Yaşlandıkça daha da insan olduğumu hissediyorum.
Transkript
Yaşlandıkça daha da insan olduğumu hissediyorum.
ARK ISHIUCHI MIYAKO – ENİS BATUR “Yaşlandıkça daha da insan olduğumu hissediyorum.” EB – Ishiuchi Miyako, anneniz üzerine kurduğunuz çalışma beni derinden sarstı. Bunda kişisel deneyimimin payı olduğunu gizleyecek değilim: Annemi yitireli iki yıl oldu, ölümünden bir zaman önce onun ve son dönemine yakından tanıklık ettiğim anneannemin yaşlılıkları üzerine bir kitaba girişmiştim, hâlâ üzerinde çalıştığım o metnin hazırlanış sürecinde pek çok yazarın, sanatçının bu izlek etrafında dönen yapıtlarına uğradım, sizin çalışmanızın özel bir etki doğurduğunu eklemeliyim. Sizce, bir kadının anne gövdesine bakışıyla bir erkeğinki arasında temel, ayırıcı bir farklılık söz konusu mudur? IM – Sanırım bir farklılık var. Bu her insanın bir kadından doğmasıyla ilintili. Anneler ve kızlar benzer dişil gövdeleri paylaşıyorlar. Annenin bedeninin doğası kızının gövdesiyle benzeşiyor. Ne zaman istesem annemin bedeniyle kendiminkini değiştirebilirim. Bence, esasında, erkekler en başta bunu yapamazlar. Bizim kültürümüz anaerkil bir kültür, Ana figürünün kutsala teğet bir konumu olduğunu söyleyebilirim. Akdeniz coğrafyasında ağırlığını gördüğümüz bir ‘göbekten bağlılık’ sorununa, sanırım dinsel yüklemelerin katkısı da eklenmiştir. Geleneksel Japon kültüründe Ana imgesinin çerçevesi tam nedir? Bir çağdaş sanat çalışmasında, buna diklenilir mi, yoksa nesnel bir mesafede durmak mı doğrusudur – sizi nasıl bir sorunlar yumağı bekliyordu, yola koyulduğunuzda? Japon kültüründeki ana imgesi üzerine düşünmemiştim. Annemin ölümünü kabullenemediğimde, kaybım için büyük bir acı duydum, bu da beni mutsuzluğa sürükledi. Bunu aşmak için bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Annemin eşyalarını sanki onlarla konuşuyormuş gibi fotoğraflamamın nedeni de buydu. Annem sağken, onunla pek de iyi geçinmedim, sanırım bu durum fotoğrafları çekerken bana yardım etti. Kişisel olarak, genelgeçer anne imgesini pek tatmin edici bulmuyorum. Muhafazakâr ve zayıf bir sosyal konumu imliyor. Aslında sanatçılar anne imgesine karşı dururlar. Doxa 9, Mayıs 2010 58 Japon Edebiyatını bir ölçüde, bazı temel yapıtlar üzerinden tanıma olanağım oldu. Genjilerin romanından, başta Bâşô haiku ustalarından günümüz yazarlarına giden bir çizgide. “Gövde” problematiğinin, gövdeyi yontma arzusunun Mişima’da oynadığı rol ile, yaşlılığı kabul edemediği için intiharı seçen Kawabata’nın – özellikle “Gece Sevilen Kızlar”daki – amansız bakışı derinden sarsmıştı beni. Japonya’da, erkeğin daha rahat sözaldığı bir yaşama kesiti mi yaşlılık dönemi? Mişima Yukio ve Kawabata Yasunari edebiyatı ilgimi çekmiyor. Bence eserleri açıkça eril ideolojiyi ve estetiği dile getiriyor. Onların yazınlarındaki erkek imgesi Japon edebiyatında o kadar da yaygın değildir, ancak yine de bu imgeler Japon yazınının bir yüzü. 59 60 61 Sizin işinizle karşılaşana dek, resim sanatı bağlamında tanıdığım en yakıcı yaşlılık soruşturmasına Lucian Freud’un tablolarında rastlamıştım. Özellikle de annesinin gövdesine yaklaşımının hırpalayıcı bir boyutu vardı. Siz, annenizin yüzünü, şu ya da bu nedenle – etik miydi gerekçeleriniz, estetik mi? – esirgemiş, bizi yaşlılığın apaçık görünen ifadesinden çok örtünmüş çehresine yaklaştırmışsınız. Deri, tırnaklar, eklemler ve boğumlar, soğurdukları zamanı da dillendirerek önümüze dikiliyor orada. Nasıl parsellediniz gerçeği? Fizik’te, fizyolojik olanda mı bekliyor Meta-Fizik? Yüzleri göstermeye ihtiyacım yoktu, ama onları sakladım da denemez. Yüzün manevi varoluşuyla bedenin fiziksel özellikleri arasında birçok fark var. İşlerimi herkesin karşılaştığı gündelik şeylermiş gibi dışa vurmak istedim. Annemin yüzünü göstermediğimden bu eserlerdeki eşyalar izleyiciye sanki kendi annesinin eşyalarıymış gibi geliyor. Her çağda Kadın’a, aslında Erkek’e de, bir güzellik cenderesi yaratıldığını biliyoruz: Bütün kültürlerde. İçinde yaşadığımız dönem, elinden gelse yaşlanmayı yasaklayacak, kendini yaşlanmanın doğal akışına bırakanları sürgüne gönderecek. Yaşlanan gövde, dilenseydi, bir estetik kategori oluşturabilirdi oysa, öyle olmasına neredeyse izin verilmediği görülüyor. Öte yandan, varoluş güzergâhının son aşamasına gelindiğini açık bir dille ifade ediyor yaşlanan gövde, ölüme sokulduğumuzu fısıldıyor. Bu epriyen, pörsüyen, gitgide diriliğini yitiren gramer önünde, Yaşlı’nın artık kendisini sevemez hale geldiğini düşünüyor musunuz? Yaşlanmak kötü olsaydı yaşamayı nasıl sürdürebilirdik ki? Canlılar büyür, yaşlanır ve ölürler. Bu süreçten kaçamayız. Bu doğal ve sıradan bir şey. Yaşlandıkça daha da insan olduğumu hissediyorum. Aynı zamanda gençlik ve güzelliğin kolaylıkla idrak edilebilecek yüzeysel bir değer olduğunu da biliyorum. Gençliğin bir boyutu da yaşlılık, aynı şekilde güzelliğin de çirkinlik. Bu boyutlardan ya biriyle daha çok ilgilenmek senin için önemlidir ya da diğeriyle. Yaşlanırken huzurlu hissetmek yaşlanmanın olumsuz bir şey olduğunu düşünmekten daha tabii. Ayakkabı, eldiven, çorap, korse, külotlu çorap: Gençlik çağının fetiş nitelikli, karşı cinsin erotik güdülerini kamçılayan giysilerinin, yaşlılıkta birer karşı-fetiş özelliğine büründüğünü kanıtlıyor işleriniz. Burada, kurallarını tersine döndürdüğünüz bir streep-tease operasyonundan sözedebilir miyiz? Annenizi giysilerinden değil de, giysilerini annenizden soyduğunuz kanısına kapılmadan edemedim – yanıldım mı? Annemin vaktiyle giydiği iç çamaşırlarına baktığımda, bedeni artık varolmasa da bunlar bana onun teni gibi görünmüştü. Haklısınız, iç çamaşırları ikinci bir cilttir. Sanırım annem artık bedeninde ikamet ediyor olmasa da, hâlâ bu ikinci deriyi taşıyor. Ebeveynlerinin ölümünün ardından, onların evini boşaltmak, eşyalarını “tasfiye” etmek zorunda kalan ruhçözümcü Lydia Flem, canacıtıcı birkaç kitap yazdı. Anamızın babamızın eşyaları, özellikle eldiven ve ayakkabı gibi, iç çamaşırları gibi onları içermiş giysiler bir tür “reliquae” boyutu taşıyorlar mı sizce? Bizim belleğimizde özel yerleri var mı bu kişisel mahremin? Fotoğraflarıma böyle bir gözle bakmak da mümkün tabii. Fotoğrafları objeler olarak ele alıp onlara bağımsız bir gözle bakmak en doğrusu. Ki ben inançsız bir insanım, dolayısıyla onları reliquae olarak kabullenmem söz konusu olamaz. Çalışmanız, arkasında koyu bir “zaman felsefesi” yattığını düşündürdü bana. Sanki, plastik bir kronometre yürürlükte orada. İnsan derisi, görsellik kapsamının ötesinde, yeryüzü kırışıklıklarını çağrıştırıyor. Bir nabız sesi eşlik ediyor herşeye. İşinize hazırlanırken, onu yürütürken, an gelip bitirdiğinize hükmettiğinizde, farklı zaman tabakaları üzerinde hareket etmiş olduğunuzu düşünür müsünüz? Fotoğrafçılık geçmişten şimdiye ve geleceğe gidip gelmek için kullanışlı bir sanat. Karanlık odada çalışırken dünyanın etrafında çıktığım gezintiden memnuniyet duyuyorum. Zamanı ellerime almak, ona dokunmak istiyorum. Hep zamanla kucaklaşmak istedim. Bu bağlamda “Mother’s” bana birçok olanak verdi. Eğer bu, zamanın başka bir bölgesine çıkılan bir geziyse, zengin bir yolculuk geçirdim. Bu söyleşi e-posta aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Çeviriler: Zeynep Güden & Tomoka Aya Fotoğraflar: © Miyako Ishiuchi “Mother’s” 62 63