Nisan 2014
Transkript
Nisan 2014
18 Ori Soltes, Hizmet Hareketi’ni anlattı M. İlhan Atılgan 16 İlhan Berk’ten şiirli mektuplar Can Bahadır Yüce 20 Emre Ayvaz İ LLÜSTRASYON: ZAMAN, ORHAN NALIN 04 Ben Lerner ile söyleşi İNCELEME Turan Karataş Dünden bugüne Yunus Emre yorumları 06 ROMAN Ömer Ayhan Dave Eggers’ın ilk romanı Türkçede 08 EDEBİYAT Mehmet Öztunç Virginia Woolf’un günlüğü 24 ŞEHİR Ayşe Başak İstanbul’u yok etmek 25 ŞİİR Ali Galip Yener Şiir çevirmeni olarak Bilge Karasu 38 USTA GÖZÜYLE Recai Güllapdan & İrfan Külyutmaz Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 8 S AY I : 9 9 7 N İ S A N 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý K A PA K 1 0 ORHAN VELİ 100 YAŞINDA Ortaçağ: Öyle tanıdık, öyle yabancı 26 Sanata dışarıdan bir bakış 28 ‘Orta kuşak’ yönetmenden itiraflar 29 Her film yeniden başlamaktır 29 22 Peter Sis tarafından resimlenen , Feridüddin Attar’ın adlı eserinde anlattığı kadim otuz kuş hikâyesini çizgilerle yeniden yorumluyor. Selçuk Altun, yeni kitabı 22 ’de yine kültürlü, seyahat etmeyi seven ve zengin bir kahramanla ta nıştırıyor okuru. 27 Sultan III. Murad’ın yazdığı düşünülen mektuplar ilk kez çevriyazıya aktarıldı. Mektuplar hem tasavvuf yolunda bir âşığın ruh ve zihin dünyasını hem de bir padişahın siyasi sorumluluklarla örülü iç çatışmalarını yansıtıyor. Şeyla Benhabib, 28 isimli kitabında, insan haklarının kolayca feda edilebilmesi durumlarına zihin açıcı çözümler öneriyor. Türkiye, darbeler ve azınlıklar 30 Darbeler eğitime nasıl darbe vurdu? 31 Bir müzik yazarının defterinden 31 Askıdaki hayatlar 32 Anadolu’dan eskimeyen notlar 32 Gogol’ün ata hikâyeleri 33 Her parçası bir mucize: Kur’an-ı Kerîm 35 Nasıl futbolun liderleri oldular? 37 100. yaşında Orhan Veli debiyat tarihindeki bazı isimler, eserlerinden çok açtıkları yolla, yaptıkları devrimle hatırlanır. Şiirimizde etkisi eserinin önüne geçen isimlerin başında Orhan Veli Kanık geliyor. Garip’le birlikte şiiri sokağa indirdi Orhan Veli. 36 yaşında hayata veda etmeseydi, muhtemelen (Garip akımını beraber kurduğu arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet gibi) şiirini başka bir yöne çevirecekti. Ama kısa hayatına sığdırdıkları bile 20. yüzyıl Türk şiirinde silinmez izler bırakmasına yetti. Orhan Veli ve arkadaşlarının ‘Garip’ ile yaptıkları çıkışı anmadan bir Türk edebiyatı tarihi yazılamaz. Bu düşünceyle 13 Nisan 1914’te doğan Orhan Veli’yi 100. yaşında kapağımıza taşıdık. Bu ay iki önemli söyleşimiz var: Georgetown Üniversitesi’nden Ori Soltes, Hizmet Hareketi’ni anlattığı kitabı üzerine sorularımızı cevapladı. Amerikan edebiyatının genç yeteneklerinden Ben Lerner, dilimize çevrilen adlı etkileyici romanı üzerine Emre Ayvaz’a konuştu. Dave Eggers’lı, İlhan Berk’li, Virginia Woolf’lu, Bilge Karasu’lu, Umberto Eco’lu bir sayı... “Karanlıkta sözcüklerin ağırlığı bir kat daha artar.” diyordu Canetti. Zor günlerde yoldaşımız kitaplar. İyi okumalar. E İlber Ortaylı 30 ’nde, “Dünya tarihinin hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının hemen hiçbir önemli parçası yoktur ki orada Türkler olmasın.” tezine deliller getiriyor. 33 Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün , adı yazarla özdeşleşmiş bürokrasi hicvinden uzak dört öyküden oluşuyor. Eser, Gogol’ün bütün eserlerine yeni bir gözle bakma fırsatı da sunuyor. Prof. Dr. İbrahim Canan, 34 ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: FEZA GAZETEC L K A. . GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI GENEL YAYIN MÜDÜR YARDIMCISI: MEHMET KAMI GENEL YAYIN EDÝTÖRÜ: AL ˙OLAK EDÝTÖR: CAN BAHADIR Y CE GÖRSEL YÖNETMEN: FEVZ YAZICI SAYFA TASARIM: YUNUS EMRE YILDIRIM SORUMLU MÜDÜR VE YAYIN SAHÝBÝNÝN TEMSÝLCÝSÝ: HAYR BE ER REKLAM GRUP BAÞKANI: MELİH KILIÇ REKLAM GRUP BAÞKAN YARDIMCISI: İSKENDER YILMAZ REKLAM SEKTÖR YÖNETÝCÝSÝ: CENK AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: KAZIM ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YAYIN TÜRÜ: YAYGIN S REL ADRES: ZAMAN GAZETES 34194 YENÝBOSNA-ÝSTANBUL TEL: 0212 454 1 454 (PBX) FAKS: 0212 454 14 96 REKLAM TEL: 0212 454 82 47 BASKI: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ TESÝSLERÝ HTTP:// K TAPZAMAN .ZAMAN.COM.TR E-POSTA: K TAPZAMAN @ZAMAN.COM.TR HER AYIN ÝLK PAZARTESÝ GÜNÜ YAYIMLANIR twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom 36 adlı kitabında, dinimizin zamana verdiği önemi, vaktin boş geçirilmemesi konusundaki emirlerini anlatıyor. Robert ve Carol Bridgestock çiftinin birlikte kaleme aldığı polisiye roman Türkçeye kazandırıldı. Roman, ikilinin dört kitaplık Dedektif Jack Dylan serisinin ilk kitabı. İNCELEME KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘Aklım vardı bilim şaştı’ Beşir Ayvazoğlu adlı kitabında cumhuriyet dönemindeki belli başlı Yunus Emre yorumlarını inceliyor. Cumhuriyet aydınının, ideolojisine pek yakın olmayan Yunus’a neden dört elle sarıldığı sorusuna cevap arayan eserde, “Mevlevi” Yunus’tan “sosyalist” Yunus’a kadar bir dizi temelsiz portre çıkıyor karşımıza. YUNUS EMRE YORUMLARI, BEŞİR AYVAZOĞLU, KAPI YAYINLARI, 240 SAYFA, 15 TL B ‘kullanıyoruz’, en hafifinden vesile kılıyoruz. Vicdan, akıl, sezgi, yüksek beğeni, güzelduyu gibi erdemler kılavuzumuz olmayınca, aynı kişiden ve eserden yüzlerce ‘figür’ ve yargı, yorum üretiyoruz. Yunus’un o harika deyişiyle “bilimizin şaşması”nda, karşımızdaki varlığın büyüklüğü, derinliği, çok cepheliliği inkâr edilemez kuşkusuz. Ne ki, gördüğüm, Yunus’a bakanların çoğu şaşı bakıyor. Birkaç insaflı ya da tarafsız adam dışında, birçok kişioğlu Yunus’a olmadık bühtanlar ediyor, aşırı yorumlar yapıyor. Kimi “Bektaşi, Batıni, hümanist” elbisesini giydiriyor ona; kimi o Müslüman bedene neredeyse papaz kıyafetini reva görüyor. Mevlevi Yunus’tan sosyalist Yunus’a kadar bir dizi esassız, partal portre çıkıyor karşımıza. “Miskin Yunus”u siyasi figür olarak görenler de var, ‘metafizik buhranı’na merhem diye sürenler de. En zararsızları da, Yunus’u romantik bir hava boşluğunda gezdirenler. TURAN KARATAŞ undan beş altı ay evvel, alanda hatırı sayılır bir edebiyat profesörüne sohbet arasında, “Bugün edebiyatımızın en önemli meselesi nedir?” diye sormuştum. “Yunus Emre” dedi. Bu kısa cevabın ardından hoca bazı izahlarda bulundu. Şaşırmadım. Çünkü 2006 yılından bu yana Yunus Emre divanları çevresinde yapmış olduğum okumalardan sonra zaten böyle bir sorunun girdabına yakalanmıştım. Zihnimin bir tarafı Yunus’la meşguldü. Hilmi Yavuz haklıydı, Yunus Emre’nin şiiri “çağımızın tüm sorunlarını ‘emen’ çağdaş bir şiir”di. Fakat bu büyük irfan külliyatı çevresinde bir bilgi kirliliğidir dolaşıp durmaktaydı. Yunus’a ait olduğu söylenen şiirlerin sayısından tutun da, yazmalardan kaynaklanan ciddi metin farklılıklarına, Yunus’un yaşadığı varsayılan efsanevî/ menkıbevî hayata, şiirleri üzerinde yapılan şerhlere, yorumlara kadar çöBEŞİR AYVAZOĞLU zülmesi gereken bir yığın mesele vardı önümüzde. Daha doğru dürüst, güvenebileceğimiz, karşılaştırmalı bir Yunus Divanı yoktu elimizin altında. Olduğu söylenen yayın, maalesef, ‘alaturka’ bir çalışmaydı. Yunus’un ümmiliği hususunda bile doyurucu bir açıklamaya rastlamak güçtü. Yeridir, söyleyelim: Bize sorarsanız, bu kadar derin manalı sözlerin mübdii bilge bir şair, bilinen anlamda ümmi olamaz. Ona atfedilen ümmilik, olsa olsa, peygamberî bir vasıf olabilir. “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur” diyebilen bir muhayyile, böyle bir müktesebatın sahibi bilinç ümmi olabilir mi? Demek ki, şu hakikat ortada duruyor: Edebiyatımızın en soylu, sade, samimi, baştan ayağa aşk boyalı sesi Yunus, hâlâ ciddi araştırmalara muhtaç. Beşir Ayvazoğlu, Türk kültürüne ve edebiyatına taalluk eden birçok meselede öncü çalışmalar yaptı. Ufuk açıcı eserler ortaya koydu. Kıymetli belgeleri unutulduğu köşelerden bulup göz önüne getirdi, çözümlemeler yaptı. Bazı çalışmalarıyla adeta araştırmacılara yol gösterdi. Sözgelimi, Yahya Kemal üzerine ansiklopedik bir biyografi telif etti YUNUS ETRAFINDA İDEOLOJİK KAVGA Yunus Emre Külliyesi’ndeki Yunus heykeli... tek başına. Benzerlerinin yapılmasını kışkırtacak, araştırmacıları gıpta ettirecek, belki kıskandıracak değerde bir eser. Keşke, edebiyatımızın abide şahsiyetlerinin her biri için böyle anıt kitaplar hazırlansa derim. Mesela Yunus için, Fuzulî, Evliya Çelebi, ne bileyim Galib, Nedim için birer ansiklopedi yazılsa... girene huzur bağışlayan bir gül bahçesi. “Elinizdeki kitapta” diyor Ayvazoğlu, “Yunus Emre’nin hayatını ve felsefesini değil, Köprülüzâde Fuad Bey’in Yunus Emre hakkındaki ilk makalesi 1913 yılında Türk Yurdu’nda yayımlandıktan sonra başlayan ve hâlâ devam eden tartışmaların, sahiplenme yarışının ve birbirinden farklı Yunus Emre yorumlarının kısa bir tarihini okuyacak; şiir ve romanlarda, tiyatroda, sinemada ve plastik sanatlarda bu büyük şairin nasıl anlatıldığı hakkında bazı ipuçları bulacaksınız.” Kitabı okuyup bitirince, Anadolu’da yaygın bir söz aklıma düştü. “Cenazede gözyaşı döken, aslında kendi derdine ağlar” derler. Neredeyse yüzyıllık zaman içinde Yunus Emre’ye dair yazılanlara, onun şiiri çevresindeki okumalara, yorumlara bakınca, ister istemez böyle düşünüyor insan. Bu kıratta büyük şahsiyetleri ve eserlerini çok zaman kendi derdimizi duyurmak için, tabir yerindeyse, CUMHURİYET AYDINI NEDEN YUNUS’A SARILIYOR? Ayvazoğlu, son çalışması Yunus, Ne Hoş Demişsin’de cumhuriyet sonrası Yunus Emre yorumlarını inceliyor. Elbette belli başlılarını. Bahsin evvelinde bir soru takılıyor zihne: Cumhuriyet aydını, ideolojisine/ülküsüne çok da yakın durmayan Yunus’a neden dört elle sarılıyor? Çünkü Yunus, “Koskoca bir medeniyet tasfiye edilirken ayaklarının altındaki zeminin kaydığını hisseden ‘bağrı başlı’ aydınların tutunmaya çalıştıkları can simidi.” Korunaklı bir yapı. Kapısından 4 Beşir Ayvazoğlu, kitabında genel hatlarıyla, benzetme doğruysa, bir algılar haritası koyuyor önümüze. Yoksa kitaptaki bazı bölüm başlıkları kitap çapında bir araştırmayı, incelemeyi gerekli kılıyor. Sözgelimi, “Roman Kahramanı Yunus” , “Tiyatroda ve Sinemada Yunus” yahut “Şairlere Göre Yunus” müstakil çalışmalar, geniş araştırmalar gerektiren bahisler. “Kalın bir sis perdesi ardındaki hayatı ve şiirlerinin her türlü yoruma elverişli derinliği, düne kadar, Yunus’un adı ve eseri etrafında ideolojik kavga vermeyi kolaylaştırıyordu. Bugün hem kendisi, hem de yaşadığı çağ hakkında daha fazla bilgiye sahibiz. Dolayısıyla bilinmezliğin arkasına sığınıp aşırı yorumlarla ona ideolojik elbiseler giydirmek epeyi zorlaşmıştır.” dese de yazar, kanaatimizce bu bahiste eksik kalan, yapılmayan çok şey var. Yapılacak olan, en kısa zamanda, adı değil meselesi, işi, uğraşı Yunus Emre olan bir enstitü kurulmalı. Önce sağlam, eksiksiz bir kaynakça hazırlanmalı, bütün malzeme bir havuzda toplanmalı. Sonra da bu salim/sağlam bilgi, belge ve kayıtlar konunun uzmanlarına havale edilmelidir. Aksi halde, daha çok aslı astarı olmayan Yunus menkıbeleri dinleriz, Yunus Emre’nindir diye Âşık Yunus ilahileri söyleyerek mevlit mevlit gezeriz. En kötüsü de, Burhan Toprak’ın yerinde tespitiyle, “her mısraının gayesi tefekkür” olan bu Hak ve hakikat âşığı Türkmen Kocası’nı kötü niyetli hümanistlerin sözlerine meze yaparız. ROMAN KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Edebiyatın harika çocuğu Yeni kuşak Amerikan edebiyatının güçlü isimlerinden Dave Eggers’ın ilk romanı dilimize kazandırıldı. İki genç ve şaşkın adamın yolculuğunu anlatan roman, bir bakıma, yirminci yüzyılı tatmış, başkaldırmaktansa köşesine çekilmeyi tercih etmiş, apolitik, kırılgan ve bencil X Kuşağı’nın hikâyesi. D ÖMER AYHAN ave Eggers, ilk kitabı Müthiş Dâhiden Hazin Bir Eser’le ortalığı salladığında henüz 30 yaşındaydı. Bu tuhaf anı/otobiyografi/kurmaca karışımı, kısa sürede okurları kendine çekti ve meraklı kalabalık, soluğunu tutarak yazarın ilk romanını bekledi. İki yıl sonra yayımlanan Hızımızı Tadacaksınız’la birlikte yazar, Amerikan edebiyatının altın çocuğu olarak kabul edildi. Aslına bakılırsa Dave Eggers karmakarışık bir adam. Yazarlığın yanı sıra dergicilik, yayıncılık, editörlük gibi edebiyatın mutfağındaki işlerde zaman geçirmekten hoşlanıyor, öğrenci ve öğretmenler için kurulmuş bir vakıftan albüm kapağı tasarımı ve film senaryolarına (Away We Go) birçok alanda imzası görülüyor. Hızımızı Tadacaksınız, 27 yaşındaki iki şaşkın adamın öyküsü. Romanın anlatıcısı Will’e beklenmedik bir reklam işinden büyük miktarda para kalır ve bir haftada dünya turu atarak parayı son kuruşuna kadar ihtiyacı olanlara dağıtmak üzere can dostu Hand ile yollara düşerler. Hızımızı Tadacaksınız, genellikle Jack Kerouac’ın kitaplarıyla kıyaslanmış; başta Beat Kuşağı’nı çok iyi anlatan Yolda olmak üzere, kitabın arayış içindeki duyarlı ve kafası karışık gençlerin dünyayı anlamlandırma çabası diye nitelendirebileceğimiz yolculuk romanlarından olduğu söylenegelmiş. Burada şunu belirtmekte yarar var: 1950’lerin Amerika’sı tarih oldu, günümüz insanının yol ile kurduğu ilişki de bambaşka yönlere evrildi. Günümüz insanı derken bile dikkat kesilmek gerekiyor, zira Eggers kendi kuşağını anlatıyor, romandaki zamanın tahminen 90 sonları ya da 2000’lerin başı olduğu düşünülürse, bugün 40’lı yaşlarını süren X Kuşağı’dır kitapta sözü edilen. HUZURSUZ BİR KUŞAK FOTOĞRAF: AP, TINA FINEBERG HIZIMIZI TADACAKSINIZ, DAVE EGGERS, ÇEV.: GARO KARGICI, SİREN KİTAP, 382 SAYFA, 24 TL Douglas Copland X Kuşağı’nı 1991’de yayımlamıştı. Kabaca 1960’larla 1970 başlarında doğan kuşağın hikâyesini anlatan kitap, geçen zaman içinde kült oldu, günümüzde ise modern klasikler arasında kabul ediliyor. Hızımızı Tadacaksınız’ı okurken, Kerouac ve arkadaşlarından ziyade Copland’ı hatırlamamın sebebi, bu kuşakdaşlık olabilir. Öyle ki, kimi pasajların benzerlerini X Kuşağı hatta Komadaki Sevgilim’de de okuyabilirsiniz. Peki nasıl bir kuşak bu? Soğuk Savaş’ın son dönemine tanık olmuş, yirminci yüzyılın biraz zehirli biraz büyülü Dave Eggers tadını fazlasıyla almış, başkaldırmaktansa şalteri indirip köşesine çekilmeyi tercih eden, apolitik, pesimist, bununla birlikte içe dönüklükten ötürü aşırı duyarlı, kırılgan ve bencil. Kendilerini en rahat müzik gruplarıyla ifade ediyorlar. 80’lerin ve 90 başlarının müzikleri, salt bir beğeni unsuru yahut geçmişi canlandıran kışkırtıcı bir anı parçası değil, onlar için adeta birer temsil alanı. Will ile Hand genç olabilirler ama bir nostalji buharında acı çekmekten hoşlanıyorlar: “Bulunduğum bölmenin dışında uçağın kanadı muhtemelen elli yıl öncesinde daha mutlu ve sade insanları taşırken olduğu gibi parlak gümüş rengiydi. Kafalarında pahalı şapkalarla sigara içer, bağıra çağıra konuşur ve kelimeleri şarkı söylercesine telaffuz ederlerdi. Ne zaman böyle uçmaya başladık biz? Böyle kibir içinde?” Sosyal medyanın, Facebook ve Twitter’ın ortalığı salladığı dönemin başında, hatta biraz öncesinde Will’in duyduğu tedirginliği nasıl açıklayacağız: “Bir çağın sonu gelmişti ve ben bunun gerçekleştiğine tanık olmak istemiyordum. Anonim kalma hakkımızı erişilebilirlikle değişmiştik.” Her şeyin bunca hızla değiştiği bir dünyada, yolunu şaşırmış bir kuşağın korkuları bunlar. Will ve Hand için yolda olmak önemlidir ama hız çağında yeterince hızlı davranamadıkları için yolculuğun tadını gereğince çıkaramazlar. Romanın bir yerinde Will şöyle der: “Gerçekten bir şeyler görüyor muyuz yoksa her şeyi kaçırıyor muyuz?” Will ve Hand bir şeyleri kaçırıyor olabilir ama emin olun roman boyunca biz hiçbir şeyi kaçırmıyoruz. Çünkü Eggers yaman bir anlatıcı. SAHNE KURMA USTASI Dave Eggers, bir sahne kurma ustası. Okurken kitabı sahne sahne tasarlamış ve sabırla ilerlemiş intibaı uyandırıyor. Dakar’da bir gece kulübünü mü anlatıyor, Will ve Hand ile doğruca oraya ışınlanıyorsunuz; Fas’ta tekinsiz bir ara sokak yahut Estonya’da adamın iflahını kesen buz gibi bir güneş ışığı, fark etmiyor; Eggers imgeleri, teşbihleri, betimleri her zaman çarpıcı nüanslarla kullanıp üzerinize boca ediyor. Kitabın en ilginç yönü, Will’in muhatabıyla hayalî konuşmaları. Konuşma çizgilerine sık sık başvurduğu yöntemin özgünlüğü, 6 iç monoloğu hesaba katınca belki tartışılabilir. Yirminci yüzyıl başında büyük ustalar tarafından kullanılan ve kimilerince hâlâ taklit edilen bilinç akışı yerine böyle bir yöntemin romana nefes aldırdığı çok açık. Bu hayalî konuşmalar bizi Will’in yalnızlığına gönderiyor. Mesela annesiyle telefon konuşmaları. Birbirlerini iğneleyip hırpalamaktan zevk alıyorlar, Will kafasındakileri bir türlü söyleyemiyor. İşin kötüsü, çocukluğundan beri ayrılmadığı Hand ile de ‘gerçek’ konuşmalarını zihnen gerçekleştirebiliyor. Bu çılgınca dünya turu, Will’in kendi kendisiyle hesaplaşmasına dönüşüyor. Bir kazada ölen diğer arkadaşları Jack’in yokluğu, dinmeyen bir azap. Ama güçlü bir gülmece duygusunun da eksik olmadığı romanda beni en çok etkileyen, Will’in ailesinde bulamadığı mutluluğu her fırsatta yabancılarda araması oldu: “Ve ailesini de sevmiştim – kızlarının sosyal ödevine yardım etmek için topluca havaalanına giden bir aile kusursuz, müthiş değil de neydi? Onun ailesinin bir parçası olmak, yanlarına taşınmak istedim.” Hızımızı Tadacaksınız, Eggers’ın selamını almak için ideal bir roman. EDEBİYAT KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘Çok az insan yazarken benim kadar işkence çeker’ Virginia Woolf’un günlüğü yeni bir Türkçe çeviriyle yayımlandı. İngiliz edebiyatının usta ismi, 4 Ağustos 1918’de tutmaya başladığı günlüğünde yazacağı romanları, denemeleri, eleştirileri anlatırken trajik ölümünün gölgesi kitap boyunca hissediliyor. BİR YAZARIN GÜNLÜĞÜ, VIRGINIA WOOLF, ÇEV.: OYA DALGIÇ, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAY., 464 SAYFA, 26 TL B ler, bilgiler paylaşıyor. Okurun gözündeki o muhteşem, kanık Woolf, en insani zaaflarıyla karşımızda. Sydney Waterlow’un, “Yazmanın en kötü yanı, insanın övgüye çok bel bağlaması.” sözü üzerinden dile getirdiği arayış, aslında onun tutkuyla kovaladığı bir arzu: “Beni bunalıma sürükleyen şey, insanların benimle ilgilenmekten vazgeçmeleri.” Yazıya sadece ruhunu değil, bedenini, belki de bütün varlığını sunuyor Woolf. Eleştirilerden sağlığını kaybedecek kadar etkilenmesi de bundan. Günlüklerin bir yerinde, kurşun yemiş bir tavşan gibi havaya zıpladığını aktarsa da, “Ben yaban tavşanıyım, tazılarımın yani eleştirmenlerimin çok önündeyim.” sözünü söyleyecek cesareti de gösteriyor. Yaptığı yanlışlıklar karşısında yanaklarının alev alev yandığını da suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi itiraf ediyor. MEHMET ÖZTUNÇ ir yazarın, üzerine ölümün gölgesinin en koyu haliyle düştüğü günlüklerini okurken, gözlerimin önünden hayatı kadar ölümü de bulutlanıp geçti. Yaşamdan göçü bu denli romansı olan yazarın hayatına bakarken ölümünü görmemek, o hayatı en büyük anlam parçasından yoksun bırakır. Virgina Woolf’un Bir Yazarın Günlüğü boyunca aklımdan hiç çıkmayan ölüm fikrini, ona ödemem gereken bir borç gibi içimde taşıdım. O, 4 Ağustos 1918’de tutmaya başladığı günlüğünde mutlu bir şekilde, yazacağı romanlardan, denemelerden, eleştirilerden söz açarken, 28 Mart 1941’de evinin yakınındaki bir ırmakta, canına kıydığı günde buldum kendimi. Woolf’un o gün için bilmediği bir kaderi yıllar sonra da olsa bilmenin zalimliği, çaresizliği ve hüznüyle zihnim birçok kez 1941 yılına uzandı. Bir Yazarın Günlüğü’nü okudukça bazı hayatların ancak sondan başa doğru anlam kazanabileceğini daha derinden duyumsadım. O, yazıyla ördüğü kozasına usul usul çekilirken, ölüm atını dörtnala mahmuzlamış, ona doğru geliyormuş meğer. BÜTÜN YAZARLAR MUTSUZDUR BAZEN AYLARCA YAZMAMIŞ Bir Yazarın Günlüğü, 4 Ağustos 1918’de tutulan notlarla açılıyor, günlerden pazartesi. Woolf, daha ilk cümlelerinde bir defter alacak parası kalmadığı için farklı yerlere yazmaya başladığını, bir defter aldığında bu notları oraya aktaracağını söylüyor. Yazar bazen aylarca dönüp günlüğün yüzüne bile bakmıyor. Kırmaktan, ihmal etmekten çekinilmeyen bir dost gibi... Günlük tutma uğraşının kendisi için yazmak anlamına gelmediğini belirtse de durup düşünmeden, hızlı yazdığından bu toz yığını arasında pırlanta değerinde birçok malzemenin kaldığını söylemekten de kendini alamıyor. Aklındaki günlüğü şu sözlerle anlatıyor: “Seyrekçe dokunmuş olsa da dağınık olmayan, aklıma geliveren ağırbaşlı, hafif ya da güzel her şeyi kucaklayacak kadar esnek. Onun eski, geniş bir masaya benzemesini isterdim ya da insanın gözden geçirmeden içine her türlü ıvır zıvırı tıkacağı, her şeyi alacak kadar geniş bir yolculuk çantasına.” Günlük Jakob’un Odası’nın, Mrs. Dalloway’in, Deniz Feneri’nin, Virginia Wolf (1882-1941) Orlando’nun, Yıllar’ın yazılma süreçlerini, Woolf’un bu romanları kaleme alırken nasıl bir azap çektiğini gözlemleme imkânı da sunuyor okura. Bir Yazarın Günlüğü’ndeki saklı pırlanta parçaları, buna benzer ayrıntılarla görünürlük kazanıyor. Woolf, günlüklerini hızlı yazmasına ilişkin olumlu yorumlar yaparken romanlarını, eleştirilerini yavaş yazmaktan muzdarip olduğunu söylüyor: “Yazmak hiç de kolay bir sanat değil. Ne yazacağını düşündüğünde kolaymış gibi geliyor ama düşünce buharlaşıyor, oraya buraya dağılıyor.” Her şeye rağmen yazının, kendisini sağaltan bir tarafı olduğunu da ekliyor: “Yazdıkça hüzün azalıyor. Peki, o zaman niye daha sık yazmıyorum? İşte, insanın kibri bunu engelliyor. Kendi gözüme bile başarılı görünmek istiyorum.” İlerleyen sayfalarda, çektiği azabı Madam Bovary’nin yazarın ki ile karşılaştırıyor: “Çok az insan yazarken benim kadar işkence çeker. Belki yalnızca Flaubert.” Woolf, Yıllar romanının yazılma sürecinde çektiği acıyı ise uzun sürmüş bir çocuk doğurma sürecine benzetiyor. ‘ASIL HAYAT YAZMAKTIR’ Gustave Flaubert, “Yazmak, yaşamın bir biçimidir.” derken Woolf ise günlüğüne şu notu düşecektir: “Asıl hayat yazmaktır, budur heyecan veren, okumak değil.” Günlükleri okurken şunu bütün açıklığıyla görüyorsunuz: Woolf için asıl yaşam yazı, başka bir şey değil. Yazıyla biçimlenmiş, anlam kazanmış trajik bir ömürde geriye kalan, ancak küçük teneffüs parçalarından ibaret. Hayattan çok yazıya yaslandığı için bu günlükler Bir Yazarın Günlüğü ismiyle okura sunuluyor. Hayatı boyunca kaçındığı öğretmen edasına rağmen Woolf, hem bir yazar hem de bir okur için oldukça değerli deneyim- 8 Woolf’un Ulysses hakkında kitabın laf ebelikleriyle dolu olduğunu, romanı tatsız tuzsuz, buruk, dahası küstahça bulduğunu söylemesi sanırım, “Hiçbir yaratıcı yazar başka bir çağdaşını kabul etmez.” sözü etrafında düşünülmeli. Onun eleştirilerinden sadece Katherine Mansfield, Joseph Conrad ve Henry James gibi çağdaşı yazarlar değil; Shakespeare, Milton, Dante, Cervantes gibi klasikler de payını alıyor. Sigmund Freud’dan esinli kötücül bir yorumla, niçin yazdığını ise şu sözlerle dile getiriyor: “Zaman zaman üzerime çöken ve bana yaşlı olduğumu düşündüren belli belirsiz hüzün yazdırıyor bana bunları; çirkinim.” “Bütün yazarlar mutsuzdur. Bu yüzden de dünyanın kitaplardaki resmi karanlıktır. Sözcükleri olmayanlar mutlu.” diyen Virginia Woolf’tan bize kalan son günlük notu 8 Mart 1941 tarihli. Bundan sadece yirmi gün sonra çember tamamlanıyor ve Woolf sonsuz uykusuna çekiliyor. Bir Yazarın Günlüğü’nün son bölümlerinde karşımıza çıkan, “ırmak”, “boşluk”, “umutsuzluk”, “geleceksizlik”, “bunalım”, “hayat denilen cehennem” gibi sözcük ve ifadeler, hayattan çok ölümün sesi misali yankılanıyor, tıpkı yazarın son gün kayda geçirdiği şu cümle gibi: “Bütün renklerim uçuşurken aşağı inmek istiyorum.” KAPAK KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Orhan Veli: Muhallebicide buluşmak Orhan Veli ve arkadaşları ‘devlet’in çizdiği çemberin içinde durmalarına rağmen, bundan hoşnut olmadıklarını hissettirirler, fakat Ankara’ya bağımlıdırlar. Ahmet Haşim şiirinin üzerine yürüyen Orhan Veli, ‘Milli Edebiyat’ın ilkel şiirini es geçer; çünkü bu edebiyat devletindir. H evlerin bahçeli ya da sıralı dizildiği, yazları, özellikle akşamüstleri önü süpürülen, serinlesin diye sulanan, buralara iskemle atılıp oturulan evlerin bulunduğu mahalle, işten dönenlerin biraz duraklayıp ayaküstü hal hatır sorduğu, yarenlik ettiği mekânlardır. Herkes birbirinin adını, ne iş yaptığını, o gün evinde ne piştiğini bilir. Hatta gençlerin gönül maceralarını bile bilir… O toplumsal örgüyü en iyi anlatan da “Söz” şiiridir: “Tak takıştır,/ Sür sürüştür;/ İnadına gel,/ Piyasa vakti,/ Muhallebiciye.” Mahallenin kızıyla muhallebicide buluşulur; oysa rezidansta oturan kız muhallebiciye gelmez! SABİT KEMAL BAYILDIRAN er şey değişir, değişmeyen tek yasa “değişme yasası”dır. Ülkenin toplumsal yapısı değiştikçe elbette şair de, şiir de değişecektir. Bir kere Orhan Veli ve arkadaşları Ankara’ya bağımlıdırlar. Artık şairler için, kültür için Ankara merkez olma savaşımındadır. “Milli Edebiyat” erk’in İstanbul’dan Anadolu’ya taşındığının farkına varır varmaz Ankara’ya yönelir. Çünkü bizim şairlerimiz ‘devlet’siz edememişlerdir tarih boyunca. Bugün bile ediplerimizin büyük çoğunluğu maaşını devletten almaktadır. Bilindiği gibi, ülkemizde Osmanlı’dan miras olarak sivil toplum yoktur; olmasına da izin verilmemiştir. Sınırlı bir sivilleşme ancak tarikatlar/ cemaatler aracılığıyla hayata geçmiştir. Cumhuriyet, İttihatçılardan aldığı merkeziyeti kutsamayı daha da uçlara taşımış, mahalle muhtarını bile kendisi atamıştır. Ne giyeceğimizle, nasıl düşüneceğimizle yetinmemiş, estetiği de ‘devlet’ belirlemiş, şairler bu sınırlar içinde manzume üretebilmişlerdir. Elbette ‘devlet’ bunu sağlamak için zora başvurmamıştır; oltaya para takmış, şairler de maişet uğruna bu zokayı yutmak durumunda kalmıştır. RESMÎ ESTETİĞİN FORMULÜ Devletin resmî estetiğinin formülü, “Batı medeniyeti + folklor” olarak tecelli eder. Ziya Gökalp gençleri heceye yönlendirmek için her şiire örtülü ödenekten bir altın verir. Resmî estetiği de kendisi ortaya atmıştır; “hars” ve “medeniyet” gibi iki kavramdan çıkarır bu bileşimi. Cumhuriyet bu mirası sürdürür. Şiir tarihinde tek şiire yapılan en büyük ödeme Faruk Nafiz’in 1925’te yayımlanan “Han Duvarları”nadır: 50 lira. Bu para o günün rayiciyle 50 altındır! Devletin başındaki büyüklere övgüler yazan bu şairler ya milletvekili atanır ya da önemli müdürlüklere getirilirler. Nâzım Hikmet ‘devlet’in dışında olan ilk şairdir; onun gölgesinde boy atıp devlet büyüklerini medh u sena eden devlet ediplerine saldırarak putları yıkmaya çalışan şairin balta boynuna iner, devlet bu tutumun bedelini ona ödetir. ‘DEVLET’ ÇEMBERİNİN İÇİNDE Orhan Veli ve arkadaşları ‘devlet’in çizdiği çemberin içinde durmalarına rağ- EDEBİ NİHİLİSTLİK men kenarlarında dolaşarak çemberden hoşnut olmadıklarını hissettirirler. Fakat resmî estetiğe savaş açacaklarına Servet-i Fünûn estetiğine, en çok da Ahmet Haşim’e saldırırlar. Servet-i Fünun estetiği gücünü sembolistlerden alıyor, Ahmet Haşim post-sembolistlere selam yolluyordu. Orhan Veli’nin artık müptezelleşmiş olan bu estetiğin en büyük şairine, Haşim’e şiirlerini tehzil (parodi) ederek saldırmasının nedeni, ancak bu yolla dikkati çekebileceğinin farkında olmasıdır. Celâl Sahir Erozan’ın şiirini tehzil etseydi kimsenin dikkatini çekmezdi. Resmî ideolojinin ‘milliyetçi’ kanadına mensup olanlar, en çok korunanlardı; onlar Batı’ya rağmen Batıcıydılar. Her bakımdan Batıcı olmalarına rağmen, Batı’nın Doğu’yu yutma, sömürme çabasına karşı yerlilik özelliğini öne çıkarmaya çalışsalar da kulakları devlet büyüklerinde olduğu için yukarıdan esen rüzgâra göre yön değiştiriyorlardı. Bu tutum onlara ikbal kapısı açmıştır. Oysa Orhan Veli ve arkadaşları, Batı’nın daha çok aydınlanmacı/hümanist geleneğini sahipleniyor, Kemalist kadro içinde ulusçuluğa hiç prim vermeyen bir kesimi temsil ediyorlardı. Azra Erhat-Sabahattin Eyüboğlu çizgisini benimsemiş, Eski Yunan ve Latin kültürüne hayran olan Orhan Veli, devletin İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya omuz verdiği, Nadir Nadi’yle çevresinin Hitler’in doğum gününü kutlamaya gittikleri bir dönemde, “Hakkınız var, güzel değildir ihtimal/ Mübalağa sanatı kadar/ Varşova’da ölmesi on bin kişinin/ Ve benzememesi/ Bir motörlü kıtanın bir karanfile/ ‘Yarin dudağından getirilmiş’” dizelerini yazacak kadar çizilen çemberin dışına çıkma isteğini ortaya koyar. Elbette bu çemberden çıkamamasının temelinde, henüz devletin dışında örgütlenmiş bir sivil toplumun olmaması yatar. Bu dokundurma bile Garipçilerin neden küçük bir maaşla bohem hayata sarıldıklarını gösterir; çünkü devlet onları kollamamış ama onlara ihtiyacı olduğu için de şairleri büsbütün dışarı atmamıştır. ŞİİRE ŞAPKA GİYDİRDİ Orhan Veli, “bir sınıfın haklarından ziyade, o sınıfın zevkini” ortaya koymaya çalışmış, Cemal Süreya’nın mecazıyla, şiire karpuz yedirmiş, şapka giydirmiştir. Peki, karpuz yedirmek, şapka giydirmek hangi toplumsal ortamın sonucudur? Burada Türkçenin kavram yetersizliği beni sıkıntıya sokuyor. Ben “şehir” ile “kent”i farklı kullanmaktan yanayım. Sert ünsüzlerden oluşan “kent” daha çok her biri bir “mahalle” olan gökdelenlerin, rezidansların bulunduğu mekândır. Burada şapka da giyilmez, sokakta karpuz da yenmez. Toplumsal ilişkinin mekânı, en fazla “günaydın”, “iyi akşamlar” denilen asansörlerdir. Bu mekânlarda mahalle kaybolmuştur artık. Mahalle şehirlerde kalmıştır; bir ya da iki katlı 10 Garip şiiri benim için ‘edebi nihilistlik’tir. Nasıl ki “siyasi alanda nihilizm her tür toplumsal düzenin kötü olup yıkılması gerektiğini öne süren, egemen bireyin özgürlüğü adına, otoritenin zorbalığına karşı çıkan tavırda” (Ahmet Cevizci) ifadesini buluyorsa, ‘edebi nihilizm’ de otoriteye karşı (ama gücü yetmeyeceği için ‘otorite’nin dışında durmaya çabalayan) ‘bireyin özgürlüğü’nden yana tavır alır. Siyasi nihilizm, her tür toplumsal düzenin kötü olduğunu söylüyor; edebi nihilizm de her tür ‘şiir düzeni’nin kötü olduğunu söylemekte, ona karşı savaş açmaktadır. Başka bir deyişle, insanlığın şiirdeki bütün birikimi, uyak, ölçü, benzetme, lirizm, abartma vb. reddediliyor; sadece tehzil ve ironiye sahip çıkılıyor. Paul Verlaine’in ünlü “musikî her şeyden önce musikî” dizesiyle başlayan “Şiir Sanatı”nı eskimiş bularak “Eskiler Alıyorum” şiirinde alaya alır Orhan Veli: “Musiki ruhun gıdasıdır/ Musikiye bayılıyorum.” Haşim şiirinin üzerine yürüyen Orhan Veli, ‘Milli Edebiyat’ın ilkel şiirini es geçer; çünkü bu edebiyat devletindir. Kendisi de zaten Destan Gibi’de bu estetiğe yanaşacaktır. Peki, Orhan Veli’nin istediği, nasıl bir özgürlüktür? Eli cebinde, bütün sorumluluklardan azade bir özgürlüktür bu. Malda mülkte gözü olmayan, bütün kaygılardan azade, toplumsal değerlerden bütün palamarlarını çözmüş, “Ekmek” şiirinde “Bir gökyüzü genişliğiyle ruhuma dolar/ Otların içinde sırt üstü yatmanın tadı” diyen, doğayla özdeşleşmiş bir bireyin özgürlüğüdür bu: “Heeey!/ Ne duruyorsun be, at kendini denize;/ Geride bekleyenin varmış, aldırma;/ Görmüyor musun, her yanda hürriyet;/ Yelken ol, dümen ol, balık ol, su ol;/ Git gidebildiğin yere.” KAPAK KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Kendini hep yenileyebilen bir şairin çevirileri Garip manifestosunda vezin ve kafiyenin geçmişin gereksiz kalıntıları olduğunu öne süren Orhan Veli, Fransızca şiirin Pierre de Ronsard, Victor Hugo ve Alfred de Musset gibi büyük isimlerini Türkçeleştirirken onların şiirlerini vezinli, kafiyeli çevirmiştir. 19 sard, Victor Hugo ve Alfred de Musset gibi büyük isimlerini Türkçeleştirirken onların şiirlerini vezinli, kafiyeli çevirmiştir. Mevlana ve Ömer Hayyam çevirilerinde de benzer bir hassasiyet söz konusu. Sadece Fransızca üzerinden ulaşabildiği Çin ve Japon şiirlerini çevirirken üslup bakımından daha rahattır. Kendi şiirlerinden bildiğimiz eda tekrar Fransız gerçeküstücü şiir çevirilerinde bulunur. Ama bu, Orhan Veli’nin o şiirleri özgür bir biçimde çevirdiği anlamına gelmiyor. Çeviriye değindiği yazılarında, çeviri konusunda çok düşündüğü ve birçok açıdan endişeli olduğu görülür. Örneğin, şairi çok heyecanlandırmış olan Fransız gerçeküstücülüğünün aykırı isimlerinden Philippe Soupault’yla buluştuğunda, kendisinin ve Oktay Rifat’ın Fransız şairinin şiirlerini çevirirken izledikleri yöntemi ona anlattığını ve onun da uyarlama, yani yerlileştirme taraftarı olduğunu öğrenince ne kadar sevindiğini 1949’da Yaprak dergisinde aktarıyor. (5) LAURENT MIGNON Mart 1946 günü, Türk çeviri tarihinde kayda değer bir rol oynamış olan Tercüme dergisinde “Çiroznâme” başlığıyla Charles Cros’nun bir şiirinin çevirisi yayımlandı. Çevirmeni, yeni şiirin yaramaz çocuklarından Orhan Veli’ydi. Bu şiir Garip hareketinin kurucusunun kendi yazdıklarını anımsatıyordu, şu alıntıda olduğu gibi: “Çıktı merdivene derken – yüksek mi yüksek Mıhladı sivri çiviyi – tak tak da tak tak Duvarın tâ tepesine – çıplak mı çıplak Attı çekici elinden –düş Allahım düş Taktı çiviye sicimi –uzun mu uzun Astı ucuna çirozu –kuru mu kuru” (1) Doğal olarak derginin bazı okurları kuşkulandı. Yoksa Orhan Veli edebiyat dünyasıyla alay ediyor da kendi dizelerini esrarengiz, adı pek duyulmamış bir Fransız şairinin şiiri diye mi yayımlıyordu? Doğrusunu söylemek gerekirse, mavi gezegenimizin edebiyat tarihlerinde buna benzer örnekler yok değil. “Çiroznâme”nin okuyucularının şaşkınlıkları anlaşılabilir. Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde Fransız gerçeküstücüleri tarafından yeniden keşfedilmesine rağmen, bir zamanlar Paul Verlaine, Arthur Rimbaud ve Stéphane Mallarmé’nin refiklerinden olan Cros, Fransa’da bile büyük ölçüde unutulmuştu. 1946’da onun Türkiye’de tanınıyor olması pek beklenemezdi. Birçok yapıtı gibi kabarelerde yüksek sesle sahnede okunmak üzere tasarlanan “Le hareng saur” adlı şiirinin de Boğaz’ın kıyılarında büyük ölçüde bilinmemesi olağandı. Belli ki Orhan Veli, Cros’ta kardeş bir ruh bulmuştu. Onu Türkçeye, özüne ve biçimine sadık kalarak çevirmekle, belki de istemeden, okurlarının kafasını karıştırmıştı. GENİŞ BİR COĞRAFYADAN ÇEVİRİLER Gerçi Orhan Veli haykuları çevirirken, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, bu şiir türünün oldukça katı hece kurallarına her zaman uymamıştır. Fakat şiir çevirisini çeşitli nazım tarzlarını denemek için bir imkân olarak gördüğü açıktır. Bunun en güzel örneklerinden biri, Azra Erhat’la Latinceden çevirdiği Horatius’un “Vergilius’u Yolcu Ederken” adlı yapıtı. Şiirle birlikte yayımladığı açıklamada Azra Erhat’la onu sadece “güzel” olduğu için çevirmediklerinin, Latince şiirin “nazım tekniği hakkında bir fikir vermek maksadını güt[tüklerinin]” altını çiziyor. (4) Burası gerçekten dikkate değer. Çünkü Garip manifestosunda vezin ve kafiyenin geçmişin gereksiz kalıntıları olduğunu öne süren şair, Fransızca şiirin Pierre de Ron- taklitçiliği ile o kadar suçlanmış bir şairin en çok bir Japon şairinden şiirler çevirmiş olması. Bazılarını önce Mehmet Ali Sel takma adıyla Varlık dergisinde yayımladığı, sonra Tercüme dergisi için gözden geçirip hazırladığı Kikaku’nun toplam yirmi haykusunu Türkçeleştirmiştir. Haykunun büyük ustalarından Başo’nun müridi, 1661– 1707 arasında yaşamış Takarai Kikaku’nun üç dize, on yedi hecede bir anı yakalayabilmesi, kimi dizelerinde yüce olanı, kimilerindeyse sıradan olanı yansıtabilmesi, minimalizmi ve öznel gerçekçiliğiyle öne çıkan Orhan Veli’nin ilgisini çekmiştir: “Erikten bir dal koparıyorum, Çiçekli bir dal, Geceme ait hayallerle.” (3) FRANSIZCADA GEZİNİRKEN JAPON ŞİİRİYLE KARŞILAŞTI Tabii şaşırtmaca biraz çevirinin özünde de var. Çevirmek yeni bir dünya haritası çizmek anlamına geliyor: Sınırların silindiği, dillerin ve kültürlerin yan yana değil iç içe olduğu yeni bir dünya. Orhan Veli, şiir çevirmeni olarak, daha çok Fransız edebiyat geleneği üzerine odaklanmasına rağmen, Memet Fuat’ın “Orhan Veli’de ‘Haiku’ Edası” başlıklı çalışmasındaki nefis ifadesiyle, “Fransızcada gezinirken Japon şiiriyle karşılaşmış, Batı’da Doğu’yu bulmuş[tu].”(2) İlginç olan, bir dönem köksüzlük ve Batı Paul Verlaine Stéphane Mallarmé 11 Arthur Rimbaud Yani Orhan Veli, çevirdiği şaire göre şiir dilini, tekniğini yenileyebilenlerden. Bu yüzden çevirmen olarak yaptıklarını küçümsememek lazım. Doğan Kardeş için çevirdiği Jean de la Fontaine’in masallarından, bugün bile Türkiye’de pek kimsenin bilmediği, Tang şairlerinden Po Kiu-Yi’ye kadar geniş bir edebi coğrafyayı ve zaman dilimini kapsayan çevirileri, onun ne kadar meraklı ve açık fikirli bir şiir okuru olduğunu gösteriyor bize. Orhan Veli, şiir çevirerek sadece dünyayı yeniden şekillendirip güzelleştirmiyor, kütüphanesini de bizimle paylaşıyor. Böylece biz edebiyat okuru olarak çeviri eyleminin otobiyografik bir yönü bulunduğunu bir kez daha görmüş oluyoruz. Ama bu son nokta başka bir yazının konusu olabilir ancak. (1) Orhan Veli, Bütün Çeviri Şiirleri, yayına hazırlayan Asım Bezirci, İstanbul: Can Yayınları, 1982 içinde Charles Cros, “Çiroznâme”, s. 76. (2) Memet Fuat, Orhan Veli, İstanbul: Adam Yayınları, 2000 içinde “Orhan Veli’de ‘Haiku’ Edası”, s. 107. (3) Orhan Veli, Bütün Çeviri Şiirleri içinde KiKa-Ku, “Hai-kai’lar”, s. 48. (4) Aktaran Memet Fuat, Orhan Veli, İstanbul: Adam Yayınları, 2000 içinde “Orhan Veli’nin Şiir Çevirileri”, s. 124. (5) Bilge Ercilasun, Orhan Veli Kanık: Hayatı, Sanatı ve Eserlerinden Seçmeler, İstanbul M.E.B.,1994 içinde Orhan Veli, “Philippe Soupault Türkiye’de, Philippe Soupault Yaprak’ta”, s. 202-3. KAPAK KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘Şiirsokakta’ysa Orhan Veli yaşıyor! Orhan Veli ‘yoldaki’ adamdır, ‘eve dönüş yolundaki’ adam. Arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’la birlikte şiiri ‘havalandırmış’; ona yenilik, tazelik katmış, arı bir nefesle ciğerlerini açmış, öte yandan da şiiri ‘uçurmuş’ adamdır... Şiirin hem nefesini hem de ayaklarını yerden kesmiştir. 1. HAYDAR ERGÜLEN Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in “eve dönen adam” olduğunu söyledi ve yazdı, Şavkar Altınel’se onun “kültürümüzün oluşturduğu ‘ev’e dönen adam değil, bu evden ayrılıp bir daha geri gelmeyen adam” olduğunu. Şiir-ev ilişkisi, yalnızca şair-ev ilişkisine indirgenip oraya sıkıştırılacak bir ilişki değildir kuşkusuz. Kitap evse, şiir de sokağa çıkmak isteyendir. Şiir kitaptan sokağa firar ettiğinde belki daha çok farkına, güzelliğine, iyiliğine varılan bir şeydir. Tabii şiiri bir ‘iyilik öğretisi’, ‘merhamet biçimi’ olarak görüyor, yazıp okuyorsak. “Şiirsokakta”ysa daha şiir oluyor ve insan daha insan oluyor. Oktay Rifat’ın “Garip” hareketini ve şiirini bir mesel olarak anlatmasıyla, bu şiir harikulâde bir tanıma da kavuşuyor. Temiz, ve nefis, bir hava da bu adlandırmayla, tanımla evin içine dolmuş oluyor. Oktay Rifat’a göre “Garip”, bir “havalandırma hareketi”dir. Şiire temiz bir hava gelmekle kalmıyor, öte yandan şiir ‘uçmaya’ da başlıyor, ayakları (uyakları da diyebiliriz) yerden kesiliyor, kısacası ‘havalanıyor’. 2. Orhan Veli ‘yoldaki’ adamdır, ‘eve dönüş yolundaki’ adam. Arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’la birlikte şiiri ‘havalandırmış’; ona yenilik, tazelik katmış, arı bir nefesle ciğerlerini açmış, öte yandan da şiiri ‘uçurmuş’ adamdır, şiirin hem nefesini hem de ayaklarını yerden kesmiş üç adamdan biridir. Çoğumuza göre de ilkidir. Yorgun ama mutlu bir devrimcidir o. Şiiri indirdiği gökyüzünden, tam da arzu ettiği gibi, şiir yağmaktadır artık, bir ‘Garip’ yağmur yağmaktadır. Devrim tamamlanmamış ama amacına ulaşmıştır. Yahya Kemal’den sonra, Nâzım Hikmet’in var mıydı hatırlamıyorum Necip Fazıl’ın olabilir, ilk kez gazetelerin, dergilerin yalnızca kültür-sanat-edebiyat sayfalarında değil, mizah sayfalarında, karikatürlerde yer almayı başarmış şairdir. Öyleyse halk katında da ‘makbul’ bir adamdır artık ve şiiri de ‘meşru’ bir şiirdir. Öyleyse bütün büyük devrimciler gibi hayatta, sanatta, şiirde artık eve dönebilir, onarıma devam edebilir, daha da önemlisi eski mesleğini kaldığı yerden yeniden icraya başlayabilir. Terzilik, marangozluk, kunduracılık, telkâri, hattatlık ve ince yazı. İnce şiir. 3. Kısa şiir. Sevimli şiir. Gülümseyen ve gülümseten şiir. Güleryüzlü düşünce. Oktay Rifat’ın meselinin söylediği, Garip hareketinin ve aslında -ayrıca o ünlü Orhan Veli öğrencilik yıllarında arkadaşlarıyla... “Önsöz”e, manifestoya gerek var mıydı- o hareketin manifestosu olan şiirin fazlalıklarını atmasıydı. Şiir üstünü başını çıkardıkça, soyundukça fazlalıklarını da atmaya, ruhunu ve gövdesini havalandırmaya başlıyor, anayasadan tabiata ya da evden sokağa doğru bir yolculuğa çıkıyor. Şiir sokağın oluyor. Şimdilerde “Şiirsokakta”ysa, bu hem Orhan Veli yaşıyor hem de şiirin sevinmesi demektir. ‘Garip’le birlikte Orhan Veli, şiiri ‘sevindirmiş’tir. Kimi şairler için “şiiri onurlandırdı” deriz, kimilerinin şiirin değerini artırdığını söyleriz. Orhan Veli’nin şiiri de işte tam da Dünya Şiir Günü’nde yazılmış gibidir. Bağ bahçe bahar içinde yazılmıştır. Şiirin yüzünü güldürmüştür. Ünlü “İstanbul Türküsü” şiirinin ilk dizelerini hatırlayalım. Hem unutulur mu: “İstanbul’da, Boğaziçi’nde,/ Bir fakir Orhan Veli’yim;/ Veli’nin oğluyum,/ Tarifsiz kederler içinde.” Devamında da bolca efkâr, hicran, mahzunluk, gariplik geçen bu şiiri okurken bile keder değil neş’e duyuyorsak ve hatta “İçinde” şiirinin “Denizlerimiz var, güneş içinde;/ Ağaçlarımız var, yaprak içinde” şenliğini duyuyorsak, bu ‘havalandırma’ işine ‘güneş’i de dahil edebiliriz, ki zaten havalandırma da bir tür güneşlenme, güneşe çıkma işlemidir. Nâzım Hikmet’in “Bugün Pazar/ Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar” dizelerinde güneşe çıkan ‘şair’dir, Orhan Veli’nin güneşe çıkardığı, havalandırdığı, ısıttığı, aydınlattığı ise ‘şiir’dir. Üstelik yalnızca kendi şiiri değil, 1940’lardaki mevcut şiir eğilimlerinin pek çoğu da bu havalandırma ve güneşlenme işleminden nasibini almıştır. 4. Yorgun ama mutlu bir ‘şiir devrimcisi’ olarak evine dönerken, görevini yerine getirmiş olmanın sevinciyle olsa gerek, birden bir ıslık tutturur. Keyiflenir, ahenkle, adeta o anda tutturduğu ıslığın müziğine uygun olarak yürümeye başlar. Önce ıslık tutturmuş, sonra ıslığın müziğiyle bir yürüyüş tutturmuş, biraz sonra da ıslığa, müziğe ve yürüyüşe uygun sözler mırıldanmaya başlamıştır. Bir an durmuş ve “Ben ne yapıyorum?” demiştir ama yaptığı şey aslında hoşuna da gitmiştir. “Galiba eve dönüyorum” cümlesini tam o anda, orada söylediğine dair bir rivayet yok ama söylemese de ‘eve dönüş’ün gereğini yerine getirmeye başladığına da hiç kuşku yok. Yolcu yolunda, şair şiirde gerek deyip başladığı “Yol Türküleri” adlı uzun şiiri de ona bu yolculukta eşlik edecektir: “Hereke’den çıktım yola,/ Selam verdim sağa sola,/ Haydi, benim bu dünyaya garip gelmiş şairim,/ Yolun açık ola!” Arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat, kuşkusuz her ikisi de İkinci Garip ve Üçüncü Garip olarak anılacak 12 bir mesafede durmuşlardır Garip şiirine, daha önce evin yolunu tutmuşlardı. Evde onları neredeyse tam kadro bir Yurttan Sesler Korosu ile senfoni orkestrası beklemektedir. Adeta solistlerini bekleyen bir koro ve orkestra vardır evde. Onlar da mahcup bir biçimde, hafif çatallı seslerini temizlemek için bir iki öksürmüşler, sonra da usul usul şarkılarını söylemeye koyulmuşlardır. Şarkıları henüz sokağa taşmasa da, ufaktan ufaktan, ötelerden duyulmaya başlamıştır. Sanırım Orhan Veli’nin birdenbire tutturduğu ıslığın başlangıcını arkadaşlarının şarkılarına bağlamakta yarar var. Onları duyar duymaz hemen sesine değilse de ıslığına katmıştır, ama her şey “Birdenbire” olmuştur yine: “Her şey birdenbire oldu./ Birdenbire vurdu gün ışığı yere;/ Gökyüzü birdenbire oldu;/ Mavi birdenbire.” Kız, oğlan, yollar, kediler, kırlar, insanlar, aşk ve sevinç de “Birdenbire” olacaktır. 5. Eve Dönüş: Türk aydınının, yazarının, şairinin serencamında bir tür yol hali. Tanzimat’tan beri eve dönmeyen aydınımız, edebiyatçımız yok gibi. Düşüncede, edebiyatta, şiirde, resimde, sinemada, müzikte evden çıkmadan, daha doğrusu firar etmeden, kaçmadan eve dönüş olmayacağını bilenlerin, hissedenlerin ortak macerası. Coğrafyalar farklı, haritalar farklı, yollar farklı, anlayışlar, arayışlar tümüyle farklı olsa da hatta firar sebepleri birbirlerininkine hiç benzemese de, dönüş gerekçeleri apayrı olsa da, ‘eve dönüş’ gerçeği, gerçekten önce isteği, arzusu ve neredeyse tutkusu hepsini ‘ev’de buluşturuyor. ‘Yol’ ayırır, ‘ev’ buluşturur. Söz sanatları, uyak, ritim, ahenk, müzik, imge, çağrışım, dize... Hepsi ya da bazıları. Şiir deyince, şiirin öğeleri, bileşenleri, buluşanları olarak lirik, epik, pastoral, politik, hangi tarz-ı şiir olursa olsun akla, sezgiye, kalbe ve şiire gelen, şiirin payına düşen şeyler. Onları inkâr değil ama reddetmek de şiire sayılır, ve bilinir ki çoğu kere, sonunda yine onların kapısına gelinecektir. Nasibini arayan bir derviş gibidir şair, gurbete çıkacak, arayacak, umacak, belki bulacak belki bulduğunu sanacak, ama dönüp dolaşıp tekkeye, yani eve, yani artık şiirinin yeni burcuna kavuşacaktır. ‘Garip’ burcunda da olan budur. Şiire Necatigil’in deyişiyle “Hikmet Burcu” sayılabilecek bir düzeyden başlamışlardır Orhan Veli ve arkadaşları, ama yolculuğun başında böylesi bir ustalıkla başlayanların, daha doğrusu ‘ustalığın acemisi’ olarak başlayanların kaçınılmaz yazgısı da budur: Şiiri gökyüzüne indirip oradan eve dönmek. KAPAK KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘İstiyorum ki dünya da beni unutsun’ Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a yazdığı mektuplar adıyla ilk kez kitaplaştı. Mektuplar yetmiş yıldır edebiyat ortamlarında fısıltıyla konuşulan fakat açıkça dillendirilmeyen bir aşkı gözler önüne seriyor. edebiyat tarihindeki büyük aşklar külliyatında yerini alırken, Orhan Veli şiirine ve şairin kişiliğine dair de çok şey söylüyor. YALNIZ SENİ ARIYORUM: NAHİT HANIM’A MEKTUPLAR, ORHAN VELİ, YKY, 280 SAYFA, 35 TL O bir gün bu imkânı temin edebilmek için, yani sadece sana mektup yazabilmek için yürüye yürüye İstanbul’a gittim.” Piyango ve at yarışlarından medet uman Orhan Veli mektuplarında Nahit Hanım’a at yarışı tahminleri gönderir. Hatta, Sabahattin Ali aracılığıyla sigara işinden esaslı bir para kazanmanın peşindedir, zira Ankara’ya gidecek parası yoktur. “Bir pardösü, bir ayakkabı, bir de yol parası” tedarik edebilirse yollara düşme niyetindedir. Nahit Hanım, Orhan Veli’nin şiirleriyle pek ilgilidir ve her seferinde ona yeni şiirinin olup olmadığını sorar. Orhan Veli “şiir sahasında büyük bir hamle” yapmak arzusunda olduğunu mektuplarında sık sık dillendirir: “İnsan zaman zaman böyle susuyor. Mamafih şiiri hiç düşünmüyor değilim. Bu muhakkak daha büyük bir devir için hazırlıktır. Yakın zamanlarda mühim şiirler yazacağımı umuyorum.” “İstanbul’u Dinliyorum” gibi benzersiz bir şiir yazan Orhan Veli’nin İstanbul izlenimleri ise oldukça şaşırtıcı: “Şehir, çamurlu sokaklarıyla, bulutlu tatsız havasıyla, bana dünyadaki şehirlerin en çirkiniymiş gibi geliyor.” MUSA İĞREK rhan Veli’nin Nahit Hanım’a (1909-2002) yazdığı mektuplar Yalnız Seni Arıyorum adıyla kitaplaşınca edebiyat tarihinin ölümsüz aşklarından birinin kapısı aralanmış oldu. Garip akımının kurucusu Orhan Veli’nin Nahit Hanım’a 1947-1950 yılları arasında yazdığı bu incelikli mektuplar, yetmiş yıldır edebiyat ortamlarında fısıltıyla konuşulan fakat açıkça dillendirilmeyen bir aşkın en büyük hatırası. Nahit Hanım tarafından senelerce saklanan mektuplar ve Orhan Veli’nin, “Bir de sevgilim vardır, pek muteber/ İsmini söyleyemem/ Edebiyat tarihçisi bulsun” dizeleriyle anlattığı bu gizemli “sevgili” resmen gün yüzüne çıkmış oldu. Peki, kimdi Nahit Hanım? Gazeteci Zeynep Oral bir yazısında şöyle anlatıyor: “Nahit Hanım kim mi? Bu soru her sorulduğunda, kendisi şu yanıtı verirdi: ‘Beni bilen bilir. Nahit Hanım dersin, o kadar…’ (...) Evet, Nahit Hanım’ın Orhan Veli’nin can yoldaşı, arkadaşı, esin kaynağı, ‘hocası’, büyük aşkı, şiirlerindeki adı söylenmeyen ‘sevgili’ olduğunu bilen biliyordu…” Cemal Süreya ise 99 Yüz adlı kitabında Samet Ağaoğlu’nun Nahit Hanım için “Rönesans gibi kadın” sözlerini kullandığını söyler ve ekler: “Bin dokuz yüz yirmi üç gibi kadın da diyebiliriz. Ya da Cumhuriyet gibi kadın”. Mektupların bu kadar geç yayımlanmasının sırrı Cemal Süreya’nın şu sözlerinde saklı: “Anılar? Anlatmaz anılarını. O konuda bütün girişimleri boşa çıkarır, hiçbir tuzağa düşmez; çok şeyi incelikle geçiştirmeyi bilir.” ‘KENDİMİ DE DÜNYAYI DA UNUTMAK İSTİYORUM’ Mektupların yayımlanma hikâyeleri de ilginç... Ömer M. Koç, koleksiyonundaki bu mektupların yayımlanmasını ister, fakat şairin kız kardeşi Füruzan Yolyapan ağabeyinin edebi kişiliğinin zedelenebileceği endişesini taşır. Yayınevi, mektupların bu iki âşığın hatıralarına saygısızlık gibi algılanmayacağı kanısıyla harekete geçer. Mektuplar titizlikle incelenerek okurla buluşur. Kitabın editörü Murat Yalçın giriş yazısında şöyle diyor: “Orhan Veli’nin hayatının son yıllarının bir hikâyesi, bir bakıma günlüğü gibidir. Şairin kişiliğinin; mizacının; dünya görüşünün; düşünce ve duygularını, tutum ve davranışlarını belirleyen ruh hallerinin; hayallerinin; tutkularının ve bu tutkularını dile getirme biçimlerinin bir belgesidir.” Bir telgraf ve 62 mektubun yer aldığı kitapta Orhan Veli’nin sekiz şiirinin ilk halleriyle yer alı- DENİZE NASIL DÜŞTÜ? yor olması kitabı daha da önemli kılıyor. Nahit Hanım’ın mektuplardan kimi pasajları 1967’de Papirüs’te, 1980’de Milliyet Sanat’ta yayımladığını da belirtelim. Orhan Veli’nin İstanbul’a zorunlu gelişi ve Nahit Hanım’ın Ankara’da süren hayatı arasındaki en büyük aracı bu mektuplar: “İstanbul’da tek zevkim senden mektup almak.” diyor şair. Nahit Hanım’ın “üç dört satırlık” mektupları Orhan Veli’yi üzer ve şair sorar: “Ben sana, ‘Mektuplar seyrekleşir seyrekleşir, günün birinde hiçbir şey yazılmaz olur; dostluk da kendiliğinden biter’ derdim. Acaba bu hali kendinde hissetmediğinden emin misin? (...) Yazdıklarım seni hiç alakadar etmiyorsa boşu boşuna senin rahatını kaçırmayayım.” Orhan Veli mektuplarında “ufacık bir” mübalağası olmadığını söyler: “İçimdekiler yazdıklarımdan çok daha büyük, çok daha mübalağalı.” Kederli bir aşktır Orhan Veli’ninki. “Aşkla beraber kendimi de dünyayı da unutmak istiyorum. İstiyorum ki dünya da beni unutsun.” diye seslenen şair, kendine beddua edecek kadar derin bir çaresizlik içindedir. ‘ŞİİR SAHASINDA BÜYÜK BİR HAMLE YAPMAK İSTİYORUM’ Orhan Veli, Nahit Hanım’ın nazına bazen dayanamaz: “Sana daima iyi mektuplar yazdım. Halbuki senden iyi mektup aldığım pek nadir oldu.”, “Sen çok huysuz bir kadınsın.”, “(...) bu çocukça kaprislerden vazgeçsen, bana daha sitemsiz, daha tatlı mektuplar yazsan olmaz mı? Bütün mektuplarımız hırgürle dolu.” Nahit Hanım ile Orhan Veli’nin arasını açacak dedikoduların da önü kesilmez. Şairin bir çorap bile alamadığı, günlerce aç gezdiği zamanlar varken Nahit Hanım’ın şikayetleri onu bezdirir ve tek yapabildiği, “Birbirinden ayrı yaşamaya mahkûm iki insan gibi mektuplaşmak”tır. Orhan Veli, İstanbul’da büyük bir sefalet yaşar: “Günlerce postaya bir mektup atacak kadar paran olmuyor mu? diyorsun. İnan, günlerce olmuyor. Geçenlerde 14 Nahit Hanım, Sait Faik’in Orhan Veli’yle Yedigün’deki röportajını beğenmez. Şair bir mektubunda Sait Faik’e epey söylenir. Sait Faik’in bir başka darbesi ise idaresini Orhan Veli’ye bırakmayı düşündükleri yeni bir gazete işini bozmuş olması. Orhan Veli, gazetede yayımlanan “denize sarhoşlukla düşmüş” dedikodusunun aslını Nahit Hanım’a aktarmak zorunda kalır. Haberin aksine denize düşmeleri, Tanpınar ve beraberindekilerle kayığa binen hanımefendinin kenara basmasıyla gerçekleşmiştir. Herkes kayıktan suya dökülmüştür: “Hamdi Bey o sırada baş üstüne yatmış yıldızları seyrediyordu. Ben telaşla, ‘Hocam batıyoruz!’ deyince, o yattığı yerden, ‘Aman, ben yüzmek bilmem, beni kurtarın’ diye bağırmaya başladı.” Orhan Veli, 10 Kasım gecesi bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin açtığı çukura düşerek başından yaralanır. 14 Kasım’da İstanbul’da fenalaşan şair aynı günün gecesinde hayatını kaybeder. Kitapta, Nahit Hanım’ın 12 Kasım 1950 tarihli Orhan Veli’ye gönderemediği bir mektup da var. Nahit Hanım, Orhan Veli’den uzun bir mektup ve yeni şiirler istese de bu gerçekleşmez. Yalnız Seni Arıyorum edebiyat tarihindeki büyük aşklar külliyatında yerini alırken, Orhan Veli şiirine ve şairin kişiliğine dair de çok şey söylüyor. KAPAK KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Garip yahut şairin ‘anti kahraman’ olarak portresi Garip’i ilk terk edenler, akımın kurucu babalarıdır. Orhan Veli çıkışını yapar ama hayat ona çıkış bırakmaz. Ölümü sahiden ironiktir. Melih Cevdet Anday ile Oktay Rifat ise başka bir çıkış ararlarken, tarihin bir başka cilvesi belirir: II. Yeni gelmiştir. Artık onların zamanıdır. T V. B. BAYRIL ürkçenin sütdişleri olarak şair (Yunus), benzersiz bir lirik şikayetçi olarak şair (Fuzuli), bir imparatorluğun vakur ihtişamı olarak şair (Bâki), rengarenk bir romansın öznesi olarak şair (Şeyh Galip), bir medeniyetin lirik muhayyilesini yeniden inşa eden özne olarak şair (Yahya Kemal), bir rüya âlemi olarak şair (Haşim)... Türkçenin şairleri böyle atomik cümlelere indirgenerek tarif edilebilirse eğer, Garip şairlerini de başlıktaki gibi anabiliriz. Daha anlaşılır kılmak adına belki bir karşıtlaştırma gerekiyor: Yahya Kemal’in, Kantçı anlamda ‘Yüce’yi çağrıştıran şiirini düşünelim. Şairin bu şiirdeki konumlanışını hatırlayalım. Bu hatırlamadan daha ilk bakışta bize kalan neyse, Garip şiiri işte bunun tam zıddıdır. KÜÇÜK ADAMIN ŞİİRİ Soldan sağa: Orhan Veli, Şinasi Baray, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday FOTOĞRAF: YUSUF ÇAĞLAR ARŞİVİ XX. yüzyıl Türk şiirini lirik ve yüce bir imtidat olarak kuran Yahya Kemal’in klasist edası karşıtını, elbette zayıf fakat buna aldırmayan bir karşıtını Garip’te bulmuştur. Bu açıdan Garip’in “küçük adamın şiiri” olarak anılması kuşkusuz yerindedir. Öte yandan, Türk şiirinin en popüler şiir akımıdır da Garip. Dönemin gazetelerinde sarakaya alınır, karikatürlere konu olur... Fakat bütün meyhane sohbetlerini, dost takılmalarını, ironik biçimde dile düşen mısraları da o üretir. Şairin lirik bir melankolik/epik ve romantik kahraman arasındaki bütün o gelgitini bir süreliğine kesintiye uğratır. İfadeyi, mısrayı, şiiri tüm bilinen araçlarından arındırır. İster kadim, ister klasik, ister geleneksel olsun; ölçü, uyak, istiare, imge, teşbih, daha aklınıza gelen ne varsa... Geriye günlük konuşma dili kalır. Bu durum bir süre şairlerin üzerinden geleneğin veya geçmişin yükünü alır. Hafi fletir. Yaşama sevincini duyumsatır. Garip’in o gerçekten garip ve yoğun ‘yaşama sevinci’ bizim şiirimiz için o döneme kadar karşılaşılmadık derecede benzersizdir. Kainat karşısında anlık bir esrime. Türkçe şiirin böyle bir kesintiye, kısa bir an için duygu, durum, şiire girmeyecek hiçbir sözcük kalmamıştır. Yalın, günlük dil, ironiden çok mizah ikilisinin ördüğü bir hikâye ya da durum, hem çoğaltılması hem de yapılması pek fazla hüner gerektirmeyen bir teknik. Dolayısıyla da ortalığı gariplikler doldurur. ATTIKLARINI ŞİİRE GERİ ÇAĞIRDILAR sanki ihtiyacı var gibidir. Belki de biraz olsun masa üstü temizlenmiştir. Günlük, gündelik dilin açmazları belirene kadar olsun... Garip, dönem şairlerinin diline de bir akışkanlık, rahatlık kazandırmıştır. Sonra belki altı kalınca çizilecek bir başka özellik, şiirin tematik genişliğine ve kelime dağarcığına yaptığı olumlu katkıdır. Garip’ten sonra Türk şiirinde yazılamayacak hiçbir konu, Garip’i ilk terk edenler de haliyle akımın kurucu babalarıdır. Orhan Veli çıkışını yapar ama hayat ona çıkış bırakmaz. Ölümü bu kez sahiden ironiktir. Alkol zehirlenmesi sanılır, oysa beyin kanamasıdır. Melih Cevdet ile Oktay Rifat başka bir çıkış ararlarken, tarihin bir başka cilvesi belirir: II. Yeni gelmiştir. Onların zamanıdır. Sonrasında büyük bir kavis gerçekleşir. Reddettikleri şairane tavır, imge, istiare, teşbih, uyak, ölçü velhasıl şiirin bildiğimiz bütün o kadim, klasik araçları, Anday ile Oktay Rifat’ın şiirlerini koruyan ve asıl kuran şeyler olarak belirecektir ileride. Attıkları her şeyi şiire geri çağırırlar. Bu da şiirin kozmik bir şakasıdır elbette! Ya da ilahi adalet mi desem? 15 Orhan Veli ve ailesi MEKTUP KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘Şiirin yaptığı şu işlere bak’ İlhan Berk’in Enis Batur’a 1975-2005 yılları arasında yazdığı mektuplar gün ışığına çıktı. Noktürn Yayınları tarafından yayımlanan kitapta Berk’in şiir üzerine gözlemleri, yazma deneyimleri, başka şairler hakkında düşünceleri, yayın dünyasına dair anekdotlar ve günlük hayatıyla yalın bir İlhan Berk portresi var. ENİS BATUR’A MEKTUPLAR, İLHAN BERK, NOKTÜRN YAYINLARI, 232 SAYFA, 20 TL M türünden sözler sanılmasın; bunlar İlhan Berk’in şiir evrenini daha berrak görmeye yarayacak yorumlar. Örneğin Necatigil hakkında: “İnce bir sudur Necatigil, şarıltısını hemen vermeyen, dergide onun şiiri olsun istiyorum.” Ece Ayhan’dan “tek kıskandığım ozan” diye bahsediyor. Yaşlılığın onu eşiğine getirip bıraktığı şairler, ileri yaşla gelen buruk duygudaşlığın tarifi mi: “Bana gelince üç ölüye kaldım (birisi kör Homeros gibi): Kavafis, Borges, René Char. Bundan sonra onlarla boğuşacağım artık.” İlhan Berk’in “Yalnız Montale için bile İtalyanca öğrenirdim.” demesi, dilci ve lirik şairi az çok tanıyanları şaşırtmayacaktır. Bu kenar notlarının, şiir üzerine kuramsal gözlemlerin yanında mektuplarda İlhan Berk’in şiire nasıl bir ciddiyetle yaklaştığını gösteren satırlar var ki, daha öğretici. Şairin çok yerde kullandığı “yazmak cehennemdir” mottosunun farklı versiyonları diye bakılabilir bunlara. Örnekse: “Şiirin yaptığı şu işlere bak. 1962’den beri beni dolaştırıyor.” Yıllarca her gün yazdıklarını yeniden yazan, yırtıp atan İlhan Berk şöyle diyor: “Bir dakikalık boş zamanım yok. Her gün şiirle cebelleşiyorum.” Şiirimizin “uç beyi” bir kez daha hatırlatıyor: Şiir ciddiyet ister. CAN BAHADIR YÜCE ektup çağının kapanışına dair o kadar çok yazılıp çizildi ki, aynı şeyleri tekrarlamadan mektubun hayatımızdan nasıl çıktığı hakkında söz söylemek zor. Yine de bir parantez açılabilir: “Şair mektupları” denilen alttürün de artık tarihe karıştığı üzerinde pek durulmadı. Orta yaşın eşiğinde veya daha ileri yaşlarda internetle tanışan kuşağın mektuplarını, bir geleneğin son örnekleri diye kaydetmek gerekiyor; Petrarca’nınkilerden Ezra Pound-James Joyce mektuplaşmalarına kadar uzun, göz alıcı bir gelenek... Kuşku yok, bir Ziya’ya Mektuplar daha yazılmayacak. Yazmanın şartları, yazı türlerini de şekillendirmeyi sürdürüyor çünkü. Noktürn Yayınları’nın kitaplıklarımıza kazandırdığı, İlhan Berk’in Enis Batur’a Mektuplar’ı işte bunları akla getiriyor. Kitap, şair mektuplarının akılda kalacak örneklerinden biri. “İlhan Berk’le tanıştığımda 20 yaşındaydım. Önce, çok geçmeden, onu yaşıtım sandım. Sonra, yıllar geçti, İlhan Berk’in bütün genç şairlerin yaşıtı olduğunu, kaldığını gördüm.” diyor Enis Batur, kitabın sunuşunda. Mektuplar Berk’in poetik tavrını, şiire ve şaire nasıl yaklaştığını özetleyen bu cümleyi doğruluyor. “Çok savruk düzyazı yazıyorum.” dese de, bir şiir var İlhan Berk’in mektuplarında, tıpkı başka düzyazı kitaplarında, Uzun Bir Adam’da, El Yazılarına Vuruyor Güneş’te olduğu gibi. Ama kitaptaki asıl malzeme, duyurduğu şiirsellikten öte, İlhan Berk’in 30 yıla yayılmış düşünceleri, deneyimleri, tutkusu. ‘ŞİİR BOMBALARLA YÜRÜR’ Türk şiirinin iki ana damardan (Yahya Kemal / Ahmet Haşim) aktığı, çok yinelenmiştir; bu ayrımda İlhan Berk’in Haşim damarına yakın durduğunu biliyoruz. Mektupların satır aralarında şiiri nasıl algıladığına dair söyledikleri, genellikle yüzeysel ele alınmış o şiir damarını daha iyi anlamamızı sağlayabilir. “Bir şiir bombalarla yürür, onlar şiir boyunca iki üç kez patlamalıdır.” diyor İlhan Berk. Benzer bir saptama Glyn Maxwell’in geçtiğimiz haftalarda Harvard University Press tarafından yayımlanan On Poetry adlı kitabında da var; Maxwell “sis şiirleri / duman şiirleri” ayrımı yaparken buna yakın bir benzerlik kuruyor. İlhan Berk’in İLHAN BERK’İN VASİYETİ Enis Batur-İlhan Berk evrensel şiir sezgilerine bir işaret sayabiliriz bunu. (Evrenselliği düşünürken, mektuplarda geçen, “Türkçe, hapishane, yalnız Türkçe mi? Türk olmak da!” cümlesindeki yakıcılığı da hatırlatayım.) Şiirin bombalarla yürümesinden, ya da Maxwell’in deyişiyle “duman” çıkarmasından, ne anlamalı? İlk elde sesiyle vuran, imgesiyle çarpan, o etkiden sonra üzerinde dumanı tüten bir şiir. İki örnek dize: “Bize durgun bir kıştan kalan anılar bunlar”, “Bir kuyunun karşısında gizlilik yemini ettiğimiz gün”. Bir dize şairi olduğunu gizlemiyor İlhan Berk ama bunu neredeyse bir kusur sayması şaşırtıcı: “Ben dize çağında yetiştim, ondan belki. (...) Ben dize şairleri soyundanım sevgili Enis. Ne yapalım ki öyle...” İlhan Berk’e göre şiiri yürüten bu “bomba”lar ve bir şiirde en az beş bomba (şah dize) olmalı. Valéry’nin, “Şiir sesle anlam arasında uzayan bir kararsızlık.” cümlesini alın- tılayan Berk’in, şiirde sesin vuruculuğu kadar açıklık/kapalılık üzerine de kafa yorması tuhaf değil: “Açıklıkta pek çok şey yitiyor, biliyorum. Ama açıklığın karanlığı var. O büyük diyorum.” Bu mesele ister istemez metafiziğe de kapı aralıyor, “Metafiziğe geç eğildim, yazık! Ama her şair sonunda buraya geliyor.” diyor bir mektupta. İlhan Berk’in niçin Necip Fazıl’ı hep çekici bulduğunun, Nâzım Hikmet’e mesafeli yaklaştığının cevabı bir bakıma. Ötesini de açıyor mektuplarda: “Nâzım şair olarak (yaptığı çok önemli) bizim için büyük; ama dünya şiiri yanında öyle ahım şahım bir derinliği yok. Evreni dar, hele de derin değil. [...] Nâzım’a modern demek zorlaşıyor bende.” ‘İNCE BİR SUDUR NECATİGİL’ Kitapta İlhan Berk’in yalnız Nâzım değil, başka şairler hakkında da gözlemleri var. Mektupta pek yadırganmayan, dedikodu 16 Enis Batur’a Mektuplar’da iki şairin dostluk çizgisinin ötesine taşan parçalar da var. Şair-yayıncı, şair-editör ilişkisinin sırlarını ortaya seren satırlar; sitemler, küskünlükler, yakınmalar. Gerçi Enis Batur kitabın sunuşunda, Berk’in vasiyetini yerine getirdiğini söylüyor ama bazı mektuplar kitaba alınmasa olur muydu, sorusu akla gelecektir. Vasiyet varsa eldeki bütün mektupların yayımlanmasının doğru olduğu kanısındayım, öte yandan Enis Batur çiğnenen vasiyetler üzerine birden fazla yazı yazmış bir isim, daha açıklayıcı bir metinle sunmalıydı kitabı, diye düşünüyorum. Mektuplarda yayına hazırlığın aceleye geldiği izlenimi veren bazı aksaklıklar var. Yazım farklılıklarının İlhan Berk’in tercihi mi yoksa dizgi yanlışı mı olduğu anlaşılmıyor, örneğin. Kısaltmaların, göndermelerin dipnotlarla açıklanması yararlı olurdu. İmladaki, italiklerdeki tutarsızlıklar ve hatalar da gözden kaçmışa benziyor. İyi işler yapan Noktürn Yayınları yeni baskıda bu hataları giderecektir. Şiirli bir kitap Enis Batur’a Mektuplar, şiir kitabı gibi okunuyor. Memet Fuat haklıydı, İlhan Berk’in dokunduğu şiir oluyor. SÖYLEŞİ KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘Fethullah Gülen, muhteşem bir kilim dokuyor’ Georgetown Üniversitesi’nde ders veren Ori Soltes, adlı kitabında Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eserlerinin Mevlana’nın fikir dünyası ile benzerliklerini inceliyor. Hizmet Hareketi’ni Gülen’in eserlerinin pratik hayata yansıması olarak niteleyen Soltes, Hocaefendi’nin düşünce atlasının köklerini ele alıyor. Prof. Soltes kitabını anlattı. EMBRACING THE WORLD, ORI SOLTES, TUGHRA BOOKS, 128 SAYFA, $13.95 F olmadığı anlayış noktasına varmak bir ölçüde peygamberlerin, Tanrı ile dolu insanların kelimelerini, öğretilerini çalışarak oluyor ve Müslümanlar için bu bütün peygamberler, en çok da Hazreti Muhammed anlamına geliyor. Hizmet Hareketi kelimeleri ve düşünceleri eyleme dönüştürüyor. Kuramsal hale getirmek iyi elbette, ama hizmeti meydana getiren, onun dünyada olabilmesi için bunu geliştirmek; bu öğretileri rehber alarak, kimliği rehber alarak (ki bu Gülen’in durumunda Müslüman, Türk ve Allah tarafından diğer yaratılanlara hizmet etmek için gönderilmiş yaratılmış bir canlı) geliştirmek. Bu, dünyayı mükemmelleştirme işini aktif olarak üstlenmek demek. M. İLHAN ATILGAN ethullah Gülen’in eserleriyle nasıl tanıştınız? İlk izleniminiz ne oldu? Gülen’in eserleriyle Washington DC’deki düşünce kuruluşu Rumi Forum sponsorluğunda Georgetown Üniversitesi’nde düzenlenen dinlerarası diyalog müzakerelerinde tanıştım. Gerçek diyalogla din değiştirme gibi gizli bir gündemi olan diyalog çalışmalarını birbirine karıştırmamak konusunda temkinliyimdir. Bu nedenle doğruyu söylemek gerekirse başlangıçta ne düşüneceğimi pek bilemedim. Daha sonra bana kendi ilgi ve uzmanlık alanım çerçevesinde Gülen hakkında bir kitap yazmam önerildiğinde bunu düşünmek için zamana ihtiyacım olduğunu söyledim. Fethullah Gülen’in eserlerini daha odaklı ve ayrıntılı bir şekilde okumaya böylece ve bu nedenle başladım, bu süreç sonunda onun bütün insanlığa gerçek bir sevgi ve ilgi besleyen biri olduğu sonucuna vardım. Hem ciddi ve dindar bir Müslüman, hem de evrensel insani değerlere destek veriyor. Hizmet Hareketi’nin kurumlarını ziyaret ettiniz mi? Yoksa kitap sadece teorik malzemeye mi dayanıyor? Hem Türkiye’de hem ABD’de bu kurumları ziyaret ettim. Bunu yapmasaydım ve çeşitli yerlerde hareketin içinden yirmi-otuz kadar insanla tanışma şansım olmasaydı, kitabım konusunda içim rahat etmezdi. Hatta Hizmet’ten bazı insanları son derece iyi tanıyorum diyebilirim. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Hocaefendi’yi çağımızın Mevlana’sı diye tanımlamıştı. Sizi Fethullah Gülen ve Mevlana üzerine yazmaya iten neydi? Elbette Özal’ın bu görüşüne katılıyorum. Gülen’in eserlerini tanımaya başladıkça benim de düşüncem bu olmuştu. Bu nedenle kitabımın merkezine Mevlana ve Gülen’in düşünceleri arasındaki ilişkiyi aldım. Kitabın başında Mevlana’dan yaptığınız alıntı, milliyetleri dışarıda bırakan evrensel bir dil hakkında. Gülen hareketi hakkındaki bazı eleştirilerde Hizmet’in Türk milliyetçilerinden oluştuğu iddia ediliyor. Gülen hareketinin milliyetçiliğe bakışını siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bana göre Gülen’in bu konuda görüşü şöyle: Türkiye için en iyi şey Müslüman ve Türk kökenlerine sadık ol- Ori Soltes masıdır; ki bu Fransa için de, ABD için de, Rusya için de, İsrail için de geçerli. Ne olduğunuzu tam anlamak sizi aynı zamanda bütün insanlığı kucaklamaktan alıkoymaz, aksine buna yardımcı olur. Çünkü böylece kendinizi kimliğiniz konusunda güvensiz hissetmezsiniz ve ‘öteki’nden daha az korkarsınız. Bir Türk, gerçek bir Türk ve Müslümansa, Tanrı’nın sevgisinin en iyi şekilde, insanlığa duyulan sevgi yoluyla ifade edilebileceğini de bilir. Çünkü Tanrı insanlığı sever. Bu aynı zamanda ideal bir Türkiye’de Müslüman olmayan Türklerin de kendileri olabilmeleri anlamına gelir. Milliyetçiliğin Türk, Amerikan veya başka bir ülkenin şovenizmine dönüşmediği sürece yanlış bir yanı yok. alçakgönüllülükleriydi. Hizmet edenlere hizmet ediyorlardı. Okullar konusundaysa şu söylenebilir: Öğrencileri için daima orada olan, onları gerçekten önemseyen, onlarla sadece okul saatlerinde değil her zaman ilgilenen öğretmenler ve idareciler sanırım öğrencileri de başarı için teşvik ediyor. (Dünyayı Kucaklamak) mutasavvıfların hayat hakkındaki görüşlerini de karşılaştırıyor. Hizmet hareketinin Fethullah Gülen’in görüşlerinin hayata geçirilmesi olduğunu savunuyorsunuz. Hizmet’in bu özelliği hakkındaki görüşünüzü biraz açar mısınız? Fethullah Gülen’in mistik görüşlerinin, İbn Arabi ve Rumi gibi sufilerin temsil ettiği görüşleri büyük ölçüde yansıttığını düşünüyorum. Eğer bir mistik, ilahi varlıkla dolmak isterse bunu yapabilmek için kendini benlik duygusundan arındırmalıdır. Benlikten arındığım zaman Tanrı’yı ve Tanrı’nın insanlıkla ilişkisini aşırı derecede dar ve taraflı bir şekilde düşünmenin, inancımın merkezine Tanrı’yı değil egomu –kendi anlayışımı ve yorumumu– koymak olduğunu fark ediyorum. Söz konusu düşünürleri daha az Müslüman yapan bir şey değil bu (ya da mistikler bağlamında, bu onları daha az Yahudi, daha az Hıristiyan yapmıyor). Tam tersine, bu benliğin Kitapta da bahsettiğiniz gibi, Hizmet’in okulları zengin bir öğrenci yelpazesine sahip, o okullarda pek çok farklı kültürden öğrenci yetişiyor. Sizce bu farklı ülkelerdeki okulların başarısının ardındaki güç nedir? Bence başarılarının sırrı oldukça basit: Bu okulların idarecileri hizmet hayatı sürdürürken Fethullah Gülen’in öğretilerinden ilham alıyor. Hareketin içindeki insanlarda, okullardaki öğretmenlerde, idarecilerde veya başka kurumlarda çalışanlarda her defasında gördüğüm şey mütevazılıkları, 18 Fethullah Gülen’i mutasavvıflarla karşılaştırırken başlangıç noktanız “sevgi”. Neden sevgiyi başlangıç olarak belirlediniz? Sevgi ile başladım çünkü bu: a) Rabiatü’l-Adeviyye sayesinde tasavvufun en önemli atılımını yaptığını düşündüğüm kavram b) Hem İbn Arabi’nin hem Mevlana’nın (ki bunlar kitabımın önemli odakları) yazdıklarında vardığı noktanın bu olduğunu düşünüyorum c) Çünkü bunun Gülen’i, düşüncelerini ve yazdıklarını en açık şekilde tanımlayan, pek çok kişiye de ilham veren vurgu olduğu görüşündeyim. Bediüzzaman Said Nursi de kitapta bahsedilen önemli isimlerden biri, Gülen’i de onun varisi olarak görüyorsunuz. Bediüzzaman ile Fethullah Gülen arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Said Nursi’yi Gülen’in düşünceleri için diğer bir önemli kaynak olarak görüyorum. Sokrates ve Platon ona ilham veren düşünürler, filozoflar arasında. Bilim adamı olarak Einstein onu etkilemiş. Rabiatü’l Adeviyye, İbn Arabi ve Mevlana ilham aldığı sufiler. Said Nursi ona hem kendisiyle aynı topraklardan hem de insanların ruh dünyaları hakkında endişe eden biri olarak ilham vermiş. Onu özellikle bilim ve inancın savaş halinde ya da birbiriyle çelişen şeyler olmadığı, tam tersine ikisi arasında insanlık için dünyada olmayı daha mükemmel bir hale getirecek bir ortaklık kurulabileceği noktasında esinlemiş. Fethullah Gülen, çeşitli iplikleri kullanarak muhteşem bir kilim dokuyor; bu kilim hem açıkça Nursi ile hem de diğer düşünürlerle örülü, Gülen’in kendisine has bir kilim. SÖYLEŞİ KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ ‘Her yazar bir soyağacına bağlıdır’ Ben Lerner, 1979 doğumlu, Amerikalı ve çok övülmüş bir şair. Atocha’dan Ayrılış da 2011’de yayımlanan, İspanya’da geçen ve bol ödüllü ilk romanı. Kitabın kahramanı Adam Gordon, roman teorisyenlerinin “güvenilir güvenilmez” diye kategorize ettikleri, gerçeği saklayan ya da çarpıtan ama okuyucunun ne zaman sakladığını ya da çarpıttığını bildiği için sözüne güvendiği o kaypak anlatıcılardan. Ancak Atocha’dan Ayrılış’ı ilginç yapan, başka güzel roman- zorunda kaldığı, söylediğini unuttuğu ve çoğunlukla niye söylediğini kendisinin de tam çıkaramadığı bir sürü küçüklü büyüklü yalanın arasında bir şey arıyor. Gerçekten arıyor ve bazen “araştırmam”, bazen de “projem” dediği, İspanya’nın çeşitli şehirlerinde, müzelerinde, parklarda ve trenlerde, yazar, sanatçı ve siyasi aktivistlerin arasında geçen bu birkaç aylık arayışının ATOCHA’DAN AYRILIŞ, BEN LERNER, ÇEV.: HAKAN TOKER sonunda... Buldukları ya da bulamadıkları konusunda söylenebilecek çok şey var. Lerner, haklı olarak, bu konularda ketum. Ama ben yine de sormak istedim, çünkü Atocha’dan Ayrılış okuyucuyu hemen birileriyle, mümkünse bizzat yazarıyla konuşma ihtiyacıyla dolduran kitaplardan. Ben Lerner’ın ikinci romanı 10:04, eylül ayında ABD’de yayımlanacak. Atocha’dan Ayrılış Hakan Toker’in çevirisiyle Jaguar Kitap tarafından yayımlandı. JAGUAR KİTAP, 216 SAYFA, 18 TL FOTOĞRAF: MATT LERNER A lara benzeyen taraflarından çok, kolayca başka bir şeye benzetemediğimiz tarafları ve Adam da başka meşhur kaypak anlatıcılardan (mesela Italo Svevo’nun Zeno’su ya da Nabokov’un Humbert’ı) pek çok açıdan farklı. Adam aralarına düştüğü ve dillerini tam anlamadığı (ya da işine öyle geldiği için pek anlamıyormuş gibi yaptığı) İspanyol arkadaşlarına söylediği, bir kere söylemiş bulununca sürdürmek EMRE AYVAZ merikalı edebiyat eleştirmeni James Wood, ilk romanınız ’ın kahramanı Adam Gordon’ı, doğru bir şekilde ama bence biraz da âdet yerini bulsun diye, Eugene Onegin ve Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı gibi “ümitsiz Rus karşı-kahramanları”nın “safkan torunu” olarak niteledi. Geo Dyer da benzeri bir heyecanla Adam’la Hamsun, Pessoa ve Camus’nün “yabancılaşmış” kahramanları arasında bir akrabalık bulmadan edemedi. Ama bana kalırsa, bu gibi edebi soyağacı çizme çabaları, bir sanat eserinin başka hiçbir şeye benzemeyen çekirdeğini görünmezleştirme, onu okuyucu için fazla tanıdık hale getirerek sıradanlaştırma gibi bir tehlike de içeriyor. Bence , ilk şiir kitabınız T ’ten bir mısrayla söyleyecek olursam, “kökenlerine dair soruyu havada yakalayıp yere bırakıyor.” Kökenler, edebi atalar, janrlar sizi bir romancı olarak ne derece ilgilendiriyor? Bence her yazar edebi bir soyağacına ya da geleneğe derin bir şekilde bağlıdır –bu bağlantı bir kopma çabası biçimini almış olsa dahi. Bir edebi form olarak roman her zaman geleneksel formların bir karışımıdır, diğer edebiyat yapma yollarını kendi içine katabilen ve hicvedebilen garip bir edebi janr üretme çabasıdır. Bence Atocha’dan Ayrılış roman sanatına içkin geleneksel bir endişeyle derinden ilgili: Sahtelik endişesi. Sahiciliğine sahteliğini insafsızca tasvir ederek ulaşan bir karşıkahraman. Tabii aynı zamanda günümüzün küresel mekânını ve yeni dolayım biçimlerini (uyuşturucular, internet) vs. tasvir etmekle de ilgileniyorum. zahmetsizce sahip olduğu imtiyazlar ve son demlerini yaşayan bir imparatorluğun çözülüşü yüzünden mahvolmuş bir hayat mı, yoksa Adam, düşe kalka da olsa kendi kimliğini bulan genç bir adam mı? Bence “projesi” okuduğumuz roman olarak da görülebilir: Sahiciliğe benzeyen bir şeye kavuşmanın bir yolu olarak kendi sahtekârlığını acı verici bir açıksözlülükle tarif etmek. Adam’ın anlatıcı sesinin en çarpıcı özelliklerinden biri, kendi kendisi hakkında konuşan bir ses olması. Düşündükleriyle söyledikleri arasında bir boşluk, bir kısa devre var. Kendisini “bir şeyler derken buluyor”, kendi mevcudiyetinden kopukmuş, yapıp ettiklerinin hem faili hem izleyicisiymiş gibi. Dolayısıyla biz okuyucular da kendimizi aynı anda iki anlatıcıyla birden özdeşleşmiş hissediyoruz: Hem Adam’la hem de Adam’ın hayali benliğiyle. Sizce bu hastalıklı bir hal mi yoksa “insanlık durumu” dediğimiz şey basitçe bu mu? Güzel bir soru ve bence roman bunun bir soru olarak kalmasını istiyor: Adam’ın kendine yabancılaşmışlığı, büyüdüğü ortamdan ya da denk geldiği tarihsel andan kaynaklanan kaçınılmaz bir durum mu, yoksa Adam bir tür sosyopat mı? Yazar olmakla, yani kendi deneyiminizi hayatın değil de edebiyatın içinde derin bir şekilde yaşayabilmek için o deneyimle aranıza koyduğunuz ve onu kayıt altına almanızı da mümkün kılan bir tür mesafeyle mi ilgili? Bence roman bunlara cevap vermekle ilgilenmiyor. Romanın amacı bu sorulara bir canlılık, hayatiyet kazandırmak. “Atocha’dan Ayrılış”, büyük Amerikan şairi John Ashbery’nin erken dönem şiirlerinden birinin başlığı. Adam, Ashbery için “ironi yapmaksızın ‘büyük şair’ diye tanımladığım az sayıdaki kişiden biri” diyor, ki sizin de kahramanınızla aynı fikirde olduğunuzu biliyorum. Ashbery’nin Fransızcadan yaptığı bütün çeviriler önümüzdeki günlerde iki cilt halinde (düzyazı ve şiir) yayımlanacak: Bu vesileyle bir şeyler söylemek ister misiniz? Adam Gordon’ın romanda Ashbery hakkında söyledikleri, Ashbery’nin tuhaf gücü hakkında benim söyleyeceğim şeylere çok yakın. Adam, “misafir sanatçı” olarak İspanya’da bulunan genç bir şair. İspanyolcası çat pat ve ülkenin tarihinden de, gündeminden de pek haberdar değil. Öte yandan İspanya İç Savaşı hakkında bir şiir yazması gerekiyor. Kitabın görünürdeki komedisi de bu çelişkiden çıkıyor: Adam’ın sürekli meşgulmüş gibi yaptığı “projesi” aslında sahici bir benlik inşa etme projesi. Doğru mu bu? Sizce aradığı şey gerçekten “sahicilik” mi? Aradığı tek şey sahicilik değil, ama sahicilik kitabın merkezinde –sahici bir estetik deneyim nedir? Hem bugün yazılan şiirin büyük kısmını hayal kırıklığı içinde okuyup hem de sahici bir sanatçı olması mümkün mü? İnsanlar arasındaki ilişkileri mümkün kılan yanlış anlamanın gizemi midir, yoksa Adam’ın ilişki kurabilmesinin hakiki bir yolu var mı? Adam’ınki pornografi, Adam’ın şiir hakkında söylediklerinin aksine, sizin romanınız bir sürü şey hakkında: Benlik, sahicilik, deneyim, sanat, dil, edebiyat, siyaset vs. Roman yazmadan önce şiir yazıyordunuz, dolayısıyla şu kadim soruyu sorayım: “Bir şey hakkında olmak” ne demektir? Ya da ’ı şiir değil de roman yapan ne? Ben Lerner 20 KÝTAP ZAMANI SÖYLEŞİ Şiir hakkında bir şeyler söyleyebilmek için şiire mesafe almak istedim. Romanın sevdiğim tarafı zannederim esnekliği –başka formları, başka edebi türleri kendi içine katabilen, çok “küratöryel” bir form. Belli şiirleri sunmaktan ya da tarif etmekten çok şiirle karşılaşma anları sahnelemeyi; estetiğe dair fikirlerin hayatın diğer alanlarına nasıl sirayet ettiğini göstermeyi istedim. Bir edebi form olarak roman da bana bu serüven (ya da talihsiz serüven) için uygun göründü. Adam “derin bir sanatsal deneyim yaşayamamaktan” muzdarip. Düzenli bir şekilde –ve “araştırmam” dediği şeyin bir parçası olarak– Prado Müzesi’ne gidiyor ve tıpkı Thomas Bernhard’ın ’ının anlatıcısının ve isimli ünlü kitabında sanat tarihçisi T. J. Clark’ın yaptığı gibi uzun uzun tablolara bakıyor. Ama onlardan farklı olarak, zavallı Adam’ı müze galerisine tekrar tekrar götüren şey o deneyimi bir kere daha yaşama arzusu değil, bu sefer nihayet yaşayabileceğine dair bir ümit. Sorun nerede? Adam’da mı, müzenin beyaz duvarına asılı sanat eserinde mi, yoksa ikisinin arasında bir yerde mi? Yine çok yerinde bir soru, ama bence romanın cevap vermeye çalıştığı değil, okuyucuya yöneltmekle yetinmek istediği bir soru bu. Adam başkalarının deneyimlerini çalıyor ve bu çalıntı deneyimlerle “dayayıp döşediği” bir sahte benlik kuruyor. Ben Adam’ın başkalarının deneyimlerini bulunmuş malzemelerle çalışan mutsuz bir sanatçı gibi “temellük ettiğini”, sahiplenerek kendinin kıldığını düşünüyorum. Katılıyor musunuz? Bence bunda bir doğruluk payı var –ve 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ bence Adam’ın estetik deneyim yaşama/yaşayamama konusundaki endişesi, kişisel ilişkilerle ilgili endişesiyle paralellik taşıyor: İnsanların kendi arzularını yansıttıkları bir ekran olması gerektiğini düşünüyor Adam, çünkü kendi değerinden şüphe duyuyor. Kitabın sonlarına doğru, sevgilisinin (daha doğrusu sevgilisi olup olmadığı belli olmayan iki kadından birinin, Teresa’nın) evinde aylaklık ederken, Adam içinde kendi şiirlerinden birinin de olduğu bir Amerikan şiir dergisi buluyor: “Afalladım, Providence’tayken yazdığım, Topeka’yla ilgili şiirlerin bulunduğu, New York’ta yayımlanan önemsiz bir derginin burada, Madrid’deki bu enfes dairede ne işi vardı?” ’ın geçtiğimiz günlerde çok güzel bir Türkçe çevirisi yayımlandı ve ben Amerika’yla Türkiye arasındaki coğrafi mesafenin mi yoksa kültürel mesafenin mi kafanızı daha çok karıştırdığını merak ediyorum. Bence kültürel ve dilsel yerinden oluş hakkındaki bir kitabı çevirmenin güzel tarafı, çeviri faaliyetinin beraberinde getirdiği “sorunların” da o kitabı okuma deneyiminin bir parçası haline gelmesi. Türkiye hakkında, kitabın orada nasıl bir bağlamda okunacağını hayal edebilecek kadar bilgi sahibi olduğumu iddia edecek değilim. Kitabım kısmen Amerikan tarzı kapitalizmin dünyayı hangi yollarla tekrar şekillendirdiği ya da şekillendirmeye kalkıştığı, “teröre karşı savaş” denen şeyin nerelere kadar uzandığı vs. hakkında ve bunların Türkiye bağlamında ne gibi bir yankı bulacağını merak ediyorum. Ama ne olursa olsun kitabım Türkçe içinde de var olacağı için çok memnunum. MERAKLISINA: Bildiğim kadarıyla John Ashbery hakkındaki Türkçe tek kaynak, 1997 yılında Yapı Kredi Yayınları’nın davetlisi olarak İstanbul’a geldiğinde kendisiyle yapılan söyleşi ve şiirlerinden küçük (Ashbery’nin aşırı üretkenliği düşünülürse, mikroskobik) bir seçkiden oluşan, şu baskısı tükenmiş kitap: (YKY, 1997). Enis Batur’un aynı sıralarda yazdığı “John Ashbery Geldi Kaldı” başlıklı yazıysa şu kitabında bulunabilir: (1974-2000) (Granada, 2013). James Wood’un Türkçede tek bir kitabı yayımlandı ( , Ayrıntı Yayınları, 2010); Geo Dyer’ın birbirinden tuhaf ve güzel kitaplarının beşi Everest Yayınları’nın, biri de Sel Yayıncılık’ın yayın programında; en son Picasso üzerine bir kitap yazan sanat tarihçisi T. J. Clark’ın takıntılı bir şekilde anlamaya çalıştığı iki Poussin tablosu hakkındaki (Ölümün Görünüşü) isimli benzersiz kitabıysa yayıncısını bekliyor. (Emre Ayvaz) 21 EDEBİYAT KÝTAP ZAMANI ‘Buraları rüzgâr, buraları yağmur’ G 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Kuşların aşka yolculuğu Selçuk Altun, yeni kitabı ’de yine kültürlü, seyahat etmeyi seven ve zengin bir kahramanla tanıştırıyor okuru. Sırlı bir günlüğün etrafında şekillenen anlatıda büyük bir utancın örtbas edilmesi ve adalet arayışı var. Peter Sis tarafından resimlenen , Feridüddin Attar’ın adlı eserinde anlattığı kadim otuz kuş hikâyesini çizgilerle yeniden yorumluyor. Kitap baştan sona görsel bir şölen niteliğinde. SOL OMZUNA GÜNEŞİ ASMADAN GELME, SELÇUK ALTUN, SEL YAYINCILIK, 104 SAYFA, 10 TL KUŞLAR MECLİSİ, PETER SIS, ÇEV.: NAZMİ AĞIL, ALEF KİTAP, 160 SAYFA, 32 TL “ İNAN ÇETİN ünlük okumayı röntgenciliğe benzeten Dedem, bana otuzuncu yaş günümde tuhaf bir günlük armağan etmişti.” Selçuk Altun’un yeni kitabı Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’nin açılış cümlesi bu. İçinde yarım yüzyıllık bir sırrı taşıyan günlüğün rotasında ilerleyen kitap, bir novella. Ülkemizde çok yazılmamış, hâlâ da pek fazla yazılmayan bir tür olan, buna karşın iyi örnekleriyle öne çıkan novella gerçek bir edebi zevki de beraberinde getirebiliyor. Selçuk Altun, baştan beri romanlarında izlediği yollardan birini Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’de de izlemiş; kurmacanın beslendiği gerçek hayatın kimi öğelerini romanın bütününe bozmadan yansıtmış. Bu, Selçuk Altun’un okurları tarafından benimsenmiş bir üsluptur ki, incelemeye değer. Ama daha önemlisi, kitabın belkemiğini oluşturan sırlardır. Kimi zaman entelektüel bir arayışın sonucunda ortaya çıkıp Batı’ya uzanan, kimi zaman yoksulluk ve töreler kıskacında sıkışıp kalmış öç ve adalet arayışıyla şiddete dönüşüp Doğu’ya uzanan sırlar, fiziksel gerçekliğin bir tezahürü gibi önümüzde duruyor. Peki, bu sırların temelinde ne var? Kitabı okuyup bitirdiğinizde bu ve benzeri sorulara kendinizce yanıtlar bulacaksınız ama önemli nokta belki de bu olmayacaktır. YİNE BİR SEYYAH KAHRAMAN Kendisine armağan edilen günlüğü okuduktan sonra günlük tutmaya başlayan kahramanız Alp’in bir dağ tırmanışında yükseklik korkusuna kapılması ve bu korkunun yol açtığı olay, art arda gelen sırların kapısını açıyor. Selçuk Altun’un önceki romanlarında olduğu gibi kültürlü, seyahat etmeyi seven, zengin bir kahraman Alp. Sadık çalışanı Mem ise yoksul bir güneydoğuludur. Alp, günlükteki işaretleri izleyerek günlük yazarının kimliğini çözmeye İngiltere’ye, Mem ise Mardin’e gider. Altun, Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’de kısaca değindiğim bu olaylar çerçevesinde bir sırlar dünyası kuruyor; bu dünyanın içinde büyük bir utancın örtbas edilmesi de, aşk da, şiddet de, adalet arayışı da var. Quentin Tarantino’nun filmlerini izleyen, adaletsizliği görüp yaşadıkça içten içe büyük bir öfkeye kapılan Mem’in H Doğu’ya, Mardin’e gitmesi ve haksızlığa karşı öfkesini kusması romana damgasını vuruyor. Ama Mem bununla yetinmeyecektir; öfkesi büyüyecek, halka halka yayılacaktır. Bu bakımdan roman, gerçek olduğunu bildiğimiz bir toplu tecavüz olayını irdeliyor. Gerçek olduğu içindir ki, Mem’in Quentin Tarantino’dan rol çalarak haksızlara ve güçlülere başkaldırmasını anlatan sahneler etkileyici. Mem’in adalet arayışı, adaleti yerine getirme yöntemi ise bir başka acı sırrın ortaya çıkmasına vesile olacak, Tarantinovari hesaplaşmalar Mardin’den İstanbul’a uzanarak Mem ile hemşerisi Resul aynı kaderin iki yüzü gibi romanda buluşacaklardır. Selçuk Altun, bir röportajında, romanın oluşma aşamasında araştırmalar yaptığını, önce Mardin’e sonra da tarihçi, yazar ve estet John Julius Norwich’in yeryüzünün en önemli arkeolojik kenti dediği Afrodisias’a gittiğini belirtiyor. Alp ile Mem’in hangi kentlerle ve sırlarla ilgili olabileceğini varın siz kestirin... Adaleti kendi sağlama mecburiyetine sürüklenmiş bir bireyin acısını hisseden yazar, niyeti bu muydu bilmiyorum ama, kahramanın adalete güvendikçe yüzleşmeye dönük çabasını da irdelemiş oluyor. AZRA İNCİ ikâye malum, hiç kimsenin padişahsız olmadığını gören kuşlar, hüthütün öncülüğünde padişahları Simurg’u bulmak için yola çıkar. Önlerinde aşılması gereken vadiler vardır. Bunlar tama (açgözlülük), aşk, marifet, istiğna, tevhid, hayret ve son olarak fakr u fena vadileridir. Elbette her durakta dökülenler, gönlü başka şeylerle çelinenler, daha fazlasına takat yetiremeyenler olur. Öyle ki, o kadar kuş içinde kala kala otuz kuş kalır. Ulaştıkları menzilde Simurg’u sorarlar. Bu sırada bir ulak gelip önlerine bir kâğıt bırakır. Okudukları, yolculuk boyunca başlarından geçen maceralardır. Bunun üzerine kuşlar büyük bir şaşkınlık yaşarken Simurg’tan bir ses duyulur: “Siz buraya otuz kuş geldiniz [“si” Farsçada otuz, “murg” ise kuş anlamındadır], otuz kuş gördünüz. Daha fazla yahut daha az gelseydiniz o kadar görürdünüz. Burası bir aynadır!” Bütün kuşlar Simurg’da fani olur, kendi varlıklarından vazgeçer. Böylece yine kendilerine yani asli hüviyetlerine dönerler. Feridüddin Attar’ın öyküsü temsilî bir surette Vahdet-i Vücud felsefesini anlatır. Kuşlar, müritler; Simurg ise mürşittir. Müritler mürşidin öncülüğünde çıktıkları ilahi aşk yolculuğunda menzile vardıkları zaman Allah’tan geldiklerini idrak edip yine O’nda yokluğa ulaşırlar. Bu öykü, tasavvuftaki insan-ı kâmil olma arayışının alegorik anlatısıdır. İslam’ın parlak zihni Muhyiddin-i İbn Arabî, “Biz bir şeyi remz ederiz, lügatleştiririz ama bizim bundan kastımız başka bir şeydir.” diyor ki, öykünün kodları bu belirlemenin etrafında düşünülmelidir. ÇAĞA TANIKLIK Bazen bir düşünce, bir cümle, bir eğritileme, hatta bir sözcük bile bir romana, öyküye, kısacası bir edebi metne egemen olabiliyor. Bu yüzden, Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme’yi yalnızca gerçekte yaşanmış utanç verici toplu tecavüz olayıyla yorumlamayız ancak şunu söyleyebilirim: Kitaptaki sırlarla örülü hikâyeler, tıpkı aynı kaynaktan çıkıp kollara ayrılan bir su gibi... Bu kollar akıp aynı yerde birleşiyor ve bize o büyük utancımızı anımsatıyor. Tabii ki kurmacanın gerektirdikleriyle, çileci yazın türünün kurallarıyla. Hep söylendiği üzere, kurmaca metinler bir yanıyla çağıyla ilişki içindedir. Açık ya da örtülü bir biçimde yazar, çağına tanıklık eder. Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme işte bu tarihi tanıklığı yapan, hepimize ait acıların kapılarını açan bir roman. Kitabın 2014’te yayımlanmasının da özel bir önemi var. Oktay Rifat’ın dizelerinden adını alan novella, Rifat’ın 100. yaşında yayımlandı. Bu vesileyle, romanın başında da yer alan iki dizesiyle Oktay Rifat’ı da anmış olalım: “Buraları rüzgâr, buraları yağmur / Sol omzuna güneşi asmadan gelme.” ÇİZGİLERLE KADİM HİKÂYE Peter Sis tarafından resimlenen Kuşlar Meclisi bu kadim hikâyeyi çizgilerle yeniden yorumluyor. Sis, bir avizenin içini aydınlatan lamba gibi bugüne değin zihinde oluşan imajlar cümbüşünü renklendirip ışıklandırıyor. Kitap baştan sona görsel bir şölen havasında. Peter Sis, hikâyeyi sadece çizginin diline taşımıyor, ruhunu örselemeden adeta yeniden var ediyor. Doğu Avrupalı (Çekoslovakya) Peter Sis, ABD’de The New York 22 Times Book Review tarafından verilen Yılın En İyi Resimlendirilmiş Kitabı Ödülü’nü bugüne kadar yedi kez kazanmış. Kitabın henüz başında çizer, Attar’ın bir sabah huzursuz bir rüyadan uyandığında kendini bir hüthüt kuşuna dönüşmüş bulduğunu söylüyor. Eğer en sonunda insanın bulacağı padişah kendisinden başka biri değilse Sis’in, “Krallar, krallar… Bıktık, usandık krallardan! Yeni bir krala ne gerek var?” sözünün hikâyedeki temel arayışı özetler nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Doğu edebiyatının hüthüt kuşu Attar, klasik Fars, Arap, Türk ve Kürt şiirinin de en güçlü mayalarındandır. Niyazi bir şiirinde Attar’ın şairlere kılavuzluğunu şöyle anlatıyor: “Mantıku’tTayr’ın lügat-ı mutlakından söyleriz/ Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz/ Lafz u sûret cism ile anlamak isterler bizi/ Biz ne elfazız ne suret, cümle mana olmuşuz”. Yolculuk boyunca Hüthüt’ün katlandığı zorlukları, sıkıntıları Sis’in çizgileri üzerinden okuyunca mürşidin (Hüthüt) yaptığı yolculuğun aslında bütün müritlerin (diğer kuşlar) yaptığı yolculuğa denk bir sıklette olduğunu görüyoruz. MENZİL-İ MAKSUDA ULAŞANLAR... Feridüddîn-i Attar’ın Mantıku’t-Tayr (Kuşların Dilinden) kitabının üzerinden dokuz asır geçmiş olmasına rağmen orada anlatılan hikâyeler, özellikle de Simurg hikâyesi insanın yazgısına ortak olmayı sürdürüyor. Bu hikâye üzerine düşünürken şaşırtıcı bir biçimde anlatı geleneğimizde birçok kuşun var olduğunu da fark ettim. Sözgelimi, Hazreti Peygamber’in kuşu Dacin, Kâbe’yi savunan ebabiller, Hazreti Musa’nın kavmi için çöle gönderilen bıldırcınlar, Hazreti Süleyman’ın Hüthüt’ü, Zümrüdüanka, Kaknüs ve daha niceleri... Kuşun, özellikle de Attar’ın anlattığı biçimde insanla özdeşleşmesi elbette birçok bağlamda üzerine düşünülmüş, düşünülecek bir mecaz; sanırım insanın asli macerasıyla bu denli örtüşen başka bir hikâye ya da mecaz yoktur. Peter Sis yolculuğun başında Hüthüt’ü şu sözlerle konuşturuyor: “Tutkularınızı, gücünüzü ve değer verdiğiniz her şeyi fırlatıp atın.” Sonuçta menzil-i maksuda ulaşanlar kendinden arınıp dünyadan paklananlar oluyor. Sadece o gün mü? ŞEHİR KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Her yer rant, her yer inşaat Emine Uşaklıgil’in adlı kitabını okumak cesaret istiyor; hele de İstanbul’un son 10 yılda yaşadığı değişime isyan ediyorsanız... Kentin özgün dokusunu tamamen kaybetmeye doğru sürüklenişini anlatan Uşaklıgil, bu tehlikeye karşı mücadeleyi salık veriyor. E FOTOĞRAF: ZAMAN, ALİ ÜNAL BİR ŞEHRİ YOK ETMEK, EMİNE UŞAKLIGİL, CAN YAYINLARI, 264 SAYFA, 19.50 TL AYŞE BAŞAK mine Uşaklıgil’in Can Yayınları’ndan çıkan Bir Şehri Yok Etmek: İstanbul’da Kazanmak ya da Kaybetmek adlı kitabının detaylı bir araştırma neticesinde hazırlandığı aşikâr. Yazar, meramını sıkça yer verdiği belgeler, edebi metinler, haberler/yayınlar ve uzman görüşleri üzerinden anlatmış. Böylece zenginleşen, meseleye etraflıca bakma imkânı sunan kitap, tatminkâr bir okuma vaat ediyor. En önemlisi kitabın güncelliği; Gezi sürecinin ele alınmış olması ve eserin 17 Aralık’ta patlayan yolsuzluk skandalına kısaca da olsa atıfta bulunması... Böylelikle cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan gelişmeleri aktaran Uşaklıgil, bugün bulunduğumuz noktayı da bu süreç içerisinde görmemizi sağlıyor. Bir okuyucu olarak kitabı önemseme nedenlerimden biri de bu hususta yazılan, ayakları yere basmayan, romantizm düzeyinde kalan pek çok eserle kıyaslanamayacak kadar gerçekçi ve sorumluluk sahibi bir bakışla kaleme alınmış olması. Uşaklıgil, konuya objektif yaklaşıyor, taraf olduğu tek nokta İstanbul’un geleceğine sahip çıkmak. Kitap ah u vah etmek için değil; durumu, önlemleri ve söz konusu talana karşı sergilenebilecek duruşu net bir biçimde tarif etmek için yazılmış. RANT POLİTİKALARI Çalışmanın odağında, kente sadece toprak ve gayrimenkul olarak, adeta bir emlakçı hırsıyla bakan rant politikaları var. İstanbul’un uçsuz bucaksız bir şantiyeye dönüştürülmesi sürecinde alınan hatalı kararlar, göz göre göre yapılan kanunsuzluklar... Yazar hiçbir çevre, tarih, estetik değeri içermeyen, hatta yer yer ahlâki kaygı dahi taşımayan kötü “kentsel” büyümeyi ele almış. İstanbul’un her bir köşesinin ticari metaya dönüştürülmesinde rolü olan kişileri ve kurumları tek tek ifşa ediyor. Ekonomik büyümenin tek yolu varsayılan inşaat sektörüne kurban edilen ortak değerlerimizi kitabın satırlarında takip ediyoruz. Böylelikle inşaat sektörünün kalıcı bir ekonomik büyüme sağlamaktan uzak yapısını, sadece kaynakları tükettiğini ve yapay bir zenginleşme aracı olduğunu görmek istemeyen iktidarın yol açtığı erozyonun, önüne neleri katıp götürdüğüne de vâkıf oluyoruz. Bu öyle bir büyüme ki, kanser gibi şehri içten içe tüketiyor, İstanbul’un ölümünü hazırlıyor. Uşaklıgil’e göre hükümetin göremediği, görmek istemediği veya maalesef sadece umursamadığı olgu ise hiçbir plana dayanmayan inşaat/rant politikalarının ve buradan elde edilen yapay refahın verimli bir üretim şekline, yüksek teknolojili yatırımlara evrilemeyeceği. Hedefleri, ‘hayal’leri, çılgın projeleri basitçe toprak rantından, şehri tüketmekten ibaret kaldıkça İstanbul için bir gelecekten söz etmek çok zor. Uşaklıgil bu kalkınma modelinin, zengini yoksulu sömürerek daha da zenginleştiren süper lüks yollar ve rezidanslar üzerine oturtulmuş olduğunu söylüyor. Ona göre bu model kimsenin derdine çare olmadığı gibi, Türkiye’ye yatırımcı çekmekten de uzak bir sermaye transfer modeli. RANTIN SONU GÖRÜNÜYOR MU? Uşaklıgil, rant ekonomisinin bir noktada nasıl tıkanacağını tarif ediyor. Fakat bu tüketim, şehrin ve bizden sonraki nesillerin geleceğini çalmakta tereddüt etmediği gibi, kendi geleceğini de hiç umursamıyor. Rant peşinde olanların tek derdi var: Para kazanmak. Uşaklıgil’in sözleriyle, “Gerek siyasetçiler, gerek girişimciler, gerekse arazi rantıyla sınıf atlama fırsatı yakaladığını düşünen geniş bir kesim için önemli olan tek şey piyasa canlıyken tutabileceği kadar yük tutmak.” Kitapta kentsel dönüşüm de rantın bir parçası olarak enine boyuna işlenmiş. “Kentsel dönüşümden İstanbul’un bir kazancı olmadığı ortada.” diyen Uşaklıgil sözlerine şöyle devam ediyor: “Kuşatılmış İstanbul’da her yeni proje, İstanbulluyu biraz daha nefessiz bırakıyor.” Yazara göre “kentsel dönüşüm” adı altında İstanbul’un altını üstüne getiren faaliyet, şehri bir şantiyeye dönüştürürken engel tanımıyor; yeşil alanlar, ormanlar, tarihî miras, şehrin belleği ve hatta geleceği durmaksızın yağmalanıyor. PEKİ İSTANBUL KİMİN? Emine Uşaklıgil, İstanbul’u sona yaklaştıran politik süreçleri tarihin akışı içinde ele alırken İstanbulluluk, vatandaşlık kültürü ve hukukuyla ilgili meselelere, sorumluluklara da dikkati çekmiş. Diyor ki: “Bu sorumluluk, başkalarının hayatını kurtarmaktan çok, kendilerinin ve çocuklarının istikbalini ilgilendiriyor.” Peki, bu sorumluluğa kent nüfusunun ne kadarı sahip? 24 Hiç şüphesiz ranttan payına düşeni alanların, tuzu şimdilik kuru olanların, sınıf atladığını düşünenlerin ve durumun vahametini umursamayanların bu sorumluluğu almaya yönelik bir gayretleri de, istekleri de yok. Bir başka kesimin ise bu şehirde yaşamaktan başka çaresi yok, geçimini sağlamaktan başka bir şey düşünmüyor. En azından şimdilik olan bitenin farkında değil. Oysa yazara göre İstanbulluların sorumluluğu büyük; harekete geçmedikleri takdirde birkaç yıl sonra İstanbul’a şehir demek artık imkânsız olacak. Kitap karamsar bir tablo çiziyor, evet, ama okuru umutsuz bırakmıyor, bu durumdan çıkmak için yol da gösteriyor. İstanbul için tren henüz kaçmış, kapılar tamamen kapanmış değil ama çok da vaktimiz yok. Uşaklıgil, kapının aralığından net bir gelecek göremiyor, haklı. Ama İstanbul’a hâlâ sahip çıkanlara “kent hakkı”nı savunanlara, yurttaşlara şöyle sesleniyor: “Yaşam alanlarımızı, evlerimizi, sokaklarımızı, mahallelerimizi, şehirlerimizi savunmak, karamsarlığa kapılıp teslim olmaktan çok daha zor. Ama emin olun hepimiz teslim olmanın insanı yiyip bitiren öfkeye bulanmış hüznü yerine, mücadele halinin neşesini hak ediyoruz.” ŞİİR-DENEME KÝTAP ZAMANI Benliği keşif yolculuğu Dil ustasından şiir çevirileri T 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Edebiyatımızın dil ustası Bilge Karasu’nun çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığı şiir çevirileri, Tunç Tayanç’ın titiz çalışması sayesinde şiirlerin orijinalleriyle beraber Metis Yayınları tarafından okura sunuldu. Psikanalist Stephen Grosz’un kaleme aldığı , uzun psikanaliz seanslarından derlenen anlatıları bir araya getiriyor. Yazar, kitabında ‘edebiyat’ı hedeflemese de akademik dile hapsolmadan edebi metinlerden alıntılar yapıyor. ŞİİR ÇEVİRİLERİ, BİLGE KARASU, HAZ.: TUNÇ TAYANÇ, METİS KİTAP, 116 SAYFA, 10 TL İNCELENEN HAYATLAR, STEPHEN GROSZ, ÇEV.: BEGÜM KOVULMAZ, YKY, 200 SAYFA, 12 TL ALİ GALİP YENER ürkçenin saygınlığına katkıda bulunmuş dil ustası; roman, öykü, masal ve denemeleriyle edebiyatta kendi adasını inşa etmiş olan Bilge Karasu’nun (1930–1995) külliyatı zenginleşiyor. Edebiyatın şiir dâhil belli başlı bütün türlerine ilgi gösteren, kendisiyle hesaplaşmayı uğraşısının merkezine yerleştiren Karasu’nun ölümünden bu yana 19 yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmadığını, eserlerinin yeniden basıldığını, hakkında yazılan tezlerin yayımlandığını görmek sevindirici. ŞİİR ÇEVİRİSİNE KATKISI Bilge Karasu’nun 1950’li ve 60’lı yıllarda, başta Federico García Lorca olmak üzere yedi şairden, iki dilden (İngilizce ve İspanyolca) yaptığı şiir çevirilerinin tamamı ilk kez gün ışığına çıktı. Çok dilli bir yazar olan, diller arası karşılaştırmalı analizlere özel bir önem veren Karasu’nun çeşitli dergi ve gazetelerde yayımladığı şiir çevirileri, Tunç Tayanç’ın titiz çalışması sayesinde şiirlerin orijinalleriyle beraber kitap halinde okurlara sunuldu. Tayanç, kitaba yazdığı sunuş yazısında Karasu’nun şiir dışındaki çevirilerinin de orijinal metinleriyle beraber önümüzdeki dönemde yayımlanacağını müjdeliyor. Kitapta Lorca’nın dışında Gustavo Adolfo Bécquer, William Shakespeare, T. S. Eliot, Rajan, Rayaprol ve Ezra Pound’dan şiir çevirileri var. Lorca’nın Türkiye’de 1950’li yıllarda çıkan süreli yayınlarda dilimize en çok çevrilen şairlerden biri olduğunu, çok sayıda yazar ve şairin onun en ünlü şiirlerini Türkçeye kazandırdığını göz önüne aldığımızda Karasu’nun da döneminden etkilendiğini söylemek mümkün. Kitaptan güzel bir örneği, Lorca’nın “Acı Köke Gazel”ini sunuyorum: “Bir kök var, acı. / Bir dünya var bin katlı. // Ellerin en küçüğü bile / Dağıtamaz suyun kapısını. // Nereye gidersin? nereye? nereye? / Bir gök var, penceresi binlerce, / -soluk yüzlü arıların kavgası- / Bir kök var sonra, acı. // Acı. // Tabanında acısı, / Yüzünün içinin, / Geceden yeni kopmuş / Gövdesinde sancısı. // Hey aşk, İ düşmanım benim, / Isırır acı kökünü!” Bu şiirden mülhem midir bilinmez, Karasu’nun 1956’da yazdığı ve Troya’da Ölüm Vardı adlı ilk kitabında yer verdiği öykünün adı “Acı Kök Yağmurun Tadında”dır. “Çeviren: Bilge Karasu” ibaresi 1950’li yılların ilk yarısından itibaren süreli yayınlarda görünür olmuş. Son çevirisi 1990’da yayımlanan yazar, 40 yıl boyunca şiir, öykü, deneme, eleştiri, roman çevirmiş. Karasu’nun 1960’lardan sonra şiir çevirmediği biliniyor. Onun hangi şairden hangi şiiri çevirmeyi tercih ettiğini bilmek, eserlerine aşina okurların merakını ve şiir okuma iştahını artıracağa benziyor. A. ESRA YALAZAN nsan kendi özünü sürekli arayan ‘tamamlanmamış’ bir varlıktır. Derinlikli düşünce ve duygu sisteminin yanı sıra onu diğer canlılardan ayıran temel özelliği de budur bana kalırsa. Kendisinden gizlenen varlığını keşfederken karşılaştığı sınavlar, kavrayabilen için ‘değişimin’ silik ayak izleridir aynı zamanda. O izleri takip eden insan, benliğini her hikâyeyle yeniden inşa eder. Öz aynı kalsa da zihinsel değişim davranışlarımızı etkiler ve bu sayede yeniden bir hayat icat etmeyiz belki ama ‘hayatı’ yeniden oluşturabiliriz. Edebiyatın, hikâyelerin, masalların, sözlü anlatım geleneğinin, tecrübeleri paylaşmanın bu anlamda önemli bir işlevi olduğuna inanıyorum. Kendimizle yaptığımız sohbetler, hayallerimiz, günlüklerimiz ve başkalarına anlattıklarımız gün ışığına çıktığında sadece bizim için değil başkalarının değişim kapısını aralaması için de fırsattır. Bu yüzden ‘hikâyelerle’ değişimi gösterebilen kitapları her zaman kışkırtıcı bir keşif dürtüsüyle okurum. EDEBİYATI, DİL İŞÇİLİĞİ OLARAK GÖRDÜ Karasu, iflah olmaz bir okur olduğunu, ömrü boyunca okumaktan asla vazgeçmediğini, okurluğun öz imgesi ile ilişkili bir şey olduğunu deneme ve söyleşilerinde sıkça dile getirmiş bir yazar. Ne Kitapsız Ne Kedisiz adlı deneme kitabında şöyle diyor: “Ama, okudum. Yaşamım boyunca, durmamacasına; okumaksızın yaşayamayacağımı duya duya. Birçok şeyin ölüp gittiği -ölüp gittiği düşünülenbu yaşımda bile, en çılgın çeşitliliği içinde okumalarımı sürdürmemek, usumdan geçirebileceğim en büyük ‘olmazlık’. (Özimgemle ilişkili bir şey olsa gerek.)” Bir yazarın kendisini öncelikle okur olarak tarif etmesi, okumadan yaşayamayacağını söylemesi onun dil işçiliğine, edebiyatın mutfağına ve bir bütün olarak edebiyatın özüne verdiği önemi gösterir. Karasu, şiirde ve edebiyatın diğer türlerinde yaptığı özenli çevirilerle okumalarının bir diğer boyutunu ve edebiyata verdiği değeri sergilemiş oluyor. Onun eserlerinde müthiş dil kullanımı ile karanlık bir dünya inşa ettiği ve her yeni metninde bu inşa sürecini başarıyla devam ettirdiği biliniyor. Bu dünyanın farkında olarak, Bilge Karasu’nun öykü ve romanlarını severek okuyanların şiir çevirilerinde de bir dil işçisinin verimli gayretinin bir parçasına daha şahit olmaktan haz alacaklarını söylemek mümkün. Anlatı ustasının çevirdiği diğer metinlerin yayımlanmasını beklerken, has edebiyatı tercih eden okurları bu nitelikli şiir çevirilerinden keyif almaya çağırıyorum. KENDİMİZİ NASIL BULURUZ? Stephen Grosz’un İncelenen Hayatlar isimli kitabı gördüğüm zaman merakla elime alıp karıştırma isteğimin esas sebebi buydu. “Kendimizi Nasıl Yitirir, Nasıl Buluruz” alt başlığı, vaktiyle başucu kitabı yaptığım, William Randall’ın Bizi ‘Biz’ Yapan Hikâyeler’ini hatırlattı. Randall zengin içerikli makalelerinden oluşan bu önemli kaynakta, hepimizin esas itibarıyla birer hikâye anlatıcısı olduğumuzu, öz yaratımımızı hikâyeler anlatarak gerçekleştirdiğimizi söylüyordu. İşte bu kitap da o sihirli sürecin ‘dinleyen’ tarafına bakıyor. Stephen Grosz, hâlen Berkley, Oxford ve Londra’da ders veren bir psikanalist. Bu kitabı hazırlarken hedeflediğinin ‘edebiyat’ olmadığı aşikâr. Kullandığı dil bunu açıkça gösteriyor. Ancak akademik dile hapsolmadan kimi zaman edebi metinlerden yaptığı alıntılar, içeriği benzerlerinden farklı kılıyor. Uzun psikanaliz seanslarından süzerek derlediği anlatılar, üst üste yığılan davranış kalıplarının arasından kırılgan duygu kırıntılarını gösteriyor. Kitaba yazdığı önsözde, bir hastasının, “Değişmek istiyorum, yeter ki değişmeme gerek kalmasın.” cümlesinden yola çıkarak ‘değişim ve kayıp’ arasındaki bağlantıyı vurguluyor. Ve sonra felsefeci Simone Weil’in, hapishanede bitişik hücrelerde kalan ve uzun zaman içinde 25 duvara tık tık vurarak konuşmayı öğrenen iki mahkûmun öyküsünü hatırlatıyor: “Onları ayıran duvar, aynı zamanda iletişim kurma araçlarıdır.” Her ayrılık bir bağlantıdır. Bu duvar hikâyesi, bana iyi yazılmış bir öyküde anlamı esneten ses ve kelime boşluklarını da hatırlattı. Kendimize, birbirimize veya bir profesyonele anlattığımız hikâyeler kadar anlatı üslubumuz da benliğin yeniden yaratım sürecini etkiliyor. Tematik başlıklarıyla ayrılmış olan bölümler, insanın hikâyesini anlatarak hayatını anlamlandırması prensibi üzerine kurulmuş. Bu ilke sadece psikanalizin değil edebiyatın da temel bakışını gösteriyor. Grosz, ilk anlatısında (“Dile Getirilmeyen Öyküler Bizi Nasıl Ele Geçirebilir”) anlatamadığımız öykülerin tutsağı haline gelişimizi hikâyeci, romancı Karen Blixen’in bir cümlesiyle hatırlatıp okura soruyor: “‘Öyküyü anlatmak bütün üzüntüleri katlanılabilir kılar’. Peki, kişi üzüntüsünün öyküsünü anlatamıyorsa, aksine öyküsü onu anlatıyorsa?” Bu tuhaf çelişki çoğumuzun davranışların anlamsız kılan ‘karanlığa’ ışık tutuyor. Yıldızsız zifiri bir gökkubbede usulca dolaşan o ışık, karasevdanın, sevememenin, sırların, yalanın, seçilmiş gibi görünen yalnızlıkların, örtülü yakınlıkların, değişimin neden olduğu ve yüzleşemediğimiz kayıpların kuyusuna iniyor. Bu türden anlatılar okurun kendi gizli hikâyesiyle tam örtüşmese de bir biçimde buluşup kıvılcımlandığında değerini daha iyi hissettiriyor. Beni etkileyenlerden biri “Sığınak”tı mesela. Gerçek dünyadan kaçmak için kendine Fransa’da hayali bir ev kuran bir adamın hikâyesini anlatıyordu. Eşyasıyla, içine yerleştirdiğimiz yeni bir ‘ben’ duygusuyla korkularımızdan, öfkelerimizden, zaaflarımızdan kaçıp sığındığımız ‘ev’ nihai yuvamızdır. Yolculuğun hiç bitmediği, kimsenin bizi incitemediği bir ‘yer’. Bir başka çarpıcı hikâyede (“Acı Armağanı”) acı çekmeyi taammüden unutmuş Matt’in iç burkan hikâyesine eşlik ettim. Ve acı çekememenin yakıcı boşluğunu hissettim. Acısını, yasını yaşayamadığı için en çok kendine zarar verenleri düşündüm. Sevilmekten huzursuz olduğu için yakınlık kuramayanları düşünürken hayalî roman kahramanlarımla konuştum. Gitmeyi göze alarak değişebilmenin, değişmeden kalmanın hassas dengesi üzerinde bir süre salındım. İncelenen Hayatlar sade ve içtenlikli anlatımıyla okurunun duygularını kımıldatmayı iyi beceriyor. TARİH KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Ortaçağ: Öyle tanıdık, öyle yabancı Umberto Eco ortaçağa dair incelemelerinin yanı sıra adlı unutulmaz romanıyla ortaçağ imajlarının popüler hale gelmesinde önemli pay sahibi olmuştu. İtalyan yazarın yayına hazırladığı ise bu ilginin, revizyonist bir tarihyazımı ile ansiklopedik bir mecraya kavuştuğu dört ciltlik önemli bir çalışmanın ilk verimi. A FOTOĞRAF: ZAMAN, SELAHATTİN SEVİ ORTAÇAĞ, UMBERTO ECO, ÇEV.: LEYLA TONGUÇ BASMACI, ALFA YAYINCILIK, 960 SAYFA, 65 TL EMRAH PELVANOĞLU vrupa ortaçağlarının günümüz Batılı popüler kültür dünyasında belirleyici bir rolü var. Walt Disney’in prensler, prensesler, şövalyeler ve cadılarla dolu meşhur masal şatosu, Harry Potter ve arkadaşlarının tipik bir büyücü/skolastik olan Dumbledore’dan eğitim aldıkları Hogwarts ya da beyaz şehir Gondor ve aklınıza gelebilecek diğer bütün kuleli, burçlu, duvarlı, mazgallı, hendekli şato ve kale prototipleri bir yönüyle hep ortaçağ kaynaklıdır. Yüzüklerin Efendisi’nden Game of Thrones’a kadar, Hollywood sineması ile birlikte çarpıtılmış bir görselliğe kavuşan yeni nesil epikler de, Dan Brown kurmacaları da büyük oranda genelgeçer ortaçağ klişeleri üzerine kurgulanmıştır. Bu yarı mitolojik ortaçağ fantezilerinin yanında, engizisyon mahkemelerinde cadıların ve âlimlerin şeytanla işbirliği yaptıkları için yargılandıkları; vebanın, açlığın ve feodal savaşların ölüme hizmet ettiği; tutucu bir Hıristiyanlığın her türlü doğaya lanet okuduğu bir karanlık çağ anlatısı da mevcuttur ve en az diğeri kadar yaygındır. Bu karanlık çağ anlatısı, İslam’ın aydınlattığı alternatif bir ortaçağ ütopyası ile tezat oluşturur ve ortaya çıkan karşıtlık, modernist İslamcıların 19. yüzyıldan beri farklı düzlemlerde en çok kullandıkları söylemsel araçlardan biri haline gelir. Peki, gerçekten nedir ortaçağ? Aydınlık mıdır? Karanlık mıdır? Yoksa kimin nereden baktığına göre değişen uzak, belirsiz bir zaman aralığı mıdır? ORTAÇAĞ NE DEĞİLDİR? Umberto Eco yımlanmış ve henüz İngilizce çevirisi de yok. Bu takdire şayan tercihi öncelikle not etmek gerekiyor. kotarılmakla birlikte, Frank ve Germen krallıklarının anlatıldığı bazı bölümler Ernst Erich Metzner tarafından Almanca kaleme alınmış ve İtalyancaya çevrilmiş. Ortaçağ ile ilgili bu bağlamda hemen eklenmesi gereken bazı önemli detaylar mevcut. “tarih”, “felsefe”, “bilim ve teknik”, “edebiyat ve tiyatro”, “görsel sanatlar”, “müzik” ana başlıkları altında derlenen kitap, 10’dan fazla yazarın katkı sunduğu 200’e yakın alt başlıktan oluşuyor ancak biz kimin hangi makaleyi yazdığını “İçindekiler” kısmından öğrenemiyoruz. Eco dışında çoğunu tanımadığımız İtalyan uzmanlar hakkında herhangi bir bilgi bulmak yine kitap bağlamında söz konusu değil ve İtalyan okur için muhtemelen tanıdık olan bu isimlere dair ayrıca küçük “Google” taramaları yapmak gerekiyor. Eco’nun yazarlık popülaritesinin bir heves çekeceği bir kısım okur için bunlar gereksiz detaylar olabilir ancak bu önemli çalışmaya hakkını verecek nitelikli/uzman okur için bunlar değerli bilgiler. Kalın ciltli ve sağlam dikişli AKADEMİSYENLERİN ORTAK ÇALIŞMASI ORTAÇAĞI POPÜLER HALE GETİRDİ Umberto Eco (1932) ve 1980 tarihli romanı Gülün Adı, Avrupa ortaçağlarına dair imajların popüler hale gelmesinde şüphesiz ki pay sahibidir. 1986 yılında sinemaya da uyarlanan bu çok satmış başyapıt, sağlam bir polisiye kurgu ile 13. yüzyıl manastır yaşantısına ait çok canlı bir anlatı sunar. Eco’nun ortaçağa ilgisi bu romanla sınırlı değildir elbet: Ortaçağı Düşlemek, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik ve Baudolino, Eco’nun bir şekilde dönemi anlattığı önemli yapıtlardır. 2010 tarihli Ortaçağ: Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar ise bu ilginin, revizyonist bir tarihyazımı ile ansiklopedik bir mecraya kavuştuğu dört ciltlik önemli bir çalışmanın ilk verimi. Leyla Tonguç Basmacı tarafından çevrilen bu 900 sayfalık kaynak, Alfa Yayınları’nın 2500. kitabı olarak ya- kitabın iç kapak sayfalarına, ana başlıkların 400-1000 yılları arasında eş süremli olarak alt alta verildiği bir kronoloji konulmuş. Bu kronolojinin aynı mantıkla daha detaylı hazırlanmış hali ise cilt sonunda yer alıyor, 15 sayfa sürüyor ve hayli yararlı. Kitapta dizin mevcut, ancak sadece adı geçen ortaçağ figürlerini kapsayan bir özel isimler dizini olarak hazırlanmış; yer adlarını da kapsayan ayrı bir dizin bilmem ki İtalyanca baskıda mevcut mudur? Ortaçağ’ın ilk cildi geniş bir başlangıç ve dönemselleştirme tartışması ve altbaşlık yelpazesi ile birlikte kabaca 400-1000 yılları arasını kapsıyor. “Katedraller, Şövalyeler, Şehirler” başlıklı ikinci cilt 10001200, “Şatolar, Tüccarlar, Şairler” başlıklı üçüncü cilt 1200-1400, “Keşifler, Ticaret, Ütopyalar” başlıklı dördüncü cilt ise 14001500 yılları arasına odaklanmış. Takip eden ciltlerin de çevrilip Ortaçağ ansiklopedisinin Türkçede tamamlanmasını temenni ediyorum, zira Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar bize diğer ciltler için de önemli bir perspektif sunuyor. Üçüncü ciltte ortak editörlerle çalışan Eco, diğer bütün ciltlerin editörlüğünü tek başına üstlenmiş ancak ilk ciltteki geniş giriş yazısını saymazsak yazar olarak katkısı çok sınırlı. Kitap büyük oranda İtalyan akademisyen ve uzmanlar tarafından 26 Ortaçağ’ın içeriğine gelirsek, yukarıda da belirttiğim gibi, kitap Eco’nun ortaçağa olan özel ilgisinden kaynaklanıyor. Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar’a yazdığı uzun giriş yazısının daha ilk cümlelerinde Eco, bu ilginin kaynağını ve motivasyonunu açık bir şekilde ortaya koymuş: “Ortaçağ, Roma İmparatorluğu’nun dağılma döneminde başlayıp, tutkal görevi gören Hıristiyanlığın yardımıyla, Latin kültürünü, imparatorluğu yavaş yavaş istila eden halkların kültürleriyle birleştirerek; uluslarıyla, konuşmaya devam ettiğimiz dilleriyle ve değişimlerden ve devrimlerden sonra bile olsa bizim olmaya devam eden kurumlarıyla günümüzde Avrupa dediğimiz yere hayat veren dönemdir”. Bu bağlamda Eco’nun hem krizdeki Avrupa kimliği için bir kaynak, sabit bir tarihsel alan açma çabasında olduğunu hem de krizi çıkaran Avrupa merkezci düşünce yapısına karşı revizyonist bir tavır aldığını söyleyebiliriz. Kitap için belirlenmiş “Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar” başlığı Avrupa kimliğinin hikâyesini çizgisel bir 19. yüzyıl büyük anlatısı olmaktan çıkararak 20. yüzyıl çoğulcu demokrasisi ile uyumlu bir kurguya oturtuyor. Uzun giriş yazısı boyunca Eco, ortaçağa dair sıkça tekrar edilen klişeleri, “Ortaçağ ne değildir?” başlığı altında belirlediği maddeleri takip ederek hem daha güncel hem de daha tarihsel bir bağlamda, belki dört cilt için de geçerli olacak yöntembilimsel bir rotada düzeltiyor. Bu rota ortaçağdan günümüz Avrupa dünyasına kalan kurumlara odaklanırken, klişeleşen bilgi dağarını da görmezden gelmiyor. Eco’nun belirlediği perspektifte ortaçağ, antik tapınak ile manastırın, ışık ile karanlığın, bağnazlık ile açıkfikirliliğin, köylü ile şövalyenin, ölüm ile hayatın beraber şekillendirdiği hem çok tanıdık hem farklı bir dünya. Ortaçağ, Gülün Adı’ndan fazlasını merak edenler için değerlendirilmesi gereken bir bilgi kaynağı. Tavsiye olunur. TARİH KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Sultan rüya görünce Sultan III. Murad’ın yazdığı düşünülen mektuplar ilk kez çevriyazıya aktarıldı ve geçtiğimiz günlerde Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nca okura sunuldu. Mektuplar hem tasavvuf yolunda bir âşığın ruh ve zihin dünyasını hem de bir padişahın siyasi sorumluluklarla örülü iç çatışmalarını yansıtıyor. KİTÂBÜ’L-MENÂMÂT: SULTAN III. MURADIN RÜYA MEKTUPLARI, HAZ.: ÖZGEN FELEK, TARİH VAKFI YAYINLARI, 392 SAYFA, 40 TL T belere Dair Mektuplar” ve “Tezkereler” olmak üzere iki kısma ayrılıyor. Padişahın mistik deneyimleri görsel, işitsel ve kalpte vuku bulan deneyimler. Görsel deneyimlerinin temelini rüyalar oluştururken, bazen hiçbir görsellik olmadan kendisine ilham geldiğine şahitlik ediyoruz. Gerek görsel gerekse işitsel ve kalbî olan bu mistik deneyimlerin hepsi onun Allah’ın seçkin bir kulu olduğunu gösteren işaretler kabul ediliyor. Sultan Murad’ın Şiî ve Sünnîlerin hepsini kendi sancağı altında toplamak, bütün bir İslam âleminin koruyucusu olmak gibi bir derdinin olduğu düşünülürse, bu rüya ve ilhamları birer motivasyon kaynağı olarak görmek mümkün. Hatta babası Sultan Selim zamanında barış sağlanan Safevilere karşı tekrar seferler başlatmasının altında yatan nedenlerden biri olarak da aynı İslam halifeliği gayesini bulabiliriz. Aynı dönemde İslam dünyasının çeşitli coğrafyalarında var olan Mehdi beklentisinin de bu mektupların derlendiği zamana denk düşmesi şaşırtıcı değil. NİLAY KAYA asavvuf geleneğinde mektuplaşmanın yaygın olduğu bilinir. Müritler şeyhlerine, şeyhler müritlerine, müritler birbirlerine yazdığı gibi, şeyhin doğrudan halka yazdığı mektuplar da bulunmaktadır. Bu konu şimdiye kadar etraflıca bir akademik çalışmaya tabi tutulmasa da tarihçilerin yazdıklarından yola çıkarak böyle bir bilgiye sahibiz. Örneğin, Risâle yazarı Kuşeyri’nin mektupları halka yazılmış mektuplardır. İlk büyük mutasavvıflardan Cüneyd-i Bağdâdî, bu mektupların “avam” diye adlandırdığı halkla paylaşılmamasından dem vurur. Bu sakınmanın altında mektupların içeriğinde rüyaların, birtakım mistik deneyimlerin, hatta günümüzde psikanalitik okumalara elverişli olabilecek mahrem itirafların ortaya çıkmasından duyulan kaygı yatıyor olabilir, çünkü müritler şeyhlerine yazdıkları mektuplarda sadece mistik ve dinî meselelere değil; evlilik, seyahat gibi kişisel konulara da değinir, şeyhlerinden nasihat isterler. Öte yandan, bu yazışmaların, yazıldığı dönemin entelektüel birikiminin korunması ve yaygınlaştırılması açısından bilinçli olarak neşredildiği durumlarla da karşılaşırız. İLK KEZ YAYIMLANIYOR Osmanlı tarihinde de bu türden mektuplaşmaların varlığı tahmin edilse de, şu ana kadar sadece XVII. yüzyılda Üsküp’te yaşamış Asiye Hatun’un şeyhine yazdığı mektuplar Rüya Mektupları adıyla tarihçi Cemal Kafadar tarafından yayımlanmıştır. Bunun yanı sıra devrin tarihçisi Mustafa Âlî’nin Künhü’l-ahbâr adlı eserinden Sultan III. Murad ile şeyhi Şüca Dede arasında böyle bir mektuplaşma olabileceği bilgisi edinilmiş, bu mektupların kopyalarını bir araya getiren Kitâbü’l-Menâmât adlı bir elyazması metin bulunmuştur. Bu metin İstanbul’da Nuruosmaniye Kütüphanesi’ndedir. Şeyhin Sultan III. Murad’a yazdığı ya da yazmış olabileceği mektuplar elde yok ancak sultanın yazdığı düşünülen mektupların tamamı ilk kez Michigan Üniversitesi’nde doktora tezi olarak bu konuyu ele alan Özgen Felek tarafından çevriyazıya aktarıldı ve geçtiğimiz günlerde Tarih Vakfı Yurt Yayınları’nca basıldı. Böyle bir eserin gün yüzüne çıkması, Osmanlı tarihinde tasavvuf geleneğini bir müridin bakışıyla ‘BAŞUM ALUB ÇIKUB GİTSEM...’ gözlemlemenin, onu Osmanlı edebiyatı bağlamında bir değer olarak görmenin yanı sıra, dünya edebiyatı ve tarihinde de bir padişahın ya da kralın rüya ve mektup koleksiyonlarının bildiğimiz kadarıyla bulunmaması açısından oldukça önemli. Sultan Süleyman’ın torunu Şehzade Murad, babası Şehzade Selim Manisa’da sancakbeyi olarak ikamet ederken dünyaya gelir ve 1574’te, yirmi sekiz yaşında tahta çıkana kadar Manisa’da kalır. Halvetî şeyhi Şüca Dede ile dostluk kurması ve ona intisap etmesinin Manisa’da kaldığı dönemlerde olduğu düşünülmektedir. Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye yazdığı mektupları sultanın atlarıyla ilgilenen Mîrâhûr Nuh Ağa derlemiştir. Padişahtan izinsiz bu mektupları derlemenin pek mümkün olamayacağı düşünülürse, mektupların Sultan Murad’ın emriyle derlendiği tahmin edilmektedir. Mektupların dayandığı temel olan rüya, Nuh Ağa’nın aktardığına göre, Sultan Murad’ın Şüca Dede’yle tanışmasının da nedenidir. Sultan Murad Manisa’da şehzadeyken ibret dolu bir rüya görür. Bu rüya, yorumlanması için tasavvuf ehli kimselere aktarılır ancak içlerinden Şüca Dede dışında kimse rüyayı tabir edemez. Şüca Dede ise rüyanın şehzadenin tahta çıkacağına işaret olduğunu belirtir. Nitekim bu tabirden çok kısa bir süre sonra şehzade tahta çıkar. Sultan Murad’ın Şüca Dede’ye intisap etmesi ve İstanbul’dan Manisa’ya mektuplar göndermesi bu olay üzerinedir. Nuh Ağa’nın derlediği rüyaların gerçekten de Sultan Murad tarafından görülen rüyalar olup olmadığını kesin şekilde söylemek imkânsızdır. Osmanlı kültüründe tasavvufi, kişisel, hatta siyasi meselelerin yorumlanmasında, gerekli stratejilerin alınmasında rüyaların etkin bir araç olarak görüldüğü bilinmekte, edebiyatta ise rüyaların olay örgüsünün temelini oluşturma gibi bir özelliğine rastlanmaktadır. Bunun en çarpıcı örneği, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sini, Hz. Peygamber’den seyahat izni aldığı bir rüyayı metnin sebeb-i telifi olarak sunuşuyla başlatmasıdır. Rüyaların gerçekliği ya da kurmaca oluşu bir yana, Sultan Murad’a ait varsaydığımız bu rüyalar, tasavvuf yolundaki bir padişahın gerek manevi, gündelik, kişisel kaygılarını gerekse devletle ilgili kaygılarını ‘birinci elden’ vermesi açısından önem taşımaktadır. Mektupların içeriği, “Mistik Tecrü- 27 Mektuplardaki “Tezkereler” kısmı ise daha şahsi meselelere dair: Sultanın aile sorunları, Raziya Hatun’la ilişkisi, annesi Nur Banu Sultan’a olan derin bağlılığı, başkalarının kendisi ve ailesiyle ilgili gördüğü rüyalardan da etkilenişi dikkati çekiyor. Edebiyata ve tarihe olan merakı, Hallâc-ı Mansûr’un, İbn Arabî’nin, Mevlana’nın, Attar’ın Mantıku’t-Tayr eserinin onun üzerinde bıraktığı etkiler görülüyor. Bunların yanı sıra, bir padişah olmanın getirdiği büyük manevi yükün üzerinde nasıl bir baskı oluşturduğuna da son derece içten şu sitemleriyle şahitlik ediyoruz: “... âh bir yol bulsam, başum alub çıkub gitsem, kimesne beni aramasa, âlemün kahrı ve şerîrliğinden halâs olub huzûrumda olsam...” (168a:1210) Geleneksel tabirle bir menkıbe, modern tabirle bir monografi olarak görülebilecek bu metin, hem tasavvuf yolunda bir âşığın ruhanî ve entelektüel dünyasını, hem bir padişahın siyasi sorumluluklarla örülü iç çatışmalarını, hem de bir bireyin iç dünyasını sunuyor. Kitâbü’l-Menâmât bu anlamda Osmanlı ve dünya tarihi açısından eşsiz bir hazine olduğu gibi, rüya ve mektuplara dayalı edebiyat geleneğine de kayda değer bir biçimde dâhil oluyor. DÜŞÜNCE Zor zamanda insanı savunmak Sanata dışarıdan bir bakış Şeyla Benhabib isimli kitabında, insan haklarının kolayca feda edilebilmesi ve tartışmaların sıklıkla çıkmaz sokaklara sapması durumlarına ciddiye alınması gereken çözümler öneriyor. Vera Zolberg’in adlı kitabı, sanata teorik bakışın imkânlarını reddetmeyen ama daha bilimsel bir bakışın nasıl olabileceğini araştıran bir çalışma. Yazar, öncelikle Batılı kapitalist demokrasilerde üretilen sanatları odağa alıyor. BUHRAN ÇAĞINDA HAYSİYET: ZOR ZAMANLARDA İNSAN HAKLARI, ŞEYLA BENHABİB, ÇEV.: BARIŞ YILDIRIM, KOÇ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 358 SAYFA, 28 TL BİR SANAT SOSYOLOJİSİ OLUŞTURMAK, VERA L. ZOLBERG, ÇEV.: BUKET OKUCU ÖZBAY, BOĞAZİÇİ ÜNİ. YAY., 248 SAYFA, 35 TL S A. YAVUZ ALTUN on yıllarda dünyada yükselen en önemli kavramlardan biri “insan hakları”. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yoğunluklu olarak tartışılan bu kavram, her türlü yasal düzenlemeye, imzalanan uluslararası anlaşmalara ve hukuki mücadeleler sonucunda edinilmiş onca kazanıma rağmen, üzerinde mutabakat sağlanması zor konuların başında geliyor. Ekonomik istikrar ve demokratik kurumsallaşma vatandaşlara ya da topluluklara haklarının sağlanması konusunda bir süre güvence verse de, kriz zamanlarında ilk unutulan şeylerden biri yine “haklar” oluyor. Zira bahane üretilmesi hayli kolay. 2001’de ABD’deki terör saldırısının ardından inşa edilen “ulusal güvenlik” duvarı, bunun bir örneği. 11 Eylül’den bu yana özellikle ABD’de yaşayan Müslümanlar için “insan hakları” kavramı yamalı bir bohçaya dönmüş durumda. Gelişmekte olan ülkeler açısından baktığımızda manzara, “gelişmekte olma” halinin bir çeşit yan ürünü olarak insan haklarının keyfî kısıtlanması ya da uygulanmaması biçiminde tezahür ediyor. Buralarda ve otoriter yönetimlere sahip daha zengin ülkelerde tartışma kısa süre içinde kimliksel çıkarımlara, siyasi gerçekliğe veya Makyavelist zorunluluklara sapıyor. Haliyle insanların doğuştan sahip oldukları haklar konusunda ya da Hannah Arendt’in tabiriyle “haklara sahip olma hakkı” hususunda evrensel bir perspektiften uzağız. İKİ YÖNLÜ AÇMAZ İnsan haklarının bahanelerden uzak bir noktaya taşınması adına yapılan felsefi tartışmalar, hukukla siyasetin iç içe geçtiği bir düzlemde ele alınırken, güncel hadiselerin zorlayıcı etkileri sebebiyle, bilerek ya da bilmeyerek bakarkörlük oluşabiliyor. Bunun için teorik eleştirmenlerin farklı disiplinlerle kurduğu diyalog ve halihazırda yaşanan yığınla insan hakları ihlali karşısında verilen mücadeleler, siyasi denklemler arasında eziliyor. Buna bir de giderek kozmopolitleşen yaşam alanlarının birbiriyle farklı akslarda çatışan kültür, hukuk, siyaset biçimleri eklenince, birey-hukuk ilişkisi içinden çıkılmaz hale gelebiliyor. S Bu iki yönlü açmaza, yani insan haklarının kolayca feda edilebilmesi ve tartışmaların sıklıkla çıkmaz sokaklara sapması durumlarına, Şeyla Benhabib’in Buhran Çağında Haysiyet: Zor Zamanlarda İnsan Hakları isimli kitabı, ciddiye alınması gereken çözümler sunuyor. Benhabib, İspanya’daki zulümden kaçarak Osmanlı’ya sığınan bir Yahudi ailenin mensubu olarak, hayatının bir kısmını İstanbul’da geçirmiş önemli bir akademisyen. Şimdilerde Yale Üniversitesi felsefe bölümünde çalışmalarını sürdürüyor. Çalışmaları, insan hakları konusuna felsefi ve siyasi temellendirmeler bulmanın yanı sıra, kozmopolit hale gelen yaşam alanlarında ortaya çıkan yeni çatışmaları da engellemeyi hedefliyor. “Çağdaş kozmopolitizmin trajik kökenlerini anlamak” hususunda yaptığı katkılar, yirminci yüzyıl tarihi boyunca konuşulan “insan hakları” kavramının bugün için “sahte totalleştirmeleri engelle[yerek]” yeniden üretilmesini öngörüyor. Haliyle, çok aktörlü bir “hakkın iade edilmesi” sürecinden bahsediyoruz ki, Benhabib de sadece mahkemelerdeki adaleti değil, sivil toplumun ve uluslararası kuruluşların yardımıyla “zayıf kamusal alanlarda” görülen hak ihlallerinin giderilmesini ele alıyor. Burada Benhabib’in savunduğu argümanlar, uluslararası hukuk metinlerinin, insan hakları beyannameleri ve sözleşmelerinin “işe yaramaz” olduğu iddiasına cevap veriyor daha çok. Elbette bu türlü bir “süreç”, bazı yapısal öncelikler gerektiriyor. Hukuki ve siyasi kurumların, sivil toplum aktörlerinin “iletişim özgürlüğü” çerçevesinde müzakere oluşturabilmesi bunlardan ilki. Ardından bireylerin, bulundukları kamusal alanlarda “hukuk yapıcı” hüviyette görülmeleri. Böylece hukukun sürekli yeniden yapılanması bekleniyor. Son olarak kozmopolitizm karşısında, hakların sadece gruplar ve topluluklar üzerinden değil, bireyler üzerinden tanımlanması öngörülüyor. Zira grup hakkı, bireyleri belirli bir kalıp içerisine hapsederek hakların sınırlarını daraltmaktan öteye geçmiyor. Benhabib, bütün bunlara ek olarak, ekonomik kalkınma ile insan haklarının paralel yol alması gerektiğini salıklıyor; “buhran çağı” ile “haysiyet”i yan yana getiren bir bağlamda, insan haklarının hiçbir kalkınmaya feda edilemeyeceğini anlatıyor. SÜREYYA SU anat, toplumun postmodern durumunda, modern durumda olduğundan daha fazla, gündelik hayatın önemli bir fenomeni haline geldi. Modern durumda sanat için meşru alan müze ve elit salonları iken, postmodern durumda sanat sokaklara çıktı. Hatta müze ve galeriler gibi, sanatın özel alanlarının kamuya açıldığını görüyoruz. Sanatın toplumsal hayatın merkezinde yer almaya başlamasında görsel bir rejime geçmiş olmamızın da önemli payı var. Sanatın toplumsal hayatın merkezinde yer almaya başlaması ve epistemolojik veya kavramsal bir niteliği haiz olarak kendini sunması karşısında insan ve toplum bilimlerinin daha fazla kayıtsız kalması beklenemezdi. Gerçekten günümüz toplumunun önemli fenomenleri üzerine ihtisas alanları olarak din sosyolojisi, kent sosyolojisi, göç sosyolojisi gibi alt disiplinlerin arasında sanat sosyolojisi de öne çıkıyor. Bu gelişmeye koşut biçimde sanat sosyolojisi alanında yayınların arttığına şahit oluyoruz. Günümüzde sanat felsefesi, sanat teorisi, sanat eleştirisi ve sanat tarihi literatürünün arasında sanat sosyolojisinin kendini ayrıştırarak müstakil bir disiplin haline geldiğini söyleyebiliriz. Zira erken tarihli sanat sosyolojisi çalışmaları daha karışık bir mahiyet arz ediyordu. Bunun yerine sanata teorik bakışların imkânlarını da reddetmeden ama daha bilimsel bir bakışın nasıl olabileceğine dair araştırmalar yapılıyor. Vera Zolberg’in Bir Sanat Sosyolojisi Oluşturmak adlı kitabı işte böyle bir çalışma. SANATIN TOPLUMSAL VE TARİHSEL BAĞLAMI Zolberg’e göre, sanat hakkında yaratıcı ve akla yatkın birçok sav ileri sürmelerine rağmen, estetikçiler ve teorisyenler içe dönük bir bakışla sanatın sosyolojik kavranışında boşluklar meydana getirmişlerdir. Fikirlerinin birçoğu üstü kapalı biçimde sanatın oluşumuna dair toplumsal bir temele işaret etse de, çok yakın bir zamana dek sosyolojik kavramları kullanmaktan özellikle kaçınmışlardır. Kavrayıştaki boşlukları doldurmak için sosyolojik sanat çalışmalarının sunduğu dışa dönük bakıştan bahsetmek anlamlı olacaktır. Zolberg, kitabında teorilerden beslenerek sanatın toplumsal ve tarihsel bağlamına yoğunlaşıyor. Sana- 28 tı, üzerine hazır teoriler giydirilecek bir araç olarak görmekten kaçınmakla beraber; sanat biçimlerini, tarzlarını, nesnelerini ve fikirlerini teorik formülleştirmeler ve metodolojik yönelimlerle birleştirirken, estetik, teorik ve felsefi yaklaşımların güçlü yönlerini daha çok öne çıkaran okumalarla, bilimsel araştırmayı geliştiren bir sanat sosyolojisi öneriyor. Yazar, sanattan genel anlamıyla bahsetse de, bütün sanat biçimlerini yeterince kapsamak mümkün olmadığı için, odak noktasında öncelikle Batı’nın kapitalist demokrasilerinde üretilen, resim ve heykelleri içeren, plastik veya görsel sanatlar ile müzik yer alıyor. Zolberg, çalışmasında tarihsel ve karşılaştırmalı bir yaklaşımı benimsiyor. Karşılaştırmaları bazen açık bir şekilde, doğrudan yaparken, bazen de kendi araştırmaları ile diğer kültürel çalışmaların sentezinden yararlanıyor. SANATIN MAHİYETİNDEKİ DEĞİŞİM Zolberg’in kitabının ana konularından biri, sanatın ne olduğu hakkında zaten toplumda var olan kafa karışıklığını daha da artıran ve belli bir tanımda mutabakat sağlanmasını giderek zorlaştıracak ölçüde, sanatın mahiyetine dair anlayıştaki değişim. İnsan bilimleri alanında çalışanların herkese açık çağdaş sanatı kınamasının altında, onu artık yürürlükten kalkmış eski bir mutabakatla karşılaştırıyor olmaları yatar. Onlar, “büyük” sanatı neyin oluşturduğuna dair sabit bir mutabakat olduğunu varsayar. Eğer bugün büyük kabul edilen bazı eserlerin hakkı geçmişte verilmediyse, insan bilimleri alanında çalışanlar bu durum için genelde suçu, eğitimsiz halk veya katı kurumsal otoriteler gibi, sanat dışı faktörlere yükler. Çünkü düşüncelerinin merkezinde, içe dönük bir perspektifle yorumlanacak olan sanat eseri vardır. Her büyük esere, sanatkârının varlığının eşsiz ve anlamlı bir ifadesi olarak bakarlar. Dolayısıyla sanatı Kant’ın eleştirel perspektifinden görürler. Bu da sanatın ortaya çıkışındaki toplumsal süreçlerin gözden kaçırılmasına neden olur. Pierre Bourdieu, Distiction’da sanatın oluşumundaki toplumsal süreçleri inceleyerek Yargı Gücünün Eleştirisi’nin sosyolojik boyutunu tamamlamıştı. Zolberg de Bourdieu ve diğer sosyologların teorilerinden beslenerek sanata dair sosyolojik bir kavrayış oluşturmaya çalışıyor. SİNEMA KÝTAP ZAMANI ‘Orta kuşak’ yönetmenden itiraflar 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Her film yeniden başlamaktır “Sinemacılar kuşağı”nın ardıllarından Feyzi Tuna, adlı kitapta o dönemi açıkyüreklilikle anlatıyor. gibi filmlerin yönetmeni olan Tuna’nın hatıraları Yeşilçam’ın nispeten az bilinen bir dönemine dair ilginç detaylar barındırıyor. Theo Angelopoulos’un yönettiği Altın Palmiye ödüllü filminin senaristi Petros Markaris’in, filmin çekim sürecinde tuttuğu günlükler 15 yıl sonra Türkçeye kazandırıldı. 9 Mart 1996’da başlayan günlük, filmin son sahnesinin çekildiği 31 Mart 1998’de sona eriyor. FEYZİ TUNA: HER FİLM BİR İMTİHANDI, DİLARA BALCI, AGORA KİTAPLIĞI, 304 SAYFA, 25 TL SONSUZLUK VE BİR GÜNLÜK, PETROS MARKARİS, ÇEV.: ANNA MARİA ASLANOĞLU, İSTOS YAYINLARI, 184 SAYFA, 24 TL inemamızın ilk kuşağını oluşturan tiyatrocu yönetmenlerin işleri pek bilinmese de tarihî açıdan hakları teslim edilir, ardından gelen ve sinema dilini kuran sinemacı yönetmenler ise zaten hak ettikleri gibi baş tacıdır. Ancak onlardan sonra yetişen ve Yeşilçam’ın çöküşüne ramak kala bir şeyler yapmaya çalışan yönetmenlerin ne ismi ne de filmleri bilinir çoklukla. Dilara Balcı, onlardan birine, Feyzi Tuna’ya eğitimi esnasında rastlayınca fırsatı kaçırmamış ve böylece Her Film Bir İmtihandı çıkmış ortaya. Kuyucaklı Yusuf, Kızgın Toprak, Aşka Susayanlar gibi filmlerin yönetmeni olan Tuna’nın hem kişiliği “nev’i şahsına münhasır” denilen türden, hem de anlattıkları Yeşilçam’ın nispeten az bilinen bir dönemine dair ilginç detaylar barındırıyor. Misal, nasıl sinemacı olduğu! 1950’lerin başında, henüz 12-13 yaşındaki bir çocukken Söke’ye film çekmeye gelen efsane oyuncumuz Muhterem Nur’un koltuğunun altında ilk defa sete girince rüyanın etkisine de dalıyor tabii. Aslında vazifesi, hevesinden dolayı kendisine verilen, oteldeki oyuncuların ufak tefek getir götür işleri... Ama sete gitme hevesini öyle belli ediyor ki, sonunda Muhterem Nur, bir sabah “Hadi sen de gel bakalım!” diyerek büyüsüne kapıldığı o filmlerin çekildiği mekâna götürüyor Tuna’yı. Böylece o zamana kadar sinemacı olmaya heveslenen fakat sinemacılığı sadece oyunculuk zanneden Tuna, sette yönetmenin itibarına şahit olunca rotayı yönetmenliğe çeviriyor. O kadar kafaya koyuyor ki bunu, dedesinin evinde amcalarına ait olan kitaplığın “sakıncalı kitaplar için ayrılan zula”sında Kuyucaklı Yusuf’u okuyup bitirdiğinde ileride romanın filmini yapmaya karar veriyor. Bu arzu, 1985 yılında hayata geçecektir. HALİT REFİĞ’İN YAZISI Fakat elbette bütün bunlar o kadar kolay değil. O yıllarda ebeveynler şimdiki gibi çocuklarının şöhretli bir iş bulup ‘yırtma’sıyla değil, elinin ekmek tutmasıyla ilgileniyor. Feyzi Tuna’nın dinibütün babası da farksız; eğitimini tamamlamasını istiyor öncelikle. Tuna, akşamları liseye, gündüzleri de futbol kulübünde antrenmana giderek tamamlıyor bu süreci. Ara sıra da “dağlara taşlara eleştiriler” dediği film yazıları yazıyor bir gazeteye. Yolunun ne yana düşeceğini belli edense Halit Refiğ’in yazdığı bir film eleştirisi oluyor. Refiğ’in, Serseri Âşıklar filmine dair D yazdığı “Dalga’nın Bizim Sahile Vuranı” başlıklı eleştiriden etkilenen Tuna, atlıyor otobüse, ver elini İstanbul. Yeni Melek Sineması’nda 12.00 ve 14.15 seanslarında Serseri Âşıklar’ı izliyor. Sonrası, babasının da kerhen kabulüyle, İstanbul’a gidiş ve önce eş dost, ardından da kaleminin kuvvetini ve azmini gören sinemacılar vasıtasıyla sektöre girme çabaları. İlk olarak Halit Refiğ’e ikinci asistanlık, daha sonra Semih Evin, Aram Gülyüz ve Memduh Ün’e asistanlık... Yönetmenin anlattıkları arasında dikkati çeken; sektörde bir şekilde yer edinmiş isimlerin kendilerine özgü tarzları ve Yeşilçam’ın bütün maddi sıkıntıları içinde çalışırken Tuna’nın ısrarla her şeyi kuralına göre yapma çabası, neredeyse her şeyi kendi kendine öğrenmek zorunda kalışı, sürekli sınanışı ve bunlar karşısında pes etmeme azmi. Belki de sinemacılıktan ziyade bir hayat tecrübesi olarak ibretle okumak gerekiyor. Nihayetinde kendi filmlerini de çekmeye başlıyor Tuna. Söyleşiyi gerçekleştiren Dilara Balcı’nın sorularından, çok kez Tuna’nın işlerine haddinden fazla, hatta bazen hiç olmayan anlamlar yüklediği anlaşılıyor. Yönetmenin bunlara verdiği cevap ise çok net: “Çünkü bilmiyordum.” Tuna’nın yönetmenliğini üstlendiği ilk filmi Aşka Susayanlar’ı konuşurken şöyle diyor Balcı: “İlk film olmasına karşın oldukça yenilikçi bir film. Biçimsel olarak hiç denenmemiş şeyler denemişsiniz. Teknik olanakların yetmeyeceği kamera hareketlerini bile denemekten çekinmeyerek adeta bir maceraya atılmışsınız.” Bu da Tuna’nın cevabı: “Çünkü bilmiyordum! Ne yapılır ne yapılmaz?” Feyzi Tuna kendisi hakkında samimi itiraflarda bulunurken, Yeşilçam’ın peçesi ardında kalanları açıklamaktan da çekinmiyor. Asistan olarak en çok Memduh Ün’le çalışan ve onun filmlerinin gece sahnelerini çekmesiyle tanınan Tuna, Ağaçlar Ayakta Ölür setinde yaşadıklarını bakın nasıl anlatıyor: “Şöyle bir sahne çekiyorlar: Köşkün içinde, mutfak gibi bir yerde kötü adamlar soygun için bir toplantı yapıyorlar. Hiç unutmuyorum, ramazandı. Danyal Topatan, Haydar Karaer gibi filmlerde kötü adam oynayan oyuncular vardı sahnede. Hepsi de oruçluydu. Memduh Ün, ‘Konuşurken şarap içeceksiniz.’ dedi. Onlar da ‘Memduh abi, oruçluyuz. İftardan sonra içsek.’ dediler. ‘Yok, ben gece çalışmayacağım. Feyzi çekecek.’ dedi. Hakiki şarap getirtti, adamlara oruçlarını bozdurttu. Ağlaya zırlaya içtiler. Dinî akidesi yüksek adamlara çok kızardı Memduh.” ALİ KOCA ün gibi hatırımda, “Angelopoulos sette kaza geçirmiş, hastaneye kaldırılmış” diye bir haber düştü ajanslara. Önemsemedik, ‘set kazası’, ne olabilir ki? Bileğini burkmuştur usta; 77 yaşında adam, olabilir deyip geçtik. Ertesi gün acı haberle birlikte olayın detayları da netleşmişti. Son filmi Öteki Deniz’in otobanda yapılan çekimleri sırasında, bir serseri motosiklet gelip Angelopoulos’a çarpmış ve onun bu dünyadaki misafirliğini sonlandırmıştı. Brechtyen epik tiyatronun sinemadaki en büyük temsilcisi, Yunan tragedyalarını dar geçitlerden, mağaralardan ve fırtınalı denizlerden çıkarıp 20. ve 21. yüzyıla taşıyan Angelopoulos yol ortasında bir motosiklet çarpması sonucu ölmüştü. ‘Theo’, hep destansı hikâyelerin peşine düşmüştü; göçlerin ve yolculukların yönetmeninin bu dünyaya vedası da, tıpkı o çok sevdiği tragedyalardaki gibi trajikti. Petros Markaris’in Sonsuzluk ve Bir Günlük adlı eserini okurken, iki yıl öncesinden kalan bu ‘puslu manzaralar’ netlik kazandı. Angelopoulos’un kadim dostu, senarist ve yazar Markaris, kitabın hikâyesine dair ilginç bir ‘sebeb-i telif’ kaleme almış. Yıllardır Angelopoulos’la senaryo yazma aşamasında keskin tartışmalar yaşayan Markaris, bu tartışmalardan değil ama bunların daha sonra, olduğundan farklı bir şekilde gündeme gelmesinden sıkıldığı için günlük tutmaya karar veriyor. Çünkü Markaris’in anlattığına göre Theo, her seferinde “Hatırlar mısın, önceki senaryoda da FOTOĞRAF: REUTERS, FABRIZIO BENSCH S GÜNSELİ IŞIK Theo Angelopoulos 29 böyle çalışmıştık” diyerek kendi yöntemlerinin ve fikirlerinin kabul edilmesi için ‘taktik’ geliştirirmiş. Petros, “Yanlışın var; öyle çalışmamıştık, başka türlü çalışmıştık” dese de Theo’nun cevabı hiç değişmiyor: “Yaşlandıkça unutmaya başlıyorsun!” Halbuki aralarında iki yaş vardır ve büyük olan da Angelopoulos’tur. BİR FİLMİN GÜNLÜĞÜ Theo’nun ‘hınzırlığı’, sete gidene kadar hiç değişmiyor. Hatta sette de zaman zaman öyle. Fakat Markaris’in kitabın sonuna ilave ettiği, çekim sürecine dair belgeler, set hazırlık programları, figüranların kostüm devamlılığı için aldığı notlar vs. usta yönetmenin titizliğini, daha ötesi mükemmeliyetçiliğini gösteriyor. Markaris ile Angelopoulos sadece iki arkadaş değil, aynı zamanda dava ve kader arkadaşı… Günlüklere yansıyan sohbetlerinde zaman zaman eski cevval, atılgan ve heyecanlı günlerinden söz açıyor, sonra yaşadıkları zamana dönerek, biraz da politikanın etkisiyle umutlarını söndürüveriyorlar. İki dostu yeniden hayata bağlayan şey, sinema. Günler, haftalar süren konuşmalarında hangi hikâyeyi anlatacaklarına karar verme aşaması, gençlik heyecanlarını yeniden buldukları dönemler. Film çekiminde bile devam eden daha sonraki tartışmalar ise bu yeni başlangıcın ‘nasıl’ına dair… Petros Markaris’in, 1998’de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan Sonsuzluk ve Bir Gün filminin senaryo ve çekim sürecine dair tuttuğu günlük, yaklaşık iki yılı kapsıyor. 9 Mart 1996’da başlayan günlük, filmin son sahnesinin çekildiği 31 Mart 1998’de sona eriyor. Markaris’in iğneleyici kalemi, set ortamının stresini hazmetmek için birebir. Angelopoulos’la olan dostluğundan sızan anekdotlarda hemen her sette yaşanabilecek aksaklıklar yer alıyor. Dolayısıyla sinema adına çok parlak ayrıntılardan söz etmek zor. Fakat bunları Markaris’in kaleminden okumak insanda tarifsiz duygulara ve gülümsemelere yol açıyor. Bir de şunu anlıyor insan; herkese kadim bir dost gerekli, amenna! Fakat böylesi sarsılmaz bir dostluk sinemacı için hayati derecede önemli. Markaris’in günlüğü, Angelopoulos’un günümüz sinema seyircisine dair yaptığı tespiti hatırlatıyor: “Bugünün yalnız bireyleri sinemaya unutmak için gidiyor, hatırlamak için değil.” Sonsuzluk ve Bir Günlük, hatırlamak için yazılmış bir kitap; unutmamak için okunmalı… TARİH KÝTAP ZAMANI İlber Hoca anlatıyor Türkiye, darbeler ve azınlıklar T 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Ahmet Yaşar Akkaya’nın adlı kitabı, Türkiye’de darbelerin hangi süreçlerden geçerek yapıldığı ve tarih boyunca verilen güç mücadeleleri içerisinde meşru ile gayrimeşru metotların görülebilmesi için önemli bir çalışma. İlber Ortaylı yeni kitabı ’nde, “Dünya tarihinin hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının hemen hiçbir önemli parçası yoktur ki orada Türkler olmasın.” şeklindeki tezine deliller getiriyor. TÜRKİYE’DE DARBELER VE AZINLIKLAR, AHMET YAŞAR AKKAYA, UFUK KİTAP, 557 SAYFA, 25 TL İMPARATORLUĞUN SON NEFESİ, İLBER ORTAYLI, TİMAŞ, 288 SAYFA, 18.50 TL KEMAL SUSKUN ürkiye’de Darbeler ve Azınlıklar tarihçi ve yazar Ahmet Yaşar Akkaya’nın geniş bir ölçekte Osmanlı’dan bugüne darbeler tarihini derlediği, bu süreçlerde azınlıkların yaşadıklarını anlatan popüler bir tarih kitabı. II. (Genç) Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesiyle başlayan kitap, 27 Mayıs’a kadar uzanıyor ve bu süreçte piyasadaki bilgilere yeni belgelerle eklemeler yapıyor. Bu eklemeler daha çok Adnan Menderes dönemi ve 27 Mayıs’a dair olmakla birlikte, 557 sayfalık kitabın ilk 300 sayfasında azınlıklardan pek bahsedilmiyor. 1955’teki 6-7 Eylül olaylarından itibaren azınlıkların, hükümete yönelik “darbe senaryoları”nda bir yer edindiğine şahit oluyoruz. 27 Mayıs darbesinin gerçekleşmesiyle kurulan Yassıada Mahkemeleri’nde de 6-7 Eylül olaylarının Menderes hükümetine fatura edilmesi, bu senaryoların toplumsal boyutlarnı gözler önüne seriyor. Akkaya’ya göre, 6-7 Eylül’de azınlıklar Menderes hükümetinin değil, toplumsal kargaşa çıkaran Özel Harp Dairesi’nin ve askerlerin sorumluluğu olduğu konusunda hemfikir. Yine de Akkaya, Agos gazetesine verdiği röportajda (21 Mart 2014) Menderes’in de hataları olduğunu, Kıbrıs meselesini çözmeye çalışırken toplumda gayrimüslimler aleyhinde oluşan havayı göremediğini vurguluyor. MEŞRU VE GAYRİMEŞRU YÖNTEMLER Akkaya’nın kitabı, darbelerin hangi süreçlerden geçerek yapıldığı ve tarih boyunca verilen güç mücadeleleri içerisinde meşru ile gayrimeşru metotların görülebilmesi adına yeterli bir kadraja sahip. 12 Mart ve 12 Eylül askerî müdahalelerinin anlatımdaki eksikliği hissedilse de, bürokrasinin ve özellikle askerlerin meşru hükümetlere yönelik darbe girişimleri, popüler bir tarih kitabından bekleneceği ölçüde sarih. Öte yandan kitabın isminden kaynaklanan, beklentileri karşılayamama sorunu görülebilir. Nitekim “Türkiye’de Darbeler ve Azınlıklar” başlıklı bir kitabın, daha ziyade azınlıklara yoğunlaşması beklenir. Yine de, 1964’te Rumların sürül- D “ mesi hadisesinde de görülebileceği gibi darbe zihniyetinin yan sürümü olan bazı hadiseler de kitaba dâhil edilmekle, Türkiye’de hâlen yetersiz sayılabilecek azınlıklarla ilgili literatüre ciddi katkılar yaptığı düşünülebilir. Ancak kitabın “darbeler tarihi” ve “azınlıklar tarihi” gibi başlı başına iki devasa ölçekte konuyu yer yer kesiştirerek, yer yer farklılaştırarak ele alması okuyucu açısından ve yapısal olarak, kitabın hacmi de düşünüldüğünde, zorlayıcı bir etken olarak beliriyor. ALPER SARI ünya tarihinin hemen hiçbir safhası, dünya coğrafyasının hemen hiçbir önemli parçası yoktur ki orada Türkler olmasın.” İlber Ortaylı yeni kitabı İmparatorluğun Son Nefesi’nde birbirinden çarpıcı başlıklar altında bu tezine deliller getiriyor. Özellikle Osmanlı tarihi üzerine yaptığı tespitlerle Osmanlı ile cumhuriyet dönemleri arasındaki bazı algı boşluklarını da sade bir üslup ve kısa değerlendirmelerle doldurmayı başarıyor. Kitabın giriş kısmında Türkiye’deki tarihyazımına getirdiği yoğun eleştirilerde özellikle dil ve tercüme konuları üzerinde duran Ortaylı, tarih biliminin birçok yan daldan beslenmesi gerektiğinin altını çiziyor. İlber Hoca’yı televizyon programlarından tanıyanlar, onun konuşma üslubuna az çok aşina olanlar bu satırlarda aynı üslubun yansımalarını rahatlıkla göreceklerdir. LİTERATÜRE KATKI Gelgelelim, kitabın akademik bir kitapla popüler bir kitap arasında gelgitler yaşadığını ancak bunun anlatımdaki belgesel üslubuyla aşılabildiğini söyleyebiliriz. Yazar, darbeler tarihini, kendinden önceki kitapların üstüne çıkma gayretiyle ele almadığı için burada tarihsel bilgileri derlemek suretiyle yol alırken, özellikle Başbakanlık Arşivi’nde yaptığı çalışmalar neticesinde elde ettiği belgeleri bu derlemeye eklemiş görünüyor. Bu da, dikkatli olmayan okuyucular için belgelerin literatüre katkılarını kavrayamama tehlikesini barındırıyor. Yine de, bu alanda çalışma yapan tarihçiler açısından mutlaka görülüp kıymeti takdir edilecektir. Türkiye’de darbeler tarihi, eldeki belgelerin ve tanıkların çokluğu, ortak ve farklılaşan hikâyelerin bazen bir kitabı aşacak oranda yoğunlaşması sebebiyle, genel manada bir sorunsallaştırma problemine kurban gidiyor. Bu bakımdan tematik okumaların faydası olduğu su götürmez. Burada sorun, içeriğin yetersizliği ya da arşive yeterince gidilmemiş olması değil, tarihin bir ibretlik hikâyeden öteye, bugüne bir yapısal yol gösterici olabilmesini sağlayacak ölçüde modeller ve metotlar kullanılmamasıdır. Türkiye’de Darbeler Tarihi ve Azınlıklar bu bakımdan birkaç adım ötede denilebilir. 27 Mayıs’ta azınlıkların yaşadıklarını masaya yatırması ve yazarın önceki kitaplarında da 1950-60 arasında, Menderes döneminde azınlıkların siyasi ve toplumsal hayattaki rolüne dikkati çekmesi, bu kitaptaki gayretiyle birlikte okunduğunda, literatüre katkısını göstermekle birlikte, tarihçiler açısından meselenin kapağının yeni yeni açılmaya başladığını işaret ediyor. TARİH HAKKINDA YANLIŞ BİLİNENLER “En utanılacak yönümüz; tarih yaptığımız halde tarih öğrenmemek; tarih yazmamak konusundaki ısrarımız!” diyen İlber Hoca, kitapta Türk tarihi için her biri köşe taşı sayılabilecek olay ve kişileri bu bakış açısıyla ele alıyor. Bazı yanlış bilgileri düzeltmek ve akılda kalan soru işaretlerini gidermek maksadıyla kimi alıntı ve hatıralara başvurmayı da ihmal etmiyor. Türkiye’de tarihyazımının bir yığın eksikle dolu olduğu, buna rağmen gelişmesi için çaba sarf edilmediği, Ortaylı’nın en çok yakındığı meselelerden. İlber Ortaylı bu görüşünü başka ülkelerde yapılan tarih çalışmaları ile Türk tarihçiliğini kıyaslayarak belirgin bir düzleme oturtuyor. Ayrıca, başta da değinildiği gibi, Türk tarihinin geniş boyutlarının araştırmacıların daha çalışkan olmalarını, çok okumalarını, eski ve yeni birçok dile vâkıf bulunmalarını gerekli kıldığına işaret ediyor. Ortaylı’nın, Osmanlı’yı anlamanın yolunun Roma devlet düzenini anlamaktan geçtiğini savunması kimilerine ilginç gelebilir. Farklı zamanlarda Akdeniz havzasında hüküm sürmüş bu iki imparatorluğun benzer kurumlar inşa etmesini tesadüften çok bir zorunluluğa bağlayan Ortaylı, bu güç akrabalığına delil 30 olarak, Roma’nın kullandığı “Semper Victorious” deyiminin Osmanlı tuğralarındaki “El Muzaffer Daima” ile olan benzerliğini gösteriyor. Bununla birlikte kitapta başka ilginç ve tartışmalı konulara da değinen İlber Hoca; örneğin, Dolmabahçe Sarayı’nın inşasının israftan çok bir gereklilik olduğunu ileri sürüyor. Dolmabahçe yapılana kadar devlet gücünün sembolü olabilecek büyüklükte bir sarayın bulunmaması ve İstanbul’daki sefaret saraylarının bile daha büyük ve gösterişli oluşu Osmanlı’yı bu harcamaya iten sebepler olarak sıralanıyor. Tanzimat dönemindeki bu harcamaların yanı sıra; Osmanlı’nın hukuk, eğitim, ordu, haberleşme gibi birçok alanda yenileşmeye gittiği ve bu bakımdan dönemin, devleti yıkılmaktan kurtarma girişimi ve modern Türkiye’ye geçişte önemli bir basamak olarak değerlendirilmesi gerektiği de Ortaylı’nın kitapta yer alan görüşlerinden. LOZAN NE HEZİMET NE ZAFER 19. yüzyılın ortalarında Avusturya ve Rusya’nın iktidar mücadelesinde sıkışan Polonya’dan kaçan ve aralarında Nâzım Hikmet’in büyük dedesinin de bulunduğu bazı subayların Osmanlı’ya sığınmaları; güncel bir mesele olarak bundan 160 yıl önce de Batı’nın Kırım için Rusya ile karşı karşıya gelişi ve Osmanlı ekonomisini tüketenin Dolmabahçe’nin inşası değil, aslında Kırım Harbi olduğu; Mustafa Kemal’in Bulgaristan’da geçirdiği yıllar süresince ileride Türkiye’de yapacağı inkılâpları bir nevi etüt ettiği; Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı’daki genç ve eğitimli kadroları öğüten bir biçerdöver olarak düşünülebileceği; Lozan Antlaşması’nın ne hezimet ne de zafer, sadece mantıklı bir antlaşma olduğu kitapta öne çıkan başka mühim görüş ve bilgiler. Tarihin geçmişten aldığını geleceğe aktarmak gibi bir rolü, tarihçinin de böyle bir sorumluluğu bulunduğunun somut göstergesi olan kitap, İlber Ortaylı’nın Osmanlı ile cumhuriyet devirlerinin birbirinden kopuk olmadığı düşüncesi üzerine kurulmuş. Sade ve keskin ifadeler, yer yer anekdotlar ve bazı popüler isimlerle tarih üzerine mülâkatlarla zenginleştirilmiş bir kaynak eser olarak İmparatorluğun Son Nefesi, Türklerin son iki yüz yılına ışık tutuyor. HATIRA-MÜZİK Darbeler eğitime nasıl darbe vurdu? T Bir müzik yazarının defterinden 80 darbesinde Samsun’da lise öğretmeni, 27 Şubat sürecinde ise bir okulda idareci olan, öğrencilik yıllarında haksız yere Mamak’ta çile dolduran Osman Nuri Süzer, adlı kitabında meslek anılarını anlatarak yakın tarihe ayna tutuyor. Müzik dünyamıza büyük emek vermiş Evin İlyasoğlu, adlı son kitabında çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış söyleşilerini, portre yazılarını ve denemelerini bir araya getiriyor. HER MEVSİM KIŞ, OSMAN NURİ SÜZEN, YİTİK HAZİNE YAYINLARI, 168 SAYFA, 7.90 TL SALKIMSÖĞÜTÜN TÜRKÜSÜ, EVİN İLYASOĞLU, PAN YAYINCILIK, 544 SAYFA, 47 TL OSMAN İRİDAĞ ürkiye’nin sancılı yıllarında öğrenci olan; 71 muhtırasında ortaokulda, 80 öncesinde ise üniversitede okuyan bir öğretmen adayının, darbelerin ülke eğitimine etkisiyle ilgili söyleyecek çok sözü olsa gerek. Seksen öncesi sağ-sol çatışmasında bir ülkücü olarak kendini Mamak’ta bulan ve askerî cezaevinde yatan Osman Nuri Süzer’in gözlemlerine dayanarak 12 Eylül’ün, 28 Şubat’ın eğitime zararını anlattığı Her Mevsim Kış adlı kitabını okurken bugün yaşananlar geliyor akla. Süzer’in darbeler sonrasında askerlerin okullar ve öğretmenler üzerindeki baskısını tarif ettiği bölümde sanki 2014 Türkiye’sini buluyorsunuz: “Eğitim camiasından isimler (müdürler, öğretmenler, yöneticiler) zaman zaman hayırsever işadamları tarafından yaptırılan vakıf okullarında toplanıp sohbet ederler. Sohbet halkası her geçen gün genişler, renklenir. Farklı fikirleri olan insanlar aynı çatı altında buluşmaktan mutludurlar. Ama birden bu kolejlerin, yurtların meşruiyeti tartışmaya açılır. Milletin özünden çıkan hayırlı bütün müesseseler hasım görülüyor, hedef alınıyordu. Buralara fitne yuvaları demeye başlayanlar, ‘acımak yok, merhamet yok, tepeleme var’ hırıltılarıyla mazlumların yüreğini ürpertiyordu. Öyle bir atmosfer hâkim kılındı ki, sanki o müesseselerde hizmet edenlerle ilişki kuran herkes, fişlendiği zannına kapılıyordu. Hizmete muhabbet duyan insanlarda şüphe ve korku hissi uyandırılıyordu. Baskılar öyle ağırdı ki, bu müesseseleri çok iyi bilen ve denetleyen bürokratlar bile bu kurumlardan gelen ve yerine getirmeleri gereken meşru işleri görmeye çekinir oldular. Bu okullar sanki ülkenin gayrimeşru çocukları haline gelmişti.” YILLARDIR DEĞİŞMEYEN ZİHNİYET Bu satırlar 28 Şubatçıların zulmü için kaleme alınmış. Bugün ne askerî bir rejim ne de askerden gelen tehdit var. Ama hizmet müesseseleri tıpkı 28 Şubat’taki gibi baskı T altında. Daha dün alkışlayanlarca bugün fitne yuvaları olarak görülüyor. Kendi çocukları dahi bu okullarda eğitim görenler tarafından örgüt evi gibi sunuluyor. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’taki gibi, bilimsel çalışmanın merkezi olması gereken kurumlar ayrışmanın, çatışmanın merkezleri haline getiriliyor. İşte tam da bu yüzden ne köklü bir eğitim reformu yapılabiliyor ne de tam donanımlı öğretmenler mezun oluyor. Türkiye’nin neredeyse her 10 yılda bir yaşadığı darbeler yüzünden okullar bir türlü asli görevlerini yerine getiremiyor. Her darbe ya da darbe teşebbüsü öncesinde çatışmaların ve gruplaşmaların merkezi haline gelen okullarda yıllık müfredatla eğitim vermek mümkün olmuyor. Kavgalar ya da çatışmalar nedeniyle birçok ders boş geçiyor veya boykotlar nedeniyle ders yapılamıyor. ALİ PEKTAŞ ürkiye’de müzik üzerine yazıp çizen az sayıda insan var. Sadece basında değil, maalesef akademik dünyada da bu noktada kocaman bir boşluk görülüyor. Bu durum öncelikle bir arz-talep meselesi olarak değerlendirilebilir. Müzik yayıncılığı konusunda ülkemizde ilk sıraya rahatlıkla koyabileceğimiz Pan Yayıncılık’ın sahibi Ferruh Gençer bir keresinde şöyle demişti: “Bırakın konservatuar öğrencilerini, hocalar bile müzik kitabı okumuyor.” Evet, ülkemizde her türden müzik dinlenmesine ve icra edilmesine karşın müzik üzerine kitapların okunmadığı bir gerçek. Ancak yine de müziğe vefa ve gönül borcu ile sarılıp yazı yazan insanlar var. Evin İlyasoğlu bunların önde gelenlerinden. Bugün yirmiyi aşan kitabı, onlarca yazı ve röportajı ile müzik dünyamız için gerçekten büyük emek sarf etmiş bir isim İlyasoğlu. Özellikle de klasik müzik konusundaki çalışmaları büyük önem taşıyor. BİNLERCE ÖĞRETMEN SÜRGÜN EDİLDİ Osman Nuri Süzer’e göre kendileri bilgilenmeden, eğitilmeden mezun olan öğretmenler öğrenciyi eğitecek bilgi ve donanımı edinemiyordu. O yıllarda eğitim enstitülerinin ve yüksek öğretmen okullarının büyük kısmında laboratuvar ve ders ekipmanları eksikti. Gerekli malzemeler olsa da buralarda eğitim alacak şartlar yoktu. En riskli yerler laboratuvar ve atölyelerdi; karşı gruptan bir öğrenci her an bir âleti eline alıp diğerine saplayabilirdi. Yıllarca okula gidemeyen öğrenciler, bulunan bir formülle mezun edildi: Üç yıllık okulu 45 günde bitirdiler. Öyle ki, eğitim enstitüleri bir yılda üç, bazen dört mezun verdi. Bu şartlar ve yetersizlikler içinde mezun olan öğretmenler, sıkıyönetimin dayattığı korkularla yaşamak zorunda kaldılar. Uydurma ihbarlarla binlerce öğretmen sürgün edilirken, okullarda herkes birbirinden korkar hale geldi. Darbeciler köklü reformlar yapmak yerine şekilciliğe takılıp anma törenlerine, giyim kuşama odaklanmayı tercih edince Cumhuriyet döneminde eğitim ve öğretimde bir türlü istikrar sağlanamadı. Sonuç olarak da okullar gelişmiş ülkelerdeki gibi bilimin, aydınlanmanın yeri olmadı, olamadı. MÜZİKLE YAZIYI BİRLEŞTİRDİ Evin İlyasoğlu bugüne kadar Yeni Dergi, Soyut, Somut, Yeni İnsan, Türk Dili ve Milliyet Sanat dergilerinde, Söz, Güneş ve Cumhuriyet gazetelerinde inceleme, eleştiri, söyleşi ve denemeler kaleme aldı. Marmara ve Boğaziçi üniversitelerinde estetik ve müzik tarihi üzerine dersler verdi, TRT-3 radyosunda yaklaşık yirmi yıl boyunca program yaptı. İlyasoğlu’nun Salkımsöğütün Türküsü adlı son kitabı söyleşi, portre yazıları ve denemelerden oluşuyor. Kitap, ismini İlyasoğlu’nun yazı dünyasına ilk adım attığı denemeden alıyor. Yazar henüz yirmili yaşlarda Yeni Dergi’nin 1968 Eleştiri Yarışması’nda bu denemesiyle birinci olmuş ve sonra yaşamında müzikle yazıyı birleştirmiş. Müzikle diyorum çünkü İlyasoğlu yedi yaşında piyano çalmaya başlamış bir müzisyen aynı zamanda. Onu yazı sürecine taşıyan, tam da bu nokta. Çok sevdiği müziği bir yandan icra ederken, diğer yandan yazmak ve anlatmak onda bir tutku haline gelmiş. Salkımsöğütün Türküsü, “Söyleşiler”, “Portreler” ve “Değinmeler” başlıklı üç bölümden oluşuyor. İlyasoğlu, “Günlük gazete ve dergilerde 31 yayımlanan yazılar çabucak uçup gider. Yıllar sonra onların derlenmiş halini okumak bir okur olarak bana her zaman heyecan vermiştir.” sözleriyle açıklıyor neden bu metinleri bir araya getirdiğini. “Söyleşiler” bölümünde Alexander Rahbari, Cecilia Bartoli, Zubin Mehta, Itzhak Perlman gibi dünyaca ünlü müzisyenlerin yanı sıra, Ayla Erduran, Suna Kan, Fazıl Say, İdil Biret gibi ülkemizin dünya müziğine armağan ettiği isimlerle konuşmalar yer alıyor. Bu konuşmalar, öncelikle müzisyen adayları için önemli; hemen hepsinde “İyi müzisyen nasıl olunur?” sorusunun cevabı gizli. Neredeyse bütün söyleşilerde açıkça görülen mesaj şu: İyi müzisyen olmak istiyorsan önce alçakgönüllü olacaksın. Öte yandan müzisyenlerin kendi çağını değerlendirmesi de kitaba tarihsel bir boyut katmış. Yine benim gibi müzik söyleşileri yapan gazetecilere söyleşi yapma tekniğini göstermesi bakımından da önemli bir kılavuz niteliğinde kitap. MÜZİK, NOTADAN İBARET DEĞİL Kitabın ikinci bölümünde yine birbirinden önemli müzisyenlerin portreleri yer alıyor. Bu portrelerde her şeyden önce dil ve üslubun etkileyici olduğunu söylemeliyim. Betimlemelerinin samimiyeti ve sahiciliği her portreyi bir biyografi tadında okumamızı sağlıyor. Ayrıca yazarın portreleri kaleme alırken hiçbir ayrıntıyı göz ardı etmediği ve izlenimlerini ince ince işlediği görülüyor. Öte yandan kitapta, tarihe mal olmuş anıtsal portreler kadar çiçeği burnundaki isimlerin resmedilmesi de önemli. Son bölüm, yazarın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazılarından oluşuyor. Sadece klasik müzik konusunda değil, güncel müzik konularında da yaklaşık yirmi yıllık bir yelpazeyi kapsıyor bu yazılar. Besteci ve siyaset ilişkisinden Fado müziğine, arabeskten müzik mitoloji ilişkisine kadar birçok konuda düşünceler... Müzikle ilgilenen herkesin bu yazılardan öğreneceği şeyler var. Zira kitapta, müziğin sadece notalardan ibaret olmadığını, içinde bulunduğu toplumdan ve o toplumun sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ortamından nasıl etkilendiğini görmek mümkün. ROMAN-DENEME KÝTAP ZAMANI Askıdaki hayatlar 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Anadolu’dan eskimeyen notlar Necati Göksel’in ilk romanı , yeni baskısıyla okurla buluştu. Altın Kitaplar tarafından yayımlanan roman, yalın dili ve yüksek gerilimiyle polisiye meraklılarına sürükleyici bir okuma vaat ediyor. İsmail Habib Sevük’ün cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme aldığı , coğrafyası ve insanıyla bir bütün halinde 1930’ların Anadolu’suna şahitlik ediyor. Edebiyat tarihimizin bu önemli eseri, yeni baskısıyla yayımlandı. HAYAT ASKIDA, NECATİ GÖKSEL, ALTIN KİTAPLAR, 280 SAYFA, 15 TL YURTTAN YAZILAR, İSMAİL HABİB SEVÜK, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 496 SAYFA, 26 TL H A ASLIHAN KÖŞŞEKOĞLU ayat askıda… Nasıl anlamalı bu cümleyi? Duruşu bozulmasın diye askıya özenle asılmış pardösü gibi düşünmeli insanı belki. Her zaman öyle intizamlı durmalı. Ufacık bir darbe askıyı yerinden oynatabilir, pardösünün şekli bozulabilir, hatta yerlerde sürünebilir. Rengini, dokusunu kaybedebilir. Necati Göksel’in yeni baskısıyla tekrar okurla buluşan romanı Hayat Askıda, hayatın ve insanın işte bu yönüne dikkat kesiliyor. Romanın başkarakteri Metin Kara, yaşanan ekonomik kriz neticesinde işini kaybetmiş bir reklam yazarıdır. Hikâye, onun yaşadığı bu olay sonucu sarsılmasına odaklanıyor önce. Sevdiği kadınının da onu terk etmesiyle Metin hepten hayattan uzaklaşıyor. Ta ki yaşadığı ilginç bir olay ve ardından gelen sıra dışı iş teklifine kadar… Sahibi olduğu bankanın batması sonucu kayıplara karışan bir işadamını izleyecek, şahit olduklarını işadamının babasına iletecektir. Normalde aklından bile geçirmeyeceği bu teklifi içinde bulunduğu durumdan dolayı ve yeniden bir araya geldiği kız arkadaşı Deniz’in ısrarıyla kabul eder Metin. İşte onun İzmir’den Ege’nin sahil kasabalarına uzanan macerası böyle başlar. Romanın girişinde sıradan bir takip zannedilen olay, ilerleyen sayfalarda bir kaçış serüvenine dönüşür. KAPİTALİZME TEPKİ Metin Kara, başlı başına iyi okunması gereken bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Zaman zaman aklını esir alan duygularının onu nasıl güçlendirdiği, karşısındaki insanların hesap edemediği ayrıntılarla attığı adımlar ve hayata karşı dik duruşunu görmek eserin daha heyecanla okunmasına katkı sağlıyor. Ayrıca onun üzerinden bir sistem eleştirisi de dile geliyor. Metin bazen kendisine bile yönelttiği eleştirilerle kapitalizmin getirdiği düzene tepkisini gösteriyor. Roman boyunca hikâyeye dâhil olan karakterler ve yavaş yavaş çözülen düğümler gerilimi besliyor. Polisiye romanların belki de en büyük handikabı, abartının dozunun ayarlanamaması ya da açılan parantezlerin ilgi çekici ve doğru bir noktada kapatılamamasıdır. Hayat Askıda, elbette örneğine filmlerde rastlanacak bir hikâyeden besleniyor. Ancak SEZAİ COŞKUN nadolu, II. Meşrutiyet’in ardından Türk edebiyatında bir coğrafya olarak geniş şekilde yer almaya başlar. Cumhuriyetin ilanının ardından ise yeni ideallerin taşıyıcısı olur. Faruk Nafiz, memleketçi edebiyatın poetikası mahiyetindeki “Sanat” şiirinde, “Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken/ Yazılmamış bir destan gibi Anadolumuz” mısralarıyla ütopik bir coğrafyaya işaret eder. Nitekim bunun yansıması olarak memleketçi edebiyat yazarları, bir şekilde Anadolu’yu şiirlerinde işlemeye başlar. Ancak bu, itibari bir anlatımın ötesine geçemez. Burada Anadolu, sadece seyredilen bir coğrafyadır. Mekânın ruhuna nüfuz eden bir bakış göremeyiz. Çünkü Anadolu hâlâ İstanbul’dan seyredilen bir mekândır. Bu sebepledir ki, cumhuriyetin ilk yıllarında kaleme alınan Anadolu yazıları büyük öneme sahiptir. İsmail Habib Sevük’ün Yurttan Yazılar’ı da coğrafyasıyla, insanıyla bir bütün halinde 1930’ların Anadolu’suna yaptığı şahitlikle önemli bir eser. Necati Göksel kurgusu genel olarak çelişki barındırmıyor. Olaylar birbirini tamamlıyor. Tabii küçük de olsa anlam verilemeyen, havada kalmış hissi uyandıran detaylar da var. Mesela, Metin Kara ve arkadaşının yolda hırsız olduğunu bilmeden arabalarına aldıkları kişi soygun yaptığı çantayı arabada unutur. İlerleyen sayfalarda hırsızın çaldığı paraların hesabını sorması beklenirken, bambaşka bir durumla karşılaşıyor okur. Tabii bu, okuru şaşırtmak amaçlı bir tercih de olabilir… Eserin belki de en etkileyici yönü bir film izliyormuşsunuz hissi uyandırması. Betimlemelerin ve dilin bu etkiyi uyandırmasında yazarın aynı zamanda yönetmenlik yapmasının da etkisi olsa gerek. Hikâyenin tarihi bir güzergâhta ilerlemesi de görselliğine katkı sağlıyor. Ayrıca dikkatli bir okuma ile olayın geçtiği güzergâhın tarihi ve doğal güzelliklerine dair de bilgi edinme imkânı bulabilirsiniz. Son olarak romanın ilk baskısının 2004 yılında yapıldığını, tekrar elden geçirilip, ekleme ve çıkartmalarla yeniden yayımlandığını belirtelim. Hatta yazar kimi bölümlerini tamamen değiştirerek yazdığını söylüyor. Necati Göksel bunu şöyle açıklıyor: “Aslında Hayat Askıda benim ilk göz ağrım. 2011 yılında kitabın baskısı bile piyasada yokken bir film teklifi üzerine -ki o proje gerçekleşmedi- kitabı şöyle bir karıştırırken okumaya başladım. Beni mutsuz eden bazı unsurlar vardı, örneğin yenik kahramanlara ağıt yakan kitapları eskilerde severdim ama şimdi sevmiyorum. Bu yüzden kahramanı duygusallıktan kendini tüketmiş halinden çekip çıkarmam gerekiyordu. Yine anlatımda benim sade dilimle çelişen kimi noktalar vardı. Bunları düzelttim ama asıl el attığım husus kitabın temelindeki sistemle hesaplaşmanın eksikliğini gidermekti.” ‘ANADOLU ÇOCUĞU’NUN KALEMİNDEN İsmail Habib Sevük edebiyat tarihimizde gezi yazılarından çok, 1925 yılında basılan Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi adlı, edebiyat tarihçiliğimizde ayrı bir yeri olan eseriyle tanınıyor. Bu eser, gördüğü ilgiyle kısa sürede Edebî Yeniliğimiz adıyla tekrar basılır. Gerek muhabir olarak gerek öğretmenlik vazifesiyle Milli Mücadele yıllarından itibaren Anadolu’nun farklı yerlerinde dolaşan Sevük’ün Cumhuriyet gazetesinde neşrettiği ve Yurttan Yazılar adıyla kitaplaştırdığı seyahat notları yeni baskısıyla yayımlandı. Sevük, bu yazıları kaleme alışındaki amacını şöyle anlatıyor: “Bu yazılar ne seyahattir, ne sistemli bir ilim tetkikidir, ne sübjektif bir san’attır. Bunlar sadece bir Anadolu çocuğunun yurt hakkındaki görüş ve bilişlerini yurttaşlarının önüne sermek için yazılıyor. Hiç davamız yok, biraz emeğimiz var, o kadar.” Kitap, “Fırattan Toroslara”, “Karadeniz Yalıları” ve “Yukarı Doğu Diyarı” başlıklı üç ana bölüme ayrılıyor. Yirmiyi aşkın şehrin anlatıldığı eserde İsmail Habib Sevük, tarih içerisinde uzanan bir coğrafya anlatımına dikkat eder. Önsözde aydınımızın Anadolu’yu bilmemesinden yakınır, kendini de bu 32 zümreye dâhil eder. Kastamonu’yu örnek göstererek önyargılarla gittiği bu Anadolu şehrinin kafasında kurguladığından çok farklı olduğunu görünce şaşırdığını anlatır: “Memleketi ne kadar bilmediğimizi Kastamonu’da öğrenmiş ve öğrenerek utanmıştım.” Sevük, önemli bir tespit yapar ve bir seyyah olarak mekâna bakışındaki dikkati dile getirir: “Beldeler ve mekânlar… Ne yalnız görünüşle biliniyorlar, ne de yalnız okunuşla. İnsanın mazisi içidir. Mekânların da içi var. Üzerinde mühim bir cenk geçen bir toprak sadece toprak olamaz. Bu yazılarda ‘mazi’ ile ‘müşahede’ beraber yürümeye çalışacak.” Yurttan Yazılar’ın en önemli tarafını burası oluşturuyor. Yazar, coğrafyaya tarih üzerinden bakarken bu tarihî perspektifte Anadolu’nun Batı’nın bir parçası olduğuna dönük fikrî arka planın belirleyici olduğu fark ediliyor. Anadolu’nun “tek başına garba” baktığını söylemesinin ardından Sevük, “O, oraya sadece bakmıyor, asıl nimetini de oradan alıyor.” diyerek cumhuriyetin ideolojisini coğrafyaya bakışında belirleyici bir unsur olarak yerleştirir. Kitabın girişindeki bu vurgunun Anadolu şehirlerinin anlatımına geçildiğinde pek de öne çıkmadığı ama “bakımsız” Anadolu’nun Cumhuriyet’le “mamur” hale geldiği yönündeki algının pekiştirildiği görülür. Örneğin, Erzurum’un konu edildiği şu satırlar birçok şehrin anlatımında arka planı tayin eder: “Hele şehrin İstasyon semti; asıl binadan başka, büro, atelye, hastane, silo ve sair otuz kırk kadar yapıyla orası da ayrı bir âlem olacak. Büyük su deposu, şelâleden alınan bol elektrik; yalnız demiryolları idaresi, istasyon semti için iki buçuk milyon ayırdı. Mamurenin nuru, Erzurum’u şimalden garba gürbüz iki kol gibi kucaklamak üzere…” Değişim, imar faaliyeti olarak alkışlanır. Ama mimari değişimin neleri götürdüğü üzerinde pek durulmaz. Yurttan Yazılar bir cumhuriyet aydınının Anadolu’ya temasının ifadesi olması bakımından önemli. Bu eser bugün bize ne söylüyor? Evvela, 1930’ların, henüz hoyratça bir şehirleşmenin girmediği bakir Anadolu coğrafyasını, cumhuriyetin Anadolu idealini ve insanımızı bir bütün halinde önümüze seriyor. Coğrafyanın fotoğraflanması ise anlatımın görselliği açısından esere katkı sunuyor. Dikkati çeken bir başka nokta ise özensiz diye niteleyebileceğimiz dil kullanımı. Bu dil, eseri zaman zaman zor okunur hale getiriyor. HİKÂYE KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Gogol’ün ata hikâyeleri Kişisel gelişimin Müslüman’cası MÜSLÜMANIN YAŞAM KOÇU, SAYEDA HABIB, UFUK KİTAPLARI, 208 SAYFA, 16 TL Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün , adı yazarla özdeşleşmiş bürokrasi hicvinden uzak dört öyküden oluşuyor. Kazak kültürünün izlerini taşıyan bu metinler, Gogol’ün bütün eserlerine yeni bir gözle bakma imkânı da sunuyor. Müslümanın Yaşam Koçu, “lâ-dini” bir rotada ilerleyen kişisel gelişim kitaplarına İslami bir alternatif sunuyor. İngiltere’de yaşayan Müslüman “yaşam koçu” Sayeda Habib, insanoğlunun içindeki potansiyeli ortaya çıkarmada İslami usulleri takip ederek hedefe ulaşabileceğini anlatıyor. Şimdiye kadar kişisel gelişim kitaplarından beklediği faydayı sağlayamayan okurlara farklı bir yol öneren kitap, ilgilisine tavsiye edilir. MİRGOROD ÖYKÜLERİ, NİKOLAY VASİLYEVİC GOGOL, ÇEV.: KAYHAN YÜKSELERMEHMET ÖZGÜL, EVEREST YAYINLARI, 285 SAYFA, 18 TL B TEMEL KARATAŞ ugün internet arama motorlarına “Gogol” yazdığınızda “google” sözcüğünü içeren sonuçlar nicelikte Gogol’ü fazlasıyla aşıyor. Ama dünyada eşine rastlanmayan ve muhtemel ki rastlanmayacak bir zihindir Nikolay Vasilyeviç Gogol. Öyle ki, yazdıklarıyla kuşakların ilham kaynağı olmuş, yeni bir yol açtığı Rus edebiyatının da zirvesini tutmuştur. Ne “Palto” paltodur ne de “Müfettiş” müfettiştir Gogol’de. Adıyla birlikte anılan Ölü Canlar da içeriğinin en az üç mislini anlatır, okudukça yeniden anlaşılır. Vladimir Nabokov, “Puşkin’in nesri üç boyutludur; Gogol’ünki ise en azından dört boyutludur.” derken onun edebiyatını anlatan en kısa tanımı yapmıştır. “Çağdaşı olan, Öklid’i yerle bir edip Einstein’ın sonradan geliştireceği kuramların çoğunu bir asır erken keşfeden matematikçi Lobaçevski’yle kıyaslanabilir.” der Nabokov. Gogol’ün “Palto”da sergilediği sanatın, paralel doğruların kesişmekle de kalmayıp solucan gibi kıvrılabileceğine, karmakarışık hale gelebileceğine işaret ettiğini söyler. Gerçekten de kendi kendimizle vardığımız fizik ötesi uzlaşımların da var olmadığı Gogol’ün dünyasında, bütün bunlar gayet tabii şekilde olup biter. METAFORLARIN GERÇEKLE ÖRTÜŞMESİ Onun edebi gücü Gogol okurunu meydana getiren güçtür aynı zamanda. Gerçek karakterler, gerçek okuru üretmenin en etkin yoludur. Gogol Paramparça hayatlar KAPUTT, CURZIO MALAPARTE, ÇEV.: NEYYİRE GÜL IŞIK, CAN YAYINLARI, 600 SAYFA, 36 TL Kırılmış, paramparça, mahvolmuş... Kaputt, Almancada tam olarak bu anlamlara geliyor. II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının o enkaz hali daha başka hangi sözcükle anlatılabilir ki? İtalyan edebiyatının önemli isimlerinden Curzio Malaparte eserini 1941 yazında, Almanların Rusya’ya açtıkları savaşın başında, Ukrayna’da bir köylünün evinde yazmaya başlamış. Yalnızca cephelerdeki değil, cephe gerisindeki vahşeti de cümleleriyle okurun beynine kazıyan Malaparte, sayfalar boyunca bombardımanların altında, karla kaplı ormanların derinliklerinde, Nazi liderleriyle yapılan yemekli partilerde dolaşıyor. Nikolay Gogol karakterleri de onun hayal dünyasında gerçek hamuruyla yoğrulmuş, dört başı mamur öykü/roman kişileridir. Eserlerinde görülen benzersiz ustalıktaki yergi, tanım ve tasvirler de bu karakterleri gerçekten daha gerçek kılar. Everest Yayınları’nın öykü dizisinden Kayhan Yükseler ve Mehmet Özgül’ün ortak çevirisiyle çıkan Mirgorod Öyküleri de Gogol edebiyatının örneklerinden biri. Mirgorod Öyküleri’nin, Ukrayna’da orta halli toprak sahibi bir ailede dünyaya gelen Gogol’ün genlerine işlemiş bir kültürün, coğrafyanın hikâyesi olduğu söylenebilir. Gerek Ukrayna halk kültürünü evrensel bir dile dönüştürebilmesi, gerekse Kazak kültürünü yüzyıllar sonrasına gerçekçi ve yalın bir halle aktarabilmesiyle yazarlıktaki dehâsını bu hikâyelerde de göstermiştir Gogol. Dönemin hikâye üslubu olan uzun tasvirler ve adeta bir yağlıboya peyzajı özgünlüğünde mekân aktarımı Türk klasik hikâyeciliğine kadar uzanmış, kimi yazarları tam anlamıyla “Gogol’ün paltosu” altına sokmuştur. İki kedinin yakınlaşması gibi basit bir olayı bile döneminde yalnızca Gogol bir müfreze askeri ile köylü kızının ilişkisi metaforuyla aktarabilmiştir: “(…) Bu kediler ambarın dibindeki aralıktan Pulheriya İvanovna’nın uysal kedisiyle uzun süre koklaştıktan sonra onu kandırmışlardı, tıpkı bir müfreze askerin salak bir köylü kızını ayartması gibi…” (s. 21) “Eski Zaman Beyleri”, “Taras Bulba”, “Viy” ve “İvan İvanoviç ile İvan Nikiforoviç’in Nasıl Tartıştıklarının Öyküsü” adlı dört hikâyeden oluşan Mirgorod Öyküleri, mizah anlayışı, gerçekçi üslubu ve canlı anlatımıyla Rus edebiyatında bir yeniliğin öncüsü olmuştu. Öyle ki Gogol, döneminde ve sonrasında birçok yazara yol gösterdi, dünyayı sarmalayan Rus edebiyatının temelini attı. Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık.” demesi de bundandı. Nabokov ise yıllar sonra, “Gogol, Rusya’nın yetiştirdiği en tuhaf düzyazı şairidir.” diyecekti. Türk siyasetinde milliyetçilik Buzzati’den fantastik bir dünya MİLLİYETÇİLİĞİN YAKIN TARİHİ, A. BARAN DURAL, CUMARTEZLERİ YAY., 662 SAYFA, 35 TL YAŞLI ORMANIN GİZEMİ, DINO BUZZATI, ÇEV.: YELDA GÜRLEK, TİMAŞ, 192 SAYFA, 14 TL Görünen o ki, Türk milliyetçiliği üzerinde yürütülen tartışmalar hiç bitmeyecek. Akademisyen A. Baran Dural, Milliyetçiliğin Yakın Tarihi adlı kapsamlı eserinde Türkiye siyasetinin yakın döneminde milliyetçiliğin izini sürüyor. Alparslan Türkeş’ten başlayarak 1970’ler ve 1980’lerde merkez sağ siyaseti ile birlikte milliyetçi ‘hareket’in serüvenini ele alan yazar, meseleyi 2000’ler Türkiye’sine kadar titizlikle takip ediyor. Dural’a göre, gelinen noktada milliyetçilik merkez sağ politikalarını belirlemedeki etkin rolünü sürdürecek. Yelda Gürlek’in İtalyanca aslından çevirisiyle Yaşlı Ormanın Gizemi, okuru içindeki çocukla barıştıracak, yaşamın kalbine dokunduracak fantastik bir öykü. Yaşlı Orman bir efsanedir: Burası çocukluğun köklerinin salındığı, sınırlarının bozulmadan korunduğu, ölümsüz bir güç gibi yaşamı sembolize eden, neşeli, özgür, karşılık beklemeyen bir ormandır. Bizi inanılmaza inandıran Buzzati’nin bu fantastik öyküsü, gizemli rastlantıları ve gerçeküstü ayrıntılarıyla kâinatın en kadim meselesini ele alıyor: İyi ile kötünün savaşı... 33 Deleuze’ün mirası ne söylüyor? DELEUZE’ÜN FELSEFİ MİRASI, DERLEYENLER: GRAHAM JONES, JON ROFFE, OTONOM YAYINCILIK, 480 SAYFA, 39 TL Geçtiğimiz yüzyılın en önemli felsefecilerinden Gilles Deleuze’ün her durumda yenilikçiliğiyle ayırt edilen felsefe tarihi, sinema, resim, edebiyat ve politika üzerine eserleri hakkında yapılan incelemelerin sayısı her geçen gün artıyor. Yine de Deleuze’ün kavramsal yaratımlarının dayandığı çok çeşitli kaynakların, bir şekilde karanlıkta kaldığı ve henüz keşfedilmeyi beklediği söylenebilir. Önde gelen Deleuze yorumcularından Graham Jones ve Jon Roffe, Deleuze’ün mirasının bu zengin kuramsal arka planını gündeme getiriyor. Modern Avrupa’nın doğuşu KIRIM SAVAŞI, ALAN PALMER, ÇEV.: MERAL GASPIRALI, ALFA TARİH YAY., 380 SAYFA, 19 TL Kırım Savaşı, çoğunlukla Doğu meselesindeki çarpıcı olaylardan biri olarak görülür. Rusça, Fransızca ve İtalyanca kaynaklar ile İngiliz arşivlerinde şimdiye dek işlenmemiş malzemeyi kullanan Alan Palmer ise bu olayı modern Avrupa’nın doğuşu olarak değerlendiriyor. Kırım Savaşı’nı yeni bir bakışla anlatan kitapta Palmer, Balaklava Savaşı, Florence Nightingale, Stratford de Redcliffe’in savaş suçu ve İngilizlerin yurtseverlik coşkusu gibi kavramlara ilişkin efsane ve önyargıları ortaya koyuyor. Bulutlardan fal bakanlar BULUT FALI, BÜŞRA ERSANLI, CAN YAYINLARI, 408 SAYFA, 25 TL Akademisyen Büşra Ersanlı, ‘KCK Davası’ kapsamında yürütülen hukuki bir sürecin neticesinde 28 Ekim 2011 tarihinde gözaltına alınarak tutuklanmıştı. Ersanlı, tahliye edildiği 13 Temmuz 2012 tarihine kadar cezaevinde geçirdiği zamanı kendi tuttuğu günlük, gazete haberleri ve en önemlisi “içeridekilere” bir dayanışma duygusu veren çok sayıda mektup ve kartla dinamik bir kurgu oluşturarak anlatıyor. Böylece, pek alışık olmadığımız şekilde renkli bir ‘hapishane kitabı’ çıkıyor ortaya. Ersanlı’nın ‘tanıklığı’ ülkenin hâlen aşamadığı sorunlar konusunda umut vermeyi amaçlıyor. DİN KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Aldandığımız nimet: Zaman Bir sinema akımı kurmak Prof. Dr. İbrahim Canan, adlı kitabında, dinimizin zamana verdiği önemi, vaktin boş geçirilmemesi konusundaki emirlerini anlatıyor. Eserde hayatın Kur’an ve sünnet ışığında nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair bir yol haritası sunuluyor. İSLAM’DA ZAMAN TANZİMİ, İBRAHİM CANAN, IŞIK YAYINLARI, 180 SAYFA, 9 TL “ İ AHMET DOĞRU ki nimet vardır ki insanların çoğu onlarda aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” buyuruyor Sertâcımız Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem). Dinimizin önem verdiği konuların başında zaman geliyor. İslam binasını ayakta tutan rükünlerin pek çoğu zaman ile mukayyet. Dinin direği namaz “mevkûten” yani vakitli olarak farz kılınmış. Beş vakit namazın arasını tezyin eden teheccüd, işrak, evvabin gibi nafileler bile vakte bağlı. Oruç senede bir ay, ramazanda tutuluyor. Gün içinde de ne zaman başlayıp ne zaman biteceği belli. Sahuru birkaç dakika sonraya yahut iftarı birkaç dakika önceye alsanız, 13-14 saatlik ibadet bütünüyle boşa çıkıyor. Hac, malûm aylarda. Zekât, “senevî” olarak veriliyor. Teklif, bulûğ ile başlıyor. Akıl bâliğ olmanın öncesi ve sonrası farklı hükümlere tâbi. Kısacası günü, ayı, yılı, bütün bir ömrü tanzim etmeden “Müslüman” sıfatına hakkıyla bürünmek mümkün değil. Prof. Dr. İbrahim Canan, İslam’da Zaman Tanzimi adlı kitabında dinimizin zamana verdiği önemi, hayatın her dakikasının Kur’an ve sünnet ışığında nasıl değerlendirilmesi gerektiğini anlatıyor; yılları ay, ayları hafta, haftaları gün gibi geçen günümüz insanına bir yol haritası çiziyor. Tanıyanların beyanıyla, 2009 yılında bir trafik kazası ile âlemini değiştiren merhum İbrahim Canan’ın 69 yıllık ömrü de bu kitabın hayata aksetmiş bir numunesi. Hoca yaşadığını yazmış, yazdığını yaşamış. VAKİT ‘DOLU’ DEĞİL ‘FAYDALI’ GEÇMELİ Işık Yayınları’ndan çıkan kitap, 1985 yılında Ankara’da düzenlenen “Gençliğin Durumu ve Dünyadaki Geleceği” adlı sempozyumda sunulan aynı isimli bildirinin genişletilmiş hali. Gençliğin ele alınması gereken problemleri arasında zamanla ilgili olanın başta geldiğini söylüyor İbrahim Canan. Zamanı değerlendirme adına gençlere aslında hiçbir faydası bulunmayan, belki de zararlı olan eğlenmek, oyun oynamak, rastgele okumak, rastgele gezmek, spor takımı tutmak gibi bir kısım meşguliyetler tavsiye edildiğine dikkati çekiyor. “Faydalılık ve verimlilik” açısın- YÜCEL ÇAKMAKLI, DERLEYEN: BURÇAK EVREN, KÜRE YAYINLARI, 334 SAYFA, 22 TL 1970’lerde çektiği filmler ‘milli sinema’ tanımlamasıyla literatüre geçen Yücel Çakmaklı, ilerleyen süreçte bir tez sinemasına dönüşen bu akımın ilk örneklerini verdi. Filmlerinin ve televizyon işlerinin yanı sıra, kendi hayat tarzı ile eserlerinin uyum içinde olması Yücel Çakmaklı’yı değerli kılan en önemli özelliklerden biriydi. Sinema yazarı Burçak Evren, Çakmaklı’yı gelecek kuşaklara tanıtarak tarihe bir not düşmeyi ve yönetmenden bugüne dek esirgediklerimizi geç de olsa verebilmeyi amaçlıyor. Hayat, sanat, yazı… SANATA DAİR, HALİD ZİYA UŞAKLIGİL, ÖZGÜR YAYINLARI, 1040 SAYFA, 58 TL Sanata Dair, Halid Ziya Uşaklıgil’i Türk edebiyatı tarihinin yanı sıra Türk kültür tarihi ve eleştiri geleneğimiz içinde de önemli bir konuma taşıyan bir eser. Kitabı benzerlerinden ayıran ise didaktizm tuzağına düşmemesi. Halid Ziya, insan unsurunu merkeze alan zengin yaşantısı ve hayat tecrübesi ile okura sadece kuru bilgi değil, hayata dair dikkat çekici ayrıntılar sunmayı da başarıyor. Mübadele’den kalanlar Prof. Dr. İbrahim Canan (1940-2009) dan ele alınmadığında bunların hiçbir mana taşımayacağını vurguluyor. “İslam, zamanın değerlendirilmesinde, pratik olarak günlük plana ağırlık verir.” diyor İbrahim Canan: “Vaktin boş geçirilmemesinde ısrar eder. Zaruri çalışmalar dışında kalan vakitleri zikir, tefekkür, faydalı şeyler öğrenme, aile efradıyla sohbet, terbiye gibi meşguliyetlerle geçirmeyi emreder. Zamanın plana bağlanmasında, faydalı meşguliyetleri planlamak esastır; ibadet, helâl kazanç, nefis murakabesi ve aile terbiyesi günlük meşgalenin ana kalemleri olmalıdır.” Prof. İbrahim Canan’a göre İslam, tamamen boş geçirilecek bir vakit tanımaz. Hoca bu konuda, “O halde bir işten ayrıldığında hemen bir başka işe koyul.” (İnşirah / 7) ayetini zikrediyor, Kur’an’da meşguliyet değiştirilerek dinlenmeye dikkat çekildiğini söylüyor. Bir başka tabirle, “çalışarak dinlenme”... Bir işte takat kesilince başka işe koyulma, işten yorulunca öğrenmeye, ibadete ara verince duaya geçme... Canan Hoca’nın anlayışında namaz kılınmanın mekruh olduğu vakitler bile ilimle değerlendirilmeli. BOŞ VAKİTLER HAFIZAYI DA YIPRATIYOR Boş geçirilen uzun süreli tatillerin hafıza kaybına sebep olması, bir başka ilginç ayrıntı. Canan’ın Avrupalı bir bilim adamından yaptığı alıntıya göre, yan gelip yatarak geçirilen uzun süreli bir tatilden sonra beynin eski fonksiyonlarını kazanabilmesi için en üç hafta gerekiyor. Faaliyetsiz geçen bir iki saatlik zaman dilimi dahi insanda ölçülebilir derecede hafıza kaybına yol açıyor. Kitapta, gün manasına gelen “yevm”in Kur’an-ı Kerim’de çeşitli şekillerde 475 defa zikredildiği bilgisi veriliyor. Günün bir yarısı olan gündüz (nehâr) 57, diğer yarısı olan gece (leyl) 92 kere zikrediliyor. Gündüzle ilgili zaman dilimlerini belirten farklı kelimelerin toplamı 107, geceyle ilgili kelimelerin toplamı ise 117. İbrahim Canan, namazdan bahseden ayetlerin de zaman şuuru veren ayetler sınıfına dâhil olduğunu belirtiyor. Bütün bunlar Kur’an’da zaman kavramına ne kadar önem verildiğinin işareti. Kitap, “Kur’an’da Zaman”, “Zamanla İlgili Telakki ve Tedbirler”, “Peygamberimizin Hayatında Zaman Tanzimi”, “İslam’da Tatil ve İstirahat”, “İslam Âlimlerinde Zaman Endişesi”, “Zamanı Değerlendirmede Püf Nokta: Alışkanlık” başlıklarını taşıyan altı bölümden oluşuyor. İbrahim Canan kitap hakkında şöyle diyor: “Bu çalışma ‘zaman’ gibi kıymetli, hiçbir beşerî değer ile ölçülemeyecek ilahî cevherin kıymetini duyurmada; gençliğimize, zamanı değerlendirmede ipuçları verebilirse hedefine varmış olacaktır.” 34 MÜBADELE, İHSAN TEVFİK, İNKILAP KİTABEVİ, 384 SAYFA, 24 TL Türklerin ‘mübadele’, Rumların ‘andalayi’ diye adlandırdığı, karşılıklı olarak yaklaşık iki milyon insanın hayatını etkileyen göç hareketi, dünya tarihinin devletlerarası bir anlaşmayla gerçekleştirilen en büyük nüfus değişim hareketlerinden biri. Böylesi büyük ayrılıklar, ister istemez belleklerde acı izler bıraktı. Mübadele, sadece söz konusu değiş tokuşa değil, kendinden önceki ve sonraki ‘büyük’ göçlere de belge ve fotoğraflar eşliğinde ayna tutuyor. Tarihi değiştiren moleküller NAPOLYON’UN DÜĞMELERİ, P. LE COUTEUR, JAY BURRESON, ÇEV.: RAŞİT GÜRDİLEK, METİS, 376 SAYFA, 28.50 TL Napolyon’un Düğmeleri, ismine aldanıp da tarih kitabı sanılmaya müsait bir kitap. Ancak gerçek öyle değil; deyiş yerindeyse iki kimyagerin kendi alanlarına eğlenceli bir bakışı. Eser, insanlık tarihini değiştiren on yedi molekül ve bileşiğin hem hikâyelerini hem de kimyasal yapılarını anlatıyor, böylece kimyayla tarihi harmanlıyor. Bize gayet sıradan görünen, varlıklarına fazlasıyla alıştığımız bu maddelerin geçmişte ne kadar önemli olayları tetiklediğini öğreniyoruz kitaptan. DİN KÝTAP ZAMANI Her parçası bir mucize: Kur’an-ı Kerîm Abdulbaki Güneş’in adlı eseri Kur’an’ın ayet ve sureleri arasındaki bütünlüğü konu ediniyor. Eser ayrıca Yüce Kitabımızın tertibi, ayet ve surelerin irtibatı gibi önemli bir konuyu da genel hatlarıyla ele alıyor. KUR’ÂN’DA BÜTÜNLÜK MUCİZESİ, ABDULBAKİ GÜNEŞ, NESİL YAYINLARI, 192 SAYFA, 10 TL K 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Sahaflar arasında BELGEZAR 2013, YUSUF ÇAĞLAR, ZAMAN KİTAP, 144 SAYFA, 15 TL “Kıymetli evrak sepeti” anlamına gelen Belgezar, Yusuf Çağlar’ın sahaf ziyaretlerinden yola çıkarak kayıt altına aldığı kıymetli evrakın öykülerini anlatıyor. İlki 2011 yılında yayımlanan kitabın devamında bambaşka kıymetli evrak hikâyelerine tanıklık ediyoruz. Aynı zamanda bir hatırat özelliğini taşıyan eserde, her yazıya tarih kaydı düşülüyor. Yazarın meraklı okura bir de müjdesi var: Sahaflar âleminde başlayan bu kitaplı yolculuk, birbirinden anlamlı kitap sohbetleri, tarih hazinesi hükmündeki düşünce ve buluşlarla devam edecek. YILDIRAY YALÇIN utsala karşı topyekûn bir savaşın başlatıldığı modern çağda Kur’an’a duyulan güven de sarsılmak istenmiş, onun sıradan, beşer kelâmı bir kitap olduğu iddiası seslendirilmiştir. Birçoğu sahih olsa da yerli-yabancı çok sayıda Kur’an tercümesiyle Kur’an’ın mucize bir kitap olmadığı fikri uyandırılmak istenmiştir. Aleyhdeki iddiaların Kur’an’ın yapısını, sure ve ayetlerin tertibini hedef aldığı görülür. Mesela bir zamanlar Fransız hükümeti tarafından yaptırılan bir Kur’an tercümesinde Avrupalıların sözde fikrî yapısına uydurabilmek için Fatiha’nın başa, Bakara suresinin ise sona konulması düşünülmüştür. Kur’an’daki ayet ve surelerin tertibi ve genel yapısı, “Münasebâtü’l-Kur’ân” ilmi içerisinde incelenir. Hicri VI. yüzyılda ilk meyvelerini veren bu ilim, asrımızda daha fazla bir önem kazanmış ve çoğu ilim adamının eserlerinde yer almıştır. Bu âlimlerden bazıları Muhammed Abduh, Mevdudi, Seyyid Kutub, Muhammed A. Draz; ülkemizde ise Elmalılı Hamdi Yazır ve Bediüzzaman Said Nursi’dir. Kur’an’daki bütünlük ve tutarlılığı kabul edip ispatlamaya çalışan Batılı ilim adamları da yok değildir. Belçikalı araştırmacı Michel Cuypers, Fatiha ve Maide surelerini Kur’an’daki bütünlüğü ispat etmek amacıyla incelemiştir. YÜKSEK LİSANS TEZİ OLARAK YAZILDI Abdulbaki Güneş’e ait Kur’ân’da Bütünlük Mucizesi adlı eser de Kur’an’ın ayet ve sureleri arasındaki bütünlüğü (münasebet) konu edinen bir çalışma. Yazarın “Kur’ân’da Âyet ve Âyet Bütünlüğü” başlıklı yüksek lisans tezi üzerinde yaptığı bazı düzenlemeler sonucu meydana getirdiği eser, giriş haricinde dört bölümden oluşuyor. Araştırmanın konusu, önemi, amaç ve metodu hakkında bilgi verdiği giriş bölümünde yazar, Kur’an’ın kendi yapısal bütünlüğü içinde değerlendirilmesinin ehemmiyetini dile getiriyor. Bu bölümde, ayetlerin siyak ve sibakına uygun bir şekilde, bütünlük ilkesine riayet edilerek yorumlandığında birçok ihtilafın ortadan kalkacağını belirten yazar kitabın birinci bölümünde “ayet” ve “sure” kavramları hakkında genel bilgiler veriyor. “Münasebâtü’l-Kur’an” ilmi, ayet ve Markalaşmanın tarihi İLK MARKA HZ. ÂDEM Mİ?, SERHAN OK, ELMA YAYINEVİ, 269 SAYFA, 19 TL Marka ve pazarlama uzmanı Serhan Ok, günümüzde şirketler, hatta kişiler için bile kaçınılmaz olan markalaşma sürecinin tarihine dair ilginç bir tez ortaya atıyor. Markalaşmanın ilk insana, yani Hazreti Âdem’e kadar uzandığını iddia eden Ok’un tespitleri ilginç. Marka kavramının insanın doğasından beslenerek ortaya çıktığını belirten yazar, iddiasını dinî ve bilimsel verilerle desteklemekle kalmıyor, bu bakış açısıyla yola çıkarak bir markanın nasıl ‘yaratılacağını’, yaşatılacağını ve yönetileceğini de anlatıyor. surelerin mushaftaki tertibinin vahiy ile belirlendiği (tevkifî olduğu) ilkesine dayanır. Ayet ve surelerin tertibinin nüzul sırasına göre değil de halihazırdaki şekilde takdiri, nazarları bu tertipteki sebep ve hikmetleri aramaya sevk etmiştir. Münasebet ilmi, Kur’an’ın tertibindeki bu hususiyeti anlatmak üzere şu benzetmeyi yapar: “Açık, berrak bir gecede gökyüzüne bakıyoruz. İlk bakışta yıldızlar semaya gelişigüzel serpilmiş gibi görünüyor. Fakat aralarında öyle ince bir nizam ve ahenk var ki; birinin mihverinden azıcık sapması halinde hepsinin yerle bir olacağını işin erbabı söylüyor.” Kur’an’ın mucize olan nazmını tahlil eden âlimler şu kanaate varmıştır: “Şayet Kur’an’daki bir lafız yerinden çıkarılacak olursa bütün Arap lisanı altüst edilse bile onun yerini tutacak tek bir kelime bulunamaz.” “Kur’ân’ı Anlamada Bütünlük Paradigması” başlıklı ikinci bölümde yazar ayet ve surelerin tertibindeki hikmeti konu edinen “Münasebâtü’l-Kur’an” ilmi hakkında bilgi veriyor. Bu bölümde “Kur’ân’a Bütüncül Yaklaşımı Engelleyen Faktörler” alt başlığı altında aslında Kur’an’ı doğru anlayıp yorumlamayı engelleyen faktörler sıralanmış. Kitabın üçüncü bölümünde sureler arası bütünlüğü ortaya koyan çok sayıda örneğin tahlil edildiğini görüyoruz. Ayet içi ve ayetler arası bütünlüğün (münasebetlerin) incelendiği dördüncü bölümde, ayetlerdeki lafız (ses)-mânâ irtibatını gösteren misaller kitabın en ilginç kısmı. İslam âlimleri, Kur’an’ın yapısı hakkındaki, “Kur’an nüzul açısından olaylara, tertip açısından da bazı hikmetlere mebnidir.” hakikatinden yola çıkarak ayet ve sureler arası münasebetlerdeki hikmetlerin aranması gerektiğini dile getirmiş ve bu mevzuda birçok eser vermişlerdir. Fahreddin Razi, “Kur’an’ın inceliklerinin çoğu, Kur’an’ın tertibinde, ayet ve surelerin irtibatında gizlidir.” der. Kur’ân’da Bütünlük Mucizesi, Yüce Kitabımızın tertibi, ayet ve surelerin irtibatı gibi önemli bir konuyu genel hatlarıyla ele alıyor. Ayet ve sureler arası münasebetler kimi zaman açık olsa da çoğu zaman derin bir bakışı gerekli kılar. Bu nedenle bazen ortaya konan izahlar tatmin edici nitelikten uzak olabiliyor. Eserde yer alan bazı örnekler (s. 123, 173) bu bakımdan sorgulanabilir. Ayrıca son bölümdeki kimi başlıkların içeriği tam ifade etmediği söylenebilir. Allah kelâmını anlamada günümüz insanı birçok engelle karşı karşıya. Kur’an’ın üslup ve muhtevasını bilmeme bunlardan biri. Elimizdeki kitap, Kur’an’ın üslup ve muhtevasını günümüz insanının anlayabileceği bir sadelikte tanıtmayı hedefliyor. Bu çalışma ile öğreniyoruz ki Kur’an, belli bir konu esasına göre gitmeyip çeşitli alanlara ait meseleleri, kendisine has bir metotla bir arada ele alır. Bu, plansızlık zannedilecek bir dağınıklık olmayıp, beşer mantığını aşan harika bir münasebetler dokusu sergileyen ilahi bir telif tarzıdır. 35 Devlet şerik kabul etmez mi? DİN VE SİYASET, ALİ BULAÇ, İNKILAP KİTABEVİ, 664 SAYFA, 35 TL Siyasi tarihimize “Allah şirk, devlet şerik kabul etmez” sözleriyle geçen ‘yeni’ bir devlet anlayışını yaşamaktayız. Din-siyaset ilişkileri konusunda uzun süredir çalışmalar yapan Ali Bulaç, meselenin köklerine inerek konuyu temellendiriyor. Bulaç, son yıllarda ülkemizde tezahür eden garip devlet anlayışına karşı çıkıyor: “Allah şerik kabul etmez, devletin ise toplumsal gruplar sayısınca şeriki vardır. Meşru bir hedefe meşru yollardan gidilir.” Bununla beraber Ali Bulaç, “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınmak” sözünün asıl bağlamından çıkarılmasına da itiraz ediyor. Duvarlar yıkılırken YÜRÜYEN DUVAR, İLHAMİ EMİN, TEKİN YAYINEVİ, 200 SAYFA, 15 TL Türkçe kaleme aldığı eserleriyle tanınan Makedon yazar İlhami Emin, son romanı Yürüyen Duvar’da okuru bilmediği topraklarda manevi bir yolculuğa çıkarıyor. Melamilik, Mevlevilik, Bektaşilik, Alevilik, Osmanlı, Atatürk ve Yörüklük, Emin’in romanında kol kola yürüyor. On yaşındaki Yörük Osman’ın kendini bulma arayışı, Yelova köyünden başlayıp Balkanları dolaştıktan sonra Osmanlı topraklarına varıyor ve nihayet cumhuriyet dönemine ulaşıyor. POLİSİYE KÝTAP ZAMANI İki yazar bir polisiye Sherlock Holmes İstanbul’da Robert (Bob) ve Carol Bridgestock çiftinin RC Bridgestock adıyla birlikte kaleme aldığı polisiye roman Türkçeye kazandırıldı. Roman, ikilinin dört kitaplık Dedektif Jack Dylan serisinin ilk kitabı. ÖLÜMÜNE TAKİP, RC BRIDGESTOCK, ÇEV.: CELÂL DEMİREL, TREND YAYINLARI, 261 SAYFA, 18 TL N YAVUZ ULUTÜRK itelikli okurun kendine bir okuma haritası çizmesi gerektiğini düşünmüşümdür hep. Okur dediğin, belli türleri daha çok sevmeli ama her türün limanına uğramalı, vazgeçemediği yazarlar olmalı, çantasında her zaman ilaç olan migren hastası gibi o da kitap bulundurmalı. Bir okur olarak sevmedikleri de olmalı elbette… Birden fazla yazarı olan kitaplara nedense hep mesafeli durdum. Özellikle de üniversite ders kitapları ve yardımcı kaynaklara… Bu tarz akademik metinlere mesafenin nedeni maksadın okumak değil ders çalışmak olmasıydı belki. Akademik temelli kitapların çok yazarlı olmaları normal, çünkü birçoğu derleme eserler. Esas garip olan bir romanın birden çok yazarı olması galiba. Kurgunun düşünce aşamasında nasıl şekillendiği, karakterlerin oluşumu, olayların sıralanışı… Her birini bir yazarın bile nasıl başardığı koskoca bir soruyken iki yazarın bir tek bir romanı nasıl yazdığını anlamak güç. Gelgelelim edebiyat tarihi bunun örnekleriyle dolu. İki yazarlı (co-authored) kitapların popüler olduğu türlerden biri de hiç şüphesiz polisiye-gerilim. İlk akla gelen herhalde, polisiye meraklılarının da yakından bildiği Maj Sjöwall ve Per Wahlöö ikilisinin kaleme aldığı “Martin Beck” serisidir. Stephen King-Peter Straub ikilisinin yazdığı Kara Ev ve Tılsım romanları da iki yazarlı kitaplara örnek gösterilebilir. Bir başka meşhur örnek Neil Gaiman-Terry Pratchett ikilisinin kaleme aldığı Kıyamet Gösterisi (Good Omens). İtalyan yazar Rita Monaldi ve Francesco Sorti çiftinin yazdığı Imprimatur (Literatür Yay., 2004) tüm dün- Carol ve Robert Bridgestock yada olduğu gibi Türkiye’de de ilgiyle karşılanmıştı. Geçtiğimiz aylarda yayımlanan ve Türkçeye kazandırılan polisiye roman Ölümüne Takip de iki yazarlı kitaplardan… RC Bridgestock imzalı roman, iki yazarlı olduğunu hemen açık etmiyor. İlk bakışta tek bir yazarın baş harflerinin kısaltması gibi duran “RC” aslında, Robert (Bob) ve Carol Bridgestock çiftinin baş harfleri… BİR ‘KATİL KİM?’ POLİSİYESİ Ölümüne Takip yıllarca polislik ve dedektiflik yapan Bridgestock çiftinin kaleme aldığı Dedektif Jack Dylan serisinin ilk kitabı. Kitap, dokuz yaşında bir kızın sokak ortasında öldürülmesiyle başlıyor. Kafasına aldığı darbe ile anında hayatını kaybeden küçük kız, daha yere yığılmadan arabaya konulup götürülüyor. Önce kayıp vakası olarak başlayan soruşturma kısa süre sonra ceset ortaya çıkınca cinayet soruşturmasına dönüyor. Okur daha kitabın başında şahit olduğu bu olayın kitap boyunca çözülece- ğini zannederken çok geçmeden bu sefer 10 yaşındaki bir erkek çocuk için kayıp ihbarı yapılıyor. Yine ceset çok geçmeden bulunuyor. Geriye tek soru kalıyor: “Katil kim?” Kitapta, çeviriden mi yoksa metinden mi kaynaklandığı belli olmayan bozukluklar var. Örneğin, bir ölümün ani olmasında sıkıntı yoktur. Fakat “hızla gelen darbe kafatasını paramparça ettiğinde” müteveffanın başının tek parça kalmaması gerekmez mi? Ya da yere bir damla kan bile düşmemesi normal midir? Kitaptan aynen alıntılayacak olursak: “Hızla gelen o darbe kafatasını paramparça ettiğinde Daisy eve varmak üzereydi. Cansız bedeni yere hiç düşmedi. Savrulan bedeni hemen aracın açılan kapısından içeri çekildi… Başındaki yaradan sızan parlak kırmızı, ılık kan yere hiç bulaşmadı.” En basit CSI cinayetlerinde bile mantıklı bir açıklama vardır. Hal böyleyken katilin cinayeti anlatırken, “arabayla vurdum” diyerek dedektifleri geçiştirmesi de ayrı bir tutarsızlık. Okur, serinin bu ilk romanında Dedektif Dylan’ın soruşturmayı titizlikle yürütmesini takip ederken bir yandan da onu tanıma fırsatı buluyor. Bu da bir seri polisiye roman için olumlu bir not diyebiliriz. İngiliz polisiyesinin sevilen yazarları seriye şimdilik üç kitap daha kazandırmış: Consequences, White Lilies ve Snow Kills. Trend Yayınları bu kitapları kısa zamanda ve sıra gözeterek yayımlayacaktır. Romanın kapağında da yer alan ve Dylan’ın dedektifliğe başladığından beri sorgu dosyasında taşıdığı, “Cinayet, caniyi hiçbir suçta olmadığı kadar yeni suçlara davet eder.” cümlesinden mülhem şöyle diyelim: “Polisiye roman, okuru hiçbir türde olmadığı kadar yeni romanlara davet eder.” Hastane koridorlarında ‘gerilim’ SOĞUK ÇELİK, PAUL CARSON, ÇEV.: ERDEM ATİK, ALTINBİLEK YAYINLARI, 376 SAYFA, 20 TL Tıbbi gerilim meraklıları Paul Carson ismini muhakkak duymuştur. Son Görev ve Neşter adlı romanları ile Türkçede hayli okur kazanan yazarın Türkçedeki üçüncü kitabı yayımlandı: Soğuk Çelik. Roman, diğer iki kitapta olduğu gibi okuru yine hastane koridorlarında gezdiriyor. Roman alışılanın aksine yan hikâyelerden biriyle başlıyor: Mercy Hastanesi’nin kan hastalıkları uzmanı Doktor Frank Clancy, laboratuvardan gelen telefonla hayretler içinde kalır. Telefondaki ses içinde hiç beyaz hücre olmayan bir kan filminden bahseder. Şaşkınlığında, bu durumun imkânsız olması kadar, vakanın üçüncü kez gerçekleşmesi de etkilidir. 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Doktor Clancy bu esrarengiz ölümlerle uğraşırken Dublin’de bir başka olay meydana gelir. Bir parkta genç bir kızın cansız bedeni bulunur. Kız, vahşice ölüme terk edilmiştir. Soruşturma derinleştikçe bunun basit bir cinayet vakası olmadığı ortaya çıkar. Üstelik, öldürülen kız, hükümetin en önemli projelerinden biri olan Kalp Vakfı’na ait Mercy Hastanesi’nin başına getirilen Amerikalı cerrahın kızıdır. Amerikan hükümeti katilin bir an önce bulunması için baskı yapmaya başlar. Doktor Clancy’nın elindeki cinayetlerle bu soruşturma bir noktadan sonra birleşmeye başlayacaktır. 36 ABDÜLHAMİD VE SHERLOCK HOLMES, YERVANT ODYAN, HAZ.: SEVAL ŞAHİN, B. ÖZTÜRK, EVEREST YAY., 923 SAYFA, 40 TL Yervant Odyan’ın 1911’de kaleme aldığı Abdülhamid ve Sherlock Holmes adlı polisiye roman, yüz yılı aşkın bir süre sonra ilk kez Latin harfleriyle yayımlandı. Roman, dünyanın en ünlü dedektifi Sherlock Holmes ile polisiye tutkunu II. Abdülhamid’i buluşturuyor. Abdülhamid ve Sherlock Holmes fonda tarihin çalkantılı dönemlerinden birini, II. Meşrutiyet’in ilan edilme sürecini mektup, telgraf, fotoğraf gibi belgeler eşliğinde anlatıyor. Romanın polisiye kurgusu ise şöyle: Yüzyıl başının tekinsiz günlerinde, II. Abdülhamid’in hafiye teşkilatına mensup adamları arka arkaya öldürülmeye başlar. Bunun üzerine kendini bir anda tehdit altında hisseden “şüpheci” padişah, cinayetleri aydınlatma görevini dedektiflerin en ünlüsüne verir. Asıl adı McClain olan Sherlock Holmes, olayı çözmesi için İstanbul’a davet edilir. Roman kurgusu, anlatımı ve Tolstoy çevirileriyle meşhur Odyan’ın ustaca kullandığı dil ve üslupla Osmanlı-Türk romanı tarihinde önemli bir yere sahip. Fakat pek çok eser veren Odyan, romanda dönemin Abdülhamid düşmanlığından kopamamış. II. Abdülhamid’in ‘olumsuz’ bir roman kahramanı olarak yer aldığı eserde, düşmanlık adeta nefret söylemine dönüşüyor. Yıllar sonra kaybolan çocuk ÖLÜMÜN SOĞUK SESİ, JANE CASEY, ÇEV.: AYÇA SAĞLAM, OLİMPOS YAYINLARI, 520 SAYFA, 21 TL Daha önce Jane Casey imzalı 5. Kurban (The Burning) ve Acımasız (The Reckoning) romanları polisiyeseverlerin ilgisine sunan Olimpos Yayınları, yazarın ilk romanı Ölümün Soğuk Sesi’ni (The Missing) de Türkçeye kazandırdı. Sarah Finch küçük bir kızken, ağabeyi dışarıya oynamaya gider ve bir daha dönmez. Bu olay aileyi darmadağın etmiştir. Öğretmen olan Sarah, yıllar sonra evine döner ve alkolik annesiyle yaşamaya başlar. Ardından on iki yaşındaki Jenny Shepherd kaybolur ve Sarah öğrencisinin cesedini evinin yakınındaki korulukta bulur. Sarah, bu davaya müdahil oldukça kendisiyle ilgili şüpheler de gitgide artar. Fakat onu takip eden yalnızca polis değildir. Casuslar arasında BEYRUT’TA DÜET, MISHKA BEN-DAVID, KOTON KİTAP, 304 SAYFA, 25 TL İsrail’in istihbarat servisi MOSSAD’da uzun yıllar görev alan Mishka BenDavid, yeni romanında casuslar arasında geçen bir hikâye anlatıyor. Yazar, bu kez Beyrut’un sokaklarında dolaştırıyor karakterlerini. İsrail’deki intihar saldırılarından sorumlu Hizbullah casusuna karşı girişilen başarısız bir suikastın arkasından işten çıkarılan Mossad ajanı Ronen kayıplara karışır. Yetkisi olmadan kendi başına bir görev üstlendiğinden şüphelenilen Ronen’i kendisine ve ülkesine herhangi bir zarar vermeden bulmak ve engellemek eski komutanı Gadi’ye kalmıştır. SPOR KÝTAP ZAMANI 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ Nasıl futbolun liderleri oldular? Mike Carson’un adlı kitabında ağırlıklı olarak İngiltere’de önemli başarılar kazanmış teknik adamlara ilişkin değerlendirmeler var. Zengin ve öğretici deneyimlerin yer aldığı kitapta, Galatasaray’ın tartışılan teknik direktörü Roberto Mancini de önemli yer tutuyor. THE MANAGER: FUTBOLUN DÂHİ LİDERLERİ, MIKE CARSON, ÇEV.: RECEP ÖZERİN, OPTİMİST YAYINLARI, 302 SAYFA, 30.90 TL F DERS VERMİYOR, YAPTIĞINI ANLATIYOR AHMET ÇAKIR utbolun dâhi liderleri arasında Galatasaray teknik direktörü Roberto Mancini’yi de görmek hoş oldu. Bugünlerde Sarı Kırmızılı takımın başında kalıp kalmayacağı yolunda tartışmalar bulunan İtalyan teknik adamla ilgili Mike Carson’ın The Manager adlı kitabında önemli değerlendirmeler yer alıyor. Gerçi bunda Carson’ın Manchester City taraftarı oluşunun da belli bir payının bulunduğu düşünülebilir ama yine de ilginç. Hatta kitapta onun bizzat söyledikleri ve hakkındaki yorumlar, Mancini’nin bildiğimizden ya da sandığımızdan daha önemli bir teknik adam olduğunu gösterecek nitelikte. Mike Carson, onu şöyle anlatıyor: “Roberto Mancini çelik gibi bir karaktere sahip, büyüleyici biri ve basit bir felsefesi var: İyi oyuncular al ve çok sıkı çalış.” (s. 132) Galatasaray’ın şu andaki durumundan hoşnut olmayan bir taraftarsanız, “iyi oyuncularla babam da başarılı olur!” diye tepki gösterebilirsiniz ama daha sonra İtalyan hoca her şeyin bununla bitmediğini ve neler yapmaya çalıştığını uzun uzun anlatıyor. Ayrıca tek becerisi de bu değil. Örneğin, City’ye yarım yüzyıla yaklaşan süre sonra şampiyonluğu getiren temel etkenin onun taktik dehâsı olduğu söyleniyor. Buyurun, şu bölüme bir göz atalım: “Mancini’nin çalıştırdığı Manchester City, 2011-12 sezonundaki dramatik şampiyonluk yarışında Ferguson’un Manchester United’ıyla kafa kafaya gidiyordu. United bitime iki maç kala gol averajıyla rakibinin gerisindeydi. City’nin şampiyon olabilmesi için son iki maçını kazanması gerekiyordu. İlk maç, son dönemde seri galibiyetler almış ve güven kazanmış yetenekli Newcastle takımına karşı deplasmandaydı. Karşılaşmanın bitimine 30 dakika kalmış, golsüz eşitlik henüz bozulmamıştı. Bütün gözler Mancini’deydi. Şimdi ne yapacaktı? Hamlesi, oyuna bir ön libero (Nigel de Jong) sokup dünya çapında bir forveti (Carlos Tevez) çıkarmak oldu. İzleyen birçok kişiye göre bu, sürpriz bir değişiklik olarak kabul edilse de De Jong’un oyuna girişi, Yaya Toure’nin hücuma daha çok katılmasına ve Newcastle savunmasına sorun yaratmasına olanak sağladı. Ev sahibi adeta gafil avlanmıştı. Yaya Toure son 20 dakikada iki gol atıp City’ye 2-0’lık galibiyeti getirdi. Taraftar çılgına dönmüştü; basın Mancini’nin taktiksel dehâsına övgü yağdırıyordu ve City, son haftadaki maçlar öncesinde şampiyonluğun en büyük adayı haline gelmişti.” (s. 147) ROBERTO MANCINI ALEX FERGUSON Bilmeyenler için ekleyelim: Son maçta Queens Park Rangers ile oynadı Mancini’nin City’si. Son üç dakikaya kadar 2-1 yenik durumdaydı ve şampiyonluğu kaybetmiş gibiydi. Bu kısacık sürede iki gol atıp maçı kazandı ve Mancini takımının 44 yıl aradan sonra şampiyon olmasını sağladı. ARSÈNE WENGER bilir. Ancak böyle bir önyargıyı bir kenara bırakıp kitabı okuduğunuzda farklı bir durumla karşılaştığınızı görüyorsunuz. Anlaşılan o ki, söz konusu tuzağın Mike Carson da farkındaymış. O nedenle daha derinlemesine bir iş nasıl yapılabilir diye düşünmüş ve bunu uygulamış. Başta Alex Ferguson ve Arsène Wenger gibi yaşayan efsane menajerler olmak üzere José Mourinho ve Roberto Mancini’nin de yer aldığı İngiltere Premier Ligi’nin bütün önemli menajerlerinin neyi nasıl yapmaya çalıştıkları araştırılmış. Elbette hepsinin ortak sayılabilecek genel ilkeleri ve buna dayalı yaklaşımları söz konusu. Fakat “her yiğidin yoğurt yiyişi” kabilinden ayrılıklar ve bunların gerekçeleri kitabı zenginleştiriyor. Trabzonspor’un eski teknik direktörü Mustafa Reşit Akçay, görevden ayrıldıktan sonra ne yaptığının sorulması üzerine bu kitabı okuduğunu söylemişti. Akçay’ın çok okuyan biri olduğu önceden de biliniyordu. Keşke bu kitabı bütün futbol adamları okuyabilse denilebilecek kadar önemli bir çalışma elimizdeki. ORADA DÂHİ, BURADA HANİ? Konuya ve kitaba en ilginç saydığımız noktadan girmeye çalıştık doğal olarak. Bunun dışında da Mike Carson’ın kitabı için söylenecek çok şey var. Öncelikle kitabın baskısıyla ilgili olumlu görüşümüzü belirtelim. Açıkçası, “kitap dediğin böyle olur” denebilecek kadar temiz bir baskısı var bu çalışmanın. Tabii THY’nin sponsor oluşu böyle bir imkân sağlamış. Umarız ki yeni kitaplarla sürer bu türden çalışmalar. Aslına bakarsanız, bu işle iyi kötü ilgilenenler için Mike Carson’ın kitabında bilinmeyen bir şey yok. Hatta çalışmanın, son dönemde moda olan “Nasıl başarılı ve zengin olabilirsiniz?” konulu kitaplara benzetilme tehlikesi bile söz konusu ola- 37 Kitap beş bölümden oluşuyor. “Görevin Boyutu” adlı ilk bölümde İngiltere Milli Takımı Teknik Direktörü Roy Hudgson’ın anlattıkları var. “Kazanan Bir Ortam Yaratmak” başlıklı ikinci bölümde Carlo Ancelotti, Arsène Wenger ve Sam Allardyce’ın deneyimleri aktarılıyor. “Sonuç Almak” adlı üçüncü bölümün ağır konukları Roberto Mancini ve José Mourinho. Mourinho’nun yıldız oyuncularla çalışırken hiçbir sorun yaşamadığını aktaran beceri ve özgüveni etkileyici... “Kişisel Liderlik” adlı dördüncü bölümde, Liverpool’da başarılı bir çizgi yakalamış olan Brendan Rodgers ile Harry Redknapp’ı görüyoruz. Rodgers’ın bu işi yapmaya 20 yaşında karar vermiş olması ilginç... “Büyük Zorluklar” adlı son bölümde Sir Alex Ferguson, Walter Smith ve Mick McCarthy’ye kulak veriyoruz. Hepsinin anlattıkları gerçekten etkileyici ve bu işi yapanlara çok yararlı olabilecek bilgiler. Üstelik kimseye ders vermek niyetinde filan değiller, sadece işlerini daha iyi nasıl yapmaya çalıştıklarını anlatıyorlar. Hepsinin oralarda boşuna olmadıklarını gösteren önemli ve değerli sözleri var. En önemlisi değil kuşkusuz ama Carlo Ancelotti’nin oyuncularına yaklaşımıyla ilgili şu sözlerini aktaralım: “Bir oyuncu benim işime ve kararlarıma saygı duyduğu sürece arkadaşım olabilir. Bu çok önemli, çünkü işler değişir ama arkadaşlık kalıcıdır.” (s. 61) Elbette kulüp yönetimleri ve oyuncularla ilişkiler önemli yer tutuyor onların çalışmalarında. Taraftar ve medyayı da ihmal edemezsiniz. Neil Warnock’ın medya ile ilişkileri hakkındaki değerlendirmesi eğlenceli: “Gazeteciler böyledir. ‘Laf aramızda’ der ama yapacağın en ufak bir hatayı cezalandırmak için tetikte bekler.” (s. 41) Şunu da ekleyelim: “Medyayla çalışmak, jüri üyelerinin gelip omzunuza dürterek sizden kurtulmaya çalıştığı bir salonda dans etmeye benziyor. Size notunuzu muhabirler veriyor, çünkü genelde kamuoyunu onlar temsil ediyor.” (s. 42) The Manager: Futbolun Dâhi Liderleri bu işle ilgilenmeyenlerin bile yararlanabilecekleri güzel bir kitap. Çevirisi de başarılı. Recep Özerin belli ki futbol terimlerini biliyor, Türkçesi de kılçıksız. “Sonsöz”deki şu kısa cümlede üç adet “ve”nin bir araya gelmesi gibi minik kazaların üstünde durmayalım: “Bu kitap, lider ve çalışanlarının futbol ve ötesinde anlaşılmasına ve gelişimine gerçek anlamda katkı sağlayabilir.” USTA GÖZÜYLE KÝTAP ZAMANI Göbeğe, oburluğa, Gogol’e ve Ceronetti’ye dair Efendim, bendeniz son zemanlarda vâfir kilo aldım. Handiyse, şindilerde “obez” deyorlar ya, o kertede! Fenâ halde göbeğim çıkdı fakat bir dürlü şu nuhûsetli “yürüme bandı” tâbir olunan âlete ünsiyet peydâ edemedim. 7 NİSAN 2014 PAZARTESÝ İnsan sadece ekmekle yaşamaz Efendiler, insan sadece ekmekle yaşamaz; Allah’ın rızasıyla ve Allah’ın rızası içün yaşar. İşbu mekale-i mühimmimden birtakım siyasî mânâlar istihrâc etmeye kalkışanları ne teşviyk eder ne de onlara mâni olurum. R E C AD × GÖL L A P AN ü R A KÖL YF U TN M AZ C ânımdan muazzez kaarilerim, elyevm tekrar mülâkiy olduk. Nasılsınız, eyi misiniz [Süleyman ‘Baba’ Bey gibi söylersem: “Eyisingiz, eyiiii!”], eyi olmanızı Cenâb-ı Rabbü’l Alemîyn’den temenni ederekden lakırdıma başlayorum. Efendim, bendeniz son zemanlarda vâfir kilo aldım. Handiyse, şindilerde “obez” deyorlar ya, o kertede! Fenâ halde göbeğim çıkdı. Eh, deyeceksiniz ki, hareket felan etmeyorsunuz. Fakirhâne, Hilmi Bey kardaşımın mahdumları Ömer Bey’in ifadeleri ile, “kütübhâne ve cimnastikhâne”de mâ’dûd olmasına rağmen bir dürlü şu nuhûsetli “yürüme bandı” tâbir olunan âlete ünsiyet peydâ edemedim. Senelerdir salonun bir köşesinde durayor ve fekaaaad, bendenizin içimden bir dürlü ona çıkıb yürümek gelmeyor… EY GÖBEK, GO BACK! Her ne ise, muazzez komşum Şehper Hanımefendi’den de ihtarlar almaya başladım: “İrfan Beyciğim bu ne hal! Zaiflamanız iktizâ edeyor ve derhal!” deyerekden mukaffa’ i’tablarda bulunayor. Bir def’asında da göbeğimi işaret ederekden, “Ey göbek, go back!” deyerek dalgasını geçdiği olmuştur! Ne yapayım! Bir dürlü geriye gitmeyor! Efendim, mâlûm-u âlîniz, göbek ile muktedirler arasında münâsebet kurulmuşdur: Bendeniz haatırlayorum, 940’lı senelerde merhum Cemal Nadir ve merhum Ramiz’in karikatürlerinde muktedirler daima göbekleri kubbe gibi ileriye fırlamış olarakdan tasvir edilirlerdi. Ramiz merhum, bu münasebeti aile içi iktidara da taşımış ve “Tombul Teyze ile Sıska Dayı” tiplerini ibdâ’ etmiş idi; Tombul Teyze’nin ailede muktedir olduğunu gösdermek içün… Bilirsiniz ya muazzez karilerim, Rus muharrirlerinin en meşhurlarından biri olan Gogol’ün Ölü Canlar romanında şöyle yazdığını haatırlayorum, yani meâlen: “Gerçekden bu dünyada şişmanlar, işlerini becermek hususunda zayıflardan çok daha ustadırlar. Zayıflar hiçbir zeman esaslı bir iş tutamazlar. Hayatları sudan, güvenilmez bir hayattır. Halbuki şişmanlar hiç de öyle eğreti, önemsiz bir yerlere bağlanmaz; onlar doğrudan doğruya, en esaslı yerleri tutarlar…” Efendim, agleb-i ihtimâl ters bir zemanda dünyaya geldik! Eskiden olsa bu göbekle, Gogol üstâdımızın söyledikleri gibi, “esaslı bir yer” tutardık! Lâkin heyhat! Şimdi göbeklilik değil, zaiflikdir iktidar olan… YAŞLILIK OBURLUKTA BELLİ OLUR Efendim, istidrâden arz etmiş olayım: Bendeniz, zemanın evvelinde Paris’de iken, İtalyan kardeşim, muazzez muharrir dostum Guido Ceronetti ikide birde “La vieillesse se sentit dans la gourmandise!”, yaniya “Yaşlılık oburlukta belli olur!’ deyerekden bendenizle dalga geçerdi, Rue Descartes’deki Cezayir Lokantası’nda açlıkdan masada yemek namına ne varsa kâffesini silip süpürdüğümü görünce! Yaniya, şunu arz etmek isdeyorum, bendenizdeki bu şişmanlığının, taaa Paris’den itibâren tevâli edegelen bir prehistoryası[!] var! Efendim, lakırdımı burada hitâma erdireyorum. Telâkiy, Rabbim kısmet ederse, gelecek aya inşallah! O vakde kadar Allah’a emanet olunuz; zâtınıza hoşca bakınız efendim. Au Revoir, canlarım benim… A ziz kaarilerim, vaktiyle Nikos Kazancakis nâmıyla maruf Giritli bir muharririn kitaplarına merak saldım idi. Türkiya’mızda daha ziyade Zorba diye bilinen pek eski bir siyah-beyaz filmiyle iştihar bulmuştur. Bu şahıs, Hıristiyan ilâhiyatının çok önemli mes’elelerini muhtelif romanlarında inceden inceye tahlil etmiş ve bittabbi, “Sen kim olayorsun da üç buçuk sayfa felsefe tahsil ettim deyu dinimizi sigâya çekeyorsun?” diye sinirlenen Kilise ile “papaz” olaraktan bir mıkdar afaroza uğramış idi. Kazancakis, Hıristiyanlığı kendi fikrince cerh ve ta’dil eyler ve fekat Hazreti İsa Aleyhisselâm’ı da pek sever. Eserlerine bakıcak onda hem inanan, aynı zamanda inandıklarını hudut tanımaksızın tahlil eden asabî ve yüksek bir rûhun izleri müşahede olunur. HAZRETİ İSÂ İLE ŞEYTAN Zannederim Günaha Son Çağrı nâm romanında -hatâ edeyor olabilirim şu an kitab elimin altında deyildir- Hazreti İsâ ile Şeytan arasında cereyan ettiği naklolunan ve Hıristiyan ilâhiyatının esaslarından birini teşkiyl eden bir hâdiseden bahsedeyor. Matta İncili’nin 4. kısmında hikâye olunan bu hâdiseye göre İsâ Aleyhisselâm, İblis tarafından denenmek üzere çöle sevkolunuyor. Kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra, hâliyle acıkıyor. İşte o vakıt yoldan çıkarıcı İblis görünüp deyor ki: “Eğer ki sen inanmışlardan isen, ondan niyazda bulun ki şuradaki taşları senin için ekmek yapsın.” Hazreti İsâ bunun üzerine İblis’e şu meşhur cevabı veriyor: - İnsan sadece ekmekle yaşamaz fakat Allah’ın inâyetiyle yaşar! Muhterem kaarilerim, bu söz pek mâruf, pek meşhur bir sözdür ve bilcümle ahlâkî umdelerin önünde gelir. Kur’an-ı Mübînimizde de buna mümâsil nice âyetler mevcuttur esâsen. Kıssanın devamı var: Bunun üzerine İblis, Hazreti İsâ’yı pek yüksek bir kuleye çıkarıyor ve deyor ki: “Eğer ki sen Rabbine güveniyorsan buracıktan kendini hemen aşağıya atıver, çünkü eğer dâvânda samimi isen melekler seni elleri üzerinde taşıyarak sâlimen yere indireceklerdir.” Hazreti İsâ Aleyhisselâm’ın cevabını tahmin edebilir misiniz aziz kaarilerim deyor ki İblis’e: - Rabbini tecrübe etmeyeceksin! Ve nihayet İblis bu iğvâsında da muvaffak olamayınca Hazreti İsâ’ya dünyanın bütün memleketlerini, servetini ve süslerini gösterip şunu teklif edeyor: “Eğer yere kapanıp bana taabbüd edersen, bu dünya nimetlerini sana vereyim!” Hazreti İsa Aleyihsselâm’ın bu çirkin teklife cevabı, Fatiha Sûremizde mevcuttur; bu şâheser cevabında deyor ki: - Ben yalnız Allah’a kulluk eder ve sadece O’ndan dilerim! KAZANCAKİS’E SELAM VERİNİZ İmdi deyeceksiniz ki, Recai Bey bu mühim kıssayı niyçün nakletmek lüzûmu hissediyor? Arz edeyim efendim: 1) Kazancakis’e nazar-ı dikkatinizi celbetmek; adam sadece eyi romancı değil, sıkı bir felsefeci ve mütefekkirdir. Rastgelirseniz selam veriniz. 2) İncil-i Şerif dahi kitâbımızdır; her ne kadar itikadımıza nazaran muharref idiyse de içinde, kendi kendine parıldayıp duran bir kısım âyetler vardır ve onlara tesadüf etmek pek heyecanlı olayor. 3) Ve nihayet efendiler, insan sadece ekmekle yaşamaz; Allah’ın rızasıyla ve Allah’ın rızası içün yaşar. 4) İşbu mekale-i mühimmimden birtakım siyasî mânâlar istihrâc etmeye kalkışanları ne teşviyk eder ne de onlara mâni olurum; huz mâ safâ, dâ mâ keder!