buraya
Transkript
buraya
eSKiyENi’nin tanıtım amaçlı bültenidir. Para ile satılmaz. Mart 2013 / Sayı: 8 erede çıkar d İki arada bir 1 ALLAH MUHAFAZA Zorba kız kaçırır Kamarot kurşun kaçırır Karaborsacı döviz kaçırır Zengin hanım kürk kaçırır Ağa koyun kaçırır Orman eşkıyası kütük kaçırır Ve sonunda kaçırmak için bizlere Elbette akıl kalır… Evvel biz üç kişiydik. Kafe Bar Org. Tur. ve Tic. Ltd. Şti. Sakarya Cad. İnkılâp Sok. No: 6/A Kızılay - ANKARA Tel: (0-312) 433 07 01 www.eskiyenibar.com 33-B Servisinden http://www.facebook.com/eskiyeni.bar.ankara Y… K… https://twitter.com/eSKiyENibar Akıl Hastalarının Yazdıkları Şiirler: İNİLTİ Derleyen: Bedia Tuncer (1964) Editör: Emel Aslan Düzelti: Ali Serdar Kapak: Deniz Karagül Tasarım: Deniz Karagül, Koray Özbey mahalle baskısı Basım yeri: Primat Ajans 2 Ivır Zıvır Ebru Sargıcı 4 2K1L Levent Gönül6 Başka Erdal Ateş 8 Oyun; Küçük Kız, Hayatın Özü Marma Riyya 10 Peruka Özlem Ersavaş 14 Al Da At Dercesine İlkay Yıldız 16 Tek Kişilik Kısa Metraj: Canti-Psikiyatri Baran Öztürk 18 Oyun Saada Delen19 Tahsilat Nazlı Kalkan 20 Sürpriz! Emel Aslan 22 Yanan Gün Ve Kül Renkli Ejderha Vedat Yaşar 26 Fasulyeler Baş Olursa Saygın Sarbay 28 Gün Olur Hayali Cihan Değer Esin Pehlevan30 Bir Geyşa’nın Maceraları Geyşa 34 Eski-Yeni Cihan Tekin36 Ali İle Ayşe Pembe Akgün 40 Delirmeye Karar Vermek Aysun Gündoğdu Çevik 44 Bana Bir Gül Vermişti Sonra Geri Aldı Burcu Ada Soysop 46 Lütfen! Ayağa Kalkar Mısınız? Gizem Gürer 48 Yuvarlak Taş II Savaş İnan 50 İpimle Kuşağım Emel Aslan 54 Cin Ali Mahallede 57 eSKiyENi’de Bu Ara 58 eSKiyENi’de Her Hafta60 Derinlik Yoksunluğu 62 Sertan Abi İle Sık Sorulmayan Sorular Sertan Özer 64 Yemeli İçmeli Ankara Mekânları Özlem Ersavaş – Hasan Akcan 67 Ritmini Konuştur Özgür Ersavaş 68 Korhan Futacı &Kara Orkestra 70 Pisuarımın Köşesi Pek Yok Düğünün Neşesi! Tunca Arıcan 74 Existenz İlker Yavuz 76 Profesyonel Burcu Ada Soysop 77 Hediye Güven ile Her Telden Cihan Tekin 78 Match Point İlker Yavuz 82 Ağır Metal Derin Sıkıntıya Karşı Tunca Arıcan 84 Pavyon-7 Kuvvet Yurdakul 86 Gede gede üç eve vardık. İkisi yıkık mıkık, birinin de dört duvarı yok. Dört duvarı yoğun içinde üç adam yatıyor. İkisi ölü mölü, birinin heç canı yok. Heç canı yoğa bir depik vurduk. Sen emret, biz tutalım dedik. Ben emredip siz tutacağsanız kundaksız tüfeği alın dedi. Anasından doğmadık, bitmedik, tespih dibindeki tavşanları vurun gelin dedi. Gettik, vurduk, geldik. Bir garıya gazan istemeye vardık. Üç tencere verdi garı. İkisi delik melik, birinin dibi yok. Dibi yoğa gattık, ocağa goduk. Pişiyor, biraz pişti. Bunun kapağını bir açalım, tuzuna bir bakalım dedik. Kapağını açtık. Patladı, gaçtı davşan. Bundan yok bize bir hayır dedik. Bir al horozum var, bir de bal horozum var. Al horoza bir gem taktım. Üstüne bindim. Çarşıya vardım. Orda da bir değirmenci var. Eey! Arkadaş, biz bunu ne yapacağız dedik. Değirmenci dedi, geri dep geri geri (çuvala geri koy). Orda da bir ceviz ağacı var. Taşlayı taşlayı ettiler bir tarla. Tarlaya tuttuk bir karpuz ektik. En büyüğü Hindistan cevizi gibi, en güççüğü eşek sıpası gibi. Birini yuvarlaya yuvarlaya kölgeye (gölgeye) getirdik. Kel anamın başı pekmez, çalarım çalarım ötmez, goca garılara gücüm yetmez, himdiki (şimdiki) devire akılım yetmez…(*) * Bir Yörük Tekerlemesi (Atlas: Yörüklerden Kayıp Masallar – Eylül 2009) Merhaba! Bildiğiniz üzere bu sayı OYUN oynadık. Yeni oyun arkadaşlarımız da katıldılar aramıza. Biz çok eğlendik, bol bol yazdık, çizdik, söyleştik. Bayağı da yüklü oldu bu sayı. Umarız siz de eğlenirsiniz… Önümüzdeki sayı SES üzerine çiziktireceğiz. Sizin de diyecekleriniz varsa; eskiyeni.mahallebaskisi@gmail.com, http://eskiyeni-mahallebaskisi.com, facebook, twitter her zamanki gibi yolunuzu gözler… Bir dahaki görüşmemizde muhtemelen kışı kovalamış, yazı karşılıyor olacağız. Her gününüz bahar gibi canlı, mutlu, umutlu olsun… Bize ulaşın: http://eskiyeni-mahallebaskisi.com eskiyeni.mahallebaskisi@gmail.com http://www.facebook.com/eskiyenimahallebaskisi https://twitter.com/MahalleBasks Emel Aslan 3 mahalle baskısı derleyen: EBRU SARGICI ebruys@yahoo.com Cambaz ip üstünde oynuyor… 4 “Oyun” kelimesi, Türkçede VIII. yy.’dan bu yana mevcut. “Oy” kökü çukur, oyuk, düşünce, kanı, tasarı gibi değişik anlamlara sahip. Bu kökten türeyip de anlam genişlemesine uğrayan birçok kelime var ki “oyun” kelimesi de bunlardan biri. Oyun kavramı içinde sıraladığımız bütün faaliyetlerin tek bir ad altında birleşmesi daha geç tarihlerde karşımıza çıktığından bizde de ilk zamanlar köken kelimeyle uyumlu “çukur açma” anlamında kullanılmış. Daha sonraları yarış, eğlenme anlamlarını içermiş. Türkçede oynamak kelimesinin müzik aleti çalma becerisini de içerecek şekilde kullanımı yok; müziği oyun alanı içinde düşünme ve ifade eğilimi “raks” ile sınırlı kalmış. Ancak, aşka ve sevişmeye dair erotik bir anlam içinde ve özellikle de toplumsal ölçütün dışına çıkan ilişkilerin ifade edilişinde (aşk oyunu, oynaşmak, oynaş) diğer dillerden farklılaşmıyoruz. Günümüzde; 1) Vakit geçirmeye yarayan, belli kuralları olan eğlence, 2) Kumar, 3) Şaşkınlık uyandıran hüner, 4) Tiyatro ve sinemada sanatçının rolünü yorumlama biçimi, 5) Müzik eşliğinde yapılan hareketlerin bütünü, 6) Sahne veya mikrofonda oynamak için hazırlanmış eser, temsil, piyes, 7) Bedence ve kafaca yetenekleri geliştirmek amacıyla yapılan, çevikliğe dayalı her türlü yarışma, 8) Hile, anlamları oyuna dâhil. “Oyunbaz” oynamayı seven ya da mecazen hilebaz, düzenbaz; “oyunbozan”, mızıkçı; “sefilleri oynamak”, çok yoksul, parasız olmak; “isyanları oynamak”, çok öfkelenip başkaldırmak; “aklını oynatmak”, çıldırmak; “oyuna getirmek”, dalgaya düşürmek, kafakola almak, kolpoya düşürmek, kötüye boğmak ve mandepsiye bağlamak ; “oyuna gelmek”, kolpoya düşmek, tufaya gelmek, vb. diğer kullanımları. Efsaneler, topluluk içinde törensel olarak terennüm edilmekten çıkıp sadece okunur hâle gelince oyunla bağlantısını kaybetmiştir. Hâlbuki tragedya, maceraların edebi bir yeniden üretiminden daha çok kutsal bir oyundur. Tragedya kelimesinin kökenindeki keçilerin, Dionysos ve satirlerden geldiği kabul görür. Şarap tanrısı Dionysos, yıldırım dolu şimşekler içinde doğmuş, yağmurlar tarafından yetiştirilmiştir. Üzümleri olgunlaştıran yakıcı sıcaklık ve asmalara can veren su… Ölümlü Semele’nin oğlu, babası Zeus’un katında oturamaz, insanlar arasında diyar diyar dolaşır. Gittiği bütün yerlerde insanlara şarap yapmasını öğretir, insanlar da onu karşılıksız bırakmaz; adına şölenler, ayinler, geçit törenleri düzenlenir. Bu eğlencelerin olmazsa olmazı ise Satyrler; belden üstü insan, belden aşağısı at ya da teke, erkeklik uzuvları dolgun ve kalkık, doğayı simgeleyen cinlerdir. Bu gülünç ve müstehcen yaratıklar sonradan “soytarı” kelimesinde karşımıza çıkar. Kutsal kitaplarda da oyunun farklı farklı anlamlarına rastlarız: “Ve Abner Yaoba dedi: Rica ederim, gençler kalkıp önümüzde oynasınlar. Ve Yoab: Kalksınlar, dedi. Ve kalktılar, ve Benyaminle Saulun oğlu İş-boşet için on iki kişi, ve Davudun kullarından on iki kişi sayı ile geçtiler. Ve herkes karşısında olanın başından tuttu, ve kılıcını karşısında olanın böğrüne sapladı; ve birlikte düştüler; ve Gilbeon’da olan o yere Helkathatsurim denildi.” (İkinci Samuel, 14-16) “Fakat bu nesli neye benzeteyim? O, çarşı meydanlarında oturan çocuklara benzer, onlar ki, arkadaşlarına: Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız; biz yas tuttuk, siz dövünmediniz, derler.” (Matta, Bap 11: 16-17) “Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’am:32) Oyunun, hatta grup hâlindeki oyunun tüm temel faktörleri -eğlence, mücadele, temsil, tahrik, gösteriş, taklit, kısıtlayıcı kural, gerilim- hayvan âleminde de mevcuttur. Mardin, Trakya güvercinleri eğlenmek için, hava güzel olduğu için, kur yapmak amacıyla taklalar atar; saya (kelebek) güvercinleri ise rüzgârla oyun oynar; bir kedinin önüne top yuvarlayın… Homo economicus borsada oynar. Kitle ve İktidar’da Canetti, kedinin fareyle oyununu, güç Ortaçağın sonunda Cenova’da, kişi- ve iktidar arasındaki ayrımı betimlemek için kullanır: lerin hayat ve ölümleri, bazı kent- “Kedi, gücü, fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerin, müstahkem yerlerin fethi gibi lerinin arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek ekonomik olmayan olaylar üzerine için kullanır. Ama fareyle oynarken bir başka etken daha oynanan bahisler ticari ilişkilere dö- vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, biraz kaçmasına, nüşerek vadeli piyasayı doğurmuştur. hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ kedinin ik“Potlach” (Potlaç), Amerika yerlileri tidar (alan)ının içindedir ve her an tekrar yakalanabiiçin önemli ve gösterişli bir seremo- lir… Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı umut nidir. Doğum, ölüm, evlilik gibi her alanları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında onu önemli olay bir potlaç bahanesi ola- yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye gösterbilir. İki gruptan biri, gösteriş içinde diği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması; ve törensel bir havada diğer gruba bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle izleme ve çok sayıda armağan verir, amacı di- yok etme niyetine gerçek iktidar gövdesi ya da basit bir ğer grubun karşısında üstünlüğünü biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir.” kanıtlamaktır. Potlaçta üstünlük yalnızca zenginliklerin cömertçe ba- ODTÜ’lü öğrenciler, “terör örgütlerinin amaçları doğğışlanmasıyla değil, aynı zamanda rultusunda faaliyette bulunmak” suçlamasıyla mahkemaddi olanı değersizleştirme yoluyla meye sevk edildiler. 2010 yılında polis barikatı önünde da iddia edilir. Kanada ve ABD’de 19. oynadıkları uzuneşek ve birdirbir “örgüt suçuna delil” yy’ın sonlarında “medeni” değerlerle olarak gösterildi. çeliştiği, israfa yol açtığı gerekçeleriyle yasaklanmıştır. Ali Nesin Matematik ve Oyun, Bekir Onur Oyuncaklı Dünya - Oyuncağın Toplumsal Tarihi, benim de henüz Oyun en çok çocuklara, sokaklara ya- okumadıklarım; okuyup önerdiklerim ise Sunay Akın raşır. Carlos Marcos der ki: “Kapitalist Kırdığımız Oyuncaklar, Bernard Suits Çekirge Oyun, Yaiçin çalışma zorunluluğu, çocukların şam ve Ütopya, Johan Huizinga Homo Ludens Oyunun oyun zamanlarına el koymakla kal- Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme. maz; ev içinde, geleneksel sınırlar dâhilinde, ailenin kendisi için özgür- Bir köyün kadınları kendi hayat öykülerini oyunlaştırır ce harcayacağı emeğe de el koyar.” ve bir kadın da bu süreci filme alırsa ortaya en keyifli seyirlik çıkar: Oyun (Pelin Esmer) Oyun Kent, İtalya’nın Toscana bölgesindedir. Ziyaretçiler, Toscana yollarında birkaç yerde duran, hepsi aynı boy ve renkte, hepsi ikişer çift küçük SONSÖZ: beyaz yaz ayakkabısı giyen on iki eşek tarafından çekilen arabayı yaka- Çekirge: Bir oyunu kurallarından layarak buraya erişebilir; ulaşım be- birini çiğneyerek kazanmak davadır. Burada sadece çocuklar yaolanaksızdır. şar; her tarafta afacan sürüleri vardır, kimicicoz oynar, kimi saklambaç. Her duvara “Yaşasın oyuncaklar, kahrolsun okul” yazılmıştır. Pinokyo, Oyun Kent’e hoplaya hoplaya vardığında, burada yaşayan çocukların beş ay sonra eşeğe dönüşeceğinden bihaberdir. (İşte böyle: Önce ders sonra oyun diye diye ömrümüzü çürüttüler!) 5 mahalle baskısı LEVENT GÖNÜL leventgonul@gmail.com 2K 1L 6 Sevgili dostum Erdal Ateş’e... Bundan 24 sene önce olmuş bir olayın yazıya dökülmesinin hikâyesi de başka bir hikâye olabilirdi ama zamanımız ve dostumuzdan gelen sıcak, zarif rica bu yönde devam etmesine izin verecek gibi görünmüyor. Bırakalım onun hikâyesi de başka bir zamanda ve yerde anlatılsın ve yazılsın; ya da kaybolsun, bizim hikâyelerimizin de kaybolacağı gibi bir gün. Güneşli bir öğleden sonrası. Deniz, yeşilmavisarı bir renk ve su, güneşin ışınlarının dipteki kumun parıltısını göstermesine izin verecek kadar berrak. Kumların sarısı pek de etkilenmemiş gibi suyun bu renginden, tıpkı bir süre sonra etkilenmeyeceği gibi tam da durduğum yerde olacak olaydan. Olağanüstü, ehlileştirilmemiş bir güzellik var etrafımda. Bilmiyorum size de olur mu, ama güzellik bende hayranlığın yanı sıra bir dehşet duygusuna da neden olur. Gözlerim donuyor gibi hissederim. Kıyıdan 10-15 m kadar uzakta dizlerime kadar suyun içindeyim. İlerlemiyorum, ilerlesem de suyun seviyesi dizlerimi geçecek gibi görünmüyor, ondan belki. Yüzüm kıyıya dönük. Öylece dikiliyorum. Sessiz bir yaz sonu havası var. Kimseler yok ortada. Belki de vardı ama belleğim izin vermiyor şu anda, o günün, o saatinin kayıtlarına ulaşmaya. Belki de gereksiz bularak habersizce silmiş kimi detayları. Benim yüzüm ise zaten yok bu anılar arasında. Tuhaf değil mi, insanın kendi yüzünün anılarının arasında olmaması ve yüzümüzün her zaman başkalarının anılarında var olacak olması. Bizi gören son göz yok olduğunda biz de yok olacakmışız gibi gelmiyor mu, size de. Neyse… Sadece gözlerin belleğe yerleştirdiği bazı yarım yamalak görüntüler kalmış o sıra dışı günden. Kim bilir belki de bazı detayları sonradan eklemiştir zihnim, tıpkı bazılarını sildiği gibi sormadan. Ben yine de bu hikâyeye ait olanları seçerek anlatmaya çalışacağım size. Söylediğim gibi, suyun içindeyim. Denizin hafif dalgaları vuruyor bacaklarıma. Bedenim ürperiyor esintinin getirdiği küçük damlaların dokunmasıyla. Kıyıda, suyun kumla birleştiği çizginin yirmi metre kadar ilerisinde bir dizi küçük kum tepeciği ve üstünde de çalılar var. Hava her zamanki gibi esintili ve çalılar sert hareketlerle sallanıyor kumların üstünde. Bazıları köklerini kaybetmiş ve bir sallanma, yuvarlanma hareketi içindeler. Her şey ben orada yokmuşum gibi oluyor. Kum üstünde bir koşuşturmacanın ya da bir kavganın sesleri geliyor tepeden. Çok önemsemiyorum. Belki rüzgâr bir şeyleri sürüklüyor, onun patırtısıdır diyorum ama bir türlü durulmuyor orada her ne oluyorsa. Öğle sonrası sessizliği içinde patırtılar giderek daha da belirginleşiyor. Kulak kabartıp dinliyorum ve bir yandan da görmeye çalışıyorum ne olduğunu tepenin arkasında. Bir ara bir köpek görür gibi oluyorum. Herhâlde birkaç köpek kumların arasında bir şeyler buldu ve hırlaşıyorlar diyorum. Sonra tepenin üstünden benim olduğum tarafa, denize doğru tuhaf hareketlerle koşan sarı bir köpek ortaya çıkıyor. Ayaklarının altındaki kum havaya savruluyor koşarken. Hızla benim suyun içinde durduğum yere doğru geliyor. Hem de o kadar hızlı geliyor ki içimi bir korku ve ürperti kaplıyor. Olduğum yere ulaşması saniyeler alacak gibi. Bana doğru koştuğundan neredeyse emin olmak üzereyken son anda köpeğin önünde koşan kocaman yeşil bir kertenkele olduğunu fark ediyorum. Kertenkelenin boyu kırk, elli santim kadar var. Köpek öfkeli bir şekilde kertenkelenin peşinde. Endişelerim boşuna. Ben var bile değilim onun için. Kertenkelelerin ne kadar hızlı, şaşırtıcı ve keskin hareketlerle koştuğunu bilirsiniz. Tam karşımda garip bir olaylar dizgesi gerçekleşiyor. Önde, kumun üstünde zikzaklar çizerek çılgın gibi koşan kocaman yeşil kertenkele, arkasında kudurmuş gibi koşan iri sarı köpek, son sürat denize, benim olduğum yere doğru geliyorlar. Üçümüz üç nokta gibiyiz düz bir çizgi üstünde. Sadece enimiz ve boyumuz var gibi. İkisi de o kadar hızlılar ki bir anda denizle karanın kesişme noktasına varıyorlar. Aramızda on metre ya var ya yok. Kertenkelenin önünde su, arkasında köpek var. O bir saniyenin heyecanı ve merakı akıl dışı. Köpek kertenkeleye, kertenkele kaçıp canını kurtarmaya, ben de ikisinin arasındaki hareket zincirine kilitlenmiş durumdayım. Hareket durmuyor. Kertenkele hızını kesmiyor, kesemiyor belki, önündekinin deniz olduğunu, su olduğunu fark etmiyor. Ya da fark ediyor ama çaresizlik ve yaşama arzusu, onu nedenini asla bilemeyeceğimiz bu tuhaf seçime itiyor. Hızını kesmeden suyun içine dalıyor ve suyun dibindeki kumların üstünde tuhaf koşusunu sürdürerek bana doğru geliyor. Giderek hızı azalıyor, azalıyor. Bu azalışı anlatacak söz yok. Hayvan ayaklarıma otuz santimetre kala iyice ağırlaşıyor, son bir iki küçük hareket ve olduğu yerde donup kalıyor. Hızını tükettiğinde yaşamı da bitiyor. Zaman donuyor. Suyun içinde, ayaklarımın dibinde, gözleri açık, kocaman, yemyeşil bir kertenkele. Bakışı yok. Ne ölü ne diri. Sanırım ben de en az onun kadar donmuş ve hareketsizim. Hiçbir sözcüğün dolduramayacağı bir an bu. Kimseye ait olmaması gereken bu olağanüstü ânın sessiz tanığıyım; o iki canlıya ait olması ve orada kalması gereken bu anı bana ait oluyor böylece. Bu ânın taşıyıcısı ve anlatıcısı oluyorum ya da bir çeşit emanetçisi o zamandan sonra. Neyse… Devam edeyim. Köpek kıyıda, suyu fark eder etmez duruyor. Girmiyor suya, sadece bakışlarıyla takip ediyor kertenkeleyi. O da şaşkın olan biten karşısında. Anlayamıyor. Öfkesini kaybetmiş, kımıldamadan duruyor. Kertenkelenin suyun içindeki hareketlerinin ve yaşamının ağır ağır kayboluşu -ne benim ne de köpeğin- zihnimizden kay- bolmuyor, içimize tanımsız bir ağırlık bırakarak çakıyor âdeta ikimizi de olduğumuz yere. Kımıldayamıyoruz. Azalış korkunç. Hepimiz kımıltısızız o anda. Düz bir çizgi üstünde üç nokta, üç varlık. İki boyutlu bir dünyada... Ne canlı ne de ölü! Kertenkele suyun içinde, ayaklarımın dibinde, ben suyun üstünde, köpekse kıyıda. Bu olayı çok az kişiye anlattım. Belki de gizliden korktum anlatmaktan; ya her anlattığımda bir şey ekliyor veya bir şey çıkarıyorsam ya da değiştiriyorsam olayların örgüsünü diye. Anlattığım herkes de bir şekilde bu hikâyenin bir parçası, geçmişin bu tuhaf çizgisinin üstünde dördüncü, beşinci, altıncı noktalar oldu; zamanın o kesitinde yerini aldı. Çizginin neresinde durduklarını göremiyorum onların. Kendim için ne diyebilirim bilmiyorum. Ne kadar derinden görmeye, anlatmaya çalışsam da bir şeyler eksik kalıyor. Bu hikâyeyi her anlattığımda zamanda bir yırtılma oluyor sanki, bir yanım oraya gidiyor, orada, yıllar öncesinde, suyun içinde dikiliyor ve yine, aynı inanmaz gözlerle bakıyor, seçim yapmanın ve katlanmanın o korkunç ve büyüleyici sahnesine. Bir nedeni daha var, tekrar tekrar gitme arzumun aynı yere. Ne bu hikâyede ne benim zihnimde ne de bu olayı anlattığım insanların hiçbirinin zihninde yüzümün yaşadığı dehşet yok, onu bulamıyorum. Umutsuzca o köpeği görmeye gidiyorum. Köpeğin gözbebeklerine takılı kalmış bir görüntüyü, olanları donmuş bir hâlde seyreden yüzümün son görüntüsünü, artık değişmeyecek ve bir gün bana gerçek hikâyemi anlatacak ve anlattıracak olan. 7 ERDAL ATEŞ erdalates1@gmail.com BAŞKA Değerli Dostum Levent Gönül’e... 1. O bahar ayında yine hastalandım. Nefes alıp verirken göğsüm ağrıyordu. Bir de uykusuz günlerim başlamıştı. Geceleri uyuyamıyordum hiç. Uykusuz ve huzursuz bir adam olmuştum. Bütün gün ıhlamur, adaçayı ya da berbat kokulu kediotu çayı içiyordum. Annem benim için endişeliydi. Korkuyorum. Öleceğim. Yapacağım çok şey var. Var mı? Ölüm korkusu, yapacağım işler doğuruyor. Yaşamayı seviyorum. Göğüs ağrıları, uykusuzluk geçer bir gün. Hem geceleri sabaha dek yazabilirim. Uykusuzluğumu. Düşsüzlüğümü. mahalle baskısı 2. O sabah L.’yi ziyaret ettim. Ne kadar da sağlıklı görünüyordu. Hâlbuki ne kadar çok sigara içiyor. Sanki son hızla kendini zehirlemek istiyor. Kalbi bungun bir adam L. Laf dönüp dolaşıp şiire geliyor. Bazen bana eski şiirlerinden okuyor. Yakıcı şiirler. L.’ye gizli şair, diyorum. Yıllar önce tüm şiirlerini yok etmiş. Uzak yolculuklara çıkmış. Bazen uzun uzun dalar, ilginç şeyler anlatır bana. Masal gibidir anlattıkları. O gün de yıllar önce yaşadığı bir olayı anlattı. Yüzü ciddileşti. Gerildi. Bir sigara yaktı. Dumanını tavana üfledi ağır ağır. Telefonu çaldı. Açtı. “Toplantıdayım. Telefon bağlamayınız” dedi sekreterine. Gözlerini kıstı. Daldı dipsiz suların bilinmezliğine. Ürkütür beni böylesi dalışlar. Ama bir bataklık gibi beni kendine de çeker. “Yıllar evvel,” diye başladı L. “Güneşli bir öğleden sonrası. Deniz, yeşilmavisarı bir renk ve su, güneşin ışınlarının dipteki kumun parıltısını göstermesine izin verecek kadar berrak.” Tatsız tutsuz çayımdan arada bir yudum alıyordum. L., sigarasının dumanını ciğerlerine ağdırıyordu. İmreniyordum. Sigara içtiğim anlar geliyordu gözümün önüne. Oysa ne çok istiyordum sigara ile kendimi zehirlemeyi. Sigara üstüne sigara içmek, gri bulutların ortasında yitip gitmek. 8 3. Göz kamaştırıcı doğa güzelliği. L., kıyıdan denize doğru gidiyor. Çam ağaçlarının keskin kokusu baş döndürücü. Güneş tam tepede. Yakıcı. L. yavaş yavaş ilerliyor. Sanki erimsiz bir yolculuğa çıkartıyor ayakları onu. Bir ses onu çağırıyor. Bir ses kovalıyor. Denizde kimse yok. Su pırıl pırıl. Böyle güzel bir günde kimseciklerin olmamasını garipsiyor L. Oysa sahil kalabalık. Öğlen yemekleri yenmiş. İnsanlar, güneş yağlarını tenlerine sürmüş. Güneşin sıcak soluğuna bırakmışlar kendilerini. Genç bir çift öpüşüyor. “Burası bir cennet” diyor sarışın mavi gözlü kadın. Bir an suda yürüyen L.’ye bakıyor ve mırıldanıyor, “Stockholm ise bir cehennem.” L. ilerliyor. Küçük birkaç balık onu izliyor uzaktan. Saatlerden beri yürüyor suyun içinde ama su seviyesi dizlerini aşmıyor. Kıyıdan kimileri L.’ye bakıyor. Sessizce. Ve kendilerini L.’nin yerine koyuyorlar. L. sırları dökülen bir ayna. Taşımak istemiyor kuzguni ağırlığını. Önce bir cama, sonra bir kum zerreciğine dönüşmeyi düşlüyor. 4. Tatlı bir esinti. Küçük dalgalar. L.’nin bacakları üşüyor. Denizi, harman sonrası yakılmış bir ekin tarlasına dönüştürüyor imgeleminde. Sapların çıtırtısı dalga dalga yayılıyor. Hâlâ üşüyor. Titreyerek ilerliyor. İlerliyor. Ama derinliklere varamıyor bir türlü. Suların kendisini yutacağı noktaya yaklaşamıyor. Deniz, L.’nin yürüdüğü boşlukları balık pulları ile dolduruyor. Bunu bilmiyor L. Bilemez de. Ama bir tuhaflık olduğunu hissediyor. Suyun içinde olduğunu biliyor. Suyun da kendi içinde olduğunu… 5. Sessizlik. L. duruyor. Öylece kalakalıyor. Bir korkuluk gibi. Kıyıdan gelen uğultu, üşüyen bedenini donduruyor. Sessizlik parçalanıyor. Yüksek tepeye bakıyor. Hiçbir şey göremiyor. Bir köpek silueti beliriyor suyun içinde. Hemen kayboluyor. Bir köpek havlaması havada yankılanıyor. L. dönüyor olduğu yerde. Kıyıda kendisine bakan gözler. Gözlerle göz göze. Ama hiçbir şey görmüyor. Sarı bir köpek suya doğru koşuyor. Havada kızgın kum tanecikleri uçuşuyor. Güneş daha da kızdırıyor. L. ilk kez bir şey görüyor. Köpeği. Kendisine gelişini izliyor. Ağzını açamıyor. “Git, gelme!” diyemiyor köpeğe. Acıyor ona. 6. Köpek soluk soluğa. Sarı tüyleri yapış yapış. Çok pis kokuyor. Suyun içinde. L. bir yontu gibi bakıyor köpeğe. O an yeşil bir ip görüyor. İp değil yılan. Yılan değil. Bir kertenkele. Elli santim boyunda dev bir kertenkele. Anılarına dalıyor. Çocukken yakaladığı kertenkeleler geliyor aklına. Onları kör jiletlerle kesip biçerdi. Bu gelen yeşil dev kertenkele, camdan anılarını bir taş gibi darmadağın ediyor. Şimdiye dönüyor. Köpek kızgın. Ölüme atmış kendini. Kertenkele bin yaşında. Yorgun. Hasta. Bin yıl daha yaşamak istiyor, yüksek tepenin başındaki esmer büyük kayanın altında. Kertenkele canhıraş çığlıklarla ilerliyor. Hayatında ilk kez tüm bedeni suyun içinde deviniyor. Su yakıyor onu. Kavuruyor. Nefesini tutuyor. Köpek çılgın gibi. Kertenkelenin peşinde. Kertenkele L.’ye doğru gidiyor. Erimi L. Kurtuluşu L.’nin bedenine bağlı. Ona yaklaştığında onun donmuş bacaklarına tutunacak ve yukarı doğru tırmanacak. Yanan bedenini sağaltacak L.’nin buzdan teni. Kertenkele göğe bakıp nefeslenecek. Ciğerlerine temiz havayı dolduracak. Kendine gelecek. Bin yıl. Bin yıl daha yaşayacak bu görkemli yerde. Bir daha asla yerin bin metre altındaki yuvasından dışarı çıkmayacak hiç. Gün ışığını merak etmeyecek. Söz vermişti kendisine. Bininci yaşında bir saatliğine dışarı çıkacaktı. Yalnızca bir saat. Bin yıl sonra ilk kez gün ışığını, doğanın kokusunu, sesini içine dolduracak sonra yine sessiz ve karanlık dünyasına dönecekti. Bin yıl sonra, iki bininci yaşında bir saatliğine dışarı çıkacaktı belki yine. Ama yaşlı balıkçının sarı köpeği, zeytin ağacının altındaki yeşil kertenkelenin kokusunu aldı. Onu gördü. Kertenkele denizdeki L.’ye bakıyordu. Son beş dakikası kalmıştı. Köpek hırladı. Sonra fırladı kertenkeleye doğru. Dünden beri açtı. Büyük bir ziyafetti kertenkele. On. Dokuz. Sekiz. Yedi. Altı. Beş. Dört. Üç. İki… 7. Hızı azalan kertenkele L.’nin ayaklarına otuz santim kala ağırlaştı ve birkaç saniye sonra öylece kalakaldı. Gözleri açıktı. L. şaşkınlık içindeydi. Gözleri kertenkelenin gözlerindeydi. Göz gözeydiler. Eriminin bu gözler olduğunu anladı. Ama gözler fersizleşince erimi de yitti. Köpek kıyıda bekliyor. Suya girmemiş miydi? Islanmamış mıydı? L. ölü kertenkeleye dokunuyor. İçi ürperiyor. Kertenkele hissediyor L.’nin dokunuşunu belki de. Bin yıllık belleği L.’nin belleğine akıyor. 8. Akşamüstü. L. tahta iskelede oturuyor. Yüzü yemyeşil. Bakışları yemyeşil. Sessizce ağlıyor. Ve kendi kendine mırıldanıyor: Bir saat. Beş dakika. Bin yıl. İki bin yıl. Otuz santim. Otuz… 9. Annem öldü. Güzün başında toprağa verdik onu. Çok ağladım. Ben hâlâ uyuyamıyorum. Sanırım bir daha uyuyamayacağım da. Alıştım bu duruma. Geçen gün L.’ye “Bana anlattığın o olayı yazsana” dedim. “Çok güzel bir anlatı olur.” “Hangi olayı?” dedi. “Şu yeşil kertenkele…” Zoraki güldü. “Bırakalım o hikâye başka bir zamanda ve yerde anlatılsın ve yazılsın ya da kaybolsun, bizim hikâyelerimizin de kaybolacağı gibi bir gün.” Not: Bu öykü Levent Gönül’ün “2K 1L” adlı öyküsünden yola çıkılarak yazılmıştır. Koyu italikler, adı geçen öyküden alınmıştır. E.A. 9 MARMA RİYYA marmariyya@gmail.com OYUN; KÜÇÜK KIZ, HAYAT’IN ÖZÜ... Yedi cihanın en yaşlı ve bilge kız çocuğu Oyun Kadın, yeni açmış masum hanımelinin “em beni” diye fısıldayan karşı konulmaz kokusuyla, uyandı o sabah. Uzaklardan incikli boncuklu yatağına doğru esen pamuk helva kıvamında bir meltem küçük bir köpek yavrusunun ısrarcı sabırsızlığıyla yaladı Oyun’un yüzünü ve kalkıp işe koyulmasını sipariş etti. Oyun iyi bilirdi, rüzgârların onu böyle uyandırdığı günler, eski dostların kalben uyanışlarına delaletti. Demek yine eski bir dost ziyaretini beklerlerdi. Demek bu gün de özel bir gündü... Bu şekerli hissiyatın tadını çıkarmak adına söyle bir gerindi yattığı yerde. Kendine gelir gelmez de, geleneği bozmayarak ona hep en samimi günaydınları sunan, en aşina ve en sevgi dolu o yüzün sahibine; komik sesler çıkarmakta ve göbeğini gıdıklamakta olan Hayat annesine içten kahkahalarını hediye etti cevaben. Neşeyle doğruldu. Gece onu çağırıp ağırlamış olan, sonra da birbirlerine yaptıkları numaralardan yorgun düşüp bayıla kalan maymunların muzır hülyalarını bozmamak için flört sever bir ışık hâline bürünüp, kendini sonsuz bir güvenle rüzgâra teslim etmiş raks eden yaprakların arasından toprakta sekerek yola koyuldu. Yolda, önce meraklı kaplan yavruları gözlerini diktiler Oyun’a. Koca yavrular hoplaya zıplaya ardına takıla dursun, Oyun kâh kelebeklere, kâh kurbağalara, kâh kuşlara el verdi ve böylece karşısına çıkan hiçbir yavruyu zevkten mahrum bırakmayarak yoluna devam etti. Az gitti, uz gitti, derelerde balık sürüleri olup ayıları, tepelerde koyun sürüleri olup çoban köpeklerini eğledi. mahalle baskısı Köyde mola vermek için durduğunda “bezirgân başı” diye seslendiler çocuklar. Kapıları açtı, çocukların arkalarındakileri yadigâr eyledi. 10 Seyislere atları araziye salıverdirtti. Sinek oldu atlara kondu. Onları divaneye çevirip dörtnal koşturdu. Aralarına muzipçe kıskançlık serpiştirip birbirleriyle yarışa tuttu, sonra da onları güneşte çamurlarla güreşe tutturdu. Dağları aşıp, onu çağıran o ırak ülkedeki küçük evin koridorunu bulana dek, güneşle beraber kalkıp, herkes uyanana kadar evin bütün işlerini bitiriveren bir Anadolu kadınının tutturduğu müstehcen türkülerin inişliçıkışlı, duygudan duyguya geçişli nağmelerini kendine yol haritası belledi. İşte o evin koridoruna varıp, duvarın dibine çökmüş ihtiyarın kambur omzuna indiği anda, ihtiyarin boynundaki yazmada bir oya olarak buldu uykusunda kokusunu duyduğu o tatlı hanımelini ve o anda hatırladı dostunu. Evet, bu kokuyu uzun zaman önce aynı adamla beraber duymuştu. 55 yıl kadar önce hâlâ unutamadığı güzellikte bir meydan düğününde olmuştu bu. Hanımeli ağaçları bütün kasabanın neşesini taşıyor, rüzgârın da etkisiyle dönerek, sema ayinlerindeki dervişler misali kendilerinden geçmiş bir hâlde, sahip oldukları her şeyi, son damlasına kadar tüm ballarını cömertçe salarak aşka geliyor, düğünün tatlı telaşına şevk katıyorlardı. Önce kız giydirmeler bitmiş, kızı davet etme ve düğün hazırlıkları Oyun’un da iştirakiyle sorunsuz geçmiş, köyün yası alınmış, gereken baş sağlıkları dilenip bazı gönüller alınmış, hediyeler ve kınalı şekerler dağıtılmış, bütün köy düğüne davet edilmişti. Birinci gün damadın evinde başlayan düğün sabahı, Oyun köylülerin içine bir heyecan olup girmiş, onları güneş doğarken uyandırmış ve damadın evine düğün bitene kadar indirilmemek üzere bir bayrak astırmıştı. Bir diğer bayrağı da bayraktarın eline tutuşturtup oyun havaları çalan davul zurnayla kız evine gidenlerin önüne takmıştı. Davulcu ve zurnacı, sabah düğün kâhyasının davetiyle oturdukları kahvaltı sofrasında karınlarını doyurup bir de bol bahşişle kalkınca keyfetmişler, var güçleriyle nefesleri ve kuvvetlerini zorlayıp ve halaylar, ağırlamalar, üçayaklar, semahlar, madımaklarla herkesi coşturmuşlardı. Oyun, oğlan evinden kız evine salıkçı olarak düğünün başladığını haber etmek ve özel istekleri iletmek üzere gönderilmiş gencin tüm çabalarına rağmen, ona kaptırmaması tembih edilerek verilen yiyecek dolu heybeyi mahsus kaptırtmış ve gencin cezalandırılmasını sağlamıştı. Çünkü ceza olarak evdeki herkesi sırtına bindirip gezdirmesi uygun görülen gencin hâlleri, yıllar boyu yâd edilip aynı taze kahkahaları attıracak ve bu kahkahalar atıldıkça oyunun ab-ı hayatı çoğalacak, hızlanacak, Oyun’un canına can katacaktı. 11 MARMA RİYYA marmariyya@gmail.com Kız evindekiler neşesinden hızını alamamış, salıkçıya bir de ortalığı temizletip gülüşürken, oğlan evinde koyunlar kesilmiş, etli bulgur pilavları büyük bir dikkatle en usta kadınların efsunlarıyla pişmişti. Sonra haber salınmış, yemekler yenmiş, içki sofraları kurulmuş, biralar, rakılar tokuşturulmuş, akşama kadar halaylar çekilmişti. Damat o geceyi âdet gereği sağdıcının yanında geçirmiş, ertesi akşam kavuşacağı sevdiğinin hayaliyle, yorgun, sabırsız, yarım yamalak bir uyku çekmişti. Ertesi gün düğün alayı kızın evine gittiğinde, Oyun bir elini bir gence, diğerini öbürüne vermiş, uzanıp halat oluvermiş, alayın önünü kesmişti. Ayakbastı parası için yapılan atışmalar neşe içinde geçmiş, sözcü gencin türlü şaklabanlıkları, kız tarafının ev kapısını kilitlemesine mani olamamıştı. E, bunda da Oyun’un payı yok değildi yine. Kâhyanın gönlünün uzun uğraşlar ve bolca gülüşmeler sonucu 10 şişe rakıya razı edilmesi, kapıyı kilitleyen gençlerin kâhyadan haklarını istemeleri, kız evinin önünde susmaları için davul ve zurnacıya verilen bahşiş ve nihayet bayraktara bayrağı kız evinin çatısına asması için verilen hediye fasılları da bitmişti. Oyun, namus bayrağını kimseye kaptırtmamıştı o gün, böylece kaçmasız-kovalamasız, kavgasız-gürültüsüz bayraktarın işi de kolayca görülmüştü. mahalle baskısı Düğüncüler akşama kadar eğlenip halay çekmişler, akşamki kapış kınasında Oyun genç kızların manilerine girmiş, gelinin başındaki renkli pullu örtüyü parlatmış, geniş tabaktaki kınanın üzerindeki mumları yakmış ve dans etmeye doyamamıştı bu kızlarla. Bizim heyecanlı gelin kına yakılması için hemen avucunu açınca bir kahkaha patlamış, kızın avucu kız kardeşleri tarafından alelacele kapatılıp oğlan tarafından altın gelene kadar da açtırılmamıştı. Kınadan sonra gelinle üç kez halay çekilmiş, artan kına gelen misafirlere dağıtılmıştı. Bekâr kızlar ve oğlanlar kapış kınasını “kapıştıktan” ve bahtlarının açılması için dua ettikten sonra oğlan evinden kuruyemişler gelmiş, bolluk ve bereket içinde, manilerle, şakalarla, Oyun’un hatırlara getirdiği tüm eğlencelerle geç saatlere kadar hoşça vakit geçirmişlerdi. 12 Köylüler, imece usulü ağırladıkları misafirlerini de yanlarına katarak evlerinin yolunu tuttuklarında davulcu ve zurnacı düğündeki herkesin içine işleyen ağıtlara ve gelin çıkartma nağmelerine meyletmişlerdi. Gelin, kardeşi yardımıyla bindiği ve sağdıcın dizginlerinden çekerek götürdüğü kızıl ahreç donlu atın üstünde düğün alayının önünde oğlan evine götürülürken beyaz bir gülün üzerinden süzülen çiğ tanesini andıran yaşlar dökmüştü. Oğlan evine varılıp bayraktarın kız evinden dönüşte söküp geri getirdiği bayrağı oradaki bayrağın yanına takmasını fırsat bilen davul zurna yine coşmuş, gözlerden yaşlar silinmiş, yine halaylar çekilmişti. İlerleyen saatlerde sevdiğine kavuşmak için artık sabredemeyecek hâle gelen damat, bahçesinde hanımeli çiçeklerinin hâlâ coşmakta olduğu gerdek evinin kapısından girerken, Oyun, ardı ardına düşen akran yumruklarına eşlik ederek damadın sırtına ve omuzlarına yağmıştı. Bunca yıl sonra konduğu aynı omuz olsa da, artık ne damat bir delikanlı ne de omuzları öyle dikti. Eski dostuna dünyaya ilk geldiği günden evlendiği güne kadar eşlik etmiş olan Oyun, anlamıştı. Başka dostlarına olan aynı şey bu ihtiyarın da başına gelmişti. Düğün gecesi bir delikanlıyken dünya evinin kapısını kapatmasıyla beraber başlayan sevdiğini koruyup kollama güdüsü, hayat mücadelesi ve geçim kaygısı ona çok sevdiği Oyun’u unutturmuştu. Oyun, ondan vazgeçen diğer dostları gibi bu delikanlıyı da bir daha hiç göremeyeceğini düşünürdü ama işte şimdi yine onun omzundaydı. Oyun sevinçten deliye dönmüş, ihtiyar yine bir kuş kadar hafif ve bir delikanlı yiğitliğindeydi. Gözleri, kucağında oturan kız çocuğunun kumral, bukleli saçları ardından parıldayan bir çift ela göze kilitlenmişler, aşkı, şakayı, Oyun’u yeniden kendine çağırır bir ışıltıyla süslenmişlerdi. İhtiyarın yüreği, bir balkan halayı altında heybetle tozutan toprak gibi yükseliyordu. İhtiyar delikanlı, bunca yıl sonra yine Oyun’un büyüsüne kendini bırakmaya hazırdı. Oyun, sabah içine çektiği hanımeli meltemlerinden üfleyiverdi ihtiyarın omzundaki yazmaya. İhtiyarın burnunun direkleri sızladı. Yazma, kendini ihtiyarın kucağında oturmakta olan küçük kızın üzerinde buldu. Ufaklık tamamıyla altında kaldığı yazmadan kurtulmaya çalışırken, renkli bir solucan gibi kıpraşıyordu. Ruhu gıdıklanan ihtiyar öyle bir koyuverdi ki kendini, kahkahaları tüm evi sardı. O güldükçe ufaklık gülüyor, zaman duruyor ve haz büyüyordu. Küçük kız, zaten tanıdığı Oyun’un geldiğini hissetmiş ve iyice tatlanmıştı. Yazmanın altından kendini kurtarıp yazmayı ihtiyarın kafasına geçirdi. Bu sefer ihtiyar adam cebelleşir gibi yaptı yazmayla. Sonra da bir anda yüzünden alıp “Ceee!” diye haykırdı küçük kıza. Ufaklık, bir saniye içinde hem şaşırdı, hem korktu, hem güldü. Sonra bu hislere doyamayıp iştahlı bir neşe içinde ihtiyarın kafasını birkaç kez daha örttü. Her seferinde biraz bekleyen ihtiyar umulmadık bir anda “Ceee!”yi basmış ve küçük kızı daha da çok güldürmüştü. İhtiyar, hayatın sırrını işte bu kahkahalarda çözmüştü. Neden hayata geldiğini, neden burada olduğunu, ne işe yaradığını anlamış, içten içe dünyaya dair sorduğu tüm soruların cevabını almıştı. Her şey bu an içindi. Bu an, her şeye değerdi. Geçtiği tüm yollar buraya varmak içindi. Kaygısız, yargısız, tertemiz oynarken özüne dönmüş ve kendi canına kavuşmuştu. Artık hasret bitmiş, ihtiyar uzun zaman sonra Oyun’u kalbine geri almıştı. O da şimdi kendini gösterebilirdi eski dostuna. İhtiyar, küçük kızın yine başına dolamış olduğu yazmanın içinde gözlerini açınca Oyun Kadın’ı gördü. Portakal kabuğundan elbisesini, boncuktan ellerini, mercandan ayaklarını gördü. Gözlerinde ışıldayan yunusları gördü. Atlayıverdi o yunusların sırtına ve enginleri dolaşmaya çıktı. Küçük kız bekledi, bekledi, sonunda dayanamayıp indiriverdi yazmayı. “Dede? Dedeeee? De-deee..” Çok komikti. Dedesi yüzünde kocaman bir gülümsemeyle uyuyakalmıştı. Üstelik gözleri de açıktı. Kahkahaları bir süre daha devam etti. Küçük kız dedesini bir daha göremeyeceğini henüz bilmiyordu, ama onunla oynarken ruhunu teslim eden dedesinin içi çok rahattı. Çünkü torununu en yakın dostuna emanet etmişti. Enginlerde bir yerde, Oyun’a ne olursa olsun, kendisini torununa unutturmamasını ve hiç bırakmamasını tembihlemişti. Oyun için bundan daha güzel bir rica olabilir miydi? Hem eski dostuna kavuşmuş hem yeni bir eğlenceye davet edilmişti. İhtiyarın ardında bıraktığı küçük kıza ne dedesinin ölümü, ne büyümek, ne hayatın zorluğu, ne aşk acısı, ne de başına gelecek olan türlü ağır hadiseler dokunabilecekti. Küçük kız büyüyecek, Oyun’la sarmaş dolaş yaşayacak, onunla tavlaya, damaya, satranca, tiyatroya, sinemaya gidecek, beraber yarışmalara girecek, kâh kazanacak, kâh kaybedecek ama hep eğlenecek, spor yapacak, dans edecek, şaşırtıcı hünerler keşfedecekti. Oyun ona dertlerini açacak, onu davet edip cazibesini kumar için, desise için, kullanan insanlardan, entrikanın içine karıştırmaya çalışan kıskançlardan, hile ile ruhunu kirletmek isteyenlerden bahsedecekti. Bazen böyleleriyle beraber karşılaşıp onlara beraber kanacaklardı, ama onlarla da hep beraber cebelleşeceklerdi. Bu dünyada ne küçük kızın ne de Oyun’un işi kolay değildi. Ama Oyun mutluydu, ona ihtiyaç vardı ve onu çağıranlar oldukça yaşamaya devam edecekti. Kıza ise dedesi ona ihtiyacı olan her şeyi vermişti; içinden asla çıkmayacak bir oyun duygusu. Kız bu duyguyu sıkıca saracak ve hakkını vererek, tadını çıkararak yaşayacaktı. Yaşarken, hayatın ne kadar muazzam bir oyun olduğunu hiç unutmayacaktı. En zor anlarıyla bile oynaşacaktı. İşte bu yüzden de onun için karşılaştığı her şey tatlı bir oyun kıvamında olacak, Hayat annesi her sabah bir yandan onu gıdıklayıp severken biri hanımeli kokulu meltemleri yüzüne üfleyip, iştahını kabartacaktı… 13 ÖZLEM ERSAVAŞ özlemersavaş@gmail.com mahalle baskısı 14 PERUKA Masanın en kenarında oturup kendi halimde içkimi içsem de sessizliğim masadaki samimiyeti bozuyor, birçoğunu da huzursuz ediyor. Yabancının kim olduğunu merak edenler, kaçamak bakışlar atıyor. Masadaki tek tanıdığım, üç yıldır çalıştığım tiyatro oyununun yardımcı yönetmeni ve aynı zamanda alt komşum olan Sadu. Her oyun çıkışında gidilen yemeklere katılmayacağımı bilerek nezaketen beni davet etmeyi alışkanlık edinmiş olan komşumun huzursuzluğu da gözümden kaçmıyor. Masadakilerin, her konuda aynı tarafta olduklarını vurgulayan kelimelerle ‘biz’ duygusunu pekiştirmek hoşlarına gidiyor. Aslında yıllardır pek çok oyunda birlikte çalıştık ama beni tanımamaları normal, ilk görüşleri olduğunu düşünüyorlar. Sadu masaya beni tanıtma ihtiyacı duyarak oyunun perukacısı, aynı zamanda da komşusu olduğumu söylüyor. Belli belirsiz mimiklerle yapılan bu geç selamlaşmanın sonrasında ben de en az herkes kadar rahatlıyorum. Birisinin dönüp de bana soru sorma ihtimalinden tedirginliğim arttıkça, masanın altına girip, kimseye hissettirmeden sürünerek uzaklaşmak ve kalabalığa karışmak istiyorum. En ufak bir muhabbeti beceremem. Hele şu hâlimle. Eninde sonunda iş kendimi ispatlama çabasına döner ve ben paniğe kapılıp yanlış cümleler kurarım endişesiyle en fazla on dakika daha oturabiliyorum. Kalkmam lazım... Uzun süredir ben yokmuşum gibi davranmalarına, kendi aralarında konuşmalarına bozulduğumu sanacaklar. Başkalarının yanına gitmem gerekiyormuş da geç kalmışım gibi saatime bakıyorum, toparlanıyorum, kalkıyorum. Masanın kenarındaki küllüğün altına para bırakıyorum. Kaba buluyorlar, hatta bunu gizleme gereği duymadan bakışlarıyla kınıyorlar açıkça. Hızlı hızlı yürüyorum sokağın en kalabalık yerine doğru. Aklım hala küllüğün altındaki parada. Hesabı öderken ilk önce kim uzandı acaba o paraya. Hep sarhoşken gelir başıma böyle şeyler ve hep sarhoş değilken yaparım muhasebesini bu zamanların. Yani şimdi muhasebesini yapmanın zamanı değil. Yarın sabah önce o karşı çaprazımda oturan kızıl saçlı kadının alaycı bakışları gelecek aklıma. Kendimi anlatmaya boşuna çabaladığımı fark ettiğim an! Sonra, şu anda silik olan her şey çok gerekliymiş gibi sıra sıra geçecek gözümün önünden. Sıkıntı, kin, kızgınlık, utanma… En az üç ay daha eve kapanacağım. Zorla kazanabildiğim güvenimi kaybedeli tam kırk üç dakika oldu. Beceriksiz adam, lanet olası adam, beceremiyorsun doğru dürüst konuşmayı işte! Lanet olsun senin gibi sarhoşa! Yarın sakın ağlama içip içip yalnızlığına… Ilık ılık bir sıvı mı geziyor yüzümde ne? Burnum kanıyor. Kendime mi geliyorum ne? Düşmüşüm kalabalığın ortasında. Bayılmış numarası mı yapsam? Kalkarsam eğer insanların bana bakışlarına katlanabilecek miyim? Sabah uyandığımda kızıl saçlının yanında bir de bu bakışlar belirecek aklımda. Yok, bu kadarı fazla olur. Bayılmış gibi yapmak en iyisi. Acısınlar diye mi bekliyorum yerde uzanmış? Ne kadar zaman geçti? Belki de kimse farkında değildir yerde yattığımın. Başımı kaldırsam çevremde toplanmış insanlar mı göreceğim, yoksa yanımdan geçip giden ayakları mı? Uzaktan bakan birkaç göz görüyorum, yanımdan geçip giden de onlarca ayak. Yerde olmamla ayakta olmam arasında bir fark yok çoğunluk için. Aynı hatanın içindeyim; yine fazla önemsedim kendimi. Ayakaltından çekilmek en iyisi… Düşe kalka eve doğru giderken içim bulanıyor. Bir umumi tuvalet bulup dalıyorum ve yıkıyorum elimi yüzümü. Elimi iç cebime atıyorum ve mendilin içine sarıp sıkıca katladığım kumral peruğumu çıkarıyorum. Özenle takıp düzeltiyorum. Evet, iyiyim, iyi hissediyorum... Oh be! Eve dönmeden önce biraz daha dolaşabilirim artık sokaklarda... Siyah saçlı, burnu kanayan ve sinmiş bir adam olarak girdiğim tuvaletten kumral ve huzurlu çıkıyorum. Kapıda para almak için bekleyen adamın peruğumu fark ettiği belli ama şaşırmıyor, bakmıyor bile... Adamın kalenderliğine, umursamazlığına ısınıyorum. Biraz daha orada oyalanıp bir iki cümle laf etmek istiyor içim. O anda aklıma, yarın son aldığım siparişlerin teslimi için tiyatroya gitmem gerektiği geliyor. Bu gece hepsi yüzümü gördü, yarın olur da karşılaşırsam selam verip vermeme arasında gidip gelecekler. Aynı huzursuzlukla üstümde gezinen o rahatsız bakışlar. Tam unutmaya hazırken, her şey başa dönecek... Sabaha kadar yeni bir peruk yetiştirmem gerek, hemen eve gitmeliyim. Adama fazladan para verip sanki fark etmemişim gibi hızla çıkıp gidiyorum. Az vermiş olsam da seslenmeyeceğini biliyorum ardımdan, şimdi de seslenmiyor. Eve gidip, kabanımı çıkarmadan oturuyorum masanın başına. Teslim edilmeyi bekleyen peruklar, yalnızca boynundan üstü olan cansız mankenlerin başlarında tüm masayı kaplıyor. Hiçbirini kaldırmadan kendime küçük bir çalışma alanı açıyorum. Saat henüz çok geç değil. Yetiştirebilirim. Saatler hızlandıkça elim de hızlanıyor, bazen titriyor. Kalkıp birkaç küp şeker atıyorum ağzıma, bir de kahve yapıp tek seferde içiyorum hepsini. Sabaha üç saat var; beş saat sonra da, oyuncular kostümlü provaya başlamadan önce teslim etmiş olmalıyım perukları. Bu da demek oluyor ki dört buçuk saat sonra evden çıkmam gerekir. Hızlana yavaşlaya üç saat kırk dakika daha çalışmanın nihayetinde yetiştirebiliyorum. Parmaklarım şişmiş, ellerim sızlıyor. Önce teslim edeceğim perukları paketleyip hazırlıyorum. Kalkıp kabanımı çıkarıp üstümü değiştiriyorum. En renksiz kıyafetlerimi geçiriyorum üstüme. Hazırlanıyorum, paketleri alıyorum ve hesapladığım saatte çıkıyorum evden. Tam sekiz buçukta tiyatronun önündeyim. Akşamki masada birlikte oturduğum üç kişi dışarıda sigara içiyor; tedirginlikle yanlarından geçiyorum. Tam içeri girecekken, akşamki kızıl saçlı kadın beliriyor kapıda. Beni fark etmeden arkadaşlarının yanına yürüyor. İçeriye girip soldaki ilk kapıdan girip, perukları boş bir masaya bırakıyorum. Odada henüz kimse yok. Aralık pencereden dışarıdaki konuşmalarını dinliyorum. Akşam çıkan bir tartışmadan, içkiyi fazla kaçırmaktan konuşuyorlar, benden bahsetmiyorlar... Ellerimin zonklaması her geçen dakika çoğalsa da değdi bütün bu uğraşıma. Beni tanımadılar... Tanımadılar beni! Bütün gecemi alan bu gri peruğun altında güvende olacağımı biliyordum… Uzun uzun rahatlıyorum. Paketlerdekilerin teslimini bitirdikten sonra ağır adımlarla yürümeye başlıyorum sokak boyunca. Bu renksiz halimle, iyice uykum gelene kadar dolaşmak istiyor canım sokaklarda. Belki umumi tuvalete uğrayıp yaşlı adamla bir iki laf ederim. Belki de bu sefer az para bırakıp giderken arkamdan seslenmesini beklerim... 15 T A A D AL . E N i S RCE mahalle baskısı İLKAY YILDIZ ilkayyıldız@gmail.com DE 16 Saat 18.45 Kale arkası dolalı yıl oluyor, bizim sosyeteler anca teşrif ediyor. Şu ilk sıradaki kızlar kim acaba? Bunları ilk kez görüyorum. Düğüne gelmişler sanki, saçlar başlar yapılmış, televizyona çıkacaklar ya. Çekmiyorlar ablacığım öyle herkesi. Futbolcu karısı mısın sen? Bak neler yapıyor ya? Tabii, tabii, Burak da duyacak seni ta buradan. Çok nezih tribündür burası, sanırsın aile salonu. Öyle pek bir taşkınlık da yapmazlar. Geçen maçta bir tanesi ayağa fırlayıp “şuursuz!” diye bağırmıştı hakeme. Kültür seviyesi çok yüksek bu tribünün. Küfrü bile medeni. Hah, benim belalılar da geldi. Hayret, bugün pek sessiz geldiler. Bunlar var ya... Gizli manyak, sinsi fanatik, sahtekâr elit. Maç başlayana kadar hepsi temiz yüzlü, iyi aile çocuğu, hepsi paşa maşallah. Ama ilk düdük çalıyor,bizim efendi çocuklar ne oluyorsa anında kurt adama dönüşüyor. Bak bugün bir de kız getirmiş uzun saçlı olan. Şimdi “canım, balım”la boya bakalım kızın gözünü. Ah benim salak kızım. Maç başlasın da bir gör bakalım senin beyaz atlı prens, karanlık tarafa geçince neler oluyor. İnsan azıcık kendini bilir be, rezil edeceksin kendini kıza, 90 dakika sonunda bu kız seni bırakmazsa ben de adam değilim. Ve işte Deli Arif Bey ve oğlu Mert de geldiler. Şu çocuğu maça getirme be adam. Getirme! Sezon başından beri psikolojisi bozuldu garibimin. Çocukcağız önceden futbolculara çiçek vermek isterdi, saha kenarında bir fotoğrafı olsun ona yeterdi, şimdi teknik direktör oldu başımıza, sahaya taktik yağdırıyor, hakeme “Hobbit” filan diyor edepsiz. Hobbit de neyse artık, tövbe yarabbim. Bizim hanım da bunları televizyonda görüp tutturuyor “Bir gün çocuğu da maça götür Osman!” Oldu! Osman da sanki protokol tribününde, yaslanmış arkasına, yakmış purosunu, orta sahanın tam ortasında koltuğu, dünya umurunda değil, maç izliyor ya! Yahu kadın, arkamı dönmüşüm futbola, tribünlere doğru boş boş bakmalardayım. Bazen ne iş yaptığımı ben bile anlamıyorum. “Steward” diyorlar ama bir sponsor terlik kadar olamadık. Onlar kale arkasında zıp zıp, Osman burada cezalı gibi, Sabri bir şut çekecek de kafasına gelecek diye 90 dakika diken üstünde. Hadi çocuğu getirdik diyelim, “gel oğlum, otur kucağıma, bak tribündeki abi nasıl seviniyor, izle bakalım” mı diyeyim? Çocuk, Selçuk’u, Elmander’i görmek istiyor; geçtim onları, gol görmek istiyor. Osman’ın gol filan gördüğü yok, Osman ancak taç kullanan Semih’e yandan bir bakış atabilir. Gol olursa herkes ayağa fırlar, Deli Arif Bey çocuğunu havaya fırlatır, Osman oradan anlar. Bir gün o çocuk da düşecek tepeme ama hadi bakalım. Aman Sabriiii! Hamdolsun top yine teğet geçti. Top nerde be? Aha! Bak yine atmıyorlar. Bir maç ağlatmayın şu top toplayıcı çocukları be! - Dur abicim, ben halledeyim. Hoop! Aloo! Üst taraf! Ver topu ver! Nasıl bende değil, kucağındaki ne lan? Evden getirdim diyor bir de! Arkadaşım at topu. Atar mısın canım kardeşim, taç kullanılacak. - Alo?! Neriman, beni görev başındayken arama demedim mi sana? Ciddi bir krizin ortasındayım. 40 bin kişi elime bakıyor şu an. Top bende kızım top! Hey allahım ya. Ne? Tamam alırız. “Gelirken ekmek al Osman”mış! Olur alırız! Ben burada maçı kurtarıyorum, sen hâlâ ekmektesin, yoğurttasın be kadın! Aha gol!Kim attı acaba? Bir gün de gel bu tarafta sevin be Eboue! Bak taklalar atıyor kesin, nasıl coştu millet. Ah ulan be! Neyse, kısmet Drogba’ya artık. - Yahu kadın devre arasında ara demiyor muyum, ne var yine? Ne istiyor? Oldu! Kaleyi de söküp getireyim mi? Muslera’yı da sararım ağlara, akşam bizde kalır. Tövbe yarabbim ya! Ne demek niye? Hatun, nasıl alayım maçın topunu? Delirtme adamı. Off off! Vallahi ofsayttan doğan endirekt vuruş gibisin Neriman. Kapat Neriman. Sen konuyu kapat, ben telefonu kapatıyorum. Hasbinallah. Bak yine arıyor, delirtecek beni. - Alo! Efendim Hamdi? Nasıl abi? Yapma ya? Yüzüm filan göründü mü? Yapma yaa! Ne dedi spiker? E, zor işimiz tabii Hamdiciğim. Koskoca Gassaray takımı elimize bakıyor. Herkes gördü mü, Ahmetler filan? Sen de selam söyle, sağ olsunlar. Topu… Getirmem mi ya? Fatih Hoca’ya imzalatır getiririm ne demek,ayıp ediyorsun! Tabii, tabii, maçtan çıkar gelirim kahveye. Eyvallah Hamdiciğim. Çok şükür yarabbim! Hayatımın pası geldi. Al da at dercesine namussuzum! - Pişt, koçum. Evladım? Top toplayıcı! Aloo, bir bak buraya. Top taca çıkınca sahaya geri atmıyorsun, topla beraber içeri kaçıyorsun tamam mı? Maç sonu alacağım topu senden. Ne demek niye? Oğlum, demin yardım ettik aldık topunu. Sen de beni gör. 20 lira vereceğim bak. Tamam be tamam, 50 olsun. Bana bak, yakalanırsan beni tanımıyorsun. Ukalalık yapma lan! “Zaten tanımıyorum ki” diyor bir de. Memleket tanıdı abini bu akşam be! Sen tanımasan ne yazar? 17 mahalle baskısı 18 Girizgâh: Diyaloglardaki A, adam sesidir. K ise aynı adamın kadınsı sesidir. Olay, koyu yeşil kalın kumaştan bir perdenin güneş ışığını engelleyip ortamı loşlaştırdığı bir iç-mekânda geçmektedir. Adam çift kişilik eskice ve paspal, yayları fırlamış bir kanepenin sol yakasında oturmaktadır. Hemen önünde bir sehpa, üzerinde yabancı bir kitap ve boşalmış ilaç ambalajları durmaktadır. Kitabın üzerinde şunlar yazmaktadır: Abie Hoffmân – “Circles that your mind: The organized trope at a paranoiac case”, Longlaugh Publishing, in Rapture and Katatonia Series. Karşısındaki duvara mor spreyle “Silahlı Özeleştiri XeXdXa” yazılmıştır. Aynı duvarın altında bir dergi balyası bulunmaktadır: Zamansız, Red, Yürüyüş, Bireylikler dergileri seçilebilmektedir. Adamımız bir çiftli sarmış, odayı dumana boğmaktadır. Ve monologu başlar: K: Çöpünü dışarı attın! A: Ama mavi gözlü balıklar hep yalnız kalır. K: Yancı jigolo! A: Ha şöyle. Biraz daha söyle. Biraz dana söyle. Biraz dada söyle. Biraz rakı, biraz rembetiko, sonra yine rakı söyle! K: Baban değilim ben senin! A: Öyle ya, babam nerede benim? Babam meraktır benim. K: Sahtekâr ibne! A: Aynen böyle, aynen söyle. Yahut sor bir de kendine. New York’a gönder beni. Sat nen varsa, al nen yoksa. Gönder delireyim. Sana da bana da biter bu işkence. K: Git babana söyle. A: Gidemem, korkuyorum. K: Neden? A: Çünkü onu öldürmek istedim bir gündüz vakti, bir otel odasında, annemin yanında. K: Benimle konuşuyorsun! A: Anne, sen o muydun? “Yalnızca bir kadın vardır yeryüzünde” diyordu filmde. K: Öyleyse tekrar izle ve yaz, yazıl ona. A: Sence söz dinliyor muyum ben anne? K: Dalga geçme benimle. A: This is the end, güzel arkadaş. Ses: Kapı çarpma ve kilidin dönme sesiyle anahtar şıngırtıları bir arada. Görüntü: Sesle beraber eş zamanlı olarak kırmızı renkli, pamuklu-tüylü kumaştan kadın terlikleri yalnız yarım saniye için görünür. Kapının iç eşiğinde durmaktadırlar. A: Torbacıdaki laf iyiydi bak: Biz havasını alıyoruz. [Kısa bir geğirme sesiyle beraber fon müziği olarak “Heroin and Your Veins” – The Lady çalmaya başlar] Çocuk oyunu oynuyoruz. Küseceksek oynamayalım’ı yazmalı, ne güzel dediydi amcaoğlu. Hayır, küseceksek oynamamalı. Gene de yazmalı. Kıymetlimsss… Ya damla, seni özledim, zaten ben ne zaman yağ damlasa seni özlerim. Yeni bir kısa film çekiyorum, oynar mısın? “Ama küseceksek oynamayalım.” Ne kokuyordu ki ayakların? Eh be, geç ulan, başka yere bak. En azından bakış açını değiştir. [Kamera plan değiştirir, adamın kucağına yönelir, sol bacağına odaklanır. Siyah kadife pantolonda tütün kırıntıları, bir de tebeşir lekesi. Bacak titremektedir.] Şiveli, aksak, aksanlı ayaklar mı yani? Yaz kızım: Konuşanlar. Adın İnci miydi senin? Tanırım, ne şişko karıydın. Böyle güzelleşeceğini bilsem başta yazılırdım sana. Ne işim var burada adamı Tunç karakteri mesela. Kafasında yıldızlar falan. Bu filmin ödüllü sorusunu açıklıyorum: Kimdir bu karakterin çizeri? Öğreten adam ve oğlu vardı onun bir de. Adını unuttum diğerinin. Ne işim var benim burada? Ne işim var mizahta? Dünya ulan işte, ne mizahı, ne işin var dünyada? [Kamera kadraj değiştirir, yabancı kitapla boş ilaç ambalajlarının bulunduğu sehpaya yönelir.] Hey ekrandaki, sana soruyorum: Ekranda görünen boş ilaç ambalajlarından intiharı mı anlarsın, yahut yalnızca ilaçların bitmiş bulunduğunu mu? Evet evet, biri bana tıp öğretmeli. Hadi oynayalım (ama küsmeyeceksek): Bir, ki, üç, TIP… n u Oy Derinden gelen bir dalga ile allak bullak olurken ve öldüğümü düşünürken, o en güvendiğim ses şöyle seslendi: “Hey bu bir oyun, çok da ciddiye alma ve hep yanında olduğumu unutma.” Gözyaşlarımı tutamıyordum. Zaman kavramım olmadığı için ne zamandır bilmediğim, ama hep sahip olduğum ne varsa bırakıp, bilmediğim bir yere dalgalara eşlik ederek gidiyordum. “Tamam” diyebildim hıçkırıklar içinde. Tamam… Ama nereye gidiyorum? Uzunca bir süre geçti sanırım. Değişik bir yerdeydim… Hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum… “Annem” diyerek bana yakınlaşan o bildik kokuyu duyuyordum. Bu güven vericiydi. Şaşkındım ama mutluydum. Aklıma sürekli benim dost dediğim, başkalarının ne dediğini bilmediğim ses geliyordu. “Bu bir oyun.” Burası dünyaydı ve ben de oyuncuydum. Bunu artık anlamıştım. Geldiğim yerden farklıydı. Ama buradakiler de hep oradan geliyordu. Hepimiz aynı yerden geliyor olmamıza rağmen burada çok farklıydık. Bildiğimiz her şeyi de unutmuştuk. Ve zamanla artık hepimiz aynıydık. Gaz, diş çıkarma, yürüme gibi problemleri aştıktan sonra, her şey geçecek zannetmiştim. Okumayı öğrenmem, iyi bir okul kazanmam ve iyi notlar almam da lazımmış. Ergenlik dehşeti. Ardından üniversite, meslek, karnımın en dibinde arada bana yaşadığımı hissettiren aşk, sonra çok daha fazla âşık olup bunun dünyanın sonuna kadar süreceğine inandığım o kadın, sonra evlilik… Baba olmak, işten kovulmak, arabamın kredisini ödeyememek, haciz gelmesi, yeni bir iş bulmak, oraya alışmak, erkek olduğum için ağlayamamak, evliyken tekrar âşık olmak, bunun duyulması, ne bileyim, boşanmak… Acılar çekmek, bazen nefes alamamak, kendinden nefret etmek, çocuğuna sarıldığında yaşamı anlamak, bazen pişman olmak, suçluluk duymak, sevdiklerini kaybetmek, ölümden korkmak, para kazanmak, geçici sevinmek, yine âşık olmak veya öyle zannetmek... Benim hikâyem böyleydi. Diğerlerinin de çok farklı değildi. Ayrı hikâyelerde aynı duygular vardı. Ve bir gün geldi ben kuş gibi oldum. Ölmüşüm. Korkmama fırsat bile yoktu. Bambaşka bir yerdeydim. Yine ne kadar zaman geçti bilmediğim anlardan sonra, o tanıdığım sesi duydum; “Bu sadece bir oyundu, yeniden oynasaydın eğer ne yapardın?” dedi. İşte orada tüm hayatım geçti gözümün önünden… İzledim, izledim, izledim… SAADA DELEN saadadelen@gmail.com BARAN ÖZTÜRK barancanozturk@gmail.com Tek kişilik kısa metraj: Canti-Psikiyatri Şaşkınlıkla, “Çok severdim” dedim. “Düşerdim ama oyun olduğunu bildiğim için hızla kalkardım. Severdim ve oyuncağımı sever gibi ondan bir şey beklemezdim. Kazanınca çok sevinmez, kaybedince hiç üzülmezdim. Tekrar tekrar aynı anların olacağını bilirdim. Aslında ne de mutluymuşum. Değer bilirdim” dedim. Sonra durdum ve o sese sordum; “Savaşlar var, açlık var, acı var, orası bildiğin gibi değil” dedim. “Hem de hiç bildiğin gibi değil. İnsanlar birbirlerine işkence ediyorlar ve diğer canlılara. Neden bu kadar zor bir oyun kuruldu o zaman” dedim. “Neden?” Ses seslendi: “Ben diyerek seni yarattınız. İyi ile kötüyü ve bir gün geldi savaş barışı, katil maktulu yarattı. Kolay zoru… Siz yarattınız. Ama ben kendini senden ayırmayı o kadar çok sevdi ki…” Oyunun başında bu yoktu. Karanlık sizin sadece ışığı aranmanız için var oldu. Oyunun kurallarını oyuncu koydu. Oysa oyunun sırrı kolaydı, “Beni sevmesi, seni kabul etmesi gerekliydi.” Belki de en zor soru şuydu: Bu oyun yeniden kurulur muydu? 19 mahalle baskısı NAZLI KALKAN nazlikalkan8@gmail.com TAHSİLAT 20 Üç katlı ve kocaman, tozlu tabelalı gri bina tam karşısındaydı. Beyaz parmaklıkların altındaki kapının camına bir yazı asılmıştı: “Elektrik faturalarınızı saat 14.00’ e kadar ödeyebilirsiniz.” Buraya kadar her şey tamamdı. Az bir zaman kalmıştı. Cebindeki not defterini çıkardı, yazmaya başladı. “Ödeme merkezini de buldum, şimdi içeri gireceğim. Yarım saate kadar bu meseleyi halletmiş olarak bu kapıdan çıkacağım. Hepsi bitmiş olacak. Hadi biraz dayan.” Büyük demir kapıyı aralayıp içerideki karanlık ve havasız ortama girdi. Elini cebine attı, not defterini sıkıca kavradı. Sonra diğer cebini yokladı. Elektrik faturasını, fazlasıyla nakit parasını çıkardı, şimdiden elinde hazırda durmalıydı. Ne olur ne olmaz diye kimliğini de kolayda bir yere koymuştu, çantaya elini atınca hemen onu da çıkarabilirdi. Başka da bir şey lazım olursa, aman ucunda ölüm yok ya, en fazla kaçar giderdi. Ödeme gişelerine doğru yürüdü. Bir gişede üç kişi, diğerinde iki kişi, üçüncüde de bir kişi duruyordu. Hangi gişeye gitsem diye karar vermek için düşündü, düşündü. O kadar çok düşündü ki, o kadar çok yoruldu. Hâlâ hangi gişede bekleyeceğine karar verememişti, bir bunaltı çöktü üzerine. Burada bekleyen, ayakta duran, oturan diğer insanlara baktı. Rahat görünüyorlardı. Acaba içlerinde bu acıyı çeken başka kimse var mıydı? Ne kadar da zor, hangi gişeye gidip bekleyeceğine karar vermek, hangisi daha çabuk bitirirdi işini? Hangi gişe görevlisi onun hassas kalbine daha nazik davranırdı? Belki de buradaki en tahammülsüz gişe görevlisini seçmiş olacaktı. Ne kadar zordu düşünmek. Ne kadar da zor bu kararı vermek. Küçükken tuhafiyecilik oynadıkları gibi olabilseydi keşke. “Buyrun efendim hoş geldiniz?” “Şuradaki makaraya bakabilir miyim acaba?” “Tabii efendim, bu ipliğin rengi çok güzel! Hediye paketi yapalım mı?” “Evet, onu çok beğendim, bir saniye paramı çıkaramadım.” “Acele etmeyin, çay içer misiniz?” O zamanlar böyle şeyler yoktu, kapısına dayanan bu ani bir davet, şimdi çalan telefon gibi ödünü patlatmazdı o zamanlar. Canı isterse gider, istemezse hiç gitmezdi. Hoş, genellikle canı isterdi fakat sokağa çıkarken hiç düşünmezdi. “Çıksam mı? Çıkmasam mı?” “Hadi dayan, hadi bakalım hop!” derken işte şimdi gişedeki kadının para üzerini verme safhasına kadar gel“Güle güle.” mişti. Kadın asık suratlı mı, değil mi, İki kişinin olduğu gişeye gitmeye karar verdi. Saatine hiç bilemedi. Zira kadının hiç yüzüne baktı on dakika geçmişti. Yirmi dakika sonra özgür ola- bakmamıştı. Bir ara esmer bir surat caktı. Fakat yarın önemli bir görüşmesi olacaktı. Hafta- görür gibi oldu fakat hemen duvarya sınava girecekti. Çarşamba günü doktora gidecekti. daki afişe baktı. Kadın tahsilat makPazar gününe kadar toplantı notlarını temize çekip ra- buzu ile beş lirasını çıkarıp “Beş lira!” por yazması gerekecekti. Perşembe günü üniversiteden diye seslendi. Makbuzu ve parasını arkadaşlarıyla buluşmaya gitmeliydi. Salı akşamı zaten alıp döndü. doluydu. Cuma akşamı partiye gidecekti ama üzerine Derin bir nefes alıp yeni sıkıntılara bir şeyler alması lazımdı, bir buçuk saat de yol, acaba taksiye mi binseydi? İşyerinde akşamı beklese miydi, yer açmak üzereydi. hiç eve gitmeden? Kaçıncı not defteriydi bu, dolup ta- “Sena, baban geldi. Hava karardı, çaşan. “Yarın bitmiş olacak.” “İşte gördün mü bitti.” “Dört buk yukarı!” saat sonra uçaktan inmiş eve varmış olacağım.” “Geri dönüyorum, az kaldı.” Sınavlardan önce yazmaya başladığı “Beş dakika daha anne!” bu notları, bir şey yapmadan evvel sıkıntı bastığı za- Bu çok büyük, çok zor işi de halletmanlarda yazmaya başlamıştı. Yaklaşık dört sene içinde mişti. Sıradaki zor işleri düşününce neredeyse ne yaparsa yapsın bu notları yazıyordu. “Bir üzerindeki rahatlamanın yerine bir buçuk saat sonra bitecek.” “Az kaldı dayan.” “Kafanı to- ağırlık çöktü üzerine. Neydi bu ağırlık parla, iki saat.” “Hadi, arkadaşlarınla eğleneceksin korka- nereden kalmıştı? Nereden gelmişcak bir şey yok.” ti? Bazen onunla o kadar boğulmuş “Yok, teşekkür ederim, üstü kalsın.” “Sena! Sena!” “Ne oldu?” “Gelsene Fırat’ın dayısı eticin almış herkese!” Kaç saat dışarıda kalacaktı acaba? Ne yapacaklardı arkadaşlarıyla? Acaba bundan keyif alacak mıydı, yoksa canı sıkılacak mıydı? Ya zamanını boş yere harcarsa? O zaman içinde belki şu toplantı notlarını toparlardı. Yazdığı hikâyenin sonunu getirirdi belki. Biraz kitap okuması da lazımdı. Belki evde bir film izler hayatı değişirdi. Ama yok yok, evi mi temizleseydi? olurdu ki; hiç düşünemez, aklından hiç böyle fikirler geçmezdi. Fikrinin berrak olduğu çok kısa aralıklarda nereden kaldığını görebiliyordu o bunaltının. Beş dakikası daha kalmıştı sokaklarda. Beş dakika alacağı vardı. Ah onu bir alabilseydi, bir... Hatırlıyordu bazen, biliyordu. Hepsi geçebilir, hepsi bitebilirdi. Neden sonra unutuyordu. Not defterini çıkardı. 21 mahalle baskısı EMEL ASLAN mecuk51@hotmail.com Sürpriz! 22 Her şey iki sene önce başladı. İşyerinden bir arkadaşın doğum günü kutlamasıydı. Birilerinin arkadaşıymış. Görür görmez anlamıştım hayatımın kadını olduğunu. Açık kahve, iri dalgalı saçları ensesinde rastgele toplanmıştı. Hafif bir makyaj vardı yüzünde. Sade, yaprak desenli, krem rengi bir triko giymişti üzerine, altına da üzerine cuk oturan, açık mavi bir kot pantolon. Onun da uzaktan attığı kaçamak bakışlardan dikkatini çektiğimi sezmiş, ne yapacağımı bilemeden kadehi dikip durmuştum kafama. Gecenin ilerleyen saatlerinde içkinin saçtığı cesaretimi yerlerden toplayıp yanına yanaştım. Neler anlattım hatırlamıyorum. Onun inci dişlerini göstererek gülümsediğini, gonca dudaklarının kıpır kıpır oynadığını, gecenin sonunda da avucumda bir telefon numarasını ter içinde sıktığımı biliyorum sadece. Sonrası bir şölen zaten. Birkaç gündüz buluşması, ardından birkaç akşam yemeği. Zaman nasıl geçti bilmiyorum; her gece kalbim ağzımdan çıkacak bir kuşmuş gibi çarparak, beni kabul etmesini diledim. Sonra o gece geldi; kavımı attığım, içimde hapsolmuş beni ayyuka çıkaran, beni başka bir ben yapan, kadınımla “bir” olduğumuz o müthiş gece… Her şey değişti; yer, gök, ay, güneş yer değiştirdi. Nereye gittikleri de umurumda değildi. Hayat ne kadar güzeldi! Evimin kokusu değişti, ben değiştim, ağaç değişti, yaprak değişti; kapıcı Sami bile farklı davranmaya, minibüs şoförleri “abi” demeye başladılar bana, ona “yenge”. Bakkal Hüseyin, adam yerine koydu, veresiye açtı dokuz yıldır ilk kez. Annemler durumdan haberdar oldu, ne tantana koptu evde, görmeniz lazımdı… Bu sefer her şey kusursuz olacak. İşten erken izin aldım. Evi süsleyeceğim. Onun çok sevdiği yıldızlardan yapıştıracağım duvarlara, vanilya kokulu mumlar yakacağım, nergisler saçacağım dört bir yana. Pikaba Zeki Müren koyacağım. Bir kızıl goncaya benzer dudağın diye inceden söyleyecek. En sevdiği kıyafetlerimi giyeceğim; tanıştığımız gün giydiğim çizgili gömleğim, mavi renkli v-yaka süveterim, koyu kahve kadife pantolonum. Buz gibi rakılarımızı hazır edeceğim; yoğurtlu semizotu, kabak çiçeği dolması, şakşuka, humus hazır bile. Dolmayı anneme yaptırdım, “gelinini getireceğim sana” dedim, heyecan içinde haber bekliyor benden. Fırına çinekop atacağım, ağır ağır pişecek. Arabayı park ettim, elimde paketlerle, hızlı adımlarla evine doğru yürüyorum. Ceplerimi yokluyorum. Her şey yerli yerinde. İyi ki anahtarı vaktiyle çoğaltmışım. Dışarı yemeğe çağırsam, şüphelenirdi şimdi. Bugün bizim tanışma yıldönümümüz. Mükemmel bir gece olacak. ... Artık biz birbirimize aittik. Bazen o bende kalıyordu, bazen de ben onda. Evlerimiz yakın sayılırdı. Zaman zaman her ilişkideki gibi sorunlar yaşıyorduk, ama bunlar aşılamayacak sorunlar değildi. Bazen, “Neden haber vermeden işyerime geliyorsun, tedirgin oluyorum” diyordu, bazen “Ne olur biraz nefes alayım, boğuluyorum” diye yalvarıyordu ya da “Beni hiç şaşırtmıyorsun. Yine tam beklediğim şeyi yaptın” diye çemkiriyordu kıskançlık krizlerim sonrası bana. Evet, biraz kıskanç bir adamdım, evet, sürprizlerden biraz uzaktım. Hiç bilmemiştim ki nasıl sevilir, görmemiştim ki sürpriz nasıl yapılır, nasıl şaşırtılır, mutlu edilir insan? Biz birbirimizi seviyorduk, önemli olan da buydu. O benim için vazgeçilmezdi. Onsuz nefes alamıyor, insanlıktan çıkıyordum. Onun da benim için aynı hisleri beslediğine emindim. Onun beynini okuyor, ne düşündüğünü kelime kelime görüyordum. Benliğimizi birleştirmek için daha fazla beklemeye gerek var mıydı? Bence yoktu. İşte bu gece gerçek bir sürprizle şaşırtacaktım onu. Kararlıydım. Anahtarımı kapı kilidinde döndürürken, kapıcısı Levent’le karşılaştım. Gözlükleri üzerinden hafif tedirgin bakarak, “Hayırdır, epeydir görmüyorduk sizi?” dedi. “Şehir dışına çıkmam gerekti, bir süredir yoktum” dedim. Ne anlama geldiğini anlamadığım bir şekilde kafasını yukarı aşağı salladı. Çok da umurumdaydı. Kendimden emin bir şekilde kapıyı açtım ve hemen kapının ağzında dik dik beni süzen kara kediyle karşılaştım. Hâlâ kapı dışarı etmemişti demek. Ne buluyordu şu gudubet hayvanda bilmem; şeytanın sureti, çirkin şey… İçeri süzülürken, çaktırmadan beni gözleyen Levent’e yandan bir bakış attım ve kapıyı örttüm. Mutfağa doğru yöneldim ve birden arkamı dönerek peşim sıra seğirten kediye gönül rahatlığıyla nefis bir vole vurdum. Ciyaklayarak karşı duvara yapıştı ve ayakları yere değer değmez patinaj çekerek küçük odaya kaçtı. Oh be! Ne zamandır içimde kalmıştı. Ayağımın altında dolanmazdı artık. Zaten illallah gelmişti “vurma kediye, etme kediye, iyi davran kediye” baskılarından. Teklifimi bir kabul etsin, bu konuyu da halledeceğim nasıl olsa. Bir saat kadar zamanım var. Avucumun içi gibi bildiğim mutfakta yanımda getirdiğim malzemeleri tezgâha dizerken, içki şişelerini buzdolabına yerleştirdim. Mezeleri orta tabaklara hazırladım, çinekopları fırına vermeye hazır şekilde tepsiye dizdim. Salon her zamanki gibi düzenliydi. Havalanması için pencerenin birini açtım. Hızlıca yıldızları paketlerinden çıkarıp duvarlara yapıştırdım. Nergisleri tane tane serptim koltuklara. Orta sehpayı boşalttım, yemek servislerini, mezeleri koydum. Pikabı ayarladım. Mumları konsola dizdim. Kibriti hemen mumların yanına bıraktım, son anda yakmak için. İki hediye paketimi de birbirine paralel, yan yana özenle yerleştirdim sehpanın kenarına. İkisini de ince, uzun kutulara hazırlattım ki, dışarıdan bakınca ne oldukları anlaşılmasın. 23 EMEL ASLAN mecuk51@hotmail.com Biliyorum ki tam yediyi yirmi geçe servisi evin önünde olur. Hadi, trafik varsa, en kötü ihtimalle yedi buçuk. Sıkıysa daha fazla geciksin zaten. Az kavga etmedik sevgilimle de, servis şoförüyle de, departman müdürleriyle de bu konu yüzünden. Saatin yedi yirmiyi göstermesiyle birlikte, mumları yaktım, rakıları doldurdum, ışıkları söndürdüm fonda müzik ve elimde yakılmaya hazır maytapla bekliyorum. Kapıda anahtarın döndüğünü duydum. “Hayırdır inşallah…” dedi sanki. Tedirgin ayak sesleri. Salon kapısından kafasını şöyle bir uzattı. Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Niye öyle diyorsun aşkım? Hiç kâbus olur mu? Biz birbirimize aidiz, sen de biliyorsun bunu? Her ilişkide olur sorunlar, çözeriz ki biz?” diye sarılmaya, teselli etmeye çalıştım. “Niye yapayım ki böyle bir şey? Ne var bu paketlerde? İstemiyorum hediye falan…” diye çıkıştı bana. “Ne ilişkisi, ne sorunu, yok ortada ilişki falan, çek ellerini!” diye beni iteklemeye başladı bu sefer. “Tamam” dedim, geri çekilerek. “Son bir oyun oynayalım seninle. Sonra sonsuza dek çıkacağım hayatından, söz!” dedim. “Ne oyunu?” dedi, sümüklerini çekerek. Senin sümüklerini bile yerim ben be… “Önce gel, lütfen karşıma bir otur... Bak, senin için ne hazırlıklar yaptım ben... Bir lokma yemek ye, bir yudum rakı içelim birlikte. Ne olursun, kırma beni…” dedim en zarif hâlimle. “Sonra gidecek misin?” dedi, umut dolu zeytin gözlerini gözlerime dikerek. En güzel gülümsememle, bir elimde yanan maytap, kollarımı da iki yana açarak, “Sürpriz!” diye bağırdım. “Evet, sen hediyeni seçtikten sonra gideceğim” dedim. “Bu paketlerden biri senin olacak bu gece. İlk seçtiğin paketteki hediyeyi kabul edersen, senindir, mesele yok. Etmezsen, ikinciyi mecbur almak zorundasın.” diyerek, paketleri gösterdim. “Tamam hayatım, abartma, şaşırttım değil mi?” dedim sırıtmaya devam ederek. mahalle baskısı “Evet” dedi, “Ben istediğini yerine getirdim, lütfen şimdi sen de sözünü tut. Artık gitmeni istiyorum.” “N’apıyorsun sen burada?” diye haykırdı. “Ne sürprizi lan manyak, ne işin var evimde?” diye bağırarak şaşkınlığını iyice belli etti. 24 “Lütfen bak, biz ayrıldık uzun zaman önce, bitti, ne olur kabullen artık! Taş çatlasa iki ay sürdü zaten, o kadar! Yürütemedik… Anlaşamadık… Bitsin artık bu kâbus, ne olursun!” diye ağlayarak yalvarmaya başladı bu kez. Bu hâline hiç dayanamıyorum. Yufka yüreğim dağılıveriyor. “Hayatımmış? Ne hayatı be? Hayat mı bıraktın? Nasıl girdin evime? Hemen çık, yoksa polis çağıracağım!” diye feryada devam etti. “Çağır… Ne olacak ki çağırınca? Daha önce de çağırmadın mı sanki?” dedim, tüm sempatikliğimle. “Ne var ki o paketlerde?” dedi, şüpheyle gözlerini kırpıştırarak. “Lütfen önce benimle bir kadeh tokuştur, ne olursun, bir dakika sessizce oturalım birlikte, o kadar uğraştım…” dedim, en çocuk hâlimle. Sessizce razı oldu, geçti karşıma oturdu. Kadehimi uzattım, kadehine hafifçe vurdum. Birer yudum içtik. “Bak, sen kabak çiçeği dolması çok seversin diye anneme yaptırdım” dedim. Çatalın ucuyla azıcık aldı. “Ellerine sağlık annenin” dedi. Elbet Bir Gün Buluşacağız dinleyerek biraz oturduk. “Bu paketlerden birini seç. Ondan sonra gideceğim.” dedim yumuşakça. “Aşkım, fazla seçenek sunmadım sana. Seç işte birini, işimi zorlaştırma!” diye tısladım. Sinirlenmeye başlıyordum. O sırada gerzek kedi, korkusunu yenmiş olacak ki, tırsak adımlarla odaya girip sehpaya doğru burnunu uzattı. Yemek kokularını almış iblis. Kararlılığımı göstermek için kediyi yakaladığım gibi, açık pencereden dışarı fırlattım. Garip bir çığlık attı aşağı doğru uçarken. Sevgilimin gözleri yuvalarından oynadı, “Ne yapıyorsun sen ruh hastası hayvan! Siktir git hayatımdan!” diye delirdi birden, üzerime saldırmaya, beni iterek pencereye doğru koşmaya kalktı. Bu kadarı da yeterdi artık. İnsanın biraz saygısı olurdu verilen emeğe, gösterilen çabaya. Şu kedi kadar değerim yoktu. Seviyorum ulan işte, daha ne istiyordu acaba? Kolundan yakaladığım gibi suratına yumruğu çaktım, koltuğa yapıştırdım bu sefer. “Bana bak” diye kükredim, “Ya şunlardan birini seçersin ya da ben seçerim senin yerine, sonuçlarına da katlanırsın!” Bu sefer onu cidden şaşırtmayı başarmıştım. Burnundan sızan kanlar pıt pıt gömleğine damlarken, gözleri doldu. Yavaşça elini uzattı, birbirinin aynı iki paket arasında kısa bir tereddüt yaşayıp birini eline aldı. Dualarım kabul olmuş, benim istediğim kutuyu seçmişti. Diğerini nasıl açıklayacağımı bu aşamada tam bilemiyordum zira. Paketi donuk gözlerle açtı. Kutunun kapağını kaldırınca, gözlerindeki donukluk garip bir pırıltıya dönüştü. Gözlerime baktı, baktı, sinirli, gülmeye benzer bir ses çıktı genzinden. “Sen kafayı yemişsin” diye hırıldadı, yüzüğü pencereden aşağı fırlatırken. “Sen bilirsin” dedim, en sakin halimle. “O zaman diğer paketi kabul etmek zorundasın. Kuralları baştan sana söylemiştim.” “Ver ulan, ver her ne boksa orospu çocuğu, seninle evleneceğime ölürüm daha iyi, yeter ki siktir git hayatımdan!” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Kendi bilirdi artık… Benden bu kadar. ... Yolda arabama doğru yürüyorum. İnsanlar tuhaf, korkulu gözlerle bakıyorlar bana. Muhtemelen üzerimdeki kan lekelerinden. Ne kadar titiz davranmaya çalışsam da, olayı biraz doğasına bırakmaya özen gösteriyorum, mücadele etme fırsatı veriyorum karşımdakine. Sorun değil, annemin çıkaramadığı bir leke olmadı şimdiye kadar. O değil de, aslında ikinci paketteki aile yadigârı kamanın sapı üzerindeki pırlantalar, yüzüktekinden daha fazlaydı, daha değerliydi. İkna etmem daha kolay olabilirdi. Önce onu mu verseydim acaba? “Bu ne bu?” dedi. “Tek taş mı? Benimle evlenmek mi istiyorsun?” “Evet aşkım, elbette, bundan doğal ne olabilir?” dedim, dizimin üstüne çökmüş, elini tutarak ve tüm arzumla gözlerini yakalamaya çalışarak. 25 YANAN GÜN VE KÜL RENKLİ EJDERHA Yaşamı seyretmek güzel olacaksa, iyi oynanmalıdır oyun; bunun için de iyi oyuncular gerekir. VEDAT YAŞAR vedatyasar555k@gmail.com Friedrich Nietzsche Güzel bir bahar günü büyücü Yanan Gün ve ustası Siyah Yolcu, Mu’ların şehri olan Melanezya’dan ayrılmışlardı. Melanezya’daki Theravada okulu, tüm yeryüzündeki büyücülük okullarının bağlı olduğu, tarihin en eski büyü fasiküllerinin toplanıldığı bilinen en eski vakıftı. Mu’ların en yaşlısı Eru, Yanan Gün’ü kendi yolculuğuna çıkarken kutsadı ve yol açıklığı diledi. Mu’lar şehre ilk geldikleri günün anısına onları danslarla ve kutlamalarla yolcu ettiler. Şehirden uzaklaşmaya başladıklarında Yanan Gün ustasına dönüp sordu. - “Benim gibi bir insanı neden kutsadılar?” Ustası cevap verdi: mahalle baskısı - “Onlar önce insanı kutsadılar ve önünde diz çöktüler kadim zamanlarda. İnsanların onların ataları olduğuna inanırlar. Onlara göre insanlar aslında evrimlerini sürdüren Mu’lardır.” 26 Bunun üzerine uzun bir sessizlik ile yollarına devam ettiler. Şehrin etrafı metrelerce yüksek ağaçlardan oluşan ormanlarla çevrili olduğundan gündüzleri yollarına devam ediyor, geceleri ise bir barınak hazırlayıp uyuyorlardı. Bir barınağı hazırlamak için sadece büyü yapmaları yeterli oluyordu. Yanan Gün, yollarında karşılarına çıkacak tüm zorlukları aşmak için büyülerinin yeterli olamayacağını biliyordu. Neyse ki ustası ona rehberlik edecekti bu yolculuğunda... Efsaneye göre büyücülük eğitimini tamamlamak için yeryüzünde sadece Işık Dağı’nda bulunan Bilgi Ağacı’na ulaşılması gerekiyordu. Sarp, derin uçurumların olduğu bu dağa çıkmadan önce Seyfe Gölü’nü geçmeleri gerekti. Bu şekilde günlerce yürüdüler. Yanan Gün bir önceki gece konakladıkları gölün kenarında gölden bir dileği olacağını bildiği için sabah erkenden kalktı. Seyfe Gölü’ne kendi ataları olan şamanların kuşaklar boyu aktarmış olduğu bir ritüel ile güzellemesini yaptı şafak vakti… Ve saygıyla eğildi hem gölün hem de gölden beslenen bu topraklarda yaşamış olan tüm ölümsüz ozanların karşısında… Sonrasında ise kendisine gelmesi için bir kayığın ilk adını söyledi. Gölün sazlıklarla çevrili ucundan küçük bir karartı belirdi. Göl suyunun üzerinde kendisine doğru gelen kayığın suda bıraktığı izleri izledi sonra… Kayık, Yanan Gün’ün yanına yaklaştığında ustası Siyah Yolcu onunla birlikte yola çıkmaya hazırdı artık. - “Işık Dağı’na ulaştığımızda büyülerimiz bizimle olmayacak. Orada sadece kalbimizi ve ruhumuzu dinleyeceğiz. Unutma bunu” dedi usta Siyah Yolcu. Yanan Gün kayığın geldiği yöne doğru düşüncelere dalmış bir vaziyette kafasını salladı sadece. Kayık yanlarına kadar geldiğinde ikisi de suyun içine girmiş, kayığa binebilmek için dizlerinin üzerine kadar çıkan göl suyunda yürümeye çalışıyorlardı. Kayığa bindiklerinde sislerle kaplı bir dağı ve önlerinde derin bir sessizlik içinde olan durgun gölü izliyorlardı. Yanan Gün bir yandan göl suyunun kayığa çarptığında çıkardığı sesi ve uzaklardan gelen öksüz kalmış bir çalgının yüreğine dokunan belirli belirsiz sesini dinlerken, diğer yandan suyun tedavi edici gücüne güzellemeler yaptı yol boyunca… Işık Dağı’nın eteklerine ulaştıklarında hava birden değişmiş ve soğuk bir kış gününe çevirmişti kendini… İki yolcu da üzerilerine pelerinlerini geçirdiler ve dağın eteklerindeki patika yoldan yürümeye başladılar. Dağda geçirdikleri ilk gecede Yanan Gün bir rüya gördü. Rüyasında dağın derin uçurumlarının birinden düşüyordu. Karanlık, dipsiz bu kuyuya doğru düşerken bedeninin soğuk bir titreme ile mücadelesini duyumsuyordu. Bedeni neredeyse donacaktı bu soğukta ve bilinci bu titremelerin yarattığı acıyı günlerce duymaya devam edecekti sanki. Yanan Gün, Baş Tanrı Marduk ile konuştu kurtarması için onu, bu soğuk ve keskin titremelerden ve hızla düştüğü uçurumdan, kullanabildiği bilinci ile. Bir söz verdi Marduk’a; eğer kurtulacak olursa bu dipsiz kuyudan sağlıklı bir bilinç ile, yeniden çıktığı bu yola ruhunun ve kalbinin ihtiyacı olan bir varoluşla devam edecek ve karşısına çıkan her ne olursa olsun, onların varlığına katkısı olabilecek her şeyi yapmaya çalışacaktı. Ertesi sabah rüyasını ustasına anlattı. Usta Siyah Yolcu tüm ayrıntıları ile dinledi Yanan Gün’ün rüyasını. Sonrasında hiçbir şey söylemeden toparlanmaya başladı ve yola çıkmaya hazırlandığında yanıt verdi Yanan Gün’e… - “Kara kışta büyümek zordur” dedi Siyah Yolcu ve ekledi “Hâlâ uzun bir yolumuz var. Umarım Tanrı Marduk’a verdiğin sözü aklında tutarsın.” Işık Dağı’nın patika yollarından çıkmışlardı artık. Tırmanmak zorunda oldukları sarp kayalıklara ulaşmışlardı. Kayalara tırmanırken daha kısa mesafeler kat ediyor ve zaman zaman yine dağın uçurumlarında yer alan doğal patika yollara ulaşıyorlardı. Dağın doruklarına yaklaştıklarında hava artık kara bir soğuğa bürünmüştü. İki yolcunun da bedenleri artık kendilerini taşımakta zorlanıyordu. Yine de her sabah her ikisi de uyanır uyanmaz evrene ve dağa güzellemelerini yapıyor ve yolculuklarında yardımcı olması için şamanları aracılığı ile Baş Tanrı Marduk ile konuşuyorlardı. Büyücüler gerçek adlarının ve şamanlarının ne olduğunu kimseye söyleyemezlerdi. Çünkü bir büyücünün gerçek adının ve şamanının ne olduğunu bilmek onun büyücülük güçlerinin bir başka büyücü tarafından alınması için yeterli idi. Bilgi Ağacı’na ulaşmalarına birkaç günleri kaldığı bir gece Yanan Gün yine bir düş gördü. Düşünde kül rengi bir ejderhanın üzerinde güzel bir kadın kendilerine doğru yaklaşıyordu. Ejderha kendilerine yaklaşırken, Siyah Yolcu konuştu: - “Aurora derler ona; Şafak Tanrıçası, diğer adıyla Gül Parmaklı Eos. Bir cinsiyeti yoktur aslında… Karşısındaki insanı güzel aklı ve oyunları ile baştan çıkarır. Onsuz tadı olmaz hiçbir oyunun.” - “Bu iki dünya arasında oyun arkadaşlarımı bulmak için gezinirim ejderham ile… Aradığım asıl oyunun ne olduğunu bulmak isterim ben de… Yine de her oyunun sonunda, oyun arkadaşlarımı kendi gitmek istedikleri yere bırakırım” dedi Aurora. - “Oyundur insanın mutlu bir dünya kurgulamasını sağlayan. Daha küçük bir çocukken arkadaşlarım ile oynadığımız tüm büyülü oyunlarda farklı bir dünyanın içinde kaybolduğumu hatırlarım. Beni oyuna almadıklarında ise mutsuzluğum derinleşirdi.” diye ekledi Yanan Gün. - “Oyun, dengesizliklerin içinde mutlu bir denge arayışıdır aslında. Davet etmeden önce tüm oyun arkadaşlarıma söylerim bunu” dedi Aurora. - “Bu senin yolculuğun. Ben sadece rehberlik etmek için buradayım sana. Aurora ile gitmek istediğini görüyorum ışıldayan gözlerinde. Giderken sana verebileceğim tek öğüt: Tüm oyunlarını evrenin ritmi ile dans ederek oyna ve varlığın ile onurlandır kendini ve tüm oyun arkadaşlarını…” dedi usta Siyah Yolcu. - “Unutma; seni dâhil edeceğim oyunda başka oyuncular da olacak. Her biri kendi varlıkları ile bu oyunda yer alacaklar ve hiçbir yeni oyuncuyu koşulsuz kabul etmezler kendi oyunlarına…” dedi Aurora. - “Birçok oyun arkadaşımı yitirdim daha önce oynadığım oyunlarda. Sağlam kalanlar arasında yanımda kalanlar oldu ya da daha sonra yanımda görmek istediklerim…” dedi Yanan Gün. - “Büyücü diyorlar senin için. Yaşam ile ölüm arasında düşünmez hiçbir büyücü. Her sır çözülür onun gözleri önünde ve aydınlanır her bir nesnenin gerçek ismi tam da o anda. Bir büyücü görmüş olandır o ânı… Gördüğün tüm sırlar ve nesnelerin isimleri ile var da edebilirsin karşındakileri, yok da… Budur belirleyecek olan senin yolunu…” dedi Aurora. Yanan Gün düşünden uyandığında ustası Siyah Yolcu kül renkli bir ejderhanın yanında onu bekliyordu yola çıkmak için. - “Hadi” dedi Siyah Yolcu. “Bilgi Ağacı yolun kendisidir.” 27 SAYGIN SARBAY sayocan@gmail.com FASULYELER BAŞ OLURSA “Ne yapayım ya görüşmeyeli pek bir değişiklik yok... Ha bir tek ‘apartman yöneticisi’ oldum” dedim. Çok güldü. Baktı, baktı, güldü. Sanırım hikâyenin en komik yanı benim bu tiple apartman yöneticisi olmam ama yine de biraz daha anlatmak isterim. Aslında oyun tatsız bir zamanda, beklenmedik bir şekilde başladı. Babamın yoğun bakımda, annemin refakatçi olarak hastanede kaldığı bir gece, ben de onların yanından eve dönüyordum. Apartmana girdiğimde karşı komşumuz Cavidan, alt komşumuz Serpil ve ablası Küçükesatlı Sevgi Paşa beni bekliyorlardı. Babamla ilgili havadisleri vermek üzere içeri girdim, pencerenin önündeki ikili koltuklardan birine geçtim ve anlatmaya başladım. Sonra ne ara, konu Cavidan’ın sihirbazlığına, Serpil’in radyo programına, Sevgi’nin şapkalarına geldi bilmiyorum ama konuştukça birbirini uzun süredir tanıyan bu üç kadının yanında kendimi çok güzel bir öyküde gibi hissetmeye başladım, onlar ise gülmekten bezik oynayamayan kadınlardı. mahalle baskısı O geceden sonra eve geç geldiğimde tıklattığım bir kapım oldu. Kimi geceler sarhoş geldim, bana kahve yaptılar, kimi zaman ayık geldim beni sarhoş ettiler. Bir yazar, bir ses sanatçısı ve bir oyuncudan oluşan bu ekibe ben de fasulyeden dâhil oldum. 28 Muhabbetimiz koyulaştığındakışa girmek üzereydik, kaloriferler hafif hafif yanmaya başlamıştı. Yalnız, ısı rejimini anlamak pek mümkün değildi. Evimiz bir gün sıcak, bir gün serin oluyordu. 25 yıldır apartman yönetimini elinde tutan Münevver Hanım’ı kapıda yakalayan annem sebebini sorduğunda oldukça güzel bir açıklama almıştı: “Dün banyo yaptım o yüzden kaloriferi yükselttim.” O vakit öğrendik ki Münevver Hanım merkezi sisteminin ısı ayar düğmesini bir ara kablo ile 4. kata, kendi dairesine çektirmiş, ısıyı keyfine göre değiştirmekteydi. Müzevirlemekgibi olmasın ama bu köhne yönetim, keyfi olarak kapıcımızı işten çıkartmış ve apartmanın bakım işlerini de aksatmaya başlamıştı. Üstelik yeni kapıcının da maaşını bir süredir alamadığı duymuştuk. Bir gün apartmanın giriş kapısında toplantı yapılacağına dair bir yazı gördük. Bana büyük eğlence çıkmıştı; çünkü Münevver Hanım’ın evini çok merak ediyordum. Münevver Hanım eşi Ahmet Bey’le yaklaşık yirmi sene aynı evde küs yaşamış bir kadındı. Öyle ki yaptıkları yemekleri bile ayrı tencerelerde saklıyorlar, her sabah iki ayrı şişe süt alıyorlar ve çok gerekirse birbirlerine sadece not yazıyorlardı. Sanmayın ki amacım tiridi çıkmış bu iki ihtiyarı gözlemlemekti. Aklım Münevver Hanım’ın mutfak masraflarından arttırarak sahip olduğu eşsiz resim koleksiyonundaydı. Bir gece Cavidan anlatmıştı Münevver Hanım’ın duvarlarındaki Çobanları, Fahrettin Baykalları, Nuri Abaçları, Sabri Akçaları... Hepsi bir yana asıl görmek istediğim bir kuş tablosuydu. Kuşun hikâyesi şöyle: Bir gün Münevver Hanım bir Fahrettin Baykal sergisine gidiyor ve bir resmi çok beğeniyor. Ancak resmin ederini karşılayabilmesine imkân yok. Elinin sıkılığıyla meşhur kocasıyla küs, üstelik bahsi geçen tablo serginin nadide bir eseri. Amma velakin Münevver Hanım’daki resim merakı öğrenilmemiş, içsel bir tutku. Ressamın evini buluyor, kapısını çalıyor. Diyor ki: “Ben bu resmi çok beğendim, almak istiyorum ama sadece şu kadar param var. Sabah uyandım mı ona baksam çok memnun olurum.” Hikâyeyi uzatmamak için Münevver Hanım’ın sözlerini kısaltmadım, gerçekten bunları söylüyor. Bu dolaysız, sade istek elbette ressamın da hoşuna gidiyor ve veriyor resmi. O veriyor da, Münevver Hanım resmi alırken yüzünü biraz ekşitiyor: “Resim güzel ama şurada bir kuş olaymış daha iyi olurmuş, kuşu eksik” demeden duramıyor. Bunun üstüne ressam küçük bir kuş tablosu yapıp Münevver Hanım’ın evine yolluyor. İşte ben o kuşu görmek için apartman toplantısını bir heves bekledim. Pazar öğleden sonra, apartman toplantısından hemen önce bizde buluştuk. Bilirsiniz, fasulyeye sayı yapma şansı pek doğmaz. Genellikle oyunu bir tarafın lehine değiştiremeyeceği için “kardeş” kotasından alınan bu küçük, aslen defa be defa yanmak üzere oyundadır. Kimi fasulyeler, yansalar da oyundan çıkmadıkları için, yanmayı oyunun ta kendisi sanarlar, o da ayrı. Neyse toplantı öncesi bizde otururken Cavidan bana dönüp “sen yönetici olsana” dedi. Tüm fasulyeler adına aldım o pası. Üst kata çıkarken kendi aramızda eski yönetimi devir- meye karar vermiştik. Münevver Hanımların kapısını çaldık, ama onlarda toplantı falan yoktu. Maaşını alamayan yeni kapıcı kendi kendine toplantı duyurusu asmış, mükemmel planına hepimizi alet etmişti. Olsun, isyan başlamıştı bir kere, toplantıyı Serpil’de yaptık, artık “apartman yöneticisi”ydim. Ne yazık ki bir enkaz devralmıştım, o yüzden işlere hemen soyundum. Önce kazan ve bacanın tamirini yaptırdım, yeni sirkülasyon motoru sipariş ettim. Havalar iyice soğumuştu. Kaloriferleri yakamadığımız için apartmanın dış kapısına bir duyuru asmaya karar verdim: “Sayın apartman sakinlerimiz, Kazan ve baca tamiratı sebebiyle merkezi ısıtma sistemi henüz çalıştırılamamıştır. Anlayışınızdan ötürü teşekkür ederiz.” Yönetici Ertesi gün, benim duyurumun hemen altında, üstelik biçimsel özellikleri bire bir taklit edilmiş olarak aşağıdaki yazıyı buldum: “Sayın yöneticimiz, Anlayışımıza teşekkür ettiğiniz için biz teşekkür ederiz. Ancak anlayışımız sizin gevşekliğinize yakıt olmamalıdır. Unutmayınız ki tarihi üşütenler değil üşümüşler yazar. İmza: Üşümüşler Cephesi” Kahkahayı basıp yukarıya çıktığımda Serpil, Cavidan, Göksel Abi ve biricik kızları Elif ve Ayşe Naz’ın ne yazık ki tüm muhalif cepheler gibi bölünmüş olduklarını; “az üşmüşler” ve “çok üşümüşler” olarak ikiye ayrıldıklarını fark ettim. Ve her iktidar gibi krizden bir fırsat çıkarmayı akıl ettim. Onların duyuruların hemen altına yeni bir yazı astım: “Doğal gaza son bir yılda yapılan %49 oranında zam sebebiyle, daha fazla üşümemeniz için apartman aidatının Kasım ayından itibaren 250 lira olarak yatırılmasını rica ederiz.” Yönetici Biz böyle yazışmayı sürdürürdük ama ertesi gün bütün duyurular sökülmüştü. Ben apartmana yeni taşınan astsubay emeklimizden şüphelendim, komşular ise 2 numaradaki iş yerinden. Neticede bu siyasi hareket, ordunun ya da sermayenin hoşuna gitmemişti. Sonrasında günler günler kovaladı, Serpil’in yeni dizisi televizyonda yayına girdi. Elbette benim iktidar dönemimde meydana gelen bu başarı için bir açılış düzenledim. Kendime güzel bir bayrak tasarladım. Sevgili dostum Benan’ın tavsiyesi üzerine, iktidarımın dayanağını ön plana çıkartıp doğal gazın simgesi olan “mavi alev” figürünü kullandım. Açılış konuşmamda bir ara galeyana gelerek yan apartmanı ilhak etmeyi bile teklif ettim. Apartmanın giriş katında oturan Serpil’in arka odasından direkt arka bahçeye açılan bir kapı yaptırmak ise o geceden sonra ortak ülkümüz. Yani biz oynamaya devam ediyoruz. Kimi zaman sokak kapısının önünde “Kesik Çayır”, kimi zaman gecenin dördünde pavyonculuk... Çocukluğumuzu başka yerlerde, üstelik çok başka zamanlarda yaşamış da olsak, bizim apartmanda oyun, hâlâ çanak çömlek patlatmak kadar tatlı. Yaşam uğraşının artistik hareketlerine, kendi isimleriyle anılan figürler kattıkları için, bu yazı da benim onlara selamım olsun: Islıktan ses çıkarabildiğim o ilk ânı hatırlıyorum, insana öyle bir neşe veriyorsunuz! Zam haberi ile sarsılan muhalif cephe, yeni duyuruyu asmakta gecikmedi: “Aidatları devlet ödesin.” İmza: Üşümüş Sol 29 Gün Olur Hayali Cihan mahalle baskısı ESİN PEHLEVAN pehlevanesin@gmail.com Değer… 30 Takım Kurmaca Kili Oyunu (Kini, Pila) Takım oyunlarında gruplara ayrılmayı, oyunu iyi bilen, iyi oynayan iki kişi yapar. Bunlar, bir iki metre uzaklıkta karşılıklı durup, sırayla birer ayak atarak birbirlerine doğru yaklaşır. Her ayak atışta “aldım verdim ben seni yendim” tekerlemesinin bir kelimesini söyleyip, en son ayak atıp arayı kapatan, ilk önce oyuncu seçme hakkını kazanır. Diğer oyuncuları seçmek için sırayla, “ben beni, ben de beni, eş isterim, al beğendiğini, Ayşe’yi Ali’yi” diyerek Takım Başı istediği arkadaşını takımına alır. Sırayla bütün oyuncular seçilince takımlar kurulur oyuna başlanır. Takım oyunudur. Değneklerlerle ve “kili” denilen, on beş yirmi santimetre boyundaki ince çubukla oynanır. Eşit sayıda oyunculardan oluşan iki takım kurulur. Oyunda amaç, iki yüz, beş yüz arasında saptanan sayıya önce ulaşmaktır. Oyuna önce başlayacak takımı seçmek için, “yaş mı, kuru mu atma” yapılır. Oyunculardan biri, düzgünce küçük bir taş alır, taşın üstüne tükürür. Takım Başlarına, “Yaş mı, kuru mu?” diye sorar. Onlar tahminlerini söyleyince, taşı yukarı atar. Taş yere düştüğünde üstteki tarafı tahmin eden takım, oyuna önce başlar. Ebeli oyunlarda ebe, saymaca sayılarak bulunur. Oyuna sonradan katılan kişinin ebe olması genel kuraldır. Saymacalar Düşünüyorum, düşünüyorum ilk oyunumu hatırlayamıyorum. Annem anlatırdı, babamla saklambaç oynarmışız üç dört yaşlarımda. Bir keresinde sedirin altına saklanmışım, babam örtüyü kaldırıp sobeleyince “ama öbür sedire bakmadın” deyip oyunun erken bitişine sızlanmışım. Meğer babam her oyuncunun oyunu bırakıp gitme ihtimalini belletirmiş. Çocukluğumdan beri hiç sevemedim bu tatsız terk edişi. Hep bir sedir daha varmış gibi geldi gitmeden önce altına bakılası… Anneannemin zamanında bizim köyde oynanan çocuk oyunları çok renkliymiş… Bilmiyorum kaç yüzyıldır vardı bu oyunlar… Ne var ki önce babalar göçmüş, peşinden diğerleri, sonra bütün köy… Oyunları da, ilkokulları da sahipsiz kalmış. Ben bizim köyde hiç göremedim o kadar çok çocuğu bir arada. Yazları tatile gittiğimiz zaman bir iki komşu çocuğu ya olur ya olmazdı. Yıllar sonra Sevgi Şenol, sadece çocuk oyunlarını değil, büyün köyün dilini, âdetlerini, geleneklerini mavi kaplı bir kitapta toplamış. Sevgi Şenol’un Artvin Ardanuç Ağzından Derlemeler (1993), kitabındaki köy oyunlarından bazılarını çok sevdim. Kitabın orijinali yöresel ağız kullanılarak ve büyük büyük ninelerden dedelerden derlenerek hazırlanmış. Bazı oyunlara takım kurarak başlarlarmış. Takım kurma başlı başına bir oyun aslında. Dedim ya çok ama çok çocuk varmış. Kımkırımkoz kımkırımkoz, biri beyaz biri boz, bindim bozun boynuna, indim köyün yoluna, köyün yolu taşlıdır, baban gözü yaşlıdır, aç kapıyı aç kapıyı, anam kaymak getirdi, pisik (kedi) başını batırdı, eliyesin, meliyesin, pisiğin taşağını çiğneyesin. Edin nene, bedin nene, suya düşmüş kadın nene, al çık, bal çık, sen dur, sen çık. Bu çocuklardan biri sözünden dönerse vaymış hâline… Yemin tekerlemesi Yeminim yemin olsun, dişlerim kemik olsun, kuru derede boğulayım, kör tüfekle vurulayım, at bokundan atlayayım, kabak gibi patlayayım. Oyun alanı iki uzun çizgi ile belirlenir. Orta boy bir taş alınıp oyun alanının baş tarafına yerleştirilir. Burası kale bölgesidir. Oyuncuların ellerinde değnekler ya da dallı çubuklar vardır. “Yaş mı, kuru mu” atılarak oyuna hangi takımın önce başlayacağı belirlenir. Önce başlayacak takım oyuncularından biri kaleye geçer. Karşı takımın oyuncuları, oyun alanı içinde dağınık şekilde yerlerini alırlar. Kaledeki oyuncu, elindeki kiliye değneğiyle havadan hızlıca vurarak, oyun alanı içinde oldukça uzağa atar. Karşı takımın oyuncuları da, değnekleriyle kiliyi havadan kaleye atmaya ya da kalenin yakınına düşürmeye çalışırlar. Kiliye havadayken vurabilirlerse, kaledeki oyuncu yanar, “kaleden düşer”. Yerine takımından başkası girer. Havada vuramazlarsa, biri, kiliyi düştüğü yerden elle alıp kaleye bir kez atar. Kaledeki oyuncu, kili havadayken değneğiyle uzaklaştırabilir. Düştükten sonra vuramaz. Kilinin kaleye değmesi ya da bir değnek boyundan daha kısa uzaklığa düşmesi durumunda, kaledeki oyuncu yanar, yerine başkası girer. Bu uzaklık ölçümü iki değişik şekilde yapılır. Birincide, önceden saptanan bir değnekle ölçme yapılır. Kili ile kale arası değnekten kısa olursa kaledeki oyuncu yanar. İkincide, kiliyi elle atan oyuncu, kili ile kale arasını değneğiyle ölçer. Ellerini yumruk yaparak değneğin fazla kısmını üç kez tutar. Yumruklarından artan kısmın tamamını ağzına sokabilirse, kaledeki oyuncu yanmış olur. Karşı takımın oyuncusu kiliyi elle attığında kaleye değmez ve kaleden bir değnek boyundan daha uzağa düşerse, kalede oynayan takım sayı alır. Kilinin bulunduğu yerle kale arası adımlarla ya da değnekle ölçülüp sayılır. Beş adım veya beş değnek, bir sayı olur. Bu sayıya, kaledeki oyuncunun değneğiyle kiliyi havada (yere düşürmeden) zıplattığı sayı da eklenir. Takımın bütün oyuncuları sırayla, yanan arkadaşlarının yerine girerek kalede oynar. Her birinin aldığı sayı önceki sayıya eklenerek takımın sayısı bulunur. Bu arada, kaledeki oyuncunun attığı kilinin oyun alanı dışına çıkmasına yankulaçdenir. Bu durumda,oyun alanındaki oyunculardan biri sol eliyle sağ kulağını tutar. Sağ elini sol elinin arasından geçirir. Eğilerek yerdeki kiliyi eline alıp kaleye üç kez atar. Kaleye değdirirse kaledeki oyuncu yanar. Değdiremezse kalede oynayan takım sayı alır. 31 ESİN PEHLEVAN pehlevanesin@gmail.com Birinci takımın bütün oyuncuları yanınca, karşı takımın oyuncuları sırayla kaleye geçerler. Oyun böyle sürer. Önceden belirlenen sayıya hangi takım önce ulaşırsa oyunu kazanmış olur. Kendi sayısı söylendiğinde geciken, yanlış söyleyen oyuncu cezalandırılır. Ceza, dayak olduğu gibi, hayvan taklitleri, çeşitli işler de olabilir. Yenilen takım, karşı takımın oyuncularını sırtlarına alıp, belirlenen yerden kaleye kadar taşımak zorundadır. Taşıma yerinin tespiti genellikle oyundan sonra yapılır. Bunun için, kazanan takımdaki oyunculardan biri kaleye gelir. Değneğiyle kiliye hızlıca vurup oyun alanı içine atar. Yenilen takımdan bir oyuncu, kilinin düştüğü yerden arkadaşını sırtına alıp kaleye kadar taşır. Taşıma sırasında, yenen oyuncu: “Çüş eşeğim kuriye” der. Yenilen oyuncu: “Nereye” diye sorar. Üstteki: “İstanbul’a, Bursa’ya git de gel” der, eğlenir, gülerler. Yenen takımın bütün oyuncuları, sırayla yenilenlerin sırtına binince oyun biter. Bir Birliğim Kutek Oyunu (Mamış, Honi Çurr) Üç ya da daha çok kişiyle oynanır. Büyükçe düz bir taş toprağa yerleştirilir. Oyuncular içlerinden bir ebe seçerler. Ebe, “kutek” denen yassı ve uzunca bir taşı yerdeki büyük taşın üzerine koyar, “kurar”. Belirli uzaklıkta bir kale çizgisi çizilir. mahalle baskısı Diğer oyuncular, bu çizgiyi geçmeden, ellerindeki yassı taşlarla kuteği düşürmeye çalışırlar. Ebe, düşen kuteği alıp yerine koyuncaya kadar, onlar attıkları taşları alıp kale çizgisinin arkasına geçmek zorundadırlar. Ebe, kuteği kurduktan sonra kale çizgisinin önünde kimi yakalarsa o ebe olur, oyun yeniden başlar. 32 Yakalanmak üzere olan oyuncu, taşının üstüne çıkıp ebeden kurtulur. Ebe uzaklaşınca, elini sürmeden, bir ayağının yardımıyla taşını diğer ayağının üstüne çıkarır. Ayağıyla havaya atıp eline alarak rahatça kale çizgisine gelebilir. Beş Geçili Genellikle evlerde oynanan bir oyundur. Oyunculara, sırayla beş ve beşin katları olan sayılar verilerek herkesin sayısı belirlenir. Oyunculardan biri: “Ey ağalar, bu köye haraç geldi, bu haracı kim verecek?” diye sorarak oyunu başlatır. İçlerinden biri, kendinin olmayan bir sayıyı söyleyerek: “On geçili verecek” der. On sayısını alan oyuncu gecikmeden: “On geçili niye verecek?” diye sorar. Önceki: “Ya kim verecek?” der. O da başka bir sayı söyleyerek: “Otuz geçili verecek” der. Otuz sayısını alan gecikmeden ve çabuk çabuk cevap vermek zorundadır. Oyun, değişik sayıyı alan oyuncuların böyle karşılıklı konuşmalarıyla sürer. Bu oyun, genellikle, kapalı yerde canı sıkılan küçük çocukları oyalamak için, büyükler tarafından yönetilerek oynanır. Eller, açık olarak yere koyulur. Oyunu oynatan kişinin de sol eli yerde olur. Diğer elinin işaret parmağını parmaklara sırayla koyarak: “Bir birliğim, iki ikiliğim, üç üçlüğüm, dört dörtlüğüm, beş beşliğim, altı elek, demir delek, salla bunu, çek şunu” tekerlemesinin her bölümünü bir parmakta söyler. “Çek şunu” sözü kimin hangi parmağına gelirse, o parmağını içeri doğru kıvırır. Oynatan kişi, sonraki parmaktan saymaya başlar. Kimin bütün parmakları önce kıvrılırsa oyunu kazanır. Sona kalana ceza verilir. Oyun, okul öncesi çocuklarda sayı kavramının gelişmesine de yardımcı olur. Kuva Kuva Bu oyun küçük çocukları oyalamak için büyükler tarafından oynatılır. Çocuklar, ellerinin baş ve işaret parmaklarıyla, arkadaşlarının ellerinin üstünden tutarlar. Oynatan kişi: “Kuva kuva kunçala, bayırlara gün çala, nene koko pişirir, karga gelir kaçırır, çiçi kuva kuva pırrr…” tekerlemesini söylerken, çocuklar ellerini aşağı yukarı sallarlar. “Pırrr” deyince de ellerini bırakıp kuş gibi uçurur, eğlenirler. Sesli sesli, hızlı hızlı ve her cümleyi beş kere söyleyin de görün neden yanıltmaç dendiğini… Yanıltmaçlar Genellikle evlerdeki toplantılarda, eğlencelerde, imecelerde bir araya gelen gençler, büyükler, oyun oynamanın yanında, yanıltmaç da söyleyerek, eğlenirler. Söyleyemeyenlerin, şaşıranların söylediği yanlış sözler herkesi güldürür, eğlendirir. Bir bacada yün var, bir bacada pestil var, bir bacada bok var; yünü dittim, pestili yuttum, boku attım. Değirmene girdim, sildim, süpürdüm, silkindim, çıktım. Çocuklara taş çıkarmış hep çocuk kalanlar… Yılbaşı Eğlenceleri Ardanuç’ta yılbaşına ayrı bir önem verilir. Yılbaşı nasıl geçirilirse yeni yılın da öyle geçeceğine inanılır. Bu nedenle çeşitli eğlenceler düzenlenir. Yılbaşı gecesi eğlence düzenleyen gruba Kadı Musur gurubu denir. Gurup yılbaşından önce toplanarak işbölümü yapar. İçlerinden, kadı, muhtar, gelin, müftü, bekçi, soytarı, gelin koruyucuları seçilir. Deve ve ayıyı canlandıracaklarla, hortlak olacak olan belirlenir. Yılbaşına kadar hazırlıklar tamamlanır. Yılbaşı akşamı yemekten sonra toplanılır. Herkes rolüne göre giyinir. Önde davul zurna, arkada Kadı Musur grubu, kapı kapı gezmeye gidilir. Ellerinde külek (ağaç kova), torba, çuval kalbur gibi kaplar vardır. Evin önüne gelince davul zurna durur. Kadı, mani söyleyerek ev sahibinden bir şey ister. “Kadı geldi kapıya, dua etti yapıya, veren veren bin olsun, vermeyenin iki gözü kör olsun, verenin bir oğlu olsun, vermeyenin bir kör kızı doğsun, o da bacadan düşsün ölsün.” Davul zurna sesini ve manileri duyan ev sahibi dışarı çıkar. Gruptan biri bayılarak yere düşer. Muhtar, değneğiyle onun karnına vurur. Yerdeki ayılmaz. Bu kez muhtar: “Yaz kadı yaz” der. Kadı, “yazdım yazdım” diye yanıtlar. Ev sahibi, istenen şeylerden verebildiği kadarını verir. Yağ vermezse o da maniyle istenir. “Nebiye Hanım baksana, kepçeyi eline alsana, yağ küleğine varsana, sakın elin titremesin, her yeni yıl gelende, Allah daha çok versin,verenin evine nur,vermeyenin evine nalet yağsın.” Ev sahipleri, istenenlerin dışında, gelenlere pestil, dut kurusu, meyve kurusu da verirler. İstediklerini alınca muhtar: “Yaz Kadı yaz, bir hokka tuz” der. Bayılıp yatan da: “Biz de buradan vız” diyerek kalkar. Davul zurna çalar, hep birlikte oynar eğlenirler. Bu arada, Kadı Musur grubu dışındakiler gelini kaçırmaya, yazmasını kapmaya çalışırlar. Koruyucuları onları yakalarsa para alırlar, vermeyeni döverler, kara basarlar. Yakalayamazlarsa kartopuna tutarlar. Oyundan sonra deveci devesini getirir. “Bir deve aldım pazardan, sarardı soldu nazardan, baksanıza deveci babaya, yeni çıkmış mezardan” manisini söyleyerek oradakileri güldürür. Yine maniyle, ev sahibinden devesine bahşiş ister. Yılbaşı eğlenceleri bu şekilde, bütün evler, hatta yakın köyler de gezilerek sürdürülür. Ayı Oyunu Oyunu iki kişi düzenler. Biri ayı, diğeri de sahibi olur. Ayıyı oynayacak kişinin bütün vücuduna siyah postlar bağlanır. Elleri ve yüzü karaya boyanır. Boynuna bir zincir bağlanarak sahibi tarafından içeri getirilir. Sahibi ayıya çeşitli soruları sorar: “Ayım, kocakarılar yaylaya nasıl çıkar? Ayım, hanımlar nasıl gezer? Ayım neneler nasıl gezer?” Ayı, bu soruların her birine uygun taklitlerle karşılık verir, seyredenleri güldürür. Sonra sahibi türkü söyleyerek ayıyı oynatır : “Ayımın gözleri humardır humar (kahverengi), birini açar, birini yumar, dağda gezen sen miydin? Dalları kıran sen miydin?” Oyundan sonra sahibi: “Ayım çok yoruldun, şuradan bir kısır koyun tut da ye” der. Ayı, grubun içinde en çok korkan birinin peşine düşünce herkes güler. Ayı, tuttuğu kişiye sarılır, kendi yüzünden kara sürer. Eğlenilir, hoşça vakit geçirilir, çocukların kahkahaları bütün köyü çınlatır… 33 GEYŞA denizh86@gmail.com Bir Geysa’nın Maceraları ’ Ben Super Mario’yu bitiremedim. 8’in 4’üne gelir, ejderhayı görür, sonra da ölürdüm. Heyecan yapardım. Arkadaşlarım bak bu böyle geçilir diye gösterirlerdi ama yok, ben yine de beceremezdim. O prensesi kendi çabamla kurtarmak mümkün olmadı. Sonra da kendimi beceriksiz biri olarak görmeye başladım. Bir oyunu bile beceremedim. Zaten “kız”ım, kızlar oyun oynamaktan anlamazlar. Orta okula geldim, bilgisayarla tanıştım, sonra da başından kalkamadım. Harddisk sökmelerle başlayan donanım maceram en son anakart takmaya kadar gitti yıllar içinde, ama bunun şimdi yeri değil. Tomb Raider’ın yeni oyunu çıkmıştı, The Last Revelation. Bu yaşıma kadar oynadığım gerçekten en zor oyundu, hâlâ bitiremem, mümkün değil. O kadar karmaşık kurgulanmış mekânı hayatımda ben başka bir oyunda görmedim, muhtemelen de göremem. Ama işte, o yaşta, o oyunla tanışınca ve de oynanan ilk bilgisayar oyunlarından biri bu denli kazık olunca, insan ister istemez yine tarihin tekerrür ettiğini düşünür ve “beceriksizim” der. Dedim ben de. Zaman içinde oyun oynamayı çok sevdiğimi, ama hilesiz geçemeyecek kadar beceriksiz olduğumu düşündüm. Zaten bir kadın olarak toplumdan bu yönde destek aldığımız için, aksini düşünmek o kadar da kolay değil. mahalle baskısı Liseye geldim, artık oyun oynamayı sevdiğimi söyleyecek cesareti az çok bulabilmeye başlamıştım. Donanımdan anlamamı o kadar yadırgamasalar da arkadaşlarım oyun oynamama aşırı tepkililerdi. Sen kızsın, anlamazsın geçemezsin. Sonuçta cd-writer (o zamanlar cd vardı) nasıl takılır, yok hdd nasıl sökülür gibi şeyler hep soruydu, basit sorular, ama “oynuyorum” başlı başına bir cümleydi, kimsenin fikrini almadan, bu benim diyen. 34 Oynuyorum, bana oyun verin dediğimde uzun süre cevap alamadım. Sonunda bir arkadaşım, ekşi bir suratla, e hadi bunu al oyna diyerek Age of Empires II’yi verdi, o zamanlar o vardı. İşte uzun süre bilgisayar başına kitlenmelerim bu sayede başladı. Hep derim, eğer o zamanlar o arkadaşlarım bana evet oynarsın al bunu da oyna gibi bir tavır takınıp oyunlarını benle paylaşsalardı, ben üniversiteyi kazanamazdım. Neyse ki kendimdeki bu potansiyeli üniversitede fark ettim, işler yoluna girdikten sonra. Beş buçuk saat olmuştu, hatırlıyorum, benim işçilerim hâlâ madenlerde “tamam, yaparım” diyip duruyorlardı. Annem içeriden bağırıyordu “kızım kalk şu bilgisayarın başından da ders çalış” diye, cevabım hazır “bitince kalkarım”. Sonra anne korkusuyla hile yapmalar, oyunu çabucak bitirmeler, bir saat göz doldurmak için bir şeyler okur gibi yapmalar ve sonra da uyumalar elbette. Yine de insanın elinde tek oyun olunca o kadar saramıyor. En nihayetinde bir yerden sonra o oyunu oynamak için şevk kalmıyor. Bende de öyle oldu ve yine genel düşüncenin desteklediği şekilde “demek ben oyun oynamayı o kadar da sevmiyorum, bak sıkıldım, zaten beceremiyorum” diye düşünmeye başladım. Üniversiteye geldim, yine çok çalışmayan, hatta tembel, bilgisayar başından kalkmayan, asosyal kişiliğimle hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Ama biraz zordu, İzmir’i bırakıp Ankara’ya, ilk aşkım olan adamın (o zamanlar o da çocuktu benim gibi) peşinden gelmiştim. Hayat bana çok zordu. İşte gerçekten o sırada, hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadım. Bilen bilir, ODTÜ’nün interneti nasıl bir şeydir, DC++ kullananları nasıl banlarlar, ama yine de nasıl bir arşiv elde edilir. İşte ben de sınırsız internetle böyle tanıştım. Kısa sürede internetin tamamına yakınını eski püskü 4gb harddiski olan bilgisayarıma indirip indirip yedeklemeyi başardım. Artık neredeyse merak ettiğim indirilecek hiçbir şey kalmamıştı. Ben de kullanıcıların paylaşımlarına göz gezdireyim dedim. O an, hayatımın bir diğer dönüm noktası, Diablo II’yi gördüm. “Aa Diablo, geçen benim arkadaş da oynuyordu bunu” dedim ve hadi indireyim dedim. İndirdim. Sonra .iso formatıyla tanıştım, oradan bunun nasıl çalışacağını herkese sora sora öğrendim. Ama kimse benim kadın olduğumu anlamadan yaptım bunu, yoksa tepkileri basitti, “sen nasıl yapacaksın, zaten kızsın” gibi. Hazırlık atlama sınavımıza 2 gün filan kalmıştı, zaten bütün dönem yattığım için kendimden pek bir şey beklemiyordum. Ortalamanın altında, sıradan bir öğrenciydim. Belliydi ki geçemezdim o sınavı. Ama yine de küçük bir umut vardı. İki gün çalışıp belki ucundan kıyısından geçebilirdim. İşte o an kader ağlarını ördü ve ben Diablo’nun başına oturdum. Kaç saat kalkmadığımı hatırlamıyorum ama rahat 18 saatim var. Büyü değiştirirken üstüme dökülen makarnaları hiç saymıyorum bu esnada. Kendi kendime dedim, “bugün sınava çalışsam, büyük ihtimal geçemem, ama Diablo oynarsam mutlu olurum”. Böyle diyerek sınava girmedim ve hayatımın oyunla ilgili ilk büyük fedakârlığını yapmış oldum. Zamanla oyun oynamadaki tutkumu daha da kabullenip daha çok oyunla tanıştım. Oyun sitelerini ziyaret eder, haberler okur, dergiler alır bir şekilde gündemi takip ederdim. Yine de bu kadar konunun içinde olmak, beni hilesiz oynayabilme korkusundan uzak tutamadı. Yine kendime güvenmemeye devam ettim, yine oyunları tatsız tuzsuz oynadım. Oynaya oynaya ilk başta macera (adventure diyelim) oyunlarına sardım, dedim aksiyon yok, ölmem. Klasik korkak oyuncu modeli. Oynadım oynadım ama bir yerden sonra sıkıldım. Bir gün bir arkadaşım beni rol yapma (RPG olsun bu da) oyunlarıyla tanıştırdı ve bana Vampire the Masquerade – Bloodlines diye bir oyun önerdi. Konsolu açtım (açıklama, konsol bir çeşit oyun hile yeridir, oyun içinde bir tuşla aktif olur, internette bulunabilecek kodları yazarak sizi istediğinize ulaştırır. Para mı istiyorsunuz? “Add_money_100000” tarzı bir şey yazın, işte para sizin), statlarımı fulledim, başladım oynamaya. Oyun gerçekten çok güzeldi, ama bir şekilde aldığım zevk yeterli değildi. Anlamıyordum. Oynadıkça oynayasım geliyordu, ama sanki oynayan ben değilim bir başkası gibi, elimde katanayla beceriksizce dolanıyordum. Derken bir gün, büyük bir Star Wars fanı olarak, dedim bunun o kadar oyunu var, oynayayım. Ve işte yine bir dönüm noktası daha... Knights of the Old Republic diye bir oyunu vardır Star Wars’un, onu oynamaya başladım. Ne hikmetse konsolu açamadım. İnternette dolandım dolandım, yok konsol açılamayan bir versiyonuymuş bendeki oyun. Baktım birileri kolay molay yazmış oyuna, e dedim hilesiz oynayayım, belki ölmem. İşte o oyunla fark ettim ki çocukluk acemiliğimden eser kalmamış, aslında hileye ihtiyacım yokmuş benim. İhtiyacım olan tek şey biraz güven, biraz önyargıların dışına çıkma, biraz kendimi kendime kanıtlamaymış. O oyundan sonra hile yapmam neredeyse sıfıra indi. Bunun keyfini aldıktan sonra hile yapamaz oldum. Çünkü hissetmeye başladım, bunları yapan benim, orada acı çeken, savaşan, dünyayı kurtaran hep benim. Derken rüyalarım değişti, artık kendimi bir kahraman olarak görmeye başlamıştım. Dünyayı kurtarmaya, yaratıkların istilasına dair şeyler görmeye başladım. Gittikçe daha derin maceralara giriyor, hayal gücümün sınırlarını geçip bambaşka yerlere gidiyordum. Rüyalarımı yazmaya başladım, çünkü belli bir şekilde her zaman acayip olan bilinçdışım, adeta oyun oynamaya yeniden başlamamla o alevi almıştı, artık durduramıyordum. Hayal gücünün sınırı olduğunu söyleyen birileri varsa etrafınızda onu susturun, tıpkı kızlar oynayamaz diyenleri susturmanız gerektiği gibi, çünkü bu iki cümle de yanlış. Hayal gücünün sınırı yok ve kadınlar çok iyi oyun oynayabilir. Ben bunu yıllar içinde, zor da olsa görmeyi başardım. Ama kabullenme sürecim çok uzun ve zahmetli oldu. Bunun esas nedeni hep cinsiyetime karşı takınılan tavır oldu. Şimdiyse merak ediyorum, o lisede bana “kızlar oynayamaz” diyenler ne yapıyorlar acaba. Sadece bunu merak ediyorum. Ben ne mi yapıyorum. Ben bir oyun şirketinde tester olarak çalışıyorum. Açıklayayım mı? İşim oyun oynamak benim. Çünkü çalıştığım yer benim ne kadar yetenekli olduğumu biliyor, çünkü benim oyundaki kararlarıma güveniyor. Sadece benim farkına varmam zaman aldı bu yeteneği. Ve farkına varınca, artık beni kimse durduramazdı. En sevdiğim şeyi bulmuştum, artık onu kaybedemezdim. Bu yolda gitmeliydim. Ve gideceğim, sonuna kadar, sonu her neredeyse, oraya kadar. 35 Yapasım da yok zaten. Birisi bir şey yapar mı? Muamma… Benim en büyük yeteneğim her şeyi görmezden gelmek artık. Tüm güzellikleri, iyilikleri, sevişmeleri, orgazmları, sevgileri ve geceleri... Güzel müzikleri de… Görürsem acı çekerim, kimsenin umurunda olmaz ki… Çaresizlik mi dediniz? Size çaresizlik hakkında bir tek şey söyleyeyim: “Aşk acısı değil bu… Aldatılmak… Bir insana değil, insanlığa olan inanç kaybı… Güven yitimi… Boşluk ve ertesi gününüzü değil, bir sonraki saniyenizi düşündüğünüz zaman gördüğünüz sis yığını… Bir türlü çekilip çevrilmiş bulamadım kendimi… Ve en kötüsü artık alıştım buna… Ben artık iflah edilemez bir yalnızım…” *** mahalle baskısı CİHAN TEKİN parantezicihayatlar@gmail.com Eski - Yeni… 36 Aldatılmış bir erkeğin ağzı bozulur. Ruhu bozulur, kalbi kırılır. Ağzımdan dumanlar çıkıyordu. Yalnızdım ve yürüyordum Kızılay’da. Seyyar satıcılar sağımda ve solumdaydı. Ellerim cebimde ama kollarım boştu. Beynim dolu… Beynim çok dolu… Kalbim boş… Yalnızlık Mevsimi albümü zamanına bir daha hiç dönmeyecek, hiçbir kadın Marika gibi onuru için ölmeyecek. eSKiyENi’de 45’lik dinlemek, kırmızı şarap içmek ve dans etmek asla yüzümü gülümsetemeyecek. Olabilir dedim içimden, olabilir. İnsanlar ölmüşçesine yaşayabilir. Doğanın dengesi bu, ama insanlar birbirini terk edemez. Peki, eder. Ama öldürürcesine edemez. Sevgili içim; benim saf, geri zekâlı içim! Sonsuz bir yalana inanmak istersen, kesinlikle edemez. “Sevgilim başkasının dudaklarında, sevgilim başkasının ellerinde… Haberim yok.” “Adriana: Fovamai, fovamai... (Korkuyorum, korkuyorum...) Karanfil Sokak’taydım. Hava soğuk… Hava çok soğuk ve kalbim de… Kalbim kırık, kalbim çok soğuk… Geceleri başıma bastırdığım yastık, ellerimle yırtarcasına sıktığım yatak… Ağzım bozuk… “Sevgilim başkasının altında… Sevgilim başkasının üzerinde… Ruhum duymuyor.” Tanrım, bu nasıl bir oyun? Bu oyunun içinde ben yokum. Pis bir oyunun içine çekildim. Şimdi, ayaklarım boşlukta. Bu sokaklar, bu barlar, bu çiçekçiler birden nasıl yok oldu? Bu kaldırım, bu yollar dün vardı. Bugün yok. Sadakat dün vardı, bugün yok. Artık hiç olmayacak. Münir Özkul, zengin ve şımarık patronun karşısına bir daha hiç dikilmeyecek, Kargo, Thomas: Ti fovasai? (Neden korkuyorsun?) Adriana: I moiramou... (Kaderimden)”-Rembetiko (1983) Ne tuhaf… Ölmüyorsun. Bir daha hiç sevilmeyecek, sevemeyecek gibi hissederken bile ölmüyormuşsun. İnsan kaderinden korkarak da yaşamaya alışıyormuş. Sonsuz bir korkudan bahsediyorum. Ölmek hariç her şeyden korkmak. Bir kadının eline kazayla dokunsan buz kesmek, sevgi sözcükleri karşısında boşluğa bakar gibi bakmak, karşıdaki sesi duyamamak, yüzü görememek, tenine değen dudağın bedenini es geçmiş hissi vermesi. En önemlisi sonsuz bir güvensizlik hissi… İnsan güven olmadan nasıl yaşardı değil mi? Yaşıyor işte. Git bu masalı başkasına anlat. Yaşamak denirse yaşıyor işte basbayağı. Yemek yiyor, su içiyor, sigara içiyor, uyuyor ve uyanıyor, işe filan gidiyor, eli kaleme gider gitmez kin kusuyor, fatura ve kredi kartı ödüyor ama yaşıyor işte. Bunlar içimdeki umudun son çırpınışları… Öylesine iyi biliyorum ki; ama bir şey yapamıyorum. Altı ay daha geçti.Bitkisel hayatta olan bir adam da e-postalarını kontrol edebiliyor.“eSKiyENi’nin dergisi olan Mahalle Baskısı’nda yazdın mı hiç? Sanki yazını okudum orada…” içerikli bir posta okudum bir sabah. eSKiyENi’de katilim ile çok anım vardı ama Mahalle Baskısı’nı hiç duymamıştım. Yazmamıştım da. Mahalle Baskısı’nı geçtim, neredeyse son bir senedir eSKiyENi’nin önünden bile geçmeye cesaret edememiştim. Anı olan hiçbir yer, hiçbir mekân beni cezbetmiyordu. Katilimin yüzünü görüyor, havada süzülen ruhum ile cinayetime doğru adım adım giden süreçleri bir film izler gibi zihnimde yeniden izlemek zorunda kalıyordum. Tuhaftır, onunla buluşmak istedim. Yazım yayınlanmış mı, yayınlanmamış mı diye merak ettim bir taraftan da. Yazı her şeye rağmen benim ince damarımdı. En azından bu konular üzerine tartışırız, belki de biraz iç dökeriz diye düşündüm. Söz konusu uzun ve yalnız süreçte birçok karşı cinsle buluşmuş, görüşmüştüm ve bana daha kötü gelmişlerdi. En azından ortak bir noktamız var. “eSKiyENi” diye düşündüm. İkimiz de orada vakit geçirmekten ne kadar çok hoşlandığımızdan bahsediyorduk, bildiğimiz tek ortak noktamız da buydu. Kendi adıma söylemem gerekirse koca bir yalandı oysa. Anılardan kaynaklanan korkumdan dolayı neredeyse oraya bir senedir uğramıyordum. *** O cumartesi, şu malum cumartesi buluşmaya karar verdik. Ankaralıysanız bilirsiniz, tabii ki önce Dost Kitabevi kararı alınır. Cumartesi gününü seçmemizin en büyük nedeni ertesi gün yolculuğu olmasıydı. Ailesi Ankara’daydı fakat kendisi Kastamonu’nun Cide ilçesinde öğretmendi ve tatil için buradaydı. Dost Kitabevi’nde onu ilk gördüğüm zaman, saf gülücükten oluşan bir canlı olarak algıladım. Çok güzel gülüyordu.… Gülmek eylemini gözleri ile başaran bir kadın görememiştim o güne dek. Ah, pardon… Tarık Akan’ın karşısında Gülşen Bubikoğlu, Kadir İnanır’ın karşısında Türkan Şoray, Münir Özkul-Adile Naşit, hatta Şe- ner Şen-Ayşen Gruda ikilileri… Tetos Demetriades’e “Misirlou”yu söyleten ilham da buradan geliyor olabilirdi ancak. Beynimi, kalbimi ve bedenimi bu ilhama bırakmıştım farkında olmadan. Hemen bir yere oturduk ve anlatmaya başladım. Sadece dinliyordu. Sadece dinleyen bir kadın… Tatlı tatlı, sevimli sevimli gülümseyen, gözlüklerinin ardındaki gözlerini sola sola kaydırarak ve gülümseyerek dinleyen bir kadın vardı karşımda. Ne anlatırsam anlatayım, ne söylersem söyleyeyim… Esmer tenli, esmer güzeli bir kadın, bir adamın gözüne ancak bu kadar beyaz görünebilirdi. Bembeyaz, kar beyazı bir sadelik, sessizlik… Ne desem ki? Bayan mimik! Yüz hatlarından anlayabiliyordum benim için üzüldüğünü. İlk defa, bir erkek olarak ilk defa yalnızca yüz hareketleri ile benim için üzüldüğünü belli edebilen bir kadın görüyordum. Sonra lafa girdi. Onu bulamamaktan, bulduğunu sansa bile kısa sürede hayal kırıklığına uğrayıp hüsranla geri kendi dünyasına döndüğünden bahsediyordu uzun uzadıya. Sesini ve ne anlattığını duyuyor ve anlıyordum ama gözüm sürekli ayrıntılara dalıp gidiyordu. O esnada gözüm incecik örgüsüne takıldı. Ara ara boynuna düşüyor, sonra gerisin geriye sırtına yol alıyordu. “Örgünü öne atsana” dedim gayriihtiyarî. Sanki kalabalıklar içinde fark edilmeyi bekleyen masalsı bir objeydi. “Hayallerini örmüş gibi” diye geçirdim içimden. O da ümidini, hevesini, umudunu yitirmiş. Çığlık çığlığa bağırmak, haykırmak yerine örmüş işte. Örmüş ve ilk fark edene açacak sanki dünyasını. Açtı da. Örgüsünü öne attı ve gülümsedi. Açtı dünyasını. Hiçbir karşılık beklemeden, olağan saflığı ile dünyasını açtı bana. Sahilden topladığı ve üzerine birbirinden güzel resimler yapıp kolyeye dönüştürdüğü taşları döktü önüme. Öyle heyecanlıydı ki. O heyecan ancak ve ancak yaratmanın, güzelleştirmenin getirdiği heyecan olabilirdi.“Yüzlerce taşı bu kadar güzelleştirmeyi başarabilen bir kadın, bir kalbin dikkatini çekememiş mi 37 CİHAN TEKİN parantezicihayatlar@gmail.com bugüne dek?” diye geçirdim içimden. Hani, taş kalpli olmayı geçtim, insan taş olsa kayıtsız kalamaz. Kendini bırakır ellerine, renklere, ışıl ışıllığa. Sesten, gürültüden, karmaşadan, ihtirastan bu kadar arındırılabilmiş, sadelikten nasibini böylesine alabilmiş bir güzellik… Ancak bakmayı bilenin görebileceği, şifrelerini çözenin hazine ile karşı karşıya geleceği bir masal dünyası… *** eSKiyENi’ye geçme zamanı gelmişti. Bu gece cumartesi gecesiydi, yani 45’lik gecesi. Biraz korku, biraz endişe olmaz mı insanın içinde? Olmadı. Anımsadığım, hiçbir şey… Hiçbir şey, yani boşluk… Öyle güzel bir boşluk ki, içinde kaybolmanın hazzı anlatılamaz. “Beethoven elleri ile Moonlight Sonata’yı çalıyor, duyuyor musun?” demek geldi içimden. Sapsarı taksiler, sağımda solumda kitapçılar, çiçekçiler… Barlar, telaş hâlinde bir yerlere koşturan Ankara sakinleri, kaldırımlar, piyangocular, sokak müzisyenleri… mahalle baskısı Her şey yerli yerine gelmiş gibi… Varlar… Yeni bir oyuna başlıyorum. Ellerinle yeniden boyayıp gözlerimin önüne serdiğin, bana var olduklarını yeniden hatırlattığın bu güzellikleri sen göremiyor musun şimdi yani? Cansız, hissiz taşları boyayıp rengârenk dünyalar sunan sen, benim için yeniden yarattığın bu renk cümbüşünü fark edemeyecek misin? Hayır, inanmam. 38 Bu oyunda ben varım. Herkes var, bak. Herkes içinde var olmak için yırtınırcasına bir çaba harcıyor sanki. Bir tek sen eksiksin. Keşke gelsen. Gelir misin ki, söylesem? Nasıl söyleyeceğim? Bak geldik bile. *** eSKiyENi’ye girdiğimiz andan beri aklımda tek şey vardı. Ona nasıl anlatacağım? Bu oyuna onu nasıl davet edeceğimi bilemiyordum. Anılarım canlanacak diye değildi etrafta olan bitene olan umursamazlığım, “aklımdaki bu soruyu giderebilecek miyim?”in endişesinden. Sanki bu- raya ilk kez geliyormuşum gibi bir his. Sanki bir şeyler değişmiş, her şey sıfırdan var edilmişti barda. Hiç yapmamıştım ki böyle bir şey? Hiç söylemek zorunda kalmamıştım. Nasıl bir oyunun içine çekildim, bu rolü bana kim veya ne biçti bilemiyorum ama tek bildiğim şey bu oyunu oynamayı deliler gibi istediğimdi. En iyi yolunun dans etmek olduğunu düşündüm. Öyle ya! Alkol ve dans varsa her şey kendiliğinden gelirdi. Romanlarda, filmlerde hep öyle olmaz mıydı? âşık oldum ben. Hemen bir şey söyleme yalvarırım. Bir sene bekleyebilirim, altı ay veya üç ay. Beklerim seni. Ben uzun zamandır böyle hissetmedim. Hep senin gibi birini bekledim.” Susup kalmıştı, yüzündeki şaşkın ifade dün gibi aklımda. Öylece yüzüme bakıyor ve “Ama! Ama!” diye tekliyordu. Devam ettim: “Ama deme bana yalvarırım. Amanın arkası genellikle belirsizliktir, bilinmezliktir. Ben ne istediğimi çok iyi biliyorum. Beklerim, istediğin kadar beklerim.” DJ 45’liklere başlamış, ben ise sessizce bir bekleyişe koyulmuştum. Bir yandan alkol alıyor, rahatlamaya çalışıyor, bir taraftan ise DJ’in hafif parçalara geçmesini bekliyordum. Bardakların biri boşalıyor, diğeri doluyor ama bir türlü hafif parçalara sıra gelmiyordu. “Bu oyuna taş koymak isteyen birileri var sanırım” diye geçirdim içimden. Ailesi Ankara’da olduğu için gece yarısı eve gitmesi gerekiyordu ve saatler su gibi akıyordu. Bir bardak daha, bir saat daha, bir bardak daha, bir saat daha. Beklenen dans davetçisi parça gelmek bilmiyor, ben sinirden kızarıp bozarıyor, bar sakinleri coştukça coşuyordu. Olayın absürt bir noktaya gideceği öyle aşikârdı ki? İnatla beklemeyi sürdürüyordum. İnsanlar ne güzel eğleniyorlar değil mi?” Birden yanımızda çiçekçi kızlar belirdi: “Abla ne olur evet de! Abi seni çok sevmiş, bakışlarından, sözlerinden belli be abla! Ne olur kabul et!” *** Gece yarısına gelmek üzere olan zamanı durdurmayı hiç bu kadar dilememiştim. Seni oyuna davet edememekten öylesine korkuyorum ki? Gece yarısına kadar vakit de ne demek ki şimdi? Masal mı bu? Kül Kedisi misin sen? Gözlerim kaç kere ayaklarına kaydı istem dışı bir bilsen. Ayakkabıların cam mı, değil mi? Gece yarısı evine, yarın da erkenden Cide’ye gidecek olduğun tek bildiğim şey. Arkandan gelemeyeceğimi de öyle iyi biliyorum ki. Gelmeye cesaret edemeyeceğimi. Cesaret diye bir şey varsa o, bu gece sergilenecek. Eğer cesaret oyunu diye bir şey varsa, ben bunu ilk defa oynamak zorundayım. Her oyunun sonu güzel bitmez ki. Korkuyorum. Bir kadeh daha… Senin şerefine… *** Şu DJ var ya! Millet de oynamaya doyamamıştı. Gözüm kararmıştı… Tuborg gerçekten adam gibi bir biraydı sanırım. Beynime sağlam bir yumruk sallamıştı. “Madem gideceksin” dedim içimden. “Madem gideceksin ve ben tam bir korkak gibi arkandan gitmeni izleyeceğim. Oynayalım. Gel oynayalım bari! Şu şebek, korkak ruhumu ancak seni oynayarak uğurlamak paklar benim!” Onu zorlayarak piste götürdüğümü hatırlıyorum. Oynamak istemiyordu. Zorla ayakta tutuyor, kollarını zorlayarak havaya kaldırmaya çalışıyordum. Pistin önüne çöktü birden ve “başım ağrıyor” dedi. Kolundan tuttum ve kalabalığı yararak barın önüne sürükledim onu. Tam barın önündeki yolun ortasında durdurdum ve yüksek sesle konuşmaya başladım: “Sana Boynuma sarıldı ani bir hamle ile. “Canım” dedi yalnızca. Beline sarıldım, teni sıcacıktı. Karşı barın bahçesinde içen insanların biralarını şerefimize kaldırdığını gördüm bir an. Adını sanını bilmediğim, yüzlerini ilk defa gördüğüm onlarca insan bize doğru kadeh kaldırıyor, tebessüm ediyor, göz kırpıyordu. Gözlerindeki mutluluğu görebiliyordum. Telefonu çaldı o esnada, babası gelmişti, son kere sarıldık ve gitti. Ben ise eve vardığımda sarhoşluğun etkisi ile sızıp kaldım. Ertesi sabah gözümü açtığımda kalbim yerinden çıkacak gibiydi. “Allah’ım, yalvarırım bana böyle bir kötülük yapmış olma! Bu şey rüya olmasın” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Telefonumu elime aldığım an ilk işim rehberde onun adını aramak oldu. O ismi orada gördüğüm anki sevincimi tarif etmem imkânsız. Aradım onu. Aradım ve dün gece hiç tanımadığım insanların dahi güzelliğine dayanamayıp içinde yer almak için yarıştığı oyunun gerçek olduğunu anladım. Çiçekçi kızların sesi kulaklarımda çınlıyordu, tanımadığım ve şerefimize kadeh kaldıran, göz kırpan insanların yüzleri, bir türlü dans parçasına geçmek bilmeyen DJ, nazire yaparcasına pistte kendinden geçen insanlar… Hepsine sonsuz teşekkürler ettim, o telefonda sevgi sözcüklerini sıralarken. *** Öyle bir oyun gelir ki. Yaşadığınız tüm kötü şeyleri anlamlı kılar. Aldatılmayı, kandırılmayı, çiğnenip geçilmenizi bile… Biz birbirimize çoktan itiraf ettik. “Mahalle Baskısı’nda yazını filan görmedim. Sana o maili neden yolladığımı bilmiyorum” dediğinde, “Ben de neden seninle buluştum, bilmiyorum. O bara en son ne zaman gittiğimi bile hatırlamıyorum” dedim. Şimdi ise öykümüzün, yeni başlayan oyunumuzun evi, yuvası konumunda bu bar. Ne bu rastalı adamları tanıyorum ne de garson kızları. Bir tanesinin bile adını hâlâ bilmiyorum. O çiçekçi kızlarla bugün karşılaşsam yüzlerini tanımam. O bar bahçesinde kadeh kaldıran insanlar kimdi, bilmiyorum. Şimdi Mahalle Baskısı’nda bunu okuyorsun; 2013 takvimi bile olduk bu renkli barın. Takvime çevirsene bir gözünü... Çiçekçi kızlar sana hemen bizim yanımızdan gülücük gönderiyor. Biz, 20 Ocak’ta evcilik oyununa başlıyoruz… Günler gelip geçerken Cide-Ankara arası devam etti bu oyun. Bir süre ses ile oynadık, sonra. Sonrası… Ya da… “Ya da, işte Cide diye bir yerdeydim. Yani o noktada dedim ki, onunla ilk birkaç günümü geçirip, otobüse binip gideceğim o an.” “Bitmeyecek bir güzellik mi yaşayacağım ben şimdi? Sonsuza kadar sürecek bir güzellik.” Bir endişe belirdi tam göğüs kafesimde. Sonsuza dek güzellik diye bir şey olamazdı ama içim bu duyguyla doluydu. Toprak olmaktan korktum. Sonu çok güzel, kusursuz bir huzur dahi olsa korktum. Sonsuz cennet ırmakları bile vardı belki. Benim kimseden ayrılasım yoktu.” 39 PEMBE AKGÜN kose.pk@gmail.com Ali ile Ayşe Salona giren genç kadın, kendisini iyi hissetmiyordu. Bir süredir başı dönüyor, midesi bulanıyor, evdeki camların çoğunu açmış olmasına rağmen, içerideki hava ona yeterli gelmiyordu. Son bir gayretle eğilerek, kanepede oturan adama elindeki bira şişesini uzattı. Adamın ağzından çıkan homurtudan “adolesan dönemine” dönüş yaptığını anladı; usulca ayakaltından çekilip yeniden mutfağa yöneldi, zaten aklı az önce tezgâhın üzerine bıraktığı çikolatalı pudingde kalmıştı. Mutfağın kapısından içeri girmiş, ağzına puding dolu kaşığı büyük bir iştahla sokmuştu ki içeriden bir kez daha adamın kendisini çağıran sesini işitti: Üniversitede ikinci yılları bitmek üzereydi, aynı evde yaşamaya karar vermiş, kırık dökük birkaç parça eşyayla kendilerine bir yuva kurmuşlardı.“Bir kırlangıç yuvası, çerden çöpten” böyle söylüyorlardı soranlara, gözlerinin içine bakarak ve daha da sokularak birbirlerine. Arkadaşlarının günün her saati rahatça girip çıktığı, dökülenin saçılanın aranmadığı, bira şişelerinin tirbuşon yerine sehpanın kenarıyla, anahtarlıkla, çakmakla açıldığı yıllardı. Eski bir radyonun uzaktan sohbetlerine, uzun uzun şiirlerin okunduğu akşamlara eşlik ettiği, daha televizyon denilen heyulanın salonlarının, hayatlarının başköşesine geçip yerleşmediği yıllar. Derin bir iç çekti, içeriden kendisini çağıran adamın sesini işitti yine. Düşünmek istemediği şeyleri zihninden uzaklaştırmak istediğinde hep yaptığı gibi elini kaldırıp başının önünde birkaç kez sağa sola hızla salladı. mahalle baskısı “Ayşe! Ayşe yine açmamışsın bunu, neyle açayım, dişimle mi?” 40 Sinirle tezgâhın üzerinde unuttuğu tirbuşona attı elini, hızla dönüp yeniden salona gitmek istedi, fakat beline giren sancı hareket etmesini engelledi. Derin nefesler alıp vererek acıyı ötelemeye uğraşırken gözleri; elini dayadığı ahşap tezgâhın üzerindeki bir noktaya, eski bir sigara yanığına kilitlenip kaldı. Bu iz, adamın beş altı ay önce balık pişirmek için ocağın başına geçtiği gün olmuştu. Balığa da o gece balkonda yapmayı planladıkları sohbete de limon sıkmış, konu komşuya pazar pazar magazin malzemesi olmuşlardı. Oysa ilk oturdukları evde hiç böyle şeyler için tartışmazlardı. Akıllarına bile gelmezdi bunları dert etmek. Yıllarca da gelmemişti. Şimdi gözünün önünde o günlere ait binlerce görüntü uçuşuyor, arada bir o anlardan kopup bugünkü aklıyla düşünüyor ve kendine, neden bu aralar sık sık o günleri hatırladığını soruyordu. Yaptığı ani hareket canını yakmış, yeni bir sancı dalgası sarmıştı vücudunu. Aldırmadı, tezgâha, duvarlara, kapılara tutunarak, ufak adımlarla, fakat sık nefes alışverişlerle salona doğru ilerledi. Bu sırada elinde tuttuğu tirbuşon koridordaki pahalı duvar kâğıdında enlemesine bir yırtık açtı. Heyecanla kâğıdı düzeltmeye, eski hâline getirmeye koyuldu; tükürüğüne zamk muamelesi yapıp kâğıdın arkasına sürdü, fakat beklediği sonucu alamadı. Birden yaptığı şeyin anlamsızlığını fark etti! Arızalanınca tepesine vurulan radyolar, televizyonlar gibi, yırtılan yeri tükürükle yapıştırmaya çalışmak da bir tür “toplumsal genetik” herhâlde diye düşündü kendisiyle alay ederek. Adam içeriden tekrar seslendi; kadın komut almış bir hayvan gibi hemen kâğıtla uğraşmayı bırakıp, karnını tutarak, fakat yırtılan yeri kapatacak bir çözüm de üreterek aklında, aceleyle salona yöneldi. İşte yine yapmıştı. İçindeki bu hizmete hazır, bu itaate meyilli kadından nefret ediyordu! Evlendiklerinin kaçıncı yılında fark etmişti bunu bilmiyordu. Bildiği tek şey; adamın bunu kendisinden çok daha önce fark etmiş ve kullanmaya başlamış olmasıydı. İşin daha vahim yanı ise fark ettiği bu tutumunu değiştirmeyi başaramıyor olmasıydı. Oysa yıllarca bu işin eğitimini almıştı. “Terzi kendi söküğünü dikemez” dedikleri şey bu olsa gerekti, ki belinden karnına, oradan da bacaklarına vuran sancıya rağmen, yine de adamın isteğini yerine getirmeye çabalıyor, herhangi bir hadise çıkarmadığı gibi, yardım da istemiyordu. “Bu Ali’nin kabahati değil” diye düşündü koridorda ilerlerken. Her zaman yaptığı gibi çuvaldızı önce kendisine batırdı. -O, kimi atasözlerini özellikle böyle, yani bile isteye, kelimelerin yerlerini değiştirerek kullanırdı ve bunu hangi atasözüne uygulayacağını o andaki duygu durumu belirlerdi. Bunun kendisine acımanın başka bir yolu olduğununsa henüz farkında değildi.- Çuvaldızı bu kez o kadar da derinine batırmadı, işin doğrusu; kendi kendisiyle zihninde yaptığı ezbere bir konuşmaydı bu ve aynı ezbere düşünüş, iğneyi çoktan muhayyilesindeki annesinin etine sokmuştu bile. “Öğrenilmiş çaresizlik” tanımı geçti aklından, evet, durumunun en iyi özeti buydu. Acaba aynı tanımı Ali için de kullanmak mümkün müydü? “Düşünsene!” dedi kendi kendine, bu ülkede adamın bu tipte bir erkek olmaktan ve böyle davranmaktan başka kaçarı var mı? Yok! Sonra fikrini değiştirip sinirle “saçmalama Ayşe!” dedi. “Böyle davranmayan nice adam var bu topraklarda yetişmiş.” Ali hakkında düşünürken seçtiği sözcükler birden komik geldi kendisine; sanki bir bitki ya da alg türünden söz ediyormuş gibiydi. Kasığına saplanan ağrı dudaklarındaki gülümsemeyi dondurdu. Kesik kesik nefesler alıp vererek duvara yaslandı, soluğunu bir süre içinde tutarak acının geçmesini bekledi. Usulca yere çömeldi, tıpkı üniversite yıllarındaki gibi, tıpkı Nazım’ın şiirinde söylediği gibi duruyordu şimdi. Uzun zamandır bir hapishanede hissediyordu kendisini, bir açık hava hapishanesinde. Böyle hissettiğini bile bile dokuz ay önce aldığı kararla da iyice cendereye sokmuştu kendisini, bunu neden yaptığını ise gerçekten bilmiyordu. Belki çoğunluğa uymak, onların binlerce yıldır yaptığını yapmak, bir bildikleri olduğuna inanmak istemiş, belki tepelerine sonsuz aşkla dolu bir nur inecek sanmış, belki de artık aykırı olmaya çalışmaktan yorulmuştu. Velhasılıkelam daha pek çok şey söylenebilir, bir dolu yorum yapılabilirdi bu tutumuyla ilgili. Bildiği tek şey; bir gün mutlu olacağı zannıyla çok uzun zamandır beklediğiydi. Birden üniversitedeki o çılgın, o gözü pek, o erkek arkadaşlarının “feminist” diye takıldıkları kız gelip oturdu karşısına. Geldiği gibi de çabucak kayboldu ve yerini annesine benzeyen bir kadın aldı yine. Bir hüzün çöktü içine. Bunca zamandır çatışıp durduğu, her seferinde ona benzememek için kendisine söz verdiği annesi, birlikte geçirdikleri onca yıl içerisinde usul usul ruhunun derinliklerine nüfuz etmiş, saklandığı yerden ortaya çıkmasınaysa bir imza yetmişti. Elit bir muhit, bu özel tasarım eşyalar, şu şıkırtılı avizeler, bembeyaz halılar, vitrini süsleyen, kullanılmayan onca tabak çanak; eşin dostun, kaynana kayınpederin birkaç çift sözü, iması, beklentisi yetmişti. “Kimi zaman safrasını Ali’ye kustuğum, içimde büyüttüğüm bir yaratık gibi” dedi kendi kendine ve bunu düşünürken hissettiği derin suçluluk duygusuyla karnına dokundu. Ne kadar süre böyle kaldığını bilmiyordu, ama ağrı geçmişti, duvardan tutunarak yavaşça ayağa kalktı. Bacakları uyuşmuş, ayaklarının altı karıncalanıyordu. Yine de ilerledi. Salon kapısına yaklaştıkça adamın televizyonun sesine karışan homurtularını, yükselip alçalan heyecan dolu nidalarını daha net işitiyordu. İçeri girdi, oturduğu kanepeye yöneldi, bir eliyle belinden destek alıp, dizlerini bükerek yana doğru eğildi ve elindeki tirbuşonu adama uzattı. Gözünü televizyondan ayırmayan adam tirbuşonu alıp, önünde duran kül tablasını uzatarak : 41 PEMBE AKGÜN kose.pk@gmail.com mahalle baskısı 42 “Şunu da bir boşaltıver be güzelim! Haydi bir tanem” dedi kadına. Ardından da telaşla “çekil çekil çekil!” diye bağırarak yanından uzaklaştırdı. Avucunun ortasında duran ve ölü bir balık gibi yatan kül tablasına bakarak, adamın oturduğu kanepenin ardında kalakaldı kadın! İçi acıyordu. Balayında gittikleri o güzelim sahil kasabasını, bu minik, denizkızı şeklindeki mavi kül tablasını aldıkları günü hatırlamıştı. Dayanılmaz bir öfke kapladı birden bedenini, sırtından aşağıya doğru bir ter boşandı, fakat aynı anda üşüyormuşçasına da titredi. Gözlerinden çıkan ateşin yanaklarından, boynundan, kulaklarından fışkırdığını hissediyordu. İlkel benliğinde bir süredir pusuya yatmış olan puma işte şimdi dişlerini gıcırdatıyordu: “Defalarca” diyordu kendi kendisine. “Defalarca rica etmeme rağmen hem salonun orta yerinde içtin hem de sehpanın üzerine süs olarak koyduğumu bildiğin bu kül tablasına söndürdün sigaranı, ha!” Titremesi iyice artmıştı, fakat o buna şu anda aldırmıyordu. Kanepenin ardında dikilmiş, adamın denizkızının göbeğinin tam ortasına söndürdüğü sigaranın izmarit izlerine bakıyordu. Göbeğinin tam ortasına… Küçük Denizkızı’nın… Uzun zamandır tıpkı onun gibi, tıpkı hikâyedeki gibi hissediyor; cıvıldayan, neşeli şarkılar söyleyen sesini, sonsuz ihtimaller barındıran o güzelim gençlik denizini özlüyordu. O uçsuz bucaksız mavi denizi… Ağlamamak için zor tuttu kendisini. Birden kasıklarına, kendisini aşağı doğru iten bir sancı saplandı. Kesik kesik nefesler alıp vermeye uğraşırken adamın çığlık çığlığa yükselen sesiyle yerinden sıçradı. Karnını tutarak adama baktı, o şimdi koşarak kendisini televizyonun önünde yere atmış, ellerini göğsünün ortasında birleştirmiş, höykürerek takımı için dua ediyordu. Birden duanın arasına, “Aşkım ya, biraz mısır patlatsan, ha! Ne güzel giderdi biranın yanında?” sözlerini ekledi. O sırada, yemek masasına tutunarak güçlükle ayakta duran kadın, beline giren yeni bir acı dalgasıyla inledi. Gözünü televizyondan bir saniye bile ayırmayan adam: “Kızma be güzelim! Şu maç bir bitsin; hele bir de bizim takım yenerse, dile benden ne dilersen. Ayak masajı bile yaparım sana, söz.” diyordu. Kadınsa gittikçe sıklaşan sancıdan nefes alamıyor, acıdan bayılacakmış gibi hissediyordu. Nefesini toplayıp kendisine geldiğinde adamın, “Alt tarafı bir avuç mısır patlatacaksın aşkım ya, bu kadar da naz yapılmaz ki. Orada dikilip duracağına şimdiye kadar çoktan patlatıp getirmiştin” dediğini işitti. Yeni bir alev dalgası yaladı yüzünü ve işte tam o anda içindeki puma zincirlerinden kurtulup serbest kaldı: “Ben şimdi sana bir patlatacağım göreceksin gününü” diyerek sinirle bağırdı adama. Maçın kalan kısmını huzur içinde izlemek isteyen adamsa, alttan alıyormuş gibi yaparak, “Tamam ya, tamam, devre arası olsun ben gider kendim patlatırım” dedi. Bu sırada kadının bacaklarından aşağıya ani bir su boşandı, ağzından şaşkınlık içinde; “ Patladı! Ali, patladı!” sözcükleri çıktı. “Sen de taktın şu patlatma meselesine, tamam sorun yok, istemiyorum artık, relax” dedi adam ve birden bağırmaya başladı: “Heyt be oğlum, yaşa be! Görüyorsun değil mi Ayşe? Analar ne evlatlar doğuruyor, görüyorsun değil mi?” dedi. Kadınsa şaşkınlık içinde hâlâ yerdeki suya bakıyordu. Aşağısında bir basınç hissetti, boşta kalan elini vajinasına doğru bastırdığında farklı bir yumuşaklık olduğunu fark etti: “Doğuyor! Doğuruyor Ali!” dedi. Adam o sırada kendinden geçmiş, pür dikkat televizyona kilitlenmişti. Sırf cevap vermiş olmak için kadına: “Tabii ya, Türk evlatları bunlar... Türk analarının doğurduğu Türk evlatları…” dedi. Aniden bağırmaya başladı yine: “Haydi ya… Bak, şimdi oldu mu bu ya? Şu hakemin yaptığına bak ya. Satılmış bunların topu, satılmış. Topu ibne lan bu hakemlerin” diyerek televizyonda gördüğü oyuncu, hakem, her kim varsa onunla kavga ediyordu. Kadın dehşet içinde kendi içinde boğulan bir çığlık daha attı. Adam: “Affedersin be güzelim, biliyorum hoşlanmıyorsun küfür etmemden, ama ne yapayım, başka türlü de çıkmıyor ki maçın keyfi. Stada da göndermedin zaten, çocuklar da gelmek istemiyorlar artık eve. Hay ben senin gibi! Oha, bir de kırmızı kart çıkart bari. Çıkarttı ya lan! Allah topunuzun…” derken sözünü kadın tamamladı: “Belanı versin. Ah!” Adam kadının uzaktan kendisiyle birlikte maçı izlediğini düşünmüş olmalı ki: “Hah şöyle. Et, küfür et aşkım, açılırsın. İnsan nasıl da hafifliyor değil mi? İnsanın psikologa falan gitmesine gerek yok, şöyle en okkalısından, ama ağzının içini doldura doldura iki küfür edeceksin, bak nasıl işe yarıyor” dedi ve hemen ardından ekledi: “Ayşe be, gel inat etme de patlat şu mısırı. Heyecandan sürekli bir şeyler yemek istiyor canım. Boş boş içilmiyor bu meret.” Kadın son bir hamleyle, canının acısından avucunun içinde sıkı sıkıya tuttuğunu fark etmediği denizkızı kül tablasını adama doğru savurdu. Acıyla başını tutan adam bir saniye kadar ardına döndü, fakat kanepenin arkasına yığılan ve yerde kıvranan kadını görmedi. Tam bu sırada adamın tutuğu takım gol attı, televizyondan gelen heyecan dolu seslere, adamın bağırtısıyla kadının çığlıkları da karıştı. Son bir gayretle kanepeye tutunarak doğrulan kadın, ağzından köpükler saçarak: -“Ali!” diye hırladı. Adam denizkızı kül tablasının başına çarptığı yeri tutarak kadına döndü, yüzünde; takımının attığı golden dolayı tuhaf bir mutluluk ifadesi vardı. Kadın bağırmak istiyor, fakat bu durumda bile adamın suratındaki ifade hakkında düşünmekten alıkoyamıyordu kendisini: Adam şu an gözüne o kadar embesil görünüyordu ki, bu ifadeyi az sonra doğacak çocuklarının yüzünde görmemek için Tanrı’ya bildiği tüm dillerde dua etmek istiyordu. Nefes kesen bir sancı daha saplandı karnına, düşüncelerini bölen bu acıya artık dayanamayacağını ve bayılmak üzere olduğunu anladı kadın. Gözleri kararmaya başladı. Artık başını ve kanepeye asılı kollarını tutamıyordu. Bıraktı. Son hatırladığı şey, yere doğru uğultulu bir “gooool!” sesi eşliğinde uzandığı, televizyondan geldiğini bildiği sese Ali’nin şu sözlerinin eklendiğiydi: “ Aşkım, aşkım, ne olur! Ne olur, iki dakika daha sık dişini! Söz veriyorum devre arası yetiştiririm seni hastaneye. Söz veriyorum! Hem bak! Bak aklıma ne geldi, bu günün anısına Kartal koyalım oğlumuzun adını. Ha, ne dersin? Kartal olsun mu adı? Alo, alo Kartal Devlet Hastanesi mi?” 43 AYSUN GÜNDOĞDU ÇEVİK aysun@kadikoysahne.com e y e m r Deli r a r a k verm Havaalanı uğultusunun her şeyin üzerini örttüğü bu serin yaz akşamında, geçmişe ve geleceğe dair ne kadar plan varsa orta yerde gözümün önünde çatırdadı. Yıllardır uyuyan nefretin gün yüzüne çıkması hep kötü bir vesile ile olur sanıyordum. Olmadı. Yıllardır görürüm, aile birbirinin yüzüne bakmaz derken biri ya ölür ya hastalanır ya kaza geçirir ne bileyim bir felaket olur ve aile barışır. Ben de yıllardır başımıza bu tür bir felaket gelmesini bekledim. İnsan felaket ister mi, istiyormuş, kırk yıllık ahir ömrümde ne olmazların olduğuna ne olurların olmadığına bizzat şahidim. Neyse ki başımıza bir felaket gelmedi, ha felaket olmaz düğün olur, doğum olur, yine küsler barışır. Yok, bizde uzun yıllardır düğün de doğum da olmadı. Bir araya gelmemize bir vesile olmayınca da, böyle yanı başımızda arada dağlar, geçti gitti yirmi beş yıl. Yirmi beş yıl dilde uzun, yaşarken kısa, bir garip süre. Dile gelince nasıl da kekre, nasıl da bitmez tükenmez, nasıl da geçmez, ama biz yaşadık geçti. Yirmi beş yıl oldu, bitti de biz baktık ardından. mahalle baskısı Şimdi üzerinden yirmi beş yıl geçmiş olayların kavgasını etmek anlamsız, hesabını sormak yararsız, unutup gitmekse imkânsız bir dönemeçte bir havaalanında tostumu kemirmekteyim. Gelse neyi neden sorarım, neden sormam bilinmez, bu tost da fiyatından mıdır nedir boğazımdan geçmez bir garip ucube oldum, oturdum kaldım. Şeytan diyor kalk git, anam diyor otur, bekliyorum bakalım nereye kadar. 44 Bekliyorum ya, hayatım bekleme salonu… Huzursuzca kıpırdanıp durarak beklemekle geçmiş akşamlar yığını. Bir yere ulaşmaz, bir amaca hizmet etmez bakarken geçmiş yirmi beş yıl. Çocuk doğursan şimdiye evlenir, ağaç diksen şimdiye meyvesinden geçtim, odunundan geçtim, gölgesinden geçtim nerdeyse ömrünü devirir, neye başlasan bitirir de üstüne iki tur daha atarsın da ben oturdum bekledim. Neyi beklediğimi bilmiyorum da neden beklediğimi biliyorum ama ne siz sorun ne de ben söyleyeyim olur mu? Geldi geçti işte, bir sürpriz, bir mucize, tv dramalarındaki gibi birden fazla âşık adam etrafında belki de pervane, düşler kurarak ama zinhar kıpırdamayarak, bir şey seninse senindire inanıp oturdum kaldım. Sen ne diyorsun, adam kafasından keleşle vuruldu da yaşıyor, yaşıyor da yeniden sahneye çıkmaya uğraşıyor. Evet, evet, hiçbir şey kesin değilse her şey olası… Her şeyin olasılık dâhilinde olup hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dönemeçte sonunda elinde sadece bir hiçin kalacağı da bir olasılık olsa bile bunu düşünmez insan. Düşünmez de yola çıkabilir. ek Okuduğum kitap bir evin iki günlük konuğundan sırrını saklayabileceğini ama on iki günlük konuğundan asla saklamayacağını iddia ettiğinde mi koptum kitaptan -zira yirmi yıllık konuğundan sır saklamış bir biçareyim- bilemem ama kitaptan da tosttan da koptum. Anam gözümün içine bakar durur. Önce kötü davran sonra üzül, gönül al, sonra yine kötü davran, yine üzül kısır döngüsü içinde anamla yan yana oturup durduk. Kitap nafile, müzik nafile, oyalanmak istemeye gör bir kere kimse seni oyalayamıyor işte. Bu havaalanında kuruduk kaldık iki saattir. Havaalanında olduğumuzu söylemiştim değil mi? Hayır o kadar çok ayrıntı veririm ki zaman zaman, ben de, dinleyen de konunun başını unutuveririz. Yine öyle oldu sandım. Aileden yılladır görüşmediğimiz birini beklediğimizi anlamış olmalısınız. Kendisini değilse bile onu beklediğim bu ânı epeyce bekledim evet. Bir gün tarihin bizi yeniden bir araya getireceğine inancım tamdı. Tam olmasına tamdı ya, hep daha büyük bir sebebin bu buluşmayı gölgeleyeceğine, arada kaynatacağına inanıyordum. Dediğim gibi, düğün olur, doğum olur, cenaze olur, hani öyle bir sebep olur ki araya yıllar girmiş olsa da sonunda bir araya gelmek, vesilesinden önemsiz olur. Neyse… Olmadı. Anam çok kederli, oğluna kavuşacağına sevinir sandığınız kadın, yirmi beş yılın yasını tutmaya şimdi başlamaya karar verdi. Söylene söylene ağlıyor, delireceğim. Delirdiğimde hatırlayacaklarım listesine yazdım bu ânı da. Evet, evet, böyle bir listem var benim. Anamın sesi yavaş yavaş uğultuya dönüştü, bir uğultu duyduğum. Yalnızca rahatsız eden, baş ağrıtan bir gürültü. Neden dokunmuyor bana diye düşünmek isterdim ama ailemle ilgili düşünmeyi bırakalı epey oldu. Delirince hatırlarım artık, şu dizilerdeki flashback dedikleri gibi çakıverir zihnimde bu an da. Aldım listeye, aldım. Beklediğimiz uçak rötar yapmış. Annem, “Rötar ne demek?” dedi, “Daha çok beklersin demek annecim” dedim, küstü. Kadın küsmatik zaten, vesileye ne gerek, küstü yine. Duygusuz eşek, gibi bir şey dedi sandım ama üstünde durmadım. Hem dursam ne olur, bunu da alayım listeye. Eğer bir doktor neden delirdiniz diye sormaya gönül indirirse bunu söylerim. “Annem duygusuz eşek olduğuma inanıyordu doktor bey, ahh çok bedbahtım” derim. Her bir arazın sebebini, hatırlamadıkları sümüklü çocukluklarında arayan entel kuzenlerime de gönderme olur. Kaldı ki kendileri masadaki tuzluğun mu yoksa biberliğin mi kendilerine yakın konduğuna dikkat ederek anlam çıkarmaya muktedir kişilerdir. Biriniz soya çekim mi dedi? Neyse duymazlıktan geldim, bu en usta olduğum konudur. Yalnızca çekirdek aileniz yirmi iki kişi ise damatlar, gelinler, yeğenler dâhil, damatların gelinlerin kardeşleri hariç, duymazlıktan gelme sanatını acilen öğrenmeniz gerekir. Öğrenmez de her şeyi duymaya ant içerseniz benim gibi delirdiğinizde hatırlayacağınız bir liste hazırlamaya zamanınız kalmadan kendinizi hastane odasında buluverirsiniz ve kaderin ipleri elinizden çıkıp gitmiş olur. Uyarmadı demeyiniz lütfen. Ağabeyimin neden ülkeyi terk ettiğini ve yirmi beş yıl dönmediğini merak ediyor olabilirsiniz ancak ne yazık ki bir sebebi yok. Babamdan nefret ediyordu (hepimiz gibi), bu şehirde bir gelecek görmüyordu (hepimiz gibi), kendinden de hoşlanmıyordu (hepimiz gibi), tahsilsiz ve mesleksizdi (hepimiz gibi) ve cesurdu (hiçbirimizin olmadığı kadar) çekti gitti işte. Biz de her tür belayı ailenin en büyük erkek çocuğunun aileyi terk etmesine bağladık, anam babamı, babam anamı, biz ana babamızı suçladık, yokluğu ile varlık kazanan ağabeyimizin arkasından yas tutarmış, onu özlermiş gibi yaptık ama sanırım çoğumuz onu hatırlamıyor, hatırlasa da umursamıyordu. Çekip gidebilmiş olmasına duyduğumuz hasetten de, aslında o çekip gitmemiş olsa, o gittiği için bunlar çok üzülmemiş olsa biz de çekip gidebilirmişiz gibi yapmamızdan da söz etmiyorum, takdir ederseniz. Sonuç olarak o gitti, biz arkasından baktık, o bizi, biz onu unuttuk sandık. Yokluğunun orta yerde durduğu gerçeği de zamanla silinmeye yüz tuttu. Tam unutmuştuk ki, unuttuğumuzu fark edip daraldık. Unutmak ayıptı, unutmak günahtı, unutmak hainlikti, unutursak iyi anne baba, iyi kardeş, iyi abla olamayacaktık. Unutmamamız, affetmememiz gerekiyordu. Mahalleli böyle belletmişti. Uyduk biz de. Nasıl olsa insan her duruma hemen uyum sağlayabilme yeteneğine sahip bir garip canlıydı. Annemin ne zaman kesildiğini fark etmediğim uğultusu, beklediğimiz uçağın alana indiğini bildiren anonsla aynı anda başladığı için anonsun tamamını duyamadım. “Uçak inmiş olabilir” dememle kendini öne atan annemin peşinden, yakınlarını bekleyen insan kalabalığına doğru koşmaya başladım. Ellerinde bekledikleri kişilerin isimlerinin yazılı olduğu kartonları tutan insanları şaşkınlıkla izleyerek, yaşlı gözlerle herkesi tek tek inceleyen annem, üç buçuk saatin sonunda ağabeyimin bu uçakta olmayabileceğine ikna olma izleri göstermeye başladı. Hemşehrimiz çıkan üç kabin görevlisi, bir temizlikçi, bir dutyfree görevlisi, hatta evet yanlış duymadınız bir de pilot bulmuş olan babam da topa girince yolcu listesine ulaşıldı ve ağabeyimin adının yolcu listesinde olmadığı tespit edildi. Tüm bunlar uçağın ineceği saatin üzerinden dört saat kırk dakika geçtikten sonra oldu. Bu ânı da yazdım listeme ve ağabeyim gelmedi… Sonrasında annem babam ve artık olaylara tüm ilgisini kaybetmiş olan ben arasında uçağın gün ve saati hakkındaki bilgiyi ilk kimin aldığı, bu bilginin doğruluğu üzerine hiçbir yere varmayan bir tartışma başladı. Kimsenin ne yapacağına dair bir fikri yoktu ve annemin uğultusuna bir de alanda bulunan hemşehrilerin uğultusu eklenmişti ve delirdiğimde hatırlayacaklar listemin en başına da bu fotoğraf eklenmiş oldu. Eve gitmek istiyordum, hatta herhangi bir ev bile kabulümdü. Anlatmak zordu, anlamak daha da zordu. Neden sonra ağlamaktan yorulan annem hadi eve gidelim dedi. Eve gittiğimizde çıldırmış bir kalabalıkla karşılaştık. Midem ağzıma geldi. Evet, gerçekten geldi. Bu deyimlerin gerçeği yansıtıyor olabileceğini de ilk olarak o an düşündüm. Midem ağzımda gibiydi. Kusmak istiyordum. Bu kalabalığın sebebini anlamaya çalışacak takatim yoktu. Anne ve babamın yüzüne bakacak da. Neden sonra ve nasıl içeri girmeyi başarabildiğimizi şimdi hatırlamıyor olsam da o kusma isteğini hatırlarım hâlâ. İçeri girdiğimizde ağabeyimin geldiğini öğrendik. Evet, evet gelmişti. Bizim beklediğimiz uçağı kaçırmış, bize bildirdiği saatten tam altı saat sonra alana indiği ve altı saat beklemiş olabileceğimizi hesaplamamış olduğu için de direkt eve gelmişti. Neyse ki evin yolunu bulabilmişti. Ben mi, olanı biteni kavradığım andaki kalabalıktan yararlanarak odama gittim, delirdiğimde hastaneye giderken hazırlama derdi olmasın diye her daim kapının yanında hazır tuttuğum çantamı aldım ve evden çıktım. Ne mi yapacağım? Bilmem… Belki de bir hastanenin acil servisinden içeri girip “Şey… Ben delirmeye karar verdim de ne yapmalıyım?” diye sorarım. Hele şu sokaktan bir çıkayım da… 45 mahalle baskısı BURCU ADA SOYSOP burcuburcu3@hotmail.com Bana Bir Gül Vermişti Sonra Geri Aldı 46 Yağmurlu bir kış günüydü. Eski İzmir’in Halilrıfatpaşa’sında anneannemin baba yadigârı iki katlı evinde soba başında oturuyorduk. Sobanın üstündeki kestanelerle odunların çıtırtısı birbirine karışıyordu. En büyük keyfimdi anneannemle radyo tiyatrosu dinlemek. Oyunları dinlemez adeta yaşardık. İşte o radyo oyunlarından biriydi duvarlarda yankılanan. Derin bir aşk öyküsü vardı oyunda. İki sevgilinin şömine başında sohbet ettiği ana gelmişti ki; anlatıcının sesi duyuldu: ”Aşkın Gözyaşları”,”Arkası Yarın!” Anneannem dalıp gitmişti. ”Kestaneler olmuş mu?” diye sorduğumda beni duymadı bile… Ve anlatmaya başladı: ”Biz de dedenle tıpkı bu oyundaki gibi bir şömine başında oturmuştuk. O zamanlar nişanlıydık. Deden beni bir baloya götürmüştü. Dans etmekten yorgun düşüp oturduk. Şömine alevinin kırmızılığı yüzümüze vuruyordu. Gecenin son demleriydi. Deden benden bir şarkı söylememi istedi. Kıramadım onu, söyledim:”Kirpiklerinin Gölgesi Güllerle Bezenmiş, Rabbim Yaratırken Onu Bir Hayli Özenmiş”. Şarkının sonunda elindeki kadehi şömineye fırlattı, yerinden kalkıp saygıyla bir reverans yaptıktan sonra kibarca elimi öptü. Gözlerimin içine sevgiyle bakıp ”Hemen geliyorum” dedi. Döndüğünde elinde kıpkırmızı bir gonca gül vardı. Gülü almamla gözyaşlarımın tomurcuklanması bir oldu. “İşte böyle kızım, hayatın anlamını onunla yakalamıştım ben. Ne yazık ki, sadece iki sene evli kalabildik. Onu bir iş kazasında kaybettim.” Bunları anlattıktan sonra yeleğinin cebinden küçük bir anahtar çıkartıp uzattı. ”Üst kattaki sandığın dibinde tahta bir kutu bulacaksın” dedi. ”Onu bana getirir misin?” Dünyaya sığamadığımı hissettim birden… Dedemli, anneannemli bir koridordan geçerken onların derin sevgisini yürüdüm. Anahtarı çevirip, düşümün kapısını araladım. Sandıktan yükselip yüzüme vuran bu eski kokusuna bayılıyordum. Özenle yerleştirilmiş öte-berinin arasından, içine kapanmış tahta bir kutuydu ellerimi uzattığım. Büyülenmiş gibi sımsıkı kucakladım kutuyu. Alt kata inerken ayaklarımın altından merdivenler âdeta kaydı. Anneanneme uzattım kutuyu. Açtı; içinde birkaç mektup, siyah-beyaz fotoğraflar, bir de gül kurusu. Hazin bir iç geçirerek okşadı hepsini bir bir… Fotoğrafların hikâyelerini anlattı sonra. Sıra o gecenin fotoğrafına geldiğinde heyecanlandım. Öyle coşkuluydu ki içim, kuş kanatlarından bir çırpınış sarmıştı yüreğimi. Bütün gece onlarla dans etmiştim sanki. Usulca şömine başında yanlarına oturmuştum ki; anneannemin sesiyle kendime geldim. ”Al!” dedi. ”Bu kutu sana emanet. Zamanın tanığıdır eski fotoğraflar, bakıp dokundukça kulağına anıları fısıldar. Mektupları zamanı geldiğinde okur, satırların hasretini duyarsın içinde…” En son elindeki gülü uzattı; ”Sevgimizin yegâne gülü de dedenle benden sana bir yadigâr olsun. Onu en iyi sen saklarsın.” Gülü aldığımda sanki o ânı da almıştım avuçlarımın arasına… Anneanneme sarıldım. Gümüş saçlarını okşadım. Aradan yıllar geçti. Şimdi bir hastane koridorundayım. Beni büyüten o müthiş kadının; anneannemin son günleri… Bir ağaç gölgesinin dinginliğinde uyuyup kalsam, gözlerimi açtığımda her şey eskisi gibi olsa diyorum. Dedemi kaybettiğinde o da böyle demişti belki, kim bilir? Tam da anneannem iyileşti, artık hastaneden çıkabiliriz umudu içine girmişken her şey tersine dönmüş, tekrar fenalaşmıştı. Kollarım iki yanıma düşmüş, başucunda çaresizce bekliyordum. Zaman acımasız bir boşluğa düşmüş, geçip gitmek bilmiyordu. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizginin anlamsızlığını düşünürken pencereden baktım, dışarıdaki hava bile anlamsızdı. Gri bir kararsızlık içinde açıp kapanıyordu. Anneannem sürekli sayıklıyor, ölmüş arkadaşlarıyla konuşuyordu. Elini tuttum, gözlerini araladı. Deniz mavisi gözleri dalgalıydı. Su istedi, verdim. Sonra yine sayıklamalar, sayıklamalar… Onu mutlu edecek bir şey yapmalıydım, ama ne? Bu düşünceler içinde, eve gittim. Kutuyu sakladığım yerden çıkartıp sevgiyle okşadım. Kapağını kaldırdığımda gözlerime inanamadım. Gül tüm tazeliğiyle karşımdaydı. Hemen hastaneye koştum. Anneannemin yüzünde bir gülümseme… Elimde tahta kutu başucuna oturdum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bu sure içinde kutudaki gülün zaman zaman kuruyup zaman açmasını şaşkınlıkla izledim durdum. Gördüklerim rüyayla gerçek arasında bir âleme çekiyordu beni. Gözkapaklarım iyice ağırlaşmıştı ki, mırıl mırıl bir şarkıyla açtım gözlerimi. Dedemin şarkısıydı. Anneannemin bilinci bir açılıp bir kapanıyor; açıp kapanan havanın kararsızlığı sürüyor; yüzündeki kırışıklıkların bir görünüp bir yok olması gibi kutudaki gül akıl almaz bir biçimde bir kuruyor bir canlanıyordu. Bir ara güneş bulutlardan kurtulup tam da yüzüne vurduğu sırada mutlu mutlu gözlerini açtı. Denizdeki mavi durulmuştu. Enginleşen gözleriyle uzaklara bakıp, şarkısını sayıklamaya devam ediyordu. Bir süre sustuktan sonra gülümsedi. Yüzünde güller açan bir gülümseme… ”Teşekkür ederim” dedi. Hayatımda bu kadar güzel bir çiçek almamıştım.” Hemen kutudaki gülü aldım. Olanca güzelliğiyle elimde duruyordu. Kıpkırmızı. Tıpkı anneannemin yanakları gibi… ”Canım anneannem!” dedim.” Seni çok seviyorum; n’olur bırakma beni!” Ama o beni duymuyor, sürekli şömine başındaki anı yaşıyordu. Elini bana doğru uzattı, gülü aldı. Sayıklaması kesildi, yüzüne bir rahatlama geldi. Biri tuttu, kararan koridordan çekti sızlayan yüreğimi. Ve seyrettim kendimi kalbim titreyerek… Dedeme kavuşmuştu anneannem. Elinde gülüyle gitmişti ona… Son bir kez öptüm onu. Odasından çıktım. Ağlamakla gülmek arasındaki çocukluğuma yürüyüp sonsuzluğa doğru seslendim; ”Bana bir gül vermişti, sonra geri aldı!” 47 mahalle baskısı GİZEM GÜRER gizemgurer@gmail.com LÜTFEN! ĞA YA A LKAR MISINIZ? A K 48 Stadın, Gençlik Parkı karşısındaki kapısından girdim ve gözümde güneş gözlüklerim, sırtımda çantam, altımda şortumla (bir kadının maça şortla gitmesi cesaret ister dediler!), 19 Mayıs Kompleksi’nin içinde ilerlemeye başladım. Hayatımda ilk kez edindiğim kombinemin bana verdiği yetkiye dayanarak, artık içimde yıllardır zincire vurulmuş ayarsız holigan Prometheus’un dışarı çıkma vakti gelmişti. Sonuçta taraftarlık müessesesi büyüklerimizden gördüğümüz kadarıyla kutsal bir müesseseydi ve içimizdeki bu ateş, azim ve hırs ile bu yolda hızla ilerlemek gerekiyordu! Ben de işte bu inançla ilk gördüğüm yeşil alana doğru kendinden emin adımlarla ilerledim. Her ne kadar arkadaş hatırı ile başlasa da bu maceram, ben de bu “saadet” zincirine katılmıştım, benimle birlikte bir sürü kişinin kombine almasına aracı olmanın haklı gururunu taşıyordum omuzlarımda. Nerde tezahürat edilip, hangi pozisyonlarda ayağa kalkıldığı gibi kritik noktaları bir an evvel öğrenmem gerektiği için hemen diğerlerini bulmam gerekiyordu. Zaten geç kalarak, kendi arkadaşlarımdan kurmuş olduğum mini seyirci takımıma rezil olmuş, maça 1-0 yenik başlamıştım bile! (bkz: futbol terimleri lütfen). İlerledikçe uzakta maç yapan insanları gördüm ve doğru yeri bu kadar kolay bulmanın sevinci ile yeşil alana doğru ilerledim. Ankara’daki statların futbol severleri pek memnun etmediğini biliyordum ama bu kadar küçük olması garibime gitti. Sonra birden içimde, “işte Anadolu takımlarının içler acısı hâli” diye benim gibi futbola çok uzak birinin bile nerden duyup da içselleştirdiğini anlamadığım o masum kırgınlığı hissettim. Stat çok küçüktü, hatta bizim işyerinin halı sahasının hallicesiydi. Televizyonlar sahaları da mı beş kilo fazla gösteriyordu? İşte ben tam bunları düşünürken (aslında sadece aval aval bakınıyordum), birden arkamı döndüm ve koskocaman bir devle karşılaştım. Dakikalardır saf saf, tel örgülerin arkasından maçı izlediğim yer gerçekten bir çeşit halı sahaymış ve asıl stat tam da arkamda duruyormuş. Stadın upuzun kolonlarına öylece bakakaldım. Çünkü çok büyüktü. Hayatımda hiç böyle bir stada gitmemiştim. Ben zaten hayatımda bir kere maça gitmiştim, o da 6 yaşındayken babamla gittiğim –şu tesadüfe bakın ki– Gençlerbirliği- Sarıyer maçıydı. Ama o maç Cebeci Stadı’ndaydı ve Cebeci Stadı da üzerine ayrıca bir yazı yazılacak güzellikte bir stattı. Burası ne kadar eski bir yerdi acaba? Kaç yaşındaydı bu stat? Bir sürü kapısı vardı, ben hangisinden girecektim? Aldığım kombine “Maraton” kombinesiydi, bunun bir de “Kapalı” ve “Kale Arkası” olanları vardı. Maraton neydi acaba? Atletizmle mi ilgiliydi? “Kapalı” gerçekten kapalı mıydı? Acaba kışın soğuklar başlayınca bizi oraya mı alacaklardı? İçlerinden bir tek “Kale Arkası” anlaşılırdı benim için, o da herhâlde kale arkasındaydı. Bir keresinde Ankara’ya iş için gelmiş bir İngiliz arkadaşımı dışarı yemeğe götürmüştüm. O esnada televizyondaki maça bakıp duyduğu “Aut! Korner! Penaltı! Taç! Gol!” terimleri üzerine “Gizem, sanırım ben Türkçe biliyorum” demişti gülerek. Belki o gelse bilirdi bu maratonu. Ama ben bilmiyordum. Babam gibi bir futbol fanatiği ile yaşayıp da futbola merak sarmamak da ilginçti aslında. Gerçi babam da herhâlde en son GençlerbirliğiSarıyer maçına gitmişti benim gibi. Uzaktan taraftar olan tüm diğer dört büyükçüler gibi… Buraya babamı da getirmeliyim diye düşündüm. Çünkü burası hep o yaşamayı sıklıkla hayal ettiğim Ankara’nın 70’leri, 80’leri gibiydi sanki. Çok sonraları merak edip internetten öğrendiğim kadarıyla 1930’larda ödüllü bir proje ile yapılmıştı burası. Düşündüğümün aksine o kadar da genç değildi bu sevgili bina. Ama ruhu gençti. Lüksten uzak duran ama zevk sahibi insanların yaşadığı o eski Ankaralıların mekânıydı sanki. Bu statla ilgili bir sürü duygusal şey yazılabilirdi belki de… Ama bir “erkek sporu” olan futbolda doğası gereği duygusallığa yer yoktu ve hakem başlama düdüğünü çoktan çalmıştı! (Terimler öğreniyorum.) “Maraton”un 11 no’lu kapısından içeri girdiğimde herkes maça inanılmaz konsantreydi ve gözünü sahadan ayırmıyordu. Ama ben bir süre tribünlerdeki insanlara bakmaktan maça konsantre olamadım. Babasının omzundaki küçük çocuklardan tutun da sürekli tepinip eğlenen liseli gençler, heyecanla oturduğu yerden maçı izleyen her yaştan kadınlar, erkekler, işportacılar, sucular, çekirdekçi amcalar, aa lise arkadaşlarım, aa orda da ortaokul arkadaşlarım, e şuradakiler de bizim işyerindekiler derken bir baktım benim tüm Ankara maçta. Bir ben gelmemişim, gelmişim de daha doğrusu biraz geç kalmışım, yaklaşık yirmi sene kadar… Sonra birden maçta önemli bir an oldu ve Gençler taraftarı hep bir ağızdan “Lütfen ayağa kalkar mısınız!” diye bağırmaya başladı. Lütfen derken? Tabii kalkarız, ne demek, aman efendim, asıl siz şöyle buyurunuz diyesim geldi. Dalga geçiyora pek benzemiyorlardı. Sanırım bu Gençler taraftarının bir tezahüratıydı. Bunları da bir bir öğrenmem gerekiyordu. Aralardan geçen bir çekirdekçi amca gözümden kaçmıyordu. Amca maçta önemli bir pozisyon olduğunda bir elinde kese kâğıdı, bir elinde içi çekirdek dolu mini çay bardağı, öylece donmuş şekilde pür dikkat sahaya bakıyordu. O an havaya doğru uzattığın 1TL ve sen hayattaki en anlamsız fotoğrafı veriyordunuz birlikte. Çünkü çekirdekçi amca pozisyon nihayete ermeden asla sana bakmaz, hele o çekirdeği asla sana vermezdi. Sen o ara tüm çekirdekleri alıp kaçsan farkına bile varmazdı. Bir kolunun altında çekirdek çuvalı, bir elinde de mini çay bardağı olan bu fütursuz adam tam bir futbol aşığıydı. İçinde bulunduğum şaşırtıcı durum beni de heyecanlandırmıştı. Burası sanki farklıydı. Yani televizyonda ya da AVM’lerde gördüğüm çılgınlar gibi futbol kulübü mağazalarından alışveriş eden diğer gözü dönmüş taraftarlar gibi değildi buradakiler. Televizyonda gördüklerim daha çok, hani çok paralı adamlar, atıyorum Hawaii’ye tatile gider de oranın yerel nesi varsa şuursuzca üzerine geçirir ya, çiçekli gömlekler, boyunlarında çiçekler, şapkalar, hah işte o adamların burada, televizyonda adına futbol taraftarı denen yansıması gibiydiler. Onların bağırması şuna benziyordu bir bakıma “Ta Hawaii’ye gidip o kadar para verdim, bir sürü çiçekli gömlek aldım, o zaman en büyük Hawaii başka büyük yok!” demek gibi bir şeydi. Ama Gençlerbirliği maçındakiler için öyle değildi sanki bu durum. En büyük Hawaii değildi çünkü birbirleri ile aralarındaki tek bağ, hep bu kentin insanı olmak, ortak bir belleğin parçası olmaktı. Belki de Ulus Baker’in dediği gibi futbol da sanat gibi bir yaratıcılık alanıydı. Bunu şimdiye kadar hiç fark etmemiştim gerçekten. Maratonda bunu iliklerime kadar hissettim. Maçın bazı anlarında duraklamalar oluyor ve futbolcular giriyor, futbolcular çıkıyor, herkes sahada bir yerlere koşuşturuyordu. İşte böyle anlarda ya da gol olduğunda hoparlörlerden şarkılar yükselmeye başlıyordu. Televizyonda izlenen diğer maçlarda gözlemlediğim şey, böyle ara zamanlarda ya kulübün resmi şarkısının çalındığı ya da o zamanın meşhur popçularının tırıvırı şarkılarının çalındığıydı. Zaten günümüz pop müziği de tam bu anlatmak istediğim futbol taraftarı klişelerine cuk oturuyordu. Fakat Gençler maçında çalan Manu Chao ve New Model Army’yi ya da gençlerin yeni gözdesi Ais Ezhel’i ancak iyi bir alternatif mekânda, yine çalınan Oğuz Yılmaz ya da Çubuklu Yaşar şarkılarını da yine işinin ehli emektar yerel Ankara müzisyenlerinden dinleyebilirdiniz. Bu kombinasyon bile, işi “etiket”ten çok “öz”e yaklaştırıyordu. Müzik seçimleri yaşanan atmosferin en büyük destekçisiydi belki de… Maça gelen 50 yaşındaki Ulus esnafı amcanın bir Manu Chao’dan haberi olmadığı gibi, “modern kentli elit sosyetik” bizleri de, hep neden olduğunu anlayamadığım, bir köşeye atılmış olan yerel Ankara oyun havaları ile tanıştırıyordu. Aslında müzikteki bu hassasiyet, ortadaki samimiyetin bir anahtarı, bir özeti gibiydi. Şimdiye kadar futbola karşı olan antipatim, belki de kendimle bir ortaklık kuramamış olduğumdandı. Yani çok para dönen, kaba saba adamların bağırıp çağırdığı, gereksiz olduğunu düşündüğüm bir mecraydı benim için. Karşımda kocaman bir yeşil saha vardı, yanımda ise dans eden, tepinen, bağıran ama küfretmeyen, sevinen ama şımarmayan onlarca tanımadığım ama garip bir şekilde yakınlık duyduğum binlerce insan. İçimde de tarif edemediğim bir heyecan ve bir sevinç… Maç esnasında tribünlerdeki binlerce insanın gözü aynı noktadaydı ve sanki tüm enerjiler o noktada toplanıyordu. Belki de kişisel gelişim kurslarındaki zımbırtıların işe yarayabileceği tek yer sahalardı. Odaklan! Enerjiyi avucunda hisset! Nefes aaaal! Fırlat! Nefes Al! Fırlat! Yok yok, olmadı. En iyisi mi kişisel gelişim kurslarına gitmek yerine, insanlar maçlara gelmeliydi. Zaten insan nasıl “kişisel” gelişebilirdi ki? Hele böylesine büyük kalabalıklar hâlâ bir araya gelebiliyorken… 49 Ge de n vam De YUV A SAVAŞ İNAN AŞ-I T K A Bö I L R çen lüm Alıç, yuvarlak taşı gördü, sevindi. Çok sevindi. Hiç korkusu, endişesi kalmadı. Altından akıp giden seli umursamıyordu artık. “Taş baba!” diye seslendi olanca heyecanı, sevinciyle. Yuvarlak taş, hiç istememişti kendisini görmesini. Baba oğul gibilerdi, şu dağın eteğinde. Alıç, kafasını topraktan çıkardığında ilk onu görmüş, baba bellemişti. Yuvarlak taş, ona yol göstermiş, kökünü ne yöne doğru uzatması gerektiğini söylemişti. “ Kuzeye ilerleme! Safi kayalıktır yerin altı. Batıya doğru serpil, ham topraktır o taraflar” demişti. Bir ağaç için bundan büyük iyilik olamazdı. Alıç, aynı heyecanıyla tekrar bağırdı: “Taş baba, taş baba! Beni duymuyor musun? Niye sesin çıkmıyor?” Birbirlerini candan seven baba oğul, hüzünlü gözlerle bakıştılar. Yuvarlak taş, “Alıç!” dedi. Alıcın kulağına bu ses çok bitkin geldi, gücünü zayıflattı. Ve sordu: “Söyledin mi dağımızın arzuhâlini?” Yuvarlak taşın sağ tarafından bir parçası kırıldı, o yanı çöküverdi. Anladı alıç, mermer gibi sağlam babası acıdan kütür kütür kırılıyordu. Bu iyiye alâmet değildi. Biraz daha ufalmış taş: “Beni dinleyen yok!” dedi, herkesin aklında kendi dünyaları var, yaşadıkları dünyayı umursayan yok!” Alıcın gücü eridi, gövdesi daha fazla suya batmaya başladı, geriye kaydı. Dikenleri duvarı çize çize suyun içine kaymaya başladı. Bir umut, bir güzel laf bekleyen gözlerle taş babasına bakıyordu; ama nafile! Umduğunu bulamadı. Sel çekti onu, artık direnmedi, teslim oldu ve azgın suların üzerinde akıp gitti. Yuvarlak taş, acısından, kahrından, pıtır pıtır kırılıyordu. Ne yuvarlaklığı, ne de parlaklığı kalmıştı. Daha sert ve gür sesleniyordu insanlara artık: mahalle baskısı Savaş İnan’ın anısına saygıyla… 50 Özet: Gebe Dağı’nın eteklerinde kopan fırtına, derenin sularını sele katıp köye götürür. Sel sularının içinden köye fırlayan yuvarlak taş, dağın mesajını karşılaştığı insanoğluna iletmeye çalışır, ama derdini dinletemez. Son olarak sele karşı el ele direnen alıçla söğüdün mücadelesini ve söğüdün sulara kapılıp gidişini görür… Yuvarlak taş, söğüdün en uç dalına kadar kayboluşunu görmüştü. “Acının böylesi de varmış” dedi. İçine çöktü, külçe gibi ağırlaştı. Gıkını çıkaramadan, oracıkta evlatlarından birinin boğuluşunu izlemişti. Su onu, oyuncak gibi üzerinde oynatıp zıplattıktan sonra, leblebi niyetine ağzına atmıştı. “Bari” dedi, “ Bari alıç kendini kıyıya atabilse”. İçinden, “ Hadi alıç! Hadi, at kendini öne!” Alıç, sarıldığı söğüt dalına iyice yapıştı, öne doğru yelkindi. Bütün ağırlığını, dallarına vermeye çalışıyordu. Küçük dikenleri, dayandığı duvarda kertik arıyordu. Sel gövdesini hoplattı, bunu fırsat bildi, kendisini kıyıya doğru kaydırdı. Kolay lokma olmayacaktı. Söğüt dalı, köküne sarılı duruyordu. “Bak hele asker!” Asker tam tekmil durdu. Bütün ciddiyetiyle taşı dinlemeye başladı, ama acelesi vardı. “Şu koca dağın derdi var, beni bir güzel dinle. Son cümlesini de hiç unutma!” Asker, küçümser gözlerle bir taşa, bir dağa baktı: “Taş, taş! Vatan elden gidiyor. Ben savaşa gidiyorum.” Koşmaya başlayan asker bağırdı: “O da dağ mı? Ondan daha nice büyük dağlarımız var bizim.” Taş iyice sinirlendi. “Ne oluyor bu insanlara! Hey yaradan! Bunların aklı gitmiş.” Geçen avcıya daha hiddetli bağırdı: “Avcı, bir daha şu dağa uğramayasın ha! Bir tane kuş koymadınız dağımızda. Kim taşıyacak tohumları? Dağ size çok kızgın bilesin! Bir de dedi ki...” Avcı, tüfeğine güvendi, böbürlendi: “Kızsın, kızsın otursun.” Taş, “Demek öyle ha!” dedi kendisine. Ağlamaklı gözlerle dağına baktı, hayıflandı. Koca dağdan bir Allah’ın kulu korkmuyor, içleri cızlamıyordu. O, herkesten daha eski, daha önce buradaydı. Kimseye, değil kötülüğü, faydası dokunmuştu. Beslediği insanlar artık düşmanı kesilmişti. Kurtlar, kuşlar, ayılar çok demişti zamanında dağa: “Koca dağ, gel barındırma şu iki ayaklıları! Bunlar doymaz, bunlar arsız, insafsızdır. Bitirirler bizi.” Dağ, “Yok canım!” demişti. “ Benim eteğimde barınacaklar, sonra da kafa tutacaklar, ha! Mümkün mü, buna izin verir miyim? Herkes haddini bilecek, sizler de onlar da kardeşçe yaşayacaksınız...” Bu konuşmaya yuvarlak taş şahit olmuştu. Kurtlar, kuşlar, yanında birikip konuşmuşlardı Gebe Dağ’la. “Yapma dağ!” dediler, “Ah birazcık inansak bize hainlik etmeyeceklerine! Güle oynaya kabul ederdik beraber olmayı. Yaradan bunlara çok büyük beyin vermiş; taşıyamayacakları, kontrol edemeyecekleri kadar büyük! Kafaları, bir ayınınkinden küçük ama beyinleri büyük.” Dağ hiddetlendi: “Yok! Onlar sizlerden daha sefil, zavallı durumdalar. Ne tırnakları, ne dişleri, ne de kanatları var.” Hayvanlar hayıflandı: “Tek dedikleriniz olaydı da, beyinleri bu kadar büyük olmayaydı.” 51 SAVAŞ İNAN Dağ, dingin bir ifadeyle: “Çok masum bakıyorlar, korkuyorlar, korktuklarına tapıyorlar bir de.” Hayvanlar, acıyan yürekleriyle gülümsediler: “Hakların kazanımında her şey mübahtır.” Yata kalka yine dağa doğru gitti. Milletvekillerden birine; “bakan” olana nazikçe seslendi: Dağ kaşlarını çattı, içi gümledi: Yuvarlak taş, “Bir de öğretmene söyleyeyim!” dedi. “Bir şey daha söylerseniz, kökünüzü kuruturum. Dağılın!” “Şu dağ, ‘Yüz yıllardır ne öğretiyorlar çocuklara?’ diye soruyor. Ve bir de diyor ki...” “Sayın bakanım, şu yüce dağımızın bazı sorunları var. İvedilikle giderilmesini talep ediyor. Ve diyor ki...” Yuvarlak taş, o dağda olan biten her şeyi biliyordu. Önce dağ doğmuştu, arkasından da kendisi. Ne de olsa bir parçasıydı dağın… Kurtlar kuşlar dünkü doğanlardı. Hele insanlar, dün denemeyecek kadar yakının yaratıklarıydılar. Ama maalesef en zalimi, en haini çıkmışlardı. Dağ bir peygamber sabrıyla binlerce yıldır dayanıyordu. Saf bir iyi niyet bağışlamıştı insanoğluna karşı. Fakat sabrı tükenmişti sonunda artık dağın: mahalle baskısı “Militan, barındığın şu dağ var ya! Mağaralara bıraktığınız zehirli atıklardan, hareket eden her şeyi bombalamanızdan çok şikâyetçi. Ve dağ dedi ki...” Onlar, milletin vekiliyse kendisi de koca dağın vekiliydi. Çok iyi anlaşacaklarını düşündü. Onlardan namuslu, onlardan şerefli, onlardan daha güvenilir kim olabilirdi ki! Halkı temsil ettiklerine göre sevgi dolu olmalıydılar. O da kendisini vekil seçen dağa söz vermişti işte! Verdiği sözü yerine getirecek, gururunu, onurunu, kişiliğini yeniden kazanacaktı. Onun bu duygularını, bu sorumluluğunu, bir vekilden daha iyi kim anlayabilirdi ki? Umudu kabardı. “Rol yapıyorlar. Az palazlanırlarsa, dinden imandan çıkacaklar, kimse durduramayacak, seni bile sahiplenecekler. Bunlar birbirlerini sevmiyorlar ki, bizi sevsinler.” Son söz söylenmişti. Değiştirilemez kanun gibi işleyecekti. Hayvanlar dağılırken, kendi aralarında mırıldandılar “Sana gerek kalmayacak Gebe Dağ!” dediler sessizce, “Gün gelecek, iki ayaklılar yapacak dediğini.” 52 Yuvarlak taş sinirlendi, yalvardı, tehdit etti, her yolu denedi ama meramını hâlâ anlatamamıştı. Tedirgin; sağı solu silah dolu, sakallı birinin kendisine doğru, sinerek yaklaştığını gördü. Tanıdı bu adamı: “Yanılmışım! Zaman kurdu kuşu haklı çıkardı.” Bir çare bulmak için yıllarca düşünmüş, hatta ufaktan ufaktan insanları uyarmaya başlamıştı, ama onlar anlayamamışlardı bu işaretleri. İşlerine gelmediğinden, vurdumduymaz davranıyorlardı belki de… Yoksa her şeytanlığa akılları yetiyordu. Nihayetinde yuvarlak taşı vekili yapıp ayaklarının dibine göndermişti işte! Sabrının sonuydu bu. Militan, taşın yanına yattı, tetikte duruyordu: Öğretmen, “Bizim dağla taşla işimiz olmaz! Bir de ona hesap mı vereceğiz?” dedi. İnsafı kurumuş sel, çevresini yıka devire çekti gitti. Dere esikti, su küçücük masum akıntıya dönüştü. Günler yuvarlanıp gidiyordu. İnsanlar kıyameti çok çabuk unuttu. Kaldıkları yerden, bildikleri gibi yaşamaya devam ediyorlardı. Yuvarlak taş şekilden çıkmış, çaresiz vaziyette, yuvarlanıp geldiği yerde öylece kalakalmıştı. Zannetmişti ki, herkes kendisini dinleyecek, hak verecek ve her şey düzelecekti. “Ben” dedi, “Dağdan da safmışım. Nafile bir vazifeyi, gururlanarak kabul ettim. Kendime çok güvendim. Uçarcasına yuvarlanıp geldim. Oysa hiçbir şeymişim, sadece bulunduğum yerde ağırmışım. Koca dağa saygı göstermiyorlar, bana mı kıymet verecek bunlar?” Binlerce yıldır; soğuğun, rüzgârın, kışın, güneşin yapamadığı aşınmayı şu insanlardan duyduğu laflar yapmıştı. Yuvarlanıp geldiğinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçmişti. Artık sesi çıkmıyordu, eski heyecanının yerini kasvet almıştı. İşte o günlerde, köyden kocaman bir konvoy geçiyordu. Devletin en üstündeki adamları taşıyan araba sürüsü köyde durdu. Yuvarlak taş onları görünce tekrar cana geldi, umutlanır gibi oldu. Vekiller arabalardan indi. Yuvarlak taşın yakınından geçiyorlardı. “Aslında ben de aynı vazifeyi yapıyorum.” dedi kendi kendine. Bakan, taşa, dağa, tekrar taşa baktı: “Bakanız diye, dağa da mı biz bakacağız yani? Olanca işin içinde bir de bununla mı uğraşayım!” Bakan sinirlenmişti, ağzından fırlayan tükürükler, taşın yüzüne yapıştı. Nefesinin kokusunu bile hissetmişti. Çok iyi anlaşacaklarını düşünürken, hiç anlaşamayacaklarını anladı bakanla. Asabileşen bakan, yüzünü taştan döner dönmez sırıtarak etrafındakilere el sallamaya başladı. Biraz ötede vekillerin ayakları önüne beş tane koyun boğazlamaya hazırlanıyorlardı. Zavallıcıkların ayakları bağlı, kasapların dizleri karınlarının üzerinde, son nefeslerini alıp veriyorlardı. Koyunlar tek tek seslendiler yuvarlak taşa: “Söyle, o yüce dağa; hakkını helal etsin. Çok yemini yedik, çok suyunu içtik. Bir kusurumuz olduysa affetsin!” Vekillerin adımlarının koyunların yanına varmasıyla beraber, bıçaklar boğaza dayandı. Çırpınışları yuvarlak taşın içini çürüttü. Yanından bakan geçti, başbakan geçti, cumhurbaşkanı geçti; yuvarlak taş, taş kesildi, konuşmaya lüzum görmedi. Yüzünde çatlak oluştu, çektiği ıstıraba daha fazla dayanamayıp tam ortadan ikiye bölündü. Dağ, eteğinde olup biten her şeyi duydu, gördü! Derken yükseldi. Bütün bulutları karşısına aldı, geçit vermedi. Kendisi gibi kararttı bulutları. Tutup birbirine karıştırdı, çıngılar çıkarttı bulutlardan. Yüreği güm güm atıyordu. Soğuk bir yel estirdi, etrafını saran bulutlar soğudu, hantallaştı ve olanca yüklerini dağın eteğine bıraktılar. Kupkuru dağı yıkamaya başladılar. Bulutlar damlamıyor, kovayla boşaltıyorlardı kendilerini. Dağ, gövdesini gevşetti, olanca suyu içine çekti, eteklerine kadar doldurdu. Davul zurnanın gümbürtüsü, dağın eteklerindeki gök gürültüsünü bastırıyordu. Köydeki herkes, dere kenarından uzanan yoldaydı. Büyük adamları selamlamaya inmişlerdi. Büyük adamların büyük ellerini öpmek için yarış hâlindeydiler. Dereden akan cılız suya koyunların kanı karışmış, kıpkırmızı akıyordu. Az bir vakit sonra sütlü kahverengine döndü, çoğaldı. Davul zurna herkesi coşturmuştu. Deredeki su da coştu. Gittikçe rengi koyulaşıyordu. Dereye yakın kişiler bir uğultu duyuyorlardı ama kalabalığın çıkardığı gürültü zannediyorlardı. Yukarıdan, atlı askerlerin ayak sesleri değil, koca bir ordu; tankıyla, topuyla, tüfeğiyle hücuma geçmiş geliyordu. Duyulmasıyla gözükmesi, gözükmesiyle yanlarına varması bir oldu. Büyük adamları, küçük adamları aldı içine, koşturdu aşağı doğru. Çamurdan selin içindekiler, dağa doğru baktıklarında, dağın göbeğinin yok olduğunu gördüler. Sonunda koskoca Gebe Dağ doğurmuştu. Yuvarlak taşı görenler son bir gayretle adeta yalvarırcasına sordular: “Dağ bir de ne demişti, ne demişti?” Yuvarlak taş onlarla birlikte bata çıka sürüklenirken acı içinde haykırarak: “Bir de, bir de demişti ki, ‘Beni yanlarına getirmesinler!’ demişti…” 53 EMEL ASLAN mecuk51@hotmail.com mahalle baskısı ✚ Televizyonlarda en sevdiğim yarışma programı, açık ara ile Bloomberg’de yayınlanan Kelime Oyunu. Gördüğüm kadarıyla bu yarışma İhsan Varol’un über sempatik sunumuyla genel olarak da pek beğeniliyor, seviliyor. Hatta bence, abartmış olmayayım ama, Bloomberg’i ayakta tutan program bu. Bugüne kadar Bloomberg’de ne kendimin ne çevremde kimsenin başkaca bir program izlediğini hatırlamıyorum. Kelime Oyunu dışında ne yayınladıklarını bilmiyorum bile. Sanırım ekonomiyle ilgili söyleşiler falan oluyor. Bu işlerden hiç anlamayan biri olarak soruyorum: Bütün kanallar reyting kaygısıyla kıran kırana birbirini yerken, sahi nasıl ayakta kalıyor bu kanal? ✚ Söylemelere, anlatmalara doymadık, farkındayım, ama bildiğiniz gibi biz çocukken sokaklarda oyun oynadık, top koşturduk, ip atladık, bisiklet sefaları sürdük, çamurdan pasta yaptık, ağaca çıktık; şimdiki çocukların yapamadığı birçok şey yaptık (bkz: 80’lerde çocuk olmak). Bunların dışında, bizim mahallede öyle bir şey yapılırdı ki, başka mahallelerde pek yapıldığını sanmıyorum (böyle deyince de beklentiyi çok yükselttim şimdi, ‘striptiz şov yapılırdı’ falan diyecekmişim gibi oldu, yok öyle bir şey): Mahalle içinde satranç turnuvaları düzenlenirdi. Benim abimle ablam genç yaşta satranca dadanmış, bana ve tüm mahalleye bu virüsü zerk etmişlerdi sanırım; onlar organize ederdi, mahallenin tüm çocukları da duvarların üstüne tüner satranç oynardı. Ne biçim mahalleymişiz, ne kadar da rafine zevklerimiz varmış ya la? Hepimiz de gayet ortadirek ve altı gelir düzeyinde, Sümerbank görünümlü bebelerdik ve sokaklarda yaldır yaldır satranç oynardık. Şimdilerde satrancın daha yeni yeni seçmeli ders olarak okullara girdiğini düşününce, daha da acayip geliyor… 54 Esin’in bir tanesi, kabilenin en tazesi, Ece Deniz geldi, iyi ki geldi, hoşgeldi… ✚ Küçükken ablamın götürdüğü çocuk oyunlarını saymazsak, sanırım ilk ciddi tiyatro oyununa ilkokul sonu ya da ortaokul başında, annem ve babamla gitmiştim. Yıldız Kenter’in tek kişilik “Ben Anadolu” oyunuydu. İşin aksi yanı benim şişe dibi gözlüklerim kırılmıştı ve sahnede bir b*k göremiyordum. Oyunu bir sis perdesinin ardında hayal meyal, uyukladığımı ise gayet net hatırlıyorum. Yıldız Kenter’in “Ben Anadolu!” diye haykıran güçlü sesi ise halen kulaklarımda. Uyandırıyordu zira. Aslında güzel bir başlangıç yapacakmışım ama şartlar ağırmış, neyleyim. ✚ Çocuk yaratıcılığında sınır yok. Tek bir mandalla, tek bir kovayla tüm gün oynayabilir. Yavru kedi yaratıcılığında sınır yok. Havada uçan toz zerresiyle, pencereden giren güneş ışığıyla saatlerce oynayabilir. Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz. ✚ Oyun hakkımız engellenemez! ✚ Yukarıdaki cümleyi içimden öylesine geliverdiği için yazmıştım. Sonra ‘dur bakayım’ dedim, ‘Hz. Google’a bir sorayım’ dedim ve Radikal’de 13 Mayıs 2007 tarihli şöyle bir habere denk geldim: “RADİKAL - İSTANBUL - Bakırköy 2. Yıldız Sitesi’nde dün ilginç bir eylem vardı. Sitenin çocukları oyun haklarını engelleyen yaşlıları ve toplarını kesen site sakinlerini sloganlar atarak protesto etti. ‘Oyun hakkımız engellenemez’ diyen çocuklar, site yönetiminde temsilci bulundurmaktan, yeni oyun alanlarının sağlanmasına kadar isteklerini basın açıklamasıyla kamuoyuna duyurdu. Yaşadıkları sitenin bahçesinde eylem yapan yaşları 7 ile 15 arasında değişen çocuklar, ‘Burası huzurevi değil’, ‘Oyun hakkımız, söke söke alırız’, ‘Oyun hakkımız engellenemez’ şeklinde sloganlar atarak, site sakinlerine seslerini duyurdu.” Efferim len size! =) ✚ Rüyalarımda oyun oynamayı öğreniyorum bu ara. Uyumayı, rüya görmeyi hep ve çok seven biriydim, ama rüyalarla oyun oynanabileceğini bilmezdim. Meğerse lüsid rüya denen bir şey varmış; berrak rüya anlamına gelirmiş ve istersek rüyalarımızda, rüyada olduğumuzun farkında olarak, her şeyi yapabilirmişiz. Bilinçaltı kıvrımlarımızda dolaşabilirmişiz. Tüm fizik kurallarının üzerine çıkar, ister uçar, ister kaçarmışız. Kâbusumuz bizi kovalarsa, durup geri döner, onu kovalarmışız. Korkularımızı yenebilirmişiz. Rüyalarımızda bilinçli, farkında, başka bir hayatımız varmış. İstediğimiz şeyle yüzleşirmişiz, çağırmamız yetermiş. Waking Life, Matrix, Inception, Tatlı Rüyalar tadında takılmak mümkünmüş. Ne kadar da güzelmiş! Hiç de özel yetenek falan gerektirmiyormuş, herkes yapabilirmiş. Ben de merak ediyorum diyorsanız, “Rüyalarınızdan Yararlanın – Derleyen: Gündüz Öğüt”, internette de “lüsid rüya” diye arayınca, bolca bilgi mevcut. ✚ Bu kış pek kar da depresyon da yapmadı, değil mi ya? En azından benim bu yazıyı yazdığım Şubat sonuna kadar. Halen yumuşak yumuşak takılıyoruz. Sanırım Mart’ın intikamı acı olacak… O da olmazsa, yaz öttürecek. Bunu bizim yanımıza komaz iklim baba. Ankara bu, boru değil… ✚ Haydi, ben kaçtım. Önümüzdeki sayı görüşmek üzere. SES’imiz çıksın biraz… 55 resimleme: Akif Başaran CİN ALİ MAHALLEDE Sevgili Mahalleliler… Milli Eğitim müfredatından ayrılıp Mahalle Baskısı’na geldim. Olan biteni bu ilk yazımda bir de benden duyun istedim. mahalle baskısı Bilirsiniz, biz maaile Milli Eğitim emektarıyız. Çocukluğumdan beri Selma, Suna, annem, babam ve benim her yaptığımız yazıldı-çizildi. Ayaklarımızı uzatıp da bir gün evde oturduğumuzu bilmeyiz. Hayatımız pikniklerde, hayvanat bahçelerinde, okullarda, hep bir oyun, hep bir macera içinde geçti. Ne yalan söyleyeyim, kendi halimizde, etliye sütlüye karışmadan rahat olacağımızı sandık. Ata bindik, topu attık, topaç çevirdik… Zaman böyle geçti gitti. 56 Gelelim, bizim emektar ailenin müfredattan ayrılmasına. Babamı son zamanlarda düşünceli düşünceli Suna’nın eski oyuncaklarına bakarken görürdüm. Annem, bahçede otururken dalar giderdi uzaklara. Suna ile Selma ne ata biner, ne hayvanat bahçesine gider oldu. Beni sorarsanız, bir türlü sıkıntımı nasıl anlatacağımı bilemedim. Hepimiz birbirimizden kaçar gibiydik aynı evin içinde. O sabah babamla salonda yakalandık birbirimize… Annem de elinde kitabıyla tam salona girerken bizi gördü ve yanımıza geldi. Suna ile Selma odanın kapısında konuşma zamanının geldiğini söyleyen gözlerle bakıyordu… Babam, gözlerini yerden kaldırmadan “Duydun mu?” dedi, “Zeze’ye neler söylemişler. Senin arkadaşın olan Zeze’ye; yine koşup küçük portakal ağacına anlatmıştır derdini, eğer bunu duyduysa…” Annem, sesi titreyerek salonda gezindi: “Yıllarca sizinle birlikte büyüyen çocuklar mı şikâyet etmiş bizim Zeze’yi?” Suna ve Selma kızgın ve ağlamaklı bakarken bir türlü nasıl anlatacağımı bilemediğim sözler aniden dökülüverdi: “Cin Ailesi, müfredattan ayrıldım, bunu size nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Emektarısınız hepiniz. Bizle büyüyen çocuklardı onlar, evet. Okumuşlar bizim hikâyelerimizi. Sonrası derseniz… Herhâlde sonrası pek olmamış… Uzun lafın kısası verdim istifamı…” Bu haberin ailede üzüntü yaratacağını düşünürken sevgili mahalleliler, herkesin sıkıntısının yavaş yavaş dağıldığını gördüm. Babam, gözleri parlayarak başını kaldırdı ve sevinçle: “Haydi topaçlarınızı, iplerinizi, toplarınızı alın da ailecek pikniğe gidelim!” dedi. Hepimiz bir heyecanla hazırlanmaya başlamıştık ki biranda aklıma geliverdi: “Babacığım siz, annem, Suna ve Selma ile birlikte gidin. Ben Mahalle Baskısı’nın dergi toplantısına yetişeceğim. Sonradan size katılırım” dedim. Toplantı mahallede yapılacaktı, İnkılap Sokak’ta. Geç kalmamak için babamlardan daha önce evden çıktım ve yürümeye başladım. Her Ankaralı’nın gençliğinin, olgunluğunun bir yerinde iz bırakmış, kimisi hiç değişmemiş, kimisi ise şimdi başka başka isimlerle yeniden açılmış olan mekânların önünden geçerek Sakarya’da bir tur attım. Yürürken, beni tanıyan ama benim tanımadığım bir sürü insanla selamlaştım, kimisiyle ayaküstü konuştuk. Sevindiler beni yeniden gördüklerine. Mahallede olmak ne güzeldi… CİN ALİ 57 CHE SUDAKA eSKiyENi’de Bu Ara Konser 19 Mart Salı, kapı açılış 20:00 RADIO MOSCOW Konser 4 Mart Pazartesi, kapı açılış 20:00 RUZBA Konser 26 Mart Salı, kapı açılış 20:00 KİBİR Domus Sanat Çiftliği Oyunu 4-11-18-25 Mart Pazartesi, 19:00 1-8-15-22-29 Nisan Pazartesi, 19:00 DOĞU-BATI Konser 4 Nisan Perşembe, kapı açılış 20:00 DİLLİ DÜDÜK IMPRO SHOW mahalle baskısı Doğaçlama Tiyatro Gösterisi 6-20 Mart Çarşamba, 20:00 3-17 Nisan Çarşamba, 20:00 58 KÜÇÜK İSKENDER Şiir Dinletisi 7 Nisan Pazar, 19:00 KADINLAR AŞKLAR ŞARKILAR Domus Sanat Çiftliği Oyunu 7-14-21-28 Mart Perşembe, 19:00 4-11-18-25 Nisan Perşembe, 19:00 KULTUR SHOCK Konser 6 Mayıs Pazartesi, kapı açılış 20:00 Etkinlik detayları için arayınız: 433 07 01 eSKiyENi’yi öğlen 12:oo’den ertesi sabah o5:oo’e kadar açık bulabilirsiniz… 59 60 61 mahalle baskısı DERİNLİK YOK SUN LUĞU “Eurovision zaten beste ve şarkı yarışması değil, gay’lerin yarışması! Katılmadığımız isabet olmuş. Yarışma hangi ülkede yapılırsa yapılsın, gay’ler gidip birinciyi belirliyor. Böyle olmaz ki!” Levent Yüksel – Müzisyen “Düşünebiliyor musunuz, amfide film gösterimleri, tiyatrolar, konserler düzenliyorlar!” Nihat İnanç – Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü “Ekşi Sözlük’ü kerhaneye çevirmişler, alın belgesi. Ekşi Sözlük yazarı eskort kız. Yıllardır hakkımdaki ağır hakaretlere, belden aşağı iftiralara rağmen susmamın nedeni, sözlükteki okuyan fakir öğrenci yazarlardır. Ekşi Sözlük’ü kapattırmak benim namus davamdır. Ben de bu davayı kazanmazsam etek giyeceğim.” Nihat Doğan – Müzisyen “Kadınlar illa para kazanacağım dememeli. Koca bulamayabilirler.” Mehtap Kayaoğlu – Psikolojik Danışman “Sevgili okur dostlarım, bugün modemim bozulduğu için internete bağlanamadım bir türlü. Bu nedenle yazdığım yazıyı da göndermek mümkün olmadı.” Ayşe Aral – Hürriyet Kelebek yazarı “Kitap okumam. En son galiba ilkokuldayken okudum.” Şahan Gökbakar – Oyuncu “Sayın Başbakanım, bu dizi (Bir Zamanlar Osmanlı Kıyam) gerçekten sahip çıkılmayı hak ediyordu.” Özcan Deniz – Oyuncu “(Galatasaray Üniversitesi yangını için) İnsan ölmemiş. Mala mı ağlayalım?” Yiğit Bulut – Gazeteci, televizyoncu “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eşdeğerde gördüremezsiniz.” Birgül Ayman Güler – CHP İzmir Milletvekili “Eskiden karikatürü anlamadığınız zaman üstünde durmuyor, geçiyordunuz. Bugün yeni medya düzeninde, anlamadığınız konu üstünde yorumlar yapıyorsunuz; başka birileri de buna kapılıp gidiyor ve bir linç ortamı oluşuyor. Kağıt var, kalem var istediğini çizebilirsin; ama iş yayınlanmaya gelince bir yerde eline sahip olman lazım veya birilerinin sana dur demesi gerekiyor. Şimdiye kadarki tecrübemle ben kendim artık o sınırı çizebiliyorum.” Salih Memecan – Karikatürist “TCDD’de herkesi evlerine göndersek, paydos etsek, 3 trilyon (3 milyon lira) tasarruf sağlarız. Onu da siz KOBİ’lere versek abad olursunuz.” Binali Yıldırım – Ulaştırma Bakanı “Türkiye’nin son 10 yıllık demokrasi sürecini anlatacak bir Erdoğan filmi mutlaka çekilmeli. Türk yönetmenler darılmasınlar ancak bu filmin yönetmen koltuğuna mutlaka Steven Spielberg oturmalı ve hiçbir masraftan kaçınılmamalı.” Elif Çakır – Star gazetesi yazarı Not: Kendi gitti, adı kaldı yadigâr. Her sayımızda baş tacı ettiğimiz eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’siz buralar çok ıssız kalacak… mahalle baskısı “İdris benim çok eski arkadaşım. İmam Hatip okulundan sınıf arkadaşım aynı zamanda. Yani çalışkan, şey olarak öyle pek diplomaya doyan bir arkadaşımız da değil. Bu süreç içerisinde, tabii biz her şeyi değerlendiriyoruz, yani tek gönülle işe bakmıyoruz. Bu değerlendirmeler içerisinde de bütün bu bakışta, bu istişarelerimiz vesaire... Bu süreç içerisinde böyle bir değişimin, çünkü terör olayı bizim için çok önemli bir süreç. Bir de tabii İdris kardeşim aslında gözü kara bir kardeşimdir. Terör bölgesinde vesairede filan falan... Oralarda görünmesi, orada yaptığı görevleri vesairesiyle gözü kara bir arkadaşımızdır. Yani bu noktada herhangi bir sıkıntı söz konusu değil. Böyle bir değişimin olması ihtiyacı, yaptığımız bazı araştırmalar neticesinde doğduğundan, bu adımı atalım dedik. Hayırlısı olur inşallah.” Recep Tayyip Erdoğan – Başbakan “Heykel derken iğrenç şeylerden bahsediyorum. Mesela bir tanesi var ki, iğrenç kelimesinin çok hafif kalacağını düşünüyorum. Bu Michelangelo denilen zat, Floransa’nın göbeğindeki meydana Hz. Davut’un anadan üryan kocaman bir resmini çizmiş. Hem de sünnetsiz bir şekilde! Doğrusu kanıma dokundu. Bir peygamberin fotoğrafını çizmek zaten başlı başına bir meydan okumayken bir de sünnetsiz çıplak bir resmi dev bir şekilde meydana monte etmek de ayrıca insanlık dışı bir olaydır. İşte kimlerle bir araya gelmek için takla attığınızı görün istiyoruz.” Ramazan Düzen – Saadet Partisi Eğitim İşlerinden Sorumlu Antalya İl Başkan Yardımcısı 62 63 SERTAN ÖZER sertanabi3s@gmail.com SERTAN ABİ İLE SIK SORULMAYAN SORULAR İlk bir’im! Korkuyu Çinliler icat etmiştir. Uzaydan çıplak gözle görülebilecek büyüklükteki bu korku, günümüzde turistik amaçlı kullanılmakta ve yılda milyonlarca insanın akınına uğramaktadır. “Korku duygusunun “bulaşıcı” olduğunu söyleyen Uzman Psikolog” bana korkuyu kimin bulaştırdığını da söyler sanırım. Çocukluğuma dönelim… mahalle baskısı Çocukluğum sokaklarda geçti… Şanslıydım ki oyun oynamak için sokaklardaydım. Ben yukarı mahalledendim. Aşağı mahallede, karşı mahallede arkadaşlarım vardı. Bazen mahallede oynardık, bazen de “öteki” mahalleye giderdik. Öteki mahallelere gidince annem endişelenirdi. Annem zaten her zaman anneliğin zirvesindedir; mühendis olup işe başladığımda “Aman oğlum, elektrikle falan oynamayasın…” diye tembihleyecek kadar yüksektir anne kafası. 64 “Kaygı (endişe): Nedeni açık olmayan korku ya da giderilemeyen isteklerden doğan sıkıntı.” Çocuktuk, korkunun nedeni açıksa, korkardık. Mesela akşama kadar sokaklarda sürtüp, geç saatte kir pas içinde evin kapısına geldiğinde, zili nedeni açık bir korkuyla çalardın; anne terliği. Bizim zamanımızda henüz Kırım Kongo zararlı kenesi icat edilmemişti, çimlerde oynamaktan korkmamıza gerek yoktu. Kuş gribi daha keşfedilmemişti, tavuk yırtıcı bir kuş değilse de denk getirince yırtardı, ama biz tavuğun ölümcül grip bulaştıracağı gibi fantastik bir korkuya sahip değildik. Danaların delirecek düzeyde akıl sahibi olduklarından haberimiz yoktu, danayı kızdırınca biraz delirir gibi olurdu ama bu deliliğin virüse dönüşüp insanlığa zarar vermesi bilim kurgu filmlerinde bile olmazdı. Dondurucu Sibirya soğukları gelmiyordu, öldürücü Afrika sıcakları gelmiyordu, sokakta oyun devam ediyordu. Öteki mahalle henüz o kadar da ötekileşmemişti. Çocuk oyunda gerekti. Birkaç “apartman çocuğu” vardı, aileleri onları oyun için sokağa yollamaz, belirsiz bir şeylerden korumaya çalışırlardı. O gariplerim melul melul pencereden bakar, oyun oynamakta ne bilinmez tehlikeler olabileceğini kavrayamazlardı. Artık nedeni açık olan korkular var; bulaşıcı bir korku, nesilden nesle… Tam da o sıralarda tek kişilik elektronik oyun dünyasının kapısını araladı birileri, korkuyla başlayan bu apartman çocuğu pazarını geliştirmeye başladı birileri. İlk Atari çıktı. Sokaktaki çocuklar birer birer evlere ışınlandı. Elektronik oyunlar bir süre evlerde arkadaşlarla beraber oynandı, beraber derken biri oynadı, öbürleri sevindirik olup heyecanla baktı. Bisikletine bir tur binme devri bitti, oyununu bir el oynama devri başladı. İyi kötü bisiklet ediniliyordu benim çocukluğumda, ama elektronik oyun dünyasına girmek, yeni oyun edinmek herkesin harcı değildi, pahalıydı epeyce. Satın alacak kadar varlıklı olmayan çocukları geleceğe toplu taşımayla götürelim diye, Atari salonları açıldı, yeni bir sektör oluştu. Makineyi satın alamıyorsan kiralayabilirsin, hem oyun oynasın hem de Leasing öğrensin çocuklar. Hala da umut vardı birlikte oynamak için; “hadi, atari oynamaya” beraber gidilebiliyordu. Sonra Commodore64, Amiga derken bir dönem kapandı, yeni dönem başladı. Sonuçta artık çocuklar evdeydi. Çok şükür, günümüzde çocukların çoğu evinde güven ve yalnızlık içinde, oturduğu yerden dünyanın herhangi bir yerindeki başka bir çocukla kahramanca oyun oynayabiliyor. Öteki mahalle yok, ötekiler var. “Bugünlerin babası dövdü oğlum senin babanı” Bu sayının teması Oyun olunca, Kuvvet Yurdakul’un 2006 yılında Birgün Gazetesinde yayınlanmış olan köşe yazıları aklıma geldi. Karayazankara isimli köşe yazılarından, Biten şeyler; “Kumbara”, “Kahraman” ve “Sokak Oyunları” başlıklı üç yazısından birini paylaşmak istiyorum. Biten şeyler: SOKAK OYUNLARI Sokak oyunları ne güzel çocuğa örgütlenmeyi anlatıyordu. Belirlenmiş kurallar çerçevesinde bir gruba dâhil olmayı, arkadaşın için feda olabilmeyi, onu kurtarabilmeyi, birlikte sevinmeyi, birlikte hareket etmeyi, kocaman bir coşkuyu paylaşabilmeyi anlatıyordu. Herkes eşit başlıyordu. Kimse kimsenin kukalı saklambacını satmıyor. Hiçbir oyuncu bir gazoz uğruna bilerek yenilme teklifleriyle karşılaşmıyordu. Efendi gibi aldım verdim ben seni yendim. Onur’un annesi çağırıncaya kadar sportmence kıran kırana bir kukalı saklambaç mücadelesi. Kazanan takım birbirine sarıldığında aradan counter strike’ın en etkili mermisi geçmiyordu. Oyunlarını yitirmiş bir çocuk neye benzer? Bu ülkenin çocukları artık oyun oynamıyorlar bununla ilgilenen var mı? Binbir türlü yeşillik olsa gidip duvar önünde oturuyorlar, cep telefonlarını gösteriyorlar birbirlerine, mesaj gönderiyorlar, oyun denilince akıllara “Street Fighter” geliyor. Bilgisayar’dan başka oyun aracı bilmiyorlar. Oysa grup oyunları karşılık- lı ilişkileri çoğaltır, oynayanların oluşturduğu ortak ve kendiliğinden bir denetimi vardır. Kızmanın, üzülmenin, sevinmenin yani insana dair bütün duyguların başka insanlarla birlikte yaşanmasını sağlar. Sistem, yerleşik bir yalnızlık duygusunu çocuklardan başlatıyor... Tuhaf bir kopukluk yaşandı, aktarılamadı bu oyunlar... Bir mahallede kimse oynayabilecekleri bir grup oyunu bilmiyorsa çocuklar ne yapabilir ki... Öneriyorum: İlkokullara “Oyun” dersi konulsun. Sınavı, pekiyisi, geçeri, notları, veli toplantısı filan olmasın. Haftada iki saat ayrılsın, bahçede çocuklara oyunlar anlatılsın sonra beraber oynansın, öğretmenler de oynasın... Öyle değil mi? Kumbaralarımızı, kahramanlarımızı almakla kalmadılar binlerce yıldan beri sürmekte olan hepsi birbirinden yaratıcı güzelim oyunlarımızı da unutturdular işte. Arkadaşlık ilişkilerinin en canlı olduğu bu alanı bitirdiler. Herkes bu kocaman işgale ortak oldu. Bu “level” bir türlü geçilemedi. Hile yapıldı, ölümsüz olundu, mermisi tükenmedi silahların. Kaydettik ve uygun bir zamanda kaydettiğimiz yerden başladık. Bir programın içine mahkûm edildik. Herkes içerdeydi zaten. Bize armut denildi ve çıkmadık bir daha. Onur’un annesi huzura erdi... Kuvvet Yurdakul – Birgün gazetesi (2006) 65 Yemeli İçmeli Ankara Mekânlarında Akşam Gezmeleri 66 Hiç saklambaç oynadınız mı? Bir oyunda ebe oldunuz mu? Ben çok oynadım, saklambaç, yakan top, çelik çomak, neler neler… Bilgisayar oyunu pek bilmem, oynayamam da. Bir ara Sims diye bir oyun oynamaya çalışmıştım, bendeki karakterler sadece karşılıklı sallanıp duruyorlardı, ne yapmam gerektiğini bir türlü çözemedim. Öğrendiğim kadarıyla oynadığım karakteri sosyalleştirmem gerekiyormuş. İşte ne bileyim, iş buldurmak, para kazandırmak, ev tutturmak, evi döşettirmek, alışverişe götürüp bir şeyler satın aldırmak, bir kızla diyalog kurdurmak, komşulara börek çörek götürtmek falan. Arada ortaya bir kız çıkıyordu, bakıyordum kız öylece karşımda sallanıp duruyor, demek ki bende gönlü var diye doğrudan öpüyordum, o da bana kızıyordu, anladığım kadarıyla cebini doldur gel, evini doldur gel, elin de dolu gel demek istiyordu ve ben oyunda bir tür yanıyordum. E ne var, oyun bu, sosyalleşiyordum işte, acaba alışverişe gidip eve kanepe almıyorum diye mi kızıyordu bu yazılım kızı bana? Ne oyunu oynayabildim, ne yendim, ne yenildim, bir türlü sosyalleşemedim. Sokaktaki oyunları kimse bana para karşılığı satmaya çalışmamıştı. Saklambaç oynasam, bir insana dokunurdum, komşulardan ya da anneden börek, kek gelirdi sokağa, arkadaşlarımla yerdim, belki elimiz yağlanırdı, mikropsuz toprağa çimene ağaca silerdim elimi, Protex antibakteriyel sabun tarafından korunmasam da doğanın bir parçasıydım, herhangi tüccarlar tarafından korunmaya ihtiyacım yoktu. Çocukluğumuzda hep merak ettiğimiz ebemizinkini sonunda gördük, dünyamız aydınlandı. Ebe olmak ne ki, körebe olduk topyekûn. Allah Allah nidalarıyla muhteşem bir yüzyıla en az üç çocukla giriyoruz. Elim sende diyor ebemiz, ona göre… Yeni kahramanımız Avatar. eSKiyENi kabilesinin de birbirinden güzel Avatar adayları var artık ve giderek sayıları artıyor! Toprak, Güz, Mavisu, Rüzgâr, Ekin, Çınar, Kuzey, Asya, Defne Deniz, Zeynep, Atlas Aren, Ece Deniz ve bilemediklerim… Yenidoğanlar şimdilik osuruk büküyorlar, popişleri sağolsun. Büyüyenler; ne sorular, ne cevaplar büküyorlar, akıllarına bereket. eSKiyENi Bira Tapınağında eğitimini tamamlayan her Avatar adayının ilk içkisi, Güney Rakı Kabilesinden rakı bükücü Sertan Abi’nizdendir, bükülmüş anne-baba-eşe-dosta duyurulur. “Kimse benimle oynamıyor diye ağlayan çocuk! Sen büyü hele, bak ne oyunlar oynayacaklar seninle.” Cemal Süreya Gemisini yürüten, kaptandır... Böyle öğütlüyorlar çocuklara, işi bileceksin, işe gitmeyeceksin gibi. Yüzünden gülüş çalınır, haberin olmaz, ne acayip dünya. Olur mu, ne ayıp! İnsan kendi gemisini yürütür mü hiç? Hadi masadan çakmak yürütsen neyse, anlaşılabilir. Ben aslında acayip bir dünya özlüyorum, ama dünya da çok acayip zaten… Sorularınız için: sertanabi3s@gmail.com Bitmeyen bir aydı… Hukuku savunanlara tutuklamalar, bir katledilişin yıldönümü, ardından bir başka katledilişin yıldönümü ve aynı gün bir karar! Ocak ayı, kirli hırslarla kuralları zorla kabul ettirilmiş tuzaklı oyunlar koydu önümüze. Oyun kelimesinin hiç de zevkli olmayan diğer yüzüyle bir kez daha karşı karşıya geldik. Bu oyunda ne ebe, ne kaybeden, ne de oyuncuyuz. Ocak ayında yemek içmek boğazımıza düğümlendi, bu ay yemeden içmeden söz etmek içimize hiç sinmedi. Sayko oyununu (psycho mu desek acaba?) bilen bilir. Bilmeyen de belki bir gün ebelikten başlayarak oyunu öğrenecektir. Oyunu oynamak için daha önce hiç oynamamış ve kuralları bilmeyen biri ebe seçilir ve oyunu bilen diğer oyunculara sorular sorarak oyun mantığını çözmeye çalışır. Herkes bir yanındakinin yerine geçmiştir ve hiç kimse kendisi olarak cevaplamaz soruları. Oyunun kurallarını bulduğunda oyun biter. Bu oyunu yeniden oynamak için mutlaka daha önce hiç oynamamış ve kurallarını bilmeyen yeni oyuncular bulunmalıdır. Bulunduğunda oyun yeniden başlar. Ebe olanın binbir güçlükle, zaman zaman sıkılarak işin içinden çıkma çabası izlenir. Kazanan da kaybeden de oldukça ilkel bir tarafımıza ait olan oyun oynama, kazanma, mücadele etme gibi duygularını tatmin etmiş, eğlenmiştir. Zararsız bir oyun. Adı koyulmamış bir başka oyun... Zarar vermek bu oyunun ilk kuralı. Oyunun içine sürekli yeni birini dâhil etmeye çalışan oyun kurucular ve kural koyucular; bir yandan oyunu kendi lehlerine çevirecek yamaları yaparken, bir yandan da yeni girenlerin gittikçe büyüttüğü bir halka ile yeni oyunu başlatırlar... Sonunun baştan yazıldığını gösteren karar metninde Pınar Selek iki kez beraatın üzerine müebbede mahkûm edilir. Oyunun ne aktörü, ne ebesi, ne de kaybedeni olmayı kabul etmesek de hepimiz müebbedizdir artık… Kuru hissederken, kurunun yanında bile yanamayan yaşlar oluruz ve oyun evrile çevrile sürer… Her oyunu bozan, kendi kazanamayacağını anladığında kavga çıkaran, topunu alıp oyundan çıkan çocuklar büyümüş, masumiyetleri kaybolmuş ve kendi yönetebildikleri oyunların içinde, kendilerine benzemeyen, fikirlerini beğenmedikleri, dünyalarını sevmedikleri herkesin mahkûm edilebileceğine inanmış birer “görev adamına” dönüşmüştür. Bu oyun çocuklar için yazılmış bir oyun değildir. Toprağı keşfedip, yerleşip, çevresini çevirip, ‘bu benimdir’ diye başlayan oyunlar, diğerinin hayatını, fikirlerini, bedenini yok ederek devam ediyor. Bu böyle süredururken, bir hatırlatma düşmek gerekir; maddenin tabiatı gereği, her oyunun oyunbozanı da aynı oyunun içinden çıkar... Daha fazla sözü uzatmadan bitirmek gerek bu ayı ve bu yazıyı. Bu yazının konusunun Esat’taki Trio Meyhanesi olmasını isterdik. 30 yıla yakın zamandır eski ve yeni Ankaralıların çok bilinmeyen küçük meyhanesini anlatmak, mahalle meyhanelerinden bahsetmekti maksadımız. Edemedik. Yine de bir fırsatını bulursanız, bir-iki duble rakıyla bir akşam sohbeti için Trio’ya uğrayın deriz. Ne de olsa mahalle meyhaneleri güzeldir. ÖZLEM ERSAVAŞ – HASAN AKCAN ozlemersavas@gmail.com - akcanhasan@gmail.com mahalle baskısı SERTAN ÖZER sertanabi3s@gmail.com Gelelim sorulara... 67 ÖZGÜR ERSAVAŞ ersavasozgur@gmail.com RİTMİNİ KO NUŞ TUR mahalle baskısı Afyon Kocatepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı ritim grubu, geçtiğimiz ekim ayında Afyon’un kardeş şehri olan Almanya’nın Hamm şehrinde “Ritmini Konuştur” (Let Your Beat Speak) adıyla bir etkinlik düzenlendi. Bu etkinliğin ana teması “vücut perküsyonu” (body percussion) idi. Afyon’dan kalkıp Hamm şehrine giden ekibimizin heyecanı, endişesi, merakı ve ritme yolculuğu böylece başladı… 68 Hamm şehrinde kalacağımız yer, küçük bir ormanın tam ortasında bulunan büyük bir gölete bakıyordu. Çevresinde yürüyüş parkuru vardı. Bu alan, ruhsal bozuklukları bulunan hastaların tedavisi amacıyla da kullanılan, aynı zamanda isteyen herkesin gezip spor yapabileceği büyük bir parktı. Oldukça ilginç bir başlangıç yaptığımızı söyleyebilirim… O gün, Hamm şehrinde perküsyon ve ritim yapan Alman arkadaşlar da bize katılacak ve bir hafta boyunca birlikte çalışacaktık. Tabii, bir sorun olarak dil engelini nasıl aşacağımız bizi biraz düşündürüyordu. Neyse ki eğitim için Hamm şehrinde bulunan bir arkadaşımız tercümanlığımızı üstlenerek bize destek verdi. Oradaki arkadaşlarımızla ilk tanışmamız bir oyun şeklindeydi. Biraz kendimizden bahsettikten sonra ritimsel olarak bir vuruşa bir hece sığdıracak şekilde isimlerimizi ve yanımızda oturan arkadaşımızın ismini telaffuz ettik ve ritim başladı… Günün akşamı müziklerle, ritimle ve oyunlarla devam ederken, bu şehre gelme amacımız olan ortak gösteri için ciddi bir çalışma temposuyla hazırlanmaya başlamıştık… Gösteri enstrümanlarımız olan damacanalar, su boruları, atık malzemeler ve vücutlarımızı kullanarak ritim-perküsyon üzerinde çalışmaya devam ediyor, en baştaki endişelerimizi çoktan geride bırakmış olarak, farklı kültürden gelip ortak bir notada birleşebilmenin, aynı duyguları hissedip aynı dili konuşmanın çeşitli yolları olduğunu anlamanın mutluluğunu yaşıyorduk… Başlarda birbirinden çekinen yabancılarken, akşam ilerleyip oyun ve ritim sürdükçe birbirimize alıştık. Endişelerimizin yerini keyif ve müzik aldı. Sabah olduğunda Hamm şehrinin güzel yerlerinden biri olan “Kubus Sanat Evi”’ne gittik. Orada bize diğer ritimciler de (aslında ‘ritimci’ yerine, ‘body percussion’dan yola çıkarak ‘vücut perküsyoncuları’ daha doğru bir tanımlama olabilir) katıldı ve ekip büyüdükçe ortam daha da eğlenceli olmaya başladı. Ritim, bizim için sadece bir enstrüman aracılığıyla değil; ağaç parçaları, su damacanaları, plastik borular ve insan bedeniyle çalınan ortak bir dile dönüşmeye başladı. Çalışma aralarında Hamm kentinin güzelim sokaklarında gezip, susayınca bir barda meşhur Alman biralarının tadına bakmayı da unutmadık. Sokakları sürprizlerle dolu bu küçük şehirde, kitap paylaşımına dayanan ve aniden karşımıza çıkan 4-5 raflı sokak kütüphaneleri, tarihi kiliseyi, tren garını, hapishaneyi gezerken; bir köşe başında şehrin çocuklarının “hava soğudu, biz üşüyoruz, ağaçlar da üşür” diyerek bir etkinlik başlattığını, yetişkinlerin de onlara katılıp, örgüler örüp, patikler yapıp ağaçları giydirdiklerini gördük. Ağaçlar gövdelerindeki, dallarındaki rengârenk giysileri ve patikleriyle tüm şehrin oynadığı bu oyuna olanca neşeleriyle katılmış gibiydi… Gösterimize bir gün kala kısa bir gezi için Dortmunt’a doğru yola çıktık. Şehrin en büyük binası olan eski bira fabrikası karşıladı bizi. Tıpkı Hamm’da olduğu gibi Dortmund sokakları da yaşıyor, müzik sokaklardan eksik olmuyordu. Sokak müzisyenleri ile dolu kalabalık bir sokakta yürürken, kiminin sokağa kurduğu duvar piyanosuyla, kiminin keman ve gitarla çaldığı şarkılara eşlik ederek dolaştık sokaklarda... Yaklaşan gösteri zamanına kadar biraz daha çalışabilmek için Hamm’a döndüğümüzde gösteri afişlerinin asılmış, biletlerinin dağıtılmakta olduğunu gördük. Ve nihayet konser günümüz gelmişti. Tarifsiz bir heyecanla salona gidip son provaları aldık. Artık sahnedeydik… Birçok seyircinin başından sonuna kadar konsere eşlik etmesiyle koromuzu, ritmimizi büyüterek ve onları da aramıza katarak gösterimizi tamamladık… Ertesi gün, dönüş günüydü. Artık hepimiz aynı dili konuşuyor ve birbirinden çok uzaktaki bu şehirlerin ritmine eşlik edebiliyorduk… 69 O klip aslında yolda geçiyor. Evet, bir arabanın içinde geçiyor. Benim aklıma şey geldi. Bu Dandanadan zamanında “Kara Araba” için, bir tane sanırım fandı o, ve kendisi “Lost Highway” filminden görüntülerle youtube’a yüklemişti. İnsanlar önce onunla dinlediler. Evet, ondan sonra kendi videosu olmuştu o şarkının. Bilgi Üniversitesi ile birlikte bir şey yapmıştık. E, tabii hikâyeler birbirlerini tamamlıyorlar aslında. Yarın bir gün başka bir arabalı klip daha görebilirsiniz. mahalle baskısı Korhan Futacı ve Kara Orkestra 22 Ocak’ta eSKiyENi’de şahane bir konser verdi. Konser öncesi “40 kişi” ekibi Korhan Futacı ile söyleşi yaparak, canlı olarak Facebook ve Twitter üzerinden yayınladı. Buyurunuz, izleyicilerden gelen soruları da yanıtlayan Korhan Futacı söyleşisinden bir kesit. İzlemek isterseniz http://vimeo.com/58241550 adresinde de mevcut. 70 Bir soru var. Klasik sorulardan birisi aslında bu: “Yeni klip hangi şarkıya düşünülüyor ya da yeni klip düşünülüyor mu?” Yeni klip düşünülüyor. Henüz hangi şarkıya olacağını tam belirlemedik ama önümüzde birkaç alternatif var. Ya “Duvar” şarkısı olacak ya “Pavurya”ya çekilecek klip. Şimdilik ikisi arasında gidip geliyoruz. Yakın zamanda bir karar verip işe koyulacağız. Aslında youtube’a yüklediğiniz, kendi stüdyonuzda kaydettiğiniz kayıtlar mı onlar? Ev ortamında çekilKORHAN FUTACI ve KARA ORKESTRA miş bazı kayıtlar var. Onlar da klipten aşağı kalmıyor zaten hani. O çekimlerin hikâyesi? Bu bir “40 Kişi” işidir. İlk albümde aslında öyle bir şey yapmıştık. Albüm kaSunucu : Erdem Ceydilek yıtları esnasında Umut kamerasıyla oradaydı albümü Kamera : Kutay Yeşilöz zaten canlı kaydediyorduk, hücum kayıt yapıyorduk. O Kamera Asistanı : Maksut Uzun da kamerasıyla stüdyonun içine girdi ve o anda, o perReji : Emre Mineoğlu Yapım Asistanları : Aslı Zülal, Arzu Okur formansı çekti ve o video öyle oluştu. Daha sonra “Abrakadabra” şarkısına televizyon versiyonu dediğimiz, ayrı Yapım : Mavi Arı Media bir video daha yaptık. Onun için ayrı bir kayıt daha yaptık. Parçayı yeniden kaydettik, başka bir versiyon hazırladık. Biraz daha kısa bir versiyondu. Orada da daha böyle bildiğimiz klip kafasında bir şey hazırlamıştık. Ekşisözlük’te şöyle başlıklar vardır: “Yolda tek başına araba kullanırken dinlenmemesi gereken şarkılar.” O tarz bir kategoriye girebilir aslında. Kara Orkestra, karanlık olma isteği. Bunda saksafonun belli bir yeri var ama sözlerin de belli bir yeri var. Sözler ve melodi, notalar o ikisini karşılaştırdığımız zaman hangisi önce geliyor bu üretim sürecinde. Şarkıları yaratırken hangisi önce geldi? Aslında eş zamanlı oluyor. Yazdığım sözün melodisi aslında bir noktada kendini çağırıyor gibi oluyor. Bazen de bir melodi çıkıyor ortaya ona bir söz yazıyorum ve o sözü melodinin formuna oturtmaya çalışıyorum. Bazen yazdığım söze bir melodi yazıyorum, çıkan melodiden sonra sözde birtakım değişiklikler yapıyorum. Bu aslında böyle birbirinden ayıramadığınız bir süreç gibi. İkisi birbirine son derece bağlı. Şöyle bir soru gelmiş: “Kara Orkestra çok güzel ama Dandanadan ve Tambura’yı da yeniden sahnede dinlemek istiyorum”. Böyle bir şey olası mı? Ara ara da olsa... Yani şimdi ara ara da olsa öyle bir şey sahneye yeniden koymak, aslında zaman açısından çok kolay değil. Hepimizin koşturmaları var. Varolan projeleri sürdürmeye çalışıyoruz. Öyle bir noktada da iyi bir konser ortaya çıkartacak kadar bir repertuarı bir araya getirmek, çalışmak kolay bir iş değil. Bakalım yani zaman ne gösterir. Belki ileride olur öyle bir şey belki olmaz. Şu anda böyle ilerliyoruz. Cover meselesine gelelim. Sizin müziğinizin kalitesi ve altyapısıyla birçok insanın tanışması, “Ben Sana Vurgum” şarkısıyla oldu. Onun hikâyesi? Neden o şarkıyı seçtiniz cover yapmak için? O şarkı aslında benim çocukluktan beri çok sevdiğim bir şarkı.Ne zaman dinlesem keyif aldığım bir şarkıdır. Seneler sonra tekrar karşıma çıkmıştı bir durumda. Bu şarkıyı ben söyleyebilirim diye düşündüm. İçselleştirebildim. Fakat ilk onun bir demosunu kaydetmiştik atölyede. Ondan sonra biz onu rafa kaldırdık. Kara Orkestra ile birkaç defa çaldık kendi aramızda. Sahnede bir iki defa çaldık. Daha sonra Akustikhane programına katıldık. Orada bizden mutlaka bir cover parça, bir yorum istediler. Biz de aslında çok çalma taraftarı değildik, herhangi bir cover parça ama yoğun istek üzerine o parçayı çaldık. Ondan sonra, o program sonucunda çok fazla ilgi gördü o parça, orada yayınlandıktan sonra. Biz de o sırada albümü bitirmiştik. Paketlenmişti albüm, her şeyle hazır bekliyordu. O parça işin içine girdikten sonra plak şirketimiz de “Bence bu parçayı bu albüme koyun” dedi. Biz de zaten bir kere artık o parçayı söylemişiz ve yayınlamış ve insanlar artık biliyordu. Tamam o zaman buna yeni bir kayıt yapalım ve bu parçayı yayınlayalım dedik. Daha sonra işte Midas Stüdyoları’nda canlı bir performans gerçekleştirdik, aynı zamanda orada video klibi de çekildi. Öylece albüme girmiş oldu. 71 mahalle baskısı Aslında önceki avazavazblog’da yaptığınız röportajınızda televizyonun artık miadının dolduğunu ve müziğin belli kitlelere ulaşmasında farklı mecraların açılacağından bahsediyorsunuz ve burada internetin etkisi bu şarkıda aslında gösterdi kendisini. Takip edebildiğimiz kadarıyla çok yüksek sayıda paylaşıldı. Youtube izlenme oranları… Sizi tanıtması açısından da keşke “Kara Araba”yla ya da keşke “Pavurya”yla bu patlama yaşansaydı ama… Aslında bilmiyorum bana çok da öyle gelmiyor. Yani o şarkı olsa da olurdu, olmasa da olurdu. Muhakkak ki faydası oldu. Bugüne kadar en çok izlenen videomuz oldu sonuçta. 72 Aslında son zamanlara kadar İstanbul merkezli, “Cenaze” şarkısının nasıl bir etkiyle ortaya çıktığınızı sormuş bir izleyi- İstanbul’dan çıkmayan, Peyote tayfasına hitap eden, o samimi kitleye hitap eden bir gruptunuz. Son zaci? “Cenaze” aslen çok eskiden beri bizim- manlarda Ankara’yı da eklediniz. le gelen bir parçaydı. Tambura’da hat- Ankara’yı evet ekledik güzel şekilde. Ankara’da olmak ta onun öncesinde Naapjazz diye baş- çok keyifli. İyi bir seyirci var. Dinamik bir seyirci var. Tepki gösteriyorlar, tepki veriyorlar, sahnede olup biten ka bir grubumuz vardı bizim, liseden şeylere, bu çok keyifli bir şey. İlgi de yoğun. O yüzden arkadaşlarımla beraber kurduğum bir Ankara’da olmak çok keyifli. gruptu bu. Ta o gruptan beri gelen bir şarkıydı, melodiydi aslında. Daha sonra Tambura döneminde biraz daha belirginleşmeye başladı formu. Grupta Ankaralı var mı? Ankara’dan yetişmiş? Görkem var. Görkem Ankara’dan yetişmiş bir arkadaşıKonserlerde falan çalıyorduk ama mız. Gökhan da Ankaralı sayılır aslında. Gökhan Şahinİngilizce sözlüydü. Özlem’le beraber kaya, Görkem Karabudak. ona bir söz yazmıştık. Daha sonra ben sözlerini, yani o İngilizce versiyonu değil de, tamamen başka bir hikâye Aslında bize belki de inandırılmış bir yalan bu: olarak Türkçeye çevirdim. Türkçeleş- “Çoğu güzel rock grubu, çoğu güzel alternatif grup tirdik. Daha sonra da Dandanadan’ın Ankara’dan çıkmıştır” diye. Biz arkadaş ortamlarında albümüne girdi o parça. Senelerdir bi- İstanbullulara karşı kendimizi överiz. İstanbul’dan zimle beraber gelen bir parça aslında. bakınca Ankara müziği, Ankara’nın mekânları, müziHikâyesi de aslında parça anlatıyor kal oluşumlar nasıl gözüküyor? kendi hikâyesini. O yüzden öyle belirValla, iyi gözüküyor; çünkü böyle bir şeyden bahsedebiligin birine ya da bir konuya yazılmış yoruz. Ankara’dan çıkan bir müzik dalgası olduğunu bilibir şarkı değil. Ölümle ilgili bir şarkı. yoruz. Ankaralıların birbirlerine bağlılığı da çok kuvvetli aslında. O da benim çok hoşuma gidiyor. İstanbul’da İzmir’e gelmez misiniz? Bursa’ya çok olmayan bir şey. Ne bileyim işte, İstanbul’dan da gelmez misiniz? hep beraber, atıyorum, New York’a gitsek belki orada hepimiz de birbirimize bağlanırız. Ankaralıların birçoğu Geliriz tabii, niye gelmeyelim. Bu tip İstanbul’a geliyorlar ve İstanbul’da birbirlerini iyi kollukonular çok bizim isteğimizle alakalı olmuyor. Biz tabii ki isteriz. Biz çağır- yorlar. Birbirlerine sahip çıkıyorlar. İlişkilerini kuvvetli tutuyorlar, bu bence çok hoş bir şey. Bu hem müzikal dıkları her yerde çalıyoruz. O yüzden karşı taraftan bir talep olması gereki- anlamda hem dostluk anlamında hem insani anlamda saygı gösterilmesi gereken bir şey. yor ki o şehirlere gidelim. Yurtdışıyla yürütülen belli projeler var galiba. Bunların sonuçlanması planlar dâhilinde mi? Neler planlanıyor ya da? Yurtdışında satışların yapılması? Ben tam hâkim değilim bu konuya. Tabii ki yurtdışında birtakım yerlerde çalma şansını elde ediyoruz. Birtakım festivallerde. Hem Kara Orkestra projesiyle hem başka alternatif biraz dahaavangart müzik projeleriyle. O tip şeylere, biliyorsun, Avrupalılar biraz daha sıcak bakıyorlar ve daha büyük ilgi gösteriyorlar bizim ülkemizde olduğundan. Devam edeceğiz buna. Bir ayağımızın da oralarda olmasını istiyoruz. Bunda müziğinizin -o ikilemi kurmak istersek hani doğru bir ikilem değil ama- Batılı olması mı yoksa biraz da Doğu’dan içerikler içermesi mi sizce daha çekici kılıyor sizi? İşte ikisi birden aslında. Hem kendilerinden bir şey bulabiliyorlar hem de bizden bir şey bulabiliyorlar bu müziğin içinde. O da onlara enteresan geliyor aslında. Yani anlayabildikleri bir dilde, onlara buranın hikâyesini anlatıyoruz aslında müzikal olarak. O yüzden de ilgi gösteriyorlar aslında. Müzik hakikaten evrensel bir şey. Sonuçta, dilin önemi yok bir yandan da. Biz Türkçe sözlü yapıyoruz ama çok içten bir şekilde anlatınca karşı tarafın aklına kazınıyor o anlatılan, söylenen şeyler. Ankara’yı konuştuk aslında, İstanbul ayağı nasıl bu işin, İstanbullu dinleyici? Sizin yani o kentle ve mekânla ilişkiniz grup olarak ne derece var? Var mı? Muhakkak ki İstanbul’un kendine has bir aurası var. Ondan beslenmemek, etkilenmemek de mümkün değil. Kocaman bir şehir. Karmakarışık, her yerden insanlar. Uçsuz bucaksız bir şehir âdeta, bitmiyor.O şehrin içinde de kendinize ait bir kitle edinebildiyseniz ne mutlu size. O kitleyle buluşmak için bir çok mekân var. Oralarda bir araya geliyoruz, çalıyoruz. Bir yandan sanat ortamı güzel, keyifli. Çok insan var bu işlerle uğraşan, fikir alışverişleri, dostluklar…En azından bizim jenerasyonumuzda herkes birbirine destek olmaya çalışıyor. Bu da çok hoş bir şey bence. Çok kuvvetli bir şey çıkartıyor. Ve umarım insanlar ileride bu jenerasyondan bahsederler. İstanbul’daki,Türkiye’deki müziğe az da olsa bir şey katabildiysek, katabiliyorsak ne mutlu bize. Önümüzdeki dönemde konser planı var mı? Var. İstanbul’da mı hepsi? 13 Şubat’ta İstanbul’da Çevre Tiyatroları, Semaver Kumpanya’nın sahnesinde olacağız. Orası için hatta özel bir hazırlık yapıyoruz. Buradan duyuralım onu. Tam tarihleri bilemiyorum ama 21’inde sanırım bir İstanbul konserimiz, bir de Eskişehir konserimiz var. Sonra tekrar bir İstanbul konserimiz olacak ama ben tarihleri şu anda tam net bilemiyorum. Ama önümüzdeki ay içerisinde 3-4 tane daha performansımız olacak. Bu “kara olma”, “karanlık olma” hissiyatı onunla ilgili kafanızda şekillenen hissiyat nedir? Aslında “Kara”yı “karanlık” olarak hiç düşünmedim. Bu ismi koyarken de hiç öyle bir his yoktu içimde açıkçası. Yani karanlık olmak, umutsuz, ışıksız, anlamına gelmiyor benim için. “Kara” daha çok belirsiz ve gizli manasında da kullanılan bir kelime olduğu için. Aslında çok enteresan bir kelime benim için. Türkçede bu tip kelimler var. Kara da onlardan bir tanesi siyah anlamına gelmiyor zaten, kesinlikle. Renk değil aslında kara. Bir hâl, bilinmezlik hâlini temsil ediyor. Aslında onunla alakalı konmuş bir isim. Bugünkü konserle ilgili söylemek istediğiniz bir şey? - Burası çok güzel bir yer, eSKiyENi çok hoşumuza gitti. Umarım iyi bir konser olur. Enerjisi yüksek olur. Seyircinin enerjisi yüksek olur, bizim de yüksek olur. Karşılıklı söyle bir çarpışırız. Sonra hep beraber yükseliriz. Gayet keyifli olacağa benziyor bu akşam. Çok teşekkür ederiz. Çok sağol. * Videodan deşifre: Saygın Sarbay 73 TUNCA ARICAN tuncaarican@gmail.com Pisuarımın Köşesi Pek Yok Düğünün Neşesi! Bir arkadaşımızın yaz gecesindeki düğününde, masa altından votka içmek zorunda bırakılıyorsak, zaman artık bildiğimiz zaman değildir. Hele ki nikâh masasına oturmuş arkadaşımız, okul yıllarını masaların üzerinde, elinde tekilayla dans ederek geçirmiş birisiyse durum daha da anlaşılması güç bir hâl alacaktır. Tek başına düğün, her memlekette, ülkede, kültürde kendine has bir patikayı izleyen zaten çok karmaşık olan bir etkinlik. Kimi yerde bir karnaval havasında, kimisinde ise çocuğuna yuva bulamamışların geçici oyun bahçesidir. Fakat önünde sonunda elde kalan, bir gecelik pahalı, “namus kadar ak” çaput, kuyruğu pisliğe bulaşmış; diğer tarafta her daim ciddi ve eril ortamların siyahî kürkü –yersen-. Düğün yerine yalnızca yedi-dokuz dakika süren nikâh merasimleri gibi parlak fikirler sunulsa da düğün mafyası acımadan her daim iş başındadır. Çaputundan fotoğrafçısına tam teşekküllü bu örgütlü grup her tür yöntemle aklınızı almayı başarır. mahalle baskısı Düğün gecelerinde neler olur, neler biter diye gözlemlemeye başladığımda kendimi Kamber gibi hissetmeye başlarım; neye hizmet ettiğimi bilirim ve artık gecenin karanlığını beklemeye koyulurum: 74 Düğünün vuku bulduğu mekânın dans için ayrılmış bölgesinde tekmelenmeyi ya da patlatılmayı bekleyen plastik balonları gördüğümde aklım bir an için durur. Sinsice her birini patlatmalı mı, yoksa bin yıl sonraki diğer düğünlere kalmalarını mı sağlamalı? Hızlı hamlelerle, balonların bir kısmıyla hemhal olup, birkaçıyla oynaşırım. Gelinliğin kuyruğuna basmadan atik hareketlerle pisti bir uçtan bir uca kat ederim. Aynı esna- da, sönen ışıkların, ateş fışkırtan maytapların arasından herhangi katının herhangi diliminden yememem gerektiğini iyi bildiğim apartman kılıklı düğün pastası kendini gösterir. Kafa başına düşen alkol miktarının azlığından ötürü yeteri kadar içememiş olduğumdan çişim henüz gelmemiş, bir süre daha rahat olmanın verdiği dinginlikle de, döner bıçağıyla pastayı kesen şahsiyeti tüm ayıklığım ve alıklığımla izlemeye koyulurum. Hemen ardından düğünün orji kısmının başlayacağını da iyi bilirim. “O şeker hamuruyla sıvanmış pastayla ne de güzel savaş yapılırdı” diye düşünmeyi kısa kesip, orjiye yakalanmadan, dans pistinden hızlıca geçerek sonunda teşrif etmiş çişimi yapmaya giderim. Tuvaletlerin konumuna göre “synth-oynak” müziğin sesi tuhaf bir yankı ile pisuarıma çarpar. Yerime dönmek için oynak pistini geçtikten sonra, bilmem kaç kişilik yuvarlak masanın bir köşesinde oturan, bilmem kaç yıldır görmediğim ahbabımın beden diliyle beni dans etmeye çağırmasıyla bir an duraksarım. Bekâr olan arkadaşımın, aklından kendi düğününün diğerlerinden farklı ola- cağını mı geçirdiğini düşünürüm. Bir anda karışan pistin kargaşasından uzak durmayı her daim başarırım. Yılların metalcisi olduğumdan “moshpit”ten nasıl hızlıca kaçılır iyi biliyorum. Zira kaçamadığım bir metal konserindeki “arbede” yüce ve görkemli burnumun sağ duvarında ince bir sızı ama bolca kan bırakmıştı. Neyse ki siyahtı çaputum, namussuzca da içmekten asgariydi acım. Sigara içmeme rağmen, kendime kızdığım, bulunmak duygusallığında bulunduğum düğün gecelerinden ve kalabalıklardan sıvışmak için bana zaman aralığı tanıdığından sigara yasağını gönülden destekliyorum. Bütün gece koca makineleriyle fotoğraf çeken o “ciddi” adamların da işi zor, benim de işim zor onlarla. Burnumun ucunda sürekli flaş patlatan bu adamların gecenin herhangi bir yerinde renkli kâğıtlarla, özellikle de en çok rahatladığım helâların önünde “bak seni görüntüledim, bunu satın almalısın” hâlleri beni çileden çıkartıyor. Bırakın onları satın almayı, benzin döküp yakmayı tercih edecek denli içimi kaldırıyorlar. Tüm bu gece- yi videoya kaydedenleri ise saymıyorum çünkü o denli köklü ve derin bir “sinema bilgisini” haiz değilim! Sıra, evlenen arkadaşımın masaları tek tek dolaşıp tebrikleri, ahlaki-manevi destekleri kabul etmesine gelince gece daha bir şenleniyor. LCD televizyon almalarına destek olacak, almayı “ihmal ettiğim” çeyrek altın yerine cüzdanımdaki prezervatifi gelinin kesesine atmamak için kendimi zor tutuyorum. Karşıma gelin ve damat geçtiğinde, içimden “bu gece o kadar yorulduktan sonra zor sevişirsiniz” düşüncesi geçiveriyor. Tebrikleri hızlı bir şekilde geçiştirdikten sonra köşeme dönüyorum. Kendime de kızıyorum tabii: “Keşke gelinin kesesine prezervatif ataydım da en azından çocuk yapmalarına milimetrik bir duvar çekeydim”. Zira kürtaj da mesele bu memlekette, artan nüfus da… Sona yaklaştıkça sakinlik ruhuma çökecek diye beklerken öfkem daha da kabarıyor. Sonunda çocuklar pisti terk etti. Bir kısmı ya gitti ya da birleştirilmiş sandalyelerde sızdı. Ama kalabalık düğün gecesinin arta kalan balon ve yanan mumları çok daha sinir bozucu olmaya başlıyor. Yuvarlak masanın üzerinde duran yapay çiçeğin arkasındaki arkadaşımın kendi düğününü bununla karşılaştırdığını işitince iyice dellenip yola koyulmak için kalkıyorum. “Darısı başına” lafını eden annelerin, babaların, dayıların, teyzelerin, amcaların can sıkıcı hâllerini de atlattıktan sonra gecenin “ahlaklı” kısmı bitiyor. Kendi geceme başlamadan önce, tüm itliğimle düğün sahiplerin yüzlerine gülüp mekândan çıktıktan sonra CD çalarlı arabama biniyorum. Neyse ki parmağımın ucunda müzik var ve başlıyor çalmaya: Kudret Kurtçebe, “Çocuk”... 75 PROFESYONEL mahalle baskısı İLKER YAVUZ ilkeryavuz1970@gmail.com Varoluş (1999) 76 Çağdaş sinemanın kendine özgü, ticari sinemanın dışında dursa da starların çalışmaya can attığı senarist yönetmeni David Cronenberg’in içine kariyerinin başından beri ilgisini çeken cinsellik, beden, organik olanla olmayanın biraraya gelmesi gibi temaları yerleştirdiği ve filme de ismini veren sanal gerçeklik oyununu konu alan filmi, ustanın sineması içinde biraz geri planda kalmış gibi görünse de, özellikle internet üzerinden oynanan oyunların giderek yaygınlaştığı, sosyalleşmenin de sosyal ağlar üzerinden gerçekleştiği günümüzde bir kez daha keşfedilmeyi hak ediyor. eXistenZ aynı zamanda Cronenberg’in fantastik sinemayla olan son ilişkisi, neredeyse yönetmenin bir dönemini kapatan film. Aynı zamanda tek bir seks sahnesi içermeden seks üzerine bir film nasıl yapılır iddiası üzerine de bir film (ya da bende bir sorun var, filmdeki sahneleri hayra yordum). Oyun dünyasının dâhi tasarımcısı Allegra Geller’ın son oyunu eXistenZ, küçük bir kilisede, bizzat yaratıcısının katılımıyla tanıtılacaktır. Bu çok oyunculu, oynayanların oyunda başka karakterlere büründüğü oyunun en önemli farkı oyun konsollarının organik (dokunmaya, daha doğrusu okşamaya karşı duyarlı, kasılıp gevşeyen) görünümlü olup, doğrudan oyuncuların omurgalarına önceden açılmış girişlere göbek kordonunu andıran kablolarla bağlanmasıdır. Allegra ve seçilmiş 12 oyuncu oyunu yüklemeye çalışırken, güvenlik önlemlerine rağmen, oyun fanatiklerinden biri (ki aslında oyun karşıtı, kendilerine “gerçekçiler” diyen bir grubun üyesidir) kendi konsolunun içine gizlediği garip görünüşlü bir silahla Allegra’yı vurur. Ortalık karışınca oyunun yapımcısı Antenna şirketinin yöneticisi de pazarlama asistanı Ted’e Allegra’yı dışarı çıkarıp başına bir şey gelmemesini sağlaması ve bunu yaparken de kimselere güvenmemesi görevini verir. Yolda durup Allegra’nın omzundaki kurşunu çıkardıklarında merminin insan dişi olduğunu görürler. Kemikten yapılmış silahın şarjörü de dişlerle doludur. Bu sayede dedektöre takılmamıştır. Kapağı attıkları motel odasında Allegra poduyla oynar (neredeyse her canı sıkılan internet bağımlısının yaptığı, sıkılınca ekran başına geçmekten kendini alamamak gibi) ama Allegra’nın bebeğim diye hitap ettiği podunun saldırıdan etkilenip etkilenmediği öğrenmenin tek yolu bir “müttefikle” oyun oynamaktır. Ted ise oyun sektöründe çalışmasına rağmen daha önce hiç oyun oynamamış; dahası vücuduna girilmesi düşüncesinden dehşete düştüğünden henüz omurgasına bir giriş bile açtırmamıştır (burada da bir gönderme var gibi).Koruma görevini ciddiye alan Ted de bir benzin istasyonu işleten oyun fanatiği ve Allegra hayranı Gas’in kendisine bu operasyonu yapmasına razı olur. Oyun daha yüklenmeden konsolun devreleri yanar. Kimselere güvenmeme kuralına uymadıklarından Gas’in sabotajına maruz kalmışlardır. Allegra’nın ölüsüne 5 milyon dolar ödül konmuştur. Ted, Gas’in onu deldiği aletle Allegra’yı öldürmek üzere olan Gas’i öldürür. Artık Allegra’nın “güvenebileceği” tek kişiye sığınma zamanı gelmiştir. Antenna hesabına çalışan bilim insanı Kiri, Ted’in enfeksiyon kapmış girişini değiştirip et ve kandan mamul konsolu da ameliyatla kurtarır. Oyun konsolu aslında mutasyon geçirmiş bir amfibi hayvana sentetik DNA yerleştirilmesinden elde edilmektedir. Enerji kaynağı da bağlandığı insanın bedenidir. Artık oyun ve sanal gerçeklik zamanı gelmiştir. Allegra parmağını ıslatıp kayganlaştırdığı girişe kabloyu yerleştirir (hastalıklı zihnim bana oyunlar oynuyor). Her oyunun kuralı ve bir amacı vardır, eXistenZ’i neden oynadığını bulmak için eXistenZ’i oynamak gerekir. Oyunda seviye atlamak için gerçek yaşamdaki dürtülerle, korkularla başa çıkmak; karşılaşılan karakterlere doğru cümleler kurmak gerekir. Oyunun içinde gerçeklik duygusunu yitiren Ted oyunu bir süreliğine duraklatır ama gerçek hayat da o kadar gerçek değildir artık (hani oyunun zıddı ciddiyet / gerçeklikti). Bir sonraki seviyede ne olacağını merak etmedikten sonra gerçekliğin vereceği ne kalır ki? Oyun işte bu yüzden oynanır; gerçeklik sıkıcıdır. Üstelik oyun gerçekten daha gerçek olabilir. Bir de oyunun kuralları önemlidir. eXistenZ’in kuralı: Hiç kimseye güvenme! Cronenberg, merak duygusunu sürekli körükleyip oyunun içine izleyiciyi de çekerken (oyunun bir özelliği de oyuncuyla beraber izleyene de keyif vermesi değil midir?) filmin son yarım saatinde izleyiciyi art arda ters köşeye yatırıp oyunu sıkı bir finalle bitiriyor. İşte böyle başladı ve süregeldi duayen yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun hikâyeleri… Bu kez de Sırp yazar Duşan Kovaçeviç’in yazdığı ”Profesyonel” adlı oyunu anlattı bizlere, kendi rejisindeki yorumuyla… Biz de onun anlattığı hikâyeyi can kulağıyla dinledik. 2010 yılında Afife Jale Tiyatro Ödülleri’nde Bülent Emin Yarar’a “Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu”, Tiyatro Dergisi Ödülleri’nde Yetkin Dikinciler’e “Yılın Erkek Oyuncusu” ödülünü kazandıran, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği ”Profesyonel”, Ankara turnelerinde de defalarca kapalı gişe oynadı. Başar Sabuncu ve Bilge Emin’in dilimize çevirdiği ”Profesyonel”in diğer oyuncuları, aynı zamanda oyunun yönetmen yardımcısı olan Gülen Çehreli ve oyunun müziklerini besteleyen Cenap Oğuz’du. Seyirciler tarafından büyük ilgi ve hayranlıkla izlenen oyun dakikalarca ayakta alkışlandı. Bir gün hiç tanımadığınız bir adam elinde bir evrak çantası ve kocaman bir bavulla size geçmişinizi getiriyor. Siz bir yandan geçmişinizle yüzleşirken bir yandan da hayatın koşuşturması içinde sizin kaçırdığınız ama o’nun en ince ayrıntısına kadar bildiği olayları öğreniyorsunuz. Tito dönemi Yugoslavya’sında rejim karşıtı olarak damgalanan fakat rejim değişince, yani Tito sonrası Yugoslavya’sında özel görevlere getirilen yazarlardan biri olan Duşan Kovaçeviç, ‘’Profesyonel’’ oyununu büyükelçilik görevi esnasında yazmış. Sırp yazar Duşan Kovaçeviç, ”Profesyonel” ile döneme ve sisteme ait eleştiriler getirirken, aynı zamanda bugünün Türkiye’sine ve dünyanın toplumsal konjonktürüne göndermelerle sorgulamalar yaparak, devlet-aydın ilişkisinde entelektüellerin rolüne ve bireyin yalnızlığına değiniyor. Usta yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun oyun kitapçığındaki `isyanı` şöyle: ”Değişmemekte ısrar eden dünyayı değiştirmek istiyorum. Katkıda bulunmak istiyorum. Çalışıyorum. Haykırıyorum. Yarı aydınların, yarım(!) sanatçıların kullanılmalarından, kendi kendilerini kullandırtmalarından bıktım... Hüzünlüyüm. İsyan ediyorum. Teya gibi... Luka Laban gibi...” BURCU ADA SOYSOP Burcuburcu3@hotmail.com eXistenZ “Benim mesleğim başkalarına hikâyeler anlatmak. Bu hikayeleri ille de anlatmalıyım. Anlatmadan yapamam! Birilerinin hikayelerini diğerlerine anlatırım. Bazen de kendi hikayelerimi, kendi kendime ya da başkalarına anlatırım. Bu hikâyeleri insanların da bulunduğu ahşap bir sahne üzerinde bir takım eşyaların ve ışıkların ortasında anlatırım. Ahşap bir sahne olmasaydı, yerde, herhangi bir meydanda, bir sokak köşesinde ya da bir balkondan, bir pencerenin arkasından anlatırdım. Yanımda insanlar olmasaydı, tahta parçalarıyla, kumaş parçalarıyla, kesilmiş bir kâğıtla, tenekeyle ya da dünyanın bana sunduğu herhangi bir şeyle anlatırdım. Şayet hiçbir şey olmasaydı, yüksek sesle konuşarak anlatırdım. Sesim olmasaydı, ellerimle, parmaklarımla konuşurdum. Ellerim, parmaklarım olmasaydı, vücudumun geri kalan bölümleriyle anlatırdım. Sessizce anlatırdım, kıpırdamadan anlatırdım. Ne yapar ne eder anlatırdım, çünkü benim için önemli olan, bir şeyleri anlatmak beni dinleyenlere. Bundan ötesinin hiçbir anlam ifade etmediğini anlamıyor musunuz? Beni dinleyin yeter!” Işıl Kasapoğlu Tek perdelik bir sorgulamada aynı anda birden çok meseleye dokunan, usta oyunculuklar sayesinde iki saatin bir çırpıda geçip gitmesiyle noktalanan oyun, bu işten alnının akıyla profesyonelce sıyrılmış. Son sözü Duşan Kovaçeviç’e bırakalım ve yazımızı ”PROFESYONEL” oyunundan aldığımız bir kaç cümleyle bitirelim istiyorum. “Gündüze özgü aydınlıktan bahseden bütün selamlaşmaları kaldıralım. Gün ortasında bile gece selamı verelim. Aydınlığa kavuşana kadar da böyle davranmakla yetinelim.” 77 mahalle baskısı Söyleşi: CIHAN TEKİN parantezicihayatlar@gmail.com ile HER TELDEN 78 Hediye Güven’in 2009 yılından bu yana Beyoğlu Hayal Kahvesi’nde sahne aldığı, Avustralya’da gösteri sanatları okuduğu, orada türkü söylerken keşfedildiği, müzisyenliğin yanı sıra İngilizce öğretmenliği yaptığı ve Kasım 2012’de “Yengeç” isimli albümü ile inanılmaz sesini hayatıma dâhil ettiği aklıma ilk gelen bilgiler arasında... Emin olduğum şey ise önümüzdeki kısa süreçte adını daha çok duyacağınız, dinleyip müptelası olacağınız, bir başlayıp bırakamayacağınız sesi bu söyleşi ile daha yakından tanıyacağınız... Selamlar... ODTÜ’de İngilizce öğretmenliği eğitimi ve Avustralya’da gösteri sanatları eğitimi aldın. Sahneye olan yolculuğun bu süreçte nasıl gerçekleşti? ODTÜ’deki eğitimim ile Avustralya’daki caz ve şan eğitimim zaten aslında sahneyle iç içe geçti. Öğrendiklerimizin uygulamasına yönelik konserlerimiz ve hazırlıklarla geçen bu 6 yıl sonrasında İstanbul’a gelip yerleştiğimde kimseyi tanımıyordum ve bir an önce bir grup kurup ya da bir grubun solisti olup sahneye çıkmak, şarkı söylemek istiyordum ama buna tam olarak nereden başlayabileceğimi de bilemiyordum. Biraz içime kapanıp depresif geçirdiğim bir dönemden sonra ağır bir hastalık geçirdim ve kıl payı ölümden dönüp kendime gelince artık sadece sevdiğim her neyse onu her şekilde utanmadan kovalama cesareti geldi. Bir ilan yazdım: “Basçı, davulcu, gitarist ve klavyeci arıyorum” diye. Onu Beyoğlu’nda bir yere astım. İnsanlar güldüler, “Böyle ilan mı olur?” diye. Önemli değildi. Önemli olan müzik yapacağım, beraber çalışmaya uygun olan insanları seçebilmekti. İlk olarak bas gitaristimle tanışmış oldum. O, bize ilk gitaristimi getirdi. O gitarist ilk davulcumla tanıştırdı beni ve böylelikle ilk grubum “CelFish”i kurmuş olduk. Sesime uygun, cover’lamak isteyeceğimiz şarkılar seçtik ve onlara çalıştık ama çok fazla sahne almadık. Daha çok zamanımız provalar ve haytalıkla geçti. Zamanla elemanların yerini başkaları almaya başladı, daha farklı bir playlist ve bir sound oturttuğumuzu hissettiğimiz anda ikinci grubum “Playground”ın adını koyduk. İki ay sonra ilk yazdığım şarkılarla Playground Roxy Müzik Günleri`nin 2002 birincisi olduk ama ödül olan albüm yapma sözü tutulmadı. Playground JazzCafe`de, Buddha Bar’da epey sahne aldı fakat albüm yapma konusunda asla hırslı olmadık ve çalışmalarımız yıllar içinde yavaşladı. Grup elemanları başka projelere yöneldiler. Bu durumdan hoşnut olmayan ben ve bas gitaristim Burçak Kayacan, şarkılarımı benim adıma seslendirmeye karar verdik ve yeni bir oluşuma yöneldik, 2009 senesi civarında. Çok ciddi bir hazırlık sürecinden sonra da sahnelere daha aktif olarak döndüm. Peki, sahneden “Yengeç” albümüne olan süreç? “Yengeç”teki 10 şarkının dokuzu zaten o yıllar içerisinde yazdığım şarkılardı ve Hediye Güven Band’i çalıştırırken şarkılar iyice kendi kimliklerini ortaya koymaya başladılar. Burçak ve benim yönlendirmelerimle düzenlemeler son hâllerini aldılar. Aynen öyle çalıyorduk onları biz sahnede. Davulcumuz Berk Sarıoğlu’nun rutin olarak beni her gün arayıp bıkmadan usanmadan “Hadiii! Hadiiiii! Albüm yapalım, eğer bu şarkılar bir albüme girmezse ben de müziği bırakacağım!” diye başımın etini yerken, ben de aslında onun gibi bir albüme girsinler istiyordum. Son dönemde albümlerin yapıldığı gibi yapmak istemiyordum. Yani artık albümü müzisyen yapıyor, bitmiş tamamlamış bu ürünü... Plak şirketine götürüyor, onlar da sadece dağıtıyor ya! Böyle olsun istemiyordum. “Bu şarkılar eski usulle (grup sahnede söylerken ünlü bir prodüktör tesadüfen oradadır ve çalan grubu beğenir, onlara albüm teklif eder) albümü yapılacak kadar güzeller! Senin dediğin gibi olmayacak, benim dediğim gibi olacak! Gör, bak!” diye tartışıyordum Berk ile her gün. Açıkçası bir zaman sonra o hayalimdeki teklifi beklemeyi de unuttum ve gerçekten, sahnede olup kendi yazdığım şarkıları söylemenin keyfine bıraktım kendimi. İşte, böyle hissettiğim mutlu bir performansımız sırasında yapımcımız Haluk Polat, çaldığımız mekândaymış ve aynen söylediğim gibi bir arkadaşıma haber bırakmış. “Beni arasın Hediye mutlaka” diye... Onun hayal ettiğim şartlarda albüm yapma teklifi üzerine “Yengeç”i yapma sürecimiz başladı. Albümünde baban ile güzel bir Selanik türküsü olan “Çalın Davulları” düetin dikkat çeken çalışmalardan biri. İlk dinlediğimde çok duygulanmıştım açıkçası. Müzisyen bir babanın kızı olduğunu biliyoruz. Bu düetin bir öyküsü var mı? Bize biraz baban ile olan ilişkinden de bahsedersen… Babam, müzik hastalığına tutulmuş kocaman sesinin yükünü ömrü boyunca taşımış (güzel bir ses şarkı söylemediğinde tuz yüküdür insana) bundan beni korumak isteyen bir adamdı hep... “İyi hoş da hadi evlen artık, kızım bırak bu işleri” diyen bir baba, müzisyenlik pırıltlı da olsa zor meslekmiş, bunu bana anlatmaksızın sadece uzak tutmaya çalıştı. Ben ise zaten grup kurup hepimizi bir tutmaya, prova ettirmeye, konserden konsere koşturmaya devam ederken anladım zor olduğunu. İstemese de benim de bir yüküm vardı, üstelik şarkı yazan cinsinden olduğumu görünce artık sesi çıkmaz oldu. Hele ki bir iki şarkıma hayret edince sevinçle, bıraktı artık beni dizginlemeyi ve “hadi yap kızım, çok güzel oluyor!” demeye başladı. İşte, daha olumlu olduğu bu son yıllarda ev arkadaşımın bana youtube’dan dinlettiği türküyü söylemesini istedim kendisinden: “Çalın davulları”... İnternette çeşitli versiyonlarını duymuştum ama bir de babamdan dinlemek istemiştim. O söylerken de bilgisayarıma kaydetmiştim. İstanbul’a dönünce babamın şarkıcılık yıllarından kalma bir fotoğrafını kullanarak minik bir video yapıp o kaydı youtube’da paylaştım. Beni dinleyenlerin hangi kaynaktan geldiğimi görmelerini istedim. Akapella da olsa güzel bir kaydıdır, babamın davudi sesinin... Yapımcımla hangi türküyü cover’lasam diye düşünürken bu videoyu izlettim ve çok etkilendiler. “Babanla söylesen ya, ne güzel olur” konuşmaları üzerine bunu kendisine ilettim. Sevinerek kabul etti ve Samsun’dan gelip kayıtlarını tamamladı şarkının. “Yapma! Dur!” diyen babam o güzel sesini kattı “Yengeç”e. Muazzam bir mutluluk benim için... Çok seviniriz... Müzik dünyasına sağlam denebilecek bir adım attın. Bir gün öğretmenlikten vazgeçecek misin? Öğrencilerin ile nasıl bir ilişkin var? Öğrencilerimi çok severim. Zaten sınıf öğretmenliği değildi benimkisi. İş İngilizcesi öğrettiğim veya ihtiyaca göre butik bir hâle getirdiğim İngilizce koçluk denebilir benim yaptığıma. Öyle olunca uzun yıllardır arkadaşlığa da dönüşmüş bir ilişkimiz var. Derslerimiz müzik işlerinin yoğunluğu yüzünden azalsa hatta bitse de görüşmelerimizin biteceğinden şüpheliyim. Mutlaka görüşürüz... 79 Söyleşi: CIHAN TEKİN parantezicihayatlar@gmail.com Albümdeki tüm şarkıların söz ve müzikleri sana ait. Kişisel bir soru olacak bence ama... Sabaha karşı NTV Radyo açıktı. Rüya gibi bir geceydi benim için özel anlamda. “Kuyu” isimli şarkı ile hayatıma girdin. Bu şarkı benim için çok özel bir yere sahip. Kuyu’nun bir öyküsü var mı? Kuyu çok sevdiğim bir arkadaşımdan artık vazgeçmem gerektiği bir dönemde yazdığım bir şarkıdır. Çok kötü bir şekilde birbirimize girmiştik ve ne yapsak düzelemeyecek bir noktaya gelmiştik ve onu kaybetmek üstüne yazdığım bir şarkıydı. Karanlık bir dönemden geçersiniz, bir arkadaşınızı arkanızda bırakmak zorunda kaldığınızda, tüm sözler bunu anlatır şarkıda, bir tek sonu umutludur ama. Çünkü anka kuşunun gözyaşından bahsediyorum sonunda. Ölüyü dirilttiğini söylerler onun gözyaşının, ben da artık iyileşmek ve üzgün olmayı bırakmak istediğim için sonunu ışıklı bitiriyorum o nedenle şarkının… Yaptığın müzik “Pop-Caz” olarak lanse ediliyor. Sence de böyle mi? Öyle diyorlarsa öyledir. Belirli bir kategoriye ait hissetmiyorum aslında kendimi. İnsanlar bir forma benzetiyorlarsa ve bu o diyorlarsa “Tamam” diyorum, öyle... Sonuçta ben en sevdiğim hâliyle bir müzik meydana getiriyorum. Onu analiz edip bir şekilde lanse etmek benim bilmediğim bir bölümü bu işin. Uzmanlara bırakmak lazım tabii... Şeref İbrahimova’lar, Sibel Köse’ler, İskandinav Cazcıları var. Bunlar acayip yetenekler. Ne mutlu bana... mahalle baskısı Müzik ve sahne sanatları haricinde herhangi bir sanat dalına, hobi seviyesinde de olsa ilgin var mı? 80 Edebiyatla ilgiliyim ve mezuniyet tezim de edebiyat üzerineydi. Yani hobi seviyesinden biraz daha hastalıklı bir içli dışlılığım var edebiyatla. Geçen baktırdım, gizli bir hipermetrop başlamış gözlerimde, (gizli çünkü astigmat - bir de o varmış - hipermetropu saklıyormuş) doktor “gereğinden fazla mı okuyorsun? Sana dinlenme gözlüğü vermem lazım” deyince dünyam yıkıldı. Yazılmış tüm romanları okuyamadan ben de Borges gibi kör mü olacağım bilmem kaç yaşımda diye hayıflandım, ama sonra onun gibi yaparım diye planladım ve rahatladım. Bir asistan tutar, istediğim romanları, şiirleri okuturum yüksek sesle diye. Bu kitap okuma sevdası şarkı sözü yazma mevzusunu besleyen bir şey... Yani müzikte de bir hayli işime yarıyor. Tabii ne zaman roman yazacağımı soran çok ama ben albümle, ambalajıyla ilk romanımı çıkardım bile! Adı “Yengeç”... Bir de bu arada olimpiyatlara hazırlanır gibi de yüzüyorum. Hani haftada üç kere, duraksız minimum 1500 metreyi buluyor her dalışım. O da nefesimle olan ilişkimi düşündürüyor. Yine aslında o da şarkıcılığıma ve postürüme olumlu bir etkide bulunuyor. Müzik dünyasına albüm bazında yeni adım atmış gibi görünsen de uzun yıllar sahne tozu yuttun. Türkiye’de müzisyen olarak canını en çok sıkan şey ne oldu? Karşılaştığın zorluklar elbette ki olmuştur, belki hâlen oluyordur. Bu kadar mutluluk yeter, biraz da şikâyetleri alalım... Hiçbir aşk yok ki güllük gülistanlık geçsin. Müzikle ilişkiye geçtiğinizde o sektörde çalışmak, insanlarla olmak, beraber ortaya bir şey çıkarmak, onu pazarlamak, doğru yerlere ulaştırmak, görsel sunumunuzla ilgilenmek, hepsi için ayrı bir yetkin kişilik gerekiyor. Birini iyi yapan öbürünü yaparken çuvallayabiliyor ama bizim müzik sektöründe bir şarkı yazıp bırakmak imkânsız. Onun tüm yolculuğunda o şarkıyı taşımak ve bariyerlerinden atlatmak zorundasınız. Ben sanatçıyım, şarkımı yazarım gerisine karışmam diye bir şey yok yazık ki... İşte, gerisi dediğimiz bölümleri anlamak ve her safhasında da uzmanlaşmaya çalışmak bir ömür törpüsü gibi. Ama yapmazsanız da karşınıza çıkıyor ve “hadi sen bırak, şarkı söylemene bak, o bölümle ben ilgilenirim artık” demeye başlıyor. “Oh be!” diyecekken bir bakıyorsunuz kontrol manyağının tekine dönüşmüşsünüz. Rahatça bir işi uzmanına bırakamıyor oluyorsunuz. Kendinizi sakinleştirip dinlemeyi öğretmeye çalışıyorsunuz. Bu ara ben dinlenmeye, öğrenmeye ve kontrolü elden bırakmaya çalışıyorum nihayet... Ama zaten güzel şeyler hiçbir zaman kolay elde edilemediler, o yüzden şikayetçi değilim. Tüm bunlar arasında bana en zor gelen, en canımı sıkan şey müzisyen egolarıyla uğraşmaktı. Ama o da artık sorun olmaktan çıktı, tanıdık bir şey hâline geldi. O yüzden “İş iştir!” diyorum. İşime bakıyorum. Konserlerine olan ilgi ne durumda? Albümün geri dönüşlerinden memnun musun? Konserler dolu geçiyor çok şükür. Gerçi her hafta bir yerde çıkan biri değilim. O sebeple özleyenler de normal olarak birikiyorlar sanırım. Çok güzel bir kalabalık şarkılara eşlik ediyor hep bir ağızdan ve ben topuklarımdan gizlice kanatlanıyorum sevinçle. Ankara ve İzmir’den konser talepleri artmaya başladı. Yakında oralarla ilgili organizasyonlar netleşir. Ben de bir an önce farklı kentlerde şarkılarımı söylemek istiyorum. Zaten heyecanlıyım da... Albümle ilgili nefis şeyler yazılıyor, çiziliyor, müzik eleştirmenleri tarafından ki bilirsin ne zordur onlara müzik beğendirmek (ve müzisyen milletine, bana!). O nedenle müzik bilenlerin hele hele beğenmesi çok çok onur verici benim için... Bu güne dek sahnede unutamadığın bir olay yaşadın mı? Çok var. Geçenlerde çok şahane bir şey oldu: Flört eden ama tam olarak bir yere varmayan ve mailleşmelerde benim bir şarkımı birbirlerine yollamaları üzerine çıkmaya başlayan iki insanın bana ulaşması, onlarla Facebook üzerinden tanışmamızın ve yüz yüze de görüşmelerimizle başlayan arkadaşlığımızın üstünden iki sene sonra Melih (delikanlımız), Ilgıt’a evlenme teklif edeceğini, bunu Ilgıt’ı İstanbul’a benim bir konserime getirerek ve iznimle sahneye çıkıp mikrofondan Ilgıt’a hitap ederek gerçekleştirmek istediğini belirtti. İstediği gibi de oldu. Ilgıt, sahnede gözleri dolu dolu “Evet!” dedi. Herkes sarıldı, ben de “yüzük isterim” diye tutturdum, güldük ve aşklarının şarkısı hâline gelmiş olan şarkımı söyledim onlar için (“Armies on Hold”). Çok mutlu bir geceydi. Sonra, ertesi sabah akşama kadar süren bir kahvaltı yaptık hep beraber. Peki, gelelim Ankara’ya... Ankara sana ne ifade ediyor? Bu şehir ile ilgili bir anın, düşüncen varsa alalım. Cevabında “gri” kelimesi geçerse topluca intihar edeceğiz, belirtelim... Ben Ankara’yı çok severim. 4,5 senem orada, ODTÜ’de öğrenciyken ve ilk aşkımı dolu dolu yaşayarak geçti. İnsanları kibar ve saygılıdır. Kışı soğuk bile olsa kemiklerine işlemez insanın. Kışı bile kibardır. Cennet gibi bir kampüste, kim olduğum, neyi sevdiğim, neyin bana iyi geldiğine dair kafa yorduğum 4,5 sene. Ankara’nın bana gösterdiği cömertliği asla es geçemem ve orada edindiğim dostlarımın bir göz kırpışımda yanımda biteceklerine dair sahip olduğum sonsuz güveni hiçbir şeye değişmem. Şu an İstanbul’a da aşığım açıkçası ama eski sevgilimdir Ankara. Ben eski sevgililerimizin, kendimizi seviyorsak eğer, bizim bir parçamız olarak kaldıklarına inanırım. Azalsa da ilişkimiz eski sevgiliyle onu yine de severiz. Hiç olmadı anısını... Ankara’da seni dinlemeyi dört gözle bekliyoruz. Çok teşekkür ediyoruz ve sana çok uzun süreceğine inandığımız müzik yolculuğunda başarılar diliyoruz. Çok teşekkür ederim. Canım Ankara’ya çok çok selamlar. En yakın zamanda şarkı söylemeye geleceğim. Siz çağırın yeter! 81 İLKER YAVUZ ilkeryavuz1970@gmail.com Match Point mahalle baskısı Maç Sayısı (2005) 82 1935 doğumlu kendine has bağımsız sinemacı Woody Allen’ın yönettiği 41. film olan Maç Sayısı, genelde kamerasını Manhattan’da kurup şehrin entelektüel çevrelerine odaklayan yönetmenin yeni bir döneminin (Avrupa dönemi?) ilk filmi olmuştu. Allen bu kez Londra’yı mesken edinmiş, alışık olduğumuzun aksine filmin jeneriklerinde ve akış içinde caz parçaları yerine opera aryaları kullanmış (sahi, bütün İngilizler opera mı dinler?) ve sıkı bir “film noir” örneği sunmuştu. Değişmeyen şey ise Allen’ın kenti kullanmadaki, neredeyse onu karakterlerinden biri hâline getirmedekiustalığıydı (bunda görüntü yönetmeni Remi Adefarasin’in kusursuz çalışmasının da payı büyük). Filmin girişinde, bir tenis sahasının ortasındaki ağ üzerinde sahanın bir o tarafına bir bu tarafına ağır çekimde giden topu izlerken, sonradan filmin kahramanı olduğunu öğreneceğimiz Chris Wilton’un sesinden: “İyi olacağıma şanslı olmayı tercih ederim. Bir tenis maçında topun ağın üzerine çarpıp sektiği zamanlar olur, saniyeden daha az bir süre içinde ileri ya da geri düşmeye karar verir. Kazanmayı veya kaybetmeyi şans belirler” dediğini duyarız. Bu, aynı zamanda Allen’ın fimin öyküsünü üzerine kuracağı zemindir. Chris, Londra’ya yeni taşınmış eski bir tenis oyuncusudur. Teniste en tepeye tırmanmaya yetecek yeteneği olmadığını kabul etmiş ve zengin üyelerine hizmet veren bir kulüpte tenis eğitmenliğine başlamıştır. Kendini geliştirmeye çok önem verir: Dostoyevski okur (Suç ve Ceza!), müzik ve plastik sanatlar alanlarından bilgisini arttırmaya çabalar. Tom Hewett adında zengin bir aileye mensup öğrencisiyle tanıştıkları ilk gün samimi olup ertesi akşam için ailesiyle gidecekleri operaya davet alır. Tanıştıkları anda Chris’ten hoşlanan Tom’un kızkardeşi Chloe’nun de bastırmasıyla haftasonu için de ailenin kırdaki malikânesine davet edilir. Chloe’nun ilgisine karşılık veren Chris, oyununu çok dikkatli oynar (konsere gitmeyi, biletleri kendisi alması şartıyla kabul eder). Malikânede görür görmez etkilendiği Amerikalı Nola Rice’ın çekimine kapılsa da akabinde kadının Tom’un nişanlısı olduğunu öğrenir. Oyuncu olmaya çalışan Nola’yı aile, özellikle de oğlan anası Eleanor, altı aylık birlikteliklerine rağmen içine sindirememiştir. Baba Alec ise -çocuklarının isteği yerine geldiği sürece- sınıflararası geçişler konusunda daha hoşgörülüdür. Chris ve Chloe’nun ilişkisi hızla ilerler. Hewett ailesi de, bu kendini geliştirmeye istekli, mücadeleci ve hırslı genci benimser; Chloe’nun babasından ricasıyla Chris, aile şirketlerinden birinde işe girer (görünürde böyle şeyler “eski kafalı” Chris’i bozar ama bu iyiliğe karşı da boynu kıldan incedir, biraz da bu yüzden ona bir şeyler vermeyi istemek daha kolaydır). Bir gün tesadüfen karşılaştıkları Nola, Chris’e “eğer eline yüzüne bulaştırmazsa kendisi için çok iyi bir şey yaptığını” söyler. Eline yüzüne bulaştırmak için yapabileceği yegâne şey Nola’nın peşine düşmektir. Kır evinde bir başka haftasonu ise canı sıkkın ve sarhoş Nola bu kez Chris’e karşı koyamaz ve sinema tarihinin ender çıplaklık içermeyen fakat en tutkulu sevişme sahnelerinden birine tanık oluruz. Sonrasında ise Nola ilişkiyi devam ettirmek istemez. Tutku ve ayakları yere basan bir ilişki onun için farklı şeylerdir ve ona göre Chris ile onun birlikte bir geleceği yoktur. Çok geçmeden Chloe ve Chris evlenirler ve lüks bir eve taşınırlar (baba gerçekten çok cömerttir). Tom ise görünüşte annesinin etkisiyle ama aslında bir başkasına âşık olduğundan Nola’dan ayrılır ve hamile kalan diğer sevgilisiyle evlenir. Nola’nın şansı yaver gitmemiştir. Hamile kalmaya çalışan ama bir türlü başaramayan Chloe, Chris’le sevişmelerini sıkıcı bir proje hâline getirmiştir. Karısıyla buluşmaya gittiği müzede tesadüfen – Amerika’dan tekrar Londra’ya dönmüş olan– Nola’yla karşılaşan Chris bir kez daha beraber olmayı teklif eder ve bu iki benzer insan bir araya gelirler. Onca çabaya karşın eşini hamile bırakamayan Chris, korunmadan seviştikleri tek seferde Nola’yı hamile bırakır (kaderin cilvesi). Artık bir karar verme zamanı gelmiştir. Elindekilere sahip çıkmak mı, yoksa tutkularının peşinde gidip her şeyi riske atmak mı? Film, bu soruları çok iyi yazılmış karakterleri aracılığıyla sorarken sonlara doğru kara film türünün en iyi örnekleriyle yarışır bir şekilde gerilimi üst düzeye taşımayı da başarıyor. Mekân olarak sınıflı toplumun en net örneklerinden İngiltere’yi seçmesinin hakkını ise fazlasıyla veriyor. Maç Sayısı’nın oyuncu kadrosunda yer alan 1977 Dublin doğumlu Jonathan Rhys Meyers, hesapçı, hakkı olduğuna inandığı şeylere ulaşmak için her yolu mübah gören, açgözlü Chris rolünde kariyerinin en iyi performanslarından biri sunmuş. Konfor seven, hazcı ama özünde iyi zengin delikanlı Tom Hewett rolündeki Matthew Goode da çok nüanslı bir oyunculuk sunuyor. Filmin diğer İngiliz oyuncularından emektar Brian Cox ve tek Amerikalısı Scarlett Johansson da çok iyiler ancak filmin asıl sürprizi, 1971 doğumlu Emily Mortimer. İlk bakışta ince, tatlı, zarif görünen, ama aslında ailesi sayesinde istediği her şeyi elde etmiş olan ve yaşamındaki insanı da isteyip elde edeceği herhangi bir nesneden farklı görmeyen Chloe karakterini canlandırıyor. Böyle bir karakteri perdeye bu kadar başarıyla taşımak her oyuncunun harcı değil ve Mortimer gerçekten eşsiz bir oyunculuk gösterisi sunuyor izleyiciye bence. 83 mahalle baskısı TUNCA ARICAN tuncaarican@gmail.com 84 Ağır Metal Derin Sıkıntıya Karşı “Tanrıların dahi can sıkıntısına karşı olan mücadelesi beyhudedir” der Nietzsche ki bundan daha önce Tanrı’nın ölümünü ilan etmesi ile insanlığın en büyük can sıkıntısıyla karşı karşıya kaldığını da suratımıza küstahça çarpmıştı (Bu söz Deccal, 48.bölümünde yer alır (1888); Tanrı’nın ölümü 1882 yılında yazılmış Şen Bilim, 108.bölümde ilan edilir). Modern dünyanın en can yakıcı hastalığı olarak sıkıntıyla başa çıkmaya çalışan insan, kendi kısır döngüsünü çoktan var etmiştir. Kabaca, insanın doğayı alt etmek için giriştiği teknolojik ilerleme ve ekonomik hırsları yüzünden ortaya çıkan nihilist dünyanın ortasındaki can sıkıntısı, bununla başa çıkmak için yeniden üretilen ileri teknolojiyle git gide derinleşmektedir. Heidegger buna kısaca “derin sıkıntı” adını verir. Bu, modern insanın en belirgin ruh hâline dönüşmüştür ki bundan kaçmak artık imkânsız denecek denli güçleşmiştir. Keza, sıkıntı o kadar derinleşmiştir ki, her türlü çılgınlığa, dâhiliğe sebep olabilecek gizil bir gücü içinde barındırdığı gibi aynı zamanda hem yok edici hem de felç edici de olabilmektedir. Bireye, bilgi ve uzak olana en hızlı şekilde ve kolayca ulaşması için tüm olanakları sunan teknoloji, duygularını yavaş yavaş aldığı insanın daha fazlasını isteme hırsından da beslenerek onu biçare bir hâlde kendisine bağımlı kılmayı başarmak üzeredir. Mikro düzeyde bu sıkıntıyla başa çıkmasını öğrenmemekte direnen, kestirmeci, tembel, keçi yollu aklıselim olan birey artık teknoloji bağımlılığının yaşamın özü olduğunu var sayarak kendi alıklığını meşru kılma çabasından öte bir yere gidememektedir. Geniş ölçekli değişimlerin gerçekleşmesinin artık namümkün göründüğü dünyada, kendi yaşamının anlamını makine diliyle dillendiren ve örgütleyen bireylerin çoğalışına tanıklık ediyoruz. Hata payı azalmış gibi görünse de iki rakamdan mürekkep bu dil, tek bir hatayı dahi kaldıracak durumda değildir aslında. Hiçlik ve varlık üzerinden anlam kazanan 0-1 rakamlarının arasındaki sınırsızlık ve olasılıkların farkında olmayan modern insan, bunlarla kodlanmış iç dünyasının dar sınırları içine hapsolmuş fakat bunun nedenini kendinde aramak adına herhangi bir çabaya girmekten kaçınmıştır. Karmaşık teknolojinin geniş sınırlarıyla git gide basitleşen insan ruhuna dair yanıtlar artık bırakın can sıkıntısına çare olmayı, sıkıntıyı katmerleyen kodlara dönüşmüş gibi görünmektedir. Hissiyatımızı çoktan kaybetmiş bir hâlde git gide zihinsel olarak katatonikleşmenin önüne geçemiyoruz. Altmışlarda, Durumcular (Situationists) bireyin gündelik hayatına sanat ve kültürle örülmüş devrimci bir düşünce sokmayı denemişti. Sıkkınlığıyla başa çıkmaya çabalayan bireyin, kendi iç dünyasından sanatı ve kültürel etkinliği dışlamadan, tersine bunları harmanlayarak yürümesini salık veren Durumcular, büyük bir dönüşümün mikro değişimlerde gizli olduğunu biliyordu. Bu fikir, aynı kaos teorisinin ifade ettiği üzere, evrendeki büyük değişimlerin küçük oluşumlara bağlı olduğu fikriyle özdeştir. Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey filmi, yaşam kaynakları için mücadele veren iki maymun kabilesinin savaşıyla başlar. Maymunlardan birinin uzun bir kemik parçasını diğer kabilenin üyelerine saldırmak için kullanmayı keşfetmesiyle artık insanların ataları için yaşam başkalaşmaya başlar. Kemiği havaya fırlatan maymun ile uzay gemisine geçiş arasındaki “an”, şu anki yaşamın da üzerine kurulduğu fikrin özünü oluşturur. Yaşam artık süreksiz, belirsiz, kaotik anlardan oluşmaktadır. Bunların üzerinde kontrolümüz ise hergeçen an daha da azalmaktadır. Bunun ardındaki sebep karmaşık, yok edici karakteriyle teknolojik ve ekonomik ilerleme hırsıdır. Kısaca, hızlanan yaşamın ortasında duygusuz bir şekilde kalma tehlikesiyle karşı karşıyayız. Biliyoruz ki, metal sahnesi içerisinde birçok farklı tür var. Her bir tür kendine münhasır müzikal ve anlamsal özellikler taşımakta. Dünyanın gittiği yönün hakkında sorular soran metal ve alttürleri, git gide güvensizleşen, hızlanan yaşamın ortasında, arta kalan birkaç hissimizden olan umutsuzluk ve sıkkın canlarımızı en sert ağızdan dillendiriyor. “Heavy metal her çaldığında dünyayı durduruyoruz!” diyor Şanver Ofluoğlu. Bizi dinlemeden hızla ilerleyen tekno-yaşam, heavy metal ile duruyor evet! Çünkü bu sıkıntıyla bezenmiş hayatların üzerine her bir tür, kendince yorum katıyor. Yaşamdan kaçmak için durdurmuyoruz bu hızlanmış yaşamı biz metal severler. Anlardan mürekkep yaşamı daha iyi anlamak ve duyumsamak için durduruyoruz. Kaçmak için durduran varsa, blackmetal’in kaotik seslerini bu dünyada yaban kalmak için kullanan, deathmetal’in hiddetinden kırıp dökmek sonra da rahatlamak adına faydalanan ya da powermetal’i kılıcını çekip masallar âleminde dolaşmak için dinleyen varsa bu müzik onlar için değil. Rock ve metal tüm hiddetiyle, bazen sıradışı ve gerçeküstücülüğüyle bile hâlâ yaşama dair olanı tefekkür etmek için varolur. Makine dili ile yazılmazlar, tersine insan teri ve kanıyla varolurlar. Tutkuları, duyguları ve iddiaları vardır. Didaktik olma iddiasında değilim fakat artık tüm meramlarımız artakalan duygularımız ve tutkularımız üzerine odaklanmıştır. Onları haykırmazsam ben bu dinlediğim müziği duyumsayamam. Robotları yalnızca mutfakta severim… 85 Aniden gittiniz girdim masanın altına Yerde neler varmış vay canına üç düğme ben bir dal roka Canım istese çıkardım istemedim ki roka yedim Anladım soru işaretlerinin Neden benzediğini yerdeki saçlara Güzel işte yine bir şey anladım Üstünü düşündüm masanın hemen rakı içtim Rokadan söz etmiştim efendiler geliniz Lazım olabiliriz artık neye olursa bulabiliriz 3 düğme bile vay canına daha neler dökülür Yaşasın masanın altı öcüler bölüşsün üstünü Elbet devrim olacak elbet devrim olacak Rahat olunuz efendiler Red Kit büyüktür mahalle baskısı KUVVET YURDAKUL kuvvetyurdakul@yahoo.com Pavyon 7 – Aniden Gittiniz Girdim Masanın Altına 86 87 mahalle baskısı 88 Adres: İnkılap Sokak No:6/A Kızılay Ankara Telefon: 0.312.433.0701 E-Mail: bilgi@eskiyenibar.com Web: www.eskiyenibar.com http://www.facebook.com/eskiyeni.bar.ankara https://twitter.com/eSKiyENibar etkinlik detayları için facebook grubumuzu ziyaret edin.