Sen doğru ol da varsın sanan eğri sansın. Lâkin sakın
Transkript
Sen doğru ol da varsın sanan eğri sansın. Lâkin sakın
DEĞER Ekim 2015 Sayı:22 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi ÜCRETSİZDİR Sen doğru ol da varsın sanan eğri sansın. Lâkin sakın unutma ki; Sen kendini bir şey sanmadığın sürece doğru insansın. (Yunus Emre) Eğer değerlerini diğerlerinden ayıramıyorsan, meğerlerini bir cebine, keşkelerini öbür cebine koyacaksın. Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü DÜRÜSTLÜK AYDINLIĞA GİDEN YOLDUR Eğitimlerin gayesi insanları doğru kılmaktır. Doğruluk bir iç adaletidir. Doğru olmak, bencillik kuruntularından sıyrılma, gerçek huzur yolunu bulmaktır. Dürüstlük, özde, sözde, yaşayışta doğru ve tutarlı olmayı gerektirir. Özde, sözde ve yaşamda dürüstlük insanın içinin ve dışının bir olmasıdır. Kişi, düşündüğü ve inandığı neyse başkalarını rencide etmeden onu söylemeli, onu yapmalıdır. Dürüst olmanın faziletini ancak dürüstlüğü ilke edinen, karakterine yansıtan ve dürüstlükle özdeşleşenler bilebilir. Nedir dürüst olmak? Yalan söylememek mi? Her hareketinde doğru davranmak mı? Meslek hayatında dürüstlükten ödün vermemek mi? Bu sorular dürüstlük için sadece bir başlangıçtır. Önemli olanda bu başlangıç yolunda çaba sarf etmektir. Toplumda iyi insanlar kadar kötü insanların da bulunması doğaldır. İnsan en kusursuz olduğu durumlarda bile, başkaları tarafından haksızlığa uğratılabilir. Hatta, hayat yolunda bu kötülere iyilerden daha fazla rastlanabilir. Birtakım hesapsızlıklar, tedbirsizlikler, şanssızlıklar peş peşe gelebilir. İç aydınlığına kavuşmuş, eğitim görmüş bir insan bunların tuzağına düşmez. Hayat bunu gerektiriyor diye yalana, hileye sapmaz; kötü insanlara özenmez. Bilir ki, medeni bir insan olmak, en kötü ortamda bile doğruluk, dürüstlük ve faziletten şaşmamak demektir. Dürüstlük, yalanın en büyük karşıtı olduğundan yalansız yürüyen bir toplumun ve yalansız yaşanan bir hayatın kapılarını açar. Dürüstlüğün olduğu yerde toplumun ve insan ilişkilerinin temeli çok sağlamdır, kolay kolay sarsılmaz ve de yıkılmaz. Bizlerde bütün kurumlarımızla birlikte topyekûn sağlam, yıkılmayan, azimle ilerleyen, doğruluk ve dürüstlükten beslenen bir yapı olarak ilerliyoruz. Mesleğimizde de dürüstlüğün önemli bir yer teşkil ettiğini unutmamak gerekir. Görev yaptığımız her yerde her alanda doğruluğun ve tutarlılığın izinden emin adımlarla giderek, birbirimizi örnek olmaya çalışmalıyız. Dürüstlük değeri, birbirimize olan bağlılığımızın teminatıdır. Bu teminata sadık davranarak önce kendimize dürüst olmalı, daha sonra çalışma arkadaşlarımızla doğruluk yolunda bir ışık olan dürüstlüğü ilke edinmeliyiz. Bir değerin hayatımızda neleri değiştireceğini görmek için onu yaşamak gerekir. Yaşamadan, hissetmeden hiçbir “değer’’in kıymetini anlayamayız. Toplumların yükselmesi, dürüstlüğü yaşayan insanların çoğalmasına bağlıdır. Yalan, ilk bakışta ne kadar göz boyarsa boyasın; ne kadar kazanç sağlarsa sağlasın; sonunda iflas etmeye mahkûmdur. “Kazanan, daima kazanan, bütün karanlıkları aydınlığa boğan doğruluktur.” Işığınızın Dürüstlük, gölgenizin Doğruluk olmasını dilerim. ANADOLU’NUN YİĞİDOSU SİVAS 04 28 TUARLI DAVRANMAK NEDEN ÇOK ZOR 10 FATİH’İN HOCASI AKŞEMSEDDİN ÖZELEŞTİRİ 45 54 KEÇECİLİK VE KEPENEKÇİLİK 37 KAHVE HANELER içindekiler Ekim 2015 Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Yıl: 2 Sayı: 21 Ekim 2015 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı) Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi) Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü) Habil KANOĞLU (Şube Müdürü) Elçin Çakar TERZİOĞLU (Eğitim Uzmanı) Irmak ŞENEL (Sosyal Çalışmacı) Zümrüt ÖZKAN (Psikolog) İlhan GÜLER (Öğretmen) İslam AZAKLI (Sosyal Çalışmacı) Emrullah ÖZGER (Sosyal Çalışmacı) Hakan ERDEM (Memur) Editör İlhan GÜLER Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Necmi ACUN (Kurum Müdürü) Katkı Sağlayanlar Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz Aydın Keçeci - Bayram Ural- Burcu Kurt Cevdet Tekin- Ejder Topal - Evren Tanrıkulu Ferhat Çeliker Hakan Yıldız -Mehmet Gökçe Mehmet Varnalı - Murat Namdar Mustafa M. Ünlü - Ömer Gökduman Özcan Gültekin - Ramazan Sağır Recep Güngör -Said Şener - Sema Gök Tuncay Karaca Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım 0312 441 00 40 - 0533 616 23 18 Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 15/10/2015 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91 e-posta: yetiskin.egitim@adalet.gov.tr Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin ekidir EDİTÖRDEN Kişinin ideal insan mertebesine yükselmesi için bazı ahlaki prensipler ve evrensel değerlere sahip olması gerekmektedir. Evrensel ahlaki prensiplerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik, ahde vefa, nezaket, adalet, hoşgörü ve cömertlik gibi. Bizlerde “DEĞER” dergimizin bu sayısında evrensel ve ahlaki prensiplerden olan doğruluk ve dürüstlük değerinin önemi üzerinde durmak istiyoruz. Dürüstlük, anlam olarak “ahlaki ve etik kaidelere bağlılık, sağlam ahlaki karakter, sözünde ve davranışlarında doğruluktan ayrılmamak” şeklinde tanımlanmaktadır. Dürüstlük, huzurun ve kendimizle barışık olmanın, kısacası mutluluğun bir gereğidir. Doğruluk ve dürüstlük, kişiyi toplum içinde itibarlı ve kendi içinde tutarlı, mutlu kılan olgun ve güvenilir bir kimsenin vazgeçilmez bir özelliğidir. Toplum açısından da huzurlu, güvenli, düzenli, mutlu ve müreffeh bir hayatın sağlanabilmesinin en önemli ve olmazsa olmaz unsurlarındandır. Kişisel ilişkilerden, toplumsal ilişkilere, ticari ve mesleki faaliyetlerden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarını ilgilendiren ve bütün bu alanlarda mutlaka riayet edilmesi gereken ahlaki bir erdemdir. Bugün aldatanın yarın mutlaka aldanacağı gerçeğini aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekmektedir. Doğruluk ve dürüstlükten nasibini almamış kimselerin; vicdanı gelişmemiş, şahsiyeti olgunlaşmamıştır. Bu kişiler, hayatlarının gayesini tam olarak belirleyememiş ya da yanlış belirlemişlerdir. Gülücükleri yalan, saygıları gösteriş olan bu tür insanlar toplumda etkileri ve yetkileri oranında bir yere sahiptirler. Oysa ki, doğruluk - dürüstlük öyle mi? Dürüst insan her zaman alnı açık, itibarlı, mutlu ve başarılıdır. İçi dışı bir olduğundan, kimseden çekinecek, sakınacak bir durumları da yoktur bu insanların. Her güzel şeyde olduğu gibi doğru ve dürüst olabilmek fedakârlık ister. Alışverişte doğrudan ayrılmamak, yalan söylememek, sözünde durmak. Unutulmamalıdır ki, dürüstlük için zorluklara katlanmak; milyonlarca para ile elde edemeyeceğiniz bir iç huzur sağlayacaktır size. Mutluluğunu, başkalarının mutluluğunda arayan dürüst insanlar; başkalarına yardım etmekten, onları memnun etmekten zevk alırlar. Bu sebeptendir ki, onlar herkesin mutluluğunu paylaşmaya, dertlerine de derman olmaya çalışırlar. Dürüst insanlar rüşvet, iltimas, adam kayırma gibi gayri meşru davranışlara prim vermez. Adalet, liyakat ve hak ölçüleri onun pusulası olmuştur. Bu ölçülere göre hareket eder ve kendi işinin ehli olmaya çalıştığı gibi, ehli olmayana da işi emanet etmez. Böyle doğru dürüst insanlardan meydana gelen toplumlar maddi olarak kalkınmakta, manevi olarak da huzur ve emniyet içinde bekâlarını sürdürmeye devam edeceklerdir. Bir de doğru olduğu zannedilen yanlışlar vardır. Doğruluk ve dürüstlüğü zaafa uğratma, sosyal hayatı güvensiz bir hale getirme adına söylenen; “Ticaretle uğraşıyorsan yalan söylemeye mecbursun, çünkü yalan söylemezsen kazanamazsın ve hayatta başarılı olamazsın” gibi sözler kısa vadede söyleyenleri haklı gibi gösterse de uzun vadede mutlaka yanlış olduğu anlaşılacaktır. Bu türden sözler söyleyenler, herkesi kendileri gibi zannederler. Öyleyse daha güvenilir bir toplum için, dürüst kişileri yetiştirmek, toplumun dürüst şahsiyetlerden oluşmasını sağlamak, işlerimizi doğruluk - dürüstlük çerçevesinde yürütmek, yalana dolana prim vermemek bu toplumda yaşayan öğretmenden hakimine, memurundan amirine, işçisinden yöneticisine herkesin boynunun borcudur. Sözlerimi Ziya Paşa’nın mısrası ile sonlandırmak istiyorum: “İnsana sadâkat yakışır görse de ikrâh. Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah.” İlhan GÜLER KAPAK KONUSU 4 Tutarlı Davranmak Neden Çok Zor? Hepimiz ailemizde ve okulda sözlerimizin arkasında durmanın, vaat ettiğimiz gibi davranmanın bir erdem olduğunu öğrendik. Sözleri ve davranışları tutarlı bir insan olmak gerektiği öğütleriyle büyüdük. Bir kişinin söylediği gibi davranması, içinin dışının bir olması, bütün ahlâk öğretileri ve bütün dinler tarafından yüceltilen bir özelliktir. Fakat sözleriyle davranışları tutarlı bir insan olmak kolay değildir. Çocukluktan başlayarak girdiğimiz bütün çevrelerde bizden tutarlı olmamız beklenirken hayatta çok az insan tutarlı davranır. Ayrıca, özü sözü bir olmak her zaman işe yaramaz, hatta aksine bazı durumlarda geri bile tepebilir. Bazı durumlarda içi dışı bir olmak risklidir. Hayatta öyle durumlar vardır ki insan içindekini söylediği, düşündüğü gibi davrandığı zaman başı belaya girer. Liderler özellikle doğu kültürlerinde çalışanlarının güvenini ve saygısını kazanmak için onlarla kendileri arasına bir mesafe koymak ihtiyacı duyarlar. Bu nedenle isteseler bile açık yürekli davranamazlar. “İçinde bulunduğumuz durumdan çok endişeliyim, doğrusunu söylemek gerekirse çok korkuyorum.” diyen bir lider, insanda saygı uyandırmaz. Durum gerçekten korkutucu bile olsa, bir liderden korkularını dışa yansıtmasını değil, kendine olan güvenini ifade etmesini isteriz. Biz liderlerden özgün olmalarını, içten davranmalarını isteriz ama endişelerini paylaşan, korkularını dile getiren liderler görmek istemeyiz. Toplum hem bireylerden hem de liderlerden açık ve tutarlı olmalarını bekler ama çoğu zaman bu açıklığı kabul etmez. Çoğu liderin ve siyasetçinin gelecek vaatlerini abartılı bulsak da bu tür vaatler duymaktan hoşlanırız. İnsanlardan açık sözlü ve tutarlı olmalarını beklesek de, sadece yapabileceklerini söyleyen liderleri çoğumuz, vizyonu olmayan, vasat hatta yetersiz buluruz. İnsanlar sadece gerçekleri söyleyen liderlerden motive olmazlar, onlardan ilham almazlar. Yine benzer bir şekilde, bir iş başvurusunda çoğu insan yapabileceklerinin de üzerinde vaatlerde bulunur. Çoğu insan, vaat ettiğinin daha azını gerçekleştirir.Ama sadece yapacaklarını söyleyen insanlar da zayıf hatta yetersiz oldukları algısı uyandırırlar. Abartmak, olduğundan daha iyi göstermek iletişimin, özellikle de reklamların DNA’sında var. Arkadaşlarımızın, eşimizin, yakınlarımızın başlarından geçen olayları anlatırken, kendilerini tutamayıp abartmaları bu yüzden. Açık ve şeffaf olmak, içi dışı bir olmak her zaman gerçekçi de olmayabilir. İnsanın değer yargılarıyla içinde bulunduğu ortamın değerlerinin uyuşmadığı durumlarda düşüncesini açıklaması riskli de olabilir. Kendi duruşunu, görüşünü ve planlarını açıkça anlatan insanlar, bazı ortamlarda kendilerini tehditlere ve saldırılara da açık hale getirirler. İnsanın düşüncelerini olduğu gibi dışa vurması, yabancı bir kültürde büyük yanlış anlaşılmalara neden olabilir. Bizim kültürümüzde iyi ve doğru olan bir davranış, yabancı bir kültürde yetişmiş bir insan için çok yersiz hatta kaba bulunabilir. Bir çevrenin uygun bulduğu davranış, başka bir çevrede sergilendiğinde bir kabahat haline gelebilir. Her ne kadar söylediği gibi davranmak bir erdem olsa da pek çok insan bu standardı her zaman tutturamaz. Bu nedenle bir insanın dediğini yapamaması her zaman onun karakterinin zayıf olduğu anlamına gelmez; karakter bütünlüğüne sahip olan insanlar bile bazı durumlarda söylediklerini yapamazlar. Sosyal bilimciler, bir insanın söylediği gibi davranamamasının nedeninin, içinde bulunduğu ortamdan kaynaklandığını söylerler. Hepimiz kendimize özgü bir kişilik geliştirmek istesek de, içine girdiğimiz ortam, sahip olduğumuz kişiliği esnetir. Kendilerine çok güvenen insanlar bile, bazı sosyal çevrelerde, bazı ortamlarda kendileri gibi olmakta zorlanırlar. İçine girdiği sosyal grubun inanç ve değerleri insanın kendi fikirlerini ifade etmesine engel olabilir. İnsan böyle durumlarda inandığı gibi davranamayabilir; içinde bulunduğu gurubun değerlerinden etkilenir. Çevre baskısı ya da insanın içine girdiği hayat evresi, insanın kendisi gibi olmasını engelleyebilir. Buna karşın kendine güveni tam ve güçlü karakterli insanlar içine girdiği çevrelerin değerlerine rağmen oldukları gibi davranma konusunda daha güçlü bir duruş sergileyebilirler. Sosyal bilimciler pek çok durumda insanın kendi düşüncelerine bağlı kalmak yerine, içinde bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayacak düşünceleri benimsediğini ve davranışlarını grubun değerlerine göre uyarladığını söylüyorlar. Genel kural olarak, insanın düşünceleri içinde bulunduğu ortamın baskısına yenik düşer ve davranışları bu ortamın değerlerine uyum göstermeye başlar. İnsan kendi özüne sadık kalmakta zorlanır. Önceden hangi düşünceleri dile getirmiş, ne söylemiş olursa olsun, bunların arkasında duramayabilir. Bu da insanın “tutarsız” davrandığı sonucunu ortaya çıkarır. Sosyal psikologlar, bir vaatte bulunan ya da çok ateşli bir şekilde bir inancı savunan insanların söyledikleri gibi davranabilmeleri için, aynı sosyal çevrede ve aynı hayat evresinde olmaları gerektiğini söylerler. İnsanın içinde bulunduğu şartlar ve çevresindeki insanlar değişince daha önce dile getirmiş olduğu düşüncelerden sapması ihtimali artar. Çevre baskısı ya da insanın içine girdiği hayat evresi, insanın kendisi gibi olmasını engelleyebilir. Buna karşın kendine güveni tam ve güçlü karakterli insanlar içine girdiği çevrelerin değerlerine rağmen oldukları gibi davranma konusunda daha güçlü bir duruş sergileyebilirler. Söylediği ve inandığı gibi davranmak ciddi bir içsel disiplin ve güçlü bir karakter bütünlüğü gerektirir. İnsanın özünde inandığı, kalben bağlı olduğu esasları hayatının her anına yansıtması bir bilinç ve farkındalık konusudur. Tutarlı olmak, içi dışı bir olmak hem her insanın sahip olmak istediği bir erdem hem de insanı en çok zorlayan konuların başında gelir. Bazen çok dürüst insanlar bile yapacakların- dan fazlasını vaat etmek zorunda kalabilir, bazı durumlarda sahip oldukları inançlar doğrultusunda davranamayabilirler. Ama yine de her girdiği kalıbın şeklini alan kemiksiz bir insan olmakla karakterli bir insan olmak arasında herkesin bildiği ve anladığı bir fark vardır. Karakter bütünlüğü olan insanlar, koşullara göre esneseler de özlerini korurlar. Karakterli olmak insanın doğuştan sahip olduğu bir özellik değildir. İnsan kendi karakterini her gün yaptığı seçimlerle, aldığı kararlarla, olaylar karşısında aldığı tavırlarla oluşturur. Karakter, insanın sahip olduğu değerleri, her günkü tercihleriyle hayata yansıtmasıdır. Goethe’nin dediği gibi “İnsan, kendi karakterini kendi etinden ve kemiğinden kendi elleriyle inşa eder.’’ Temel Aksoy TARİH Sultan Abdülmecid’in ‘500 kuruş’u Osmanlı padişahı Sultan Abdülmecid tarafından 1849’da bastırılan, ancak bugüne kadar basılı hali, kalıbı ve görseli dahi görülmeyen 5. emisyon kağıt 500 kuruş, Ankara’da bir koleksiyoncuda ortaya çıktı. Paranın sahibi araştırmacı - yazar Necati Doğan, Osmanlı’da kağıt paraların ilk defa 1840’da, Abdülmecid döneminde “Kaime-i Nakdiye-i Mütebere” adıyla elle yazılıp, piyasaya sürüldüğünü söyledi. Söz konusu dönemde paralar, faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğindeydi. BİLİM Artık Elektrikle Uçabileceğiz İlerleyen teknoloji ile birlikte eş zamanlı olarak geliştirilen hava ulaşım araçlarına bir yenisi daha eklendi!Geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan ilk elektrikli formula aracı’nın ardından bir yeni ulaşım aracı daha geliştirildi. Savunma ve özel hava ulaşım araçları arasında en popüleri olan helikopterler, özel bir hava şirketi tarafından geliştirildi. İlk elektrikli helikopter modeli olan Volocopter’de 18 adet motor ve kanat kullanılıyor. İşaret dilini konuşmaya ve yazıya çevirin Londra Üniversitesi’nden tasarımcı Hadeel Ayoub, işaret dilini yazıya ve konuşmaya çeviren bir eldiven yaptı. Ayoub’un akademik raporuna göre, “çalışmada esas hedef; duyma, konuşma ve görme engelliler arasında iletişimi geliştirebilmek” olarak belirlendi. Yeni açıklanan kablosuz işaret dili eldiveni, engellilerin kısmen de olsa engellerini aşabilmeleri için üç prototipte tasarlandı. Yaptığı üç farklı prototipten sonuncusu, yazıdan konuşmaya çeviren çiple çalışıyor ve işaretleri konuşmaya çeviriyor. Böylece görme engelliler, işaret diliyle konuşan duyma engellileri rahatlıkla anlayabiliyorlar. Eldiven beş parmağa bağlı, parmakların yerini belirleyen beş esnek sensörlerle çalışıyor. Accelerometer (statik ya da dinamik hızlanmayı ölçer) eldivenin ne yöne hareket ettiğini takip ediyor. Tüm bu veriler bir bilgisayar programını besliyor ve mimikler tanımlanıp doğru şekilde görsel hale dönüştürülüyor. Kışlık geleneksel eldivenlere benzeyen ve üst kısmı kablolarla kaplı olan ilk prototip, biraz hantal ve kullanışsız şekilde; harfleri teker teker gösteriyor ve bolca kablo içeriyor. İkinci prototipte daha az hantal olan tasarım sadeleştirilmiş, mikroişlemci daha küçük ve bu tasarımda tüm cihaz tamamen bir bilgisayara bağlı olmak zorunda değil. Değiştirilen yazılım da akan küçük bir ekranda yazıların çıkmasına izin veriyor.Üçüncü prototipte ise cihaz epeyce geliştirildi. Elektronik parçalarının büyük çoğunluğu, beyzbol eldivenine benzeyen eldivenin dolgu malzemesinin içine dikildi. Bu sayede hem daha yüksek teknoloji ürünü bir görüntü elde edildi, hem de basitlik sağlandı. Bu prototipte yazıyı konuşmaya çeviren bir çip mevcut ve işaret dilini konuşmaya çeviriyor. Planlanan bir sonraki prototipte ise Wi-Fi çipi ile eldivenin akıllı telefona bağlanması, bir hareket sensörü eklenmesi ve her dile tercüme özelliğinin eklenmesi tasarlanıyor. Bu prototiple eldiven dünyadaki herkesle iletişim kurabilme potansiyelini taşıyor. Ayrıca bu son prototipin daha küçük boylarda üretilmesiyle çocuklara uygun eldivenlerin sunulması da planlanıyor. Wi-Fi bağlantısından sonra eldiven kısa mesajlar ve e-mail gönderebilecek. Eklenecek hareket kontrol sensörü de cihaza hassasiyet kazandıracak. Cihazın gelişen her bir prototiple daha ileri özelliklere sahip olduğunu belirten Ayoub, “LED ışığı, hoparlör eklenmesi beni hedefe biraz daha yaklaştırdı” diyor. Benzer projelerde çalışan araştırmacılar olsa da Ayoub, “Kendi buluşunun en hafif ve en pratiği olduğunu” ifade ediyor. Kaynak: Popular Mechanics, ZD Net, Science Alert KÜLTÜR YAŞAM Dünya Mirasına 15 Eser... Çölde çiçekler açtı! Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından belirlenen ve dünya çapında koruma altına alınan kültürel ve doğal varlıklardan oluşan Dünya Mirasları listesinde, Türkiye’de bulunan kültür varlığı sayısı 15’e çıktı. Şili’de bulunan ve ‘dünyanın en kurak bölgesi’ olarak bilinen ‘Atacama Çölü’ çiçeklerle kaplandı. Dünya Mirası Listesine son olarak Diyarbakır Surları ile Hevsel Bahçeleri ve Efes Antik Kenti girdi. Dünya Mirasları, UNESCO tarafından belirlenen varlıklardan oluşuyor. Okyanus sularının ısınmasıyla kasırga, sel, heyelan veya kuraklığı artıran El Nino doğa olayı iklimleri değiştiriyor. Tek bir yağmur damlası olmadan 173 ay geçiren Atacama çölü dünyanın en kuru bölgesi olma rekorunu elinde tutuyordu. Dürüstlük Nedir? Dürüstlük maddi ve manevi bir yükümlülüktür. Bu yüzden dürüstlüğün seçiminden herkes kendisi sorumludur. Yani insan dürüst de olabilir, sahtekar da. Yetişme tarzımız elbet etkilidir ama kişi kendine çeki düzen vermek, dürüstlüğü hedeflemek zorundadır. Bir kişinin itibarlı ve saygın oluşu dürüst olduğunu göstermez. Bu ikisi farklı şeylerdir, özellikle günümüzde böyledir. Dürüstlük, iki yüzlü olmamak demektir. Birinin kendisi için bir yüz, başkaları için başka yüz takınıp, sonunda hangisinin gerçek olduğu konusunda dehşete düşmesi ne kötüdür. Dürüstlük tehlikeye atıldığında, kişi kendini tehlikeye atmış demektir. Dürüst kişiler yalan söylemeyi, gerçeklerin çarpıtılması olarak gördükleri için aldatıcı tavırlar içine girmezler. Bunun yanında, başkalarını korumak amacıyla olayları çarpıtmayı da reddederler. Kendi dünyalarının hakimi olduklarını, başkalarının da böyle olduğunu bilirler. Herkesin muhakkak yanlışları olacaktır. Ancak insanlara karşı açık olup, zaaflarını kabul edenlerin samimiyeti ve dürüstlüğü takdir edilecektir. Böylece insanlar, böyle kişilerle daha rahat ilişki kuracaklardır. Dürüst olanlar verdikleri sözleri yerine getirirler. Yapamayacakları vaatlerde bulunmazlar. Bir şeyi yapacaklarını söylediklerinde bunun için uğraşırlar. Başka insanların başarılı olmasına yar- dımcı olurlar, onların yollarını açarlar. Başkalarına destek verdiklerini açıkça söylerler. Dünyaya hizmet edilmek için değil, hizmet etmek için geldiklerini düşünürler. Başkalarına, kendilerinden ve zamanlarından bir şeyler vererek ilgilenirler. Dürüst insanlar, alıcı olmaktan çok vericidirler. Prensipleri daima şudur: Elimizdeki gücü insanlara yardım için kullanalım. Bu güç bize, ne kendi amaçlarımızı yerine getirmek, ne insanlara şov yapmak, ne de isim yapmak(şöhret) için verildi. Bu gücü kullanmanın tek adil yolu insanlara hizmet etmektir. Dürüstlükten taviz vermezler ve hiçbir şey onları satın alamaz. Küçük şeyleri önemserler. Küçük ayrıntıda doğru davranırlarsa, ahlaki ve etik olarak da doğru yolda olacaklarını bilirler. Kendilerine yapılmasını istemedikleri bir şeyin, başkasına yapılmasına engel olurlar. Dürüstlük en iyi dostumuz, en sadık arkadaşımızdır. Yalnız kaldığımızda, kendimizi dinlediğimizde, içimizi huzurla doldurur. Aynı zamanda başkalarının bize güvenmesine imkan tanır. Güven ise kişisel ve mesleki ilişkilerin iyi olmasında en önemli faktördür. Dürüstlüğün aynı zamanda, mutluluk ve kendimizle barışık olmanın anahtarı olduğunu da unutmayalım. Yalancının cezası kimsenin kendisine inanmayışı değil, asıl kendisinin kimseye inanmayışıdır. (Bernard Shaw) Kaynak: Mutluluk Elimizde/ Psikiyatrist Doç.Dr.Sefa Saygılı EĞİTİM 8 İNSANLIĞIN GELECEĞİ: EĞİTİM İnsanların sosyo ekonomik yaşam düzeyleri ne denli yükselirse yükselsin, sürekli başkaları ile ilişki durumu sürmektedir. Bireyin aldığı eğitim, bilgi birikimi, disiplini, yaşadığı çevre ve bu çevrenin sosyo-ekonomik durumu, yazılı ve görsel basının etkisi, aile ve toplum ilişkileri kişiliğin gelişmesinde belirleyici birer etmendir. Bireyler küçük yaşta; kıskançlığı, kini, bencilliği, nefreti, iki yüzlülüğü, aç gözlülüğü, küfürlü konuşmayı, israfı, yalan söylemeyi ve saldırgan olmayı ya da sevgiyi, kardeşliği, dostluğu, kendisine güveni, sorumluluğu, cesareti, dürüstlüğü, doğru düşünmeyi, bilimsel davranmayı, barışseverliliği ve paylaşmayı bizlerden ve örnek aldığı ya da etkisi altında kaldığı kişilerden öğrenmektedir. Zira, fazilet ırsi değildir. Bireyin kişiliğinin ve karakterinin gelişmesinde ailenin, çevrenin, aldığı eğitimin ve özellikle öğretmenin fonksiyonu çok büyüktür. İnsan eğitimle doğmaz, ama eğitimle yetişir. İnsan okuyarak bilir, yaşayarak öğrenir. Unutmamalıdır ki, aile ve öğretmenin vereceği eğitim ve bilgi çok önemli bir konudur. Eğitimin, ilk ve en iyi merkezi ailedir. Napolyon bu konuda,” bana iyi analar veriniz, size iyi vatandaşlar vereyim” demiştir. Yalnız çocuk doğurmak, bir kadını anne yapmaz. Anne ve babanın yaşamı çocuğun örnek kitabıdır. Bir çocuğun küçükken aldığı ilk izlenim bütün ömrü boyunca devam eder. Bu konuda Pestalozzi: “çocuğun kalbini bana veriniz, ona her şeyi yaptırırım” demektedir. Bir öğrenciyi avucumuza almak istiyorsak, onun kalbini kazanmak durumundayız. Çocuğun yetişmesinde ve gelişmesinde aile ve öğretmenlere büyük sorumluluklar düşmektedir. Öğrencilerin hatalı davranışları, sebep-sonuç ilişkileri gösterilerek ikna edilmeli, eğitimde uygulanacak ödül ve cezalar hem son derece az bir ölçüde olmalı, hem de öğrenciye gayet haklı gelmelidir. Ödül ve ceza her zaman gereklidir. Çünkü bunlar iradeyi zorlayan araçlardır. Öğrencilere verilecek ceza, bir ilaç sayılmalı ve öyle verilmelidir. Ancak İbni Sina: “çocuğun eğitiminde teşvik, tehditten daha çok sonuç verir,” der. Zira eğitim, eğriyi kırmadan doğrultma meselesidir. Yani, ceza son çare olmalıdır. Öğretmenlik yalnızca, okumayı öğretme, işlem yaptırma, sınıf geçirme ya da bırakma işi değildir. Öğretmenlik, insana şekil veren, yeteneklerini ortaya çıkaran ve onu yetiştiren çok önemli bir meslektir. Öğrencinin yapısının ne olduğunu keşfedip, o alanda başarısının temin edilmesi gerekir. Eğitimin amacı yetenekleri geliştirmektir. Bu bakımdan, öğretmen ebediyete hükmeden insandır ve tesirinin nerede biteceği asla bilinmez. Diğer mesleklerden ayrı olarak öğretmen ruh yaratır, verdiği eğitim ve bilgilerle geleceğin güvenli ve sağlam ellere teslim etmesini sağlar. Bir neslin kaderini, bir evvelki nesil tayin eder. Bu bakımdan, istikbalimizi birer öğretmen olarak bizler inşa etmekteyiz. Geleceğimizin tuğlaları çocuklarımız, harcı ise onlara aktardığımız kültürümüz, ahlakî davranışlarımız, bilgi ve görgülerimizdir. Eğer geleceğimizin binasınının, kuvvetli ve kudretli olmasını istiyorsak, bu harcımıza dikkat etmeliyiz. Gelecek gençlerin, gençler ise öğretmenlerin eseridir. Büyük İskender, benim gerçek babam Filip değil, Aristo’ dur demek suretiyle, öğretmenin değerini babadan üstün tutmuştur. Atatürk bu konuda: “Bir millet esas değerini eğitimle kazanır. Öğretmenler, yeni nesli siz yetiştireceksiniz ve yeni nesil sizlerin eseri olacaktır. Eserin kıymeti sizin maharetiniz ve fedakarlığınız derecesiyle mütenasip olacaktır… İnsanları gerektiği gibi eğitmeyen toplumlar, uşak olmaya mahkûmdur. Bir millet eğitim ordusuna sahip olmadıkça, savaşta ne kadar parlak zaferler elde ederlerse etsinler, o zaferlerin kalıcı neticeler vermesi mümkün değildir. Atatürk, “Eğitim ordusunun kıymeti, siz öğretmenlerin kıymeti ile ölçülecektir” demekle öğretmenin ve eğitimin ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, “Hayatın her safhasında olduğu gibi, özellikle öğrenim hayatında sıkı disiplin başarının esasıdır. Müdürler ve öğretim kadroları disiplin sağlamaya, öğrenciler ise disipline uymaya mecburdurlar” diyerek eğitimde disiplinin esas olduğunu belirtmiştir. İnsan emeği ve insan aklı ile meydana gelen her değerli eserde, bir öğretmenin imzası bulunur. Öğretmen ne ise okul odur, okul ne ise toplum odur. Bir ülkenin geleceği, o ülke insanlarının göreceği eğitime bağlıdır. Ahlâk, ruh ve görev bilinci yönünden çökmüş olan bir dünya, ancak eğitimle, insan yetiştirmekle, insanlara erdemi öğretmekle kurtulur. Öğretmen ve ağaç, ürünlerinden belli olur. Goethe bu konuda; “ Öğrencilerin bilmeleri gerektiği konularda, daha çok şey bilmeyen bir öğretmenden daha korkunç bir şey olamaz” demektedir. Bu bakımdan öğretmen, derslerine hazırlıklı gelmeli, geniş bir kültüre sahip olmalı ve yenilikleri takip etmelidir. Öğretmek için yeniden öğrenmek gerekir. Kendisini eğitmeyen başkasını asla eğitemez. Ne kadar bilirseniz bilin, bütün bildikleriniz karşınızdaki öğrencinin anladığı kadardır. Anlamayan değil, anlatamayan sorumludur. Eğitim sevgi ile başlar. Bu nedenle, görevin öğretilmesinden çok sevdirilmesi gerekir. İnsanın bir şeyi öğrenmesi için, her şeyden önce o şeyi sevmesi büyük önem taşır. Öğrencilerine öğrenme isteği aşılamayan bir öğretmen, soğuk demiri dövüyor gibidir. Eğitim yalnızca ders anlatmak değil, kişinin içindeki yeteneklerini geliştirme ve aklını kullanmayı sağlama aracıdır. Atatürk, eğitim konusunda; “Öğretmenlerin en önemli görevi, öğrencilerine doğru düşünmeyi öğretmelidir. Düşünmeden yetişen genç, günü gelir, öğretilenlerin dışında kalan yeni durumlar karşısında şaşkınlaşır ve kendi yerini bulamaz.” demektedir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik, onlara akıllarını kullanmayı öğretmektir. Düşünmeden öğrenmek vakit kaybetmektir. Bir şeyi ezberlemek, onu bilmek değildir. Bir şeyi gerçekten bilmek için, o şeyi anlamak lazımdır. Anlayamadığımız bilgiler bizim olamaz. İnsan ancak anladığını duyar. Zira papağan da, söylenenleri anlamaz ama, aklında tutar. Amaç itibariyle öğrenim bir ezber işi değil, olaylar arasında bağlantı kurabilen, durumu değerlendirip muhakeme yapabilen, genç beyinlerde ilgi ve istek uyandırma işidir. Eğitim ve öğretim yaşam boyunca devam eden bir süreçtir. Toplumların gelişmesi, insanlığın refah düzeyine ulaşması, o toplumdaki insanların görecekleri eğitimle yakından ilgilidir. Güzel eğitilmiş bir milleti yönetmek kolay, esir almak zordur. İlim önemli bir hidayet rehberi ve ışıktır. Işıktan uzaklaştıkça, karanlık artar. Bilgi insanları olgunlaştırır ve fikir sahibi yapar. Bilgi önceden görme ve hareket imkanı sağlar. Bilgi olmazsa akıl işe yaramaz. Eğitim ve bilgi olmayan yerde cehalet ilim olur. Atatürk bu konuda; “Milli Eğitim programlarımızın, milli eğitim siyasetimizin temel taşı, cahilliğin yok edilmesidir. Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Bu memlekette eskiden beri bilgisizlik devam ediyor. Eski idareciler, bu bilgisizliği devam ettirmeyi kendi çıkarları için gerekli görüyorlardı. Bu memlekette cehaleti ortadan kaldırmak lazım. Başka kurtuluş yoktur. Bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehaleti izale etmektir.” demekle, cehaletin her türlü kötülüğün anası olduğunu belirtmektedir. Büyük düşünür Goethe ise: “dünyada en korkunç şey cehaletin ayaklanmasıdır” sözüyle cehaletin vahametini vurgulamaktadır. Dünyada her türlü kötülük, hemen her zaman cehaletten gelir. Bu bakımdan toplumun düşmanının cehalet olduğu asla unutulmamalıdır. Tarihe bir bakıldığı zaman, büyük felaketler ve cinayetlerin, bilgisizler ve cahiller tarafından işlenmiş olduğu açıkça görülmektedir. Bugün göz açtırmayanların, dünkü göz yumduklarımız olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Sonuç olarak; Eğer eğitimin pahalı olduğunu düşünüyorsanız, bir de cehaletin neye mal olduğunu düşününüz? Öğrenmek pahalıdır ama cehalet çok daha pahalıdır. www.webokur.net TOPLUM 10 Varlığımız ve Benliğimizin Sesi: Hak ve Vicdan İnsanda değer halinde yaratılmış olan şeylerden biri vicdandır. Sözlük anlamıyla vicdan: “Yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses. Davranışlarımızın ahlakça değerli olup olmadığı hakkında öznel şuur,” olarak tarif edilir. İnsan bedeninin nasıl beslenmeye, barınmaya dinlenmeye ihtiyacı varsa, ruhumuzun da giderilmesi gereken ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlarını karşılamaz, takviye etmezsek, meşhur deyimle hörgüçten kullanmaya başlar. Bir gün gelir hörgüçteki de tükenince işte o zaman insanın küçük felaketi başlar. Nedir bu felaket? İnsanın kısır döngüye düşüp kendisini tekrarlamasıdır. Papağan gibi aynı kelimelerle aynı cümlelerle konuşmasıdır. Bu nokta, insanın ruh ve zihin dünyasında bulunanların tükendiğini gösterir. Söyleyecek yeni bir söz, fikredecek yeni bir konusu, taşacak bir ruh yelpazesi kalmamıştır da ondan hep aynı şeyleri söyler durur. Bu noktaya takılıp kalmamak için muhakkak ruhumuzun yelpazesini genişletecek değerler edinmek, bilgi dağarcığımızı zenginleştirecek zihin faaliyetlerine yönelmek gerekmektedir. İnsan birçok değerli özelliklerle birlikte doğar. Organizmasına kodlanmış ve ona yakışan bu değerli şeylere “insani olan” “insani değerler” diyoruz. Çocukluktan itibaren aldığı yap – yapma uyarılarıyla bunlar insanın hayatına bir değer olarak girer ve ömrü deveranı sürdükçe bu değerler de onunla birlikte derinlik ve hassasiyet kazanır. Zamanla erdemli insan mertebesine ulaşır ki bu, Anadolu Kültüründe “kâmil insan”dır. Bu değerlerden uzaklaştığı oranda ise aşağılıkların aşağısı olur ki bu da insan için görülesi bir hal değildir. İnsanda değer halinde yaratılmış olan şeylerden biri vicdandır. Sözlük anlamıyla vicdan: “Yanlış ve doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses. Davranışlarımızın ahlakça değerli olup olmadığı hakkında öznel şuur,” olarak tarif edilir. Beraber doğduğumuz ve beraber yaşadığımız bu ruhsal parçamız nefes alıp verdikçe hep içimizde bir ses olarak yaşar. Olaylar karşısında bize yapmayı ya da yapmamayı öğütler. Uygun olmayacak bir kararımıza karşı uyarır. İnsanlığımıza yakışmayan davranışlar sergilediğimizde kınayarak, başkalarının hakkını çiğnediğimiz zaman suçlayarak, çevremize karşı yaptığımız hukuksuzluğu kınayarak feryada dönüşür. Güzel olanı onaylayarak hayatımıza ve davranışımıza tesir eder, renk katar. Davranışlarımız esnasında iç huzuru veya iç sıkıntısı vererek uyaran vicdani ses, devreden çıktığı zaman insani olmayan sıfatlara büründürür bizi. Birde dilimize pelesenk olan bir kelime var ki, cürmünden fazla yer edinmiş dedirten cinsten: Hak. Sahip olduğumuz şeyleri ifade eder. Sahip olduklarımızın bir kısmı doğarken adımıza kayıtlı olan şeylerdir. Mesela; doğarken yaşamayı hak etmiş oluyoruz. Yaşadıkça inandıklarımız, düşündüklerimiz, kendimizi ifade etme becerimiz bize ait haklardır. Gayret ederek sonradan edindiklerimiz var birde. Meslek, statü, mal, mülk ve sair... İçimizdeki o insani sese, vicdana yakışan, sınırları aşmadan bir mücadele zemini oluşturmaktır. Hakkını arayan bir pozisyondan hukuk çiğneyici hale düşmemek için yasal sınırlar içinde kalarak iddialarımıza sahip çıkmalıyız. Başkalarının müdahalesine maruz kalmadan yazılı ya da genel ahlaki kurallar içerisinde hayatımıza yön vererek, yöntem kazandırarak yapabileceklerimizin bütünüdür hakkımız olan. Şahsımıza ait olan özvarlıklarımızdır. Yegâne sermayemizdir. Ancak müsaade edebileceğimiz oranda bizden alınabilen şeylerin yekûnudur. “Hak, hareket ve varlığın meşruiyet kaynağıdır,” Onun içindir ki, bize ait olan şeyler, yani haklarımız söz konusu olduğu an iç âlemimizde uyarıcı bir refleks oluşur. Ritmimiz değişir o an. Lehimizdeki şeyler heyecan katar hayatımıza. Bize ait olana, el uzatılmışsa endişeleniriz. Tepki vermeye başlarız. Savunma sistemimiz bütün donanımıyla harekete geçer. Ancak bu noktada problemler de baş gösterir. Şayet, tabiatımız gereği oluşan refleksimizi meşru bir zemine taşımaz isek, bu kez başkalarının alanına biz girmiş oluruz. Bu kez biz hak çiğneyici oluveririz. Oysa ki içimizdeki o insani sese, vicdana yakışan, sınırları aşmadan bir mücadele zemini oluşturmaktır. Hakkını arayan bir pozisyondan hukuk çiğneyici hale düşmemek için yasal sınırlar içinde kalarak iddialarımıza sahip çıkmalıyız. Mücadelemizin hukuki ve ahlaki bir dayanağı olmalı. Meşru olan zemin bundan başkası değildir. Kendimiz söz konusu olunca bu kadar hassasken, başkalarının hak ve hukuku karşısında da o kadar hassas olabiliyor muyuz acaba? Başkalarının hayatlarına değer verip, sahip olduklarını kendimizinki kadar korumadan, yeryüzünde adalet denen dengeyi kurmamız ve yaşatmamız mümkün değildir. Zaman zaman başka insanlarla faydalarımız çakışabilir, yollarımız kesişebilir. Ona ait olanı kendimizin zannedebiliriz. Ya da aç gözlülüğümüz, doymazlığımız başkalarının sahip olduklarına göz dikmemize sebep olabilir. Hazlarımız bize musallat olup bizi, başka alanlara sevk edebilir. Hayatın keşmekeşi içinde kendimizi aşamayışımız, ruhumuzu saran girdaplardan kurtulamayışımız ve hazlarımızın başımızı döndürmüş, basiretimizi bağlamış olmasından dolayı hukuki kaideleri unutup başka yollara sapabiliriz. Gaflet yollarımızı kesmişken, ahlaki ilkeleri çiğneyip başkalarının haklarına musallat olabiliriz. Dilimiz sürçebilir, ayağımız meşru zeminden kayabilir. İrademiz bu isteklerimize boyun eğmişken, içerden bize, insanlığımıza dokunan bir dürtü hissedeceğiz muhakkak. Bizden olan bir ses tenezzül ettiğimiz şeyin bize ait olmadığını, çiğnediğimiz zeminin başkalarına ait olduğunu, yaşanacak mağduriyetin acılara sebep olacağını fısıldayacaktır. Olmadı feryat edecektir. Bizimle kavgaya tutuşacaktır. Kınayacaktır. Böyle çetin bir iç çatışma esnasında insanlığımızın yol ayrımında olduğunu bilmemiz gerek. Ya bu vicdani sesi dinleyip bize ait olmayan bu sahayı hak sahibine terk edip erdemli insan şerefine erişeceğiz, ya da hazlarımızın iştahına kapılıp hak – hukuk çiğneyen insan sıfatıyla şahsiyet yitimine uğrayacağız. İşte insanlığımızın imtihanını bu bıçak sırtı anlarda veririz genelde. İnsanın kalitesi de bu yol ayırımlarında ortaya çıkmaktadır. Bu çatalda; ya insan olarak yolumuza devam edeceğiz, hayatın akışı içinde, ya da yüz karası insanlığımızdan utanır hale geleceğiz. İnsanlığımızın kalitesini tayin eden değerler bu kadar önemliyken, bedenimizi doyurduğumuz gibi ruhumuzu da insanlığımıza yaraşır ve yakışır kavramlarla takviye etmeliyiz ki diriliği yitmesin, hayatın keşmekeşi karşısında gücünü yitirmesin. “Ruhumuzun öznesi” olan vicdani ses, hakka olan hassasiyetimizi koruyan ve kollayan bir kale gibidir. Kendimizden, ya da başkalarından kaynaklanan gayri insani davranışlara karşı yegane savunma mekanizmamızdır. Kendimizi geliştirdikçe o da bizimle birlikte o oranda gelişir. Arkamızda “adam gibi adam” dedirten bir güzelliğe dönüşür. Sonuç olarak “Zalim ile mazlumu, insafsızlıkla merhameti, haklı ile haksızı, insanın içindeki iyi ile kötüyü, hayır ile şerri” ayırt etmemizi sağlayan ayrıştırıcı bir aygıttır vicdan. Özcan GÜLTEKİN Kartal H Tipi C.İ.K Öğretmeni EDEBİYAT 12 MİZAH SANATI OLARAK LETÂİFNÂMELER Edebiyatımızda mizahi anlatımı yazılı olarak ilk defa: Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügati’t Türk ve Dede Korkut hikâyeleri gibi eserlerde görüyoruz. Kaşgarlı Mahmud’un külüt “halk arasında gülünç olan şey” olarak karşılığını vermiş olduğu mizah 13. yüzyılda Letâifnâme ismiyle edebî bir tür olarak karşımıza çıkar. Özellikle Mevlana Celâleddin Rumî ve Nasreddin Hoca başta olmak üzere birçok şair ve mütefekkir, eserlerini oluştururken mizahtan faydalanmıştır. Yavuz Selim UYSAL Günümüzde fıkra olarak isimlendirdiğimiz latîfeler tamamen faydasız değildir. Bilakis insanlara hikmetli öğütler verme, insanlara telkinde bulunma yöntemi olarak kullanılmışlardır. Lamî Çelebi, derlediği latifeleri tamamlaması için oğlu Abdullah Çelebi’ye verirken oğlunu, insana bir şey kazandırmayan ve boş şakaların da karışabileceğine karşı onu uyarır. Latifelerin bir söz oyunu olma özelliğine de işaret eden Çelebi, bunları değerli kılan şeyin içlerinde taşıdıkları hikmetler olduğunu belirtir. te-âAyrıca sözlüklerde ve hak arasında nükte - amiz (söze nükteler karıştıran), nükte-bîn (nükteyi anlayan, ince mânâyı sezen), nükte-dân (nükte bilen, zarif), nükte-dâr (nükteli), nükte-gû (nükte söyleyen), nükte-perdâz (nükte bulup söyleyen), nükte-pîrâ (nükteyi söyleyen, güzel nükteler çıkaran), nükte-senc (nüktenin değerini bilen, nükte tartan), nükte-şinâs (nükteci, zarif, nükteyi seven), nükte-ver (nükte sahibi) gibi tabirler günümüzde kullanılmasa da o dönemde sık kullanılmaktaydı. Letâifnâmeler, yazarların gerek taşradan ve gerekse bulunduğu çevreden toplayarak derlediği latîfelerden oluşmaktadır. Letâifnâmeler: Melikler, Hâkimler, Edibler, Mektep ve Medreseler, Tabipler ve Hastalar ile ilgili çok çeşitli kısımlara ayrılmıştır. Genel olarak 14. yüzyıldan itibaren derlenmeye başlanan latifeler 19. yüzyılda da fıkarât ismiyle anılmıştır. Yine bir letâifçi olan Fâik Reşad, Letâif-i külliyat ismiyle derlediği lâtifelerin ön sözünde mizahın ve latifenin sınırlarını çizer. “Öteden beri her kavmin edebiyatçı ve hikmet sahibi kimseleri mizahı kullanmışlardır. Mizahı kullanarak ciddi bir dille anlatılamayacak hikmet ve öğütleri anlatmışlardır. Bu yolla ahlakı tezhibe ve gafilleri tenbihe himmet etmişlerdir. Binaenaleyh latifeler hem gönülleri şenlendirme vesilesi olması, hem de ibret almayı ve hakikatleri öğrenmeyi sağlaması yönüyle eğlencelerin faydalı kısmındandır.” Başlıca Letâifnâme çalışmaları Ayrıca sözlüklerde ve halk arasında nük- Hatiboğlu’nun (14-15. yüzyıl) Letâifnâme, Lamiî Çelebi’nin (ö-1532) derlemeye başlayıp oğlu Abdullah Çelebi’nin tamamladığı Letâifnâme, Zâtî’nin Letâif isimli eseri(1546), Bursalı Cinânî’nin III. Muradın emriyle hazırladığı Bedâyîül Âsar (ö-1595), Fehîm-i Kadîm’in (ö-1647) Tercüme-i Latîf-i Kümmelîn’i, Tokatlı Ebûbekir Kânî’nin (ö-1792) Letâif adlı eseri 18. yüzyıl öncesinin en önemli eserleridir. 19. Asrın son çeyreğinde derlenen Fıkarât isimli eserler arasında ise Fâik Reşad’ın Mecmuâ-i Letâifi, Gencine-i Letâif ve Külliyatı Letâif isimli çalışmaları, Ahmed Fehmi’nin Külliyatı Fıkarât’ı, Mehmet Tevfik’in Nevâdirü’z Zerâifi, Letâifi Nasreddin ve Hazine-i Letâifi önemli eserler arasındadır. Krallar, padişahlar ve vezirlerle ilgili latîfeler Letaifelerden Misaller Vallahi de billahi de aceledir İzmir vilayetine tayin edilen bir vali, itiyat maksadıyla havale edeceği evrakın hepsine “aceledir” ibarelerini koyarmış. Bir gün hakikaten mühim ve acil ve dakika tehir edilemeyecek bir evrak gelmiş. Vali Bey evrakın aciliyetini göstermek için isti’mal edilmesi lazımken işareti mahsusalardan hepsini koyması gerekmiş. Fakat Vali Bey her zaman böyle yaptığından, çalışanların bu evrakı normal sıraya koyacağını bildiğinden “Vallahi billahi aceledir” ibaresini yazmak zorunda kalmış. (Letâifi Halit – Muhammed Halit, 1916) afet bdili kıy e t n ü g bir Padişah alı kara ı ak, sak ç a s n e k hafına dolaşır rünce, tu ö g m a d , bir a en çağırıp a?” gittiğind kalın kar a s , k a kaöyle saçın Saçım sa “ “Niçin b , m a d uş. A onun diye sorm üktür de y ü b ş a y irmi miş. lımdan y abını ver için.” cev Nasreddin Hoca latîfelerinden Hoca merhum üzüm bağı dikmekte olan adamları görüp ne yaptıklarını sorar. “Çubuk dikiyoruz, ileride salkım salkım üzüm verecek.” derler. Hoca biraz düşünüp, bağcılara der ki; “Beni de dikiniz. Bakalım ben ne çeşit yemiş veririm.” Bağcılar hemen “Tamam” deyip hocayı beline kadar toprağa gömerler. Kendileri bir ağacın altına oturup yemek yemeye başlarlar. Mevsim ilkbahar olduğu için hoca üşür. Karnı da acıkır. Zor zahmet yerinden çıkıp bağcıların yanına gelir. Bağcılar: “Hoca Efendi niye yerinde durmadın? dediklerinde “Vallahi biraderler doğrusunu isterseniz yerimi sevmedim, tutmadım çıktım.”demiş. (Letâif-i Hoca Nasreddin, Hüseyin, İkbal Kütüphanesi, 1910 ) www.insanvehayat.com CENNETE GİDEN YOL: DOĞRULUK Varlık âleminde her şey belirli bir ölçüyle, tayin edilen istikamete doğru akıp gitmektedir. Dünyayla beraber bütün gezegenler dönmekte, nehirler akmakta, baharla birlikte yeşeren tabiat güzde sararmış bir çehreye dönmektedir. Bu akış içerisinde insanoğlu, akıl ve şuur sahibi olmasıyla diğer varlıklardan ayrılır. Çünkü o yaptıklarından mes’uldür, sorumludur. Taşıdığı bu mes’uliyeti her ne kadar bir yük olarak görülse de aslında bu, onu arzu edilen en ideal konuma yükseltmektedir. Bu yolda sınırları belirleyen, insanı insan yapan, değişmez ve vazgeçilmez değerler vardır. Bu ilke ve değerlerine sahip olan, yaşamında bunlara dikkat eden birey ve toplumlar huzur ve düzen içerisinde yaşamışlar, bunun tersi bir hayata meyledenler ise kendi akıbetlerini kendi elleriyle hazırlamışlardır. Kişinin dünyada huzur bulması, ahirette de kurtuluşa ermesi ancak yoktan var eden hayatın ilkelerini de koyan her şeyin sahibi yüce Yaratıcının ilahi buyruklarına sarılmasıyla mümkündür. Çünkü yüce Rabbimiz birçok ayet-i kerimede kullarına bu teminatı vermektedir. “Şüphe yok ki, Rabbimiz Allah’tır diyen sonra dosdoğru olanlar için korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklar. İşte onlar cennetliklerdir, yaptıklarının karşılığında orada ebedî olarak kalırlar.” (Ahkaf 13-14) Kur’an’ın hayata taşınmış hali, hayat rehberimiz, iki cihan güneşi Efendimiz (sav) de bu ilkelere dikkat çekmiş ve en güzel örnekliğini sunmuştur. Abdullah b. Mes’ûd’dan nakledildiğine göre, Allah Resûlü (sav) şöyle buyurmuştur: “Doğruluktan ayrılmayınız. Muhakkak ki doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi devamlı doğru söyler ve doğru olanı ararsa Allah katında ‘sıddîk’ (özü sözü bir olan kişi) olarak yazılır. Yalandan sakının! Çünkü yalan kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi yalan söyleyip, yalanı araştıra araştıra Allah katında yalancı olarak yazılır.” Hz. Peygamber, “Mümin yalan söyler mi?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Konuştuğu zaman yalan söyleyen kimse, Allah’a ve âhiret gününe (tam mânasıyla) inanmamıştır.” İnsanın söz ve davranışlarında doğruluğu esas alıp yalandan kaçınması hem dinî, ahlâkî hem de dünyevî açıdan gereklidir. Fert ve toplumun sağlıklı bir hayata sahip olması için insan ilişkilerinde yalandan uzak durularak dürüstlüğün esas alınması gerekmektedir. Zira bir toplumda yalan dedikoduya, dedikodu da insanların birbirine buğz etmesine ve nihayetinde düşmanlığa yol açar. Allah Resûlü (sav), “Yalancılıktan şiddetle kaçının. Çünkü ne ciddi ne de şaka yollu yalan söylemek Müslüman’a yakışmaz.” buyurarak konunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Efendimiz (sav) doğru sözlülük konusunda o kadar titizdir ki, “İnsanları güldürmek için yalan söyleyen kimselere yazıklar olsun.” buyurarak, şaka yaparak da olsa bir insanın yalanı terk etmediği sürece tam anlamıyla mümin olamayacağını haber vermiştir. Allah Resûlü (sav), oruçlu olduğu hâlde yalanı terk etmeyen şahısların aç ve susuz kalmalarına Allah’ın ihtiyacı olmadığını bildirmiş, böylelerinin oruçtan beklenen sonucu elde edemediklerini haber vermiştir. Oysa başta namaz ve oruç gibi her türlü ibadetler, Müslümanları daha iyi bir kul olmaya sevk etmelidir. Müslüman’ın en temel vasıflarından biri olan doğruluğa herkesin ihtiyacı vardır ancak bu, şahitlik, alışveriş, ticaret gibi diğer insanların haklarının söz konusu durumlarda daha fazla önem arz etmektedir. Müslümana yakışan da hangi durum ve şart altında olursa olsun doğruluktan ayrılmamasıdır. Ziya Paşa bunu dizelerinde çok güzel ifade etmiştir. İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah Resûlullah (sav), müminleri alışveriş esnasında yalan yere yemin etmekten de özellikle sakındırmış, Allah’ın kıyamet gününde, yalan yere yeminlerle malını satmaya çalışan kimselerin yüzüne bakmayacağını ve onlarla konuşmayacağını haber vermiştir. Doğru söyleyenler, dünya hayatında geçici zararlara uğrasalar da nihai olarak alınları ak olacak, âhirette ise cennetle mükâfatlandırılacaklardır. Çünkü Efendimiz, “Siz bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim.” buyurmuş ve ilk sırada, “Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin.” ilkesini zikretmiştir. Ayrıca Allah Resûlü (sav) yalan söylemeyi terk edenlere cennetin ortasında bir köşk yapılacağını da müjdelemiştir. Dünyalık olarak kayıp gibi gözüken şeyler de gerçekte asla bir kayıp değildir. Aksine kaybettirecek virüslere karşı kişinin kendisini koruma altına almasıdır. Şairlerimiz Tevfik Fikret ile Diyarbakırlı Said Paşa’nın aşağıdaki dizeleri de bu manayı farklı ve etkili bir üslupla dile getir- mişlerdir. Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma Ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma. Dest-i a’dâdan (düşman elinden) soğuk su içme kandırmaz seni Müstakim ol (dürüst ol) Hazret-i Allah utandırmaz seni. Bu dizeler, Talak süresinde dile getirilen mananın farklı bir ifade şeklidir. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim harama, günaha düşme konusunda Allah’tan sakınırsa Allah ona helalinden bir çıkış yolu gösterir (onu asla darda koymaz). Ve onu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır (yeter ki o hemen harama meyletmesin). Kim Allah’a güvenirse Allah ona yeter.” Kişinin doğruluk, dürüstlük gibi ahlaki ilkeleri esas alması, yaşamında bunlara dikkat etmesi dünya hayatında da onu rahatlatacaktır. Yaşayacağı iç huzuru onu hep mutlu edecek, yalanla çekeceği vicdan azabından koruyacaktır. Şartların iyileştiği, imkânların ciddi oranda arttığı günümüzde insanların gerçek manada huzur bulamayıp stres ve benzeri sıkıntılarla birçok hastalığa düçar olması da hayatındaki manevi boşluğun bir sonucudur. İlmi araştırmalar da bunu destekleyecek sonuçlar ortaya koymaktadır. Bütün bunlar bize gösteriyor ki dünya ve ahiret saadetinin yolu doğruluktan geçmektedir. Doğruluk cennete götüren bir yoldur. Rabbimiz! Bizi doğruların yolundan ayırma. Kalplerimize sekînet, yurdumuza ve yuvamıza huzur ver. Bizi kin ve nefreti kaldıracak sabır, sevgi ve merhameti getirecek anlayış ve gayret sahibi kıl, Âmin. Abdullah Korkut, Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Uzmanı ÖRNEK HAYATLAR 16 Fatih’in Hocası: Akşemsettin Akşemsettin, Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihidir. İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Yaptığı fetihle bir çağı kapatıp, bir çağı açan Fatih, hayatı boyunca yaptıklarıyla, icraatlarıyla, Cihan Devleti Osmanlıya yön vermiştir. Bir insanın yetişme çağına gelip, çok önemli olaylarda rol alması kendiliğinden olmaz elbette. İnsanın bu başarısında, yetişmesinde, en büyük pay hocalarınındır mutlaka. Fatih Sultan Mehmet’in büyük bir devlet adamı olmasında da durum böyledir. Fatih, İstanbul’u fethedip, surlardan içeriye girdiğinde hemen yanında çok büyük değer verdiği hocası Akşemsettin Hazretleri yer alıyordu. Akşemsettin, Osmanlılar zamanında yetişen büyük evliya ve İstanbul’un manevi fatihidir. İsmi, Muhammed bin Hamza’dır. Saçının sakalının ak olması veya beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşeyh veya Akşemseddin lakaplarıyla meşhur olmuştur. Evliyanın büyüklerinden Şihabüddin Sühreverdi’nin neslinden olup, soyu Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddik’a kadar ulaşır. 1390 (H. 792) senesinde Şam’da doğdu. 1460 (H.864)da Bolu’nun Göynük ilçesinde vefat etti. Küçük yaşta ilim tahsiline başlayan Akşemseddin Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Yedi yaşında babası ile Anadolu’ya gelip, o tarihte Amasya’ya bağlı olan Kavak nahiyesine yerleşti. Alim ve veli bir zat olan babası vefat edince, tahsiline devam etti. Genç yaşta akli ve nakli ilimlerde akranlarından daha üstün derecelere ulaştı. İlim tahsilini tamamladıktan sonra, Osmancık’a müderris oldu. İlim öğretmekle ve nefsinin terbiyesiyle meşgulken, tasavvufa yönelip, Ankara’da bulunan zamanın büyük velisi Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere gitti. Fakat ona talebe olamadı. Halep’te bulunan Şeyh Zeynüddin’e talebe olmak için Halep’e giderken, gördüğü bir rüya üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye talebe olmak üzere Ankara’ya geri döndü. Hacı Bayram-ı Veli tarafından kabul edilip, onun sohbetinde tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı Bayram-ı Veli’den icazet (diploma) aldı. Aynı zamanda tıp ilminde de kendini yetiştiren Akşemseddin, bulaşıcı hastalıklar üzerinde çalıştı. Araştırmalar sonunda Maddet-ül-Hayat adlı eserinde: “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” diyerek, bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yaptı. Pasteur’un teknik aletlerle Akşemseddin’den dört asır sonra varabildiği neticeyi dünyada ilk defa haber verdi. Buna rağmen mikrop teorisi yanlış olarak Pasteur’a mal edilmiştir. Aynı zamanda ilk kanser araştırmacılarından olan Akşemseddin, o devirde seratan denilen bu hastalıkla çok uğraştı. Sadrazam Çandarlı Halil Paşanın oğlu Kazasker Süleyman Çelebi’yi tedavi etti. Ayrıca hangi hastalıkların hangi bitkilerden hazırlanan ilaçlarla tedavi edileceğine dair bilgiler ve formüller ortaya koydu. 17 ÖRNEK HAYATLAR Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethinden sonra, Aksemseddin Hazretleri’ne sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı bırakıp postu tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün “N’olur” der, “Beni de dervişleriniz arasına alın”. Akşemseddin, celalli bir edayla “Hayır!” der, “Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!” Akşemseddin, zahiri ve batıni ilimleri bilen birçok alim yetiştirdi. Oğulları Muhammed Sa’dullah, Muhammed Fazlullah, Muhammed Nurullah, Muhammed Emrullah, Muhammed Nasrullah, Muhammed Mir-ul-Huda ve Muhammed Hamdullah ile Harizat-üş-Şami Mısırlıoğlu, Abdurrahim Karahisari, Muslihuddin İskilibi ve İbrahim Tennuri bunlardan bazılarıdır. Fatih Sultan Mehmed Han muhteşem ordusuyla İstanbul’un fethine çıktığında, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Fenari, Molla Gürani, Şeyh Sinan gibi meşhur veliler ve alimler de talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Akşemseddin hazretleri savaş esnasında Sultan’a gerekli tavsiyelerde bulunarak, yeni müjdeler veriyordu. Kuşatmanın uzaması ve Sultan’ın ısrarı üzerine ve Allahü tealanın izni ile fethin ne gün olacağını bildiren Akşemseddin, Sultan şehre girerken yanında yer aldı. Fetih ordusu İstanbul’a girdikten sonra İslamiyetin harple ilgili hukukunun gözetilmesini genç Padişah’a hatırlattı ve buna göre hareket edilmesini bildirdi. Sultan’ın Eshab-ı kiramdan Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrinin bulunduğu yeri sorması üzerine: “Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nur görüyorum. Orada olmalıdır.” cevabını verdi. Daha sonra orası kazıldı ve Eyyub Sultan’ın (r.a) kabri ortaya çıktı. Fatih Sultan Mehmed Han, Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabr-i şerifinin üzerine bir türbe, yanına bir cami ve ilim öğrenmek için gelen talebelerin kalabileceği odalar inşa ettirdi. Sultan, Akşemseddin’den İstanbul’da kalmasını istediyse de, Akşemseddin Padişah’ın bu teklifini kabul etmedi. Akşemseddin, İstanbul’un fethinden sonra, Göynük’e yerleşti ve vefatına kadar orada kaldı. Göynük’e yerleştikten sonra, bir taraftan ahiret hazırlığı yapıyor, diğer taraftan da küçük oğlu Hamdullah’ın ilim ve terbiyesi ile meşgul oluyordu. “Bu küçük oğlum, yetim, zelil kalır, yoksa bu zahmeti çok dünyadan göçerdim.” derdi. Bir gün hanımının; “Göçerdim dersin yine göçmezsin!” demesi üzerine; “Göçeyim!” deyip mescide girdi. Akrabasını ve evladını toplayıp, vasiyetini yaptı. Helalleşip veda etti. Yasin-i şerifi okumaya başladı. Sünnet üzere yatıp temiz ruhunu teslim etti (1460). Göynük’teki tarihi Süleyman Paşa Caminin bahçesine defnedildi. Daha sonra oğullarının kabri ile beraber bir türbe içine alındı. Buyururdu ki: “Her işe besmele ile başla. Temiz ol, daim iyiliği adet edin, tembel olma, namaza önem ver. Nimete şükür, belaya sabret. Dünyanın mutluluğuna mağrur olma. Ömrüm uzun olsun dersen, kimseye kızma, eziyet etme. Kimsenin nimetine haset etme. Senden üstün olan kimsenin önünden yürüme. Tırnağını asla dişinle kesme. Çok uyumak kazancın azalmasına sebeb olur. Akıllı isen yalnız yolculuğa çıkma. Gece uyanık ol, seher vakti Kur’an-ı kerim oku. Zikrin daima hamd-i Hüda (Allahü tealaya hamd etmek) olsun. Hem Cehennem azabından endişeli ol. Hasedi terk et, kendini başkalarına medh etme. Namahreme (harama) bakma, harama bakmak gaflet verir. Kimsenin kalbini kırma. Düşen şeyi alıp (temizleyerek) yersen fakirlikten kurtulursun. Edepli, mütevazı ve cömert ol. Cünüp kimse ile yemek yemek gam verir. Yalnız bir evde yatmaktan sakın. Çıplak yatmak fakirliğe sebep olur.” http://www.uzmanportal.com Eserleri: Risalet-ül-Nuriyye Def ’ü Metain Risale-i Zikrullah Risale-i Şerh-i Ahval-i Hacı Bayram-ı Veli Makamat-ı Evliya (Velilerin Makamları) Maddet-ül-Hayat (Hayat Maddesi) Nasihatname-i Akşemseddin (Akşemseddin Nasihatnamesi) Kitab-ül-Tıp (Tıp Kitabı) Hall-i Müşkülat (Güçlüklerin Halli) BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? Dünyanın En Gizemli 10 Nesnesi İnsanoğlu her ne kadar uzaya çıksa da bundan binlerce yıl öncesine ait bazı nesnelerin üzerindeki esrar perdesi hala aralanamıyor. İngiliz bilim ve teknoloji dergisi Focus da son sayısında bugünün teknolojisiyle bile üretilmesi zor olan gizemli nesnelerden bazılarını tanıttı. Geleceği Gören Harita 2000 Yıllık Pil Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis’in 1513’te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu’nu gösteren harita, meydana geldiği 1929 yılında ortalığı karıştırdı. Çünkü Güney Kutbu’nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818’de gerçekleşmişti. Dahası Piri Reis’in haritası, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu. Ancak kıta üzerindeki buzlar haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti. Arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938’de Irak’ın başkenti Bağdat’ın yakınlarında bulunan 2 bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkınlığa düşürdü. Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi “dünyanın en eski pili” olarak tanımladı. Pilin 2 volt enerji ürettiği saptanırken, 1800’lü yıllarda modern pili icat eden Alessandro Volta adlı İtalyan kontunun da şöhretine gölge düştü. ANTİK ÇAĞ BİLGİSAYARI 1900 yılında Girit açıklarındaki bir batıkta araştırma yapan bilim adamları ilginç bir cisme rastladı. Tahta bir muhafazanın içine yerleştirilmiş bir dizi bronz dişliden oluşan bu garip nesnenin kasası, yüzeye çıkarıldığı anda dağıldı ve cihazın içindeki karmaşık yapı ortaya çıktı. Yapılan çalışmaların ardından, bu aygıtın Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin konumlarını hesaplamak ve istendiği anda bunların pozisyonlarına yönelik tahminlerde bulunmak için geliştirildiği anlaşıldı. Concorde’un Atası M.Ö. 200’de yapıldığı sanılan bu nesne, 1898 yılında Mısır’da bir lahitte bulundu. Ancak gerçek uçaklar icat edilene kadar ne olduğu konusunda kimse bir fikir beyan edememişti. 1972’de arkeolog Halil Mesiha bunun bir model uçak olduğunu, mükemmel bir aerodinamiğinin bulunduğunu ve kanatlarının Concorde’u andırdığını iddia etti. Kaya’ya Gömülü Çekiç Tahta sap ve demir tokmaktan oluşan bu çekiç, 1936’da Teksas’ta 400-500 milyon yıllık bir kayanın içine gömülü olarak bulundu. Çekiçte kullanılan demirin günümüz demirlerinden bile saf olması bilim adamlarını hayrete düşürdü. m i y De BALIK KAVAĞA ÇIKINCA Son Posta gazetesinin 25 Mayıs 1940 tarihli nüshasında “Hindistan’da balıklar kavağa çıkmaya başladı” şeklinde bir haber vardır ve altında şu bilgi mevcuttur: “Hindistan’da ve Hindiçini’de Anabas adında çok garip bir balık vardır. Bu balık, sudan dışarı çıkıp yüz metreye yakın yürüyebilmektedir. Bu yolu otuz dakikada almaktadır. Bu balıkların güçlü kuvvetli olanları, ağaçlara da tırmanmaktadır.” Bu haber, besbelli ki şimdiki asparagasçıların babaları tarafından yazılmıştır. Haberin tek okunabilirlik gerekçesi de dilimizdeki “balık kavağa çıkınca” deyimi olsa gerektir. Kavak ağacı, sulak yerlerde hızla yetişen ve kerestesinden istifade edilen bir ağaç olduğu için bizim coğrafyamızda daima var olagelmiştir. Bugün, Anadolu’da kavak kelimesiyle türetilmiş yer isimlerini (Aynalıkavak, Kavaklar, Uzun Kavak, vs.) sıralamak için bile uzunca bir liste yayınlamayı gerektirir. Türkülerimizde, edebiyatımızda (servi yerine), folklorumuzda kavak sembolizmine sıkça rastlanmaktadır. Dilimizde, gereği yapılamayacak vaatleri anlatmak, güya onların icra zamanını bildirmek üzere “balık kavağa çıkınca...” denir. Güya, balığın kavak ağacına çıkması nasıl imkânsız ise, bu tür vaatlerin gerçekleşmesinin de öyle imkânsız olduğu anlatılmaktadır. Oysa bu deyimdeki kavak sözünün kavak ağacıyla bir alâkası yoktur. Burada anılan kavak, İstanbul’da bulunan Kavak semtleridir. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’e açılan noktasında iki yerleşim alanı vardır. Bunlardan Asya’dakine Anadolu Kavağı, Avrupa’dakine de Rumeli Kavağı denilmektedir. Kavaklar, çok rüzgârlı ve akıntılı olduğu için burada balık avlamak imkânsız gibidir. Hatta bu bölgede balık da fazla eğleşmez ve burada balık tutulup karaya çıkarılamaz. Tahminimiz o ki bu deyim İstanbul civarında türetilmiş; ama git gide diğer şehirlere de yayı- lınca İstanbul’daki bu semtleri bilmeyenler tarafından Kavak adı, kavak ağacı gibi anlaşılmış ve ‘Balık Kavak’a Çıkınca’ deyimi de kavak ağacıyla ilişkilendirilmiştir. Çünkü deyimin anlamı her iki okunuşa da uygundur. Mamafih, ağaca bir metre kadar tırmanabilen bir balık cinsinin olduğu ve bunların suları çekilen bataklıklardaki kavaklara tırmandıkları da bilinmektedir. Yine deyimlerimiz arasında bulunan “Başında Kavak Yelleri Esiyor” benzetmesinde de söz konusu kavak yeli Kavaklar’da esen şiddetli rüzgârdır ki kontrol altına alınamayan, bildiğince de hareket etmekten dolayı bir işe yaramayan düşüncelerin sahipleri için; yani delikanlılık coşkunluğunun aykırılığını anlatmak üzere kullanılır. İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek) AİLE 20 AİLEDE DÜRÜSTLÜK EĞİTİMİNİN ÖNEMİ * Hamiyet ÖZTÜRK Günümüzde insan hayatını olumsuzluklar içine iten birçok sorun yaşanmaktadır. Bu sorunların temelinde ahlâkî açmazların yer aldığı görülmektedir. Ahlâkî açmazların kaynağı bireylerin ahlâkî değerlerden (doğruluk, adalet vb.) yoksun olmalarıdır. Ahlâkî değerler, insan hayatında önemli bir yere sahip olup bireylerin hemen her davranışını dolaylı da olsa yönlendirmektedir. Ahlâkî açmazlarla başa çıkmanın ilk yolu, bireylerin ahlâkî eğitim sürecinden geçirilmesidir. Bu eğitim, çocuğun ilk sosyal çevresi olan aile ortamında anne baba davranışlarının model alınması yoluyla doğal olarak gerçekleşir. Ahlâk, insan hayatının tümünü içine alan geniş bir alan olup, insanın iç dünyasından dış dünyasına yansıyan özelliklerdir. Bu özellikler ahlâkın konusuna girmekte, ahlâkın kısımları olarak incelenmekte ve ahlâk eğitiminin alanını oluşturmaktadır. Ahlâk eğitiminin amacı, bütün değerleri ile ahlâkı yaşanılır kılmaktır. Ahlâk eğitimi, bireylerden başlayarak aile, toplum, ülke ve dünyanın ahlâk temelleri üzerinde yükselmesini sağlayabilecek en önemli etkendir. Ahlâk eğitimi çerçevesinde ele alınması gereken konulardan, ahlâkî değerlerden birisi de “doğruluk/dürüstlük’ tür.” Diğer ahlâkî değerler gibi dürüstlük de öncelikle bireylerin sahip olması gereken bir değer olup, aynı zamanda söz ve davranışlarında da kendini göstermeli, yani bireyin iç ve dışında da kendini göstermelidir. Bu açıdan bakıldığında dürüst olmak, her insanın kişiliğinin vazgeçilmez bir vasfı olma konumundadır. Kişilik bireyin sahip olduğu bütün özellikleri olduğuna göre, kişinin her hali ile doğruluk üzere olması doğruluğun o kişinin, kişiliğinin bir parçası olduğu anlamına gelir. Kişiliğin temelleri çocukluğun ilk yıllarında atılmakta olup, bu yıllar ailenin çocuğun hayatında en etkili olduğu yıllardır. GELİŞİM DÖNEMİ ÇOK ÖNEMLİ Çocuk büyürken tüm gelişim alanlarında olduğu gibi, ahlâk gelişiminde de ilerlemeler kaydeder. Yaşla birlikte öğrenmesi, eğitilme durumu da değişir. Her gelişim döneminin çocuğun hayatında ayrı bir önemi vardır. Bu nedenle çocuğun gelişiminin dönemlere ait özelliklerinin, bu dönemlerdeki öğrenme ve eğitilme ilkelerinin bilinmesi ve çocuğun bu doğrultuda eğitilmesi kaçınılmazdır. Bu gelişim alanlarından birisi olan ahlaki gelişiminin de diğer gelişim alanlarıyla birlikte tüm özellikleri ile bilinmesi, çocuğa verilecek olan doğruluk eğitiminin bilinmesini ve verilen eğitimin faydalı olmasını sağlayabilecektir. AİLE 21 Aile nasılsa genel olarak yetişen insanlar da aynı özelliklere sahip olur. Toplum ve dünyanın durumu da insanları etkilemektedir. Fakat en önemli sorumluluk insanın ilk ve temel eğitim ortamı olan ailenin üzerine düşmektedir. Dürüstlüğün ahlâkî bir değer olarak kazanılması, tutum ve davranış haline gelmesinde aileye büyük bir sorumluluk düşmektedir. Çocuğun eğitimi temelinin anne babanın düşünce, tutum ve davranışları olduğunun bilinmesi, anne babanın çocuğunu doğru eğitmesi için en önemli etken olmaktadır. Çocuğun cinsiyeti, yaşı, ailenin geliri, anne babanın öğrenim ve ibadet durumu, ailedeki çocuk sayısı vb. birçok değişken, anne babanın tutum ve davranışlarını etkilemekte, dolayısıyla da çocuğun tutum ve davranışlarında yer etmektedir. DOĞRUYA TEŞVİK EDİN Bunun yanında anne babanın sahip olduğu tüm özellikler gibi doğruluk özellikleri (dürüst olma-yalan söyleme, sözünde durma-durmama, verileni koruma-zarar verme, aldığını zamanında verme-vermeme vb.) de çocuğun anne babayı model alması yoluyla; ayrıca anne babanın çocuktan doğru ve yanlış davranışları yapmasını veya yapmamasını istemesi (doğru söyleme-yalan söyleme, sözünde durma-durmama vb.) yani bir açıdan çocuğu teşvik etmesi de çocuğun istenen ve beklenen doğrultuda yönlenmesine, değer, tutum ve davranış geliştirmesine neden olması yoluyla çocuğun kişilik özelliklerini oluşturmaktadır. GÖRMEK İSTEDİĞİNİZ GİBİ YETİŞTİRİN Her birey aile, toplum ve dünyanın bir parçası olması dolayısıyla içinde bulunduğu en yakın çevreden uzak çevresine doğru, sahip olduğu özelliklerini yansıtır. Özellikle ailesinde doğruluğu öğrenmişse doğru, kendine ve çevresine faydalı, düzeltici bir insan; yanlış davranışları ve yalanı öğrenmişse, kendine ve çevresine zarar veren, bozan, yalancı ve güvenilmez bir insan olur, yani ailede nasıl eğitilmişse o doğrultuda bir insan olur. ÇOCUKLAR EBEVEYNLERE BENZERLER İnsanlar nasılsa aile, toplum ve dünya öyle şekillenir. Aile nasılsa genel olarak yetişen insanlar da aynı özelliklere sahip olur. Toplum ve dünyanın durumu da insanları etkilemektedir. Fakat en önemli sorumluluk insanın ilk ve temel eğitim ortamı olan ailenin üzerine düşmektedir. DÜRÜSTLÜK AİLEDEN ÖĞRENİLİR Ailede anne babanın etkilendiği bazı çevresel özellikler, anne babanın sahip olduğu doğruluk özellikleri, çocuktan doğruluk konusundaki istek ve beklentileri çocukların doğruluk tutumu kazanmalarını etkiler. Anne babanın doğru/dürüst olmaya ilişkin tutum ve davranışları, çocukların doğru/dürüst tutumları benimsemelerinde etkili olduğunun bilinmesi, dürüstlük eğitiminin ailede etkili olarak verilmesi açısından son derece önemli olup, ailede dürüst olma eğitiminin sağlıklı olarak kazandırılması için gereklidir. *Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı (Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı) Badminton Tüytop ya da Badminton, raket ve bir tür tüylü topla oynanan tenis benzeri bir oyundur. Kaz tüyünden yapılma bir top ve raketle oynanan bir oyun olan Badminton, topun file üzerinden rakip alana atılması ve geri dönmesini sağlamak amacına dayanan bir spor dalıdır. Badminton, kolayca öğrenilebilen, bay ve bayan, 7 yaşından 77 yaşına kadar bütün yaş grubunda insanların yapabildiği, ender sporlardandır. Şiddet içermemesi, oynaması ve seyredilmesinin zevkli olması nedeniyle bayanların da büyük ilgisini çekmektedir. Tenis oyunları grubundan olması nedeniyle rakipler arasında bir net (file) bulunur, dolayısıyla herkes kendine ayrılan sahada oynar, topu (tüytop) oldukça zararsızdır, böylece yaralanma veya sakatlanma riski en düşük etkinliklerdendir. Her yaşta ve her performans düzeyinde oynanır ve zevk verir, kişiyi zorlamaz, aşırı yüklenmenin kötü sonuçları oluşmaz. Özellikle ayak hareketleriyle sahayı tutma ve hamleleriyle Türklerin ata sporu kılıç kullanmaya benzemektedir. Tarihi MÖ 5. yüzyılda Çinliler, Badminton’un atası sayılan Ti Jian Zi adı verilen bir oyun oynarlarmış. Yine Badmintona benzeyen bir oyun, 19. yüzyıl orta- larında Hindistan’da poona adıyla oynanıyormuş. Birçok açıdan günümüz Badmintonuna benzeyen bu oyunu gören İngiliz subaylar, 1860 yıllarında bunu ülkelerine getirmişler. Beauford Dükü’nün kızları bu oyunu ilk defa Badminton Evi’nde oynamışlardır. Badminton ismi de bu salondan gelmektedir. İlk kurallar J.L. Baldwin isimli sporcu, bu sporun kurallarını ilk koyan kişidir. 1870’li yıllarda Hindistan’dan dönen İngiliz subayları, Badminton’u J.L. Baldwin’in koyduğu kurallara göre oynamaya başlamışlardır. Dört yıl gibi kısa sürede İngiltere’de ilk badminton kulübü kuruldu ve kuralları belirlenen oyun ülke geneline yayıldı. Daha sonra çeşitli ülkelere yayılan badminton, 1934’te Uluslararası Badminton Federasyonu’nun kurulması ile yeni bir ivme kazanmıştır.1934’ten beri özellikle Çin ve Endonezya bu oyunda hayli başarılı olmaktadırlar. SPOR 23 Badminton, kolayca öğrenilebilen, ömür boyu yapılabilen, ender sporlardandır. İki veya dört kişinin topu yere düşürmeden raketle karşılıklı vuruş esasına dayalı file üzerinden oynanan bir spordur. Olimpiyatlar ve Badminton Badminton, ilk kez 1972 Münih oyunlarında olimpiyat sahnesine gösteri sporu olarak çıkmıştır. Yine, 1988’de Seul’de bir kez daha denenen badminton, 1992’de Barcelona’da esas spor olarak ilk kez oynanmıştır. Asya ülkelerinin yanı sıra Danimarka ve İngiltere’de bu oyunda en iyi olan ülkeler arasında yer almaktadır. Badminton esasında atası sayılan sporlardan çok farklılaşmamıştır. Denebilir ki, 1800’lerde nasıl oynanıyorsa, bugün de aşağı yukarı o şekilde oynanmaktadır. Türkiye’de Badminton Hacettepe Üniversitesi’nde görevli olan İrfan Yıldırım ve diğer spor yöneticileri katkılarıyla 1991 yılında Türkiye Badminton Federasyonuu kuruldu.Badminton sporunun ilk federasyon başkanı İrfan Yıldırım’dır. Türkiye genelinde ve federasyon verilerine göre, 2001 yılı itibarıyla 90 badminton kulübü açılmış ve 1880 sporcu katılmıştır. Badminton Milli Takımımız ilk milli müsabakasını İzmir’de Kazakistan Milli Takımı ile oynamıştır. Ülkemizde düzenlenen ilk uluslararası turnuva ise 70. Yıl Uluslararası Badminton Turnuvası olup, 25-29 Ekim 1993 tarihlerinde Ankara’da yapılmıştır. İstanbul’ da ise 2001 yılında yapılan İstanbul Badminton Open’e Türkiye’nin genelinden ve Avrupadan 400’e yakın sporcu katılmıştır. İstanbul’ da 84 ilköğretim ve spor kulübü bulunmaktadır. Özellikleri Badminton, kolayca öğrenilebilen, bay ve bayan, ömür boyu yapılabilen, ender sporlardandır. Yaş ve cinsiyet farkını ortadan kaldıran bayanların ve erkeklerin eşit şartlarla mücadele ettiği iki veya dört kişinin topu yere düşürmeden raketle karşılıklı vuruş esasına dayalı file üzerinden oynanan bir spordur. Bu spor dalında zeka, hız ve este tiğin ön plana çıkmasıyla müsabakaların seyri daha güzel olmaktadır. Badminton ölçüleri File boyu=155 cm* Raket boyu=65.5 cm* Saha boyu en=610 cm* Saha boyu boy=1340 cm* Top boyu=değişebilir ortalama 3.5 cm Malzemeler 1 adet (kuş adlı) tüylü top, 2 adet raket ve esnek ayakkabılar (yaralanmaları engellemek için). Badminton teorik olarak her yerde oynanabilir. Ancak rüzgar alan yerlerde oynanamaz. Kapalı spor salonları çok uygundur. 6.10m X 13.40m ebadında ki kortla çok fazla yer işgal etmez. Hırs ve İyi Niyet Genç adam antika merakıyla Anadolu’nun en ücra köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği malları yok pahasına satın alarak yolunu buluyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü seyahatler sırasında başına gelmeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, bir ihtiyar tarafından bulunup onun kulübesine davet edilmişti. Yaşlı adam antikacının yürümesine yardım ederken: “Günlerdir hasta olduğumdan odun kesmek için ilk defa dışarıya çıktım. Meğer seni bulmak için iyileşmişim.” dedi. Diz boyuna varan karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin etrafını saran üç - dört iskemle, onun şimdiye kadar gördüğü en güzel antikalar olmalıydı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı. Yaşlı adam, misafiri yatırmak için acele ediyordu. Ona bir kaç lokma ikram edip sedirdeki yatağını hazırlarken: “Bugün soba yakamadım, evladım ama bu yorganlar seni ısıtacaktır,” dedi. Ev sahibi yıllar önce vefat eden eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örülmüş olan battaniyelerin arasına gömüldü. Ancak bütün yorgunluğuna rağmen bir türlü uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp edip o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı. Mesela hayatını kurtarmasına karşılık ihtiyara birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğu bahanesiyle dışarı çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile mümkündü. Yürümeye dahi mecali olmayan ihtiyar, sanki onun peşinden koşabilecek miydi? Genç adam kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken rüzgârın uğultusuyla da dalıp gitmişti. Sabahleyin gözlerini açtığı gibi odadaki sandalyelerin gözden kaybolduğunu fark etti. “İhtiyar kurt herhalde planımı fark etti. Belki de rüyada sayıkladım da söylediklerimi duyup onları sakladı,” diye düşündü. Kahvaltıda sakin görünmeye çalışarak yaşlı adama seslendi: “İliğim, kemiğim ısınmış, çorbanız da harika olmuş; ama akşamki iskemleleri göremiyorum,” dedi. Yaşlı adam odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından sonuncusunu da sobaya atarken: “İskemle dediğin, dünyanın malı be, evladım! Biz misafirimizi üşütür müyüz?” dedi… Dürüst Olmayı Başarabilmek Hakan ERDEM Her insanın hayatında önemli gördüğü, yaşam tarzı haline getirdiği bir değeri olmalıdır. Doğruluk, dürüstlük, adaletli olma, hoşgörülü olma gibi. Bu değerleri ne kadar kullandığımız ve nasıl kullandığımızdır önemli olan. Dürüst olmak, yaşam felsefesini dürüstlüğe göre şekillendirmek, doğrunun peşinde koşmak hepimizin kendine hakim olmasıyla başlar. Bunu başarmak kolay değildir fakat yediğimiz lokmayı bile çiğnemeden yutamadığımızı düşünürsek hayatta kolay olan bir iş yoktur. Unutmayın: ‘’Yürüdüğünüz yolda hiçbir engel yoksa o yol sizi hiçbir yere ulaştırmaz.’’ Dinimizde dürüstlüğe çok önem vermektedir. Sözünde dürüst olmak, din kardeşini kandırmamak, sattığı malın kusurunu önceden söylemek yerine getirilmesi gereken erdemlerdendir. Bir de dürüstlüğün düşmanı yalan vardır. Yalan dürüstlüğü yıpratan, sömüren, suistimal eden bir durumdur. Peygamber Efendimizin söylediği gibi ‘’Şaka bile olsa yalan söylemeyin’’ sözünden hareketle hayatımızda ne kadar yalan varsa rafa kaldırmalı ve bir daha asla kullanmamalıyız. Endonezya’nın Müslüman olmasını sağlayan küçük bir dürüstlük davranışı örneğini paylaşmak istiyorum: 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı: İnandığı gibi yaşamak. Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya’ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu: “Hangi kumaştan sattın?” “Şu kumaştan efendim.” “Metresini kaça verdin?” “On akçeye.” “Nasıl olur?” diye hayret etti tüccar: “Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?” dedi. Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkan sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu. “Ne demekti hakkını helâl et?” Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu: “Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?” “Ben,” dedi tüccar, “bir Müslüman’ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim. “ Kral, “İslâm nedir, Müslümanlık nedir?” gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu. 250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Peygamber Efendimizin müjdesi herkese açık: “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.” Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi. Bu olayda anlatıldığı gibi maddi kaygı ve çıkar için dürüstlüğünden taviz vermeyen sağlam bir iradeye sahip olmak, nefsin kelepçelerinden kurtulmak ne kadar güzel bir uğraştır. Kıssadan kendimize düşen hisseyi alırsak değişim orada başlar. Ticarette, ilimde, davranışlarda dürüst olmak, her türlü çıkardan kendini soyutlayarak ebedi doğruya ulaşma yolunda gayret göstermek, dürüstlük kapısının önünden bir an olsun ayrılmamak bizi, devletimizi, milletimizi en yüksek seviyelere getirecektir. Yeter ki dürüst olmayı denemeye başlayalım... Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yetişkin Eğitim Şubesi Selahaddin Eyyubi’nin, Kudüs’ü feth ederek 88 yıllık Haçlı işgaline son vermesinin üzerinden 828 sene geçti. (2 Ekim 1187) İstanbul’u Paris’e bağlayan Şark Ekspresi’nin (Orient Express) ilk yolculuğuna çıkmasının üzerinden 132 sene geçti. (4 Ekim 1883) Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne 40 oyla üye seçilmesinin üzerinden 62 sene geçti. (5 Ekim 1953) Türkiye’de ilk uçak fabrikasının Kayseri’de açılmasının üzerinden 89 sene geçti. (6 Ekim 1926) Cenovalı denizci Kristof Kolomb’un, Karayipler’e ulaşmasının ancak Doğu Asya’ya geldiğini düşünmesinin üzerinden 523 sene geçti. (12 Ekim 1492) Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın, bir Boşnak saldırgan tarafından sarayda öldürülmesinin üzerinden 436 sene geçti. (12 Ekim 1579) Üzerinde Atatürk’ün resmi bulunan ve yeni harflerle basılan ilk kağıt paraların tedavüle çıkmasının üzerinden 78 sene geçti. (15 Ekim 1937) “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” cümlesinin sahibi, Fransa kraliçesi Marie Antoinette’in idam edilmesinin üzerinden 222 sene geçti. (16 Ekim 1793) İlk özel siyasi gazete Tercümanı Ahval’ın yayınlanmasının üzerinden 155 sene geçti. (21 Ekim 1860) Trabzon Rum İmparatorluğu’nun, Fatih Sultan Mehmet komutasındaki Osmanlı güçlerine teslim olmasının üzerinden 554 sene geçti. (26 Ekim 1461) Türkiye Cumhuriyeti kurulması ile TBMM’deki oylamada Mustafa Kemal Atatürk’ün oy birliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçilmesinin üzerinden 92 sene geçti. (29 Ekim 1923) Sütçü İmam’ın, Kahramanmaraş’ta Fransız işgalcilere ilk kurşunu atması üzerinden 96 sene geçti. (31 Ekim 1919) GEZİ 28 ANADOLU’NUN YİĞİDOSU: Sivas 29 Dur gardaş! Bir selam ver geç, dostuna Yabancı değilsin, bizim eldensin Endamın gururun bize benziyor Yiğidin harman olduğu yerdensin İhsan AKPINAR Sivas Şehir meydanı: Solda Kale Cami, Sağda Çifte Minareli Medrese GEZİ GEZİ 30 Sivası’ın Meşhur Kangal Köpeği Cumhuriyet Meydanı ANADOLU’NUN YİĞİDOSU: SİVAS “Türkiye haritası, insanda neredeyse tamamlanmış hissi uyandıran Doğu - Batı aksı üzerine yerleştirilmiş düzgün bir dikdörtgeni andırır. Sivas, bu dikdörtgenin; dört ana yöne açılan büyük kapıları geometrik çekirdeğin ortasında Karadeniz - Akdeniz bağlantısı ile Doğu- Batı aksının kesiştiği yerdedir. BİR SELÇUKLU ŞİİRİ GİBİ Sivas ve Divriği’deki tarih eserler ortak bir görkemi anlatıyor. Anıtları eşsiz, öyküleri ise taşa işlenmiş destanlar. Anadolu platosunun şahikası Sivas’ı ilkbahar ve sonbaharda görmek kentle doğanın cümbüşünü veya suskunluğunu yakalamaktır. Kaldı ki her insanın farklı algıları vardır. Arkadaşınız üveyiklerin bahar ötüşlerine kapılırken siz, zirvesindeki kar beyazıyla kışa vedayı anımsatan Yıldız Dağı’na takılıp kalabilirsiniz. ULU CAMİ ŞEHRİN KALBİ... Elbette hemen her Anadolu şehri gibi Sivas’ın da Roma’dan çok öncelere kadar uzanan renkli ve zengin bir tarihi geçmişi var ama şehrin bugünkü çehresine kalıcılık ve karakter kazandıran tarihi ve medenî hamleler Selçuklular dönemine rastlar. Şehirdeki ilk İslâm - Selçuklu yapısı 1196 tarihinde, II. Kılıçarslan’ın oğlu Kudbettin Melikşah tarafından inşa edilen Ulu Camidir. XII. yüzyıldan kalma tuğla minaresi, 35 metreyi bulan yüksekliği ile 800 yaşını çoktan doldurdu ama geçen uzun asırların bedeli, minarenin külahıyla kaidesi arasındaki 116 cm’lik eğrilme oldu. Ulu Cami fiziki ve manevi planda şehrin kalbidir. Şifaiye-Medresesi Selçuklu yönetiminin önemli merkezlerinden birini teşkil eden Sivas’ta iki sultan kabrinin bulunması, şehrin XIII ve XIV. yüzyıldaki önemini vurgulayan bir tarih mirasıdır. Şehir merkezindeki Gök Medrese, Şifahiye Medresesi, hemen karşısındaki Çifte Minareli Medrese ve Buruciye Medresesi, şehrin tarihi görkemini vurgulayan taş şâheserler olarak hâlâ ayakta duruyor. Şehrin yaklaşık olarak 150 km güneybatısındaki Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası, görenleri şaşkınlığa düşüren ihtişamıyla Sivas’ın 13. asırdaki merkezî rolünün altını çizer. İKİ SULTAN BURADA YATIYOR Selçuklu sultanlarından I. İzzettin Keykavus, Şifahiye Medresesi içindeki kabrinde yatıyor. XIV. yüzyılda Türkçe’nin büyük şairlerinden Sultan Kadı Burhaneddin’in kabri de şehir içindedir. Eratna yönetiminin valisi iken kendi adına Sivas’ta bir devlet kurarak 18 sene yöneten Kadı Burhanettin’in Akkoyunlular tarafından öldürülmesinden birkaç yıl sonra Osmanlı hükümranlığına geçtiyse de sonraki yıllarda Sivas, Selçuklu ruhunu ve tarzını en iyi muhafaza eden birkaç şehirden biri oldu. ETİ VE EKMEĞİ DİLLERE DESTAN Sivas ziyaretçileri Kurşunlu Hamamı’nı, Güdük Minare’yi, Hükûmet Konağı’nı, Kongre ve Arkeoloji müzelerini, Kızılırmak köprülerini, Abdülvehap Gazi Ziyaretgâhı’nı, Paşa Pınarı’nı, tarihî çarşıları, Taşhan’ı, Abdi Ağa, Başara konaklarını görüp gezmeye de zaman ayırabilirler. Polonyalı Simon’un etini ekmeğini övdüğü kente, ağızda Sivas kebabının lezzetiyle veda edilmelidir. 31 31 GEZİ GEZİ Tabiatının sertliği Sivas’ı önemli ölçüde karakterize etmiştir. Şehrin kış mevsimine tesadüf edenler, “Soğuk Erzurum doğumludur fakat Sivas’ı mekân tutmuştur” efsânesini dilden dile yayarlar. MİLLİ MÜCADELEYE ANLAMLI DESTEK Sivaslılar, belki de Osmanlı yönetiminin çevresinde duran eski bir Selçuklu şehri olarak Cumhuriyet yönetimine en buhranlı anlarda doğrudan destek vermenin onuruyla haklı olarak övünüyorlar. 4 Eylül 1919 günü başlayan Sivas Kongresi, Milli Mücadele’ye güç ve meşruluk kazandıran önemli birkaç toplantıdan biriydi. Bu yüzden her yıl 4 Eylül günü, Sivas’ta samimi ve coşkulu gösterilerle kutlanmaktadır. SOĞUĞUN DAİMİ İKÂMETGAH ADRESİ Bir ara “Orta yayla” diye tarif edilen Sivas, Orta Anadolu platosunda ortalama 1300 metreyi bulan yüksekliği ile sert karakterli bir iklime sahip; bu yüzden meyve ağaçlarının neredeyse tamamına yakını, tam meyveye hazırlanıyorken davul-zurnayla gelen mevsim soğuklarına baş eğerek meyveden vazgeçip canını kurtarmaya bakar. Bitki örtüsü zengin sayılmaz. Yılın kısa yaz aylarına sıkışan tarım mevsimi çabucak geçer ve sadece hububat yetiştirilmesine ve hayvancılığa imkân tanısa da özellikle Kangal platosunda yetiştirilen buğdayın, Türkiye’nin kalite sıralamasında başta geldiği hatırlanmalıdır. Şehre hâkim tepelerden birinden bakıldığında görülen yeşil ağaç yükseltileri yanıltıcı olabilir; Kavak tekilliği, Sivas’ı karakterize eden başat ağaç türü değildir: Meşeden çınara, kestaneden ıhlamura, çam türlerinden muhtelif meyve ağaçlarına kadar uzanan yelpazedeki ağaçlar, henüz endüstriyel verim ve zenginlik vadetmese de şehrin perspektifinde hızla kümelenen yazlık bahçelerinin listesine girmeyi başarmış bulunuyor. Tabiatının sertliği Sivas’ı önemli ölçüde karakterize etmiştir. Şehrin kış mevsimine tesadüf edenler, “Soğuk Erzurum doğumludur fakat Sivas’ı mekân tutmuştur” efsânesini dilden dile yayarlar. Uzun yıllardan beri bir askeri garnizon şehri olması yüzünden burada askerlik yapanlar da, artık eski hükmü kalmayan bu efsaneyi ballandırarak anlatırlar; ne var ki şehir civarında yeni oluşturulan büyük su rezervleri şehrin havasını gitgide ılımanlaştırıyor. DOKTOR BALIKLAR Sivas’ın Kangal ilçesi sınırlarında bulunan kaplıcalarda (buradaki deyişle çermiklerde) ve ılık su kaynaklarında dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan doktor balıklar yaşıyor. Bu yerlerin en çok bilineni Kangal merkezinin 13 kilometre kuzeydoğusundaki Balıklı Çermik. Etrafta kurulan tesisler nedeniyle kaplıca doğal ortamını tamamen yitirmiş durumda. Doktor balıklar Kangal ilçesindeki Kalkım köyü ve Uyuz Pınarı mevkilerinde de yaşıyor. Buradan Gürün Tohması’na geçiyoruz. Gürün Tohması, Gövdeli Dağı’nda doğan ve Tohma Çayı’nı besleyen bir akarsu. Gürün ilçesine Kayseri yönünde iki kilometre uzaklıkta bulunan Şuğul Kanyonu’nun içinden geçiyor ve Şuğul Vadisi’ni oluşturuyor. Yaklaşık yedi kilometre uzunluğundaki kanyonun çıkış bölümü oldukça sarp duvarlara sahip. Hititler kanyondan akan sudan ilginç bir biçimde yararlanmış, kanyonun batı duvarı içine su kanalları oymuştu. Böylece suyun daha yüksek irtifada kalmasını sağlayarak etraftaki yerleşimlere dağıtmışlardı. Günümüzde bu antik su kanallarından akan suyun fazlası kenarlardan taşarak uzun şelaleler oluşturuyor. Kanyonun 300 metrelik son bölümünü yürüyerek geçmek olanaksız. Bu nedenle kanyonun doğu duvarına yakın zamanda bir yürüme platformu yapılmış, buradan karşı duvardaki şelaleleri seyretmek oldukça keyifliydi. Kanyonun çıkış kısmındaki duvarlarda ayrıca Hititlere ait yazıtlar da bulunuyor. SANAYİLEŞME ÜLKÜSÜ Cumhuriyet ilk dönem sanayi hamlesi çerçevesinde Sivas, iki önemli yatırıma ev sahipliği yapmıştır. Demir yolları ve çimento fabrikası; ne var ki her iki kurum da, bundan kırk yıl önce neredeyse bütün şehir halkının doğrudan geçimini temin eden bu büyük sanayi kuruluşlarının eski zamanlarını hasretle yâd ediyor. Söz konusu tesislerden biri özelleştirildi, diğeri ise kapasite küçülterek eski itibarını kaybetti. Buna rağmen Sivas hâlâ önemli ölçüde bir memur ve esnaf şehridir. Şehrin ekonomik aktivitesi, uzun durgunluk yıllarından sonra son yıllar içinde yükselişe geçmeye başladı. GEZİ 32 Türkiye’nin bütün büyük şehirlerinde hatırı sayılır miktarda Sivaslı yaşar, bu rakam bazen abartılı sayılarla ifade edilse de Sivas’ın dışarıya azımsanmayacak sayı ve vasıfta insan ve sermaye ihraç ettiği inkâr edilemez. Sivas’ın turistik câzibesi, ilk nazarda sıradan bakışları ve ortalama ilgiyi tatmin etmeyebilir; ne var ki barındırdığı emsalsiz Selçuklu eseri envanteri ve kaplıca kapasitesi ile şehir yeni atılımlar peşinde. Hayli zamanını, devlet yatırımı için politikacılara baskı yapmakla geçiren girişimci ruh, artık kendini toparlamaya başladı. Gittiği yerde yöreye has el yapımı ürün arayanlar, şehrin bıçakçı ve ağızlıkçılarına uğramayı ihmâl etmemelidir. EN DEĞERLİ İHRACAT KALEMİ: GURBETÇİ Her şeye rağmen Sivas’ın yetiştirdiği en değerli ihracat kalemi, insandır. Türkiye’nin bütün büyük şehirlerinde hatırı sayılır miktarda Sivaslı yaşar. Bu rakam bazen abartılı sayılarla ifade edilse de Sivas’ın dışarıya azımsanmayacak sayı ve vasıfta insan ve sermaye ihraç ettiği inkâr edilemez. Bu olguyu doğal karşılamak gerekir. Denizlere ve ezelî doğuya doğru açılan dört ana kapısıyla Sivas, yakın birkaç yüzyıldan beri büyük şehirlerin bekleme salonu durumundadır ve hızla dışarıya insan gönderir. Sivaslılar günün birinde bu akışın tersine dönmesini bekliyor. OLAĞANÜSTÜ TÜRKÜLERİN EVİ Belki de bu yüzden Türkiye’nin en güzel, en şaşırtıcı, melodi ve sözleri itibariyle en zengin türküleri Sivas yöresinin markasını taşıyor; belki de sırf bu yüzden şehrin sokaklarında gezerken birkaç şair ve yazarla karşılaşmamanız neredeyse imkânsız gibidir. Gam yükünün kervanları, nereden kalkıp nereye giderlerse gitsinler, ille de Sivas’tan geçer ve orada mutlaka bir iz bırakırlar. Derleyen : Mehmet Varnalı İzmir 3 Nolu T ipi C.İ.K Öğretmeni Bir Türkü Bir Hikaye BEDİR TÜRKÜSÜ Şarkışla’da çiftçilik yapan bir ailenin Bedriye isminde çok güzel kızları vardır. Bedir derler kısaca. Bir de Ömer vardır yanlarında çalışan. Ömer güçlü kuvvetli yakışıklı bir delikanlıdır. Ömer’le Bedir aynı yaştadırlar. Ömer küçük yaşta başlamıştır bu ailenin yanında çalışmaya. Çocuklukları beraber geçer. Ömer’le Bedir büyüdükçe o çocuksu sevgileri aşka dönüşür. İkisi de duygularını açığa vurmazlar. Ömer zaman zaman diyecek olur sevgisini. Bedir’in yanına varınca cesareti kırılır. Ömer bir şey dese karşılık verecektir ama, çaresiz oda bir şey söyleyemez. Günler ayları yıllar yılları kovalar. Bedir’in ailesi de yaz aylarını ‘’Kızanandı’’ denilen yaylada geçirmektedirler. Kızanandı, tertemiz havasıyla buz gibi sularıyla tipik bir Anadolu yaylasıdır. Fazla kalabalık olmadığı içinde, insanlar çok iyi ilişki içerisindedirler. Akşamları bir yerde toplanırlar masal anlatırlar, türkü söylerler, halay çekerler. İşte bu yaylada kaldıkları zamanların birinde daha fazla yalnız kalma imkânı bulurlar. Bir gün, Ömer Bedir’e duygularını açar. Ne söyleyeceğini tam anlatamaz. Bedir’de heyecandan anlayacak durumda değildir zaten. Sözlerden çok bakışlar konuşur sadece. Karşılıklı olarak aşklarını ilan ederler. Sonra gizli gizli buluşmaya başlarlar. Sözde gizlice buluşurlar ama gören görür bilen bilir onların aşklarını. Kısa zamanda herkes tarafından konuşulur olur. Ömer ile Bedir’in aşkları. Herkes yakıştırıverir birbirlerine ve evlenmelerini isterler. Ömer Allah’ın emriyle istetecektir Bedir’i. Dünürcüler belirlenir. Bedir ailesinden geleneklere uygun bir şekilde istenir. Kızın ailesinin kararı olumsuzdur. Özellikle Bedir’in annesi Gürcü hatun, Ömer’in fakirliğini bahane ederek bu evliliğe karşı çıkar. Araya girenler ne kadar ısrar etseler de kara dediğine ak demez Gürcü hatun. Âşıkların evlenmesine mani olur. Bir süre sonrada Bedir’i Şevki adında yaşlı ve zengin birine verirler. Düğün günü Ömer’le çok yakın bir arkadaşı yaylaya çıkarlar. Gelin alayını çok üzgün bir şekilde oradan seyrederler. Ömer çok içlenir ve ağlayarak türkü söylemeye başlar. Bedir’in yaşlı kocası evlendikten bir süre sonra ölür. Ömer henüz evlenmediği için ahali tekrar araya girip, bunları evlendirmek isterler ama, Bedriye Ömer’i çok sevdiğini fakat, evlenirse dedikoduların çıkabileceğini söyleyerek, aşkını kalbine gömer ve teklifi kabul etmez. İki kere kaybettiği aşkı için Ömer’in yaktığı türkü dilden dile söylenir durur. BEDİR TÜRKÜSÜ’NÜN SÖZLERİ Uğrunu uğrunu gelir dereden Benlerini sayamadım kareden Sevdiğimi bana yazsın yaradan Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor. Şu dereden cıvıl cıvıl kuş gelir Armağanlar dolu gider boş gelir Sevda bilmeyene hayal düş gelir Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor. Boğazımda lira Alnımda altın Bedir’i vermiyor şu Gürcü hatun Param çok değil alayım satın Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor. Kırık boğazında ardından yettim Kız yandığın yere kadar bende gittim Bedir’i yaylaya emanet ettim Şen ol yaylam şen ol Bedir geliyor. BİLİM-TEKNOLOJİ 34 BİR ARITMA TESİSİ: KAYIN AĞACI Sonbaharda ormanları sarı ve kızılın mükemmel renk tonlarıyla süsleyen kayın ağacı, yeşil yapraklarını dökene kadar adeta arıtma makinası gibi havayı temizliyor. Havada bulunan karbonu, yapraklarıyla alarak köklerine hapsediyor ve havadaki oksijen miktarını artırıyor. Yaşadığımız asırda, atmosferde gözle görülmese de bulutlara benzer bir gaz tabakası oluşmaya başladı. Bu tabaka, insanoğlunun petrol, kömür, odun gibi katı yakıtları yakarak atmosfere saldığı ekserisi karbondan oluşan gazlardır. Sanayileşmenin günden güne artmasıyla atmosfere salınan karbon miktarının son yıllarda kritik seviyelere ulaştığı bilinmektedir. İklimlerin değişmekte, deniz seviyesinin günden güne yükselmekte, felaketlerin sayısının arttığı iddia edilmektedir. Bu durumun esas sebebi, atmosferdeki karbon oranının artmasıdır. Havadaki karbonu gaz halinden katı hale getiren ve havayı temizleyen yegâne canlılar da bitkilerdir. Bu bitkilerden biri de Kayın ağacıdır. Kayın ağaçları diğer ağaçlar gibi bünyesinde önemli miktarda karbon biriktirmektedirler. Odunun yarısı, köklerinin de yaklaşık olarak üçte biri karbondan oluşmaktadır. Yaşlanmış bir kayın ormanı bir hektarlık alanda 100-140 ton arasındaki gaz halindeki karbonu katı hale çevirerek gövdesinde barındırmaktadır. Bir hektarlık yaşlanmış kayın ormanı bir saatte 400450 kg oksijen üretebilmektedir. Kayın ormanları, karbon bağlaması ve oksijen üretmesinin yanında havadaki diğer tozları ve parçaları da vücuduna alarak havayı temizlemekte, adeta bir arıtma tesisi gibi çalışmaktadır. Türkiye’de Doğu Kayını ve Avrupa Kayını olmak üzere iki türü bulunan kayın ağaçları Karadeniz boyunca kuzeye bakan yamaçlarda , yayılmaktadırlar. 35 BİLİM VE TEKNOLOJİ Kayın ağaçları aynı zamanda yapraklarının mevsimlere göre aldığı farklı renkler ile görselliği açısından da dikkat çekmektedir. Kışın yaprağını döken kayınlar, ilkbahar başlarında açık yeşil, yaz ortalarında koyu yeşil, sonbaharın başlarında sarı, ortalarında kızıl, sonlarında ise açık kahverengidir. Avrupa Kayını, Marmara Bölgesi’nde ve Trakya’da bulunurken Doğu kayını ise Gürcistan sınırından Marmara Bölgesi’nin iç kısımlarına kadar yayılış göstermektedir. Yaklaşık olarak 2 milyon hektar (1.961.660 ha) alanda yayılmış olan kayın ağacı ormanları Türkiye’nin en önemli yapraklı orman sanayi kaynağıdır. Bulunduğu yerlerde denizden 700m-1400m yükseltiler arasında derin ve nemli topraklarda yetişirler. Doğu Kayınının dünyadaki en güneye doğal olarak indiği en son nokta Amanoslar’dadır. En güney yayılış alanı Anadolu da olduğu gibi en yükseğe çıktığı alanında Türkiye’de olduğu tespit edilmiştir. Artvin Yusufeli’nde orman sınırının çok çok yukarılarında 2850 m yükseltide çalı şeklinde toplulukları bulunmaktadır. Halk arasında Kayın ağacı; kızılağaç, bengüzek, akgürgen, haş ağacı, düzük gibi isimler verilmiştir. Doğu Karadeniz’de ise gürgen olarak adlandırılmaktadır. Kayın ağaçları aynı zamanda yapraklarının mevsimlere göre aldığı farklı renkler ile görselliği açısından da dikkat çekmektedir. Kışın yaprağını döken kayınlar, ilkbahar başlarında açık yeşil, yaz ortalarında koyu yeşil, sonbaharın başlarında sarı, ortalarında kızıl, sonlarında ise açık kahverengidir. Her mevsim bulunduğu ormanlarda farklı renklerle beraber eşsiz manzaralar oluşturur. Ladin ve göknar gibi koyu renkli iğne yapraklı ormanlara ayrı bir güzellik katar. Fotoğrafçılar kayın ağacındaki renklenmelerle beraber doğa resimlerini çekebilmek için sonbahar ayını sabırsızlıkla beklerler. Kayın ağaçları orman ağaçları içerisinde en babacan olanıdır. Koruyucudur. Yetişme alanında boşluğa yer bırakmaz. Yaşlıları tepesini genişleterek altında bulunan yavrularını aşırı sıcak ve soğuktan korurlar. Bu ağacın odunu, mobilya ve parke sektöründe kullanılmaktadır. Kayın ağaçları serbest büyüdükleri zaman kalın dallı geniş tepeli olurlar ki bu da orman sanayisi için istenen bir durum değildir. Kaliteli kereste elde edilmesi için genç yaşlarından itibaren sıkışık halde yetiştirilmelidir. Kayın tomrukları kesimden sonra hemen ardaklanma eğilimindedirler. Kesildikten sonra odununa arız olan mantarlar odunun hücrelerini çürütmekte liflerin yapısını bozmakta odunun ekonomik değerini azaltmaktadır. Bu duruma terminolojide ardaklanma denmektedir. Ardaklanmanın önlenmesi için orman depolarında su havuzları tesis edilmektedir. Ayrıca, son zamanlarda kayın odunlarının kullanılmasıyla gündeme gelen kayın kütük mantar yetiştiriciliği önemli bir sektör olmaya aday görülmektedir. Son olarak, bu ağacın tohumlarından elde edilen yağ, yemek yağı olarak margarin endüstrisinde kullanılmakta olup kreozot adı verilen deri ve romatizma hastalıklarında kullanılan bir tür merhem elde edilmektedir. Doc. Dr. Sinan Güner KAHVEHANELER İlk başlarda yüksek mevkiden insanların rağbet ettiği kahvehaneleri, daha alt tabakadan insanlar doldurmaya başladılar. İşsiz ve boşta kalan insanlar için meyhaneler ve kahvehaneler evden dışarıda olma ve vakit geçirme yerleriydi. Osmanlı toplumunun kahve ve kahvehanelerle tanışması 16. yüzyılda olmuştur. Aslında o dönemlerde “kahvehane” devlet tarafından hoş karşılanmamış bir mekândır. Hatta kahvenin ateşte kavrulması ve fincanın herkes tarafından kullanılmasından ötürü çıkarılan bir fetva ile kahveye yasak bile getirilmiştir. Osmanlı toplumu kahveyi bir içecek olarak kullanmaya başlayınca, her yeni içeceğe olduğu gibi kahveye de ulema tarafından şüphe ile yaklaşılmıştır. Osmanlı şeyhülislâmlarından Ebussuud Efendi, kahveye ve kahvehanelere şiddetle karşı çıkmıştır. Bu ve benzeri fetvalarda kahveden ziyade kahvehanelere karşı bir tepkinin olduğu çok açıktır. Zaman zaman meyhanelerle birlikte kahvehaneler de kapatılsa da bir türlü yenilerinin açılmasının önüne geçilememiştir. Zamanla her sokak başında bir kahvehane açılmıştır. Kahvehanelerin kapatılması konusunda en titiz davranan IV. Murat olmuştur. Onun döneminde içki, kahve ve tütün mamulleri yasaklanmış, sırf İstanbul’da yüzlerce kahvehane kapatılmıştır. Osmanlı Devleti, 16. yüzyıldan itibaren ekonomik ve sosyal açıdan büyük bir kriz yaşadı. Tımar sistemi ve toprak yönetimi bozulmuş, nüfus hızla artmış, İstanbul büyük bir göç dalgasıyla karşılaşmıştı. Bu durum şehir hayatını daha da zorlaştırdı. İlk başlarda yüksek mevkiden insanların rağbet ettiği kahvehaneleri, artık daha farklı, işsiz, güçsüz insanlar doldurmaya başladılar. İşsiz ve boşta kalan insanlar için meyhaneler ve kahvehaneler evden dışarıda olma ve vakit geçirme yerleriydi. 17. yüzyıldan itibaren toplumsal bozulma ile kahvehaneler, merkezî yönetimin eleştirildiği, fitne, fesat ve ahlâksızlık yuvaları haline gelmeye başladı. Başa gelen tüm padişahların ilk icraatları olarak pek çok kahvehaneyi kapattırdığı bilinmektedir. Kahvehanesinde dedikodu yapılan bir kahvecinin kahvehanesi yıkılmış, kahvehanede bulunanlar Malta’ya sürgüne gönderilmiştir. Osmanlı geleneksel toplum kültürünü şekillendiren saray, medrese ve cami dışında, “sivil” bir anlayışla ortaya çıkan kahvehane, XVI. ve XVII. yüzyılların İstanbul’unda, pek sık rastlanmayan bir tepkiyle karşılaştı. 37 ‘İşi gücü olmayanların buluşma mekanı ve dedikodu yuvası olarak görülen kahvehane, başta iktidar olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinin tepkisini çekti. 1567 yılında başta Suriçi İstanbul olmak üzere İstanbul’daki bütün kahvehaneler kapatıldı. Hatta IV. Murat, bu gerekçelerle kahvehaneleri topyekûn kapatmaya yönelik şiddetli ve kapsamlı girişimlerde bulundu. Sadece Eyüp ve çevresinde 120 kahvehane kapatıldı. XVI. yüzyılın ikinci yarısında ve XVII. yüzyılın ilk yarısında ‘tehlikeli yerler’ olarak görülen kahvehaneler ‘külliyen’ kapatılırken XVII. yüzyılın ortalarından itibaren otorite, ‘tehlikeyi’ önlemek için toptan kapatmak ve yıkmak yerine, diğerlerine ‘ibret olsun’ babında tek tek bazı kahvehaneleri kapatarak bir tür yıldırma siyaseti takip etti. Ancak kahvehanelerin sayısı günden güne artmaya devam etti. Kanuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlığının son dönemlerinde İstanbul’da elli kahvehane bulunduğu belirtilirken, bu sayı, XVI. yüzyılın sonunda 600’e ulaştı. XIX. yüzyılın başlarında ise 2.500’lere kadar çıktı. Hem sayı olarak, hem de itibar olarak kahvehanelerin önemi arttı. 18. yüzyılda yeniçeriler toplum hayatının her alanına müdahale etmekteydi. Zorba olarak bilinen bazı yeniçeri üyeleri çeteler kurdular. Bağlı bulundukları ortalardan üyeler toplayan zorbalar, kahvehaneler satın alarak çetelerinin toplanma mekanı olarak kullandılar. KÜLTÜR İşlerini buradan yönettiler. Bu zorbalardan bazıları lüks kahvehaneler kurmakla nam salmıştı. Bu zenginliğin kaynağı kanun dışı topladıkları paralardı. 17. yüzyılın sonlarına doğru kahvenin ekonomik değeri devlet tarafından daha iyi görülür. Zenginler ve hatta bazı devlet adamları yatırımlarını kahveye yaparlar. Bu durum kahvehanelerin açılmasını da beraberinde getirmiştir. Görülüyor ki, Osmanlı Devleti’nin kahvehanelere yönelik yasakçı tutumu, bu mekânların, işsiz insanların zamanlarını boş yere harcadığı, dedikodu yaptığı, yalan yanlış (kulaktan duyma) sözlerle iktidarı eleştirdiği yerler haline dönüşmesi sebebiyledir. Kahvecilerin kapatılma tehlikesi yüzünden midir ya da iktidarın kahvehâneleri “dönüştürme” isteğinden midir bilinmez bir aralar “kıraathâne” ismi kullanılmış. Kıraathâne, “okuma salonu” anlamında bir ifadedir. İlk anda kahvehanelere kitaplıklar yerleştirilmiş, kitaplar konmuş ama pek itibar eden olmamış. Kahvehaneler, işletmecileri için elbette ki ekmek kapısıdır. Saygıyla karşılıyoruz, ama “kendisine getirisi” yanında ortaya çıkan bu olumsuzlukları değiştirebilecek iyi niyetli esnafımızın da çıkabileceğine inanıyoruz. İşletmeciler, tüm kapalı mekânlarda uygulanmaya başlayacak sigara yasağını da göz önünde bulundurup, kahvehaneleri (kıraathaneleri) gerçek anlamda bir okuma salonu, kültür merkezi veya sohbet meclislerine dönüştürme yoluna girebilirler. Neden olmasın? Fazıl Mustafa TAŞÇI www.tarihogretmeni.com KİŞİSEL GELİŞİM 38 İNSANLAR NEDEN YALAN SÖYLERLER Yalan doğası gereği her zaman olmasa dahi er ya da geç kendi gerçekliğini ortaya koyar yani diğer deyimle ortaya çıkar. Bu durum beraberinde sosyal bir takım sorunları da getirir, kişi artık yalancı çoban hikâyesinde olduğu gibi çevresi tarafından tüm davranışları ve sözleri kuşku ile takip edilen biri haline gelir. Pinokyo ve Yalancı Çoban çocukluk yıllarımızdan beri hepimizin tanıdığı hatta belki de gündelik yaşantımızda en sık hatırladığı kahramanlardır. Ancak ne kadar ilginçtir ki söz konusu kahramanlar bize çocukluk yıllarımızda bize belletilen ve belki de “en büyük suç” şeklinde ebeveynlerimiz ya da çevremizdeki kişiler tarafından tanımlanan bir kavramı, “yalan”ı hatırlatır. Belki de gündelik hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan yalan onları bize çağrıştırır. Belki de çoktan masalları ve gerçekleri bir kenara koymuş, kendi yarattığımız gerçekler peşinde koşan usta birer yalancı olmuşuzdur. Ancak gerçekte kandırdığımız kişi kimdir ? bunun cevabı gayet açık “ben” olsa da çoğunlukla bunu umursamayız ya da üzerinde durmaz geçeriz. “TDK’nın güncel sözlüğü yalanı, “Aldatmak amacıyla bilerek ve gerçeğe aykırı olarak söylenen söz, kıtır’’ olarak tanımlar. Kişi işine geldiği gibi anlatırken ya da söylerken bazı şeyleri artık yalan söyleme yoluna koyulmuştur bir kere, gariptir yalan belirli bir süre sonra tıpkı alkol ve diğer nörokimyasal etkililiği olan maddeler gibi bağımlılık yapmaya başlar. Yalan alışkanlığı da tıpkı bu maddeler gibi küçük kullanımlar şeklinde başlar ve sorunlar arttıkça da şiddetlenir. Kişi artık hemen hemen her zaman günün herhangi bir zamanında bir yalan söyleyivermiş bulur kendisini. Ancak yalan artık patalojik (hastalıklı) hale gelmeye başladığında, yani her seferinde ya da çok sık yalan söylemeye başlandığında ortada ciddi bir sorun var demektir. Yalan doğası gereği her zaman olmasa dahi er ya da geç kendi gerçekliğini ortaya koyar yani diğer deyimle ortaya çıkar. Bu durum beraberinde sosyal birtakım sorunları da getirir, kişi artık yalancı çoban hikâyesinde olduğu gibi çevresi tarafından tüm davranışları ve sözleri kuşku ile takip edilen biri haline gelir. Artık ona kimseler güvenmemektedir. Yalanla ilgili önemli gerçeklerden biri de en iyi yalancıların öncelikle kendilerini kandırabilen yalancılar olmasıdır. Kişi kendi söylediği yalanlara inanmayı başarıyor ve bunu bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yapıyorsa artık söylediği yalanlar başkaları tarafından doğruymuş gibi algılanır. Çünkü artık yalan söyleyenin beden dili ve diğer iletişimleri, iletişimde karşı tarafa söylenen sözün ya da anlatılanın doğru olduğu mesajını vermektedir. Yani artık yalan söyleyenin yanakları domates gibi kızarmamakta, sesi titrememekte, gözlerini kaçırmamakta ya da burnunu kaşımamaktadır. Ne yazık ki o artık profesyonel bir yalancıdır. İçinde yaşanılan sosyal ortam ve toplumun ahlaki değerlerinde yaşanan aşınma kişiyi yalan söylemenin kötü bir şey olmadığı inancına sürükleyebilir. “herkes yalan söylüyor ya da bilmem hangi şarkıcıya baksana neler söylemiş gibi” savunmalar bunun en belirgin göstergeleridir. Ancak ister palavra ister kıtır deyin yalan hepimizin bildiği bir şekilde güveni yerle bir etse, önceden de söylediğim gibi iletişimi bozsa da, insanı yalan söylemeye iten bir takım nedenler de bulunmaktadır. • Model Alma: Kişinin yakın çevresinde yalan söyleyen model alabileceği ebeveyn, akraba, öğretmen ya da arkadaşlarının olması durumunda yalan söyleme alışkanlığı kazanması kaçınılmazdır. • Acıyı Erteleme İhtiyacı: İnsanoğlunun temel olarak yaşantısı acı ve haz dengeleri üzerine kuruludur. Bu nedenle kişiler çoğunlukla acıdan kaçma ya da erteleme ihtiyacı duyarlar. İşte yalan da bize acı verecek bir durum karşısında erteleme sağlayan bir mekanizma olarak karşımıza çıkar. Başımıza gelebilecek olası kötü şeylerden sıyrılmak için yalana başvururuz. • Suçluluk Duygusu: Kişi yaptıkları ya da yaşadıkları ile ilgili olarak duyduğu suçluluğu bastırmak amaçlı yalan söyler. Burada adı geçen suçluluk bir özsuçluluk duygusudur ve kişi çoğunlukla söylediği yalana kendisini de inandırma eğilimindedir. • Anlaşılmama Kaygısı: Anlaşılma söz konusu olduğunda karşımıza Empati kavramı çıkmaktadır. Empati gerekli duygusal zeka ve olgunluk olmadan kolaylıkla sağlanan ya da kurulduğu sanılan bir olgu olmaktan öteye geçemez. Kişi başkaları tarafından anlaşılmadığı hissine kapılırsa kendini olduğundan farklı göstermek için yalana başvurabilir. Eğer sizin ya da bir yakınınızın yalan söyleme alışkanlığı patolojik (hastalıklı) bir duruma gelmişse alanında tecrübeli bir psikologtan yardım almaktan kaçınmayınız... • Özgüven Eksikliği: Kişinin yaşadığı iç güvensizlik yalana sebep olur ve temel güveni tekil etmek, birilerinden yardım almak ya da artmış güven ihtiyacını doyurmak için türlü şekillerde ilgi çekmek amacıyla yalana başvurur. • Kişilik Bozuklukları: Kişide bağımlı, sınırda, narsistik vb. kişilik bozuklukları olduğu durumlarda önüne geçemediği bir şekilde türlü nedenlerle yalan söyler. • Sosyal Ortam ve Toplumsal Ahlaki Erozyon: İçinde yaşanılan sosyal ortam ve toplumun ahlaki değerlerinde yaşanan aşınma kişiyi yalan söylemenin kötü bir şey olmadığı inancına sürükleyebilir. “Herkes yalan söylüyor ya da bilmem hangi şarkıcıya baksana neler söylemiş gibi” savunmalar bunun en belirgin göstergeleridir. Kaynak: Dr. Psikolog Murat Sarısoy Our Future Gençlik Dergisi HEY ÖZGÜRLÜK Bir duman öyküsü, ateşle vedalaşan parça Uzaklardaki yaşam, yalnızlıklara biçilen payda Uykularda yaşanan rüya, voltalardaki sefa Yudumlanan bir damla, şekersiz çay olur özgürlük Umutlara açılan kılavuz rehberin olur senin Telefonun ucundaki sesin, amansız sevincin Beklediğin mektup, dizelerde yayılan serinliğin Gözlerindeki parıltı, yansıyan ışığın olur özgürlük Hayat süzgecindeki elek üstü gibidir Karanlıkları, açıklara taşıyan fenerin düğmesidir Beklenen idealler, sevilenlerin zarif sesidir Yeniden doğmayı bekleyen çocuğun, resmi olur özgürlük Kıymetini bilemediğin hayat hikâyen olur gider Yenilenen düşüncelerin öz kardeşi olur gider Sevdiceğinin kınası, düğününün rengi olur gider Testlerinin gücü, varoluşlarının teminatıdır özgürlük. Murat PİR/ Hükümlü - Bartın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu NASİHATİMİ İYİ DİNLE OĞUL Gerçek bir dost arkadaş bulursan, ona sımsıkı sarıl Mertse onunla iyi anlaş, kaynaş elinde ne varsa paylaş Arkadaşını dostunu satma, sözlerine tek bir yalan katma Bulamazsan yalnız takıl kötü dosttan iyidir oğul Haramdan uzak dur, söz verdin mi tut arkasında dur Namuslu ol oğul bu yolda ister öl, istersen boğul Yaradan’dan başkasına el açma, namerde muhtaç olma Her zaman doğruyu söyle oğul, nereden kovulursan kovul Haksız olan güçlünün yanında olma, ondan sakınma korkma Haklı olan mazlumun yanında ol, ona destek ol ağırlığını da koy Zalime boyun eğme, güçsüzü ezme ona değme oğul Adaletli ol ondan şaşma davanda haklıysan susma oğul Kimsenin damarına basma, yürürken kendini kasma Yiğitliğinle mertliğinle tanın, bu yolda aksa da kanın Dediklerimi yaparsan adam olursun huzuru bulursun Sözlerim kulağına küpe olsun yolun açık olsun oğul Yunus KENAR/ Hükümlü Kocaeli 1 No’lu T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu GİTMEK Her şeyi gelişigüzel yapmak kadar basit yaşantımın özeli... Yarım bırakmak kadar kolay, özensiz ve dağınık... Kurduğum cümlelerin bile devamını getiremezken konuşman geliyor aklıma. “Aslında soyut dayanaklarımız, var olmanın ardındaki dirilişi engeller’’ dediğinde gülmüştüm sana. Geç fark ettim ben sığdıramadım sokaklarıma, yabancı kelimelerin de yüreğin gibi kalabalıkmış. Ben sığdıramadım sokaklarıma yabancı elleri, en çok yabancı sevmeleri... Şimdiyse hüsrandık herkes kadar; kaybetmiştik biz kadar. Ne de mutluyduk yettiği kadar. Çok mevsim geçti hasat edilen aşkların üzerinden... Güneş gibi parladığın hayallerimden eser yok artık. Sanırım sen gittiğin için kar, kış, kıyamet odam. Sen yağmurları başladığından beridir garip her yanım, garip sol yanım. Sen renginden sonra renksiz tenim. Ve sen gittiğinden beridir, bihaber kalmaktan yana olan yanım. Kayıplarım, gidişlerim hiç tenha değil bu sıralar. Vardıklarımla gittiklerimin toplamıyım bu aralar; yani toplasan bir aşk etmez bu yaralar. Belki alışkanlığımdır bu benim. Şehr-i aşk’lara inat sevgileri yollara bırakmışımdır. Alışamadığım her şehirden gitmek istediğim gibi gitmektir belki de en büyük mabedim. Olamaz mı? Kalmamak adına bıraktığım ayak izlerim, sözlerim silinmeye yüz tutmuş sanki. Rüzgârın saçlarına kavuştuğu mevsimde, şiirlerimin bayraklarını indirdim yarıya. Sen yokken hep bir kayıp hep bir yas. Sigarayla kahvenin soluk renklerde raksı tamam; ama mutluluktan yaşla dolan gözlerinin tebessümlerle düeti hep bayraklar kadar. Sana söylenecek ne varsa söylemiştim sanırım. Birkaç anı birkaç söz... Aklıma geldiği kadarıyla bir masaldı hepsi.. Ufak hatıralar zorlarken kalbimi. Bazen ‘’gitme’’ demek isterdim sana. Hani şaşalı gitme sahneleri vardır, adam ‘’gitme’’ der; izleyenlerin gözleri dolar kız duraklar ve gider ya ardından, işte o an giden sendin benim için... Sende benim gibiydin; kalmalar senin için bir istasyon bir durak kadar anlamlıydı. Sende gitmelere alışıktın aynı ben gibi belki de bu yüzden birbirimizin günahıydık...Düşmek üzere olan bir adam ve gitmek üzere olan bir kadın. Benden de başka bir hikaye çıkmazdı zaten. Kurulduğunda olumlu cümle olmamızda bir şey ifade etmemişti anlaşılan. Anlam bakımından kaybetmiştik biz olmayı çoktan. Ama dedim ya kendimeydi kaybedişlerim. Kendi kendimeydi ‘ ’diriliyorum’’ derken düşüşlerim. Aldırma... Burak ÖZOĞLU Silivri 2 No’lu L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu En İyi Koku Alan Canlı: Filler Karada yaşayan en büyük hayvan olan Afrika filinin erkeği 4 metre boya ve 7.000 kg ağırlığa ulaşabilir. Nesneleri kavrarken de kullandıkları uzun hortumları vardır. Çok uzun ve sivri olan kesici dişlerini nesneleri taşımak ve yeri kazmak için kullanırlar. Fil dişinin kaynağı olan bu kesici dişler aynı zamanda dövüşürken silah olarak da kullanılır. Filin büyük ve geniş kulakları vücut ısısını kontrol etmeye yarar. Afrika fillerinin kulakları daha büyük olur ve sırtları iç bükeydir. Asya fillerinin ise kulakları daha küçük olur ve sırtları dış bükey ya da düzdür. Filler doğal ortamlarında 70 yıl kadar yaşar; dokunma, görme ve işitme yolu ile iletişim kurarlar. Uzun mesafelerde, filler insanın duyamayacağı kadar düşük frekanslı sesler ve sismik iletişim yolu ile haberleşir. Bir fil başka bir filin çıkardığı sesi 8 kilometre uzaktan duyabilir. Yetişkinlerinin ağırlığı 7 tona kadar ulaşabilen fillerin günlük beslenme gereksinimi de çok yüksektir. Bir fil günde yaklaşık 75-150 kg yemek ve 150-300 litre su tüketir. Bu miktarlar, sürüler halinde gezen fil topluluklarının ihtiyaç duyacakları beslenme alanının çokluğunu ortaya koymaktadır. Filler, tüm yaşamları boyunca devam eden ve yüzlerce kilometre süren seyahatlerini işte bu amaçla gerçekleştirirler: Yeni beslenme alanları bulabilmek. Filler yapraklarla, ağaç kabuklarıyla, meyvelerle, otlarla ve bitkilerle beslenirler. 24 saatlik bir günün %7090’ını ya beslenerek veya bir yemek kaynağına doğru hareket ederek geçirirler. Günün geri kalan kısmında ise banyo yaparlar, su içip dinlenirler ve uyurlar. Hareket etmeden önce genellikle bir bölgede birkaç gün kadar kalırlar. Bu sürenin kısa olması önemlidir çünkü eğer hareket etmezlerse bulundukları yerdeki bitki topluluklarını tamamen yok edebilirler. Günümüzde filler, Doğu Afrika başta olmak üzere diğer Afrika bölgeleri ve Uzakdoğu’da özellikle de Sri Lanka’da yaşarlar. Yeni beslenme alanlarına yaptıkları göçler daha çok kurak havalarda gerçekleşir. Bu yüzden kuru havalarda daha fazla sayıda fil sürüsüne rastlanır. Yağışlı havalar fillerin üremesi için uygun ortamlardır. Çiftleşme ve doğumlar bu sezonda olur. Fillerin gebelik süresi 22 aydır. Bu süreyle karada yaşayan memeli hayvanlar arasında en uzun gebelik süresine sahiptirler. Bu nedenle gebe kalmalarıyla, doğum yapmaları aynı hava koşullarına rastlar. Böylece yavrular yiyeceğin bol olduğu zamanda doğmuş olurlar. Doğumlarındaki bu mükemmel zamanlama dikkat çekicidir. Fillerin kendilerine yeni besin alanları bulmak için yağışlı bölgelere göç etmesi de başlı başına bir mucizedir ve birçok sırlar barındırır. Yönlerini nasıl tayin ettikleri, göç zamanını nasıl ve neye göre belirledikleri, bu sırada nasıl haberleştikleri yapılan araştırmalara rağmen hala gizemini koruyan davranışlardandır. Bu araştırmalardan yola çıkarak, fillerin Güneş’i, Ay’ı, yıldızları ve dağ ile nehirler gibi işaretleri kullandıkları, günlerin uzunluğu, sıcaklık, rüzgar, nem gibi iklimsel değişimlerden faydalandıkları düşünülür. Ne var ki vücutlarında bunlardan faydalanmalarını sağlayacak herhangi bir organ ya da bir sistem henüz bulunamamış, bu konuda sadece bazı tezler öne sürülmüştür. Fillerin keskin koku alma hissine ve rüzgarın yönünü fark edebilecek kadar hassas bir deriye sahip olmalarının da göç hareketlerinde rol oynuyor olabileceği üzerinde durulmaktadır. Bütün bu varsayımlar ve çıkarımlarla varılan sonuçlar bir noktada birleşmektedir. 43 Ayrıca Japon bilim adamlarının son yaptığı araştırma, dünyanın en iyi koku alan canlılarının filler olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmaya göre Afrika fillerinin burunlarında toplam 2 bin koku reseptörü bulunuyor. Filler burunlarındaki bu reseptörlerle insanlarınkinden 5 kat, köpeklerinkinden ise en az 2 kat daha iyi koku alabiliyor. Bu araştırmayla beraber fareler en iyi koku alan canlılar unvanını da kaybederek adeta tahtından oldu. Dünyanın en uzun burunlu canlısı filler burunları sayesinde arkadaşlarını ve yiyeceklerini bulabiliyor, yırtıcı hayvanlardan yine burunları sayesinde uzak kalabiliyor. Bu canlıların gökyüzü cisimlerinin konumlarını yorumlayarak kendilerine bir yön belirlemeleri onların bir bilgi birikimine ve yorumlama kabiliyetine sahip olmalarını gerektirir. Profesyonel rotacılar yıllarca matematik ve fizik temelli bilimsel eğitime ihtiyaç duyarlarken bu hayvanlar yaratıldıkları ilk andan itibaren haritaya, kronometreye, manyetik pusulaya, seyir tablolarına veya grafiklere gerek duymadan hareket etmekte ve yollarını da hiç şaşırmadan bulabilmektedirler. Sadece bu özellik dahi, bu canlıların kendilerine gerekli olan donanımlarla üstün bir Yaratıcı tarafından yaratıldıklarını ispatlamaya yeterlidir. FİLLER HAKINDA ŞAŞIRTICI BİLGİLER Filler, dilleri ayırt edebilirler. Sussex Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, Afrika fillerinin konuşanların sesinden cinsiyet, yaş, etnik yapı gibi farklılıkları ayırt edebildiklerini ortaya çıkardı. Duydukları ses, tehdit oluşturabilecek bir kişiye aitse, fillerin hemen savunma düzenine geçtiğini gözlemlediler. Çeşitli araç-gereçler kullanabilirler. 2010 yılında, 7 yaşındaki Kandula ismi verilen bir Asya filinin, çevresindeki araçları kullanarak, ulaşamadığı meyveye ulaşabilmesi araştırmacıları çok etkilemişti. CANLILAR ALEMİ Araştırmacılar, yaptıkları bir çalışmayla fillerin insanların el ve vücut hareketlerini anlayabildiklerini saptadılar. Bu görüşlerini desteklemek için, iki konteynerden sadece birinin içine yiyecek koyuyorlar ve fillere o konteynere doğru gitmesini elleriyle gösteriyorlar. Fillerin %68’lik bir oranla doğru konteynere gittiği gözlemleniyor. Aynı test, 1 yaşındaki insanlara uygulandığında ise doğruluk oranı %63’le fillerden daha az. Filler, empati yapabiliyorlar. Araştırmacılar endişeli ve stresli bir fil ve normal bir fil ile bir çalışma yaptı. Bu çalışmada normal olan fil, endişeli ve sıkkın olan file yaklaşarak onu rahatlatmak için fiziksel temasta bulunuyor ve bazı sesler çıkartıyor. Filler, tıpkı insanlar gibi ölülerinin yasını tutarlar. Yakınlarını kaybeden filler, ölülerin başına dikilip, hortumlarıyla kemiklerine sarılıp, saatlerce öylece bekleyebiliyorlar. Bunun yas olarak yorumlanmasının sebebi, fillerin bu hareketi başka hayvanların ölülerinin başında yapmamasıdır. “Fil hafızası” deyiminin de temelini oluşturan bir özellik olarak, fillerin hafızaları oldukça güçlüdür. Araştırmalar, fillerin kendilerine rehberlik eden insanları da hafızasında tuttuklarını, uzun süre görmeseler de, tekrar bir araya geldiklerinde o kişileri hatırladıklarını gösteriyor. Sadece insanları değil, aradan ne kadar uzun zaman geçerse geçsin bir başka fili de hatırlayabiliyorlar. metafizikl.blogspot.com ÖZELEŞTİRİ Nurettin Gündoğmuş “İnsan olmanın erdemliliği ve davranışı” yansıtılamadığı sürece hayatta başarılı olunması mümkün değildir. Başarılı insanlar dürüstlükten ödün vermezler, içten samimi ve kararlı olurlar. İnsan yetiştiği kültür içerisinde kendini tanıma bilincini geliştirememişse bu insanın toplumsal dayanışmaya katkı sağlaması mümkün değildir. Önemli olan iyi insan olma vasıflarını yaşamsal değerlerle bütünleştirebilmektir. Kendimize ait öz kültürümüzde yer alan, insancıl anlamları içeren, sosyal, kültürel, politik, ahlâksal, değerleri olan hizmet anlayışından bahsederiz. Bu unsurlar inanç felsefemizin temel değerleridir.İçten ve kalpten bağlı olduğumuz bu değerlerimize ters düşersek o zaman kendimizle çelişiriz. Bu bağlamda insan olmak ve insan olarak kalmak giderek zorlaşır. “Ekonomik Çıkar Sağlamak İçin Her Türlü Ahlaksızlık Mübahtır.” Anlayışına mahkûm olan insanlar bu anlayış ve bakış açısı içerisinde üç kuruşluk çıkarı için en yakın dostunu bile satabilirler. Bu tür insanlar için maddiyat çok önemlidir. Maddiyat bir ölçüde önemli olabilir ama “insan olmanın erdemliliği ve davranışı” yansıtılamadığı sürece hayatta başarılı olunması mümkün değildir. Başarılı insanlar dürüstlükten ödün vermezler, içten samimi ve kararlı olurlar, her zaman olumlu bir tavırla hoş görülüdürler, kişi olarak düzenli, titiz ve ilkelidirler. İster eğitimli olun ister eğitimsiz olun hayat felsefesi içerisinde kendinizi olumlu yönde yetiştirebilmek önemlidir. Elbette eğitimin önemi vardır. Ama çevremizde eğitimi olmayan fakat kendisini son derece iyi yetiştirmiş ve çok başarılı üretken insanların olduğunu gözardı edemeyiz. Eğitim insana ne katar: düşünme yeteneğini geliştirir, okuduğunu, gördüğünü daha iyi anlayabilme, problemleri kazandığı tecrübeye dayanarak ya da kendi çözümünü üreterek çözebilme, analitik düşünebilme, bilmedikleri üzerinde kafa yorma gibi çok sayıda yetenek katar. Kişi eğitimsiz ise bu onun suçumudur: çoğunlukla değildir, aile çevre vs. faktörler kişiyi illaki etkilemektedir. Önemli olan olaylar karşısında fikir üretmek, sabit fikirlere bağlı kalarak hareket etmemek, ön yargılı olmamak ve hata yapmaktan kaçınmak. Genel anlamda eğitim seviyesi kişiler üzerinde bir fikir edinmemizi sağlar. Her zaman düzgün yaşantıya sahip bir aile içinde büyüyen insan çevresindeki tüm olumsuzluklara rağmen erdemli yetişir ve düzgün yaşar. Erdem sahibi olmayan kendisine ve çevresindekilere saygısız davranır. Bilinçsiz bir şekilde tabanı olmayan boş lafazanlıktan öte gitmeyen davranışlar sergilerler. Art niyetli oldukları hemen anlaşılır. Bilinçsizce bu düşünceleri dile getirenler aynı zamanda kendilerinin de ne durumda bulunduğunun farkında değildir, aslında bir balık misali yaşayan ve yalnızca duyduklarını ya da kulaklarına fısıldananı yaymaktan başka işlevi olmaz. Bilinçli ya da bilinçsizce birilerinin hizmetkârlığını yaparlar. Aklımıza şu soru gelir. “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya” değer mi? Yapmamız gereken sorunlarımızı düşünerek, sorgulayarak çözümler üretmektir. İçi boş magazin, güncel haber ve basit siyaset konularıyla oyalanarak, dedikodularla boşa zamanımızı geçirmemeliyiz. Kültür zenginliğimizi sistematik bir şekilde birlik ve beraberlik içerisinde nasıl kullanabiliriz, bu konular üzerinde yoğunlaşmalıyız. Beynimizin enerjisini bu doğrultuda kullanmalıyız. 45 TOPLUM Akıllı bir insanın en önemli özelliklerinden biri, ‘her gördüğünü, her bildiğini, her teşhis ettiğini ve her doğruyu düşünmeksizin dile getirmemesidir. Akıllı insan, ‘ne zaman, nerede, ne şekilde konuşması gerektiğini en iyi bilen insan’ olmalıdır. Söylenecek her söz ne kadar doğru ve önemli olsa da insanlar üzerinde yapacağı etki hesap edilmelidir. Bazen bir konudaki sorunu dile getirmektense, bundan hiç bahsetmeyip doğrudan çözümün anlatılması çok daha yerinde olabilir. Ya da aynı eksikliklerin, kusurların ya da hataların sürekli gündem yapılmasındansa, bunların telafisi olacak tavırların teşvik edilmesi kişilere daha yapıcı bir bakış açısı getirebilir. Akıllı insan mı aklını iyi kullanan insan mı? Evet, ikisi arasında gerçekten de çok fark var. Akıllı insan olmak ayrı, aklını gerçekten tam gerektiği yerde doğru kullanmak çok ayrı. Zeka ve akıl ise birbirinden tamamen farklı. Çünkü öyle zeki insanlar var ki daha çok basit bir şeyi bile akıl etmekten aciz. Öyle insanlar da var ki, bakıyorsunuz gerçekten son derece akıllı. Olayların en karmaşık yönünü anından görebiliyor, bir olayın küçücük bir parçasından tüm kareyi birleştirebiliyor, sorunları anında çözebiliyor. Oysa insan ne kadar akıllı olursa olsun, ‘aklını iyi kullanılabilmesi’ de, en az ‘akıllı olmak’ kadar önemlidir. Ahlak ve Akıl Eğer insan, aklını nasıl kullanması gerektiği konusunda özel bir özen göstermezse, ortaya ‘düz akıl’ olarak tanımlanabilecek bir akıl şekli çıkar. Bu düz akılda kişiler, akıllarını gelişigüzel şekilde kullanırlar. Oysaki akıl, tek başına ne kadar güzel bir erdem olursa olsun, yine de diğer güzel ahlak özellikleriyle birleştirilmesi gerekir. İnsanın sadece ‘doğruları, yanlışları’ görebilmesi, sorunların çözümlerini bulabilmesi, isabetli teşhisler yapabilmesi ‘güzel bir ahlak için’ yeterli değildir. Tüm bu tavırların her birinde, diğer insani özelliklerin de devreye girmesi; her konunun şefkatle, merhametle, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle halledilmesi hayati önem taşır. İşte insan ancak aklını bu özelliklere de önem vererek kullandığında gerçek anlamda ‘akıllı bir insan’ olarak nitelendirilebilir. Sözün Önemi Bunun yanı sıra bir insanın konuşmasında geçen tek bir kelime bile karşı taraf üzerinde çok olumsuz etki oluşturabilir. Bazen güzel bir iltifatın ya da sevgi sözcüğünün arasında yer alan özensizce seçilmiş bir kelime dahi, iltifat edilen kişide, sevinç ve mutluluk yerine, şüphe ve tedirginlik oluşmasına yol açabilir. Dolayısıyla bir insan eğer akıllı ise her sözünü, sahip olduğu aklın süzgecinden geçirip eleyerek konuşmalıdır. Her kelimenin, her vurgunun, her ses tonunun insanlar üzerinde nasıl etkileri olacağını hesap ederek ilerlemelidir. Fark detaylarda Dolayısıyla, bir şeyi iyi bilmek ya da doğru olanı fark edebilmek, kişiye, onu en düz ve özgür şekilde ifade etme ya da her aklına geleni konuşma özgürlüğü de getirmemelidir. Asıl akıl alameti insaniyet, merhamet, itidal, hoşgörü, sevgi, saygı gibi ölçüler içerisinde, pek çok detayı bir arada düşünerek konuşmaktır. Gerçek anlamda akıllı insan da işte aklını, bu detaylarla birlikte kullanabilen insandır. Nurettin Gündoğmuş. www.buyukafsar.org/index.php/using-joomla/extensions/components/ content-component/article-categories/121-analiz-ve-ozelestiri-3-makale KİTAP ÖNERİLERİ Kitap okumak beyni güçlendirmekle birlikte anlama ve algılamayı kuvvetlendirir. Bambaşka Kahraman Tazeoğlu Kalır gibi gidişlerini izledim önce, sonra gider gibi kalışlarını… Ve anladım ki ne sen gidebiliyorsun ne ben kalabiliyorum. Öyle bir hayat yaşıyoruz ki şimdi; ağlamak gülmenin mahkumu, gülmek ağlamanın bedeli gibi sanki… Ve anladım ki ne seninle ağlayabiliyorum, ne de sensiz gülebiliyorum. Belki de sen aşka aşıktın, ben üstüme alındım bilmiyorum. Bir gün gerçekten seni terk edebilecek miyim onu da bilmiyorum. Üzerine sinen benin kokusunu duymadan yaşayabilecek misin? Avcunuzdaki Kelebek Ahmet Şerif İzgören - Tebrikler! Çok net başka bir şey söylemem mümkün değil. Sanırım hızlı okuma rekoru kırmış olabilirim. Bu kadar duygu yüklü, bu kadar gerçekleri gözler önüne serebilen, hala umut olabileceğine dair bu kadar mesaj bir arada nasıl verilir, gerçekten tebrikler. - Sizi temin ederim hayatımda iş dünyası ve iletişim üzerine okuduğum hiçbir eser bende bu kadar etki bırakmadı. Diriliş Lev N. Tolstoy Yaşamının son otuz yılında kendini insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma, sanat, estetik konularında kuramsal çalışmalara verdi. 1899’da yayımlanan Diriliş Tolstoy’un yaşadığı sırada çıkan son romanıdır. Tolstoy, yıllarca üzerinde düşündüğü ve pek çok kuramsal eser yazdığı insanlık sorunlarını bu kitapta edebi bir kurgu içinde ele aldı. Diriliş sadece Sibirya’ya giden bir mahkûm kafilesinin yolculuğunu değil, yaşamın anlamını kavramak adına kişinin kendini yeniden var etme sürecini anlatan bir başyapıt. İçimizdeki Şeytan Sabahattin Ali İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum, müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması. İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu... KİTAP ÖNERİLERİ Okuyanın düşüncesi ve konuşması çok farklı olup toplumda kabul görülür bir kişiliğe sahiptir. Fikrimin İnce Gülü Adalet Ağaoğlu “Bir tomofil taksi, Bayram’ın kafasında şimdi kağnının iki kanat takınmışı, öküzlerin ayaklarına da yaldızlı tekerler bağlanmışıdır artık. Artık, neye nasıl kurban edileceğini düşünmeye gerek yok. Kanatlara binip uçacak, kendini kurtaracak.“Fikrimin İnce Gülü”, Adalet Ağaoğlu’nun başeserlerinden biriyse, çağdaş Türk romanının da en güzel örneklerinden biridir. Kendine yabancılaşmış ‘insan teması olsa olsa bu kadar güzel anlatılabilir. Sol Ayağım Christy Brown Chiristy Brown doğuştan beyin felci kurbanıydı. Ancak bu talihsiz küçük bebek İrlanda edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazarın muhteşem hayal gücüne ve duyarlı zekasına sahipti. Bu, Chiristy Brownın kendi yaşam öyküsüdür. Brown, çocukluğunda okumayı, yazmayı, resim yapmayı ve nihayet daktilo kullanmayı öğrenmek için verdiği mücadeleyi ve bütün bunları sol ayağını kullanarak nasıl yaptığını anlatıyor. Tutunamayanlar Oğuz Atay Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Moran’a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Ladesçi Prof. Dr. Üstün Dökmen İnsan manzaralarıyla örülmüş şaşırtıcı bir roman. Toplumsal yaşamımızda en önemli sorun bir bakıma dürüstlük eksikliği. Bu anlamda neredeyse herkes karşısındakini kandırmaya çalışıyor. Ladesçi’nin kahramanı Cemil Usanmaz da çocukluğunda babasından öğrendiği lades oyununun büyüsüne kapılıp bunu âdeta bir yaşam felsefesine dönüştürüyor. Hayatın bize sunduğu olanaklara ilişkin bir yol haritasının ortaya çıktığı bu romanda ibret verici insan manzaralarıyla da karşılaşacaksınız. NEDİR BU KANSER? Bütün canlılar hücrelerden oluşur ve her hücrenin kendisine ait, onu kontrol eden, insandaki beyin organı gibi düşünebileceğimiz, bir çekirdeği bulunur. Bu çekirdeğin içinde ise bütün canlılarda birbirinden farklı olarak DNA yapısı bulunur. Yeni bir hücrenin oluşumu, bu hücrenin beslenmesi, diğer hücrelerle olan iletişimi, hücreye bir zarar geldiğinde onun onarılması ve tabi ki görevini tamamladığında da her canlı için bir son anlamına gelen hücrenin ölümü, DNA denilen bu yapı tarafından kontrol edilir. Hücrenin bütün canlılığını kontrol eden bu DNA yapısı hasar gördüğünde hücre ya apoptosize (programlı hücre ölümü) gidecektir veya apoptosiz yapabilme kabiliyetini kaybederek kontrolsüz bir şekilde çoğalmaya başlayacaktır. DNA molekülünün hangi bölgesinin zarar gördüğüne bağlı olarak hücre, canlılığı ve hayatıyla ilgili yeteneğini kaybeder. Örneğin, DNA molekülünün hücrenin beslenmesini idare eden bir kısmı hasar gördüğünde hücre, hayatı için gerekli olan besini alamaz ve hücrenin yöneticisi olan DNA bunu fark ettiğinde apoptosizden sorumlu olan bölgesini aktifleştirerek hücreyi ölüme götürür. Ancak DNA’da oluşan bütün hasarların sonucu ölümle sonuçlanmayabilir. Çünkü hücreyi apoptosize götüren DNA bölgesinde bir zarar meydana geldiğinde hücre ölebilme özelliğini kaybeder ve kontrolsüz bir şekilde çoğalan bir hücre topluluğu haline gelir. Kanser dediğimiz hastalığın esası da işte bu DNA molekülünün zarar görmesinden kaynaklanan kontrolsüz hücre çoğalmasıdır. Bu kontrolsüzce çoğalan hücre aslında vücuttaki bütün hücrelerden farklı ve yabancı bir yapı haline gelmiş olur. işte bu hücreye “kanser hücresi’’ ya da ‘’bütünör(tümör)” denir. Bütünörler, içinde bulunduğu organ veya sistem için gerekli olan görevini yerine getiremez. Ancak apoptosize de uğramadığı için sürekli bölünerek çoğalır, aktif hücrelerin yerine veya onların etrafına yerleşmeye başlar ve sağlıklı hücrelere zarar verebilir. Kanser hücrelerinin çoğalmasıyla birlikte, ilgili organ veya sistem de yavaş yavaş fonksiyonunu kaybetmeye başlar. Mesela; bir akciğer kanseri hücresi normal bir akciğer hücresinin DNA’sında meydana gelen bir hasar ile oluşur. Bu akciğer kanseri hücresi yavaş yavaş çoğalarak akciğere yayılır ve bu organın solunum, kanın temizlenmesi gibi görevlerini yerine getirmesine engel olur. Ve bir organın çalışmaması, ölüme sebep olabilir. DNA hasarı nasıl meydana gelir? İnsan vücudunda çeşitli sebeplerle günde yaklaşık 10.000 DNA hasarı meydana gelir. Ancak vücudumuzda ve hücrelerimizde bu DNA hasarını onarıcı mekanizmalar bulunur. DNA hasarına uğrayan hücre “DNA repair system” (DNA onarıcı sistem) ile kendi içinde onarılmaya çalışılır. Onarılamayan hücreler ise immün sistem (bağışıklık sistemi) sayesinde, vücuda yabancı bir hücre olduğu fark edilerek, yok edilir. Ancak nadiren de olsa DNA hasarı onarılamaz veya yok edilemez. Böylece bu hücre, bir kanser hücresine dönüşür. Mikroskop altında Kanser Hücreleri 49 SAĞLIK Kanserden korunmak aslında oldukça zordur. Karsinojen olarak belirttiğimiz etkenlerin çoğuna irademiz dışında maruz kalmaktayız. Ancak kanserden korunmak isteniyorsa kimyasallar, sigara, stres gibi bütün bu etkenlerden mümkün olduğunca uzak kalınmalı. DNA’ya zarar veren birçok unsur bilimsel çalışmalar ile kanıtlanmıştır. Kimyasal maddeler, X ışınları, ultraviyole ışıklar, virüsler, düzensiz çalışan hormonlar ve stres gibi… Bu etkenlere “karsinojen” adı verilir ve farklı yollarla DNA hasarına yol açar. DNA hasarına sebep olan kimyasal maddelere “kanserojen maddeler” adı verilir. Kullandığımız eşyaların boyanmasında kullanılan azo-boyar maddeler, bir çeşit besin tatlandırıcısı olan ve şekerden çok daha ucuza mal olduğu için oldukça yaygın olarak kullanılan aspartam, kozmetik sanayisinde kullanılan dioksan, gıda renklendiricisi olarak kullanılan dimetilfenilizoanilin ve sigara bunlardan yalnızca bazılarıdır. Kanserojen maddeler DNA zincirlerinin bağlarını bozarak DNA’nın zarar görmesine ve doğru şekilde çalışamamasına neden olur. Güneşte veya röntgen çektirirken maruz kaldığımız ultraviyole ve X ışınları, düzensiz çalışan veya dışardan ek olarak alman bazı hormonlar, stresin neden olduğu ve vücuttan salgılanan bazı kimyasallar da kansorejen maddeler gibi DNA yapısında kırıklara yol açmaktadır. Virüsler de bir DNA ya sahiptirler. Ve hücre içine giren bazı virüsler, DNA’larını, insan DNA’ sı içine entegre eder ve bu yolla insan DNA’sına zarar vererek işlevini kaybetmesine sebep olur. Kanserden korunmak mümkün müdür? Kansere yakalanma riskimizin aslında bir çoğunu kontrol edebildiğimiz genlerimiz, çevremiz ve hayat görüşümüzün bir kombinasyonuna bağlı olduğunu bilmekteyiz. Ancak uzmanlar 10 kanser vakasının dördünden daha fazlasının yaşam tarzında yapılan değişikliklerle önlenebileceğini düşünmektedir, şöyle ki: Sigara kullanmamak, Sağlıklı bir vücut ağırlığını korumak, Alkolü kesmek, Sağlıklı ve dengeli bir diyet, Güneşten korunmak, Aktif olmak,Belirli bazı enfeksiyonlardan korunmak (HPV gibi), Bazı kişiler mesleklerinde kullandıkları kimyasallar ya da uygulamaların bir sonucu olarak daha fazla kanser riski altındadır. İşyerinde güvenliğin iyileştirilmesi geçmişe oranla daha az kişinin risk altında olması anlamına gelmektedir. Kanseri engelleyebilir miyiz? Kanserin engellenebileceği ile ilgili kanıtlar bilim adamlarının dünya çapındaki çalışmaları nedeniyle geçen yüzyılda önemli ölçüde güçlenmiştir. Uluslararası farklılıklar ve zamanla değişen yaklaşım ve eğilimler Hemen hemen her bir kanser türünün dünya üzerinde nadiren izlendiği bazı bölgeler vardır. Türkiye’de görülen en yaygın dört kanser (akciğer, meme, bağırsak ve prostat kanserleri), Sahra altı Afrika’da çok nadiren görülür. Bunun aksine, karaciğer kanseri, gelişmekte olan ülkelerde çok yaygınken Batı ülkelerinde nadiren izlenir. Bu uluslararası çeşitliliğin temel olarak insanların genlerinden ziyade, yaşam tarzları ve çevrelerindeki farklılıklardan kaynaklandığını ileri süren iki ayrı kanıt bulunmaktadır. Göçmenler hızlı bir şekilde yeni yaşamaya başladıkları ülkelerinin kanser oranlarını edinme eğilimindedirler. Örneğin, yerli Japon kadınlarının meme kanserine yakalanma oranları düşükken; meme kanserinin daha yaygın olduğu Amerika’ya taşınmış olanlar için risk ikiye katlanmaktadır. Birkaç nesil içinde, hem göçmen hem de yerel nüfuslar aynı meme kanseri risklerine sahip olurlar. http://www.kanservakfi.com - www.insanvehayat.com ÇOCUK 52 ÇOCUKLARIN DAVRANIŞLARNA KARŞI TUTARLI OLMAK Çocuklara verilen ödül, cezadan fazla olmalı, aile olumlu davranışa odaklanmalı. “Aferin” demek, onlara sarılmak ve erken yaşlarda kazandırılan davranışlar gelecekte verilecek cezaların da önüne geçiyor. Ceza ve ödül vermek çocukların yaş ve özelliklerine göre değişiyor. Uzmanlar aileleri özellikle “Fiziksel ve psikolojik şiddet” türü cezalara karşı uyarıyor. Dayak, karanlık oda, banyoya kilitlemek, küsmek gibi davranışlardan uzak durmalarını tavsiye ediyor. Eğitimcilere göre, çocuğun sevdiği bir şeyden kısa süreliğine mahrum bırakılması gibi küçük cezalar verilebilir. Örneğin, parkta veya bilgisayar başında kalma süresi kısıtlanabilir. Ödüller devamlı maddi yönlü olmamalı. Çocukları sık sık alkışlamak, onlara “aferin” demek, sevgi sözcükleri kullanmak, sarılmak da gerekiyor. Unutmayın, çocuk ailenin davranışlarını örnek alır. Anne baba tarafından verilen her tepkiyi ödül veya ceza olarak algılayabilir. Örneğin, küfür eden bir çocuğa gülmek ya da bunu başkalarına tebessümle anlatmak onun için “istenmeyen, olumsuz” bir davranışın onaylandığı anlamı taşır. Ayağı takılıp yere düşerek üstünü kirlettiğinde ise “Beceriksiz, önüne bak, senden başka düşen oldu mu?” gibi sözler de kötü bir ceza türüdür. Böyle bir durumda yapılması gereken, olayın çocuğa bir zarar verip vermediğini anlamak ve eve dönüldüğünde televizyon gibi eğlendirici aktivitelerden bir süre uzak kalmalarını sağlamak. Ayrıca kuralları yaşa göre belirlemek, alınan kararlarda tutarlı olmak gerekiyor. Yaramazlık yapanla, resim çizene aynı ilgi gösterilmelidir… Ödül, cezadan fazla olmalı. Çocukların hatalı ve istenmeyen davranışlarına odaklanmak yerine olumlu yanlarına daha fazla bakmalı. Yaramazlık yapan bir çocukla ne kadar ilgilenirseniz, resim çizene de bu oranda ilgi gösterin. Örneğin, “Aferin, vaktini kitap okuyarak, resim çizerek değerlendiriyorsun” diyebilirsiniz. Oyuncakları kendiliğinden topladığında, ders çalıştığında da güzel söz söyleyin. Yetişkinler erken yaşlardan itibaren çocuklara bu tür yaklaşımlar sergilediğinde gelecekte karşılaşılabilecek cezanın önüne geçer. Ayrıca, çocuklar küçük yaşlardan itibaren gözlemleyerek öğrendikleri için kuralların açık, net olması gerekiyor. Bunlara uymamaları halinde ise sonuçları hakkında uyarın. Anne baba uygulanacak davranış için de model olmalı. Yetişkinler saldırgan tutumlardan, öfkeli sözlerden de uzak durmalı. Aile olarak ödül ve cezaya odaklanmayın. İyi değerlendirme yapın. Çocuğun hoşuna giden bir nesne veya durumun bir süre ortadan kaldırılması çözüm olabilir. Cezayı ertelemeyin Kardeşine zarar veren bir çocuğu akşam babasına söylemek yerine o an gerekeni yerine getirin. Ancak bunları yaparken sevgi ve temel ihtiyaçlar üzerinden değerlendirmeyin. Yani “Bunu yaparsan senin annen olmam” gibi sözlerden kaçının. Disiplin ve çocuğun gelişimi açışından anne babanın her yanlışı affetmesi de doğru değil. Fazla hoşgörü göstermemeli. Bu durumda çocuk kurallara uyumamayı öğrenir. Örneğin “Annem bana kıyamaz. Şimdi bu yemeği yemezsem odana git der, ama yatmadan önce köfte patates yapar ve bana getirir” gibi bir düşünce gelişebilir. Belirli sınırlar konulmadığında okul, yemekhane, sinema, spor gibi alanlarda kurallarla karşılaşıldığında sosyal hayata uyumda problem çıkabilir. Sabretmeyi öğrenmediklerinde arkadaşlarıyla sorun yaşayabilir. Bunun için kuralların çocuğun gelişim düzeyine uygun, anne babanın da yerine getirdiği biçimde olmalı. Aksi durumda ilgisiz, başıboş, önemsenmediğini düşünen mutsuz çocuklar yetişir. 53 ÇOCUK Davranışlarının sonuçlarını gördüklerinde, alternatif davranışlar önerildiğinde çocuklar disiplin edilmiş ve aynı zamanda da kendilerini kontrol etmeyi de öğrenmiş olacaklardır. Böylece çocuklar diğer insanlarla uyumlu ilişkiler kuran, ihtiyaçlarını dengeleyen, kendileri hakkında iyi düşünen bağımsız bireyler hâline geleceklerdir. Çocuklarda öz denetimi sağlama yolları Çocukların öz denetimlerini sağlamaları için üç tip kaynağa ihtiyaçları vardır; kendileri ve diğerleri hakkında iyi duygular, doğru ve yanlışı anlama ve problemleri çözmek için alternatiflerin olması. Aşağıdaki stratejiler, çocukların bu önemli kaynaklarını geliştirmelerine yardımcı olabilir. Bazı stratejiler problem davranışları önleyici, bazıları iyileştirici ve değişim için bir plân geliştirici olmakla beraber hepsi ebeveynlere pozitif ve etkili bir disiplin yaklaşımını sunmaktadır Sevgiyi ifade etme ve koşulsuz sevme: Sıcak bir ses tonuyla çocuğa yaklaşma ve onu kucaklama bir sevgi ifadesidir ve çocukların istenmeyen davranışları göstermesini önler. Eğer bir çocuk sevildiğini hissederse, ebeveynini memnun etmek için istendik yönde davranacaktır. Tutarlı olmak: Çocuklar tutarlı bir çevrede iyi gelişecektir. Görüş birliğinde olan tutarlı ebeveynlerin açık bir şekilde belirlenmiş süreklilik gösteren kuralları ve sınırları vardır. Bir gün izin verilen bir davranışa diğer bir gün izin vermemek, çocuğu şaşırtacak ve konulan sınırlara tepkide bulunarak olumsuz davranışlar göstermelerini sağlayacaktır. İletişimde açık olmak: Kullanılan kelimelerin ve hareketlerin çocuğa da aynı mesajı verdiğinden emin olunmalıdır. Paylaşma gibi soyut kavramları çocuğa öğretirken bu davranışların bir çok örneğini çocuğa sunmanız ve göstermeniz gerekmektedir. Problem davranışı anlamak: Yapılan iyi bir gözlemle ebeveynler, çocuklarının problem davranışlarının neyi ifade ettiğini anlayabilirler. Yapılan bir kaç günlük gözlemde, davranış ortaya çıkma- dan önce ne olduğu, ne zaman, nerede ve kiminle gerçekleştiği gibi bilgiler yardımıyla olumsuz davranışlar hakkında ipucu alınabilir. Çocukların kendilerini iyi hissetmelerini sağlamak: Doğru olan davranışı kabul etmek kolaydır. Ebeveynler genellikle çocuklarının iyi davranışlarından dolayı onları övmeyi, değer verdiklerini hissettirmeyi ihmal ederler. Bu da çocukların dikkat çekmek için olumsuz davranışlara yönelmelerine neden olmaktadır. Güvenilir bir çevre hazırlamak: Doğasında hareket olan çocuğun araştırmaya, karıştırmaya, eşyaların yerlerini değiştirmeye çalışması hiç de şaşırtıcı değildir. Çocukların eşyaların nasıl hareket ettikleri, nasıl ses çıkardıkları hakkındaki meraklarını tatmin etmek için fırsatlara ihtiyaçları vardır. Ebeveynlere düşen görev ise çocukların çevrelerini tehlikeli materyalleri kaldırarak düzenlemek olmalıdır. Sınırlar koymak: Ne ebeveynler ne de çocuklar polis gözetimindeymiş gibi karşı konulması zor bir çok kuralın bulunduğu bir atmosferde yaşamak isterler. Kurallar bir kaç kelimeyle ifade edilebilecek kadar basit olmalı, çocuğa yapılmasını istemediği şeyleri belirtmekle beraber yapılması istenenleri de açıklamalıdır. Olayları önceden kontrol etmek: Büyükler, olayları daha başlamadan önlemek ve kötü sonuçlar doğurmasına fırsat vermemek için aktif birer denetleyici olmalıdırlar. Çocuklarda öz denetimin kazanılması ve belirli bir olgunluk seviyesine ulaşabilmeleri için ebeveynlerinin uygun çözümler önermelerine ve onların rehberliğine ihtiyaçları vardır. www. meb.gov.tr. - www.aktuelpsikoloji.com TARİH 52 Muhteşem Mektuplar: Leonardo Da Vinci’nin Dönemin Sultanı II. Beyazıt’a Yazdığı Mektup Leonardo da Vinci, 1502 de dünyanın en büyük ve en güzel köprüsünü inşa etmek ister. Sultan 2. Beyazıt’a bir mektup gönderir. Ancak tarihin bu en görkemli iş başvurusuna cevap alamaz. “O mektup” 1952 yılında fark edilir. Dünya sanat ve bilim çevrelerinde büyük ilgiyle karşılanır. Köprü, 2001′de, Norveç’te üst geçit olarak inşa edilir. Dünyanın modern krizi küresel ısınmaya dikkat çekmek için önce Antarktika’da buzdan bir maketi yapılır. Yine buzdan yapılan bir başka maketi, 1 Ocak 2008′de New York’taki BM binası önünde sergilenmeye başlanır. Leonardo Da Vinci’nin dönemin Sultanı II. Beyazıt’a yazdığı mektup: “Ben kulunuz değirmen konusunu düşündüm ve Allah’ın inayeti ile suya gerek kalmadan, sadece rüzgârdan güç alan bir değirmen yapmanın yolunu buldum. Şükürler olsun ki, gemilerden ip yada halat kullanmadan, sadece kendi kendine devir yapan bir hidrolik makine kullanarak, su çıkarmanın yolunu bulmayı Allah bana nasip etti. Ben kulunuz, İstanbul’dan Galata’ ya uzanan bir köprü yapmak isteğinizi, yapabilecek biri bulunamadığı için köprüyü yapamadığınız duydum. Ben kulunuz nasıl yapılacağını biliyorum.Köprüyü bir bina kadar yüksek yapacağım. Çok yüksek olduğu için, üzerinden kimse geçmeye razı olmayacak. Öyle bir köprü yapacağım ki, yelkenleri fora olsa bile, bir gemi altından geçebilecek. İsteyenleri Anadolu kıyısına geçirecek bir asma köprü yapacağım. Allah sizi bu sözlere inandırsın. Bu kulunuzun, her zaman hizmetinizde olduğunu bilin…” Leonardo Da Vinci bu mektupla, Osmanlı Sultanı II. Beyazıt’a mimar ve mühendis olarak iş başvurusunda bulundu. Osmanlı Sarayı’na 4 ayrı proje sunuyor: Bir yel değirmeni, bir su boşaltma pompası, İstanbul Boğazı için bir asma köprü ve Haliç için tasarlanmış kemerli bir taş köprü… Yazının sonuna tarih düşülmüş, bu mektup 3 Temmuzda yazılmıştır. Topkapı Müzesi’nin 1938 yılında yayınlanan arşiv kılavuzunda, E 6184 sayı ile kayıtlı. Çeviride mektubun yazıldığı tarih yıl olarak yer almıyor. Leonardo’nun ismi de kayda “Ricardo” olarak geçmiş. Osmanlıda mektuplar sözlü olarak çevrilir, kâtipler tarafından kaleme alınırdı. Yazıda karşımıza çıkan isim ve ifade karışıklığının sebebi de bu olmalı. Ceneviz’den gönderilmiştir ibaresi, Cenova’ dan gemi ile geldiğini açıklıyor. Norveç’in başkenti Oslo Burası İskandinav yarımadasının 4. büyük şehri. Ülkenin en büyük şehri olmasının yanı sıra, aynı zamanda önemli bir ticaret ve kültür merkezi. 25 kilometre güneyde bulunan Os, tipik bir İskandinav kasabası. Doğal güzelliklerle modern tarımı bir arada görüyorsunuz. Leonardo Da Vinci köprüsü, burada da karşımıza çıkıyor. Norveç’li sanatçı Vebjørn SAND’in konsept ve sanat yönetmeni olduğu bu köprü çelik, çam ve tik ağacı ile yapılmış.Bu köprü, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ressamının çizgilerini taşıyor. Bambaşka bir tasarımı var. Leonardo Da Vinci bu köprüyü İstanbul için tasarlamış. Ancak olması gereken yerde yapılamadığı için buralara konuk olmuş. Köprü sadece gerçek yerinden 2.500 kilometre kuzeyde değil, aynı zamanda tasarlandığı yıldan tam 500 yıl sonra 2001 yılında yapılabilmiş. Köprünün kitabesindeki metin şöyle başlıyor: “Leonardo Da Vinci’nin 1502 ‘de bir vizyonu vardı; dünyanın o güne kadar gördüğü en büyük ve en güzel köprüyü inşa etmek.” Norveç’teki bu köprüyü Leonardo Da Vinci’nin çizimi ile karşılaştırdığınızda, aslının ancak dörtte biri büyüklüğünde olduğunu görüyorsunuz. Da Vinci köprüsüne dair her şeyi bulabileceğimiz tek bir kaynak var, oda Fransa’da. Aradığımız bilgilerin Paris’te 1795 de kurulan Fransa Enstitüsünde olduğunu biliyoruz. Enstitüde binlerce eser var ama yalnız bir tanesi bizim için çok önemli; Da Vinci’nin çizim ve açıklamaları ile dolu deri kaplı bir defter. Yazdıklarını okuyabilmek için bir aynaya ihtiyaç duyuyorsunuz, oysa kendisinin bu satırları yazarken hiç ayna kullanmadığını ve son derece hızlı yazabildiğini biliyoruz. Bu defterde, Leonardo Da Vinci, Vera’dan Constantinapolis’e uzanan köprü 40 braccia genişliğinde, sudan 70 braccia yüksekleğinde, 600 braccia uzunluğunda, yani denizin 400, karanın 200 braccia üzerinde. Böylece kendi mesnetlerine sahip sözleri ile anlatıyor köprüyü. Braccia yerel bir ölçü birimi. 1 metre, 1,64 braccia ediyor. Hesaplama son derece bilgilendirici. de kabul ettirecek güce sahip olmuştur. Bu nedenle Ceneviz’liler, Pisalılar Haliç’te koloniler kurarlar. 2 700 yıllık bir kent olan İstanbul, çağının emperyal güçleri tarafından defalarca kuşatılmasına karşın; yalnızca iki kez fethedilir. İlki Latinler, ikincisi de Türkler tarafından. Her ikisinde de kente, Haliç’ten girilmiştir. Tarih boyu çok kültürlü yapısını korur Haliç. Görkemi ile sadece Lale Devri’nin değil, tüm zamanların vazgeçilmez mekânı Haliç. Dünyada bilinen adı ile Altın Boynuz. Haliç’in yaklaşık genişliği 244 metre olduğuna göre, 400 bracciası, denizin üzerinde ifadesi tamı tamına doğru. Köprünün uzunluğunun 600 braccia yani 365 mt olacağı söylendiğine göre o güne kadar inşa edilmiş dünyanın en uzun köprüsünden söz ediliyor demektir. Haliç için tasarladığı köprünün maketi, sergi salonunda çıkıyor karşımıza. Ancak bu ölçekli bir maket değil. Sadece fikir veriyor olsa bile, son derece ilgi çekici. Bu maketin kim tarafından ve nasıl yapıldığını bilmiyoruz. Da Vinci köprüsünün en eski ve ölçekli bir mimari maketinin bulunduğu yer Milano’dur. Leonardo Da Vinci’nin öykümüze konu olan tasarımına gelince, yeryüzünün ilk Haliç’i İstanbul’dadır. Tarihi 8000 yıl öncesine dek inen İstanbul, daha M.Ö 5. yy’da dünya kenti olmasını bu coğrafi oluşuma borçludur. Karadeniz’in zenginliklerini toplayan ve Akdeniz ticaretini kontrol eden bu doğal liman sayesinde İstanbul, kendi parasını Akdeniz Leonardo 1500’de Venedik’teyken Sultan’ın delegasyonu ile görüştü. Bu görüşmede Sultan için bir çalışma yapma fikri gelişti. SANAT 54 KEÇECİLİK VE KEPENEKÇİLİK Bütün Asya göçebeleri keçe üretmişler, keçe evlerde yaşamışlar ve keçe kumaşından giyinmişler. Batı Türkistan dilinde, “göçebe” kelimesi “keçe insanı” manasına gelmektedir. Bugün birçok kaynak göstermektedir ki keçenin kullanımı Bronz Çağ’a dayanır. Yazılı belgeler İsa’dan Önce 2300 yıllarında Çin’de kullanıldığını belirtirken, Altay Dağlarındaki arkeolojik bulgular ise çok eski zamanlardan beri Orta Asya Türklerinin kullandığına işaret eder. Uzun yıllar bu konuyu araştıran Alman çift Bidder’lar, Çinlilerin keçeyi fazlaca kullanmalarına rağmen esas olarak bunun göçebelerin üretimi olduğunu söylüyorlar. Tarihçiler de Orta Asya Türklerinin göçebe kabileleri gibi yaşadıklarını saptamışlardır. Diğer göçebe topluluklarında olduğu gibi Türk kabileleri arasında da keçe hayatlarının vazgeçilmezi olmuş ve birçok amaç için kullanmışlar. Altay Dağlarında bulunan keçe parçaları farklı türlerdeydi. Yapılan kazılarda, zemin ve tavan döşemelerinde, kemerlerde, iplerde, saç örgülerinde ve kıyafetlerde keçenin kullanıldığı görülmüştür. Faruk Sümer, Müslüman coğrafyacı Yakubi’nin yazdıklarını şöyle aktarıyor: “Türkler keçe yapımında uzmandılar. Bütün kıyafetleri keçeydi. Ayrıca Hunların da kıyafetlerinin keçeden ve deriden yapıldığını biliyoruz. Bu da, eski Türklerin keçeyi, deri ve kürke ek olarak kullandığını gösteriyor. Ayrıca Selçuk Tuğrul Bey’in de Ghaznavids savaşı sırasında keçe çizme giydiğine dair kayıtlar bulunmaktadır.” Türkler keçeyi sadece kıyafetlerinde değil, kubbeli tek odalı yapılarda da kullanmışlardır. Bu yapılar, Orta Asya’da kullanılır ve “topak ev - yuvarlak ev” ya da yurt- yuva denirdi. Çadırlar keçeyle sarılır, duvarlar ve yerde duran maddeler de keçeden yapılırdı. Orta Asyanın şamanistik ayinlerinde kapı ve totemlere keçe eklenirdi. Keçe ve topak evler ayrılmaz birer parçaydı. Uzman bir araştırmacı diyor ki: “Keçe, Orta Asyalıların çadırlarını kuru ve soğuk kışa karşı koruyordu. Anadolu Türkleri ve topak evleri de orada onlarlaydı. Böyle taşınabilir olması da göçebe insanların yaşamı için çok elverişliydi.” Türkler açısından Orta Asya’dan bu yana göçebe hayatın bir mirası olarak süregelen keçe yapımı, yakın zaman kadar yaygı, kepenek ve koşum takımlarının parçaları olarak günlük hayatın vazgeçilmez unsuru olarak varlığını devam ettirirken, keçeyi üreten ve işleyen Keçecilerle birlikte, giderek geçmişe gömülmeye yüz tutmuştur. Keçe ile üretilen ürünlerde, yünün elle veya makinelerle atılarak, genellikle doğal yün renginin (beyaz, siyah, kahverengi) zeminde kullanıldığı, desenlerin ise sentetik boyalarla renklendirilen keçeler ile oluşturulduğu görülmektedir. Desenlerde çoğunlukla geometrik bezemelerle birlikte figürlü, doğadan stilize motifler kullanılmaktadır. Atölyelerde yörelere özgü desen, renk, motiflerle bezenen desenli veya desensiz olarak üretilen bu ürünlerin geçmişte kullanım yerleri ise benzer üretimlerle: yaygı, yolluk, seccade, yastık, eğer örtüleri, çadır gibi ev eşyası yapıldığı gibi çizme, çorap, patik vb. giyim eşyası yapılmaktadır. Topak ev ya da Yurt adıyla bildiğimiz ağaç ve keçeden oluşan ev geleneksel yapısı korunarak ancak yeni malzemelerle ve içinde yaşam kalitesini iyileştirecek banyo, mutfak gibi ilavelerle ABD, Kanada ve İngiltere’de Yurt adıyla üretilmekte, pazarlanmakta ve her türlü iklim şartlarında kullanılmaktadır. Keçe üretimi iki türlü gerçekleştirilir. Bunlar: Tepme Keçe Üretimi: Tepme keçe ürünleri desenli veya desensiz üretilmektedir. Desenli tepme keçe üretiminde desen hazırlama işlemi dışında uygulanan tüm işlemler desensiz çeşitleri ile aynı sırayı izlemektedir. Desenli Tepme Keçe Üretimi: Desenli tepme keçe üretimi ön işlemler, keçeleştirme ve bitirme işlemleri olmak üzere üç aşamada tamamlanmaktadır. Keçeciler yukarıda belirtilen üretimleri gerçekleştirebilmek için şu aşamaları gerçekleştirirler: Yünün Hazırlanması Desen Hazırlama Saçma ve Sarma Tepme ve Pişirme (Keçeleştirme) Çobanların köy hayatında özel bir yeri vardır. Köylünün sürü denilen büyük ve küçükbaş hayvanlarını sabah topluca alarak yaylıma çıkaran, akşamda geri köye teslim eden çobanlar, dağların efendisidir. Çobanlar kış şartlarında sert soğuktan, yazında aşırı sıcaktan etkilenmemek için “kepenek” adı verilen keçeden yapılan özel bir elbise giyerler. Yeri gelmişken kepenekçilikten de söz edelim: Keçe ile yapımı devam eden en bilindik ürünlerden biri de Kepenekdir. Çobanlar tarafından giyilen bu keçe, beyaz veya mor yünden yapılır ve genellikle nakışsız olur. Ancak göğüs kısımlarında nakışlı olanlara da rastlamak mümkündür. Tek parça halinde yapılan , yaz günlerinde gölge sağlamasından dolayı serinlik, kışın ise sıcaklık veren çoban keçeleri dikişli ve dikişsiz olarak ikiye ayrılır. Ustalık ve özen istemesi bakımından dikişsiz türleri daha kıymetlidir. Günümüzde çok az keçe ve kepenek imalathanesi kalmıştır. Ham maddenin yeterli olmasına rağmen yoğun emek, zaman harcanması, elde edilen gelirin az olması, eskiye nazaran kullanım alanının sınırlı olması nedenlerinden gibi olumsuzluklara rağmen Afyon, Şanlıurfa, Konya, Sivas, Balıkesir, İzmir, Kars, Erzurum’da biraz daha yoğun olmak üzere birkaç ilde az da olsa hala devam etmektedir. Mevcut keçeciler; köylerin ve turistik hatıra eşya satıcılarının siparişleriyle varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Çobanların koruyucusu kepenek de artık turistik eşya sınıfındandır. YEMEĞİN BUĞUSU PARANIN SESi Biraz tebessüm.. . Hoca Akşehir’de Kadılık vazifesini yürütürken karşısına iki adam çıkmış. Birisi öteden beri cimriliği ile tanınmış, bir aşçıdır. Öbürü ise boynu bükük bir fakir. Aşçı sözü almış: - Hocam demiş, bu adamdan davacıyım ben. Dükkanın önünde kuru fasülye pişiriyordum. Tencerenin kenarından buğusu çıkıyordu yemeğin. Bu adam elinde bir somunla geldi. Kopardığı lokmaları yemeğin buğusuna tutup başladı atıştırmaya. Nihayet koca bir ekmeği bitirdi. Ondan fasülye buğusunun ücretini istedim, vermedi. Hoca anlatılanları dikkatle dinledikten sonra fakire dönüp : - Doğru mu bunlar? diye sorar. - Evet, der fakir adam. - Öyleyse para keseni çıkar bakalım. Zavallı fakir, Kadı efendiye karşı gelemez. İçinde üç beş akçe bulunan kesesini hocaya uzatır. Hoca bu sefer aşçıyı çağırır yanına. Keseyi kulağına yaklaştırarak şıngırdatmaya başlar. Sonra da : - Haydi der aldın işte alacağını! Aşçı: - Nasıl olur? diye şaşkınlığını belli eder. Paramı vermediniz henüz. Hoca cevap verir: - Fazla uzatma der, yemeğin buğusunu satan, paranın da sesini alır elbet!.. HUZUR NEDİR? Halkı tarafından çok sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar, birbirinden güzel resimler yaparlar, eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir. Resimlerden birisinde bir göl vardır. Göl, tıpkı bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslemektedir. Resim, bakanlara mükemmel bir huzur hissi verecek kadar güzeldir. Diğer resimde de dağlar vardır. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Dağların üstündeki öfkeli gökyüzünden boşanan yağmurlar ve çakan şimşek ise resmi daha da sıkıntılı bir hale sokmaktadır. Dağın eteklerindeki şelale insana gürültüyü, yorgunluğu hatırlatacak kadar hırçın resmedilmiştir. Kısaca resim, pek de öyle huzur verecek türden değildir. Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki, çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık görür. Çalılığın üstünde ise bir anne kuşun örttüğü bir kuş yuvası göze çarpmaktadır. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuşun kurduğu yuva izleyenlere harika bir huzur ve sakinlik örneği sunmaktadır. Ödülü kim kazandı dersiniz? Tabi ki ikinci resim... Kral bunun nedenini şöyle açıkladı: “Huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûnet bulabilmesidir.” Dükkânın Âkıbeti Cimri bir adam ölüm döşeğinde son dakikalarını yaşıyordu. Gözlerini araladığı bir an bütün ailesinin başına toplanmış görünce sordu: - Anneniz burada mı? - Evet baba, burada. - Peki, küçük kızım burada mı? - Buradayım baba. - Büyük oğlum burada mı? - Evet baba. - Küçük oğlum, sen de buradamısın? - Buradayım baba. - Herkes buradaysa dükkânı kime bıraktınız ya hu! “Üçlü Filtre Testi” Eski Yunanda, Sokrates bilgiyi saklaması sebebiyle saygıdeğer bir ün yapmıştı. Bir gün Sokrates bir tanıdığına rastladı ve adam ona dedi ki; Arkadaşınla ilgili ne duyduğumu biliyor musun? Bir dakika bekle” diye cevap verdi Sokrates. Sonra şöyle devam etti. Bana bir şey söylemeden evvel senin küçük bir testten geçmeni istiyorum. Buna “Üçlü Filtre Testi” deniyor. Üçlü Filtre mi? “Evet’’ diye devam etti Sokrates. Benimle arkadaşım hakkında konuşmaya başlamadan önce, bir süre durup ne söyleyeceğini filtre etmek, iyi bir fikir olabilir. Üçlü filtre testi dememin sebebini birazdan anlayacaksın. Şimdi birinci filtre, “Gerçek Filtresi.” Bana birazdan arkadaşım hakkında söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğundan emin misin? Hayır, dedi adam. Aslında bunu sadece duydum ve...” Tamam, dedi Sokrates. Öyleyse, sen bu söyleyeceğin şeylerin gerçekten doğru olup olmadığını bilmiyorsun. Şimdi ikinci filtreyi deneyelim, “iyilik Filtresi.” Arkadaşım hakkında bana söylemek üzere olduğun şey iyi bir şey mi? Hayır, tam tersi... Öyleyse, diye devam etti Sokrates, O’nun hakkında bana kötü bir şey söylemek istiyorsun ve bunun doğru olduğundan emin değilsin. Fakat yine de testi geçebilirsin, çünkü geriye bir filtre daha kaldı. “İşe yararlılık filtresi.” Bana arkadaşım hakkında söyleyeceğin şey benim işime yarar mı? Adam hayır, pek değil diye cevap verdi. “İyi” diye tamamladı Sokrates. Eğer, bana söyleyeceğin şey doğru değilse, iyi değilse ve işe yarar değilse bana neden söyleyesin ki? Başkası; EMPAT İ wBir işi uzun sürede yapıyorsa; yavaştır, wBir işi yapamıyorsa; tembeldir, wBir şeyi söylenmeden yapıyorsa; sınırlarını aşmıştır, wBir görgü kuralını çiğniyorsa; kabadır wÖne geçerse; bu kuralları ihmal etmektir. Ben; wUzun sürede yapıyorsam; titizimdir, wBir işi yapamıyorsam; meşgulümdür, wBir şey söylenmeden yapıyorsam; bu insiyatif kullanmaktır, wBir görgü kuralını çiğniyorsam; kendime özgü biriyimdir, wÖne geçersem; bu sıkı çalışmamın ürünüdür.