- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş Haziran 2013- Sayı 27 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! “ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALARI” kızılbaş - sayfa 2 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 haziran 2013 sayı: 27 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ............................................. Sakine Polat Sayfa 06 - Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı ................... Cemil Gündoğan Sayfa 09 - “Yavuz ve Aleviler” .............................................. Murat Belge Sayfa 10 - Katliam Gerekçesiyle CHP Hakkında Kapatma Talebi ve “Atatürk’ü Sevmiyoruz” İddiasıyla Kılıçdaroğlu’na Dava… ................................................................................... İbrahim GÜÇLÜ Sayfa 13 - Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yaptı mı? .. Özcan SOYSAL Sayfa 14 - Müftü El Hamza’nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası ..................... Belge Sayfa 14 - GİRESUN / UĞUR KÖYÜ’NDEKİ RAFİZİLER’İN CEZALANDIRILMASI .................................................... Belge Sayfa 15 - ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALARI ......... Belge Sayfa 19 - Dört Halife Dönemi’nden bugüne ‘İslam kardeşliği’ ........................................................................... Porf. Ayşe Hür Sayfa 21 - Son günlerin öne cikan gercekleri ......................... Müslim Korkmaz Sayfa 22 - Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis .................. Mehmet Yürek Sayfa 24 - CHP’yi sarsacak iddia Sayfa 25 - İşte Taksim Dayanışması Platformu’nun talepleri Sayfa 26 - Orada olanlardan özür dilerim ...................................... Bülent Arınç Sayfa 27 - Fethullah Gülen’den Gezi yorumu.. Çürük bir nesil, ıslah etmek lazım! Sayfa 30 - Taksim direnişinin iki yüzü ve İsyanın gösterdikleri-Sait Çetinoğlu Sayfa 32 - GENÇ ÇAPULCULAR’DAN MEKTUP VAR... Kemal Gökhan Sayfa 33 - ifşa ediyorum: dış bağlantı benim ................ Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 34 - No pasaran... .......................................................... Ahmet Altan Sayfa 36 - Açtık, tarihimizi okuduk: Gezi Parkı Ermenilerin Sayfa 37 - ABD başkanı Woodrow Wilson’a açık mektup ...... A. T. Wegner Sayfa 39 - Anadolu Nasıl Türkleşti? ........................................... Sevan Nisanyan Sayfa 40 - Sevan Nişanyan yalnız değildir! Sayfa 41 - 1915 VE SÜRYANİLER .................................................. Muzaffer İris Sayfa 43 - Pîroziya êlêmêntên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê ................................................................................ Kemal Tolan Sayfa 44 - QESÊ VERÊ LOCINE ..................................................... Cemal TAŞ Sayfa 50 - Öcalan’ın açıklamalarının perde arkası veya BOP‘ un öteki yüzü…! .................................. Adnan Cangüdre Sayfa 52 - FABRİKA AYARLARIMIZA DİRENELİM FABRİKANIN AYARLARINI BOZALIM ............................................. Saim Eroğlu Sayfa 53 - Madımak firarisi artık Alman Sayfa 54 - “Ulus Devleti Aşmak” ........................................... Dr. Îsmaîl Beşîkçî Sayfa 58 - Bir Kav ram Bi n K ır ım - 5 ........................... A l i Kanl ı Sayfa 61 - Yavuz Sultan Selim’in Alevi Katliamı .................. Ali Haydar AVCI Sayfa 62 - ZAZACA KÜRTÇE’DEN DAHA ESKİ BİR DİLDİR ........................................................................... Seyidxan Kurıj çapulcular! çapulcu Guardian’dan TOMA Tayyip 14 Haziran 2013 karikatürist steve Bell, Guardian gazetesinde Tayyip Erdoğan’ı TOMA’ya benzeten bir karikatür yayınladı. Gezi Parkı direnişin de başta Erdoğan olmak üzere AKP’nin tutumu ve polis terörü, yurtdışında da yoğun biçimde eleştirilmişti. kızılbaş - sayfa 4 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü Burada Müslümanları ve hükümeti korumak bizim görevimiz değildir. ile Hükümetin ve Müslümanların elbette eleştirilmesi gerekir. görmek Yalnız hükümeti ve Müslümanları eleştirirken devleti masum ve görmezden gelmek suç ve günahtır!.. Sakine Polat Kızılbaş-Aleviler gene marabalık yapıyorlar! Kendilerine ait olmayan asimilasyoncu ırkçı devlet örgütlenmeleri aracılığıyla Müslüman düşmanlığı yaptırılıyor!.. Kürt düşmanlığı yapıyorlar!.. Siyaset, Direniş ve yenilenip demokratikleşme hızla yol alıyor. Biz de etkilenip kendimizi siyasetin kantarına çekiyoruz. Evet; hiç bir kesimin önceden fark etmediği bir sıçramayla alanlar dolup taştı. Hem de barışçıl yollardan. Siyaset fırsatçıları mezarlarından alana fırladılar. Hem hedef şaşırttırmak, hem de siyasi menfaatlerini zenginleştirmek için. Bir yandan da ittihatçı resmi kuramların ısıtıp temcit pilavı gibi yeniden masaya koydular!.. Başta ittihatçı ırkçı İP - TGB - CHP kardeşliği iç içe gelişen demokratik direniş hareketini ufkunu bulandırmak için her yol ve yöntemi kendilerine mubah sayıyorlar. Taksim meydanının eski bir Ermeni Mezarlığı olduğunu bilmeyen yoktur. Bu mezarlığı kırklı yılın başlarında sağır İsmet Paşa tarafından yeniden işgal edildiğini de biliyoruz. Ve İttihatçı soykırımcı CHP ve yedeklediği kuyrukçularıyla hiç utanmadan bu alana gelip özgürlük, demokrasi için palavralar atıyorlar!... İttihatçı ittifakın bu kirli numaralarını gençlik yutmadı!.. İttihatçılar çılgınlaşıp kudurabilirler. Her geçen gün kan eritiyorlar, bin beter rezil olsunlar!.. İttihatçı CHP ile İP kuyrukçu solcuları da az günahkâr değiller. İttihatçı siyasetinin değirmenine su taşıyorlar. Boyları bir arpa boyu uzamaz!.. Kürt örgütlü siyaseti suya düşmüş yılana sarılma siyasetiyle kâh ittihatçılar ile kâh ittihatçı kuyrukçusu sol ile git-gel yapıyor. Mit-Hükümet siyasetiyle kurdukları barış siyasetine sadık kaldıklarını gösterme için her gün bin bir dona girip çıkıyorlar!.. Mit-Öcalan barışını destekleyen Tırk solu da bu siyasetiyle devletin yedeğine girmeyi kabul etmiş oluyor!... CC. Allah bizi bu Tırki siyasetlerin kötülüklerinden korusun derim!. Devletin ve ittifakçılarının yedeğinde olan Alevi-Bektaş-i örgütlenmelerinin durumu da Kürt ve solcuların durumundan hiçte iyi değiller. “Alevi Bektaş-i örgütlenmelerinin önemli bir kesiminin başları vicdanları İttihatçı CHP + İP bağlılar.” Diyen basit bir kesim de BDP’ye bağlıdır. Her iki kesimde sonuçta ittihatçı devletin kurumları durumuna sokulmuşlar. Devletin denetiminde olanların kendileri için özgürlük barış ve demokrasi talep etmeleri asla mümkün değildir!.. Alevi Bektaş-i örgütlenmelerinin Taksim’deki tutumları hiçte hayra delalet değildir. Devlet yerine hükümeti eleştirmek. Devlet yerine Müslümanları eleştirmek tam da devlet ittihatçılığıdır. İttihatçı solculuğundan uzak durmak Kızılbaş Alevilerin hayrına olacaktır. Solculuk Kızılbaş-Alevilik değildir!.. Kızılbaş-Alevilikte Solculuk değildir! Diğer yandan da devlet solculuğu aracılığıyla Kızılbaş-Alevilerin kendini inkâr ile asimilasyona çanak tutturuluyor!.. Devletin bu ittihatçı siyasetinin her türlü örgütlenmelerin terk etmek insani ve demokratik görevdir... Devlete ve yandaşlarına marabalığa bir son vermeniz zamanı gelmedi mi? Biz; Kızılbaş-Aleviler bu tarihi fırsatı çok çok iyi görüp değerlendirmemiz gerekiyor. Öze-dönüş ve özörgütlenmemizi üretip geliştirmek olmalıdır. Kendi legal partimiz ile kendimizi temsil etmeliyiz! Alanlara çıkıp seçimlere girip yetki almalıyız!.. Kendimizi yenileyip demokratikleştirerek siyasal hayatta yerimizi almalıyız! Başımızın dik Anlımızın açık olması için! Hayırlı ve kalıcı adımlar atmalıyız!.. kızılbaş - sayfa 5 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Örneğin; Devletin soykırımcı katliamcı siyasetleriyle açık yüzleşmeyenlerin demokratikleşmemiz asla mümkün olamaz!.. Kürt örgütlenmeleri, Tırk sol örgütlenmeleri, Alevi Bektaş-i örgütlenmeleri devletin soykırım katliam ve inkâr siyasetine göbekten bağlıdırlar. Bu örgütlenmelerin hiç birinin kendi kongrelerinde soykırım katliam ve inkâr siyasetinden dolayı kendilerini tenzih etmemişlerdir!.. Devletin soykırımcı katliamcı ve inkarcı siyasetlerini hâlen yürütmektedirler!... Elbette ittihatçı devlet siyasetinden kendilerini tenzih eden istisna örgütlenmeler de var.... Taksim direnişi ciddi bir yüzleşme ciddi bir yenilenme ve demokratikleşme adımıdır. Bu gelişmelere saygılı ve dayanışmacı olarak katkı sunabilirsek çok hayırlı olur. Bizlerin de olgunlaşmamıza hayırlı vesile olur. Tüm bunların yanında bir önemli hatırlatmanın altını da çizmek isteriz; Devletin ittihatçı ittifakının karanlık emellerinin hayat bulmaması için cin ve şeytan olmak durumunda olduğumuzu bir an bile unutmadan direnişi korumak, geliştirmek her dürüst insanın ortak muradı olması dileklerimiz ile... 2 Haziranda İstanbul’da “Yaptığımız Panele” huzur ve barış içinde başarı ile yapılmasına katkısı olan tüm dostlarımıza buradan bir kez daha teşekkür ediyoruz. Yüz Çiçek Açsın Kültür Merkezi Salonlarını dayanışma amacıyla bize sundular kendilerine çok çok teşekkür ediyoruz. Panelin video çekimlerini bire bir yaptık. DVD olarak üretip ürün olarak kamuoyuna sunacağız. Can Cana Biber Gazının Zararları Sadece Taksim'de 17 günde kullanılan biber gazından dolayı 8 köpek, 63 kedi, 1028 tane çeşitli cinslere ait kuş ölümleri tespit edilmiştir, diğer illerde tespit çalışmalarımız devam etmektedir! kızılbaş - sayfa 6 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aleviler ve MİT-Öcalan Mutabakatı Okumuş olanlar hatırlayacaklardır, MİT’le Öcalan arasında bir mutabakat oluştuğuna dair bilgilerin kamuoyuna yansımaya başladığı ilk günlerde yazdığım bir yazıda, adı barış olsa da yeni sürecin gerçekte en az üç alanda çekişme ve kapışma anlamına geleceğini belirtmiştim: Kürtlerle Kürtler arasında, Türklerle Türkler arasında ve nihayet Türkiye’deki ve Kürdistan’daki güçlerle bölgesel ve Küresel güçler arasında. Son birkaç aylık gelişmelere bakarak bunun genel planda doğru bir tespit olduğunu söyleyebiliriz. Yine de PKK’nin yeni yönelişinin yol açtığı kitlesel bazı kaymalara gereken ağırlıkta vurgu yaptığını söylemek zorlama olur. Bu eksikliği anlamak bir dereceye kadar mümkün; çünkü o yazıyı kaleme alırken, MİT-Öcalan mutabakatının açıkça Sünni İslam kardeşliği eksenine oturtulmuş olduğunu henüz bilmiyordum. Asker yerine AKP’yle uzlaşmanın, varılan uzlaşmaya anti-sol, anti-Alevi ve hatta bir ölçüde anti-modernist bir renk katacağını ve bunun da PKK’nin iç dengelerine, PKK ile PKK dışındaki Kürt hareketlerinin ilişkilerine ve nihayet PKK ile korucular arasındaki ilişkilere yansıyabileceğini öngörüyordum. Dolayısıyla yöntemde bir sorun yoktu. Ama uzlaşmanın, yeni-Osmanlıcılık siyasetine eklemlenme perspektifinde gerçekleştirileceğini tahmin edemediğim için bunun Aleviler başta olmak üzere Türkiye’deki ve Kürdistan’daki bazı özel gruplar üzerinde daha doğrudan ve görece kısa sürede gözlenebilir etkiler yaratabileceğini düşünmemiştim. Öcalan’ın Newroz konuşması, Kürtlere müjdelenen yeni çağın, yeni-Osmanlıcılığa eklemlenme stratejisi olduğunu ortaya koyunca, bununla ilişkili toplumsal hareketlenmelerin kapsamı ve hızı da arttı. Nitekim Newroz konuşmasını takip eden gün kaleme aldığım yazıda, mutabakatın böyle sonuçlar doğurabileceğine değindim. Şimdi konuyu biraz daha geniş biçimde ele alabiliriz. MİT-Öcalan mutabakatının yeniOsmanlıcı içeriğinin Kürt hareketine karşı yeni bir tavır almaya zor- Cemil Gündoğan ladığı iki toplumsal kesim vardır. Bunlardan birincisi, Türk ve Kürt ayrımı olmaksızın Alevilerdir. İkincisi ise medyada genellikle “Sahil” kavramıyla dile getirilen ve benim referandum dönemi yazılarımda Avrupai Türkler olarak tanımlamayı önerdiğim toplulukların faşist olmayan kanatlarıdır. Avrupai Türklerin faşist kanadı eskiden beri Kürt hareketine düşman olduğundan yeni dönemde tutumlarında bir değişme olmamıştır. Ancak diğer kanatlar, MİT-Öcalan mutabakatının yeni-Osmanlıcı niteliğine genellikle olumsuz baktıkları için bunların Kürt hareketine ilişkin algı ve tutumlarında değişik yönde değişmeler yaşanmıştır, yaşanacaktır. Sebebini anlamak zor olmasa gerek. Çünkü yukarıda anılan iki toplumsal kesim ile A. Öcalan’ın, yeni-Osmanlıcılığa payanda olmak karşılığında Türkiye siyasetinde fonksiyonel hale gelmek şeklinde tanımlayabileceğimiz yeni stratejisi arasında ontolojik boyutlar da içeren çelişkiler vardır. Geçtiğimiz hafta içinde yaşanan iki olay, gözlemcilere buradaki gerilim alanlarını çok güzel tarif eden iki önemli önemli sembol sundu. Üçüncü Boğaz köprüsüne verilen Yavuz Sultan Selim isim ile yeni-Osmanlıcı programa karşı gelişen ilk ciddi kitlesel direnişin sergilendiği mekan, yani Taksim. Yavuz Sultan Selim sembolünün ifade ettiği şeyi anlamak zor değildir. Hanifi Türklerin Şafi Kürtleri yedekleyerek Ortadoğu’ya nizam vermelerini öngören her program ve girişim, bu iki kütlenin yanında küçük birer azınlık olarak kalan diğer toplumsal kesimler ile bu programın hedef tahtasına oturttuğu Arap dünyası tarafından bir ölüm fermanı olarak algılanır. Bu algıyı oluşturan ilişkinin tarihteki sembolleri Yavuz Sultan Selim ile II. Abdülhamit’tir. Türk devletinin, bu iki kişiden en fetihçi olanın adını bir prestij köprüsüne takmayı tercih etmesi, devletin yeni yönelişinin tarihsel anlamının bilincinde olduğunu ve bunu dünya aleme ilan etmekte bir sakınca görmediğini gösteriyor. Özellikle de seçimler yaklaşıyorken. Fakat AKP’nin göğsünü gere gere dünyaya ilan ettiği şey, yeni-Osmanlıların stratejik bir müttefiki olacağını umut eden Öcalan’ın örgütü açısından bir sıkıntı kaynağı oluşturuyor. Çünkü devletin yeni çizgisi, bu çizgiye uyumun karşılığı olarak AKP’den tahsil etmeyi umduğu hiçbir şeyi henüz alamamış olan PKK’nin evdeki bulgurdan olması riskini arttırıyor. Bu sıkıntıyladır ki A. Öcalan ikide bir Alevi karşıtı olmadığı yolunda yeminler ediyor; PKK, kurdurduğu Alevi derneklerine konferanslar yaptırıp PKK’nin Alevi karşıtı olmadığı yolunda propagandalar yaptırıyor. Hakkını yememek lazım, PKK’nin de Öcalan’ın da Alevilikle ya da Sünnilikle özel bir dertleri yoktur. Onların dertleri iktidar olmak ve iktidar kalmakla ilgilidir. Daha da ileri gidelim; İslam veya Sünnilik, bu terimlerin asıl patronu olan AKP ve Türk devletinin bile asıl derdi değildir. Onların asıl derdi, yeni-Osmanlıcı bir yayılmadır. Yayılma derken de sadece dışa doğru olanı kast etmiyorum, hem dışa hem de içe doğru bir yayılma. İslam veya Sünnilik, daha çok bu yayılmayı meşrulaştırmanın söylemi olarak anlamlıdır. Din denilen şeyin, onun politikadaki araçsalcı rolüne/yüzüne indirgenemeyeceği doğrudur, ama şu an üzerinde konuştuğumuz konu bakımından dinin bu özelliği onun başat niteliğini oluşturur. Bu her zaman böyleydi. Dolayısıyla bugün için özgün olan durum, dinin politik alanda kullanılması değil, değişik gerekçelerle de olsa hem bölgesel aktörlerin hem de küresel aktörlerin Ortadoğu’daki çekişmeleri Sünni-Şii ayrımı üzerinden ifade etme noktasına gelmiş olmalarıdır: kızılbaş - sayfa 7 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İran, devlet çıkarlarını koruyabilmek için kendisine bir Şii koruma çemberi oluşturma derdindedir. Irak’taki iktidar savaşı Şii-Sünni çatışması üzerinden sürdürülmektedir. Suriye’deki çatışma giderek mezhep çatışmasında doğru evrilmektedir. Türkiye, Arap alemi üzerindeki tarihsel pozisyonunu yeniden kazanabilmek için hamlelerini Sünnilik üzerinden tanzim ve tarif etmektedir. Suudi Arabistan, Katar ve Mısır da kendi cephelerinden benzer bir oyun oynamaktadırlar. Lübnan hızla mezhep savaşına doğru koşmaktadır. Rusya ve biraz da Çin, pratikte Şiilerin hamisine dönüşürken, ABD ve diğer Batılı devletler, Ortadoğu’ya yönelik yeni açılımlarını Sünni çoğunluk üzerinden hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Kısacası, bölgesel ve küresel güçler arasındaki çekişmeler, mezhep çatışması ekseninde dizilmeye başlamıştır ve bu durum bölgeyi bir dinamit fıçısına çevirmektedir. İşte PKK liderinin tam böyle bir anda Sünni cephenin bir parçası olarak yeniOsmanlılık oyununda rol alacağını açıklamış olması, Aleviler nezdinde varoluşsal kaygılar yaratmaktadır. Sorunun ana kaynağı budur ve bu pratik tablo ortada duruyorken Öcalan’ın ve PKK’nin Alevi karşıtı olmadığı yolundaki söz ve yeminlerinin bir kıymet-i harbiyesi kalmamaktadır. Fakat bunu söylemiş olmak, PKK’nin, daha bugünden anti-Alevi tutumu esas aldığını, onu artık Ortadoğu’daki Sünni kanadın Türkler adına cepheye sürülmüş bir tetikçisi olarak değerlendirmek gerektiğini söylemek anlamına gelmez. Evet, böyle bir olasılık vardır ve bu olasılığı besleyen en az üç etken işlemeye devam etmektedir: Bunlardan ilki, PKK yöneticilerinin iktidar söz konusu olduğunda feda edemeyecekleri bir değer tanımamalarıdır. Parti içi muhalefete ve PKK dışındaki Kürt hareketlerine karşı kullandıkları şiddetin boyutlarına bakarsanız bunun ne demek olduğunu daha rahat anlarsınız. İktidar oyununu bu tarzda oynamaya alışkın bir yapının, bu oyun, günün birinde Alevilere, Ermenilere, Süryanilere, Yezidilere veya başka bir mazlum gruba karşı tavır almayı gerektirirse bu gruplara karşı nasıl davranabileceklerini kestirmek zor olmasa gerek. Bu grupları gözden çıkarırken gözlerini bile kıpırdatmayacaklardır. Tabii ki yaptıklarını önderliğin, partinin, halkın vb. yararına yaptıklarını söyleyerek. Doğrudur, gerilla, Kürdistan vicdanının hala en sahici sesidir; ama PKK’nin örgütsel davranışlarının her zaman bu vicdana uygun düştüğünü söylemek, ya boş yağcılık yapmak ya da gerçeği görememek olur. İkinci ve daha önemli olan etken ise Abdullah Öcalan’ın, mevcut tablodan tek çıkış yolu olarak yeni-Osmanlıcılık oyununda koçbaşı rolünü üstlenmeyi kabul etmiş olmasıdır. Bu politika değil midir ki, AKP’nin tabanında bile Reyhanlı’daki kanlı banyonun Obama-Erdoğan görüşmesi öncesinde Erdoğan’ın elini güçlendirmek amacıyla düzenlendiğine dair kuşkular dolaşıyorken, BDP eş başkanı Demirtaş’ı, Hükümetin arkasında olduklarına dair yüz kızartıcı bir açıklama yapmaya yol açtı? Tetikçiliğe gidecek yollar işte böyle döşeniyor. Son olarak hareketin içindeki Hamidiyeci damardan söz etmek lazım. PKK, rakipleri AKP ve Hizbullah olan bir partidir. Bu koşullarla çevrelenmiş bir hareketin içindeki Sünni damarın normal gücünden daha fazla etkide bulunması şaşırtıcı olmaz. Bu tür etkenler var olduğu müddetçe sözü edilen olasılık da var olacaktır. Dahası, Kürt hareketi Reyhanlı gibi olaylarda yeni-Osmanlıcı politikaya angaje olduğu ölçüde Hükümet de köprülere Yavuz Sultan Selim ismi vermekte tereddüt göstermeyecektir. Bütün bunlar doğrudur ve daha fazlası da vardır. Ama unutmayalım ki, bu tür olasılıkların hayat bulup bulamayacakları, bunun karşısında işleyen etkenlerin ne kadar etkili olabildiklerine de bağlıdır. Dolayısıyla Türk ve Kürt Alevilerinin işin ikinci tarafını da gözeten bir stratejiye ihtiyaçları vardır. *** Böyle bir strateji, özellikle Kürt Aleviler düşünüldüğünde, Kürt hareketinden kopmayı mı esas almalıdır? Bu soruya olumlu cevap veremiyorum. Veremememin nedeni, Kürt hareke- tine olan yakınlığımdan çok, bunun, mevcut durumda Alevilerin çoğunluğu bakımından rasyonel olmadığını düşünüyor olmamdır. Doğrudur, Kürt hareketinin lideri, başı her sıkıştığında, devlete Yavuz Sultan Selim’in yolundan yürümeyi teklif ederse Alevilerin, Yezidilerin veya Ermenilerin Kürt hareketine aşk ilan edecek halleri kalmaz. Biliyorsunuz, Öcalan 1999’daki tutuklanmasında da Yavuz Sultan Selim’le İdris-i Bitlisi’nin yolundan yürümeyi teklif etmişti. Doğrudur, on yılda bir Kürt hareketinin lideri tarafından sırtlarından hançerlenen Aleviler, sırf bu sebeple hareketten uzaklaşırlarsa onları Kürtlere ihanet etmekle suçlamak vicdanla bağdaşmaz. Bunlar doğrudur ve vicdanlı Kürtlerle vicdanlı Alevilerin yüreğini kanatacak bunlara benzer başka doğrular da vardır. Ne var ki mesele sadece bu doğrularda dile getirilen faktörlere bakılarak halledilebilecek kadar basit değildir. Bu işin rasyonalitesini hesaplamak, çok daha karmaşık bir durum arz eden daha geniş resme bakmayı gerektiriyor. Bu resmin çok kaba bir özeti şu hususları içerir: Bölge çok karışıktır, orta vadede muhtemelen bazı devletlerin sınırları da dahil olmak üzere birçok şey değişecektir. Bu yöndeki değişikliklerin bölge savaşlarını davet etmesi veya başka nedenlerle patlayacak bölge savaşlarının böyle sonuçlar doğurması olasılığı ciddidir. Bu da söz konusu değişikliklerin, ucu soykırımlara varabilecek geniş katliamlar eşliğinde gerçekleşmesi olasılığını şimdiden ciddi biçimde düşünmemiz gerektiğini gösteriyor. Çünkü etnik çatışmalarla bölgesel savaşlar üst üste düştüğünde, sınır değişiklikleri, kural olarak, büyük pogromlar veya soykırımlar eşliğinde gerçekleşir. Yeni dönemde gündemimize bu tür olasılıklar giriyorsa hiç kimsenin müttefik beğenme veya beğenmeme şansı kalmayacak demektir. Yukarıda sözü edilen değişikliklerin altında yatan bütün iktisadi ve siyasi kızılbaş - sayfa 8 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çekişmeler, öyle anlaşılıyor ki daha bir süre kendilerini dinsel terimler üzerinden ifade edecektir. Kendini dinsel terimler üzerinden ifade etmek demek, bu terimlerin olayların gelişmesine hiç etkisi olmayacak demek değildir. Bir eylemi meşrulaştırmak için oluşturulan söylem, bir noktadan sonra o eylemi üreten ve yönlendiren faktörlerden birine dönüşür. PKK’deki “Önderlik” söylemine bakınız. İyi bir örnektir, çünkü bir söylemin koca bir örgütü nasıl esir alabileceğini anlatır. Bu demektir ki Sünnilik, Alevilik veya Şiilik biz onları sevsek de sevmesek de orta vadede hayatımız üzerinde etkide bulunacak ve belli toplumsal grupların davranışlarını belirlemeye devam edeceklerdir. Bu gerçek, bölgenin yukarıda belirtilen kaygan koşullarıyla birleştirildiğinde Kürt hareketinin önümüzdeki on yıl içinde değişik ülkelerde değişik dini gruplarla kader ortaklığı içinde olacağı sonucu çıkar. Bu açıdan baktığımda benim gözüme görünen tablo özetle şöyledir: Kürt hareketi, Irak ve İran’da Sünnilerle ve Müslüman olmayan gruplarla, Türkiye’de Alevilerle ve Müslüman olmayan gruplarla; Suriye’de ise Müslüman olmayan gruplarla ve (Baasçı sistem yıkıldıktan sonra) Nusayrilerle kader ortaklığı içinde olacaktır. Önümüzdeki on yılın religio-politik tablosu kabaca böyledir. Kader ortaklığı içinde olmak demek, bu gruplarla mutlaka ve topyekûn biçimde birlik içinde olmak veya karşı kutuptaki gruplarla mutlaka ve topyekûn biçimde savaş içinde olmak demek değildir. Çünkü bu grupların kendileri de parçalıdırlar, kendi içlerinde değişik gruplaşmalara ve sınıfsal bölünmelere tabidirler. Bütün bu bölünmeler, değişik aktörler için değişik politik kombinezonlar için fırsatlar yaratır. Kader ortaklığı içinde olmak demek, bu durumları dışlamak değildir, bu gruplarla birlik yapma veya ortak davranma imkanının diğerlerine göre daha fazla olması demektir. Değilse, Basra’daki bir Şii grup Kürtlerle ittifak yapabileceği gibi, Bağdat’taki Sünnilerden bazıları da Kürtlere karşı savaşabilirler. Veya Kerkük’teki Şii Türkmenlerin bir kanadı Kürtlerle birlikte davranırken diğer kanadı Kürtlere karşı savaşabilir. Suriye’de yarın aynı kaderi paylaşacakları ayan beyan görülen Nusayrilerle Kürtler bugün bazı yerdlerde birbirleriyle savaşıyorlar. Türkiye’de Alevilerin bir kısmı MHP’nin kuyruğuna takılmış durumdadır vs. Böyle şeyler olur; yukarıda söylenenler bunları dışlamıyor. Yukarıda söylenenler, sözü edilen grupların bütün bunlara rağmen ortak bir kaderi paylaşması olasılığının diğer olasılıklardan daha güçlü olduğunu söylüyor. Ve bu durum, rasyonalite hesabı yapılırken göz ardı edilebilecek bir durum değildir. Özellikle de önümüzdeki on yılın tehlikeleri, kaygan zeminleri, pogrom ihtimalleri vb. düşünülünce. Türk ve Kürt Alevilerinin bütün bunları göz önünde bulunduran bir hesap yaptıklarında, Kürt hareketiyle yakın durmanın daha rasyonel bir strateji olacağı sonucuna ulaşacaklarını düşünüyorum. Bu durum, Kürt Alevileri için daha da yakıcıdır. Şu soru çok şeyi açığa çıkarmaya yeter: Diyarbakır’a sırtını çevirecek bir Dersim, yüzünü Erzincan ve Bayburt’a mı dönecektir? Elbette adı geçen şehirlerin baskın politik renklerinden bahsediyorum. Yoksa Bayburt ve Erzincan’da da Alevi Kürtlerin birlikte yaşayabilecekleri çok sayıda demokrat Sünni varken, “Kızılbaşların katli vaciptir” zihniyetini saflarında en fazla barındıran örgütlerden biri olan Hizbullah Diyarbakır’da on binlerce kişinin katıldığı mitingler düzenleyebilmektedir. Bu koşullar altında anlaşılması kaydıyla yukarıdaki soruya gönül rahatlığıyla evet diyebilecek bir Dersimli varsa bu düşüncenin dayanaklarını yazsın, öğrenelim. İnsanın yaşadığı coğrafya, onun politik kaderi üzerinde etkide bulunan faktörlerden biridir. Ama bu gerçeği anlamak, tek yanlı olarak Alevilere farz kılınabilecek bir şey değildir. Politik coğrafyanın farz kıldıkları Kürt hareketi tarafından da doğru kavranmak zorundadır. Oysa PKK liderinin örgütünü angaje etmeye çalıştığı yeni çizgi, Ortadoğu’daki mazlumların değil, zalimlerin çizgisidir. Bu çizgi, Kürt hareketinin kader ortaklığı içinde bulunduğu diğer mazlumları gözet- mesine olanak tanımıyor. PKK yöneticilerin Aleviler konusunda son dönemlerde içine düştükleri kıvranışın kaynağı bu onulmaz çelişkidir. Daha dağdan bile inememişken, ancak bölgenin efendilerine ait olabilecek nitelikte bir politikanın sanki öznesiymiş gibi rol kesmeye kalkışırsanız olacağı budur. Kum bahçesinde gemi yüzdürülmez. Şimdiye kadar bu gerçeği anlamama hali esas olarak Aleviler için söz konusuydu. Devlet, Kürtlerle savaşırken tarafsız dursunlar diye Alevileri yatıştırma politikası güdüyordu ve birçok Alevi lideri bunu kişisel ikbal edinmek için “düşkün” biçimde kullanıyordu. Özal’ın Gölbaşı buluşmalarıyla başlattığı bu satın alma politikası, Kürtlerle Aleviler arasında politik coğrafyanın gerekli kıldığı birliğin tam olarak oluşmasını engelleyen en önemli faktörlerden biriydi. Bazı Alevi liderleri, temsil ettiklerini iddia ettikleri toplum gerçekte Türkiye’nin paryaları arasında olduğu halde, sanki mevcut sistemin efendileriymiş gibi rol kesiyorlardı. Yüksek dozda Kemalizm şakşakçılığı bunun ifadesiydi. Yeni dönemde ise durum tersine dönmüş görünüyor. Bu kez Sünni Kürtlerin yöneticileri “ne yapalım, liderimiz içerde” gerekçesiyle yeni-Osmanlıcı yayılmacılığa göz kırpıyor ve aslında hala bölgenin paryalarının safında bulunan bir halkın temsilcisi oldukları halde bölgenin efendileriymiş gibi rol yapmaya öykünüyorlar. *** Özetle, MİT-Öcalan mutabakatı Aleviler açısından tehlikelerle dolu bir maceraya işaret ediyor ve Alevilerin Kürt hareketinden uzaklaşmalarına neden oluyor. Kendi payıma, Alevilerin kendi geleceklerini Öcalan’ın yeniOsmanlıcılığa payanda olma politikasına teslim etmemelerini, buna karşı itiraz seslerini yükseltmelerini hem olumlu hem de onurlu bir tutum olarak görüyorum. Bu, aynı zamanda PKK’yi yeni-Osmanlıcı maceralara atılmasını frenleyecek bir işleve de sahip bir direniştir. Dahası, sadece Aleviler için değil, toplumun bütün kesimleri bakımından gözetilmesi gereken altın bir kurala işaret eder: Kimse kendi geleceğini koşulsuz biçimde bir aşiretin reisine, bir partinin başka- kızılbaş - sayfa 9 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nına, bir tarikatın liderine, bir pire, bir ulu lidere, bir gerilla liderine vb. terk etmemelidir. Bu, deyim yerindeyse, tersinden örgütsüzlüktür. Herkes kendi kaderine bizzat kendisi sahip çıkmalıdır. Böyle olmakla birlikte, Öcalan’ın yeni-Osmanlıcı politikalarına tavır almayı Kürt hareketine karşı genel bir tavra dönüştürmek, Türk olsun Kürt olsun fark etmez Aleviler açısından stratejik bir hata olacaktır. Bunu derken sadece insanlıkla veya ezilenden yana olmayla ilgili genel ahlaki prensiplerden hareket etmiyorum. Türk ve Kürt Alevilerinin en dar manadaki menfaatleri açısından baktığımda da aynı sonuca ulaşıyorum. Bulunduğumuz coğrafya, mevcut durumda Alevilerle Kürtleri birbirlerine mahkum eden bir denklem kurmuştur ve bu denklemin kısa vadede değişebileceğine dair bir veri de bulunmamaktadır. Bu denklemi beğenmeyebilirsiniz, ama reddetme lüksüne sahip değilsiniz. Özellikle de Kürt Alevileri böyle bir şansa hiç sahip değil. Elbette Maraş’tan Dersim üzeri Hınıs’a kadar bütün Alevileri İstanbul’a veya Düseldorf’a taşımayı düşünmüyorsanız. Ama bu coğrafyada yaşadığınız müddetçe onun dikte ettiği politik denklemleri görmezlikten gelemezsiniz. Bu denklemleri unutarak veya onlara rağmen kuracağınız stratejilerden Alevilere de Kürtlere de yarar gelmez. Fakat bu, sadece Alevilerin bilmesi gereken bir gerçek değildir. Kürtlerin de bu gerçeği bilmesi ve gözetmesi gerekmektedir. Aksi takdirde işlemez. Bu nedenle, Kürt hareketi, Alevilerle ilgili bir gelişme olduğunda, eski Türkiye’nin ezberlenmiş terimleriyle konuşmayı bir kenara bırakmak zorundadır. Kemalizm, darbe, Ordu, Ergenekon gibi suçlama lafları bu terimlerdendir. Dün önemli bir gerçeği ifade eden, ama bugün kadük hale gelmiş bu dil, Alevilerle ilgili hiçbir sorunu çözemeyeceği gibi bu saatten sonra daha çok yeni-Osmanlıcığın içteki ve dıştaki yayılmasını gizlemeye yarıyor. Bir yana bırakılması gereken bu eski ezber aynı zamanda Taksim sözcüğüyle simgelenen bazı toplumsal kesimleri de ilgilendiriyor ki MİT-Öcalan mutabakatının bu gruplara olan etkilerini gelecek yazıda ele almaya çalışacağım. "Yavuz ve Aleviler" Murat Belge “Terör Örgütü”, “Teröristbaşı” vb. klişelerden örülü bir dille konuşmaya alışmışken, “barış süreci” adıyla tanınan yeni bir “yol-yordam”ın önünün açılması, Türkiye için önemli bir fırsatın doğabileceğini gösteriyordu. Ama “toplumsal dönüşüm” galiba tahminlerimizin ötesinde güç bir olgu. “Yeni Türkiye” derken kendimizi “en eski” Türkiye’nin ortasında bulduk. Taksim’den Türkiye’ye yayılan direnişi daha çok konuşacağız. Aslında bu da bir başka “başlangıç” olma potansiyelini taşıyor. Ama birileri “hijack” etmezse... Bugün, kısa bir sürede önümüze küfeden dökmüşler gibi yığılan yeni gündem maddeleri üstüne yazmak istiyorum. Örneğin yeni köprünün adı ve onun yürürlüğe soktuğu dinamikler. Bu kadim dinamikler “Gezi Parkı” kavgasına benzemiyor. Onun kadar “patlayıcı” değil, ama çok daha “sessiz ve derinden”. Çok daha eski yaralara hiç de hayırhah olmayan bir biçimde müdahale ediyor. Dolayısıyla, köprüye bu adı verme kararına karşı Alevi kesimin gösterdiği tepkiyi haklı buluyorum. Türkiye’de yaşayan bir Alevi “Yavuz Sultan Selim” adını duyduğu an, içine güzel duygular doğmaz, ruhunda güller açmaz. Bir zaman önce kendisiyle aynı inançları taşıyan ve bu inançları taşıdığı için katledilen otuz, kırk bin insanı hatırlar. O köprüden geçmesi gerekecekse, her geçişinde bunu hatırlayacaktır. Ama yalnız beş yüz yıl önce olmuş bir olayın anısıyla sınırlı kalmayacaktır bu. Çünkü zaten konu bir Çaldıran seferinden ibaret değildir. Arkası gelmiştir. Onun için de Alevi kesim yüzlerce yıldır hayatını güvensizlik ve endişe içinde geçirmiştir. Alevi kişiliğinin bir parçası haline gelmiştir bu endişe. O köprüden geçerken bir Alevi’nin düşündükleri bu tarihle de sınırlı kalmayacaktır. Muhtemelen düşünecektir: “İki bin bilmem kaç yılındayız; bu köprü yeni yapıldı; buna bu adı verdiler; bununla bana bir şey mi söylüyorlar? Örneğin, ‘gene yaparız, ha!’ mı demek istiyorlar? Bu kıyımı yapmış bir kişinin adını böyle gözümüze sokmak, masum bir davranış olabilir mi?” Bir Alevi’nin bu olgu karşısında bunları düşünmesi, akla gelmeyecek bir şey mi? Aslında, düşünmeyeceğini düşünebilir miyiz? Türkiye’de yaşayan, hele burada siyaset yapan, dolayısıyla insanların nabzını tutan kişilerin, ekiplerin, partilerin bu konular hakkında bilgisi olmadığını aklımızdan geçiremeyiz. O halde? O halde yukarıda anlattığım Alevi’nin zihninde kurduğu denklem doğru bir denklem. Öncelikli sorun, hükümet açısından, sanırım Osmanlı tarihinin rehabilitasyonu. Bir unutturma politikası olduğuna bence haklı olarak inanıyor ve bunu düzeltmeye çalışıyorlar. “Türk Büyükleri” dendi mi, Osmanlı atalarımızın hakkını verelim, diyorlar. Yavuz da, önemli işler yapmış bir padişah. AKP’nin pek sevdiği “emperyal” gözlükle baktığınızda, Mısır’ın fethi ile devlete 19. yüzyıla kadar devam edecek büyük bir gelir kaynağı kazandırmış adam. Ama sorun bundan ibaret değil, çünkü o defterde Alevi Kıyımı da yazılı ve bu ülkede milyonlarla Alevi yaşıyor ve aklî yetileri yerinde, bellekleri taze. “Barış Süreci” demişken, bu toplumun geçmişinde fazla görülmeyen bir siyaset kültürü ve üslûbuna imkân tanımaya hazırlanırken, haydi şu klişeyi de kullanayım, iki kıtayı birbirine bağlayan bir köprü yaparken, o köprünün adıyla bu toplumun iki aslî ögesinin arasını açmanın anlamı nedir? Hikmeti nedir? İsim mi kalmadı? Yavuz Sultan Selim, Osmanlı toplumuna kalıcı bir biçim vermiş bir padişahtır. Bu, yalnız “Alevi sorunu” çerçevesini içererek onu aşan, daha geniş kapsamlı bir konu. Bu adı vermekte karara varmış olanlar bunları ne kadar enine boyuna düşündüler, bilemiyorum. Aynı zamanda, muhalefet edenlerin bazılarının da bu tarihî gelişmeler hakkında yeterli bilgisi olduğunu sanmıyorum. Onun için, en az bir yazıda daha, bu konu üstünde durmak istiyorum. Taraf Gazetesi kızılbaş - sayfa 10 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Katliam Gerekçesiyle CHP Hakkında Kapatma Talebi ve “Atatürk’ü Sevmiyoruz” İddiasıyla Kılıçdaroğlu’na Dava… Bugünlerde Dersim’de ilginç, dikkat çekici, Kürtlerin ve demokratların tümünü ilgilendiren bir dava devam ediyor. Bu davanın birinci duruşması, 20 Mayıs 2013’te yapıldı. Davacı dostum ve arkadaşım davayı savunmak için avukat ilânı vermişti. Ne yazık ki ilk duruşmaya avukat bulamadı. Ben ve hayat arkadaşım fiilen avukatlık yapmamamıza rağmen, bizim için sorunlu bir durum olmasına rağmen, davayı tarihi ve önemli gördüğümüzden duruşmaya avukat olarak katıldık. Ama duruşma günü Dersim Adliyesinde Baro Odasında tanıştığımız avukat arkadaşlarımıza duruma aktarmamızdan sonra, genç bir hanım arkadaşımız da davaya avukat olarak gireceğini beyan etti. Umut ediyorum ki bu tarihten sonra bu davaya sahip çıkacak yürekli, tarihi, insani sorumluluğu olan; Kürdistan’da Kürtlere yapılan katliamlara karşı mücadele eden, Kürt Milletinin kendi kaderini tayin hakkını savunan avukatlar olacaktır. Davanın konusu ilginçtir. Dava, ikili bir yapı taşımaktadır. Davanın ilginç yanlarından biri, 1919’dan sonra Kürdistan’da ve resmi devletin şimdiki başbakanı tarafından kabul edilmiş Dersim Katliamından sorumluluğu tartışmasız olan CHP’nin, faşist, insanlık suçu işleyen, ırkçı, jenositçi, katliamcı niteliğinden dolayı uluslararası hukuk ve sözleşmeler açısından kapatılması talebidir. Bu talep yerel hukuka göre, yerel mahkemelerin yetkisi içinde olmadığı için, yerel mahkeme dostum ve arkadaşım Mehmet Yürek’in bu konudaki talebini kabul ederek, Yargıtay Başsavcılığına göndermiş. Yargıtay Baş Savcılığı gerekli incelemelerden ve tarafların savunmalarını almasından sonra Anaya Mahkemesinde dava açıp açmayacağına karar verecek. Davanın ikinci ilginç yanı; Kemal Kılıçdaroğlu’nun CNN Televizyonun- Genel Başkanı ANKARA DAVA : Manevi tazminat KONU : Davalı vekilinin 20/02/2013 ve15/03/2013 tarihli havale beyanlarına karşı cevaplarımız ile 20/05/2013 tarihli duruşmaya esas beyanlarımızdır. İbrahim GÜÇLÜ (ibrahimguclu21@gmail.com) da “Atatürk’ü sevmeyenler vatan hainidir” sözüne karşı Mehmet Yürek dostumun, “Ben Atatürk’ü sevmiyorum, ama hain değilim” tespitinden yola çıkarak Kılıçdaroğlu aleyhine açtığı hakaret davasıdır. Mehmet Yürek’in kendisini Kılıçdaroğlu’nun sözlerine muhatap kabul etmesinin nedeni de, daha önce Atatürk hakkında yazdığı bir yazıdan dolayı cezalandırılmış olmasıdır. Daha fazla yorum ve tespit yapmayı doğru bulmuyorum. Bütün bu gelişmeler için sözü Mehmet Yürek dostuma bırakıyorum. ***** ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NE TUNCELİ(DERSİM) DOSYA NO : 2013/57 DAVACI : Mehmet Yürek ,Güney Konak Köyü Ovacık/Tunceli TC NO: 13385464756 DAVALI : Kemal Kılıçdaroğlu, CHP AÇIKLAMALAR: A) 20/02/2013 tarihli dilekçelerinde iddia ettikleri hususlara itirazlarımız: 1- Davalının usule ilişkin itiraz ve talebi: Davalı avukatı müvekkilinin CHP Genel Başkanı olduğunu ve partinin genel merkezinin Ankara’da olduğunu, müvekkilinin Ankara’da ikamet ettiğini bu nedenle davanın Ankara’da açılması gerektiğini iddia ederek Tunceli Mahkemelerinin yetkisiz olduğundan dosyanın yetkili Ankara mahkemelerine gönderilmesini talep etmiştir. Bu iddiaya yanıtımız ve karşı talebimiz: Davalı her ne kadar CHP Genel Başkanı olup Ankara’da ikamet ettiğini belirtse de, son yerel seçimlerde İstanbul Kâğıthane ilçesinde de ikamet ettiği bir genel başkan olarak oyunu kullanamamasından ötürü tüm ülkemiz halkı tarafından bilinmektedir. Eğer yetkili mahkeme K. Kılıçdaroğlu’nun ikamet ettiği yerse bu Ankara değil İstanbul’dur. Bunun yanında yetkili, mahkeme K. Kılıçdaroğlu’nun G. Başkanlığı ölçü alınacaksa genel Başkanlık yaptığı parti, Türkiye’nin tüm il ve ilçelerinde faaliyet yürüttüğüne göre her il ve ilçe mahkemesi K. Kılıçdaroğlu için yetkili mahkemedir. Ayrıca ben suça esas olan konuşmayı yaşamakta olduğum Tunceli (Dersim) il merkezinde öğrenerek davayı haklı olarak Tunceli (Dersim) de açtım. Kemal Kılıçdaroğlu da aynı zamanda Tunceli (Dersim)’lidir. Ayrıca CHP eski ve köklü bir parti olduğundan Ülkemizin her yanında olduğu gibi Tunceli’de (Dersim’de) ve her ilçesinde örgüt ve teşkilatları bulunmaktadır. Ayrıca benim davacı olma nedenim, davalının beni mağdur etmesi nedeniy- kızılbaş - sayfa 11 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ledir. Dava Ankara’ya gittiğinde ben her duruşma için Ankara’ya gitmek zorunda bırakılarak mağduriyetim artırılmış olacaktır. Olay yerinin Tunceli (Dersim) olması, davalının aynı zamanda Tuncelili (Dersimli) olması nedeniyle davalı tarafın dosyanın Ankara mahkemelerine gönderilmesi talebinin reddi ile Tunceli’de (Dersim’de) devam edilmesini, bu konuda Anayasamızın 90 maddesinin değişik son fıkrasının uygulanarak tarafı olduğumuz uluslar arası hukuk, sözleşme, yasa ve AİHM kararların esas alınarak gereğinin yapılmasını talep ederim. 2- Davalının esasa ilişkin iddialarına yanıtımız ve taleplerimiz: Davalı vekili benim iddialarımı herhangi bir delile ve kanıta dayandırmadığımı ifade ederek yalnızca bir tv kanalı video linki verdiğimi ve iddialarımın kanıtlarını mahkemeye ve karşı tarafa bildirmekle mükellef olduğumu söylemektedir. Ben delil olarak konuşmanın yapıldığı tv video linkini verdim. Bu konuşmayı bir cd ye kopyalayarak mahkemeye verebilirdim. Ancak bu davalı taraf ve mahkemeniz tarafından güvenli görülmeyebilinirdi. Aynı iddiamla Tunceli (Dersim) C. Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduğumdan söz konusu konuşmanın bant çözümleri ilgili Emniyet Müdürlüğünden istenmiş olup temin edilerek dosyasına konulmuştur. Aynı işlemin delil güvenirliği açısından mahkemeniz tarafından da yapılmasını talep ederek söz konusu bant çözümlemesinin bir örneğini ekte takdim ediyorum. Davalı taraf, söz konusu TV konuşmasında doğrudan Mehmet Yürek’i hedef alan ve yönelen bir husus olmadığından davada “matufiyet” unsuru oluşmadığından dolaylı veya doğrudan bir saldırı oluşmadığını iddia etmektedir. Davalı “Atatürk’ü eleştirmek ve sevmemek vatan hainliğidir” sözünü sarf etmiştir. Bu ilgili video linkinden ve ekte sunduğumuz Emniyet Müdürlüğü bant çözümlerinden anlaşılmaktadır. Ben de gazeteye yazdığım bir Atatürk eleştirisi nedeniyle mahkûm olmuş biriyim. Bu ülkede kaç kişinin Atatürk’ü eleştirebildiği ve bu nedenle mahkûm olduğu göz önüne getirildiğinde, davalı tarafın matufiyet unsurunun ne kadar ve nasıl oluştuğu anlaşılabilir. Ben o yazıyı yazıp yargılandığım dönemler- de Atatürk fanatiklerinin hedefi oldum ve büyük mağduriyetler yaşadım. Davalı sıradan birisi olmayıp Atatürk’ün partisinin başındaki biri olarak bahse konu Tv programında beni yeniden açık hedef haline getirmiştir. B) Davalının ek talebime 15/03/2013 tarihli cevabına cevabımdır: Davalı tarafın cevap dilekçesinde bahsettiği hususların hiç birisi gerçeği yansıtmamaktadır. Mustafa Kemal, ülkemizin düşmanlar tarafından işgal edilmesinden sonra, Osmanlı Padişahı Vahdettin tarafından gizlice görevlendirilip, yüklü miktarda altın ve para verilip, kendisine zamanın en iyi gemilerinden Samsun Gemisi tahsis edilerek ve yanına da padişah fermanını alarak, Anadolu ahalisini teşkilatlandırıp, kurtuluş savaşı başlatmak amacıyla yola çıkarılmıştır. Bu görevle Samsun’da, Amasya’da, Erzurum’da, Sivas’ta ülkenin her kesiminden insanlarla toplantılar yapmış, yapılan bu toplantılarda, el birliğiyle düşmanın vatan topraklarından atılması gerektiğini, verilecek olan kurtuluş savaşı sonrasında da ülke yönetiminin Anadolu’da yaşayan Müslüman halklar tarafından birlikte oluşturulacağı sözü ancak, zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşından sonra, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nda canla başla mücadele veren unsurların en zayıfından başlamak suretiyle, çeşitli olayları bahane ederek etkisizleştirme politikası gütmüş, tüm suçları yalnızca şapka giymemek olan gariban Anadolu insanlarından onlarcasını ülkenin her yanında kurulan güdümlü mahkemelerinin darağaçlarında idam ettirilmişlerdir. En güçlü unsur olan Kürtleri en sona bırakmış, yine devletin görevli provokatörleri vasıtasıyla çıkarmış olduğu bir takım olayları bahane göstererek, çocuk, kadın, yaşlı, sakat demeden binlerce Kürdün katledilmesine ses çıkarmamıştır. İnsanlar mağaralara doldurularak, uçaklardan benzin boşaltılıp, arkasından bomba atılarak cayır cayır yakılmıştır. Bu yapılanların delilleri halen orta yerde durmakta, daha 15 gün önce bu mahkeme salonuna 20 km mesafedeki Laç deresinde bulunan 1937/38 de katledilmiş Dersimlilerin kemik yığınları bir harman misali yerel ve ulusal medyada gösterilmiştir. Devletin arşivlerinde bu kırımın belge- leri saklanmaktadır. Ayrıca davalının avukatı da Dersim’de yapılanları bir kırım ve katliam olarak nitelendirmektedir. En önemlisi de TC Başbakanı R.Tayyip Erdoğan 1937/38 de yapılan katliamı kabul etmekte, devletin bu uygulamasından ötürü özür dilemektedir ve bu katliamdan o tarihte devlet- iktidar partisi olan CHP’yi sorumlu tutmaktadır. Devlet eliyle gerçekleştirilen katliamlar esnasında ben de üstsoy akrabalarımızdan birçoğunu kaybettim. Acılarını halen yaşamaktayım. Bir ülkede devlet eliyle, o ülke vatandaşlarına mezalim yapılmışsa, yapılan zulmün sorumluları da elbette ki o ülkeyi yönetenler olacaktır. Bu yüzden “Atatürk hastaydı, yapılanlardan haberi yoktu” gibi safiyane aldatmalara çocukların bile inanmayacağı açık bir Kimse beni, başta benim atalarım olmak üzere, bu ülke vatandaşlarına toplu katliamlar yapan, çocuk, kadın, ihtiyar, insanları diri-diri yakma emrini veren ve bu emirleri tereddütsüz uygulamaya koyan kişileri sevmeye zorlayamaz. Sevmediğim için de, bu fikirlerimi açıkladığım için de kimse beni kınayamaz. Ayrıca vatandaşlar ülke liderini sevmedikleri için vatan haini ilan edilemez, cezalandırılamaz. Hatta vatandaşlar ve ben de bir vatandaş olarak katliam yapmayan ülke liderini bile sevmek zorunda değilim. Vatan hainliği deyimi, öyle her önüne gelenin, fikirlerini benimsemediği herkese kolaylıkla vurulacak bir damga değildir. Gerçekleri ifade etmenin suç olduğu nerede görülmüştür. Evet, ben gerçekleri ifade ettiğimden dolayı, aynı ilçede yaşamak talihsizliğine maruz kaldığım darbeci Kenan Evren’in işareti üzerine anti demokratik bir ortamda yargılandım ve Mustafa Kemal’in kurmuş olduğu düzenin mahkemeleri tarafından haksız olmadığım halde cezalandırıldım. Aldığım cezadan dolayı hiç pişman olmadım ve olmayacağım da. Kemal Kılıçdaroğlu bir parti lideri olarak kendi resmi statüsünü kullanarak baskı uygulamaya çalışmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun bu mantığı tek parti otoriter döneminin devamı niteliğindedir. Oysa Dünyada çok köklü değişimler ve demokrasi alanında bir de- kızılbaş - sayfa 12 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rinleşme söz konusudur. Türkiye’de de Dünyadaki bu yeni yapılanmalardan derinden etkilenmekte olduğunu Kılıçdaroğlu anlayamamaktadır. Kılıçdaroğlu’nun kavrayamadığı bir şey de bizim gibi demokrasi ve Dersim Kürt dava adamlarının bu tür baskılara papuç bırakmayacaklarıdır. Bu gerçeklerin yanında Kılıçdaroğlu ve avukatı mahkemenizin değerli üyesinin de kendileri gibi Dünyadan habersiz olduğunu düşünmektedir. Oysa Dünyada bütün tarihsel dönemlerde değişimlere ve köklü reformlara en başta hukukçular öncülük etmişlerdir. Mahkemenizin de bu evrensel değerler doğrultusunda düşünerek hareket edeceğini umuyorum ve diliyorum. Kılıçdaroğlu’nun vekili Dersim’deki katliamı kabul ettiğine göre, Dersim’deki katliamı tek taraflı yorumlarla kısır bilgilerle ileri sürdüğümüzü iddia etmesi büyük bir çelişki ve aynı zamanda kendisini yalanlamadır. Bunun yanında “geriye değil ileriye bakmamız” gerektiğini ileri sürmektedir. Bununla kalmayarak tarih üzerine düşmanlık kurulmasını çağdaş insan felsefesine aykırı değerlendirirken, Dersim katliamından sorumlu olan M. Kemal Atatürk’ü benim gibi sevmeyenleri hain ilan etmesi nasıl olur da çağdaş insan felsefesiyle uyuşur; kin ve nefret olarak değerlendirilir. Ülkemizin ortak değerlerine birlikte sahip çıkılması gerektiği bir zorunluluk olarak ileri sürülmesine rağmen, Dersim Koçgiri, Ağrı, Zilan, 1925 Kürt Milli hareketi döneminde yapılan katliamların savunulmasın da bir zorunluluk görülmemekte, Kürtlerle ilgili olan gelişmeler ve Kürtlerin değerleri Kılıçdaroğlu ve vekili tarafından ortak değer görülmemektedir. Bu da Kılıçdaroğlu ve CHP nin geçmişte Dersim’de ve genelde Kürdistan’da yapılan katliamları doğru ve gizlediklerini göstermektedir. Hala yaşamakta olduğumuz bu tarihsel dönemde Kılıçdaroğlu ve partisi, Kürtlerin anadillerinde eğitim ve öğretimine karşı çıkmakta, Kürtlerin diğer kolektif hakların iadesini red etmekte ve 12 Eylül darbeci faşist anayasasının ilk üç maddesini yani Kürtleri red ve inkâr eden maddelerinin bekçiliğini yapmaktadır. Davalı avukatı Dersim’deki kırımı kabul etmekte ve bu kırımın bir insanlık ayıbı olduğunu ifade etmektedir. Ama Dersim’de kırım yapan ve yaptıran yetkili ve sorumluları gizlemektedir. Hem mantıksal ve hem de hukuksal olarak bir eylem, bir kırım, bir suç ve üstelikte bir insanlık suçu var ise; bunun aktörleri, yapanları ve sorumluları da vardır. Dersim katliamından da o dönemin liderleri ve iktidarı sorumludur. Daha açık ifade edersem, o dönemin en önde gelen yetkili ve sorumluları dönemin Cumhurbaşkanı M. Kemal ve Başbakan İ. İnönü’dür. Sorumlu iktidar da tek parti iktidarı olan CHP’dir. Yine davalı vekili Dersim katliamının bir devlet politikası sonucu olmadığını bazı askeri ve idari yetkililerin taşkınlıkları olduğunu iddia etmektedir. Eğer bir taşkınlıktan bahsedilecekse o da kırkbin Dersimlinin katledilmesi olamaz. Eğer bu bir idarecilerin taşkınlığı olsaydı ancak bir Roboski ve Özalp’taki kadar insan katledilebilirdi. (Ayrıca devlet yetkililerinin aşırı, taşkınlığı ve kanun dışı bir hareketi ise, bundan dolayı birilerinin yargılanıp cezalandırılması gerekirdi. Böyle bir gerçek de ortada yok. İG) Davalı vekili bu iddiayı ileri sürmekle Cumhurbaşkanını, Başbakanı ve iktidarı hiçe sayarak toplum aklıyla da alay etmektedir. Kılıçdaroğlu’nun “Atatürk’ü eleştirmenin, Atatürk’ü sevmemenin ve ona karşı çıkmanın vatan hainliği olduğunun” muhatabının belli olmadığı görüşü açıklamanın özüyle çelişkilidir. Eğer muhatab olmadığı halde bu düşünceler ileri sürülüyorsa, bu rasyonel olmayan bir davranıştır. Oysa Kılıçdaroğlu’nun bu ihamlarının muhatapları vardır. Ben de bunlardan biriyim. Bunun en somut delillerinden biri de, geçtiğimiz günlerde A Haber TV de Sevilay Yükselir ‘in sunduğu programda “herkes Atatürk’ü sevmek zorunda mı, Kürtler neden Atatürk’ü sevmez” konulu program yapıldı. Bu program da Kılıçdaroğlu’nun muhataplarının varlıklarını gösteriyor. Mahkemeniz bu programı delil olarak talep edip kullanabilir. Davalı taraf, CNN Türk Televizyonunda CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği “Atatürk’ü sevmeyenler vatan hainidir.” Sözünün genel bir ifade olduğundan bahisle, beni kastetmediğinden bahisle o sözlerin muhatabının ben olmadığını iddia etmektedir. Davalı tarafın iddiası gerçeği yansıtmamaktadır. Sayın Kılıçdaroğlu “Atatürk’ü sevmeyenler vatan hainidir” demekle Mustafa Kemal’i sevmeyen herkesi genel bir suçlama ve hakarette bulunmuştur. (Dersimli olmayan-İG) Tuncelili Sayın Kılıçdaroğlu, özelde de Mustafa Kemal karşıtlığı mahkeme kararı ile belgelenen şahsıma karşı suçlama ve hakarette bulunduğu gibi, “durumdan vazife çıkarmakta çok mahir” bir takım kişilere de şahsımı bizzat hedef göstermiştir. Ben bir sorumlu vatandaş olarak, hakkını aramasını bilen bilinçli bir insan olarak şahsıma yapılan hakarete karşı dava açma hakkımı kullandım. Davalı tarafın şahsımı “cahillikle” suçlamasını da esefle karşılıyor ve aynen iade ediyorum. Bundan sonra başıma gelecek herhangi bir hadiseden bizzat Sayın Kılıçdaroğlu sorumlu olacaktır. Zaten Cumhuriyet Savcılığına da ayrıca suç duyurusunda bulundum. Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, bir Tuncelili olması, kendisinin de devlet eliyle gerçekleştirilen mezalim sonrasında atalarından 40 kişinin soykırıma uğradığını bile bile Mustafa Kemal’i seven birisi olması, Stocholm Sendromuna tutulmuş olma ihtimalinin mevcudiyeti beni hiç ilgilendirmemektedir. Ancak kendisinin yaşadığı semptomlar, başkalarını suçlayıcı olmasına da cevaz vermemektedir. İstem ve Sonuç: Bu davaya esas olan ilk dilekçemdeki ve sonra verdiğim ek dilekçemdeki beyanlarım doğrudur ve aynen tekrar ediyorum. Açıklanan sebeplerle davamın kabulü ile Tunceli mahkemelerinde görülmesini ve yargılama giderlerinin davalı taraf üzerinde bırakılmasını arz ve talep ederim. 20.05.2013 EK: 1 Ad. Emniyet Müd. bant çözüm tutanağı SAYGILARIMLA Mehmet Yürek Davacı kızılbaş - sayfa 13 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yavuz Sultan Selim Alevi katliamı yaptı mı? Özcan SOYSAL Konu Başbakan`ın köprünün adının açıklanması ile alevlendi ve Yavuz Sultan Selim’in 40 bin alevi öldürdügüne dair tarihi kanıtn sadece İdris-i Bitlisi ye dayandığı ve başka ikinci bir kaynak tarafindan teyit edilemedigi konu hakkında yazanlarca ileri sürüldü. Hatırı sayılır tarihcilerden de alıntılar yapıldı. Sonucta Yavuz Sultan Selim’in sadece Safavi Devleti hesabına Alevileri örgütlemeye çalışan bir takim kadroların bireysel olarak makul şekilde cezalandırıldıklarını, bunların sayısının da çok olmadığını tarihi gerçek olarak ortaya koydular. Başka tez de ortalıkta görülmedi. İddialara göre başka tarihi kaynak yok, İran da da yok. Arap ülkelerinin tarihcilerinde de yok. Ve ben buradan var diyorum. Hem de Yavuz Sultan Selim i savunanların altından kalkamayacakları bir tarihi teyit. Problem bu kaynağı benim hemen bulup ortaya koymamın mümkün olmadığı. Bunun için zamana ihtiyaç var. Bütün işi sadece bu işle sınırlarsam bir iki günde Hazır ederim. Bakalım belki o zamana Kadar bu kaynağı dile getiren olabilir mi? 16. yüzyıl İran tarihi ile ilgili İran da ve bugünkü Afganistan Özbekistan vs. ki oradaki bulunan üç ülkenin bir ismi tarihi bir ismi var, belgeleri mevcud. Ben ezberden isim vererek yanlışa düşmek istemiyorum. Şah İsmail o yıllarda Sunni olan halkın büyük kısmı ve ona dayalı ikdidarı yıktı ve Şiilige dayalı bir ikdidar kurdu. Olayın merkezinde bu var. Aleviler yok. Alevilik ile ne sunniligin ve ne de şiiligin bir ilgisi var teoloji açısından. Şah İsmail’in kavdasi İran da Sunnilerle. Kavga sonrası İranda Sunni/Hanefi kalmaz. Yenilirler. Sunni Ulema yukarıda sözünü ettigim üç ülkeye sığınırlar. İranin dogusudur. Bu ulemelardan en etkilisi olandan yazılı bir şey çok yok. Ama onun ögrencisi çok meşhur. Osmanlı sunni/hanefilige dayanıyor. Merkez İstanbul. İran da sunni Şii kavgasında etkili ulemalar açısından İstanbul Fakir. Ciddi sayılacak bir ulea yetişmemiş. İstanbulda bile etkileri çok zayıf olanların. Onlar da İran sunni ulemasından kopya çekip tavşanın suyunun suyu yorumlarını aktarmakla meşguller. Yavuz Sultan Selim’in Sunni ceberrut rejiminden alevi kitlelerin memnun olmadıkları, herkesin kabulu. İsmail ile Yavuz, yani Ormanlı İran karşı karşıya gelirse Yavuz Alevilerin Şah ile birlik olabilecegini ihtimal olarak görüyor ve bu kesimin belini kırmak için geniş bir katliam planlıyor. Ancak o yıllarda savaş müslümana karşı yürütülemez, dinin emri. Şiiler ve sunnilerin savaşının caiz olup olmadığı hararetle tartışılmakta. Tartışanlar İran’i terkeden Sunni iranlılar. Bu etkili Ulema, ki adını ileride zikrederim, felsefi bir tartışmada sesi en gür çıkanlardan. İranlı sunni alim İranının batısındaki ülkelere kaçmış olsa da muhalefetini devam ettirekte Şaha karşı. İşte bu analizlerden birinde Osmanlının Alevi katliamı yapmasının dinen caiz olup olmadığı konusunda bir görüş kalee alıyor ve sunni müslümanlığın Bakış açısından bir sonuca varıyor. Sonuçta alevilerin katlinin vacip, kanının helal olduğuna hükmediyor. Yaptığı tahlilin ana konusu bu degil. Ancak yaptığı bölgesel tahlilde aleviler ile Osmanlı arasındaki ilişkiden haberdar ve analizine alıyor. Bu tahlil ve hüküm İstanbula varıyor. Yavuz hemen bunu tahlile dayanarak ve orayı atifta bulanarak, referans alarak aleviler hakkında seyhülislamdan fetvayı alıyor ve çok geniş bir alevi katliamı uyguluyor. Bu fetva bugüne degil kalkmış ve mehkum edilmiş degil. Fetva yürürlüktedir. Yavuz Sultan Selim 1470-1520 arasında yaşamış. 1512 tahta geçer 8 sene padişahlık yapar. Ebussuud Efendi (Ebu s-Su'ud) meşhur seyhülislam. Ailesi Musullu. Kürt. Fetvaları ve yetiştirdigi ögrenciler aracılığı ile etkisi ölümünden sonra da çok uzun devam etmiş birisi. Bir çok Ünlü fetvası var. Birisinde: Kızılbaşların canları, malları helâldır, onlarla savaşırken ölmek şehitligin en yücesidir ve Kızılbaşların kestigi hayvanın eti mundardır, yenmez .. Yavuz Öldügünde Ebussud isminde birisi henüz 30 yaşında. Ailesi Musullu bir Kürt. İskilip te doğdu. 1545 te Kanuni zamanında seyhülislam. Bir çok konuda fetvası var. Birisi alevilerle ilgili: "Kızılbaşların canları, malları helâldır, onlarla savaşırken ölmek şehitliğin en yücesidir ve Kızılbaşların kestiği hayvanın eti mundardır, yenmez " Bu Yavuz zamanındaki fetvanın temel alındığı bir fetvadır. Bugüne degil fevta ve takip eden Seyhülislamlar ve de ne de Cumhuriyet döneminde Diyanet işleri başkanları tarafindan kaldırılmamıştır. Hiç bir sunni/hanefi tarikatın lideri bu fetvanın kalkması gerektigi konusunda beyanda bulunmadı. Bugün de 70 bin camisi ve bir o kadar imamı bulunan TR de bir tek imam bu fetvanın geçerli olmadığını söylemedi, söyleyemez. Kaynak: h t t p: // w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / Fo rum/609946/message/1370200310/Yav uz+Sultan+Selim+Alevi+katliami+yap ti+mi- kızılbaş - sayfa 14 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Müftü El Hamza'nın Kızılbaşlarla ilgili fetvası Müslümanlar! Bilin ve öğrenin ki şu Kızılbaş toplumunun başkanları Erdebil-oğlu Şâh İsmail'dir. Peygamberimiz aleyhisselâm'ın şeriatini ve sünnetini ve İslâm dînini ve din bilgisini ve Kur'ânı küçümsedikleri ve de Allah Tâlâ'nın haram kıldığı günahlara "Helâldir" dedikleri ve Kur'ân'ı ve mushafları ve şerîat kitaplarını hor görüp ateşte yaktıkları ve de bilginlere ve dindarlara ihanet edip öldürüp mescitlerini yaktıkları ve de pis başkanlarını Tanrı sayıp secde ettikleri ve de Hazret-i Ebû Bekir'e ve Hazret-i Ömer'e sövüp halifeliklerini inkâr edip sövdükleri ve de peygamberimizin şeriatini ve İslâm'ı yok etmeye kast ettikleri, bu anılan ve de bunların Şeriat'a karşı söz ve davranışları bu fakire ve diğer İslâm âlimlerine göre tevâtürle bilinip açıkça belli olduğundan biz dahî Şeriat’ın hükmü ve kitaplarımızın nakli ile fetvâ verdik ki adı geçen toplum Kızılbaşlar kâfir ve dinsizdirler ve de her kimse ki onlara uyup o sapık dinlerine râzı ve yardımcı olursa onlar da kâfir ve dinsizlerdir. Bunları dahî öldürüp toplumlarını darmadağın etmek, tüm Müslümanlara vâcip ve farzdır. Müslümanlardan ölen said ve şehid olup Cennet'e girer ve onlardan ölen aşağılayan Cehennem'in dibindedir. Bunların hâli kâfirlerin hâlinden daha fena ve çirkindir. Zîrâ bunların kestikleri ve avladıkları ister doğanla, ister ok ile ve av köpeği ile olsun, murdardır ve nikâhları gerek kendilerinden, gerek başkasından alsınlar, bâtıldır ve de bunlara kimseden mîras yoktur. Bir bucak halkı bunlardan olsa da Allah yardımcısı olsun, Osmanlı Padişahı'na gerekir ki bunların (Kızılbaşların) ileri gelenlerini öldürüp mallarını ve kadınlarını dahî ve çocuklarını İslâm gâzilerine taksim ede ve bunları ele geçirilince tövbeliklerine ve pişmanlıklarına inanmayıp öldürülmeli ve de bir kimse ki vilâyette olup onlardan olduğu bilinirse ya da onlara giderken yakalanırsa öldürülmeli ve tüm bu toplum hem dinsizdir ve hem bozguncudur, iki yönden katledilmeleri vâciptir. Ey Allah'ım! Dîne yardım edene sen de yardım et ve Müslümanları hor göreni sen de hor gör, (bu fetvâyı veren) Sanı Görez adıyla meşhur el-Müftü Hamza"[1][2] Kaynak [düzenle] 1.↑ Şehabeddin Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi", İstanbul Üniversitesi Eedbiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı 22, s. 17, 1968 2.↑ Gülağ Öz. İslamiyet Türkler ve Alevilik. s. 188, 1999, Ankara, ISBN 9757059021 GİRESUN/UĞUR KÖYÜ’NDEKİ RAFİZİLER’İN CEZALANDIRILMASI YAZI: Gurre (1–10) Rabiyülâhir sene 976 (Eylül 1568) Padişah 2. Selim (Sarı Selim) dönemidir, o yıl Lehistan ile yapılan BARIŞ yenilendi, Avusturyalılarla yapılan 8 yıllık BARIŞ yenilendi. KİMDEN: Divan–ı Hümâyun’dan KİME: Arz–ı Rum (Erzurum) Beylerbeyi’ne HÜKÜM KONU: Giresun Kadısı’nın haberine göre UĞUR adındaki köyde sapık ininçta kişilerin olduğu, bunlar namaz kılmayıp oruç ta tutmadıkları gibi Ramazan’da içki kullandıkları. Bunların yakalanıp mahkeme edilmeleri söylenenlerin gerçek olduğu anlaşılırsa lâyık olduğu cezalarının verilmesine ilişkin Buyrultu. BELGENİN MEÂLİ Yazıldı Mektub götüren Mustafa’ya verildi. Arz–ı Rum (Erzurum) Beylerbeyi’ne HÜKÜMKİ, Giresun Kadısı mektup gönderüb a’yân–ı vilâyeden hatîb ve imâm ve müezzin ve sâir sipâh ve gayr–i kimesneler meclis–i şer’a (mahkemeye) gelüb UĞUR nâm karyeden Hacı Bin Abbas veReceb Bin Ramazan ve Yusuf Bin Ramazan ve Mustafa Bin Hasan ve Bayram Bin Pîr Ali ve Mehmed Bin Torlak ve Mehmed Bin Musâ ve Mehmed Bin Mûsâ nâm kimesneler Râfıziyü–l–mezheb (Ebu Bekir ve Ömer’in halifeliğini kabul etmeyen) olub birbirinden avretlerin kaçurmayub nâ–mahremlerle (nikâh düşmeyen) mahlût (karma karışık) olub halîfeleri olmağla gice ile bâ– mahremânlar (en yakın teklifsiz dostlar ile) cem’ olub (toplanıp) nâ–meşrû fiilden (şeriata aykırı) hâli olmayub aslâ namaz kılmayub ve Ramazan–ı şerîfi tutmadıklarından gayri şürb–i hamr idîb (şarab içip çihâr–ı güzînaşâ sebb idîb (sövüp sayma) saadet üzeredir deyû bildirmeğin BUYURDUMKİ, (boşbırakılmış) varıcak bu bâbda erkân–ı vechle mukayyed olub mezkûrleri (adı geçenler) emîn vechile ele getürib dahi toprak kadısı ma’rifeti ile a’yân–ı vilâyetden ve mu’temedün–ileyh (kendisine güvenilen) kimesnelerden hak üzere erkân–ı vechile dikkat ve ihtimâm (özenle işgörme) teftiş idîb göresin arz olındığı üzere râfıziyü–l–ilhâdları var mıdır ahvâlleri nîcedür temâm–ı sıhhatı üzere ma’lûm idinüb râfıziyü–l–İlhâd üzere oldıkları sâbit ü zâhir olanları habs idîb sübût u zuhûr bulân ahvallerin hakikatı üzere yazub bildiresin emrim eveccühle olursam ûcibi ile amel eyliyesin temâm–ı hakk üzere olub hilâf–ı vâkı’ (gerçeğe uymayan) nesne arz itmekden hazer eyliyesin (sakınma). Fî Gurre–i (1–10) Rebîü–l–âhir sene 976 (Eylül 1568 BELGE: BOA– Mühimme Defteri, cilt: 7, s. 779 kızılbaş - sayfa 15 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ŞEYHÜLİSLÂM EBUSSUUD EFENDİ FETVALARI III. MÜRTEDLER A. KIZILBAŞLAR 479. MES'ELE: Kızılbaş taifesinin şer'an kıtali helâl olup, ks gâzî ve kızılbaş taifesinin ellerinde maktul olanlar şehîd mı? ELCEVAP: Olur, gazâ-i ekber ve şehâdet-i ‘cazîmedir. (A,255b) SU'AL-Î AHAR : Kıtalleri helâl olduğu takdirce, mahzâ! ehl-i islâm hazretlerine bağy ve 'adavet üzere olup, aske]ma kılıç çektiği için mi olur, yâhud gayri sebebi var mıdır? ELCEVAP: Hem bâgîlerdir, hem vücûh-i kesîreden kâf (A. 255 b) 480. MES'ELE: Re'isleri hazret-i Resûlullah (sallallâhu te'âlf ve sellem) âlindendir derler, öyle olucak nev'â şüphe olur? ELCEVAP: Hâşâ yoktur. Efâl-i şenî'aları, ol neseb-i tâh kalan olmamağa şehâdet ettiğinden gayri, sikâttan me. ki, babası İsmail ibtidâ-i hurucunda, imam cAli er-Rızâ ibı elKâzım meşhedinde ve şâir emâkinde olan sâdât-i 'izamınin nesebini Bahr-i Ensâba dere eylemeğe ikrah edip, iftirây edemeyenleri katl-i âm edincek, ba'zı sâdât katilden ha imtisal suretin gösterip dediğin eylemişler. Amma bu miktar tedârik eylemişler ki, bunun nesebini, 'ulemâ-i ensâb-i şerife mabeynlerinde 'akim olup, asla nesli kalmamağıyla ma'rûf bir seyyide müntehi kılmışlardır, ki nazar edenler hakikat-i hâle vâkıf olalar. Faraza sıhhat-i nesebi mukarrer olsa dahi, bî-din olucak, şâir kefereden farkı olmaz. Hazret-i Resûlullâhın (sallallâhu aleyhi ve selem) âli, şe'âir-i şer'-i mübini ri'âyet ve ahkâm-i metini himâyet edenlerdir. Hazret-i Nûhun ('aleyhisselâm), Ken'an sulbü oğlu iken dîni üzerine olmadığı için "ehlimdendir" deyu, necatı için Rabb-i izzete du'â ettikte (14) dlUl ^ ^J 4\ deyu buyurulup, şâir kefere ile bile ta'zîb ve iğrâk buyurulmuştur. Enbiyâ-i 'izam (aleyhim-üssalâti ve-s-selâm) neslinden olmak, dünyevi ve uhrevî cazabdan necata sebeb olsaydı, hazret-i Âdem nebi (aleyhi-s-selâm) neslinden olmak ile, esnâf-i kefereden bir kâfir asla dünyâda ve âhirette mu'azzeb olmazdı. Vallâhu te'âlâ a'lem ve ahkem. (A. 256 a) 481. MES'ELE: Tâife-i mezbûre şi'adan olmak da'vâ ederler, "lâilahe illallah" derler iken, bu mertebeyi îeâb eden halleri nedir, mufassal ve meşrûh beyan buyurula? ELCEVAP: Şi'adan değil, "yetmiş üç fırka ki, içinde ehl-i sünnet fırkasından gayrı nârdadır" deyu hazreti Resul (sallallâhu aleyhi ve sellem) tasrih buyurmuşlardır, bu taife ol yetmiş üç fırkanın hâlis birinden değildir. Her birinden bir miktar şer ve fesad alıp, kendiler hevâlarınca ihtiyar ettikleri küfr ü bid'atlere ilhak edip, bir mezheb-i küfr ü dalâlet ihtira3 eylemişlerdir. Dahfc durup gün günden artırmak üzerinedirler. Şimdiye değin üzerine mmtemir oldukları kabâyih-i ma'rûf elerinin, müceb-i şeriat-i şe- rife üzerine mufassalan hükmü budur ki: Ol zâlimler Kur'an-ı 'azımı ve şeriat-i şerifeyi ve dîn-i islâmı istihfaf eylemekle, ve kütüb-i şer'iyyeyi tahkir edip oda yakmak ile, ve 'ulemâ-i dîni 'ilimleri için ihanet edip kırmak ile, ve re'isleri olan fâcir meVûnu ma'bud yerine koyup ana secde eylemekle, ve dahi hürmeti nusûs-i kafiye ile sabit olan envâ3-i hurumât-i dîniyeyi istihlâl eylemekle, ve hazret-i Ebî Bekr ile hazret-i ömere (radiyallâhu anhum) la'n eylemekle kâfir olduklarından sonra, hazret-i Âişe-i sıddîkanın (radiyallâhu anhâ) berâati hakkında bunca âyât-i }azîme nazile olmuş iken, anlara itâle-i lisan eylemekle Kur}an-i kerîmi tekzîb edip kâfir oldukların- dan ma'adâ, hazret-i Risâlet-penâhın (sallallâhu aleyhi ve sellem) cenâb-ı azizlerine şeyn getirdikleri ile sebb-i nebi eylemiş olup, cumhûr-i 'ulemâ-i a}sâr ve emsâr icmâı ile, katilleri mubah olup, küfürlerinde şek edenler kâfir olurlar. İmâm-ı Azam ve imam Sı yân-i Sevrî ve imam Evzâgî (rahimehullah) katlarında tamı sıhhat üzere tevbe edip islâma gelicek, eğerçi bu küfürler de şâir kefere küfürleri gibi afv olunup katilden necat bulurlar, amfı imam Mâlik ve imam Şâfi'î ve imam Ahmet bin Hanbel ve imt Leys bin Sa'd ve imam îshak bin Râhûye ve şâir 'uzemâ-i cu mâ-i dinden cem'-i kesir katlarında asla tevbeleri makbul ve lamları mu'teber değildir. Elbette hadden kati olunurlar. Hazrt imam-i din-penah (eyyedehullâhu te'âlâ ve kavvâhu) zikr olup eimme-i dinden, hangi canibin kavli ile 'amel ederler ise meşrdur. Ol kabâyih ile ittisafları cemi' ehl-i islâm içinde tevatür mu'ayyenen ma'lûm olmuştur. Hallerinde tereddüd ve iştibah y’tur. Askerlerinden olup kıtale mübaşeret edepler ve binip inip bâhndan olanların sânında asla tevakkuf olunur değildir. Am şehirlerde ve köylerde kendi hâlinde salâh üzerine olup, bunla sıfatlarından ve efallerinden tenezzühü olup, zahir halleri di sıdklarına delâlet eyleyen kimselerin kizbleri zahir olmayın üzerlerine bunların ahkâmı ve 'ukûbâtı icra olunmaz. Bu taife kıtali şâir kefere kıtalinden ehemdir. Anınçün Medîne-i münevv etrafında kefere çok iken ve bilâd-i kızılbaş - sayfa 16 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şâm feth olunmamış iken lara gaza eylemekten, hazret-i Ebî Bekr-i sıddik (radiyallâhu at hilâfetinde zuhur eden Müseyleme-i kezzaba tâbi3 olan tâife-i mtedde üzerine gaza eylemeğe, eshâb-i kiram (rıdvânullâhi aleylecma’în) icmaları ile tercih ve takdim buyurmuşlardır. Hazreti Ali (kerremallâhu vecheh) hilâfetinde havârîc kıtali dahi be olmuştur. Bu taifenin fesadları dahi azimdir, yeryüzünden fesların ref eylemek için mücâhede eylemek dahi ehemdir. 482. MES’ELE: Nahcivan seferinde tutulan kızılbaş evlâdı kul olur mu? ELCEVAP : Olmaz. (B.lO4 a) 483. MES’ELE: Padişah emriyle kızılbaş taifesi vurulup, sagîr kebîri esir olanlardan ba’zı ermeni olduklarında, ol takdirce lâs olurlar mı? ELCEVAP : Olurlar, ermeniler kızılbaş askeri ile asker-i islam üzerine gelip muharebe etmiş olmayıcak, şer’an esir olmak yoktur. (B. 102 a) 484. MES’ELE: Mürtedde dar-ülharbe lahika olmadan alıp esir eylemek eâiz idüğüne îmam-ı A’zamdan nakl olunan rivayete binâen, kızılbaş avretlerin esir eylemekle asker-i İslama kemâl-i kuvvet ve şevket, a’dâ-i dîn-i metîne nihayet za’f ü zillet gelir olsa, ol rivayet ile ‘amel olunmak şer’an eâiz olur mu? ELCEVAP : Caizdir. (A. 93 b) 485. MES’ELE: Bu rivayet ile, ol esir olunan avretin hizmetleri, vat’olunmaları şer’an helâl olur mu? ELCEVAP: Cümle hizmetleri helâldir. Amma mürteddelerdir, islâma gelmeden vat’ları helâl değildir. (A. 94 a) 486. MES’ELE: Çâryâre sebb eden, kızılbaş idüğü sicil olunan Zeydi, Amrm oğlu Bekr kati eylese, şer’an nesne lâzım olur mu? ELCEVAP: Sebb ettiği vakit kati ettiği muhakkak ise ta’arruz olunmaz. (B. 302 b) 487. MES’ELE: “Yezide lâ’net ve ana lâ’net etmeyene dahi lâ’net” diyen Zeyde ne lâzım gelir? (B.181a) ELCEVAP: Lâ’net etmeyene lâ’net nâmeşrûdur. Lâ’net etmemek onun ef’âlin kabul değildir. (B. 318 b) 495. MES’ELE: Zeyd, Amr-i müslimi şer’a da’vet eyledikte, “lâ’net sana ve şer’a” dese ne lâzım olur? 488. MES’ELE : “Muâviye hayırlı kişi değildir” dese, şer’an Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir. (B. 319 b) ELCEVAP: Ta’zîr olunur. (B.318b) 489. MES’ELE: Sahâbe-i kiramdan Muâviyeye lâ’net eden Zeyde şer’an ne lâzım olur? ELCEVAP: Ta’zîr-i beliğ ve hapis lâzımdır. (B. 90 b) B. KÜFÜR, ÎLHAD VE ZINDIKA ÎLE MÜRTED OLANLAR 490. MES’ELE : Zeyd, din ve imân nedir ve kangı mezhebdendir bilmese, şer’an sahîh olur mu? ELCEVAP : Olmaz din ve îman bilmemek ile kâfir olur. (B. 310 a) 491. MES’ELE: Zeyd, Amra “peygamberin kimdir” dedikte, Amr, “bilmezim” dese şer’an ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfir olur, gerçek ise ve yalan ise. (B. 310 a) 492. MES’ELE: Bir hususta ba’zı kimseler Zeyde nasihat edip “şerî’at-i Resûlullah (aleyh-is-selâm) dan hurûc etme, Peygamber hazretlerinden gafil olma, hieâb üzerine ol” dedikte, -eliyâzübillâh-gazab ile “ben Peygamber bilmezim” dese, şer’an. Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir. (A. 88 a) 493. MES’ELE: Zeyd, Amr-i müezzin ezan okurken “bin kerreğırsan, bizden sana varır yoktur” dese Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP; İstihzadır, kâfir olur, avreti bâindir. (A. 11 b) 494. MES’ELE: Zeyd, Amra “gel şerîate gidelim” dedikte, Amr “mazım” dese ne lâzım olur? ELCEVAP: Tecdîd-i îman lâzımdır. 496. MES’ELE: Zeyd, Amrı şer’a da’vet eyledikte “ben şer’ bilmezim, senin şer’in budur” deyu bir değnek gösterip, Amr Ziydi muhkem darb eylese, ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfir olur, dahi eşedd-i ta’zîr eşedd-i te’dîb lâ olur. (B. 89 a) 497. MES’ELE: Zeyd, Amrdan hakkını taleb eyledikte Amr “eğer şer’-i şerîf sabit olursa alayın” dedikte, Zeyd “senden hakkımı şerle mi alırım, katille alırım, hapisle alırım” dese şer’an Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP: Ta’zîr-i şedîd ve habs-i medîd lâzımdır. Şer’-i şerifi istihânet tarîkile dedi ise küfür lâzımdır. (B. 320 a) 498. MES’ELE: Zeyd Amra “bana Tanrıyı buluver” dedikte Amr Zeyde “Kur’an ile ‘âmil olup, Peygambere iktidâ edicek, bulursun” deyieek, Zeyd “anlara ne ‘amel, ben anlarsız bulurum” yahut “buldum” dese Zeyde “ne lâzım olur? ELCEVAP: Katli lâzımdır, zındıktır. (A. 262 b) 499. MES’ELE: Zeyd “bana hazret-i İsâ (aleyhisselâm) gibi gökten mâide iner, ve niee kimseleri tâ’undan ve gayri belâdan kurtarırım, dilediğimi zillete düşürürüm” dese ne lâzım olur? ELCEVAP: Deli değilse zındıktır, ve elhak delâlet eder, ebatıldır. Ahz-i şedîd olunup, serâiri keşf olunduktan sonra, hakkından gelmek lâzımdır. (B. 321 b) 500. MES’ELE: “Bismillah, Allâhû Ekber” deyu hınzır boğazlayan kimseye nesne lâzım olur mu? ELCEVAP: Tecdîd-i îman lâzım olur. (B. 268 a) 501. MES’ELE: Kâfir düğününe “mü- kızılbaş - sayfa 17 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 barek olsun” diyen Zeyde ne lâzım olur? olup, tehâlut olanlara şer’an ne lâzım olur? ELCEVAP: “Mübarek” dediyse kâfirdir. (B. 319 b) ELCEVAP: Kâfirler, katilleri mubahtır. (B. 317 a) 502. MES’ELE: Zeyd-i müezzin, Amr-i papasa “sen papas ben papas” dese Zeyde ne lâzım olur? 509. MES’ELE: Şârib-ül-hamr olan Zeyd, şurb-i hamr ederken-hâşâ “bir garrâ nesnedir ve güzel nesnedir, bunu içmeyenlerin ağzını avretini filânlayayım” deyu cima, lâfzıyle şetm edip, Amr dahi Zeydi tahsîn edip “iyi dersin” dese ne lâzım olur? ELCEVAP: Tecdîd-i iman, ta’zir ve azil lâzımdır. (B. 319 b) 503. MES’ELE: Zeyd lâtife ile “kesret-i cennetten, tenhâ tamu yeğdir” dese ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfir olur. (B. 24 a) 504. MES’ELE: Zeyd-i fâsıka ba’zı kimseler “tevbe eyle” dediklerinde “Allah saklasın, niye eyleyeyim” dese ne lâzım olur? ELCEVAP : Küfür lâzımdır. (B. 93 b) 505. MES’ELE: Zeyd, hakkı olmayan aldığı akçaya “haramdır” diyen kimselere Zeyd, “haram taştır” dese şer’an Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP: Küfürdür, tecdîd-i imân lâzımdır. (B. 311 b) 506. MES’ELE: Hâşâ “Tanrıdan korkmazım” diyen Zeyde şer’an ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfir-i mahzdır, İslama gelmezse kati olunur. (B. 319 a) 507. MES’ELE: Zeyd, haşre inkâr edip “mümine haşir yoktur” dese ne lâzım olur? ELCEVAP: Katil lâzımdır. (B. 23 b) 508. MES’ELE: Bir taife namaz kılmayıp ve şehr-i Ramazanın farziyetine inkâr edip, Ramazan ayı geldikte sâim olmayıp, ve su’al olundukta “biz fakirleriz, bize beş altı gün tutmak yeter” deyip ve “hamr bağına biz timar ederiz, kendi elimiz emeğidir, bize helâldir” deyip, istimrârî avretleri ile şurb-i hamr edip, ve keferenin cemiyeti günü geldikte mezkûr günlere kefere gibi ri’âyet ve hürmet edip, ve nice bunun gibi hılâf-i şer’ fi’illeri olsa, şer’an bu makûle taifeye ve bunları müslim i’tikad edip, ef’âl ü akvâllerine razı ELCEVAP: İkisi bile kâfirlerdir, katilleri mubahtır. (B.93b) 510. MES’ELE: Zeyd-i müslim Amr-i müslimin -hâşâ- cimâ’ lafzı ile dînine imânına ve ağzına söğse, şer’an ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir. (B. 92 a) 511. MES’ELE: Zeyd, hamr içip mahallesine gelse, Amra “bre Tanrısını ve Peygamberini -hâşâ- filân ettiğim” lâfziyle edebsizlik eylese, o mel’ûna ne lâzım olur? ELCEVAP: Kâfirdir, katli helâldir. Avreti bâindir, ehl-i islamdan dilediği kimseye varır. (A. 86 b) MES’ELE: Mahallenin imamı ve cemâ’atinden ba’zı kimseler da’vâ eylemese, onlara ne lâzım olur? ELCEVAP: Tab’ında din gayreti olan, o mel’ünun hâlini şeriat-ı şerifeye bildirmemeğe kadir değildir. Hak te’âlâ hazretlerinden havf ü recâsı olmayıp, Resûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) şefâatinden müstağni olanlar işitip sükût eyler, amma yevm-i mahşerde hallerin görenler. (A. 86 b) 512. MES’ELE: Zeyd, Amra selâm veriecek yerde “aşk olsun” deyip Amr dahi ol mukabelede “yâ hû” dese, Zeyde Amra ne lâzım olur? ELCEVAP; Hak hazretinin ta’yîn buyurduğu tahiyyet-ül-islamı beğenmeyip öyle ederse, kâfir olur. (B. 319 b) 514. MES’ELE: Zeyd Amra selâm verdikte -hâşâ- “büyük Tanrı selâmun aleyk” dese, Amr “aleyke selâm” dese, Bekr gelip mahkeme-i şer’de şehâdet eylese, bir şâhid ile Amr ve Zeyd mü’ı olurlar mı? ELCEVAP: Bir dahi bulunmağa sa’y olunmak lâzımdır. (A.89a) BU SURETTE: Hâlid, Zeyd ve Amra “mülhid” dese şer’an ne lâzım gelir mi? ELCEVAP; Gelmez, ya ne olsa gerektir, mülhid olmayıp. (A.89a) SÜRET-Î UHRÂ: Bir şâhid dahi bulunsa, anlara ne lâzım olur? ELCEVAP: Katil lâzımdır. (A. 89 a) BU SURETTE: Ba’zı imamlar dahi bu halle mevsûf ve meşhür olsalar, mezburlara dahi ne lâzım olur? ELCEVAP: Katil lâzımdır. (A. 89 a) 515. MES’ELE: Zeyd “filân fi’li işleyecek olursam kâfir olayım dediği hînde mes’eleye âlim olmayıp, sonra mes’ele-i îmandan idüğün bilip, ba’dehu işlerse ne lâzım olur? ELCEVAP: Küfür lüzumundan havf olunur. (B. 88 a) 516. MES’ELE : Zeyd —hâşâ— elfâz-i küfür tekellüm edip, lâkin küfür olduğunu bilmeyip istiğfar ve rüeû, etmeyip, yine kelime-i şehâdet getirse şer’an islâmma hükm olunur mu? ELCEVAP: Âdet tarîki ile getirse olunmaz, inşâ tarikiyle getirse olunur. (B. 310 b) ELCEVAP: Ehl-i islâm mu’amelesi değildir, ne lâzım geldiğini âhirette göre. (A. 259 b) 517. MES’ELE: Zeyd kardeşi Amra hîn-i gazabda “eğer seninle bir sofraya sunarsam, Kâ’be-i şerîfeye taş atmış olayım” dedikten sonra Amr ile sofraya sunsa, şer’an ne lâzım olur? 513. MES’ELE: Zeyd, Amra selâm verieek “aşk olsun” deyip Arm dahi mukabelesinde “yâ hû” dese, Zeyde ve Amra ne lâzım olur? ELCEVAP: “Atmışlardan olayım” dese küfür lâzım olur, “kâfirlerden olayım” demektir, böyle demek ile şart bulundukta anlardan olur. Eğer kızılbaş - sayfa 18 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “atmış olayım” dese lâğvdir. Atmış olmak emr-i hissidir, kâfirlik gibi emr-i hükmî değildir ki meşrut bulundukta mütehakkık ola, “filân işi edersem zina etmiş olayım” demek gibidir, tevbe ve istiğfar lâzımdır. (B. 86 b) 518. MES’ELE: Zeyd “filân avretimi tasarruf edersem Mekke-i şerîfeye taş atmışlardan olayım” dese böyle demesi ile avreti boş olur mu? ELCEVAP: “Etmiş olayım” dedi ise olmaz, bâtıl-i lağvdir. “Etmişlerden olayım” dedi ise “kâfirlerden olayım” demek gibidir, tasarruf ederse kâfir olur, bâin talâk boş olur. Avreti etmez ise ilâdır, dört ay geçtikten sonra bâin talâk boş olur. ELCEVAP: Nesne lâzım gelmez ol şart ile. — Ahmed. (A. 65 a) 519. MES’ELE: Zeyd “eğer min ba’din şurb-i hamr edersem, peygamber kanı olsun” dedikten sonra —hâşâ— şurb-i hamr eylese şer’an ne lâzım olur? ELCEVAP: İçtiği takdirce küfrlerine mu’tekıd iken içicek küfr lâzımdır. (B. 86 a) İdris-i Bitlisi 520. MES’ELE: Zeyd-i mütevellî, Amra “vakıf hamamın tahvîli tamam oldukta sana vermezsem, Resûlullahın (sallallahu aleyhi ve sellem) şefâ’ atinden mahrum olayım ve Tanrıya iki demişlerden olayım” dese sonra vermese şer’an Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP: Vermediği takdirce ol taifeden olmak lüzumuna mu’tekid iken vermeyicek kâfir olur. (B. 87 a) Haccı tekrar lâzımdır. Namazın ibâdetliği sakıt olur, zekât dahi öyledir. (B. 310 b) 521. MES’ELE: Zeyd, kız kardeşi Zeynebe “eğer seninle bir evde ya bir mahallede durursam —hâşâ— Allah ve Resûlullah’a şirk getirenlerden olayım” dese, şer’an yine evde ve bir şehirde durmağa tarik nedir? 524. MES’ELE: Zeyd bir kerpici tekfîn edip, cenazeye koyup, tevabi’ine götürtüp, yolda cehr ile zikr ü salâvât getirip, mekabir-i müslimîn arasında defn eylese. Amr dahi “ol hususu benin katlim kasdma etmişsin” dedikte Zeyd “senin için etmedim, Bekirin katli kastına ettim” dese şer’an Zeyde ne lâzım olur? ELCEVAP; Kâfir olmak mukarrerdir, gayri tarik yoktur (B.86 a) 522. MES’ELE: Zeyd “fî - zamâninâ ümmî taifesi elfâz-ı küfrün cümlesin ve ne idüğü bilmezler, elbette telâffuzundan hâlî değillerdir. Ol ecilden veledleri —hâşâ— veled-i zinadır. Fiilleri dahi delalet eder” deyu hükm eylese, ana ne lâzım olur? ELCEVAP: Gaybete hüküm değildir, kıyasla söylemiş.Sözü gayr-i vâki’ idüğü dahi muhakkak değildir. (B.310 b) 523. MES’ELE: Zeyd-i müslim küfür söylemek ile, salât ve zekatı ve hacemı tekrar i’âde lâzım olur mu? ELCEVAP: Namazı i’âde olunmaz. ELCEVAP: Şâir ise tutulup tevbe ederse kabul oluna, eğer i’tikad olunursa, amma ba’zı eimme katında tutulduktan sonra tevbesi makbul değildir. “Kati olunur, zındık gibi” demişlerdik va dahi bu kavil üzerinedir. Hâkim tevbesinde ihlâs fehm ederse kabul caizdir. (B. 317 b) Kaynak: Şeyhulislam Ebussuu Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayat Yayına hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdag 1972 İstanbul sayfa: 109-117 “Temel hak ve özgürlükler oylama konusu yapılamaz. Bir insanın insan hak ve hürriyetlerini, bir toplumun, halkın yaşam özgürlüğünü, inanç özgürlüğünü kalkıp da referanduma sunamazsınız” Recep Tayyip Erdoğan 1 Aralık 2009 AKP Grup Toplantısı. (Aktaran: Okan Manaz) kızılbaş - sayfa 19 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dört Halife Dönemi'nden bugüne 'İslam kardeşliği' Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam'ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit'in iç ve dış politikalarının temel motifiydi. yin, Yezid’in halifeliğini tanımamış ve kendisini halife ilan etmişti. Destek sağlamak için Mekke ve Medine’ye ardından da Kufe’ye doğru yola çıkan Hüseyin ve 77 yoldaşı, Yezid tarafından 10 Ekim 680’de Kerbela denilen yerde susuzluğa mahkûm edilerek öldürüldü. Bu olay Şii-Sünni bölünmesini kalıcı hale getirdi. Dört Halife Dönemi'nden bugüne 'İslam kardeşliği'625 tarihli Uhud Savaşı nı gösteren bir minyatür (Kaynak: Zeren Tanındı, Siyer-i Nebi, Hürriyet Foundation, 1984). Son aylarda Başbakan Erdoğan ve Abdullah Öcalan’ın ağzından, farklı bağlamlarda da olsa ‘İslamiyetin birleştirici gücü’ hakkında yorumlar duyduk. Epeydir, Asr-ı Saadet, Medine Sözleşmesi, Hudeybiye Barışı gibi İslami kavramlara dayalı ‘çözüm önerileri’ duyuyoruz. Toplumları bir arada tutan unsurlar arasında dinin önemli bir yeri olduğu doğru ancak tarih bize din kardeşliğinin bazen hiç işe yaramadığını, dahası din konusundaki farklı düşüncelerin toplumları bıçak gibi bölebileceğini gösteriyor. Bu haftaki yazım üzerinde pek konuşulmayan ‘madalyonun öteki yüzü’ne dair. İslam’da ilk bölünmenin dört halife döneminin (632-661) sonunda başladığını hatırlatarak başlayalım. Üçüncü Halife Osman’ın 656 yılında kendisini Kuran’dan ve sünnetten saptığını düşünen Müslümanlarca hunharca öldürülmesi, cenazesinin iki gün yerde kalması, üçüncü gün cenaze alayının taşlanması ve nihayet Müslüman mezarlığına değil Yahudi mezarlığına defnedilmesi İslam kardeşliğinin kaybettiği ilk sınavdı herhalde. Bunu dördüncü halife Ali ile onu Osman’ın ölümünden sorumlu tutan Muaviye’nin çatışması izledi. Muaviye’ye, Mısır, Yemen ve Basra valileri ile Peygamber’in karısı Ayşe ile Talha ve Zübeyr gibi önemli sahabeler de destek verdi. Tarafların binlerce kayıp verdiği Cemel (Deve) Savaşı, Müslümanların Şii ve Sünni olarak ikiye bölünmesinin başlangıcını oluşturdu. Ali ve Muaviye taraftarları 657’de bir kez daha karşılaştı. Aylarca süren ufak çatışmalar, ateşkesler ve meydan muharebelerinden oluşan Sıffin Savaşı sonrasında Ali’nin halifeliği bir hile ile sonlandırıldı. Bu sonuçtan Ali’yi sorumlu tutanlar Hariciler adıyla yeni bir bölünmenin aktörü oldu. Ali taraftarları ile Hariciler kozlarını 658’de Nehrevan Savaşı’nda paylaştı. Haricilerin büyük bir kısmı öldürüldü ama 661’de Ali’nin ölümü de bir Harici’nin elinden oldu. Ali’nin oğlu Hasan halifelik hakkından vazgeçmeyince, Muaviye’nin ordusu Hasan taraftarlarını mağlup etmek üzere yürüyüşe geçti. Neyse ki Hasan durumun vahametini idrak etti ve bazı şartlarla halifeliği Muaviye’ye bırakmaya razı oldu da başını kurtardı. Böylece 89 yıl sürecek olan Emevi dönemi başladı. Kerbela Olayı Peki bu dönemde ‘İslam kardeşliği’ ne durumdaydı? Yerimiz dar olduğu için üç örnek vermekle yetineceğim: Muaviye’nin oğlu I. Yezid’in ilk işi, kendisine biat etmeyenleri bahane ederek Medine’ye saldırmak olmuştu. Ahali biraz direnmiş ama sonunda pes etmişti. Komutan Müslüm bin Akbe, Medine’nin üç gün ‘istibaha’sına (yağma ve kan dökmeye) izin verdi. İbn-i Esir, İbn Tahri gibi İslam tarihçilerine göre bu üç gün içinde 4.500 kişi öldürülmüş, bin civarında genç kıza ve bir o kadar evli kadına tecavüz edilmişti. Tecavüze uğrayanlar kâfirler değil, Hazreti Muhammed Medine’ye göç ettiğinde kendisini koruyan, bütün savaşlarına katılan Hazrec kabilesinin mensuplarıydı. Ama Yezid’i tarihe geçiren başka bir olay oldu. Ali’nin diğer oğlu Hüse- Son örnek vaka, 691’de Emevi Halifesi Abdülmelik’e biat etmeyenleri yola getirmek için Haccac komutanlığındaki bir Müslüman ordusunun Mekke’yi yedi ay boyunca kuşatması ve Kâbe’nin mancınık bombardımanı ile yıkılması. Emevilerin son dönemleri Mevali denilen Arap olmayan Müslümanlarla iktidarı elinde tutan Arap Müslümanlar arasındaki çatışmalarla geçti. 750’de Emevi hanedanına son veren Ebu’l Abbas ise öyle işler yaptı ki adını tarihe El Seffah (Kan Dökücü) olarak kaydettirdi. Dahası, 100 yıllık Abbasi iktidarı, sadece kâfirler için değil, Emevi soyundan gelenler ve Mevaliler için bir kâbus dönemi oldu. Abbasilerin 850’den itibaren dağılmasından sonra ortaya çıkan Müslüman beylikler ve devletçikler de birbiriyle savaşmaktan hiç vazgeçmediler. Zaten çoğu da bu savaşlar sonunda bir diğerinin bağrından doğdu, diğerinin toprağında ve halkının üzerinde hüküm sürdü. Anadolu beyliklerine gaza 1300’lerden itibaren Bizans’ı sarmalamaya başlayan Osmanlılar sadece kâfire değil, din kardeşlerine de kılıç salladı. Resmi retoriğe göre Anadolu’yu ‘Türklere ebedi yurt yapan’ Rum Selçuklu Devleti’nin yıkılmasından sonra kurulan Müslüman-Türk Anadolu Beylikleri’nin sonunu Osmanlılar getirdi. Örneğin Karamanoğulları’na ilk darbeyi 1397’de Osmanoğulları’ndan Yıldırım Bayezid vurdu. Bayezid’in ordusunda Bizans, Köstendil ve Sırp Kralı’nın yolladığı Hıristiyan askerler de vardı. Karamanlılar bu ilk darbeyi savuşturmuşlar ve uzun süre varlıklarını sürdürmüşlerdi ancak 1444’te Varna’da Haçlı ordusuna yenilen II. Murad, yenilgisinin faturasını Karamanoğulları’na kesecekti. Mufassal Osmanlı Tarihi’ne göre “Öç seferini bizzat Sultan Murat, ulema- kızılbaş - sayfa 20 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dan aldığı fetvalara istinaden Karaman ülkesine pek fena tahribat yaptırdı. Yapılan tahribat, o zamana kadar görülmemiş bir şekil ve derecedeydi. Türklerin şimdiye değin Hıristiyan ülkelerinde dahi kadınlara tecavüzlerine rastlanmamışken, yağma ve tahripten başka, Karamanoğlu’nun yaptıklarına, bu neviden çirkin şeylerle mukabele edildi…” Diğer Anadolu beylikleri de benzer kaderi paylaştı. Osmanlı-Safevi kavgası 1473’te Akkoyunlular Fatih Sultan Mehmed’in orduları tarafından ‘Allah Allah!’ nidalarıyla ezilmiş, 55 bin Akkoyunlu öldürülmüş, Uzun Hasan oğlu Zeynel’in ve Akkoyunlu ileri gelenlerinin kesik kafası Müslüman ülkelere gönderilmişti. Hoca Saadettin’in Tac’üt-Tevarih’ine göre ‘Ol cenk meydanında kılıçtan geçirilenlerden gayri üç bin tutsak ibret olsun diye dönüş sırasında muzaffer ordu yanınca yedilüb, her konakta dört yüzü kılıçlara yem’ kılınmıştı. ‘Kemah yakınında olan Şebinkarahisar’a gelinceye kadar ol uğursuzları bu yolda kılıçtan’ geçirilmişti. Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim Müslüman kıyımını bir adım ileri götürdü ve 1514’te İran’daki Safevi Devleti’ne karşı Çaldıran Seferi’ne giderken de dönerken de Şah İsmail’in doğal müttefiki olarak gördüğü Anadolu’nun Kızılbaş halkının kılıçtan geçirilmesini emretti. Kendini haklı çıkarmak için Şeyhülislam İbn-i Kemal ve Müftü Hamza’dan Kızılbaşların kadınları ortaklaşa kullandıkları, Kuran’ı, camileri yaktıkları şeklinde fetvalar çıkartmıştı. Bu sefer vesilesiyle Sünni Kürtlerle Osmanlı devleti arasında 500 yıl sürecek bir barışı temin eden Sünni Kürd büyüğü İdris-i Bitlisi’nin Selimname adlı eserine göre, 40 ile 70 bin arası Kızılbaş öldürülmüştü. Yavuz, Çaldıran’ı takiben, Müslüman Türk köleler tarafından kurulan Mısır’daki Memluk Devleti’ne gazaya giderken (bu seferi meşrulaştırmak için Mısır’ın ‘Firavun ülkesi’ olduğu söylenmişti) yol üzerindeki Müslüman-Türk beyliklerinden Dulkadıroğulları’nı ve Ramazanoğulları’nı da kılıç zoruyla Osmanlı’ya tabi kılmıştı. Yavuz’un Mısır’da Müslüman ahaliye yaptıkları ise İdris-i Bitlisi’nin eleştirilerine neden olacaktı. Osmanlı’nın Şii-Kızılbaş düşmanlığı Osmanlı-Safevi çekişmesinin bir türevi olan, köklü bir devlet politikasıydı. Nitekim Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman ve onun oğlu II. Selim dönemlerinin Kürt kökenli Şeyhülislamı Ebussuûd Efendi’nin 30 yılda verdiği fetvalarla, Kızılbaş katliamı adeta bir rutin halini aldı. I. Ahmet döneminde Kuyucu Murat Paşa l606’da sadrazam olduktan hemen sonra bazı kaynaklara göre 100 binden fazla Kızılbaşı kazdırdığı kuyulara diri diri gömdürttü. Ondan 50 yıl sonra Köprülü Mehmet Paşa Celali ayaklanmalarını bastırmak adı altında Kızılbaşları yeniden kılıçtan geçirdi. Safeviler ve Osmanlılar ‘İslam kardeşi’ olduklarını nedense hiç hatırlamadı ve 1548-49, 1554, 1578-1590, 1603-1618, 1623-1639, 1723-1727, 1730-1732, 17351736, 1742-1746, 1775-1779 ve nihayet 1821-1823 arasında kıyasıya savaştılar. II. Abdülhamit ve Pan-İslamizm 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Batıcılık ve Osmanlıcılığın iflas etmesi üzerine aynen bugünkü gibi İslam kurtarıcı bir ideoloji olarak tekrar gündeme girmişti. 1856 Islahat Fermanı’ndan bu yana gayrimüslimlere tanınan hakların rahatsızlığını duyan Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınlar, İslamcı düşünceye sıkı sıkıya sarıldı. Birbiri peşi sıra gelen toprak kayıplarını İslam’ın toparlayıcı ve yenileyici gücü ile önlemek, hatta sınırları eski haline çevirmek düşüncesi II. Abdülhamit’in iç ve dış politikalarının temel motifiydi. Bu amaçla Halil İnalcık’a göre 18. yüzyılda üretilmiş bir efsane olan ‘Halifelik’ meselesi yeniden ‘keşfedildi’, tektip Kuran’lar basılıp hem ülke içinde hem de Türkistan, Hindistan ve Cava gibi uzak diyarlarda dağıtıldı, Hac yollarının güvenliği sağlandı, Arap eyaletlerine büyük yatırımlar yapıldı, Arap kökenliler önemli görevlere atandı. Abdülhamit çevresinde Arap ulemayı eksik etmedi. Bu yaklaşım bir yandan merkezin ‘Kavm-i Necip’le barışmasını sağladı, dünyanın uzak köşelerindeki Müslümanlarda heyecan uyandırdı, bir yandan da siyasal İslamcılığın ilk nüvelerinin ortaya çıkmasına yardımcı oldu. Bu amaçla içerde devletin resmi dini olan Sünni İslam dairesinde olduğu için doğal müttefik kabul edilen Kürtler, Hamidiye Alaylarında örgütlene- rek, hem imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir tampon bölge oluşturuldu hem de giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin önü kesilmeye çalışıldı. ‘İslamın birleştiriciliği’ burada da hayata geçmedi. Nizamname’de din konusunda açık bir hüküm yoktu ama fiiliyatta sadece Sünniliğin Şafiî mezhebinden olanlar alaylara alındı. Alaylar sayesinde bölgelerinde ‘alikıran, baş kesen’ olan Sünni Kürtler bu dönemde Abdülhamit’i ‘Bavé Kurda’ (Kürtlerin Babası) olarak adlandıracak kadar sevdiler. Ama Kızılbaş Kürtler için Abdülhamit demek, Ali Şefik Paşa’nın böl-yönet politikaları ve katliamlarıydı, Neşet Paşa’nın kanlı harekâtlarıydı. İttihatçıların İslam politikaları Aksak gedik de olsa İslam camiasında bir heyecan yaratan Pan-İslamist politikalar II. Abdülhamit’in 1909’daki ‘31 Mart Olayı’nın ardından İttihatçılarca tahttan indirilmesiyle kesintiye uğradı. İttihatçıların Türkçü ideolojiyi hayata geçiriş biçimi, Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman unsurların imparatorluktan uzaklaşmasına neden oldu. Yine de 1911 Trablusgarp Savaşı ile birlikte, İslam ruhu bir hamle daha yaptı. Lübnanlı Dürzî lider Emir Şekip Aslan’ın çağrılarına kulak veren Irak ve Suriye’deki kabileler, Cezayirli ve Tunuslu göçmenler askere yazılmak üzere kışlaların önüne yığılmışlardı. Ama bu birlik duygusu kısa sürdü, eski gerginlikler tekrar su yüzüne çıktı ve önce Havran ve Doğu Ürdün’de yaşayan Dürzîler ayaklandı. Bunu Yemen’de Zeydî İmam Yahya ayaklanması ile Suriye’deki Bedevi ayaklanması izledi. Osmanlı İmparatorluğu, İttihatçılar tarafından bir oldubittiyle Cihan Harbi’ne sokulduktan sonra ‘İslam’ın birleştirici gücü’ bir kez daha sınandı. Daha sonraları içinde geçmediği halde özel ve kutsal bir anlam kazandırmak için ‘Cihad-ı Ekber’ olarak anılacak bir fetva ile Padişah ve Halife V. Mehmet Reşat, dünya Müslümanlığını, İtilaf Devletleri’ne karşı savaşa çağırıyordu. Hem Sünnilere hem de Şiilere seslenen fetvada İngiltere, Fransa ve Rusya İslam düşmanı, Almanya ise Halife’nin ve İslam’ın dostu olarak gösteriliyordu. Fetva ve ekindeki beyannameden mil- kızılbaş - sayfa 21 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yonlarca adet bastırılarak Müslümanların yaşadıkları bölgelerde dağıtıldı. Ama İtilaf Devletleri çağrıya karşı Kuzey ve Batı Afrika’da birçok tarikat şeyhini, ulemayı, aşiret reislerini, müftüleri, hatta Fas Sultanı, Tunus Beyi’nin mektup yazmasını sağlayabildiler. Sonuçta Hollandalı Şarkiyatçı C. Snouck Hurgronje’un deyimiyle ‘Alman Malı Cihad’ ateşi, Britanya’nın Müslüman tebaasını ayaklandırmaya ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarmaya yetmedi. Savaştan sonra Ortadoğu’da Müslüman Araplar 22 ulus-devlete bölündüler. Yakın tarihlerden iki örnekle yazıyı bitirelim. 1980-1988 yılları arasında yaşanan Irak-İran Savaşı, tek başına mezhep savaşı değilse de, ‘İslam kardeşliği’ iki taraftan 1 milyon kişinin öldürülmesine ve iki ülkenin maddi, manevi büyük yıkıma gitmesine engel olamadı. 2003’te ABD’nin tasalluduna maruz kalan Irak’ta, o günden bu yana 1 milyona yakın Iraklının hayatını kaybettiği sanılıyor. Bu ölümlerin büyük bir bölümü, ABD askerlerine karşı savaşta değil, Sünni-Şii çatışması sırasında vuku buldu. Halen taraflar intihar saldırıları ile kitlesel kırımlara devam ediyorlar. Bu tarihçeye bakınca, Kürt meselesi başta olmak üzere pek çok mühim meselemizi ‘İslam’ın birleştirici gücü’ ile aşacağımızı düşünmek en iyimser yorumla romantizm. Özet Kaynakça: W. Bartold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çeviren: M. Fuat Koprülü, Diyanet İşleri Yayınları, 1977; Ferec Ali Fuda, ‘İslam’da Kayıp Gerçek”, http://gelawej.net/indir/islamda-kayipgercek-farac-el-fuda.pdf; Selahattin Döğüş, “Osmanlılarda Gazâ İdeolojisinin Tarihi ve Kültürel Kaynakları”, Belleten C.LXXII, 52, Sayı 265, Aralık 2008, s. 817-888; Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Kırmızı Yayınları, 2008; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve (1908-1918), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Selim Deringil, İktidarın Sembolleri ve İdeoloji, YKB Yayınları, 2007; Kadir Kon, “Jihad Made in Germany”, Kültür, Bahar 2008, S. 10, Birinci Dünya Savaşı Özel Sayısı, s. 122-131. Kaynak: Radikal Gazetesi Son günlerin öne çıkan gercekleri Devletin iktidar partisi ile Muhalefet (Kemalist, fasist, ulusalcı, ergenokuncu) kesim arasındaki iktidar mücadelesi, Türkiye'nin kalbi Taksim'de ve bazı büyük şehirlerinde devam ediyor. Türklerin, bu eylemlerde, hangi yelpazesinde olurlarsa olsun, yer alıp almaması, yine Türklerin kendi tercihleridir. Türkler için yadırgadığımız bir şey yok. Bizim yadırgadığımız, ve karşı çıktığımız durum şudur: Bu alana paraşütle atlayan bazı sol kesimlerin, hem Türkiye'de devrim iddialarına yatmaları, ama öbür taraftan da Kürdistan'da özgürlük ve bagımsızlık mücadelesine soyunmalarıdır. İkincisi de kendi işgal altındaki ülkelerinde protesto yapmalari gereken bunca haksızlıklar ve zülümler varken, Taksim'de romantik kardeş destegi dalkavuklugu yapan bazı kürd kesimidir. BU İKİ KESİME ŞUNU SÖYLEMEMİZ GEREKİYOR. Türk solu olarak şekillenen ve Türkiye devrimini amaçladıklarını söyleyenler, Kürdleri de örgütleyip kendi sömürgecilerimizin pazarına mecburilermiş gibi çağırmaktan ve devlet gazıyla zehirlemekten vaz geçsinler. Kürdlere de diyoruz ki, meydanlara çıkmak istiyorsanız, kitlenizi kardeş edebiyatıyla Taksim'e sürüp aldatacağınıza, onların gazını almaya çalışacağınıza, ROBOSKİ ATLIAMI, ERCİŞ ORMAN KATLİAMI; AKRSULARIMIZI VE COGRAFYAMIZI YOK EDECEK OLAN BARAJLARI VEYA HALA SUÇSUZ OLARAK İÇERDE DAYAK VE TECAVÜZE UGRAYAN ÇOCUKGENC İNSANLARIMIZIN, Yaklmış, yıkiımış köy ve ormanlarımızın durumunu SESİNİ HAYKIRIN! Yarin, kendi devlet çıkarları dogrultusunda ve demokratik her isteme karşı çıkacakları belli olan bu ırkçı, Kemalist, ulusalcı, Ergenokoncu kesimden kimseye bir fayda gelmez. Bunların kardeşleri biz degiliz. Bunların kardeşleri eninde sonunda bunlarla yarış içinde olan, yeri geldiginde de kol kola girecek olan bu günkü iktidar çvreleridir. Müslim Korkmaz - 13 Haziran 2013 kızılbaş - sayfa 22 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis Araştırma Servisi-JD/ km2'si Afrika'da olmak üzere toplam 6.557.000 km2'ye çıkarmıştır. Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler, Haliç’te manzarasıyla ilgi odağı olan Piyer Loti’nin adının değiştirilmesini istedi. Kiler, bununla ilgili kanun teklifi vermeyeceklerini, kararı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin vereceğini, bu konuda İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Eyüp Belediyesi’ne başvuru yapacaklarını söyledi. Alevi kesiminden ise tepki sesleri yükselmeye başladı bile. Peki kimdir bu İdris-i Bitlisi... ------------------------------------------Şeyh İdris – i Bitlisi, Alevilerin katledilmesinin vacip olduğu yönünde fetvalar vermiş, Şah İsmail ve Safevilere karşı Kürtleri Osmanlı ile itikafa taşımıştır. Kendisi Şafii Kürt din alimidir. Alevilere karşı gerçekleştirilen Osmanlı katliamlarına meşruiyet kazandırmak için fetvalar vermiş biridir. Bu noktada Osmanlı’da öne çıkan isimler Ebussuud Efendi, İbn–i Kemal ve Şeyh İdris-i Bitlisi’dir. Şeyhülislam olarak görevlendirilen bu şahıslar Alevilerle ilgili verdikleri fetvalarda kan dondurucu ifadelerle katliamlara dinsel meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır. Başta Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Sultan Selim gibi Osmanlı padişahları ve Kuyucu Murat lakaplı kimi Osmanlı paşaları bu fetvalara dayanarak on binlerce Alevi’yi hunharca katletmişlerdir Söz konusu fetvalarda neler dendiğine bir bakalım, Osmanlı’nın Şeyhülislamlarına göre Aleviler; “Ar, namus tanımazlar, bilmezler. Şeriata aykırı düşünce ve inanç içindedirler. Şeriatı küçümserler, Kur'an'ı hafife alırlar. İlk üç halifenin halifeliğini inkar ederler.Ebu Bekir, Ömer ve Osman'a söverler. Peygamberin eşi Ayşe'ye söverler. Kafir ve ehl - i fesattırlar, dinden dönmüşlerdir. Başlarına Padişahlığı döneminde halifelik Abbasilerden Osmanlı Hanedanına geçmiştir. Ayrıca devrin en önemli iki ticaret yolu olan İpek ve Baharat Yolu'nu ele geçiren Osmanlı, bu sayede doğu ticaret yollarını tamamen kontrolü altına almıştır. Mehmet Yürek giydikleri, küfür (kafirlik) ve Kızılbaşlık işaretidir. Hem dinsizdirler hem de sultana isyan ederler. Kadınlarının ve erkeklerinin nikahları batıl ve geçersizdir. Bu nedenle çocuklarının her biri zina (veled - i zina) çocuğudur. Ehl - i din olan akrabalarından dolayı miras hakları yoktur. Kestikleri hayvanlar murdardır, etleri yenmez. Okla, köpekle, doğanla avladıkları dahi murdardır. Topluca öldürülmeleri gerekir. Onları öldürmek için yapılan savaş, en büyük, en kutsal savaştır. Bu uğurda ölmek şehitliğin en ulusudur. Tamamını öldürüp yok etmek Müslümanlar için farzdır. Onlara eğilim duyanlar, onlara katılmak isteyip de yakalananlar ve onlara yardımcı olanlar, onlar gibi kafirdirler, öldürülmeleri vaciptir. Kızılbaşların malları, çocukları ve karıları müslümanlar için helaldir, ganimettir. Kızılbaşların pişmanlıklarını n, tövbelerinin, yalvarmalarının hiçbir değeri yoktur. Öldürülmeleri vaciptir.” ------------------------------------------Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlis Selim ya da Yavuz Sultan Selim (d. 10 Ekim 1470 – ö. 21/22 Eylül 1529) Osmanlı padişahı ve 74. İslam halifesidir. Babası II. Bayezid, annesi Dulkadiroğulları Beyliği'nden Gülbahar Hatun'dur. Tahtı devraldığında 2.375.000 km2 olan Osmanlı topraklarını sekiz yıl gibi kısa bir sürede 2,5 kat büyütmüş ve ölümünde imparatorluk topraklarının 1.702.000 km2'si Avrupa'da, 1.905.000 km2'si Asya'da, 2.905.000 Selim, tahta babası II. Bayezid'e karşı darbe yaparak çıkmıştır. Şehzade Selim, tahta çıkmadan önce vali olarak Trabzon'da görev yapmıştır. Yavuz Sultan Selim'e kızını vermiş olan Kırım Hanı Mengli Giray, ona askeri destek sağlayarak tahta geçmesine yardım etmiştir. 1512'de tahta çıkan Sultan Selim, Eylül 1520'de Aslan Pençesi (Şirpençe) denilen bir çıban yüzünden henüz 50 yaşında iken vefat etmiştir 1512'de Safevi Devleti Sultan Selim tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu sıkıntılı bir dönem yaşıyordu. Bu bunalımlı dönemin en büyük nedeni doğudaki Şii Safevi(Iran) Devleti olarak kabul edilmekteydi. Safevi Devleti'nin ortadan kalkmasıyla Anadolu'daki Osmanlı egemenliği sağlamlaşacak ve doğudan gelebilecek tehditlere karşı dağlık Doğu Anadolu Osmanlı savunmasını güçlendirecekti. Yavuz Sultan Selim'in bir başka amacı da doğudaki bütün İslam devletlerini tek bir devlet çatısı altında birleştirmekti. I.Selim, Safevilerle girilebilecek bir savaşa karşı hazırlıklar ve çalışmalar yaptı. Şah İsmail de aynı dönemde Safevilerin başında, Osmanlılara karşı bazı hazırlıklar sürdürüyordu. Yavuz Sultan Selim bu amaçlarla, 1514 yılı baharında ordusuyla birlikte İran seferine çıkmıştır. Oğlu Süleyman'ı 50.000 kişilik kuvvetle Anadolu'da emniyet olarak bırakmıştır. Osmanlı kuvvetleri, Erzincan'dan Tebriz'e doğru yürüyüşlerine böylece başlamıştır Osmanlı ve Safevi ordularının ikisi de kızılbaş - sayfa 23 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk ve Müslümandı. Sefer çok uzun sürmüş, ancak Safevi ve Osmanlı güçleri henüz karşılaşamamıştı. Osmanlı ordusunda bazı güçlük ve kıtlıklar baş göstermeye başlamıştı. Bu sırada, orduda seferden geri dönme düşüncesinde olanlar da vardı. Yaşanan bazı olayları ve dillendirilen bazı rahatsızlıkları fark eden I. Selim, atına binerek askerlerine hitaben cesaret veren ve meydan okuyan bir konuşma yaptı. Geri dönmeye niyeti olmadığını söyleyen I. Selim, askerleri kışkırtanlarla hesaplaşmayı sefer sonrasına bıraktı. Çaldıran, Turnadağ ve Mercidabık Savaşları Osmanlı ve Safevi ordusu Çaldıran Ovası'nda 2 Recep 20/23 Ağustos 1514 tarihinde karşılaştı. Osmanlı Ordusu'nun yaya kuvvetleri daha çok olmasına karşın, Safevi Ordusunun süvarileri fazlaydı. Ancak Safevi Ordusu'nda top yoktu; buna karşın Osmanlı'da topçu kuvvetleri bulunuyordu. Kanuni döneminde hazırlanmış olan Şükri-i Bitlisi'nin Selimnâme adlı eserinde; Safevi askerleri, kırmızı çubuğa dolanmış sarıklar, miğfer ve zırhla; Osmanlı Ordusu ise önde tüfek ve mızraklı dört yeniçeriyle zırhsız ve miğfersiz olarak resmedilmiştir. 24 Ağustos'ta gerçekleşen savaşta Osmanlı kuvvetleri zafer kazanır. Savaşın kazanılmasında Osmanlı ordusunda ateşli silahların olması belileyici olmuştur. Bu durum Safevîlerle sürekli mücadele halinde olan Özbeklerin de menfaatlerine olmuştur. Zaten daha önce Özbekler ile Osmanlılar arasında siyasi ilişkiler güçlenmiş ve ortak düşman Safevilere karşı müttefiklik kurulmuştu Sekümname'de Çaldıran Muharebesi (1525) Muharebe, Osmanlıların lehine sonuçlandı. Muharebede yaralanan ve atından düşen Şah İsmail, askerlerinden birinin atını ona vermesi ile savaş alanından kaçtı. I. Selim yoluna devam ederek Tebriz'e girdi, bu olayı müteakip şehirdeki birçok sanatçı ve ilim adamı İstanbul'a gönderildi. Yaşadığı ağır yenilginin ardından Şah İsmail eski saygınlığını yitirdi. Bu sayede Doğu Anadolu'da Osmanlılar için bir tehlike kalmadı. Çaldıran Zaferi'nden sonra, Erzincan, Bayburt kesin olarak Osmanlı hakimiyetine geçti. 15 Eylül 1514'te Tebriz'den Karabağ'a hareket eden Yavuz kışı orada geçirip, baharda İran'ı tümüyle almayı amaçlasa da şartlar müsait olmadığı için Amasya'ya gitmişti. Bundan önce Nahçivan'da iken askerlerin bazı köy evlerini yakmalarını vesile ederek, askeri kontrol etmede ihmalkâr oldukları söylemişti. Bu nedenden ötürü veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa ve ikinci vezir Dulkadioğlu Ahmet Paşa azledildi. Kışı Amasya'da geçiren Sultan Selim, ilkbaharda tekrar İran seferine çıkacağı için top ve cephaneyi Şarkı Karahisar’da bırakmıştır. Selim, Amasya'da oturduğu sırada Dulkadiroğlu Ahmed Paşa'yı veziriazam ve defterdar; Piri Mehmed Paşa'yı da üçüncü vezir ilan etti. Ancak Dulkadiroğlu'nun veziriazam olmasından 2 ay sonra, yine devlet adamlarının kışkırtmasıyla Muharrem Şubat 1515 tarihinde yeniçeri ayaklanması oldu. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim ayaklanma sebebini araştırmış, sonuçta askeri ayaklanmaya teşvik ettiği ve ayrıca Dulkadiroğlu'yla ittifakı olup mektuplaştığı anlaşılan Sadrazam Dukakinoğlu Ahmet Paşa idam edilmiştir. Bu olay üzerine Selim bir süre veziriazamlığa kimseyi tayin etmemiştir Yavuz Sultan Selim, askerin vaziyeti sebebiyle İran üzerine tekrar sefer yapılamayacağından, emniyet sağlamak amacıyla doğu ve güney sınırlarına ait bazı yerleri ele geçirilmesi gerektiğine karar verdi. Doğu ve Güney Sınırılarındaki Önemli Kale ve Şehirlerin Fethi Sultan Selim öncelikle Kemah kalesini de alarak işe başlamıştır. Ardından İran Seferi sırasında, Şah'a karşı savaşa katılması istenen, buna karşın Safevi ve Mısır Memlüklerine yardımda bulunan, ayrıca kendisine bağlı bazı aşiret reisleri de Osmanlı zahire kollarını vurduran Dulkadiroğlu Alaüddevle’nin üzerine gidilmesine karar vermiştir. Dulkadiroğulları Beyliği'nin üzerine Şehsüvaroğlu Ali Bey yollanmış, 12 Haziran 1515'de kazanılan Turnadağ zaferi ile de beylik toprakları Osmanlı'ya geçmiştir. Turnadağ, Mercidabık ve Han Yunus Savaşları Safevi Devleti'nin batı sınırındaki şehir ve kalelerden en önemlilerinden biri olan Diyarbakır'ın da alınmasına karar veren Sultan Selim, Osmanlı Devleti'ne gelmiş olan Kurt İdris-i Bitlisi vasıtasıyla bu şehri sulh yoluyla almaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Diğer taraftan yine İdris-i Bitlisi'nin yardımıyla Mardin de Osmanlı topraklarına katılmıştır. Böylelikle Urmiye, İtak, İmadiye, Siirt, Eğil, Hasankeyf, Palu, Bitlis, Hizran, Meyyafarikin ve Cizre; Osmanlı hâkimiyetine girmiştir. Bu tarihlerde Memlük Devletine tabi olan Ramazanoğulları Beyliği'nin başında Mahmud Bey bulunuyordu. Bu zaferlerden sonra Osmanlı'yla yakınlaşan Mahmud Bey'i Memlük Devleti azletmiş, bunun üzerine Mahmud Bey de Yavuz Sultan Selim'e tabiiyetini resmen arzetmiştir. Ramazanoğulları Beyliği kendiliğinden teslim olup Osmanlı'ya tabii olmasıyla Anadolu'da birlik sağlanmıştır. ------------------------------------------İdris-i Bitlisi (1452-1520). Bitlis'te doğduğundan dolayı kendisine bu ad verilmiştir. Kürt kökenli İdris-i Bitlisi, önceleri babası gibi Akkoyunlu Devleti'ne hizmet etti. Uzun Hasan'ın ölümünden sonra II. Bayezid tarafından İstanbul'a davet edildi. Özellikle I. Selim döneminde Osmanlı siyasetinde aktif bir rol oynamdı. Çaldıran Muharebesi'nden sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin savaşsız olarak Osmanlı yönetimine geçmesi için görevlendirildi ve bunda başarılı oldu. II Beyazıt ve Yavuz Sultan Döneminde yaşayan İdris- i Bitlisi Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı devletine bağlanmasında çok önemli bir rol üstlenmiştir. İranlı Hükümdar Şah İsmail'in Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu ele geçirme ve daha da ileriye giderek Osmanlı'nın Batıda ki ilerleyişini kırmak için ona karsi set olup Osmanlı İmparatorluğu safında yer almıştır. Ona göre: İslam'ın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete ita- kızılbaş - sayfa 24 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 at etmenin siyasî ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslam birliğinin teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket etmek lüzumsuzdu. Büyük İslam âlimi olan Bitlisli İdris tarafından Padişah'a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devleti'ne iltihak etmişti (1). 1514 yılında İdris-i Bitlisi, Yavuz Sultan Selim ile beraber Şah İsmail'e karşı Çaldıran Savaşına katılmış, hatta savaştan sonra Tebriz'de bir süre daha kalarak halkı Osmanlı yönetimine bağlamaya çalışmıştır. Tebriz'deki Ulu Cami'de halka vaiz ve nasihatlerde bulunmuş Çaldıran Savaşı'ndan sonra Doğu ve Güneydoğu Anadolu vilayetlerinin Osmanlı yönetimine geçmesi için görevlendirilmiştir İdris-i Bitlisi kumandasındaki on bin kişilik Kürt ve Türkmen beyleri öncülüğünde kurulan gönüllüler ordusu Şah İsmail'in Doğu ve Güneydoğu da ki ordusunu bozguna uğratmıştır. Böylece Bitlisli İdris, Osmanlı'nın en büyük rütbesi olan Kazaskerlik rütbesi ile taltif edilmiştir. Bununla Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun yönetimi İdris-i Bitlisi'ye verilmiştir. İdris-i Bitlisi bu işlerle de yetinmeyerek, Yavuz Sultan Selim'in Memlûklular'e karşı verdiği siyasette de başarılar elde etmiştir. Öncelikle Musul ve Urfa'nın Memlûklular'dan alınarak Osmanlı topraklarına katılmasını sağlamıştır. Daha sonra Yavuz Sultan Selim'in Suriye ve Mısır seferlerine katılarak 1516 ve 1517 yıllarındaki Ridaniye ve Mercidabık Savaşlarına Sultan ile beraber katılmıştır. Mısır'ın fethinden sonra bu ülkenin nasıl idare edileceği hususunda görüşlerini Yavuz'a anlatmış ve Yavuz tarafından takdirle karşılanmıştır. Nitekim Mısır'ın idare edilmesinde İdris'in görüşleri temel alınmıştır. İdris-i Bitlisi, yirmi yıldan fazla bir süre Osmanlı Devleti'ne hizmet etmiştir.(2) Yıl 2009 Abdullah Öcalan'nın Recep Tayyip Erdoğan'a Önerisi "AKP de hiç bir siyasi irade yok. (....) Yavuz Selim’i bile örnek alsalar bu işi çöze bilirler. Alparslan Anadolu’ya hakim olmadan önce Kürtlere ihtiyaç olduğunu, Kürtlerle ittifak ihtiyacını biliyordu. Anadolu’ya yapacağı seferin kararını Silvan da aldılar. Oradan Ahlat’a gittiler. Ahlat tan da Kürtlerle beraber harekete geçtiler. Yavuz Selim de İdris-i Bitlisi’ye mühürlü boş sayfalar gönderdi. O na Siz kendi aranızda bir yönetici seçin,iki kırallık oluşturalım diyordu. Yavuz Selim Kürtlerle ittifak yapmanın önemini çok iyi biliyordu. Kürtlerle ittifak yaptıktan sonra Safeviler e karşi savaşa girdi…." Kaynak: http://mehmetyurek.com/ makaleler/okuma-onerileri/141-yavuzsultan-selim-ve-dris-i-bitlis CHP'yi sarsacak iddia 12 Eylül askeri darbesinin ardından Kahramanmaraş’ta işkenceyle öldürüldüğü öne sürülen Ali Ekber Yürek’in ağabeyi Mehmet Yürek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu için ilginç bir iddia ortaya attı. Yürek, “Sakine Cansız, Kemal Kılıçdaroğlu ve Hüseyin Aygün’ün akrabasıdır” dedi. Yürek, 12 Eylül’de görev yapan generallere yargı yolunun açılmasının ardından başlattığı hukuki sürecin takibi için bugün Kahramanmaraş’ta ziyaretlerde bulundu. Soruşturmayı yürüten savcıyla görüşen ve kardeşinin ölümünün aydınlatılması için başlattığı hukuk mücadelesinde mesafeler alındığını söyleyen Yürek, dosyanın 1 Şubat itibariyle tamamlanarak Malatya TMK 10’la yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderileceğini kaydetti. Yürek, Kılıçdaroğlu’nun, Hüseyin Aygün’ün Sakine Cansız’ın ailesine taziyeye gitmesine tepki göstermesini eleştirerek, şöyle devam etti: “Sakine Cansız, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Hüseyin Aygün’ün akrabasıdır. Aynı sülaledendirler, Kureyşanlıdırlar. Kemal Kılıçdaroğlu’nun akrabasıdır. Sakine Cansız’ın düşünselliğine, örgütüne yapısına hiçbir şeyine katılmayabilirsiniz başka bir şeydir. Ama ölmüş birinin örgütüyle hiçbir bağlantısı olmayan anne, baba, kardeş gibi cenazesine gitmemek taziyesine gitmemek, hiçbir inancın kabul etmeyeceği bir şeydir. Hüseyin Aygün’ün bu kadar erdemli bir şekilde yaptığı bir akrabasının taziyesini, bu kadar büyütüp, Kılıçdaroğlu’nun partisi CHP’nin ve medyanın bu kadar büyütmesini de anlamıyorum, vicdani ve insani bulmuyorum.” Yürek, son dönemde ortaya atılan Genelkurmay eski başkanlarından emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın Tuncelili olduğu iddialarına bir yeni isim ekledi. Yürek, 12 Eylül generallerinden Ali Haydar Saltık’ın da Tuncelili olduğunu öne sürdü. http://www.mehmetyurek.com kızılbaş - sayfa 25 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İşte Taksim Dayanışması Platformu'nun talepleri: Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Kamuoyuna 27 Mayıs 2013 tarihinde saat 22.00 sularında Taksim Gezi Parkı'nın fiilen yıkılması girişimi sonrası yaşanılan toplumsal duyarlılık karşısında hükümetin izlediği polis şiddeti nedeniyle başta Taksim İstanbul olmak üzere bütün yurtta, yurttaşlar demokratik tepkilerini ortaya koymaktadır. Öncelikle hayatını kaybeden Abdullah Cömert ve Mehmet Ayvalıtaş’ın ailelerinin acılarını paylaşıyor, yaralanan binlerce yurttaşımıza acil şifa dileklerimizi iletmek istiyoruz. Ne yazık ki, toplumun demokratik ve insan hakkı eksenli taleplerinin barışçıl ve demokratik şekilde ortaya konmasına karşı iktidar şiddet, baskı ve yasakçı politikalarına devam etmektedir. Tek bir yurttaşımızın burnunun kanamadığı, gerilimlerin ortadan kalkarak demokratik taleplerin dillendirilebildiği bir toplumsal iklime bir an önce kavuşmak için yoğun çaba harcadığımızın bilinmesini isteriz. Bu nedenlerle; Taksim Dayanışması olarak aşağıdaki taleplerin Hükümet tarafından bir an önce yerine getirilmesi için somut adımların atılmasını bekliyoruz. • Gezi Parkı, Park olarak kalmalıdır. Taksim Gezi Parkına Topçu Kışlası adı altında ya da başka herhangi bir yapılaşma olmayacağını, projenin iptal edildiğine dair resmi bir açıklamanın yapılmasını, Atatürk Kültür Merkezinin yıkılmasına ilişkin girişimlerin durdurulmasını, • Taksim Gezi Parkı’ndaki yıkıma karşı direnişten başlayarak halkın en temel demokratik hak kullanımını engelleyen, şiddetle bastırma emrini veren, bu emri uygulatan ve uygulayan, binlerce, insanın yaralanmasına, iki yurttaşımızın ölmesine neden olan sorumlular, başta İstanbul, Ankara, Hatay Valileri ve Emniyet Müdürleri olmak üzere tüm sorumluların görevden alınmasını, Gaz bombası ve benzeri materyallerin kullanılmasının yasaklanmasını, • Ülkenin dört bir yanında direnişe katıldığı için gözaltına alınan yurttaşlarımı- zın derhal serbest bırakılmasını, haklarında hiçbir soruşturma açılmayacağına ilişkin açıklama yapılmasını, • 1 Mayıs alanı olan Taksim ve Kızılay başta olmak üzere Türkiye’deki tüm meydanlarımızda, kamusal alanlarımızda toplantı, gösteri, eylem yasaklarına ve fiili engellemelere son verilmesini; ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılmasını TALEP EDİYORUZ. Bunun yanı sıra; 27 Mayıs 2013 saat 22.00'dan bu yana ülkemizin meydanlarında, caddelerinde, sokaklarında ve tüm kamusal alanlarında yükselen tepkilerinin içeriğinin, ruhunun, beklentilerinin, taleplerinin yetkililer tarafından fark edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Yaşananları “marjinallikle” açıklamaya çalışmak görmezlikten gelmek anlamına gelir. Gezi Parkına müdahale ile simgeleşen iktidar anlayışının yurttaşlarımızda “yaşam tarzına ve inançlarına müdahale ve hor görülme” biçiminde algılandığı ve buna kadını, erkeği, genci, yaşlısı ile büyük bir toplumsal tepki gösterdikleri; “biz varız, buradayız ve taleplerimiz var” biçiminde yanıt verdikleri görülmektedir. Yükselen bu tepkinin içeriğinin; “başta 3. Köprü, 3. Havaalanı, Kanal İstanbul, AOÇ ve HES'ler olmak üzere ekolojik değerlerimizin talanına ve güncel olarak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısına ilişkin itirazların, ülkemize ve bölgemize ilişkin savaş siyasetine karşı duruşun ve barış talebinin, alevi yurttaşlarımızın hassasiyetlerinin, kentsel dönüşüm mağdurlarının haklı taleplerinin, kadınların bedenleri üzerinde denetim kuran muhafazakar erkek politikalarına karşı yükselen sesin, üniversite, yargı ve sanatçılar üzerindeki baskılara karşı direncin, başta Türk Hava Yolu işçileri olmak üzere tüm emekçilerin hak gasplarına karşı taleplerinin, tüm cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı mücadelenin, yurttaşların eğitim ve sağlık hakkına ulaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması istemleri” olduğunu iktidar sahiplerine iletmek istiyoruz. Gül de görüşecek Başbakan Vekili ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, şu anda Taksim Gezi Parkı eylemini başlatan göstericilerle görüştü Taksim Platformu üyeleri, Bülent Arınç ile görüşmesinin ardından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile de görüşecek. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Çevre Komisyonu Başkanı Erol Kaya ve beraberindeki heyeti,kabul edecek. Görüşme sonrası yapılacak açıklamalar merakla bekleniyor Gezi Platformu Görüntü alınmasının ardından basına kapalı devam eden görüşmede Taksim Platformu adına, İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu, Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu, TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Başkanı Tayfun Kahraman, KESK Genel Sekreteri İsmail Hakkı Tombul, DİSK Genel Başkan Yardımcısı Celal Ovat, TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu Sekreteri Süleyman Solmaz yer alıyor. Kaynak: http://siyaset.milliyet.com.tr/arinc-gostericilerin/siyaset/detay/1718886/default. htm kızılbaş - sayfa 26 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Orada olanlardan özür dilerim Başbakan Vekili Bülent Arınç, Taksim Gezi Parkı protestoları konusunda sadece ilk gün parkı savunan vatandaşlardan özür dilediğini söyledi. Arınç: Orada olanlardan özür dilerim Hükümetin yaşanan olaylardan ders çıkaracağını belirten Arınç, “Eksiğimiz varsa onu gördük, telafi edeceğiz” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Çankaya Köşkü’nde dün sabah bir araya gelen Arınç, daha sonra basın toplantısı yaptı. Arınç’ın ‘Başbakan vekili’ olduğuna vurgu yapması dikkat çekti. Arınç sözlerine şöyle devam etti: “Yaşam tarzları bizim için son derece önemlidir. Biz empati kurmak suretiyle bize oy vermeyen vatandaşlarımızı her zaman anlamaya çalıştık. Bu tepkileri saygıyla karşılıyoruz. Biz herkesin hükümetiyiz. Kendimizi hesaba çekeriz ve çekiyoruz. Özeleştirimizi yaparız.” Referandum önerdi MHP ve BDP ’ye tavırları nedeniyle teşekkür eden Arınç, “Bu eylemler meşrudur, haklıdır ve doğrudur” dedi. Gezi Parkı’ndaki ilk olayda çevre duyarlılığıyla hareket edenlere karşı yapılan aşırı şiddet gösterisinin yanlış ve haksız olduğunu belirten Bülent Arınç, “O yurttaşlarımdan özür diliyorum. Ama sokaklarda tahribat yapanlara bir özür borcumuz olduğunu düşünmüyorum” ifadesini kullandı. Arınç, büyükşehir belediyesinin Taksim için referandum yapabileceğini de söyledi. Gül: Ortadoğu değil Batı gibi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye ’deki eylemlerin Ortadoğu ülkelerindekine değil Amerika, İngiltere ve İspanya’da geçen yıllarda yaşanan olaylara benzediğini söyledi. Cumhurbaşkanlığı internet sitesinde yer alan metinde Gül şu değerlendirmede bulundu: “Neden bu olaylar oldu derseniz, 10 yıldır Türkiye’yi yöneten bir iktidar var. Muhalif insanların birikimi olabilir. Çevre meseleleri olabilir. Yaşam tarzına saygı duyuluyor mu diye kaygılananlar olabilir. Bütün bunları görüyorum. Londra’da 2 yıl önce benzer problemler yüzünden arabalar yakıldı; Amerika’da ‘Occupy Wall Street’ aylarca devam etti. Türkiye’de olup bitenler batı ülkelerindekilere benziyor.” Kaynak: Radikal Gazetesi RedHack, Taksim Gezi Parkı'nda polisin müdahalesini protesto etmek için Beyoğlu İlçe Emniyet Müdürlüğü'nün internet sitesini hackledi. kızılbaş - sayfa 27 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fethullah Gülen’den Gezi yorumu.. Çürük bir nesil, ıslah etmek lazım! Gülen, Gezi eylemcilerini ’çürük nesil’ ilan etti Fethullah Gülen, Taksim'deki Gezi Parkı protestolarını ve sonrasında gelişen olayları değerlendirdi.. Fethullah Gülen Salı günkü sohbetinde Taksim Gezi Parkı protestoları ve sonrasında gelişen hadiseler ile ilgili değerlendirmelerde bulundu.. İşte Gülen'in o açıklamaları... Yol peygamberlerin yoludur. Peygamberlerin varislerinin evliyanın, asfiyanın yoludur. Seleflerimizin yoludur. Dünyada devletler muvazenesinde muvazene unsuru, devletler te’sis etmiş, ruh ve mana kökleriyle beslenen ecdadımızın yoludur. (O yolu takip edemediğimiz için) başa çıkamıyoruz problemlerle gördüğünüz gibi. Bir yerde bir haksızlığı bastırmak için elli türlü haksızlık yapıyoruz, elli türlü zulme giriyoruz. Elli türlü i’tisafa (zulüm ve haksızlığa) sebebiyet veriyoruz. Kinleri, nefretleri körüklüyoruz. Üstesinden gelinmez bir şeye sebebiyet veriyoruz. Günümüzde de gördüğünüz gibi... Belki daha büyüğü de vardır bunun. Kitabu’lfiten ve’l-melâhim’de Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in haber verdiği zaviyeden bakılacak olursa, daha büyüğü var. Bunlar bir yönüyle numune gibi bir şey. “İnsanlar birbirini öldürecek, kâtil niye öldürüyor bilemeyecek; maktul neden öldü, o da bilemeyecek.” İnsanlara mal açısından, can açısından zarar verilecek, üst üste zayiatlar yaşanacak, fakat bunların hiçbirinin mantığı olmayacak, hiç birinin kıymet-i ilmiyesi, kıymet-i akliyesi diyelim, olmayacak. Böyle karambole gidecek işler. Kitabu’l-fiten ve’l-melâhim.. detayları ile hadis-i şerif anlatıyor. Onlara göre bunlar, herhalde mikro planda cereyan eden şeyler. Hafife almak, akıllı Mehmet’in işine benzer: Kırkı bir uçurumdan aşağı inmek için el ele tutunmuşlar, el ele tu- tunarak oradan inmek istemişler. Sonra hepsi çözülmüş, yere düşmüşler; otuz dokuzu ölmüş, birinin de kolu-kanadı kırılmış. Demişler, “Akıllı Mehmet ne oldu?” “Sormayın, demiş, az daha bir sakatlık çıkaracaktık.” Umursamaz ruhlar, anlamaz düşünceler meseleye böyle bakacak. Beri tarafta da birileri… Niye vuruyorlar? Niye öldürüyorlar? Niye zayiata sebebiyet veriyorlar? Ne günahı var o masum insanların ki camlarını kırıyorlar; molotof kokteyli atıyorlar yurtlara, pansiyonlara, evlere, okullara, üniversitelere, hatta banka şubelerine!.. Öyle bir mantıksızlık, gayr-i insanîlik alıp gidiyor. Şimdi “Bütün bütün böyle.. bir hak arama meselesi hiç yoktur!” derseniz, oradaki bazı masum insanları, masum istekleri de görmezlikten gelirsiniz. Bir kere başta, biz onları ihmal etmişiz. Onlar bizim ihmalimizin meydana getirdiği nesillerdir. Saniyen; bazı makul istekleri vardır onların. Hakikaten “Bir park.. ağaçları sökülmemeli; insanların gezisine müsait hal, o durum, o tablo korunmalı!” diyebilirler, öyle değerlendirebilirler. “Ekosistem” diyebilirler, “Yeşili öldürüyorsunuz!” diyebilirler. Fakat sonra bunu yaparken, orada denge korunamayabilir. Bu defa kendileri yeşili öldürürler. Kendileri genel ahengi bozarlar, ekosistem diye bir şey ortada bırakmazlar. Böyle bir başka mevzudaki duyarsızlık, az meseleyi anlayamama, başka tarafta farklı bir tefrite sebebiyet verir veya farklı bir ifrata sebebiyet verir, hafizanallah. Fakat, bir yönüyle bizim bir zayıf yanımızı, bazı masum insanların belki zayıf yanları sanılan masum isteklerini istismar etmek isteyen dışta ve içte bir sürü, böyle kulaklarıyla genel havayı almaya çalışanlar da var. Hani bazı mahluklar, kulaklarıyla havayı almaya çalışırlar, kıpırdatırlar kulaklarını, sesleri duymaya çalışırlar. Onlar, böyle bir şeyi duyunca (istismar ederler.) Şimdi dünyada bütün medya Türkiye’nin aleyhinde; burada da öyle, başka yerde de öyle, Avrupa’da da öyle. Sanki kıyamet kopmuş gibi bir halleri var. Suriye’de kıyamet kopuyor umurlarında değil. Irak’ta kıyamet kopuyor umurlarında değil. Daha dünyanın değişik yerlerinde canlı bombalar umurlarında değil. Fakat Türkiye bölgede muvazene unsuru olma durumunda bir devlet.. belli kazanımları olan bir devlet.. belli yere gelmiş bir devlet. İşte bir taraftan o masum istekler.. o masum isteklerin içte bazı kimseler tarafından istismar edilmesi, belli ideolojilere kurban edilmesi o masum isteklerin.. başkalarının da bu meseleyi kendi hesaplarına derinlemesine değerlendirmeleri.. bizim gafletimiz, bizim cehaletimiz, bizim görmezliğimiz; başkalarının uyûn-u sâhire şeklinde, hiç uyumayan gözler şeklinde bizi bir kere daha kündeye getirme adına zemin oluşturma gayretleri. Olan, o oldu. Bu tablo.. bunu Sahib-i Şeriat haber vermiş. İnsanlar kendi ruh ve mana köklerinden koparılınca böyle olacak, haber vermiş onu. Meseleye bu zaviyeden yaklaşınca zannediyorum, biz de bakış zaviyemizi bir kere daha gözden geçirmemiz lazım. Acaba kabahat bu meselelere karşı umursamazlık içinde bakan, her şeyi hafife alan, “şuydu, buydu” deyip geçiştirende mi? Yoksa sokakları bir yönüyle harp meydanlarına çeviren insanlarda mı? Ya da bütün bunların kabahati, sistemde mi? Bizim iyi nesiller yetiştiremeyişimizde mi? Onlara yürekten sahip çıkamayışımızda mı? O zaman sistemin gözden geçirilmesi lazım. Bizim, düşüncelerimizi bir daha gözden geçirmemiz lazım. Biz ettiysek bunları, bence, kendimize dönerek, kendimizle yüzleşerek, burada kendimizle hesaplaşarak, daha büyük hesaplarla karşı karşıya kızılbaş - sayfa 28 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kalmamızdan sıyrılmamız lazım. Şimdi kendimizle yüzleşmezsek şayet, kendimizle hesaplaşmazsak, altından kalkamayacağımız hesaplarla karşı karşıya kalırız, hafizanallah. Terbiye sistemlerimizi gözden geçirmemiz lazım. Kimler o çocuklar? Kimin çocukları o sokaklarda mantıksızca hareket edenler? Hak davası değil o! Hak davası olsa, bir yerde toplanırlar, duygularını dile getirirler, ifade ederler orada, efendice, insanca, eğitim görmüş insanca, ayrılır giderler. Anlayan anlar, anlamayanlar için bir daha çıkar, derler o meseleleri. Organize olurlar bir yönüyle. Madem seçim sandıkları var; onu millete havale ederek, sandığa havale ederek, orada o mevzuda ciddi gayret sarfederler, çalışırlar. Ayakları altlarına gelmeden, gece-gündüz koşturur dururlar; insanları ikna ederler, “Şunu beğenmiyoruz, bunu beğenmiyoruz” derler. Beğendikleri bir şey varsa, onu intihab ederler. Onu da beğenmezlerse, beklerler sabırla; bir başka fasılda onu da bir yönüyle bertaraf eder, başkasını intihab ederler.. başkasını intihab ederler... Demek ki, aslında biz bize etmişiz. Tabanda mesele.. toprak kirlendiğinden dolayı, kuvve-yi inbatiyesini kaybettiğinden dolayı, atmosferi, ozonu deldiğimizden dolayı, güneş şuaları ters geldiğinden dolayı, her şey aleyhte cereyan ettiğinden dolayı, böyle nesebi gayr-i sahih bir kısım hadiseler ve onu temsil eden bir kısım nesiller oluşuyor. Bunları düzelteceğimiz ana kadar da, tabir-i diğerle, problemi insanda çözeceğimiz ana kadar da problem çözülmeyecektir. Bizim bize bakmamız lazım. Biz aslında bize ettik yani. Sistemi gözden geçiremedik; “Nasıl yaparsak bu nesiller ciddi nefis muhasebesi içinde, bir nefis muhasebesi yapan nesil olarak yetişir, insan olarak yetişir; tahribatları tahribatla karşılamak değil de, tahribatları tamiratla gidermeye çalışan bir nesil yetişir?” Düşünmedik bunları. Kur’an diyor ki, “Siz kendinize bakın! Siz hidayette, doğru yolda, istikamette olduktan sonra başkaları size zarar veremez.” (Mâide, 5/105) Sizin istikametiniz, hakkaniyetiniz, vifak ve ittifakınız, en olumsuz şeyleri bile nötralize eder, onları tesirsiz hale getirir. Biz bize bakmadık esasen. Hidayette olup olmadığımızı, doğru yolda olup olmadığımızı kontrol etme- dik. Başıboş nesiller yetişti; ne doğru ne yanlış onu bilmeyen nesiller yetişti. Biz umursamazlık içinde baktık. Çok defa onları hafife aldık. “Bir avuç” dedik onlara.. ve onlar da azgın, esirmiş insanlar gibi sağa sola saldırdılar. Onlara acımak lazım, şef kat etmek lazım. Çünkü insani değerleri ayaklarının altına alıyorlar. Kendi değerlerini ayaklarının altına alıyorlar. Belki bugün olmasa bile, yarınlar adına onları ıslaha matuf sistemler oluşturmak lazım. Ne yapmalıyız ki, bunları zabt u rabt altına alalım? Ne yapmalıyız ki ahsen-i takvime mazhar olduklarını hatırlatarak, bunları insani çizgide bir araya getirelim? İnsanlara zarar vermesinler, insani değerlere zarar vermesinler. Ülkeye zarar vermesinler. Başkalarını ülke aleyhinde bizim zaaflarımızdan istifade ederek üstesinden gelinmez bir kısım projelerle karşı karşıya bırakmasınlar. Siz bir zaaf tavrı sergilediğiniz zaman başkaları onu değerlendirmeyi düşünür. Hazır böyle zayıflamışken, titriyorken -Devlet-i Aliyye’nin başına balyozlar indirip parçaladıkları gibi, bugünkü o çirkin tabloyu meydana getirdikleri gibi- bir avuç, daracık bir ülkede bir avuç insan, onlara da aynı şeyi yapar, parçalarlar onu. Fakat o parçalanmada en önemli faktör bizim zaafımızdır. Kendi içimizde didişmemizdir, birbirimizle yaka-paça olmamızdır. Bugün böyle gitse de bence aklı başında kanaat önderleri, ilim adamları, psikologlar, pedagoglar bir araya gelerek, müşterek akıl bir araya gelerek, bu mevzuda projeler oluşturması lazım. Ne yapalım ki, insani çizgisini koruyamamış nesilleri bir kere daha insani çizgide birleştirelim? Bir Söğüt ruhuyla onların yeniden bir büyük devlet olmaya yürümelerini sağlayalım, Allah’ın izniyle inayetiyle?!. Biri olup biten şeyleri hafife alırsa, yangını hafife alıyor gibi, savaşı hafife alıyor gibi… Cahiliye şairi zannediyorum, İmrüü’l-Kays diyor ki, “İki şey vardır ki, onları belki siz başlatırsınız, fakat durdurmak istediğiniz yerde artık durduramazsınız: Birisi yangın, birisi de savaştır.” Biz bunların ikisini de gördük. Bir kere bir yerde yangın çıkarırsanız.. onu hakiki manasıyla da mecazi manasıyla da düşünebilirsiniz; hal-i hazırda olan şeylerin de birer yangından farkı yoktur. Bir de savaş mevzu. Bir macera uğruna, maceraperest, devlet idaresinden anlamayan insanlar, Karadeniz’de Rus donanmasına, iki tane bomba atmak suretiyle devletler muvazenesinde muhteşem bir devleti tarumar etmişlerdir. Bağışlayın, belki selefi hayırla yad etmek bizim için terbiyenin gereğidir, fakat ben bir türlü affedemiyorum onu. Muvazene unsuru bir devletin yıkılmasını affedemiyorum; ona sebebiyet verenleri de affedemiyorum. Allaha hesap versinler. “Cehenneme girsinler” demiyorum, Allaha hesap versinler. Çünkü o çok önemliydi. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla alakalı Voltaire’in bir piyesi oynadığı dönemde -ki Hasta döneminde, Abdülhamid dönemi, “hasta devlet” diyorlardı, “Le Sultan Ruj” diyorlardı, Fransızların uydurması, “Kızıl Sultan” diyorlardı- ültimatom çektiğinde, orada perdeden indiriyorlardı o piyesi. “Bütün Hindistan’ı ayaklandırırım ve yürütürüm üzerinize!” diyordu; o hasta döneminde bile haykırdığı zaman, böyle hasta bir aslanın haykırması gibi, ormanda herkes bir kere daha hizaya geliyordu. İşte onu yıktılar, tarumar ettiler. Bugünkü tarumar olmamızın arkasında o vardır. Savaş başladı ama arzu ettiğiniz yerde onu durduramadınız. Her şeyi seylaplar halinde önüne kattı, sürükledi götürdü. Yangın ve savaş.. siz başlatsanız bile arzu ettiğiniz yerde onu durduramazsınız. O nerede duracaksa, gider orada durur. O açıdan da mesele küçükken, bir mangal közü halindeyken onu söndürmesini beceriyorsanız, orada söndürmeye bakın. Yoksa bir alanı aldığı zaman, bazen üstesinden gelemezsiniz. İtfaiyeler onunla başa çıkamaz. Onun için çok küçük bir tulumbayla bile söndürülebilecek küçük bir yangında bile, bence bütün itfaiye erlerine seslenmek lazım; “Tulumbanı al, yetiş imdada, yangın var!” diye seslenmek lazım. “Dedim: Zahirde mi aşık? Dedi: ‘İhfada yangın var!” “Sefine-i kalbime alevli bir kor attın ey dost / Bülend âvâz ile dersin, bakın deryada yangın var!” (Sûzî) Derya da yanınca milletin işi bitmiş demektir. Şayet ilim yuvalarına bombalar atılıyorsa, en masum insanlar öldürülüyorsa, birileri gaz bombalarıyla boğuluyorsa, kör ediliyorsa ve bazı kimseler de arka planıyla bunu görmemek körlüğü sergiliyorsa, göremiyorlarsa, hafizanallah, yangın büyür. Ben milletin o ölçüde karakterinin bo- kızılbaş - sayfa 29 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zulduğuna ihtimal vermiyorum, kötüsüyle bile; fakat karşı taraf, sizin bir muvazene unsuru haline gelmenizi istemeyenler, bunu değerlendirebilirler. Kim değerlendirebilir? Doğunuzdaki değerlendirir, güneydoğunuzdaki değerlendirir, güneyinizdeki değerlendirir, batınızdaki değerlendirir. Problemler sarmalı içinde olan bir ülkemiz var bizim. Biri bile bir yönüyle sizdeki her şeyi karıştırabilir. Oysa ki gizli, açıkkapalı bir ittifak var. Sizin bir adım ileri gitmemeniz için bir ittifak var. Siz kendi kendinize teselli olun, “falan yerde bahar, filan yerde bahar..” Buz gibi hazan rüzgarları esiyor. Buz gibi.. Akıllı davranmak lazım, en küçük gaileleri, badireleri çok büyük görmek lazım; akıllıca üzerine yürümek lazım. Bir karınca istilasına maruz kalmışsanız, karınca deyip geçmeyin. Karınca istilasıdır bu; sizin yağ çanaklarınıza, bal çanaklarınıza kadar girerler, zehir taşır ve kirletirler oraları; hafife almayın. Olumsuzluğu hafife almak, zihnin hafifliğinden kaynaklanır, mantık hafifliğinden kaynaklanır, muhakeme hafifliğinden kaynaklanır. Her şeyi olduğu gibi görmek çok önemlidir. O zaman isabetli projeler, planlar ortaya koyma imkanı doğar. Bu, geleceği imar etmeye, ihya etmeye, bir ba’s u ba’de’l-mevt hadisesini gerçekleştirmeye kendini adamış, adanmış ruhlar, bu mevzuda çok temkinli olmalıdırlar, çok temkinli. Çünkü üzerimizde olan şey, bizden evvelki nesillerin bize emanet ettikleri bir emanettir. Şahsımıza ihanet olsa, bir cinayet olsa, umursamazlığa girebiliriz; fakat amme hukuku diyebileceğimiz, dolayısıyla Allah hakkı diyebileceğimiz; zaten islami hukuk sisteminde amme hakkı, aynı zamanda Allah hakkı demektir; işte ona, ihanet etmeye, ihanet ettirmeye, ihanet edilmesine göz yummaya hakkımız yoktur. Allah, hesabını ağırca sorar. Bir millete, koskocaman bir millete ihaneti netice verecek şekilde bir kısım hadiseleri, kollarımızı gererek böyle, “Burası çıkmaz sokak” Şair-i şehirimizin sözü, “Kalabalıklar, burası çıkmaz sokak” demiyorsak şayet, hafizanallah mesele öyle büyür ki, o emanete ihanet etmiş oluruz. Oysa ki bizim vazifemiz; şimdilik ne ölçüde bizim omuzlarımızda olursa olsun, gelecek nesillere, emin nesillere o emaneti teslim edeceğimiz ana kadar, canımız gibi, onurumuz gibi, şerefimiz gibi, namusumuz gibi onu koruma mecburiyetindeyiz. Gerisi Allah’ın bileceği şey. “Zâlimlere bir gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âsereke'llâhü aleynâ.” (Ziya Paşa) (Düşün ki, Hz. Yusuf'a ne kadar zulmettiler. Allah'ın kudreti bir gün zalimlere, Hz. Yusuf'un kardeşlerinin dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yusuf Sûresi, 12/91) dedirtir.) Çok dua okuyun fitnelere karşı. ElKulûbu’d-Daria taksim edin. Ashab-ı Bedr’i okuyun; o zatlar ruhanî varlıklar, semavî varlıklar gibi.. değişik tecrübatla görülmüştür, tecrübat-ı kesire ile görülmüştür, değişik problemler üzerine Allah onları yürütmüştür. O çözülmez gibi görünen problemler, Allah’ın izn u inayetiyle çözülmüştür. Bizim elimizden fazla bir şey gelmez, belki benim şu söylediklerim bile beyhude laflardı. Aslında biz kendimiz düzeleceğimiz ana kadar... Erdoğan: Üç beş çapulcuya soracak değiliz Başbakan’dan Gezi Parkı resti: Karar verdik. Yapacağız Osman Tarı’dan dinlemiştim: İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Onlara şöyle cevap verir: “Muhterem cemaat, şunu biliniz ki, siz; “müntehib” (seçen)siniz. Ben ise; “müntehab”ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise; “müntehabün ileyh” (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi) dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçim) denir. İntihab ise “nuhbe” kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini böylesine veciz bir menkıbeyle ifade, hakikaten hiç olmamıştır şimdiye kadar... Meselenin dipten ele alınmasına, çerikçürük hale gelmiş, enkaz halindeki bir neslin yeniden elden geçirilmesine, restorasyona tabi tutulmasına ihtiyaç var. Hazreti Pir’in ifadesiyle, “Asırlardan beri, rehnedar olan bir kalenin tamiriyle mükellefiz.” Asırlardan beri, gelen bir tarafını yıkmış, giden bir tarafını yıkmış, böyle bir kalenin tamiriyle mükellefiz. Onun sorumluluğuyla karşı karşıya bulunuyoruz. Sorumluluğumuzu çok iyi kavramamız lazım. Mesele dipten ele alınmazsa, nesillerin ıslahıyla işe başlanmazsa; o nesillere, o masum nesillere, ruh ve mana köklerinden akıp gelen şeyler tanıttırılmaz, duyurulmaz, ruhlarına içirilmezse; beyinleri onların elden geçirilmezse, nöronlarına onların yeni bir adab u erkan talim edilmezse, bu azgınlıklar devam eder. Biz de hep böyle plansız projesiz, azgınlara karşı azgınlıklara karşı tepki göstermek, reaksiyon göstermek suretiyle sadece karbondioksit atmış oluruz. Kabadayılık yapmış oluruz. Meselenin dipten ele alınmasına ihtiyaç var. Problemimiz nedir bizim? Bu nasıl giderilir, nasıl tamir edilir? Meselenin öyle ele alınması, peygamber yolunda yürünmesi lazım. İnsanlığın İftihar Tablosu, işaret parmağıyla kameri iki şakk eden İnsanlığın İftihar Tablosu, yirmi üç sene ciddi bir cehd ve gayret içinde. Yoksa ellerini kaldırıp “Allahım, bütün kalbleri ıslah eyle” deseydi, anında Allah o kalbleri ıslah ederdi. Fakat O bir Rehber’dir, bir Muallimdir. İnsanlar nasıl terbiye edilir, ne kadar bir cehde ihtiyaç var, o mevzuda ne kadar sancı çekmeye, beyin zonklatmaya ihtiyaç var, kasık tutmaya ihtiyaç var? Allah Rasulü, çekerek onu göstermiş. Bu iş böyledir, bunu değiştirmeye gücünüz yetmez. La tebdile li halkıllah; Bu Allah’ın değişmeyen bir kanunudur. Fakat insanların çoğu kör ve sağır, bunu bilmiyorlar. Bilmiyorlar bunu. Yol bu, yöntem bu. Yine Şair-i şehirin ifadesiyle “Gerisi angarya!” Ey senelerden beri sürüm sürüm olan nesiller, “ayağa kalk artık Sakarya!..” Vesselam. http://www.focushaber.com kızılbaş - sayfa 30 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Taksim direnişinin iki yüzü ve İsyanın gösterdikleri Ali Sait Çetinoğlu Hiç kimsenin beklemediği şekilde Gezi Parkında çevre duyarlılığına karşı oluşturulan direnişe yönelen orantısız polis şiddetine karşı Taksim’de ve bir anda büyüyerek ülke çapında başbakan Erdoğan ve hükümetine karşı bir isyan ve direnişe dönüşerek hükümeti ciddi ölçüde sarsmıştır. Bu coğrafyanın en etkileyici direnişi iki önemli olguyu ortaya çıkardığını söyleyebiliriz: Birincisi TC’nin dayandığı olgu yani talan’ın ve gaspın ifadesi ise, ikincisi ise 1968’in hayaletinin yarım asır sonra bu kadim coğrafyada nihayet görünmesi gerçeğidir. Buna bağlı olarak, bu isyan, toplumun üzerindeki korkuyu ortadan kaldırarak 12 Eylül 1980 darbe rejimini 31 Mayıs 2013 itibariyle sonlandırdığını söyleyebiliriz. İkincisinden başlarsak; bu isyan bir anlamda Wallerstein’in söylediği gibi bildiğimiz dünyanın sonudur. Patlaması, gelişimi ve hedefleri ile 1968 isyanıyla -bire bir olmasa da- örtüşmesinin yanında politik etkilerinin de 1968’in benzerliklerini taşıyacağından kuşku yoktur. Taksim ve ülkeye yayılan direniş bu niteliğiyle kadim coğrafyada bir devrimdir! İsyancılar devrimcidir barikatlar kurmuşlar, iktidarı ve şiddeti püskürtmüşler, iktidarsız özgürlük alanları yaratmışlar, dayanışma örnekleri göstermişlerdir. İsyancılar, özgürlükçüdür, humaniterdir ve anti otoriterdir. Herhangi bir siyasi organizasyonun altında tanımlamazlar. Direnişler, her devrimde olduğu gibi gizli kalan gerçekleri su yüzüne çıkarmıştır. Tarık Ali’nin söylediği gibi demokratik olarak seçilen dar kafalı bir diktatör olarak davranan, ülkenin her yanındaki müteahhitlerin Sultanı Erdoğan’ın tahtı sallanmaktadır. Hareket ülkeye ve dünyaya körleşmiş yıkıcı neo-liberal ve artarak militerleşen hükümet politikalarına karşı yönelen bir muhalefet olduğunu gösteriyor. İsyancılar, Erdoğan hükümetinin askeri vesayet rejiminin yerine kurulan velayet[1] rejimine itirazlarını dile getirdiler. İsyancılardan “Bu eyleme katıldım, çünkü hiçbir politik grubun eylemi değildi. Halk Tayyip'in bugüne kadar yaptıklarına artık dayanamadı ve ses verdi. Gözüm yanıyor, hemen beş kişi koşup gözüme bir şeyler sıkıyor. ‘Polise taş atamayın’ diye bağırılıyor. İnsanlar artık bu Tayyip'in, mahalle ağzıyla koca bir ülkeyi yönetmesinden bıkmış, özgürlük, saygı, insanca haklar istiyor. Bu yüzden katıldım.”[2] Sözleri bu isyanın bir anlamda haysiyet savaşı olduğunu göstermektedir. İsyanın ateşini tutuşturan direnişin öncüleri ne hükümet nede siyasi partiler tarafından tanınmadıklarından, bu çevreler tarafından olayların niteliğini kavranamaz. Bu nedenle bunların üzerindeki asıl sonuçlar biber gazının dumanı ve sarhoşluğu geçtiğinde ortaya çıkacaktır. Zira ortalık toz dumandır. Ülke bir anlamda dumanlı hava sahasına dönüştüğünden şu anda herkes körün fili tariflediği pozisyonda olup iktidarı ve muhalefetiyle bu isyan anlaşılmamaktadır. İsyancıların kendilerine dayatılan geleceksizliğe mahkum edilmeye karşı öf ke ve isyanı, iktidarca ulusal ve uluslararası komplo olarak tanımlanması[3], muhalefetin mesafeli durması bu çerçeveden okunmalıdır. İsyancıların yaş ortalaması çok düşük olmasına karşın şimdiye kadar son derece siyasi bir olgunluk göstermişlerdir. Devrim eğitici işlevlini yerine getiriyor. İsyancıların bu olgunluğu, iktidarın anlayamadığı ve tanımlayamadığı güçlerini gösterir. John Lennon’un “Olay şiddet kullanımına dönüşmeye başladığı zaman sistemin oyununa geliyorsunuz demektir. Yerleşik düzen sizi kavgaya sokmak için kızdırmaya çalışacak, sakalınızı çekecek, yüzünüze fiske atacaktır. Çünkü, siz bir kere şiddete başvurduktan sonra sizle nasıl baş edeceklerini bilirler. Nasıl baş edeceklerini bilmedikleri tek şey, şiddet dışı eylemler ve mizahtır.” Sözlerine sanki sıkı sıkıya bağlıymış gibi açık havadaki gaz odasında kendilerine yönelen bilinçli, saygısız ve orantısız saldırganlığa/şiddete karşı sonsuz bir pasif direniş ve müthiş bir mizahla otoriteyi sarsarak kendi özgürlük alanlarını açtılar. Türkiye’nin birçok şehrinde, sert polis müdahalesine rağmen sokağa dökülerek vicdan temelli söylemleriyle kitleleri ayaklandırarak onlara umut aşılayan çok sayıda kadın-erkek gençlerden oluşan bu isyancılar demokrasinin reşit olma anını temsil ediyor dersek abartmış olmayız. İsyancılar sadece kendilerine özgürlük alanı açmakla kalmadılar. Erdoğan’ın kibrini ve otoritesini yerle bir eden bu isyan aynı zamanda coğrafyamızdaki yeni-Osmanlıcılık tartışmasını da bitirmiştir. Bu bakımdan isyanın bölgemizdeki dayatmaları ortadan kaldırarak özgürlükleri geliştirip genişleteceğinden kuşku yoktur. İnsafsız bir gücün karşısına çıkan yürekli güçsüzlerin direnişlerinden, yoldaşlıklarından yayılan muhteşem dayanışma, unutulan bir gerçeği anımsatır dersek de abartmayız. Aslında isyana karşı aşırı şiddet kullanılmadan önce bile, sadece cezaevlerine bakılarak dahi Türkiye’nin olgun bir demokrasi Ortadoğu’nun geri kalanı için bir rol modeli - olma yolunda ilerlediği inancı savunulabilir olmaktan çıkmıştı. Erdoğan iktidarı yada ılımlı İslam 12 Eylül rejiminin ürünüdür[4]. 12 Eylül darbesinin kısa bilançosunu verirsek: diktatörlük döneminde işkencede 450 kişi öldü, 50 kişi idam edildi. Birçok insan kayboldu. En az 178 bin kişi gözaltına alındı ve hemen hepsi işkence- kızılbaş - sayfa 31 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 den geçirildi, 64 bin kişi hapse atıldı. 12 Eylül rejim ülkeyi otuz yılı aşkın bir süredir korkunun pençesine aldığı gibi zihinlere de parangalar vurmuştu. İsyan korkuyu ortadan kaldırarak zihinlerin özgürleşebileceğini göstermiştir. Bu bakımdan da 31 Mayıs yeni bir milattır. İsyancılardan işittiğimiz “Artık sessiz kalırsam kendimi çok kötü hissedecektim. Şimdi yatağıma yattığım zaman mutlu ve huzurlu olarak uyuyabiliyorum. Bunun sonucu ne olursa olsun, ileride en azından ‘Elimden geleni yaptım’ diyebileceğim.”[5] Sözleri bu gerçekliğe denk düşüyor. Kısaca cin şişeden çıkmıştır! Gezi Direnişi ve sonrasındaki isyan’ın apaçık ettiği birinci gerçeğe dönersek; İsyan, bu parkın Ermenilerden gasp edilen bir mezarlığın üzerinde olduğu ve rejimin gaspçı karakterini ortaya çıkarmıştır. Bu arazi dünyanın en kıymetli arazilerinden biridir ve Surp Hagop Ermeni Mezarlığının bir parçasıdır. Lozan hükümlerine göre mezarlıkların korunması gerekirken mezarlık gasp edilerek, ulusal ve uluslar arası sermayeye peşkeş çekilmiştir. Hilton, Hyatt Regency … gibi uluslar arası otel zincirlerinin, Divan oteli gibi Türkiye’nin bir numaralı sermaye gurubunun oteli bu mezarlık üzerindedir. Birçok konut ve özel işyeri yanında Harbiye, TRT gibi kamu binaları bu mezarlık üzerindedir. Bu park da tek parti döneminin Cumhurbaşkanı ve milli şef İsmet İnönü’nun konutunun bir parçası olarak düşünülmüştür. Planda ilk ismi İnönü Gezisidir. Mezar taşlarına ne oldu derseniz? Bu taşlar Eminönü Meydanı yenileştirilmesinde ve İnönü Gezisi merdivenlerinde kullanılmıştır. Söz Hıristiyanların mülklerine ve birikimlerine el koymaya gelince Türkmüslüman sermayesinin gelişmesinde Hırıstiyan varlıklarının paylaşılmasına ve Türk burjuvazisinin kara tarihinden de birkaç örnek vermeden geçersek sözlerimiz eksik kalır. Türkiye’de son günlerde ciddi bir gazete olan Taraf Gazetesinde Cemaate ve emniyete yakın bir muhabir olan Mehmet Baransu imzalı bir haber çıktı. Bu habere bir diğer önemli gazete Radikal tarafından da yer verildi. Haberde önemli bir Türk sermaye gurubu cinayetle ilişkilendiriliyordu. Gazete haberinde Türk Futbol Federasyonu Başkanı Yıldırım Demirören’in babası ve Demirören şirketler Gurubu Başkanı Erdoğan Demirören’in Arşimidis şirketinin sahibi Rum işadamı Papadopulus ailesinin öldürülerek mal varlıklarına el konulmasında ilişkili olduğunu okuyucularına duyurur. Bu cinayet ve Demirören bağlantısı ile Arşimidis şirketinin el değiştirmesi 23.11.1984 tarihli Milli İstihbarat Teşkilatı raporunun ekindeki belgede ayrıntılı olarak yer almıştır. Aynı günlerde eski olağanüstü hal valisi evinde ölü bulunur. Taraf gazetesince bu ölümde Arşimidis şirketinin el değiştirmesi ile bağlantılandırılır. Baransu, Demirören Arşimidis’in şirketini sahte polis belgeleri ile ele geçirdiği zaman Hayri Kozakçıoğlu’nun İstanbul Emniyet Müdürü olduğunu yazar. Baransu’ya göre Demirören’le, Kozakçıoğlu’nun kamuoyunca da bilinen çok yakın ilişkisi vardır ve Kozakçıoğlu’nun oğlu da yıllarca Demirören şirketler grubunda yüksek maaşla çalıştığı kaydedilir. Burada bir parantez açarak bu gibi olayların münferit olmadığının altını çizerek iki örnek daha vereceğiz: Birincisi, Archag Baghdassarian veya Sait Yünkes olayı. Soyadların Türkleştirilmesini dayatmak ve Soykırım suçlularının kimliklerinin gizlenmesini sağlamak üzere 1934 yılında çıkarılan soyadı yasası ile ismi Sait Yünkes olarak değiştirilen Archag Baghdassarian’ın oğlu Orhan Yünkes, 6 Kasım 1975 tarihinde, babasından kalan Viranşehir’deki kırk tapu senedine denk düşen araziyi gasp edenlerden geri almak için, Urfa Hukuk Mahkemesi’ne dava başvurusunda bulunur. Dava, on yıl sürer. Mahkeme, 20 Ağustos 1985 tarihinde, Orhan Yünkes'in lehine karar alarak Yünkes'e, atalarından kalan malvarlıklarının iadesi kararını verir. Mahkeme, alışılmadık bir şekilde, Ermeni davacının lehine bir karar vermiştir. Ancak Orhan Yünkes aynı gün saat 14:00’de, Ahmet Özkan tarafından, Urfa belediye gazinosunun önünde, kafasına sıkılan altı kurşun ile öldürülür. Archag Baghdassarian’ın diğer oğlu Nurhan ata topraklarını terk ederek Avrupa’ya göç eder. Diğer örnek bir Süryani ile ilgilidir: Şemun Akcan’ın gasp edilen, Mardin’in Nusaybin ilçesindeki yaklaşık 7600 dönüm gayrimenkulünü geri almak için başlattığı hukuk mücadelesi, 1964 yılında başlayıp günümüze kadar devam eder. Şemun Akcan’ın dayıları Gevriye ve Melki'nin bahsi geçen gayrimenkul üzerinde 1936-1937 yılında öldürülmesi üzerine Akcan ailesi Midyat'a göç etmek zorunda kalmasının ardından, Gayrimenkullerin tapuları Akcan'da olmasına rağmen, köy muhtarının kararıyla mülklerinin bir kısmı başkalarına satılır. Akcan ailesine ait gayrimenkullerin bir kısmı da Nusaybinli Mehmet Aslan tarafından işgal edilir. Akcan gayrimenkullerini geri alma mücadelesini sürdürürken Devlet de araya girerek bu gayrimenkullerden hak talep eder. Nusaybin Malmüdürü M. Ali Aslan’ın Yargıtay’a verdiği 13.9.1985 tarihli itiraz dilekçesinde belirtildiği üzere; gayrimenkulün Ermenilere ait olduğunu ve Ermenilerin mirasçısının da devlet olduğunu belirterek mülkün hazine adına tescilini ister. Böylece "Ermeni malının gasp edilmesi meşrudur" anlayışı devlet tarafından da onaylanmış olur. Ancak devlet lehine mahkemeye katılan devlet temsilcileri bugüne kadar Yargıtay’a verilen yukarıda söz ettiğimiz dilekçe dışında bir savunma yapmadıklarından. Devletin müdahalesi Süryani Akcan ailesine ait mülkler gaspının sürdürülmesine hizmet etmektedir. Şemun Akcan’ın bir netice alamadan vefat etmiş ve adaletten umudunu kesen Mirasçılar ata topraklarını terk ederek Avrupa’ya göç etmiştir. ----------Vasi izin ve denetleme merciidir. Veli ise emir de verebilir, yasak da koyabilir; doğrudan belirleme/biçimlendirme yetkisine sahiptir. Başbakan da ‘dindar nesil yetiştireceğiz’ diyor; yani hem herkesin babalığına soyunuyor, hem de din, vicdan, düşünce ve inanç özgürlüğüne tasallutta bulunmayı kendisine hak görüyor. Kadir Cangızbay, Tencerelere Kıymayın, http://www.birgun. net/ kızılbaş - sayfa 32 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Baskın Oran: Doğum günümüz kutlu olsun, http://www.agos.com.tr/baskin-oran-dogum-gunumuz-kutlu-olsun-5199.html [3] "Şurası çok açık ki, bu olaylar, Erdoğan'ın Türk halkını İslami yöne doğru zorlamasına karşı bir başkaldırıydı.” diyen ve "Türkiye'de cezaevindeki gazeteci sayısının, diğer herhangi bir Ortadoğu ülkesindekinden daha fazla olduğunu"n [Türkiye cezaevindeki gazeteci sayısı bakımından Çin’i geçmiş durumda] altını çizen Cumhuriyetçi Parti Arizona Senatörü John McCain, "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Türk halkının birçoğunun gözünde, bir başbakandan ziyade diktatör gibi görüldüğü" sözleri, Erdoğan’ı muhafazakarların dahi terk ettiğini göstermesi bakımından ilginçtir. Tek edilmişlik duygusu Erdoğan’ın isyanda uluslar arası komployu aramaya sevk etmektedir. [4] Türk ordusu, sol siyasete karşı mücadelesinde, askerî darbesinden sonra dini silah olarak kullanmıştır. Baskın Oran: Doğum günümüz kutlu olsun, http://www.agos.com.tr/baskin-oran-dogum-gunumuz-kutlu-olsun-5199.html Ke ma l G ökha n GENÇ ÇAPULCULAR'DAN MEKTUP VAR... Gözyaşlarıyla okudum... "Sevgili ailelerimiz için: Özellikle dün itibariyle endişenizin tavan yaptığını biliyorum, bu yüzden vakit ayırıp okursanız çok sevinirim. Biz bu ülkenin, tüm dünyada apolitikliğiyle ün salmış, küçümsenmiş, dalga geçilmiş nesliyiz. Apolitikliğimiz yüzünden sanat, spor, doğduğumuz şehir ve hatta takıldığımız mekanlar üzerine gruplaşıp birbirimize kıl olmuş, birbirimizi yemiş ve hatta öldürmüş nesiliz. Okudukça insanlardan soğumuş, uzaklaşmış, kendi çekirdek arkadaş gruplarımıza çekilmiş nesiliz. % 90'ı hayatında asla ideolojik bir mücadele vermemiş, yolda rastladığı eylemi beyhude ya da 'gereksiz yol tıkama şovu' diye nitelendirmiş gençlerden oluşan bir nesiliz. Ve biz dahil hiçkimse bizden şikayetlerimizi rakı masalarından toplayıp, birkaç saat içerisinde sokaklara dökülüp, ucu bucağı görünmeyen, şiddetin sınırının olmadığı bir mücadelede birbirimize koşulsuz sahip çıkmamızı beklemiyordu. Hiçkimse bizden nasıl mücadele edileceğini bu kadar çabuk, hatta gerçek zamanlı öğrenmemizi beklemiyordu. Hiçkimse, çoğumuz için ilk olan bu ciddi şiddet ve zulüm deneyiminde, boğulurken, yaralanırken ve hatta ölürken korku ve teslim yerine mizah ve neşeyi seçip yola devam etmemizi beklemiyordu. Sürpriz yaptık. Çok iyi de oldu çok güzel iyi oldu, tamam mı? Her şeyin çok daha sertleşebileceğinin farkındayız. Fakat kararlıyız, bilinçliyiz, özenliyiz. Panik yapmıyoruz, hemen adapte oluyoruz. Aranan yardımı en fazla üç beş dakika içerisinde birbirimize sağlıyoruz. Sağlığımıza ve güvenliğimize olabildiğince dikkat ediyoruz. Görseniz şaşarsınız, belki kendimize ilk defa bu kadar iyi bakıyoruz. Çünkü biliyoruz ki hepimizin en sağlıklı, en dinç, en enerjik, en ayık, en mutlu haline ihtiyaç var. Bu coşkunun ve dayanışmanın romantizmi çok büyük; fakat kapılmıyoruz, aklımız çok başımızda. Siz ne yapabilirsiniz? Lütfen acil ihtiyaç listelerini takip edin, yiyecek-içecekten ziyade güvenlik ve acil müdahale ekipmanları göndermeye çalışın. Lütfen sizi korkutmalarına izin vermeyin, bunu çok istiyorlar. Evet blöf yapmıyorlar, karşımızdakiler çok sert çocuklar fakat bizden daha tedirginler inanın. Bizden korkuyorlar. Çünkü onların her şeyi yapabilme yetkileri yok; fakat bizim her şeyi yapabilecek cesaretimiz ve ne yaptığımızı çok iyi bilen beyinlerimiz var. Bize güvenin, destek olun. Lütfen en çok bizim çektiğimiz videoları izleyin, bizim yazdıklarımızı okuyun. Onlar yalan söylüyor, çarpıtıyor; biz her şeyi olduğu gibi aktarıyoruz. (İlk defa sizlere her şeyi anlatıyoruz, kıps.) Bizi takip ederseniz eminim daha az endişeleneceksiniz. kizilbasdergisi@kizilbas.biz Lütfen siz de birbirinizi sakinleştirmeye, bilgilendirmeye çalışın. Aramızda fiilen bulunmak değil bütün mesele, ağzınızdan çıkan ve yazdığınız her kelimenin değeri, desteği çok büyük. Sizleri çok seviyoruz. Birbirimizi de çok seviyoruz. Histeri derecesinde seviyoruz. Hepimiz on numara çocuklarız, arada manita yaparsak şaşırmayın. Biz sizi ararız, şarjımızı idareli kullanalım. Öptük, tel: +49 (0) 177 502 88 53 Genç çapulcularınız" ilanlarınız için: kızılbaş - sayfa 33 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ifşa ediyorum: dış bağlantı benim Başbakan Erdoğan, Gezi Parkı olayları ile ilgili olarak, “iç ve dış bağlantılar var, istihbarat çalışmalarımız devam ediyor”, demiş. İtiraf ediyorum, bu dış kaynak benim. Merak edenler, Türkiye’ye giriş ve çıkış tarihime baksınlar. 28 Mayıs’ta giriş yaptım ve olaylar başladı. Her gün de Taksim meydanında idim. Olayların büyümesi için gerekli olan her türlü organizasyonu yaptım (bunları maalesef açıklamak istemiyorum). Artık meselenin rengi belli olmaya başlayınca da görevimi yerine getirmenin huzuru içinde geri döndüm. Eylem amacına ulaştığı için artık gerçeği açıklamamda bir mahsur yok. İstihbarat görevlilerimiz zaten benim iç ve dış bağlantılarımı bulmak konusunda zorlanmayacaklardır ama onları daha fazla yormanın da bir anlamı yok. Tahmin edebileceğiniz gibi, beni yollayanlar, Türkiye’nin bu kadar kısa sürede büyük bir güç olmasını çekemeyenler idi ve aslında bu olayları aylar öncesinden planlamışlardı. Türkiye son yıllarda kendisinden beklenmeyen büyük hamleler yapmış; ekonomisini kuvvetlendirmiş ve askerin siyaset üstündeki vesayetini kırarak, sıradan bir “muz cumhuriyeti” olmadığını göstermiş ve dünya devletleri içinde itibarlı bir yer kazanmıştı. Türkiye’nin bu artan gücü, beni yollayan dış mihrakların bölgedeki güçlerinin azalması anlamına geliyordu. Amaçları, bölgede hızla büyük bir güç olma yoluna giren, Dünya’da büyük bir itibar kazanan Türkiye’ye bir ders vermek ve itibarını sarmaktı. Türklerin özellikle Suriye’de kendi başına hareket etmek ve bölgedeki dengeleri sorgusuz sualsiz yeniden düzenlemek istemeleri, Kürtlerle anlaşarak bölgedeki tüm dengeleri alt üst etmeye çalışmaları kabul edilebilecek şeyler değildi. Türkiye’ye ders vermeyi elbette başka olayları bahane ederek de yapabilirlerdi. Uludere, Reyhanlı, içki yasağı konusu veya yeni Boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi... bunların hepsini ayrı ayrı kullanabilirdi. Ama o zaman Türkiye’de zaten oluşmuş, köklü kutuplaşmaları aşamazlardı. Bu olaylardan her hangi birisini kullansalardı, protesto edenler almak yolunun, soykırım yalanı ile uğraşmak olduğunu biliyordum; onun için bu konuyu seçmiştim. Yıllardır da soykırımı gündeme getirerek zaten bu devleti zayıflatmaya çalışıyordum. P r o f . D r . Ta n e r A k ç a m sadece belli kesimler olurdu. Ve o kesimlere de (Kürtler veya Aleviler vb.) dış mihraklar tarafından kullanıldıkları suçlaması yapılırdı. Örneğin eğer sadece içki meselesi kullanılsaydı, o zaman da eylemcilerin arkasında darbe yapmak isteyen Ergenekoncuların olduğu ileri sürülürdü. Bu da bu çevrelerin işine gelmezdi. Bu nedenle Taksim ve Gezi parkı meselesi kullanıldı. Böylece PKK ile MHP; Laik-Alevi ile Müslüman; Ergenekoncu ile liberaller bir araya getirilebildi. Hem de eylemlerin dışardan kışkırtılmış olduğu argümanı inandırıcılığını yitirdi. Hani sadece bir çevrenin kullanıldığı anlaşılır bir şey olabilirdi ama hepsinin birden kullanılmış olduğunu ileri sürmek epey zor olacaktı. Eylemler yavaş yavaş etkisini kaybedecek olsa bile beni yollayanlar amaçlarına ulaşmış bulunuyorlar. Şu haliyle bile, tam bir başarı söz konusu. Üstelik eğer Hükümet bu uyarıyı dikkate almazsa olaylar nasıl olsa devam edecektir. Başta Türk turizmi olmak üzere Türk ekonomisi önemli darbeler alacaktır. Böylece, Türkiye’nin bölgede ve dünyada bu güçlerin istekleri dışında, bunlara kafa tutarak hareket etmesi iyice imkansız hale gelecektir. Dediğim gibi her bakımdan mükemmel planlanmış bir eylem söz konusu.... Şimdi bu satırları okuyan herkesin şu soruyu sorduğunu tahmin ediyorum. Peki ben niye böyle bir görevi kabul ettim. Niçin, Türkiye’nin zayıflatılması ve etkisinin kırılmasını hedefleyen bir planın parçası oldum. Sorunun cevabı benim uğraştığım konuyla doğrudan ilgili. Ben, geçmişte yaşadıklarımdan dolayı, Türk devletine kişisel kin duyuyordum. Bu devletten en iyi intikam Maalesef söylediklerim, yazdığım çizdiklerim çok etkin olmuyordu. Bu nedenle bu planda yer almayı büyük bir fırsat olarak gördüm. Çünkü, Gezi Parkı eskiden bir Ermeni mezarlığı idi. Mezarlık arazisi, Harbiye ve Divan Oteli’ni de kapsayan genişlikte idi. Eğer eylem başarılı olursa, yavaş yavaş kimseyi çok ürkütmeden hem soykırım meselesini gündeme getirebilirdim; hem de bu arazilerin Ermenilere ait olduğunu, geri verilmesi gerektiğini bile söyleyebilirdim. Nitekim, Park’ta şimdiden buraların eskiden Ermeni mezarı olduğunu söyleyen bir anıt dikildi bile. Hatta, Park’ta bir sokağa Hrant Dink adı da verildi. Böylece bu sayede ben de kendi planlarımı hayata geçirmiş oluyordum. Bu nedenle verilen görevi severek kabul ettim. Buraya kadar yazdığım türden bir senaryoya inanan çıkar mı? Eğer hükümet isterse çok inanan çıkar, diyeceğinizi biliyorum. Ankara’da yakalanan İran’lı ajan, İstanbul Gümüşsuyu’nda ele geçirilen bilmek kaç tane yabancı pasaport taşıyan kişi gibi haberler gazete sütunlarında yer almaya başladı bile. Tarihimizde de başımıza ne geldiyse, ülkemize ve milletimize karşı düzenlenmiş komplolar nedeniyle geldiğine inanan insan sayısı çok. AKP ve Tayyip Erdoğan’ın bu kökleşmiş zihniyeti ne kadar kullanıp kullanmayacağını bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Bu tür deli zırvalarına inanmak demokrasi kültürünün yokluğu anlamına gelir. Taksim Gezi Parkı eylemlerinin artık bu tür deli saçması komplo teorilerini de çöpe atmasını ümit ediyorum. Üstelik Gezi Parkı’nın gerçek tarihi üzerine açık bir tartışma ile... Evet, gerçekten eskiden Ermeni mezarlığı olan bu arazide, Ermeni varlığı nasıl hatırlanmalı? Küllerinden yeniden doğan Türkiye’nin kendi tarihini de yeniden yaratması nasıl bir şey olacaktır? kaynak: http://t24.com.tr kızılbaş - sayfa 34 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ahmet Altan olduğu için sokaklarda. Yüreğiniz yetiyorsa Başbakan'ı sağduyuya davet edin. No pasaran... Türk tarihinin en gerçek, en unutulmaz, en etkileyici halk direnişi yaşanıyor bugün bu ülkede. Toplumun bütün kesimleri, varlıklarını inkâr eden, onların var oluş biçimlerine TOMA’ları, biber gazları, kasklı polisleri, vahşetleri, insafsızlıkları ve aşağılamalarıyla saldıran bir zorbalığa “dur” diyor. Bu insanları yok farz eden, onların nerede içeceğini, nerede sarılacağını belirlemeye uğraşan, hangi meydanda kaç ağacın kesileceğine bile tek başına karar veren bir Başbakan'ı “sağduyuya” davet edemeyen korkaklar, bugün hakkını savunan bu halkı “sağduyuya” davet ediyorlar. Milyonlarca insan “sağduyuya” sahip olduğu için sokaklarda. Yüreğiniz yetiyorsa Başbakan'ı sağduyuya davet edin. Halktan geri adım atmasını istemeyin. Onlar uçurumun kenarında direniyorlar, atacakları geri adım onları yokluğun karanlığına düşürecek, sevgililerinin elini bile tutamayacaklar. Gece yarısına doğru T24’ün ekranından direnişçilerin twitleri o kırılgan madeni ışıltılarıyla akmaya başladığında kendimi Malraux’nun İspanyol İç Savaşı'nı anlattığı Umut romanının içinde buluyorum bir anda. İnsafsız bir gücün karşısına çıkan yürekli güçsüzlerin direnişlerinden, yoldaşlıklarından yayılan muhteşem dayanışma, yaralıların yardımına koşan genç doktorlar, direnişçilere camilerinin kapılarını açan imamlar, zorba saldırılarla bunalanları saklayan yaşlı kadınlar, bedava ilaç veren eczaneler, açlara yemek dağıtan lokantalar, acıyla, şefkatle, kardeşlikle dolu çığlıklar. Ve bütün bunların hepsinden yükselen, İspanyol İç Savaşı'ndan beri başkaldıran ezilenlerin cesur meydan okuyuşu- Onun demokrasinin “sandıktan ibaret olduğunu” sanan yanılgısını düzeltin, seçimlerde “padişah” değil başbakan seçildiğini ona hatırlatın, bu insanların hayatlarına, giyimlerine, aşklarına karışamayacağını ona söyleyin. nun sembolü olan kararlı ses. “No pasaran.” Geçiş yok. Türk tarihinin en gerçek, en unutulmaz, en etkileyici halk direnişi yaşanıyor bugün bu ülkede. Toplumun bütün kesimleri, varlıklarını inkâr eden, onların var oluş biçimlerine TOMA’ları, biber gazları, kasklı polisleri, vahşetleri, insafsızlıkları ve aşağılamalarıyla saldıran bir zorbalığa “dur” diyor, “geçiş yok” diyor, “buradan öteye gidemezsin” diyor. Böylesine haklı bir direnişin sesini duymamak için insanın vicdanını hadım etmesi gerekir, ancak hayaları burulmuş bir vicdan bu sese kulaklarını kapar. Direnen bu kalabalık, sokak sokak, cadde cadde, meydan meydan hakkını koruyan bu insanlar, kimsenin hakkını çalmaya, kimseye bir kötülük yapmaya çalışmıyorlar, kendisini hayatın içinden silmeye, onu görünmez yapmaya, milyonlarca insanı bir faşizm şapkasının içine ürkek bir tavşan gibi sıkıştırıp sesini çıkarmamasını isteyenlere karşı “ben varım” diyorlar, “burdayım” diyorlar, “ben insanım, haklarım var ve haklarımı savunacağım” diyorlar. Bu insanları yok farz eden, onların hiçbir talebini duymayan, onların nerede içeceğini, nerede sarılacağını belirlemeye uğraşan, hangi meydanda kaç ağacın kesileceğine bile tek başına karar veren bir Başbakan'ı “sağduyuya” davet edemeyen korkaklar, bugün hakkını savunan bu halkı “sağduyuya” davet ediyorlar. Milyonlarca insan “sağduyuya” sahip Bu insanları “marjinallerin, çapulcuların, illegal örgütlerin” kışkırttığını söyleyenler, bütün bu direnişin sadece Başbakan tarafından kışkırtıldığını, Başbakan'ın “hayatınıza, şehrinize, yaşamınıza karışmaya hakkım olmadığını anladım” demesinin Türkiye’nin huzura ve sükûna kavuşmasını sağlayacağını gerçekten görmüyorlar mı? Başbakan bunu söylemediği, herkesin hayatına müdahale etmek istediği, sandıktan çıkan bir hükümdar olmayı hayal ettiği için yaşıyoruz bugün yaşadıklarımızı. Başbakan insanların hayatlarına karışabileceğini, ülkeyi tek başına yönetebileceğini sandığı sürece bu direniş bitmeyecek. Halktan geri adım atmasını istemeyin. Onlar uçurumun kenarında direniyorlar, atacakları geri adım onları yokluğun karanlığına düşürecek, sevgililerinin elini bile tutamayacaklar. Geri adım atacak olan, generallerin faşist yönetimini şimdi o generallerle anlaşarak tek başına yürütmeye çalışan, arkasında gerileyebileceği geniş bir mesafe bulunan Başbakan'dır. Başbakan bu savaşı kaybedecek. Eğer kalabalıkları kışkırtmaya, padişahlığını sürdürmeye kalkarsa ülkenin istikrarıyla birlikte ekonomik dengesini de bozacak, büyük başarılar göstererek on yılda bu halka kazandırdıklarını misliyle yok edecek. Kendisiyle birlikte ülkeyi de yakacak. Elinde bütün toplumu parçalayacak bir bombayı tutuyor Başbakan ve bütün topluma şantaj yapıyor, “tek adamlığımı kabul etmezseniz bombayı patlatırım.” kızılbaş - sayfa 35 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir halk bu şantajla yaşayamaz. Bunu yapabilen adama bugün teslim olsanız yarın daha ağır tehditlerle ve şantajlarla gelecek. O bombayı Başbakan'ın elinden alacak olan AKP’lilerdir, Başbakan'ın arkadaşları, dostları, taraftarlarıdır, onlara sormak isterim, seksen yıllık bir faşizmi, yeni bir “tek adam faşizmi” kurmak için mi yıktınız? Başbakan'ın tek adam olmasından kendine siyasi ikbal devşirme hayalleri olanlar var ama bütün AKP’liler öyle değil, Erdoğan’ın tek adamlığı için bütün ülkeyi yakmayı göze alacak mısınız? www.antikapitalistmuslumanlar.org Bu halk direnecek. Direnmek zorunda. Yokluğun kenarına kadar sürülmüş bir kalabalığın var olabilme, yaşayabilme direnişi bu. Zekâyla, mizahla, nükteyle ve cesaretle direniyorlar. Sağduyuya onları değil, onları o uçurumun kenarına kadar sürenleri davet edin. “Yaşasın ölüm” diye bağırarak cumhuriyetçileri kıran Generallissimo Franco’nun zaferini bir daha yaşamayı umut etmeyin. 1939 İspanya'sında değil 2013 Türkiye'sindeyiz, bu tarihte bu ülke, kendi “Bastil zindanlarını” esprilerle yıkıyor, zekâları ve cesaretleri karşısında kazanmayı umduğunuz zafer sadece bu ülkeyi yakmak olur. Bunu size yaptırmazlar. Sadece Türkiye değil, bütün dünyanın demokratları bir arada bağırıyor çünkü. https://www.facebook.com/photo.php?v=133360740199228 &set=vb.201494729879702&type=2&theater “No pasaran.” Kadir Mısıroğlu’NDAN ALEVİLERE HAKARET.. BU TELEFONDAN BU ŞAHSA ULAŞABİLİRSİNİZ.. 0216 553 51 51 0216 492 76 74 telefonu adresi burda herkes arasın...Tunusbağı Cad. No: 16 Doğancılar Üsküdar/İstanbul Geçiş yok. Geçemeyeceksiniz. Kaynak: http://t24.com.tr kızılbaş - sayfa 36 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Açtık, tarihimizi okuduk: Gezi Parkı Ermenilerin Surp Hagop Başbakan’ın Gezi Parkı’ndaki protestolarla ilgili olarak söylediği “Açın, biraz tarihinizi okuyun” sözünü dinledik ve Gezi Parkı’ndan Harbiye’ye kadar uzanan arazinin tarihini açıp okuduk. Başbakan’ın sözünü dinlemeyenlerle paylaşmak isteriz. İçerisinde (zamanında) Surp Agop Mezarlığı’nın bulunduğu bu arazi Kanuni Sultan Süleyman tarafından, padişah fermanıyla Ermenilere verilmiş. Padişahı zehirlemek için aşçısıyla anlaşmaya çalışan Alman devlet görevlilerinin komplosu, Sultan’ın (onun bilgisi olmadan bir şey yemediği) Ermeni aşçısı Manuk Karaseferyan tarafından açığa çıkarılınca, Sultan onu ödüllendirmek istemiş. Karaseferyan padişahtan, o dönemde İstanbul’da yaşanan büyük veba salgını nedeniyle kitlesel ölümler yaşandığı için, Ermenilere bir mezarlık istemiş. O da söz konusu araziyi fermanla Ermenilere tahsis etmiş. 1872’de, Belediye mezarlığa el koyup arazisini Harbiye arazisine katmak isteyince, Sultan Abdülaziz, mezarlık topraklarının padişah fermanıyla Ermeni cemaatine verildiğini ve Ermenilere ait olduğunu onaylamış. Araziye el koyma çabaları sürmüş ve sonunda arazinin tapusu, tek parti döneminde, 1931’de belediyenin açtığı dava sonucu ‘cebren ve hile ile’ el değiştirmiş. 1939’da bütünüyle istimlâk edilmiş. Bugün bu arazinin üzerinde Divan, Hilton ve Hyatt Regency otelleri, (merdivenleri o mezar taşlarından yapılmış olan) Gezi Parkı, TRT İstanbul Radyosu ve Harbiye Askeri Müzesi’nin bir bölümü bulunuyormuş. Taksim Topçu Kışlası olarak 1806’da Ermeni mimar Kirkor Balyan tarafından inşa edilen ve bugün Gezi Parkı’na yeniden yapılmak istenen bina ise 1928’de, ahırlarından yıkılmaya başlanmış; II. Dünya Savaşı sırasında, son lig maçının oynandığı 25 Mart 1940′tan itibaren tamamen yıkılmış. Yani Osmanlı’nın en övünülen padişahının fermanıyla Ermenilere verilen arazi tek parti diktatörlüğünce ellerinden alınıp mahkeme masrafları bile kendilerine ödetilmiş. Bugün bir rant savaşına konu olmaya devam eden bu arazi aslında 500 yıl önceden beri Ermenilerin. *** Bizler ‘ecdadımız’ veya ‘bu toprakların tarihi’ denildiğinde sadece fetihçi padişahları, sadece Türk-Sünni Müslümanları ya da sadece cumhuriyet tarihini anlamıyoruz. Ecdadımız denildiğinde bu toprakların tarihinde en eski zamanlardan beri yer almış bütün halkları, bütün kültürleri, bütün medeniyetleri, bütün insanları anlıyoruz ve hepsini aynı biçimde seviyoruz. Biliyoruz; siz böyle bakmıyorsunuz. Keşke bakabilseniz. Keşke tüm yurttaşlarınızı aynı muhabbetle kucaklayabilseniz. Ama şu durumda bile yapabileceğiniz bir şey var. Gelin, Taksim Gezi Parkı’nı AVM, rezidans, otel vb inşa edip hangi sermaye grubunun rant iştahına açacağınızı tartışmaktan vazgeçin. ‘Ecdadınız’ın en ünlüsü Kanuni Sultan Süleyman’ın, padişah fermanıyla tapusunu verdiği araziyi asıl sahiplerine, Ermenilere iade edin. Tek parti diktatörlüğünün ayıplarını ortadan kaldırmaya buradan başlayabilirsiniz. *** Gezi Parkı’nda baskıya, otoriterliğe, tepeden bakmacılığa karşı özgürlükler için başlayan hareketi kendi siyasi emelleri için kullanmaya çalışan bazı gruplara dair de bir sözümüz var. Bir takım gruplar büyük çoğunluğunu genç kadınların oluşturduğu Gezi hareketine darbeci, ırkçı, ayrımcı, cinsiyetçi, homofobik, İslamofobik, Kürt ve Ermeni düşmanı fikir ve sözlerini bulaştırmaya çalışıyor. Duvarlara bu türden sloganlar yazıyor. Başörtülü kadınlara küfür ve hakaret ediyor, taciz ediyorlar. Büyük kalabalık içinde bu grupların oranı çok az. Ama görmezden gelinemez. Bu gruplar kınanmalı, izole edilmeli, teşhir edilmelidir. Bizler bu tür provokatör grupların değil, duvarlardan küfürleri silen kadınların, ücretsiz yemek dağıtan LGBT’lerin, alanda namaz kılıp kandil simidi dağıtan Müslümanların, başörtülülerin, Sevag Şahin’i, Hrant’ı hatırlatan Ermenilerin, ırkçı hakaretlere maruz kalan Kürtlerin, onuru kırılan, aşağılanan gençlerin yanındayız. Darbecilerin değil, darbe mağdurlarının destekçisiyiz. Bir yandan özgürlüklerimiz için mücadele ederken, bir yandan da bütün bu provokasyonlara karşı mücadele edeceğiz. Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi www.durde.org kızılbaş - sayfa 37 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ABD dişlerini söküyor, ellerindeki son ekmek dilimini de alıyorlardı. başkanı Memurlar ve askerler, çobanlar ve komşular, sanki hepsi bu çılgın kanlı şölene katılmaktaydılar. Hayvani hislerini tatmin için kızları haremlerden kaçırıyor, hamile kadınları sokaklara sürüyor ve değneklerle kanlar içinde doğurana dek dövüyorlardı. Woodrow Wilson’a açık mektup Şubat 1919. Sayın Başkan, Geçtiğimiz yıl 8 Ocak’ta Siz Birleşik Devletler Kongresine, Osmanlı İmparatorluğundaki tüm Türk olmayan milletlerin kurtuluşu talebinin gündeme getirilmesi çağrısıyla başvurmuştunuz. Onların arasında kuşkusuz Ermeni halkı da bulunmakta. İşte bu halk adına Size başvuruyorum. Anadolunun kalkınan kentlerinden ve bereketli ovalarından başlayan ve Furat sahillerinde ve Mezopotamya’nın taşlı çöllerinde son bulan Ermeni halkının korkunç kıyımına tanıklık eden az sayıda Avrupalıdan biri olarak, Sizin dikkatinizi kabus ve bedbahtlık manzaralarına çekmek cüretinde bulunuyorum, bunlar iki yıl müddetle sürekli gözlerimin önünden geçiyordu ve bunları artık asla unutamam. Size müttefik devletlerin Paris’te, dünyamızın önümüzdeki onyıllardaki kaderini belirleyecek Barış Konferansına hazırlandıkları anda başvuruyorum. Ancak Ermeniler diğerlerinin kalabalığı yanında sadece küçük bir millet, müzakerelerse nispeten büyük ve etkili devletlerin geleceğine yönelik yürütülecektir. Öyle ki, büyük Avrupa devletlerinin menfaattarlık ve iktidar hırsı ortamında bu küçük dahası bitap düşmüş milletin kaderinin görmezden gelinmesi veya horlanması ve Ermenilerin tekrar unutulmaya terk edilmesi, sıklıkla tarihi esnasında başına geliği gibi, olasıdır. Bu gerçekten acı olur, zira dünyanın hiçbir halkı, hiçbir zaman, Ermenilerin olduğu kadar adaletsizliklere madur kalmamıştır. Bu Hıristiyanlık meselesidir, bu tüm insanlığın meselesidir. /..../ 1915 baharında Türk Hükümeti dünya üzerinden iki milyon Ermeniyi imha etmeye yönelik hunhar programına başladığında, Fransa, İngiltere, Almanya halkları körleşmişçesine, dünya savaşının kanlı kabusuyla meşguldü. Öyle ki Türkiye’nin karanlık diktatörlerini, sapıklara mahsus işkenceler gerçekleştirme konusunda kimse müdahil olmadı. Böylece bir bütün millet, erkeği kadını, yaşlısı çocukları, gebeleri, anneleri, süt bebeklerini Arap çöllerine, sadece tek bir amaçla, hepsini açlık ve ölüme mahkum etmek için sürdüler. /..../ Ermenileri iki bin yılı aşkın bir süredir yaşadıkları topraklardan ülkenin tüm köşelerinden, taşlı dağ geçitlerinden, sahil bölgelerinden mizahi alay gibi gerekçelerle çöle sürdüler. Erkekleri ellerinden ve ayaklarından birbirlerine zincirleyerek topluca öldürüyorlar, onları nehre veya dağlardan uçuruma yuvarlıyorlardı. Kadın ve kızları toplu müzayedelerde satıyorlardı. Yaşlıları ve gençleri kamçıların hoyrat dayağıyla sokaklara dolduruyor, yol inşa etmek üzere çöle sürüyorlardı. Ermenileri, yataklarından yarı çıplak çekerek, kentlerden gece gündüz sürüyorlardı; köylerde evlerini yakıyor, kilise ve manastırları yıkıyor veya camiye dönüştürüyorlardı. Çocuklarını ellerinde alıyor, hayvanlarını çalıyor, ağızlarından altın Yoldan geçenler dehşetli bakışlarını işkenceler görmüş muhacirlerin sonu gelmeyen kervanlarından kaçırıyorlardı. Fakat o esnada da yol kenarlarında tezekler içinde boğulmuş yeni doğmuş bebekleri, cellatlarına ellerini uzatarak ekmek veya merhamet dilenmeye cüret eden aç çocukların kesilmiş ellerini görüyorlardı. Ermenistan dağlarından inen kafileler başlangıçta onbinlerce sürgünden oluşuyordu. Halep varoşlarına sadece birkaç yüz insan ulaştı. Kırlar kararmış, şişmiş, tecavüze uğramış çıplak cesetlerle doluydu; onların elbiselerini bile çalmışlardı. Hava ölümün leş kokusuyla dolmuştu. Cesetlerin bir kısmı zincirlerle birbirine bağlanmış halde Fırat sularında yüzüyordu, balıklara yem olmak üzere. Silahlı nöbetçiler canlı kalanları alaya alıyor, kurbanların cellatların elindeki kırıntılar için nasıl yalvardığını görerek bir kez daha eğlenmek için açların ellerine un serpiyorlardı. Onlarsa avuçlarındaki unu, ekmek yapamayacaklarından yalamakla yetiniyorlardı, böylece ölümü biraz olsun erteliyorlardı. Kürtler onları öldürüyor, bekçiler talan ediyor, kurşunluyor, darağacına asıyor, zehirliyor, boğazlıyor, boğuyor, bataklıklara atıyorlardı; salgınlardan, açlık ve susuzluktan, yabani köpeklerin saldırılarından ölüyorlardı. Çocuklar o kadar ağlayıp feryad ediyordu ki, kendi gözyaşları içinde boğuluyorlardı; anneler süt bebeklerini uçuruma fırlatıyor, çıldırmış hamile kadınlar şarkı söyleyerek kendilerini Fırat’a atıyordu. Dünya üzerinde bütün zamanların bilinen tüm olası ölümleriyle ölmekteyiler. /.../ Sayın Başkan. Bu halk tahayyül edi- kızılbaş - sayfa 38 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lemez adaletsizliklere madur kalmıştır. Bu savaşa ilişkin yazılmış herşeyi okudum. Tüm dünyanın yaşadığı bütün dehşetlerden haberdarım. Hunhar mezbahalara dönüşmüş savaş meydanlarını, mayınlarla patlatılmış ve parça parça olmuş gemilere ilişkin, huzurlu kentlerin hava bombardımanlarına ilişkin biliyorum. Ancak hiçbir millet, savaştan çok eziyetler çeken ne Belçikalılar, ne Sırplar, ne İngilizler, ne Ruslar, ne de Almanlar, Ermenilerin olduğu gibi böylesi adaletsizliğe madur kalmamışlardır. Belki de benzeri bedbahtlık ezeli zamanlarda vahşi ırkların başına gelmiştir. Ancak burada söz; yüksek bir medeniyet yaratmış, zengin ve heybetli bir tarihi olan, sanat edebiyat ve bilimde bedeli ölçülemez katkıları olan bir milletle alakalı. Bu halk birçok yetenekler, ünlü insanlar ruhani şahsiyetler vermiştir. Sayın Başkan, burada mevzu bahis olan evlatları tüm dünyaya yayılmış, bir kısmı ise uzun yıllardır Sizin de ülkenizde yaşayan Hıristiyan bir halka ilişkindir. Bu insanlar dünyanın hemen tüm dilleriyle konuşuyorlar, eşleri ve kızları çöl kumunda kazılmış çukurlarda değil, sallanan sandalyelere , ince sofra takımlarıyla süslü masa etrafında oturmaya alışkındırlar. Onlar ehil tüccarlar, yetenekli doktorlar, bilim adamları, sanatçılar, ıssız toprakları bereketlendiren dürüst ve mutlu çiftçilerdi. Ve onların tek suçu, kendi dilleriyle konuşmaları ve kendi Tanrılarına inanmalarıydı. Savaş esnasında Anadolu’da gerçekleştirilen olaylardan haberdar olan ve Ermeni halkının alın yazısını takip eden herkes, Ermenilere yönelik bütün sinsi suçlamaların, aşağılık yöneticiler tarafından kendilerinin sebebiyet verdiği insanlık dışı, hunharca ve gaddar şiddet eylemlerinin örtbas edilmesi için uydurulmuş sahte ve korkunç iftiralardan başka birşey olmadığını bilir. Hatta suçlamların aslı olsaydı, acaba bu yüzbinlerce masuma karşı uygulanan bu kıyıcılık haklı çıkarabilir mi? Ben suçlunun İslam olduğunu sanmıyorum; tüm büyük dinlerin özü iyidir ve bazı müslümanların icraatları, kimi Avrupalıların eylemleri sebebiyle bizi utanmak durumunda bırakmaktadır. Ruhu saf olan bu ülkenin sıradan halkını da suçlamıyorum. Ancak dikta grubu yönetcilerin Türkiye’yi bir seferden kendi kendini yönetmeye yönelik moral haktan mahrum bırakarak ve aynı zamanda medenileşmeye yönelik onun kabiliyetlerine ilişkin inancımızı yıkarak, tarihin hiçbir kesitinde asla halkı mutlu kılamıyacağına inanıyorum. Sayın Başkan, tarafsızlığıma inanınız. Size bir Alman olarak başvuruyorum. Halkım Türkiye’nin müttefikiydi, bundan dolayı, bu canice insan avının suç ortağı olarak suçlandık. Fakat affedilemez sürgüne izin verdiği için acı suçlamayı sadece Alman Hükümetine yöneltmemek gerek. Temmuz 1878’de Berlin Anlaşmasıyla tüm Avrupa Ermeni halkına güvenlik ve barış yönünde en umut verici teminatları vermekteydi. Acaba bu sözler hiç icra edildi mi? Hatta Abdülhamit’in başlattığı kitlesel katliamlar Avrupa’yı bir an bile menfattarlık ve tamahkarlık yolundan saptırmadı bile. Türkiye ve Müttefik Devletler arasında imzalanan, tüm dünyaya yayılmış Ermenilerin o kadar sabırsızlıkla beklediği ateşkes anlaşmasında «Ermeni meselesi» hemen hiç anılmadı. Acaba bu rezil oyunlar tekrar edecek ve Ermeniler tarihten tekrar hüsran dersleri mi alacaklar? Bu küçük milletin geleceği büyük devletlerin talep ve egoistlikleri sebebiyle görmezden ge- linmememli. Sayın Başkan, kurtarın Avrupa’nın onurunu! Türkiye’deki Ermeni toprakları şimdi, sakinlerinin üçte ikisinin artık geri dönmeyeceği çöle dönüşmüş bozkırlardır. Rusya’nın Ermeni topraklarının Anadolu ve Kilikya’daki Ermeni vilayetleriyle birleştirilmemesi, izin verilemez bir hata olur. Birleştirerekse, Türk boyunduruğundan kurtarılmış, denize çıkışı olan Birleşik Ermeni Devleti yaratılmış olur. Bu ülke bitaptır ve kendi başına tekrar dirilemez. Zanaatler, ticaret ve üretim son nefeslerini vermekteler. İmha edilen sakinler asla tam olarak yerine gelmez. Sürgün edilen Ermenilerin evlerin ve yüzyıllarca biriktirdikleri servetleri açgözlü cellatlar tarafından talan edildiler, iç edildiler. Binlerce Ermeniyi zorla müslümanlaştırdılar, binlerce çocuğu kaçırdılar, binlerce kadın ve kızı Türk haremlerinde köleleştirdiler. Bu insanların hepsine garanti edilmiş özgürlük gerekli. Çöllerden yurtlarına dönecek olan tüm takibat kurbanları, kaybettikleri için tazminat almalılar. Yetimleri toplamak ve yetiştirmek gerek. Bugün bu halka gerekli olan sevgidir, bundan uzunca süredir mahrum kalmıştır. Bütün bunların hepsi, hepimizin ortak günahının tanınması olur. Bu mektup manevi vasiyetimdir. Benim ağzımdan binlerce kurbanın sesi konuşuyor. Bu, tüm zamanlarda duyulmaya hakkı olan tek sestir, bu hümanizmin sesidir. Armin T. Wegner Armin T. Wegner, Alman yazar, fotografçı, barış eylemcisi. 1886 Wuppertal doğumlu, ölümü 1978 Roma... Exspresyonist yayın geleneğinden. 1. Dünya Savaşında, sağlıkçı olarak Osmanlı Imparatorluğun’da görvli. 191516 da Ermeni Soykırımın göz tanığı. 1916 yılında, Türkiye’de Ermeni kırımlarını fotoğraflamak suçlamasıyla Türkiye’den sınır dışı edildi. © Armenian National Institute, Inc., courtesy of Sybil Stevens (daughter of Armin T. Wegner). Wegner Collection, Deutches Literaturarchiv, Marbach & United States Holocaust Memorial Museum. kızılbaş - sayfa 39 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Nasıl Türkleşti? Anadolu’nun Ermeni tarihine dair bir kitap yazmamı istediler. Beni çok heyecanlandıran bir konu değil ama, ne yapalım, peki bari dedim. Çalakalem başladım. Başsız sonsuz yazarken arada şöyle bir parça da çıkıverdi.Mesela İspir’in hemen hemen bütün köy ve mezra adları (ayrıca dağ, dere ve yayla adları) Ermenicedir. Ama 19. yüzyıl sonunda İspir’de üç-beş köy dışında pek Ermeni nüfus yok. Demek ki İspir’deki değişim daha eski bir tarihte, belki 16. veya 17. yüzyılda olmuş. Ama nasıl ve neden olduğuna dair bilgimiz yok. Çünkü döneme dair – Türkçe veya Ermenice – yayımlanmış malzeme yok. Teorik olarak akla gelen sadece üç ihtimal var. Birinci olasılık: Ermeniler bilemediğimiz nedenlerle buradan gitmişti. Türkler boş bulup yerleştiler. İkinci olasılık: Türkler başka yerden gelip İspir’in Ermeni ahalisini topyekün kovdu veya yoketti. Üçüncü olasılık: İspir ahalisi din değiştirip Türk oldu. Birincisinin Anadolu’da tek tük de olsa örnekleri var. Ama İspir’de bu olmuş olamaz, çünkü öyle olsa yer adlarında süreklilik olmaz, Türkler boş buldukları yerlere kendi adlarını verirler. Adlar kaldığına göre demek ki YA yerli halk Türkleştikten sonra eski adları kullanmaya devam etti, YA DA dışarıdan gelen Türkler bir müddet – hem de buraların Ermeni yeri olduğu fikrini benimseyip alışacak kadar uzun bir müddet – yerlilerle beraber yaşadılar. Daha iyi bilinen yerlerin çoğunda hakikat, ikinci ihtimalle üçüncüsü arası bir yerlerdedir. Aşağı yukarı her yerde Sevan Nisanyan Anadolu karşımıza çıkan senaryoyu size şöyle özetleyeyim. Hacı Hüseyin Ağa bir tarihte bir miktar silahlı adamıyla birlikte bölgede zuhur eder. Terör estirir. Bölgenin ileri gelenlerinden birkaçını haraca bağlar. Direnmeye kalkan Agop Ağayı öldürtür. Kirkor Ağanın kızını kaçırıp nikâhına alır. Ermeniler bu duruma boyun eğer. Çünkü A) Hüseyin Ağanın arkasında devlet otoritesi vardır, başa çıkamazsın. Veya B) devlet otoritesi Hüseyin Ağayla başa çıkmaktan acizdir, ya da aciz olmasa bile isteksizdir. Direnmeye kalksan başına bela alırsın, kimseye güvenemezsin. Veya C) devlet otoritesini temsil eden Ali Paşaya karşı Hüseyin Ağa ehveni şerdir, en azından koruma sağlar. Veya D) Hüseyin Ağanın Agop’u öldürtmesi aslında bazılarının işine gelmiştir, iç dengeler dönmüştür. Veya E) Kirkor Ağa dünürüyle iyi geçinmeye karar vermiştir. F) Zaten Hüseyin gelmese Hasan, o gelmese Mustafa gelecektir, birinden birine razı olmak gerekir. Hüseyin Ağa otuz sene ortalığı haraca kestikten sonra ölür. Yerine oğlu Hasan Ağa geçer. Hasan Ağa ana tarafından Ermenidir, Ermenice bilir, ama asla belli etmez. Çünkü silah taşıma ayrıcalığı Müslümanlara aittir, kuşku doğarsa iktidarı sarsılır, devletin adamlarıyla ilişkisi bozulur. Zaten babasının eski adamı olan Veli Ağa komşu nahiyede egemenlik kurmuş, bu tarafa sarkmak için fırsat kollamaktadır. Ona koz vermeye gelmez. Hasan Ağanın eli silah tutan adama ihtiyacı vardır. Sağlam eleman için yapmayacağı fedakârlık yoktur. Bir kısmını diyelim ki komşu vilayetin Kürt aşiretinden temin etti; ama Kürtleri memnun etmek zordur, astarı yüzünden pahalıya gelir. İşte tam bu sırada, tesadüfe bak ki Hasan’ın ana tarafından akrabası olan Kirkor Ağanın sülalesi topluca Müslüman olup Hasan’ın maiyetine katılmaya karar verirler. Onları seven, veya sevmese de çıkar ve gelenek bağlarıyla onlara tabi olan komşu köyün ahalisi de Müslüman olur. Hüseyin Ağa hanedanına sadakat ve akrabalık bağıyla bağlı olan bu zümreye halk arasında Hüseyinağazadeler lakabı takılır. Yörenin en güçlü ve saygın sülalesi olurlar; buralara yerleşen ilk Müslüman aile oldukları kuşaktan kuşağa anlatılır. Hüseyinağazadelerin nereden geldiğini kimse hatırlamaz. Cumhuriyetten sonra Orta Asya masalı devlet mitolojisi olarak okullarda öğretilmeye başladığında birden birilerinde jeton düşer. Tabii ya! Hüseyinzadeler Horasan’dan gelmiştir, Alpaslan’la beraber Anadolu’nun fethine katılmışlardır. Bundan doğal ne olabilir? Alpaslan’ın sol kol kumandanının adı da Hüseyin değil miydi? Hüseyingiller Müslüman olup ağa safına katıldıktan sonra ilk iş eskiden beri nefret ettikleri Margos’la Mateos’un arazilerine bir punduna getirip el koyarlar. Sonra gözlerini Ohannes’in arazisine dikerler. Sıranın kendisine geldiğini gören Ohannes, çevik davranıp Müslüman olur. Vilayet merkezindeki paşa ile kadıyı birkaç hediyeyle memnun edip onların desteğini alır. Kapısına üç tane Kürt sipahi koyar. Ne olur ne olmaz diyerek bir de hoca tedarik edip medrese kurdurur. Bu yüzden Ohanzadeler günümüzde bölgedeki ilk medresenin vakfedicileri olarak büyük saygı görür. Kanıt olmasa da Kürt kökenli oldukları rivayet edilir. Ardı çorap söküğü gibi gelir. Müslüman nüfus artar, güçlenir, servet ve kudret sahibi olur. Bir süre sonra buraların kadim Müslüman ve Türk yurdu olduğunu iddia etmeye başlarlar. Gitgide fakirleşip marjinalleşen Ermenileri hor görürler. Kiliselerde çan çalınmasını yasaklarlar. Ermenilikte ısrar edenlerin bir kısmı “burada bize hayat kalmadı” diyerek Sivas’a göçer. Nüfus daha da azalır. Sultan İkinci Mahmud hengâmında kızılbaş - sayfa 40 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İstanbul’da Ermenilere fırsat kapıları açıldığı duyulur. Talihini denemek için payitahta göçen on Ermeniden beşi hedefi gözünden vurur. Biri sarayın peşkircibaşısı olarak servet ve ün kazanır; biri İngiliz konsoloshanesinde tercümanlık bulur; biri kuyumcular hanının idare heyetine seçilir. Elbirliğiyle memleketteki kiliseyi onarırlar; yanına da bir okul kurdururlar. Derken o okuldan mezun olan çocuklardan ikisini, İstanbul’da kendi aralarında topladıkları parayla Avrupa’ya okumaya göndermeye karar verirler. Gençler Cenevre’de üniversiteye gider. Sürgündeki Rus devrimcileriyle tanışır. Olaylar gelişir. * “Türkiye tarihini bir sayfada anlat” diye biri bana sınav yazdırsa böyle anlatırdım herhalde. http://www.aykiridogrular.com/haber1394-Anadolu-Nasil-Turklesti.html İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Gezi Parkı direnişine destek olmak ve eylemlere dönük polis terörünü Sevan Nişanyan yalnız değildir! Sevan Nişanyan’ın İslam mitolojisini İslamcılar gibi yorumlamıyor diye 13,5 ay cezaya çarptırılmasını protesto ediyoruz. Ayrıca Fazıl Say’ın Ömer Hayyam şiirinden dolayı cezalandırılmasından sonra, yazar, dilci ve araştırmacı Nişanyan’ın cezalandılması Türkiye’de Sünni İslam toleranssızlığının sadece yaygınlaştığını değil devlet kademesinde resmi görüş haline geldiği anlaşılıyor. İsveç'te Süryanilerle bir araya gelen Bakan Bağış’ın İsveç parlamentosunun soykırım kararını mastürbasyon deme edepsizliğini de bu çerçevede görmek gerekir. Ayrıca son günlerde Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP) Temsilcisi Necati Abay 11 yıl 3 ay hapis cezasına, Azadiya Welat gazetesinin eski Yazı İşleri Müdürü İbrahim Güvenç 10 yıl 3 ay 22 gün hapis cezasına çarptırılması, ifade özgürlüğü açısından yeni sınırlamaların işaretlerinden sayılmalıdır. 13 Mayıs 2013 tarihli Hürriyet gazetesinde, Mehmet Y. Yılmaz’ın Kültür Bakanı’nın anlattığı fıkra başlıklı makalesinden öğrendiğimize göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, akil İnsanlar buluşmasında Kültür bakanı Ömer Çelik’in Tanrıyı kastederek İftiraya ben bile bir şey yapamam, bana da İsa’nın babası diyorlar şeklinde anlattığı fıkra, alaycı gülüşmelere neden olmuştur. Dünya çapında milyarlarca Hıristiyan’a hem hakaret hem de Hıristiyan görüşünü tahrif eden ve kutsal üçlü hakkında bu terbiyesiz görüşleri söyleyen AKP'li bakan ve onu destekleyen Erdoğan’ın hem de sözüm ona barış için akil adamlar toplantısında bu konuşmaya kimsenin bir şey dememesi Erdoğan’ın Ezidi, Alevi, Zerdüşt ve benzeri dinlere hakareti ortadayken Nişanyan’ın sadece ve sadece İslami mitolojiyi aynen kabul etmek mecburiyetinde olmadığını açıklamasına verilen bu fahiş ceza T”C” de İslami tahammülsüzlüğün şiddetini gösteriyor. Biz aşağıda imzası olanlar olarak bu kararın derhal kaldırılmasını talep ediyor ve benzeri engizisyon kararlarına yenilerinin eklenmemesini talep ediyoruz. Sevan Nişanyan’a hayat güvencesi verilmesini istiyor ve anayasada yazılı fikir özgürlüğünün tam desteklenmesini talep ediyoruz. Fikir hürriyet ve din hürriyeti ve bu arada dinleri eleştirme hürriyeti insanların doğuştan hakkidir. İslamcı terörün yaygınlaştığı bir dönemde bu tip kararların ayni zamanda teröristlere cesaret verdiğini ve dünya barışını tehdit ettiğini bir kez daha belirtiyoruz. Dünyadaki tüm duyarlı insanları bu saçma karara karşı seslerini yükseltmelerini talep ediyoruz. Sevan Nişanyan, Fazıl Say, Necati Abay, İbrahim Güvenç ve düşüncelerinden dolayı baskıya maruz kalan dostlarımıza sahip çıktığımızı ilan ediyoruz. Bize katılın, sesinizi yükseltin, zira orada söz konusu olan hepimizin onuru ve geleceğidir. protesto etmek için greve çıkan belediye otobüs şoförlerine “en ağır cezanın” verileceğini söyledi. http://gercek-inatcidir.blogspot.de/2013/05/sevan-nisanyan-yalnz-degildir.html kızılbaş - sayfa 41 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 VE SÜRYANİLER ......... Muzaffer İris 24 Nisan Ermeniler için soykırım, (medz yeghern) büyük felaket, Süryaniler için ise ‘Seyfo’nun (kılıç) 98. yılı. Bütün dünya deyim yerindeyse Obama’nın yapacağı konuşmayı ‘dört gözle’ bekledi. Acaba soykırım diyecek mi demeyecek mi? Obama’nın Amerika ’dan yapacağı siyasi ve ekonomik çıkara dayalı konuşmayı bir kenara bırakıp kendi coğrafyamızda yaşanan acılara değinmek daha gerçekçi olmalı. İttihat ve Terakki zihniyetinin önderlerinden Mehmet Talat Paşa katliamlarını gerçekleştirirken Ermeni, Rum ve Süryani farkı gözetmemişti. O önemli bir tehdit unsuru olarak gördüğü bu halkları imha etmenin kararını önceden almıştı. O, bu halkları nerede toplayacağının, nasıl tehcir edeceğinin, nerelerde öldüreceklerinin, mallarının nasıl dağıtılacağının, nüfuslarının nasıl azaltılacağının bütün hesaplarını yapmıştı. Ona göre; Balkanlar’da kaybedilen savaşların intikamı ancak böyle alınırdı. 24 Nisan’ın hatırlattığı 24 Nisan’da Ermeni aydınlarının toplanıp sürgün edilmesiyle başlayan katliam süreci daha sonra Süryanilerin de yaşadığı en ücra köylere kadar uygulandı. Süryanilerin yoğun olarak bulunduğu Mardin, Hakkâri, Siirt, Antep, Urfa, Diyarbakır ve Adıyaman’da insanlar katliamın, vahşetin yaşanmasına engel olamadılar. Süryaniler, Ermeniler kadar sayıca fazla olan aydın ve işadamlarına sahip değillerdi. Nüfus olarak da sayıları Ermenilerden azdı. Yani o günün şartlarına göre Ermeniler kadar güçlü ve politik olmadıkları için sisteme karşı önemli bir güç unsuru olarak görülmüyorlardı. Batı illerinde Ermeniler kadar sayıca fazla Süryani de yoktu. Eğer Ermenilerin yerinde Süryaniler olsaydı ilk önce Süryanilerden başlanacaktı. Ama daha sonra sıralamanın da hiçbir önemi yoktu artık. Süryanilerin Mardin, Midyat ve Diyarbakır bölgelerinde yaşayanlar katliamı ‘Seyfo’ (kılıçtan geçirme) olarak ad- landırırken Malatya, Adıyaman bölgesinde yaşananları ise ‘Kalfe’ ya da ‘Prodayışı Gâvura’ (Hıristiyanların toptan imha edilmesi, yok etme, vurma, kesme) olarak adlandırırlar. Bu kavramlar günümüzde halk arasında halen kullanılmaktadır. Dönemin hükümet ve askeri yetkilileri Adıyaman’da birçok köydeki Ermeni ve Süryanileri imha etmeye başlarlar. Sıra Adıyaman’ın Wank Köyü’ndeki Süryanilere gelince köye doğru hareket eder ve ilk önce köyün ağasıyla görüşürler. Köyün ağası Şeyho Bey’in jandarmaya “Bu köy Ermeni köyü değildir. Burası Süryani köyüdür” demesine karşılık olarak komutan şunu söyler: “Bizim için soğanın kabuğunun rengi önemli değil, kokusu önemlidir. Soğan soğandır.” Böylece köydekilerin Ermeni ya da Süryani olmalarının önemli olmadığını, kendileri için bunların Hıristiyan olmasının yeterli olduğunu belirtmiştir. 1903 Yılında Midyat'ta Yaşayan Hürmüz ailesi. 1915 sonrası bu resimde görülen insanlardan sadece bir kaçı kurtulabildi Bundan tam 22 yıl önce yapılan ses kaydında köydeki canlı tanık, olayları bizzat gören yaşlı bir Kürt kadının söyledikleri büyük ve çok önemli bir belge niteliğindedir: “Ben şu anda yüz yaşındayım, olaylar başladığında yedi yaşındaydım. Köyün ağasıydık. Aske- riye bize geldi. Buradaki halkın Süryaniler olduğunu söyledik. Ancak öldürülmelerine engel olamadık. Akşam bize geldiler, kaçamayanları sabah topladılar. Evimizin önündeki meydanda topladılar. Eyvana çıktım, kadın yaşlı, genç ve çocuklardan oluşan bir ‘kalfe’ idi. Yüzleri ay gibi parlıyordu. Hepsini Temsiyas Köyü’nden Fırat’a götürdüler, dönen olmadı. Ben Cüvınekan’a kadar peşlerinden gittim. Sonra eve döndüm. Tanık olduğum bir diğer olay ise köy papazının öldürülmesiydi. Köyün papazından kiliseye ait para ve altınların nerede olduğunu söylemelerini istiyorlardı. Papaz bir türlü söylemiyordu. Önce iki çocuğunu öldürdüler, yine de söylemedi. Sonra onu Süryani mezarlığına götürdüler. Bahçelerin etrafını dikenle çevirmek için bir yıl önceden kesilmiş ve kurutulmuş diken yığınlarının arasına koydular ve ateşe verdiler. Bizler de seyrettik. Yine bir gün arkadaşlarımla kuzuları otlatmaya götürmüştük. Kalıbağ denen yerde cesetler doluydu. Yerlerde sanki yatıyorlardı. Boyunlarına bakıp kolye, kulaklarından küpe, kollarından bilezik, bileklik ve boncuk topluyorduk. Bazılarının gözleri açıktı. Kendi ellerimizle gözlerini kapatıyorduk. Üzerlerinden basmadan geçmeye çalışıyorduk. Çoğu kadın ve çocuktu. Aldığımız takıları biz kullanıyorduk. Bunları söylemem gerekiyor çünkü yaşlandım. Ölürsem vicdanım rahat etmez.” kızılbaş - sayfa 42 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mardin merkezde bulunan bazı Süryaniler ‘Seyfo’nun yaşanmadığını ve etkilenmediklerini ifade edebilmektedirler. Bu tez bazıları için doğru olabilir. Çünkü o dönemde hükümet ve çevrede bulunan Kürt aşiret ve ağalarıyla birlikte hareket edip Ermenilere yönelik saldırılara ortak oldukları dahi iddia edilmektedir. Ancak bu konuyla ilgili kesin kaynaklar bulunmamaktadır. Direniş ve savunma Mardin, Midyat, Diyarbakır, Urfa, Antep, Malatya ve Hakkâri köylerinde yaşayan Süryaniler de katliamlardan kurtulamadılar. Ancak en önemli direniş ve ‘savunma’nın Aynwerdo Köyü’nde verildiğini birçok Süryani kaynak bize göstermektedir. Tarihe ‘Aynwerdo Savunması’ olarak geçen bu direnişte çevre köylerden kaçan Süryani ve Ermeniler, Marho Şabo Kilisesi’ne sığındılar. Tahmini 60007000 kişinin sığındığı söylenir. Hükümet ve çevredeki Kürtler tarafından 19 Temmuz’da kuşatılan bu köydeki direniş 66 gün sürdü. Süryani köylülerinin çoğu silahlıydı. Köyü konumundan dolayı ele geçiremeyeceğini anlayan hükümet taraftarlarının, halkı teslim olmaya zorlamasına rağmen halk teslim olmayı kabul etmedi. Köylüler hükümete güvenmediklerini, ancak Aynkafli Şeyh Fethullah araya girerse barışacaklarını söylediler. O da devletle anlaştı, oğlu ve yeğenini Süryanilere rehin bırakınca Süryaniler tarafından 400 tüfek teslim edildi ve barış sağlan- dı. 10.000 asker ve 12.000’e yakın Kürt işgalci Aynwerdo Köyü’nü talan için bekliyordu. Şeyh Fethullah devletin yapacağı bir saldırıda karşı koyacağını söyleyince askeri birlikler kuşatmayı kaldırıp geri çekilmek zorunda kaldılar. Katliamlardan en çok etkilenen bölge, Adıyaman ilçe ve köylerinde yaşayan Süryani ve Ermeniler oldu. Misyonerlerin olmayışı, dağlık bölgelerde yaşamaları, sınır bölgelerinden uzak, iletişim imkânlarının yetersiz olması, silahsız olmaları, buradaki insanların neredeyse tamamen yok edilmesini yol açtı. Sonuç olarak: Kim ne yazarsa yazsın, ne söylerse söylesin, ne derse desin ortada bir gerçek vardır ve o da bu acıların yaşandığıdır. Balçıkla güneş sıvanmamakta, yalanlarla peynir gemisi yürümemektedir. Bu işe ekonomik ve siyasi oyunlarla yaklaşmak tarihe yapılacak en büyük hakarettir. Tarih, tarihçilere bırakılmalı denilir ama nedense bırakılmaz. İnsanlığa düşen, bu acılardan ders çıkarmak ve bu acıyı paylaşıp özür dilemektir. Kaynak: Radikal Gazetesi, Muzaffer İris *Eğitimci-Yazar ; Güncelleme Tarihi: 27 Nisan 2013 Kaynak: http://www.suryaniler.com/ konuk-yazarlar.asp kızılbaş - sayfa 43 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pîroziya êlêmêntên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê Êzidilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!. K e m a l To l a n Li goriya ku ez ji baweriya Êzdîtiyê fahmdikim, çi gava ku meriv bikaribe li ser cewahirên bingehên ilmê baweriya Ezdahiyan baş lêkolîn bike, hingê merivê bivîne ku, baweriya Ezdahîtyê cûdetiyê naxe navbêna tu av, ba(hawa), agir(nûr) û axa li ser ruyê dinya(gerdûn)ê hene. Weke ku ez ji van sebeqên ilmê Xwedê nasîna me Ezdahiyan, yên ku dêjen, „Pedşê min cebar e ku Ji durê erfan dibûn çar e Axe, ave, baye û agir e „ (*1) „ Xwedawendê me rehmanî Çar qisim(cewahir) ji me re danî Pê dilovan Adem nijinî „ (*2) fahmdikim, Xweda yê me pêşîn ji van her çar êlêmêntan(ax, ba, av û agir) gerdûn afirandiye û bi wan jî Adem jiyandiye. Em di diyalekt nasînê de jî dibînin ku, çerxa veguhastina xwezayê û kiras guhastina hemû rihilberan(çi xwezayî, lawir anjî însan ûwd.be), tenê bi reza Xewdê û li ber hebûna van her çar êlêmênt(cewahir)an(ax, ba, av û agir/ nûr) digere. Ev her çar cewahir(ax, ba, av û agir/nûr) di nav hevde destpêk û dawiya her hebûn û tunbûna hemû tiştên xwezayî yê, çi rihilber anjî ne rihilberan in. Di nav zargotina me Êzdiyan de vêga hêjî tê gotin ku, wexta Melkemot (Êzdî dibêjinê, DELALÊ DİLÊ MİN, EZRAÎL, TAWİSÎ-MELEK, EMÎNCÎBRAÎL, NASİRDÎN) rihê merivekî ku kiras diguhêze jê distîne, kesê mirî di binerdê de tê veşartin. Ev bedena kesê mirî li kuderê, di bin axa kîjan welatî de hatibe veşartin jî, rihê wî cardinê vedigere nav maka xwe, Milyaket rih ji nav bedenê dertînin û wî rihî tînine geliyê Lalişê. (*2) Lewma di ilmê me dê hêjî tê gotin: „Dinya milkê rebil alemîn e Dinya ji bo tu kesî namîn e Dinay tenê ji bo Xwedê dimîn e Beşerî ji axê ye û her ji bo bin axê ye Bin Ademo, eger tû hezar salî li dinê bî Tû bi zêr û zegerê malê dinyayê bi xinê bî Her tû yê rojekê mêvanê qebrê bî Ruhe rihmanî, nabête fanî, her dê rojekê biçe ber destê wî Ezdanî“ (*3) jî dewlemendiya mirovatiya li Mezopotamiya yê, civak û olên Kurdî ye. Di vê zargotina me de hêjî tê gotin ku, tu evdî bi Xwedê, her heft melyaketên qedîm, Melek, Horî û hwd.ra dahin standin ne kiriye. Tu evd vêga hêjî nikare şêwe, şikil, sûret û wênê Ezda, Melyaketên qedîm, Melek, Horî, Perî, Cin û gelek Xwedanên xwezayê bi peyv û pênûsan tarîf bike, çêke û hebûna wan tenê li deverekê, cîh û mekanekî de bivîne anjî bide xwanê. (*4) Weke ku ez ji vî ilmî û zargotina me Êzdiyan fahmdikim, axretnasîna me Ezdahiyan(olperestiya xwezayî) qet cûdetiyê naxe nava tu cewahir(ax, ba, av û agir/nûr û hwd.)ên ku bûne bingeha afirandina dinya û jiyanê. Êlêmênt(ax, ba, av û agir/nûr û hwd.) ên li her welat û devera ku li ser ruyê dinyayê hene tev weke hevûdinê pîrozin. Min gelek caran gotiye û ezê dîsa jî bêjim, ciyê şer û aşîtî, saxî(tendurîstî) û ne saxî, aremî û tengasî, têrbûn û birçîbûnê, zilm û xembarî, delalî û ne delalî, hezkirin û dujminantî, bihişt(cinet) û doj(cahnim)a, başî û xirabî, paqijî û ne paqijiyê, zanîn, marîfet, heqîqatê û hwd.dilê merive. Lewma jî bawerdikim ku, fîlozofî û mîtolojiya Ezdahîtiyê serekaniya zanîna afirandina dinya yê, bingeha hemû mîtolojiyên xwezayî, bi taybetî 1- „Qewlê Şêxûbekir "şaxa 5": http:// www.lalish.de/modules.php?name=Ne ws&file=article&sid=54 *Çavkanî: 2 - Kemal Tolan -Nasandina Kevneşopên Êzdiyatiyê, Weşanên Perî- Çileyêpêşîn 2006 Stenbol. http://www.welatperwer.com/ligoriya-ezdinasina-min-kemal-tolan/ 3 - Pîroziya Axê li cem Êzidiyan : http://www.lalish.de/modules.php?na me=News&file=article&sid=183, Qewlê sere merge http://www.youtube.com/watch?v=ppxXEBftf R4 4 - Kemal Tolan -Bi Dîtina Min, Di Ezdahîtiyê De Parêzgeh„Hec“Ke Sereke Û Pûtperestî Tûne Ye ! http://www.kurdi.lalishduhok. com/index.php?option=com_ content&view=article&id=199:biditina-min-di-ezdahitiye-deparezgehhecke-sereke-u-putperestitune-ye-&catid=36:gotar&Itemid=76 kızılbaş - sayfa 44 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 -Ma, ewro to rê meymanime, verê adırê to de, to rê qesa de kotiye nêna vatene. No camat saad bo, mesto birro yine ke teseliya xo ma ra gurete, sıre yeno to. To vana, ez demis mebi, mı ret verdanê, nê? QESÊ VERÊ LOCINE C e m a l TA Ş Qeseykerdoğ: Sey Xıdıro Khuresıc SAAN AĞA Saan Ağa, Bextera ra lace Usıv Ağay bi. Dewanê Xozat de Bêspuxar vanê, bonê xo uca de bi. Vişt u di serra de bi. Zaf zerrevêsai bi, derdê herkesi de berbenê. Hama Piyê xo Usıv Ağa zaf zerrepêt bi. Hukmati ke Dêrsim de qeraqoli day vırastene, ez vişt serre biya. Ostorê de Saan Ağay eşt bi, xeğ bi, mı o waxt ostorê Saan Ağay rê seişêni kerdenê. Qereqolê ki Khela de dabi vırastene. Usên Ağayê Khela, Saan Ağay rê xebere rusnê, vat ke: -Cendermanê qeraqoli çênekê ma pê guretê, qesto cı kerdo. Ma şime basquniye, cendermey kişti. Ma kotime çheke sıma ki phêşti ma dê. Sey Rıza, hire roc de rê Saan Ağay rê mektube rusneno, vano: -Kefenê xo serê xoro pıresne, Zeynel be Rayberê Qopi meverde lewê xo, tey mefeteliye. Cepê ma Koê Sıncıke bi, cepê Sey Rızay ki Koê Bokıre bi. Rocê, ko de zoniyê vore vora. Sodır lêlê ra Saan Ağay mi rê vat ke: -Ostori bonce teber, doç de pêbıcê bırame, ez serba lacê dedê xo biya xeğ, ya kistê ya weşê, nêzana. Ma gınayme raê, jüo de Bexterıc ma de ro, hona cênco, kitabê têyo, dewreşine keno, vano: -No kitap terefê Heqi ra mi rê ğeyip ra amo. Ma ke veciayme cepê Sıncıke, ko de rêcê qoliga amê, verdê ra, vore pısqıta beliyê. Exro ke Zeynelê Ali qol gureto şiyo, des u haut qoligê mekera eskeri kelepur kerdê, ardê berdê Qenda. Saan Ağa ma ra bırıya ra, hetê Kemerê Aliqadıri ro şi terefê Mendıke. Hama, qêwğa jubin gureto, zê gêrmi girina. Wertê vore de ostor mı dest de ro, jüo de Nenıkıc be jü Khuresıcia lewê mı de rê. Xafıl de ağır makina vat ke: "gır, gırr, gırr." O Nenıkıc wertê ma ra til bi, gına waro. Khurâsıci pasqulâ herd de dê pıro vat ke: -Lacê çınay, kami to rê vat ke: 'raurze xo ser'. Exro ke qersune gına baji, herme de çel kerdo. Ma hata verasan uca mendime, veng ama, vanê: -Saan Ağa vano: 'Ostori bicêrê, hetê Gerreka Sovgi ro bêrê Sovge.' Ma kotime raê, şime Sovge, sıliye vorena, çelpe-sugia. Ma şime Sovge ke Saan Ağa hao çê Sılê Kupi de mêymano. Cırê di teni bızêki sere bırnê, kerdê kabab. Mılet dorme de ronistaiyo, mobet kenê. Saan Ağa vacia Silê Kupi de, vat: -Lace çınay, to sona lewê Cevdet Sunay yena, hurênda ma cırê vana, esker ma tareme keno. Silo Kup vano: -Saan Ağa, heq bo pir bo, ez çiyê heneni nêkena. Ez sona, eskeri ver fetelina ke dêmisê mı mebê, xo rê dewa xo de ret vınderi. Saan Ağay vat: Saan Ağay be havalana kotê vırniya eskeri, dı hirê taxım çheki, pusuley, dı qati cıli ardê. Cıli; etle Kırmancanê, eskeri berdê, yi kotê vırniyê, têpia cıra guretê. Ma, a sodır vêştime ra sime Koê Wertey. Zêynel be havalana goligê ke ebe bara mekera ra kelepur kerdê ardê, tê werte de bare kerdê, her keşi hêsa xo gureta. Weli Ağa ki tey şiyo, ostorê yirê veto, jü qatırê ki Saan Ağay rê vete, hama Saani nêgurete, vat ke: -Ez rajiya, hêsa mı bıdê rê Zeynel Ağay, ma kotim herb, ez golige se bıkeri? Ma, rocê Derê Arêy de mendime, esker ama Birıke. Bırazayê Sey Rızay Duzgın ki ucao. Qêwğa biye têra, ma barkerd ke şime Tılage. Esker ke bi zêde, yine ma rê vat ke: 'Niya serra, sêrê Mığara Zağgey.' Sey Rıza, raa Saan Ağay Pino Ma ke sime Tılage, Saan Ağay vat ke: -Urce, Sey Rıza cor Koê Bokıre de ro, şime uca. Sey Rızay Koê Bokıre de xo dardo we, golımê Şıxheseni de fıtıq esto, qora de ki suji esto, biyo kud, nêşikino bıfeteliyo. Dedê Saan Ağay Alisan Ağa ki ucao, Alisan Ağa Saan ağay ra xırt bi. Se ke ma veciayme diar, tiyarey hawa ra veciay. Bumbey nay Tılagê ra, dewe wertê mız u dumani de verdê. Saan Ağay vat ke: -Şime dewe, belka mılet qırkerd, ala se keme. Ma şime Tılage, Xıdê Phırke kokımo, herdisa xo, verda sênê xo ser. Xıdır cêra ra Saan Ağay, cırê vat: -Saan Ağa, Saan Ağa..! Çê to sên bo, to qe Heqi ra nêtersa, to qe Heq nêard ra xo viri. To nêşkiya cırê vacê no feqıro, nine ni bonê mı bumbe kerdi, cor de rıznay mı ser. kızılbaş - sayfa 45 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Saan Ağay vat ke: begi. Yüzbaşı yina ra pers keno, vano: - Xıdır, qusur de sêr meke, famê mı ra veciya, mı fam nêkerd ke cırê vaci! - No ostore kamiyo? onte, yüzbaşi gındır bi. Ostor şi kot werte goliga, eskera goligi têde sanay xo ver, sanay ko. Mı vat ke: Yi, Tırk ki nêzanenê, jüanê ma ra cüab danê, vanê: -Saan Ağa ostar berd, balê pane geber ke. - Ostorê Saan Ağayo. Saan Ağay vat: Eskera yi di kokımê ma uca de sungi kerdi. -Se pani, çê vêsaê, ostor ê pıranaişiyo? Eskeri ke hurenda Saan Ağayi doz kerde, yi a fes u puşiya xo gurete, pê Mıxeşige ro, Çala Xoriyê ro, wertê bırri ro ama pê bonanê çê Turabi. Uca ra venga mı da, vat ke: O, ostor zê mordema bi. Rocê, tenga de to ke bıbiyene, o pê to de merrediyenê ra, nıngê xo estene to ser, hên vınetene, qersune ke amê, yi pê to de, xo dardenê we. -Verva mı bê. Ma roca bine barkerd, hurenda xo vurnê. Phonc çê ma estê, her çê de çarigê non esto, des u di qati cıli estê. Hama a derê ro goligi nêgurinê. Sarê ucay ra jü Cemşi eşt bi, jü ki Comerd eşt bi, Comerdi ma bonanê xo nêverdayme, tersenê, vatene: "Esker bonanê mı vêsneno". A roce ma Tılage de mendime, bi sodır ma çê xo barkerdi, berdi Derê Zımayıge. Uca warey estê, bi peroc, mı zengiyê ostorê Saan Ağay serra kerd. Ostorê Saan Ağay be xo awe kerdene xoro, ma ke ostor kerd awe, yi xo werte awe de lebetna, awe este xo, cor veng ama, veng danê, vat ke: -Bokıre ra veng danê, vanê: 'Eskerê Muhafız Elaiya Oereğlani, nao ama Birike, Saan Ağa ke koti de ro mevınde ro, bêro'. Saan Ağa nişt ostori, Lace Phırcoy ki çheki gırêday, mı be yi pêya, Saan Ağay dıma şime. Saan Ağay mı rê vat ke: - Mı dıma bê, ez ke siya Mıxeşige, pe şüya bona de ostori uca verdana. Çantê fisega be dürbüna uca nana ro, ostor ki Merge de gırê dana, to ke ama uca, lewe de vınde. Ez vecia ser şiya, mı sêr kerd ke Saan hao zıng têyna veciyo Kertê Birike. Hama, exro ke Elaiya Cevdeti na het ro ama, xebera ma çina. Bokıre ra Alisan Ağay veng da, vat ke: -Saan Ağa meso, vırniya to de bırr esto. Ez ki durbine de sêr kena. Saan Ağay famkerd ke Alisan Ağa aravki qeseykeno, dêma esker dorme dero. Fes u puşiya xo este bırri ser, xo sana kınar, uca pit. Uca pino ke esker ke fes u puşiye diye, heni zano ke Saan Ağao. Tufong nano uca ra, Saan Ağa ki hurendiya eskeri doz kero, o ki tufong berco eskeri. Veng gına tufong ro, qewğa ke jubin guret, di hire eskeri na hetê mı ser gındır bi. Ostor, cor Merge de gıre daiyo, eskeri dorme ostori guret ke pêbıcê rê. Ostori ebe pasqulana dı neferi kişti, eşti herd. Cor de esker veng dano jubin, ez heşina pê, vanê: '3. bölük qumandani vano': "demişê ostori mebê, hata ke ez ama". Se ke qumandan ama, ostor pêguret. Uca lewê eskera de, dı kokımê Kirmanca estê, jü herdisıno namê xo Poro, jü rê ki vanê Topê Al- Ez siya resta cı ke çimê Saan be, e Lace Phırçoy biyê pırrê goni. Mı dest kerd çıma ra, tenê ke mend, Saani mı rê vat ke: -Tufongê mı bıcê. -Ez nana yüzbaşı ra. Koê Sultan Babay de non qedia, Saan Ağa ama uca. Binê Tılage de pirdê eşti bi, demdai bi, ma pıro vışiayme bover. En mığara girse dê ma, şime kotime Mığara Sırpati. Awe berda pê mığara ro çerexna, verê çeber de zê çırtıke erzena. Vırniye de ki des u phonc basamağê xo estê. İmame Laçi, jü ki Şıxhesen amay lewê ma. Ma, Çhemi sero dara ra pırd gırê da. Nisanê wertê mendosa de gurete, tey Rocê tufong erciya, Saan Ağay vat ke: Mı tufong guret xo dest ke ze kıla adıri vêseno. Ses destey fisega ra jü deste mendo. Saan Ağay cığara xo pistê, sımıte, Mı vat: - Saan Ağa, ostor hao rema. Saan Ağay vat ke: -Sıma ita vınderê, Ez, Weli Ağa, jü ki Memê Hure sonime Gogane. Ewro hata san esker de damê pêro. Gogane ra cêr mığarê qıçkeki estê, Abasa amê, kotê uca, mal u dowarê xo ki lewê de ro. Na hetê Koê Bokıra ra eskeri top erzenê, nanê yi mal u dowari ra. Saan şi, a roce qewğa kerde, roca bine vengê tufongi bıriya. Mı be Lacê Phırçoy ra mığara de vınetime. İmame Laçi veciya ama, vat ke: -Qalmekerê, pırd binê ma de şikia, Lıl be cêniya xo, jü ki Bıraê Aliyê İşi gınay Çhemê Muzuri ro, awe berdi, kerdi binê kemera girse, endi nêveciay. Lıl ke koti ro şiyene, çiyê xuyo qime- kızılbaş - sayfa 46 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tın xo de berdene, a roce ki altunê xo vıle de biyê. Dêma Altuni gırani biyê, nêveciyo awe ser. İmame Laçi vat ke: lewê mı. -Xatunanê çê Abas Ağay rê qesey mekerê, Saan Ağa yi kistê. -Mı ewro hewnê xo de Sa İsmailo Khuresıc di. O, zato de zê Pexamberi bi, yi waxtê de vat bi: "Rayberi bıkise." Mıleti vat bi ke: "No, budelao." Saan Ağay hewnê xo qedena, pusula onte vat ke: Endi jibayıs u kharraisa berbayme, dame xo ro, xo ruçıkneme. A roce ma oncia pırd gırê da, sewe şikiye, Saan uca veciya. Se ke ama herslemiş bi, vat ke: -Mı de Khakıta piyê sıma nênê. Ez ama kota wertê aşiranê sıma, dêma biya koti? Sıma be pheştia mı ra fetelinê? Sıma cêniyanê ma tersnenê, vanê: "Saan kisto, zerrê xo kenê sa"? Ma rê vat ke: -Urzerê..! İta, ê vınetene niyo. Ma, uştime ra, kotime nınga pırdi, hama endi sewa. Hire reseni kerdi pêser, eşti vıle manga ke bover vışnime. Ma, hata sodır mal u dowar têde kerd bover. Gınayme bınê Gogane, tufongê Şıxheseni ki Saan Ağay esto vılê xo. Nonê ma ki hetê Tılage de mend, vêsanime. Raê Gogane tırr u terrisê, golige nêgurina. Hên ke sêr kena vana nêjdiyo, hama sonime nêsonime, raê nêqedina. Ma rêştime Gogane lêl kot de, taqatê ra ki kotime, Sasmailê Khırri vat ke: -Biya miyê sere bıbırne, ma rê roni de sur ke, xo rê burime. Awe çina, vore esta hama kermi kotê cı. Vas hênyo ke erzeno miane. Şixhesen ki ma ra cor Derê Khela Gogane de ro. Miyê sere bırnê, ma xo rê gost werd. Saan Ağay, Şıxheseni rê elçiye rusna vat ke: -Cırê vace, ma koti de hurendi bicerime? Elçi ama, vat: Şixhesen vano: 'Berê, ravêrê qarşiyê Sultan Babay de merxa de girse esta, binê aye de ronê, merxe gırsa, eke sıliye bıvoro, binê xo de ro nêdana'. Ma goça xo gurete, şime binê a merxe de naro. Bi sodır, Saan Ağa hayıgê xo bi. Venga mı da vat ke: -Usênê (Sey Xıdırê, nb) mı, ala bê Ez şiya, vat ke: -Jüo de sıpela nao Warê Kurna ro yeno, ez vana pirê ma Sa İsmailo. Ma veştime ra xeyle ca vera cı şime, dot ra ama ke raşti owo. Ma şime desta, kelê xo bırna, yi dest da pheştiya ma ro, ma rê düway kerdi. Amayme bınê merxe de niştime ro, cırê non ard, yi xo kerd mırd. Pulur ra koto ra raê, amo Mırcan, hen Khela ro Thuzuk Baba teqib kerdo, amo. Xuya de yi eşt biye, cara pera ra mejdia nêguretenê, des qurşi, phonc qurşi guretenê. Saan Ağay rê vat ke: -Saan, çıralığa mı biya..! Saan Ağay vat: -Piro, to cedê xo kena, no halê ma se beno? Sa İsmaili ebe beçıkanê xo Lacê Lıli be Lacê Phırçoya salıx dayi vat ke: -Saanê mı, hukmat pê to nêşikino, hama ni toa (to rê) xaynêni u êbextine kenê. To ki hadarê xo vınde. Khures to de haval bo, bıko. Mı berê çê Şıxheseni. Ez kota vırniye, mı Sa İsmail berd çê Şıxheseni. Ma ke şime nejdiye bona, Anıke, veng da Şixheseni, vat ke: -Şixhesen bê, pixamberê ma Sa İsmail nao ama..! Ma şime zerrê çêyi, Sa İsmail uca saatê nêmend, vat ke: -Mı rê pırd salıx dê, ez ewro sona lewê Kokımi, uca ra sona Torım. Ma inam nêkerd, çıke, raa rocê ra zêdewa. O, a roce sono Koê Sosına de Sey Rızay vineno, uca ro sono Şine, uca ra vereno ra sono Torım, sande Memed Ağayê Ağayê Qıci rê beno meyman. Ez peyser ama bınê merxe, elçiyê Zeyneli ama vat ke: -Zeynel vano: 'Saan Ağa ça uca teber ra mendo, va bar kero bêro lewê ma'. Esker veciya Thuzık Baba, çıke ma ke sonime koti, ma dıme ra yeno. Ma ki wazenme ke zuqar de caê xo ra vurnime. Rocê, Demena ra Cıvrail Ağa, (Cıvê Kheji), Lace Sile Suri be mordemanê xo ra amay lewê ma. Vat ke: -Saan Ağa, ma amayme ke to berime. Bê wertê ma, qedao ke to rê yeno, va ma rê bêro. Nêtê Saan Ağay eşti bi ke sêro hama, Bextera nêverda. Ma qan kerdime, berdime çê Sey Rızay. Rocê vêrdê ra xebere amê, vat ke: - Esker amo binê bonanê Derê Arey, Tornoba de Çhemê Muzıri sero pırd vırazeno. Zeynelê Ali ama, vat ke: -Saan Ağa ha de şime. Saan Ağay vat: -Şime se bıkime? Mektuba Sey Rızay ra tepia, Saani zana ke fetelnenê ke yi be Alişer Efendi ra bıkise. Ma Bextera şime fekê Çhemi, eskeri min kute ke, pırd vırazê. Ma, tufongi nay eskeri ra, yine pırd ca verda voz da, a roce hata san eskeri de da pêro, san de cêrayme ra amayme. Zeyneli vat ke: -Saan Ağa, sıma ewro meymanê mınê, hadê, şime çê ma. Ma ke şime, raê ra Saan Ağay albozê xo temey kerdi. Vat: -Lao, Zeynel çêfê xo ra ma nêbeno, san de cılê sıma ke teber ra fiti ra, pesewe, hurenda cılanê xo ra vurnê. Di teni tornê Mıste Sure este, jü Mıstafao, jü ki Efendi bi, yi ki a roce ma de amay. Sande ma rê kabab sana cı, ma nonê xo werd. Cılê ma teber ra fit ra. Tornê Mıstê Saate İbrahim be Lacê Phırçoy, Saani pinê. Tornê Mıste Sure peseve veşti ra, şi zerre, ez usta kızılbaş - sayfa 47 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ra mı cılê Saani vurnay ra. Xeyle sewe ke şiye, Zeynel ama teber, tepia şi zerre. Tornê Mıstê Sure Efendi be dire tenena amay teber, nêard hasab ke Saan ra nê. A roca bine Saani vat ke: -Sey Xıdır to, apê mı Alisan, Usenê Mamıki jü ki Xıdê Phırçoy ita Direğe de mali bıçıraynê. Ez domana bena balıka. Saan qotmış bi şi, ma Direge de mal çırayneme, cêniya Lacê Phırçoy, cema sani veciye, amê. Berbena dana xo ro, vana: "-Wİy, wiy ...! Qırkerdi,... Kisti..!" rêcena herd? -Lao İbrahim to ça arda? Zekina vat ke: Yi vat: -Serê Alişer Efendio cıra kerdo ardo, benê teslimê Elaiye kenê, Khuresıcê mı. Ala vınde, soğıniya ma sebena. -Ez serba to arda, pirê ma Sey Divaney ki vato: 'Sey Xıdır rê wayir meveciyê, o Saani de feteliyo, ma rê bela pêda keno, esker ma qır keno'. Ma uca ra bar kerd amayme Koê Balka de restime Saani. Ma çhırria Alişeri cırê berde. Se ke heşiya pê, hurenda xo de nist ro, vat ke: -Mızê ma rê ame, Alişer Beg kisto, yi dıme ra sıra yena ma. Tırki teliyê destê xo, ebe xayınanê ma vecenê, no mi rê biyo derd. -Mordemê de mı sıma pê gureto, yi verdenê ra ra verdê, nêverdane ra ez ewro pesewe sona basquniya qereqolê Qereğlani, neferê de sıma wes nêverdana. Ma vat: -Çıko, se bi? Aye vat ke: A xeta ke Saan Ağay rusna, kota yüzbaşi dest, venga mı da ez berda qatê seri. A xete muskıte mı, mı ra pers kerd, vat ke: -Alişer Efendi be havalana mığara de kistê, Zeynel amo, vano: 'Saan Ağay ki (d)amê kistene.' Zekina des u di goligi ardi, çê ma bar kerdi. Ma ke goligi berdi verê çeberê çê Zekina, Zeynel yi cêro veciay, pia qeseykenê. Efendi vano: -Mı sıma rê vat ke, raver cêniya Alişêri Zerifa bıkesê. Sıma ke vatena mı bıkerdenê, cênike ma ra ne dı mordemi kistenê, ne ki kerdenê dırbetin. Qersune kınarê pısa de kota Mıstê Sure, kaleke de çırtmış kerda, dırbetıno, cıra goni yena. Zeyneli mı ra pers kerd vat ke: -Khuresıcê mı, Saan Ağa kuyo? Mı vat: -Saan Ağa ita ra şi. Zeyneli vat ke: -Ça nêvınet? Ma, o kerd nisangê Sultanbabay. Biyo dısmenê Heqi, xaynêni keno. Phonc roc ke bi tamam, mı sêr kerd ke tawla de jibais yeno. Taylım yüzbaşi dano mormekê ro, ebe cızmana veciyo ser, dawesneno, o mordemek ki bine de jibeno. Derê Hemırxani ra, Khuresa ra Saan Ağay xete nusta, da yi mormeki rusno elaiya (alaiya, nb) Xozati, vato: Mılet vêsano, thaba çino, qıtlığiya. Hetê ra esker vecino koa, her keşi derdê xo gureto. Mordemê ma ki mi rê vanê: "Wertê ma de mevınde, to Saan Ağay de fetelina, esker ke ama seveta to ra ma rê xebera vano." Saan Ağay ki xo kerdo hazır ke, sêro hetê Kemaxi ra kelepur biyaro. Ostor ki çino ke ez seri, ostor eskeri berd. Bextera ez dewê ra kerda teber, jüo de Bexterıc ama vat ke: -Bê piya sime Türktaner (Tanera Tırku, nb). Ma ke sime Xozat, subaya ez diya, vat ke: -Na isliga Saan Begiya, to gureta pıra. Mı ser kerd ke heqbe esto ostori ser, cıra goni recena herd. Mı vat: Ez esta hepıs. Çıke; ez Xozat de Saan de feteliyenê, qaymeqami, yüzbaşi be albayi mı nas kenê. A roce biyê san, İbrahimo Bexterıc ki ard est zerre. -Heq kenê a sene goniya heqbe ra Mı va: -No yajiyê kamiyo? Mı vat: -No yajiyê Saan Ağayo. -Saan Ağay çend serri wendo? -New serri wendo. -Çend serriyo? -Vişt u dı serra de ro. -Resmê Saan Ağay estê? -Resımxananê Xozati de estê. Şi resmi ardi, pıro sêr kerd. Se ke pıro sêr kerd, albay tarmele bi şi, qê fek nêlewna, ez verda ra. Ez hepıs ra veciya, heşiya pê ke Saan Thanjiye de ro. Mı be piyê xo şime çê. Piyê Taxşici Sukuri ama vırniya ma, piyê mı rê vat ke: -Seyd Hemed...! Saan Ağa itao. Mılatê ma, Hopa Balıka de ware de ro, ma şime uca. Piyê mı a sande vesnê kerd qırban. Xeyle sewe ke şiye, ez kota ra, pesewe jüyê, lewê na ni çimê mı ra, lewê ki na ni çımê mı ra. Ez usta ra ke Saan Ağao. Mı rê vat: -To xeyle tersa? Mı vat ke: -Tabi tersena, qocê hukmatêo. kızılbaş - sayfa 48 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Saani vat ke: -To endi serbest bıfeteliye, ma rê ke çiyê lazım bi, ma xebere dayme to. 'Ga ke gına waro, kardi sere benê deyra' sımsêr thuz nêbiyo, têde xısır kerdo. Ma şime vere qereqoli ke Sule Begê muxtar be lacê xo Sukri, jü ki mordemê ardo uca, cenderrney sanê dorme. Mı vat: -Sule Beg...! Kami to arda? Ez endi Saan Ağay de nêfeteliya. Serra 1937 ine de Aptullah Alpdoğani sıfte kerdo; Xozat de qısla vırazenê. Mıletê ma ğare cı kerdo, tey gurinê. Ma de Pir Hesenê eşti bi, dustê Saan ra bi. Cırê Ağaê Kheji vatene, hire burca xo estê. Bêro Ağaine ağao, bêro seydine seydo, bêro hukmatine mamura pilo. Pir Heseni mı rê vat ke: Yi vat ke: -Sona koa de fetelina se kena, mıleto ke sono qısle de gurino, yine de so Xozat, ma rê çi biya. -Lacê Helê Abaşo ke des u phonc teni na Qereglan ra kistê, o mordomo. Ez ki şiya Xozat, qısle de dı roci guriya, roca hireine çhırria Saani amê. Mı be jü Khuresıci, qısle ca verda, fotoğrafê de Saani guret, Xozat ra gınayme raê, peyiser sonime Bêspuxar. Ma ke amayme pê qıslê Xozati ra verdime ra, ma ser kerd ke Xıdırê Lıli, Xıdırê Phırçoy, jü ki Tornê İbe Mıstê Sate İbrahim haê dot ra yenê. Kıncê gonini pırayê, Elemana Saani herme de ro, düzme fisega be durda Saani vıle de darde kerdaiya. Ma vêrdime ra şime, restime Dewa Dewrâşi, Efendiyê Hesê Dedi uca mali verde ro, dot ra venga ma da vat ke: -Xeğenê, xeğenê, sıma sonê koti? Eskeri dorme Bêspuxari gureto, zê bızêka sıma sere bırneno, Qeroğlan ro sêrê. Say ke Saan weso, sıma dest u baji semernê we, sonê. Ma ke sime Qeroğlan, qereqol uca raê serowo, eskerê ucay mı nas kenê. Ma sime ke cenderma ra Boluli Memed, hao awe sero riyê xo tereno. Mı rê vat ke: -Xıdır hoş geldin. Gel sana bir bir silah vereyim, git Saan'ı bekle. Kaê xo be ma keno, hama (thawa, nb) destebera ma nêna, perr u payê ma şikiyê. Ma verdime ra şime paga Çê Sımıki ke her ca goni u golasur (gonaşir, nb) de vind biyaiyo. Ebe sımsêrê de khania, serê Saani lesê ra bırrno, -Lacê kerckıni ez arda. Mı vat: -O mormeko ke lewê sıma deo, kamo? Vat ke: Hama mormeki na sapqa xo yan na qafa xo ser, qebedayi fetelino, qe xo de nêveceno, nêvano ke mı kisenê. Sırrı onbaşi veciya teber vat: -Hıdır hoş gelmişsin. ama, vat ke: - Xıdır ez ama ke to beri Qerexlan. Ostori Saani, des roc esto ke ardo uca, kes nêthawreno alef cı do, waxto ke vêsaniye ra geber bo. Mı albay ra teminat gureto, kes damisê to nêbeno. Çıke o zano ke ez Saan de feteliya. Zerrê mı damışt nêda, ez usta ra tey şiya. Ma sime ke lewê bonanê Xıdır de gore gırê da, dorme dara ra çit kerdo, ostori kerdê cı. Ostorê Saani biyo tulegın, kalaki niştê jubin ra. Se ke ez nat ra şiya, mı eskil kerd, dot ra kırkıriya ama, serê xo kerd vırandya (vırana, nb) mı, cor de çıma ra gurr, gurr, gurr kerdi war. Zerrê mı kerkele da, çimê mı bi pırre iştira, ez ki berba. Saan ke kişino, o di roci iştira keno war berbeno. Yarbay İsmail Hakkı Tunay ama lewê ma. Vat ke: -Alef cıde. -Hoş bulduk Mı alef da ostori, tımar kerd. Albay vat: -Nereden geliyorsun? -Reyê cınise. -Hozat'tan geliyorum. Mı şiliyê dê qafê ro, ez nista cı, sere u qına xo kerde jü finciki eşti, eskeri hêni remenê, hêni remenê. Albay vat ke: -Nereye gidiyorsun? -Ben köyüme gidiyordum, Erlerden Bolulu Mehmet bana dedi ki: 'Gel, sana silah vereyim git Saan'ı bekle.' Se ke mı hêni vat, cenderrney têde day arê, tê şirta iştima kerdi. Sıra wa, da têdine ro, hên gırmıka sano ra ke, çhiki çımanê yine ra perrenê, vat ke: -Çaê şiliyê dana pıro? Mı vat: -Xuya xo nia wa, hem cınistene de, hem war amaine de şiliyê ke pıro medê, nêverdano. -Eşek o... eşekler...! Dêma Saan gewexno, kaê xo be cı kenê? Saan ke amenê ita, ça sıma miji verdenê xo? Sıma roca Heqi non u pendirê Saani werdenê, ebe kababanê Saani çêf kerdenê, ewro ça ebe cendegê Saani ra , kaê xo kenê? Mı ke surrê, dı surri ard berd, Yarbay yaxê mı guret, vat ke: A roce ez şiya çê, san de yi hiremena mordemanê ma, ma ra tepia uca qereqol de sanê qersuna ver, kisenê. -Ez ke seri Xozat, esker nano mı ra, mı kiseno. Ostorê Saani bêşuware mend Rocê, Qerexlan ra Muduro Bexterıc Toa ke ni ostori hata Xozat ma de biyarê. Mı vat: Yi ebe zora ez rusna. Ez hata Sırtıka tey şiya. Mı çausê na pıro, musna cı. Yine berd Xozat, uca ra berdo Anqara. Bado mıletê ma ra taine eskerina kızılbaş - sayfa 49 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 xo Çanakkale de kerde, yine o ostor uca di bi. Nınge ra ki dırbetın biyo, biyo leng, tedine o nas kerdenê. sano ita, urce so. Alisan Ağa heşino pê, vano: Saan Ağa saata xo ro sêr keno, vano: -Xıdır...! Çıko qalê Saani kenê? Mısawre Saan be Alisan Ağaya kene -İbrahim, so ma rê bızêke sere bıbırne, sorba qerteke merê (sorbeki ke ma rê, nb) biya. Xıd vano: Saan be tayê isanê Bextera sonê Thanjiye. Uca de Memê Hure vano. -Saan Ağa ez heşiya pê, Lace Phırçoy be taina mısewre kerdo ke to bıkise. Saan inam nêkeno. Hama Saan Ağa, dı roci ra raver, Lacê Lıli be Lacê Phırçoya rusneno Pakıra. Yi sonê, taxaletê Avdıla Pasay benê. Dedê Saan Ağay, Sılemanê Weli Begi Pakıra de vınetenê. O hetê hukmati de bi. A roce Lacê Lıli be Lacê Phırçoy rê vano: -Sıma ke besekenê Saani bıkisê, bêrê taxaletê hukmati bê. Saan sono Thanjiye. Bilges de Hemırxan esto, Elqajiye de Lacê Phırçoy vano: -Saan Ağa; ez, to, Welekê ma be Memê Hure bêrê, şime Koê Balıka. Dedê to Alisan Ağa, Canikê Pêre bırayê to wo qıc, İbrahime Tornê İbi, ni ki serê Dewa Dewreşi. Roca bine yeme reseme pê. İbrahim ke sono, Saan Ağa kuno ra. Saan Ağa hewn de nırrenê. Tenê waxt ke vêreno ra, Lace Phırçoy, elemanê Saan Ağay bınê bercinê Saani ra onceno, Saan hona hayıg beno, vano: -Lao, çıko heni kena? Lace Phırçoy vano: -Saan Ağa, mı dest kerd bıne cıla to ra ke ala qutiya tutuna to kotiya, mı xo rê cığara bıpistene. Saan Ağa qutiya xo veceno, cı ra cığarê dano cı, vano: -Bıcê, to be na cığara wa tê rü de. Saan onca sono hewın ra, eke nırrais yeno, Lacê Phırçoy zano ke hewnê şirin de ro. Tufong bınê cılê ra onceno, sano çare, o bin ki tufongê xo sano sêne, hurdmena nınga tufonga oncenê. -Nê, nê Alisan Ağa, vanê: 'Dilê Ağay kisto'. Se ke konê dere, çheka Alisan Ağay cıra cênê, Alisan Ağa, vano: -Dêma ke yine n. ma. Saani, sıma ki n.. ma. mı, ne? Uca çar mordemi nanê pıra, Alisan Ağay ki uca kisene. Serê Saani ke şi mezat, hêf ama guretene Serê Saani cênê, benê hukumat taxalat benê. Heştê kote mabên, Hesen Ağayê Weli Ağay, Mezra Sure de kot vırniye, yi hurdmena Xıdi uca kişti. Memê Hure ki tey beno, o nano pıra. A zımıstan ki İbrahim kist. Welê Lacê Phırçoyo ke na Saani ra, o ki Sıleman onbaşiyê qereqolê Qereğlani kist, Sılemani vato: Saan til beno, vano: -Eşşek oğ.. eşşek..! Saan'ı sen vurursun öyle mi ? Alisan sono Dewa Devvreşi, Saan sono Balıka. Eke sonê, yi wertê xo de qeseykenê, Memê Hure heşino pê, vano: -Weiy..! weiy, nay mı ra! Notê bıney: Lacê Lılê Xıdıri maê ra bıraê Saani yo. -Saan Ağa, ez sıma de nêna, tobe kara, ez terefê hukumati de ra. Alisan Ağa ke Dewa Dewreşi ra yeno, veng danê, vanê: Saan Ağa, hurdmena lacê Phırçoy, jü ki Khuresıc pia sonê. Khuresa uca wara de benê, vanê: -Saan Ağa kisto..! Kokım: Sey Rıza Anıke: Cêniya Şıx Heseni Zekina: Cêniya Babayê Sey Rızay Lacê Kerckıni: Lacê Lıli Çıme: Dersim, yıl-5, Sayı-9, 1999/2 Kaynak: Dersim Dergisi Yıl: 5 Sayı: 9 Şubat 1999 Istanbul Sayfa: 52-59 -Saan Ağa, sıma ita vındenê, hama esker serba sıma yeno, ita ma ki qır keno. Saan, vano: -Eke heniyo ma rê dı qati cıla biyarê, dewe ra cêr bınê qowaxa de rafiyê, ma uca ra meredime. Cıre cıla anê, bıne qowaxa de finê ra. Lace Phırçoy yi Khuresıci rê vano: -Sodır rê dı saati mendê, to ça xo kızılbaş - sayfa 50 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Öcalan’ın açıklamalarının perde arkası veya BOP‘ un öteki yüzü…! 1 Öcalan AKP‘nin Yeni Osmanlıcılık ve sömürüsüne koçbaşı konumunda, kapı açıcı olarak hareket etmektedir. Esir veya tutsak konumunda olan bir insana gereğinden fazla önem ve değer verilerek yalancı bir bahar atmosferi yaratılmış ve toplumun buna inandırılması sağlanmıştır. Bulunduğu konum ile kendisine verilen değer ters orantılıdır.ABD ve İsrail için seviyesi ve yeri Kemal Burkay‘la aynıdır, şaşırtıcı değildir. Ama asla bir Başkan Gonzalo olamayacaktır. Buna göre yapılan her şey Erdoğan ve Öcalan üzerinden yeniden toplumu dizayn etme hareketidir. Ne Türkiye yeni Osmanlıcılık hayalini kaldirabilir nede Öcalan ile Erdoğan bu derece önemli bir rolü üstlenip yürütebilirler. Yapılan her türlü hamle zor ile sömürünün değişik bir biçimde ortaya çıkışı ve devamıdır. 2 Öcalan’ın bu teslimiyetci ve işbirlikçi tutumu devam ettikçe ne Kürtlerin nede Alevilerin bir bütün olarak ise Türkiye halklarının kurtuluşu olamaz. Türkiye halklarının kurtuluşu asla bir iki kişiye ise hiç ama hiç bağlanamaz. Osmanlının meşhur Çamdan Maşa Kürtten Paşa Olmaz sözü fiiliyata geçerek Kürt hareketini ÖSO ile beraber kullanması ortamına adım adım ilerliyerek Kürt toplumu ve Türkiyedeki Türkcü,ırkçı ve sunni komuoyu buna hazırlanmaktadır. Silahlarını bırakmayan PKK‘nin ileriki süreçte silahlarının namlularını kime karşı doğrultacaklarının ipuçlarını görebilmekteyiz. İslam birliği ve adı her neyse tek ayağı eksik her türlü birlik sorunlu ve sakat bir beraberliğe yol açar. İzlenilen yol halkların eşit ve bir arada yaşaması değil bilakis Ortadoğuda Hamas‘vari ümmetci bir toplum yaratma ve yönetme siyasetidir. Kürt hareketinin ortaya çıktığı ilk günden günümüze uzanan siyaset cizgisi hep geriye dönüşler ve kendi iç paradoksları ile bir arada yaşayan bir sürectir. Toplumdan gizlenilen ve yürütülen bir siyaset çizgisinin adı ne olursa olsun ezilen halklara her hangi bir ümit vermez,veremez ve tarihtede vermediği açıkca ortadadır. ladığının açıklamasıdır. Recep Tayyip Erdogan ve Ahmet Türk ABD dönüşü sonrası açıklamaları Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) politikalarının Türk ve Kürt ayağının açıklamalarıdır. BDP hızla karşı tarafa geçmektedir Adnan Cangüder Asrı Saadet Dönemi, Medine Vesikası anlaşmaları ve özlenen Mahabat Cumhuriyeti asla referansımız olamaz. 3 Öcalan yaptığı açıklamalar ile bu saatten sonra halkların özgürlük mücadelesinin karşısında geri kalmış konumdadır. Bulunduğu konum siyaset konusunda sığ ve eksik kalmasına neden olmaktadır. Geçmişten günümüze bütün sol, sosyalist ve ezilenleri muhatap göstererek aradan çekilmelidir. Silahsız bir barış diyenlerin Suriyedeki silahlı emperyalist saldırı savaşına ve ÖSO canilerine tavır almaması düşündürücüdür. Unutulmasın ki iktidar namlunun ucundadır ve namlu kimdeyse iktidarda odur. Öcalan açıklamaları ile tipik bir oportünüs ve makyevelist siyaset insanıdır 4 Yapılan bütün herşey Ortadoğunun zenginliğinin ele geçirilmesidir. Ve Ortadoğu halklarının zor ve baskı ile sömürülmesi çizgisi İsrail ve ABD tarafından yürütülmektedir. RTEAKP-ÖCALAN ortadoğu oyunlarının konumları gereği sadece piyonlarıdır. Yaşanılan son gelişmelerde BDP‘ yi bu konuma (Barzani) getirmektedir. Ve artık Roboski katliami, Paris cinayetleri ve Reyhanlı katliamı ağıza alınmayacak küfür, hatırlanmak ve anılmak istenilmeyen bir iş kazası gibidir, unutulmaya ve unutturulmaya terkedilmiştir. BDP yetkililerinden Ahmet Türk ve Selahattin Demirtaş‘ın açıklamaları Öcalan‘ın dediği başka bir dönemin başladığının ve nasıl bir dönemin baş- 5 Okyanustaki ıssız adalar misali içinde barındırdığı sol söylemi taşıyan bir kaç milletvekili haricinde, daha düne kadar barış argümanları kullanan CHP asıl bulunması gereken kendi olduğu yere geri gelerek özünde sağcı ve ırkçı konumu ile Türkiye halklarının faşizm altında kalmasında faşizmin sürmesinde ve AKP ile bu düzenin devam etmesinde tek suçludur ve suçu affedilmezdir. Nihayet geçte olsa Kızılbaş ve Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu maskesi düşmüştür. Suriye‘ye karşı yapılan emperyalist saldırılar sonucu katledilen Suriye Alevilerinin yine Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP muhalefeti zamanına denk gelmesi ise bir başka ilginç ayrıntıdır. 6 AKP‘nin yaptığı Öcalan üzerinden Kürt hareketini ve Alevi hareketini tasviye ile etkisizleştirme açıklaması ve projesidir. Kendi önderi ile celladını yaratma olayıdır, bundan sonraki aşama ise AKP‘nin en büyük iki rakibi Aleviler ve sonrasında oluşabilecek ortamdan dolayı 100 yıllık Ermeni –Rum-Süryani Soykırımının haklı mücadelesini ve hak taleplerini ortadan kaldırmaktır. AKP‘li Siyasilerin geri dönün sözleri günü kurtarmadır. Almanya‘ya işçi göçü sonrası gurbetçileri sadece para olarak gören anlayış aynı şekilde Anadolu‘dan soykırımlara uğratılarak sürgün edilen halkları ve topluluklarıda para olarak görmekte ve bunun açıklamalarını satır aralarında yapmaktadırlar. Lakin bu anlayışta her hangi bir hak ve geri ödeme ile özür bulunmamaktadır. Olması ise günümüz şartlarında olanaksızdır. Hrant Dink ve TSK‘ de askerlik yaparken katledilen er Sevag Balıkçı katliamları bunun en açık ve basit göstergeleridir. 7 AKP‘nin geleceği ayrı Türkiye‘nin veya Türkiye halklarının geleceği çok daha ayrıdır. AKP için kendi geleceği kızılbaş - sayfa 51 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye ve Türkiye halklarının geleceğinden çok daha önemlidir. Ve bu gelecekte Anadoludaki Alevileri zor ile ya asimile yada ölüm düşmektedir. Cemevlerinde görünür olan Alevilerin önüne iki yol çıkmaktadır ya Cemevlerinde daha çok örgütlenerek güçlenip bir karşı duruşda bulunmak yada AKP faşizmi altında yok olup gitmektir. Bu iki konumu Aleviler kendileri belirleyecektir. Ortası yoktur, orta yolcu olan her türlü siyasi hareket ve davranış yok oluşa ve karşı tarafa hizmet etmek demektir. Şu anda Suriye‘de bir Alevi katliamı yaşanmaktadır, Anadolu Alevi katliamları kapımızdadır. 8 Bütün politik argümanlar KAZANKAZAN üzerinden gidiyor. Kazan kazan’ın olduğu yerde kaybeden kaybeden de olacaktır. Ve bu durum kaçınılmazdır. Kaybedenler İsrail ve ABD ile kuklaları olmalıdır. Bu nedenle yapılan her türlü anayasa maddeleri öncelikle BOP ve AKP‘ye hizmeti zorunlu kılan anayasa maddeleridir. Torba paketler olarak çıkartılan anayasa maddeleri toplumdan kaçırılmakta ve gizlenmektedir. Ülkedeki ABD ve Israil karşıtlığı bu torba yasalar ile yumuşatılarak toplumdaki bu karşıtlığı ortadan kaldırılmak veya azaltılmak istenilmektedir. Sistem 2 adım ileri 1 adım geri şeklinde işlemektedir ve bazende sadece 2 adım ileri olmaktadır. 9 Kazan kazan projesi an itibariyle İsrail ve ABD projesidir, bütün kapılar İsrail ve ABD‘ nin bölgesel çıkarları doğrultusundadır. 10 Vatikan ve papa geçmişte nasıl ki Afrika, Avustralya, Güney ve Kuzey Amerika‘yı soykırıma uğratmışsa bugünde aynı rolünü oynayarak, Ortadoğunun sömürüleştirilmesinde İsrail ve ABD‘nin bir bütün olarak ise emperyalistlerin ruhani önderidir. Aynı durum İslam dini merkezi olan Suudi Arabistan içinde geçerlidir. Irak,Libya işgalleri ve Suriye‘ye yapılan emperyalist saldırı bunun en açık örneğidir. Kendisine her zaman sağ ve ırkçı bir papa seçen Vatikan yine aynı seçimi yapmıştır. Papanın istifa ederek yerini bir başka sağcı ve gerici birine bırakması Vatikanin emperyalist politikalardaki rolünde daha acımasız ve Hristiyan toplumuna müdahale edici konumuna gelmesi demektir. Avrupanın insancıl ve insan hakları toplulukları ve sivil toplum örgütlerinin Suriye‘deki ÖSO vahşetine (video kayıtlı ve belgeli) ses çıkarmamaları bunun en açık göstergesidir. 1. Emperyalist savaşında 1915 Ermeni soykırımına 2. Emperyalist savaşında ise Rus ve Yahudi soykırımlarına el altından onay vermesi hatırlanırsa önümüzdeki resim çok daha fazla netleşecektir. Istifa eden papanın istifa gerekçesi ise daha sonra ortaya çıkacaktır. 11 Domüno taşlarının düşmesi Suriye‘de durmuştur. Suriye taşının düşmesi domüno oyununu oynayanlar tarafından belirlenecektir. Suriye taşı düşerse domüno oyunu bu bütün dünyaya yayılacaktır. Çin, İran ve Rusya Akdenizdeki hakimiyet ve güc kaybına uğramamak ve Akdenizdeki yeraltı dogal kaynaklarını kaybetmemek (Enerji paylaşım savaşında Afganistan hatasını tekrarlamamak) için sonuna kadar Esad‘la beraberdirler. Olağanüstü bir gelişme ve değişiklik olmazsa bu durum devam edecektir. Unutulmasın ki Rusya Libya-Kaddafi hatasına Suriye‘de düşmeyeceğini belirtmiştir. Yukarıda açıklamaya çalıştığımız her türlü gelişme ve olaylar sade- ce ABD‘nin ekonomik ve coğrafik, İsrail‘in ise siyasi ve güvenlik çıkarına hizmeti amaçlamaktadır. Bütün herşey jeopolitik hegomanya üzerinden dönmektedir. İran ve Rusya henüz Türkiye ile son restlesme noktasına gelmemiş ve sertleşmemişlerdir. Enerji ve doğal gaz satımı ile Türkiyeden gelen altınlarla nakit ihtiyacını gidererek nükleer silah ve atom bombasına sahip olmak, Rusya‘nın ise tarihsel olarak boğazlara ihtiyacı bulunmaktadir. Bu nedenle asıl restleşme ve son sözler için yaz sonu beklenmelidir. Bütün bu olaylar Emperyalistler arası oluşabilecek ani antlaşmalarla ileri bir sürece ertelenebilir yada çok daha hızlı bir şekilde değişebilir. YUKARIDAKİ BÜTÜN GELİŞMELER VE ÇÖZÜMLEMELER NETİCESİNDE SON SÖZÜ YİNE BİZ EZİLENLER SÖYLEYECEĞİZ VE BİZLER HENÜZ DAHA SON SÖZÜMÜZÜ SÖYLEMEDİK. DÜNYANIN BÜTÜN EZİLENLERİ BİRLEŞİN…! kızılbaş - sayfa 52 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 FABRİKA AYARLARIMIZA DİRENELİM FABRİKANIN AYARLARINI BOZALIM Günlerdir arkadaşlarım ile fikirlerimi paylaşıyorum bu ekranda. Niyetim akıl vermek değil, bazı sorumluluklarımı yerine getirmektir. Bu günlerde içerisinde bulunduğumuz durum tek tek kişilerin sorumluluk üstlenmesi ile gelişen bir durumdur. Günün ruhuna uygun bir şekilde sözlerime başlıyorum. Durumun ne olduğu ortadadır. Her kes farklı farklı okuma yapabilir, buralara girip ukalalık yapmayım. Sadece bazı ön kabuller vereceğim. Başbakanın- devletin siyaset tarzı bellidir. Hegemonyacı ve otoriterdir. Toplumun siyasal davranışları da bellidir. “laikanti laik”, “türk-kürt”, “alevi-sünni”. Her ne kadar kimilerimiz bunların dışında bir siyasal zemin tasarlasak ta (sınıf-ümmet-insan vs.) reel siyaset bu zeminde yapılmamaktadır. Ve Türkiye siyasal dünyası bu zeminin üzerine çıkabilecek erginliğe bu gün itibari ile sahip değildir. Bu ön kabuller mevcut durumdur. Şimdi bu isyanı, mevcut durumu kabul ederek sahiplenirsek, bu isyan o zaman devrimci bir durum olur. Ama kendi kurgularımız, fantezilerimiz ve ideolojilerimizde ısrar edersek, hepimiz fabrika ayarlarımıza geri döneriz. Ve yukarıda tarif ettiğim siyasal zemin yeniden üretiriz. (“laik-anti laik”, “türk-kürt”, “alevi-sünni”) bu zemin sistemin yeniden tanzimi anlamına gelir. Ve devlet bu zemini yönetmekte ustadır. Biraz genişletirsem konuyu, örneğin: devlet kürde “Zerdüşt” dediğinde, Kürtler kırılır ama bu kırgınlık Alevileri+Türkleri etkilemez. Ya da 3. köprüye “yavuz sultan selim” dediğinde Sünni Türkleri+Sünni Kürtleri etkilemez. “kızlar kucakta” dediğinde bir kısım muhafazakâr etkilenmez ya da tersten etkilenir. “alkol yasak” dediğinde yine böyle olur. Yani farklı siyasal zeminler kolay kolay ortak duygu dünyasına sahip olamazlar. Onları bir sınıf olarak tarif ettiğimizde bile bu duygu birliğini sağlayamayız. Yani bir muhafazakâra “alkol için neden sokağa çıkmıyorsun” dediğimizde Saim Eroğlu o muhafazakâr fabrika ayarlarına geri döner. Şimdi fabrika ayarlarına dönen insanı tarif edeceğim: bu insan korkularına göre davranır. Yani burada korku yönetimi hâkimdir. Tıpkı tek hücreli canlı gibi; soğuk+sıcak gördüğünde kaç, uygun sıcaklığı bulduğun yere doğru hareket et… Bir insanın araçsallaştığı, düşüncesizleştirildiği ve köleleştirildiği yer burasıdır. Buraya çekilen toplumlar en despot yöneticiler tarafından bile kolayca yönetilirler. Bazen devrimci olduğunu iddia edenlerde bu korku yönetimini tercih ederler. Ama kolera ile sıtma arasında tercihte bulunmaya zorlanan toplumlar asla özgür değildir ve asla özgürleşmezler. Devrimci Durum: Toplumları yukarıdan tarif eden, iktidarı merkezileştiren ve her şeyi kontrol etmeye çalışan sistemler (modernite) bu gün krizdedir. Kendi ürettikleri onu bir değişime zorlamaktadır. Gelişen iletişim ve bilişim teknolojileri kişiyi özerkleştirmiştir. İnsanın yaşadığı mekân hem parçalanmış hem de dağınmıştır. Bu özerk kişilerle nasıl toplum olacağız? Eskinin kavrayamadığı ve yeni olanında geliştiremediği şey budur. Atarlı evlatlarımızı kontrol etmeye çalışırken, neredeyse evlatlarımızdan oluyoruz. Çocuğun olsa ödün verdiğin insanlara, mevcut devlet ödün vermiyor. Metroda konuşma, maçta coşma, elektronik müzik dinleme, facebook’a girme, twitter atma, onu giyme, bunu yeme, pankart asma, bir tek bana itaat et. Toplumu yeniden tarif eden iktidar, Kürtleri+Alevileri ezmeye alışmıştı. Bu işi tıkırında götürüyordu. Rüzgâr sağdan esse Türk, soldan esse Sünni oluyordu. Türk ve Sünni halk çoğunluğu da bu durumdan memnundu. Çünkü bu karşılaşmalarda onlar hep kazanan taraf oluyordu. Ama ne oldu bu sefer, ayar vermeye çalıştıkları: “kendi çocukları” isyan etti. Karşıdevrimci Durum: Devlet karşı devrimi harekete geçirmek için, herkesi fabrika ayarlarına davet ediyor. “Haydi, eskisi gibi yapalım “ diyor. “Tavşan kaç tazı tut” demek için bozkurtlarını salıyor. Ruhuna Fatiha okuduğumuz nostalji örgütlere can suyu vermeye çalışıyor. “dış mihrak”, “Ergenekon”, “aleviler”,”iran” , “esat”, “ulusalcılar”, “solcular” vs… Kim bunlar: Arkadaşlar, biz 1 mayıslarda polis barikatını hiçbir zaman aşamadık. Biz her zaman oradaydık, ama bu sefer yanımızda olan “lümpen+orta sınıf+taraftar grupları+liseliler” idi. Onların başarısı bu. Devrim, emeğin sahibine iade edilmesidir. Bu emek kiminse devrim onundur. Karşı devrim ise fabrika ayarlarında ısrar edenlerindir. Lümpen sokak ağırlığından rahatsız olup, devrimci ağırlığını ortaya koymaya çalışanlar, lümpenleri Mustafa kemalin askeri yapmaya çalışanılar, Alevilere+Kürtlere görev yazanlar, karşı devrimde ısrar edenlerdir. 1) İlk defa yeni bir topluluk sahaya çıkıyor. Bu topluluk Türk bir topluluktur, ellerinden bayraklarını almayın. Meydanlar bir tek bizimdir zannedenler, işçi sınıfı da sahaya indiğinde böyle bir görüntü olacaktır. Sevgili Türkiye sosyalistleri oy diliminiz %1’i geçtiğinde böyle insanlarla karşılaşırsınız. Korkmayın… 2) Kürtleri sahaya çekip “karıştır/ba- kızılbaş - sayfa 53 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rıştır” yapmaya çalışanlar, Kürtlerden zoraki duygu birliği yaratmasını istemektedirler. Bu zulümdür. Tayip’in gider yaptığı bu Türk kuşağı ile Kürt halkı arasında duygu kopuşu yıllardır vardır. Bu zorlanmamalıdır. Kürt halkı ne başkalarının hamalıdır, ne de Türk toplumunun bir parçasıdır. Kürt halkı, bir kısmı muhacir da olsa Kürdistan’ın parçasıdır. 3) Bu duygu birliği Alevilerde vardır. Tayip, liselilerle kavga ettiği gibi Alevilerle de kavga ediyor. Ama özellikle, sol grupların+emniyetin+akp’nin yapmaya çalıştığı şey çatışmaları alevi mahallelerine taşıyıp kriminalize etmektir. Haydi, eskiyi tekrar edelim solcuları, bundan sorumludur. İlaha çatışmak istiyorsanız, lümpen Türk kuşağı ile beraber çatışın. Şehir merkezlerinde çatışın. Bakın, Dersim+gazi+sarı gazi+1 mayıs+Antakya çatışmaların en şiddetli olduğu yerlerdir. Buralarda daha barışçıl yöntemler tercih edilmelidir. Çünkü devlet cem evlerinde kalkan cenazeleri kendi lehine çevirecektir. 4) Eylemleri yerele taşımak fikri mantıklıdır, ancak yerel ne kadar yerel. Sabah evden çıkan biri akşama kadar kaç tane mekan değiştiriyor. (hem gerçek hem de sanal) hangisini esas alacağız. Ama yerel diye bir tek kürt ve alevi mahallelerini anlıyorsak, tayip neden güçlü diye şikâyet etmeyelim. Bu isyan inşallah bu konu üzerine düşünmemize de yardımcı olur. 5) Alevileri korkutarak yöneten “ulusalcı+solcu” koalisyon, Alevileri fabrika ayarlarına döndürtüp köleleştiriyor. Alevilerin özne olmasını engelleyip, chp vb. arkasına sıralıyor. Oysa Kürtler nasıl mücadele ettiyse Alevilerde öyle mücadele eder. Ama korkutulan aleviler, yukarıda “tek hücreli ” olarak tarif ettiğim şekilde davranırlar. (soğuk+sıcak gördün kaç, uygun sıcaklık buldun yanaş) He isyanın bir sahibi vardır, İsyanın tapusunu isteyenler, ideolojisi ne olursa olsun karşı devrimcidir. Devrimcilik, isyanın liderliğini isyancılara vermektir. Ne bir adım önde ne bir adım arkada. En iyi bildiğimiz şey kürt+alevi hattında goy goy yapmaktır. Bu hattı çok zorlarsanız, liselileri+lümpenleri+ortasınıf gençleri, sahadan kovalarsınız, haberiniz olsun. Madımak firarisi artık Alman Almanya, 37 kişinin öldürüldüğü Madımak Oteli katliamı firarisine vatandaşlık verdi. Karara Yeşiller Partisi Federal Meclis Milletvekili Memet Kılıç tepki gösterdi: “Anayasaya aykırı. Sivas canisi Alman vatandaşlığı zırhının arkasına sakladı.” Hürriyet'in haberine göre; Almanya’da Yeşiller Partisi Federal Meclis Milletvekili Memet Kılıç’ın Meclis’e sunduğu soru önergesini cevaplayan Federal Hükümet, 2 Temmuz 1993’te 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan Madımak Oteli katliamına karışan bir kişinin Alman vatandaşlığına alındığını açıkladı. 2 TALEP, 1 RET Kılıç’ın, “Almanya’da yaşayan Sivas katliamı mahkûmlarından veya zanlılarından kaç kişi Alman vatandaşlığı için başvurdu, kaçı karara bağlandı” sorusuna Federal Hükümet adına cevaplayan Müsteşar Dr. Ole Schröder, şimdiye kadar 2 talep geldiğini belirtti. Schröder, bir kişiye Alman vatandaşlığı verildiği, bir kişinin talebinin ise reddedildiğini açıkladı. Alman vatandaşlığı alan kişinin ismi ise bilgilerin gizliliği ilkesi gereği açıklanmadı. Sivas katliamcısının 31 Mayıs 2013’te Alman nüfus müdürlüğüne Alman vatandaşı olarak kaydedildiği de açıklamada yer aldı. VATANDAŞLIK ZIRHI Karara tepki gösteren Milletvekili Kılıç, “Vatandaşlık, Alman güvenlik birimlerine yardımcı olduğu ve istihbarata çalıştığı için verilmiştir” iddiasında bulundu. Memet Kılıç, suç işleyenlerin vatandaşlığa alınmasının anayasaya aykırı olduğunu belirterek, “Almanya’da doğup büyüyen Türk çocuklarını Alman vatandaşlığına almamak için binbir dereden su getirenler, 37 kişinin ölümünden sorumlu kişiye Alman vatandaşlığı veriyor. Sivas canisi Alman vatandaşlığı zırhının arkasına saklandı” dedi. 9’U ALMANYA’DA SİVAS davasından yargılanıp mahkûm olan firarilerden 9’u Almanya’da yaşıyor. Türkiye’nin şimdiye kadar 9 hükümlü için 10 kez iade dosyası gönderdiğini belirten Memet Kılıç, Türkiye’nin iade dosyalarını eksik gönderdiğini Almanya’nın da iade etmemek için direndiğini belirtti. Firarilerin isimleri şöyle: Adem Ağabektaş (Stuttgart yakınlarında)Mehmet Yılmaz, Murat Songür (Münih) Vahit Kaynar (Berlin) Sedat Yıldırım Muhammed Nuh Kılıç (Mannheim) Ömer Demir Adem Bayrak Eren Ceylan. Kaynak: http://haber.mynet.com/ madimak-firarisi-artikalman-701273-guncel/?utm_ source=facebook&utm_ medium=referral&utm_campaign=f b Biber Gazının Zararları Sadece Taksim'de 17 günde kullanılan biber gazından dolayı 8 köpek, 63 kedi, 1028 tane çeşitli cinslere ait kuş ölümleri tespit edilmiştir, diğer illerde tespit çalışmalarımız devam etmektedir. Ferdi Özmen kızılbaş - sayfa 54 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Ulus Devleti Aşmak" ker yıkıyor. Yıkılan evler daha sonra yakılıyor… Köy harabeye dönüyor. Ortada bulduklarını yakalıyorlar. Zor kullanarak, döverek söverek karakola götürüyorlar. Yakalananlara yoğun işkenceler yapılıyor. Yakalanıp karakola götürülenlerde bazıları işkenceli sorgularda öldürülüyor. Bazıları kaçırılıyor, kendilerinden haber alınamıyor. Böyle bir ortamda bile bağımsız devlet düşünemiyorsan, sende bir sakatlık var. Dr. Îsmaîl Beşîkçî Egemen ulusa mensup bir bireyin “ulus devleti aştım, aşmaya çalışıyorum” demesi anlamlıdır. Bu sözüyle, bu çabasıyla, mensubu olduğu egemen ulusun, kendi devletinin baskı altında tuttuğu halkların milli haklarını savunduğu, bu haklar için mücadele ettiği anlaşılır. Örneğin bir Fransız’ın, bu tutumuyla, Fransa’nın yani kendi devletinin Cezayir’i, Cezayirlileri, yönetme haklarına karşı olduğunu anlatmaktadır. Sömürgecilik döneminde bir Fransız bireyinin, milli hakları için mücadele eden Cezayirlilerin yanında olması, onları desteklemesi, kendi devletinin sömürge politikalarını eleştirmesi anlamlıdır. Ama bütün milli hakları, demokratik hakları gasbedilmiş ulusa mensup bir kişinin, “ulus devleti aştım” demesi sorunlu bir açıklamadır. Çünkü bu birey henüz, egemen ulus tarafından, devlet tarafından tanınan bir hakka sahip değildir. Dili yasaktır, ülkesi, baskı, işgal altındadır. Çok yoğun bir asimilasyon politikasın hedef olmuştur. Asimilasyon devam etmektedir. Kendisi olmak için yürüttüğü mücadeleler yoğun engellerle karşılaşmaktadır. Böyle bir ortamda, herhangi bir kişinin, “ulus devleti aştım” demesi, bunların önemli olmadığını vurguladığı anlamına gelir. Veya bu haklar için mücadeleden kaçtığı anlamına gelir. Egemen ulusa mensup bir bireyin, ulus devleti aşmasıyla, onun mensubu olduğu devletin yapısında herhangi bir değişiklik olmaz. O devlet, eskiden olduğu gibi, temel kurumlarıyla yaşamını sürdürür. Ama o kişi devletiyle mücadelesini sürdürür. Baskı gören ulusun hakları için mücadele etmeye devam eder. Bütün ulusal-demokratik hakları gasbedilmiş ulusa mensup bir bireyin, ulus devleti aşmasıyla, ulusun yaşadığı baskı ve zulümde bir azalma olmaz. Ama bu kişi, artık bu sorunlarla ilgilenmez, o sorunları küçümser. Aslında o sorunlardan kaçar. Bu koşullarda ulus-devleti aşmak, devletin hazırladığı dipsiz kuyulara düşmek olur. PKK Başkanı Abdullah Öcalan, PKK/ Barış ve Demokrasi Partisi, bağımsız bir devlet istemediklerini, sınırlarla, vatanla, bayrakla bir sorunları olmadığını, sık sık dile getirmektedirler. “Ayrı devlet istemiyoruz, sınırlarla bir sorunumuz yok. Türk bayrağıyla bir sorunumuz yok…” diyorlar. “Ortak vatan” anlayışına vurgu yapıyorlar. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, sık sık, “Tek devlet, tek vatan, tek bayrak, tek millet, tek dil” anlayışını dile getirmektedir. Abdullah Öcalan, PKK/BDP de bu anlayışı, bu tekliği, “demokratik devlet, demokratik vatan, demokratik ulus” gibi ifadelerle ortaya koymaktadır. Başbakan’ın, “tek… tek… tek…”diye diye dile getirdiği teklik anlayışını, Öcalan, PKK/BDP de “demokratik… demokratik… demokratik…” söylemiyle ifade etmektedir. 13 Ocak 2013’de, İstanbul’da, “Barış İçin Öcalan’a Özgürlük Platformu”nun, hazırladığı bir sempozyum vardı. “Çözüm ve Müzakere Süreçlerinde Liderlerin Rolü” konulu sempozyumu, BDP milletvekili Emine Ayna ve Av. Eren Keskin organize etmişlerdi. Bu sempozyumda, “Çözümsüzlüğü Aşmak: Kürtlerin Özgürlük Mücadelesi” konulu oturumda, yaptığım bir konuşmada, Abdullah Öcalan’ın, PKK/BDP’nin bu anlayışını eleştirmeye çalıştım. Güvenlik güçleri köylere bayraklı panzerleriyle giriyor, evleri teker te- Panzerlerle birlikte gelen özel timler, bayrak amblemli yüzükler taşıyorlar. Bayrak amblemli kemerler, bereler taşıyorlar. Böyle bir ortamda bile senin bayrakla bir sorunun yoksa, sende bir sakatlık var. İki yıla yakın bir zamandır devam eden Suriye olayları dolayısıyla, basında, üç devletin adı çok geçiyor. Ve bu üç devlet birlikte anılıyor. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar. Bu üç devlet Beşşar Esed yönetimini yıkmak için her türlü olanağı kullanıyor. Özgür Suriye Ordusu’nu, Müslaman Kardeşler’i, el-Kaide’yi silahlandırıyor. Bu üç devletin, birlikte kotarmaya çalıştıkları bir durum daha var. O da Kürdlerin Suriye’nin kuzeyinde, yani kendi yaşadıkları alanda, Kürdistan’da, gerçekleştirdikleri Kürd özerkliğini tanımamak, özerk bölgeyi, Kürd otonomisini yıkmaya çalışmak. Bu durum, bu devletlerin, Kürdlerin geleceğini belirlemede rol sahibi olmaya çalıştıklarını göstermektedir. Ortadoğu’da, Kürdlerin 40 milyonun üzerinde nüfusu vardır. Bir ay kadar önce, basında yer alan bir haberde, Abdullah Öcalan’ın, “50 milyon Kür için yol haritası” hazırladığı duyuruluyordu. Kanımca Ortadoğu’da Kürdler 50 milyondan da fazladır. Ama, uluslararası ilişkilerde tanınan, küçücük bir statüye sahip değildir. Güney Kürdistan’daki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ni ayrıca değerlendirmek gerekir. Katar üç yüz bin nüfuslu bir Arap devletidir. Katar, 22 üyeli Arap Birliği’nin, 55 üyeli İslam Konferansı’nın, 193 üyeli Birleşmiş Milletler’in üyesidir. Uluslar arası ilişkilerde Kürdlerin adı ise, sadece “terör” denildiği zaman geçmektedir. “Terörü yok edeceğiz, ezeceğiz”, “Kürd terörüne karşıyız” vs. kızılbaş - sayfa 55 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 300 bin nüfuslu Katar’ın, 50 milyon üzerinde nüfusu olan, Kürdlerin geleceği üzerinde söz sahibi olması, Kürdlerin geleceğini belirlemeye çalışması, uluslar arası nizamın ne kadar antiKürd bir nizam olarak kurulduğunu göstermektedir. Bu uluslar arası nizamın, Kürdlere karşı çok haksız bir nizam olduğunu da göstermektedir. Eğer, “ulus devleti aştım” derseniz, “Kürd milliyetçisi değilim” derseniz, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin başına geçirilen bu lanetli çorabın bilincine varamazsınız. Bu tür olayları önemsiz görüp bu haksızlıkların bilincine varamazsınız. Bunların incelemeye değer bulmazsınız. Halbuki, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, gerçekleşen bu operasyon, emperyal güçlerin, Ortadoğu’da gerçekleştirdikleri en kalıcı, en kapsamlı, en derin operasyondur. Çok başarılı bir operasyon olduğu da açıktır. Kendini gizleyen bir operasyon olduğu da besbellidir. Kendini gizlemiştir. Çünkü, günümüze kadar, Kürdistan’ın herhangi bir kesiminde, Kürdler, milli hakları için mücadeleye giriştiklerinde, solcular, sağcılar, liberaller… herkes “emperyalizmin ekmeğine yağ sürmeyin”, “sizin bu çabanız emperyalizmin işine yarar”, “bu bölücülüktür” derlerdi. Halbuki, emperyal güçler en büyük bölücülüğü, Ortadoğu’nun ortasındaki, Kürdlere, Kürdistan’a karşı yapmıştı. Kürdler ve Kürdistan, ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkının en çok konuşulduğu, tartışıldığı bir dönemde, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmıştı. Dönemin önde gelen iki emperyal gücü, Büyük Britanya ve Fransa ve Ortadoğu’nun iki köklü devleti, birbirleriyle organize bir şekilde, Kürdlerin, Kürdistan’ın üzerine çullanmışlardı. Bugün, 47 üyeli Avrupa Konseyi’nde, 55 üyeli İslam Konferansı’nda, 22 üyeli Arap Birliği’nde, 193 üyeli Birleşmiş Milletler’de, nüfusu 10-15 bin olan, 50 bin olan devletler bile var. Bunlar, Kürdlerin geleceğini belirlemede rol sahibidirler. Ama, 50 milyonu aşkın nüfusu olan Kürdlerin bir siyasal statüye sahip olmamaları, bu ilişkiler karşısında dikkate değer bir durumdur. Beşikçi, son siyasal gelişmeleri izle- memekle de eleştirilmektedir. “sınırlar ortadan kalkıyor, Beşikçi hala sınır oluşturmaktan söz ediyor” denilmektedir. Bu, eleştirilmesi gereken bir görüştür. Son yirmi yılda 30’a yakın devlet oluşmuştur. Sovyetler Birliği dağılmıştır 15 devlet ortaya çıkmıştır. (Estonya, Letonya, Litvanya, Belarus, Moldavya, Ukrayna, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan, Rusya Federasyonu) Yugoslavya dağılmıştır. 7 devlet ortaya çıkmıştır. (Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Kosova, Karadağ, Sırbistan) Çekoslovakya kendi içinde ikiye ayrılmıştır. (Slovakya, Çekya) Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Cibuti, Eritre, Yeni Kaledonya, Güney Sudan, Filistin Arap Devleti… Birleşmiş Milletler, iki ay kadar önce, 30 Kasım 2012 de, Birleşmiş Milletler Filistin için, “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü verdi. Bunu, Türkiye’de, sağcılar, solcular, liberaller, herkes alkışladı. PKK/BDP de. Kürdler için devlet istemeyenlerin, bu anlayışa karşı duranların, Filistin Arap Devleti’ni alkışlarla selamlamaları dikkate değer bir durumdur. Türk basınının, Türk yazarlarının, Türk solunun bu anlayışı savunması doğaldır. Ama Kürdlerin de savunması sorunludur. “Kürt milliyetçiliğini bana ‘ilericilik’ ve ‘bağımsızcılık’ diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit ve eş değerde gördüremezssiniz” dedi, BDP’liler, buna “biz asla milliyetçi değiliz, siz ulusalcısınız. Sizi Sosyalist internasyonal’den kovduracağız…” şeklinde cevap verdi. Bu cevap, bu tutum üzerinde biraz durmak gerekir. Herşeyden önce, “siz neden milliyetçi değilsiniz?” diye sormak gerekir. Dil yasak. Kürd diliyle eğitim konuşulamıyor. Ülkenin adını söyleyemiyorsun. Kürd çocukları okullarda, her sabah, “Türküm doğruyum…. Varlığım Türk varlığına armağan olsun”u bağırmaya devam ediyor. Çocuklara, şunca mücadeleden sonra, hala, içinde W, X, Q harfleri olan isimler verilemiyor. Parklara bahçelere, Kürd yazarlarının, Kürd yurtseverlerinin isimleri “Türk kültürüne, Türk değerlerine aykırıdır” diye verilemiyor. Valiler, kaymakamlar, belediye meclislerinin bu tür kararlarını onaylamıyor, bu karaları iptal ettirmek için davalar açıyor. Kürdistan coğrafyasındaki yer isimleri değiştirilmiş, Türkleştirilmiş… Yoğun bir asimilasyon politikasına hedef olmuşsun… Ve asimilasyon devam ediyor, anadilinde eğitimi yasaklamanın anlamı bu… Bunları savunmuyor musun, bunları savunmayacak mısın? Bunları savunduğun zaman da sana Kürd milliyetçisi denir. Kürdler için en değerli tutum da budur. Kürdlere olumlu bir gelecek vaad eden tutum da budur. “Biz asla milliyetçi değiliz” Kürdlerin, komşu halkları asimile etmek gibi, komşu halkların topraklarını işgal etmek gibi bir derdinin olmadığını herkes biliyor. Kürdlerin, Kürd halkına, Kürd diline ve kültürüne yapılan baskıları geriletmek, dili ve kültürü bütün kurumlarıyla yaşamak, Türklerle, Farslarla, Araplarla eşit olmak için mücadele ettikleri herkes tarafından biliniyor. Baskıya, zulme karşı mücadelenin evrensel olduğu da açıktır. 24 Ocak 2013 de TBMM’de, “anadilde savunma”yı düzenleyen yasa tasarısı görüşüldü. Bu yasa görüşülürken, CHP İzmir milletvekili profesör Birgül Ayman Güler ile BDP’liler arasında sert tartışmalar oldu. Profesör Birgül Ayman Güler, konuşmasının bir yerinde, Türk solu milliyetçi bir soldur. Profesör Birgül Ayman Güler örneğinde olduğu gibi Türk solunun önemli bir kesimi de tam anlamıyla, ırkçıdır, ayrımcıdır. Bulgaristan’da, 19851988 yılları arasına yaşama geçirilen Türklere, Bulgar isimleri verilmesi “Sınırlar kalkıyor, yeni sınır yapmak anlamsızdır” görüşü Kürdlerin kafasını bulandırmak için ortaya atılan bir görüştür. Kaldı ki, ulus üstü birliklere herkes, kendi kimliği ile katılmaktadır. Henüz bir kimlik sahibi olamayan, kendisi olamayan Kürdler bu birliklerde nasıl yer alacaktır? kızılbaş - sayfa 56 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 operasyonlarına, Türk solunun, Türk sağının… nasıl tepki gösterdiğini iyi hatırlamak gerekir. Profesör Birgül Ayman Güler’in sözlerin yeniden dönmek gerekir. Dikkat edilirse, profesör Birgül Ayman Güler, Kürdlerin Türk ulusuyla eşit olmadığını, Kürdlerin “milliyet” olduğunu, yani ulus olmanın koşullarını taşımadığı vurgulamaktadır. ‘Kürd milliyeti’nin, Türk ulusuyla birlikte yaşamasının istendiği de kabul edilmiş olmaktadır. Buysa, 1930’larda, dile getirilen, “Türk olmayanların tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma hakkı” sözlerinin, günümüzdeki tekrarından başka bir şey değildir. Türk solu, milliyetçi bir soldur. Önemli bir kesimiyle de ırkçıdır. Bu milliyetçi, ırkçı solun önemli bir başarısı, kendi dilini bile konuşamayan, kendi ülkesinin adını söyleyemeyen Kürdlere, “milliyetçi değilim”, “biz asla milliyetçi değiliz” dedirtmesi, bu şekilde Kürdlerin bir kısmını kendi özlerine yabancılaştırmış olmasıdır. Abdullah Öcalan, üç-dört sene öncesine kadar, “Marx’ı aştım, “Hegel’i aştım”, “Gandi’yi aştım” gibi açıklamalar yapardı. Bunu, intellektüel bir çaba olarak değerlendirmek gerekir. Ama, “aşma”ların bugünkü Kürd mücadelesine bir katkısı da yoktur. Bugünkü mücadele dikkate alındığında aşılması gereken en önemli kişi, Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bu da, PKK’ye, BDP’ye, Kürdlere, Kemalizm aşılanarak yapılamaz. Adres: Kuloğlu Mah. İstiklal Cd. Ayhan Işık Sok. No: 21/1 Beyoğlu / İstanbul Tel: +0212 245 81 43 Fax: +0212 245 71 40 info@ismailbesikcivakfi.org Kütüphane Çalışma Saatleri Her gün (Pazartesi hariç) 10:00-19:00 Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan kanun, diğer katliamların “Jenosid olmadığı” anlamına gelmez. Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp atmak” için kanunlar hazırladılar. Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler. Kara ve hava harekâtı planladılar. Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk yetiştirme yurtlarına yerleştirerek kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek için program hazırlayıp uyguladılar Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50 bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60 bini toplu katledildi, telef edildi. 20 -30 bin insan sürgüne gönderildi. Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen, olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür. İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi, 1977 yılında hazırlamış olması, ilk kez “Dersim jenosidi” kavramı ile tanımlaması dikkate değerdir. “Jenosit/soykırım” kavramının 1990’lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz. “Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan okumasını göstermesi bakımından da son derece önemli bir olgudur. Öte yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu, bilimsel düşünce sürecine darbeler vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Araştırmada, kanunla ilgili meclis görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının, Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir. Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar), yerel(otokton) halkları yok etmeye koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki, özel olarak da Dersim'deki jenosid uygulamaları, çeşitli kaynaklardan yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır. Kritik edilmesi dileğiyle! İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla... kızılbaş - sayfa 57 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 "Rumlara dostça uyarımızdır. Siz Rumların Türkiyede yaşamaya devam etmelerinin mümkün olmadığını biraz aklı olan herkes anlar. Bu inkâr edilemez bir hakikattir. "Niçin? Bunu bilmiyorsanız, dinleyin, açıklayacağım. Evet! Kabul ediyorum, siz -güya- Osmanlı tebaasısınız. Fakat size, Yunanistanda, kendimizden daha sıcak duygulara sahip herhangi biri var mıdır?" diye sorsalar, Hayır cevabını vereceğinizden kesinlikle eminiz. Hayatta kalmak istiyorsanız, beklemeyin! Gidin! Samimi tavsiyemizi dinleyecek olursanız, dostluk namına, yakın gelecekte sizi tuz gibi eritecek olan o ordu karşısında baş eğmek dışında başka çareniz olmadığını söylemek istiyoruz. "Dünyanın hiçbir yerinde, barış hüküm sürerken, bir ülkenin çocukları, vatandaşları ve komşuları, birlik içinde ve aynı şehirde ve toprakta, aynı yasalar altında yaşarlarken ve aynı vergileri öderlerken; can, mal ve namusun yasalarca korunmasını talep etmekte aynı yasal haklara sahiplerken asla böyle bir şey yaşanmamıştı. Bir ülkenin çocuklarının kendi kardeşlerine karşı aniden isyan ettiklerine; vatandaşların diğer vatandaşlara karşı silahlandıklarına; hemşehrilerin, diğer hemşehrileri soymak ve öldürmek için acele ettiklerine; üst düzey memurların dürüst ve masum vatandaşlara karşı tutum aldıklarına; yasaları uygulamakla yükümlü kurumların silahsız vatandaşların cellatları kesildiklerine ilk kez tanık olunuyor." Adres: Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İST. Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41 E-mail: pencereyayinlari@hotmail.com kızılbaş - sayfa 58 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin K ırım - 5 Ali Kanlı “Hukuk” : Kelime arapca kökenli olup HAKLAR anlamındadır. “Hukuk” kavramı bende mücadeleyi çagrıştırır her ne kadar sistemler kendi hukuklarında toplum ve kişi haklarını gaspetmek anlamında yorumlamış ve kullanmış olsalarda. • Toplumlar tarihi boyunca güçler çatışmasının dengesine baglı olarak terazinin dengesi degişmiştir. Ezilenlerin elde ettigi mevzilerden kazandıkları haklar (hukuk-adalet) egemenlerin yogun saldırı dönemleri olan örnegin DARBE dönemlerinde gaspedilerek kırıntı babında bile olsa tanınmamıştır. Tanrıların yasaları diye toplumlara yutturulan din kitaplariındaki insan hakları gasplarına uydurulan kılıf “cennet” vaadi idi. Metafizik felsefeye göre tanrı onları kendi çıkarları için cezalandiriyordu. 18. yy. dan başlayarak günümüze gelen süreçte ise “Ulus”-lar (Milletler) adına gaspedile gelmiştir toplum ve birey hakları. Bu süreçte egemen sistem kendi efendilerinin çıkarları doğrultusunda gasp ettigi birey ve toplum halklarına gerekçe olarak Milletin çıkarlarını(!) gösterir. Egemenler tarihin her döneminde kendilerinin egemenligi adına hükümranlık alanlarındaki her topluma ve her bireye başegdirmeyi sistemin olmazsa olmazı görmüş, bunu kırımlar pahasına hayata geçirmekte bir sakınca görmemişlerdir. • Ortaçağ Avrupa´sında Engizisyon olmuş bu kırımların faili. “İnsan-ı kamil “ler toplu kırımlardan geçirilerek, yakılarak insanlığın yüzkarası bir kirli miras bırakılmıştır geriye. Hal böyleyken İnsan-i Kamiller hiç bir uzlaşma çağrısına uymamış, baş egmemişlerdir. Ölüme adeta dans ederek gitmişlerdir. Kıta Amerika´sında Kızılderili soykırımları yaşanırken keza Kızılderililer de uzlaşı içinde olmamışlardır. Tatanka Iotake (Oturan Boga); “Arkamdan gelme önderin olmayabilirim, önümden gitme ardından gelmeyebilirim. Yanıbaşımda dur, omuz omuza yürüyelim ancak bu şekilde kurtuluşa gidebiliriz” diyerek insanlığa benzerine az rastlanır bir miras bırakmıştır. • Yorgunluktan bitap düşmüş halkına; “dans edecegiz. Dansta kim sona kalırsa o önderimiz olacak” diyerek dansa tutuşur. Ve dans ederken işgalcı Avrupalı barbarları tarafindan öldürülür. • Fransız Komunarları bilindigi gibi Paris´teki Komunar duvarı olarak bilinen yerde kurşuna dizilerek öldürülürler ve Paris Komunu tarihe iz düşürür. • Hak arama mücadeleleri Dünyada bu seyirdeyken bizim cografyamızda hala hatırı sayılır bir toplumsal uyanışın yaşanmamış olması bir insan olarak iliklerimi donduruyor. • Okların sivri uçları sistemin beyni olan devlete degil, onun uzuvlarından biri olan hükümetlere yöneltilir alışılageldigi gibi. Sanki bir hükümet yikilirsa sistem kendileri lehine degişecek, düzelecekmiş gibi. Siyasi sefaletin buncasına ancak ve yalnızca bizim cografyamızda rastlanır. “Arap Baharı” diye adlandırılan süreçte yaşananlar bellegimizdeki tazeligini koruyorken üstelik. Tozdumandan arta kalan eski sistemin rütuşundan başka bir şey degildir. Vitrinlerdeki kısmı degişiklik toplumsal sorunlar karşısında kürdan bile sayılmazlar Devletin tüm kasvetiyle iktidar olduğu bu örneklerde birer ikişer isim degişikliginden başka elle tutar bir sonuç elde edilmedigi görüldü. Ve toplumun bir kesitine zulum ve kırım uygulanırken diger bir kesimi ya seyirci kalır veya zulüm, kırım ve talana ortak olur Ermeni, Süryani, Pontus Rum, Kocgiri, Zilan ve Dersim kırımlarında yaşandığı gibi. Geçen yy.in başında Osmanlı İtihatti Teraki´sinin başlatarak Mustafa Kemal´in tamamladığı Soykırımlar Resmi Tarih Tezleri ile belleklerden silinmek istenmiş ve fakat tüm tarih carpıtıcılığa ragmen muvaffak olunamamıştır. İstanbul´daki Avukatların yüzde alttmışına yakının çalışma ruhsatları iptal edilerek hak arama La Gazette Gazetesi 23 Temmuz 1924 tarihli sayısında tüm Avukatları inanç ve milliyetlerine göre ayırarak bir liste yayınladı 960 Avukattan 431 i ancak geçebildi bu hukuk kırımını Aralarında; 587 Müslüman´dan 313` ü yani %53 `ü 162 Rum´dan 42 `si yani %25 `i 144 ERmeni´den 39 ´uyani %27`si 60 Yahudi´den 34`ü yani %57´si 7 cesitli inanclardan olanlardan 3`ü yani %42`si vardi ÇALIŞMA İZİNLERİNİN İPTAL NEDENLERİ • Neden-Müslümanlar-Rumlar-Ermeniler-Yahudiler-Digerleri • ------------------------------------------------------------ Ahlaki Mesleki Kamu Görevi 38 60 101 60 49 3 47 34 3 11 6 2 3 1 • Tablo 23 Temmuz 1924 tarihli La Gazette´den alıntıdır. (Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı gibi Müslüman Avukatların çalışma izinlerinin iptalindeki en önemli neden önemli bir kamu kuruluşunda çalışıyor olmalarıdır.) mücadellerinin önü kesilmeye çalışılmıştır. Çalışma ruhsatları iptal edilen avukatların çogunluğu azınlık(!) uyruklulardı (Ermeni, Rum, Yahudi vd). Küçük Asya´nin İslam üzerinden Türkleştirilmesi stratejisi soykırımlarla da yetinmeyerek kırımlardan artakalan azınlıkların haklarını bir kez daha ve pervasızca gaspetmiştir aşağıda metnini ekledigim Varlik Vergisi uygulamasıyla. Keza; Yahudi Cemmatlerinin bizatihi kendilerinin finanse ettigi okullarındaki Yahudi Egitimcilerin işlerine son verilerek Devletin atadığı Egiticeler hemde üç kat daha yüksek ücretle çalıştırılarak asimilasyon (türkleştirme) gerçekleştirilmiştir. bknz. El Tyempo 14 Eylül 1923 Kendilerine biçilen vergileri ödeme gücü olmayan Ermeni, Rum ve Yahudiler çetin kış koşullarında tipi boran altında ve asker gözetimindeki çalışma kamplarına sürülür ve orada can pahasına çalıştırılırken kazançlarının yarısına el konuyordu. Tarih çalışmalarım sırasında Berlin´deki Sachsenhausen Toplama (İmha) Kampı ziyaretimde rastladığım belgelerde fotograflarıyla belgelenmiş Korkud ve Pepeyi soyadlı Mit üstdüzey kızılbaş - sayfa 59 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yöneticileri (bknz. ekteki fotograflar -1, 2,3,4) kamp ziyaretine gelmeden önce 1000 yahudiyi Erzurum´daki çalışma kamplarına sürmüşlerdi. ki; Yahudiler güya Kemal´den imtiyazlılardı. Elza Niyego Olayı ise başlıbaşına bir hukuk skandalıdır. Osman Ragip adlı bir müslüman yakalanır ve bir süre sonra serbest bırakılır. Tarafından tecavüz edilen Elza Niyego´nun nişanlandığını duyan Osman Ragip 17 Agustos 1927 akşamı Elza´nin yolunu keser ve onu bıçaklayarak öldürür. Ertesi gün İstanbulda cenaze töreni yapılır. Cenaze törenin Türkiye Cumhuriyetine karşı bir gösteriye dönüştügü gerekçesiyle ertesi gün bir ırkçı kampanya başlatılır, harekete geçen Emniyet ve Adliye birçok Yahudi´yi tutuklar. Gerekçeler aşina: - görev sırasinda polise dokunma - bir kesim halkı diger bir kesime karşı kışkırtma - toplantı ve gösteri yasalarına karşı gelme Kaynak; Journal d´Orient 20 Agustos 1927 Keza; Izaak Behar´in anılarından bildigimiz gibi Kemal ile Hitler arasında başlayan ve Kemal´den sonrada süren gizli itifak geregi eski İstanbul Yahudilerinden olan Behar Ailesine Türkiye´ye giriş izni verilmemiş olup imha kamplarında kaatledilmelerine ortak olunmuştur. bknz. “Versprich mir das du am Leben bleibst” (Yaşamda Kalacağına Söz Ver Bana) Izaak Behar´in anılarını aktardigi kitabı. bknz. fotograflar 5, 6 ve 7 Sonuc yerine; “Hukuk” (hak-lar, Adalet) güçle dogru orantılıdır. Hak arama (Hukuk) mücadelelerinin hedeflerine ulaşabilmesinin olmazsa olmazı kitle hareketinin zoru zorlaması, kırmasıdır. İçinden geçmekte olduğumuz bu süreçte de toplumun çeşitli cephelerinde kamu mülklerine sahip çıkma eksenli bir hareketlilik yaşanmaktadır. Ve Fakat; hareketin öznesi olması gereken öncü güçten yoksun, kendiligindenci bir hareketlilik olup asil hedefe kilitlenme persektifine sahip degildir. Hareketin merkezi Taksim Meydanı´nı da kapsayan alanın tamamı ve dahası eski Ermeni Mezarlığı olup çeşitli enrtikalarla boşaltılmakla da yetinilmeyerek mezar taşlari merdiven olarak kullanılmıştır. Hukuksuzlugun buncasına yerküre üzerinde bir emsal daha yoktur. Buna ragmen yüzyıllık suskunluğun bozulduğunu, toplumun kılcal derelerinin tastigini görmek umudu besleyen bir gelişme. “Akar su pislik kabul etmez” derler. Bu taşkınlığında ırkçı söven duygu ve eylemlerden arınarak insanlık denizine akması dilegimle sözü bir Ladino atasözüyle baglamak istiyorum. “ Kuando mas eskure es para amasener” (Havanın en çok karardığı an gün dogacak demektir.) Ali Kanli Haziran 2013 / Almanya Varlık Vergisi Kanunu Tam Metni Varlık vergisinin tam metni aşağıdaki gibidir: 1. Verginin mevzuu Madde 1 —. Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve fevkalâde kazançları üzerinden alınmak ve bir defaya mahsus olmak üzere (Varlık Vergisi) adiyle bir mükellefiyet tesis edilmiştir. Madde 2 — Varlık Vergisi aşağıda yazılı zümrelere dâhil olanhakikî ve hükmi şahıslardan alınır: A) 2395 ve 2728 sayılı kanunlarla ek ve tadilleri mucibince mükellef bulunanlar; B) Büyük çiftçiler (Büyük çiftçiden maksat, işinin idaresine ve vüsatine halel getirmeksizin bu mükellefiyeti ifa edebilecekleri bu kanunda yazılı komisyonlarca tesbit edilenlerdir); C) Uhdelerinde bulunan binaların ve hisseli ise hissedarlarının hisselerine düşen bir yıllık gayrisâfi iradı yekûnu 2 500 liradan ve arsalarının vergide mukayyet kıymetleri 5 000 liradan yukarı bulunan ve bu miktarların tenzilinden sonra mütebaki irat ve kıymetlerle bu vergiyi verebileceği komisyonlarca kararlaştırılanlar; ‘D) 1939 senesindenberi 2395 veya 2728 sayılı kanunlar mucibince vergiye tabi bir iş ve teşebbüsle uğraştığı halde bu kanunun neşri tarihinde işini terk, devir veya tasfiye etmiş bulunanlar; E) Meslekleri tacir, komüsyoncu, tellal veya simsar olmadığı halde 1939 senesindenberi velev bir defaya münhasır olsa bile ticari muamelelere tavassut ederek komisyon veyahut tavassut mukabili olarak her ne nam ile olursa olsun para veya ayniyat almış olanlar. Madde 3 — İkinci maddede yazılı mükellefiyet zümrelerinden iki veva daha ziyadesine dâhil olanlar bu zümrelerin her birinde ayrı ayrı mükellef tutulurlar. Umumî, ımîilhak ve hususi bütçelerle belediye bütçelerinden ve 3659 numaralı kanuna tabi müesseselerden tahsisat, maaş ve ücret alanlarla kadroya müsteniden yevmiye ile istihdam edilenler yalnız bu maaş, tahsisat, ücret ve yevmiyelerinden dolayı ikinci maddenin A fıkrasındaki mükellefiyete tabi değildirler. Madde 4 — 1837 sayılı Bina Vergisi Kanununun 3 üncü ve 1833 sayılı Arazi Vergisi Kanununun 2 nci maddesinde sayılı bina ve arsa sahipleri, ikinci maddenin (C) fıkrasında yazılı mükellefiyetten muaf tutulur. Madde 5 — Vergi, hakikî ve hükmi şahıslar namlarına tarholunur ve eshamlı ve eshamsız şirketlerde hisseye bakılmaksızın şirketlerin menkul ve gayrimenkul varlığının tamamı üzerinden alınır. 2. Verginin miktarı Madde 6 — Yedinci maddede yazılı komisyonlar, ikinci maddede yazılı mükelleflerin mükellefiyet derecelerini, her mükellef namına 1941 yılında ve ticaretini terk, devir veya tasfiye etmiş olanlar için terk, devir veya tasfiyeye tekaddüm eden son yılda tarhedilmiş veya tahakkuk ettirilmiş vergi miktarlarını, çiftçilerde mükellefin zirai vaziyetini ve gayrimenkul sahiplerinin de irat ve vergi kıymeti miktarlarını gözden geçirmekle beraber bunlarla mukayyet olmaksızın edinecekleri kanaate göre takdir ve tesbit ederler. Ancak 2395 sayılı kanunun 11 inci maddesi hükmü dairesinde kazanç beyannamelerine bilanço raptetmek mecburiyetinde bulunan anonim, komandit, limited ve sermayesi üzerinden kazanç dağıtan kooperatif şirketlerin vergileri, 1941 takvim yılma veya ticari yılma ve ticarethanelerini terk, devir ve tasfiye etmiş olanlarda terk, devir ve tasfiyeye takaddüm eden son seneye ait safi kazancının yüzde ellisinden aşağı ve anonim şirketlerde yüzde yetmişinden yukarı olamaz. İkinci maddenin (B) fıkrasında yazılı çiftçilerin mükellefiyetleri de varlıklarının yüzde beşini (geçemez. 3. Verginin tarhı Madde 7 — İkinci maddede yazılı servet ve kazanç sahiplerinin mükellefiyet derecelerini tesbit etmek üzere her vilâyet ve kaza merkezinde mahallin en büyük mülkiye memurunun reisliği altında en büyük mal memurundan ve ticaret odalariyle belediyelerce kendi azaları arasından seçilecek ikişer azadan müteşekkil bir ve icabına göre müteaddit komisyon kurulur. Ticaret odası bulunmıyan yerlerde, bu odanın seçeceği azalar yerine belediyece, hariçten ticaret ve ziraattan anlıyanlar arasından iki âza seçilir. En büyük mülkiye ve maliye memurları bu komisyonlarda bizzat bulunmakla mükelleftirler. Ancak birden fazla komisyon kurulan yerlerde tensip edecekleri memurları tevkil edebilirler ve kendileri de icabına göre istedikleri komisyonlarda bulunabilirler. Komisyonların, büyük çiftçileri tesbit için yapacağı toplantılarda Ticaret odası yerine ziraat odalarınca kendi azaları arasından ve bulunmıyan yerlerde belediyelerce hariçten ve ziraatten anlıyanlar arasından seçilecek iki âza komisyona iştirak eder. Komisyon kararları ekseriyetle verilir, reylerde müsavat halinde reisin bulunduğu taraf tercih edilir. Madde 8 — Komisyonlar, şirketlerin mükellefiyetlerini tesbit ettikleri sırada şeriklerin de servetleri derecesini ve fevkalâde kazançlarını araştırarak bunların da mükellefiyetlerini takdir kızılbaş - sayfa 60 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ederler. Madde 9 — Komisyonlar, muhtelif zümrelerin mükellefiyet derecelerini tesbit işini on beş gün içinde intaç ile mükelleftirler. Bu müddet zarfında işini bitiremiyen komisyonların memur olmayan âzası değiştirilerek yerlerine son mebus intihabında müntehibi sani olanlar arasından belediye reislerince seçilecek dörder zat alınmak suretiyle komisyonların âzası tamamlanır. Madde 10 — Mükelleflerin tesbiti sırasında komisyonlarca unutulmuş olanların isimleri komisyonların dağılmasından itibaren en geç iki ay içinde varidat dairelerince tesbit olunarak 7 nci madde hükmü dairesinde yeniden teşkil edilecek komisyonlara bildirilir. Komisyonlar âzami on beş gün içinde bu mükelleflerin vergi miktarlarını kararlaştırmağa mecburdurlar. 4. Verginin tebliğ ve tahsili Madde 11 — Komisyon kararları, şehir ve kasabalarda varidat dairelerinin kapılarına ve köylerde münasip mahallere listeler yapıştırılmak suretiyle ilân ve tebliğ olunur. Listelerin asıldığı, gündelik gazete çıkan yerlerde gazetelerle ve gündelik gazete çıkmıyan mahallerde belediye tellâlları marifetiyle halka ayrıca haber verilir. Komisyon kararları nihaî ve katî mahiyette olup bunlara karşı idari ve adli kaza mercilerinde dâva açılamaz. Ancak bir mükellef namına aynı mükellefiyet mevzuundan dolayı mükerrer vergi tarh edilmiş olduğu takdirde bunlardan en yüksek olanı ipka edilerek diğerleri tarhiyatı yapan komisyonların vazife gördüğü mahallerin en büyük mal memuru tarafından mükelleflerin müracaatı üzerine silinir. Madde 12 — Mükellefler vergilerini, talik tarihinden itibaren on beş gün içinde mal sandığına yatırmağa mecburdurlar. On beş günlük müddetin geçmesini beklemeden mahallin en büyük malmef huru, lüzum gördüğü mükelleflerin menkul ve gayrimenkul mallariyle alacak, hak ve menfaatlerinin ihtiyaten haczine karar verebilir. On beş günlük müddet içinde yatırılmıyan vergilerin Tahsili Emval Kanununa tevfikan tahsiline tevessül edilmekle beraber vergi miktarına müddetin dolmasından itibaren birinci hafta için yüzde bir ve ikinci hafta için yüzde i ki zammoluııur. Talik tarihinden itibaren bir ay zarfında borçlarını ödemiyen mükellefler borçlarını tamamen ödeyinceye kadar memleketin herhangi bir yerinde bedeni kabiliyetlerine göre askerî mahiyeti haiz olmıyan umumî hizmetlerde veya belediye hizmetlerinde çalıştırılırlar. Ancak üçüncü maddenin son fıkrasında yazılı olanlardan ikinci maddedeki mükellefiyete tabi bulunanlarla kadınların ve elli beş yaşını mütecaviz erkeklerin borçları hakkında Tahsili Emval Kanunu tatbik edilmekle beraber bunlar çalışma mükellefiyetine tabi tutulmıyabilirler. Bu fıkra hükmüne göre çalıştırılanlara verilecek ücretin yarısı borçlarına mahsup olunur. Çalışma mecburiyetinin tatbik tarzı Hükümetçe hazırlanacak bir talimatname ile tâyin olunur. Bi r inci fıkrada yazılı on beş günlük müddet içinde vergilerini vermeyen mükellefler, aynı müddet zarfında vergileri miktarınca Hazine bono ve tahvilâtı veya banka teminat mektubu tevdi ettikleri takdirde bu mükellefler hakkında Tahsili Emval Kanununun ve çalışma mecburiyetinin tatbiki bir ay müddetle geri bırakılabilir. Madde 13 — Kollektif ve komandit şirketlere ait vergilerin icabı halinde ortakların ve komanditelerin şahsi mallarından istifası hususunda da Tahsili emval kanunu hükümleri tatbik olunmakla beraber ortak ve komanditeler çalışma mecburiyetine de tabi tutulabilirler ve on ‘ikinci maddenin ikinci fıkrası hükmü bunlar hakkında da tatbik olunur. Bu madde ile on ikinci maddede yazılı karar ve muameleler katî olup bunlara karşı idari ve adli kaza mercilerinde dâva açılamaz. 5. Teminat Madde 14 — Varlık vergisiyle mükellef tutulanların ikametgâhlarında, ıgerek kendilerine ve gerek karı veya kocalarına veya kendileriyle birlikte oturan usul ve furuğiyle kardeşlerine ait dükkân, mağaza, depo, ambar, fabrika ve imalâthanelerde veya bunlara benzer yerlerde bulunan bütün menkul mallarla tapuda veya vergide bunlardan herhangi biri namına kayıtlı olan gayrimenkul mallar bu kanun mucibince alınacak vergi ve zamların kanuni teminatı hükmünde olup bu ma l l a rın satılmasında da Tahsili Emval Kanunu hükümleri tatbik olunur. Verginin teminatını teşkil eden bu mallardan mükellefin kendisine veya kan ve kocasına ait olanlar hariç olmak üzere diğer mallar üzerine komisyonlarca verginin takdir ve tesbiti tarihinden itibaren bir sene zarfında ayrıca haciz konmadığı takdirde bu mallar üzerindeki teminat hükmü sona erer. Mükelleflerin zilyedliği altında veya yukarda yazılı mahallerde bulunan menkul mallara mütaallik satış, temlik ve rehin iddiaları muteber sayılmaz ve bu nevi mallar hakkında dermeyan olunacak istihkak iddiaları dinlenemez. Bu kanunun neşrinden mukaddem başlamış olan ve bir ilâma veya bu hüküm ve kuvıvette noterlikçe tanzim edilmiş mukaddem tarihli resmî bir senede müstenit olmıyarak vapılmış bulunan takip neticesinde icra dairelerince konulmuş olan ihtivati ve icrai hacizler bu teminat hükmüne halel vermez. Bu hacizler ancak vergi alacağının tahsilinden sonra bir bakiye kaldığı takdirde bu kısım hakkında infaz olunur. Gayrimenkullerin satışında bunların varlık vergisi mükellefiyeti ile ilişiği olmadığı alâkalı varidat dairesince tasdik edilmedikçe tapu daireleri tescil yapamaz. Yapılan tesciller hükümsüz sayılır. 6. Müruruzaman Madde 15 — 9 ve 10 uncu maddelerde yazılı müddet ve şartlar içinde tarhedilemiyen vergiler, bu müddetler geçtikten sonra yeniden tarh ve tahsil edilemez. Bu kanun mucibince tahakkuk ettirilmiş olan vergiler 1943 malî yılından itibaren beş yıl sonra tahsil olunamaz. Verginin tahsili için yapılacak her nevi takip muameleleri, müruruzamanı keser. 7. Meriyet maddeleri Madde 16 — Bu kanun neşri tarihinden muteberdir. Madde 17 — Bu kanunun hükümlerini yürütmeğe İcra Vekilleri Heyeti memurdur. kızılbaş - sayfa 61 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yavuz Sultan Selim’in Alevi Katliamı Ali Haydar AVCI Alevi-Kızılbaş toplumuna karşı kin ve düşmanlığı en üst boyuta taşıyan Yavuz Sultan Selim’in de padişah olur olmaz ilk yaptığı işlerden birinin vakanüvislerin deyimiyle “milk-i Rum’u (Anadolu toprağı) kurtarmak ve korumak için” kırk binden fazla Aleviyi defter ettirerek öldürtmek olduğunu, öldürülmeyenlerin ise en azından sürgüne gönderildiğini döneme ilişkin kaynak ve belgelerde çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Taraflı bir duruş sergileyen Osmanlı kaynaklarında bile Alevi-Kızılbaş toplumuna yönelik bu hareket, “fartı (aşırı) gayretle fazlasıyla icra” edilmiş olabileceği, “ricat hattını korumak için dahi olsa mazur görülemeyeceği” belirtilerek “kanlı icraat” ve “korkunç bir katliam” olarak değerlendirilmektedir. (Lamartine tarafından bu durum şöyle anlatılmaktadır: “Sultan Selim Anadolu ve Rumeli’de bulunan bütün Ali taraftarlarını yok etmeye başladı… Özellikle Türkmenler ve Karamanlılar arasında Ali taraftarları çoğalmıştı. Sultan Selim casusları aracılığı ile Anadolu ve Rumeli’nin bütün köy, kasaba ve aşiretlerinde yaşayan Alevilerin listelerini hazırlattı. Bu listelerede yedi yaşından ihtiyarlara kadar kırk bin kişinin adı yazılmıştı… Verilen bir işaret üzerine bu kırk bin kurban acımasızca boğazlandı.” Bkz. Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi, Sayfa 370.) Ayrıca bkz. Solakzâde Tarihi, Cilt 2, Sayfa 16.; Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t – Tevarih, Cilt IV, Sayfa 176.; Müneccim-başı Ahmet Dede, Sahaif-ül-ahbar fi Vekayi-ül-a’sâr, Cilt 2, Sayfa 457. Zuhuri Danışman, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cilt 5, Yeni Matbaa, İstanbul 1965, Sayfa 168.) Dönemin önemli tanığı ve Osmanlı-Kürt işbirliğinin büyük mimarlarından vakanivüs İdrîs-i Bidlîsî tarafından ise bu katliam çarpıcı ayrıntılarla şöyle anlatılmaktadır: “O sırada mücahitler sultanı saltanat diyarı Edirne’de kışlakta bulunuyordu. Görüşmelerden ve konuşmalardan sonra bu Kızılbaş taifesinin kökünü kazıma hareketlerinin öne alınması için padişahın şu hükmü yöneticiler adına gönderildi: Hiç beklemeden, her yörede Kızılbaş taifesinden kim varsa ve nerede bulunuyorsa, üç atasına dek bu Safeviye şeyhlerinin üç tabakasına inanan müritlerden iseler her hâlükârda “imanı inkârla değiştiren şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.” ayeti gereğince köklerinin kazınmasını ve tebdil ile cezalandırılmayı hak etmişlerdir; kaçınılmaz olarak Rum beldelerinde oturan ve yolculuk halinde bulunan bu taifenin yediden yetmişe hepsini yazsınlar ve yüce divanın naiplerine arz etsinler.Acele olarak, uyulması gereken hükümlerin dayanakları (Bu dayanaklar Şeyhülislam fetvalarıdır.)tamamlanınca, hükümler her bir yörenin yöneticisine gönderildi. “Onları bulduğunuz yerde öldürün.” genel hükmünce amel edip onlardan büyük bir kitle öldürüldü. (Bitlisi’nin bu tanıklığı, yönetim yanlısı biri olarak yönetim tarafının bakış açısıyla ilgili getirdiği yorum ve yaptığı aktarımlar büyük önem taşımaktadır. Ayrıca Bitlisi’nin kesin bir sayı vermekten kaçınması ve “bulduğunuz yerde öldürün” hükmü uyarınca “büyük bir kitle öldürüldü” demekle yetinmesi bu Kızılbaş katliamının gerçek boyutlarını anlamak açısından da önemlidir.) Bu katliamdan ve İslam sultanının o alçak topluluğa karşı gerçekleştirilen bu siyaset intikamının duyurulması konusundaki düşüncesinden sonra, sapık şah (Burada kastedilen Şah İsmail Hatayi’dir.) tarafından durumun gidişini araştırmak için casusu olarak gönderilen bu taifeden biri tutuklanarak hapsedildi.” (Bkz. İdrîs-i Bidlîsî, Selim Şahnâme, Sayfa 130. Bu bakış açısı ve değerlendirmeler Bidlisi’nin taraflı duruşunu/bakışını yansıtıyor olsa da, aslında arka plan iyi deşelendiğinde bu değerlendirmelerin, olayın hem nitel, hem nicel boyutunu anlamak ve çözmek için oldukça anlamlı olduğu görülecektir.) Dönemin tarihçilerinden Celâl-zâde Mustafa ise durumu, “Merhum Sultan Selim Hân padişah olmasa milk-i Rum elden gitmiş idi.” şeklinde aktarmaktadır. (Bkz. Celâl-zâde Mustafa, Selim-nâme, (Hazırlayanlar: Ahmet Uğur – Mustafa Çuhadar), Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1990, Sayfa 157.) Geniş bilgi için bkz. Ali Haydar AVCI,Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal, Sayfa 160-161.) Yavuz Sultan Selim’in katliamları dönemin bir başka önemli tanığı Defterdar Ebu’l-Fadl Mehmed Efendi’nin Selimşâhnâme’sinde ise “hükm- katl-i âmı cemâat-ı Kızılbaş der memâlik-i Rûm-ı ma’delet-tuhûm (Kızılbaş toplumunun katliam hükmü, Rum (Anadolu) memleketlerinde adalet tohumu.)” başlığıyla şöyle geçmektedir. “Her şeyi bilen Sultan, o kavmin etbâinı kısım kısım ve isim isim yazmak üzere, memleketin her tarafına bilgiç kâtipler gönderdi; yedi yaşından yetmiş yaşına kadar olanların defteri divâna getirilmek üzere emredildi; getirilen defterlere nazaran, ihtiyar genç kırk bin kişi yazılmıştı; ondan sonra memleketin hâkimlerine memurlar defterler getirdiler; bunların gittikleri yerlerde kılıç kullanılarak, bu memleketlerdeki maktüllerin adedi kırk bini geçti.” Kimi Osmanlı kaynakları öldürülenlerin sayısının kırk bin olduğunu belirtmesine karşın, olayın yakın tanıklarından Defterdar Ebu’l-Fadl Mehmed Efendi, bu kayıtlarda görüldüğü gibi yerel yöneticilere de defterlerin gönderildiğini ve onlar tarafından öldürülenlerle birlikte katlima uğrayanların sayısının kırk binden fazla olduğunu çok açık ve kesin bir dille aktarmaktadır. Bundan da anlaşılıyor ki, yalnızca yerel yöneticilerin kıyımları dışında, yani merkezi yönetimin doğrudan bilgisi ve denetimi dahilinde öldürülenlerin sayısı kırk bindir. Bir de bunlara yerel yöneticilerin gerçekleştirdiği katliamlar eklenirse, gerçek sayının çok yüksek rakamlara ulaştığı bellidir. Konuyla ilgili yapılan araştırmalarda bu boyut özellikle atlanarak nesnellikten uzak, taraflı bir tutumla katliamın boyutu küçültülmeye ve katledilenlerin sayısının azaltılmaya çalışıldığı görülüyor. (Geniş bilgi için bkz. Ali Haydar AVCI, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal.Sayfa 161-162.) Sarı Görez Müftü Hamza, İbn-i Kemâl ve Ebussuûd Efendi’nin Fetvaları: “Müslimanlar bilün ve âgâh olun, şol taife-i Kızılbaş ki reisleri Erdebil-oğlu İsmail’dür…” “Kızılbaş’ın katli vâciptir… Bu tâifenin kıtali (öldürülmesi) sair kefere kıtalinden ehemdir (önemlidir)… Kızılbaş kıtali kâfir kıtalinden daha sevaptır.” “Kızılbaş tâifesinin şer’ân kıtâli helâl olup, katl eden gâzi ve Kızılbaş tâifesinin ellerinde maktul olanlar şehid olurlar mı? Elcevap: Olur gazâ-i ekber ve şehâdet-i azimedir (En kutsal savaş ve en ulu şehitliktir) .”(Geniş bilgi için bkz. Ali Haydar AVCI, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal. Sayfa 226-227.) Kaynak: http://avrupasurgunleri.com/yavuz-sultan-selimin-alevi-katliami kızılbaş - sayfa 62 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PROF. DR JOYCE BLAU: ZAZACA KÜRTÇE'DEN DAHA ESKİ BİR DİLDİR Seyidxan Kurıj'ın Doğu Dilleri Bilimcisi Prof. Dr. Joyce BLAU ile yaptığı röportajda Prof. Blau, Zazaca ve Goranca'nın Kürtçe'den daha eski diller olduğunu belirterek Zazaki hakkında önemli açıklamalarda bulundu. Seyidxan KURIJ'ın Zazaca'yı Kürtçe'nin bir diyalekti olarak göstermeye çalışmasına karşın Prof. Joyce BLAU, Kürtçe'nin Zazaca'ya göre daha yeni bir dil olduğunu ve Zazaca'nın daha eski bir dil olduğunu vurguladı. Seyidxan KURIJ: Siz Kürtçe‘nin bir çok diyalektini konuşuyorsunuz. Lülfen bize Kürt dili üzerine kisaca bilgi verebilir misiniz.? Prof. Dr. Joyce BLAU: Kürt dili HintAvrupa dil gurubunun İrani diller ailesine aittir. Daha açıkcası Kürt dili, İrani diller ailesinin Kuzey-Bati grubu içindedir. Kürt dili, Farsça ile akrabadır fakat Farsça‘dan da oldukça farklıdır. Seyidxan KURIJ: Kürtçe‘nin kaç diyalekti var ve bunlar arasındaki ilişki nasıldır? Prof. Dr.Joyce BLAU: Kürtçe‘de normalde 3 diyalekt var. Kuzey diyalekti, merkez diyalekti ve Güney diyalekti. Tabii ki bu ayırım çok şematiktir. Kuzey diyalekti oldukca zengin bir edebiyat geliştirdi, Merkez diyalekt de öyle fakat Güney diyalekti henüz böyle zengin bir edebiyata sahip değildir. Kuzey diyalektine normalde Kurmanci denir, fakal Irak ‘ta Behdinani de deni- yor. Sorani grubu merkezi bir gruptur; Sorani, Mukri ve Sinai‘den olusur. Bu diyalekt daha çok Sanandaj. Mahabat, Süleymaniye ve Erbil‘de konuşulur. Bu diyalekt çok harika bir edebiyat geliştirmiştir. Bugün Kuzey grubunun yazımında Latin ve Kril alfabesi kullanılıyor. Merkezi diyalektin kullanımında Arap Alfabesi kullanılıyor. Güney diyalektinde Kermanşahi, Kelhori. Sancabi, Lori veLeki ağızları vardır. Bu ağızlar ortak bir temle sahiptirler fakat Sorani ve Kurmanci ile kiyaslandığında çok zayıf bir edebiyata sahiptir. Seyidxan KURIJ: Gorani ve Kirdki (Zazaki) hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Bu iki diyalekt arasında ne gibi ortaklık ve farklılıklar mevcuttur.? Prof. Dr. Joyce BLAU: Gorani ve Zazaca‘nın aynı kökenden geldiklerini biliyoruz. Muhtemelen bu diller Kürtçe‘den önce bu bölgede konuşuyordular. Bu bölge bir çok İran ve Turk saldırısına uğradı. İran‘lılar bu bölgeye dalga dalga geldıler. Muhtemelen Gorani ve Zazaca‘nın mazisi Kürtçe‘nin kinden daha eskidir. Kürtler; Zazalar‘ın ve Goranların çoğunu asimile ettiler fakat hepsini edemediler. Bugün Gorani‘nin fazlasıyla Sorani‘nin etkisinde olduğunu biliyoruz ve Goranların çoğu Sorani konuşuyor. Gorani İran‘ın Güney kesiminde, Kermanşah‘in Kuzeyinde konuşuluyor. Zazalar göç ettirildiler ve şimdi Anadolunun ortasında bir üçgende yaşıyorlar. Seyidxan KURIJ: İleride Doğu Dilleri Enstitüsü‘nde Zazaca‘da ders vermeyi düşünüyor musunuz? Prof. Dr.Joyce BLAU: Evet, memnuniyetle yapmak istiyoruz. Fakat bir problemimiz var. Bu konuda insanlarin yardımına ihtiyacimiz var. Fransa‘da yeterince Zazaca bilen dil bilimcisi bulamiyoruz. Şimdiye kadar henüz doğru dürüst aramadık da. Çok çalışkan Dersimli bir kız vardı burada; onun bize yardım edebileceğini düşünmüştük fakat o da Türkoloji okumayi seçti. Ama ben inamıyorum ki o kız bir gün Zazaca‘ya geri dönecek. O yüksek bir performans ile Turk diyalektleri üzerine çalıştı. Amacımıza ulaşabileceğimize inanıyorum. Bunu isteyen çok insan var, eğer destek alabilirsek gerçekleştirebiliriz sanırım. Seyidxan KURIJ: Verdiğiniz bilgiler için teşekür ederim. Prof. Dr. Joyce BLAU: Ben teşekür ederim. Kaynak: ht t p://d e r si m ne w s.c om / k i r m a n ck i / zazaca-kurtceden-daha-eski-bir-dildir. html kızılbaş - sayfa 63 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsteme Adresi: Gazi Küçük Atatürk Mah. 557. Sokak No: 19 35310 Güzelbahçe – İzmir Tel: (0232) 234 04 39 Kızılbaş Yayınevi kültür ürünlerinizin üretimi ve tanıtımı, grafik tasarım matbaa işlerinizde bir de bizden teklif almanızı öneriyoruz. kızılbaş yayınevi info@kizilbas.biz www.kizilbas.biz tel: 0506 818 66 55 +49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 64 - sayı 27 - haziran 2013 - www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dünden bugüne “KIZILBAŞ SİYASETİ” Katliamlar...Asimilasyon...İlişkileri... PA N ELİ N tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 10,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € TV 10 da Kızılbaş Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ali Ülger ile yapılan söyleşiyi dvd olarak ürettik. İlgi duyanlara posta ile gödnerilir. posta ücreti dahil 7,50 tl. avrupa ve diyer ülkeler 10,00 € Yurtdışı için: Ali Ülger: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg - Almanya Memleket için: Ali Ülger Akbank Bahçelievler İstanbul 5890 0441 8440 6536 Dünden bugüne “KIZILBAŞ SİYASETİ” Katliamlar...Asimilasyon...İlişkileri... PANEL: Moderatör: Hatice Çevik - Gazeteci Dr. İsmail Beşikçi - Yazar Pakrat Estukyan - Yazar (Agos) Ferit Altunsu - Yazar Demir Çelik - BDP Milletvekili Ali Ülger - Kızılbaş Dergisi (GYY)