıp önemli uzlaşmaz fikir ayrılıklarını barındıran meseleleri tartışmayıp bireyleri, 8 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 LENİNİST EMPERYALİZM TEORİSİNE GETİRİLEN “YENİ” AŞAMA VE MARKSİZM’DEN SAPMA. Emperyalizm teorisi üzerine tartışmalar hiçbir zaman canlılığını yitirmedi. Enternasyonel –uluslar arası- yada dünya komünist hareketinin emperyalizm görüşü Leninist emperya- lizm bakış açısına dayanır. Lenin 1.Emperyalist paylaşım savaşında, savaşın ortasında “kapita- lizmin en yüksek aşaması emperyalizm” (1916) eserini yazdı. 20.yy’ın bütün kapitalist pazar ve ekonomik gelişmeleri, keza tarihte eşi benzeri görülmemiş büyüklükte kapitalizmin dünyaya yayılması bakımından genişlemesine, şiddetli sınıf savaşımıyla Leninizm’in emperyalizm teorisinin ne kadar doğru ve çürütülmez olduğunu gösterdi. günün genel ve yerel politikasını, strateji ve temel taktik meselelerde, devlet ve devrim ilişkisini, tekelci dünya burjuvazisinin egemenliği ve tekelci kapitalizmin dünya halkları ve ezilen uluslarını köleleştirme siyasetini devrimci temelde ele almamak demektir. Bu durumda Komünist Partisi sağ oportünizme düşmüş demektir. “3. Kongre” de ortaya çıkan sağ pasifist oportünist çizginin bir çok noktadaki hatalı anlayışlar yanında Leninist emperyalizm teorisinden açıkça saptığı anlaşıldı. Bütün önemli politik, ekonomik, siyasi sorunları emperyalizm bakış açısından ele alınması zorunluluğunu kavrayan her komünist için sağ oportünist emperyalizm teorilerinin komünist hareket için ne kadar önemli ve büyük bir tehlike olduğunu bu değerlendirme yazımız da açıklayacağız. Ulusal ölçekli değil genel –uluslar arasıkarakterde olan oportünizmin çeşitli akımları defalarca “Lenin’in emperyalizm teorilerinin eskidiğini, geride kaldığını” söylediler. “Onlarca yıl geçmişti” o halde “ Lenin’in teorileri hep geçerli mi olacak” cümleleriyle başlayan hatalı, uzlaşmacı burjuva anlayışlar gerçeği değiştiremedi. Çünkü Lenin emperyalizmin, diğer ifadeyle tekelci aşamaya varmış kapitalizmin ekonomik özünü ayrıntılarıyla, çok yönlü bağlantılarıyla açıklamıştı. Emperyalizmin ekonomik özü değişmediği sürece Lenin’in emperyalizm bakış açısı nasıl eskimiş olabilirdi?! Bazıları doğan canlının büyüme seyrini anlamak istemiyorlar. Sıpanın büyüyüp eşek olmasını anlamak istemedikleri için “nitel değişiklik oldu” diyorlar. Sıpa büyüyüp kart bir eşeğe dönüşür, ama sıpanın fiziksel büyümesi eşek olma hayvansal özünü değiştirmez. Maoist harekette öteden beri kökleri bulunan, ama 2011 Eylül’den itibaren resmi ve merkezi düzeyde kendisini ilan eden ve hakim hale gelen sağ oportünizmin teorik hamurunun uluslar arası oportünizmin halkasında, onun kokuşmuş leğenin de yoğrulduğunu okuyucu asla unutmamalı. İleri sürülen oportünist tespit ve anlayışların sınıf mücadelesinde devrimci işçi sınıfının içinde burjuvazinin sözcülüğünü yapan şu yada bu akımın köklerine uzandığını akılda tutmalıyız. Değişim adına “yeni” teorileri ileri sürenlerin Partimizin tarihsel birikimini,devrimci yetenek ve deneyimlerini, teorik anlayışını küçümsediklerini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. . Elbette oportünizm ilkesiz olduğu için Marksizm maskesi altında temelsiz yığınla lafazanlık yapmakta duraksamaz, Leninist emperyalizm anlayışından 9 Devrimci Halkın Günlüğü uzlaşmacı anlayışlar ileri sürmedeki maharetini daima kullanır. Bu anlayışlara komünistlerin cevap verilemeyeceğini sanma yanılgısından öte, fırsatını bulduğu her tarihi koşulda Marksizm’in üzerinde tepinmeyi kaçırmayan oportünizmin bu genel karakteri ne yazık ki Partimizin içinde de ortaya çıkmıştır. Bu sağ eğilimi teorik, siyasi ve politik açıdan mahkum etmek Partimize güç katacaktır. Dünya devrimci proletaryasına karşı olan görevlerimizi de ancak bu kararlıkla yerine getirebiliriz. Lenin kapitalist dünya ekonomisini burjuvazinin sunduğu istatistiklere, yine onların siyasi temsilcisi ve bilginlerin itiraflarına dayanarak, verilerini emperyalizm eserinde ortaya koymamış mıydı? Bu gün açısından aksini ileri sürenler kapitalist ekonomik temelin hangi açıdan değişime uğradığını açıklamak zorundadır. Papağan gibi “emperyalizm nitel değişime uğramıştır” demekle olmaz, olmuyor. Bilim neden ve sonuç ilişkisini açıklar. Tanımlamalarla yetinmez. Somut olgulara dayanır. Lenin sosyalist devrimden sonra 1920’de “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm” eserine yazdığı ikinci önsözünde 1890-1913 yıllarınca bütün dünya demir yolları paylaşılmasının verilerinin önemini yazdığı şu satırlarda dile getirmişti. “ Demir yolları kapitalist sanayinin ve belli başlı kollarının, kömür ve metalurji sanayinin bilançosunu, dünya ticaretinin ve aynı zamanda burjuva demokratik uygarlığın gelişiminin bilançosunu ve en çarpıcı göstergesini oluşturan demir yollarının büyük sanayi ile tekellerle, birliklerle, kartellerle, tröstlerle, bankalarla, finans oligarşisiyle ilişkisi” anlatılmaktadır. ( Lenin Seçme Eserler Cilt: 5 Syf: 18) Evet Lenin bu satırları yüzyıl önce yazmıştı. O dönemin tren raylarının sahipleri esas olarak Almanya ile İngiltere idi.Kömür enerjisinin yerini 20. yüzyılın ikinci yarısından 2014 - KASIM- SAYI: 2 itibaren petrol almaya başladı. Almanya’da son kömür madenleri 2000’li yıllarda kapandı. Ama emperyalizmin özü değişmedi. Tıpkı tren rayları gibi dünyayı bir ağ gibi petrol boru hatları sarmaktadır. Petrol- gaz rezervlerine, boru hatlarının büyük sanayi ile tekellerle, tröstlerle, finans oligarşisiyle, bankalarla olan ilişkisinin bütün verilerine bakın dünyanın yoksul ülkelerine taşınan uygarlık değil, aksine bu yoksullaştırılmış ezilen ülkelerden çalınan kaynak, değer, can ve kandır; tanımlanamayacak boyutta ağır köleliktir. Büyük sanayi ile kopmaz bağı olan enerji için sürdürülen kanlı kapışma kapitalist sermayenin keşfettiği yada yarattığı yeni ürün ve alanlar üzerinden değerlendirilemez. Çünkü teknoloji, bilim ve endüstrinin ilerlemesiyle değişimler kaçınılmaz olmaktadır. Tıpkı yüzyıl önceki gibi dünyaya hükmetmeye başlayan emperyalist devletler –ki bu devletler kartellerin, tröstlerin, tekellerin devletleridiryüzyıl sonra dünyanın çoğunluğunu oluşturan ulus ve halklara hükmetmektedirler. Araçların değişmesi, yöntemlerin daha acımasız ve çeşitlendirilmesi emperyalizmin özünü değiştirmez. Marksizm bilimsel temeli üzerinden ilerlemektedir. Büyük coşkularla çıkıp Marksizm’i çürütmeye kalkanlar çok oldu. Bildiğiniz gibi tüm 20. yy boyunca ve günümüzde de Marksizm’i çürütmeye kalkışanlar kendilerini Marksist olarak gösterdiler. Lenin’in dikkat çektiği gibi bu Marksizm’in kanıtlanmış gerçek gücünden ileri gelir. Düşmanları bile Marksizm’in kılıfına girmeye zorlayan büyük bilimsel hakikat budur. Saldırılar oldu, olacaktır. Ama gerçekler inatçıdır. Eninde sonunda galip gelen Marksizm’in işaret ettiği gerçekler oldu. Marks emperyalizm öncesi kapitalizmi tahlil ederken “ serbest rekabetin üretim yoğunlaşmasına yol açtığını ve gelişmenin belli bir aşamasında tekele götürdüğünü” ön görmüştü. Marks bu gelişmeyi görecek kadar yaşamadı.Sermayenin üretimin yoğunlaşmasının ilk örnekleri 10 Devrimci Halkın Günlüğü Almanya, İngiltere, ABD’ inde ortaya çıktı. Marks ve Engels haklıydılar. Marks ve Engels’i çürütmeye kalkanlar oldu, ama tekelci kapitalizm ortaya çıkmakla kalmadı içsel özelliği gereği hızla yayıldı. Egemenlik alanını dünyaya yaydı. Kendisini dünya savaşıyla ( 1914-1918) en kanlı politik gerici özüyle dışa vurdu. Bu emperyalizmin en tam halinin geri dönülemez içeriği ve biçimiyle anlaşılmasını sağladı. Emperyalizm teorisinin, buna bağlı olarak devrimci proletaryanın görevlerinin saptanması üzerine yapılan tartışmaların içeriği bu olguya uygun oldu. Artık tekelci kapitalizmin mutlak varlığını ve hakimiyetini reddetmek değil, ama emperyalizmin “uygarlaştırıcı” medeniyet taşıyıcı özelliğini öne sürenler hızla çoğalmaya başlamıştı. Elbette bu çarpıtmayı sadece burjuva iktisatçılar, filozoflar ve siyasetçileri yapmadılar. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini amacından saptırmaya koyulan görünüşte sosyalist ama özünde burjuvazinin temsilcileri durumuna gelen “sosyalistler” de emperyalizm teorisinin burjuva yorumunun sözevleri haline geldiler. Sosyal şovenizm bir akım olarak 1. Dünya Savaşında Avrupa da Sosyalist Partilerin kendi emperyalist burjuvazilerini “anavatan savunması” burjuva anlayışıyla savunmaya başlamasıyla ortaya çıkmış oldu. İkinci Enternasyonal hainlerinin emperyalizm anlayışı günümüze kadar dünyanın neredeyse bütün Komünist Partilerinin mücadele konusu olmuştur. Yeni tartışmalarla “yeni” keşiflerle (!) halen şu yada bu biçimde komünist hareketin karşısına çıkarılan burjuva kapitalist anlayışlar devrim amacı uğruna mücadele eden devrimci işçi sınıfının saflarını zehirlemeye devam ediyor. Bu nedenle oportünizme karşı ideolojik mücadele ertelenemez birincil görev olmaya devam ediyor. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde imparatorluklar, krallıkların yerini alan, genişlemesine yayılan, dünya, ulus ve halklarını etkisi altına alan, işgal eden köleleştiren emperyalizm 2014 - KASIM - SAYI: 2 özünü koruyarak 21.yüzyıla taşındı. Kapitalizm bu gün kendi mezarını kazmaya devam ediyor. Dünya halkları düne göre bu gün sosyalizme çok daha yakındır. “3. KONGRE”NİN EMPERYALİST SİSTEM DEĞERLENDİRMELERİNDEKİ SAPMALAR ÜZERİNE. BİRİNCİ BÖLÜM... “3. Kongre” belgesine dayanarak partimizin MLM kapitalizm değerlendirmelerini tahrif eden oportünist sapmaların açığa çıkarılmasının devrimci amacımız bakımından tarihi bir görev olarak değerlendiriyoruz. Bu nedenle “3. Kongre” anlayışını kasaplı ele alıyoruz. Bu ele alış aynı zamanda emperyalizm ve bugün ki siyasi koşullara bakışımızı da açığa çıkarmış olacaktır. Devrimci proletaryanın her bir parçada kendine özel ilkeleri yoktur, proletaryanın devrimci ideolojisi evrensel, uluslar arası olduğu gibi ilkeleri de enternasyonaldir. Bu anlamıyla yerel ve evrensel diyalektik olarak bir birine bağlıdır. Ülke devriminin komünist yolunu devrimci temelde tanımlamak ve tutarlıca mücadele etmek demek, uluslar arası komünist harekete karşı olan tarihi enternasyonal görevlerini yapmak demektir. Eğer kapitalizm değerlendirmesi Marksist değilse, ne emperyalist bloklar arasında ki rekabet, nede kapitalizmin krizinin siyasal sonuçları, gidiş yönü doğru saptanabilir. Dolaysız olarak kapitalizm anlayışında hatalı olanlar devrim yolunu doğru belirleyemezler. Yığınla söz sarf edebilirler, ama ceviz kabuğunu dolduracak bir değeri yoktur sarf ettikleri sözlerin.Çünkü yüzeyde görünene odaklanıp derinde yatan gerçeği göremeyenler yanılırlar. Marksizm yüzeyde olanı değil sadece, derinde olan toplumsal olguları açığa çıkaran bilimdir. “3. Kongre” bu temel gerçeğe bağlı kalmamıştır.Yüzeyde görünenlere odaklanmış ve derinde yatan gerçekleri açığa çıkarmayı 11 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 onun doğrudan bir devamı olan tekelci aşamasıdır. Bu yüksek düzeye varan kapitalizmin belirtilen yönde yoğunlaşarak ilerleyeceğini Leninizm’in emperyalizm teorisini inceleyen herkes bilir. Partimizin kapitalizm değerlendirmeleri “3. Kongre”ye kadar daima MLM emperyalizm teorisi temeli üzerinde yükselmiştir. “3. Kongre” ise Lenin’in anlayışından sapmıştır. Konuyu işledikçe “3. Kongre”nin emperyalizm anlayışının Marksist ekonomi politik bilme aykırı bir çok yanının olduğu görülecektir. Ekonomik temeli hatalı, çarpık kavradıkları için siyasi değerlendirmelerde de oportünizme düşmeleri kaçınılmaz olmuştur. “3. Kongre” belgesinin bütün ayrıntılarına cevap vermek demek, birkaç kitap yazmak demektir. Fakat bizler Partimizin MarksistLeninist-Maoist anlayışını yerle bir eden temel ideolojik, politik, siyasi yanları açığa çıkardıktan sonra geride kalan yığınla oportünist lafazanlığın bir değeri olmadığı kanaatindeyiz. bırakalım üstünü örtmüştür. “3. Kongre” “Emperyalist Dünya Gericiliği Altında Devrimci Dünyanın Ayak Sesleri Büyük Çalkantılar Eşliğinde Yükseliyor!” başlığı altında emperyalist sistemin ve çalkantılarını çeşitli alt başlıklarla incelediğini ve önemli sonuçlar ortaya çıkardığını ileri sürmüştür. İddialı, olmak iyidir, ama teorik anlam ve pratik tutarlılığı, tarihsel doğruluğu varsa… Bizler konumuz itibarıyla bu bölümde “3. Kongre”nin kapitalizm değerlendirmelerinin Leninist emperyalizm teorisine uygun olup olmadığını yada daha doğru ifadeyle bağlı kalıp kalmadıklarını konu edineceğimiz için Lenin’in emperyalizmi kaç başlık altında incelediğini aktarmak yararlı olacaktır. Neydi emperyalizmin beş temel özelliği: Üstelik “3. Kongre”nin eklektizmle – çoktan – damgalanmış “teorisyenleri” bu çorba teoriyi “tamamen bilimsel” tanımlamasıyla Halkın Günlüğü gazetesinde ilan etmişlerdir. Artık yarım yada çeyrek, yada tamamen olmayan bilim nasıl oluyorsa! 1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve tekellerin doğuşu ve ekonomik sistem de tayin edici olmaya başlamaları 2) Banka ve sanayi sermayesinin iç içe geçerek mali sermayenin oluşması 3) Sermaye ihracının meta ihracından farklı olarak önem kazanması 4) Uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; ( Dikkat edin ulusal değil, uluslar arası deniyor) 5) Dünyanın kapitalist birlikler arasında paylaşılması, bu paylaşımın tamamlanmış olması “3. Kongre” emperyalist kutupları, dengelerini açıklarken dünyanın tek kutuplu olduğunu belirtmektedir. “Emperyalist Dünya Sistemin de Bugün ki Siyasi Şartlar”ı değerlendirirken şöyle demektedir. “Emperyalist dengelerin yeniden kurulduğu günümüzde tek kutuplu dünya gerçeği tartışma götürmez biçimde geride kalmıştır. Aleni bloklaşmalar ekseninde cereyan eden emperyalist dalaş ve çelişkilerin ortaya koyduğu pratik neticeler, çok kutuplu emperyalist dünyaya yeniden dönüldüğünün sağlam kanıtlarıdır.” (“3. Kongre” Belgelerinden) Bu beş özellikle kapitalizmin gelişme aşamasını ortaya çıkarmış ve tanımlamıştı, Lenin. Emperyalizmin kapitalizmin özel aşaması olduğunu pekte anlamak istemeyenler zorlamayla “yeni” nitelikler aramaya koyulsalar da başarılı oldukları hiç söylenemez. Kapitalizmin yoğunlaşması ve gelişmesi tekelci aşamaya varması kapitalizmi geride bırakmamış, 12 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Bu yüzeyde görünene aldanmak değil de nedir? Emperyalizm hangi tarihi şartlarda tek kutuplu oldu? Yada emperyalist dünya düzeninde tek kutupluluk mümkün müdür? Elbette değildir! Eğer emperyalizm tek kutuplu olsaydı –geçici bir dönemde bile denseydi- bu diyalektik yasaya aykırı olurdu. Öte yandan bu değerlendirme kapitalizmin işleyişine aykırıdır. Emperyalizm ortaya çıktığı tarihi şartlardan günümüze hiçbir tarihi dönemde tek kutuplu olmamıştır. Ayrıca Partimiz, “emperyalist devletlerin kendi arasındaki çelişkiyi” dünyadaki başlıca çelişkiler arasında tanımlamıştır. Emperyalist devletler arasındaki çelişki ve rekabeti kabul ettikten sonra “tek kutuplu, yada çeşitli blokların olmadığı” gibi saçma bir anlayış zaten ileri sürülemez. Bu çelişkinin temeli ekonomik olarak açıklandığında tekelci kapitalist birliklerin, tekelci dünya burjuvazisinin dünya üzerindeki rekabetinin bir sonucu olduğu anlaşılmış olur. Emperyalist devletler çeşitli ittifaklara giderler, ama bu geçicidir, ittifak yaptıkları dönemde bile birbirleriyle rekabet halindedirler. Bu nedenle barışçıl duruşları, ittifakları tali rekabet ve saldırı özleri ise esastır. Kaldı ki emperyalist güçler ile ezilen dünya ulusları ve halkları arasındaki çelişmede dünyadaki başlıca çelişkiler arasındadır. Bu konuda partimizin anlayışı tereddüte yer bırakmayacak kadar nettir. “3. Kongre”nin ileri sürdüğü burjuva anlayışların partimizin onlarca yıllık Marksist çizgisine aykırıdır. Oportünizm tarihimizden, teorik birikimimizden, değerlerimizden koptuğunu sevinçle ilan etsede biz parti anlayışımıza başvuralım. Küçük burjuva dar görüşlülüğüyle eskimiş, posası çıkmış ve bugün burjuva ideologlar tarafından bile pekte ileri sürülmeyen “küreselleşme” teorileriyle kapitalizm değerlendirildiğinde demek ki yüzüne Marksist maske takılsa da gözleri ve bilinci dünyayı tek kutuplu görüyormuş. 13 Emperyalizm bir olgu olarak var olduğundan beri emperyalist devletle arasında rekabet sürekli olduğu gibi, bu gerçeğe bağlı olarak emperyalist bloklar arasında da rekabet sürekli vardır. Bu nedenle tek kutuplu bir dünya sisteminin var olduğunu ileri sürmek kapitalist sistemin çelişkisini açıklayamama bakımdan felsefi idealizmdir, gayri diyalektiktir. Tekellerin, tekelci kapitalist birliklerin ham madde, pazarları ele geçirme rekabetine de aykırıdır. Emperyalist devletlerin kendi aralarındaki çelişmeyi değerlendiren Partimizin anlayışı bakın Sınıf Teorisi’nde nasıl ifade edilmiştir. “ Emperyalist devletler… rekabet olmadan yaşayamazlar. Bu devletler sürekli bir şekilde birbirlerinin pazarını kapmak isterler. Pazarlar üzerinden hâkimiyet kurmak için mücadele yürütürler. İşte bu ekonomik özden kaynaklı emperyalizm bölgesel, yerel savaşlara, bazen ise 1. ve 2. paylaşım savaşlarına başvurur. Dahası emperyalist devletler arası pazar dalaşından kaynaklı çelişki dünyanın her karış toprağını etkilemektedir.” ( Sınıf Teorisi 2004 Sayı: 6 Şubat- Mart) Emperyalizm var oldukça savaşlar kaçınılmazdır. Söz konusu rekabet bütün dünya siyasetini etkilediğini asla unutmamak gerekir. “3. Kongre” bunu da unutmuş ve emperyalizmin sanki dünya siyaseti üzerinde yeni etkili olmaya başlamış gibi teoriler ileri sürmüştür. İlerde değineceğiz bu konuyada. “3. Kongre” “biz devletlerarası rekabet yok demedik” “tek kutuplu dünya sistemi” dedik derlerse şaşırmayız! Zaten emperyalist devletle arasında böyle acımasız ve kanlı rekabet daima varsa o halde zaten çok kutuplu, çelişkilerle örülü bir kapitalist dünya düzeni var demektir. Ayrıca emperyalizm 20. yüzyılda sömürge ve yarı sömürge ülkelere karşı savaşlar verdi, bağımsızlık savaşlarını ezmek için her şeyi yaptı. Milyonlarca yurttaş katletti. Emperyalizm ile ezilen ulus ve halklar arasındaki Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 çelişkiyi nasıl görmezden gelebiliriz. Emperyalizm şu yada bu düzeyde bütün bağımlı faşist gerici sistemler üzerinde belirleyicidir. Yarı sömürgelerde gerici sınıflar emperyalist burjuvaziye sırtını dayamaktadırlar. Savaş politikanın kanlı biçimi olarak sürdürülür. Bütün gerici savaşların kaynağı emperyalizmdir. Partimiz bütün bu yönleri iyi görmüş on yıllardır ezilen sınıfları kapitalizm niteliği ve gerici karakteri hakkında aydınlatma mücadelesi vermiştir. Açık-berrak anlayışımıza burjuva “yeni” boyutlar getirmeye kalkışan sağ tasfiyeci akımın çabaları boşunadır. Emperyalist devletler ve bloklar arasındaki çıkar çelişkisi ve rekabeti durağan değil dinamik ve süreklidir. Parti anlayışına baş vurmaya devam edelim. tek kutuplu dünya sisteminin olması durumu yoktur! olmamıştır. Sovyetlerin 1991’de resmen yıkılmasından sonra burjuvazinin komünizme olan ideolojik saldırısı “komünizm öldü” anlayışıyla şiddetlenerek devam etti. Burjuvazi komünizmi vahşi, kıyıcı, bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterirken, kapitalizmi insancıllaştırıyor, özgürlüklerin ve demokrasinin tek düzeni olarak ilan ediyorlardı. 1990’lı yılların sonunda 2000’li yılların başında emperyalizmin nitelik değiştirdiğini, artık “küreselleşme çağının başladığını” ileri sürmeye başladılar. Burjuva ideologları, satılmış kalemşorlar, komünizm, karşısındaki kendini kaptırmış zafer sarhoşluğuna kaptırmış, savaşların olanaksızlığını pompalarken, rekabetten çok kapitalist büyük güçlere bir entegrasyon, kaynaşma sürecine girildiğini vaaz ediyorlardı. Tabi ki halkı aldatıyorlardı. Onlara göre tek kutuplu bütünleşme oluyor, dünya ulus ve halkları özgürlük ve demokrasiye doğru ilerliyordu. Bu nedenle artık “emperyalizmden ziyade küreselleşme” denmeliydi! MKP 1. Kongresi tek kutuplu küreselleşmeci aldatmacalara yanıt vermişti. Tekelci kapitalizmin MLM ekonomi politiğin açıkladığı temel özelliklerini koruduğunu “tek kutuplu” dünyanın geçek ve mümkün olmadığını açıklamıştı. “Emperyalist tekelci burjuvazinin ekonomik çıkarları dünya siyasetine yön veriyorsa, o halde bu çıkar dalaşı kapitalizm ve emperyalizm dünya üzerinde varlığını, hakimiyetini sürdürdüğü müddetçe de sürecektir. Bunun sonucu olarak da yukarıda vurguladığımız savaşlar kaçınılmaz olacaktır. Emperyalizm var olduğu müddetçe sınıfsal, ulusal, bölgesel, yerel ve emperyalist savaşlar kaçınılmazdır dedik” (Sınıf Teorisi 2004 sayı:6 sf:48 Yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve net düşüncelerdir. İleriki sayfalarda partimizin kapitalizm ve savaş ilkesine dair teorisinin Marksizm bilimine dayandığını detaylandıracağız. Şimdi sorunumuz tekelci kapitalizmin hakim olduğu dünya düzeninde tek kutuplu bir dünyanın olmadığını açıklamaktır. Emperyalizm çelişkisiz, rekabetsiz bir bütün değildir, olamaz. 20.yüzyıl kapitalizm tarihini değerlendirdiğimizde dünya sisteminin sadece komünizm kampı ile kapitalizm kampı arasında bölünmediği, aynı zamanda emperyalist kampın bir çok bloğa bölündüğü açık olarak görülür. Bu nedenle de, tek kutuplu kapitalizm, Nasıl, olduysa “3. Kongre” birden tek kutuplu bir dönemin varlığını keşfetti. Sağ oportünizm kendisini öylesine kaptırmış ki 1. ve 2. Kongrede geçerliliğini koruyan 1972’den beri savunulan Enternasyonel proletaryanın siyasi doğrultusunu, ekonomik, politik anlayışını bir çırpıda geride bırakmıştı. Partimiz “tek kutuplu küreselleşmeci” teorilere karşı ideolojik mücadele veriyordu, partimizi sağa yatıran “3. Kongre” ise “tek kutuplu dünya”’ını var olduğunu kabul edip sonlandığını açıkladı! Aynen böyle deniyor. Ne zaman “tek kutuplu” luğun başladığını belirtmiyorlar. Ama açıklamak 14 Devrimci Halkın Günlüğü la yetinmektedirler. Peki, o halde Kaypakkaya çizgisi onlarca yıldır dünya kapitalizmini çelişkilerini, siyasi şartlarını hatalı mı kavrayıp savundu. Küreselleşmeci teorileri mahkûm ederken hatalımıydı? Hiç kuşkusuz hatalı olan MLM parti çizgisi değil hatalı olan “3.Kongre”nin sağ oportünist çizgisidir. Partimiz emperyalist devletler ve emperyalist bloklar arasındaki çelişki ve kamplaşmanın temeline uygun siyasi tespitlerde bulunmuştur. Bakın “tek kutuplu” entegrasyoncu, kaynaşmacı aldatmaca teorilerine ne cevap vermiştir. “Emperyalistler arası çelişkiye bağlı olarak farklı emperyalist bloklar oluşmaktadır. Burjuva ideologlarının “küresel emperyalizm” adı altında iddia ettiği gibi emperyalist devletler arasında ki gidişat “tek kutuplu bütünleşmeye” doğru değil, çok kutuplu oluşumlar ve çelişkilerin artmasına yöneliktir. Daha önce ifade ettik ki çelişki ve kutuplaşma emperyalizmin sistemsel doğasında vardır. Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşları dünyada ki pazarlara hâkim olma savaşıydı. Bilindiği gibi bu savaşlar farklı emperyalist devletlerin oluşturduğu farklı bloklar eşliğinde başlatılıp yürütüldü. (Sınıf Teorisi sayı:6 sf:49) “3.Kongre” çubuğu sağa kırınca “tek kutuplu dünyayı” keşfetti ama geç kaldı. Partimizin teorik siyasi bakış açısında net ifade edildiği gibi bu teoriler burjuvaziye aittir. Tutarlılık gereği “3.Kongre”nin tek kutuplu dünya sistemini açıklaması ve partimizin anlayışını çürütmesi gerekirdi. Lakin öylesine bir pervazsızlıkla oportünist tespitler yapmaktadır ki ortalama okuyucunun yaptıkları bu tespitlerin Kaypakkayacı partinin onlarca yıllık anlayışıyla çelişip çelişmediğini çıkarabilmesi olanaksızdır.Çünkü daha önce ne dünya siyasi şartları, ne emperyalizm, ne savaş nede bir bütün olarak devrimci sınıf hareketinin 2014 - KASIM - SAYI: 2 esas meselelerine dair sanki hiç b,r değerlendirme yapılmamış gibi yaklaşmışlardır. Oysa Kaypakkaya hattında akan devrim hareketi ne kadar güçsüz olursa olsun, ne kadar dağınık ve çeşitli kollara bölünürse bölünsün Türkiye ve Kürdistan komünist hareketinin biricik damarını temsil etmektedirler. Buradan hareketle savunduğumuz Marksist anlayışlarla karşılarına çıkan oportünist teorileri ayırt etme siyasi uyanıklığına sahiptirler. Burjuva şarlatanlar dünyayı sadece iki kutuplu görüyorlardı. Onlara göre Sovyetlerin yıkılmasıyla komünizm cephesi ölmüş, dünya artık ABD’nin hükmettiği, yada başını çektiği tek kutuplu bir dünya haline gelmişti. Küreselleşme süreciyle sermaye ve üretim yaygınlaşmış, dünyayı komünizmden kurtaran kapitalist sermaye dünya uluslarına demokrasi, özgürlük taşımıştı.(!) Artık tekelci kapitalizmin çelişkisi, bloklar arasındaki rekabet değil, ABD’nin başını çektiği “küresel emperyalizm” entegrasyon, bütünleşme dönemine girilmiştir. Demokrasi ve özgürlükler çağı küreselleşmeyle açılmıştır (!) Sosyalizm yıkılmışsa o halde dünya sistemi tek kutupluydu onlara göre. Elbette küreselleşmeci, tek kutuplu teoriler uzun erimli olamadı. Çünkü emperyalizmin çelişkileri gizlenemeyecek kadar aleniydi. Emperyalist devletlerin ve blokların arasındaki çelişki ve rekabet daha da şiddetlenmekteydi. Sovyetlerin yıkılmasıyla kardeşçe yaşamış olan uluslar arasında düşmanlıklar geliştirildi. Yugoslavya da halklar birbirine kırdırıldı. Azerbaycan, Ermenistan yeniden düşmanlaştırıldı. Afganistan, Irak işgal edildi. Hizaya getirilmeyen siyasi yapıların ülkelerine bombalar yağdırıldı. Gerçekten dünya ekonomik sistemi sosyalist devrim olduktan sonra sadece tekelci kapitalizm ile komünizm şeklinde ifade edilebilecek uzlaşmaz iki kutuptan mı ibaretti. Böyle sananlar olabilir, ama bu anlayış temelden yanlıştır.Bilindiği gibi birinci dünya savaşı 15 Devrimci Halkın Günlüğü (1914-18) emperyalist büyük güçlerin dünyayı yeniden paylaşma savaşıydı. Bu emperyalist bloklar savaşa tutuştuklarında sosyalist devletler yoktu. Emperyalist savaş kapitalizmin içsel karakterinin bir sonucuydu. 1917 Sosyalist Bolşevik Devrimiyle dünyanın bir kısmı sosyalizm sistemiyle tanıştı. Bu tarihten itibaren emperyalizm ile sosyalizm olarak iki büyük kamp ortaya çıktı. Bu iki uzlaşmaz güç ve çelişki dikkate alınmadan hiçbir önemli politik, siyasi dünya sorunu ele alınamazdı. Ama bu gelişmeyle emperyalist güçler arasındaki çelişkinin son bulduğu anlayışı doğru değildir. Tarih kanıtladı ki dünya pazarlarını ele geçirme, hakimiyetini sürdürmek için kapitalist büyük emperyal güçlerin arasındaki çelişki ve rekabetin, Sovyetlerle yada sosyalist kampla aralarındaki çelişkiden daha güçlü olduğunu gösterdi. Çünkü emperyalist devletler birleşerek Sovyetlere saldırmadılar. Aksine emperyalist güçler bloklaştılar ve ikinci dünya savaşını önce kendi aralarında başlattılar. Almanya Avrupa’yı işgal etti. Belli bir süre sonra ordularını Sovyetlerin üzerine sürdü. Tarihin cilvesine bakın ki ikinci dünya savaşında Almanya’nın başını çektiği emperyalist kampın yenilmesi için Sovyetler ABD, İngiltere ile savaş ittifakı kurdu. Sabit olduğu gibi kapitalist devletlerin arasındaki çelişki hiç sonlanmamıştı ve şiddetini korumaktaydı. Sosyalizm tarih sahnesinde, dünya siyasetin de etkili olmasına rağmen dünya sistemi sadece iki kutuptan oluşmadığını tarih gösterdi. Birinci dünya savaşında yenilen, onursuz anlaşmalarla baskı altına alınan Almanya tekrar halkayı kırıp ayağa kalkarak savaşın en saldırgan gücü olmuştur. Bu gerçekliği iyi kavrayanlar 1945’ten sonrada dünya siyasi yapısının sadece iki kutuptan oluşmadığını, emperyalist devletler ve bloklar arasında çelişki ve rekabetin çok çeşitli şekillerde devam ettiğini asla unutmaz. İkinci dünya savaşından sonra Çin Halk Cumhuriyeti ve Doğu Avrupa da Sosyalist 2014 - KASIM - SAYI: 2 cephenin genişlemesi emperyalizmi ürküttü. Komünizmin yayılmasını engellemek için kapitalist cepheyi yapılandırdılar. NATO, Dünya Bankası, IMF, AB projelerinin canlandırılması, Marşhall Planı, GLADIO örgütlendirilmeleri geliştirildi. Buna rağmen emperyalist devletler arasında yek pare bir birlik var demek için emperyalizmin ne olduğunu bilmemektir. 20.yüzyılda iki büyük savaşta yenilen, yıkılan, köleleştirilen Almanya bu gün yine dünyanın dev tekelci devleti durumundadır. Almanya’nın 1945’ler deki gibi ABD’nin potinleri altında olduğunu kim ileri süre bilir. Bu tarihi gerçeklerinde gösterdiği gibi sosyalist devletler olduğun da dünya ne sadece iki kutuplu, nede 1991 de Sovyetler yıkıldığında dünya tek kutuplu olmuştur. Marksistler emperyalizmi ekonomik temelleri ve çok yönlü çelişkileri ile kavrarlar. Ne yazık ki “3.Kongre bu temel gerçeği çarpıtmış ve burjuva küreselleşmeci teorileri yeniden diriltmiş ve “tek kutuplu dünyanın geride kaldığını” ilan etmiştir. Kutluyoruz. Olmayan bir şeyi geride bıraktıkları için ne kadar övgü dizsek azdır. Kapitalizmin köklü değişikliklere uğradığını dilinle dolayan “3.Kongre”nin “tek kutuplu emperyalizm” teorisi küresel emperyalizm, yada “küresel kapitalizm” olarak altı doldurulmaya çalışılan burjuva anlayışlara dayanmaktadır. Eğer birazcık MLM’e , Partimizin bakış açısına bağlı kalmayı başarmış olsalardı “küreselleşmeci” anlayışları ileri sürmezlerdi. Maoist Komünist Partisi birinci kongresi “Globalizm”, “Küreselleşme” ci “ Tek kutuplu” dünya sistemi savunucularının safsatalarına bakın ne cevap vermişti. “ ‘Küresel’ denilen, kapitalizmin dünya çapındaki örgütlüğü hiçte iddia edildiği gibi ‘yen köklü’ bir değişim“ değildir. (Ne yazık 16 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 ki “3. Kongre” Partimizin aksine emperyalizm de nitel değişikler olduğunu ilan etti. “Globalist, Küreselleşmeci” olunca demek ki emperyalizm bir çırpıda değişmiş oluyor.)Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmle birlikte kapitalizm dünya çapında bir örgütlülüğe ulaşıyordu. Uluslar arası tekeller öne çıkıyor, sermaye dünya çapında merkezileşiyor, sermaye ihracı öne çıkıyor, finans kapitalin ağaları dünyayı sarmalıyor, paylaşılmadık tek toprak parçası kalmıyordu. altında olan dünyanın çoğunluğunu oluşturan ulusların haydut büyük güçler olan emperyalist ülkelerle olan çelişkilerin de sonlandığını ileri sürdüklerini bilmiyor olamaz. Aksine konuyu detaylarıyla açıkladıkça “3. Kongre”nin Kautsky’i yeniden dirilttiği görülecektir. Adını koymasada “3. Kongre” kapitalizm değerlendirmesi “küreselleşmeci” kapitalizm teorilerine dayanıyor, fakat Marksist kılıflarla gerçekleri çarpıttıkları oranda inanılması güç bir teori çorbası ortaya çıkmıştır. Demek ki, kapitalizmi dünya çapındaki örgütlülüğü, “globalizm” keşifçilerinin iddia ettiği gibi hiçte yeni bir olgu değildir… Sürekli genişleme ve yayılma özelliğiyle, sermayenin uluslar arası merkezileşmesi-yoğunlaşması “yeni” değil, ama bugün çok daha derinleşmiştir… Bu gerçeklik, makro ekonomik politikalarla, dünyanın her parçasına daha çıplak doğrudan müdahaleleri derinleştirmiştir.(…) Demek ki şimdiki emperyalizmi, aynı emperyalist dünyanın gelişmiş bir halidir.” (Sınıf Teorisi Sayı: 1 Syf: 9) Maoist Komünist Partisi “tek kutuplu” dünya sistemi çarpıtmasını reddetti. Yarı sömürgelerin ekonomik, siyasi, askeri, politik olarak denetim altına alınmasının emperyalizmin vazgeçilmezi olduğunu, bu baskının çok daha yoğunlaşıp derinleştiğini sürekli vurguladı. Tarım ve hayvancılığın bu hakimiyet çerçevesinde yıkıma uğratıldığını, açlık, sefalet ve yoksullaşmanın derinleştiğini ekonomik özüyle açıkladı. Globalizm, küreselleşmeci safsatalarla “ulus devlet tarihte kaldı” diyenlere cevap verdi. Bugün dünya çok daha çatışmalı, ulus devletler bloklar halinde savaş pozisyonlarına doğru hızla ilerlemektedirler. Maoist Komünist Partisi burjuva ideolojik saldırılara MLM’in ekonomik, siyasi, politik bilimine dayanarak göğüs gerdi. Boyundan büyük laflar eden, Leninist emperyalizm teorisini aştığını ve “yeni” boyutlar getirdiğini ileri süren “3. Kongre” çizgisi Maoist Komünist Partisi anlayışına açık ve net olarak ihanet etmiştir. Sağ sapmaya parti anlayışımızla yanıt vereceğiz. Maoist Komünist Partisi teorik külliyatı bütün Kautskyci, Troçkist, Buharinci burjuva çamura yanıt verebilecek yeterliliktedir. Yeter ki öğrenmesini bilelim. Çünkü partimiz komünizm bilimine dayanmaktadır. Maoist Komünist Partisi’nin bu Marksist berrak bakış açısı ne erken unutuldu. Ne tez son beş altı yılda “dünyayı tek kutuplu” hale getirdiniz ve hemencecik tek kutupluluğu “geride bıraktınız”. Sağ oportünist sapmayla karakterize olan “3. Kongre” “tek kutuplu dünya” sisteminin “gloabalizm” “küresel kapitalizm” anlayışına dayandığını ve buna bağlı olarak kapitalizmin yeni bir evreye girdiğini;köklü değişiklere uğradığını, istilacı, vahşi, savaşçı değil kapitalizmin insancıllaştığını; dünyada artık sınıfsavaşının önemini yitirdiğini, örgütlü kapitalizmin dünyaya hakim olduğunu ve “özgür ticaret”le karşılıklı bağımlılık oluştuğunu, emperyalist savaşların gündemde olmadığını, ulus devlet çağının aşıldığını, ulusların önemini kaybettiğini ezilen ve baskı Yeri gelmişken “tek kutuplu” Yeni Dünya Düzeni’ni küreselleşme-globalizm formülasyonuyla piyasaya süren burjuvazinin kılavuzlarının teorik tarih tezleri doğduğu gibi 17 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 iflas etti… “Tek kutuplu” ABD patronluğu altındaki emperyalist Yeni Dünya Düzeni( YDD) teorisi sınıf “çatışmasını ortadan kaldırmış” yerine “uygarlıklar çatışması” nı koymuştur. Fukayama Sovyetlerin yıkılmasını, kapitalist demokrasinin, kapitalist pazar hâkimiyetinin nihai zaferi olarak ilan etmiş ve toplumlar için arayışın sonu diyerek “Tarihin Sonu” tezini ileri sürmüştü. Fukayama’nın tezi süren savaşlarla, işgallerle çöktü. Huntington’un “uygarlıklar çatışması” özünde aynı amaca hizmet eden anti-komünizm teorisiydi. “Sınıf çatışması bitti, ideolojiler öldü” dendikten sonra onlara göre “dinsel, kültürel farklılıklar” kalıyordu. Tabi ki Uygur batı medeniyeti, geri kalan dünya uluslarının barbar ve ilkel kültürlerinin ilerletecekti (!). Emperyalizmin dünya ulus ve halklarına saldırısını gizlemek, kılıf uydurmak için “uygarlık taşıyıcıları” safsatasını yaymaktaydılar. Kapitalist batı uygarlığı, insani değerlerini dünyanın geri kalanına taşıyarak, gelişmeye direnen geri halkları ilerleteceklerini vaaz ediyorlardı. Bu ideolojik saldırı “küreselleşme, globalizm, tek kutupluluk” denilen ama özünde bildiğimiz emperyalizmin saldırgan, sömürücü, fetihçi, politik gerici karakterini gizlemek amaçlı geliştirilmişti. Ne Fukuyama’nın dediği gibi “Tarihin Sonu” geldi, ne Huntington’un dediği gibi sınıflar mücadelesi, proletarya ile burjuva ideolojisi arasındaki çatışma son bulmuştu. 2000’li yılların başındaki gibi bugün Yeni Dünya Düzeninden pek bahseden yok… Halen “uygarlıklar buluşması” adı altında çeşitli dini önderleri yan yana getirip sahte birlik ve kardeşlik aldatmacalarını pompalamasalarda emperyalist devletler arasındaki çelişki, keza emperyalist bloklar arasındaki çelişki ve rekabet gün geçtikçe sertleşmektedir. Emperyalizm ile ezilen ulus ve halklar arasındaki çelişki ve çatışmalar klasik sömürgecilik dönemini aratmayacak düzeyde açıktan işgal biçimine dönüşmüştür. Afganistan, Irak, Libya son örneklerdir. Hiçbir aldatmaca, sınıf çatışması temelini ortadan kaldıramaz. Hiçbir teorik lafazanlık emperyalist devletler arasındaki çeliş ve kamplaşmanın sürekli olduğu gerçeğini gizleyemez. Maoist Komünist Partisi gerek ideolojik alanda gereksede ekonomik içeriğiyle de “köklü değişiklikler oldu” diyen “ tek kutupçu, küresel kapitalizmci” burjuva anlayışlara cevap verdi. Sağ tasfiyeci sapma Maoist Partinin bakış açısını değiştiremez. “3. Kongre” öznelci anlayışıyla “tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçişin anlamı ve dikkat çekilmesinin önemi, çok kutupluluğun ortaya çıkararak sunduğu emperyalist dünya şartlarının durumudur” dese de, Maoist Komünist Partisi çok kutuplu emperyalist düzende Kautsky’ci bütün “yeni” teorilere izah ettiğimiz çerçevede yanıt olmuştur. EMPERYALİZM Mİ “KÜRESEL KAPİTALİZM” Mİ? KAVRAM KARGAŞASI MI İDEOLOJİK SAPMA MI? Bütün tanım ve tespitler bir ideolojiye dayanır. Sınıflar üstü ideoloji yoktur. Her ekonomik, siyasi, politik, bakış açısı ya burjuvazi, yada devrimci proleter sınıfın ideolojik dünyasının içinde değerlendirilmesi kapitalist çağın iki uzlaşmaz sınıfın-proletarya ile burjuvazinin varlığına dayanır. Bu nedenle tespit ve tanımlamaları önemsiz göremeyiz. “3. Kongre”nin sağ oportünist düşüncelerini dışa vuran tespit ve tanımlamalarına eğilmemiz Partimizin dayandığı Marksist ideolojinin devrimci işçi sınıfının iktidar mücadelesinde temel önemde olduğunu bir kez daha hatırlatma ve kavrama ihtiyacından ileri geliyor. “3. Kongre” emperyalizm tespitiyle yetinmedi. Bunun nedenini anlamak zor değildir. Marksist sınıf anlayışının günün şartlarına cevap veremediğini “sınıfların yapısında önemli değişiklikler meydana geldi” yönelimiyle son derece uyumlu olan “emperyalizmin nitel değişime uğradığını” tezini ileri sürdü. Leninist emperyalizm tanımı bu sağ 18 Devrimci Halkın Günlüğü sapmacılar için yeterli gelmediği için “Küresel Kapitalizm”, “Küresel emperyalizm” tespitleri ve kavramlarını Marksist kılıflarla ileri sürdüler. Burjuvazi, emperyalizmin vahşi, deşifre olmuş niteliğini dünya işçi sınıfı, ezilen ulusları ve halkın bilincinde silmek için “Globalizm, Küreselleşme” kavramlarına sarılmıştır. “3. Kongre” de emperyalizm kavramına “yeni” ekler yaparak Marksizme katkı yaptığını ileri sürüyor. Dilimiz varmıyor söylemeye ama kendisini dünyaya güldürüyor. Bu tepeden tırnağa kibirli konuşan bay bilgiçler emperyalizmi 20. yüzyıl da “ulusal” görmüş oldukları için 1960’tan sonra “küresel emperyalizm”in ortaya çıktığını savunuyorlar. Emperyalizm kavram olarak kapitalizmin saldırgan, fetihçi, doymak bilmez politik gerici faşist özünü ifade eder. “Küreselleşme” kavramı bir ideolojik aldatma rolüyle emperyalizmi geride bırakan, savaşçı, istilacı değil entegrasyoncu, ulus üstü sermayeyle her ulusa zenginlik vaat eden, özgürlük, demokrasi ve kültür geliştiren kaynaşmış, dünyayı yaratan kapitalizm çağı olarak sunuluyor. “3. Kongre” bu ideolojik kurgu –saldırıyı- ifade eden kavramı alıp emperyalizmin başına “Küresel emperyalizm” olarak yerleştirince komünist maskeyle burjuvaziyi onurlandırmıştır. Üstelik doğduğundan beri bir dünya sistemi olan emperyalizm olgusunu içi boş gerekçelerle sanki yeni dünyaya yayılmış gibi “küresel” kavramını keşfetmiştir. İşin en kötüsü 1980’lerden beri dünya burjuvazisinin temsilcisi bilginlerce dile getirilen teorik içerikten farklı hiçbir şey demeden Partimiz adına kapitalizm değerlendirmelerin de Marksizme katkı (!) yapıyorlar. 2014 - KASIM - SAYI: 2 “3. Kongre”nin teorisyenlerine hatırlatmak isterizki Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao devrimci proletaryanın kartallarıdır, burjuvazinin artıklarından beslenen onları aşmayı bırakalım onların seviyelerine asla çıkamazlar. Küreselleşmeci teorilerle Leninizmin emperyalizm teorisi nasıl aşılabilir. Şayet bu olanaklı olsaydı bu ödülü Fukuyama ve Huntigton’a çoktan vermek gerekir. “3. Kongre” ne diyor: “ Adına küresel denen bu dönem, kapitalizmin çıkışından günümüze doğasında var olan genel özelliğinin her bir dönemde tarihsel koşullara göre aldığı yeni bir biçimdir.” Halk diliyle bunlar gibi lafı dolandırmadan söylersek; “Emperyalizmin yeni biçimi küreselleşmedir.” Bakalım aldığı bu “yeni” biçimi nereye vardırıyorlar. “ Küresellik kapitalizmin ortaya çıktığı ilk günden itibaren sermayenin gelişiminin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.” (“3. Kongre” Belgelerinden ) Bütün oportünistlerin “doğal” davranış ve tarzı da sınıflar arası işbirliğini sistemleştirmek için burjuvazinin lakırtılarını tekrar etmesidir. Bunların diğer kaçınılmaz “doğal” davranış ve düşüncesi ise Marksizmi çarpıtmalarıdır. Sınıf uzlaşmacı teorilerini Marksizm olarak pazarlamalarıdır. Demek ki “doğal bir gelişim” olarak emperyalizm “küresel emperyalizm” oldu öylemi?! “3. Kongre”nin “küreselleşmeci kapitalizm” anlayışı çok geçmeden Halkın Günlüğü Gazetesin de Taksim/ Gezi halk hareketine dair“3. Kongre” değerlendirmesini aktaran yazısına şöyle yansıyor: “Küresel emperyalist sistem neo-liberal stratejiyle büyük bir yıkım yarattı. “Orta” denilen sınıfları metalaştırdı.”, 19 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 “Emperyalist küresel nizam ve ona entegre edilen dizaynına ezilenler, hayır demişlerdir.” “Emperyalist küresel askerileşme ve neo-liberalizasyona karşı küresel karşıtların bir mevzisi olarak sahneye çıkmış, bu direniş tekrarcı bir hakim model stratejisini yıkmıştır.” (Halkın Günlüğü Sayı: 82/ 2014) Gezi halk hareketine yönelik değerlendirmelerine ayrıca değineceğiz. 2000’li yılların küreselleşmeci akımların kapitalizm sınırlarını aşamayan protestolarına burjuvazinin övgülerini hatırlatmayacağız. Burada “3. Kongre” oportünizminin “küresel emperyalizm” tespitinin yerel değil genel bir saçmalık olduğunu belirtmek istiyoruz. Gezi halk hareketini övüp övüp sonrada kendi “yetersizliğini” ifade etmenin ötesine geçemeyen bu kendiliğindenci oportünizmin süslü laflarla bütün “gelenekleri yıkmaları” (!) ve emperyalizm teorisini yozlaştırıp küreselleşmeyi keşfetmeleri şaşırtıcı olmamıştır. Ayrıca komünist ustalar kapitalist mülkiyet ilişkilerini diğer ifadeyle üretim ilişkilerini tanımlamışlardır. Küçük, orta, büyük burjuvazinin dayandığı mülkiyet ilişkisi vardır. Orta burjuvazi kapitalist sistemde “metalaştırıldı” tespitinin hatalı olduğunu geçerken belirtelim. Konumuza dönersek “küresel kapitalizm” yada “küresel emperyalizm” içi boş temelsiz düşüncelerle emperyalizmin nitelik değiştirdiği teziyle ileri süren “3. Kongre” Marksizm ideolojisinden sapmıştır. Çünkü emperyalizm doğduğundan beri uluslararasılaşmış –ulusal sınırları aşan- sermayeyle bir dünya sistemidir. Marks’ın 1848’den beri ifade ettiği “sermayenin sınırsız hareketi” ile “3. Kongre”nin emperyalizmin önüne yerleştirdiği 20 küreselleşme anlayışıyla bir ilgisi yoktur. Bir ordan bir buradan alıp eklektizmi Marksizm olarak sunan sağ sapmanın “küresellik sermayenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.” tezi bir çarpıtmadır. Çünkü Marks-Engels’in analiz ettiği kapitalizmin üretim ve sermaye gelişimi ve merkezileşmesi bir üst aşamaya ulaşmış ve emperyalizm doğmuştur.Küreselleşmeci burjuva teorileri ancak Leninist emperyalizm tespit ve analizleriyle karşılaştırarak, kapitalizmin içinde bulunduğu somut seviyeyi değerlendirerek anlayabiliriz. Bu halkadan tutulduğunda “3. Kongre” revizyonizmi ne de besledikleri burjuva teorisyenler Marksizm-Leninizm-Maoizm iktisat anlayışını çürütecek “yeni” gelişmeler ileri sürememişlerdir. Ama bu hakikate rağmen ezilen dünya halkları, enternasyonal devrimci proletaryanın çok iyi bildiği emperyalizm daha da vahşileşmiş ve çürümüş özüyle dururken “nesnel değişiklikler oldu” savıyla bizleri küreselleşme safsatasıyla kandıracaklarını sanıyorlar. Her ne kadar Lenin’in emperyalizm teorisini yanlışlayan “3. Kongre” küreselleşme anlayışının Kautskyci teorilerle ilgisi yok desede, kendileri Kautsky’nin karikatürü bile olamamışlardır. Günümüz şartların da “başka bir dünya mümkün” sloganı içeriksizdir. Herkesin kendine göre bir dünya tasarımı olabilir. Örneğin küreselleşmeci akım kapitalizm yıkılmadan başka bir dünya mümkün demekteydiler. Bütün ideolojik öldürücü oklarını sosyalizme yönelten burjuva akımın mümkün olan dünyası kapkaranlıktır. 21. yüzyılda sosyalist devrim şiarları öne sürmek zorunludur. Sosyalist bir dünya mümkün ve kuracağız!. Bunu demek yerine posası çıkmış “başka bir dünya mümkün” küreselleşmeci akımın sloganını benimseyen “3. Kongre”nin gövdesiyle kendisini burjuvazinin entegrasyon havuzuna attığı anlaşılmıştır. Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Sermaye’nin hızı artmış, yada emperyalizm daha vahşileşmiştir, bağımlı ülkeler üzerinde baskı daha da artmıştır. Ve benzeri ve saire demek kapitalizmde nitel değişim yada “küresel yeni aşama” anlamına gelmez. Kapalı bir odaya on adet cam yapmak önceki halini dikkate aldığınızda nicel bir değişimdir. Bir kütüğü on eşit parçaya böldüğünüzde kütükte nicel değişiklikler yaratmış olursunuz, ama bu nitel değişim anlamına gelmez. Farklılaşma elbette bir değişimdir ama her değişimin nitel bir dönüşüm, nitel bir değişim olmadığını hatırlatalım. Kapitalist sermayenin artması, hızlı dolaşımı, sömürü derecesinin artması, yarı sömürgelerin üzerindeki baskının artması, çok çeşitli kapitalist sistemin koruyucu örgütlenmelerin askeri -ekonomik- alanda da ortaya çıkması, dünya genelinde sınıfların sürekli hareket halinde birinin azalışının diğerine dönüşmesi gibi değişimler emperyalizm de nitel değişim anlamına gelmez, ama nicel değişim kaçınılmaz ve zorunludur. Emperyalizmin nitel değişimi küreselleşme safsatalarıyla değil sosyalizmle olacaktır. Kapitalizmin dünyaya yayılma eğilimi gelişmesiyle orantılıdır. Bunu küreselleşmeciler keşfetmediler. Sermayenin dolaşımı, dünya uluslarını etkisi altına alması yeni bir olgu değildir. Metaların dünyayı dolaşması “kapitalist küreselleşmeyle” başlamadı. Marks, Engels’i inceleyenler hayranlıkla göreceklerdir ki Komünist Manifesto’da analiz ettikleri gelişim çizgisi kapitalizmin kendisi tarafından doğrulanmıştır. “Burjuvazi” der Marks- Engels Komünist Manifesto’da bu kapitalizmin anlamına gelir aynı zamanda “bütün üretim araçlarında ki hızlı iyleşme ile, son derece kolaylaşmış iletişim araçları ile, bütün ulusları, hatta en barbar olanları bile, uygarlığı içine çekiyor. 21 Metaların ucuz fiyatları, bütün Çin setlerini yerle bir eden, barbarların inatçı, yabancı düşmanlığını teslim almaya zorlayan, ağır toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle , burjuva üretim tarzını benimsemeye zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek sözcükle, kendi imgesinden bir dünya yaratıyor.” ( Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri Syf: 121 ) Kapitalizme karşı savaşa adayan proletaryanın büyük önderleri kapitalizmin geçmişte oynadığı devrimci rolü herkesten daha iyi görüp tanımladılar. Küreselleşmecilerin ufku dar olsada bugün dünya da en tam haliyle görünür olan kapitalizmin yayılma niteliğini bakın Marks ve Engels 1848’de Komünist Manifesto’da nasılda berrak tanımlamışlardı. Okuyunca düşünürler mi bilemiyoruz, ama kapitalizmin ruhunu ve yayılmacılığını anlamak istiyorlarsa pamuğun ve dokumacılığın anavatanı olup sömürgeleştirilen Hindistan’ın neden İngiltere’nin buharlı dokuma tezgahlarında üretilen kumaşa muhtaç hale geldiğinden başlayabilirler. “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksiniminin itmesiyle, burjuvazi, dört bir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır. Burjuvazi, dünya pazarını sömürgesiyle, her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. (…) Kurulmaları bütün uygar ulus için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden getirilen hammaddeleri işleyen ve ürünleri yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her kesiminde tüketilen sanayiler tarafından yerlerinden ediliyorlar. Ülkenin üretimiyle karşılanan eski gereksinimlerin yerini karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 gerektiren yeni gereksinimler alıyor. Eski yerel ve ulusal yalıtımın ve kendine –yeterliliğin yerini ulusların çok yönlü karşılıklı- ilişkileri, evrensel karşılıklı- bağımlılığı alıyor. Ve maddi üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor. Tek ulusların zihinsel yaratıları ortak mülk haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya yazını çıkıyor.” (Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri Syf: 120-121) Marks ve Engels’in 1848’de kapitalizmin yarattığı sonuçlar ve niteliği hakkında ifade ettikleri bütün yavan teorileri bir kenara atacak derinlikle berraktır. Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan emperya -lizm çağında ise başka hiçbir zaman olmadığı kadar Marks ve Engels’in bu tespitleri bütün dünyanın gizlenemez olgusu olduğu anlaşıldı. Amerika ve Hindistan’ı sömürgeleştiren, serbest rekabetin henüz hakim olduğu bu eski kapitalizmin dünyaya yayılma eğilimi yoğunlaşarak emperyalizm aşamasına vardı. Lenin kapitalizmin en üst aşamasını analiz etti. Emperyalizmin temel niteliği olduğu gibi varlığını korumaktadır. Kapitalizmin dünyaya yayılma, değişime zorlama, etki altına alma onun sömürücü karakterinden ileriye gelmektedir. Emperyalizm çağında bu eğilim şiddetlendi, 1914’e gelindiğinde dünyada paylaşılmadık toprak parçası kalmamıştı. Hilferding: “…Sermaye özgürlük değil, egemenlik ister” der ve egemenliğini tüm dünyaya yaymıştır. Şimdi “3. Kongre” oportünizmi kalkıp kapitalizmin sanki sınırları yeni aştığını, sermayenin yeni yoğunlaştığını dünya üzerindeki hâkimiyetini yeni kurmuş olduğunu söylüyor ve bunada “küresel emperyalizm” diyor. Kapitalizmin bu gelişimini “küreselleşmeci emperyalizm” teorisiyle taçlandırıyor. İki yol vardır ya Leninist emperyalizm tezini yada burjuva 22 küresel teorileri savunacaksınız. Sivil toplumcu –ki sivil toplum burjuva toplumdur- küreselleşmeci burjuva anlayışları Marksizm, Leninizm, Maoizm’e yamalayamazsınız. Biliyorsunuz ki 1840’ların İngiltere, Almanya’sında ortaya çıkan kapitalist gelişmeler, üretim araçlarındaki devrimler dünyanın öbür ucunda ki ulusları etkiliyordu. Komünist Manifesto bu ekonomik temeli açıklayan bir belge değil midir zaten?. Bugün emperyalizmin dünya ekonomisine hükmetmesi tamda kapitalizmin taşıdığı bu yayılma özü üzerine oturur. Küreselleşmeci burjuva düşüncelere biat eden “3. Kongre”nin bilgiçleri Engels’in 1847’de “Sanayi devriminin ve toplumun burjuvalar ve proleterler olarak bölünmesinin ilk sonuçları neler oldu?” Sorusuna verdiği şu cevabı anlayabilseydiler emperyalizm aşamasın da anlamakta zorlanmayacaklardı. Ne demişti Engels: “ İngiltere’de bugün icat olunan yeni bir makinenin, bir yıl içinde, Çin’de milyonlarca işçiyi işsiz bıraktığı bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Büyük sanayi, böylece dünyanın bütün halklarını birbirleriyle ilişki içerisine sokmuş, bütün küçük yerel pazarları dünya pazarına katmış ve uygar ülkelerde olan her şeyin bütün ülkelerde de yankılar uyandırmasına neden olmuştur.” ( Komünizmin İlkeleri Engels Yıl: 1847 Syf: 173 ) Kapitalizmin dünyalaşması emperyalizmin ayırt edici özelliği değildir. Kapitalist yoğunlaşma sonucu ortaya çıkan nitel değişmelerle en politik, en gerici özünün Lenin’in tanımladığı çerçevede ortaya çıkararak emperyalizme dönüşmesiydi. Yani dünya ticareti, dünya pazarı, kapitalist gelişmelerin dünyanın öbür ucundaki ulusları etkilemesi durumu, yayılması “3.Kongre”nin “küresel emperyalizm” döneminde ortaya çıkmamıştır. Devrimci Halkın Günlüğü Bu nedenledir ki Lenin kapitalizm yayılma karakterinden ziyade sermayenin, Bankaların, dünyanın paylaşılması tekelleşen kapitalizm üzerinde durur. Emperyalizmin özsel niteliği olduğu gibi dururken “3.Kongre” burjuva küreselleşmeci teorileri piyasaya sürdü. Bunlara göre dünya pazarları “çok uluslu tekellerin doğuşuyla yeniden düzenlenmiş”tir. Peki, buna yönelik kanıtları var mıdır? Yok! “Sermaye devasa boyutlara ulaştı” “tekeller dünya pazarlarına yerleşti” “meta ve sermaye ihracı yoğunlaştı” “bu güçler rekabet halindedir” vb. savlardan öteye ileri gitmeyen ultra küreselleşmeci “3. Kongre” yeni hiçbir söylememesine rağmen emperyalizm değişti ve “küresel emperyalizm” oldu demektedir. YENİ DÜNYA DÜZENİ OLARAK SUNULAN KÜRESEL KAPİTALİST DÜZEN DEĞİL DÜNYA EZİLEN ULUS VE HALKLARININ DÜŞMANI EMPERYALİST DÜZEN Tekelci rekabeti “kendi aralarındaki işleyişe” dönüştüren “3. Kongre” lafazanlıkla varsın emperyalizme Kautsky’i mutlu edecek düzeyde “küresel kapitalizm” desin… Biz tereddüt etmeden dünya ezilen ulus ve halklarına kan kusturan kapitalizmin en yüksek aşamasına emperyalizm demeye devam edeceğiz. Küresel kavramına sarılmamızı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Emperyalist savaşlarla 20. yüzyılda milyonlarca halk katledildi. Hiçbir teori emperyalizmin niteliğini halkların bilincinde silikleştiremez. 2014 Mayıs’ında F. Fukuyama Türkiye’ye geldi. Artık gittiği konferanslarda yanıldığını itiraf ediyor. Bu yalancı sahtekârın kendi yanılgısını kabul etmesinin hiçbir önemi yoktur. Ne demişti Francis Fukuyama: Komünizme karşı kapitalizmin zaferini 1989’da 2014 - KASIM - SAYI: 2 ilan etmişti. Onlara göre artık sınıf savaşımı son bulmuştu, kapitalizm nihai zafer kazanmıştı. “Tarihin sonuna” gelindiğini müjdelemişlerdi. Kapitalizm çöküyor, çürüyor, dünyanın her bir parçasında kapitalizme karşı devrimci mücadele sürüyor, ta ki yenilgiye uğratılana dek de sürecektir. 2008’de ABD’de patlak veren kapitalizmin genel krizi halen sürüyor. Bütün bu düşüncelerin temeli Yeni Dünya Düzeni denilen Küresel Kapitalizm ideolojik saldırısına dayanıyor. Küreselleşme teorileri çok eskilere dayanmaz, daha önce dillendirilmesine rağmen esas olarak 1989 Doğu Almanya Halk Cumhuriyetinin ve 1991’de Sovyetlerin resmi yıkılmasından sonra burjuvazinin “yeni kapitalizm-yeni kapitalist politika”nın sözcüleri tarafından güçlü şekilde piyasaya sürüldü. Kapitalizmin dünya genelindeki artan vahşi sömürüsünü, saldırganlığını gizlemekten, üstünü örtmekten, binbir gerekçeyle formüle etmekten ve kapitalizmin emperyalist niteliğini gizlemekten başkada amacı yoktu. Yarı sömürgelerde yürürlüğe giren IMF, Dünya Bankası ekonomik yaptırımları olan Serbest Ticaret Anlaşmalarını küresel kapitalizmin yada aynı şey demek olan kapitalizmin küreselleşmesinin bir sonucu olarak tanımladılar. Ne gariptir ki yirmi beş yıl sonra “3. Kongre” bu safsataları birbirinden ayırt edip daha önce partimizin yaptığı gibi burjuva ideolojiye meydan okumak yerine “küresel kapitalizm” anlayışını benimsedi. Emperyalist burjuvazinin – IMF- DB’nın – sözcüleri 1990’lı yıllarda küreselleşme mucizesi propagandasına hız verdiler. Onlara göre komünizmin yıkılışı, yenilgisi ve kapitalizmin zaferi eşliğinde Asya, Afrika, Orta Doğu, Latin Amerika ülkelerinde ekonomik mucizeler gerçekleşiyordu! Gerçekten önemliydi!. 23 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Adına “Yeni Dünya Düzeni” yada “Küreselleşme- Globalizm” deselerde emperyalizm de yeni bir nitelik değişimi yoktu. Küreselleşmeci neo-kapitalizm teorileri emperyalizmi gizlemek kapitalizmin yeni aşamaya geçtiği yalanının burjuva ifadesiydi. Sefalet ve yoksul tarihin hiçbir dönemin de hakim sınıflar tarafından bu derece dünya halklarına dayatılmamıştı. Açlığı dünyaya yaymışlardı ama sürekli yeni aşamalardan bahsetmekteydiler. Küresel- Globalist burjuva teorisyenler emperyalizmin derinleşen sömürüsü ve baskısını gizlerken şunu ileri sürmekteydiler: Refah, huzur dünyaya yayılacak, insanlar yoksulluktan kurtulacak, dünya özgülük, adaletle tanışacak ve “küresel kapitalizm” sonsuza dek sürecek! Yoruma bile gerek yoktur. Asya’da, Afrika’da, Orta Doğu’da ki yoksulluk ve savaşlar burjuvazinin uşaklarını, ideolojisini yalanlamaktadır. IMF-Dünya Bankası aracılığıyla emperyalizm yarı sömürge ve yarı sömürge yarı feodal ülkelerde uygulamaya koyduğu ekonomik politikanın sonuçları ağır oldu. Bu bağımlı ülkeler elli, otuz, yada on yıl öncesine oranla çok daha fazla borçludurlar. IMF- Dünya Bankası yarı sömürge, yada yarı sömürge yarı feodal nitelikte olan ülkeler ve gelişmiş kimi ülkeleri borçlandırırken ne istiyordu: Hangi alanlara harcama yapılacağını belirliyordu. Ücretlerin –emek gücü- düşük olması, sendikal örgütlenmeleri engellemek, yabancı sermayeye imtiyazlar sağlamak (arazilerin tesisi, doğanın kirletilmesindeki serbestlik, düşük vergiler, gümrük muafiyetleri); Eğitim, sağlık, kültür- tarih ve benzeri toplumsal hizmetlere yönelik harcamaların kısıtlanması, tarım ürünlerine devlet desteğinin kesilmesi v.d… Evet “küreselleşmeci kapitalizm” deyip şirinleştirdikleri emperyalizmin yaptırımları yeni değildi. Her dönemin yaptırımları çağın 24 iktisadi şartlarına uygun belirlenir. Bildiğiniz gibi birinci dünya savaşında dünyanın bir çok sömürgesinden toplanan ordularla emperyalist güçler savaş yürütmüştü. Eğer Osmanlı üzerinde ekonomik olarak Almanların etkinliği olmasaydı, Osmanlı ordusu Alman generalin emrinde savaşa katılmazdı. Bu nedenle emperyalist hakimiyetin ekonomik özünü asla gözden kaçırmamalıyız. Burjuvazi “küresel kapitalizm” demagojisiyle ideolojik kuşatmayı yoğunlaştırdıkça kapitalizm çerçevesini aşamayan akımlar kapitalizm içinde adalet arayışına giriştiler. 2000 yıllarında emperyalizm karşıtı değil de küreselleşmeye karşı “ küresel adalet” arayışlarının pompalanması tam da anlatmaya çalıştığımız şartların bir ürünüydü. Fakat bu arayışlar uzun sürmedi sönülmendi. Çünkü üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin egemen olduğu kapitalizm içinde işçi sınıfı ve ezilen halkın kurtuluşu olanaksızdır. Burjuva liberaller bir yandan “küresel kapitalizm” dönemini parlatırken diğer yandan kapitalizm çerçevesini aşamayan “ sosyal adalet” arayışlarını destekledi; protestolara büyük anlamlar biçtiler. Çünkü bu protestolar esas hedefi ıskalıyordu. Sosyalizmi işin içine katmıyor, burjuvaziye “savaşı, adaletsizliği, sömürüyü, işgalleri durdur” çağrısı ötesine geçmiyordu. Adına “küresel kapitalizme” karşı “küresel adalet” deselerde kapitalizme zarar vermeyi bırakalım aksine burjuvaziye karşı komünizm mücadelesini baltalayan bir içerikteydi. Kapitalizme karşı ancak Komünist Partisi önderliğinde donanarak savaş verilebilinir. Komünistler sivil toplumculuğa –ki sivil toplum burjuva toplumdursavrulan oportünizme karşı mücadele ettiler. Emperyalizm yerine ileri sürülen küreselleşmeci-globalist teorileriyle diriltilen sivil toplumculuğun ideolojik içeriğini Partimiz açıklamıştır. Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci iktidar hedefinden uzaklaşıp burjuvazinin sofrasına oturan, kapitalizm içinde adalet arayışlarına yönelen özü burjuva olan ama özünde ezilenlerin kurtuluş yolu olarak sunulan anlayışlara karşı ideolojik mücadele verildi. Bu nedenle açıkça diyebiliriz ki “3. Kongre” “küresel kapitalizm” anlayışını hangi Marksist kılıfla sunarsa sunsun Partimizin açık, net Marksist bakış açısından sapmıştır. Devrimci iktidar hedefinden uzaklaşıp burjuvazinin sofrasına oturan, kapitalizm içinde adalet arayışlarına yönelen özü burjuva olan ama özünde ezilenlerin kurtuluş yolu olarak sunulan anlayışlara karşı ideolojik mücadele verildi. Bu nedenle açıkça diyebiliriz ki “3. Kongre” “küresel kapitalizm” anlayışını hangi Marksist kılıfla sunarsa sunsun Partimizin açık, net Marksist bakış açısından sapmıştır. Devam Edecektir… 25 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Proletarya Diktatörlüğünü Reddeden“3.Kongre”nin Revizyonist “Halk Devleti” Tezi Üzerine 1.BÖLÜM PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜN ÖZÜ Uluslararası Komünist Hareketin (UKH) içinde proletarya kavramının içeriğini boşaltan ve burjuvaziyle işbirliğine giren 2. Enternasyonalci partilerin ihaneti bütün pratik deneyimlerle kanıtlanmışken, halen revizyonizmin izinden giden akım ve eğilimlerin proletarya diktatörlüğü kavramının içini boşaltmak için bütün güçlerini harcadıkları gözden kaçırılmamalıdır. Sadece sosyalist devrimin sürdürülmesi sorunlarında değil, günümüzde uluslar arası komünist hareketin her bir bölüğünün proletarya diktatörlüğüne hazırlanmak için işçi sınıfının iktidarı olan proletarya diktatörlüğünün içeriğini yaşanmış pratik deneyimleri analiz ederek işçi sınıfını ve ezilen bütün emekçi katmanları eğitmek görevini yerine getirmeden devrim hareketine önderlik edemez. Proletarya diktatörlüğü kavramının içeriği konusunda ilkesel niteliğe sahip olmayan hiçbir komünist partisi devrimci proletaryanın önder gücü olamaz. Bırakın önder güç olmayı komünist olarak değerlendirilemez. Sosyalizm hakkında ne kadar lafazanca teorik taslak çizerse çizsin devrimci işçi sınıfının özgürlük mücadelesine bir yararı olmayacaktır, bilakis büyük zararı olacaktır. Çünkü proletarya diktatörlüğünün sınıf niteliğine, önderlik eden sınıf özünü ve Komünist Partisinin rolünü ve toplumun proleter olmayan ezilen, sömürülen sınıflarıyla olan ilişkisini devrimci içeriğiyle kavramayanlar ancak burjuvaziye yardım etmiş olurlar. Tarihte hep böyle oldu. Hareketimizin içinde ortaya çıkan revizyonist akıma karşı verdiğimiz ideolojik mücadele aynı zamanda sosyalizm ve komünizm yürüyüşünde ortaya çıkabilecek zaaflara, sapmalara karşı daima uyanık olmanın bir eğitim aracına dönüşmek durumundadır. Devlet ve devrim anlayışı çarpık olanlar komünizm güzergâhında yürüyemezler. Proletarya diktatörlüğünün Marksist sınıfsal içeriğini çarpıtanlar ancak Kautsky ve suç ortaklarının Menşeviklerin, çeşitli nüans farklarıyla oportünist karşı-devrimci akımların gittiği yoldan yürürler ve kaçınılmaz olarak onların vardığı yere giderler. 20. yy.’ da proletarya diktatörlüğü bakış açısından sapan oportünist akımların tümü her devrim sürecinde burjuvazinin safına geçmiştir. Bu gerçek uluslar arası Komünist hareketin bilincine kanla yazılmıştır. Sol lafazanlıkla kendisini gizleyebileceğini sanan laf ebeleri günümüzde sınıf savaşımının sosyalist deneyimlerini bir kenara atmamızı ve kendilerine inanmamızı istiyorlar. Kendilerini en iyi Marksistler olarak sunup Marksizmin üstünde tepinenleri komünistler çok iyi tanırlar. Proletarya diktatörlüğünü sözde kabul edip, pratikte özünde reddeden Kautsky de kendisini en iyi Marksist olarak sunuyordu. Ama burjuvazinin safına geçti…Menşevikler teorik olarak proletarya diktatörlüğünü kabul ediyorlardı, ama özünde reddediyorlardı.Onlar da karşı 26 Devrimci Halkın Günlüğü devrimci saflarda yerini aldılar. Oportünizm proletaryanın sınıf iktidarını ve önderliğini reddediyordu. Burjuvaziyle sınıfsal işbirliğini esas almaktaydılar. Partimizin proletarya diktatörlüğü bakış açısından sağ bir sapma olan “3. Kongre” ise teorik olarak proletarya diktatörlüğünün sınıfsal içeriğini değiştirmekle işe başladı. Konuyu işledikçe bu içeriksel sapmanın ne anlama geldiğini açıklayacağız. Revizyonist “3. Kongre”nin sol lafazanlığı pek seven kibirli bilgiçleri bütün çarpık sosyalizm değerlendirmelerinden sonra “ Marks, Lenin’de böyle değerlendirmişti.” yada kendi söylediklerinin kanıtlarını Komün’e, Sovyetlere dayandırmayı hiç unutmuyorlar! Fakat konuyu bütünüyle ele aldığımızda görülecektir ki “3. Kongre”nin proletarya diktatörlüğü meselesinde ki görüşlerinin Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun görüşleriyle bir ilgisinin olmadığı anlaşılacaktır. Bilakis devrimci proletaryanın iktidar mücadelesinin birinci aşamadaki amacı olan proletarya diktatörlüğü bakış açısının “3. Kongre” tarafından çarpıtılması ve yozlaştırılması söz konusudur. Şu çok iyi anlaşılmalıdır ki “3. Kongre” ile aramızda “Devlet ile Demokrasi” meselesinde salt bir görüş ayrılığından ibaret görünen şey özünde komünist hareket için hayati önemde pratik karşılığı olacak ilkesel meselelerdir. Çünkü tarihsel deneyimlerden biliyoruz ki devrimden önce proletarya diktatörlüğü demokrasi üzerine süren tartışmalar ve görüş ayrılıkları devrim anında somut çözüm dayattığında silahlı zor sorunların bir parçası olur. Menşevikler, sosyal devrimciler buna örnektir. Hükümet ortakları olup komünistlere kurşun sıkan 2. Enternasyonalci hain partilerin durumu buna örnektir. Sosyalizmde sınıf mücadelesi devam etmektedir. Proletaryanın sınıf iktidarını ve 2014 - KASIM - SAYI: 2 önderliğini yadsıyan, pürüzsüz, çelişkisiz, zorun devre dışı kaldığı bir sosyalizm tanımı gerçekçi değildir. “ Proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi onun burjuvaziye karşı sürdürdüğü sınıf mücadelesine son vermez, bilakis tam tersine bu mücadeleyi özellikle geniş, şiddetli ve amansız kılar.” ( Lenin Seçme Eserler Cilt: 10 Syf: 186) 20.yy sosyalizmi ilk geçici yenilgisini almıştır. Sosyalizmde devam eden sınıf savaşımı kapitalizmin zaferiyle sonuçlandı. Demek ki proletarya diktatörlüğünde proletaryanın sınıf iktidarı yeterince sağlamlaştırılamamış, kapitalizmin bütün güçlerine karşı yeterli düzeyde mücadele verilmemiş ve bütün gücüyle verilen mücadele emperyalist kuşatma altında sosyalizmi ileri taşımada yeterli olmamıştır. Küçük burjuvazi kapitalizmde de iktidar ortağı olmadığı gibi proletaryanın siyasi iktidarı yani proletarya diktatörlüğünde de iktidar ortağı olamaz. “3. Kongre” “Halk Devleti” anlayışıyla iktidarı küçük burjuvaziye bağışlasa da küçük burjuvazi iktidarı alabilecek ve yönetebilecek bir sınıf değildir. Herhangi bir düzende iktidara önderlik edemeyeceği gibi iktidarın ortağı ve sürdürücüsü de olamaz. Çünkü küçük- burjuvazi, proletarya ve burjuvazi arasında yalpalayan geleceği temsil etmeyen ara sınıftır. Küçük burjuvazi; adı üstünde küçük mülk sahipleri üretim yeri itibariyle kendi içinde daima burjuvazi üretir. Bu nedenle küçük burjuvazinin sosyalizmde önderlik etmesi –ki bu olanaksızdır- yada “3. Kongre” nin ifadesiyle “ İktidara ideolojik, politik, siyasi olarak ortak olup önderlik etmesi” demek proletaryayı boğması ve burjuvazinin iktidarının tesis edilmesi demektir. “ Komünist Enternasyonel 2. Kongresinin Ana görevleri üzerine tezler” de Lenin “Proletarya diktatörlüğü ve Sovyet iktidarının özünde bakın proletarya diktatörlüğü, devrimci 27 Devrimci Halkın Günlüğü işçi sınıfının ve öncü gücü olan Komünist Partisinin görevlerini nasıl koymaktadır: “ ( Komünizmin ilk aşaması olarak ) Sosyalizmin kapitalizm üzerinde zaferi, gerçekten devrimci biricik sınıf olarak, proletaryadan şu üç görevin çözümünü talep eder. Birinci görev: Sömürücüleri ve ilk planda da onların ekonomik ve politik esas temsilcisi burjuvaziyi devirmek, ezmek, direnişini bastırmak ve sermayenin boyunduruğunu ve ücret köleliğini yeniden kurmaya yönelik her türlü çabasını olanaksız kılmaktır. İkinci görev: Proletaryanın devrimci öncüsünün, Komünist Partisinin, sadece tüm proletaryayı yada onun ezici, muazzam çoğunluğunu değil, aynı zamanda emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin bütün kitlesini de peşinden sürüklemesi, onların başına geçmesi, sömürücülere karşı sınırsız cesaret isteyen ve amansız sertlikte ki mücadele sürecinde onları aydınlatıp örgütlemesi, eğitmesi tüm kapitalist ülkelerde nüfusun bu ezici çoğunluğunu burjuvaziye bağımlılıktan kurtarması ve pratik deneyim yoluyla liderine, proletaryaya ve onun devrimci öncüsüne güven aşılamasıdır. Üçüncü görev: Neredeyse bütün ileri ülkelerde, nüfusun azınlığını oluşturmasına rağmen sayıları halen oldukça fazla olan, tarım, sanayi ve ticaretteki küçük mülk sahipleri sınıfının ve bu sınıfa denk düşen aydınlar, memurlar vs katmanının kaçınılmaz yalpalamalarını, bu sınıfın burjuvaziyle proletarya, burjuva demokrasisiyle Sovyet demokrasisi arasındaki yalpalamalarını tarafsızlaştırmak yada zararsız kılmaktır” Lenin proletaryanın sınıf önderliğini açık ve net koyaktadır. Yani sosyalist devlet iktidarında sınıf iktidarında sınıf iktidarını proletarya küçük burjuvaziyle paylaşmıyor. Küçük burjuvazinin ideolojik ve politik siyasi önderliği ise asla söz konusu değildir ve olamaz. Bilakis küçük burjuva sınıfla daima mücadele –barışçıl yollarla- söz konusudur. 2014 - KASIM - SAYI: 2 Proletarya diktatörlüğünde başka partiler değil devrimci işçi sınıfının önder gücü Komünist Partidir. Komünist Parti olmaksızın nasıl gerici sınıfların iktidarını yıkacak devrim hareketine önderlik etmek mümkün değilse, sosyalist devrimi durmaksızın komünizm yolunda geliştirmek için Komünist Partinin önderliği şarttır. Bu Komünist Partisi’ne tanınmış bir ayrıcalık değil, proleter sınıf iktidarının sınıfın en öncü gücü tarafından sürdürülmesidir. Komünist Parti sadece proletaryayı değil aynı zamanda devrimci halk kitlelerini temsil edecek yegâne güçtür. Sosyalist devlet düzeninde yani proletarya diktatörlüğünde Komünist Partinin niteliği vazgeçilmez sınıflar var olduğu sürece –önderlik rolünü Lenin şöyle koymaktadır: “Kapitalizm üzerinde zafer için önder parti, Komünist Partisi’yle, devrimci sınıf –proletarya¬- ve kitle, yani emekçi ve sömürülenlerin toplamı arasında doğru bir ilişki gerekir. Ancak Komünist Partisi, devrimci sınıfın gerçek öncüsüyle, bu sınıfın en iyi temsilcilerini saflarında bulunduruyorsa, tamamen azimli ve davaya bağlı, inatçı, devrimci bir mücadele deneyimiyle eğitilmiş ve çelikleşmiş komünistlerden oluşuyorsa, sınıfın bütün yaşamıyla ve bu sınıf aracılığıyla bütün sömürülen kitleyle kopmaz biçimde birleşmeyi ve bu sınıfa ve bu kitleye tam güven vermeyi becermişse –ancak böyle bir parti, proletaryaya, kapitalizmin bütün güçlerine karşı en amansız tayin edici, son savaşta önderlik edebilir.” (Lenin Seçme Eserler) Lenin sosyalizmde Komünist Parti dışında hiçbir partinin proletaryaya ve devrimci halk kitlelerine önderlik edemeyeceğini açıkça belirtmektedir. Leninist bakış açısıyla Komünist Partinin önderlik rolü ve proleter olmayan sınıflarla 28 Devrimci Halkın Günlüğü olan ilişkisini anladık. Peki, proletarya diktatörlüğünde hangi sınıf önderlik edebilir? Proletarya mı, bütün halk yığınları mı? Tek sınıf mı, birçok sınıf mı önderlik etmektedir. Partimiz neden halkın öderliği demiyor da, proletaryanın önderliğinde işçi-köylü ittifakın dayalı devrimci iktidar demektedir? Bu tanımlamaların içeriğini derinlemesine kavramalıyız. “3. kongre” sosyalizm de KP ve proletaryanın tek sınıf önderliğini bir kenara koyup reddettiği için tekrar tekrar Lenin’e başvurmalıyız. “Proletarya diktatörlüğü, kapitalist sınıf tarafından boyunduruk altına alınmış, korkutulmuş, baskılanmış, gözü yıldırılmış, parçalanmış, aldatılmış tüm emekçilere ve sömürülenlere, kapitalizmin tüm tarihi tarafından böyle bir önderlik rolüne hazırlanmış olan tek sınıf tarafından önderliğin en tam gerçekleştirilmesidir.”( Lenin Seçme Eserler ) Neymiş; Proletarya diktatörlüğüne tek sınıf, yani proletarya önderlik ediyormuş! Hemde işçi sınıfının sosyalist iktidara önderlik etmesinin en tam haliymiş! Demek ki proletaryanın önderlik gücü olan KP aracılığıyla emekçi köylüleri, küçük mülk sahipleri, bu sınıfın düşüncesine denk düşen küçük burjuva aydınlar, memur katmanlarını kendi etrafında toplamsı onlara önderlik etmesidir. Komünist Partinin ideolojisi işçi sınıfının ideolojisidir. Yani toplumsal kurtuluşu nihai olarak temsil eden tek devrimci sınıfın ideolojisini temsil etmektedir. Komünist Parti bu devrimci sınıfın örgütlü öncü gücüdür. Küçük mülk sahibi sınıfların burjuva sınıf düşüncesinde ileri gitmeyen dünya görüşü komünizmin ilk evresi olan sosyalizm de diktatörlüğe önderlik edemez. Kapitalizmin sömürüsü ve baskısı altında ezilip, sömürülen sınıflar küçük-burjuva sınıf ideolojisi ve tavrıyla 2014 - KASIM - SAYI: 2 proletaryanın devrimci sınıfsal niteliği ve önderliği ile karşılaştırılamaz ve aynılaştırılamaz. Lenin’e başvurmaya devam edelim. “Proletarya ancak kendisini dar lonca sınıflarına hapsetmediği, toplumsal yaşamın bütün olaylarına ve alanlarına bütün emekçi ve sömürülen kitlenin önderi olarak katıldığı ölçüde devrimci olacaktır. Ve en büyük özveride bulunmaya hazır değilse ve burjuvaziye karşı zafer kazanabilecek durumda değilse diktatörlüğünü gerçekleştiremeyecektir.” Proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının önderliğini önemsizleştirmek ona yeni ortaklar icat etmek Marksizmin reddi anlamına gelir. Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun proletarya diktatörlüğü bakış açısının hiçbir satırında sosyalist devlet düzeninde emekçilerin, yada küçük burjuva sınıfın önderlik edebileceği yönlü bir belirleme yoktur. Proletarya ideolojisiyle donanan Komünist Partisi köylülüğün nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yarı feodal, yarı sömürge ülkelerde devrimin zaferinden sonrada proletarya diktatörlüğünün bir biçimi ve sosyalizmin ilk aşaması olan demokratik halk diktatörlüğünde de küçük burjuvazi ve köylülük demokratik halk iktidarına önderlik edemez. İşçi ve köylü ittifakına dayanan iktidar biçiminde proletarya Komünist Parti aracılığıyla iktidara önderlik eder ve sosyalizm yolunda ilerler. Şayet böyle olmasaydı burjuvazinin yolunda ilerlemek dışında halk kitlelerinin hiçbir seçeneği kalmazdı. Sizler küçük burjuvazinin uluslar arası görevleri diye bir kavram duydunuz mu?! Duymamışsınızdır. Çünkü küçük burjuvazi toplumsal kurtuluşa önderlik edebilecek bir sınıf değildir.İşçi sınıfı ve burjuvazi arasında 29 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 yalpalamaktadır. Ama proletaryanın uluslar arası görevleri kavramanın kanla yazılmış bir tarihi vardır. Çünkü devrimci işçi sınıfı sosyalizm yolunda diğer tüm ezilen sınıflara önderlik edebilecek tek sınıftır. “3.Kongre” bu meselede sap ile samanı birbirine karıştırmıştır. hakkında ne demişlerdi? Bakalım: Sosyalizme karşı daima burjuvazinin yardımına koşan oportünizmin ekonomik temelinin küçük burjuva sınıfın varlığıyla açıklayan Marksizm-Leninizm-Maoizm’in bütün ideolojik tahlillerinin üzerine kalın bir çizgi çeken “3.Kongre” sosyalizmde küçük burjuvaziyi önderlik edecek bir konuma yükseltmiştir. “3.Kongre”nin halkın proletarya diktatörlüğüne önderlik anlayışına ne çok benziyor Kautsky’nin söyledikleri. Oyalama yapılsın halk istemiyorsa devrimci işçi sınıfı ve öncüsü Komünist Partisi proletarya diktatörlüğünden vazgeçsin… Bu bilginler, proletarya ve ezilen sınıflar istemeden, çoğunluğu devrim fikrinin etrafında toplanmadan kapitalist devletin yıkılamayacağını anlamak bile istememişlerdir. Bu ihanettir. teorik aldatmaca Marksizm’e Proletarya diktatörlüğü üzerine Lenin’in sosyal şoven oportünizmin her türden şarlatan, sahtekârlarıyla yürüttüğü amansız ideolojik mücadelenin içeriğini bilmeyenler “3.Kongre”nin ileri sürdüğü mülkiyet demokrasisi (burjuva) lakırdılarına kanabilirler. “Kautsky ve suç ortakları, proletarya diktatörlüğünü “doğru”luğunu kabul etmek için ‘bir çoğunluk oylaması ‘ gerektiğini iddia ederek bu gerçeği tahrif etmeye çalışıyorlar.” Lenin’in kendi ifadesiyle “bu komik ukalalara” şu cevabı vermişti. “Tarihin Proletarya diktatörlüğünü gündeme getirdiği bir anda politikanın tüm önemli sorunlarının oyalama değil, iç savaşla belirlendiğini kavramamışlardır. Üstelik bu boş safsataların yeni olmadığını da hatırlamalıyız. “3.Kongre” sadece emperyalizm bakış açısında değil, proletarya diktatörlüğü sorununda da 2. enternasyonalci, Kautskyci ve suç ortaklarının çürümüş anlayışına kaydı. Proletarya diktatörlüğünün yeni devlet düzenini tüm aygıtını ele alan, burjuvaziyi yenen ve tüm küçük burjuvaziyi, köylülüğü, dar kafalıları, aydınları tarafsızlaştıran bir sınıf iktidarı olduğunu kavramamışlardır” Çünkü 1918-1919’da Leninistler proletarya diktatörlüğünü fiili olarak kurmaya önderlik ederken Kautsky ve suç ortakları proletarya diktatörlüğünün içini boşaltmaya koyulmuşlardı. Dönemin kötü ünlü liderleri (adını tekrarlamak yarasız) ve partileri burjuvaziden devir aldıkları demokrasi ve özgürlük naralarını atıyorlardı. “ ‘Bern’ enternasyonali liderleri sadece bir hırsızlar topluluğu değil, bilakis alçak katiller topluluğudur “ demişti Lenin. Peki, bu kötü ünlüler proletarya diktatörlüğü Demek ki sadece Kautsky ve su ortakları bu gerçekleri 1918-1919’da unutmakla kalınmadı, bu gün onları takip eden bütün oportünistler ve onlarla bütünleşmede dev adım atan “3.Kongre”nin bileşenleri de proletarya diktatörlüğünün özünü kavramamışlardır. Tıpkı 2. enternasyonalci meşhur liderler gibi küçük mülk sahibi sınıfın burjuva demokratik özlemlerini ifade eden özgürlük, eşitlik naralarını yineliyorlar. Bunlar sosyalizm 30 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜN DE PARTİNİN ROLÜ, PARTİ’DE LİDERLERİN ROLÜ, SINIF DİKTATÖRLÜĞÜ MÜ, PARTİ - LİDER DİKTATÖRLÜĞÜ MÜ MESELESİNDEKİ KARIŞIKLIKLAR de küçük mülk sahibinin eşitlik ve özgürlüğüne hayat vermekle kalmıyor, meta sahibine önderlik rolü biçiyorlar. Yani “3.Kongre” proletarya diktatörlüğünde meta sahiplerine sosyalizmde önderlik görevi tanıdığı için ikinci enternasyonalci hırsız ve hainlerin gerisine düşmüştür. “3.Kongre” sosyalizm de proletaryanın sınıf diktatörlüğünü, tek sınıf iktidarı (proletaryanın) ve önderliğini buna bağlı olarak Komünist Partinin önderliğini de yadsımaktır. Gerçekten bir Komünist Parti gibi davranamamanın tarihte çokça tartışılıp geride kalmış çocukça sayıklamaları olarak kabul edilip unutulan tekerlemeleri yeniden gündeme soktu. “3. Kongre” Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Programı’nda Marksizm’in proletarya diktatörlüğü devlet teorisine, deneyimine aykırı olarak proletaryanın önderliğini ve sınıf iktidarını yadsıdı ve bunu şöyle tanımladı: “74) ….işçi sınıfı kır ve kent küçük burjuvazisi ve yoksullarının ortak diktatörlüğü olan yeni devletin adı Kürt, Türk ulusu ve çeşitli azınlık milliyetlerden halkların Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’dir. İşçi sınıfı ve halk kitlelerine ait olan bu devlete ve bu devletin hükümetinde önderliğini proletarya ve emekçiler ideolojik, politik ve örgütsel olarak yürütür.” ( “ 3. Kongre Belgesi SCB programı) “3.Kongre”,parti, lider, sınıf-kitle kavramlarının karşı karşıya koymaktadır. İnanılmaz kafa karışıklığını proletarya diktatörlüğü bakış açısında dışa vurdu. Fakat Uluslararası Komünist Hareket (UKH)’in demokrasi anlayışında bu sol radikal görünen ama özünde sağa yatan bu anlayışlara yabancı değildir. Sovyet iktidarı proletarya diktatörlüğüdür. Lenin’in tanımladığı sosyalist devlet düzenindeki önderlik arasında bir bağ yoktur.”3.Kongre”nin proletaryanın önderliğini emekçiler (küçük burjuvazi)’yle bölüştürülmesinden bir sonuç çıkaramayanlar. Lenin’den aktardığımız bölümleri dikkatlice yeniden incelemeli ve karşılaştırmalıdır. “Sol Radikalizm Komünizmin Çocukluk Hastalığı” adlı çalışmasında Alman komünistlerinin kafa karışıklığına verdiği cevaplar bugün bizim açımızdan ders niteliğindedir. Marksizm sosyalizm de proletaryanın önderliği dışında herhangi bir sınıfın önderliğini tanımaz. ”3.Kongre” bu temel ilkeyi çiğnemiştir. Özet olarak “çürümüş ceset”e dönüşen Kautskyci akıma meydan okuyan Spartaküs birliğinin broşüründe yer alan hatalı anlayışlara cevap vermişti. Proletarya diktatörlüğü sorununu daha net apaçık ifade etmek varken tam bir kafa karışıklığıyla Komünist Partisinin mi yoksa proleter sınıf, yada liderlerin diktatörlüğü mü soruları arasında gezinip kitlelerin diktatörlüğü şiarını atmışlardı. Lenin bu kafa karışıklılığına “radikal çocukluğun ta kendisi! Ne eski ne bildik zırvalar” demişti. (Lenin Seçme Eserler Cilt:10 Syf:95 31 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Lenin konuya şöyle devam etmişti: şeklinde ele alınamaz. Ne yazık ki parti diktatörlüğünü dünde bu günde savunucuları vardır. Bu kesinlikle reddedilmelidir. Proletarya diktatörlüğü yerine proletarya ve emekçilerin yeni devleti tanımı her tür burjuva diktatörlük anlayışından daha keskin bir ayrışımı içermesi manasında daha sağlam ve doğru bir kavram olacağı düşüncesindeyiz. Buna proletarya ve emekçilerin demokrasisi de denilebilir. Paris komünü, Sovyetler, kır ve kent konseylerin birliği, bunları içermektedir.” ( 3. Kongre Belgeleri) “ Sorunu parti diktatörlüğü mü, sınıf diktatörlüğü mü? Liderlerin diktatörlüğü ( partisi) mi, kitlelerin diktatörlüğü (partisi) mi biçiminde koymak bile inanılmaz ve umutsuz bir düşünce karşılığına tanıklık etmektedir”( Lenin Seçme Eserler Cilt: 10 Syf: 6 ) Proletarya diktatörlüğü sorununda parti – önderler, sınıf ve kitle karşı karşıya konulamaz. Bunların arasında ki ilişkiyi doğru kuramayanlar tutarsız ve komik tartışmalar açmaktadırlar. Özünde meseleyi açıklamaktan ziyade kafa karıştırmaktadırlar. Çünkü kendi kafaları da karışıktır. Burjuva demokrasisinin düşünüş çemberinden çıkamayan yığınla oportünist kitle ve liderleri karşı karşıya koymaktan hiç geri durmadılar. Sormak gerekiyor “3. Kongre” ye Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao proletarya diktatörlüğünü bir parti diktatörlüğü olarak mı ele aldılar? Hayır! Örnek verdiğimiz gibi bu yönlü “zırvalayan” lara mesele hakkın da ne büyük kafa karışıklığına sahip olduklarını açıkladılar. Daima proletaryanın sınıf iktidarının ne anlama geldiğini anlattılar. İbrahim Kaypakkaya parti diktatörlüğünü savunduğunu duydunuz mu? Bunu savunduğunu kimse ileri süremez. Çünkü proletarya diktatörlüğünü savunmuştur. Hem “3. Kongre” gibi içini boşaltıp revize ederek değil, proletarya diktatörlüğünü gerçek özüyle savunmuştur ve bu uğurda canını vermekten kaçınmamıştır. Kitleler soyutlanmalardan mı ibarettir? Hayır. Kitleler yada yığınlar sınıflardan oluşmaktadır. Sınıf mücadelesinin bizlere çok iyi kanıtladığı gibi sınıflar iktidar mücadelesinde partiler tarafından temsil edildiklerini ve yönetildiklerini biliyoruz. Partiler sınanmış sorumlu, yetenekli ve otorite sahibi kişilerin sınıfın en bilinçli eylem ve iradesini barındıran liderlerin başını çektiği insanlar tarafından yönetildikleri açık olduğuna göre, neden bu kavramları karşı karşıya koyalım. Partiye rağmen lider olmak olanaksızdır. Sınıfa rağmen önder parti olmak yine olanaksızdır. O halde sınıf ile partiyi, parti ile liderleri nasıl karşı karşıya koyabilirsiz? Uluslararası Komünist Hareket içinde komünist niteliğini koruyan hiçbir parti ve önder, parti diktatörlüğünü savunmamıştır. O halde küçük mülk sahibi sınıfın demokrasi ve özgürlüğünü sosyalizmde dirilteceğini vaaz eden – çünkü küçük burjuvazinin sosyalizmde önderlik edeceğini söyleyen- “3. Kongre” neden genel bir soyutlamayla “parti diktatörlüğünü savunanlar vardır” demektedir? Örnek aldığımız komünizm bilimin ustalarından kimler parti diktatörlüğünü savunmuştur. Yada “proletarya diktatörlüğünü bir parti diktatörlüğü şeklinde ele alan” hangi komünist önderdi? Lenin’in “zırvalama” lar olarak tanımladığı düşünce karışıklığı kategorisine “3. Kongre” anlayışını koyamıyoruz. Çünkü “3.Kongre” proletarya diktatörlüğü sorununda tahrifat yapmıştır ve MLM’den sapmıştır. “3. Kongre” kendi anlayışını şöyle koymaktadır: “Şu çok açıktır ki, proletarya diktatörlüğü asla parti diktatörlüğü 32 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü Bu ve benzer genellemeler burjuvazinin sosyalizme dair yaptığı gerici niteleme ve tanımlamalardır. Burjuva diktatörlük anlayışından kesin kopuş değil aksine Kaypakkayacı kızıl yoldan MLM ideolojiden keskin kopuşun en açık ifadesidir. Proletarya diktatörlüğünde Komünist Parti ile proletaryayı karşı karşıya koyan yada toplumun diğer sınıflarıyla olan bağını kavramayan ve bir “parti diktatörlüğü” olarak tanımlayan “3. Kongre” eskide kalmış gülünç teorileri tekrar ediyor. Proletarya diktatörlüğü tarihin gördüğü bütün burjuva diktatörlüklerinden –en demokratik olanından da- en keskin kopuştur. “3. Kongre”nin burnundan kıl aldırmayan revizyonistleri sosyalizm tarihine yığınla saldırı yaparak proletarya diktatörlüğünü reddetmektedir. Çünkü “proletarya diktatörlüğü yerine proletarya ve emekçilerin yeni devleti” tanımını koyuyorlar. Buna da “burjuva diktatörlük anlayışından daha keskin kopuş” diyorlar. Yani özcesi “3. Kongre” Marksist proletarya diktatörlüğü anlayışını burjuva diktatörlüğünden en keskin kopuş olarak yeterli görmemiş ve Marksizm’e “ yeni-nitel” bir katkı(!) yapmıştır. Marks’tan Mao ya istisnasız olarak bütün komünist ustaların Marks ve Engels’in ortaya koydukları, sınıf içeriğiyle savundukları proletarya diktatörlüğü anlayışına sol lafazanlıkla değiştirme cüretinde bulunan “3.Kongre” nin bilgiç oportünist- revizyonistleri proletaryanın unutulmayacak lanet damgasını yediler. Yığınla çarpıtmadan sonra yaptıkları gibi “ emekçilerin devleti ” teorilerine Paris Komünü, Sovyet Kır ve Kent Konseylerinin birliğini örnek göstermektedirler. Yani Lenin’inde “ emekçiler devleti” ni savunduğunu söylüyorlar. Demek ki proletaryanın sınıf diktatörlüğünün organları olan kent ve kır Sovyetleri “3. Kongre” nin ortaya koyduğu “emekçiler devleti” anlayışıyla uyumluymuş? Bütün oportünistleri mezarlarında sevindirecek düzeyde pervasız olan “3. Kongre” sosyalizmde tek sınıf diktatörlüğü ve önderliği yanlıştır diyor. Bu nedenle sosyalizmde proletarya ile küçük burjuvazinin önderliği şarttır sonucuna varıyor. Yani küçük meta üreticileri, küçük mülk sahipleri sınıfını sosyalizmin önder gücü arasına yerleştiriyor ve bunun örneği olarak ta Sovyetleri gösteriyor. Bu kocaman bir yalan ve çarpıtmadır. Sosyalizmde küçük mülk sahibi –küçük burjuvazinin- ne anlama geldiğini Lenin den öğrenelim. Sovyet Sosyalist Devrimi (1917) genel bir nitelik taşımaktadır. Gerçekten bugün ve gelecek açısından deneyimlerden yararlanmak istiyorsak Lenin’in proletarya diktatörlüğü devlet öğretisi bakış açısı iyi incelenmeli, devrimden sonra nasıl inşa edildiği ve sürdürüldüğünü dikkatle takip etmeliyiz. Aksi taktirde sosyalist devlet düzeninde Komünist Partinin rolü anlaşılmaz. Lenin “Sol radikalizm Komünizmin Çocukluk Hastalığı” çalışmasında UKH’e Marksist stratejisi ve taktiğin rahat anlaşılan içeriğini savunuyor.Proletarya diktatörlüğü deneyiminde proletaryanın sınıfsal önderliği ve onun öncü gücü Komünist Parti’nin demir disiplinine sıkça dikkat çekiyor. Proletarya diktatörlüğü’ nde hangi sınıfın burjuvaziyi üreten nitelik taşıdığına işaret ediyor.Lenin’in Sovyet iktidarında, küçük-burjuvaziyi asla proletaryanın iktidar ortağı haline sokmaz. “3.Kongre” oportünistleri eskimiş malları Marksizm ile cilasıyla parlatılıp yeni diye satan tüccarlar gibiler. Sosyalist devrimden sonra 1920’de “Bolşeviklerin başarısının temel koşullarından biri” bölümünde Lenin proletarya diktatörlüğü sisteminde nelere dikkat çekiyor: “Proletarya diktatörlüğü yeni sınıfın, daha güçlü düşmana karşı (tek bir ülkede olsa) yıkılışı ile direnişi on kat artan ve gücü sadece uluslar arası sermayenin gücünden, 33 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü burjuvazinin uluslar arası ilişkilerinin güç ve sağlamlığından değil, aynı zamanda alışkanlığın ve gücünden, küçük işletmenin gücünden de kaynaklanan burjuvaziye karşı en amansız,en acımasız savaşıdır. Çünkü, küçük işletme dünyada halen ne yazık ki çok fazla var; küçük işletme ise durmaksızın, her gün her saate, kendiliğinden ve büyük hacimle kapitalizmi ve burjuvaziyi üretir. Bütün bu nedenlerden ötürü proletarya diktatörlüğü zorunludur ve burjuvazi üzerinde zafer, uzun süreli, inatçı, amansız bir ölüm kalım savaşı olmadan, dayanıklılık, disiplin, sağlamlık, boyun eğmezlik irade birliği gerektiren bir savaş olmadan imkansızdır.” (Lenin Seçme Eserler Cilt:10 Syf:75) tanıma girer) proletarya diktatörlüğününsosyalist devlet siste minin önder gücü olarak tanımlıyor. Bu demek oluyor ki “3. kongre”ye göre devrimci proletaryanın sınıf iktidarını sürdüren örgütlü, önder gücü olana Komünist Partinin sosyalizmde belirleyici önemi yoktur. Çünkü bu anlayış proletaryanın tek ve nihai devrimci sınıf olarak sosyalizmde ki önderliğini ve iktidarını reddetmektedir. Sosyalist devletin dümenine, yönetimine küçük burjuva partileri geçirerek ana ortak ederek küçük işletmecilere “özgürce ve demokratik bir hak” olarak bir an önce burjuvaziyi çoğaltmaları ve kapitalizmi yeniden restore etmeyi yeniden vaat ediyorlar. Buna sosyalizm denmez, kapitalizmin ifadesi olan mülk demokrasisi denir. “3.Kongre” küçük burjuvaziyi sosyalizmde önderlik edecek güç olarak tanımlıyor. Aktardığımız gibi Marksizm ise küçük işletmeler, küçük burjuvazi her gün her saat kapitalizmi burjuvaziyi üret sınıfmış! Yani sonuna kadar devrimci tek sınıf olan proletarya ile çelişki halinde olan sınıftır küçük burjuvazi. Küçük mülk sahiplerinin, köylülüğün proletarya ile ittifak içinde olması ayrı bir durumdur, ama küçük burjuvazinin sosyalist devrime önderlik edebileceğini ileri sürmek apayrı bir meseledir. Küçük burjuvazinin yada daha genişleterek proleter olmayan katmanların sosyalizm de önderlik edebileceğini ileri sürmek revizyonizmdir. Mülteci revizyonizmin küçük işletmeciyi, küçük meta üretici sınıfının burjuvaca sıralanan eşitlik ve özgürlük lakırdılarını proletarya diktatörlüğünün sınıfsal içeriği olarak bayraklaştırması Marksizm’e yapılmış en büyük saldırıdır. Şimdiye kadar partimizin çizgisi üzerinde gerçekleşen en bayağı tepinmedir. Proletaryanın önderliği ve onun en ileri örgütlü gücü olan Komünist Partisi olmadan ne sosyalist devrime ulaşılabilir, ne sürdürüle bilinir. Lenin, proletarya diktatörlüğü koşularında sürekli olarak burjuvazi üretme niteliği olan küçük burjuvaziye karşı özel,, itinalı, disiplinli bir dizi yöntem ve aşamalardan geçerek mücadeleyi olmazsa olmaz görüyorken, pusulası burjuva anlayışları gösteren “3.Kongre” ise emekçileri kır ve kent küçük burjuvazisi, küçük burjuva aydınlar,küçük mülk sahipler bu “3.Kongre” “pürüzsüz, saf demokrasi” yle işçi sınıfının önderliğindeki proletarya diktatörlüğünü reddediyor. Yerine sosyalizmde varlığı devam eden ara sınıfların ortak önderliğini koyuyor. Bu Marksizm’i reddetmektir. Bu ilkeyi sulandırmak, bulanıklaştırmak demektir. Burjuvaziye el uzatmaktır. Marksizm’e ihanet eden o meşhur liderler –Kautsky ve suç ortakları bile proletarya diktatörlüğünü reddetmemişlerdi. Sınıfsal içeriğini de yeniden tanımlamaya kalkışmadılar. Fakat “3.Kongre”nin yaptığı gibi küçük-burjuvaziyi sosyalist devrimde devrimci proletarya ile ortak önderlik yapacak kadar yükseltiler. Proletaryanın diktatörlüğü burjuvazinin diktatörlüğü ile bütünleştirilemez.”3. Kongre”nin bu gerçeği unutmaması gerekirdi. Sosyalist devrimde iktidarın önderliğini küçük- 34 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü burjuvaziye devretmek için Komünist Partisi devrime önderlik etmiyor. Bilakis burjuvazi ve proletaryayı uzlaştırmak isteyen oportünizmi ezip geçerek işçi sınıfının proleter olmayan katmanlarla ittifakıyla devrimci iktidar tesis edilebilmiştir. Revizyonistlerin devrimden önce yapmak istediklerini “3. Kongre”, sosyalist devrimde yapacağını iddia ediyor. Yani proletarya diktatörlüğünü burjuva diktatörlüğüne dönüştürecek küçük işletme sahibi sınıfları ortaklaştırıyor. Herkese sınırsız özgürlük ve demokrasi vaaz ediyor. Bunu deneyenler oldu. 1917 Şubat Devriminden sonra Menşevikler, Sosyal Devrimciler partileri Krensky döneminde işçi sınıfının önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayalı devrimci iktidarı değil de proletarya ve bütün halk kitlelerinin özgürlük ve eşitliğini burjuvaziyle ortaklaştırmak istediler, ama bunu başaramadılar. 20.yy da bütün revizyonistler, burjuvazinin saflarına savrulan bütün hain liderler ve partiler de karakterize olduğu gibi “3. Kongre” revizyonistleri de kapitalist toplumda sınıf çatışmasının ya burjuva diktatörlüğü yada proletarya diktatörlüğüyle sonuçlandığını çabuk unutmuş olmasıdır. Bu nedenle tarihte hiçbir zaman sınıf diktatörlüğüne önderlik edemeyen küçük burjuvaziyi “ Çok partililik sosyalizmin bir gerçekliği” olamamıştır. Sosyalist devrime önderlik etmeyi bırakalım. Tam da “3. Kongre”nin anlayışına uygun olarak proletaryanın diktatörlüğünü, devrimci sınıfın önderliğini reddedip işçi-köylü, küçük burjuvaziyi bütünüyle burjuva sınıfla uzlaştırma siyasetini benimsemişlerdi. Proleter sınıf ve önder gücü Komünist Partisi yani Leninistler burjuva diktatörlüğünü reddettiler! Peki ne oldu? İç savaşta Sosyal Devrimciler, Menşevikler emperyalistlerin yanında sosyalist devrime karşı savaşmadılar mı? Elbette bu partiler Sovyet iktidarı tarafından yasaklandı ve proletaryaya karşı savaşanlar kurşuna dizildi, yok edildiler. “3. Kongre”nin sıksık örnek verdiği kır ve kent Sovyetleri bu yasağı getirmemiş miydi? Onlar da mı “tekçi ve baskıcı”ydı? Demek ki sınıf iktidarı savaşında masa başı demokrasi temennileri değil, her şey iç savaşla sınıfların devrimci zoru ile belirlenir. Burjuva zehriyle kafası bulanmış bu şahsiyetler sosyalizmde Komünist Partisinin proletaryanın sınıf iktidarını yürütmesini de “ toplumu tekleştirme”, “halk üzerinde baskı kurma” olarak gerici sınıfların yaptığı nitelemelerle sosyalizmi tanımlamaktadırlar. Böylelerine komünist denmez olsa olsa devrimci işçi sınıfı cephesinde türeyen komünist maskeli burjuva kafalar denebilir. “3. Kongre” çürümüş teorilerini yutturmak için sıksık Lenin’e atıfta bulunuyor. Gerçekleri çarpıtıyor. Sosyalist devrimde bırakalım çok partililiği savunmayı Lenin Bolşevik Parti de 1922 Rusya Komünist Partisi 10. Kongresinde parti içindeki grupçuluğu bile yasaklayan taslağı hazırlamıştır. Proletarya diktatörlüğü ezilen sınıfların devletsizliğe doğru yürüyüşünde sahip oldukları en geniş demokrasidir. Komünist Partisi sadece ve sadece bu proleter demokrasinin yürütücüsüdür. Ancak burjuva anlayışlardan kopamayan, sosyal şoven, reformist, parlamenterist, bütün eğilimleri içinde taşıyan oportünizm ve bu akıma ideolojik olarak katılan “3. Kongre” gibi revizyonistler tek parti olan Komünist Partinin sosyalizmde halka baskı anlamına geldiği sonucunu çıkarabilir. Bu düşmanın ağzıyla konuşmaktır. Gerici nitelemelerdir. 1917-18-20 yılları arasında iç savaşta Rusya da küçük burjuva sosyalist partiler ne yaptı?!“3.Kongre” bunları hatırlıyor mu? Önce Lenin’e başvuralım. Sonra “3.Kongrenin” Marksizmle zerre ilgisi olmayan safsatalarına bakalım.Okuyucuya uzun alıntılar 35 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü sunmaktan geri durmayacağız. Marks’tan Mao’ya proletarya diktatörlüğü sorunun nasıl ele alındığını özetlemek istiyoruz. Bizim açımızdan da bir eğitim, yeniden kendimizi sınama, oportünizme dersini verme çalışması olacaktır. Lenin 1920 de sosyalist devrimi inşa döneminde proletarya diktatörlüğünü şöyle ele alıyor: “Biz Rusya da (burjuvazinin yıkılmasından 3 yıl sonra kapitalizmden sosyalizme, yada komünizmin alt aşamasına geçiş yolunda ilk adımlarımızı atmaktayız. Sınıflar varlıklarını sürdürmektedirler ve proletarya iktidarı ele aldıktan sonrada uzun yıllar her yerde varlıklarını sürdüreceklerdir. Büyük ihtimalle bu süre, köylülerin olmadığı (ama küçük mülk sahipleri vardır!) İngiltere de daha kısa olacaktır. Sınıfları ortadan kaldırmak, sadece çiftlik sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir. –Bu bizde nispeten kolay oldu- Aynı zamanda küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmak demektir; Oysa bunları kovmak, ezmek olanaksızdır. Bunlarla anlaşmak zorunludur; bunları ancak çok uzun vadeli, yavaş ve dikkatli bir örgütsel çalışmayla değiştirmek ve yeniden eğitmek mümkündür. ( Ve öylede yapmak gerekir.) Bunlar, proletaryayı küçük burjuva unsurlarla çepeçevre sararlar, proletaryayı etkiler, moral bozukluğu yaratır. Proletaryanın saflarında sürekli karaktersizlik, dağınıklılık, bireycilik, coşkudan cesaretsizliğe geçiş gibi küçük-burjuva niteliklerin nüks etmesine neden olurlar. Buna direnebilmek için, proletaryanın örgütleyici rolünü ( ki bu proletaryanın en önemli rolüdür.) doğru, başarılı ve muzaffer biçimde yerine getirebilmek için proletaryanın siyasal partisi içinde en sıkı merkeziyetçiliğe ve disipline gerek vardır. Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı kanlı ve cansız, şiddete dayalı ve barışçıl, askeri ve ekonomik, pedegojik ve idari inatçı bir mücadeledir. Milyonlarca ve on milyonlarca insanın alışkanlık gücü korkunç bir güçtür. Demir gibi sağlam ve savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olan ne varsa onun güvenini kazanmış, kitlelerin nabzını tutmasını ve etkilemesini bilen bir parti olmadan, bu mücadeleyi başarıyla yürütmek olanaksızdır. Merkezileşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca ve on milyonlarca küçük mülk sahibini “yenmek”ten bin kez kolaydır.” Diyen Lenin küçük mülk sahibi ( Küçük burjuvazidir.) Sınıfların siyasal, ekonomik, kültürel karakterini her fırsatta tamamlamayı esas alıyor. Bakın yukarıdaki bütünlüklü analizi Lenin ne ile sonuçlandırıyor. “Küçük mülk sahipleri ise günbe günlük, her günkü, fark edilmeyen, elle tutulmayan, sarsıcı faaliyetleriyle, burjuvazinin ihtiyacı olan, burjuvaziyi restore eden o sonuçları yaratmaktadır.Proletarya partisinin demirden disiplinini (özellikle diktatörlüğü sırsında) azda olsa zayıflatan herkes, gerçekte proletaryaya karşı burjuvaziye yardım eder.” (Lenin Seçme Eserler Cilt:10 Syf:99-100) Komünist bilimin ustalarından, dünya proletaryasının komünizm mücadelesine ışık tutmaya devam eden Lenin proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının önderliğini onun sınıf önderliğini yürüten Komünist Partinin önemini, rolünü ve küçük burjuvazi ile olması gereken ilişki ve mücadele yöntemlerine, keza proletarya diktatörlüğünde Komünist Partinin demirden disiplinin merkezileşmesinin ne derce önemli olduğunu öne çıkarmıştır. Küçük mülk sahibi sınıfların sosyalizmde kapitalizmi restore eden ekonomik temel olduğunu açıklıyor. Sosyalizm de sınıfsal niteliği 36 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü temsil etmeyen, ara bir sınıf olan kapitalizm koşullarında sömürülen ve ezilen konumu itibari ile halk kavramı içinde tanımlana, devrimin itici ittifak güçleri arsında yer alan küçük-burjuvazi asla sosyalizmde proletarya diktatörlüğünün yönetici, önderlik eden sınıfı olamaz. “3.Kongre” “emekçileri” sosyalist devletin ittifak güçleri olmaktan çıkartıp önder gücü yapmıştır. Yani küçük mülk sahibi milyonlara “biz proletarya önderliğinde burjuvaziyi yıktık, ama buyurun devleti yönetmeye, sosyalizme önderlik etmeye ortak olun ve burjuvaziyi restore edin” demektedir. Lenin çok partililiği hiçbir yerde savunmadı. Fakat proletarya iktidarı aldıktan sonra Komünist Partinin disiplinin sağlamlaştırmasını daima vurguladı. Sosyalizmde sadece kansız değil, kanlı yöntemler olabileceğinin itina ile belirtti. “3.Kongre”nin halk kavramı içinde sanki sınıflar yokmuş gibi halkı aldatıyor. Sosyalist devlet düzeninde Komünist Parti’nin önderliğini bir kenara atıyor. Komünist Parti’nin tek yönetici parti olmasını proletarya ve halk kitleleri üzerinde parti diktatörlüğü olarak görüyor. Bu teorinin Marksizm’le ne ilgisi olabilir. Bir “3.Kongre”nin bir de Lenin’den aktardığımız proletarya diktatörlüğü anlayışı ve Komünist Parti’nin rolüne bakın, iki anlayışın birbirini tam zıttı olduğu görülecektir. “3.Kongre” tek parti olarak Komünist Partinin önderliğini olumsuz, zararlı görüyor ve şöyle niteliyor: “Aynı şekilde tek partili-sosyalist devlet anlayışlarında insanlığa proletaryaya ve emekçilere büyük zararlar vermiştir. Komünist ideolojinin kitleler içerisin de yanlış algılanmasında bu tür uygulanan pratikleri çok önemli rolleri olmuştur. Biz komünistler olarak ilk girişimlerimizin sefil yanlarıyla acımasız bir şekilde cebelleşeceğiz.” (“3. Kongre” belgelerinden.) Lenin sosyalizmde sınıfların varlığının devam ettiğini, milyonlarca küçük mülk sahibi sınıflarla mücadele etmek ve dönüştürmenin muazzam zor ve sancılı bir süreç getirdiğini belirtip Komünist Parti’nin demir disiplininden bahsetmektedir. “3.Kongre” ise Lenin’i reddediyor ve “tek partili sosyalist devlet anlayışlarında, insanlığa, proletaryaya ve emekçilere büyük zararlar vermiştir” gibi saçma görüşleri bayraklaştırıyor. Sosyalizm de işçi sınıfının tartışılmaz tek sınıf önderliğini somut, en ileri gücü, devrimci enerji ve iradesini temsil eden Komünist Parti’nin sosyalist devlet de hükümet görevini yerine getirmesine “3. Kongre” sosyalizm denemesini ilk sefil yanları olarak tanımlıyor. Sefil olan proletarya diktatörlüğü ve Komünist Partinin önderliği değildir. Sefil olan “3. Kongre”nin oportünist-revizyonist teorisyenleridir. Elbette demokrasi, özgürlük nutukları atıp, parti içi demokrasiyi yozlaştıran mülteci oportünistlerin masa başı tasarımlarından proleter demokrasiyi öğrenecek değiliz. Sosyalizm mücadelesinde Komün, Sovyet ve Çin devriminin muazzam deneyimlerinden öğreneceğiz. “3. Kongre” proletaryanın iktidar mücadelesinde dünyada yarattığı büyük devasa gelişmeleri görmezden geliyor ve inkar ediyor. Sosyalist devlette de tek parti ki bu işçi sınıfının diğer halk katmanlarıyla esas olarak işçi-köylü devrimci ittifak üzerine şekillenen demokrasinin önderi, yürütücüsü Komünist Partinin yönetimini “ İnsanlığa büyük zarar verdi” diyecek kadar sosyalizm tarihi ve biliminden uzaklaşmışlardır. Burjuvazinin beslediği kalemşorları gibi sosyalizm deneyimini gerici nitelemelerle tanımlamak komünistlerin işi olamaz. “3. Kongre” “Komünist Partinin –tek partininyönetimin- den dolayı” komünist ideolojinin kitleler içinde yanlış anlaşıldığını iddia ediyor. Komünist ideolojinin temel ilkeleri vardır, yanlış anlaşılabilecek bir öz içermez. 37 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü “3.Kongre”nin her şeye çözüm bulan masa başı “teorisyenleri” kendi kavrayışsızlıklarını genişletip kitlelerin “yanlış algılaması” na vardırıyorlar. Kendiniz Marksizm’i doğru kavrayamazsanız, kitlelere de doğru içeriği taşıyamazsınız. Ayrıca bu bir demagojidir. Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao proletarya diktatörlüğünü savundular ve içeriğini tanımladılar. Marks, Engels proletarya diktatörlüğünün ilk örneği olan Komüne tanıklık etmişlerdir. Lenin tarihte ilk kurulan sosyalist devletin önderidir. Stalin Rusya da sosyalizmin inşa edilmesinde Leninizmin en sadık uygulayıcısı oldu. Köylülüğün devrimdeki rolünü inkar eder Troçkist, Menşevik, Sosyal-Demokrat, oportünist-revizyonist akımlara rağmen yüzde 80’den fazla köylü olan Çin’de Mao işçi sınıfının önderliğinde işçi-köylü ittifakıyla sosyalizmin alt aşaması olan Demokratik Halk Devriminin kurulmasına önderlik etti. ( Maoist geçinen “3. Kongre” köylülüğü atlayarak işçi-köylü ittifakından köylüyü çıkardı; Troçkizm’i benimsedi. Soruyoruz “3.Kongre” ye İbrahim Kaypakkaya dahil partimiz 1972’den günümüze komünist ideolojiyi kimlerden öğrendi. Çin’de Demokratik Halk Devrimi’ne önderlik eden Çin Komünist Partisi; Rusya’da sosyalist devletin kurulmasına önderlik eden Leninist Rusya Komünist Partisi’nin tek parti ile yönetiminden dolayı nasıl ve hangi içerikle komünist ideolojiyi “yanlış” algıladık. Komünist ideoloji Komünist Parti aracılığıyla dışarıdan kitlelere taşınır. Eğer Çin Komünist Partisi, Rusya Komünist Partisi yada Mao, Lenin, Stalin’in proletarya diktatörlüğü anlayışında ki komünist parti önderliğinden dolayı “ İnsanlık büyük zarar gördü” –ki söylediğiniz apaçıktır- diyorsanız daha açık olmalıydınız. Lafı dolandırmayacaksınız. Bir taraftan Lenin’i överek, diğer taraftan Lenin’i tahrif etmeniz, derece savunduğunuzun göstergesi olmuştur. Uluslararası Komünist Hareket ve özelde ise partimiz geçmiş sosyalist devrimlere önderlik eden RKP ve ÇKP’den komünizm bilimi ve deneyimlerini öğrenmeye devam etti, edecektir. Bu anlamıyla komünizm ideolojisini “yanlış anlayan” kitleler, dünya işçi sınıfı değildir. Milyonlarca Rus, Çinli ve çeşitli uluslardan proletarya, emekçi halk kitleleri devrimci temelde Marksist ideolojiyi kavrayıp insanlık tarihinde büyük dev adımlar attılarsa komünizm ideolojisini doğru kavradıkları ve ona inandıkları içindir. Açık ve net olarak sosyalizm tarihi deneyimlerini ve komünizm ideolojisini “yanlış” kavrayan mülteci oportünistlerin kendisidir. Komünist Parti önderliği nihai olarak geleceği temsil eden tek devrimci sınıf olan proletaryanın önderliğine bağlıdır. Küçükburjuva sosyalist parti ve örgütler Komünist Partisiyle aynılaştırılamaz. Ne devrimden önce ne de devrimden sonra küçük mülk sahibi sınıflar ile proletaryanın niteliği aynı olamaz. Tarihte kapitalizme karşı küçük burjuvazinin önderlik edip iktidarı alabildiği ve sürdüre bildiği tek devrim yoktur. Ama devrimci işçi sınıfı 20.yy de devrimlere önderlik ederek dünyayı sarsmıştır, sarsmaya da devam edecektir. Bu anlamıyla sosyalist devlet düzeninde proletarya önderliğini başka sınıf ve partiyle paylaşmaz. Toplumsal özgürlük yolunda proletarya, köylüler, küçük işletme sahipleri, küçük mülk sahibi sınıfıyla ittifak kurar. Küçük burjuvaziyi temsil eden çeşitli partilerin sosyalizmde önderlik edebileceği sadece “3. Kongre” nin bir varsayımıdır. Zira 20.yy sosyalizm deneyimi “ çok partili” sistemi ortaya çıkarmamıştır. “3. Kongre” ise sosyalist devlet sisteminde Komünist Partinin zorunlu önderliğini “tek parti diktatörlüğü” olarak gördüğü için reddetmiştir 38 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü Bakın “3. Kongre” ne diyor: “Komünist partisiyle birlikte halk saflarındaki bütün diğer parti ve örgütlenmeler, tamamıyla özgür bir şekilde düşünme, örgütlenme, davranma ve ajitasyon- propaganda serbestliğinden istifade edeceklerdir. Komünist Partileri de dahil hiçbir partinin, hiçbir özel, kanuni ayrıcalığı olmayacaktır.” (3. Kongre Belgeleri) Neymiş Komünist Partinin diğer küçük burjuva partilerden bir farkı yokmuş.! Neymiş birden fazla Komünist Partisi varmış.! “Ayrıcalık” kabul edilemezmiş! Bu Menşevik kafa, bu sosyal-demokrat sağ sapma sosyalizmden mi bahsediyor? Hayır! Burjuva biçimsel genel oya dayanan parlamenter düzenin görünen o sahte, aldatıcı eşitlik düşüncesini tekrarlamaktadırlar. Şayet bütün küçük burjuva partiler Komünist Partisiyle eşit olacaksa, bunların fiili hareket ve amaçta “tamamen özgür” olacaklarsa, bunun adı kesinlikle sosyalizm olmayacaktır. Çünkü “3. Kongre” seçim yolu ile sosyalizme varılabileceğini iddia eden, yada proletarya diktatörlüğünü kabulü halinde mümkün gören Kautsky ve suç ortaklarının bilindik görüşlerini sosyalizmde olabileceğini gevelemesinden ibarettir. “3. Kongre” bu konuda atlama yada sıçrama yapmıştır. Sosyalizme parlamenter seçim yoluyla varılacağını söylemiyor ama sıçramayı tamda burada yapıyor ve sosyalizmde bilindik burjuva seçim düzenini uygulayacağını vaat ediyor. Böylece proletarya diktatörlüğünü bir çırpıda “ proletarya ve emekçilerin devleti” ne dönüştürüyor. Seçim yolu ile “ Komünist Partisi ile hiçbir ayrıcalığı olmayan” küçük- burjuva partiler sosyalist devleti yöneteceklermiş. Haliyle bu küçük burjuva partiler daha fazla oy alırsa,hangi biçim altında olursa olsun daha fazla temsiliyet elde ederlerse ve daima burjuvaziyi restore eden sınıf çıkarlarına uygun “ tamamen özgür” davranacaklardır. “3.Kongre”nin “ proletarya ve emekçiler devleti” de o zaman burjuva diktatörlüğü olur. Kafası karışmış ve alıklaşmış ultra özgürlükçüleri lafızda devrimi Komünist Parti önderliğinde yapacaklarına rağmen, sosyalizmde iktidarı seçim yolu ile burjuvaziye gönüllü devr edeceklerinin farkında bile değiller. Değerli okuyucuların içi rahat olsun Marksist proletarya diktatörlüğü bakış açısından sapan, sözde kabul edip pratikte içini boşaltan hiçbir “Komünist Parti” devrime önderlik edemez. 20.yy sosyalist devrimler tarihinde bir tek örneği de yoktur. Bu nedenle “3.Kongre”nin sayıklamalarının sosyalist devlet düşüncesi ile ilgisi yoktur. Komünist Manifesto’da Marks, Engels’in belirtikleri gibi komünistlerin ayrı partilerde örgütlenmelerine gerek–ihtiyaç yoktur. O halde sosyalizmde Komünist Parti dışında örgütlenmek isteyenlerin burjuva ideolojisi ve amacını güttükleri apaçıktır. Burjuva siyasal amaç ve tavrını benimseyen partilerin sosyalist devlet sisteminde yada Demokratik Halk Devriminde, Komünist Parti ile eşit düzeyde seçim yada temsiliyet oranlarına göre sosyalizme önderlik edebileceğinin ileri sürmek eğer komünizm bilimi ve tarihi deneyimleri hakkında kör cahillik değilse, Marksizm’e apaçık ihanettir. Mülteci revizyonizm açıktır ki Marksizme ihaneti seçmiştir. Bu proletarya diktatörlüğü ile burjuva diktatörlüğünü uzlaştırma teorisidir. Örnek verdiğimiz gibi bunu Menşevikler, sosyal devrimciler, sosyalist devrimden önce denemişti. Alman, Fransız, İtalyan,Hollanda, İngiliz revizyonistlerinin en belirgin özelliği seçim yolu ile genel oyla sosyalizme varıla bileceğini 39 2014 - KASIM - SAYI: 2 Devrimci Halkın Günlüğü papağan gibi bin bir türlü şekilde anlatmayı sürdürmeleri ve halkı kandırmalarıyla karakterize olmuştur. Bütün bu oportünist akımların devrimden önce yaptıklarını “3. Kongre”nin sosyalist devrime sıçratması burjuvaziden övgüyü hak eder. Proletarya kendi özgürlüğü için değil sınıf düşmanlarını bastırmak için sosyalist devlete ihtiyaç duyar. PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNDE MESELESİNDE ÖNDERLİK SORUNU Partimizin sosyalizmin alt basamağı olan Demokratik Halk Devrimi, komünizmin alt basamağı sosyalist devlet iktidarıyla somutlaşan proletarya diktatörlüğü –ki bunlar aynı zamanda proleter demokrasi biçimleridirsorununda Marksist bakış açısı açık ve nettir. Bu nitelik partimizin burjuvazi ve büyük toprak sahibi sınıfların yıkılması ve yerine işçi sınıfı önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayalı en geniş demokrasi olan proletarya diktatörlüğünün inşa edilmesinde ki netliktir. Kaypakkaya çizgisinin MLM ideolojiden aldığı devrim mayası proletarya diktatörlüğü anlayışında ki ilkesel netlik, netlikten sapmamayı emreder. Bizlerde buna uyduk, uyacağız. “3. Kongre” nin revizyonist anlayışını “Sosyalist Cumhuriyetler Birliği programı”ndan aktarmak yeterlidir, ama biz daha iyi anlaşılması için daha uzun –bir birinin tekrarı olsadaalıntılar yapacağız. Daha sonra meseleyi Marksizm bakış açısıyla irdelemeye devam edeceğiz. Burjuvazi ile proletarya uzlaşabilir mi? Hayır. Milyonlarca küçük işletme sahiplerini temsil edecek küçük- burjuva bir parti sosyalizmde Komünist Partisi ile ortak önderlik edebilir mi? Hayır! Fakat “3. Kongre” sosyalizmde küçük- burjuva sınıflarının önderliğinin kesin gerekli olduğunu belirtiyor. “3. Kongre” şöyle diyor: “ Komünist önderlik, özel bir hukuksal ayrıcalıkla kendisini zorla kabul ettirme meselesi değildir. Tamamıyla ikna temelinde komünist önderliğin benimsenmesi elbette önemlidir. Ama bu hiçbir şekilde zoru ve dayatmayı içermez. Halk kitleleri Komünist Parti dışında halk kategorisindeki herhangi bir parti ve örgütlenmeyi tercih edebilir, onu değiştirebilir, görevden alabilir, yada göreve getirebilir.” (3. Kongre Belgelerinden) Hukuk, demokrasi, özgürlük kavramlarını tekrarlamayı pek seviyorlar. Gerçekten komünist önderlik, Komünist Parti hakkında bu kadar burjuva, bu kadar yabancı konuşan bu zat-ı muhteremlerin komünizmden bir şey anlamadıkları apaçıktır. Sovyetlerde proletarya diktatörlüğü kuruluyorken Kautsky proletarya diktatörlüğünün kabulü halka sorulmalı demişti. Lenin bu ukalalara “seçim zamanı değil eylem zamanı” demişti. Çünkü gelecek seçimle değil iç savaşla belirleniyor. Komünist Partinin sosyalizmde hangi “hukuksal ayrıcalığı” olabilir?! Komünist Partinin önderlik görevini herhangi bir hukuksal haktan almadı. Komünist Partinin önderliği uzun yılları illegal-legal mücadele araçlarını kullanan, işçi sınıfının en değerli, özverili, cesaretli evlatlarını bünyesinde toplayan, proletaryanın önderliğine dayanarak devrimci amaç uğruna, kapitalizmin, feodalizmin sömürü altında inle- yen,baskı gören, ötelenen, açlığa mahkûm edilen halk tabakalarının çoğunluğunun güvenini savaş ve zorlu mücadele alanlarında kazanmaktan gelir. Şayet bu güven ve bütünleşme olmazsa ne devrimci savaşa ne de ayaklanmalara önderlik edebilir. “3. Kongre”nin dediği “ zorla kendini kabul ettirme” olmayacağı gibi “özel hukuksal ayrıcalığı” da yoktur. 40 Devrimci Halkın Günlüğü Halk kitlelerinin ezici çoğunluğunun güvenini kazanan ve devrime önderlik eden Komünist Partisinin sosyalizmde diğer bütün emekçi katmanlarla ittifak halinde ki proletaryaya rağmen önderlik edecek durumu yoktur, olmamıştır. “3. Kongre” sosyalizm tarihini parti diktatörlüğü olarak değerlendirdiği için demagoji kurgularını tekrarlayıp durması gerçeği ifade etmez. Mülteci revizyonizmin sosyalizmde Komünist Parti olmasa da olur. “ Halk kitleleri Komünist Parti dışında halk kategorisindeki herhangi bir parti seçebilir, onu değiştirebilir, görevden alabilir, yada göreve getirebilir.” Ne demektir bu? Sosyalist devlet düzeninde illede Komünist Partisi gerekli değildir? Küçük burjuva herhangi bir parti ve örgüt de sosyalist devleti yönetebilir ve komünizme doğru toplumu taşıyabilir. Anlaşılan “halk devleti” “zırvalığı” na sığınan bu revizyonistler halkın sınıflara ayrıldığını unutmuşlar. Küçük burjuvazi ve köylülüğün sınıf iktidarını sürdürebilecek sınıfsal nitelikten yoksun olduklarını analiz eden Marksizm bilimini de aşmışlardır. Sosyalizmde proletaryanın sınıf iktidarının yıkılması demek Komünist Partinin sonlanması demek; Tartışmasız olarak burjuvazinin diktatörlüğünün kurulması demektir. Çünkü kapitalizm döneminde ya burjuvazi yada proletaryanın sınıf iktidarı mümkündür. Ne köylülük, ne küçük-burjuvazi nede milli burjuvazi iktidar olamaz. Sosyalist düzende, yani Sovyet iktidarında halk tarafından istenmeyen yöneticilerin - görevlilerin görevlerinden alınması, yerine yeni seçilenlerin atanmasının olması olanaksız bir seviyeye sıçratmak ve Komünist Parti dışında küçük-burjuva partilerinin de seçilebileceğini ileri sürmek sosyalist düzeni 2014 - KASIM - SAYI: 2 yıkmakla eş anlamlıdır. Sovyetler ve on kadar Doğu Avrupa Demokratik Halk Cumhuriyetinde, Çin’de devrimler yenilgiye uğradı. Komünist Partilerin önderliğini de sonlandı. Fakat küçük işletme sahibi sınıfın temsilcisi herhangi küçük-burjuva bir parti bırakalım toplumsal özgürlük mücadelesine tutuşmayı bilakis burjuva diktatörlüğünün yıllardan beri restorasyonunu sağlayan sınıflar olduklarını gösterdiler. Sosyalizmde burjuvazi işçi sınıfı içinde değil, küçük mülk, küçük işletme sahibi sınıftan burjuva türüyor. “3. Kongre” sosyalizmde Enternasyonel Komünist Harekete seçim yolu ile demokrasi öneriyor. İyisi mi siz revizyonist pürüzsüz tasarımlarınızı, yada devrim sonrası tasarımlarınızı fazla dillendirmeyi bırakın “ halk devleti” nde “ bütün sınıfların önderliği” taslağınızı burjuva demokrasisinin parlamenter biçimsel eşitlik göstergesi olan seçim yolu ile denemeye koyulun. Proletarya sınıf önderliğini ve iktidarını sosyalizmde hiçbir sınıfla paylaşmaz. Sosyalizmde Komünist Partinin yönetimini şimdiye kadar burjuvazi ve bunların her kılıfa girmeyi başaran Marksist maskeli sözcüleri Komünist Partinin sosyalizmde ki yönetimini “ halka zorla benimsetme” gerici nitelemesini yapmışlardır. Karşıt propagandaya ara vermemişlerdir. “3. Kongre” teoriside bu karşı propaganda çerçevesine uygun düşmektedir. Mülteci revizyonistlerin dediği gibi sosyalizm de eğer hiçbir şekilde zor kullanılmayacaksa o zaman devlete ne gerek vardır. Oysa sosyalizmde sınıflar vardır. Emperyalizmin vahşi bir hayvan gibi sosyalist devleti yıkmaya uğraştığı,sosyalist ülkede kapitalizmin restorasyonunu hergün inşa eden milyonlarca küçük mülk sahibi sınıfın olduğu toplumsal geçiş 41 Devrimci Halkın Günlüğü sürecinde zorun tamamıyla devre dışı kaldığını söyleyenler halka yalan söylemektedirler. “3.Kongre” halkı ve partimizi aldatmak için her şeyi yapmıştır. Proleter demokrasinin “çok partili sistemiyle” elde edebileceğini sanan “3.Kongre” sosyalizm de devlet ve Komünist Parti sorununa dair komünizm biliminde izi olmayan değerlendirmeler yapıyor. “3.Kongre”nin söylediklerinden devam edelim. “Sosyalizm de nesnel çalışmaların tarihsel bir zorunluluğu olarak parti ve devlete olan ihtiyacı nasıl ele alacağız (…) ana mesele budur. Eğer hizmet edeceksek devleti kitleler adına partinin tekeline vermeye kesin kes karşı çıkmalıyız. (…) Ne yazık ki yaşanan sosyalizm gerçekliklerinde kitleler adına partinin rolü sadece abartılmış, parti tekeli, parti iktidarı gibi uygulamalar (…) söz konusu olmuştur. Ve en değme Komünist Partiler bu yanlış çizgi itibarıyla karşıtlarına dönüşmüşler, yeni burjuva karargâhlar haline gelmişlerdir.”(3. Kongre Belgelerinden) Komünist Parti sosyalizmde bir parti tekeli olarak değerlendirilemez. Parti sadece bir araçtır. Proleter sınıfın ve halk kitlelerinin üstünde bir güç değildir; olamaz. “3. Kongre” bütün ideolojik, siyasi, politik değerlendirmesini egemen sınıf olarak proletaryanın ve onun öncü gücü olan Komünist Partinin önderliğini kaldırılması üzerine kurmuştur. Bu revizyonistlere göre bütün kötülüklerin kaynağı sosyalizmde tek parti olan Komünist Partinin devletin dümenine geçmesi, yönetmesidir. Bunun çözümü ise hem devrimci işçi sınıfının iktidarı ve önderliğini hemde proleter sınıf diktatörlüğünün yürütücüsü olan Komünist Partinin “tekel”inin (!) kaldırılmasında bulmuşlar. Peki bu küçük-mülk sahiplerinin demokrasisini yükselten burjuva kafalar 2014 - KASIM - SAYI: 2 proletaryanın ve Komünist Partinin yerine ne koyuyorlar?. Tabi ki işçi sınıfının yerine küçük-burjuvaziyi –(“3. Kongre” nin “emekçileri” başka bir anlama gelmez) Komünist Partinin yerinede küçük burjuva¬- partiyi koymaktadır. Özet olarak “3. Kongre” sosyalizmde proletaryanın önderliğini ve Komünist Partinin belirleyici rolünü reddetmiştir. Yığınla çarpıtmalarını, oportünist teorilerini götürüp Marks’a bağlıyorlar. Yani Avrupa’nın o meşhur 2. Enternasyonalci parti ve liderleri gibi bütün burjuva gerici nitelemelerin kaynağını götürüp Marks’a dayandırarak ne kadar doğru tespitlerde bulunduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. “3. Kongre” sosyalizm deneyimlerini, proletarya diktatörlüğü anlayışını çarpıttığı her tespitten sonra “ Lenin, Marks’da böyle dedi.” “Komün, Sovyetler, Şanghay komününde de bunlar vardı” deyip tahrifatını gizlemeyi amaçlıyor. Yukarıdaki saçmalık ve çarpıtmayı bakın Marks’a nasıl bağlıyorlar. “Marks’ın işaret ettiği gibi ana mesele, devrimci savaşla örgütlenmiş egemen güç olarak proletarya ve emekçilerin iktidarı fetih etmesidir. Bu ana fikirde proletarya ve emekçiler adına bir önderliğin, bir partinin iktidar tekeli baştan itibaren reddedilmiştir.” (3.Kongre Belgelerinden) Yani Marks proletarya diktatörlüğünde Komünist Parti öncülüğünü, tek sınıf olarak proletaryanın egemen güç olduğunu reddetmiştir diyorlar. Birincisi bu Marks’a atfedilen kuyruklu bir yalandır. Marks burjuva kafalar gibi Komünist Partisine ne ayrıcalık, ne de bir tekel benzetmesinde bulunur. . Elbette Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun Komünist partinin sosyalizmdeki rolü, önderliği konusunda ki görüşleri tamamen bir ve aynıdır. Komünizm biliminin ve devrimci proletaryanın büyük önderlerinin her hangi bir satırında, söyleminde proletarya diktatörlüğünde tartışmasız 42 Devrimci Halkın Günlüğü olarak işçi sınıfının egemen sınıf olarak iktidarını ve öncü gücü olan Komünist Partinin önderliğini reddettiklerine rastlayamazsınız. Aksine burjuvazi ile proletaryanın iktidar mücadelesini uzlaştırmaya çalışan sosyal şoven, reformist, oportünist akımlara karşı amansız mücadele etmişlerdir. “3. Kongre” Sovyet ve Çin devrimlerini içine alan sosyalizm deneyimlerini “parti diktatörlüğü” olarak vurgulayıp duruyor. Marksizmde yeri olmayan anlayışları sanki Marksistler savunmuş gibi sunuyor. 2014 - KASIM - SAYI: 2 Anladık “3. Kongre” sosyalizmde egemen güç olarak proletaryayı ve onun en ileri örgütlü önder gücü olan Komünist Partinin önderliğini reddediyor. Bu revizyonist çürük anlayışını Marks’a dayandırmaktadır. Unutmayalım bütün Marksist ustaların yaşadığı dönemlerde de proleter sınıf dışında da –günümüzden çok daha fazla emekçi katmanlar vardı. Ama komünizm biliminin, sosyalist devrimin önderleri hiçbir yerde asla proletarya diktatörlüğü yerine “ proletarya ve emekçilerin yeni devleti” ni koymadılar. Marksizmin hiçbir eserinde ve hiçbir sosyalist devrimde hiçbir komünist önder –ama gerçekten komünist önder- “3. Kongre”nin dediği “devleti kitleler adına partinin tekeline verelim” şeklinde anlayışı yoktur. Bakın Marks kendi devlet öğretisinin muazzam özünün nasıl ifade ediyor: Peşpeşe aktardığımız alıntıların bütününde anlaşıldığı gibi “3. Kongre” çarpık görüşünü Marks’a mal ederek noktalıyor. Elbette çarpıtıyor. Gerçekten Marks egemen güç olarak proletaryanın iktidarı fethetmesine mi işaret etmiş yoksa “3. Kongre” nin apaçık çarpıttığı şekliyle Marks “egemen sınıf olarak proletarya ve emekçilerin iktidarı feth etmesi” ne mi işaret etmiş?! “ Bana gelince ne modern toplum da sınıfların varlığı, ne de aralarındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait değildir (…) Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların varlığının sadece üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarına bağlı olduğunu 2) Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü 3) Bu diktatörlüğün, bizzat sadece tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişi oluşturduğunu kanıtlamaktı.” ( Marks-Engels Seçme Yazışmalar Syf:75 Sol Yayınları) “3. Kongre”nin dediği gibi “ proletarya ve emekçiler adına bir önderliğin, bir partinin iktidar tekeli baştan beri reddedilmiştir” (“3. Kongre” Belgelerinden) gibi anlayışlar Marks, Engels’in dünya görüşünde nasıl ele alınmıştır.? Birincisi: “ 3. Kongre” emekçileri proleter sınıfına eşitliyor ve çarpık fikirlerini Marks’a mal ediyor.İkincisi: Proletaryanın egemen güç egemen sınıf ve önderliğinin Komünist Parti olması zorunluluğunu açıkça savunan Marks çarpıtılarak Komünist Parti önderliğini “tekel” olarak tanımlayarak adeta Marksistlerin aklıyla alay ediyor. Marks 5 Mart 1852’ de Weydemeyer’e yazdığı mektupta şunları yazmıştır: Peki bu özlü devlet öğretisinde, Marks’ın proletarya diktatörlüğü teorisin de egemen güç yada egemen sınıf hangisiydi? Hangi sınıfın önderliğinde bütün sınıfların ortadan kaldırılması görevi yerine getirilebilinirdi? Marks proletarya diktatörlüğüne “bütün emekçilerin önderlik” edebileceğini mi yoksa proletaryanın yalnızca buna yetenekli olan tek sınıf olan proletaryanın mı yalnızca önderlik edebileceğini mi söylemişti?! 43 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Marks burjuva düşüncelerle ile kendi düşüncesi arasındaki temel farkı çizerken belirttiği proletarya diktatörlüğü teorisini “3. Kongre” bir çırpıda çarptırabileceğini sanıyor. Bu öğretiyi açıktan reddettikten sonra herhangi bir “ Komünist Parti”nin diğer teorik seviyesi ve çizgisini tartışmaya gerek bile kalmaz. Çünkü Marks’ın kendisinin de belirttiği gibi proletarya diktatörlüğü Marksizm biliminin esas yönlerinden birini oluşturmaktadır. koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde yeni, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve üretim güçlerinin miktarını mümkün oldukça çabuk kullanmak için kullanacaktır. ( Komünist Parti Manifestosu- Aktaran Lenin Seçme Eserler Cilt : 7 Syf: 34 Lenin tamda bu gerçeği derinden kavradığı için “Sadece sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar genişleten kişi Marksist’tir. Marksist’in sıradan küçük ( ve de büyük) burjuvan en derin farkı bundan ibarettir.” ( Lenin Seçme Eserler Cilt:7 Syf: 44 İnter Yayınları) Ne diyorlar: Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya devlet gücünün de egemeni oluyor. “3. Kongre” ise Marks’ın “egemen güç olarak proletarya ve emekçilerin feth etmesi” ne işaret ettiğini belirtiyor. tabi ki “3.Kongre” ise Marks’ı çarpıtıyor. Marks, Engels burjuvazinin elinden iktidarı alabilecek tek sınıfın proletarya olduğunu, ve egemen olarak örgütlenerek bütün emekçi katmanlara önderlik ederek, birlik sağlayacak sınıf olduğunu analiz etmişlerdir. Her eserinde egemen güç olarak işçi sınıfı iktidarını proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamışlardır. Proletarya diktatörlüğü ancak işçi sınıfının hakim güç olması ve önderlik etmesiyle mümkündür. Sosyalist devrim öğretisini çarpıtıp yerine “proletarya ve emekçiler diktatörlüğü” konamaz. Devam edelim, Marks sosyalizmde egemen güç olarak hangi sınıfın önderliğini görüyor? Marks ve Engels tarafından 1847’de kaleme alınan “Komünist Manifesto” da devlet sorununa açıklık getiriyor. “ Proletaryanın gelişiminin en genel aşamalarını belirtirken (…) burjuvazinin şiddet yolu ile yıkılarak proletaryanın egemenliğini kurduğu noktaya kadar izledik. İşçi devriminin de ilk adımın proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek, demokrasiyi elde etmek olduğunu yukarıda gördük. Proletarya politik egemenliğini burjuvazinin elinden tüm sermayeyi ardı ardına Marks ve Engels’in proletarya diktatörlüğü anlayışı açık değil mi? Şimdi Marksist devlet öğretisini açıkça çarpıtan “3.Kongre” sosyalizm de egemen güç olarak proleter sınıf önderliğini reddettiği için emekçileri ( küçük- burjuvazi, küçük mülk sahipleri, köylüler) egemen güç olarak, yani önderlik edebilecek sınıf olarak tanımlamış ve bu sahtekârlığını da Marksa mal etmiştir. Her şeyi savuna bilirsiniz ama sınıfları kalıcılaştıran, burjuvaziyi restore eden “halk devleti” anlayışınızı Marksizm’e dayandıramazsınız. Diğer konuya gelince “ Marksın işaret ettiği gibi (…) proletarya ve emekçiler adına bir önderliğin, bir partinin iktidar tekeli baştan beri reddedilmiştir” (“3.Kongre Belgelerinden) İlk önce; neden Marksizm ilkelerini neden Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun savunduğu gibi savunmuyorlar da kendi 44 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 örgütlü gücü Komünist Partisine ise şan olsun diye önderlik bağışlamış. Bu nedenle de burjuva düşünceler “ 3. Kongre” nin ayaklarını yerden kesmiştir. Proletaryanın “ ayrıcalığını” Komünist Partinin “ayrıcalığı” nı elinden almış, önderlik rolü ve sınıfsal niteliğini küçük burjuva, köylülükle genel anlamda halk kitleleriyle “eşitlemiş”, paylaştırmıştır. Oysa özel mülk dünyasının lanetli niteliklerini taşıyan sınıflar kurtuluşa önderlik edemezler. Çünkü kendileri zaten birer engeldirler. Proletarya egemen sınıf olarak halk kitlelerine önderlik edebileceği oranda demokrasinin zaferi mümkündür. revizyonist görüşlerinin Marksizm’e mal ediyorlar. “3.Kongre” 1) Sosyalizmde bir sınıfın, yani işçi sınıfının iktidarını proletarya diktatörlüğünü; 2) proletarya diktatörlüğünün egemen gücü olan işçi sınıfının en ileri örgütlü öncüsü Komünist Partinin -tek partinin- önderliğini reddetmesi 3) yerine bütün sınıfların egemen güç olduğu; Komünist Partinin yerine diğer sınıfların küçük-burjuva partilerinin de önderlik edebileceği “halk devleti” (proletarya ve emekçilerin yeni devleti) ni koyuyor. Marks, Engels 1847’de “Komünist Manifesto” da işçi sınıfının devrimci niteliğini, genel çerçevesini ve gelişimini özetleyerek şu tanımı yapar: İşte bu nedenle ta başta Marks da bir sınıfın iktidarını, egemen güç olan proletaryanın örgütlü ileri müfrezesi olan Komünist Partinin önderliğini reddetmiştir demektedirler. “ Bu gün burjuvazi ile karşı karşıya duran bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve sonunda yok olurlar; proletarya ise onun özel ve temel ürünüdür.” ( Komünist Manifesto ve Komünizm İlkeleri Marks – Engels Syf: 128 ) Kuşkusuz Marks ve genel olarak Marksizm sosyalizmde Komünist Partinin zorunlu ve paylaşılamaz önderliğini “3. Kongre” gibi “parti tekeli” yada “parti iktidarı” olarak tanımlamadılar. Bundan sonrada tanımlamayacaklardır. Marks’ın egemen güç olarak tanımladığı proletarya ancak komünizme geçiş süreci olan sosyalizme önderlik edebilir. Yok olmak zorunda olan sınıflar insanlığın en ileri geleceğine önderlik edemezler.Bu nedenle Marks devrimci işçi sınıfını egemen güç olarak proletarya diktatörlüğündeki rolünü vurgular. “3. Kongre” komünizm biliminde ve devrim tarihinde sanki “parti diktatörlüğü” yada işçi sınıfına zor kullanan “ Komünist Partinin iktidar tekeli” savunulmuş gibi yansıtmaktadır. Bu katıksız düzeysiz bir çarpıtmadır. Marks sosyalizmde Komünist Partinin önderliğini reddet mi etmişti? Hayır. Marksizmin proletarya diktatörlüğü öğretisinin en sadık uygulayıcısı Lenin sosyalizmde Komünist Partinin tartışılmaz önderliğini “başından beri ret mi etmişti?” Hayır! O halde Marksizm maskesi altında utanç verici lafazanlık niye? “ 3.Kongre” proletaryanın sınıf niteliğini kavramadığı için sanıyor ki Marksizm işçi sınıfına masa başında egemenlik, proletaryanın “ Kapitalist ve komünist toplum arasında birinin diğerine devrimci dönüşümü dönemi yatar. Bu döneme birde politik geçiş dönemi tekabül eder ki onun devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” ( Gothe ve Erfurt Program Eleştirisi Marks) 45 Tamda bu devrimci niteliğinden dolayı Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 ne bütün emekçi halk kitlelerinin devrime hazırlanması sürecinde, nede sosyalizmde proleter sınıfı ve öncüsü olan Komünist Partinin önderliği hiçbir sınıf ve partiyle paylaşılamaz. Sosyalizmde Komünist Partinin paylaşılamaz önderliğine gerici nitelemeler yapan burjuva kafalar ancak “parti diktatörlüğü” diye bilir. sonuna kadar devrimci olan sınıfın en ileri örgütlü gücü olan Komünist Partinin önderliği de kendiliğinden önemsizleşir. Çünkü sınıf ve parti birbirinden kopartılamaz. Fakat “3. Kongre” için bu Marksist ilkelerin hiçbir önemi yoktur. Ona göre parti sınıftan kopuk “diktatörlük tekelidir”. Emekçilerin egemen, sömürücü sınıfların kalan direncini bastırması için devlete ihtiyacı vardır. Ama bu devlet ancak hakim güç olarak proletaryanın önderliğinde olursa bu mümkündür. “3. Kongre” nin söylediklerine bakmaya devam edelim: Sosyalizmde önderlik edebilecek sınıf proletarya ve partinin (Komünist Partinin) önemini ve zorunluluğunu kavaraya bilmek için işçi sınıfının devrimci sınıfsal niteliğinin bilince çıkartmak şarttır. “3.Kongre” sosyalizmde, yani proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının tartışılmaz önderliğini halk kitleleriyle bölüştürse de bu mümkün değildir. “3. Kongre” proletarya önderliğinde işçi-köylü ittifakını anlamamıştır. Marksizm bilimi açısından geride kalmış bu tartışmaları yeniden yapma ihtiyacı sadece ve sadece Partimizin çizgisinden sağa sapan “3. Kongre” nin sol lafazanlıkla bayraklaştırdığı oportünist - revizyonist anlayışların Marksizm’e katkı olarak sunması nedeniyledir. Proleter sınıf dışında bütün emekçi katmanlar içinde hiçbir sınıfın neden devrime önderlik edemeyeceğini daha iyi anlamak için Marks- Engels’ten sonra Lenin’e de başvuralım. Neden konuyu uzatıyoruz, çünkü proleter sınıf bakış açısından sapan her eğilim Marksist proletarya diktatörlüğü teorisini çarpıtmıştır; içini boşaltmaya kalkışmıştır. “3. Kongre” devrimci kavrayış açısından sağa sapmıştır. Sosyalizmde proleter sınıfın niteliği bir kenara atılınca, modern toplumda “ Ne yazık ki bazıları dünün bazı hatalarından kopamamaktadırlar. Bir dönemin hiçte teorileştirilmemesi gereken, hatta hatalar ifade eden ‘proletarya devleti parti tarafından yürütülür ve proletarya partisi proletarya devletinde başkalarının varlığına müsaade etmeyecek yegane güçtür.’ anlayışını savunmaktadırlar. 1. ve 2. Kongremiz bu problemleri doğru olarak eleştirdi. Bu fikir daha ileriye götürülmelidir.” Marksizm’e göre proleter devletin dümeninde Komünist Partisi vardır. Komünist Partinin temsilciliği proletaryanın sınıf egemenliğine dayanır. Ve yine Marksizm’e göre sosyalist devlet de egemen örgütlü güç olarak proletarya önderliğini ve iktidarını, Komünist Partide genel olarak proletarya ve emekçi halka devlet dümenindeki hükümet etme önderliğini herhangi bir partiye bırakmaz, paylaşmaz. Bunu anlamayan proletarya diktatörlüğü devlet öğretisinden hiçbir şey anlamadığı gibi Sovyet Sosyalist İktidarı ve Çin Demokratik Halk Devrimi deneyiminden de hiçbir şey anlamamıştır. “3. Kongre” ve genel olarak oportünist akımlar ne Marksizm’i nede devrimler tarihini devrimci temelde değerlendiremez. Fakat “3. Kongre” burada bir çarpıtmaya gidiyor. Sosyalist devletin dümeninde proleter sınıfının önder gücü olarak Komünist 46 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Partinin olduğu doğrudur. Ama “3. Kongre” nin “ ‘proletarya partisi, proleter devletinde başkalarının varlığına müsaade etmeyecek yegâne güçtür’ anlayışını savunmaktadırlar.” belirlemesi düpedüz safsatadır. “Burjuvazinin egemenliğini devirmek sadece, ekonomik varlık koşulları onu bu devirişe hazırlayan, ona bunu gerçekleştirme olanak ve gücü veren özel bir sınıf olarak proletarya tarafından mümkündür. Burjuvazi köylülüğü ve tüm küçük burjuva katmanları parçalayıp un ufak ederken, proletaryayı bir araya getirir. Birleştirir ve örgütler. Yalnızca proletarya –büyük üretimdeki ekonomik rolü sonucu – gerçi burjuvazi tarafından çoğu kez proleterlerden daha az değil, bilakis daha çok sömürülen, köleleştirilen ve ezilen, fakat kurtuluşları uğruna bağımsız mücadele yeteneğine sahip olmayan tüm emekçi ve sömürülen kitle- lerin önderi olma yeteneğine sahiptir.” Proletarya partisi diğer ifadesiyle Komünist Parti sosyalist devlette nasıl “ başkalarının varlığına müsaade etmeyebilir? ” Eğer böyle olsadı, Komünist Partinin birkaç milyonu geçmeyen üyesi dışında bütün Rus, Çin halkını yok etmeleri gerekirdi. Bu saçmalık değimlidir? “3. Kongre” çok “partili sistemi”, “halk devleti” anlayışının doğruluğunu kanıtlamak için inanılmaz çarpıtmalara başvuruyor. Eğer sosyalist devlet düzeninde, Komünist Parti önderliğini herhangi bir partiyle; proletarya ise tek sınıf iktidarını başka herhangi bir sınıfla paylaşmayacak deseydi bu son derece doğru olurdu. Çünkü o zaman proletarya diktatörlüğünün sınıf niteliği ve işleyişini tanımlamış olurdu. Fakat “3. Kongre” “ Komünist Partinin başkalarının varlığına müsaade etmeyecek yegâne güç anlayışını savunmaktadırlar” diyerek komünizm mücadelesinde asla teorik ve pratik yeri olmayan bir şey söylemektedirler. “3. Kongre”nin çarpıtarak savunduğu teori komünizm mücadelesinin teori ve pratiğinde yoktur. Ama biz proletarya diktatörlüğü ve komünizm bilimi, sınıf mücadelesi tarihinde var olana başvuralım. Devrimci işçi sınıfının niteliğini ekonomik temeliyle açıklayan ve önderliğini açık ve mükemmel vurgulayan Lenin proleter olmayan sınıfların neden önderlik etme yeteneğinden yoksun olduklarını açıklayarak şöyle devam ediyor: “ Marks’ın sosyalist devrim sorununa uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisi zorunlu olarak, proletaryanın politik egemenliğinin, onun diktatörlüğünün, yani hiç kimseyle paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına götürür. Burjuvazinin devrilmesi ancak, burjuvazinin kaçınılmaz çılgınca direnişini bastırma ve ekonominin yeniden düzenlenmesi için tüm emekçi ve sömürülen sınıfları örgütlenme yeteneğine sahip proletaryanın egemen sınıfa dönüşmesiyle gerçekleştirilebilinir.” ( Lenin Seçme Eserler Cilt: 7 Syf: 37 İnter Yayınları) Ayrıca “3. Kongre” Partimizin 1. ve 2. Kongrelerine bağlı kalmamıştır. Partimizin devrimci çizgisine, komünist ideolojisine sırtını dönmüştür. Çünkü 1. ve 2. Kongre partimizin Marksist proletarya diktatörlüğü ilkesini tavizsiz savunmuştur.“3.Kongre”nin “halk devleti” diğer ifadeyle “ proletarya ve emekçilerin yeni devleti” demagojileri 1. ve 2. Kongrede yoktur. Ne demişti “3. Kongre”: “ sosyalist iktidar proletarya eksenli olsada kesinlikle tek bir sınıfın iktidarı değildir.” ( “3. Kongre” Belgelerinden) Demek ki hiç kimseyle paylaşılmayan, Bakalım Marks’ın “devlet, yani egemen sınıf olarak proletarya” teorisini Lenin nasıl geliştirmiştir. 47 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 paylaşılmayacak olan proletaryanın diktatörlüğü; diğer ifadeyle devlet iktidarı ve önderliğidir. Ancak böyle olursa tüm emekçi sınıflara önderlik etmek mümkündür. ve onun öncüsü Komünist Partinin önderliğini yadsımıştır. Ama bu çarpıtma ve demagojiyle yetinmiyorlar. Mutlaka Komün’ü ve Sovyetleri de kendilerine örnek göstermeleri gerekiyor. Söze gerek var mıdır. Lenin’in anlayışı proletarya diktatörlüğü teorisiyle, “3. Kongre”nin çok partili, çok önderlikli, çok sınıflı iktidar, çok sınıflı önderlik “teorisi” nin ifadesini bulduğu “proletarya ve emekçilerin yeni devleti” ile bir ilgisi var mı?! Yoktur. Marksizm’i çarpıtma dışında bir ilgisi yoktur. Bütün oportünistler gibi “3. Kongre”nin revizyonistleri de kendilerini Marksist-Leninist-Maoist göstermeden Marksizm’i çarpıtamıyorlar. Sosyalizmde Komünist Partinin “insanlığa verdiği zararları” (!) anlatmak için çırpınan “Komünist kılıklı” burjuva şarlatanlarının Marksizm- Leninizm- Maoizm ideolojisini benimseyen İbrahim Kaypakkaya çizgisiyle de ilgileri yoktur. “3. Kongre” “yeni nitel” katkılarını (!) bakın neye bağlıyor: “Sonuçta kitleler adına parti mülkiyetine çıkılmıştır. Ve bu, partinin ve önderliğin halka yabancılaşmasında son derece önemli bir diğer husustur. Lenin’in dersi önemlidir. Bunu Paris komünü tecrübesi ve Ekim devrimi derslerinden çıkartmıştır.” (“3.Kongre” Belgelerinden ) “3. Kongre” nin yolu burjuvaziye Lenin’in yolu ise komünizme gider. Sınıflar var oldukça örgütlü her toplumda sınıflar kendi iktidar amaçları doğrultusunda partiler aracılığıyla örgütlenirler. İşçi sınıfının sosyalizm amacı sadece kendisinin değil bütün toplumun kurtuluşunu içerir. Nihai olarak tek devrimci sınıf olan proletaryanın siyasi amacını Komünist Parti dışında hiçbir parti sürdüremez. Kapitalizmde iktidarı burjuvaziden işçi sınıfı dışında alabilecek herhangi bir sınıf yoktur. Nüfusun yüzde 80’inden fazla köylü olan bir toplumda Komünist Parti aracılığıyla işçi sınıfının siyasi amaçlarını kuşanmayan hiçbir parti sosyalizm yürüyüşünde devrime önderlik edemez ve başaramaz. Bu anlamıyla proletarya sosyalizmde tek egemen sınıftır. Onun egemenliği emeğin özgürleştiği, sömürünün olmadığı, eşitliğin olduğu bir niteliği taşımasına dayanır. Sosyalizmden önce ve sosyalizmde de devrimci işçi sınıfı Komünist Parti aracılığıyla sınıf iktidarını devletsizliğe varmak için kuracaktır. Varsın “3. Kongre”nin burjuva kafaları buna “tek sınıfın – proletaryanın- tekeli”, “Komünist Partinin tekeli” deyip lanetlesinler oportünistlerin lanetine maruz kalmak komünistler için işçi sınıfının ve devrimci halk kitlelerinin sosyalizm davasına bağlı olmalarının göstergesidir. “3.Kongre” ye göre Marks’ta tek sınıfın Demek ki “3.Kongre” Lenin’in derslerini önemsiyor. Yani Lenin’e rağmen Sovyetler de “Komünist Parti tekeli” kuruldu. Bunlara göre Lenin’de sosyalizmde Komünist Partinin önderliğine ve proleter sınıfın önderliğine karşıydı. O halde meseleyi gerçekten anlamak için komünist Marksist utsalların proletarya diktatörlüğü anlayışlarını bizzat kendi ifadelerinden ortaya koyalım. Böylece “3.Kongre”nin revizyonist “proletaryanın ve emekçilerin yeni devleti” anlayışının Marksist proletarya diktatörlüğü sorunu, sosyalist devlet düzeninde Komünist Partinin yada egemen sınıf olarak proletaryanın toplumda halk katmanları ile oluşturduğu ittifak sorununda ki anlayışı ile nasıl çeliştiğini daha iyi kavrayalım.”3.Kongre”nin ne Komün’e, nede Sovyetlerin, nede Leninizm’in derslerinden çıkardığı devrimci bir sonuç yoktur. Devam Edecektir… 48 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 “3.KONGRE”NİN SOSYALİZM ANLAYIŞINDAKİ SAĞ SAPMASI ÜZERİNE tarihini masaya yatıran burjuva kafalara izin vermeyeceğiz. Ancak ve ancak sosyalizm deneyiminden öğrenebildikçe partimizi ve proletarya diktatörlüğünü hazırlayabiliriz. 1.BÖLÜM “3.Kongre”nin Sosyalizm değerlendirmesinde sosyalist tarihin “kötülükleri” bakış açısından devrimci proletaryanın en büyük dev adımları olan ve 20.yüzyılın bütün sınıf çatışmasının önemli olayları emperyalizm ve sosyalizm arasındaki savaşımla belirlendiği tarihi ‘‘birey-parti, tek sınıfın diktatörlüğü’’nün ‘’insanlığa verdiği büyük zararlar’’anlayışın temeline oturtarak açıklamaya çalışması “3.Kongre”nin ne derece Kautsky vari “saf” burjuva demokratizmine savrulduğunun göstergesi olmuştur. Kan ve vahşet saçan her türlü insanlık dışı yol ve yöntemle sömürüyü sürdüren, burjuva diktatörlüğünün en barbar faşist yüzüyle dünya ulus ve halklarını kan deryasına boğan emperyalizm duruyorken burjuvazi daima ve ara vermeden sosyalizmin ‘’kötülükleri’’ni anlatır. Böylesine güçlü, öylesine sistemli bir propagandadır ki bu devrimci işçi sınıfı hareketi içinde bile yankısını bulur. Oportünizm burjuva ağzıyla konuşmayı fark etmeksizin proleter demokrasiyi masaya yatırır. Onu dar görür kendince daima pürüzsüz bir demokrasi, sınıf çatışmasının şiddetli sürdüğü toplumsal koşullarda hiçbir baskı, hiçbir engellemenin olmadığı bir sistem projesi çizer. Proleter demokrasiyi dar bulan Kautsky ve suç ortakları bu ‘’demokrasinin’’ savunuculuğunu yapıyorlardı. Ama Karl ve Roza’nın katili oldular. Sosyalizm tarihinin ‘’kötülükleri’’ni yüzeysel burjuva yaklaşımla tekrar ederek Komünizm mücadelesi verilemeyeceğini anlamayan ‘’3.Kongre’’ sadece emperyalist dünya burjuvazisi ve onların her parçadaki işbirlikçi hâkim sınıflarına yardım etmiş olduğunu kavrayamıyor. Elbette hatalar vardır. Elbette tarihi dersler çıkarılması gereken eksiklikler vardır. Ama Sovyet iktidarına yüzyıllar boyu süren bir sosyalist devlet deneyimi devredilmedi. İşçi sınıfının önderliğinde işçi-köylü temel ittifakıyla emperyalist kuşatma altında sosyalizmi inşa ettiler. Onların hatalarını onurla yâd edeceğiz. -Komünizm uğruna ortaya çıkan hatalar aynı zamanda devrimci enternasyonal- proletaryanın büyük deneyimini oluşturur. Asla ne Sovyet iktidarını ne de Çin Demokratik Halk Devrimi’nin hata ve eksikliklerini sosyalizm Şimdi ‘’3.Kongre’’ henüz sosyalizm inşa edilirken Marksizm hainlerinin dile getirdikleri, ‘’pürüzsüz, saf, engelsiz demokrasi’’ anlayışlarını sosyalist devletlerin yıkılmasından sonra sosyalist tarihin ‘’kötülükleri’’ bakış açısından sıralayıp duruyor. ‘ ’3.Kongre’’ halen sıkı Mao’cu görünüyor ama bu görüntüde Maoculuktur. Çünkü Mao yaşadığı dönemde Sovyetler Birliği Komünist Partisi revizyonist çizgiye evirilmişti.Mao’nun Lenin’in ve Stalin’in sosyalizmin 49 Devrimci Halkın Günlüğü inşa edilmesi sorununa ‘’3.Kongre’’nin ‘’Sosyalizm tarihinin kötülükleri’’ düşüncesinden asla bakmaz, aksine Mao bütün gücüyle SBKP ’ne hakim olan revizyonist çizgiye karşı Lenin ve Stalin’in Marksist anlayışını savunur. Sovyetlerin tarihini bir çırpıda mahkûm edenler 1956 ‘da SBKP önderliğini ele geçiren revizyonistlerdir. Onlar Sovyet tarihini ‘’parti-birey diktatörlüğü’’ olarak ilan etmişlerdi. Bununla birlikte proletarya diktatörlüğünü reddedip –‘’3.Kongre’’nin bugün yaptığı gibi - yerine ‘’tüm halkın devleti’’ ni koymuşlardı. Böylece ‘’diktatörlük’’ten kurtulduklarını propaganda etmişlerdi. Ama ne oldu? Onlar gerçekte burjuva diktatörlüğünü inşa ettiler. “3.Kongre”nin tarihten çıkardığı bir ders yoktur. Revizyonistlerin çizgisine savruldun mu, ancak kötü ünlü saçmalıklarını devralırsın. “3.Kongre” görüntüde Maoculuğunu sürdürdüğü için ‘’sosyalizmin kötülüklerini’’ Sovyet iktidarlarında buluyor. Akıl yürüten herkes açıklıkla görecektir ki ‘’3.Kongre’’ Lenin’e övgüler dizerek Sovyetlerin ‘’parti-birey-sınıf diktatörlüğünün’’, “kötülüklerinden’’ bahsettiğine göre; a)Lenin’in partisi SBKP, b) SBKP’nin Lenin den sonra tartışmasız önderi Stalin’i sorumlu tutmaktadır. Proletarya diktatörlüğü devlet öğretisini reddeden her revizyonistin düşüncesi bu noktaya çıkar. Sosyalist iktidarını –Sovyetleri‘’parti, önder diktatörlüğü’’ olarak sunmak ve onun karşısında mutluluğun, özgürlüğün gürül gürül aktığı kurgusal bir demokrasi yerleştirmektedir.‘’3.Kongre’’ tamda bunu yapmaktadır. “3.Kongre” Stalin’in önderlik ettiği dönemde SBKP’nin Leninizm’in ekonomik, siyasi çizgisi ne ters, Lenin’de olmayan anlayışları benimsediyse o zaman SBKP’ndeki bu sapmaların ne olduğunu açıklamalıdır. “3.Kongre” Lenin’e övgü düzerek proletarya diktatörlüğü devlet sistemini “ parti 2014 - KASIM - SAYI: 2 diktatörlüğünün ve önderlik çekirdeğinin hâkimiyeti’’ diyerek açıktan mahkûm ediyor. Sovyetler de önderlik çekirdeğine kim önderlik ediyor: Stalin… Bu görevi ona kim vermiş. Dünya proletaryası tarihinin en güçlü partisi: SBKP. Partiye rağmen Stalin’in, işçi sınıfına rağmen partinin önderliği mümkün değildir. “3.Kongre’’ bütün bu gerçekleri atlıyor. Sovyetleri bir “parti diktatörlüğü” olarak görüyor. Özünde Stalin’i hedefine koyduğu da apaçıktır. “3.Kongre” Komünist öğretinin, devrimci proletaryanın komünizm mücadelesinin beş büyük önderi arasından Stalin’i resmi olarak çıkarmamıştır, ancak Sosyalizm değerlendirmesi belgesinde Sovyetleri ve ona önderlik eden Komünist Parti ve önderini ‘’mahkûm’’ ettikleri apaçıktır. Bu konuda da dürüstçe davranmamışlardır. Değerlendirmelerinde Stalin’in üstünden atlamıştırlar. Revizyonist ‘’3.Kongre’’ye göre Sosyalist öğreti sıçramalı gelişmiştir. Bakın ne diyorlar: ‘’Bilimsel sosyalist öğretinin felsefe, metot, ideoloji, teori ve siyaset, tarih ve örgüt anlayışının zaferi aşikârdır. Bu nitel ilerlemelerle Lenin ve Mao ile sıçramalı bir şekilde günümüze kadar gelmiş tecrübelerden öğrenilip daha da ilerletilerek geleceğe taşınacaktır. Marks’ın her alandaki zaferi düşmanları tarafından bile teyit edilmektedir. Marks, Engels, Lenin ve Mao ile geliştirilen bilimsel sosyalizm öğretisi işçi sınıfı ve ezilenlerin tarihsel büyük devrimci rolünün zaferini görmemek mümkün mü?’’ ( ‘’3.Kongre’’ Belgelerinden) “3.Kongre”nin buradaki anlayışı çok açık değil midir? Stalin’in üstünden atlıyorlar. Resmi olarak komünist ustalar arasından 50 Devrimci Halkın Günlüğü Stalin yoldaşı çıkarmamaları “3.Kongre”nin Stalin’in üzerinden atlamadığı anlamına gelmez. Bu durum Marksist gözüküp Marksizmin içini boşaltmak gibidir. “3.Kongre”nin Sosyalizm değerlendirmeleriyle birlikte düşünüldüğünde sosyalizm tarihinin ‘’insanlığa verdiği büyük zararları’’ keşfetmeleriyle birlikte düşünüldüğünde Komünist öğretinin ve pratik mücadelesinin geliştirilmesinde Stalin’in ismini anmayıp üstünden atlamaları ‘‘3.Kongre’’nin revizyonist anlayışına uygundur. Bütün tespitler ‘‘3.Kongre’’nin genel siyasi politik çizgisiyle birlikte düşünülmek zorundadır. Düşünce yönelimine, felsefi anlayışına eklektizmin hâkim olması, istediği her şeyi kendisine göre alma ve kullanma durumuna sokmuştur. Stalin’i beş büyük komünist usta arasından çıkarmamışlardır, ama üzerinden atlanmış, onun önderlik ettiği sosyalizm pratiğini; devrimci işçi sınıfının emperyalizme, burjuvaziye karşın verdiği amansız mücadeleyi bir çırpıda “hiçte sosyalizm örneği olmayan’’ deneyimler olarak mahkûm etmiştir. Bu Kaypakkaya çizgisine ihanet edip keskin Kaypakkaya’cı pozlarına bürünmekten farksız bir durumdur. “3.Kongre” diyor ki, “sosyalist öğreti Lenin ve Mao İle sıçramalı bir şekilde günümüze kadar geldi’’. Stalin’in üstünden atlayarak Lenin ve Mao’yu birbirine bağlıyor ve buna da ‘’sıçramalı değişim’’diyorlar. “3.Kongre”nin kendiside Marksizme ‘’yeni katkılar’’yaptığını söylediği için bundan sonra ‘’Lenin, Mao ve ‘’3.Kongre’’ ile sıçramalı gelişen sosyalist öğreti’’savunusunu yapmak gerekir. Ama ‘’3.Kongre’’ Marksizmi revize ettiği için ancak onlara sıçramalı revizyonistler demek dışında bir şeyi hak etmiyorlar. Çünkü ‘‘3.Kongre’’ eklektik anlayışıyla Partimizin ilkeleri ve genel olarak da Marksizm ilkeleri üzerinden sıçrıyor ve revizyonizmi bize, Marksizm olarak yutturmaya çalışıyor. Marksizmin doğuşu ve gelişim seyri 2014 - KASIM - SAYI: 2 birbirini takip eder. Onun birbirine bağladığı kesintisiz olarak varlığını sürdüren insanın toplumsal varlığına ve onun için de sınıfların varlığına dayalı olarak proletaryanın devrimci mücadelesinin kesintisiz devam etmesi, üretim ve mücadele deneyimini politik, siyasi, pratik ve teorisini kendisinden bir sonraki kuşağa devretmesine dayanır. “3.Kongre”nin ‘’sıçramalı’’ teorisinin neye dayandığı belli değildir. Ama bizler emperyalizm döneminde 20.yüzyılın ilk çeyreğinde devrimci işçi sınıfının büyük devasa adımlarıyla önderlik ettikleri devrimlerle birlikte sosyalist bilgi teorisi ve pratiği Marks, Engels’in öğretisi üzerinde Lenin, Stalin, Mao ile büyük bir gelişme kat etmiştir. Eğer komünizm biliminin bu geliştirilmesine, proletaryanın 20.yy teori ve pratiğinin Marksizmin gelişme seviyesine sıçrama demek gerekirse buna hiçbir itirazımız olamaz. Çünkü Sovyet Sosyalist devrimiyle açılan yol işçi sınıfı ve bütün emekçi halk kitleleri için insanlık tarihi bakımından ortaya çıkmış en büyük dev adımlardı, buna en büyük sıçrama da demek doğrudur. Fakat ‘’3.Kongre’’nin bahsettiği sosyalist teoride ‘’sıçramalı’’ gelişimin bununla ilgisi yoktur. ‘‘3.Kongre’’ Lenin’den Mao’ya sıçrıyor. Stalin’in üzerinden atlamayı ‘’sıçrama’’ sayıyor.! Mao’cu görünümlü “3.Kongre” Stalin karşıtlığının köşe taşlarını çok net dizmiştir. “Sıçramalı gelişim’’anlayışını da ‘’Marks, Engels, Lenin ve Mao ile geliştirilen bilimsel sosyalizm öğretisi’’ olarak tanımlamıştır. Eğer, gerçekten Stalin’in bilimsel sosyalizme katkısı değil de ‘’zararları büyükse(!)’’ ‘’3.Kongre’’Komünist öğretinin geliştirilmesini Lenin’den Mao’ya sıçratıyorsa neden Stalin’i resmi olarak beş büyük komünist önder arasından çıkarmadı? Bu apaçık bir tutarsızlık ve sahtekarlık değimlidir?! Hiç kuşku yok ki tutarsızlık ve sahtekârlık ‘’3.Kongre” ye 51 Devrimci Halkın Günlüğü göre Lenin den sonra sosyalizmin Rusya’da inşa edilmesi süreci üzerinden ‘’sıçranması’’gereken kötü bir örnekten ibarettir. Stalin’i Lenin’den ayırmanın ve Stalin’in üzerinden sıçramalarının sorununda ‘‘3.Kongre’’nin anlayışını dışa vuran bir değerlendirme örneğini dikkatle okuyun ve bilimsel sosyalist öğretinin geliştirilmesinde Lenin’den Mao’ya sıçramalarıyla karşılaştırın. ‘’3.Kongre’’ şöyle diyor: ‘’Lenin’in Sovyet ‘işçi-köylü-asker konseylerinin’ fikri son derece önemlidir. Lenin’de bütün iktidar Sovyetlerin olmalıdır fikri vardır. Komünist Parti’nin değil. (…)Fakat Sovyetlerin ele alınışında devrimden kısa bir süre sonra bu ana fikre ters bir uygulama söz konusu oldu. Sovyetlerin yada onun adına Partinin ve parti önderliğinin ve önderlik çekirdeğinin hakimiyeti geçti’’ ( ‘’3.Kongre’’ Belgelerinden.) “3.Kongre”, Lenin den sonra Sovyet iktidarı, diğer Marksist ifadeyle proletaryanın tek sınıf iktidarının devlet biçimi olan proletarya diktatörlüğü devlet sisteminde işçi sınıfının önderliği, işçi-köylü ittifakına dayalı Sovyet iktidarı yok oldu. Onun yerini Komünist Partisi iktidarı aldı! Lenin’in ölümünden ve devrimden kısa bir süre sonra Sovyet iktidarının yerini “parti, parti önderliği’’ hatta onu da daraltarak ‘’parti önderlik çekirdeğinin’’ iktidarı aldığını söylemektedir. Haliyle 1924’te Lenin’in ölümünden sonra 1953’e kadar SBKP’ne Stalin’in önderlik ettiğini bilen herkes basit bir akıl yürütmeyle proletarya önderliğinde işçi-köylü iktidarı yerine ‘’parti, önder diktatörlüğü’’nü koyan bir önderin komünist, böyle bir partinin de Komünist Parti olamayacağını bilir. ‘’3.Kongre’’ burjuvaziden devraldığı, bütün Stalin düşmanlarının ağzında sakız ettiklerini tekrarlayarak; Stalin’in üstünden 2014 - KASIM - SAYI: 2 atlıyor ve komünizm biliminin geliştirilmesinde Lenin’den Mao’ya sıçramayı ‘’başarıyor’’ (!) Partimiz, Marksist bakış açısına aykırı bu revizyonist görüşleri reddetmiş, reddetmeye de devam edecektir. Maocu görünüp Stalin’e, Stalinci görünüp Mao’ya saldıran modern revizyonist külliyatı çok iyi bilen partimiz bu sıçramalı revizyonistlerle de mücadele etmesini bilir. “3.KONGRE”NİN LENİN İLE STALİN’İ KARŞI KARŞIYA KOYMASI SORUNU ÜZERİNE Sosyalizm de sınıfların varlığının devam ettiği bir sır değildir. Kapitalizmi yıkıp yerine proleter demokrasiyi inşa etmeye, ama oradan da kurtulmak için inşa edilen sosyalizm çelişkisiz bir sistem değildir. O kapitalizmden kurtulsa da henüz mülkiyet dünyasının bütün kalıntı ve ilişki, davranış, kültür ve düşünüşünden kurtulamamıştır.Küçük mülk sahibi küçük işletmeler kapitalizmin yeniden üretilmesinin ekonomik temelleri olarak durmaktadır. Devletin varlığı da sınıfların var olmasına bağlıdır. Bu demektir ki sonsuz bir özgürlükten bahsedilemez. Kapitalizmin yeniden inşa edilmesine yönelik; burjuvaziye bağlı kalıntıların proleter demokrasiyi yıkıma uğratmaya dönük her faaliyeti elbette engelleyecektir. Devlet zor aracıdır. Sınıf çatışmasında devrimci iktidarı tehdit eden girişimlere karşı gücünü kullanacaktır. Bu anlamıyla sosyalizmde baskı var diye feryat figan edenlerin hayal dünyasında demokrasi vaadiyle halkı kandırdıkları apaçıktır. ‘’3.Kongre’’ sosyalist deneyimini halka karşı bir baskı rejiminden ibaret görmekle kalmıyor, Stalin ile Lenin’i karşı karşıya koyuyor. Lenin’i överek büyük bir maharetle keşfettiği sosyalizmin “kötülüklerini” Lenin’den sonra Stalin’in üzerinden açıklamaya çalışıyor. Bunu 52 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 sıralarken ‘’ Sovyet ve komün adını hak edecek bir aygıttan bahsetmek güçleşmiştir’’ yada şu meşhur ‘’diktatörlük’’ tekerlemelerini sıraladıktan sonra ‘’bu sosyalist demokrasi değildir’’ demektedir. Öte yandan, proletarya diktatörlüğünü reddeden revizyonist ‘’proletarya ve emekçilerin yeni devleti’’ni Marksist bir devlet anlayışı olarak sunmak için, ‘’Paris Komünü, Sovyetler, Kır ve Kent konseylerinin birliği bunları içermektedir’’ demektedir. yaparken de çarpıtmalara başvuruyor. Sosyalist Cumhuriyetler Birliğini oluşturan Sovyetler birliği deneyimi yani Sosyalist Sovyetler Stalin’in ‘’Rus eksenli’’ birleşme planımıydı? Lenin’in Sovyetler planı ile Stalin’in ‘’Rus merkezli planı’’nın temelden farklı olduğunu ‘’3.Kongre’’nin safsatasını aktaralım. Bu demagojik tekrarları uzun uzadıya aktarmak sıkıcı, ama buna zorunluyuz. Çünkü, revizyonist teorileri başka türlü anlatmak mümkün değil. Tutarsızlığın en dip noktası burası olsa gerek. “3.Kongre’’nin Sosyalizm değerlendirmesinde ‘’Lenin’in Sovyet (işçi-köylü-asker konseyleri) fikri (…) devrimden kısa bir süre sonra bu fikre ters bir uygulama söz konusu oldu’’ demektedir. O halde, “3.Kongre’’nin kendi teorisini örnek yaptığı Sovyet neden ve hangi dönemden ibarettir. “3.Kongre’’, 1918-23 arası bir Sovyet dönemi dışında “bu sosyalist demokrasi değildir’’diyor. Kendisi bunu açık ve net çizgilerle dile getirmiyor. Ama anlayış ve değerlendirmelerinde dışa vuran Stalin karşıtlığında bunu anlamak için dahi olmaya gerek yoktur. Sosyalizmin inşa edilmesinin birbirine bağlı bir teorik ve pratik çizgi izlediğini bir çırpıda unutmuşlardır. Devrimin zaferiyle Sovyetlerde sosyalizmin inşa edilmesinin bütün perspektifleri, Lenin’e aittir. Savaş sırasında Brest barışından tutalım da iç savaşta “savaş Komünizmi”ne, inşa sürecinde sosyalist ekonomi ve bölüşüm, örgütlenmeden tutalım da çok uluslu devlet içinde amaca uygun olarak federal devletle birleşme sorununda, ulusal etkenlerin hesaba katılarak çözüm yolunun oluşturulmasında, emekçi halk kitlelerinin yönetime katılması, bürokratizme ve yozlaşmaya karşı savaş siyasetine kadar burada sayamayacağımız birçok en temel meselede tarihte kurulan sosyalist sistemin tartışmasız teorik ve pratik önderi olmuştur. Lenin’in karşı çıktığı, komünizmin ilke ve amacına uygun olmayan her hangi bir politikanın onaylanması mümkün değildir. Bu her lidere ‘’Kökleri geçmiş burjuva devletlerde olan hatalar fazlaca mevcut olmuştur. Geçmişten kopmuş bir kültür düzeyine erişilememiştir. Sovyet ve komün adını hak edecek bir aygıttan bahsetmeyi güçleştiren çok önemli problemler yaşanmıştır. Gerekli kadroya sahip değiliz adına kitleler özne olmaktan çıkarılmıştır(…)Bürokratik mekanizmalar belirleyici hale getirilmiştir. Lenin, 1925’lerde Sovyetlerdeki bu hataları “az olsun öz olsun” adlı yazılarında dile getirerek eleştirmekteydi. Mesele, Lenin’in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği planı, Stalin’in Rusya eksenli birleşme planından temelde farklıydı. Lenin eşit, özgür cumhuriyetlerin yeni birliğini savunuyordu. Rus merkezli cumhuriyet biçimindeki federasyona karşıydı. Merkezi Rus tekeline vermeye karşıydı. Bu konuda polit büroya nota verdi.(tırnak içinde yaptığınız Rus şovenizmidir) dedi. Gürcü meselesindeki tartışmalarda bu açıkça ortaya konuldu. Ancak gerek Rus, gerekse de Çin pratiklerinde Han ve Rus eksenli eski burjuva üniter ulus devlet anlayışından muzdarip hatalar süre gitti. Bu Sosyalist Demokrasi değildir.’’ (“3.Kongre” Belgelerinden) “3.Kongre’’ sosyalizmin dünya proletaryası açısından önemini inkar ediyor. Eklektik yaklaşıyor; işine geldiğinde Sovyetlere vurgu yapıyor. Sosyalizmin ‘’olumsuzlukları’’nı 53 Devrimci Halkın Günlüğü nasip olmayacak düzeyde Lenin’in partideki tartışmasız etkinliği ve 20.yy Marksizmin uygulayıcı büyük önderi olması bakımından da düşünüldüğünde Sovyet Sosyalizminin inşasında hiçbir önemli politikası Lenin’den bağımsız düşünülemez. ‘’3.Kongre’’ ‘’Lenin, Sovyet sosyalist cumhuriyetler birliği planı, Stalin’in Rusya eksenli birleşme planından temelde farklıydı’’ demektedir. Akla ilk olarak şu soru geliyor: Ulusal sorunda federasyon, diğer ifadeyle federal cumhuriyetlerin birliği fikri Lenin’e ait değil miydi?. Lenin bu önemli meselenin çözüm yolunu onaylamadıysa bu ‘’hatalı sosyal şoven, Rus merkezli Stalin planı’’nasıl kabul edildi? Bunun teorik belgeleri nerededir. Lenin ve Stalin’i inceleyenler neden böyle teorik bir tartışmaya rastlamamaktadırlar?! Rastlayamazlar çünkü ‘’3.Kongre’’ bu önemli meselede de Leninizm’i çarpıtmıştır. Lenin ve Stalin’i karşı karşıya koyuyor. Sosyalizmin önemli, temel sorunlarını doğru içeriğiyle aktarmıyor. Yüzeysel, tarihi bilgiden yoksun, geleceği görmeyen anlayışını Sosyalizmin en kritik aşama ve büyük deneyimlerini oluşturan kesitlerinin yerine koyuyor ve gerçekleri tahrif ediyor. 2014 - KASIM - SAYI: 2 büyük bir güven ve açıklıkla ve mütevazice terk ettiklerinin bir örneğinin Lenin’in ulusal sorunda demokratik merkeziyetçilik ilkesine bağlı olarak bölgesel özerklik ve federasyon -federal devlet tipi- üzerine yaptığı değerlendirmelere bakmaları çok eğitici olacaktır. Aksi takdirde federasyon fikrine karşı olan Lenin’in devrimden sonra nasıl federal devlet örgütlenmesinin mimarı olduğunu anlamakta zorluk çeker. Lenin ve genel olarak (RSDİP)RKP 1903’ten 1917 Sosyalist Devrimine kadar federasyon fikrine karşı çıkmıştır. Programında da federasyona yer vermemiştir. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı yani Her ulusun devlet kurma hakkını tanımayı, demokratik merkeziyetçi yekpare bir devlet çatısı altında ulusal bölgeler için özerklik-bölgesel özerklik talebini, her türlü ulusal ayrıcalığı yasaklayan programsal anlayışını ileri sürmüş ve savunmuşlardır. Lenin federal devlet yapısının amaca uygun olmadığını keskin ifadelerle dile getirmişti. 1913’te Lenin Saumyan’a gönderdiği mektupta şöyle yazıyordu: FEDERASYON KARŞITLIĞINDAN SOVYET CUMHURİYETLER FEDERASYONUNA GEÇİŞ ‘’Biz demokratik merkeziyetçilikten yanayız, bu kesin. Federasyona karşıyız… ilke olarak federasyona karşıyız-federasyon ekonomik bağları zayıflatır ve işe yaramaz bir devlet tipidir’’ demiştir. Sovyet cumhuriyetlerin federatif birliği planı ilk kim tarafından ileri sürüldü? Gerçekten Lenin’in Cumhuriyetlerin federatif birliği fikri Stalin’den farklımıydı? Lenin’in ulusal sorundaki perspektifi yerine Stalin’in perspektifimi uygulandı. Bu sorulara açıklık getirmeden belirtmeliyiz ki, bu konuda da Stalin’i Lenin’in karşısına koyanlar sahtekârca halkı kandırmakta ve burjuvazinin değirmenine su taşımaktaydılar. Aynı anlayış çerçevesinde Stalin’de Şubat devriminden (1917) sonra, sosyalist devrimden ise bir süre önce Sosyal Devrimciler Partisi’nin gazetesi olan ‘’Dylo Naroda’’(Halkın davası)da Rusya’nın ‘’federal devlet”e dönüştürülmesi fikrini ileri sürmesine açıktan karşı çıkmıştı. 28 Mart 1917’de ‘’federalizme karşı’’ makalesin de Stalin ‘’D.Naroda’’ya cevabın da federasyona karşı çıkmış ve şunları yazmıştı: ‘’Rusya da federalizmin ulusal sorunu Marksistlerin hatalı fikirlerini nasıl 54 Devrimci Halkın Günlüğü çözmeyeceği ve çözemeyeceği yalnızca tarihin tekerleğini geri çevirmek için Don Kişot vari girişimlerle ulusal sorunu bulanıklaştırıp karmaşıklaştıracağı açık değimlidir? ...geçici bir yarı önlem olan federasyon, demokrasinin çıkarlarını tatmin etmez ve edemez’’ (Stalin, Eserler, Cilt:3 Sayfa: 37) Dedikten sonra Bolşeviklerin ulusal sorunun çözüm formülasyonunu tekrar etmişti. Yani 1917 yılında halen merkezi, bütünleşik devlet çatısı altında eşit anayasal haklara sahip siyasal özerklik talebi ulusal soruna getirilen çözümdü. 1917 Sosyalist devriminden sonra ulusal sorunda bölgesel özerklik talebini Bolşevikler değiştirmişlerdir. Ulusal bölgelerde özerklik yerine Sovyet Cumhuriyetlerin Birliğini oluşturacak federal devlet yapısı kurulmuştur. Ulusal sorunun çözümünde ortaya çıkan diyalektik gelişim Lenin’in bakış açısıyla federasyon reddinden federal devlet sistemine geçişle amaca uygun hale getirildi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği fikri ilk kez Lenin tarafından 1918’ de öneri olarak Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne sunuldu. Lenin ‘’ Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi’’ başlıklı öneride şöyle diyordu: ‘’Rusya Sovyetler Cumhuriyeti, Özgür ulusların özgür birliği temelinde ulusal Sovyet Cumhuriyetlerinin federasyonu olarak kurulur.’’ (Yıl 1918 Ocak) Lenin Seçme Eserler, Cilt 6,Sayfa:468 Lenin’in bu önerisi MK tarafından benimsendi. 1919 yılında RKP 8.Kongresi’nde programa alındı. Bu Kongre de ulusal sorunda ezen ulus bakış açısından, sosyal şovenizme düşen Buharin, Kamenev, Pyatakov’a karşı 2014 - KASIM - SAYI: 2 Lenin’in verdiği mücadele Ulusalarası Komünist Harekete yol göstermiştir. “3.Kongre’’ büyük ulus şovenizminin uç ifadesi olan ”Rus Merkezli’’ anlayışa karşı Lenin ve Stalin mücadele vermiştir. RKP 8.Kongresin de Lenin’in perspektifinden ulusal sorun raporunu kim hazırlamıştır? Bunu gözden kaçırıp Lenin ile Stalin’i ulusal sorun çözümünde de karşı karşıya koymak aldatmaca ve yalandır. RKP 8. Kongresinde ulusal sorun raporu Stalin tarafından hazırlanmıştır. Son olarak RKP, Merkez Komite’nin atamasıyla Lenin’in başında bulunduğu komisyon tarafından ulusal sorun anlayışına son şekli verilmiş ve 8.Kongre’de kabul edilmiştir. Büyük Rus şovenizmine karşı en keskin vurguların yapıldığı bir kongredir. Aynı zamanda Leninist ulusal sorun çözümünde ilk kez Sovyet tipi federal devlet modeli benimsenmiş oluyor. Çünkü Lenin ortaya çıkan somut durumu sınıf savaşımı içinde saptamış ve Federasyonal birliği ileri sürmüştür. Sosyal şoven sapmaya düşen Buharin’lere cevap verilmiştir. Lenin ‘’ RKP (B) 8. Parti Kongresi Parti Programı Üzerine Rapor 19 Mart 1919 ‘’ da şöyle demişti: ‘’ Sıkı sınıf bakış açısında duruyoruz. Programda yazdığımız, Ulusların Kendi Kaderini Tayini Hakkında genel bir şekilde yazmış olduğumuz dönemden sonra gerçekte olanların saptanmasıdır. O zaman henüz proleter cumhuriyetler yoktu. Bu cumhuriyetler kurulduktan sonra ve görünmeye başladıkları ölçüde burada yazdıklarımızı yazabilirdik: (Sovyet tipine göre örgütlenmiş devletlerin federatif birliği) Sovyet tipi, Rusya da var olduğu biçimiyle Sovyetler demek değildir, fakat Sovyet tipi enternasyonal olacaktır. Sadece bunu söyleyebiliriz, daha ileri gitmek,bir adım, küçük bir adım ileri gitmek yanlış olacaktır ve o nedenle programda yeri yoktur.”Lenin Seçme Eserler,Cilt:8 Sf:358 1919 55 Devrimci Halkın Günlüğü Lenin burada açık ve net olarak somut durumu saptarken Sovyet tipinin, bu federatif birliğin enternasyonal olacağını da söylüyor. Tırnak içine alınan ise parti programına geçen bölüm – bölüm saptamadır. RKP (B) programında şöyle ifadesini bulmuştur: ‘’Tam birliğe doğru geçiş biçimlerinden biri olarak parti, Sovyet modeli üzerinde örgütlenmiş devletlerin federatif birliğinden yanadır.’’ (RKP (B) programı) Lenin hayattayken RKP(B)nin 4 kongresi daha oldu. Parti kongrelerinde ulusal soruna getirilen Leninist federatif Sovyet modeli sunulmuş ve Sosyalizm bu bakış açısıyla inşa edilmiştir. Federatif Cumhuriyetler Birliği böyle kurulmuştur. “3.Kongre”nin ‘’Lenin’in Sovyet Cumhuriyetler Birliği planı Stalin’in Rusya eksenli birleşme planından temelde farklıydı’’ içeriğindeki anlayışı çarpıtmadan ibarettir. Aktardığımız gibi Sovyet tipi federatif birlik Leninist bir formülasyondur ve RKP’nin 1919 da 8. Parti Kongresinde resmileşmiştir. Lenin federatif birliğin enternasyonal içeriğini 1919’da vurgulamıştır. Bu anlayışına uygun olarak Sovyet deneyiminden sosyalist ulusların ve emekçilerinin birliğini sağlayan model olarak federal birliği enternasyonal bir tez olarak formüle etmiştir. 2014 - KASIM - SAYI: 2 cumhuriyetleriyle (Geçmişte Macaristan, Finlandiya, Letonya, bugün ise Azerbaycan, Ukrayna),gereksede Rusya sosyalist federatif Sovyet cumhuriyeti içindeki, eskiden ne kendi devleti, ne de özerkliği olmayan (1919’ da ve 1920’de Rusya sosyalist federatif Sovyet cumhuriyetinde kurulan Başkır ve Tatar Özerk Cumhuriyeti) uluslarla ilişkilerde, amaca uygunluğu pratikte kanıtlanmıştır’’ (Lenin-Seçme Eserler, Cilt: 10 sf: 257) Bütün bu gerçeklere rağmen ‘‘3.Kongre’’ Sovyet cumhuriyetleri planı Lenin’in koyduğu biçimden farklıydı diyebiliyor. Oysa Lenin’in önderliğinde federatif birliğin örgütlenmesi anayasal olarak tanımlanmalara kadar titizlikle ele alınmıştır. Sovyetler de ulusal sorunda çözüm olarak ortaya konulan Sovyet federatif birlik formülü Leninist bir tez olarak tarihe geçmiştir Sovyetlerde uygulanan bir modeldir, ama uluslar arası bir nitelik kazanmıştır. Asla ‘’Rus merkezli ‘’ değildir. Lenin’in federal Sovyet modelinden başka çözüm yolu ileri sürmediğine göre ‘’3. Kongre’’nin federasyon fikrini ve Sosyalizm de ulusal etkenlerin örgütlenmesini Stalin’e mal etmesi bir suçlamadır. “Federasyon, çeşitli ulusların emekçilerinin tam birliğine bir geçiş biçimidir. Şayet ‘’3.Kongre’’ Sovyet federatif birliğini ‘’ Rus merkezli cumhuriyet biçimindeki federasyon‘’ olarak tanımlıyorsa -ki öyle tanımlıyor- bu durumda lafı dolandırmasına gerek yoktur. Doğrudan Lenin’i hedef almalıdır. Çünkü 1918 ‘de ilk kez federasyon fikrini ileri süren; 1919’ da 8.Parti Kongresinde kabul ettiren, 1923’teki bütün kongrelerde aynı ilkesel bakış açısıyla sorunu ele alan, egemen ulus düşüncesine, sosyal şovenizme karşı amansız mücadele eden, Lenin’den başkası değildir. Tabii ki Lenin’in perspektifini savunan Stalin’i bundan ayrı düşünmek olamaz. Federasyon gerek Rusya sosyalist federatif sosyalist sisteminin, diğer Sovyet “3.Kongre” Stalin’e haksız ithamlarda bulunuyor. Lenin’e övgüler düzerek Stalin’e ‘’Lenin 1920 de Komünist Enternasyonel 2. Kongre ‘sine sunduğu ‘’ Ulusal ve sömürgesel soruna ilişkin Tezlerin İlk Taslağı”nda, federatif cumhuriyetler birliği için şöyle demekteydi: 56 Devrimci Halkın Günlüğü saldırarak Marksizm savunulamaz. Bu yöntem eskimiştir. Fakat “3.Kongre” geriden gelmeyi pek seviyor. Burjuvazi yığınla çarpıtmaya rağmen Sovyetlerde ki Ulusların Sovyetik birliğini karalayacak bir şey bulamıyor, ama “3.Kongre” çarpıtmalara başvurarak Stalin’i ‘’ Rus şovenistti’’ ilan ediyor. Lenin’in federatif birlik çözüm yolunu kararlılıkla uygulayan RKP politikasını görmezden gelerek “3.Kongre’’ Sovyet federatif birliğine ‘’Stalin’in Rusya merkezli cumhuriyetler biçiminde ki federasyon” diyerek mahkum etti.Gerçekten Stalin Rus şovenisti olarak tanımlana bilecek ya da suçlana bilecek bir komünist önder midir ?! Elbette böyle bir şey tarihi haksızlıktır. Burjuvazinin diliyle konuşmak anlamına gelir. Oysa Stalin büyük Rus şovenizmine karşı mücadele etmiştir. Gerek devrimden önce, gerekse de sonra RKP’nin ulusal sorun çözüm raporlarının hazırlanmasında Stalin görev almıştır. “3.Kongre’’ Stalin’e ‘’Büyük Rus şovenisti ‘’diyor. Üstelik bu haksız suçlamayı Lenin’in Sovyet Federatif Cumhuriyetler Birliği planı üzerinden yapıyor. Bakalım Lenin ve Stalin büyük Rus şovenizmi hakkında ne demişler.? Stalin tarafından hazırlanan Lenin’in başkanlık yaptığı komisyon tarafından son şekli verilen Mart 1921 de Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) 10.Kongresin de onaylanan ‘’Ulusal Sorunda Partimizin En yakın Görevleri’’ başlıklı raporda emperyalizm döneminde ulusal sorunun sosyal ve siyasal içeriğinde değişen yönlere işaret etmekle beraber sosyal şoven tehlikeye dikkat çekmişlerdi. “ ‘Egemen’ ulusun varlık koşulları altında yetişmiş ve ulusal baskı görmemiş, kenar bölgelerde çalışan büyük Rus Komünistler,bazen ulusal özelliklerin parti çalışması için önemini küçümsüyorlar veya hiç dikkate almıyorlar. İlgili milliyetin sınıfsal yapısını, 2014 - KASIM - SAYI: 2 kültürünü, yaşam tarzını, tarihsel gelişimini göz önüne almayarak, ulusal sorunda partinin siyasetini bayağılaştırıyor ve çarpıtıyorlar. Bu durum, Komünizmde büyük göç düşüncesi, sömürge politikası Büyük-Rus Şovenizmi yönünde sapmaya yol açıyor.(…)Bu nedenle parti kongresi komünizm içinde ki milliyetçi ve özellikle de sömürgeci yalpalamaları tasfiye etmenin, partinin kenar bölgelerindeki en önemli görevlerinden biri olduğu görüşündedir.’’ (Stalin Eserler Cilt: 5 Sayfa: 35,36) Sosyalizm biliminin önderleri, somut olarak büyük-ezen ulus milliyetçiliğin komünizm saflarına sızmasına karşı partiyi uyarıyorlardı. Stalin’in ulusal sorunun çözümü meselesinde tamamen Lenin’e bağlı olduğu bilinir. Sovyet federatif birliğinin içinde kalan en küçük azınlığın bile dilinin kaybolması, sosyalist demokrasinin, istilacı kapitalist barbarlıkla ulusal sorundaki farkını gösterir. Sovyetlerde, sosyal şovenizmin varlığı tartışmasını yürütmüyoruz. Sosyalizmin kurmayı başardığı ulusal federatif birlik, kapitalizm karşısında alınan birinci yenilgiyle değildi. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Ulusların kardeşçe birliği ancak proletaryanın devrimci iktidarında mümkündür. Sosyalist devletin yıkılmasıyla, yek pare bir devlet de örgütlenen devletlerin de ayrılması kaçınılmaz olur. Kapitalizmin restore edilmesiyle birlikte diğer ulusların Büyük- Rus emperyalizminin baskısı altına aldığı kimi ulusal devletlerin, çeşitli emperyalist devletlerin oyuncağı durumuna düşeceği bilinen bir olgudur. Sosyalist devlet yıkıldıktan sonra bu ulusların bağımsız devlet olarak yoluna devam etmeleri, sosyalist federal birliğin yanlış olduğu kanıtı değildir, olamaz da. Bilakis 1917 Sosyalist devriminden sonra sosyalizm bayrağı taşıyan hiçbir ulus ve azınlığın sınıf, dil, kültür, inanç sorununda bir diğerinin baskı altına almaması, birbiriyle savaşmaması, eşit haklara sahip olmaları, ulus ve halklar arasındaki düşmanlıkların kaybolmasıyla karakterizedir. 57 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 perspektifini ortaya çıkarabilir. Lenin’in, Stalin’in ‘’yanlışları’’nı (!) ‘’keşfedip’’ kibirli konuşmakla devrimci politikada bir karış yol alınmaz. Emperyalizmin denetimi altına giren eski sosyalist ulusların birbirleriyle başlayan sürtüşme ve düşmanlıklarını götürüp Sovyet dönemine bağlayanlar sadece sosyalizmin katıksız düşmanları olabilir. ‘’3.Kongre’’ hiç bir alıntı yapmadan kendi çarpık düşüncelerini Marksizme mal ettiği için, bütün tahrifatlarına Komünist önderlerin kendi cevaplarıyla yanıt verme ihtiyaç olmaktadır. 1920’lerin koşullarında değiliz. O dönemde ulusal özgürlük doğuda yeni filizlenmişti. Günümüzde ise ulusal bağımsız devlet haline gelmeyen ulusun sayısı bir elin parmakları kadardır. Kürt Ulusu da bunlardan biridir. Bu demektir ki dünyada ulusal bağımsızlık süreci son sınırına vardığına ‘’Özgür’’ ayrılık tamamlandığına göre sosyalizmin zaferiyle ulusların gönüllü Sovyetik Fedaratif Cumhuriyetler Birliği çok daha sağlam ve üst boyutla gerçekleşecektir. Lenin’in işaret ettiği sovyetik fedaratif birliğin enternasyonal özü sadece sosyalist bilgi teorisinin inceleme konusu değildir, esas olarak sınırları hükümsüz kılacak çeşitli uluslardan işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin birliğini sağlayacak biricik ilerleme yoludur. ‘’3.Kongre’’ ‘’Rus Merkezli Cumhuriyet’’ fikrini -ki böyle bir planda yoktur- Stalin’e yüklediği için Lenin’in Stalin’e ‘’Gürcü meselesindeki tartışmalarda ‘Yaptığınız Rus Şovenizmidir’ ‘’dediğini ileri sürüyor. Lenin’in neden ‘’Rus-Şovenisti’’dediğine geleceğiz, fakat sosyalizm tarihi aşamalarını doğru aktarmayıp ilgisiz meseleleri birbirine katarak aynı torba içinde piyasaya sürmek devrimci bir yöntem değildir. Lenin’in söz konusu tartışmasını getirip, Leninist Sovyet Federatif Cumhuriyetler Birliği tezinin tam karşısına Stalin’ i yerleştirerek ‘’Rus Şovenizmi’’yle bağlantılandırmak çarpıtmadır. Kürt, Türk ulusunun, çeşitli azınlıkların olduğu devlet sınırları içinde Partimiz komünizm mücadelesi vermektedir. “3.Kongre’’ ‘’Büyük-Rus Şovenisti’’olarak gördüğü Stalin’e saldırmak yerine kendi içindeki sosyal şovenizme yönelmelidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan Komünist Devrimci hareket içinde Sosyal şovenizm en yaygın ve en tehlikeli akımdır. “3.Kongre” henüz ezilen Kürt ulusunun işçi sınıfı, emekçi köylüleri, diğer ifadeyle Kürt işçi-köylüleri onların dil, kültür, yaşam tarzı, gelişim seyrinin, ulusal özgürlük taleplerini ve diğer somut durumunu dikkate alarak herhangi kayda değer örgütsel bir mücadele, çalışma araçları bile yaratmamışken bu zorunlu görevi yerine getirmiyorken Stalin’in ‘’Büyük-Rus Şovenistliğini’’ ‘’keşfetmesi’’gülünçtür. “3.Kongre’’ henüz Leninist ulusal sorun çözüm programındaki diyalektik gelişimi kavramaktan uzakken nasıl ezilen Kürt ulusunun, ezilen sınıflarını sosyalizm amacı uğruna örgütleme Kaldı ki tarihte büyük dev adımlara önderlik edenlerin kimi önemli meselelerde hataya düşmeleri de mümkündür. Onların büyüklüğü aynı zamanda hatalarını kabul etmelerinden gelir. Hataların yerine doğruları geçirebilmelerindedir. Lenin, Stalin’e ulusal sorun tartışmasında, ya da herhangi bir sorunla bağlantı içinde hatalı anlayışın ‘’SosyalŞovenizm’’e denk düştüğünü söyleyebilir. Bu Stalin’i ‘’Rus-Şovenisti’’mi yapar? Hayır.Çünkü Stalin Ulusal sorunda bütünüyle Leninist tezleri savunmuştur. İyisi mi ‘’Gürcü meselesi tartışması’’nda ve “yaptığınız Rus şovenizmidir’’meselesinde Stalin’in getirdiği açıklamayla ‘‘3.Kongre’’nin safsatalarına cevap verelim.Bu önemli meselede de birbiriyle ilgisi olmayan olayları cımbızlayıp birbiriyle yamamaya çalışarak biraz buradan biraz oradan alıp 58 Devrimci Halkın Günlüğü yavan ve içeriksiz bol süslü lafla doldurup sunan ‘‘3.Kongre’’nin eklektik düşünce yöntemi sırıtmaktadır. 1926’da Stalin’in ‘’Bir kez Daha Partimizde ki Sosyal Demokrat Sapma Üzerine’’ raporunda ‘’Kapanış konuşması’’n da Troçki’nin iftiralarına verdiği cevap, ulusal sorunda Stalin’i suçlayan ‘‘3.Kongre’’ ye de cevap niteliğindedir. Stalin ‘in ‘’Rus-şovenisti’’ olabilmesi için Lenin ve RKP’nin ulusal sorun meselesinde ayrı düşünmeleri gerekirdi. Mesele hakkında Stalin şöyle diyor: ‘’Troçki konuşmasında ‘Stalin ulusal sorunda oldukça büyük bir hata yaptı’ beyanında bulundu. Nasıl, bir hata hangi koşullar altında -ama bunları söylemedi Troçki. Bu, doğru değildir yoldaşlar, bu bir iftiradır. Benim hiçbir zaman, ne Lenin’le ne de partiyle, ulusal sorunda herhangi bir görüş ayrılığım olmamıştır. Öyle sanıyorum ki Troçki burada Lenin yoldaşın XII. Parti Kongresinden önce beni, Gürcü yarı-milliyetçilerine, kısa süreden beri Fransa’da ticari temsilcisi olan Mdivani gibi yarı-komünistlere çok sert bir örgütsel uygulama ve onları “izlemek”le suçladığı önemsiz bir olayı ima etmektedir. Ne varki, daha sonraki olaylar ‘sapmacılar’ denilen bu kişilerin Mdivani gibilerinin gerçekte parti MK sekreterlerinden biri olarak uyguladığım muameleden daha sert bir muameleyi hak ettiklerini göstermiştir. Daha sonra gelişen olaylar bu kişilerin en açık oportünizmin yıkılmaya yüz tutmuş fraksiyonu olduğunu göstermiştir. Varsın Troçki bunun doğru olmadığını kanıtlasın. Lenin bu olguları bilmiyordu ve bilemezdi de, çünkü hastaydı, yataktan çıkamıyordu ve olayları izleme olanağı yoktu. Fakat bu önemsiz olayla Stalin’in ilkesel bakış açısı arasında nasıl bir bağlantı olabilir. 2014 - KASIM - SAYI: 2 Besbelli ki Troçki burada müfterice benimle parti arasında herhangi bir ‘görüş ayrılığı’ olduğunu ima etmektedir, ama Troçki de dâhil tüm MK’nin Stalin’in ulusal soruna ilişkin tezlerini oy birliğiyle kabul ettiği olgu değil midir. Bu oylamanın Mdivani olayından sonra XII. parti kongresinden önce yapıldığı olgu değimlidir. Ulusal soruna ilişkin Raporu XII. parti kongresinde herhangi başka birinin değil de Stalin’in savunduğu olgu değil midir.’’ (Stalin, Eserler, Cilt: 9 Sf:61) ‘’3.Kongre’’nin Stalin’e yönelik sarf ettikleri Troçki’nin iftiralarından daha ağırdır. Çünkü ilkesel bir yaklaşım olan ulusal soruna ilişkin tezlerde Stalin’in Lenin’e aykırı davrandığını kendi ‘’Rus merkezli federasyon’’ planını devreye koyduğunu ileri süren ‘‘3.Kongre’’ Stalin’e çok daha büyük bir iftira atmıştır. Çünkü Sovyet federatif cumhuriyetler birliği planının Lenin’e ait olduğunu ve tamamen bu çözüme sadık kaldığını açıklamıştır. Ayrıca Lenin’in Gürcü milliyetçilerine yönelik yaptığı kimi tespitleri burjuvazi ve onların uşakları tarafından çarpıtılarak Gürcü olan Stalin’e yönelik yapılmış tespitler olduğunu ileri sürmekten geri kalmadıklarını da belirtelim. Ulusal soruna ilişkin Lenin ve Stalin’in uyumlu olduğu açıktır. Kaldı ki, ’’3.Kongre’’nin kendiside 1912’de Stalin’in ulusal soruna ilişkin hazırladığı raporu esas alarak ulusal sorun çözüm programında ki talepleri ileri sürmeye devam etmiştir. Bu tutarsızlık değimlidir? ’’3.Kongre’’ diğer yandan da Stalin’in ilkesel boyutta ‘’Büyük- Rus şovenizmi’’ ne kaydığını belirtiyor. Çok açıktır ki ‘‘3.Kongre’’ tutarsızdır. Marksistler herhangi bir önemli meselede düşülen hatalar, yada yalpalamalar, 59 Devrimci Halkın Günlüğü suçlama ve kimi eleştirileri komünist önderlerin çizgisini değerlendirmede esas almazlar. Esas aldıkları yan ilkesel olarak meseleleri ele alışlarıdır. Leninist ulusal sorun çözüm perspektifine sıkı sıkıya bağlı olarak, henüz federasyon fikri ileri sürülmediği bölgesel özerkliğin ulusal sorunda çözüm yolu olarak görüldüğü 1912’de dâhil 1917,1919,20,21,23’teki Rusya Komünist Partisi kongrelerinde ulusal soruna ilişkin raporları düzenleyen Stalin’dir. Stalin’in ulusal sorundaki ilkesel komünist bakış açısı ciltleri dolduruyorken ve Partimizin sık sık başvurduğu bu görüşler halen bize yol gösteriyorken ‘’3.Kongre’’nin oradan buradan alıp birbirine karıştırarak ulusal sorun çözümünde Lenin ve Stalin’in karşı karşıya koyup sanki ‘’görüş ayrılıkları’’ varmış gibi sunması düpedüz çarpıtmadır. Stalin’e yapılmış bir saldırıdır. Bir not daha düşelim : ‘’3.Kongre’’ öncelikle ‘’Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Programı’’ altında ulusal sorunun çözümü için ileri sürdükleri: ‘’Türkiye-Kuzey Kürdistan coğrafyasında hedefimiz bölgesel özerklik ve yerel yerinde yönetim temelinde sosyalist cumhuriyetler birliğidir’’ programında ‘’ cumhuriyetler birliği’’ ile ‘’bölgesel özerklik’’ arasındaki çelişkinin özünü anlamalıdır. ‘’3.Kongre’’ birden fazla cumhuriyetin -birden fazla devletin- birliğinden bahsediyor. Hemde ‘’bölgesel özerklik’’ talebini yineliyor. Bu çelişkidir. Bir ve aynı şey değildir.‘’3.Kongre’’ ya demokratik merkeziyetçi bir devlet çatısı altında bölgesel özerklik talebini ileri sürer, yada özgür ulusların federatif cumhuriyetler birliğini ileri sürer. Hem bölgesel özerklik hem cumhuriyetler birliği talebinin birbiriyle farklı olduğunu ‘’3.Kongre’’ henüz anlamamıştır.Federatif birlikte özerk yapılarda vardır, ama yinede birden fazla proleter devletin, proleter cumhuriyetin yanında var olan özerk, otonom bölgelerdir. Federatif örgütlenmeye uygundur. 2014 - KASIM - SAYI: 2 Bu konuya ayrıca döneceğiz, ama ‘’3.Kongre’’nin kibirli ‘’teorisyenleri’’bu iki farklı çözüm yolu arasındaki farkı kavramak istiyorlarsa ‘’Rus şovenisti’ ilan ettikleri Stalin’i daha ciddiyetle incelemelidirler. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da iki ulus ve çeşitli azınlıklar vardır. Azınlıklara ‘’cumhuriyet’’ denilemeyeceğine göre ‘’3.Kongre”ye göre özerk yapılar olacaklardır. Eğer Kürt ve Türk uluslarının ( Türkiye bağımsızlığını kazanmış bir “cumhuriyettir” Kürt ulusu ise bağımsızlığını kazanmamıştır, bir cumhuriyet değildir) birliği cumhuriyet temelinde sağlanacaksa geriye “bölgesel özerklik” kalmaz. Sovyetik cumhuriyetler örgütlenmesinin birliğine ayrıca ‘’ bölgesel özerklik ‘’ denilemez. Onlar esasta tek devlette gönüllü örgütlenen sosyalist uluslardır; aynı zamanda federal devlettirler. ‘’3.Kongre’’ ya demokratik merkeziyetçilikle yönetilen bir devlet çatısı altında uluslara ayrılma hakkı, ulusal bölgeler için özerklik ve her türlü ulusal ayrıcalığı yasaklayan talebini yada ulusların bütünleşik bir federal devlette sovyetik cumhuriyetler şeklinde ki birliğini savunacak. İkisi birbirinden farklı ulusal sorun çözümü ve devlet modelleridir. Birincisi: Demokratik merkeziyetçilikle yönetilen bir devletin çatısı altında ulusal bölgelere özerklik tanır. Bu merkezi demokratik-sosyalist yek pare bir devlet yapısına denk düşer. İkincisi: Cumhuriyetlerin, yani ulusların federatif cumhuriyetler olarak örgütlendiği sovyetik sosyalist devletler birliğidir. Aynı zamanda federal devletlerdir bunlar. Cumhuriyetler birliği federal devlet yapısına denk düşer. Bu iki devlet yapısı bir ve aynı değildir. Lenin birincisini terk edip, ikincisini benimsedi. “3.Kongre’’ nin ise neyi savunduğu belli değildir. Her sorunda eklektik yaklaştığı için 60 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 yüzeysel yaklaşıp ezbere dayalı tekrarlarla ‘’yeni’’ adı altında Sosyalist teorinin önemli sorunlarında ilkesel tutumlarını, çözüm yollarını da birbirine karıştırdıklarını rahatlıkla belirtebiliriz. ulusal soruna ilişkin de ‘’bölgesel özerklik’’ ile federatif birliğin devlet yapısı olan ‘’Cumhuriyetler Birliği Programı”nı aynı cümleye sığdıra bilmiştir. Buradan hareketle ‘‘3.Kongre’’nin revizyonist sol lafazanlarının kesin ve net saptanması gereken program maddelerine bile Devam Edecektir... 61 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 EMPERYALİZMİN BİTMEYEN HAKİMİYETİ ORTA DOĞU DA TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN HALKASI ne dediğine bakılmasının anlamı tamda bahsini ettiğimiz zorunlu ilişkinin bir sonucudur. Çünkü haydut devletler dünya siyasetini zor yolu ile belirliyor, ekonomik zenginliği emiyor. Sık sık tekrar ettiğimiz gibi, emperyalizm dikkate alınmadan dünya da hiçbir önemli ekonomik, politik, siyasi mesele tartışılamaz. Çünkü emperyalizm bir avuç haydut devletini dünyanın çoğunluğunu oluşturan diğer ulusları bir köşesinde baş gösteren toplumsal çatışma, işgal, ilhakların içinde mutlaka tekelci burjuvazi vardır. Hiçbir ülkedeki önemli politik, siyasi gelişmelere kayıtsız kalamazlar. Çünkü tekelci kapitalizm uluslar ötesi ekonomik, siyasi egemenliktir. Bu nedenle herhangi bir ülkede yaşanan toplumsal çatışma, siyasal mücadele bir “iç sorun” değildir, olamaz. Bir avuç haydut emperyal devlet dünyanın çoğunluğunu oluşturan ulusların –ulus devletlerin üzerinde ekonomik, siyasal, askeri hâkimiyet kurmuştur. Bütün toplumsal çelişki ve çatışmaların ekonomik temeli vardır ve bu emperyalizmi temelde ilgilendirir. Günümüzde ekonomik olarak dünya pazarlarına 150 tekel hükmediyor. Hükmeden bir azınlık var olduğuna göre tabiî ki bağımlı olan çoğunluk var demektir. Bağımlı olanlar kimdir?Ezilip sömürülen, ulusal kölelik dayatılan yarı sömürge uluslar ve halklardır. Hükmedenler ise emperyalist haydut devletlerdir. Emperyalizm çağı başladığından günümüze, tekelci kapitalizmde, sosyalist ülkeler dışında ulusal pazarlar var olmadı. Şayet bağımsız ulusal ekonomik birimler yoksa var olamıyorsa bunun üzerinde şekillenen bağımsız siyasi yapı, bağımsız devlet örgütlenmesi de yoktur.Bu nedenle meselenin emperyalizmle olan bağını ortaya koymak aynı zamanda genel ve yerel bağını ortaya koymak anlamına gelir. Bugün dünyanın her hangi bir yerinde ortaya çıkan önemli bir gelişmede ABD, AB, Rusya’nın 20.yüzyıldan günümüze bağımsız gözüken ulusal burjuvaziler ve ulusal hükümetlerin emperyalist devletlerin birer parçası, piyonu, uydusu oldukları hiçbir yalan-dolan, maskeyle gizlenemez durumdadır. Lenin yoldaşın tamda birinci paylaşım savaşının ortasında ulusal kurtuluş ve bağımsızlık sorununu tahlil ederken; emperyalizmle birlikte burjuva demokratik anlamda ulusal bağımsızlık sakatlandı tespitini yapmasının anlamı buradadır. Çünkü krallık, çarlık, imparatorlukların yerini emperyalizm almıştır. Tekelci burjuvaziyle işbirliğine girmeyen ulusların hakim burjuvazisi, feodal sınıfları ve ulusal hükümetlerinin karşı koyma durumu kalmadı. Elbette çelişkisiz bir olgudan bahsetmiyoruz. Emperyalizmin çıkarları tehlikeye düştüğü koşullarda zor araçları devreye girdi. Ulusal hükümetler düşürüldü, suikastlar, şantajlar, satın almalar, askeri darbeler devreye girdi. Çeşitli yöntem ve saldırılarla, karanlık kirli yöntemlerle, müdahalelerle sorun giderilmediyse yarı sömürge ülkeler işgal edildi, edilmeyede devam ediyor. Dünya tekelci burjuvazisi bir yandan ulusal bağımsızlık, eşitlik ve özgürlükten bahsederken, diğer taraftan işgaller, ilhaklar, katliamlar yaptı. Günümüzde yarı-sömürge durumunda olan ( burjuvazi bunlar gelişmekte olan ülkeler, yada üçüncü dünya ülkeleri demektedir.) bağımlı kukla hükümetlerin işbirlikçi olup - olmadıklarına dair bir tartışma 62 Devrimci Halkın Günlüğü yürütülmüyor. Bağımlı devletlerin ve hükümetlerin emperyalizmin pençesi altında olduğu, işbirlikçi olduklarına dair tartışmalar Marksist-Leninist-Maoist’ler açısından geride kalmış bir tartışmadır. Bu anlamıyla ister devrimci isterse reformist ulusal hareketlerin nihayetinde emperyalizmle işbirliğine gireceğinin söylenmesi boş bir tespit değildir. Bütün 20. yüzyıl bu olguyu fazlasıyla kanıtlamıştır. Ulusal kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarında milyonlarca insan öldü, ama burjuva çizgideki ulusal bağımsızlık ve özgürlük, ulusların eşitliği sadece biçimde kaldı. Ulusal devletler “kendi” halkına karşı birer savaş merkezine dönüştüler. Emperyalist burjuvazinin çıkarlarının korunması için faşist diktatörlükler inşa edildi. 20.yüzyılda sömürge olan uluslar biçimde bağımsız ve eşit özünde, ekonomik, politik, siyasi açıdan bağımlı olarak yarı sömürge aşamasına geçişi tamamladılar. Dünya halkları sosyalist bağımsız ulusların kardeşliğine de tanık oldu. Fakat barbar tekelci kapitalizm karşısında sosyalist devrimlerin aldığı geçici yenilgi daha önce kardeşçe yaşayan ulusların özgürlüğünü de sakatladı. Kanlı boğazlaşmaları körüklemeleri geç olmadı. Yugoslavya’nın parçalanması, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Bosna, Çeçenistan’da yaşanılan etnik sorun ve çatışmaları hatırlamak yeterlidir. Burjuva ulusal bağımsızlık süreci 1970’li yıllarda çoğunlukta tamamlanmıştı. Fakat ekonomik, siyasi, politik olarak, demokratik seviye, kültür ve eğitim, toplumsal yaşam seviyesi bakımından, bağımsız kabul edilen ulus devletlerin bir avuç emperyalist devletle eşit olmadıkları, onların seviyesine hiçte yaklaşamadıkları apaçık değil midir?! ABD, AB emperyalistlerinin emrindeki NATO, bağımsız ve eşit denilen uluslara istediğinde bomba yağdırmıyor mu? İşte bu kapitalizmin eşitlik anlayışıdır. Kasalarına para, kar, petrol gelirleri 2014 - KASIM - SAYI: 2 akıyorsa bombalar kardeşlik ve eşitlik için atılıyordur..(!) Komünizm öldü dediklerine bakmayın. Komünizm hayaleti dolaşmaya devam ediyor ve korkularını büyütüyor. Bütün araç, yöntem, medya, eğitim ve devlet organlarıyla “özgürlüklerin önündeki engel komünistlerdir” demekteydiler. Komünizmin ölümü ilan edileli çok oldu, ama dünya halkları ve ezilen ulusları ne eşit ve özgür oldu nede sömürü ve talan çarkında kurtuldular. Sadece ve sadece açlık, ölüm ve kan arttı. Daha fazla doğal tahribat, daha fazla kimyasal silah kullanımı, daha fazla toplumsal yabancılaşma, daha fazla sınır tanımaz yöntemlerle kirli, kanlı, haksız milyonların öldüğü savaşlara tanık olundu. Devasa teknolojik gelişmeler oldu. Fakat teknoloji ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin bir avuç tekelci devletin elinde toplanması üretici güçlerin seviyesiyle üretimin toplumsal ve küresel karakteriyle olan uzlaşmaz çelişkisi kendisini daha büyük krizlerle ortaya koydu. Kapitalizm kendi mezarını hazırlamıştır. Üretenlerin kanıyla beslenen bu doymaz canavarın sadece ve sadece üretenlerin devrimci eylemi mezara gömecektir. EMPERYALİZM ÇAĞINDA ULUSAL SORUN İÇ MESELE DEĞİL, BİR DÜNYA SORUNUDUR 1917 Bolşevik devrimiyle dünya iki uzlaşmaz kampa bölündü. Bu cephenin haklı devrimci tarafı komünizmi, haksız gerici tarafı ise barbar kapitalizmi temsil etti. Bu tarihten sonra bütün siyasi savaşım bu olguya göre şekillendi. Emperyalizm anti-komünizm cephesini şekillendirdi. Elbette emperyalist güçlerin kendi aralarındaki kamplaşmalarda aratarak devam etti. Komünizmle mücadele bütün önemli sorunların bir tarafında yerini aldı. 63 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Yugoslavya’nın dokuza parçalanmasın da, Bosna’da katliam yapılmasında, Afganistan, Irak, Libya, Mısır, Suriye’de emperyalizmin kanlı elini yeni görmüş değiliz. Bugün çok daha pervazsız gözükmektedirler, ama bütün 20. yüzyıl boyunca yarı-sömürgelerin ekonomik, siyasi yapısına emperyalizm damgasını vurmuştur. İşte yeniden Mısır’da askeri darbe oldu. Meydanlara toplanan halka ateş ettiler, 650’den fazla yurttaş katledildi. ( 14.08.2013) İkiyüzlü satın alınmış kalemşorlar faşist AKP hükümeti, “ABD’nin Mısır’da darbeye neden darbe demediklerinden” serzenişte bulunuyorlar. Peki ABD İran’da (1953), Guatemala’da (1956), Arjantin’de, Şili, Peru’da, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’de Türkiye’de ki askeri darbelere “darbe” demiş miydi!? Tabi ki hayır! 1950’lerdan sonra yarı-sömürgelerde askeri darbeler yolu ile faşist diktatörlükler çok daha katmerleşti. Bu faşist politikanın başını ABD çekiyordu. Emperyalist blokların sözcüleri “askeri darbeler sona erdi” dediler, ama halklar meydanlarda özgürlük istemeye başlar başlamaz tekrar askeri darbelere sarıldılar. Özünde ezilen sınıflara devlet gücünün kullanılmasından başka bir şey değildir bu. Hali hazırda Türkiye’de olduğu gibi göstermelik darbe yargılanmaları yapılsa da birçok yarı sömürge ülke –Türkiye’de de – özünde askeri darbe yasaları ve siyasi anlayışıyla yönetiliyor. Bu anlamıyla AB, ABD gibi emperyalist blokların ikiyüzlü demokrasi havariliğini dünya sömürülen halkları ve ulusları nezdinde bir anlamı yoktur. Çünkü bağımlı askeri bürokratik rantçı devletler anti-komünizm cephesinde halka karşı katliam yapan devletlerdir. Bu devlet biçimleri faşist karakter de ve emperyalizmin yarı sömürgelerde ki dünya siyaseti ve politikası ise faşizmdir.Bu nedenle askeri darbeler sadece Türkiye, Irak, İran, Suriye, Mısır’da değil neredeyse bütün bağımlı ülkelerde başvurulan faşist yöntem biçimi olmuştur.Emperyalist egemenlik dünyanın birçok noktasında kendisini tekrar eder.Çıkarların korumak için her yöntemi dener. En gerici sınıfları destekler, iş birline uygun hale getirir. Orta Doğu’yu incelerken bunu daha açık göreceğiz. Haydut devletler burjuvazisi sadece sermaye, teknoloji, teknik-ustalık ihracı edip, bankaları denetim altına almıyor, bu çarkı güvenceye almak için siyasi istikrarı zorunlu görüyor. Devleti bu amacına uygun şekillendiriyor. Buradan hareketle Türkiye gibi bağımlı kukla devletlerin her yeniden düzenlenmesi sivil-askeri bürokrasinin uygun hale getirilmesi emperyalist güçlerin planlaması ve çıkarları doğrultusunda gerçekleşir. İşbirlikçi burjuvazi yerli yerinde karına kar katar. Askeri darbeler yada çeşitli operasyonlarla bürokrasinin bir kısmının t6asfiye edilmesi devleti el değiştirmesi anlamına gelmez, gelemez. Çünkü yarı sömürge devlet emperyalizm ve komprador (iş birlikçi) sınıfların elindedir. Onlara hizmet etmeye de devam etmektedir. Aksi takdir de emperyalizm olgusunun bir anlamı kalmazdı. Olasıdır ki ulusal hükümetler emperyalist güçlerle çelişkiye düşe bilir, ihtiyaçlarına cevap vermez duruma gelebilir, bir emperyalist bloğa dayanarak diğer bloğa meydan okumaya girişebilir. Ana çelişkilerde kendisine daha fazla kar ve nüfus alanı açmak isteyebilir. İşte tamda bu ve benzer şartlarda uygun zamanda işgal ve ilhaklara varan saldırlar başlar. Ulusal sorunda, ulusal sorunun burjuva ve proleter çözümün de emperyalizmin ekonomik siyasi gerçekliğini göz önünde bulundurmak zorunludur. Ulusal sorunda proleter devrimci çözüm kapitalist barbarlığın son bulması, emperyalist hegemonyanın kırılmasıdır. Burjuva çözüm ise emperyalizm ile işbirliğine girmektir. Ulusal ekonomi ve pazarın tekelci kapitalizmin talan alanına ucuz emeğin kar deposuna dönüşmesidir. 20. yüzyılda Afrika, Orta Doğu, Asya Pasifik’te bütün uluslar sosyalist devrimle bağımsızlıklarını kazanmadılar.(Tabi Çin komünistlerinin ulusal bağımsızlığa da önderlik ettiğinde unutmayalım keza Vietnam, Kore’de bu çerçevededir). 64 Devrimci Halkın Günlüğü Bu anlamıyla ulusal bağımsızlık uğruna kahramanca savaşlar verilse de burjuva çizgide emperyalizmin kanatları altına girildi. Bu gün bir avuç haydut tekelci devlet 200’e yakın ulusa –devlete- hükmediyor. Ulusal kurtuluşçuluğun yarı-sömürge niteliği 20.yüzyılın gerçeği olarak günümüze taşındı. Sürdürülen işgal, ilhak ve bölgesel savaşları, kışkırtılan iç savaşları anlamak için bu temel halkayı iyi kavramak gereklidir. Çünkü tekelci dünya kapitalizmi henüz bağımsızlığını kazanmamış uluslarda bile kendisine bağımlı sınıflar oluşturmuştur. Yarı sömürge niteliğinde bağımsız olan bu ülkelerdeki işbirlikçiliğin de temelini oluşturmaktaydılar bu sınıflar. Bu anlamıyla emperyalizm öncesi olduğu gibi, bağımsızlık uğruna savaşan ve diğer sınıfları etrafında toplayan tek cephede bir ulusal burjuvaziye rastlamak mümkün olmadı! Öyle ki emperyalizmin işgali altın da Hindistan, Türkiye, Mısır, Irak, İran, Suriye, Afrika’nın diğer ülkelerinde aynı zamanda anti-emperyalist mücadele veren komünistler ezildi. Kore’de Vietnam’da komünistler savaşırken burjuva- feodal gericilik işbirliği yaptı. Çin’de başkan Mao önderliğinde Japon emperyalizmine karşı savaş verilirken Çin burjuvazisi ve feodal gericilik emperyalistlerle işbirliğine girişip Çin halkına silahlarını çevirdiler. Sonunda Çen-Kay-Şek emperyalistlerle birlikte Çin’den kovuldu. Ulusal bağımsızlık sorunu olan ülkelerde bloklaşmış emperyalist güçler çeşitli ulusal hareketleri etki altına alarak birbirleriyle çatıştırdılar. Sadece komünist hareketlerin ezilmesine ihtiyaç duyduklarında ulusal hareketlerle iş birliği yapmakla yetinmediler. İç savaşları körüklediler. Ulusal hükümetler oluşturduktan sonrada başka ulusları baskı altına alacak ileri karakollar haline getirilen onlarca kukla devlet ortaya çıktı. 20.yüzyıl devrimleri ulusal kurtuluş savaşlarına baktığımızda hiçbir şekilde ulusal 2014 - KASIM - SAYI: 2 sorunu sadece bir içmesele olmadığı anlaşılır. Bu olgu savaşla birlikte tamamıyla açığa çıkmıştır. Afrika, Orta Doğu, Asya Pasifik’te ulusal bağımsızlık savaşları emperyalist güçlere karşı verildi. Keza emperyalist orduların doğrudan konumlanmadığı, ama kendisine bağımlı kukla devletleraracılığıyla baskı altına- İsrail’in, Filistin’i, Türkiye, Irak, İran, Suriye’nin Kürdistan’ı - alması gibi… Ulusların mücadelesi de özünde emperyalizme karşı verilmektedir. Kısacası ulusal sorun emperyalizm çağında – en tam haliyle birinci paylaşım savaşıyla- bir iç sorun olmaktan çıktı. Bağımsız gözüken ulus devletlerin burjuvazisi, devleti ve siyasi yapısı emperyalizme bağımlıdır. Bağımlı olan bu devletlerin emperyalist burjuvazinin onayı olmadan, çıkarına uygun düşmeden başka bir ulusu baskı altında tutması mümkün değildir ve olamaz. Emperyalizmden bağımsız ulusal burjuvazi, ulusal pazar hâkimiyeti olmadığı için ezilen ulusun burjuvazisiyle bir pazar paylaşım savaşınada giremezdi, giremez. Bu nedenle ulusal sorun sadece iki ulusal burjuvaziler arasında yaşanan bir iç sorun değil, ekonomik, siyasi açıdan doğrudan emperyalizmi bağlayan bir sorun olmuştur. Bu halkadan kavranmadığı zaman 20. yüzyıl ulusal sorunun ekonomik özünü de oluşturan işçi ve emekçi köylü milyonlarca halkın vahşice sömürülmesi ekonomik alt yapısının tahrip edilmesi ve bütünüyle talan pazarına dönüşmesi anlaşılamaz. Ucuz emekten elde edilen yüksek artı-değerin tekellerin kasalarına nasıl aktığı hiç anlaşılamazdı. Özetlersek: Birincisi; 20. yüzyılda emperyalizmin doğrudan sömürge rejimi kurduğu, (Orta Doğu, Afrika, Asya Pasifik’te bilinen ülkeler) de uygulanan ulusal baskı ve bu baskıya karşı verilen ulusal bağımsızlık savaşı doğrudan emperyalist ordulara karşı verildi. ( Çin, Vietnam, Laos, Kamboçya, Filipinler, Kongo, Cezayir, Libya, Fas, Kenya, Gana, Haiti, 65 Devrimci Halkın Günlüğü Afganistan, Hindistan v.d bu kapsama girer.) İkincisi; emperyalizmin tartışmasız olarak hakimiyet altına aldığı işbirlikçi devletler aracılığıyla uygulanan baskı türüdür. Emperyalizmin Orta Doğu ileri karakolu durumunda olan İsrail’in Filistin’i ulusal baskı altına alması gibi… Kurulduğundan beri yine emperyalizmin gerici karakolu olan faşist Türk devleti; 1946’ya kadar sömürge rejimiyle yönetilen Suriye, Irak (1932’de bağımsızlığını kazansada, sömürge niteliğinde bir değişim olmamıştır. Göstermeliktir.) İran devletleri aracılığıyla Kürt ulusunun baskı altına alınması gibi yine Seylan’da Tamiller, Hindistan’da baskı altında olan azınlık ve uluslar vardır. Yine Avrupa kapitalizminin en zayıf halkalarından biri olan İspanya’da BASK’ a uygulanan ulusal baskıda bu olgudan bağımsız düşünülemez. 600 yüzyıllık İrlanda sorununu da daha özel başlıklarla incelemek gerekir. Özetlediğimiz iki yan emperyalizm çağında ulusal baskının iki biçimidir. Elbette özel yanları vardır. Nasıl ki kurulan sömürgeler emperyalist blokların yada devletlerin kendi aralarında ki güç paylaşımına dayanıyorsa, kukla devletler aracılığıyla uygulanan ulusal baskıda bu mevcut paylaşım ve siyasal yapılanmaya bağlı düşünülmek zorundadır. Bu nedenledir ki ulusal sorun –iki ülke- ezen ve ezilen burjuvazileri arasında pazar uğruna, dünya burjuvazisinden kopuk yürüttükleri bir savaş olmaktan çıktığı içindir ki bir iç sorun değil bir dünya sorunudur. Tibet, Keşmir, Filistin, Seylan, BASK, Kürdistan veya bağımsız ulus devlet olan Irak, İran, Suriye, Mısır, Libya, Afganistan’da önemli her gelişmede emperyalistlerin tavırlarını açıklamaları asla yeni bir olgu değildir. 1914-1918 savaşıyla bütün yönleriyle ortaya çıkan siyasi-ekonomik biçimin ve özün günümüzde sürdürülmesidir.Meseleye bu açıdan bakıldıktan sonra Orta Doğu’yu özel olarak ele almak Komünist Hareket açısından zorunlu bir ihtiyaçtır. 2014 - KASIM - SAYI: 2 EMPERYALİST HALKA KIRILMADAN ORTA DOĞU ÖZGÜRLEŞEMEZ Genel anlamda emperyalizmin dünya üzerindeki hâkimiyeti biz komünistleri her açıdan ilgilendirir. Çünkü tekelci kapitalizm ezilen ulus ve halkların düşmanıdır. Enternasyonal Komünist Hareketin bir kolu olarak Türkiye – Kuzey Kürdistan’da devrim amacı uğruna aynı zamanda emperyalizme karşı savaşıyoruz. Çünkü devrimimizin zaferi emperyalist çemberi kıracak içeriğe sahiptir. Orta Doğu’ya çok yakından eğilmemizin özel yanı Orta Doğu ülkesi olan Türkiye –Kuzey Kürdistan’da mücadele yürütmemizdir. İşin başındayken bir eksikliği belirtmek gerekir. Orta Doğu’nun kalbinde olmamıza rağmen ne uluslar arası nede yerel –ulusal- anlamda toplumsal derinliğine inebilecek bir bakış açısını yakalayamamış olmamız affedilemez bir eksiklik, siyasi, politik yetersizliktir. Elbette bu durum devrimci savaş yürüttüğümüz dinamikleri yeterince kavramamayla doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenledir ki Asya Pasifik’le, Avrupa ile ilgilendiğimiz kadar Orta Doğu’da sınıfsal mücadele ile ilgilenmedik. Oysa gerek tekelci dünya burjuvazinin dizginsiz egemenliği gereksede Türkiye - Kuzey Kürdistan devrimini kopmaz bağlarla ilgilendiren Kürdistan’ın diğer üç parçası düşünüldüğünde Orta Doğu’nun devrim perspektifimizin içinde önemli bir yer tutması gerektiği kendiliğinden anlaşılır. Bunun en pratik ortaya çıkan Batı Kürdistan devrimiyle ( 19 Temmuz 2012) Güney, Doğu ve Kuzey parçaları etkilenmekle kalmadı İran, Irak, Türkiye devletleri Kürt ulusal bağımsızlık mücadelesini boğmak için bir an olsun harekete geçmekte gecikmediler. Bu gerici faşist devletler “Suriye’deki gelişmeler bizim içi meselemizdir.” anlayışıyla yaklaşmaktadırlar. Aynı zamanda Suudi Arabistan, Katar, Ürdün, Mısır’da bu çatışmanın içinde yerini almış durumdadır. Nasıl oluyorda işçi sınıfı, emekçi köylülük geniş gelişmeler bizim temel meselemiz olamaz. Neden gerici sınıflar 66 Devrimci Halkın Günlüğü halkımızı boğazlamaya koyulurken bu “iç mesele”de savaş cephelerinde devrimci kararlılıkla savaşmıyoruz. Bütün bu çelişkileri anlamak için Orta Doğu’yu ve emperyalizmin hâkimiyetini kavramak gerekmektedir. Bunun yanında proleter devrimci hareketin dayandığı ezilen sınıfların sosyolojik bütünlüğü emperyalist güçlerin dayattığı sınırlara sıkıştırılamaz ve sınırlanamaz. Bu nedenle ayaklarımızın bastığı toprağı iyi kavramalıyız. EMPERYALİZMİN ORTA DOĞU’DAKİ KANLI HÂKİMİYETİ Orta Doğu ani coğrafyayı kapsamaktadır. Şayet Büyük Orta Doğu coğrafyası geniş anlamda düşünülürse içine Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Kafkasya girer. Bunun anlamı: Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan, Mısır ve Körfez ülkeleri olan Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, ayrıca İran, Afganistan, Pakistan, Türkiye ve Kafkasya’yı içine alan ortasında Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin, İsrail’in bulunduğu geniş coğrafyadır. Büyük Orta Doğu’da dünya petrol rezervlerinin %80’i bulunmaktadır. Bu anlamıyla ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesinin bu coğrafyayı kapsamasını anlamak zor değildir. İşgal, iç savaş emperyalist blokların çelişki ve çatışma alanlarıdır. Daha dar anlamda Orta Doğu; Mısır, Türkiye, İran, Irak, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Yemen, Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin, Ürdün, Lübnan, İsrail ve inkar edilen ülke ve ulus olarak Kürdistan’ı içine alan coğrafyadır. Dar anlamda ve yaygın olarak bilinip kabul edilen Orta Doğu’da petrol rezervlerinin %70’i, doğalgaz rezervlerinin ise %35’i bulunmaktadır. Bu anlamıyla dünya enerji merkezi Orta Doğu’dur. Emperyalist burjuvazinin enerjiye hâkimiyeti aynı zamanda dünya ekonomisine, siyasetine hakimiyet anlamına gelmektedir. Orta Doğu halklarını açlığa, ölüme mahkûm ediyorlar. Enerji kaynaklarının üzerine 2014 - KASIM - SAYI: 2 yatarken ölüm saçıyorlar. Öte yandan silah ithalatının %75’i Orta Doğu’ya yapılmaktadır. En zengin ve en gericilikle sembolleşmiş Suudi Arabistan gibi petrol zengini ülkeye en fazla silah ihraç edilmesi arasında doğrudan bir ilişki vardır. Emperyalist haydutlar Orta Doğu’ya hangi tarihi şartlarda yerleştiler. Bugün Irak, Suriye, Mısır, Filistin, Kürdistan, Libya, Lübnan vd. yaşanılan çatışmaların, savaşların arka planı nedir? Bu arka planı anlamak için emperyalizmin Orta Doğu’ya ve geniş anlamda dünyaya hâkimiyetinin ekonomik, siyasi içeriğini iyi kavramak gerekiyor. Emperyalist güçler yerleşmeden Orta Doğu Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altındaydı. Ulus devletler henüz Orta Doğu’da ortaya çıkmamıştı. İngiltere, Batı Avrupa’da gelişen kapitalizmin en güçlü temsilcisi olarak sadece Hindistan’ı sömürgeleştirmekle (1763) kalmamıştı, 19. Yüzyılda deniz yolarının denetimini de ele geçirmiştir. Bu egemenlik yükselen kapitalizmin feodal monarşilere geri feodal üretim biçimlerine karşı sanayileşen dünyanın hâkimiyeti anlamına da geliyordu. Buradan bakıldığında Hindistan’ı, Çin’i, Amerika’yı vahşice yağmalayan halk isyan ve ayaklanmalarını kanla bastıran İngiltere ve bağlaşıklarını kağıt üzerinde Osmanlı’ya ait olduğu söylenen Mısır’da Süveyş kanalına hakim olmalarını da aynı ekonomik temel üzerinden anlamak zor değildir. Süveyş kanalını Fransa inşa etmiştir. Osmanlı’ya bağlı olan ticaret ve deniz yolu için kilit noktada olan Süveyş kanalı, Kızıl Deniz Körfez bölgeside 19. Yüzyılda İngiltere’nin denetimine girmiştir. 1838-39’da İngiltere – Osmanlı ticaret anlaşmasıyla bağımlılığın temeli atılmakla kalmadı Osmanlı egemenlik alanlarını sürekli kaybetti. İngiltere bu tarihe kadar karşısına çıkan donanmaları zaten yok etmişti. 67 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 İngiltere koloni rejimleri kurmaktaydı. Kuzey Afrika, Körfez ülkelerinin bir kısmı Osmanlının egemenliğinden çıkmıştı. Fransa Cezayir’i (1830), Tunus’u (1881)’de sömürgeleştirdi. İtalya Libya’da (1911) işgalle Osmanlının hakimiyetini Kuzey Afrika’da sonlandırmışlardı. Birinci paylaşım savaşından önce sömürgeleştirdikleri bu ülkelerin kiminde ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında çıkmak zorunda kalacaklardı. Birinci emperyalist paylaşım savaşıyla Osmanlı Devleti Orta Doğu’daki bütün hakimiyetini kaybetmiştir. bir tekrarıdır. Özünde Osmanlı hanedanlık olduğu için Türk devletinin yapılandırılması ise yıkılıp tarihe karışan hanedanlığın şartlarına uygun olmuştur. Fakat Türkiye ve Mısır devletlerinin ortak yanı emperyalist güçlerin hizmetinde olmalarıdır. Orta Doğu’da bazı devletler 20. yüzyılın ilk çeyreğinde –Türkiye, Mısır bağımsız devlet olarak yapılandırılırken Orta Doğu’nun genelinde doğrudan sömürge rejimi kurulmuştur. Aşamalı olarak zamanla Orta Doğu’da ulus devletler çoğaldı. Arap ulusu birçok parçaya bölüştürüldü. Mısır’da ortaya çıkan halk hareketini ezmek, denetim altına almak -tutmak- için emperyalist planlar uygulanmaktadır. Mısır hiçbir zaman emperyalist boyunduruktan kurtulamadı. İşgal edildiği 1882’den günümüze bu böyledir. ( Kapitalizm serbest rekabetçi dönemden 1900’ün başında tekelci aşamaya –emperyalizm- varması olgusu birbirinden kopuk değildir, birbiriyle de karıştırılamaz.) Savaş başladığında (1914) ise İngiltere Mısır üzerindeki işgalini resmen açıklamıştır. Akdeniz’in Körfeze açılan kapısı olan Süveyş kanalı üzerinde İngiltere, Fransa denetim kurmuştur. Mısır’da sadece İngiliz firmaları için pamuk üretilmedi, Mısır’ın bütün ekonomik damarları, sermaye, madenler, sanayi denetim altına alındı. Orta Doğu haritası 1918-22 yılları arasında şekillendi. İran’ın durumuda benzerdir. İngiltere antant devletleriyle birlikte Bolşevik Sovyet devrimini bastırmak için İran’ı da bir üs olarak kullanmışlardı. İran petrollerini korumak için İran’a akıtılan sermaye aynı zamanda siyasi yapılanmada tekelci burjuvaziyi söz sahibi yapmıştı. Anti-komünizm cephesinde gerici faşist devletlerin güçlendirilmesi de esas alındı. Bu tarihi şartlarda İran’da Kaçar Hanedanlığı son bulmuştu. (1921) İran’da Rıza Han dönemi, yani Pehlevi Hanedanlığı dönemi başlamıştır. (1925) İran’da da meclis açılmış, seçimler yapılmıştır. Türkiye de nasıl ki M. Kemal parlamentoya seçilecekleri belirliyor ve halkın kendisinin belirlediklerine oy vermesini zorunlu kılmışsa, İran’da da Şah Rıza tarafından parlamentoya seçilecek olanlar önceden belirleniyordu. Demek ki siyasal yönetimde birinin adı cumhuriyet, diğerinin hanedanlık olarak tanımlanmasının bir farklı anlamı olmuyor. İki rejim de benzer nitelikte faşist diktatörlükle emperyalizmin çıkarlarını korumaktır. İngiltere ( 1922)’de Mısır’a bağımsızlık verildiğini açıklamıştı. Kağıt üzerinde yazılı olan bu bağımsızlığı bir hükmü yoktu.İşbirlikçi burjuvazi, feodal sınıflar İngiltere’nin denetiminde ve hizmetindeydi. Partiler kurulmuş, seçimler yapılmış, İngilizlerin temsili monarşisi Orta Doğu’da sömürge rejiminin maskesine dönüşmüştür. İngilizlerin denetiminde Kral Fuad (1917-1936) Mısır’ın başına getirilmiştir. Öldükten sonrada yerine oğlu Kral Faruk geçmiştir. Elbette ulusal bağımsızlık isteyenler ise ezilmiştir. Aynı tarihlerde ve daha sonra Orta Doğu’da türeyen krallıklar Mısır’da olanın Emperyalizmin İran’daki sembolü ( Anglo Persian Oil Campany ) İngiltere-İran Petrol Şirketi’dir. İran bağımsız gözükse de İngiltere’nin hâkimiyeti altındadır. Çok uluslu İran devletinde Fars milliyetçiliğini esas alan fars olmayan ulus ve azınlıkların haklarını gasp eden, inkâr –Tıpkı Türk devleti gibi- faşist bir 68 Devrimci Halkın Günlüğü diktatörlük kurmuştur. Orta Doğuda ulusal devletlerin tarihine bakıldığında savaş sonrası 1920’lerden başlayarak bağımsızlıların ilan edildiği görülür. Oysa bu devletler uzun süre devam edecek sömürge rejimi altındaydılar. Aksi takdirde 1921’de “bağımsız” bir devlet olarak kurulan Ürdün’ün bağımsızlığına inanmamız gerekirdi. Kâğıt üzerinde Suudi Arabistan, Irak (1932) bağımsızlığını kazanmıştı. Oysa fiili olarak sömürge rejimi sürmekteydi. 2. paylaşım savaşı sonuçlandıktan sonra yeniden tekelci kapitalizm ve sosyalizm arasındaki savaşımla dünya dengeleri belirlendi. Emperyalist güçler Orta Doğu da manda rejimlere son verdiler. Elbette hepsi aynı tarihte değil. Askerlerini 1948’de Suriye, Lübnan, Filistin, Irak’tan geri çektiler. Petrol zengini körfez ülkeleri olan Kuveyt (1961), Birleşik Arap Emirlikleri ( BAE ), katar, Umman, Bahreyn (1971), bağımsız ulus devletler olarak oluşturuldular. Arap ulusundan oluşan bu devletlerin (elbette farklı uluslardan azınlıklarda yaşamaktadır) özelliği petrol kuyularına göre ortaya çıkmış olmalarıdır. Emperyalizm Orta Doğu’da en gerici feodal-burjuva sınıflara dayanmıştır. Bu devletlerin oluşumu günümüzde bile çatışma ve egemenlik konusudur. Oluşturulmuş bu düzen, paylaşım, ekonomik-siyasi dengenin sürdürülmesi için her türlü yol ve yönteme başvurulmasının nedeni budur. Bu ülkelerde halen, Krallıklar, Emirlikler veraset yolu ile devredilmektedir. 18. yüzyılda süre gelen aşiret, klanlar, feodal hanedanlıklara dayanmaktadır. Suudi Arabistan, Ürdün’ü hatırlamak yeterlidir. Petrol doğalgaz emperyalist haydutlar için önemlidir. İstatistiklere göre günümüzde Almanya %32, İngiltere %45, Japonya %75, Fransa % 81, ABD %25-30 oranında petrol-enerji ihtiyacını Orta Doğu’dan karşılamaktadır. Buradan hareketle ABD’ye en fazla petrol sağlayan Suudi Arabistan kralının Beyaz Saray’da 2014 - KASIM - SAYI: 2 samimi pozlarla karşılanmasının “sırrı” bundandır! Orta Doğu’da emperyalistlerin hâkimiyetinin son bulması demek, sanayileşmiş haydut devletlerin ekonomik kaynağının sarsılması demektir. Örneğin BAE yedi Arap Emirliklerinden oluşmaktadır. Nüfusu 4.6 milyon’dur. Bu devlet İngiltere’nin 1968’de körfez mandalarından çekileceğini açıkladıktan sonra yine emperyalist güçler tarafından yapılandırılmıştır. Keza Umman’ın nüfusu 3.3 milyondur, Bahreyn 720 000 nüfusa sahiptir. 35 adadan oluşan takımada ülkesidir. Bahreyn’de bir Emirliktir. İngilizler pek hevesliler anayasal monarşiler oluşturmaya. Bütün Orta Doğu ülkelerinde olduğu gibi Bahreyn’de de meclis, hükümet vardır, ama hepsi Emir’e bağlıdır. Yine bir körfez ülkesi olan Katar’ın nüfusu 830 000’dir. Bahreyn’in hemen yanı başında bir yarım adadır. Bu küçük ülkenin dünya petrol rezervleri içindeki payı %1,3 dür. Anlaşılmalıdır ki Emirliklerinin ömrünün uzun olması emperyalizmin hâkimiyet ve petrol ihtiyacıyla uyumludur. Kuveyt’in nüfusu 3 milyondan azdır. İngiltere’nin sömürgesiydi. Petrol yatağı Körfez ülkelerinin bağımsızlığı petrol teklerlinin elindedir. 1961’de Kuveyt bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. Körfez ülkelerinin bir diğer özelliği feodal gerici özelliğini korumalarıdır. Söz konusu bu ülkelerde halen kadınlara oy hakkı tanınmamaktadır. Arap ulusundan oluşan bu ülkelerin petrol rezervlerine göre dünya tekelci burjuvazisinin çıkarlarına küçük-küçük ulus devletlere bölünmesi 20. yüzyılda emperyalizmin Orta Doğu’ya derinlemesine ve genişlemesine yerleşmesiyle başlar. Orta Doğu’da siyasi istikrar söz konusu olduğunda ABD ordusu, ortaklarıyla devreye giriyor. 1990’da Irak Kuveyt’i işgal e derken Saddam’ın 69 Devrimci Halkın Günlüğü ordusunun karşısında ABD’nin başını çektiği emperyalist orduların çıkmasının anlamı buradadır. ABD bu gün Yemen, Somali’de insansız hava araçlarıyla güya terörizme karşı savaş yürütüyor. Sivil insanları katlediyor. Aden boğazını denetim altında tutan bu iki ülkede emperyalizm açlık ve yoksulluk üretiyor. Kızıl denizde Aden boğazını denetim altında tutan yeri nedeniyle Hindistan deniz yolu için önemliydi, Yemen. İngiltere Yemen’i 1839’da sömürgeleştirmişti. Yemen 1967’de bağımsızlığını ilan etti. Yemen’de demokratik ulusalcı güçler sosyalist cepheye yakınlaşmak istediler. Fakat ABD’nin başını çektiği emperyalistler ve Orta Doğu’daki gerici monarşiler –Suudi Arabistan v.d gibi- Yemeni parçaladılar. Kuzey ve Güney olarak ayrılan Yemen ancak 1990’larda birleşe bildi. Yemen’de ciddi bir sosyalist etkiyle Güney’de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. Emperyalist güçler iç savaşı kışkırtmış feodal gerici sınıfları demokratik toplumsal güçlerin bastırılması için silahlandırmışlardır. Aden boğazının diğer yakasında bulunan Etiyopya’da Yemen’den çok farklı değildir.Yemen’de anti-emperyalist devrimci bir damar vardır. 1993’te yaşanan iç savaşta yüzlerce Yemen Sosyalist Partisi üyesinin öldürülmesi, Sovyetlerin yıkılmasından sonra Yemen’de emperyalist güçlerin yaptığı kapsamlı saldırı ve yeniden yapılandırmayla doğrudan bağlantılıdır. Fakat Orta Doğu da oluşan bir kukla devletin aksine Etiyopya ve Yemen’de demokratik halkçı mücadele akımı güçlüdür. Bu anlamıyla da dikkat çekmektedir. Bütün bunlar halk için demokratik rejim, bağımsız bir ülke olmak için yeterli değildir. Orta Doğu’da ortaya çıkan halk hareketlerine kadar yirmi, otuz, kırk yıldır devletin başında olan diktatörlerden biride Yemen’deydi. Yemen’de de seçimler 2014 - KASIM - SAYI: 2 yapılmaktaydı. Halk için demokrasi seçim yapmak, parlamentoya sahip olmak değildir. Bunu anlamak isteyenler Orta Doğu’ya bakmalıdır. Orta Doğu’nun iç kısmı yada ortası olan Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye en çok gündemde kalan ülkelerdir. Gündemde olmalarının başlıca nedeni Filistin özgürlüğü çerçevesinde sürdürülen mücadeledir. Bir diğeri ise emperyalistlerin Orta Doğu jandarması olan İsrail’in ilhak ve baskı politikasının son bulmamasıdır. Suriye 1918’de Fransa’nın denetimine girdi. Savaş sonrası Fransızların sömürgesiydi. 1946’dan sonra Orta Doğu’nun kimi ülkelerinden emperyalist haydutlar askerlerini geri çektiler. Zaten 1950’den sonra Orta Doğu’da belirleyici güç ABD’dir. 1950 sonrası Suriye Arap milliyetçiliğine dayalı Baas’la somutluk kazanmış faşist bir diktatörlükle yönetildi. Darbeler birbirini kovaladı. 1971’den beri ise, Esad diktatörlüğü sürmektedir. Baas’cılık Arap milliyetçiliğidir. İşbirlikçi burjuva ideolojinin özü Arap ulusunu esas alan –ki bu egemenlerin kendi çıkarı demektir- tek devlet, tek bayrak, tek ordu, tek ulus, tek din ideolojisidir. Milliyetçi ideolojiyle halk uyutulmaktadır. Aksi takdirde Arap ulusunun çok parçalı devletlere bölünmesinin açıklanması olurdu. Büyük burjuvazi ve feodal sınıflar işbirlikçidir. Arap ulusunun ve ezilen halkın çıkarını değil kendi sınıfsal çıkarlarını esas alırlar. Ürdün çok mu farklıdır? Hayır! 1921’den sonra İngiltere Kral Abdullah’ı atamıştı. Sonra onun yerini oğlu Hüseyin aldı (1952-1999). Bugün de monarşiyi devr alan kral oğlu sürdürüyor. 1957’de halk Kral Hüseyin’e karşı ayaklandı. Devrilme tehlikesini gören Kral Hüseyin ABD’ye resmen yardımda bulunma başvurusu yapacak kadar aşağılık ve onursuzdur. ABD Ürdün halkını bombalamıştır. 70 Devrimci Halkın Günlüğü Eisenhower doktrini çerçevesinde kendisine gerekli yardımı yapmışlardır. 6. Filo’yu yollamışlardır. Bilindiği gibi Ürdün’de iki meclis bir parlamento var. Fakat yetkiler kralda toplanmıştır. Bu monarşiler kapitalizm öncesi monarşilere benzeştirip aynılaştırılamaz. Orta Doğu’daki monarşi rejimleri emperyalist güçlerin kukla devlet düzenleridir. Parlamentoları, yasaları seçimleri elbette vardır, ama asla bunlara demokrasi denemez. Filistin gerilla güçlerinin Ürdün’den çıkarılması için Ürdün ABD ve İsrail’le işbirliği yaptığınıda unutmamak gerekir. Ürdün yaklaşık olarak 4 milyon göç ettirilmiş Filistinliyi barındırmaktadır. Bu anlamıyla da Filistin mücadelesinin çeşitli tarihsel kesitlerinde Ürdün’ün katliamlardaki payına rastlamaktayız. Lübnan 1946’da Fransa’nın geri çekilmesinden sonra bağımsız oldu. Fakat bu bağımsızlık bugün halen devam eden çatışma alanıyla somutlaşmış bir bağımsızlıktır. Suriye ve Lübnan Fransa sömürgesiydi. Bu paylaşım ve hâkimiyetin bir emperyalist devlet ve yahut bloktan bir diğerine geçmesi farklı bir sonuç doğurmamıştır. 1950’den sonra Orta Doğu’da tartışmasız bir güç olan ABD’nin jandarması İsrail’in katliamcı ulusal baskısı sonucu göç ettirilen binlerce Filistinlinin kanı Lübnan’da akmıştır. ABD, İsrail, Ürdün ve diğer işbirlikçi Arap devletlerinin ortaklığıyla Filistin gerilla güçlerinin Lübnan’da kuşatmaya alınması ve onur kırıcı bir şekilde Lübnan’ı terk etmeleri (1982) başlı başına incelenmesi gereken bir süreçtir. Bu yenilgiden sonra Filistin Kurtuluş Örgütü’ndeki (FKÖ) işbirlikçi çizgi güçlenmiş, devrimci çizgisi zayıflamış, uzlaşmacılık açığa çıkmıştır. Emperyalistler bugün benzer süreci Kürt Ulusal Hareketine dayatmakta ve sonuç almak istemektedirler. Silahsızlandır, parçala, işbirliğin derinleştir siyasetidir bu. 2014 - KASIM - SAYI: 2 Anti-komünizm cephesinin ve Orta Doğu’nun yeniden şekillendirilip yapılandırıldığı tarihi dönem olan 1946 sonrasında İsrail devleti ortaya çıktı. Filistin’i yurt edinmeye yönelik Yahudilerin Filistin’e göçü 1880’lerde başlamıştır. İsrail’in bir devlet olarak oluşturulmasında İngiltere, ABD ittifakı vardır. Orta Doğu’da emperyalizmin jandarması olan İsrail somutunda Yahudilik prangaya vurulmuştur. Tanrının “seçilmiş halkı” emperyal güçlerin “seçilmiş halkı” durumuna gelmiştir. Filistin halkını topraksızlaştıran ve yok eden İsrail yayılmacılığının özgür olama ve varlığını sürdürme olanağı yoktur. İsrail saldırganlığının tarihi kabarıktır. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün topraklarını bombalamaktan hiç çekinmiyor. ABD şemsiyesi altında dokunulmaz bir güç gibi duruyor: İsrail! Bu nedenle İsrail konuşuldu mu ABD konuşulmak zorundadır. Orta Doğu devletleri emperyalizme bağımlı ekseriyeti monarşik karakterdedir. Sınırları siyasal yapıları haydut devletler tarafından çizilmiş ve belirlenmiştir. Kısa özet geçtiğimiz devletlerin şekillenmesini anlamak için savaş sonrası (1914-18) döneme biraz daha yakından bakalım. Ayrıca Krallar, Emirler’in atandığı Orta Doğu’da aynı tarihi dönemde İngiltere Osmanlıyı denetim altına almış İstanbul’a yerleşmiştir. Orta Doğu’yu şekillendiren aynı güç anti-komünizm cephesinde Türk devletini de yapılandırdı. Gelişmeler kopuk değil birbiriyle bağlantılıdır. 1918, 1920’DE EMPERYALİST GÜÇLERİN ÇİZMİŞ OLDUĞU SINIRLAR ÇÖKMÜŞTÜR 1917 Sosyalist devriminden sonra Lenin Çarlık Rusya’nın da altına imza koyduğu gizli anlaşmaları açıklamıştır. Bunun içinde Kürdistan, Ermenistan olmak üzere Orta Doğu’nun paylaşılması vardı. Sykes-Picot antlaşması savaşın içinde 1916 yılında İngiltere, 71 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 proleter devrimler çağı açıldı. Tekelci kapitalizm tarihin ilk ve en büyük darbesini yedi. Sosyalist devrim ortaya çıkmasıyla dünya siyaseti iki kutba bölündü. Bütün politik, ekonomik meseleler sosyalizm ve emperyalizm çatışması ve bakış açısı üzerinden değerlendirilmek zorunlu oldu. Ezilen ulusların kurtuluşu yolu da ortaya çıktı. Emperyalist dünyayı yeniden paylaşmak için savaşa tutuşmuşlardı, ama kayıpları büyük oldu. Orta çıkan komünizm cephesine karşı, tekelci dünya burjuvazisi var gücüyle konumlandı. Sovyetlerin emperyalist devletleri ortadan kaldırma durumu yoktu, olamazdı da. Emperyalizm kendi geleceği için anti-komünizm cephesini yaratma politikasını esas aldılar. Komünist devrimle dünya siyaseti, ekonomik dengeleri, pazar paylaşımı bu şartlar içinde oluştu. Fransa, Rusya arasında imzalanmıştır. Rus Çarlığı Sosyalist Bolşevik devrimle tarihe gömüldü, ama İngiltere, Fransa ve savaşın galipleri bu anlaşmayı dikkate alarak Orta Doğu’da sınırların çizilmesi, hakimiyet alanlarının paylaşılmasına bağlı kaldılar. Savaşın galipleri olan haydut devletler 1920’de San Remo (İtalya kenti)’da konferans yaptılar. “Kendi kendine ayakta duramayacak(!) halkların gelişimi için(!) kutsal koruyuculuk oluşturmak zorunlu” deyip sömürgeleştirdikleri coğrafyayı paylaşamaya koyuldular. Orta Doğu’da kurulacak manda devletlerin sınırlarını Milletler Cemiyeti’nin oluşturduğu komisyon belirleyecek ve taraflar kabul edecekti. İşin özeti; bütün sınırları müttefik emperyal haydut devletler belirleyecek sömürge ve bağımlı yarı-sömürge devletler bu sınırları kabul edeceklerdi. Sykes Picot’a uygun davranıldı, sınırlar çizildi. Petrol alanları paylaşıldı. Ezilen uluslara kölelik, onursuzluk dayatıldı. 1920’deki San Remo antlaşmasıyla Suriye ve Lübnan Fransa, Filistin, Irak ve Türkiye İngiltere’ye bırakılmaktaydı. İngiltere, İran ve bütün körfez ülkelerinde, Kızıl deniz, Basra körfezi üzerinde denetim kurmuş Hindistan deniz yolunu güvenceye zaten almıştı… Ne oldu? Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı -ve bir dizi küçük kralcıklarda dahil- gibi monarşiler tarih sayfalarına gömüldüler. Avrupa’da 19. yüzyılda (1689 ile 1871 arasında) tamamlanmış olan ulusal bağımsızlık Doğu’da sosyalist içeriğiyle ortaya çıktı. Ulusal kurtuluşçuluk artık dünyanın bütün uluslarının gündemine girdi. Wilson ilkelerini bu tarihi engellenemez koşullara uygun düşünmek gerekir. Bununla birlikte bir avuç sanayileşmiş devletin, bağımlı, ama görüntüde bağımsız ulus devletlere hükmedeceği bir dönem de girilmişti. 1909’da kurulan İngiltere-İran petrol şirketinin 1912’den beri ihraç ettiği petrol de İngiltere’nin payı %51’dir. Aynı şekilde Irak petrolü de -Kürdistan’daki Musul – Kerkük petrolü –İngiltere’nin kontrolü altına alınmıştı. Böylece savaştan yenilgiyle çıkan Almanya’nın savaştan önce elinde tuttuğu imtiyazları ve payları da İngiltere’nin eline geçti. Emperyalist haydut devletler dünyayı yeniden paylaşmak için savaş başlattılar. Bu savaşın içinde taraf olan Rus Çarlığının hakimiyeti altında 16 ulus 50’den fazla azınlıktan işçi sınıfı, emekçi köylü halk kitleleri sosyalist devrimi yarattılar. Ulusal prangalardan kurtuldular. Kapitalist–feodal sömürüyü sonlandırdılar. Böylece tarihte Fransa, İngiltere gibi devletler Orta Doğu’ya (1914-18) savaşı sonrası tamamen yerleşmeleri bu tarihi şartlarda gerçekleşti. Orta Doğu devletlerinin sınırları emperyalist güçlerce çizilmiştir. Eğer bu egemenlik olgusu gelişimi içinde anlaşılmaz ise bugün devam eden çatışmalar anlaşılamaz. Komünizm dışında kapitalizm yolunda yürüyen ulus devletlerin emperyalizmden bağımsız olmayacağı temel Leninist bilimsel gerçeği asla unutmayalım. Türkiye, İran, Mısır gibi bağımsız ülkeler 72 Devrimci Halkın Günlüğü oluşturulurken 1920’de paylaşılan Orta Doğu’daki diğer manda rejimler aşamalı olarak “bağımsızlık” kervanına katıldılar. Bu arada 1914-18 savaşı içinde Ermeni ulusuna soykırım yapıldı. Osmanlı- Almanya ortaklığıyla Ermeniler soykırıma uğradı, azınlıklara katliamlar yapıldı. Kalan Ermeniler topraklarından sürüldü. Çizilen sınırlar içinde yok sayılan Kürt ulusu ve onlarca milliyetten azınlıklar imha, inkâr ve asimilasyona uğradı. Emperyalist güçler sadece Arap ulusunu parçalara bölmedi denetimi altındaki bu devletleri birbirine karşı savaştırdı. Çatışma ve çelişkileri sürekli canlı tuttu. Dini farklılıkları çatışmaların gerekçesi haline getirdi. 1920’de Orta Doğu’da feodal üretim biçimi hâkimdi. Sınırlı ülke dışında henüz kapitalizmle tanışmamışlardı. Feodal çok başlılığa yaslanan emperyalizm, aşiretsel, hanedan ailelere, dini cemaat ve tarikatlara dayandı. Çıkarlarına uygun krallıklar oluşturuldu. Bu nedenle neredeyse bütün kralların başa getirilme törenlerinde İngiliz, Fransız subayları vardı. İşbirlikçiler halen o utanç fotoğraflarıyla iftihar ediyorlar. Bu krallıkları ortaçağın mutlak monarşileriyle karıştırmamak çok önemlidir. Adı üzerinde mutlak; yani monarkın üzerinde başka bir güç olamazdı.Tanrının yeryüzündeki olan monarklar güçlerini koruyamazlarsa tarihe karışırlar yerine başkası geçerdi. Fakat 20.yüzyılın başında ortaya çıkan ve sosyalizm dışında hiçbir güç ve sistemin ortadan kaldıramayacağı emperyalizmin denetimindeki monarşilerin sadık birer köpek oldukları açıktır. Demek ki işbirlikçi monarşilerin-Krallık, Emirlikler v.d tanrısı emperyalizmdir. Bu anlamıyla modern dünyanın, demokrasinin temsilcisi olduğunu haykıran tekelci dünya burjuvazisinin nasılda en gerici feodal sınıflara dayandığını anlamak için Orta Doğu’ya bakmak yeterlidir. 2014 - KASIM - SAYI: 2 ORTA DOĞU’DA İNKÂR EDİLEN ULUS, ÇİZİLEN HARİTALAR VE BİTMEYEN SAVAŞ Burjuva tarihçiler ve siyasetçiler sadece var olan devletler üzerinden Orta Doğu’yu konuşurlar. Kürt ulusunu inkâr ederler. Bu siyasi yaklaşım kesintisiz devam etmiştir. Bugün dört parçada 45 milyona yaklaşan nüfusuyla Kürt ulusu bu yüzyıllık inkâra sürükleyen ekonomik temeli ve siyasi yapıları çok iyi kavramalıyız. Aksi taktirde Kürt ulusunu prangaya vurulmasını, inkar edilmesini emperyalizmden bağımsız düşünmeye devam ederiz. Ki bu anlayış teorik olarak temelsiz, politik olarak içeriksizdir. Bütünlüklü olarak da stratejik hatayı işaret eder. Filistin ile İsrail’in savaşı 1948’den beri sürmektedir. Kürdistan –Kürtlerin dört devletteki düşmanlarıyla savaşı 1919’dan beriöncesini saymıyoruz sürmektedir. Orta Doğu’da emperyalizmin prangası altında kanamaya devem eden ulusal özgürlük sorunu devam ediyor. Filistin’i; Lübnan, Ürdün, Suriye, olarak bilmeleri o toprakları – Arapların-Filistinlilerin toprağı, yurtları olmaktan çıkarmıyor. 1917 sosyalist devrimiyle Orta Doğu’da gelişen ulusal kurtuluşçuluk fikrini emperyalizm çok başlılık, çok parçalı, feodal güçleri denetim altına alarak, devletler oluşturarak demokratik ulusal kurtuluşçuluğu sakatladı; prangaya vurdu. Çünkü emrindeki monarşilere bağımsız devlet dediler. Orta Doğu sınırlarının çizilmesinden bahsettik. Kürdistan Orta Doğu’nun kalbindedir. Demek ki Kürdistan’ı dört parçaya bölen emperyalist haydut güçlerdir. San Remo ( İtalya kenti) 1920’deki antlaşmayla Milletler Cemiyetinin ilgili komisyonu sınırları belirledi. Özünde emperyal devletler Orta Doğu’ya fiili olarak yerleşmişlerdi. Fiili olarak ortaya çıkmış ve tamamlanmış hakimiyet sadece haritalarla kaydı geçirildi. Siyasi yapılar sınırlarla 73 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 resmileştirildi. Çünkü sınırları savaş ve ordular belirlemişti. İstanbul’a yerleşen, Irak ve Kürdistan’ı sömürgeleştiren İngiltere; Suriye, Lübnan’a yerleşen Fransa hem devletlerin yapısına, hemde sınırların nasıl çizileceğine karar verdiler. Böylece Irak, İran, Suriye, Türkiye’nin devlet sınırları belirlendi. Yok sayılan Kürdistan, sömürge devletleri olan Irak, Suriye, İran ve Türkiye gibi kukla devletler arasında bölüştürülmüş oldu. İngiltere Güney Kürdistan’ı, Fransa Batı Kürdistan’ı fiili olarak kendi ordularıyla baskı altına aldı. Bu durum 1946’da emperyalistlerin çekilmesine kadar devam etti. Türkiye ve İran gibi kukla devletlerin aracılığıyla Kuzey ve Doğu Kürdistan denetim altına alındı. Kürt ulusu üzerinde emperyalizm çağına özgü iki ulusal baskı türü ortaya çıkmış oldu. devletler aracılığıyla dolaylı olarak kendi emrindekiler aracılığıyla ulusal baskı uyguladılar. İran ve Türkiye’nin uyguladığı ulusal baskı türü Orta Doğu’nun 1920’de belirlenen ekonomik-siyasi yapısıyla doğrudan bağlantılıdır. Kürt ulusunun iki yarısında iki ulusal baskı türünün uygulanması Kürt ulusal sorunun özel yanını oluşturmaktadır. 1) Emperyalist güçlerin doğrudan sömürgeleştirdiği ülkeler-devletler de başka ulusları -ulusu- baskı altına almak ulusal baskı uygulamak. Örneğin; Irak, Suriye birer sömürgeydiler, ama Kürt ulusu bu devlet sınırları içinde ayrıca ve katmerlice ulusal baskı altına alındı. 1919’da Şeyh Mahmut Berzenci isyanında Kürt halkına İngiliz Kraliyet Kuvvetleri saldırdı ve binlerce yurttaşı katletti. İsyan ezildi. 20.yüzyılda ilk zehirli gazı İngiltere Kürt halkına kullandı ve binlercesini katletti. Keza Batı Kürdistan’da da Kürt ulusal hakları inkâr edilerek Fransa tarafından denetim altına alındı. İngiltere sömürge kertesine düşmüş Osmanlı’nın merkezi olan İstanbul’da otururken ve ordusunu lav edip denetim altına almışken, yine denetim altında olan m. Kemal ve milis çetecileri Topal Osman’larla Qoçgeri (Koçgiri) (1920-1922) Kürtlerin katledilmesine onay vermiştir. Bu gerçekte Orta Doğu’da oluşturulan siyasi yapı, denge ve paylaşımla bağlantılıdır. Aynı İngiltere Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci ayaklanmalarını (1919-1932) İngiliz hava ve kara gücüyle ezmiştir. Aynı tarihlerde aynı İngiltere sömürge gibi yönetti İran da ayaklanan Simko’nun katledilmesi ve isyanın bastırılmasının ortağıdır. Daha sonra özellikle Kuzey Kürdistan’da Türk devletinin (1920-1938 arası) yaptığı soykırım emperyalizmin Orta Doğu ve Kürdistan politikalarından bir an bile bağımsız düşünülemez. 2) Bağımsız gözüken ama ekonomik, siyasi ve politik olarak emperyalizme bağımlı devletler aracılığıyla ulusal baskı uygulanması sonucu Kürdistan dörde bölüştürüldü. Batı ve Güney ( Suriye ve Irak devlet sınırlarında) parçalarında Irak ve Suriye sömürge devletleri Kürtlere ulusal baskı uygularken, Kuzey ve Doğu parçalarında yarı-sömürge bağımlı kukla devletler Kürtlere ulusal baskı uyguladı. Bir bölümünde emperyalist güçler doğrudan kendi güçlerini kullandılar. Siyasi iktidarın başında fiili olarak yer aldılar. Diğerinde ise bağımlı Kürdistan’ı bütünlüklü düşünmek ve emperyalizmin Orta Doğu hakimiyetine bağlı olarak Kürdistan’ı bütünlüklü düşünmek zorunludur. Ancak o zaman sınırları çizilen, siyasi yapılarına şekil verilen, petrol zenginliğine el konulan Orta Doğu’da –genel olarak dünyadaulusal baskının emperyalizmden bağımsız uygulanamayacağını anlamış oluruz. Emperyalistler Sovyet devriminde iç savaşta halka karşı suç işleyen, katliamlara katılan, sosyal devrimcilerin devrim mahkemelerinde yargılanmalarına bile müdahil olurken Türk devletinin Qoçgeri,Şeyh Sait, Ağrı, Zilan, Dersim’de yaptığı soykırımdan haberi yoktu denilemez. ABD ve İngiltere basınında 74 Devrimci Halkın Günlüğü Şeyh Sait, Dersim, Ağrı isyanın onlarca kez yer aldığını hatırlatalım. Haberlerin yanlı ve Türk devletini destekler içerikte olmasının anlamı izlenen siyasetin doğrudan ifadesidir. Diğer taraftan Orta Doğu’da mutlak hakimiyet kuran, devletler oluşturan, Kürdistan’ı dörde bölen ve sınırları belirleyen emperyalizm elbette Kürt ulusuna uygulanan baskı ve inkarın doğrudan sorumlusudur. Gerek İran, Türkiye gibi bağımsız devletler gereksede 1946’dan sonra bağımsızlık kazanan Suriye, Irak ( Irak’ta 1932’de bağımsızlık ilan edilse de fiili değişen bir şey olmamıştır.) devletlerin ortak özelliği emperyalizme bağımlı sömürge –nitelikte deanti-komünist faşist olmalarıdır. Öte yandan Kürt ulusuna ve çeşitli azınlıklara, çeşitli dinlere inan topluluklara baskı uygulamalarıdır. Bu devletlerin hiç biri kendi sınırlarını belirlememişlerdir. Türk devleti gibi Suriye, Irak, İran devletleride inkâr ve asi- milasyonu esas almışlardır. Tek ulus, tek dil, tek din, tek bayrak, tek vatan sloganlarıyla ifadesini bulan milliyetçi, ırkçı ideolojiye sahiptirler. Türk devleti; Türk ulusu, Türk dilini, Türk bayrağını hâkimiyetine aldığı İslam dinini ve uzana bildiği her yeri Türk vatanı olarak görür. Aynı şekilde İran’da her şeyi Fars ulusu, Fars dili, Fars bayrağı, Şii dinini esas alır. Irak ve Suriye’de ise; Arap ulusu, Arap devleti, Arap bayrağını ve Arapların birliğini, İslam dinini esas alır. İran’da Fars milliyetçiliği Şii’likle harmanlanmış hakim sınıf ideolojisidir. Irak, Suriye’de Arap milliyetçiliği Sünni İslam’la harmanlanmıştır. Suriye’de Nusayrilik densede pek gerçekçi değildir. Türkiye’de de tek millet (Türk) tek vatan, tek din, tek bayrakla somutlaşan Türk-İslam harmanlanmasıyla şekillenen Türk milliyetçiliği hakim sınıf ideolojisi olmaya devam ediyor. Bu nedenle büyük mücadeleye rağmen Kürtler ve diğer azınlıklar üzerindeki asimilasyon ve inkar siyaseti çeşitli biçimlerle 2014 - KASIM - SAYI: 2 devam ediyor. Irak, Suriye’de Kürt ulusu ve çeşitli azınlıklar üzerinde Araplaştırma siyaseti güdülmüştür. Aynı şekilde Türkiye’de Türk olmayan ulus ve azınlıklar Türkleştirilmesi; İran’da Fars olamayan ulus ve azınlıkların Farslılaştırılması bütün şiddetiyle sürdürülmüştür. Neredeyse yüzyıl geride kalmıştır. Dünya da nüfusu yüz binden az ulus devletler vardır. 45 milyon nüfusa sahip Kürt ulusu ise kendi devletini kurma hakkını kullanamıyor. Hemde bu uğurda yüz binlerce Kürt halkının katledilmiş olması gerçekliğine rağmen… Emperyalizm Kürt ulusunun bağımsızlığını istemiyor. Çünkü 1920’de oluşturduğu Ora Doğu dengelerinin bozulması işine gelmiyor. Fakat devrimci nesnel koşullar, toplumsal gelişmeler monarşilere, inkar ve imha siyasetini sürdüren faşist rejimlere meydan okuyor artık. Irak, Suriye petrol ve gaz rezervlerinin önemli oranı Kürdistan topraklarındadır. 21. yüzyıldayız ve halen Musul-Kerkük-Bağdat petrolleri konuşulmaktadır. 1920’lerde de İngiliz-Amerikan, Fransız petrol tekelleri Orta Doğu’daydı. Günümüzde de oradadırlar. Unutulmaması gereken yan ise ABD ve emperyalist bloklar Orta Doğu’da yarı-sömürgelerde genel bir politika olarak benimsenmiştir. 1950’den sonra askeri darbeler yolu ile rejimleri düzenlediler. İran (1953), Mısır (1952), Irak (1958), Suriye ( 1961,63,1970) Türkiye (1960)’ta yapılan askeri darbeler tekelci burjuvazinin yarı-sömürgelerdeki faşist siyaseti ve devletleri yeniden düzenleme operasyonudur. Ayrıca faşizm, sosyalizm karşısında yenilgiye uğradı (1945). Doğu Avrupa’da bir dizi halk cumhuriyeti ortaya çıktı. Çin’de devrim oldu (1949). Emperyalizmin baskısı altında olan sömürgeler de anti-emperyalist cephe güçlendi. Ulusal bağımsızlık arzusu engellenemez seviyede ilerledi. Sovyetlere artan sempatiyi gelişebilecek komünist algıyı kırmak için 75 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 tamamen emperyalizm Orta Doğu’nun paylaşılmasında oluşturduğu temel ekonomik siyasi dengeyle ilgilidir. Yeryüzünde dört parçaya bölüştürülmüştür. Yüzyıldır varlığı inkâr edilen, dili yasaklanan ve ulusal baskının iki çeşidi uygulanan başka bir ulusal baskı türü ve ulus yoktur. Buda Kürt ulusal sorununun özel yanıdır ve dikkat edilmesi gereken diğer husus uluslar ötesi niteliğe sahip olmasıdır. emperyalist güçler GLADYO gibi örgütlenmelere gitti. Bağımlı ülkelere daha fazla sermaye akıttı. İşbirlikçi sınıfları daha da kendine bağladı ve halk düşmanı rejimleri güçlendirdi. İşçi sınıfı, emekçi köylü halk kitlelerine karşı konumlandırılan savaş hükümetleri dünya genelinde milyonlarca insanı katlettiler. Sovyetler yıkıldıktan sonra “artık darbeler rejimi kapandı” demeye başladılar. Ama bu bir aldatmacadır. ABD Mısır’da askeri darbenin sorumlusudur ( Ağustos 2013) . Emperyalizm çıkarları için ihtiyaç duyduğu bütün yöntemlere baş vurur; bütün araçları kullanır. SURİYE’DE SÜREN İÇ SAVAŞ, BATI KÜRDİSTAN DEVRİMİ Tunus’ta patlayan, Kuzey Afrika, Orta Doğu’ya yayılan halk hareketleri kimi diktatörleri koltuklarından etti. Fakat emperyalizme bağımlı ekonomik, siyasi yapı, kukla devlet biçimi varlığını koruyor. Ezilen sınıfların eliyle proletaryanın önderliğinde halk iktidarı kurulmadan halk demokrasisi inşa edilemez. Dolayısıyla isyan eden milyonlar henüz özgürlüğüne kavuşmuş değildir. Hiçbir emperyalist rötuş, dekor değişikliği, aldatmaca düzenlemeler halkın özgürlük istemini bastıramaz. Bu nedenle Mısır’da sığındıkları Müslüman Kardeşler emperyalistlerin derdine çare olamadı, ABD’nin Türk ordusu gibi en fazla yardım yaptığı Mısır ordusu darbeyle ( Ağustos 2013) yönetimi ele aldı. İlk saldırıda 600’den fazla Mısırlı yurttaş katledildi. Askeri darbe Müslüman Kardeşler’e değil, özgürlük, eşitlik iş ve gelecek için sokakları zapt eden Mısır ezilen sınıflarına yapılmıştır. Fakat şu da açıktır ki kaybedecek bir şeyi kalmayan Mısır halkı faşist generaller rejimine de direnecektir. Kürt ulusu sadece 1919 ile 1938 arasında sadece dört parçada katledilip soykırıma uğramakla kalmadı; Günümüze kadar dört parçada katledilmeye devam edildi. ABD’nin sadık uşağı Saddam Hüseyin diktatörlüğü Güney Kürdistan’da kimyasal kullandı. Soykırım harekâtı başlattı. Enfal soykırımında (1987-88) Dünya İnsan Hakları verilerine göre 200 000 Kürt katledilmiştir. Enfal soykırımını dünya da konuşan var mı?! ABD ve AB gibi emperyal güçler Türk devletinin Kürt ulusuna karşı sürdürdükleri savaşı tereddütsüz desteklemektedirler. ABD, Avrupa emperyalistleri Kürt bağımsızlık savaşını “terörizm” olarak nitelemektedir. Doğu Kürdistan ulusal hareketin liderlerinden Qasimlo, Şerefkandi, Komela ve Fedain gibi ulusal ve devrimci örgüt liderlerinin, Sakine Cansızların siyasi suikastlarla katledilmeleri tesadüf değildir. ABD’nin büyük planlamasıyla Abdullah Öcalan’ın Avrupa’dan çıkartılıp Türk devletine teslim edilmesi de bu temel hakikatten ayrı değildir. Halkın özgürlüğü ancak halkın iktidarıyla sağlanır. Ders çıkarmalıyız. Kendiliğinden ortaya çıkan halk hareketleri Komünist Parti önderliği olmadan halk iktidarlarıyla sonuçlanamaz. Bu temel Marksist-Leninist-Maoist ilkedir. Emperyalizm çağında Komünist Parti dışında hiçbir önderlik ne halkın çıkarlarını korur, nede halkın özgürlüğünü sağlayacak Kürt ulusuna karşı savaşta ABD anlık istihbarat, askeri teknoloji, eğitim ve dünya ölçeğinde siyasi desteğin Türkiye ve diğer devletlere sunmaktan geri durmadı. Bunun nedeni:Kürtlerin ulusal baskı altına alınması 76 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 IŞID çetesini desteklemeye devam etmektedirler. Şengal’de, Rojava’da binlerce Kürt Suriye’de, Irak’ta bilerce Arap vd. halklar katledildi. Suriye’de iç savaşta binlerce yabancı savaşmaktadır. Bu emperyalizmin ne derece barbar, ne derece dünya gerici - feodal, tarikatçı- güçlerin denetimi altına aldığının da göstergesidir. halk iktidarının kurulmasına önderlik edebilir. Bu nedenle her türden küçük burjuva eğilim yada ulusal burjuva akımların halkın özgürlük amacına önderlik edemezler. Komünizm amacı dışındaki bütün yollar tekelci kapitalizminin sömürücü durağına varır. Suriye’de 2011’den beri iç savaş sürmektedir. Arap ve çeşitli azınlık halkların Esad diktatörlüğüne karşı isyan etmesinden emperyalizm yararlandı. Babadan oğla geçen Esad diktatörlüğüne karşı ortaya çıkan harekete faşist rejim başta silahla karşılık verdi. Binlerce yurttaş katledildi. Halk hareketi; Mısır’da ki gibi daha barışçıl şekilde gelişmedi. Halk sokaklarda protestolara başlayınca kurşun yedi. Süreç Suriye’de iç savaşa evrildi. Emperyalist güçler büyük hesaplarla sürece hızla dahil oldular. Başta Türkiye, Katar, Afganistan, Suudi Arabistan, Mısır ve çeşitli körfez ülkelerinde devletlerin gözetiminde dinci örgütler, tarikatlar, cemaatler ve emperyalist güçlerin istihbarat örgütleri iç savaşa savaşçı sağlamaktadırlar. Bu derece çarpıcı, yıkıcı ve genel bir hal alan talan ve yıkım savaşı denilebilecek durum yenidir ve üzerinde durulmaya değer. 2012’de Kürtler yüzyıllık ulusal prangaya son verdiler. Batı Kürdistan’da çeşitli örgütlerin önderliğinde kurulan ve fiili olarak ulusal cepheye dönüşen halk kitlelerinin katılımıyla Esad diktatörlüğüne son verildi. Devlet kurumlarına el konuldu. Karakolları, polis merkezlerini ele geçirdiler. 18 örgütün içinde yer aldığı Yüksek Kürt Konseyi’ni oluşturdular. Öz güçlerine dayanarak halkın silahlı güçleriyle ulusal demokratik yönetim oluşturdular. Eskiyi temsil eden yüzyıllık prangayı temsil eden Esad rejimine son verdiler ve yerine Batı Kürdistan ulusal demokratik yönetimini oluşturdular. Batı Kürdistan devrimi yaşanan siyasi krizden kaynaklı çok kanlı olmadı. Fakat bu devrimi korumak için çok kan akacağını bilmek için uzman olmak gerekmez.Batı Kürdistan devrimi yenilgiye uğratılıp ulusal yönetim dağıtılsa bile Kürdistan tarihinde gerçekleşen bu devrimi ortadan kaldırmaz.Tarihte ilk kez Batı Kürdistan’da ulusal talepleri, siyasi amaçlarıyla, kendi dillerinde eğitim gördüler, ulusal mahkemeler kurdular, meclis ve seçime gitme çalışmalarına koyuldular. İlk defa halk bu ulusal demokratik burjuva inşa sürecine silahlanarak katıldı. Kuşkusuz Orta Doğu’da küçük bir ülke olan Suriye emperyalist blokların adeta birbirini sınadığı alan haline gelmiştir. Libya gibi hemen işgale girişmediler. İrili-ufaklı gerici çeteci güçleri donattılar, unların çoğunluğu dolaylı yada doğrudan IŞID’le birleşti yada ona hizmet etmektedir. Bütün güçleriyle Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) gibi gerici, çetecileri silahlandırdılar. Para akıttılar. İçeride Esad’ı güçten düşürmek, rejimi yıkmayı planladılar. Halkın özgürlüğü ve kurtuluşu için değil, emperyalist babaların emrinde Esad’a karşı savaştığını söyleyen bu çeteler halkı katletmektedir. Mallarını yağmalamaktadır. Çeşitli dinci, gerici örgütlere ait bu çeteci güçlere en büyük silah, para akışının Türk devleti üzerinden sağlandığını artık herkes bilmektedir. Türk devletinin silahlandırdığı ve sınırlarını açtığı çeteleri –El Nusra ve bu gün IŞID eliyle- Kürt halkına saldırıyor. Demek ki bu taşeron güçler emirlere uygun kimi gösteriyorlarsa onlara karşı savaşıyorlar. Hatırlanacağı gibi faşist Türk devleti “Suriye bizim iç meselemizdir” demektedir. Amaçlarının Kürtleri ezmek, yok etmek olduğu apaçıktır. Bu nedenle kafa kesen 77 Devrimci Halkın Günlüğü Emperyalist destekli İŞİD ve diğer çeteci güçlere karşı bugün de halen direnmektedirler. Adeta bir var olma savaşı vermektedirler. Faşist Türk devleti devrimi boğmaya çalıştıkça Sere Kani ye, Suruç’a daha fazla mermi düşüyor. Sınırları çizilmiş ve parçalanmış ulusun prangaları parçalandıkça sınırlar anlamını yitiriyor. Kobani’nin direnişi dört parçada yankı buluyor. Herkesi faşist çeteci güçlere ve devletlere karşı direnmeye çağırıyor. Suriye önemlidir, çünkü Suriye rejiminin yapısı Lübnan, Ürdün, Filistin, Türkiye, Irak, İran, Mısır, İsrail’i etkilemektedir. Lübnan Hizbullah’ının Suriye de Esad’ın yanında savaşmasını bu yönlü düşünmek gerekir. İster özerk, isterse bağımsız bir Batı Kürdistan, Orta Doğu dengelerini etkiler. En başta Türkiye, Irak, İran devlet sınırları içinde olan Kürt ulusuna dayatılan ulusal köleliği devam etmesi şartları artık kalmaz. Bu nedenle de Batı Kürdistan devrimin boğmaya yönelmektedirler. Kürt ulusunun kendi devletini kurma hakkı vardır. Bunu engelleyen her çaba gericidir, faşisttir. Batı Kürdistan devriminde halkın silahlı gücü ile korunan biçim olarak ulusal içerik olarak demokratik burjuva olan devrimi küçümseyen anlayışlar hakim ulus burjuvazisine hizmet eder. Şayet sosyalistlik adı altında yapılıyorsa sosyal şovenizmdir. Faşist Türk devleti, İran, Irak devletlerini Batı Kürdistan devrimine korkuyla ve saldırganca yaklaşmasını bu tarihsel çerçevede kavramak önemlidir. KOMÜNİSTLER HER TÜRDEN BASKIYA KARŞI SAVAŞIR Türkiye ve Kürdistan, Orta Doğu dünyadaki ekonomik, siyasi ve sınıfsal mücadele ve çatışmalardan bağımsız değildir. Devrimci kriz derinleşmeye devam edecek. 2014 - KASIM - SAYI: 2 Gezi parkı – Taksim- halk hareketinin ortaya çıkışı ileri demokrasi naralarının yerle bir etti. Komünist, devrimci hareketi de sarstı. Orta Doğu’daki halk hareketlerinin Komünist önderlikten yoksun oluşu üzerine yığınla yorum ve tespitler yapmakla meşgulken, patlayan halk hareketine önderlik edebilecek kapasitede olmadığımız açığa çıktı. Kendi eksiklerimizi gidereceğimize yöneleceğimizden kuşku duyulamaz. Çünkü devrim amacımız var ve devrimci halk kitlelerinden öğrenmesini bileceğiz. Bu anlamıyla Orta Doğu’nun kalbinde yanan ateşin bir parçasıyız. Kaypakkayacı hareket Türkiye-Kuzey Kürdistan ( Kürdistan) devrim yolunu, devrimin içeriğini, devrime düşman sınıfları tanımlamıştır. Düşman sınıflar olan işbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahibi sınıflarının saldırgan politikalarını sadece teorik olarak mahkum etmekle değil, faşist düzenlerine karşı devrimci savaş yürütme görevimiz vardır. Türk devleti sadece Kuzey Kürdistan’da ulusal baskı uygulamakla kalmıyor, silah, para, savaşçı sağladığı IŞID ve diğer çete örgütleri Batı Kürdistan’a salıyor, Arap ve Kürt halkını katlediyor. Yine ABD’nin onayıyla Güney Kürdistan’da askeri güç bulunduruyor. Dağlarını bombalıyor. Devrimimizin temel güçleri Türk, Kürt ulusundan ve çeşitli uluslardan azınlıklardan işçi sınıfı, emekçi köylülük, küçük burjuvazi, geniş halk kitleleridir. Devrimin koşullarına bağlı milli burjuvazinin sol kesimi de bu cephenin içindedir. Devrimin temel güçü arasında olan Kürt halkı Kuzey parçasında nasıl diğer üç parçayı ilgilendiriyorsa aynı şekilde Batı Kürdistan’da olan gelişmelerde aynı şekilde Kuzey parçasını ve çeşitli uluslardan azınlıklardan halkımızı ilgilendirir. Bu ilgilendirme dünyanın her hangi bir parçasında katledilen halkın yanında olmamızdan farklı olarak politik,siyasi, pratik görevler üstümüze yüklemektedir. Burjuvazi, büyük toprak sahipleri sınıflarını ilgilendiren her toplumsal gelişme, çelişki ve çatışma aynı zamanda proleter 78 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 etkileyebilen ülkedir Kürdistan. Bu nedenle Orta Doğu’da parçası olduğumuz devrimci koşullar içinde görevlerimizi yerine getirmeliyiz. Çeşitli ulus ve azınlıklardan işçi sınıfı, emekçi köylülük geniş halk kitlelerini örgütlemenin yollarını açmalıyız. Proletaryanın bayrağı yalnız ve yalnızca halkın devrimci iktidarı için dalgalanır. Bu nedenle bizim görevimiz sadece baskılara karşı koyanları desteklemek değil, en ortada baskılara karşı savaşmaktır. Ulusal hareketlerin kendi burjuva amaçları vardır. Ezilen sınıfların kurtuluşuna önderlik edemezler. Komünist hareketin proleter amacı vardır. Ezilen sınıfların kurtuluşuna önderlik edecek yegane güçtür. O halde ne barış beklemek, ne özgürlük ve kurtuluş beklemek, bütün gücümüz ve yeteneklerimizle ezilen milyonların devrimci savaşını geliştirmeye koyulmalı, kurtuluş mücadelesine önderlik görevini yerine getirmeliyiz. devrimci hareketide ilgilendirir. Anlaşıldığı üzere Kürt ulusunun kazandığı her siyasal hak diğer üç parçadaki faşist ( Türkiye, Irak, İran) devletlerini endişelendirmektedir.Emperyalist haydut güçler ise 1920’de oluşturdukları sınırların artık hükmünü yitirdiğini gördüklerinden kuşku yoktur. Libya, Irak, Afganistan,Yugoslavya, Yemen, Sudan’a vd., demokrasi için ölüm taşıyan, bomba yağdıran (!) aşağılık vahşi dünya burjuvazisi çıkarlarına uymadığı yerde inkara ve imhaya yöneliyor. Bu nedenle Kürtlerin bağımsızlığını halen engellemeye devam etmektedirler. Çeteleri iş görmezse Suriye’yi de işgal edeceklerdir.Pratik olarak görevlerimizi yapmamız için üzerinde mücadele ettiğimiz koşulları iyi kavramalıyız. Sınır boylarında kurşunlanan halkımıza yapılan saldırılara karşı durmak kitleleri örgütlemek, devrimci savaşı geliştirmek görevdir. Sadece Kürt ulusal güçlerinin yürüttüğü politikayı değerlendirmek uzaktan seyirci kalmaktır.Komünist hareket yoksul, sömürülen milyonları örgütlemek, bütün saldırılara devrimci proleter anlayış tutarlılığıyla karşı durmak devrimci savaşı geliştirmek zorundadır. Eğer Türkiye ve Kuzey Kürdistan’nın karış karış toprağında iz bırakıp örgütleneceğiz diyorsak; iddiamız varsa –ki bu tartışılamaz- o halde sınırın hemen ötesinde katledilen, baskı altına alınan, toplu imha tehlikesiyle karşı karşıya olan halkımızı savunmanın devrimci perspektifi olmalıdır. Komünist hareket emperyalist güçlerin çizdiği sınırlarla asla düşünmez. Bu anlamıyla sosyal şovenizmle lekelenmiş her türden misak-ı millici kutsayıcı anlayışlarla Kürt ulusunu -Kürdistan’ı- parçalı haliyle kabul eden görüşler hatalıdır. Toplumsal gelişmeler bu olguyu apaçık hale getirmiştir. Böyle eksik bakanlar aslında Orta Doğu’da devrimci halkanın merkezinde toplumsal koşullarda olduğumuzu da kavramaktan uzaktırlar. Çünkü çelişkilerin en yoğun yaşandığı ve çeşitli uluslardan halkımızı çok çeşitli boyutlarıyla 79 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 ÖNDERLER VE ÖNDERCİKLER* Öncünün, örgütlü bir yapı olarak ülkemizde başlattığı sınıf mücadelesinin yirmi ikinci yılının son aylarını yaşadığımız şu günlerde kendisini oldukça yoğun bir şekilde meşgul eden olayların ardından esas savaş rotasına girmeye başlarken, Tokat’ta şehit düşen Merkez Komite’si üyesi Kazım Ekici yoldaşın kaybı büyük bir üzüntü yarattı. Proletarya Partisi’nde Önder Kadro olarak uzun yıllardan bu yana proletarya önderliğindeki emekçi halkların kurtuluşu için çarpışan, öğreten, yol gösteren, yönlendiren bu yiğit yoldaşımızın, yine yiğitçe yaşama bedenen veda edişi Tay dağından da yüceleşirken oldukça anlamlıdır da. kenara çekilip, bireysel mutluluklarını ve yaşamlarını öne çıkarmadılar. Bu nedenledir ki; zaman geçirmeksizin onların yerlerini doldurmaya aday yetenekli unsurların uygun bir şekilde konumlandırılmalarına hız verilmeli ve onların nasıl bir mirasa sahip çıkıp, ilerletmeleri gerektiği izah edilerek önlerine somut ve açık hedefler konulmalıdır. Şehitlerimizin feda ruhlarının üstüne inşa edilecek, MLM bilimi ile eğitilip, pratik mücadele içerisinde çelikleşecek ve en önemlisi de mücadeleyi devraldıkları noktalardan daha ilerilere taşıyabilecek bu yoldaşların çizgiye ve şehitlerin anılarına bağlılıklarını göstermelerinin zamanı çoktan gelmiş bulunuyor. Uzun süreli Halk Savaşı stratejisinin ilk evresi olan stratejik savunma ( gerilla savaşı) döneminin kendine has zorluklarını aşmaya çalıştığımız bu günkü durumda, dönem içerisinde “Taktik Taarruz”ları esas alarak mücadeleye ivme kazandırma ve kitleselleştirme uğraşında böylesine değerli ve tecrübeli kadroların kaybı kuşkusuz ki olumsuz yönde hissedilecektir. Bugün, Faşist Türk Devleti’nin temellerinden sarsılmasına neden olan ve gelecekteki zaferi müjdeleyen darbelerin yaratılmasında önemli ölçüde emeği ve katkısı bulunan böylesine değerli yoldaşlarımızın eksikliklerinin yarattığı burukluk, hep varlığını sürdürecektir. Aksi halde, onların ileri mevzilere taşımak amacıyla canını vermekten kaçınmadıkları kızıl sancağın zaman içerisinde tozlar içerisine düşmesi kaçınılmaz olacağı gibi onların ardından haykırılan intikam antlarının ve bağlılık yeminlerinin gerçek anlamda hiçbir değere sahip olmayacağı bilinç üzerine çıkarılmak zorundadır. Öncünün önderliği her ne kadar bunu bugüne anlatmaya çalıştıysa da bugünden sonra anlatmaya devam etse de saflarda görülen her şeyi üstten bekleme anlayışı yıkılıp altlardakilerin kaldırabilecekleri en ağır yükü omuzlamak üzere öne fırlamayı gerçeğe dönüştürmedikleri müddetçe, ne gerçek anlamda çizgiyi kavrama ve bağlılıktan ne de şehitlerin bıraktığı boşluğu doldurup ilerleterek anılarına ve kavgalarına sahip çıkmaktan bahsedilemez.Çünkü bu, en baştan yaratabileceği değerleri yaratarak devrimci mücadelenin ilerlemesine katkıda bulunmak ve gerçek devrimci fonksiyon oynamak yerine Ancak unutmamak gerekiyor ki; Onlar, zaferin uğruna dökülecek kanların ve düşecek nice değerli canların üzerine yükseleceği bilimsel görüşlerinin savunuculuğunu kendilerini feda etmek zorunda kaldıklarında dahi bir 80 Devrimci Halkın Günlüğü özünde kaba bir bencillik örneği olup hem halka hem de şehitlere yapılabilecek en büyük saygısızlıklardan biridir. En zor koşullar içerisinde devrimin gerçek yaratıcıları olan kitlelerle, kol kola, omuz omuza zafer yürüyüşünü hızlandırmak amacıyla başta gerilla bölgeleri olmak üzere, bütün mücadele alanlarında aktif faaliyet içerisinde konumlandırılan önderlik yaralarını sararak olumlu gidişatın kesintisiz sürdürülmesinde kendi üstüne düşen fonksiyonu yerine getirmeye çalışırken, geriye kalanların konumlarının gereklerini ve mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamayı görev bilmeyip sıradan sempatizanlar gibi davranmaları bu nedenledir ki affedilmez bir sapmadır. Kazım yoldaşın şehit düşüşü Öncü açısından en başta yukarıdaki soruna yönelmeyi gündeme getirirken, birde yine Öncü içerisinde cereyan edip Türkiye Devrimci Hareketinin birinci gündem maddesi olan olayların ardından Önderlik sorunu bir çok yönüyle tartışılır bir konu oldu. Bu nedenle yeri gelmişken aynı çerçeveye bağlı kalmak kaydıyla sorunun birde bu yönüne şimdilik kısaca değinmek de yararlı olacaktır. Öncüyü, son gelişmelerle birlikte merkez nezdinde kitlelerden kopmak ve ne yaptığı belli olmamakla suçlayan bir dizi yazı anlayış ortalıkta dolaşır oldu. Bunlar Öncünün ne kadar dikkatle izlenip, gözetlenme halinde bulunduğunu göstermesi bakımından oldukça önemli ve memnun edicidir. Çünkü diğer yanıyla bunlar Öncünün diğer dost ve devrimci güçler olarak değerlendirilen yapılanmalarla arasındaki ayrım noktalarının da ortaya çıkıp iyice netleşerek kitleler tarafından da görülüp anlaşılması bakımından ve öncünün kendisi ve kitlesini eğitip yetiştirmesi bakımından da aynı zamanda güzel bir eğitim aracıdır. Bu nedenledir ki; böylesi konular üzerinde yoğunlaşan 2014 - KASIM - SAYI: 2 tartışma ve polemiklerin tepkiyle karşılanıp, kızılacak hiçbir yönü bulunmadığı gibi, tersine hoş karşılanıp bilimselliğe dayanan ( yani somut ve gerçekçi, yapıcı ) tartışmalara girilmelidir. Ancak saldırı olarak nitelendirdiğimiz anti-bilimsel bazı ithamlar mevcuttur ki bunları da sessiz sedasız kabullenmek uygunsuz bir durum olacaktır. Kendi hata ve eksikliklerine sahip çıkarak bunları ifade etmekten çekinmeyen, yaptığı yanlışlıkları açıkça üstlenebilen ve bunu gelişmesinin, yanlışlarından arınarak, doğru yol, yöntem ve araçlarının ortaya çıkarılmasının en temel gereklerinden biri olarak görerek devrimci hareketler içerisinde bu yönüyle de arasındaki ayrım çizgisini belirginleştiren Öncüye yapılan bu saldırılar en azından gerçeklere gözlerini kapatmak olarak nitelendirilebilinir. Şimdi bahsi geçenlerin önderlikten ne anladıklarını somut bazı göstergeler üzerinden inceleyerek bu anti-bilimsel eleştirilerin sahiplerinin ne durumda olduklarına bakalım. Öyle ya! Bu kadar ateşli ve ısrarlı bir şekilde çizgiyi en olmadık bağlantılardan yola çıkarak –ki aslında bunlar bağlantısızlıklardır¬- değerlendirilmeyecek kadar vahim (!) bir durumda can çekişir vaziyette gördüklerine göre, demek ki bunların iyi bir alternatifleri vardır (!). Eğer böyle bir alternatifleri varsa doğal olarak o da uyguladıkları yöntem ve anlayışlar olacağından ( her halde henüz uygulamayıp kendi tasarımları olan düşüncelerden yola çıkarak bizi mahkum etmeye çalışmıyorlardır.) bunlara bakmak anlayışların ortaya çıkarılmasını da birlikte getirecektir. Lafta halkın gerçek önderlerini, yok sayarak (bütün büyük dağları yaratmanın edasının da üzerinde) burunlarını bulutlara sürecek şekilde dik tutup görmezlikten gelerek sözüm ona politika ürettiğini söyleyip kendilerince küçük gördükleri tepeleri (!) ezmeye çalışanlar 81 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 unutmuş olacaklar ki (!) Birileri; Proleter önderlik adına komünizmin ilkelerini, devrimciliğin anlayışlarını yok sayıp devrimcilik kıstaslarını oldukça zorlar bir vaziyette öncünün ve halkın sunduğu imkânları emperyalizme peşkeş çekip kişisel menfaatler peşinde dört nala at koştururken! Birileri; Yaptıkları insanlık suçunun hesabının oldukça ağır olacağı düşüncesiyle halkı, mücadeleyi ve nihayetinde önderliği bir kenara bırakıp tanrıya, her dileğe girebilecek herhangi küçük bir canlı olarak kendisini yeniden yaratması için dualar edip, bunu kabul etmesine yardımcı olmak için yan cebindeki birkaç lüks lokantanın, şirketlerin, Avrupa’da ve Türkiye’de dairelerin ve tabi ki kapısındaki otomobillerin, halktan geldi hakka gider mantığıyla anahtarlarını gösterirken!!! Birileri; Köylük alanlarda görev yapmayı “kurbanlık koç”luk olarak değerlendirip, görev alanına gitmemek için MK ve hatta Parti Üyeliğinden istifa ederek halka ve çizgiye, dolayısıyla da o uğurda özel olarak o alanlarda dökülen kanlara olan bağlılıklarını ortaya koyarken!! Birileri; Çözülmeyi ihanete vardırıp, bugün aynı çizgide hareket edecek kadar birbirlerine bağlılıklarını gösteren yoldaşlarını yakalattığının hesabını vermeden “komünist önder” ilan edilirken!!! Birileri; Silahlı mücadeleyi göğüsleyemediğini samimice belirtmek yerine ( bu çizgiye gerçekten inanıp, o doğrultuda faaliyet yürütenler sözümüzün dışındadır) bu mücadele biçimini geçersiz kılacak zorlama teoriler doğurma sancıları içerisinde, kan revan içerisinde kıvranırken!!! Birileri; Lord’lar kamarasına giden basamakları bir an önce tırmanmak için dün “Önderlerimiz” dediklerine bu gün herkesten çok küfür ederek Şövalyelerin yanında koltuk hevesiyle soysuzlaşırken!!! Birileri; Derneklerde Mao’nun kitaplarından yaptığı alıntılarla bitmişliğini gizleyememenin utancıyla, birilerini gördüklerinde harflerin gözüne batmayacağını bilmenin rahatlığıyla kafasını satır aralarına sıkıştırmaya çalışırken!!! Birileri; Hafifletici sebeplerden yararlanabilmek için, sözde “Önder eylem adamı” olarak tabancayı çatıya, şarjörü tuvalete, mermileri bodruma saklarken!!! Birileri; Halka ve Devrimcilere karşı giriştiği, karşı-devrimi güçlendiren kendi deneyimleriyle kontra-pratiklerini, önce “TC yaptı” deyip daha sonra suçsuz insanları, Devrimci savaşçıları nasıl kurşuna dizdiklerini sadistçe bir zevkle anlatırken!!! Birileri; Devletin gizleme taktiğine uygun olarak Öncü’nün yaptığı eylemleri yayınlarında yazdıktan sonra, Öncü’nün savaşmadığının propagandasıyla kendilerine taban yaratma uğraşına girerken!!! Birileri; Kendi kötü geleneğine Öncü’yü de alet ederek geçmişin intikamını alabilmek için, esas düşmanı bir kenara bırakıp çalışmalarının odağına ona saldırıyı koyarken!!! Birileri; Kendilerince gördükleri ideolojik-siyasi ve örgütsel revizyonu bilim adına genç yaşların tecrübesizliğine bağlayacak kadar ağabeylik hoşgörüsünü (!) politik inceleme ve değerlendirme olarak piyasaya sürerken !!! Şimdi de kalkmış önderlik türküleri söylüyor 82 Aslında bu türkünün es geçilen bir Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 mısrası vardır ki telaşın esas nedeni de budur. Olasılık ve şanssızlık buya bahsi geçen tartışmalardan etkilenerek saflarında DEMOKRASİ talebinde bulunacaklar çıkarsa devr-i alemin artık bitmesi gerektiğini söyleyip kendi içlerinde ki şövalyeleri tahtlarından indirmeye kalkarlarsa bunların hali nice olur?! Öyle ya; Halkta ve savaştan kopuk bir şekilde yaptıkları şeyin önderlik olduğunu iddia edenlerden bazılarının alıp iç yayınlarını da inceledik, ancak ne yazık ki halkın ( hatta ulusun) ve savaşın sorunlarını çözdüklerini iddia edip başkaca yapılarada çok yönlü eğitim vermek için hazır olduklarını, savaşmaları şartıyla bütün imkanları sunacaklarını söyleyenlerin yayınlarında, boş verelim halkın eğitimini ve dönüştürülmesini ideolojik-siyasi-örgütsel çözümlemeler adı altında yazılıp çizilenlerde kadro ve savaşçılara yapılan bir yığın hakaret ve küfürden başka bir şey bulamadık. Tek farklılığı (Köylü ağzından ) küfür ve hakaretlerin bittiği yere parantez içerisinde, “siyasi anlamda” yazılmasıydı. İşte bütün mesele burada yatmaktadır. Bir yandan bütün benliğiyle kendisini halka adamış ve halkı kurtuluşa götürecek çizgi etrafında örgütlenerek mücadelenin sıcak ateşi içerisinde sürekli olarak yenilenmiş, bileylenmiş, gelişmiş ve geliştirilmiş bedenini toprağa verinceye dek en zor dönemlerde, en zor alanlarda savaşın, savaşçısının yanında bulunarak onunla ideolojisini, siyasetini ve yapısını öğrenerek öğretmiş, paylaşmış, halka ve halk içerisinde önderlik yapabileceği gerçeğini kendi çalışma biçimine kadar indirgemiş, onun eleştirilerinden korkmamış aksine sevinmiş yani devrimin kitlelerin eseri olacağı tezini doğru görerek özümsemiş ve onun hayatının her alanını yansıtarak kendi yaşamını buna ve mücadele şartlarına göre düzenlemiş ancak bütün durumlarda halktan kopmamayı ilke edinmiş bir önderlik. Diğer yandan en kısa tanımıyla halkı ve yapıyı kendine adamış bir öndercik. Halkın ve yapının gerekli görüp, ihtiyaç duyduğu sorunlar üzerine değil, kendisinin işlemek istediği konular üzerinde dönüp duran, bireysel kaygıları ve menfaatleri peşinde koşturan, disipline bilinç unsurunu öldürerek uyup, böyle bir yaklaşım göstermeyi bağlılık, politikayı eleştirmeyeyeltenmeyi ihanet sayan ve kendilerinin dışındakilerden sadece “Evet başkanım, hemen önderim” sözlerini duymak isteyen, bunun olmadığı anda hemen birkaç değerli yoldaşı hakkında ölüm fermanı imzalamaktan çekinmeyen, yani kendi yapısına verecek bir şeyi olmadığından halka da sadece adıyla şanıyla bir diktatör kazandırabilecek bir öndercik. Her devrimci bu tipten sorunları ciddi olarak düşünmek ve yorumlamakla yükümlüdür. Kendisine demokrasi uygulamaktan yoksun bir hareket halka da sadece diktatoryanın yöntemleriyle yönelip, partinin menfaatleriyle, halkın menfaatlerinin çelişmesinin ne derece boyutlu bir halde bulunduğunu izah ettiğimizden, kendisine halk savaşçısıyım diyebilen bilinçli unsurlar durumlarını gözden geçirerek, belirtilen anlayışın ve buna bağlı olarak sergilenen pratiğin proletaryanın hangi anlayışına sığdırıldığını açığa çıkarmakla mükelleftirler. Bu önderciklere gelince, daha kullanıldığı ilk anda barut’unu yitirmiş olan böylesine kaba saldırılar düzenleyeceklerine madem ki bu işi yapmakta ısrarlısınız, oturup biraz daha ince politikalar yapmaya çalışın, hiç olmazsa kendinizi teşhir etmemiş olursunuz. Hoş karşılaşmadık hiçbir revizyon ve sapma biçimi kalmamış bu halkın onunla da kandırılması zordur ya, yine de bir ihtimal işte. Öncü, yöneltilen her türden saldırıyı alt ederek sınıf mücadelesinin engin denizindeki yüzüşüne devam etmektedir.Bu mücadelenin 83 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 hayatın her alanında yürütülmesinin gerekliliği yakıcılığını sürdürmekte ve giderek keskinleşip -çeşitlenmektedir. Bu gelişme ve çeşitliliklerden korkacak olanların komünist olmayacağı gün gibi açıkken, ideolojik ve siyasi sağlamlığın güvenin kendinde görmeyenlerin gündemlerin atmosferinin giderek derinleşmesi karşısında ki bu haşin tavırların esas nedeninin belirtilen temek zayıflıklardan kaynaklanan darlığın ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek. -- Öncü, bu darlıklarını aşmak isteyenlerin başlatacakları mücadeleye omuz vermeye hazırdır. Onların devrimci mücadeledeki ısrarlarını asılsız ve anti-bilimsel tezlere bağlı olarak gelişen hareket tarzlarını değiştirmek için samimice atacakları adımlarla gösterebilirler. CÜNEYT KAHRAMAN * Açıkça Muhalefet Kitabından 84 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 BÖLGESEL DEVRİM, DÜNYA DEVRİMİ, KÖYLÜLÜK, TOÇKİZM TEK TEK ÜLKELERDE ÖZÜNDE DEVRİM OLANAĞINI REDDEDEN “3.KONGRE” SOL LAFAZANLIKLA MASKELENMİŞ SAĞ OPORTÜNİST SAPMASI ÜZERİNE Kapitalizm de tek tek ekonomilerin ve tek tek devletlerin ekonomik gelişiminde eşit büyüme imkansızdır. Kapitalizm de bozulan dengenin geçici olarak yeniden kurulması için sanayi de krizden, politika da savaştan başka araç yoktur. LENİN “ 3. Kongre”nin “ bölgesel devrimlerin zemini ortaya çıktı” anlayışını emperyalizm çağında gelişmenin eşitsizliği yasasına uygun olup olmadığını incelemek gerekiyor. Ayrıca konumuzun başında belirtmeliyiz ki dünya -bölgesel – devrim teorileri hiçte yeni değildir. Posası çıkmış, tarihin çöplüğüne gitmiş düşünceleri süslü kavramlarla parlatıp yeniden piyasaya sürmek oportünizmin karakteristik özelliklerindendir. Günün oportünistleri eskimiş malları parlatıp yeni diye satan sahtekâr tüccarlar pozisyonundadırlar. Fakat eskimiş malı parlatsalar da ömrü uzun sürmez. Gerçekler açığa çıkar. Bütün oportünistler kendileri en sıkı Marksist, Leninist, Maoist olarak sunarlar, ama gerçekte onları çarpıtmaktan başka bir şey yapmazlar “ 3. Kongre” nin genel teorik çizgisinin acayip çarpıtmalar olduğu ve hiç olmadık kadar sol lafazanlıkla kendisini maskeleme çabası vardır. Onlara kalsa tabi ki kendileri ne Kautskyci, ne de Troçkistler, , ama söylediklerinin ideolojik, siyasi, politik içeriğine baktığımızda oportünizm bataklığında kokan ne varsa eline almaktan kaçınmamışlardır. Özünde sağa sapanlar sol lafazanlıklarla gerçekleri sonuna kadar gizlemeyi başaramzalar.“ 3. Kongre” nin “ tamamen bilimselci” oportünistlerin yarı Troçkist, ikinci enternasyoalci Menşevizm damgası taşıyan anlayışına ışık tutacağız. Tekrar etmekten sakınmayacağımız vurgulardan birisi şudur : “ 3. Kongre” genel teorik stratejik ve Marksizm – Leninizm Maoizm ideolojisi bakımından İbrahim Kaypakkaya çizgisinden sağ bir sapmadır. “3. Kongre” nin sağ ideolojik özünü yeterince kavramayan, Partimizin 42 yıllık geçmiş çizgisine olan güvenle sol lafazanlıkla ileri sürülmüş keskin Kaypakkayacı, keskin “komünist” sloganlara aldanarak “3. Kongre” yi Marksist – Leninist – Maoist ve komünist olarak görmesi doğru değildir. Proletarya diktatörlüğüne “ yeni” bir tanım getirip reddedenler komünist değil olsa olsa Kautsky’inin çapsız öğrencileri olabilirler. Ama Kautsky bir döneme kadar saygın otoriteye sahipti… “ 3. Kongre” teorisyenlerinin ne yazık ki ne böyle bir derinliği ne de yarattıkları bir düşünce söz konusudur. Ama ne olursa olsun Türkiye – Kuzey Kürdistan devrim tarihine oportünist leke bırakan bir eğilim – akım – olarak geçtiler. Meydanı boş bulan ve kalemin büyüsüne kapılan bu pek yaman “ nitel aşama” yaratan küçük burjuva sosyalistlerinin devrimci işçi sınıfına, Komunist Partisine önderlik edemeyecekleri açıktır. Pürüzsüz sosyalist demokrasiyi “ proletarya ve emekçilerin 85 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 devletiyle” kuracak ( !) olan mülteci oportünistlerin gecikmeden legal parti bataklığında “ sosyalizmi” burjuva parlamentoda arayacakları apaçık değimlidir?! Söylediklerimiz iyi not edilmelidir! Çünkü her türden oportünist eğiliminden beslenen ve Partimize ideolojik dönüşüm dayatan mülteci oportünistlerin başka yürüyecekleri yol yoktur. İki yol vardır : Ya proletaryanın devrimci amacını esas alan komünist yolu, yada Troçki’yi, Kautsyk, Hocacılığı güncelleyen ve burjuva sınıf işbirliğinin teorisini yapıp, tasfiyeciliği dayatan yolda yürünecek. Bizler ilkesiz mücadeleyi benimseyen mülteci revizyonizmin teslimiyet çizgisini temsil ettiğini tespit ettik. Yirminci yüzyıl sosyalizm mücadelesi deneyimleri öğretmeye devam ediyor. Lenin’in Rusya’da gerek sosyalist devrimden önce, gerek sosyalizmin inşa sürecinde ikinci enternasyonalcilere, Troçkistlere, ikinci enternasyonalcilerin Rusya’da ki temsilcileri olan Menşeviklere ve diğerlerine karşı mücadele ettiler. Troçkistler devrim mücadelesinde ve sosyalizmin inşa edilmesi sürecinde köylülüğün rolünü yadsıdılar. Onlar için köylü yoktu. Köylülüğün atlanması düşüncesini sürekli savundular. Güya onlar saf işçi devletini kuracaklardı. Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi Troçkistleri ve cürümlerini sadece Sovyetler de yalanlamakla kalmadı işçi sınıfının ideolojik önderliğinde temel gücün köylülükten oluştuğu Çin’de de devrim zafere ulaştı. Çünkü işçi- köylü ittifakı devrimin zafere ulaşması için atlanamaz sınıfsal olguydu. Lenin kapitalist Rusya’ da proletaryanın önderliğinde işçi-köylü ittifakıyla devrimci iktidarın, genel anlamda ise tek tek ülkelerde devrimin başarıya ulaşmasının mümkün olduğunu analize etti. Bu perspektife karşı, Troçki sıçramalı bir dünya devrimi ; yada Avrupa’da devrim olmaksızın Rusya’da devrimin çok geçmeden yıkılacağı kaçınılmazdır teorisini ileri sürüyordu. Bununla da yetinmiyordu. İşçi sınıfının köylülükle savaşacağını ileri sürüyordu. Troçkistler işçi – köylü devrimci ittifakını ret ediyorlardı. Onlar bu gayrı Marksist teoriyi savunduklarında Çin’de Komünist Parti yeni kurulmuştu. Kapitalizmin hakim olmadığı büyük bir ülke de ; köylülüğün toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu Çin’de köylülük devrimci rolünü oynadı. Ve komünizm perspektifiyle işçi sınıfının devrimci yolundan ilerledi. Bugün Maoist Partiler önderliğin de Hindistan, Nepal, Filipinler vd. Marksizm – Leninizm – Maoizm’in devrimci perspektif işçi – köylü ittifakı üzerinde yükselmeye devam ediyor. Troçkistler ve onların yeni versiyoncuları olan Hocacılar bu Troçkist teorileri sahiplendiler. Sosyalizmin yaşanmış tarihini yok saydılar. Halen de devrim mücadelesin de köylülüğün oynayabileceği rolü inkar etmeye devam etmekteler. Bu Troçkist kafalar emekçi köylülükten bahsetmeyi adeta kendilerine ihanet gibi görmektedirler. Hocacı akımcılar “ emekçiler”, “ezilenler” kavramlarına sarılmaktadırlar. Onların devrim perspektifinde işçi- köylü ittifakı, proletaryanın önderliğinde işçi-köylü devrimci iktidarı yoktur. Onlar “ işçi-emekçi iktidarı” kuracaklarmış. Mao’yu açıktan ret etmeyen Maocu görünümlü yeni Hocacı “3. Kongre” bu “işçi-emekçi iktidarı” nın önderliğini küçük burjuvaziyide ortak ederek komünizm yürüşünü sürdüreceğini belirtiyor. Ekonomik olarak küçük burjuva sınıfının kendi içinde burjuvaziyi ürettiğini analiz eden Marksist ustalar yanılmış olmalıdırlar ki … “3.Kongre” oportünistleri küçük burjuvaziyi sosyalist devrimi, sosyalist devlet düzenine önderlik edecek bir sınıf seviyesine çıkarmıştır. 86 Bu başlı başına Marksizm, Leninizm, - Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Maoizm’in reddidir. Bugün ülkemiz de geçimlik üretim yapan, her geçen gün daha da yoksullaşan milyonlarca köylünün varlığını görmezden gelen Hocacı yarı Troçkist revizyonist akımlar sosyalist devrimde proletaryanın köylülükle ittifak kurmaksızın ekonomik olarak geri olan ülkelerde sosyalist sanayileşmeyi ileri taşımayı başaramayacağını anlamazlıktan geliyorlar. Emperyalizme bağımlı sınırlı montaj sanayinin, geri, taşeronlaşmış kapitalizmin milyonlarca halk kitlesinin yoksullaşmasına neden olduğunu görmüyorlar. Topraklarından edilen milyonlarca köylünün maddi durumlarının sürekli kötüye gittiği, ulusal sanayinin sağlam ve bağımsız ve ulusal Pazar üzerinde hâkim olmadığını görmek istemiyorlar. Türkiye – Kuzey Kürdistan’da azımsanamayacak oranda milyonlarca köylü vardır. Köylülük bugün toplumsal nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyor, ama bu onları atlamayı gerektirmez. Sosyalist sanayinin köylü ekonomisiyle birleşmesi ve köylü iktisadını daima ileriye taşıyacak önder rolünü oynamasını Marksistler nasıl ret edebilir! Varlığını koruyan bir sınıfı yok sayma, üzerinden atlamak olanaksızdır.”3. Kongre” köylülüğün üstünden atlamıştır. Küçük burjuvaziyi de sosyalist devrimin önder gücü arasına koymuştur. Partimiz köylülüğün toplumsal üretimde ki oranının azalmasının farkındadır, fakat yine de devrimimiz proletaryanın önderliğinde işçi – köylü ittifakı üzerinden yükselecektir. Maocu görünümlü yeni Hocacı yarı Troçkist burjuva küreselleşmeci “3.Kongre”, köylülüğü ittifak gücü arasından çıkardı. Onlara göre yirmibeş milyon, ya da fazla köylülüğün Türkiye- Kuzey Kürdistan devriminde bir önemi yok. Zaten köylü de kalmamıştı.(!) Bütünüyle insansızlaştırılmış, ölü topraklara dönmüş bitirilmiş tarım toprakları “3.Kongre” ye göre “ kapitalist modern tarımsal çiftliklere dönüşmüştür.” (!) Küçük burjuva düşüncenin Partimizin siyasi çizgisi üzerinde vardığı aşama sağa sapmanın finalidir. Tek ülke de devrimin zaferi sorununu Lenin ilk defa çözümledi ve pratikte de doğrulandı. Geri dönülemez biçimde kanıtlanan bu gerçeğe rağmen Troçkistler onlara kardeşlik eden Hocacı akımlar dillerinden dünya devrimi sloganlarını düşürmediler. Marksistler komünizmin nihai zaferinin dünya devrimlerinin zaferiyle garantileye bileceklerini biliyorlar, ama bu nihai amaç mücadelesinde kapitalizmin gelişmesinin eşit sizliği yasasına bağlı olarak tek tek ülkelerde sosyalizmin zaferinin mümkün olduğunu ve bu mücadeleyi büyütüp genişletilerek ilerleye cekerini savunmaktadırlar. Gerçekleri şartları içinde somut olarak ele almak anlatmak yerine hayali dünya devrimi, aynı içerikte bölgesel devrim olasılıkları gibi belirsiz sloganları öne çıkarmak hatalıdır. Troçkist dünya devrimi sloganlarını güncellemek, tek ülkede devrimin olanaklı olduğu görüşünün altını boşaltmaktır. Dünya Enternasyonel proletaryası ve onun bir kolu olan partimiz tek ülkede proletarya diktatörlüğünün mümkün olduğunu analiz eden Leninist yolda ilerlediler. Kautsky’nin suç ortakları, devrime ihanet eden ikinci enternasyonalciler, Troçkistler tek ülkede proletarya diktatörlüğünü mümkün görmediler. Onlar bölgesel – Avrupa – ya da dünya devrimini ileri sürdüler. Troçkistlerin “ Muhafazakar Avrupa” sın da bölgesel devrim olmadı, ama yirminci yüz yılda Rus Çarlığı altında ki bir dizi ülkenin işçi sınıfı sosyalist devrimini yarattı. Çin’in işçi-köylüleri komünizm yolunda Demokratik Halk Devrimini zafere ulaştırdı. Doğu Avrupa’nın bir dizi ülkesin de Demokratik Halk Cumhuriyetleri tarih sahnesine çıktı. Sosyalizm cephesi genişledi. Buna rağmen, 87 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Sovyetlerde ki Cumhuriyetlere rağmen Marksistler bu “ bölgesel devrimdir” demediler. Çünkü tek ülkede devrimin mümkün olduğu anlayışıyla bölgesel devrim savunucuları arasında yan yana getirilemeyecek keskinlikte çelişki vardır. Oportünistlerin, Troçkistlerin sıçramalı dünya devrimi ya da onlar açısından farklı anlama gelmeyen Avrupa devrimi ( bölgesel diyorlar buna) teorisi halen devamcıları tarafından dillendiriliyor. Ya da kendi ülkesinde ki devrimin hangi bölgesel devrimin içinde, ya da hangi ölçü de dünya devriminin gerçekleşmesi şartlarına bağlı olup – olmadığıyla mı oyalanacak! Günümüz açısından dünya devrimi, ya da üst perdeden konuşmayı pek seven oportünist sağ sapmacıların sanki farklı bir şey söylüyorlarmış gibi bölgesel devrimlerin şartlarının ileri sürmeleri köşeleri çökmüş teorileri yeniden ayağa dikme çabasıdır. Yani nafile bir uğraştır. Ayrıca artık tek ülkede devrim fikrini ret etmeden abartılı bir şekilde bölgesel devrim teorisini ileri sürmektedirler. Bölgesel – dünya – devriminin şartlarının oluştuğunun propagandasını öne alarak, olur olmaz dillendirerek tek tek ülkeler de devrimin olanaksız ya da örgütlenmesinin ileri taşınamayacağı şeklinde ki düşünceyi güçlendirdikleri açıktır. “3. Kongre” emekçi köylülüğün üstünden atlayıp, yok saymayla köylülüğü işçi sınıfının ittifak gücü olmaktan çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda utangacça dünya devrimi teorisini bölgesel devrimlerin zeminlerinin ortaya çıkmaya başladığı düşüncesi üzerinden formüle ederek Troçki’yi takip ettiklerini ilan etti. Partimizin emperyalizm şartlarında gelişimin eşitsizliği yasasına bağlı olarak tek tek ülkeler de devrimci mücadele hedefiyle savaşmayı esas aldı. Bekle gör çizgisiyle pasifizmi, güvensizliği geliştiren, beklentiler üzerinde kurulu Troçkist dünya devrimi teorisini ret etti. Onlar daima tek ülke de devrimin sürdürülemez olduğunun çok geçmeden devrimin çökeceğini dillendirip durdular. Komünistler ise devrimi inşa etmek için büyük bir enerji ile çalıştılar. Devrimci sınıf mücadelesi tarihi onları yalanladı. “3. Kongre” tek tek ülkeler de devrimin gerçekleşme durumunu kabul etmektedir; ama bununla birlikte bölgesel devrim fikrini ileri sürebiliyor. Bu iki olgu bir biriyle çelişme halindedir. Yirminci yüzyılda bir dizi tek tek ülke de devrimler gerçekleştiğine göre bu olgu kabul edilmeden bölgesel – dünya – devrimi teorisini zaten pazarlayamazlar. “3.Kongre” oportün istleri tek tek ülkeler de devrimlerin talih duruma düşmediğini belirterek kendisini sıçramalı Troçkist Dünya Devrimi teorisinden kopardığını sanmaktadır. Oysa lafı dolandırarak ikinci enternasyonalci, Troçkist sapmaları tekrar etmiş oluyor. Günümüz de kapitalist dünya ekonomik sistemini çok okuduğunu sanan aklı hava da uçuşan kişiler komünist maske ile tek tek ülkelerde devrimin olanaklı oluşunu ret etmeden dünya, aynı anlamda olan bölgesel devrim fikrini ileri sürüyorlar. Bu düşünceler Troçkist fikirlerin en Marksist sol lafazanlıkla yeniden üretilmesi anlamına gel Çeşitli ülkeler de ki devrim hareketi bölgesel devrimin gerçekleşmesini mi bekleyecek? Her komünist çok iyi biliyor ki Troçki ya da Kautsky devrimci amaca ihanet eden ikinci enternasyonalci oportünist partiler Lenin’e karşı sürekli devrim yani sıçramalı dünya devrimi anlayışını ileri sürdüklerinde tek tek ülke de devrimin zafere ulaşması ve sürdürülmesi olanaksızlığını temellendirdiklerinde Avrupa devrimini esas alıyorlardı.. Yani açık ifade ile Avrupa da devrim olmazsa 88 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Rusya’da sosyalist devrim sadece bir macera olur demekteydiler. Bu anlamıyla oportünist cephenin dünya devrimi teorisi önemli yanıyla Avrupa devrimini esas almaktaydı. Avrupa’da devrim olmazsa Rusya’da devrimin birkaç yıl içinde çökeceğini savunmaktaydılar. Bu nedenle “3. Kongre” nin “ en ileri bölgesel birlik” teorisine bağlı, bölgesel devrimi Avrupa’dan bekleme anlayışı kuramsal ve içeriksel olarak Troçkist teoriden ayrılmaz. Hem kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını kabul ettiğini ileri süreceksin hem de bölgesel devrimlerin şartlarının oluştuğunu söyleyeceksin… Acaba “3. Kongre” nin “tamamen bilimselci” oportünistleri hangi bölgelerde emperyalizm döneminde kapitalizmin gelişmesinin eşitsizliğin artık geçerli olmadığını ileri sürmektedir. En ileri birlik olarak gördükleri Avrupa Birliği ilkelerinde kapitalizmde gelişmenin eşitsizliği yasası son mu buldu?! Besbelli ki “3.Kongre” oportünistleri hem nalına hem mıhına vuruyor. İçi boş kavramlarla bayatlamış çürümüş bölgesel devrim teorilerini ileri sürüyor. Yarı Troçkist “3.Kongre” tespiti şudur: “Oluşan bölgesel birlikler tek tek ülkelere oranla ekonomik ve askeri olarak daha etkili hale gelmiş, bölgesel devrimlerin de zeminleri ortaya çıkmaya başlamıştır.” ( “3.Kongre” belgelerinden) Burjuva globalist küreselleşmeci “3.Kongre” oportünizmi tek tek ülke devrimlerini ret etmiyor, ama bölgesel devrim, aynı öz ve içerik üzerinde ileri sürülen dünya devrimi teorisini parlatıyor. Ekonomik temelini açıklayamıyor.Dünya emperyalist burjuvazinin (“3.Kongre”nin diline göre küresel güçlerin) örgütlenmelerini örnekliyor. Avrupa Birliği, NAFTA, Birleşmiş Milletler, NATO, İnterpol, Dünya Bankası, İMF, Dünya Hukuk Kuruluşları vb. askeri ve ekonomik örgütlenmelerini bölgesel devrimlerin alt yapısı olarak kavrıyor. Yani emperyalizmin üst yapı örgütlenmeleri, “3.Kongre”nin dünya devrimi bölgesel devrimler teorisinin iktisadi alt yapısı oluyor. Bu gülünç bir teoridir. Dünya devrimci işçi sınıfının sosyalist devrim yürüyüşü ve amacı, bütün örgütlenmelerinin iktisadi temeli işçi sınıfının üretimde ki devrimci konumuna dayanır. Bölgesel devrimlerin iktisadi alt yapısını emperyalist burjuvazinin çeşitli üst yapı kurumları, örgütlenmeleriyle açıklamaya kalkışmak tam da Marksizm den kopan “3. Kongre” ye özgüdür. “3. Kongre” oportünistleri bölgesel birlikleri ekonomisinin yanında askeri olarak daha etkili olmuş olduğunu belirtmektedir. Nerede hangi “ bölgesel birliğin” askeri gücü öne çıkmıştır. “3. Kongre” en gelişkin bölgesel birlik olarak Avrupa Birliğine göstermektedir. Ama Avrupa Birliğinin ortak askeri gücünün bile olmadığını unutmuştur. Siyasette buna bir çok tanım getirmek mümkün, ama Avrupa’nın sosyal demokrat havasına pek alışmış mülteci oportünistlerin boş ve temelsiz konuştuklarını belirtmekle yetinelim.Emperyalist güçlerin ortak vurucu gücü- ki Rusya , Çin, NATO içinde değildir- NATO bölgesel birliğin askeri gücü değildir. Günümüze kadar ABD NATO üzerinde etkili oldu. Bunun dışında ortak askeri güçleri gören var mı ?! Emperyalist ve yarı sömürge devletlerin uluslar arası güvenlik ve istihbarat antlaşmaları bölgesel olmaktan ziyade ihtiyaca uygun genişleyen ve daralan emperyalist sistemini dünya proletaryası, ezilen ulus ve halkları üzerinde hakimiyet kurmanın çalışma biçimleri, ortak saldırı araçlarıdır. Demek ki “3.Kongre” nin iddia ettiği bölgesel birliklerinin mevcut dünya kapitalist 89 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 sistemin de “ tek tek ülkelere oranla daha etkili olan bölgesel askeri birlikleri” yoktur. Gerçekler “3. Kongrenin” aksini göstermektedir. “ 3. Kongre” Avrupa Birliğinden bölgesel devrim bekleye dursun. Troçki de bekliyordu. Fakat Avrupa Birliğinin tek tek emperyalist ülkeleri ulusal devletleri askeri güç bakımından yarış halindedir. Bu tek tek Avrupa Birliği üyesi olmalarına rağmen bu devletler burjuvazinin çıkarlarına uyumlu saldırganlıklarını göster mektedirler. Hatta bu devletlerin askeri iktisadi seviye olarak bir birlerine yakınlaşması çelişkiyi derinleştirip, şiddetlendirmiştir. Alman, Fransız ordularının AB’nin de yer alan ülkelerin yada bu ülkelerin burjuvazilerinin bütünlüklü çıkarını korumak için harekete geçirilebileceğini sanmak tekelci mali sermayeden, emperyalizmden hiç bir şey anlamamaktır. İkinci dünya savaşında ki çelişki ve çatışmaları, savaş felaketinde ki tarafların çok çabuk unutmaktır. Avrupa Birliği en yalın ifadeye emperyalist, gerici bir birliktir. Çelişkisiz ve bütün halde hareket edemez. Çünkü AB içinde çeşitli gelişkin ülkelere mensup ( bazılarının küreselleşmeyle ulus devletler önemini yitirdi safsatalarına kimse aldanmasın) emperyalist tekelci burjuvazinin Pazar hâkimiyeti uğruna çelişki rekabet ve çatışma halindedir. AB devletlerinin bir biriyle savaşmayacağını, ya da bir emperyalist savaşta AB’nin “ uygar” devletlerinin her birinin hangi savaş bloğu içinde yer alacaklarını kimse kestiremez. Ama Avrupa Birliğine bakar bölgesel devrimlerin alt yapısının oluştuğunu ileri sürmek devrimci işçi sınıfının yirminci yüzyıl mücadelesini unutmaktır. Burjuva küreselleşmeci teorileri güncelleyen Kautsky’e rahmet okutan, yarı Troçkist, Hocacı ama Maocu görünümlü “3. Kongre” bakın ne dem ektedir: “Bölgesel birliklerin ekonomik ve üst yapı kurumlarındaki ilişkilerinin derinleşme seviyelerine bağlı olarak, bölgesel devrimlerin zeminleri de ortaya çıkmaktadır. Emperyalist bölgesel birliklerlebirlikte proletarya ve emekçilerinde ortak mücadele zeminleri aynı ortaya çıkmaktadır.”(“3.Kongre” Belgelerinden) , Soralım3.Kongre”nin mültecileşmiş oportünistlerine neymiş bu “emperyalist birliklerin üst-yapı kurumlarındaki ilişkilerin derinleşme seviyesi?” Buna bağlı olarak nasıl bölgesel devrimler ortaya çıkabiliyormuş ?! Üst yapı kurumları nedir? Marksist materylizme göre üst yapı kurumları siyaset, politika, kültür, din, hukuk vd.dir. Emperyalizmin üst yapı kurumlarında ki derinleşmesi dünya proletaryasına, ezilen bağımlı uluslarına ve halklarına kan ve göz yaşı anlamına geliyor. Burjuvazinin kurumsallaşmasının derinliği işçi sınıfına daha kapsamlı baskı ve sömürüdür. “3.Kongre”, Avrupa Birliğinin kanla beslenen, ama sürekli uygarlık palavralarıyla gülümseyen üst yapı kurumlarında ki derinleşmeye bakıyor ve oradan da bölgesel devrimlerin olabileceğini çıkarıyor Avrupa Birliği dışında kendisini dayandıracağı bir birlik yoktur. Gerçi “3.Kongre” ye kalsa her örgütlenme bölgesel devrimin zemini olan dünya ve bölgesel birliklerdir. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşmasına ( NAFTA) bölgesel birliklerine göre… “3.Kongre” ye göre emperyalist bölgesel birliklerle birlikte “ proletarya ve emekçilerin ortak mücadele zeminleri aynı oranda ortaya çıkmıştır.” (“3.Kongre” belgelerinden) Peki bu emperyalist bölgesel birlikler ortaya çıkmadan enternasyonal dünya proletaryasının ortak mücadelesi yokmuydu. Bu ortak mücadele yeni mi ortaya çıktı. “3. Kongre” nin bölgesel ve dünya birlikleri olarak ifade ettiği AB, Şanghay Beşlisi, BM, NATO, İnterpol, Dünya Bankası, İMF, bir kaçını da unutmuşlar onuda biz ekleyelim DTÖ, G-7, G-20, vd. bütün bu örgütlenmelerin çoğunluğu 1948’den başlayarak oluşmuşlardır. Peki bu örgütlenmeler, ya da bölgesel devrim beklediği AB yokken dünya proletaryasının ortak mücadele zemini ?! bunlar birer safsatadır. 90 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Enternasyonel dünya proletaryasının bir mücadele geçmişi vardır bölgesel birliklerle aynı oranda dünya proletaryasının ortak mücadele zeminleri ortaya çıktığını iddia eden “3.Kongre” oportünizmi nesnel olgular yerine kendi kafalarında ki düşünceleri koymaktadır. Marksizmin üstünde tepiniyor, halkı ve partiyi aldatıyor. Açıktır ki devrimci işçi sınıfı uluslar arası ölçekte ortak – Enternasyonel- örgütlenmeler yaratmak konusunda tarihin en zayıf dönemini yaşamaktadır. Bu krizden halen çıkabilmiş değildir. “3.Kongre”nin bölgesel birliklerinin üzerinde doğabilecek dünya – bölgesel- devrim teorisine bakacak olursak komünist enternasyonalin yeniden kurulması ve dünya burjuvazisine korku salması gerekirdi. Ama burjuva küreselleşmeci mülteci oportünistlerin bu teorileri temelsizdir. Tespitlerinin nereye varacağını düşünme zahmetinde bulunmadıkları da açıktır. NAFTA ( Kuzey Amerika Serbest Ticaret Antlaşması) ilk olarak 1994’ de Kanada, ABD ve Meksika arasında yasallaştı. Latin Amerika’da yaygınlaştırıldı. Günümüz de Orta Doğu da dahil çeşitli kıtalarda serbest ticaret antlaşmaları yapılmaktadır. “3.Kongre” NAFTA ’yı bölgesel birliklere örnek gösterebiliyor. Bu ve benzer ticari antlaşmalar emperyalist haydutların yarı sömürgeleri talan etme antlaşmalarıdır. Bu ve benzer ticari – iktisadi antlaşmaları bölgesel birlik olarak göstermek ve bunun üzerinden bölgesel devrim teorisini temellendirmek ne yapacağını şaşıranlara özgü bir gülünçlüktür.NAFTA ‘ nın ilk uygulama alanı Meksika’ydı. Meksika halkının yoksulluğu daha da derinleşmekle kalmadı, ABD, Meksika sınırına duvar örmeye sınırı olağan üstü güvenlik çitleriyle donattı. Yarı sömürgelerde serbest ticaret antlaşmalarının bağlı oluşan iktisadi sömürünün yarattıkları sonuçlar. Bu yazı da detaylandırmak gerekli değildir. Lakin iktisadi- ticari antlaşmaları bölgesel dünya ölçeğinde birlik olarak değerlendirmek teorik lafazanlık yapan ama gerçekten cahilliğini dışa vuran “ 3. Kongre” oportünistlerine özgüdür. Mülteci revizyonizm değişim rüzgarıyla MLM ideolojiyi tarif ediyor, devrimci proletaryanın mücadele ve devrimler tarihini görmezden geliyor. Emperyalizm şartlarında gelişiminin eşitsizliği yasasını içini boşaltan “3.Kongre” nin en belirgin örnek olarak aldığı Avrupa Birliğinin ortaya çıkmasıyla devrimci proletaryanın ortak mücadele örgütleri ortaya çıkmış değildir. Küreselleşmeci – globalist burjuva safsatalarla kafa bulandıran “3.Kongre” burjuva örgütlenmeleri esas alıyor. Komünist hareket ise dünya proletaryasının enternasyonal örgütlenmesini uluslar arası mücadele geleneğini siyasi, politik çizgisini esas alır. Çünkü kapitalizm henüz serbest rekabet aşamasındayken ve feodal monarşiyle mücadele halindeyken devrimci işçi sınıfı uluslar arası örgütlenmelerini yaratmıştır. Devrimci proleter ideoloji, komünizm mücadelesi ve amacı işçi sınıfının üretimde ki sınıfsal temeli üzerinden yükselir ve ulusal sınırlara hapsedilemez. “3.Kongre” nin Troçkist anlayışıyla kendisini lekelediği ve kendisini kaptırdığı AB ve günümüz de var olduğu boyutuyla emperyalist burjuvazinin örnek verdiği örgütlenmelerin olmadığı koşullarda işçi sınıfı Enternasyonel örgütlerini yaratmıştır. Dünyanın her ülkesinde kendi kurtuluşu, özgürlüğü için bilinçlenen, kendisi için sınıf olmaya başlayan işçi sınıfının amacı aynıdır. Enternasyonal ruhu ve yürüyüşü buradan gelir. 1848 öncesin den başlayan Marks ve Engels’in önderlik ettiği komünistler birliğinde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir çok komünist yer alıyordu. Bugün öneminden bir şey kaybetmeyen ve eskimeyen komünist manifesto bu birliğin ilk ürünüdür. Enternasyonal devrimci proletaryanın birlik ve mücadele ruhunda mükemmel ifadesidir. Komünizm ruhu dünyayı gezinmeye devam ediyor. 1848 Avrupa devrimlerinde işçi sınıfının 91 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 devrimci mücadelesini nasıl bir birini etkilediğini biliyoruz. O dönem serbest rekabetçi kapitalizm vardı. Bugün ki gibi emperyalist örgütlenmeler yoktur. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde oluşmuş işçi sınıfının önderlik edeceği bir Avrupa devriminin – en gelişmiş ülkeleri içine alacak şekilde – mümkün olabileceği kabul ediliyordu. Fakat bu devrim beklentisi burjuva zinin örgütlenmelerine dayandırılmıyor, her yerde kapitalizmin artı değerini yaratan işçi sınıfının varlığına ve komünistlerin önderliğinde ki mücadelesine dayandırılıyordu. Eğer maddi temeli olmasaydı birinci enternasyonal ortaya çıkmazdı. Marks, Engels Avrupa’da Sosyal Demokrat İşçi Partilerinin (dönemin Komünist Partileridir) kurulmasına önderlik etmekle kalmadılar. 1865’te birinci enternasyonalin kurulmasına da teorik ve pratik önderlik ettiler. Oportünizme karşı nasıl kararlı mücadele ettikleri akılda tutulmalıdır. Marksizmin açtığı bu yolda işçi sınıfının mücadelesi gelişti ikinci enternasyonal devrim amacına ihanet etse de 1914’e kadar komünist niteliğini korudu. Kautsky ve suç ortakları 1914’te sosyalizm amacını ihanet ettiler diye dünya işçi sınıfının enternasyonal mücadelesi son bulmadı. Leninizm bayrağıyla Rusya’da sosyalist devrim zafer kazandı. Dünyanın bir çok yere sömürgesinde peş peşe komünist partileri ortaya çıktı. Bu vesileyle tarihin en geniş uluslar arası komünist örgütlerin birliğini oluşturan Komünist Enternasyonal (1919) kuruldu. Bütün bunlar olurken, proletaryanın en güçlü ortak örgütleri oluşurken “3.Kongre”nin arka arkaya sıraladığı emperyalist birliklerinin hiçbiri yoktu. Ama işçi sınıfının enternasyonal örgütlenmeleri tarihinin en güçlü dönemlerini yaşıyordu.Üstelik oportünizm Marks ve Engels’i dogmatikçe yorumluyor, çarpıtıyor ve Lenin’in tek tek ülkelerde devrimin olanaklı olduğu doğru fikrinin karşısına bir Avrupa Dünya devrimi tezini koyuyorlardı. 1917 sosyalist devrim fırtınası Avrupa’nın bir dizi ülkesini sardı. Devrimlerin başarıya ulaşmamasının bir dizi nedeninin yanında esas olarak sosyal demokrat liderlerin – partilerin ihanet etmesiydi. Tek tek ülkelerde devrimci mücadele tarihi deneyimleri yaşandığında “3.Kongre”nin “Bölgesel ve Küresel birlikleri” mi vardı. “3.Kongre” ise anlaşılmaz bir yüzeysellikle devrimci işçi sınıfının ortak örgütlenmelerini NATO, BM, AB gibi ör gütlenmelerin ilişkilerinde ki derinleşme seviyesine bağlıyor ve bölgesel devrim koşullarının ortaya çıktığını iddia ediyor. “3.Kongre” emperyalizm değerlendirmesinde burjuva küreselleşmeci anlayışı benimsediği için ulus devletler önemini yitirmiştir. Lafı dolandırmayı pekte sevmektedirler. Bölgesel- Dünya devrim şartlarını da AB üzerinden örneklerken ulusal devletlerin hala önemini koruduğunu hala önemini koruduğunu belirtmeyi ihmal etmiyorlar. Ama bunları belirtmek “3.Kongre”yi kurtarmaz. Çünkü bu sağ anlayışlar tek tek ülke de devrim anlayışını temellendiren emperyalizm şartlarında çeşitli kapitalist ülkelerin gelişmesinin eşitsizliği yasası teorisine aykırıdır. 92 Birinci Bölümün Sonu. Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 “TAM BİLİMSELCİ” DEĞİŞİMCİLERİN İLK YANILGILARINA GİRİŞ 2.BÖLÜM HENÜZ AÇIKLANMAYAN STRATEJİYİ GÖLGEDE BIRAKAN OPORTÜNİST ÖRGÜTSEL ANLAYIŞ Hareket maddenin içindeki çelişkidir. Her şey hareket halindedir. Doğa ve insan düşüncesinin bu mutlak yasasını reddeden komünist olamaz. Marksist-Leninist-Maoist ideolojiyi rehber edinen komünist harekin böyle bir tartışması da yoktur; olamazda. Çünkü materyalist diyalektik felsefe nesnel dünyayı, onun insan düşüncesindeki yansımasını, şeyleri, doğa ve toplumu başlangıç, gelişim sonuç ilişkisi ve mutlak tarihsel hareketi içinde inceler. Kaypakkayacı Partiyi de bu diyalektik hareket dizgisine uygun düşünmeli, değerlendirmeliyiz. Eskiyen yanlarımız vardır. Nesnel koşullara uygun stratejik, taktik tespitler yapmakta bir ihtiyaçtır, ama bu Partimizin diyalektik gelişim tarihinin hatalı, bütünüyle yanlış anlamına asla gelmez. Eskiyi atmak yeniyi yaratmak Kaypakkayacı Partinin görevidir. Devrimci işçi sınıfının iktidar mücadelesi başka türlü sürdürülemez. Bütün bu genel kabul ve düşünüşe rağmen Maoist parti adına bir değişim felsefesi kabul edilemez tarzda değerlendirme ve tespitler yapılmaktadır. Halkın günlüğü gazetesinin 72. sayısında “Nesnel Şartlara Uygun Değişim Devrimcidir.”başlıklı perspektifte Kaypakkayacı partinin ideolojik, siyasi ve politik anlayışına ters oportünist ve tasfiyeci fikirlerin devamı Halkın Günlüğü gazetesinin 73. sayısında da devam etmektedir. Değişimci akımın üzerimize boca ettiği laf kalabalığının komünist saflara büyük zarar vermeye başladığını ve tasfiyeci-hemde en affedilmez, en ilkesiz biçimde gelişen bir tasfiyecilik olduğunu bilmek zorundayız. Değişim her şey, ilke, örgüt, amaç, strateji, hiçbir şey mi ?! Sıradan bir okuyucunun anladığı gibi Maoist partinin strateji, temel taktik, örgütsel hattının değiştiğini, değişim felsefesi adı altında ilan ettiler. Yine okuyucu bu değişimi merak etmekle birlikte, bu stratejinin ne olduğunu okumadan evvel değişime ayak direyen yoldaşlarımızın varlığından haberdar oldu. “yenilikçi değişimci tam bilimselciler” dogmatizmi, sekteriz mi, dar deneyciliği gelenekçiliği geride bıraktıklarını belirten değişimci akım partinin gelişmemesini “basmakalıp parti yazılarına, dar deneyciliğe, kendini tekrar etmeye” bağlayıp parti işin içinden çıktı. Çok zorlu, önemli tarihi dönemlerden geçmiş 40 yılı geride bırakan Kaypakkayacı parti değişimci oportünizmin salyalarına maruz kalmaktadır. Üstelik daha neyi değiştirdiğini devrimin yolunu, iti güçlerini, devrimin niteliğini ve amacını açıklamadan bunu yapmaktadırlar. Üstelik işin başındayken bu değişimci sekterizm örgütsel ilkesizliğin en affedilmezliğini yaparak politik tasfiyecilikteki karakterini ortaya çıkarmışken… İfade ettikleri gibi bu değişime karşı duranlar vardır. Değişime hangi ideolojik, 93 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 politik, siyasi temellendirmelerle karşı durdukları anlatılmazken, karşı duran yoldaşlarımız “dogmatik, sekter, statükocu, dar deneyci, ilerlemeyi istemeyen, ikna olmayan, açık olmayan, iç niyetlerini pratikleştirmek için fırsat kollayanlar, öznelci “ olarak damgalamışlardır. Bu yoldaşlarımızı komünist olmayan nitelemelerle damgalayarak değişim zorunluluğunu “tam bilimsellik” iddiası ile anlatılması başlı başına anti bilimseldir. Bu sol sekter anlayış kendi ayağına taşı düşürmüştür. Kabul edilemez bir tutumdur. Yoldaşlar eleştiriye karşı koyuşunu ( gerçekten eleştiriler var mı, varsa içeriği nedir bilinmiyor ) damgalayarak kendi değişimini partinin değişimi olarak sunanları kimse kabul etmez, etmeyecektir. Her değişim devrimci değildir. Revizyonizm komünist partiler içerisin de türemektedir. Bu dönem komünist devrimci olan akımlar belli tarihsel şartlarda burjuva çizgiye evirilebilirler. Nesnel koşullara uygun devrimci değişimin olup olmadığı ideolojik, siyasi açıdan bilimsel olmasının yanında strateji ve temel taktikleri bakımından devrimci ve tutarlı olması şarttır. Bu nedenle salt değişim kavramıyla strateji, örgütsel hattını açıklamadan değişim zorunluluğunu değiştirilenin bilimselliğini anlatmaya kalkmak çocukçadır. Üstelik bu değişimciliğini parti içi yapısını kitlelere teşhir ederek yapmak düpedüz ne yaptığını bilmemektir. Stratejimizin, temel taktik örgütsel hattımızın uygulama alanı sınıf mücadelesidir, halk kitleleridir. Lafı dolandırıp kırk dereden su getirmeye gerek yoktur. Nasıl ki 40 yılı geçkin bilinen program, siyasi amaç uğruna yine belirlenmiş strateji temel taktik ve örgütsel hatta mücadele ettiysek bugünde yapacağımız her değişiklik siyasi amacımıza uygun olacaktır. Gerçekten bilimsel, gerçekten tutarlı ve devrimci strateji ve taktiklere sahip olup olmadığımızın kanıtı sınıfsal pratiktir. Bu olmadan abartılı süslü laflarla strateji ve temel taktiklerle konusunda teorik fırtınalar estirmenin örgütsel olarak deri yoktur, olamaz. Üstelik sözü edilen ulaşılması güç strateji ve taktikler açıklanmamışken. Devrimde zor’un rolü Komünist Partinin zorunluluğu, proletarya diktatörlüğü temel ilkesini kabul eden bir dizi “Komünist Parti” devrimin yolu, strateji, temel taktikleri ve bu örgütsel çizginin yarattığı gelenek, kültür, ahlaki felsefesiyle diğer küçük burjuva sosyalizm temsilcilerinden ayrılır. Bugün değişim adıyla çıkıp Komünist Partinin zorunluluğu, proletarya diktatörlüğü, zorun rolü gibi ( Kaldı ki proletarya diktatörlüğünün zorunlu aracıdır, proletarya, diktatörlüğü ilkesi benimsenince tutarlı olundukça hepsini kapsar) ilkelerden bahsedip “devrimin yolu, stratejisi, temel taktik, örgütsel hattın bir partinin niteliği üzerinde belirleyici değil” (halkın günlüğü sayı:73) demek Kaypakkayacı partinin niteliğini, tarihini siyasi ideolojik meseleler bakışını reddetmektir. Kaba bir inkarcılığın ötesinde MLM biliminde uygun olmayan oportünist tasfiyeci anlayıştır. Âdete değişim her şey, araç taktik, strateji, örgüt hiç bir şey denmektedir. Marksist bilimsel örgüt anlayışını ve pratik deneyimini mezara gömmeye kalkışan bu yenilikçi sevdalılarına tereddütsüz karşı durduğumuz, duracağımız için biz Kaypakkayacı partinin neferleri “ dogmatik, dar deneyci, gelenekçi, öznelci, değişimleri görmeyenler” mi oluyoruz. Evet, biz yenilikçiyiz. Çünkü her komünist partisi sadece MLM bir teorik külliyat yaratmakla kalmaz, aynı zamanda savaş deneyimi,kültür, davranış, demokrasi ve tabi ki hiçbir kitapta yazmayan gelenekler yaratır. Bu gelenekler zararlı değil, mücadele tarihinden süzülerek çıkan tarz, tutum, deneyim, kültür toplamıdır. Yenilikçi sübjektivizm devrimci savaşın zor koşulları içinde ortaya çıkan geleneklerimizi kendi değişiminin özünde bir engel olarak gösteriyor. Haksızda sayılmazlar!Her türden küçük burjuva savruk eğilime karşı durmamızda devrimci geleneklerimiz bize güç katar. Tasfiyeci dağıtıcı, yoldaşlarının 94 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 eleştirisini bastırmakla işe başlayan “ tam bilimselci “ değişimcilerin bu gerçeği kendileri önünde engel görmeleri de isabettir. İLKELER ÇİĞNENEREK DEVRİMCİ DEĞİŞİM GERÇEKLEŞTİRİLEMEZ Maoist partinin tüzük ilkeleri vardır. Hiç kimse bu kuralları çiğneyemez. Kongre konferansların da nasıl gerçekleştirileceği de açık ve nettir. Maoist önderlik parti üstü değil partiye tabidir. Kaypakkayacı partinin stratejisi ancak en geniş anlamda bir demokratik süreç işletilerek değiştirileceğini kavrayamayan dar görüşlü değişimci tasfiyecilik önce stratejiyi değiştirdiğini ilan etmiş, stratejinin içeriğini açıklamadan buna karşı oluşabilecek devrimci duruşu zayıflatmaya, mahkûm etmeye yönelmiştir. Söz konusu sosyo -ekonomik yapı, siyasi tespit stratejik- taktiksel olarak devrimin yolunu değiştiren teorik temellendirmeyi Maoist partinin bütün alanlarına yaymak, tartışmak, tartıştırmak yerine dar bir “ elitle” – ki partinin yediği darbe yaşadığı süreçler düşünüldüğünde bu bileşenin niteliği sonuçları itibariyle şaşırtıcı olmayacaktır- söz konusu stratejik değişimi yapıp anlatmaya kalkışmak başlı başına suçtur. Parti iradesi çiğnenerek, suç işlenerek, parti iradesi adına “ değişim yaptık” denilemez. En açık haliyle bu siyasi ideolojik politik açıdan tasfiyeci bir darbedir. Anlaşıldığı üzere sadece hapishaneleri hiçe saymakla kalmamış genel anlamda da parti hiçe sayılmıştır. O halde kimin adına konuşulmaktadır. İradesi hiçe sayılanlar neden bu darbeci, iradeyi tanıyacaklarmış. Kendi sloganlarıyla güvensizlerini ilan etmediler mi.(?) Nesnel koşullara uygun devrimci değişimin gördüğünü iddia edip yoldaşlarını tutucu, gelenekçi, öznel, dogmatik ilan edenler, yoldaşlarının hukukunu unutanlar, demokratik haklarını unuttular. Alanları, yoldaşları, hiçe sayan bu tasfiyeci sağ anlayış nasıl olurda “tam bilimselci” iddiasıyla üzerimize yığınla anlamsız, içeriksiz, örgüt ve amaç bakımından erksiz teoriler boca edebilir. Partililerin haberi yoksa kimin adına kimin iradesi olarak konuşulabilinir? Şayet bir irade birliği varsa bu telaş, bu kendinden geçme hali niye… Bilimsel bir ideolojiyi, program ve stratejiye sahip Komünist Parti kendi yoldaşlarını ilk engel olarak göstermekle işe başlamaz. Eğer bir irade varsa – ki bu çoğunluğun bilmediği bir irade olmuş durumdadır – o halde gerçekten devrimin yolunu ortaya koymalıdır. Maoist Parti sadece dar merkezi önderler takımından oluşmaz. Köklü bir tarihi vardır. Sadece legal – illegal, cephe ve cephe gerisi alanlarıyla değil, aynı zamanda kadrodan, savaşçısına, sempatizan, ileri sempatizan, ve taraftarlarına kadar bütün örgütleriyle bir bütündür. Aksi takdirde hiç bir şeyini Partiden esirgemeyen, yeri geldiğinde canını tehlikeye atan halk kitlelerini unutmuş oluruz. Devrim amacı kadrolar olmaksızın sürdürülemez. Kadrolar geniş anlamda aydınlatılmamış Partide irade birliği sağlanmamış hiçbir program ve strateji hayata geçirilemez. Hangi büyük bir iddia süslü laflarla ortaya çıkarsa çıksın devrimci işçi sınıfı açısından bir değer taşımaz. Bilindiği gibi Parti dar bir önderler takımından meydana gelmez, bütün örgüt ve alanlardan olanları sarmalayan halk kitlelerinden oluşur. Bu temel gerçeği unutup kendini her şey, örgütü ise hiç bir şey sananlar örgütün ayakları altında ezildiler, ezilirler. Örgüt bilmediği stratejiyi, programı, ideolojiyi savunamaz, benimseyemez. Örgütten habersiz hiçbir haber takımı – tasfiye etme, parçalama ve kaos yaratma ve sonunda çıkıp gitme düşüncesi olanların dışında – kalkıp örgütten habersiz bir strateji değişikliliğine gidemez. Elbette tarihte örnekleri vardır, ama mahkûm olmuş ve ihanet çemberinden çıkamamışlardır. 95 Tabi ki kongrede Komünist Parti Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 strateji, program, örgütsel hattı değiştirebilir. Kim buna işleyiş açısından itiraz edebilir. Ama kongreye gerçekten örgütlerin tam iradesi yansımışsa buna itiraz edilemez. Gerçekten söz konusu program, strateji, temel değişiklikler örgütün bütün alan ve alt konferanslarında tartışılmış, demokratik hakları gereği iradeleri yansımış oy haklarını kullanmışlarsa bu değişim gerçekten Parti iradesiyle gerçekleştirilmiş olur! Fakat sosyo – ekonomik yapı, siyasi, ideolojik, stratejik, örgütsel taktikleri kapsayan değişikliği hiçbir şekilde örgütle tartışmadan alınan darbelerden, yaşanan tasfiye ve parçalanmadan sonra oturup parmak hesabıyla değiştirmek ilkesizliktir. Partiye karşı suç işlemektir. Suç işleyenler devrimci teorinin yaratıcısı olamazlar. Olsa olsa tasfiyeciliği pompalar ona da müsaade edilemez, edilmemelidir. Açık ve nettir ki demokrasi işletilerek Parti iradesi açığa çıkarılmamıştır. Kongre yetkisine dayanılarak yapılanlar güncel kısır çekişmelere konu edilen stratejik hedef ve amaçlardır. Hapishaneler ve diğer alanlarda ki somut durum bunu kanıtlamaya yeterlidir. HER ŞEYİ YAZMA HAKKI KİMDEN ALINMAKTADIR Uzun zamandan beri birilerini, bazı alanları, yada okuyucu için hiçbir yararı olmayan bilakis moral bozucu olan, dedikoduyu körükleyen, hoşnutsuzluğu ve güvensizliği tetikleyen içeriğiyle sonu gelmeyen yazılar çıkmaktadır Halkın Günlüğünde. Temel ilkeler vardır; politika, siyaset, strateji bir kez gerçekleştirildikten sonra hayata geçirilir. Parti içinde konuşulması gereken meseleleri dışarıya yansıtmak suçtur. Gerçekten işçi sınıfı, ezilen emekçi köylü, geniş kitlelerin devrimci mücadelesi için konuşulmadığı apaçıktır. Bu tür yazıların tasfiyeciliği geliştirmekten başka hiçbir işlevi yoktur. Stratejiyi değiştirme maharetine sahip olanların iç sorunlarını yansıtmayla işe başlamalarına bakılırsa bu suç kendini her şeyin sahibi sananlar tarafından işlenmeye devam edilecektir. Ama ilkesizce kalemi bilincimize, kültür ve ruhumuza batıran bu darbeci anlayışa dur demek gerekiyor. Hangi ilkeye hangi proleter anlayışa dayanılarak sürekli olarak sorunlar, sürekli olarak içe dönük anlamsız içeriksiz yığınla demagoji yazılıyor. Bundan böyle yazılan tasfiyeci lakırdıları, tükenmişlik ruh hallerine, yoldaşlarından yakınan, damgalayan anlayışlara aynı içerikle yazılar yazma hakkımızı kullanacağız. Herkesin istediği şekilde kalem oynatma özgürlüğü yoktur. Halk kitlelerini mücadelenin ihtiyaçları anlatılır. “ Düşmanla savaşma azmi olmayan yoldaşların varlığı” değil. (Halkın Günlüğünde çıkan yazılardan) böyle diyerek kimse kendi sağcılığını gizleyemez. Daha doğru ifade ile sağ pasifist tasfiyeci çizginin içinde debelendiği gizlenemez. Kurallara bağlı kalınmalıdır. Ya da bu süslü ama kof devrimci sınıf perspektifinden yoksun suç işleyen anlayışa cevap hakkımızın doğacağını bilmek gerekir. Tasfiyeci tarzın sürdürülmesi tavırsız kalınamaz, kalınmamalıdır. Eleştirilerimiz her yoldaşı disipline ve sorumluluğa davettir. “ Nesnel koşullara uygun olarak zorunlu hale gelen ve bu anlamda tamamen bilimsel olan köklü tahlil ve tespitler ışığında ki bir dizi ileriye doğru değişim ve gelişim adımı gelişmeye ayak direyen geri anlayış ve yaklaşımlara muhatap olmaktadır.” (Halkın Günlüğü Sayı 73 İsmail Uçar) Kimdir bunlar!?! Okuyucu bilmiyor. Bizde bilmiyoruz kime yazılıyor? Örneğin bu tasfiyeci lakırdılara karşı durduğumuz için “ geri anlayış”ın sahiplerimi oluyoruz?! “ Geri anlayış “ nedir? Özünü açıklamadan, kendi kendine konuşan “ tam bilimselciler “ gazete sayfalarını kavganın, kırılmanın, yılgınlığın sürekli bir biriyle didişmenin minderine çevirdiler. Bu gözü pek, saldırıp hedef göstermekte sınır tanımayan “ tam bilimselci “ tasfiyeci örgütsel 96 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 oportünizmin ( şimdilik parçalamak için çabaladıkları için böyledir ) bu saldırganlığına dur diyoruz. Eğer bir iç süreç yaşıyorsan git netleştir. Ne diye kimsenin anlamadığı içerikte yazıyorsun. Eğer stratejin “ tam bilimselse ” ( yarım bilimsel nasıl oluyorsa) o halde stratejini neden önce anlatmıyorsun? Stratejik değişim yapan bir hareketin tavrı ve yaklaşımı böyle mi olurmuş! Nesnel değişimler karşısında duranların trajedisi akıllardadır, aynı şekilde yenilik ve tarihsel değişim adına ortaya çıkan nice akımların revizyonizm mezarlığında olduğunu da asla unutmamak gerekir. “ Karşı çıktığı öncelikle bilmek anlamak zorundadır. İncelemeden, okumadan, bakmadan, değerlenmeden salt değişim var diye karşı çıkmak hiçbir bilimsel değer taşımaz” ( Halkın Günlüğü Sayı: 73 İsmail Uçar ) Kimdir bu bilmeden karşı çıkanlar! Şayet Partinin organlarıysa, bilmiyorlarsa bu değişimi yapanların suçlu olduğunu gösterir. Şayet dostlar, halk kitleleriyse karşı çıkanlar ( ki bu olanaksız çünkü henüz açıklamamışlardır ) o zaman bu şekilde yazmanın anlamı olmaz. Bir stratejik değişimi o bileşenin fonksiyonelleri – üyeleri bilmiyorsa bu değişim darbeci ve ilkesizdir. Eğer bilmiş olsalardı böyle bir yazı yazılmazdı. Bütün bunlara rağmen örgütsel oportünizmini ilke edinen tarzın çözümü için böyle davranmadığı açıktır. Tek neden kendi “ tam bilimsel “ değişimciliğini haklı yoldaşlarını ( - ki burada da belirsizlik, bilinmezlik vardır. Kimler oldukları belli değildir. Herkes bir başkasını tutuculukla suçlayabilir. ) Tutucu, gelenekçi olarak göstermektedir. Esas olarak hangi içerikte olursa olsun yapılabilecek eleştirileri önceden " değişim karşıtı geri tutumlar “ olarak damgalama kurnazlığıdır. Ama bunun bir köylü kurnazlığı değerinde bir zekâya sahip olduğunu belirtmek zorundayız. Evet, biz bilmiyoruz. Peki, burada suçlu kimdir. İlkesizliği bu derece pervasızca benimseyen anlayışın tutarlığına demokrasi ve merkeziyetçilik anlayışına neden boynumuzu kurda uzatmış gibi çaresizce evet diyelim. “ Tam bilimselci “ değişimcilerin yüzümüze tükürmelerine yarabbi şükür demeyeceğiz. Stratejilerini demagojik söylemlerle yoldaşlarımızın eleştirilerine “ dogmatik, tutucu, gelenekçi, eskide ısrar edenler ) diyerek anlayış ve stratejilerini Partiye dayatmalarına izin vermeyeceğiz. Evet, biz sadece devrimin emekçileriyiz. Devrim amacı uğruna çalışırız. Sizin için çok önemli ve değerli gözükmeyebiliriz. Ama gerçekten devrimci olan, gerçekten Kaypakkaya çizgisinde yürüyen tutarlı komünistler için bu sözlerin anlamı ve devrim neferlerinin duruşu çok değerli ve önemlidir. Hiç merak etmeyin stratejinizi “ okuyarak “ değerlendireceğiz. Bu büyük değişimden habersiz fani kullar olarak tarihsel günahınızı, ilkesizliğinizi, iradeyi hiçe sayma suçunuzu tarihe not düşeceğiz. Devrimci… Kararlılığımızla bütünleştireceğiz, lanetlemeye başladığınız gelenekçiliğimizle en geniş demokratik anlayışımızla, en katı ve sert karşı koyuşumuzla bir katkı daha yapacağız. Didişmeye değil ilkeli olmayı başarmalıyız, bunun tek yolu doğrulara bağlı kalmaktır. 97 SON. Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 DEVRİMCİ TEORİ OLMADAN DEVRİMCİ PRATİK OLMAZ. Sınıflı toplumlarda dünden bugüne süre gelen, ezilenleri egemen ideoloji ile sarıp sarmak isteyen burjuva ideolojisi ile komünist ideoloji arasında barış olmayacağı bilimsel bir gerçekliktir. Burjuvazi kendi varlığını devam ettirmek için sürekli olarak saldırılarını artırarak yaşamın bütün alanlarında topluma kendi geri,yoz kültürünü enjekte etmektedir. Yaşamdaki her pratiğin ideolojik bir temeli vardır. Pratiği salt eylem üzerinden değerlendiremeyeceğimiz gibi öncelikle ideolojik özü üzerinden değerlendireceğiz. Tasfiyeci rüzgarların her geçen gün ideolojik saldırıları derinleşmektedir. Dünya Devrimci Hareketinin bir parçası olan Türkiye Devrimci Hareketide bu süreçte ideolojik olarak sarsılmalar yaşamıştır. Hareketimizde bu anlamıyla ideolojik savrulma yaşamış ve bu ideolojik savrulmanın kendisi karşımıza “3. Kongre” olarak çıkmıştır. Tasfiyeci rüzgara kapılıp MLM’den hızlıca uzaklaşınca pratikte de ki değişimde kendisini göstermekte geç kalmadı. Geçtiğimiz günlerde bir çok devrimci-demokratik kurumun örgütlediği Munzur Doğa ve Kültür Festivali, 2 Eylül Kültür ve Sanat Festivalini v.b etkinlikleri geri bıraktık. Dergimiz çalışanları ve okularının da katıldığı festival, yürüyüş ve etkinliklerde dergimizin faaliyetine dönük yasaklacı bir yaklaşımla dostlarımız küçük burjuva kaygılarla hareket etmiş ve dergimizin faaliyetlerini engellenmek isteyen tasfiyeci anlayışa karşı sessiz kalmışlardır. 2 Eylül Kültür ve Sanat Festival Platformunda yer almak isteyen bu anlamıyla katkı sunmak isteyen dergimiz, önceleri olumlu karşılanmış daha sonrasında Festival Platformuna getirilen öneri ile dergimize yasakçı bir zihniyetle yaklaşılmıştır. Önerininin kendisi Devrimci Halkın Günlüğü’nün stand açmaması, çalışmalara katılmaması, Dergisinin fiili dağıtılmaması, yürüyüşe katılmaması. İşte tasfiyeci anlayışın geldiği yer! Demek ki ideolojiden sapınca devrimci kültürün yerini küçük bujuva kültür alıyor. İdeolojik olarak tartışmayan küçük burjuva söylemlerle dergimizin “organizma” olarak ifade edilmesi öneriyi getiren “3. Kongre” çizgisinin savunucularını anlamak çok da güç değil. Hareketimizin tarihine, birikimine siyah bantlı kapalı gözleriyle bakanlar, devrimci kültürümüzden de kopmaları gayet anlaşılır. 1 Mayıs Mahallesin’in hareketimiz tarihinde özel bir yeri ve önemi vardır. 2 Eylül 1977’de katledilen yoldaşlarımızın anısına dönük gerçekleştirilen yürüyüşe dergimiz kendi pankartıyla katılmış fakat Festival Tertip Komitesi tarafından, gerginlik çıkması gerekçe gösterilerek, 42 yılık mücadele tarihimiz görmezden gelinmek istenmiştir. Dergimiz festival sürecinin en başında ifade ettiği gibi gerginlik çıkmasına neden olacak her hangi bir pratikte bulunmayacağı gibi yürüyüşe katılması için diğer devrimci-dost kurumlarada kendi bulunduğu cepheden 42 yıllık pratikle teminatını vermiştir. Hiç bir devrimci kurum hiç bir devrimci kurumun yürümesine, stand açmasına, eylem ve etkiniliklerine müdahale etmez, edemez. Dergimiz çalışanlarının, okularının ve Yeni Demokrasi Aileleri Birliğinin katılımı ile 98 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 yürüyüşün devam ettiği esnada Festival Tertip Komitesinin seyirci kaldığı, kitlemize dönük fiili saldırı gerçekleşmiştir. Pankartımızı almak isteyen, elinde kamerayla çekim yapanlar, yürümemize , slogan atmamıza dahi müdahale eden “tam bilimselci”ler kendi “yeni”, “nitel” sıçramalarını pratikte kanıtlamışlardır. Önerinin kendisi dahi devrimci anlayıştan uzak olunca pratikte saldırı olarak can buluyor. Daha yakın bir tarihte Halk Cephesi - HDP arasındaki yaşanan olumsuzlukları “şiddet, çatışma, fiili tavır olarak kabul etmez”ken akabininde kendi söylemleriyle pratikleri birbiriyle çelişki arzeden ,tutarsızlıklardır. Bu somut pratikle bir kez daha gördük ki tarihin üzerinden atlayan, tarihinin üzerine kalın çizgiler çekilerek bir günde dününü unutmuş olanlar örgütsel ayrılıklarda, kopmalarda ve bölünmelerle de ilgilide tarihi kültürü değişime uğratıp “yeni”liklerle “nitel sıçrama”larla yarattıklar “yeni kültür”lerini bütün devimci ve demokrat kamuoyuna göstermişlerdir. Bu doğrultuda diğer devrimci kurumlara “Marksist” kendilerine liberal olmaları da şaşırtıcı değil. Şayet bizlerin bakış açısı dün olduğu gibi bugünde aynı berraklıktadır. Yani bir değişime gitmedik. İdeolojiye güven olmayınca esas olmaktan çıkıyor. Tahamülsüzlükle dergimize yaklaşan, ideolojik tartışma yürütmeyen, dergimiz çalışanlarını aksiyon filimlerini aratmayacak şekilde festival alanında takip eden, tek tek içtiği su konuştuğu kişiye kadar not alan, fiziki takiple tacizde bulunan, üstüne üstlük dergi okurumuzun isteği üzerine verilmesine karşılık “tahrik olduklarını ” ifade etmeleri “yeni adalet anlayışlarını”da bu pratikleriyle bir kez daha göstermiş oldular . Bu tarz küçük burjuva anlayışlara ne tarihimizde ne de bugün göz yummayarak Maoist bilinç ışığıyla ideolojik mücadele yürüteceğiz. Demokratik Haklar Platformu Devimci Halkın Günlüğü Yeni Demokrasi Aileleri Birliği 99 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 “3.KONGRE”Yİ DEĞİL PARTİ İDEOLOJİSİNİ VE ÇİZGİSİNİ SAVUNUYORUZ Nesnel şartların devrimci süreçleri tetiklediği bir dönem de Maoist hareketin iç çelişkilerini aşamaması Türkiye-Kuzey Kürdistan devrim mücadelesi bakımdan olumsuzluk içerdiği açıktır. Parti birliğini lafızda dile getirmek yeterli değildir. Niyet ve arzularla ne çelişmeler doğru temelde çözüle bilir, nede devrim hareketine önderlik edilebilinir. Nasıl ki Parti birliği MLM ideolojisi, devrim amacına bağlı stratejik doğrultu ve bunu uygulayacak örgüt gücünün çiğnenemez kurallarını oluşturan politik ilkeler üzerine kuruluysa Parti içi çelişmelerin çözümü de ilkeseldir. Metodu açıktır. Demokratik merkeziyetçi esaslara uygun ele alınır. Parti bir bütündür ve öyle kavranmak zorundadır. Bir gurubun, kliğin istediğini yapma, yol ve yöntemleri değiştirme, Partinin herhangi bir parçasını yok sayarak hareket etme durumu yoktur, olamaz. Kaypakkayacı Parti uzun mücadele deneyimine sahiptir. Örgüt ilkelerinin çiğnendiği her dönemde parçalanma yaşanmıştır. ‘’3.Kongre’’ Partimizin ilkeleri çiğnenerek gerçekleşmiştir. Bir bütün olarak ideoloji, stratejik doğrultu, örgüt ilkeleri ve örgütlenme anlayışında değişime gitmiştir. Bu değişikliği yaratan sürece Maoist tutsaklar dahil edilmemişlerdir. Bununla birlikte Maoist Partinin Komünist örgütleme anlayışıyla bağdaşmayan – delegeliklerin düşürülmesi,resmileştirdikleri bütün belgelerin alt kongrelerdetartışılmaması gibi vd nedenlerle – Parti tarihinde rastlanmayan en ciddiyetsiz tarzla ‘’3.Kongre’’nin yapılmış olduğu bütünüyle açığa çıkmıştır. Partinin tam iradesinin alınmaması nedeniyle ‘’3.Kongre’’ Parti içi proleter demokrasiden yoksun darbeci niteliktedir. Meşru değildir; politik oportünizmle lekelenmiştir. Halkın Günlüğü’nde yayımlanan ‘’3.Kongre” sonuçlarını kavra kavrat’’ dizisiyle ‘’3.Kongre’’nin ideolojik, siyasi, politik çizgisini tutsaklar da öğrenmiş oldu. ‘’3.Kongre’’ belgelerini ciddiyetle incelediğimizde gördük ki ‘’3.Kongre’’nin Kaypakkaya çizgisiyle ilgisi kalmamıştır. Çünkü Marksizm-Leninizm-Maoizm ideolojisini tahrip eden proletarya diktatörlüğü ilkesini reddedenlerin Kaypakkaya çizgisiyle bağı olamaz. Daha önce Partimizin mahkum ettiği ne kadar revizyonist teori varsa ‘’3.Kongre’’nin hepsini yoğurarak yeniden kızıl renge boyayıp bayraklaştırdığını gördük. Bu gelişme bizim açımızdan uzlaşmaz fikir ayrılıklarının son noktasıydı. Bu anti demokratik ilkesiz ve ciddiyetsiz sürecin sonuçlarını ortadan kaldırmak için demokratik tartışma sürecinin işletilmesini istedik. Haklarımızı savunduk. Cevap ve açıklama istedik, fakat ne yanıt verildi nede açıklama getirildi. ‘’Uyan uyar uymayan gider’’ tavrı dayatıldı. Israrla ne kadar Parti birliği savunulduysa ideolojik olarak revizyonist – oportünist -, politik açıdan sekter, yıkıcı, klikçi tasfiyeci olan ‘’3.Kongre’’ önderliği parçalanmayı dayattı. Bütün ömrünü devrim amacına adayan, mücadele içinde Parti ruhuyla 100 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 yeniden yaratılan ve partiye bağlılıklarını koruyan Maoist tutsaklar hiç bilmedikleri ( Gazete de yayınlandıktan sonra öğrendikleri ) ‘’3.Kongre’’nin revizyonist teorilerinin savunucuları olamazlardı; olmadık. Eğer, ‘’3.Kongre’’nin ilkesizliğine oportünizmine evet deseydik Partinin Marksist-Leninist-Maoist ideolojisi ve amacına ihanet etmiş olurduk. Bu tarihsel günahı işlemedik. Partinin ilkelerini, ideolojisini savunduk; savunacağız. Dün MKP’ liydik bugünde MKP’ liyiz. Bugün şu yada bu gerekçeyle doğru bulmadıkları ‘’3.Kongre’’nin çizgisinin savunucusu durumuna gelen yoldaşlar ‘’3.Kongre’’nin ilkesizliği, dağıtıcılığı üzerine iyi düşünmelidirler. Parti gücünü oluşturan her bir yoldaşımız değerlidir. Parti gücünü bu derece pervasızca dağıtanlara izin verilemez. ‘’3.Kongre’’ye karşı çıkanları parti dışına itmek için her şeyi yapan ve sağa yatan bu çizgiyi kabul etmemelidirler. Bizlere yönelik yığınla haksız ve adaletsiz, yanlış tanımlamalar yapılmasına rağmen bu gerçekleri tekrar belirtmeyi gerekli görüyoruz. Proleter demokrasiyi ve ilkeleri savuna bileceklere sesleniyoruz. ‘’3.Kongre’’nin ideolojik, siyasi sapmasına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz. Partinin MLM çizgisinden sapan ve birliğini parçalayan ( ki halen hiçbir şey olmamış gibi davrandıklarını da hatırlatalım ) ‘’3.Kongre’’ye MLM ideolojisini savunan bütün yoldaşlar karşı durmalıdır. Bu yönlü ‘’3.Kongre’’ye karşı net duruşumuzu açıklamayı tarihsel bir sorumluluk olarak görmekteyiz. Bu anlamıyla bir kez daha devrimci çizgide duran kadro, üye ve savaşçılar ve bütün Parti taraftarlarını sorumluluğa davet ediyoruz. Marksizm’i ve ilkeleri savunmak her Komünistin görevidir. Bütün engelleri aşacak devrimci görevlerimizi her şart altında yerine getirmeye devam edeceğiz. Merhaba Sevgili Yoldaşlar; Sizleri sımsıkı kucaklar iyi olmanızı umut ederiz. Bizleri daha evvelinden yazmış olduğunuz bir fax ulaşmıştı. Bu fax devimci mücadele alanına katılacak olan bir aracın daha olması nedeniyle bizleri sevindirdi. Bizler gecikmiş olan yanıtınızı dergimizi elimize alacağımız günün sonrasına bırakmıştık. Elimize tutsaklık koşullarının getirdiği bir hisle canlı dergimizi görmek, bizleri daha da coşkulu kılacağını bildiğimizden. Devimci Halkın Günlüğü dergisi birkaç gün evvel elimize ulaştı. Postalanan tarihten bu yana 20 günden fazla bir zaman da ulaşmış olması, zamanla aşılacaktır. Zorluklarımızı, sıkıntılarımızı birlikte daha da çabuk aşacağız. Devrimci mücadele düz bir yolda yürümüyor, Bu gün hareketimize içten darbeci tasfiyecilikle gelebildiği gibi, dış düşmanı da ihmal etmeden çalışmalarımızı dikkatli yürütmeliyiz. Zamanla iletişim imkanımız yoğunlaştıkça birlikte bu yükü kaldıracağımıza hiç şüphemiz yok. Dergimizi olumlu karşılayanlar olacağı gibi, olumsuz bakanlarda olacaktır. Bu durum ilerisi için bizlerde bir karamsarlık yaratmamalıdır. Hareketimiz bu günleri ilk defa pratik eden bir geçmişe sahip değil. Elimizde, bilincimizle, bizle birlikte koskoca bir Kaypakkaya güzergahı bulunuyor. Tarihimiz--den aldığımız tecrübenin verdiği devrimci miras ile, zoru aşmasını bilmeliyiz. Bu faxsımızla sizlere merhaba demek istedik. İleriki zamanda daha sık görüşeceğimize kuşkunuz olmasın. Tecrit ve tutsaklık bizi ne kadar zorlasa da, koşullarımızı devrimci direniş alanlarına çeviren bir geleneğimiz vardı, var olacaktır. Tekrar görüşmek umudu, kararlılığı ile devrimci selamlar. Kandıra/ MKP- HKO Tutsakları Elbistan/ MKP - HKO Tutsakları 101 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 NASIL BİR KADRO SİYASETİ?* 1. BÖLÜM Öncü bir parti olarak, kadro konusunda oldukça sıkıntı çektiğimizi bu sayfalarda birçok kez vurgulamıştık. Devrimin kadrolara ihtiyaç duyduğunu, onlarsız olmayacağını herkes bilir. Bir devrimin doğru yolda yürümesinin temel anahtarı ideolojik, siyasal çizgi ışığında yürümek olduğu; doğru bir politik-taktik önderlik etrafında örgüt ve kitlelerin yönetip/yönlendirilmesi devrim için ne kadar vazgeçilmez ihtiyaç ise, öyle de bu doğruları kitlelere nüfuz ettirecek kadroların olması da devrim için olmazsa olmaz ihtiyaçtır. Bunun içinde, yani devrimin Marksist-Leninist- Maoist kadrolar önderliğinde yönetilip-yönlendirilmesinin biricik yolunun ise kadro siyasetiyle orantılı olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Kadro siyasetinin yanlış olduğu yerde o devri- min Marksist-Leninist-Maoist bir ideolojik , siyasal çizgi ışığında yürütüldüğünden söz edilemez. “Defalarca genel siyasal çizgimizin doğru ve bilimsel olduğundan ama bu genel siyasal çizgiyi stratejik-taktik diyalektiği içerisinde birleştirecek istikrarlı ve doğru bir önderlik çizgisinin oturtulmadığı/oturmadığından”dem vururuz. Bunu belirtmek Marksist-Leninist-Maoist bir öncü için samimi ve ciddi bir yaklaşımdır. Sadece bu eksikliği belirtmek, devrimi küçükten büyüğe, basitten karmaşığa doğru büyütüp oradan da genel bir zafere dönüştürmek için yeterli bir tutum olamaz.Hataları ve eksikliklerimizi doğru bir görüş açısıyla ortaya koymak, partiyi bütün hatalarından ve eksikliklerinden arındırmayacağı gibi, halka öncülük etmede de köklü ve atılımcı bir şekilde ileriye taşıyamaz. Buda teori ve pratik diyalektik ilişkisini gerçekleştirecek ana malzemenin kadrolardan başkası olmadığı ortadadır. Stalin yoldaşın bu sorunlara ilişkin ana vurgusu şöyledir: "Doğru bir siyasal çizgiye sahip olmak elbette ilk ve en önemli şeydir. Ama bu henüz yetmez. Doğru bir siyasal çizgi sadece ilan edilmek için değil, uygulanmak için çizilmiştir. Ne var ki, doğru bir siyasal çizgiyi pratik olarak uygulamak için, kadrolar gerekir, partinin siyasal çizgisini anlayan, onu kendi öz çizgileri olarak kavrayıp uygulamaya hazır bulunan, onu pratiğe geçirmesini bilen ve onu yanıtlamaya, savunmaya, onun için savaşmaya yetenekli olan insanlar gerekir. Yoksa doğru siyasal çizgi, kağıt üzerinde kalma tehlikesini taşır." Bu saptama, gerek genel siyasal çizginin uygulanması bakımından olsun, gerekse güncel taktikler üretmek bakımından olsun, her iki alan için de geçerlidir. Nasıl bir kadro politikası ve kadro tipi konusunda Lenin, Stalin, Mao ve Dimitrov yoldaşlar, sadece doğru tezler ortaya koyarak devrimi gerçekliğe dönüştürmediler. Onlar; aynı zamanda bu devrimci tezler ışığında pratik olarak doğru bir yönelim içinde olduklarından devrim mücadelesini zafere taşımayı başarmışlardır. Diyebiliriz ki, burada ortaya koyacağımız düşüncelerin sözünü ettiğimiz bu büyük devrim öğretmenlerinden alınmış ve bu ışık doğrultusunda, dünün ve bugünün kadro politikası ve tipine neşter vurulmaya çalışılmıştır.Burada altı çizilmesi gereken asıl konu, bu sayfalarda ortaya konulacak tezlerin kağıt üzerinden çıkıp pratikte yaşamsal bir olguya dönüşmesi olmalıdır. 102 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 Geçmişte düşülen hata ve eksikliklerin sorgulanması niye yapılır? Stratejik amaca adım adım ulaşmak için yapılır. Daha doğrusu bir hatanın ideolojik kaynağı sınıfsal, siyasal ve tarihsel bağlantıları içerisinde bilimsel bir görüş açısıyla ortaya konulup, bu hatalardan ideolojik olarak köklü ve devrimci bir şekilde kopulduğu zaman, ancak bu durumda, geçmişte işlenen aynı hatalar işlenmemiş olur. Aksi durumda aynı hataları tekrarlamak kaçınılmaz olur.Hatalara karşı ideolojik bakımdan amansız mücadele etmek demek, önce o hataların ideolojik olarak beslendiği kaynağı bilimsel bir perspektifle ortaya koymak, arkasından ise bu hataları köklü bir şekilde gidermek için somut siyaset tarzı izlemek demektir. O nedenledir ki, yukarıda başlığa çıkardığımız konuya ilişkin ortaya koyacağımız düşünceler, bir yandan geleceğe ilişkin perspektif, diğer yandan ise bu konudaki hatalı yanlarımızın sorgulanması olarak algılanmalıdır. Marksist-Leninist-Maoistler kendisini eleştirmekten ve hatalarını ortaya koymaktan sakınmaz. Üstelik Marksist-Leninist-Maoistler içinden geçtikleri süreç açısından kendi örgütsel bütünlüklerinin sağlamanın başlıca araçlarından birisi olarak, her alandaki hatalardan ideolojik olarak köklü bir şekilde kopmak için geçmişle amansız bir şekilde ideolojik muhasebeye tutuş şiarı altında, somut siyaset belirlemiş durumda iken; bizim artık kalkıp kendi hatalarımıza karşı liberal davranmamız diye bir tutum sergilememiz, hiç mi hiç affedilecek bir pratik olmasa gerek. Gelecekte daha dikkatli hareket etmek ve verimli çalışmak için geçmişte işlenmiş hatalara karşı hatır-gönül dinlemeden, bütün hataları açığa çıkartmak, geçmişteki tüm olumsuz şeyleri bilimsel bir görüş açısıyla incelemeye ve eleştiriye tabi kılmak, günün vazgeçilmez ideolojik görevleri arasındadır. Bu eleştirilendeki temel yöntemimiz tabii ki öncünün birliğini ve bütünlüğünü her bakımdan pekiştirecek, onun savaşma kapasitesini daha da yükseltecek düzlemde olmalıdır. Partiyi amaç değil araç, dünya proletaryası ve ezilen halklarının kurtuluşunu ve oradan da nihai amaç olarak komünizmi kendisine amaç edinenler, kendi hata ve noksanlıklarını ortaya çıkartarak eleştirmekten korkmaz. Hataları ortaya koymak, proletarya ve halkın yararınadır. Bu bilinçledir ki, yani doğrulardan hareket edenler stratejik olarak asla yenilmezler. Bu stratejik yenilmezliği her dönemde (devrim öncesi ve sonrası süreçlerde) sağlayacak biricik güç ise doğru bir ideolojik ve siyasi çizgi ışığında hareket edecek kadroların gerçekliği olacaktır. Bu önemdendir ki “Nasıl Bir Kadro Siyaseti?” sorusunu dünü bugünüyle; ideolojik, siyasi vb. çeşitli boyutlarıyla ele alıp yanıtlayacağız. Burada üzerinde durulacak konunun özü ve ağırlık noktasını her ne kadar partili kadro siyaseti ve tipi oluştursa da, ancak bu görüşlerin kendi hedefi kapsamı doğrultusunda tüm partilileri ve partisiz kadroları (parti üyesi olmayan) da kapsadığı bilinmeli ve bu perspektif ışığında kadro politikası kavranmalıdır. Kadro siyasetimizi iki alt başlık altında ele alıp ortaya koyacağız. Bunun için önce kadro siyasetimizi, sonra ise nasıl bir kadro tipi yaratmalıyız sorusuna ilişkin soru ve sorunları yanıtlamaya çalışacağız. A- Kadro Siyasetimiz: Kadro siyaseti derken, bunu oluşturan belli başlı kriterler vardır. Önce bu kriterleri maddeler halinde sırasıyla aktaralım: 1- İnsanları tanımak 103 Devrimci Halkın Günlüğü 2014 - KASIM - SAYI: 2 2- Kadroların uygunca seçimleri ve terfileri 3- İnsanlardan en iyi ve doğru biçimde yararlanma yeteneği 4- Kadroların uygunca dağılımı 5- Kadrolara yardım 6- Kadroların korunması Bu konular üzerinde sırasıyla duralım: l- İnsanları Tanımak: İnsanları tanımak derken, bununla sadece partili kadroları kastettiğimiz anlaşılmasın. Bununla, partisiz kadro adaylarına karşı da yukarıdaki kriterler doğrultusunda hareket etme siyasetini benimsemeliyiz vurgusunu yapmak istiyoruz. Partili kadro ile partisiz kadrodan beklenen görev ve sorumluluklar elbette bir ve aynı olmaz. Ama kadro denilince sadece partili kadro anlaşılmalıdır anlayışını da doğru görmüyoruz. Birçok partisiz kadronun yetenek ve kapasite bakımından kadro vasfına sahip olduğuna dün olduğu gibi bugün de tanık olmaktayız. Bunun üzerinde daha fazla durmadan geçiyoruz. Kadroları tanımayı iki kategoride ele alıp, değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Bunlardan birincisi, insanları daha örgütsel faaliyetin içine çekmeden kişinin siyasal, sosyal, psikolojik, ahlaki, sınıfsal ve geçmiş örgütsel yapısı ve yaşamına ilişkin gelişmeleri olabildiğince öğrenmek ve arşiv haline getirmek görevi ve sorumluluğu ile tüm parti eğitilmeli, yükümlü kılınmalıdır. Bu, örgütün güvenliği açısından önemli olduğu kadar kişinin örgütlü yaşam boyunca hangi alanda örgütlenmesi, istihdam edilmesi veya nereden nereye yöneltilebileceğini yerinde ve zamanında saptamak için de gereklidir. Bu doğru yöntem, aynı zamanda kişinin ileride işleyeceği hata ve suçlarının,başarısızlıklarının da nedenlerinden birisini daha net ve yakından saptamak açısından da önemlidir.Kısacası; kişinin sosyal, siyasal, ideolojik, psikolojik ve ahlaki durumu ve yeteneklerinin öğrenilmesi ve arşiv edilmesi bir örgütün daha ilk başta yeni kadrolar çıkartmasının temelini de sağlam atacağının göstergesi olarak kabul edilmelidir. Bir işe nasıl başlarsan öyle gidersin. Bu durum ta ki hata ve noksanlıklarının farkına varılıncaya kadar da böyle devam eder. Ne ekersen onu biçersin sözü, tam da kadro politikasında nasıl bir hat tutturursan öyle gidersin(e) ışık tutmaktadır. İkincisi; örgütlenecek veya bunun daha ileriki aşamalarından birisi olan kişiyi partiye üye alırken, kişinin yeteneklerinden tutalım da yukarıda sözünü ettiğimiz özellikleri (siyasal, sosyal, psikolojik, kültürel vb.) bir bütünlük içerisinde ve ayrıntılı olarak öğrenilmeli ve arşiv edilmelidir. Bunlar olmadan kişiyi üye yapmak, ya da aday üyeliğe almak doğru bir siyaset tarzı olmaz. Çünkü kişinin kişilik özellikleri ve yetenekleri doğru ve arşivsel bir temelde bilinmeden, kişileri doğru bir tarzda örgütlemek veya bu kişilerin ileride ortaya çıkacak sorunları noktasında doğru ve bilimsel bir çözümlemede bulunulamaz; kadrolara yardımcı olunamaz. Örgütlenmede temeli sağlam atmak dernek, geleceğin zorluklarını daha güçlü ve kararlı bir şekilde alt etmek demektir. Kişinin kişilik özellikleri ve yetenekleri doğru bir temelde bilinmeden ve mevcut yeteneklerine göre görev ve sorumluluk verilmeden kişi kör bir pratikçi olmaktan öte fazla bir iş yapamaz, devrime katkı sunamaz. Devam Edecektir. * Bağımsızlık Yolunda Devrimci Demokrasi Gazetesi, Özel Sayı:1 104-