HF122
Transkript
HF122
2 1MART2 01 4-SAYI 1 2 2 Mr . Bay e r nMüni h Bav y e r al ı l arak l ı nı k ay be t t i Önc eov ar dı Me s s i ’ ni nt ar i hegömdüğüadam De mi rAdam Fe r nandoHi e r r o Yayın Koordinatörü Yeniden zirvede İlker Yılmaz Dile kolay tam 3 final kaybettiler. Hem de 10 gün içinde. Benfica’nın yaşadığı trajedi çok takımın başına gelebilecek cinsten değildi geçen sezon. Bu kötü sonların etkisi bu sezonun başına da yansıdı. Lig kupasını, UEFA Avrupa Ligi’ni ve Portekiz Ligi’ni son kulvarda yitiren Benfica geleceğe dair de pek parlak sinyaller vermiyordu ama rüzgar tersine esmeye başladı. Takımın savunmada artan direnci, Matic’in satılmasına rağmen eksikliğinin hissedilmemesi art arda gelen galibiyetler Benfica’da özgüveni yeniden yükseltti. Jorge Jesus’un öğrencilerinin ligde şampiyonluğu kaybedebilmesi için artık büyük bir mucizeye ihtiyacı var. Keza UEFA Avrupa Ligi’nde de yollarına emin adımlarla devam ediyorlar. Biz de dibe vurup yeniden zirveye tırmanan Benfica’yı 122. sayıda masaya yatırdık. Editör Cantürk Temelli Yazarlar Alper Öcal Emre Çelik Erdem Gündüz Mustafa Demirtaş Orhan Uluca Oğuzhan Oğuz Uğur Karakullukçu Ayrıca bu sayıda, otobüs şoförlüğünden teknik adamlığa uzanan Ömer Ortakudaş’ın röportajı da sizlerle. Bununla birlikte, Barcelona’nın yeni transferi Alen Halilovic’i, Lionel Messi’nin 371 gole ulaşarak Barcelona’nın en golcü futbolcusu unvanını elinden aldığı Alcantara’nın hikayesi ve bu hafta 46. yaşını kutlayacak Real Madrid efsanesi Fernando Hierro da 122. sayıda sizlerle... Keyifli okumalar, Cantürk Temelli iletisim@hayatimfutbol.com team@mobilike.com #122 BU SAYIDA Kaybede kaybede kazananlar Üç final kaybedince travma yaşayacağı düşünülen Benfica, bu sezon da gümbür gümbür geliyor Savunma kazanıyor Bir önceki yılın ‘loser’ı artık göze hoş geleni değil, kazanmaya giden yolu deniyor Messi’den önce ‘o’ vardı! Uzun süredir rekor kırmayan(!)Messi, geçtiğimiz hafta Barcelona’nın en golcüsü Paulino Alcántara’yı geride bıraktı Dolmuş şoförlüğünden şampiyonluklara Şöförlüğü bırakarak sadece 2 bin nüfuslu köy takımının başına geçen Ömer Ortakudaş’ın hikayesi imrenilecek türden Gökhan Töre’siz kazanma planı Sakatlanan Gökhan Töre’den uzunca bir müddet uzak kalacak Beşiktaş için alternatif hücum planlarına bakıyoruz Hırvat Messi: Alen Halilovic Barcelona’nın yeni transferi Alen Halilovic’i Hırvat yazar Aleksandar Holiga’yla birlikte değerlendirdik Demir adam Hierro O alışılmış isimlerden farklıydı. R.Madrid tarihinin efsanelerinden olan Fernando Hierro, kariyeriyle unutulmazlar arasında Mr. Bayern Münih Bayern’i Bayern yapan, kulübün bugünlere gelmesinde her noktada parmağı olan Uli Hoeness’e daha yakından tanıyalım Taktik Analiz Mustafa Demirtaş HF122 GÖKHAN TÖRE’SiZ KAZANMA PLANI Kimi futbolcuların yoklukları, başlı başına sistem değişikliğine dahi işaret edebilir. Gökhan Töre’den uzunca bir müddet uzak kalacak Beşiktaş için de böyle bir durum söz konusu. Tabii bu durumda arada kalan seçenekler de unutulmamalı Beşiktaş kongre arifesindeydi. Yönetimin kim olacağı net olarak belli olmayınca, haliyle imzası kurumamış olan Önder Özen’in de hareket alanı kısıtlanmıştı. Yine de bir transferde inisiyatif alacaktı. Kendisine göre o isim, seçimden nasıl bir sonuç çıkarsa çıksın, Beşiktaş’ın gelecek sezon hayır dememesi gereken bir oyuncuydu: Gökhan Töre. Aslında onun için kullandığı tabir, birçok şeyi de anlatıyordu: “Problem çözme kabiliyeti gelişmiş oyuncu.” Gökhan Töre, Ümit Milli Takım’daki daha ilk maçlarında bile Türk statüsünde oynayacak oyuncular arasında çok farklı yerde kalacağını hissettirmişti. Fiziği, top tekniği, koordinasyonu… Aslında sadece “delici” değil aynı zamanda “yaratıcı” özelliklere de sahip bir kanat oyuncusu. Bu sezon Beşiktaş’ta yaptığı asistleri ve çalım sayısının ötesinde; ters kanada attığı uzun toplarla, merkeze yaklaşıp pas çemberine katılmasıyla da çoğu kez denge bozdu. Bazı oyuncular, çok kötü bir maç çıkarıyor olmasına rağmen sadece sahadaki varlıklarıyla bile tehdit unsuru olabiliyorlar. O yüzden tahtaya tebeşir bitmeden, en başta yazılırlar. Gökhan Töre, onlardan biri… Ancak sakatlığı sebebiyle onu Beşiktaş 11’ine yazmak uzun bir müddet mümkün olmayacak. Alternatifleri de onun kadar “problem çözme kabiliyeti gelişmiş” oyuncular değil. O yüzden Beşiktaş’ın hücum hattı onsuz takım olarak problem çözebilen bir hale bürünmeli. Holosko, Kerim Frei, Uğur Boral… Slaven Bilic, çoğu zaman Holosko’yu Gökhan Töre’nin alternatifi olarak görmekte. Ve belki de düştüğü en büyük yanılgılardan biri bu… Çünkü Holosko tipindeki, adam eksiltme özelliği olmayan (bir zamanlar hızıyla yapabiliyordu) ancak gol bölgesi koşularıyla santrforu ikileyen kenar forvetlerin anlamı olabilmesi için, ters kanattaki oyuncunun en kısa anlatımla biraz Yusuf Şimşek olması lazım. Aksi halde iki tarafta da “üreten” birileri olmayınca, fazlasıyla merkeze bağımlı kalıyorsun. Oysa Galatasaray gibi bolca yaratıcı orta sahalara sahip takım bile merkeze bağımlı kaldığı zaman çözümsüzlüğe düşebiliyor. Kerim Frei, topla yetenekler konusunda Gökhan’a en yakın oyuncu. Ancak şu anki hali, o yeteneklerini sonuca yansıtması için pek yeterli gözükmüyor. Pas, şut tuşunu çözememiş ama top sürme işinde başarılı olan bir PlayStation oyuncusu tarafından yönetiliyor gibi. Ayrıca onun etkili olduğu yer, sol kanat. Çünkü topla içeri kat etmekten daha fazla haz alıyor, dışa çalımlara nazaran içe çalımları daha çok başarıyor. Bu durumda Olcay Şahan’ı sağ tarafa atmak gerekiyor ki, kısmen aynı dertler onun için de geçerli. Galiba Olcay Şahan, zaten Gökhan Töre’siz her ideal dizilişte sol kanattaki yerinden olacak. Çünkü, kağıt üzerinde en güçlü seçene olan Uğur Boral da bir sol kanat oyuncusu. Bu durumda, Olcay Şahan forvet arkası rolüne bürünebilir ki o pozisyon, son zamanlarda düşen formunu törpüleyebilir. Orada, kanattaki haline nazaran topla daha az driplinge ihtiyaç duyacaktır. Aynı zamanda ceza sahası içerisinde çok daha sık görünebilir. Hatırlanacağı üzere, yine bütün yaratıcı oyuncularından mahrum kalan Slaven Bilic, Elazığspor maçında benzer bir sistemle sahaya çıkmış ve takım 4 gol atmıştı. Ondan farklı olarak Oğuzhan’ı o gün sahada olan Holosko’nun yerine sağ kanada yazmak gerek. Zaten yanında Atiba’yı bulan Veli, hemen her maç “asist öncesi pasın” tanımını yapıyor. Teknik direktör Slaven Bilic, Filip Holosko’yu, Gökhan Töre’nin yokluğunda alternatif olarak görse de Slovak oyuncunun adam eksiltme özelliği olmaması büyük bir sıkıntı olarak karşımıza çıkıyor. Orhan Uluca Profil HF122 MR. BAYERN MÜNIH ULI HOENESS Paraya olan tutkusu, futbolun hem oyuncu hem yönetici olarak en büyük efsanelerinden Hoeeness’i hapse kadar götürdü. Demir parmaklıkların arkasında olmak, belki de Hoeness’ten çok Bayernlileri korkutacak. Çünkü o, Mr. Bayern Münih’ti… Bayern Münih başkanı Uli Hoeness, Münih Eyalet Mahkemesi tarafından 28,5 milyon euro vergi kaçırdığı gerekçesiyle 3,5 yıl hapis cezasına çarptırıldığında efsane karakterin 1 Mayıs 1979’da başlayan yöneticiliği sona erdi. Dünyanın en iyi takımının geleceğinden endişe ediyor taraftarları. Herkes biliyor ki ikinci bir Uli Hoeness bu büyük camia içerisinde yok. Geçtiğimiz günlerde Jürgen Klopp, Bayern Münih sportif direktörü Matthias Sammer’in kazanılan başarıda en ufak bir etkisinin olmadığını dile getirirken aslında herkesin bildiği sırrı yüksek sesle söylüyordu: O kulübün tüm başarılarının ardında Uli Hoeness kararları yatar. Ottmar Hitzfeld, Louis van Gaal, Jupp Heynckes ya da Josep Guardiola olması nasıl ki Şampiyonlar Ligi’nde sürekli final oynayan takımın başarısında bir ayrıntı olarak görülüyorsa, Sammer’in varlığı da aynı şekilde değerlendiriliyor. Geçtiğimiz günlerde Godfather filminden yola çıkarak Don Corleone benzetmesiyle harika bir Uli Hoeness makalesi yayınlayan Zeit gazetesi, sadece son beş yıl içerisinde alınan bütün doğru kararların altında Uli Hoeness’in imzasının olduğunu yazdı. Yüzyılın filmiyle olan tek uyuşmazlık Münih’teki ‘Baba’nın arkasında bizzat kendisinin yarattığı bu muhteşem organizmayı yönetecek ikinci bir aklın olmamasıdır. Son dönemin en başarısız seçimi olan Jürgen Klinsmann’ın aslında KarlHeinz Rummenigge’nin ısrarı sonucu takımın başına getirildiğinin altı çizilirken, Uli Hoeness’in o dönemde istediği teknik direktörün ikinci lig takımı çalıştıran Jürgen Klopp olması, ikili arasındaki vizyon farkını da ortaya koyuyor. Böylesine güçlü ikinci bir karaktere sahip olmayan Bayern Münih’in endişesini anlamak için son yıllarda kazanılan başarının arka planına bakmakta fayda var. Neuer’den Mandzukic’e Başkan olmasına rağmen son yıllardaki belirleyici eylemlerin altına yine hep onun imzası vardı. Manuel Neuer’i herkes ister ama Schalke başkanını Münih havaalanında karşılayıp pazarlığı yönetip sonlandırma başarısı ancak Uli Hoeness ilişkileri ile mümkün olur. Guardiola’nın ikna edilmesinden Mario Mandzukic gibi Wolfsburg’un dahi göndermeye çalıştığı bir oyuncuyu transfer etme düşüncesi hep aynı zekânın ürünleri oldu. Franck Ribery’e 25 milyon euro bonservis verildiğinde çok az kişi bu oyuncunun bu parayı hak ettiğini düşünürdü. Mandzukic gibi Mario Gomez’i de isteyip transferinde ısrar eden aklın ona ait olduğunu bir daha belirtelim. Mehmet Scholl, Oliver Kahn’dan Bastian Schweinsteiger, Philipp Lahm’a kadar Almanya sınırlarını aşan uluslararası yetenekleri ezeli rakibi Borussia Dortmund’un aksine daha fazla para kazanacak olmalarına rağmen Madridlere, Barcelonalara Manchesterlara göndermeyip kulübe bağlayan isim, kulübün parası ya da çekiciliği değil onun oyuncularla kurduğu özel ilişki oldu. Bugün yazısız kural olarak herkesin bildiği ve inandığı “Hoeness ile el sıkışmak yeterlidir” sözü, 40 yıl içerisinde kurduğu ilişkilerin bir özetidir. Adidas, Telekom gibi Almanya’nın en büyük şirketlerinin kulübe bağlanması ve son olarak 110 milyon euro karşılığında gerçekleşen Allianz’a hisse satışı yine onun kurduğu kişisel ilişkiler sonucu gerçekleşti. Tüm bu gerçeklerin farkında olan Münihliler ise Bayern Münih tarihinin bir parçası olmasından ziyade yaratıcısı konumundaki insanı kaybetmenin üzüntüsü içerisinde. Hikâye, ikinci dünya savaşı sonrası Ulm’de başladı. Aile dükkanında stajerlik Uli Hoeness 1952 yılında Ulm kasabasında yaşama gözlerini açar. Küçük bir aile işletmesi olan kasap dükkânı, onun aynı zamanda 30 yıllık menajerlik yaşamına hazırlandığı yerdir. Başka bir deyişle Bayern Münih’i sürekli zirvede tutan aklın şekli şemali burada oluşur. “Biz kazandığımızdan fazla harcayamazdık. Noel günleri öncesi gözlerim kapıdan gelecek olan müşterilerdeydi. Ancak dükkân iyi bir iş yaparsa Noel gerçekten keyifli geçerdi” diyerek anlattığı ve bugün UEFA tarafından da kulüplere sağlıklı ekonomi için dayatılan prensip, Hoeness’in yıllar önce evinin içerisindeki tek gerçek ve en katı kuraldı. Kazandığından fazla harcayamazsın ya da harcamak için önce kazanmalısın! Bu, sportif başarıları bir yana Bayern Münih’in dünyadaki en yakın rakibine dahi fark attığı ekonomik gücün oluşmasında önemli bir kural haline geldi. 27 yaşında menajer olduğunda yaptığı ilk büyük ve tartışmalı ama aynı zamanda başarılı bir transfer olan kardeşi Dieter Hoeness ile olan ilişkisi ise stratejik aklın gelişmesindeki en önemli figürdür. Zira “Ayı” lakaplı iri yarı kardeşe karşı fizik dezavantajına sahip olduğu için sürekli kaybetmesi, Hoeness’i kazanmak için aklını başka türlü çalıştırmaya zorlar. Çalışkanlığıyla da bilinir. Çocukların sabahları okula gitmek için 7’de kalkmakta zorlandığı yerde o dükkan ile iç içe geçmiş evinin ranzasından sabahın üçünde kalkıp aşağıya inerek sabahın köründe gelecek olan müşterilere ortamı hazırlamakla görevlidir. Yaşıtlarının eğlenip gezdiği hafta sonlarındaysa daha 12 yaşında dükkânın muhasebe işlerini üzerine alır. Hoeness ve Para 2009 yılında 30 yıllık menajerlik yaşamını sonlandırıp Bayern Münih kulübünün zirvesine yerleştiği gece anlatmıştı 34 marklık topun hikâyesini... Bir mağazanın camekânında gördüğü siyah beyaz meşin yuvarlığa gözünü dikse de 34 mark verecek gücü yoktu. Gerçek bir futbol topuna sahip olmak için kendisine ek iş bulup bir ay boyunca çalışarak bu topu almak için verdiği mücadeleyi ayrıntılarıyla anlattı. Çalıştığı süre boyunca ‘top orada duruyor mu’ diye her gün iş çıkışı bisikletiyle mağazanın önüne gelir, alacağı topun yerinde durduğundan emin olmak istermiş. Bir ay çalıştıktan sonra kazandığı parayla o futbol topunu aldığı gün başlamıştır onun krallığı. Zira artık mahalle arasında kimin oynayıp oynamayacağına karar verecek olan, o topun sahibidir. Bu, onun bugüne kadar süren yaşamının altın kuralı olur. Parayı veren düdüğü çalacaksa önce paraya sahip olmak gerekir. Yaşamının belki de en mutlu gününde anlattığı bu anısı Uli Hoeness’i bugün 3,5 yıl hapis yatıran bağımlılığına kadar götüren para ile kurduğu ilişkiyi de açık ediyordu. Üç yıl aynı evi paylaştığı kadim dostu Paul Breitner’ın Real Madrid sonrası Bayern Münih’e yüksek bonservis ücreti nedeniyle gelemediği gün bir kez daha anlıyordu paranın gücünü. Bu yüzden henüz 25 yaşında genç bir futbolcu olduğu günlerde, dünyada bir ilki gerçekleştirip memleketi Ulm’den Magirus Deutz’u kulübe sponsor yaparak para kazandırdığı zaman başkana da kulübün bir futbolcusu olduğu halde “Bu parayı sadece Breitner’in bonservisine ödeyeceksiniz” derken, 34 marklık futbol topuna sahip olan çocuğun mahallede kimin oynayıp oynamayacağına karar veren ruh halini yeniden yaşıyordu. Bayern Münih’i dünyanın en güçlü kulübü yapacak olan mantalitenin gelişimi olduğu kadar bu anılar aynı zamanda onu günden güne zehirleyerek bugünkü sonunu da hazırlayaracak olan para ile ilişkisini güçlendiriyordu. Muhteşem ikili: Paul Breitner & Uli Hoeness 1966 yılında okul seçmelerinde tanıştığı dostuyla 1970 yılında Bayern Münih çatısı altında yeniden buluşuyordu. Birbirlerine taban tabana zıt fikirlere ve ilgi alanlarına sahip Hoeness ve Breitner’ı dışarıdan bakan hiçbir göz anlayamıyordu. Kapitalizm ve Sosyalizm’in insan haline dönüşmüş iki zıtlığın muhteşem dostluğu, aynı zamanda yaldızlı günleri geride bırakmış Bayern Münih’i yeniden diriltecek ve futbol dünyasında eşi benzeri olmayan bir darbeye sebebiyet verecekti. Teknik direktör Gyula Lorant’ın Leeds maçında sakatlığı nedeniyle eski formundan uzaklaşan Hoeness’i kadroya almadığı gibi takım içerisinde görmezden gelerek Bayern tarihinin gördüğü en kudretli lider olan Paul Breitner’ı günden güne sinirlendirmesi, darbe günlerinin başlangıç noktasıdır. Hoeness’in memleketinde oynanan ve tüm tanıdıklarının hazır bulunduğu maçta teknik adam Gyula’nın Uli’yi oynatmaması bardağı taşıran son damla olunca, geleceğin menajeri ilk ve son defa Bayern Münih’ten ayrılarak kiralık olarak Nürnberg’e gider. Her kupayı kaldırdığı ve milli takıma kadar yükseldiği Bayern Münih’te yaşadığı son sene, acı ve ızdırap doludur. Efsane karakterin tam bu zamanda yaşadıkları geleceğin Bayern Münih’inin diğerlerinden farklı bir futbol kulübü olmasını sağlayacaktır. Başka bir açıdan; kulübe hizmet etmiş futbolcuların yaşadığı sakatlıklar nedeniyle üzerinin çizilmesine Uli Hoeness, 30 yıllık menajerlik ve 5 yıllık başkanlık dönemi içerisinde bir daha asla izin vermeyecekti. En iyi günlerinde daha fazla paraya Real Madrid’e gitmeyerek kulübe sadakatini gösteren Mehmet Scholl’e oldukça uzun bir süre futboldan ayrı kalacağı anda hastanede yeni sözleşme önermesi, Uli Hoeness’in bu acı zamanlarından çıkardığı bir derstir. Futbol kulübünü bir aile olarak görür ve 40 yıllık Bayern Münih yöneticiliği esnasında da bu gerçeğe uygun hareket eder. Bir aile kulübü Bayern Münih Bugün Bayern Münih’in yaklaşık 500 çalışanının büyük bir kesiminin eski oyunculardan kurulu olması Hoeness eseridir. Franz Beckenbauer, Karl Heinz Rummenigge, Paul Breitner, Sepp Maier, Gerd Müller gibi bilinen isimlerin dışında liste çok daha kalabalıktır aslında. Raimond Aumann, Giovanni Elber, Paulo Sergio, Wolfgang Grobe, Michael Tarnat, Hans Nowak, Matthias Zimmermann gibi sayısız oyuncu, Bayern çatısı altında iş bulmuştur. Örnek olması açısından, 1989 şampiyonluğunda önemli rol oynayan Jürgen Wegmann’ın hikâyesi anlatılabilir. Futboldan emekli olduktan sonra bunalıma giren ve işsizlik parasıyla geçinen Wegmann Dortmund’un Fanshop’larından da kovulunca işsiz kalır. Boşanmış, dibe vurmuş ve devletin işsizlere verdiği aylık 480 markla yaşama mahkum edilmiş oyuncunun yardımına yine Hoeness koşar ve onu Bayern çatısı altında yeniden yaşama döndürür. Bir dönemin fiyasko transferi olan Lars Lunde, İsviçre’ye döndüğünde geçirdiği kaza sonrası 240 saat komada kalınca hastane masraflarını dahi ödeyemez durumdadır. Koordinasyon yeteneğini dahi kaybeden Lunde’nin bütün masraflarını Almanya’dan yardıma koşan Hoeness öderken iyileşesiye kadar olan süreçte dişini dahi tek başına fırçalamaktan aciz olan futbolcuyu evine alır, eşinin ‘üçüncü çocuğum’ diyerek sahipleneceği bir süre de bakar. Gerd Müller’in alkol batağından Darbeyi gerçekleştiren Paul Breitner, yeni başkan Willi O.Hoffman ve teknik direktör Pal Csernai. kurtulmasından Wegmann’a kadar bir dönem Bayern Münih’e hizmet etmiş bütün oyuncuların yaşam içerisinde zora düştüğünde aradıkları tek isim yıllar yılı Uli Hoeness oldu. 1972 Avrupa ve 1974 Dünya Şampiyonu olan Alman kadrosunun en önemli yıldızlarından birisi olmasına rağmen, sakatlığı sonrası kulübün kendisine karşı olan tavrı nedeniyle empati yeteneğini geliştirdiğini söyleyebiliriz. Artık bu paralı başkanların altında futbolcuların zulüm gördüğü dönem bitmelidir. Darbe sonrası kulübe menajer olur Nihayetinde oynamak isteyen Hoeness Nürnberg’e kiralık olarak gönderilirken, Paul Breitner ve oyuncular tek bir karta oynayacaktır: Amerika’daki Franz Beckenbauer ile beraber istemedikleri yeni bir teknik direktörü getirme hazırlığı içerisinde olan başkan Neudecker’i devirip kendi istedikleri başkanı ve teknik direktörü kulübe getirmek. Oyuncular darbe hazırlığı içerisindedir. Önce teknik direktörden başlanır ve takım Fortuna Düsseldorf’a 7-1 kaybeder. Bu maçın sonunda Gyula Lorant gitmiş, çok sevdikleri yardımcı antrenör Macar Pal Csernai takımın başına geçmiştir fakat başkan Neudecker i 1966’da 1860 Münih ile şampiyonluk kazanmış olan Max Merkel’i takımın başına getirmek ister. Breitner ve arkadaşları Alman futbol tarihinde ilk ve son olacak girişimi yapıp TV kameralarına sert bir şekilde Max Merkel’i istemediklerini söyleyerek başkanı istifaya zorlarlar. 19 Mart 1979’da başkan Neudecker “Bu Breitner ve arkadaşlarının rezilliğe daha fazla tahammül edemem” diyerek istifa etmesinden beş gün sonra Breitner ve arkadaşları, o dönemki en önemli rakipleri Borussia Mönchengladbach’ı 7-1 yenerek herkese gerekli mesajı verirler. Nihayetinde beş yıldır şampiyonluktan uzak olan Bayern Münih, o sezon Avrupa Kupaları’na dahi katılım gösteremeyecek seviyede ligi bitirir. Bugünkü Bayern Münih’e uzanan yapılanma tam da bu zamanda oluşturulur. Başkan, Hoeness ve Breitner’ın istediği Hoffmann olurken Nürnberg’de aktif futbol hayatını sonlandıran Uli Hoeness 27 yaşında tüm zamanların en genç menajeri olarak Bayern Münih’in başına geçer. Bu ikiliyi karşısına alan Hoffman, yeni Bayern dönemini şu sözlerle başlatır: “Saha içini Breitner saha dışını Hoeness yönetecek!” Breitner’ın başkana vereceği tavsiye ise geleceğin özetidir “Hiç keyfinizi bozmadan her sabah gazetenizi okumaya devam edin, biz gerekeni yaparız” Hoeness ile yeniden diriliş 5 yıldır şampiyon olamayan ve Avrupa Kupaları’na dahi katılamamış Bayern Münih’in 7 milyon mark da borcu bulunuyordu. Üstelik tarihin belki de en büyük Bayern golcüsü olan Gerd Müller gitmiş, forvet hattında ise büyük bir boşluk oluşmuştu. Uli Hoeness’in ilk transferi kendisinden bir yaş küçük kardeşi Dieter Hoeness oldu. Tüm Bayernlilerin itiraz ettiği bu transer süreci esnasında ise menajerlik yaşamının en kötü günlerini yaşadı. Taraftarlar başlarda her iki Hoeness’in de gitmesini isterken Dieter olanı 8 yılda attığı 102 golün yanı sıra savaşçı ruhuyla kahramanlık mertebesine yükseliyor, Uli ise efsane olacağı sürece giriyordu. Nihayetinde beş yıldır şampiyon olamayan 7 milyon mark borcu bulunan Bayern Münih, efsane menajerin işe başlamasıyla iki yıl üst üste şampiyon olur. Gelecek on yılın altısında da zirvede Bayern Münih ismi yer alır. Ne Hoeness Bayern’den gider ne de Bayern bir daha zirveden iner. Senelik 5 milyon euro kazanan kulübün 35 yıl sonra 450 milyon euro kazanır hale geleceğini Uli Hoeness’i tanıyan herkes bilir zira para ile olan ilişkisinin doğal sonucudur bu. Muadilleri 300-400 milyon euro borçlarla seneyi kapatırken bugün Bayern Başkanı ve teknik direktörü gönderen Breitner, yakın arkadaşı Hoeness’i menajer, Csernai’yi de teknik direktör yapmanın keyfini çıkarırken… Yeni dönem bu şekilde başlamış oldu. Münih’in bankada hazır 200 milyon eurosu vardır. Diğer Bundesliga takımlarını korkutan gerçek, Hoeness’in 40 yılda oluşturduğu maddi güçtür. Öyle ki gerekirse üç takım daha kurar, üçü de Şampiyonlar Ligi’nde finale oynar, o derece. Para dostluğu da bozar Filmlere konu olup hakkında çeşitli kitaplar yazılan Paul Breitner ile olan dostluğuna 11 yıl ara verdirecek olan kırılma anı da yine onun paraya olan aşkından kaynaklanacaktı. Menajerliğinin ilk günlerinde, borçlu Bayern Münih’i harıl harıl çalışarak yeniden ayağa kaldırmak için çeşitli anlaşmalar yapmak zorunda kalan Hoeness, takımı Dünya ve Avrupa Şampiyonasının olmadığı 1983 yazında tüm masraflarının karşılanmasının dışında 300 bin mark kazanacağı Asya turuna çıkarır. Singapur, Bankok, Hongkok.. Breitner emekliliğini açıklamış olsa da anlaşma içerisinde herhangi bir yıldızın gelmemesi halinde ödenecek bedel çok fazladır. Hali hazırda yorgunluktan Mayıs ayında futbolu bırakmış Breitner bu geziye arkadaş hatırına katılsa da maçlarda silik bir görüntü sergiler. 18 saat yolculuğun hemen ardından 35 derece sıcakta maça çıkan Bayernli oyuncular bitkindir ve amatör bir takıma karşı devreyi geride kapatırlar. Paradan çok daha fazla bağımlı olduğu Bayer Münih’inin imajının amatör takım karşısında zedelenmesine dayamayarak devre arasında oyunculara çıkışan Hoeness, sert bir karşılık alır ezeli dostundan. Formayı çıkarıp genç menajerin ayağına fırlatan Paul Breitner: “Çık sen oyna o zaman” diyerek o gün kalem kırar ve 11 yıl boyunca ikili birbirleri ile görüşmez. 1983 yılında bozulan dostluk 1994 yılında havaalanındaki tesadüfi bir karşılaşma esnasında yeniden başlayacaktır. 55 Kupalı veda! 1970 yılında Bayern Münih’te başlayan macerasında bugüne kadar her türlü kupayı müzeye götürmeyi başarır. Almanya’nın değil Avrupa’nın en başarılı futbol adamı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 1974 yılında henüz 22 yaşında Dünya ve Avrupa şampiyonu olması bir yana üç sene üst üste hem ligde şampiyon olup hem de yine üç sene üst üste Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kaldırması belki de onun erken pes etmesinin nedenidir zira futbolcu olarak hayalini kurabileceği herhangi bir kupa kalmamıştır. Nihayetinde Uli Hoeness futbolculuğunda 3, menajerliğinde 16 ve başkanlığında da 2 kez olmak üzere Bayern Münih ile 21 kez şampiyonluk yaşamış efsane bir karakter olarak kulüp ile bağını koparmak zorunda kaldı. Bayern Münih yüz yıllık kulüp olarak farklı şekilde tahayyül edilebilir ama gerçek şu ki Bayern Münih’in, Uli Hoeness’in içerisinde olmadığı tek bir şampiyonluğu vardır 1932 yılında kazanılan... Bu tek kupanın dışında kulübün tarihine ait ne varsa Uli Hoenessli dönem içerisinde yaşanmıştır. Toplamda kazandığı kupa sayısı 55 olan Bayern Münih’in Don Corleone’si, Bayern Münih ile ilişiğini kesmiş olmasına rağmen kulübü hapisten dahi yönetmesi gerektiğini söyleyenlerin sayısı bir hayli fazla. Eski oyuncularına olan bağlılığın olağan sonucu, 70’lerin altın jenarasyonunun sürekli Bayern Münih’in içerisinde olmasıdır. Bu aynı zamanda Hoeness öncesi ve sonrası arasındaki kalın çizgiyi görünmez kılıyor. Uli Hoeness 1979 yılında başa geldikten sonra farklı bir Bayern Münih yarattı. Aile bağlarının güçlü olduğu, sadakatın ve futbolcunun asıl aktör olarak her zaman değer verildiği yeni bir futbol kulübü... Sportif açıdan ise Hoeness döneminde bir daha asla beş yıl şampiyonluğa ara verilmedi. Borussia Mönchengladbach ya da bir dönemin Hamburg’u gibi yakalanılan altın jenarasyonun ekmeğini yiyip kenara çekilmedi. Başarı 40 yıl boyunca istikrarlı bir şekilde Münih’in çevresinde oldu. Bayern Münih demek Uli Hoeness demektir Geçen 40 yılın ardından Almanya’da yazılı olmayan kanunlar oluştu Mesela “Oyuncu menajerliğinin Almanya’daki ilk kuralı, “Asla Hoeness’e kazık atma” oldu. Ya da “Hoeness ile konuşuyorsanız mesele sadece Bayern Münih’tir.” Ne son işlediği suça ne de yıllar içerisindeki kişisel herhangi bir meselesine kulübü karıştırmadı.. En çok kabul gören anlayış ise ‘Bayern Münih demek Uli Hoeness demektir’ oldu. 40 yıllık sürecin içerisinde pek çok kez devrim niteliğinde karar aldı. Jupp Heynckes’i gönerip Soren Lerby’i başa getirmek gibi hataları da oldu ama en önemli özelliği, bu hataları kabul edip doğruyu hızlı bir şekilde bulmasıydı. Borçlu aldığı bir kulübü dünyanın en güçlü ekonomisine sahip olacak şekilde büyüttü. Özellikle bizim ülkemizde şımarık zengin çocuğu görüntüsüne sahip olsa da gerçek şu ki insani değerlerin en fazla olduğu kulüp olarak fark yarattı. Bunalımda olan, sorun yaşayan futbolcular onun evinde misafir edildi. Oyuncusuna en fazla sahip çıkan kulüp olan Bayern Münih, gerçekte bir Uli Hoeness projesidir. Oğuzhan Oğuz Benfica Özel HF122 SAVUNMA KAZANIYOR Geçen sezon üç final kaybeden Benfica, bu duruma bir çare bulmalıydı. Reçete de belliydi. Artık göze hoş gelen futbol olmayacaktı belki ama kazanan bir takım yaratılacaktı. Öyle de oldu. Savunmasını yücelten Portekizliler, yılbaşından bu yana yalnızca kalesinde 4 gol görerek doğru yolda olduklarını kanıtladı Geçen sezonki Fenerbahçe eşleşmesinden hatırlarız Benfica’yı özellikle. Deplasmanda ve iç sahada tamamıyla iki farklı takım görüntüsü çizen Benfica, aslında hala bu kimlikte. Ancak bu kez deplasmanlarda daha başarılı. PAOK deplasmanında yedek ağırlıklı bir kadroyla sahada olan Benfica, kazanıp dönerken Tottenham deplasmanında da Sulejmani gibi yılların kanat forvetini sol iç oynatarak kazandı. Detaya inmekte yarar var. Fenerbahçe maçlarını hatırlayalım önce. Deplasmanda, yani Kadıköy’de, oyunu domine etme umuduyla çıkmıştı maça Jorge Jesus. Orta sahada Matic-Gomes ikilisiyle çıkan Benfica, önlerinde John, Aimar ve Salvio üçlüsünü tercih etmişti. En uçta da Cardozo vardı ancak Benfica bir şeyi unutuyordu. Bu takım top çalmak için yeterince arzulu olamazdı, Cardozo ve Aimar ikilisinin pres gücü sıfırdı ve John-Gomes ikilisinin de agresiflik bakımından yetersiz olması sonucu Fenerbahçe ilk bölgeden itibaren oldukça rahattı. Bu Benfica’nın temel deplasman sorunuydu. Orta alandaki atlet oyuncu eksikliği ve kademe anlayışındaki zaaflar can sıkıyordu kimi zaman, ki Bayer Leverkusen maçını Cardozo’nun anlık ceza sahası sihiri olmasa kazanamayacaklardı. Newcastle deplasmanında, Spartak deplasmanında ve Celtic deplasmanında da galibiyet alamamışlardı. İç sahada ise mantalite farklıydı. Cardozo, Rodrigo ve Lima’dan ikisini ileri uçta oynatan Kartallar, Matic-Perez’e, Gaitan ve Salvio kanatlarını ekleyince özellikle hücumda çok daha çabuk, becerikli ve tempolu bir takım oluyordu. Orta alanı daha kalabalık tutuyor ve hakimiyeti ele alıyordu. Seyirci baskısıyla birlikte 3 kulvarda da final maçı yapmalarının en önemli sebebiydi bu belki de. PSG’ye karşı oynanan maçta Benfica orta sahası adeta tel tel döküldü. Kalabalık orta saha Mücadele gücü için Ljubomir Fejsa’yı getiren ve onu 6 numarada direkt olarak kullanan Benfica, orta sahada daha çok mücadele kazanıyordu ve fiziksel olarak daha ağır basıyordu eskiye nazaran. Sezonun ilk yarısında kaybedilen Avrupa maçlarına bakalım. Kilit orta sahadaydı. Paris Saint Germain deplasmanı. Herkesin kaybedebileceği bir deplasman. Takıma uyum sağlayamamış Djuricic, fiziksel olarak o dönem en üst seviyede olmayan Gaitan ile birlikte orta sahayı defolu kıvama getirdi. Motta-Verratti-Matuidi orta sahası da pek tabii Perez-Matic-Fejsa üçlüsüne ağır bastı. Ne Fejsa-Perez ikilisinin pas kabiliyeti yeterliydi, ne Gaitan ve Djuricic yeterince yardım getirebildi. Haliyle Cardozo ıssız adaya düştü ve Benfica topu tutamadı, ki %35’lik topla oynama oranı yeterince açıklayıcıydı. Anderlecht’i yendikleri iki maçta da orta sahaları aynıydı. Matic-Fejsa-Perez. Portekiz’de de, Belçika’da da rakibine bariz bir üstünlük kurmadı Benfica. Ancak skoru almayı bildi. Doğru alan kaymalarını yaparak, kademeleri doğru getirerek(geçen sezonki Melgarejo’ya oranla Siqueira bu konuda daha başarılı) daha az net pozisyon veriyor Benfica. Rakibi kendi kalesine daha yakın karşılıyor. Olimpiakos ile oynanan iç saha maçında saha zemini yüzünden futbol oynanmadı, ancak Yunanistan’da Benfica derslik bir biçimde kaybetti. Fejsa yoktu. Matic-PerezAmorim üçlüsüne karşı hamle olarak Olimpiakos, Samaris ve Maniatis tandeminin yanına fiziksel hamle olarak Yatabare ve top dolaşımı için Fuster’i ekleyince orta alanda hem fiziksel hem nicelik anlamında üstünlük kurdu. Fazla pozisyon bulmadı, topu da rakibine verdi Olimpiakos. Ancak defolu Benfica savunmasına karşı bulduğu ilk fırsat gol oldu. Hem de hücumda kullandığı en önemli silahlardan biriyle, kendi silahıyla. Duran topla. Benfica’nın ilk yarıdaki Avrupa maçları hep temposuz, genelde de zevksiz geçti bu orta sahadan dolayı. Ancak gol yememek için mecburdular ki yine de hatlar arasında çok boş alan bıraktıkları ve sıkıntı yaşadıkları oldu. Matic sonrası Portekiz Ligi’nde hemen hemen rakipsizler o yüzden salt dev maçları(Avrupa) odak noktası haline getirmekte yarar var. Ciddi olarak test edildikleri maçlar bunlar. Jesus yine bol rotasyonla çıktı maratona. PAOK’u iki maçta da Fejsa’sız yenmeyi bildiler ancak ilk maçta ofsayttan atılan bir gol ve ikinci maçta da kenardan gelen as oyunculara ihtiyaç duydular. Yedek kadro deneyi bekleneni vermemiş olacak ki daha sert olan Tottenham deplasmanına farklı çıkmayı tercih ettiler. Tottenham maçını anımsamak gerek, Benfica’yı nitelendiren bir maçtı o. UEFA Avrupa Ligi’nde sezonun en kötü maçlarından biriydi, atılan 4 golü bir kenara koyacak olursak. Matic’siz Benfica, Perez’i de kenarda tutup Amorim-Fejsa tandemi ile başladı maça. Sol kenarda Sulejmani, sağ kenarda Markovic, ileride de Lima-Rodrigo vardı. Fiziksel direnci ve dinamizmi daha yüksek bir kadro. Fenerbahçe deplasmanında sahaya çıkan Aimar ve Cardozo’lu on biri hatırlayın ve özellikle dinamizm olarak farkı görün. Sulejmani’nin Ajax dönemine göre çok daha fit, mücadeleci ve dinamik olması ve merkeze daha yakın oynayabilmesi sonucu orta alan hakimiyetini rakibine vermedi Benfica. Ortada giden oldukça sıkıcı bir maçtı. Benfica oyunu dar bir alanda, kendi kalesine biraz daha yakın oynamayı tercih etti tıpkı diğer Avrupa deplasmanlarındaki gibi. Sonucu verilen az sayıda pozisyon, kompakt organizasyon sonucu bulunan hızlı hücum imkanıyla gelen gol (Rodrigo) ve bir Benfica klasiği, iki duran top golü. Benfica, Tottenham’ı 3-1’le geçse de mücadeleyi izleyen herkesin ortak fikri sıkıcı bir 90 dakikanın oynandığı yönündeydi. Eski tempolu, zevk veren Benfica yok belki artık Avrupa’da. Yaklaşım daha pragmatik ve sonuca yönelik. Matic’in var olup olmaması kalite farkı harici düzene etki etmedi. Bireysel becerikli ayakları var ancak onlara da sınırlı serbestlik tanınıyor. İç sahada düzen biraz daha ofansif ve tempolu olsa da genellikle ağırlık ikinci bölgede iyi yerleşip rakibe pozisyon vermemekte. Bunu da büyük oranda başarıyorlar. Ligde 15, Avrupa’da 3 maç oynadılar yılbaşından bu yana. Sporting ve Porto maçları da buna dahil. Sadece ikisinde Matic vardı. Yenilen gol sayısı yalnızca 4(!). O 4 golün yarısını da Fejsa yokken kalelerinde gördüklerini belirtmekte yarar var. Orta alanda sertleşmelerinin, daha çok ikili mücadele kazanmalarının ve alanı daha iyi kontrol etmelerinin faydaları belli oluyor. Hala defoları mevcut tabii ki, Fenerbahçe’nin Kadıköy’de geçen sezon oynanan maçta gösterdiği defoları Olimpiakos da açık bir biçimde ortaya koydu bu sezon. Ancak bu alanda bile Fejsa takviyesi olumlu meyve verdi ve Luisao yeniden eski formunu görmeye başladı. Benfica olgunlaşıyor, geçen sezon yaptığı hataları tekrarlamak istemiyor. Her ne kadar bu durum oyunu görsel açıdan olumsuz etkilese de, karşımıza olumlu bir strateji çıkıyor. Savunmada Benfica Hücumda Benfica Katı Benfica Uğur Karakullukçu KAYBEDE KAYBEDE KAZANANLAR Benfica Özel HF122 BENFiCA Benfica için geçen sezon tam bir kabustu. Tam üç kulvarı, ligi, ulusal kupayı ve UEFA Avrupa Ligi’ni finalde kaybettiler. Büyük bir travmaydı. Atlaması zor deniyordu. Öyle de oldu. Etkileri bu sezona taşındı. Her şey kötü başlamıştı. Ama Eylül ayında rüzgar terse esmeye başladı. Çıkışa geçen Jorge Jesus’un takımı herkese kaybede kaybede kazanmayı öğrendiğinin mesajını veriyordu Ezeli rakibinizle oynuyorsunuz. Rakibinizin 5 puan önündesiniz. Yeniliyorsunuz. Şampiyonluk elden gidiyor. Ertesi seneye fırtına gibi giriyor, hem ligde önde gidiyor hem de Avrupa kupalarında ilerliyorsunuz. 15 gün içinde önce yine ezeli rakibinize yenilerek ligi, sonra finalin son dakikasında Avrupa Ligi şampiyonluğu, bunlar yetmezmiş gibi finalde ulusal kupayı kaybediyorsunuz. Sonra tekrar ayağa kalkıp yürüyorsunuz. Bu kez çok daha emin adımlarla… Porto’ya dramatik bir şekilde iki kez üst üste şampiyonluk kaptırmış olmasına karşın Benfica, teknik direktörü Jorge Jesus’u takımın başında tutarak önemli bir cesaret örneği gösterdi ve bunun meyvelerini toplama yolunda önemli adımlar attı. Benfica’da yaşadığı hayal kırıklıklarına rağmen oynattığı tempolu hücum futbolu sebebiyle La Liga’dan birçok kulübün ilgi gösterdiği Jesus da yarım kalan işini tamamlamak üzere kulüpte kalmayı kabul etti. Buna karşın hayal kırıklıklarıyla dolu Mayıs 2013’ün üzerine 2013/14 sezonu da problemlerle başlamış, Jesus yavaş yavaş tartışılır hale gelmişti. Başta bu sezon ön plana çıkması beklenen isimlerden biri olan Salvio’nun uzun süreli sakatlığı, Mayıs ayında hocayla kapıştıktan sonra ayrılması gündeme gelen Cardozo’nun durumunun belirsizliği, yaz dönemi kadroya katılan oyuncuların uyum sorunu gibi etmenler Benfica’ya iyi bir başlangıç yapma imkanı tanımadı. Bunların yanında savunma hattı da ilk haftalarda tekleyince Eylül ayı sonunda Benfica, lider Porto’nun 5 puan gerisinde beşinci sıradaydı. Fakat bu kez bir şeyler farklıydı. Benfica’yla dişe diş mücadeleye girişecek, en az onun kadar güçlü, üstelik kazanma alışkanlığı olan bir rakip karşılarında yoktu. Benfica, ülkenin en iyisiydi. Eylül ayından itibaren çıkışa geçen Benfica özellikle savunma hatalarını da aza indirgedikten sonra uyum sürecini de başarıyla atlatan Lazar Benfica Şampiyonlar Ligi’ne grup aşamasında veda etmişti Markovic’in de devreye girmesiyle hücumda vites artırdı ve ligde sonuca kolay giden bir takım haline geldi. Şampiyonlar Ligi’nde iyi oyuna rağmen Olympiakos’a iki maçta 4 puan verince grupta bu sene de ilk ikiye giremeyip hayal kırıklığı yaşasalar da uçağın burnu yukarıya dönmüştü. Fakat savunma ile hücum arasındaki köprü görevi gören, takımın en kilit ismi Nemanja Matic devre arasında eski takımı Chelsea’ye satıldı. Satmak zorundalardı. Her şey toz pembe değil Portekiz’in önde gelen takımları hiçbir zaman bir oyuncuya uzun yıllar takımda kalmayı vadetmez. Oyuncu parlatır, performansında zirve yaptırır ve en iyi teklife büyük liglere pazarlar. Oyuncular da bunu bildiği için Portekiz’i büyük liglere sıçrama tahtası görür. Buraya kadar bildiğimiz şeyler ancak Matic transferinde bu döngüyü kısmen kıran şey transferin zamanlamasıydı. Portekiz’de takımlar önce başarıyı elde edip (Şampiyonlar Ligi’nde ilerlemek, lig şampiyonluğu vs) ondan sonra önemli oyuncularını elden çıkarır, bu esnada o oyuncunun alternatifini hazırlarlardı. Matic bu konuda bir istisna. Matic’in gitmesi hem Benfica’nın sistemi açısından hayati bir eksiklik demek, hem de lig şampiyonluğunu riske etmek demekti. Buna rağmen satışın devre arasında yapılmasının sebebi ise ekonomik. Tottenham’ı ilk maçta 3-1 yenen Benfica, geçen sezon finalde kaybettiği Avrupa Ligi’nde zafer hedefliyor. Hem Porto, hem de Benfica aslında temel gelirlerinin üzerinde harcama yapan kulüpler. Ortalama bir Süper Lig kulübünden dahi az yayın geliri olan Portekiz’in devleri gelir düzeylerinin üstünde oyuncuları kadrosuna alarak aslında ekonomik bir riski de üstleniyor. Bu oyuncuları düzenli olarak satarak elde ettikleri yüksek bonservis gelirlerinin büyük kısmı ise büyük ölçüde aracı olan menajerlere, oyuncuların getirilmesinde pay sahibi olan üçüncü partilere gidiyor. Kalan para ise ancak kulübün maaş ve diğer giderlerini karşılamaya yetiyor. Maisfutebol’da 2 Mart tarihinde yayınlanan analizde geçen seneye göre daha az oyuncu satabilen Benfica, 1 Temmuz-31 Aralık 2013 tarihleri arasında 15.3 milyon euro zarar açıkladı. Üstelik son iki senede maaş bütçesi de 23 milyondan 28.5 milyon euroya yükselmiş durumda. olumlu bir gidişat değil. Bu eksileri dengelemek adına takımın en önemli oyuncusunun devre arası satılması gerekiyordu fakat görünen o ki Matic gibi dünya çapında bir orta sahanın kaybı bile Benfica’yı durduramayacak gibi. Porto sahneden çekilince… Avrupa Ligi’nde Tottenham’ı deplasmanda 3-1 yenerek tur biletini (büyük bir mucize olmazsa) cebine koyan Benfica, ligde en yakın rakibi olan Sporting’in 7 puan önünde. Genç kadrosuyla mevcut kapasitesini sonuna kadar zorlayan Sporting’in şu ortamda Benfica’yı zorlasa dahi geçme ihtimali çok yüksek değil. Yakın tarihinin en kötü sezonunu geçiren son yılların yükselen değeri Porto da, Portekiz Ligi’nde Kartallar’ın 12 puan gerisine düşmüş durumda. Artık bitime 7 haftası kalan Portekiz Ligi’nde Benfica’nın 7 puan dahi kaybedip kaybetmeyeceği soru işaretiyken ligde iplerin artık tamamen onların elinde olduğunu, başarıp başaramayacaklarına kendilerinin karar vereceğini söylemek mümkün. Kimbilir, belki Benfica ve Jorge Jesus geçen sene yapamadığı lig, Avrupa Ligi ve kupa üçlemesini bu sezon yapar. Bu sayede de o trajediyle biten sezonu bir nebze olsun unuturlar. Tabii kaybede kaybede kazanmayı öğrenen bu takım hiç şüphe yok ki saygıyı da hak ediyor. Erdem Gündüz Röportaj HF122 DOLMUŞ ŞOFÖRLÜĞÜNDEN ŞAMPiYONLUKLARA Trabzon’da 2 bin nüfuslu Düzyurt köyünde 1996’da kurulan Düzyurtspor takımının teknik direktörü Ömer Ortakudaş, dolmuş şoförlüğü yaptığı 2003 yılında arkadaşlarıyla bir araya geldi ve zaman içerisinde kulübü kapanmaktan kurtardı Bölgesel Amatör Ligi şampiyon olarak bitirdikten sonra bu sezon ilk defa mücadele ettiği Spor Toto 3. Lig 2. Grup’ta ilk yarıyı lider bitirme başarısı gösteren ve ikinci devreye de yine aynı performansla başlayarak liderliğini sürdüren Düzyurtspor, eşine zor rastlanır bir başarı hikâyesi yazıyor. Profesyonel liglerin tek köy takımı Düzyurtspor’un Teknik Direktörü Ömer Ortakudaş, dolmuş şoförlüğü yaptığı sırada birkaç arkadaşıyla kapanmak üzereyken kurtardığı kulüpte her sezon başarıdan başarıya koşarak başarılması gerçekten güç işlere imza atıyor. Trabzon’da 1986 yılında kurulan 2 bin nüfuslu Düzyurt köyünün takımı, 2003 yılında maddi imkânsızlıklar nedeniyle kapanma noktasına geldi. Şimdinin başarılı teknik direktörü Ortakudaş, o dönem dolmuş şoförlüğü yaptığı sırada birkaç arkadaşıyla sağladıkları maddi destekle önce kulübün cezasını kaldırdı, sonra da kayyumdan devralarak kulübü kapanmaktan kurtardı. Takımı devraldıklarında forması, çorabı dahi olmayan kulüpte, köyden topladıkları çocuklarla takım oluşturan genç teknik adam, o dönem ilk yıllarda hem futbol oynadı hem de takımın çalıştırıcılığını yaptı. 10 yılda profesyonel lige çıkmayı kendilerine hedef koyan idealist teknik adam Ortakudaş, bu süre içerisinde takımı sırasıyla önce 2. Amatör Lig, sonra 1. Amatör Lig ve Bölgesel Amatör Lig’de şampiyon yaptı. Başarılı teknik adam her kademede alınan şampiyonlukların ardından, bu sezon takımını Spor Toto 3. Lig’e yükseltmeyi başararak eşine az rastlanır bir başarı hikâyesinin de baş rolünde ki adam oldu. Tarih yazan ‘Kamyoncular Takımı’ Düzyurt köyündeki kamyon şoförlerince kurulan kooperatifin yardımlarıyla ayakta durduğu için “Kamyoncuların takımı” diye de adlandırılan Düzyurtspor, Spor Toto 3. Lig’de ilk yarıyı 9 galibiyet, 5 beraberlik, 3 mağlubiyetle 32 puan toplayarak lider tamamlamayı başardı. 25. haftası geride kalan ligde 3. haftada aldığı liderlik koltuğunu hiç bırakmayan turuncu-yeşilbeyazlılar, ligin ikinci yarısına da bıraktıkları yerden devam dedi ve rakipleriyle arasındaki puan farkını da giderek açtı. Sekiz haftası tamamlanan ikinci devrede 6 galibiyet, 1 beraberlik ve bir de mağlubiyet alan Düzyurt, ligin ilk devresinde attığı 22 golü de bu sekiz haftada yirmi üç gol kaydederek geride bıraktı. Profesyonel ligde ki ilk sezonunda 22 haftayı lider kapatarak elde edilmesi güç bir başarıya daha şimdiden imza atan ekip, Spor Toto 3. Lig 2. Grup’ta zorlu rakiplerini bir bir devirerek her geçen hafta şampiyonluğa emin adımlarla ilerliyor. Dolmuş şoförlüğünden, şampiyonluklar yaşayan bir teknik direktörlüğe uzanan hikayesinde Ortakudaş, gelen üç şampiyonluğa ve en önemlisi bu sezonda 3. Ligde gelmesi muhtemel olan 4. şampiyonluğa rağmen, diploması yetersiz olduğu için takımın başında, ancak yönetici kartıyla sahaya çıkabiliyor. “Yapamazsın dediler” Ömer Ortakudaş, kapanma noktasına gelen kulüpte, 10 yılda profesyonel lige çıkma başarısı gösterdiğini belirterek, “Herkes benim bu işi yapamayacağımı söylüyordu. Daha önce takımımızla beraber başarılar yaşamama karşın, şimdi profesyonel ligde başarılı olamaz, artık buraya kadar lafları kulağıma geliyordu. Ben bu söylentilere aldırmadan işimi yaptım ve yapmaya da devam edeceğim. Bugün nerede olduğumuzu herkes görüyor.” dedi. Federasyona çağrı! Teknik direktörlük için UEFA B Antrenör Lisansı Kursu’na 4 yıl önce başvurduğundan, ancak hala sıra gelmediği için alamadığından dert yanan Orkakudaş, “Bu yıl da sezon başında kupa maçlarına çıkamadım ve kaybettik. Daha sonra yönetici ağabeylerimiz, ‘senin kulübeye inmen lazım’ dediler. Yönetici kartıyla sahaya çıkıyorum. Bunun handikaplarını da ister istemez yaşıyorum. Kulüplerde çalışmayan antrenörlerin belgeleri var, kendilerini bir yerlerde gösterip belge sahibi oluyorlar ama nedense biz yıllardır kulüp çalıştırdığımız halde gerekli lisansı alamıyoruz ve takımımızın başında teknik adam sıfatıyla sahaya çıkamıyoruz, bununda mağduriyetini ne yazık ki yaşıyoruz. Federasyonumuzun maçlara çıkan, aktif çalışan antrenörlere öncelik tanımasını ve onlara gerekli lisansı kazandırarak sahalara çıkmasını sağlamasını, gerekirse sadece bu durumdaki hocaların tespit edilmesiyle buna yönelik bir kurs düzenleyerek bu mağduriyeti ortadan kaldırmalarını hem kendim hem de benimle aynı durumu yaşayan hocalar adına rica ediyoruz.” diye konuştu. ortamı oluşturduklarını ve bunun da kendilerine başarıyı getirdiğini ifade etti. Düzyurt köyünün halkının desteğini de sonuna kadar aldıklarını ve içerde dışarıda kendilerini devamlı desteklediklerini söyleyen teknik adam, “Bir tesisimiz yok. Kulüp binamız kömür deposunun bulunduğu yerde. Eski kamyoncular kooperatifinden karkas halde bize kaldı. Oyuncularımı lüks ortamlara alıştırmıyorum. Maddi manevi elinden gelen her şeyi bize sonuna kadar sağlayan çok iyi bir başkanımız var. Takımımızı hiç yalnız bırakmıyor. İçeride, dışarıda bütün maçlarımızda bizlerle birlikte. Bunun yanında kooperatiften gelen desteklerde unutulamaz. Manevi destekleri önemli, maçlara da gelip bizi destekliyorlar” şeklinde konuştu. Düzyurt köyü sınırındaki kulüp binası, kömür depolarıyla iç içe bulunuyor. İki odası olan 125 metrekarelik karkas binanın bazı camları yok. Bir odada futbolcular çay içip televizyon izlerken, diğer odada malzemeler yıkanıyor. Ortakudaş, “Önümüzde ki sezon için tesisleşmeyle alakalı içinde bulunduğumuz durumu değiştirmek adına gerek federasyon gerekse yönetimimiz çalışmalar yapıyor.” ifadelerini kullandı. Tesisleri yok ama mutlular “Şampiyon olacağız!” Ortakudaş, sahada özellikle asker, koşan, başarıya aç oyuncuları seçtiğini anlatarak çok iyi bir aile Ligde kendilerini bekleyen zorlu süreci değerlendiren başarılı teknik adam Ömer Ortakudaş, “Birinci devredeki başarımızı devam ettiriyoruz. Tabii arada puan kayıplarımız olacak ama 25 haftanın yirmi ikisini lider geçtik ve rakiplerimize önümüze geçme şansı tanımadık, biz istikrarımızı sürdüreceğiz. Şampiyonluğa olan inancımızı her geçen hafta daha da artırıyoruz. Müthiş bir birlik ve beraberlik ortamı yakaladık. Başkanımız, yönetimimiz her zaman yanımızda. Bu bizi güçlendiriyor ve mutlu ediyor. Herkes işini yapınca da ortaya başarılı sonuçlar çıkıyor. Biz takımımıza inandık ve her zaman çok çalıştık. Şuan ligde zirvedeyiz. Puan farkını da açtık. Şampiyonluk yarışında kendimizi rakiplerimizden bir adım önde görüyoruz.” dedi. Bu yoldan dönüş yok “Ancak önümüzde çok zorlu dokuz maç var. Bu 9 maçın 5’ini kendi sahamızda oynayacağız. Eğer iç sahadaki 5 maçımızı kazanırsak şampiyon olacağımıza inanıyoruz. Taraftarlarımızdan da her zaman olduğu gibi bu süreçte yanımızda olmalarını ve desteklerini, dualarını bizden esirgememelerini istiyoruz. Zaten deplasmanda da puan alan bir takımız. Kalan haftalardaki hedefimiz, içinde bulunduğumuz avantajlı durumu koruyup, kesinlikle sezonu tepede bitirerek, şampiyon olmak. Bu yoldan dönüş yok!” Her maç bir final Turuncu-yeşil-beyazlıların başarılı teknik adamı Ömer Ortakudaş, “Bundan sonra her hafta bizim için çok önemli, her maç bir final. Ligin son haftalarına girdiğimiz bu günlerde ister istemez gerginlikler artmaya başlıyor. Şu dönemde özellikle hakemler yönünden çok daha dikkatli olunması gereken bir süreç başlıyor. Bu konuda herkesin Allah yardımcısı olsun.” diyerek sözlerini tamamladı. Emre Çelik Unutulmaz HF122 MESSI’DEN ÖNCE ‘O’ VARDI! Barcelona’nın Arjanbtinli yıldız futbolcusu Lionel Messi geçtiğimiz hafta Osasuna’ya karşı yaptığı hat-trick ile Katalan ekibinin formasıyla 371’inci golüne ulaştı ve 369 gollü Paulino Alcántara’yı geride bıraktı. Peki Alcántara da kim derseniz... 16 Mayıs 1916’da Barcelona Limanı’nda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Fakat bu kalabalığın sebebi bir gösteri yürüyüşü veya bir eylem değildi. Barcelona halkı, daha dün kurulan kulüplerinin yeni yetme yıldızını Filipinler’e uğurluyordu. Her ne kadar daha 19 yaşındayken Barcelona’nın yıldızı olmayı başarsa da daha çocuk sayılırdı ve anne-babası Filipinler’e dönüş kararı almıştı. Alcántara’nın eğitimini sürdürmesi gerekiyordu. Gemiye binmeden önce kendisini uğurlamaya gelen kalabalığa “Ne zaman olur bilmiyorum ama yine görüşeceğiz.” dedi ve ailesi ile birlikte Manila’ya doğru 3 ay sürecek yolculuğa başladı. Fakat hikâye yeni başlıyordu... 7 Ekim 1896’da Filipinler’de görev yapan asker bir İspanyol baba ile Filipinli bir annenin çocuğu olarak Iloilo’da dünyaya gelen Paulino Alcántara, küçüklüğünde İngiliz denizcilerin kurduğu bir takımla yerel bir ekibi futbol oynarken izleyince bir anda futbola aşık olmuştu. Başka sporlarla da uğraşıyordu ama bu izlediği bambaşka bir oyundu. O gün yeteneklerinin farkında olmasa da futbol oynamak istiyordu. Nitekim küçük Alcántara artık sürekli Plaça de la Universitat’daki boş arazilerde top peşinde koşuyordu. Arkadaşlarıyla takımlar kurdu, ardından Galeno’da futbol oynamaya başladı. Şans bu ya; Barcelona’yı kuran adam, kulübün ilk yıldızını da keşfedecekti. Joan Gamper daha 14 yaşındaki bu çocuktan büyülenmişti ve 2 pesetaya asrın en büyük transferlerinden birini gerçekleştirdi! Alcántara, Barcelona’ya transferinin ardından elbette hemen as takımda oynamadı. Ama bir taraftan sabırsızdı. O dönem yeni kurulan küçüklerin oynadığı takımla çalışmasına rağmen as takımın formasını giyen Manolo Amecházurra’ya gidip ben de izinle oynamak istiyorum dedi. Futbolu beklenenden hızlı gelişti. Daha doğumunun üzerinden 15 yıl, 4 ay ve 18 gün geçmesine rağmen Katalonya Şampiyonası’nda FC Catala’ya karşı oynanan maçta ilk kez Barcelona formasını sırtına geçirdi. 1912’deki bu maçla birlikte Barcelona tarihinin en genç oyuncusu oldu, hatta bu rekor hâlâ kırılamadı. İlk maçında hat-trick yaptı ve Barcelona’nın resmi bir maçta gol atan en genç oyuncusu da oldu. Bu rekor da hâlâ kırılamacı. Ayrıca Avrupa’da forma giyen ilk Asyalı oyuncu da Alcántara’dan başkası değildi. Sadece 2 Katalonya Şampiyonası ve 1 Copa del Rey zaferi tatmadı, attığı gollerle bu başarılarda önemli rol oynayarak takımın en önemli futbolcusu konumuna yükseldi. Yine de Barcelona’daki ilk macerası yaklaşık 3 yıl sürdü. “Ya Barça ya ölüm” Fernando Poo Gemisi ile Manila’ya yapılan 3 aylık yolculuk, belki de Alcántara efsanesinin başlamadan sona ermesine yol açabilirdi. Singapur açıklarında ölümün kıyısından döndüler, Amerikan bandrollü bir geminin sayesinde Filipinlere ulaşabildiler. Alcántara ailesi oğullarının tıp eğitimi için böyle bir karar almış olsalar da Paulino’yu futboldan alıkoyamadılar. Bohemian’ı iki kez Filipin şampiyonu yaptı. 1917’de Tokyo’da düzenlenen Uzak Doğu Oyunları’nda (şimdiki Asya Oyunları) Filipinler’i temsil etti. Hâlâ Filipinler tarihinin en farklı galibiyeti olan maçta Japonları’ı 15-2 yenen takımın en önemli parçası oldu. İşleri bir anda değiştiren şey ise Barcelona’dan gelen bir telgraftı. Paulino’nun ardından kupa kazanamayan Katalanlar, Paulino’nun geri dönmesini istiyordu. Ailesi ise çocuklarının doktor olmasını. Bu sebeple önce izin vermediler. Fakat Paulino Alcántara ailesini riskli bir şekilde iknâ etmeyi başardı. Sıtmaya yakalanmıştı ve eğer Barcelona’ya gitmesini engellerlerse ilaçlarını almayacağını söylemişti. Hal böyle olunca Alcántara ile Barcelona’nın tekrar bir araya gelmezi kaçınılmaz olmuştu. İmkânsız gollerin adamı Aslında Alcántara ‘nın Barcelona’ya döner dönmez yarattığı etki beklenilenin çok altındaydı. Eski gollerinden eser yoktu. Aradan sadece 2 yıl geçmişti, futbola Filipinler’de de devam etmişti ama atamıyordu. Bunun sebebi ise Jack Greenwell’di. İngiliz hoca da Barcelona tarihine geçecek bir diğer isimdi ama Alcántara’yı ileri uçta değil savunmada kullanıyordu. Doğal olarak da hem taraftarlar hem de kulüp üyeleri isyan etti; Alcántara tekrar ileri uca geçerek efsanevi gollerini atmaya kaldığı yerden devam etti, 369 golle kulübün tarihine geçti. Alcántara’nın attığı bu 369 gol arasından iki adet son derece özel ve sıra dışı gol mevcut. İlki, meşhur ‘polis golü’, 1919’da Real Sociedad ağlarına; Rivayete göre Alcántara kaleyi önüne alınca sahaya bir polis giriyor ve kalenin önüne doğru hareketlendi. Fakat oyun durmadı ve Alcántara’nın şutu kaleye giderken talihsiz bir biçimde polis engeline takıldı... Aslında takılmadı; rivayet bu ya, Alcántara topa öyle bir vurdu ki polis şutunun ardından meşin yuvarlak polisi de kaleye sokarak gol oldu. Bir diğeri ise Alcántara’ya ‘ Trencaxarxes’ yani ‘ağ yırtıcı’ lâkabını kazandıran bir gol. Alcántara, Fransızlarla 1922’de Colombes’te oynanan ve İspanyolların 4-0 kazandığı maçta attığı golle ağları delmeyi başardı. Alcántara’yı az çok tanıyan İspanyollar gole şaşırdı mı bilinmez ama Fransız taraftarın ağızlarının açık kaldığı su götürmez bir gerçek. Önce doktor, sonra futbolcu! 5 Temmuz 1927 tarihinde 19 Katalonya Şampiyonası, 5 Copa del Rey, 2 de Pireneler Kupası kazandıktan, daha da önemlisi Barcelona formasıyla 369 gol atarak kırılması güç (!) bir rekora imza attıktan sonra kramponları astı. Daha 31 yaşında olmasına rağmen artık doktorluk yapacağını açıkladı. Aslında bu karar Alcántara’yı tanıyanları çok da şaşırtmamıştır muhtemelen. Okulunu bitirmek için gireceği sınavlara hazırlanacağı için o dönemin uluslararası anlamda en büyük futbol turnuvası olan 1920 Olimpiyat Oyunları’na katılmayı reddedip ürolog olmanın kendisi için ne denli önemli olduğunu ortaya koyan biri için normal bir karar. Yine de Barcelona’dan kopmadı, 1931-34 yılları arasında direktörlük görevini üstlendi. Ta ki 1936’ya kadar... Her şeye rağmen 13 Şubat 1964’te 67 yaşında vefat ettiği zaman Barcelona sokaklarında ciddi bir kalabalık Alcántara’yı son yolculuğuna uğurlarken tabutun ön tarafında bir yanda La Liga’nın gelmiş geçmiş en iyi kalecisi olarak görülen Ricardo Zamora, diğer yanda ise La Liga’nın ilk gerçek yıldızı olarak tanımlanan Josep Samitier yer alıyor. Kısacası 1920’lerde ortalığı tozu dumana katan Barcelona’dan Alcántara’nın iki takım arkadaşı. İlk bakışta gayet normal gibi gelse de 1936’da Alcántara’nın Katalanların kalbini kırması düşünülünce bu cenaze töreni bile ne kadar büyük bir oyuncu olduğunu gösteriyor. 1936’da İspanya İç Savaşı patlak verdiğinde Barri Xino’daki kliniğinde doktorluğa devam eden Alcántara, kentin Cumhuriyetçiler’in yönetiminde olmasından dolayı Fransa’ya kaçtı. Ardından kısa bir süre sonra İspanya’ya dönüp Zaragoza’daki cephede gönüllü doktorluk yaptı. Ardından Mussolini’nin Franco cephesine yardım için gönderdiği Siyah Oklar isimli birlikte yer aldı. İç savaşta, 1916’da formasını giydiği Barcelona ile Copa del Rey Finali’nde hat-trick yarışına girdiği Santiago Bernabeu’nun bu sefer takım arkadaşı olmuştu. Rakip ise büyük ölçüde Katalanlar’dı. Barcelona’ya ikinci dönüşü de Barcelonalıların istemediği gibiydi. 1939’da zafer kazanan Franco’nun birlikleriyle kente girmişti çünkü. 1916’da kupayı üçüncü maçta Real Madrid’e kaptırdığında “Filipinler’e şampiyon olarak dönmek istiyordum ama hakemin oyunlarından dolayı Madrid’e kaybettik. Bu mağlubiyet bende çok derin bir üzüntüye sebep oldu. İlk defa çocuklar gibi ağladım...” diyen Alcántara, bu sefer Katalanlar’ın hayallerini çalarak onları üzenlerin arasındaydı. Savaşın ardından da uzun yıllar Franco için görev yaptı, Falanjların şefiydi. Ama her şeye rağmen Katalanlar ekibinin o dönemki en büyük yıldızıydı. Messi’ye kadar Alcántara’nın yanına bile yaklaşan olmadı. FIFA’ya göre ‘tüm zamanların en iyi Asyalı oyuncusu’... Büyüteç Uğur Karakullukçu HF122 HIRVAT MESSI HALILOVIC Futbol dünyasının gözü üzerindeydi ve o Barcelona’yı seçti. Hırvatların yeni süper yıldız adayı Alen Halilovic’i Hırvat yazar Aleksandar Holiga’yla birlikte değerlendirdik Arkadan çalan Şampiyonlar Ligi melodisi, futbol dünyasının en gösterişli adamı Zlatan Ibrahimovic ve hevesli gözlerle onun elini sıkmaya çalışan, Zlatan’ın yarısı boyunda 17’lik bir ufaklık… Artık bilginin damarlarımızda aktığı bu çağda elbette hepimiz o ufaklığın gelecek yıllarda büyük takımlarda oynamasını beklediğimiz Alen Halilovic olduğunu biliyorduk fakat bilebileceklerimizin de belli bir sınırı var. Barcelona’nın bonuslarıyla 15 milyon euro ödemeyi taahhüt ettiği Halilovic’i yakından tanımak için bir bilene başvurduk. Uluslararası basında Hırvatistan üzerine yazılarıyla tanınan, FourFourTwo, The Guardian, The Blizzard gibi yayınlarda boy gösteren Aleksandar Holiga’yla Halilovic’i masaya yatırdık. Halilovic’e geçmeden önce aslında hepimizin merak ettiği soruyu soruyorum, Hırvatistan’dan mantar gibi yetenek çıkmasının bir sebebi olup olmadığını… Değirmenin suyunun nereden geldiği konusunda Hırvatların da pek bir fikri yok, “Keşke bu soruyu cevaplayabilseydim, bu soruya antropolojik ve genetik teorilere girmeden verilebilecek mantıklı bir cevap yok. Hırvatistan’da altyapılar o kadar da üst düzey değil. Çok fazla iyi genç takım hocamız yok, iyi tesisler ya da yerleşmiş bir sistem de. Yine de 4.3 milyon nüfuslu bir yere göre çıkan üst düzey yetenek sayısına bakarsak bunu küçük çaplı bir mucize olarak değerlendirebiliriz” diyor Holiga. Halilovic, geçen sezon D.Zagreb formasıyla Şampiyonlar Ligi’nde boy göstermiş ve Ibrahimovic’li PSG’ye karşı sahadaki yerini almıştı. Modric’ten ziyade Messi Alen Halilovic’e döndüğümüzdeyse Holiga bizler için farklı bir resim çiziyor. Bugüne kadar uluslararası basında ve çeşitli bloglarda David Silva’dan Arjen Robben’e, Andres Iniesta’dan vatandaşı Luka Modric’e kadar birçok isme benzetilen Halilovic için doğru örneğin Messi olduğunu söylüyor Hırvat yazar. “Halilovic’in doğal yetenekleri onun ileriye yakın veya kanatlarda oynamasını gerektiriyor, Modric’le farklı oyuncular. Dinamo Zagreb’in eski sportif direktörü, şimdiki hocası Zoran Mamic onun için ‘Eğer böyle bir şey varsa Messi tipinde’ demişti. Elbette Leo’yla arasında birkaç ışık yılı fark var ancak seviye olarak olmasa da stil olarak ona benzer bir oyun oynayabilir. Elbette Messi bir fenomen, o seviye çok zor ama stillerinde benzerlikler var” diyor. Dinamo Zagreb’de hangi pozisyonda kullanıldığını sorduğumdaysa, “Üst seviyede daha çok sağ açık olarak kullanıldı ancak benim fikrime göre 4-2-3-1’de ofansif orta saha pozisyonunda veya sahte 9 rolünde çok daha iyi olabilir” diyor Holiga. Halilovic’in fark yaratan en önemli özelliğinin ise topsuz oyundaki içgüdüleri olduğunu söylüyor: “Top tekniği çok iyi ve gerçekten iyi bir sol ayağı var. Şutları hem güçlü hem isabetli olabiliyor, ceza sahası dışından goller atabildiği gibi ‘Messi aşırtması’ diye tabir ettiğimiz stilde de ağları bulabiliyor. Fakat benim görüşüme göre Barcelona’nın onu alma sebebi topsuz oyunda boşlukları okuyabilme becerisi ve içgüdüsü. İspanyolların ‘Ilegada’ dedikleri geriden gelip ceza sahasına koşu yapma konusunda çok özel ve yetenekli bir oyuncu.” Eksikleri de çok… Öte yandan Holiga, çok yetenekli bir isim olmasına rağmen Halilovic’e dair çok değerli ve önemli tespitlerini de bizlerle paylaşıyor. “Defansif oyununda çok mesafe kat etmesi gerek, hala fizik olarak zayıf ve toplu oyunda aldığı kararlar zaman zaman takım için en doğrusu olmayabilir. Fakat bunlar genç oyuncular için bilinen eksikler, iyi hocalarla bunların üstesinde gelebilir” diyen Hırvat yazar buna karşın Dinamo’nun onu pazarlamak için çok erken sahaya sürdüğü görüşünde. Holiga, “Bence Dinamo onu çok erken yaşta çok zorladı, bunun sebebi bir başka ‘projeden’ bir an önce milyonlar kazanmaktı. Ayrıca onun inanılmaz potansiyeline rağmen doğru yönlendirilmediğini görüyoruz. Sezon boyunca sadece 2-3 maçta gerçekten çok iyi oynadı denebilir. Sonbahar dönemindeki performansları daha çok Robben’in kötü hareketlerinden derleme bir video gibiydi, her aldığı topla rakibinin içinden geçmeye çalışıp asla ama asla pas vermiyordu” derken son aylarda olgunluk sinyallerini yavaş yavaş verdiğini de ekliyor. Kardeşleri de futbolcu Son olarak babası Sejad Halilovic’in bir dönem Türkiye’de oynadığını hatırlattığımda Hırvat yazar Halilovic’in kardeşlerinin de futbolcu olduğunu söylüyor. Holiga, “Ortanca kardeş de Alen kadar ön plana çıkarılmıştı ama şimdilerde aynı seviyede olduğu düşünülmüyor. Bence Alen seviyesinde olmasa da hala iyi olabilir ama kim bilir! Babası Sejad, Alen’le kısa süre de olsa birlikte çalıştı, U-18 takımında onun bir ay kadar hocalığını yaptı ama hemen as takıma çıkardılar. Sejad Halilovic, kendini oğlunun çıkarlarını korumaya adamış bir baba” diyor. Holiga, Halilovic’in yetenekli bir isim olduğunu söylerken ekliyor, “Defansif oyununda mesafe kat etmesi gerek, fizik olarak zayıf ve toplu oyunda aldığı kararlar bazen takım için en doğrusu olmayabilir.” Sırada kimler var? Dinamo Zagreb’in iyi bir akademiye sahip olduğunu ve ülke şartlarında iyi bir bütçe ayırdıklarını biliyoruz. Bu konuda ne söylemek istersin, altyapıdan başka büyük bir yetenek var mı? Dinamo’daki çocuklar ülkedeki en iyi çalışma imkanlarına sahip, Dinamo’nun Avrupa’daki varlığı ve finansal durumunun daha iyi olmasının etkisiyle böyle ancak artık en iyi değiller. 17 yaşındaki uzak forvet Robert Muric var dikkat çeken, Manchester United, Ajax ve Borussia Dortmund’un ilgisini çekiyor ancak Muric’in profesyonel sözleşme imzalamayı reddetmesi büyük bir problem. Muhtemelen bedava gidecek. Belki bir de Fran Brodic, o da Muric’e benzer bir oyuncu. Bence Dinamo’nun pilot takımı Lokomotiva’dan 18 yaşındaki sağ açık Marko Pjaca iyi bir oyuncu olacak. Hajduk Split şu anda ülkedeki en iyi yeteneklere sahip… Bazı genç oyuncularının önünde büyük bir gelecek var.19 yaşındaki orta saha Mario Pasalic (Chelsea’yle imzaladı, bu yaz gidiyor) hiç durmadan gelişiyor, 18’lik sağ açık Josip Basic, 16 yaşındaki kanat forvet Nikola Vlasic (Atlet Blanka Vlasic’in kardeşi) ön plana çıkan oyuncular. 17 yaşındaki Muric’in de yıldızı parlıyor. Alper Öcal Unutulmaz HF122 DEMiR ADAM HiERRO Böyle savunmacı pek görülmedi. Şampiyonlar Ligi’nde gol kralı oldu. İspanya Milli Takımı’nda en golcü oyuncular listesine adını yazdırdı. O alışılmış isimlerden farklıydı. Real Madrid tarihinin efsanelerinden biri olan Fernando Hierro, kariyeriyle unutulmazlar arasına adını yazdırmayı başardı Sokak arasında başladığı futbol hayâlini, profesyonelliğe taşımak istediğinde, “Gel evladım.” cevabını alan çocuk bulmak, çölde su bulmak kadar nadir bir hikâye. İki ağabeyi de profesyonel futbolcu, kalıtsal yeteneği ve ‘demir’ anlamına gelen adına rağmen bir savunma oyuncusu olan Fernando Hierro’ya da henüz 16 yaşındayken Malaga’da “Unut. “ demişlerdi. Pek söz dinleyen bir çocuk olduğu söylenemez. Amatör Velez’e geri dönüp, oynamaya devam etti. O zaman wyscout, youtube yok ama yine bir savunmacı olan ağabeylerinden Manolo’nun tavsiyesiyle Valladolid tarafından kapıdan buyur edildiğinde düşlerinde profesyonel futbol olan 19’unda bir gençti Hierro, ağabeyinin yüzünü kara çıkarmadı. 1989 yılındaki Kral Kupası’nda, Valladolid tarihinde şu zamana kadar bir daha göremeyeceği finale yürüdüğünde Fernando’nun emeği büyüktü. Real Madrid’e finali kaybettiler ama o kazanmıştı. Fernando Hierro o sezonun sonunda Madrid şehrinin iki büyüğü tarafından da isteniyordu. Jesus Gil genç yeteneğin sözleşme fesih bedeli olan 150 milyon pesetayı masaya sürdüğünde kare as açmış gibi keyiflenirken, tatildeki Hierro ısrarla Real Madrid diyordu. Eflatun-beyazlılar ısrarı geri çevirmedi. 150’yi görüp 50 artırdı. Gelecek sezon Dünya Kupası’nda oynarsa 100 de bonus sözü verdi ve Hierro 15 yıl sürecek macerasına başladı. Malaga’da ismini çizen seçicininse adını hâlâ bilen yok ! Altyapıdan yetişip, 85-89 arasında üstüste 4 şampiyonluk kazandıran Butragueno, Michel, Vazquez, Pardeza ve Manolo Sanchis’ten mütevellit Akbaba Beşlisi çağında dışarıdan gelen bir çaylak olmasına rağmen, ilk sezonda takımın bankosu olan Hierro; o sezon 90 kadrosuna alınmadı ama ilk sezonunda Real Madrid’de ilk şampiyonluğunu yaşadı. Son da olmayacaktı. Manolo Sanchis ile tandemde ayrılmaz bir ikili Bir savunmacı olmasına rağmen 439 kez giydiği Real Madrid formasıyla 102 defa rakip ağları sarsarak gol yollarında da etkisini gösteriyordu olmuştu. Kusursuz defansif yetenekleri ve hava sahasını hücumculara kapatarak ismi ile müsemma olduğunu kanıtladı. Şaşırtıcı olan ise, hücumda da olağanüstü bir silah olmasıydı. Menzilsiz pasları, tereyağından kıl çeker gibi ağlarla buluşturduğu frikikleriyle Beckenbauer’den sonra düşen hücuma katkı veren savunmacı profilini, Barcelona’da oynayan muadili Koeman ile beraber canlandırıyordu. İlk sezonunda 7 gol atmıştı. 1991/92 sezonunda Koeman 16 gol atarken, Hierro filelere yolladığı 21 golle takımdaki forvetleri gölgede bırakmakla kalmamış, lig genelinde de krallıkta ikinci sırayı almıştı ama şampiyon dönemin Rüya takımı olan Barcelona’ydı. Hierro ikinci şampiyonluğu için iki sezon üstüste son hafta başlarına bela olan Tenerife’nin teknik direktörü Valdano’yu beklemek zorunda kaldı. Pizjuan’da yazılan tarih Milli takım tarafındaysa hâlâ görmezden geliniyordu. O dönem, ülke tarihinin 1964 yılındaki tek Avrupa şampiyonluğunun “Mimar” lakaplı futbolcusu ve dönemin teknik direktörü Luis Suarez yönetiminde İspanya, bunun acısını Euro 92’ye gidemeyerek çekti. Halefi Javier Clemente ise 1994 elemelerine Hierro ile başladı. Arnavutluk ile oynanan ilk eleme grubu maçında, Hierro da ilk resmi golünü attı ama kapanış daha görkemli olacaktı. İspanya’nın katılamadığı Euro 92’nin şampiyonu Danimarka, elemelerin son maçında Sanchez Pizjuan Stadı’na lider ve 11 maçta sadece 1 gol yiyerek gelmişti. Üstelik 10. dakikada kaleci ve kaptan Zubizarreta atılmıştı. Yerine geçen Canizares kaledex Laudrup kardeşler, Vilfort, Povlsen’e karşı geçit vermezken son sözü 63’te Goicoetxea’nın ortasına herkesin üzerinden kafayı vuran Fernando Hierro söyledi. İspanya böylecek 94 vizesini aldı. 13 yılda 89 kez giyeceği milli formayla üç kez Dünya Kupası oynayan ve her finalde gol atma başarısı gösteren Hierro, aktif olduğu yıllar içinde Raul’dan sonra İspanya’nın tarihinde en golcü futbolcusu olarak bir savunma oyuncusu için inanılması güç bir iz bıraktı. Real Madrid macerası da milli takım ile oynadığı ilk turnuvanın ardından Valdano yönetiminde çıkışa geçti. 1994/95 sezonunda tekrar şampiyonluk yaşadı ama 1998 Şampiyonlar Ligi finali kariyerinin zirve noktasıydı. Real Madrid, bir önceki sezonun finalisti Juventus’u tek golle yenip 32 yıl aradan sonra “Koca Kulak” ile kavuşarak yeniden Avrupa’nın en büyüğü olurken, Hierro savunmada , 10 golle turnuvanın kralı olan Del Piero’yu sahadan siliyordu. Amsterdam dönüşünde Cibeles’e gelen takıma eşlik eden tezahüratlardan biri de, bizdeki Golcü kimliği İspanya Milli Takımı’na da yansıyordu. Öyle ki Hierro bir dönem Raul’dan sonra Boğaların en golcü futbolcusuydu. ‘delikanlı X neredesin haney’ ile biten tezahüratın Akdeniz’in diğer ucundaki versiyonu “Donde está Del Piero, se lo ha comido Hierro” ydu. Son kırmızı kart 2000’lere gelindiğindeyse Real Madrid için Galacticos dönemi başlamıştı. Emektar Sanchis’ten kaptanlığı devralan Hierro, ilk sezonda La Liga, ertesi sene yine Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşadı. Galacticos’un son şampiyonluğu 2002/03 sezonunda geldi ama Hierro için biraz buruktu. Zira Valdano’nun direktörlük döneminde takımın ağaları Galacticos projesi içinde yavaş yavaş çizilmeye başlanmıştı. Fernando’lardan Redondo ilk kurban olurken, ikinci çinkoyu Hierro ile yaptılar. 35 yaşında, artık veteran bir yıldız olan Hierro için sezon boyu yandaş medyada yapılan kambur yakıştırmaları, kaçırdığı maçlar, eski gücünde olmadığına dair argümanlarla oluşturulan zemin şampiyonluktan 24 saat sonra Del Bosque ile birlikte kapıya konmalarıyla nihayete erdi. Valdano aldığı bu kararı “bir dönemin sonu” diyerek özetledi. Oynadığı dönemde gördüğü 10 kırmızı kart ile kulüp rekortmeni olan Hierro için en haksız kırmızı kart belki de buydu. Real Madrid bu kararların sonuçlarını Valdano ve başkan Perez ile acı bir şekilde tecrübe etti. “Şef” için yeni durak ise Katar’dı. Para tatlıydı ama onunla alınamayacak huzur daha tatlıydı. Hierro kıta içinden gelen pekçok teklif arasında yaptığı bu tercihi “Cadı kazanından kaçış” olarak ertesi sezon İngiltere’ye gittiğinde açıklığa kavuşturdu ama asıl çarpıcı olan İngiltere’ye neden geldiğini anlattığı cümlelerdi. “Futbol sahada topa vurmaktır. Başka bir şey değil. Pazarlama ve ticaret gözünüzü oyundan alır. İngiltere’de kulübü baştan aşağı yöneten bir teknik adam altında futbolu deneyimlemek istiyorum.” diyordu Hierro. 2002/03 sezonunun sonunda Real Madrid macerası, hocası Del Bosque ile birlikte sona erdi. kupayı uzaktan izliyordu. Hierro’nun özdeşleştiği kulübüne son kıyağı ise kulübü ve İspanya futbolunu bilen yardımcı isteyen Mourinho’ya, İspanya U-15 takımını çalıştıran mesai arkadaşı Aitor Karanka’yı önermek oldu. Bu hafta 46 yaşına girecek olan Hierro, kimbilir belki oyunculuğunda yaşattığı Beckenbauer esintilerini, yöneticilik kariyerinde de bir gün Real Madrid’in başında yaşatır. Bu dileğe hayır diyecek bir Real Madrid taraftarı olmasa gerek. Bolton’da kramponlarını asan Hierro, 2007’de takım elbiseyi çekti ve İspanya Futbol Federasyonu’nda direktörlük görevine getirildi. 2003’te ayrıldıkları Del Bosque ile bu kez 2008’de bir başka şampiyonluğun ardından buluştular. Euro 2008’in Aragones’ini Fenerbahçe’ye kaptıran İspanyollar, göreve o dönem federasyonda direktör olan Hierro’nun da lobisiyle Beşiktaş’tan ayrılalı beri, 3 yıldır çalışmayan Del Bosque’yi getirdi. Hierro oyuncu olarak tadamadığı milli turnuva şampiyonluklarını yönetici olarak yaşadı. Barcelona tiki takasının temeline iki eski Real Madrid’linin mentörlüğünde atılan harçla iki taraf da kazanırken, kulüp Barcelona’nın kaldırdığı 6 Hierro’nun yolu Katar’a düştü. Burada bir süre top koşturan futbolcu, meşin yuvarlağa ise İngiltere’de veda edecekti.