GEÇMİŞİN BAKİYESİ
Transkript
GEÇMİŞİN BAKİYESİ
HİTİTLER ERMİTAJ MÜZESİ GEÇMİŞİN BAKİYESİ 1. SAYI MART 2015 MSGSÜ TARİH KADIN KORSANLARIN DÜNYASINA YOLCULUK Kılıçlarını Çektiler ve savaştılar! Geçmişin Bakiyesi GEÇMİŞİN BAKİYESİ İÇİNDEKİLER Sunuş..................................................................................................1 Anadolu Medeniyetinin Temel Taşı: Hititler................................2 Kayıp Şehir Juliopolis......................................................................5 Kadın Korsanlar...............................................................................7 İlginç Bir Vak’a: Sakal Meselesi......................................................12 Ermitaj Müzesi.................................................................................13 Tatlı Bir Felaket................................................................................15 Ah İstanbul!......................................................................................16 Bir Osmanlı Mirası: Kahve.............................................................18 Heredotos’a Göre Mısır Uygarlığı..................................................21 Caber’de Bir Türbe...........................................................................26 MSGSÜ TARİH MART 2015 İÇİNDEKİLER GEÇMİŞİN BAKİYESİ SUNUŞ Tarihçi olmak veya bu yolda ilerlemek bir takım sorumlulukları beraberinde getirir. Şüphesiz bu sorumlulukların başında ise insanları geçmiş hakkında bilgilendirmek yer alır. Bu son derece önemli bir mevzudur. Zira hafızasını kaybetmiş bir insanın hayatta başarılı olamayacağı gibi tarihini bilmeyen bir toplumun da sağlam bir geleceği olamaz. Bu nedenle tarihini iyi bilen bir neslin yetişmesi, gerek toplumumuz açısından gerekse de ülkemiz açısından oldukça önemli bir meseledir. Bilindiği gibi bu yolda en büyük yardımcılarımız ise dergi, kitap, makale vb. akademik yayınlardır. Bu yayınların sağlıklı ve doğru bir şekilde hazırlanıp topluma sunulması da yine tarihçilerin görevidir. Bu doğrultuda hayatlarını bu işe adayan, yeni bir bulgu ve olayı saptamak ve bunlardan bir takım sonuçlar çıkarmak adına büyük fedakârlıklarda bulunan tarihçilerin ne denli önemli bir görev üstlendikleri de ortadadır. Bizler de geleceğin tarihçileri olarak üzerimize düşen bu görevi yerine getirmek adına bir takım arayışlar içerisine girdik. Ve bu süreç sonucunda tarih bölümü öğrencileri tarafından hazırlanacak bir tarih dergisinin çıkarılmasına karar verdik. Bildiğiniz gibi üniversitemizde bu veya buna benzer çalışmalar yapılmamaktadır. Bu durumu ortadan kaldırmak adına neler yapılabilir? Bu duruma neden olan faktörler nelerdir? Bu sorular üzerine düşünüp, çeşitli sonuçlar çıkarmak ve çözüm yolları geliştirmek gerekir. Zira sosyal bilimlerin etkin ve faydalı olması bu tür çalışmalar sayesinde olur. Bizler bu amaçla bir yola koyulduk. Bu yolda çeşitli zorluklarla karşılaşsak bile bir takım gibi çalışarak bunların üstesinden gelmeyi başardık. Ve bütün bunların sonucunda ise bu dergi meydana geldi. Bu çalışmanın bizleri akademik açıdan geliştireceğinden şüphem yok. Ancak asıl amacımız sizlere faydalı olmak ve kafanızdaki tarih algısını kuvvetlendirerek önemli bilgiler sunabilmektir. Bu nedenle akademik bir tavır takınmak yerine zevkle okunacak popüler tarzda bir dergi oluşturmaya gayret ettik. Ve bu doğrultuda elimizden geleni yapacağımızdan emin olmanızı istiyoruz. Ayrıca dergi çalışması üzerine geçmiş bir tecrübemiz bulunmadığından dolayı ilk sayıda eksiklerimiz veya yanlışlarımız olabilir. Ancak bunları sizin öneri ve tavsiylerinizle aşacağımızdan eminiz. Bu nedenle görüşlerinizi bizlere iletmekten geri kalmamanızı temenni ediyoruz. Son olarak derginin basılmasında yardımlarını eksik etmeyen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörlüğüne teşekkürlerimi bir borç bilirim. Ayrıca bu süreç içerisinde başta yazarlar olmak üzere desteklerinden ve çalışmalarından dolayı bütün arkadaşlarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Siz değerli okuyucularımıza da bu derginin, tarih alanında farklı bir bakış açısı sağlayacağını ümit ediyorum. İyi okumalar. Berkay Yekta ÖZER Editör MSGSÜ TARİH MART 2015 1 “Tarih, milletlerin tarlasıdır. Her toplum, geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer.” - Voltaire GEÇMİŞİN BAKİYESİ ANADOLU MEDENİYETİNİN TEMEL TAŞI: HİTİTLER Dünya tarihi içinde bir imparatorluk seviyesinde devlet kurmayı başarmış toplumlar arasında Hititler önlerde yer almaktadır. Ve Anadolu’nun sonraki siyasi, toplumsal ve kültürel geleneklerine etki yapmayı da başarmış bir imparatorluktur bu. Anadolu topraklarına hangi bölgeden geldikleri, günümüze kadar ulaşmış sınırlı kanıtlarla henüz netlik kazanmayan Hititler hiçbir temeli olmayan bir toprağa da gelmiş değillerdi. Dönemindeki ismiyle bir Hatti ülkesi olan Anadolu’nun yazılı tarihine Luwiler, Hattiler ve Hurriler adlarını kazımışlardı. Erken Tunç Çağı denilen MÖ 3000’lerden sonra “kağnı tipi araba tekerleği”, ardından “çömlekçi çarkı” gibi “yüksek teknolojilerin” ortaya çıkışı üretilen fazla malların geniş topraklarda pazarlanmasına yol açmıştı. Bu ekonomik seviyenin artışı sayesinde zengin kent-beylikler türemişti. Hitit devletinin arşivlerinde bu siyasi merkez ve bölgelerin adları da kayıt altına alınmıştı. Bunlar arasında Ahiyawwa, Lukka, Wilusa, Millawanda, Masa, Karkisa, Arzawa, Apasas ve Assuwa bulunuyordu ki, bunlar Batı Karadeniz bölgesinden Antalya’ya kadar uzanan Batı Anadolu topraklarında hakim olan krallıklardı. Bu ilk topluluklar buralarda geniş ölçekli bir kültür yaratmışlardı zaten. Batı Anadolu, İç Anadolu, Akdeniz ve Güneydoğu ve Kuzey Anadolu bölgelerinde yaşamakta olan bu kültürler MÖ 2000’lerin başlarında dilleriyle, mitolojileriyle, beylik seviyesindeki yönetimleriyle baskın durumdaydılar. Ancak merkezi bir otorite bulunmuyordu. Bunların yanında Mezopotamya’nın en önemli devletlerinden biri olan Asurluların ticari faaliyetleri de İç Anadolu’ya MSGSÜ TARİH kadar uzanmıştı. Asurlular büyük oranda ellerinde tuttukları yün, bakır, kalay, altın, gümüş, dokuma gibi malların ticaretini yapıyorlardı. Bu sayede oluşturdukları Kültepe-Kaniş (Kayseri) gibi kırk adet kadar yoğun ticari merkezlerle Anadolulu topluluklar üzerinde Mezopotamya’nın rüzgarlarını Anadolu’da estirmeyi başarmışlardı. Bu rüzgarların en önemlisi yazıydı. Luwilerin resim yazısı yanında Asurlu tüccarların kullandıkları çivi yazısı özellikle ticari işlemlerin (senetler, iş sözleşmeleri, köle satış belgeleri, gümrük vergileri vb.) kayıtlarında kullanılıyordu. Bu sayede Anadolu MÖ 1800’lerde tarihsel kayıtlar dönemine girebilmişti. Hititler ticarette üstünlük kazanmak için kendi aralarında çekişen beylikler-kent krallıkları arasından sivrilmeyi başardı. Tarih MÖ 1770 civarıydı. Pithana adlı bir kral/kentbeyi Kuşarra (Çorum-Alacahöyük) adlı kenti yönetirken, merkezi önemdeki Kaniş’i ani bir baskınla ele geçirmeyi başardı. Ardından oğlu Anitta başkenti buraya taşıdı. Böylece beylikleri kendi merkezi etrafında toplayıp Anadolu’da ilk kez siyasi bir birlik oluşturma süreci başlamış oldu. Bu önemli olay imparatorluğun kurucu kralı sayılan I. Hattuşili’den yaklaşık 100 yıl önce yaşanmıştı. Anitta yayılmacı saldırgan politikasını sürdürerek Hattuşa’yı (Çorum-Boğazköy) da teslim aldı, ki I. Hattuşili burasını imparatorluğun başkenti yapacaktır. İsimlerinin kökenlerinden dolayı bu ilk beylerin Hattili oldukları da varsayılmaktadır ancak sonraki Hitit kralları kendi soylarını rahatlıkla bu beylere dayandırmaktadır. Hititler kendilerine Neşalılar, konuştukları dile de Neşa dili demekteydi. MART 2015 2 2 MART 1883 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Osman Hamdi Bey tarafından 1882’de Sanayi-i Nefise Mektebi adıyla kuuldu ve 2 Mart 1883’de Arkeoloji Müzesi’nin karşısındaki binada, sekiz kişilik öğretim kadrosu ve yirmi bir öğrenci ile Resim, Heykel ve Mimarlık öğretimine başladı. Hititologlar Neşa’nın Kayseri Kültepe’deki Kaniş kentinin farklı bir okunuş biçimi olduğunu düşünmektedir. Bu da oldukça büyük bir olasılıktır. Hitit tarihi her imparatorluk gibi çalkantılı, inişli çıkışlı süreçlerden geçti. Bunların sebepleri arasında taht kavgaları, saray içi entrikalar, çevre beyliklerin saldırılarla baskın duruma gelmesi, iklimde yaşanan aşırı iniş çıkışlar, salgın hastalıklar yer almaktadır. Bu olumsuz koşullar karşısında, aynı zamanda başrahiplik görevini de üstlenmiş olan Hitit krallarının tanrılarına olan seslenişlerinde çaresizliklerini ve yardım istemelerini ifade edişleri günümüze kadar gelmiştir. MÖ 1200’lere kadar Hititler önemli tarihi olaylardan geçmişlerdir. I. Murşili döneminde (MÖ 1630-1600) gerçekleştirilen ve Basra körfezine kadar uzanan uzun bir seferin ardından Babil devleti yıkılma noktasına getirilmiştir. Şupilulima döneminde Kargamış krallığı ele geçirilerek etki alanı Mısır sınırına kadar uzatılmıştır. II. Muvatalli döneminde Mısır firavunu II. Ramses ile yapılan Kadeş savaşının (MÖ 1286) ardından dünyanın ilk uluslararası antlaşması olan Kadeş antlaşması imzalanmıştır (MÖ 1270). Bir kopyası Mısır hiyeroglifisi ile yazılan metnin çivi yazılı diğer bir aslı İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunmaktadır. Bu metin aynı zamanda Birleşmiş Milletler binasında asılı durumdadır. Buradaki diğer bir ilginçlik de, dünya tarihinde siyasal bir antlaşmaya kocasının yanında eşit bir hükümdar sıfatıyla ilk kadının, Anadolulu kraliçe Puduhepa’nın imzasını atmasıdır. Hitit devletinde Tavananna ünvanına sahip kraliçeler kralın yokluğunda ülkeyi onun adına yönetebiliyordu. İstanbul Arkeoloji Müzesinde bulunan Kadeş Antlaşmasının asıl metni. MSGSÜ TARİH Hitit İmparatorluğu Anadolu’nun ilk siyasi birliğini yaratan devletiydi. İlk dönemlerinde meşruti bir yapıya sahipti. Çünkü kralın danıştığı bir meclis de vardı. Pankuş denen bu mecliste soylular, saray içinde yaşayan personel, kralın yakınları bulunuyordu. Pankuş krala yardımcı oluyor, yeni krala meşruiyet sağlıyor, kraliyet üyelerini denetleyebiliyordu. Yasa çıkartma yetkisinin yanında ölüm cezaları da verebiliyordu. O dönemin devletleri mutlak monarşilerle yönetilirken, bir anayasa mahkemesi ve yargıtay benzeri bir kurumun varlığı en azından Hitit devletinin ilk dönemlerinde oldukça ileri bir hukuksal yapıya sahip olduğunu göstermekteydi. Hitit başkenti Hattuşaş’ta Büyükkale (Çorum, Boğazköy) Hititlerin hukuksal alanda çok çarpıcı öncülükler yapmasına bir örnek de Telipinu fermanıdır. Kral Telipinu (MÖ 1535-1510) yayınladığı bu fermanla soyluların haklarını saklı tutmuştu, kral artık soyluları hiçbir biçimde kendi keyfi kararı ile öldürtmeyecekti. Bir bakıma kral kendi yetkilerini kendi eliyle sınırlandırmaktaydı. 1800’lerin başında aynı topraklarda Osmanlı padişahı II. Mahmud da benzer bir mutabakatla, Sened-i İttifak’ı imzalayarak kendi yetkilerini sınırlandıracak, Osmanlı soylu ve derebeyleri olan ayanların haklarını teslim edecektir. Yine bu ferman “cezanın sadece suçu işleyene verilmesi” ilkesini hayata geçirmekteydi. Suçlunun aile üyelerinin ve mallarının korunması güvence altına alınırken, ancak 1839’da Osmanlı devleti Tanzimat Fermanı ile böyle kararlar alabilecektir. Hitit uygarlığı Babil ve Asur gibi Mezopotamya gibi çağdaşı uygarlıkların hukuklarındaki “göze göz” yasalarını yumuşatmayı başarmıştır. Günümüz modern adalet algısındaki “makuliyet” unsuru daha o zamanlarda Hitit yasalarında yerini almıştı. MART 2015 3 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Aslanlar kendi tarihçilerini çıkarana kadar av hikayeleri hep avcıları methedecektir.” - Bir Afrika atasözü Suçlulara ve savaş esirlerine yönelik acımasız uygulamalar bu hukukta yer bulmadı. Öç alma yerine daha çok “zararın tazmini” kuralı uygulanıyordu. Sıradan halk arasında kadın-erkek ayrımı yoktu. Savaş esiri köleler parasını ödeyerek özgür kalırken, mülk edinebiliyor, özgür kadınlarla evlenebiliyorlardı. Hititler “bin tanrılı halk” olarak da bilinmektedir. Çünkü hakimiyet alanına giren topraklarındaki toplulukların dinsel inançlarına saygı göstermişler, onların tanrılarını benimsemişlerdir. Hatti ve Hurrilerden çok sayıda tanrı-tanrıçalara ibadet etmeyi sürdürmüşlerdir. Dinsel inançları hayatlarının her alanında baskındı. Başrahip olan kral periyodik ayinlere katılmak, kurbanlar sunmak zorundaydı. Bereketin bol, hayvanların çok olması, yapılacak savaşlarda yardım dileme, kuraklık ve salgın hastalıklardan korunma amacıyla sık sık dua ve sunu ayinleri yapılırdı. Hititler Mezopotamya kültürlerinden aldıkları mitolojilerin eski Yunan kültürüne aktarılmasında köprü rolü oynamıştır. saldırılar, en önemlisi de deniz kavimleri denen batıdan gelen kavimlerin yoğun saldırılarıdır. Bu yıkımın ardından dağılan halk güney ve güneydoğu Anadolu ile Kuzey Suriye bölgelerine kaçmışlar, buradaki Hitit hanedanı üyelerine ait küçük krallıkların içinde varlıklarını korumuşlardır. Bu dönem Geç Hitit Krallıkları dönemidir. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat’ta da Het oğulları, Hitti gibi adlarla ifade edilen Hitit topluluğu Kenan ve Filistin topraklarındaki işte bu krallıklardır. Tevrat’ta İbrahim peygamber, eşi Sarah, İshak gibi dinsel figürlerin Efron adındaki bir Hititliden, şahsen İbrahim’in satın aldığı bir mağaraya gömüldüğü, peygamber-kral Süleyman’ın Hititli eşleri olduğu da anlatılmaktadır. Bu küçük krallıkların arasından Melid, Karkamış, Gurgum, Samal, Kummuhu ve Damaskos öne çıktı. MÖ 7. yüzyılda Asur hakimiyeti başlayana kadar Malatya’dan Filistin sınırlarına kadar uzanan bölgede ayakta kaldılar. MÖ 1200’ler Hitit devleti için dağılma dönemidir. Bunun sebepleri arasında iklimdeki kuraklıktan dolayı toprakların verimsizliği, iç isyanlar, güney ve kuzeyden gelen Ayhan TOLAYBENK Hitit İmparatorluğunun Başkenti Hattuşaş MSGSÜ TARİH MART 2015 4 6 MART 1899 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Alman kimyager Felix Hoffman, hazıladığı özel bir karışımın babasının romatizma ağrılarını giderdiğini görünce bu ürünün patentini aldı ve Aspirin adıyla piyasaya sürdü. KAYIP ŞEHİR JULİOPOLİS Başkent denildiğinde aklımıza soğuk hava, Anıtkabir, şehrin merkezi konumunda bulunan Ulus semtindeki meşhur Atatürk Heykeli gelmektedir. Ankara şehrini anlatmak için örnekler çoğaltılabilir ya da sadece başkent sözcüğü yeterli kalabilir. Ankara her ne kadar cumhuriyet şehri olsa da, bu aktardıklarımız dışında farklı çerçevede bakacak olursak şehrin geçmiş zamanlardaki tarihi oldukça ilgi çekicidir. Bu çalışmada herkesçe bilinmeyen fakat yeni yeni keşfedilmeye başlanmış bir kayıp şehir ele alınacaktır. Ankara–Nallıhan İlçesi, Çayırhan Beldesi, Gül Şehri mevkiinde 2009 yılında Anadolu Medeniyetleri Müzesince başlatılmış olan Roma Dönemi Nekropol (Mezarlık) kazıları önemli keşiflere sahne olmuştur. Başlatılan kurtarma kazıları sayesinde, çağına göre oldukça gelişmiş bir kayıp şehir ile karşılaşılmıştır. İşte bu kayıp kent Antik Çağ alanında başkentin gözbebeği durumunda olan Juliopolis’tir. Juliopolis antik kenti Ankara’nın Nallıhan ilçesi, Çayırhan Beldesi Gülşehir mevkiinde yer almaktadır. Kentin Aladağ Çayı (Skopas Çayı) üzerindeki Sarılar Köprüsü civarında olduğu ve büyük bölümünün 1950’li yıllarda inşa edilen Sarıyar Baraj Gölü suları altında kaldığı bilinmektedir. Juliapolis’e kayıp kent denmesinin sebebi baraj altında canlılığını korumasıyla alakalıdır. Barajın yapılmasıyla sular altında kalan Juliapolis özelliğini kaybetmeyerek, adeta eski zamanlarda yaşıyormuş gibi hissetmemize bir olanak sağlamıştır. Juliapolis Latince kökenli bir sözcük olmakla beraber julia+polis kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuştur. Juliopolis antik çağlarda Bithynia Bölgesi ile Galatia Bölgesi sınırında yer almıştır. Frig döneminden beri iskân görmüş bir köy iken, ismi Friglerin kurucu kralı Gordios’tan dolayı Gordioukome (Gordios’un köyü) olarak kayıtlara geçmiştir. Kent Helenistik dönemde küçük bir kasaba olarak yaşamını devam ettirmiştir. Juliopolis Roma İmparatoru Augustus döneminde şehir statüsüne kavuşmuştur. Asıl önemini ise özellikle Erken Bizans çağında yaşamıştır. Ancyra gibi ticaret yolu üzerinde önemli yere sahip olan bir şehre komşu olması Juliapolis’in önemini artırmıştır. Bizans döneminin ardından şehir önemini kaybetmiş ve bir köy haline gelerek tarih sahnesinden silinmiştir. Juliopolis’in tarih sahnesindeki yeri çok uzun süreli olmamıştır. Fakat şehrin kısa süreli tarihi azımsanmayacak şekilde önemlidir. Enteresan olan şudur ki bu kadar önemli bir antik kentin ortaya çıkarılma macerası da oldukça şaşırtıcıdır. Ankara’nın Nallıhan İlçesinde Roma Nekropolünde gerçekleştirilen kaçak kazılar nedeniyle, 2009 yılında kurtarma kazıları başlamıştır. Kazı çalışmalarında, nekropol alanındaki mezarlarda ele geçen ve üzerinde antik Juliopolis kentinin adının yazılı olduğu bronz şehir sikkeler bulunmuştur. İşte bu sikkeler nekropolün bu güne kadar kesin olarak lokalize edilemeyen Juliopolis kenti nekropolü olduğunu kanıtlamıştır. Ülkemizde tarih bilinci çok fazla olmasa da, kaçak gerçekleştirilen kazılar, Juliopolis’in ortaya çıkarılmasını sağlamışlar ve yardımcı olmuşlardır. Bu noktada şu konuya değinmek de yerinde olacaktır. Julipolis kenti tamamen tesadüf üzerine keşfedilen bir şehir değildir. Bilim insanları böyle bir kentin varlığını bilmekte fakat coğrafi olarak yerini farklı bir mevkide hesap etmektedirler. Aladağ Çayı (Antik Skopas Nehri) üzerindeki Sarılar Köprüsü civarında yer aldığı tahmin edilen Juliopolis, 1950 yılında baraj inşası sebebiyle sular altında kalmıştır. Nekropol, Sarıyar Baraj Gölü’nün kuzeyindeki kalker kayalık üzerinde konumlanmıştır Sevgili kaçak kazıcılar (!) sayesinde kentin tahmin edilen mevkide değil de Roma nekropolü civarında olduğu tespit edilerek kurtarma kazıları başlatılmıştır. 2011 yılı itibari ile de kazı çalışmaları tamamlanmıştır. Bu noktada şu konuya değinmek de yerinde olacaktır. Julipolis kenti tamamen tesadüf üzerine keşfedilen bir şehir değildir. MSGSÜ TARİH MART 2015 5 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Tarihten ders alamayan adamlar, tarihin en büyük dersi olurlar. “ -Aldous Huxley Bilim insanları böyle bir kentin varlığını bilmekte fakat coğrafi olarak yerini farklı bir mevkide hesap etmektedirler. Aladağ Çayı (Antik Skopas Nehri) üzerindeki Sarılar Köprüsü civarında yer aldığı tahmin edilen Juliopolis, 1950 yılında baraj inşası sebebiyle sular altında kalmıştır. Nekropol, Sarıyar Baraj Gölü’nün kuzeyindeki kalker kayalık üzerinde konumlanmıştır Sevgili kaçak kazıcılar (!) sayesinde kentin tahmin edilen mevkide değil de Roma nekropolü civarında olduğu tespit edilerek kurtarma kazıları başlatılmıştır. 2011 yılı itibari ile de kazı çalışmaları tamamlanmıştır. Kentin ortaya çıkarılma macerası enteresanken kazı sonucu ortaya çıkan veriler bir o kadar daha ilgi çekicidir. Toplam 276 mezar keşfedilmiştir. Açığa çıkarılan mezar tipleri, kaya oygu sanduka mezar, basit toprak mezar, kaya oygu oda mezar, taş lahit mezar olarak belirlenmiştir. Mezarlarda tüm beden olarak gömü tipi ağırlıklı olarak yaygındır. Bununla beraber Anadolu Medeniyetleri Müzesi tarafından yakılarak yapılan gömü tipi ile de çok sık karşılaşıldığı belgelenmiştir. Mezarlarda ele geçen buluntular sayesinde, Juliopolis kentinde yaşayan halkın sosyal, ekonomik, ticari ve dini profilini anlamayı sağlayan önemli veriler saptanmıştır. Buluntular üzerinde en çok Anadolu’nun yerel ay tanrısı Men’e ait tasvirlere rastlanmaktadır. Çoğunlukla sikkeler ve yüzük taşları üzerinde betimlenen diğer kutsal tasvirler ise Zeus, Nike, Artemis, Aphrodite, Ares, Asklepios, Hermes, Nemesis, Telesphoros, Tykhe ve Herakles’tir. Dini motifler dışında kazılarda farklı türde sikkeler de ele geçirilmiştir. Bu sikkeler komşu kentlere ait sikkelerdir. Böylelikle bölgede aktif ticaret yapıldığı görüşünü belirtmek yersiz olmayacaktır. Nekropolde Nikaia, Nikomedia, Prusias ad Hypium, Kretia-Flaviopolis, Ankyra ve Amastris kentlerinin bastığı sikkelere rastlanmıştır. Nekropolde en çok Roma İmparatorluğu tarafından bastırılan gümüş denarius sikke ele geçmiştir. Bunun nedeni nekropolün ortalama tarihi olan MS 2-3. yy’da Roma İmparatorluğu’nda en yaygın para biriminin denarius MSGSÜ TARİH olmasıdır. Bu gümüş sikkelerden en erken tarihli olanı Vespasianus Dönemi’ne ait gümüş denariustur. Zaten kent kendi sikkesini de bu imparator zamanında basmaya başlamıştır. Altın, gümüş, bronz, demir gibi madenlerle birlikte kullanılmış yarı değerli taşlardan yapılmış yüzükler, küpeler ve kolye uçları üzerinde tanrı-tanrıçalar ve değişik tasvirlere rastlanmıştır. Bunların dışında sanduka bir mezarda toplu olmak üzere ele geçen çok sayıda tıp aletleri dönemin tıp aletleri çeşitliliğini göstermesi açısından önemlidir. Bu sanduka mezarında kentte yaşamış olan bir hekime ait olması kuvvetli bir ihtimaldir. Bazı kaynaklarda Julioplis için hekimler kenti de denilmektedir. Burada toplu olarak bulunan tıp aletleri bilinçli hekimlerin olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Nekropolde bulunan tıp aletleri arasında kulak kaşıkları, ilaç kutuları, iğneler, bistüriler, keskiler, kaşıklar, forsepsler, çengeller, karıştırma çubukları, bir makas ve bir ilaç karıştırma tablası yer almaktadır. Sonuç itibari ile dönemine göre oldukça gelişmiş bir kent olan Juliopolis’in bilime kazandırılması biraz geç olsa da sonuç oldukça başarılıdır. Kazı çalışmalarında elde edilen veriler ışığında Juliopolis için ticaret yapılan, tıp alanında oldukça başarılı, takıya önem veren ve dini motifleri oldukça kullanan bir kent demek yersiz olmayacaktır. Juliopolis kurtarma kazı çalışmaları bitmiş durumda fakat bu önemli kent hakkında çok fazla akademik çalışma yapılmamaktadır. Kazıda ele geçirilen materyallerin çoğu Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Ayrıca Juliopolis için ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyenler Aktüel Arkeoloji Dergisi, Mart-Nisan 2014 sayısını inceleyebilirler. Bir Not: Müze hafta içi her gün açık olup, Juliopolis ziyarteçilerini beklemektedir. Gidin bir görün derim, nacizane bir tavsiye… MART 2015 Tuğçe BOYRAZ 6 26 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında, Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın “International Women’s Day - Dünya Kadınlar Günü” olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi. KADIN KORSANLAR (Başlangıçtan 18.Yy’a kadar.) Korsan denilince hemen herkesin aklına çapraz siyah göz bantlı, tahta bacaklı ve ya eli yerine kanca takılmış kaba saba adamlar gelir ama çoğu kişi tarafından bilinmeyen gerçek şu ki milattan önce üçüncü yüzyıldan itibaren korsan olmayı seçen kadınlar da vardı. Sayıları az da olsa bu kadınlar güçlüklerle dolu korsanlık yaşamını benimsemişler ve hayatlarını bu yönde sürdürmüşlerdi. Son yıllarda Crossbones, Black Sails gibi televizyon dizileri sayesinde yeniden ünlenmeye başlayan kadın korsanların ilginç hikâyelerine kulak verelim. Illyria’lı Teuta, varlığı bilinen ve hakkında bilgi sahibi olduğumuz en eski kadın korsanlardan. Ardiaei kralı olan kocasının ölümünden sonra Teuta üvey oğlu adına saltanat naibeliği görevini üstlendi. Hâkimiyeti yaklaşık olarak milattan önce 232-227 yılları arasında sürdü. Komşularının saldırgan davranışları karşısında korsanlık faaliyetlerini desteklemek zorunda kalan Teuta’nın bu çabaları kısa zamanda meyvesini verdi. Teuta’nın kuvvetleri, bugünkü Arnavutluk’un Adriyatik kıyısındaki iki şehri ele geçirdiler. Illyria’lı bu korsanların Roma’lı tüccar gemilerini yağmalamaları, Paxos Savaşı’nı kazandıktan sonra Yunan şehirleri arasındaki ticareti kontrol edebilecek bir noktaya yerleşmeleri Teuta’nın Roma İmparatorluğu’yla karşı karşıya kalmasına sebep oldu. Ticaret gemileri Adriyatik’te giderek artan saldırılara uğrayan Roma İmparatorluğu’ndan iki elçi bu konuyla ilgili konuşmak için Kraliçe Teuta’taya gönderildi. Görüşmelerden sonra elçilerden birinin öldürülmesi ve diğerinin hapsedilmesiyle Roma’yla savaş kaçınılmaz hale geldi. MSGSÜ TARİH Teuta Büstü-Shkodra Müzesi 200 gemiden ve 20.000 kişilik bir kuvvetten oluşan İmparatorluk donanması M.Ö. 229’da harekete geçince Teuta’nın valilerinden Demetrius teslim olmak zorunda kaldı. Romalıların ilerleyişi karşısında Teuta da M.Ö. 227 tarihinde teslim oldu. Romalılar, Illyria’lıların denizlerdeki faaliyetlerini sınırlamakla ve yıllık vergi talep etmekle yetindiler. Teuta’nın hayatının geri kalan kısmı ile ilgili fazla bir bilgi bulunmuyor. Ortaçağ’da hayat hikâyeleriyle dikkat çeken iki kadın korsandan bahsedebiliriz. İlki Brittany’li Dişi Aslan lakabıyla bilinen Fransız Jeanne de Clisson diğeri ise Norveçli Elise Eskilsdotter. MART 2015 7 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmeye mahkumdur. Hafızası parça parça kopmuş bir akıl hastası gibi geçmişiyle, hatıralarıyla ve benliğini terkip eden bütün varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiştir.” -Ömer Hayyam Jeanne de Clisson, 1300 yılında Jeanne-Louise de Belleville adıyla doğdu. İngiliz asıllı soylu bir ailenin mensubuydu. 1330 yılında varlıklı bir asil olan Oliver Coisson’la evlendi. Oliver, Brittany’yi bu topraklar üzerinde hak iddia eden İngilizlerden korumakla görevliydi. Kocası bu mücadeleler sonucunda 1343 yılında vatana ihanetle suçlandı. Oliver Paris’te idam edilince Jeanne, Fransız Kralı VI. Phillip’ten intikam almaya yemin etti. Tüm topraklarını satıp üç adet savaş gemisi satın alan Jeanne, bu gemileri tamamen siyaha boyattı ve kan kırmızısı yelkenlerle donattı. “Kara Donanma” adını verdiği gemilerle sadece VI. Phillip’e ait gemilere saldırıyor tayfadan sadece birkaç kişiyi krala Brittany’li Dişi Aslan’ın yaptıklarını anlatmaları için hayatta bırakıyordu. Jeanne, Brittany ve Normandiya kıyılarına saldırmaya devam etti. 1346’daki Crecy Savaşı sırasında gemileriyle İngilizlere yarım etti. VI. Phillip’İn ölümünden sonra bile 1356’ya kadar Fransız gemilerine zarar vermeyi sürdürdü. Daha sonra Sir Walter Bentley adındaki bir İngiliz’le evlenerek İngiltere’ye yerleşti ve 1359’daki ölümüne kadar orada yaşadı. Elise Eskilsdotter da asil sınıftan olduğu halde korsanlık yapan kadınlardan biriydi. 1430’da Norveçli bir şövalye olan Olav Nilsson’la evlendi. 1455’te kocasının Bergen’deki Alman kolonisi tarafından öldürülmesi üzerine 1460’lardan itibaren –oğullarının da yardımıyla- açıkça Bergenli Alman tüccar sınıfına savaş açtı. Ryfylke bölgesinin timarını elinde bulunduran Elise, Danimarkalıların Norveç üzerinde hâkimiyetine muhalifti. 1468’de Danimarka kralı I. Christian, sadakatinden şüphe duyduğu gerekçesiyle Elise’in topraklarına el koydu. Bu olay sonucunda Almanlara saldırı yapma imkânı kalmayan Elise 1483’te öldü. rol altına almış bulunuyordu. 1566’da ikinci evliliğini Richard Bourke ile yaptı fakat bir yıl içinde kocasından boşandı ve kocasının kalesine –Rockfleet Castle- el koydu. Bu kale uzun yıllar boyunca O’Malley ailesinin denetiminde kaldı. Grace, 1570’lerde İngilizlerden gelen tehditlerin artması üzerine onlara karşı koymak için eski kocasıyla işbirliği yaptı. Korsanlık faaliyetlerinden dolayı 1576’dan 1579’a kadar Dublin Kalesi’nde İngilizlerce hapsedildi. Bunun öcünü almak için 1580’de İskoç paralı askerleriyle anlaşarak İngilizlere karşı bir isyan tertip etti. Bu nedenler başlayan isyanlar zincirinin yanı sıra Grace, İspanyol Armadası’na da yardım edince vatan hainliğiyle suçlandı. 1591’den itibaren Kraliçe I. Elizabeth’e kendisine haksızlık yapıldığına dair mektuplar yazdı fakat bu fayda sağlamayınca kraliçeyle yüz yüze görüşmek için 1593’te Londra’ya yelken açtı. Kraliçe’yle görüşmelerinin detayı bilinmese de Grace hayatına korsan olarak devam etmek için izin aldı; ayrıca İngiliz valilerinden biri tarafından tutuklanan oğullarının da salıverilmesini sağladı. Aldığı izne rağmen Grace O’Malley’nin kariyeri eski parlaklığına ulaşamadı. I. Elizabeth’le görüşmesinden on yıl sonra, 1603’te öldü. XVI. yüzyılın en meşhur kadın korsanları arasında Grace O’Malley ve Sayyida al-Hurra dikkat çeker. Grace O’Malley, 1530’da İngiltere Kralı VIII. Henry’nin kâğıt üzerinde de olsa İrlanda Lordu unvanı taşıdığı bir dönemde İrlanda’da doğdu. İrlanda bu dönemde yarı-özerk beyliklerce parçalanmış bir yönetim biçimine sahipti. Babası da İrlanda’daki yarı-özerk denizci O’Maille klanının başındaydı. Grace, babasının ölümünden sonra hem onun topraklarını hem de bölgedeki deniz ticaretini işletmeye başladı. Annesinden kalan miras ve ilk kocasının toprakları ve malvarlığı da buna eklenince Grace oldukça zengin bir kadın olmuştu. Kocası Donal savaşta öldürülünce Grace, Donal’ın klanının liderliğini ele geçirmişti. 1564’e gelindiğinde kendine ait 200 kişilik korsan grubuyla Clare Adası ve civarındaki faaliyetleri kontMSGSÜ TARİH Grace O’Malley’nin kraliçe Elizabeth ile görüşmesini tasvir eden bir gravür. MART 2015 8 Eski Roma’da Mart ayının adı, Roma Savaş Tanrısı “Martius” idi ve bu ayın savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi. Sayyida el-Hurra ise XV. yüzyılın ikinci yarısında seçkin bir Müslüman aileye doğmuş bir Endülüslüydü. Granada 1492’de İspanyolların eline geçince ailesiyle burayı terk edip Fas’a yerleşti. On altı yaşında kendisinden otuz yaş büyük bir tüccarla evlendirildi ama bu adam 1515’te öldü. Zekâsı sayesinde kocasına işlerinde yardımcı olmuş ve siyaset hakkında bilgilenmişti. Sayyida, kocasının ölümünden sonra Teutoan şehrinin valiliğini yapmaya başladı. Valilik görevini yürütürken Fas Kralı Ahmed al-Wattasi ile tanıştı ve onunla evlendi. Evlilik töreninin gerçekleşmesi için Tetouan’dan ayrılması gerekiyordu fakat o bunu reddedince Fas Kralı Sayyida’nın yanına gelmek zorunda kaldı. Fas tarihi boyunca bir kralın başkent dışında evlenmesi sadece bu durumda mahsustur. GEÇMİŞİN BAKİYESİ Jacquotte Delahaye, Christina Anna Skytte ve Anne Dieu-le-Veut XVII. yüzyılın göze çarpan kadın korsanları arasında sayılabilir. Christina Anna Skytte, 1643-1677 yılları arasında yaşamış İsveçli barones ve korsandır. Skytte ailesindeki bir diğer korsan ise Christina’nın erkek kardeşi Gustav’dı. Gustav 1657’den itibaren Baltık Denizi’nde faaliyet göstermişti. Christina Anna, 1662 yılında kendisi gibi bir korsan olan Baron Gustaf Drake’le evlendi. Birlikte korsanlığa devam edip Hollandalıların ticaret gemilerinden birine saldırdılar. Tayfayı öldürüp gemiyi batırmaları kimliklerinin açığa çıkmasına neden oldu. Kardeşi yakalanıp idam edilince Christina Anna ve eşi Gustaf İsveç’ten kaçtılar. 1688’de affedilince vatanlarına geri döndüler. Jacquotte Delahaye, Haitili bir annenin ve Fransız bir babanın melez çocuğuydu. Annesi, Jacquette’in erkek kardeşini doğururken öldü. Babası da bu olayın üzerinden fazla geçmeden öldürülünce Jacquotte, erkek kardeşine tek başına bakmak zorunda kaldı. Geçimlerini sağlamak için Karayipler’de korsanlığa başladı. 1660’lı yıllar boyunca aktif bir şekilde korsanlığı sürdürdü fakat sonunda hükümet hakkında yakalama emri çıkartınca yakalanmamak için kendisini ölmüş gibi gösterdi. Kimliğini gizleyerek birkaç yıl boyunca erkek kılığında yaşadı. Yakalama emrinin üzerinden yeterince süre geçip de olay soğuyunca Jacquotte kimliğini gizlemeyi bıraktı ve korsanlığa döndü. Saçlarının renginden ve yaşadıklarından ötürü insanlar ona “Ölümden Dönen Kızıl” lakabını taktılar. Jacquotte emrindeki yüzlerce korsanla 1656’da Karayiplerdeki ufak bir adayı ele geçirdi. Birkaç yıl sonra ise bu adayı savunurken öldü. Sayyida el-Hurra Sayyida, Granada’dan kaçmak zorunda kalmasından dolayı İspanyollara karşı büyük bir öfke duyuyordu. İntikamını alabilmek için korsanlığa yöneldi ve Oruç Reis’le işbirliği yaptı. Oruç Reis Akdeniz’in doğusunu yönetirken Sayyida da batıda güçleniyordu. Hristiyan gemilerine saldırmak hem Sayyida’nın yurdundan edilmesinin öcünü almasına yarıyordu hem de ona oldukça fazla bir gelir sağlıyordu. Gücü sayesinde Akdenizli Hristiyanların gözünde itibar kazandı. Bu itibarı ona İspanyol ve Portekiz hükümetleri ile korsanlar arasında arabuluculuk konumunu getirdi. Sayyida el-Hurra, 1542’de damadı tarafından yapılan bir devrim sonucu gücünü kaybetti. Hayatının bundan sonraki kısmı bilinmiyor. MSGSÜ TARİH Anne Dieu-le-Veut da Jeanne de Colisson gibi Fransa’nın Brittany bölgesinde doğmuş bir kadındı. 1650’de doğdu fakat yaşamının ilk on beş ila yirmi beş yılına dair sağlam bilgiler bulunmamaktadır. İşlediği bir suçtan dolayı 1665-1675 yılları arasındaki bir tarihte Tortuga’ya sürüldüğü tahmin ediliyor. 1680’li yıllara gelindiğinde Karayipler’de ünlü bir korsan haline geldi ve kendisi gibi bir korsan olan Pierre Length ile evlendi. 1683 yılında Pierre Length, arkadaşları olan bir diğer korsan tarafından öldürüldü. Anne, kocasının intikamını almak için Laurens de Graaf adlı bu adamı düelloya davet etse de Laurens onun isteğini kabul etmedi. Anne’in cesaretinden etkilenen Laurens ona evlenme teklif etti. Anne, şaşırtıcı bir şekilde Laurens de Graaf ’ın teklifii kabul etti ve ikisi 1693’e kadar korsanlık faaliyetlerine devam ettiler. İngilizlerin Tortuga’ya 1694 yılında düzenledikleri ani saldırıda Anne ve iki kızı esir düştüler. MART 2015 9 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Gelecekte bizi nelerin beklediğinin en iyi falcısı, geçmişte başımıza gelenlerdir.” -John Sheran 1698’e kadar esir tutulduktan sonra Laurens’le bir araya geldiler. Bu tarihten sonra ise ne yaptıkları kesin değil. Mary Read ve Anne Bonny’nin XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde kesişen hayatları trajik bir biçimde son buldu. Bu iki yakın arkadaş günümüzde adları en bilinen kadın korsanlardır. Anne Bonny, yaklaşık 1700 yılında İrlanda’da doğmuştu. Avukat bir babanın –William Cormac- ve hizmetçi bir annenin –Mary Brennan- kızıydı. Ailesi Anne küçük yaştayken Yeni Dünya’ya göç etti. Bu göçten kısa süre sonra Mary Brennan öldüğünde Anne on iki yaşındaydı. Avukatlıktan yeterli para kazanamayan William Cormac, ticarete açıldı ve küçük bir servet elde etti. Anne, fakir bir denizci ve ufak çaplı bir korsan olan James Bonny’yle evlendi. Babası bu evlilik nedeniyle onu evlatlıktan reddedince 1714 ila 1718 arasındaki bir tarihte İngiliz kanunundan kaçan korsanların sığınağı olan Nassau’ya –Bahama Adaları’ndan New Providence’da bulunan bir yerleşim yeri- yerleştiler. Bu üç korsanın saldırıp el koyduğu gemilerden bir kısmı İngilizlerin çay taşıyan ticaret gemileriydi. İngilizler çay ticaretini ciddiye aldıkları için onların faaliyetlerini durdurmak amacıyla harekete geçtiler. Jamaika valisi Rogers, haklarında yakalama kararı yayımlattı ve Yüzbaşı Jonattan Barnet’e onların peşine düşme görevini verdi. Ekim 1720 tarihinde İngiliz kuvvetleri tarafından saldırıya uğrayan Rackham ve ekibi fazla bir direniş gösteremedi çünkü tayfanın çoğunluğu dövüşemeyecek kadar sarhoştu. Anne Bonny, Nassau’da diğer korsanlarla tanışıp onlarla vakit geçirmeye başladı. Burada tanıştığı Jack Rackham adlı bir korsana âşık oldu; bu ilişkiyi devam ettirebilmek için James Bonny’den boşandı. Jack Rackham’layken de korsanlık faaliyetlerine uğraşan Anne Bonny bu dönemde Mary Read ile tanıştı. Üçlü, “İntikam” adlı bir gemiyi ele geçirip bu gemide kendilerine yeni baştan tayfa topladılar. Jamaika ve çevresinde ufak da olsa pek çok ticaret gemisine el koyarak kısa süreli başarılarının keyfini çıkarttılar. Anne Bonny, bu gemideyken cinsiyetini gizlemiyor, çarpışmalarda diğer erkeklerle birlikte dövüşüyordu. Anne Bonny ve Mary Read Bu saldırı sonucunda Rackham, Bonny ve Read yakalanıp Jamaika’ya götürüldüler. Bir kayıta göre Anne Bonny, yakalanmalarının sorumlusu olarak gördüğü Jack Rackham’la hapishanede karşılaşmış ve ona “Erkek gibi dövüşseydin köpek gibi asılmazdın.” demişti. Üçü de yargılanıp idama mahkûm edildi. Cezaları açıklandıktan sonra Anne ve Mary hamile olduklarını ilan ettiler. İngiliz kanunlarına göre hamile kadınların idam cezaları doğumdan sonrasına ertelenebiliyordu. Onlar da bu kanundan faydalandılar. Anne Bonny(sağda) ve Mary Read(solda) Captain Charles Johnson’ın General History of the Pyrates adlı kitabından(1725) MSGSÜ TARİH Bonny’nin salıverildiğine ve ya idam edildiğine dair günümüze ulaşmış bir tarihi kayıt olmadığından çeşitli teoriler üretilmiştir. Kimine göre babası kefalet ödeyip onu hapisten çıkarınca ilk kocasına dönmüştür ve ya korsanlığa devam etmiştir. MART 2015 10 22 Mart 1993 BM, dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek ve içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının sağlanmasında teşvik olması amacıyla 22 Mart tarihini “Dünya Su Günü” olarak ilan etti. Anne Bonny’nin can dostu Mary Read ise XVII. yüzyılın son dönemlerinde –tahminen 1691- İrlanda’da doğan gayri meşru bir çocuktu. Mary Read’in farklı bir babadan olma Mark adında meşru bir ağabeyi vardı. Mary Read’in annesi dul olduğundan kayınvalidesinin mali desteğiyle geçimini sürdürüyordu. Mark ölünce, maddi destekten mahrum kalmak istemeyen genç kadın, Mary’nin saçlarını kesti ve onu bir erkek gibi giydirmeye başladı. Mary Read, ergenliği boyunca büyükannesinin maddi yardımlarından faydalandı. Erkek gibi giyinmenin ve davranmanın getirdiği özgürlükten hoşlanan Mary, İngiliz Ordusu’na katıldı. İngilizler, Fransızlara karşı Hollandalılarla işbirliği yapmıştı. Orduda dövüş yetenekleriyle kendini kanıtladı ve piyade birliğinden süvariliğe terfi etti. Bu esnada Hollandalı bir askere âşık oldu. Daha sonradan bu askerle evlendi ve ikisi de askerliği bıraktılar. Sahip oldukları malları satarak Hollanda’da “Üç Nal” adında bir meyhane aldılar. Kocasının beklenmeyen bir biçime ölmesi üzerine Mary, tekrardan erkek kılığına büründü ve tekrar orduya katılmak istedi. Ne var ki barış yapıldığından asker alınıma ihtiyaç duyulmuyordu. Şansını başka bir yerde denmek isteyen Mary Read, Batı Hint Adaları’na giden bir gemiye bindi. Bindiği gemi yolculuk esnasında korsanlarla ele geçirildi ve Read de korsanlara katılmak zorunda kaldı. Yaklaşık 17181719’da Kral’dan hükümet rızasıyla korsanlık yapabilmek için izin aldı fakat daha sonra tayfasıyla birlikte isyan etti. MSGSÜ TARİH GEÇMİŞİN BAKİYESİ Anne Bonny ve Jack Rackham’a ise 1720’de katıldı. Aynı yılın Ekim ayında İngilizler tarafından yakalandıklarını ise yukarıda anlatmıştık. Mary Read, hamile olduğunu açıkladığından kanunlar gereğince idamı doğumdan sonraya ertelendi. Doğuma kadarki süreyi hapishanede geçirdi. 28 Nisan 1721 tarihinde yüksek ateşten ölen Mary Read, Jamaika’da gömüldü. XVIII. yüzyıla kadarki dönemde çoğunlukla savaş gibi zor zamanlarda erkek nüfusunun azalmasıyla babalarının, kocalarının ve ya oğullarının işlerini devralan kadınlar korsanlığa başlıyorlardı. Doğrudan denize açılmayan kadınlarsa işlettikleri meyhaneler vasıtasıyla korsanlarla temasa geçiyorlardı. Çalıntı mallar alıyor, korsanlara borç veriyor, tefecilik yapıyorlardı. Bütün bunlar yasadışı eylemler olduğundan büyük riskler almak zorundalardı. Bizzat gemilerde bulunup korsanlık yapan kadınlar ise daha nadirdi. Gemideki fiziki güce dayanan işlerin ağırlığı, gemide kadın bulunmasının kötü şans getirdiğine ve ya tayfa arasında kavgalara sebep olacağına inanılması kadınları korsanlıktan alıkoyan bazı etkenlerdi. Kadın korsanların, erkeklere özel hak ve ayrıcalıklardan faydalanmak için erkek kılığına girdikleri düşünülürse varlığından haberdar olmadığımız başka kadın korsanlar da olabilir. MART 2015 Müge TOPAL 11 “Tarih; geçmişte yapılmış, şu anda elimizde olan ve fakat istikbâli gösteren bir dürbündür.” -George Bancroft GEÇMİŞİN BAKİYESİ İLGİNÇ BİR VAK’A: SAKAL MESELESİ Geçmişin bütün yükünü omuzlarında taşıyan, onunla sonsuza dek yolculuk yapan tarih sayfalarında, bazen yüzümüzü gülümseten bir takım olaylara şahit olabiliyoruz. Ayrıca bu gibi olayların tarihi ilgi çekici kıldığı ve bunun sonucunda insanlara tarihi daha çok sevdirdiği de malumunuzdur. Gelin bizde tarihi daha da çok sevmek adına bu olaylardan birine şahit olalım. Haçlı Seferleri sırasında kurulan Urfa Haçlı Kontluğunun kurucusu I. Baudouin de Boulogne 1110 yılında Kudüs kralı olunca, Urfa Haçlı Kontluğunun idaresini kuzeni II. Baudouin du Bourg’a bıraktı. II. Baudouin du Bourg ise başa geçer geçmez yerini sağlama almak adına bir takım arayışlar içerisine girdi. Ve bu arayışlar neticesinde attığı adımlardan ilki, Malatya’nın Ermeni hâkimi Gabriyel’in Morphia adındaki kızıyla evlenmek oldu. Bunu bölgede yoğunlukta bulunan Ermeniler arasında ki nüfuz ve itibarını arttırmak adına yapmıştı. Ayrıca bu evliliğin her iki taraf açısından da stratejik önemi oldukça büyüktü. Nitekim bu dönemde evlilikler, genelde buna benzer amaçlar doğrultusunda yapılmaktaydı. Buraya kadar her şey normal sıradan siyasi bir ittifak ancak damadın paraya sıkışması olaya biraz daha renk katıyor. II. Baudouin-Willermus Tyrensis Kroniğinden II. Baudouin du Bourg, kaynaklarda sevimli karakteriyle birlikte dindar, cesur ve özel hayatına dikkat eden biri olarak bilinirdi. Ancak sevilmeyen bir yanı vardı. O da mala mülke olan düşkünlüğü idi. Paraya karşı bir ihtiyaç duyarsa ne yapıp edip, onu mutlaka elde etmesini bilirdi. Yine bir gün paraya sıkışmış olacak ki kayınpederinin kapısını çalar. İhtiyacı olduğu parayı da şantaj yoluyla zorlanmadan alır. Usta bir oyunculukla, borcu olduğunu ve bu borcu ödeyemediği takdirde sakalarını keseceğine yemin içtiğini bildirmek suretiyle kayınpederinden 30. 000 Bizans altınını koparmayı başarır. Bir sakal için bu kadar para verilir mi diyeceksiniz ama Grekler ve Müslümanlar gibi Ermenilerde sakalın şeref ve vakarın delili olduğuna inanmaktaydılar. Ayrıca bunlar Haçlı seferlerinin ilk yıllarında birçok Haçlının traşlı suratları karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Durum öylesine karışmıştı ki Haçlıların bölgede yapmış oldukları katliamlarda, sakallı yerli Hristiyanlar, Müslüman zannedilip yanlışlıkla öldürülüyorlardı. Yukarıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı Gabriyel, sakalsız bir damadın kendi itibarına zarar vereceğinden emindi. Baudouin’in maiyyetinde ki şövalyeler de bu oyuna katılıp, efendilerinin gerçekten sakalını keseceğini bildirince, Gabriyel, böyle büyük bir rezaletin önüne geçmek için gerekli parayı vermek zorunda kalmıştır. Ancak işini de sağlama alarak bir daha sakalını böyle yeminlere konu etmeyeceğine dair Baudouin’e and içirmiştir. II. Baudouin du Bourg MSGSÜ TARİH Aslına bakıldığında bu olay, Haçlılar ve Doğu Hristiyanları arasında ki kültürel ve sosyal anlamda oluşan derin farklılaşmaya verilecek örneklerin başında gelmektedir. Bu doğrultuda değerlendirme yapmak ve çeşitli sonuçlar çıkarmak konuyu daha da anlamlandıracağından şüphem yok. Ancak biz sadece olayı vermekle yetinelim ve değerlendirmeyi siz değerli okuyucularımıza bırakalım. Berkay Yekta ÖZER MART 2015 12 18 Mart 1915 GEÇMİŞİN BAKİYESİ I. Dünya Savaşı’nda, İtilaf Devletleri Birleşik Filosunun Çanakkale Boğazından geçme harekatına karşı kahramanca gerçekleştirilen Osmanlı direnişi zaferle sonuçlandı. ERMİTAJ MÜZESİ Ermitaj kelime anlamı olarak ’’inziva yeri’’ demektir. Ermitaj müzesi, Neva nehrinin kenarında ve Saint Petersburg’un en merkezi yerinde kurulmuş bir sanat merkezi olup Rusya’nın en büyük müzesi unvanına sahiptir. Ayrıca dünyada parmakla gösterilebilecek müzeleri arasındadır. Bu önemli müzenin temelini Katerina’nın Berlin’de ki bir tüccardan satın aldığı 225 kadar resim koleksiyonu oluşturmuştur. Bundan dolayı da müzenin kurucusu Rus İmparatoriçesi II. Katerina kabul edilir. Büyük Katerina’nın isim günü olan 7 Aralık Ermitaj’ın da doğum günü olarak her yıl kutlanır(1764). Çariçe mevcut kışlık sarayın yanına bir başka saray daha yaptırmıştır. Kendisinden sonra gelen Romanovlar da müzeye yeni eserler katılmasında yardımcı olup koleksiyonu sürekli zenginleştirip müzeyi de büyütmüşlerdir. Müze 3 milyonun üzerinde esere sahiptir. Müze içerisinde o kadar çok eser mevcut ki, her esere 10’ar saniye ayırsanız bile müzeyi ancak 1 yıla yakın bir sürede gezebileceğiniz öngörülüyor. İçerisinde 1057 adet oda bulunmaktadır. Müzenin tamamını gezmek istiyorsanız yaklaşık olarak 20-15 km’lik bir mesafe yürümek zorundasınız. Ama inanın böyle ihtişamlı ve zengin eserlerle dolu bir müze için bu rakamı gözünüzde çok da büyütmemenizi tavsiye ederim. MSGSÜ TARİH Müzede kolaylık olması açısından birçok dilde hazırlanmış olan planlar mevcuttur. Bunların arasında Türkçe plan da yer almaktadır. Tüm müzeler gibi burası da Pazartesi günleri ziyaretçilere kapalıdır. Müzeye girişin 1520 dolar arasında bir ücreti vardır. Ancak müze önündeki uzun bilet kuyruklarında beklemek istemiyorsanız biletinizi internet üzerinden de temin edebilirsiniz. MART 2015 13 “Tarihi bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer. Her ikisinde de karaya oturmak tehlikesi vardır.” -Cevdet Paşa GEÇMİŞİN BAKİYESİ Müzenin birinci katında Eski Mısır kültürü ve sanatı salonu, Antik Dünya kültürü salonu ve salonları, Doğu Kültürü ve sanatı salonları, İsa’dan önce 5.-4. Yüzyıllara ait pazırık höyüklerinden parçalar, ilkel kültür ve sanatlar salonları ve mücevherat galerisi bulunuyor. arasındaki savaşlar sonucunda elde edilmiş olan birtakım savaş ganimetleri de bulunmaktadır. Sadece bu kadarla da sınırlı değil. Bunun yanı sıra II. Mahmud’un Çar Nikolay’a hediye ettiği at koşum takımı da sergilenen eserler arasındadır. İkinci katında; Kışlık sarayındaki tören salonları ve oturulan odalar, 15-18. yüzyıllar Fransız sanatı salonları, 15-18.yüzyıllar Alman sanatı salonları, 16-18.yüzyıllar İngiliz sanatı ve salonları bulunuyor. En başında da belirttiğim gibi müzede 3 milyon civarında eser var. Haliyle tümünü gezebilmek hemen hemen imkansız. Ancak müze içerisinde her dile çevrilmiş olan ‘’Hermitage’’ kitaplarını ekonomik fiyatlarla satın alabilirsiniz. En azından bakamadıklarınızı görme veya bakmaya doyamadığınız eserleri ise bu şekilde tekrar inceleme fırsatınız olur. Üçüncü katta ise 19. ve 20. yüzyıl Fransız sanatı salonları, Alman ve diğer Avrupa ülkeleri sanatı salonları, 20. yüzyıl İtalyan sanatı salonları ve Çin, Hindistan, Endonezya, İran, Suriye ve Bizans sanatı bulunuyor. Ayrıca sarayda Osmanlı’dan da hatırı sayılır ölçüde eser var. Sarayın meydanında bulunan yaklaşık 700 ton ağırlığındaki 47,5 metrelik sütun, dünya üzerindeki en büyük tek taş sütundur. Kısacası Ermitaj müzesi hiç kuşkusuz görülmeye değer bir müze. Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan bu ihtişamlı yapıyı Saint Petersburg’a yolunuz düştüğünde mutlaka görmenizi tavsiye ederim. En yakın zamanda gitmeniz dileğiyle… Müze içerisinde Türklere ait silah ve sikkelere rastlamak da mümkündür. Osmanlı dönemine ait olan kıymetli takılar ve el işlerinin yanı sıra Osmanlı ile Rusya MSGSÜ TARİH MART 2015 Emrah İLTER 14 22 Mart 1993 BM, dünya ülkelerinin giderek büyüyen temiz su sorununa dikkat çekmek ve içilebilir su kaynaklarının korunması ve çoğaltılması konusunda somut adımlar atılmasının sağlanmasında teşvik olması amacıyla 22 Mart tarihini “Dünya Su Günü” olarak ilan etti. GEÇMİŞİN BAKİYESİ TATLI BİR FELAKET Boston’da görevli bir polis memuru, öğlen saatlerinde bir çağrı aldı; ‘Hemen tüm kurtarma araç ve personelini buraya sevk edin! Commercial Sokağı’ndan bir pekmez dalgası iniyor!’ Tarihler 15 Ocak 1919’u gösterdiğinde Boston, Massachusetts’te ilginç bir olay yaşandı. Bir pekmez fabrikasında, yüksekliği 15 metreyi bulan içerisinde de yaklaşık 8 milyon litre pekmez bulunan tanker çöktü. Büyük bir gürültü ile patlayan tankerden çıkan pekmez Boston sokaklarına akmaya başladı. Pekmez selinin şiddeti saatte 55 kilometreye kadar ulaşmıştı. Sel yoğunluğu o derece artmıştı ki kanalizasyon sistemleri kullanılamaz hale gelmiş, bazı yollar ise çökmüştü. Büyük pekmez dalgalarının yüksekliği yer yer 5 metreyi buluyordu. Pekmez felaketinde 21 kişi hayatını kaybederken, 150 kişide yaralandı. Bu sel felaketi, yağmur kaynaklı sellere göre daha tehlikeliydi. Yüzme bilen insanlar dahi bu dalgalardan kurtulamıyordu. Bunun sebebi ise pekmezin daha yapışkan olması ile birlikte şiddetiydi. Boston’un bu felaketin yaralarını sarması 6 ay sürdü. Görgü tanıkları, sokakların bir süre kahverengi kaldığını, hatta çok sıcak günlerde sokakların pekmez koktuğunu aktarmaktadır. MSGSÜ TARİH Felaket sırasında saplanan at arabaları yerlerinden çıkarılamadığı için atlar vurulmak durumunda kalınırken. Pekmez tankının patlamasıyla çevreye yayılan parçalar bir köprünün yıkılmasına, bir trenin de raydan çıkmasına sebep olmuştur. Yaşamını kaybedenlerin bir kısmı felaketin ilk günü boğulmaktan veya sürüklenmekten, diğer kısmı ise ilerleyen günlerde enfeksiyon kaynaklı sebeplerden ölmüştü. Tankın patlamasının sebebi, aşırı dolum yapılması olarak gösterildi. Ancak fabrikanın sahibi olan The United States Industrial Alcohol Co. isimli şirket ise olayda bir sabotaj olduğu gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. Mahkeme 1925 yılında sona erdiğinde şirket 1 milyon dolar cezaya çarptırıldı. Mehmet ÜNAL MART 2015 15 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Tarihi eserleri koru, geçmişine sahip çık! AH İSTANBUL! İstanbul’da uzun zamandır büyük bir kültür erozyonu yaşanmakta. Bu durum son yıllarda artık şehrin kaldıramayacağı bir boyuta gelmiş ve ne yazık ki bu her geçen gün de büyüyerek devam etmektedir. Anlatmaya çalıştığımız ufak ölçekli birkaç müdahale yoluyla yapılanlar değil, aksine birçok koldan farklı argümanlarla ortaya çıkan olumsuz bir tablo. Ve bu tablonun ressamı biz insanlarız. Bildiğiniz gibi özellikle 1950’lerden sonra yoğun bir şekilde devam eden göç hareketlerinin İstanbul’a faturası ağır olmuştur. Günümüzde de süren bu göç dalgalarının beraberinde, artan nüfus yoğunluğuna paralel olarak, hiçbir altyapı çalışması yapılmadan kurulan yerleşim alanları İstanbul’da sistemsiz ve plansız bir yapı ortaya çıkarmakta ve özellikle çarpık kentleşme; şehrin genel görüntüsüne ve kültür varlıklarına büyük zarar vermektedir. Üzülerek belirtiyoruz ki İstanbul’un birçok noktasında bulunan çeşme, anıt ve benzeri tarihi kalıntıların durumu içler acısı bir vaziyette. Yeterli düzeyde yenileme çalışmaları yapılmadığı gibi, üstüne bir de duyarsızlık ve umursamazlık eklenmiştir. Çeşmelerin oluklarında ağzına kadar çöp bulunmakta veyahut bu tarihi yapıların üzerine fütursuzca el ilanı veya doğrudan çeşitli kimyasal boyalarla yazılama yapılarak zarar verilmektedir. Bu aymazlık kendisini bazen öyle bir yerde gösteriyor ki, dünya mimar literatürüne adını altın harflerle kazımış olan Mimar Sinan’ın pergel şeklindeki müthiş bir tevazu örneği olan mezarının duvarlarında dahi bu güruhun yazılarına ve ilanlarına şahit olabiliyoruz. “İstanbul’da bir tarihi eser daha ranta kurban gitti.” Son zamanlarda basında bu tarz haberleri çokça duymaktayız. Zira İstanbul’da tarihi eserlere karşı talan ve yıkım çok büyük boyutlara ulaşmış durumda. Medya aracılığı ile öğrendiklerimiz bile durumun korkunçluğunu gözler önüne seriyorken, peki ya medyaya yansımayanlara ne demeli? Tarihi eserlerin sermaye ve ranta kurban gitmemesi için mahalli yönetimlerin daha sert tedbirler alması gerektiğini her defasında -bir tarihi eseri daha kaybettikten sonra- daha da acı bir şekilde kavrayabiliyoruz. Gerçi şehri bir inşaat sahası olarak görenler, yasayı bir şekilde kendileri için uygun haline getiriyor veya hiçbir şekilde yasayı tanımayarak bu varlıklara müdahale edebilme hakkını kendinde görüyor. MSGSÜ TARİH Bütün bunlar gibi tarihi eserlerin bakımsızlığı üzerine daha nice örnek verilebilir.Bu durumu dışarı çıktığınız zaman biraz dikkatlice çevrenize baktığınızda,şehrin birçok noktasında net bir şekilde görebilirsiniz. MART 2015 16 25 Mart 1611 17. Yy’da yaşamış olan ünlü Osmanlı Seyyahı Evliya Çelebi’nin doğum günü. GEÇMİŞİN BAKİYESİ Sen kültüre ve sanata verdiğin değerle tanınırsın! Bir tarafta Ayasofya’nın mozaiklerini temizletmek için Avrupa’dan özel ustalar getiren Abdülmecid Han diğer tarafta tarihimize ışık tutan ve o tarihi görünür kılan eserlere vandalca saldıran bir güruh. Bir tarafta çevresinde bir sürü çöp kovası olduğu halde ısrarla yere veya denize çöp atan, sağa sola tüküren bir zihniyet diğer tarafta yere tükürülüyor diye özel bir vakıf kurduran Fatih Sultan Mehmet. Bir tarafta doğanın sahibi değil parçası olduğunu kabul edip, teşkilatını buna göre şekillendiren, doğayla uyum içinde yaşamayı kendisine ilke edinen, kuşların göçü sırasında Eyüp Sultanda konakladıkları için orada sürekli veteriner bulunduran bir ecdat diğer tarafta doğaya ve yeşile müdahale için fırsat kollayan bir zihniyet. Bir diğer üzüldüğümüz nokta da İstanbul’un en fazla turist alan yerlerinden birisi olan Süleymaniye Camii ve külliyesidir. Mimar Sinan’ın kalfalık eserim diye adlandırdığı bu başyapıtın yakın bir zamanda geçirdiği restorasyon çalışmalarından dolayı külliye ve camii şuan için iyi bir durumda bulunmakta. Ancak çevresi için aynı şeyleri söyleyebilmemiz mümkün değildir. Bir diğer sorun ise Süleymaniye Camii’ne kolaylıkla ulaşabileceğimiz rahat bir yolun bulunmamasıdır. Zira buraya sadece ara sokaklardan dolanarak ulaşılabilmektedir. Tabii bu duruma sebep olan en büyük etmen -bir çivi bile çakılmasının yasak olduğu halde-bölgede yasal olmayan bir şekilde gerçekleştirilen kaçak yapılaşmadır. Bir tarafta yaptıkları en küçük eserde bile estetikten, zarafetten, sadelikten, altın orandan ödün vermeyen muhteşem bir mimari gelenek, diğer tarafta ise şehrin kalbine hançer gibi saplanan, topografyasını alt üst eden, İstanbul’u yatay bir kentten dikey bir kent haline sokan estetikten yoksun sıra sıra gökdelenler, rezidanslar, avmler… Tarihini bu kadar çok sahiplenen ve o tarihle bir o kadar da gurur duyan insanların, ecdatlarının kültürel mirasına, yaşayış tarzına ve felsefesine bu kadar uzak durması, kabul edilebilir, görmezden gelinebilir bir durum değildir. Bir araştırmacının İstanbul ziyareti sırasında yetkililere söylediği gibi: ”Eğer İstanbul’u bir kültür kenti yapmak istiyorsanız, Ayasofya veya Sultanahmet camiine verdiğiniz değeri ve özeni; o yarısı toprağa gömülmüş yarısı da dışarıda kalmış ama hâlâ inatla direnerek ayakta duran çeşmeye de gösterirseniz bu işi başarabilirsiniz.” Artık tarihi eserlerin birer birer ranta ve sermayeye kurban gitmemesi, restorasyon ve türlü bahanelerle yıkılan, aslı bozulan veya otel gibi kâr odaklı yapılara çevrilen tarihi eserlerle karşılaşılmaması, kültürel mirasımızın, köprülerin ve gökdelenlerin gölgesinde kalmaması ümidiyle, yazımızı noktalayalım. Bu şehri ve kültürel mirasını koruyalım, ona gözümüz gibi bakalım. Zira hiçbirimizin gidecek başka bir İstanbul’u yok vesselam… Seyit Ahmet ÇANKAYA MSGSÜ TARİH MART 2015 17 “İstanbul, önünde şair ile arkeoloğun, diplomat ile tüccarın, prenses ile gemicinin, Kuzeyli ve Güneylinin, hepsinin aynı hayranlık duygusuyla haykırdığı evrensel ve son derece büyük bir güzelliktir. “ İstanbul Turumuz... MSGSÜ TARİH MART 2015 18 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Tarih bir bilimdir. Orada da ruh ve düşünce, tenkit ve yöntemler vardır.” -F. Calloge Bir Osmanlı Mirası: Kahve Kültürümüzde mühim bir yeri olan kahve bazen bir sohbet vesilesi bazen bir dost latifesi bazense bir gönül vecizesi olarak hayatımızda yer tutar. Bizler her ne kadar kültürel miraslarımıza sahip çıkamasak ve hatta bununla yetinmeyip tahrip ve talan uygulasak da kahve, kendisini bir fincan içinde muhafaza edebilmiş, bizim umarsız ve fütursuz saldırılarımızdan kendisini koruyabilmiş ve günümüze bakir bir şekilde erişebilmiştir. Vecizelerimizde, türkülerimizde, şiirlerimizde yer tutmuş olan kahve, bize bir dost meclisinde aradığımız güzide bir yoldaş olmuştur. Kahvenin Tarihçesi ve Osmanlı Yurdunda Yayılması Kahve Habeşistan’da önce yiyecek olarak ortaya çıktı. XV. yüzyılın başlarında Yemen ‘de tanınarak, yüzyılın sonlarından itibaren içecek halinde yaygınlık kazandı. XVI. yüzyılın başlarında Mekke ve ardından Kahire’ye, yüzyılın ortalarına doğru İstanbul’a ve nihayet XVII. yüzyılın ortalarında önemli Avrupa merkezlerine ulaştı. Kahvenin Yemen’e ilk defa kimin tarafından getirildiği hususunda farklı rivayetler bulunmakla birlikte önce tasavvuf çevrelerinde rağbet gördüğü bilinmektedir. Söz konusu çevrelerin bilhassa ibadet ve zikir için vücudu zinde ve uyanık tutma özelliğine vurgu yapmaları sebebiyle toplumun çeşitli kesimlerinde yaygınlık kazanması üzerine ulema arasında çokça tartışmalara sahne olmuştur. Kahve içmeyi neredeyse ibadetin bir parçası gibi gösterip savunan veya sarhoş edici bir madde olduğunu ileri sürüp haram kabul eden iki aşırı görüş bir tarafa bırakılırsa ulemanın çoğunluğu kahvenin mubah olduğunu belirtmiştir. MSGSÜ TARİH Kahvenin Osmanlı topraklarına hangi tarihte girdiği hakkında çeşitli görüşler olsa da bu hususta en sahih kaynak Osmanlı vakanüvisi İbrahim Peçevi ( 1574 – 1649 ) ‘dir. Onun naklettiğine göre ilk kahvehaneler İstanbul ‘ da ancak 1554 – 55 ‘ te Tahtakale ‘ de açılmıştır. Fakat anlaşılan o ki kahve tüketimi İstanbul ‘ a ulaşmadan önce Anadolu ‘ da yavaş yavaş yayılmıştır yani Osmanlı topraklarına girişi bu tarihten daha önce olmalıdır. Kahvenin Osmanlı topraklarına gelmesi ve kahvehanelerin yaygınlaşması, kahveyi halk arasında bir tutku haline getirmiş yönetici kesim ise bu ahvalden çekinmiş kahve birçok kere yasaklanmış, kahvehaneler fitne yuvası olarak adlandırılmış, kapatılmış ve yasaklanmıştır. Bu durum özellikle IV. Murat devrinde çok sıkı hale gelmiştir. 1633‘ te İstanbul ‘ u kül eden büyük bir yangın vuku bulmuş ve bu yangın halk arasında kahvehanelerde yüksek sesle ifade edilen bir memnuniyetsizliğe yol açmıştır. Bu durumda padişah IV. Murat ( 1623 – 1640 ) kahve ve tütünü yasaklayan bir ferman çıkarmış ve emirler büyük bir sertlikle uygulanmıştır. İstanbul ‘ da ki ve imparatorluğun diğer bütün kentlerindeki kahvehaneler IV. Murat ‘ın ve selefi I. İbrahim ‘ in saltanatları döneminde kapalı kalmış ve bunlar ancak IV. Mehmet ‘ in saltanatı döneminde yeniden faaliyete geçebilmiştir. MART 2015 19 GEÇMİŞİN BAKİYESİ 27 Mart 425 İmparator II. Theodosius zamanında, Konstantinopolis’te, Auditorium adıyla ilk yüksekokul açıldı. Okulda 31 profesör, Latince ve Grekçe hitabet ve gramer, hukuk ve felsefe dersleri vermeye başladı. XVII. yüzyılda Avrupalı seyyahlar Türklerin kahveye düşkünlüklerini zengin bir edebiyat halinde zikretmişlerdir. Bu meyanda Fransız Seyyah Du Loir : “Ona daha küçük bir fincan içinde, rengini ve adını bir Mısır tanesinden alan kızıl bir su olan kahve getiriyorlar, bu tane kaynatılmakta ve bir buğday tanesi büyüklüğünde olmaktadır. Bu içecek ancak çok sıcakken iyidir. Lezzetli biraz duman kokulu olmakta, fakat mide üzerinde harika bir etkisi bulunmakta ve buharın beyne çıkmasını engellemektedir .” Bir diğer seyyah Thevenot Osmanlılardaki kahve tutkusunu şöyle aktarıyor : “ … Bu içecek acı ve siyahtır ve biraz yanık kokmaktadır… Bu içecek dumanların mideden başa yükselmesini önlemektedir ve bu nedenle uyumayı engellemektedir… Mideyi rahatlattığı ve hazmetmeye yardım ettiği için de iyidir… Kahve en çok Türklerde içilmektedir, günde en azından iki veya üç fincan kahve içmeyen zengin veya fakir hiç kimse yoktur ve kahve kocanın karısına sağlamak zorunda olduğu şeylerden biridir …“. Kahve Türklerin kendilerine mahsus olan pişirme yöntemleri sebebiyle “Türk Kahvesi” olarak isimlendirilmiş ve beynelmilel bir marka değeri kazanmıştır. 19. yüzyıl sonlarına kadar Türk kahvesi, çiğ çekirdek olarak satılıyor, evlerdeki kahve tavalarında kavrulduktan sonra, el değirmenlerinde çekilerek içilebiliyordu. Bu durum; 1871 yılında Mehmet Efendi’nin, çiğ kahveyi kavurup öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başlamasına kadar sürdü. Böylece İstanbul Tahmis Sokak’ta taze kavrulmuş kahvenin kokusu da çevreye yayılmaya başladı. Kahveyi hazır olarak kahve severlere sunan Mehmet Efendi, kısa sürede tanınarak “Kurukahveci Mehmet Efendi” diye anılmaya başlandı. Osmanlı topraklarında başlayan kahve furyası gittikçe büyüyerek ehemmiyet kazandı ve faal bir ticaret metası haline dönüştü. 17. yüzyılın ortalarına doğru İstanbul ‘ un çok önemli bir tasvirini bize bırakmış olan Evliya Çelebi, esnaf arasında; 55 dükkânları olan ve sayıları 100 olan kahve tüccarlarıyla, 300 depoları olan ve sayıları 500 olan kahve toptancılarını zikretmektedir ki bunların Mısır ve Yemen ‘ de ortaklıkları bulunmaktadır. Bu kahve ticareti, Evliya Çelebinin “Mısır ve Akdeniz tüccarları” adını verdiği kimselerin elinde olan, önemli bir trafiğe can vermiştir. MSGSÜ TARİH MART 2015 20 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan, yapana sadık kalmalıdır.” -Mustafa Kemal Atatürk Toplumsal Bir Kurum Olan Kahvehaneler Kahvehaneler, Türk toplumunun kültürel hayatında önemli bir yere sahiptir. İnsanların bir araya gelerek sosyalleştikleri mekânlar olarak dikkat çekmektedir. Kahve, kendisine ek olarak çok tartışılan kültürel bir müesseseyi de Türk toplumuna kazandırmıştır. Kahvenin Osmanlı ülkesine girmesinden itibaren, bu içeceğin içildiği mekânlar olarak kahvehaneler ortaya çıkmıştır. Zaman içerisinde değişime uğrayarak, modernlik kavramından nasibini alan bu mekânlar Osmanlı toplumunda ve Cumhuriyetin kuruluş döneminde yaşanan sosyal ve siyasal değişimde aktif rol oynayarak toplumun nabzını tutmuştur. Kahvehaneler toplumsal değişim sürecinde eleştirilerin yapıldığı mekânlar olduğundan kültürel dönüşüm ve değişim süreçlerinin en önemli araçlarından birisi olmuşlardır. Kahvehanelerin ilk çıkışları göz önüne getirilirse toplumun onu niçin benimsediği anlaşılabilir. Osmanlı ülkesinde ilk kahvehaneler camilerin yanında açılmış, sosyal işlevleri olan imaret kahveleridir. Namaz vakitleri arasındaki boşluğu insanlar kahvehanelerde doldurmuş, küçük kulübeler biçiminde olan bu yerlerde çay içip sohbet etmişlerdir. Bunların bir kısmı daha sonra kıraathane şekline dönüşmüş, buralarda akşamla yatsı arasında kitaplar okunmuştur. Daha sonraları “Semâî kahveleri” kurulmuştur. Bunların sahipleri sanatçı veya sanatçı ruhlu kişiler olduğundan buralarda edebiyatında yeri olmuştur. Bunların sahiplerinin bir kısmı da yeniçeri ağalarıydı; kahveleri kendi ocaklarını temsil etmekte ve yeniçerilerin toplanmasını sağlamaktaydı. Kahvehanelerin bir diğer önemli özelliği, Osmanlı toplum yapılanmasında siyasal iktidar için gerçek bir tehdit olabilmeleriydi. Zamanla siyasî otoriteler tarafından eleştiriyi bünyesinde barındıran fitne ve fesat yuvaları olarak görülen kahvehaneler, özellikle ortaya çıktıkları ilk anlardan itibaren dini otoritelerin de tepkisini almıştır. Bu tepki, zaman zaman en üst düzeydeki dini otoritelerin fetvalarına da konu olmuştur. Kültürümüzde Kahve Kahve kültür ürünümüz haline gelene değin pek meşakkatli yollardan geçmiştir. Kadılar kahvenin haram olup olmadığına; hekimler de uyuşturucu olup olmadığına karar verebilmek için büyük tartışmalar yapmıştır. Fakat bunların hepsi bir tarafa bırakılacak olursa kesin olan şey şudur ki kahve bu topraklara girdiği andan bu yana hiçbir içeceğin bu güne kadar sahip olamadığı veya olamayacağı bir saygınlığa ulaşmıştır. Bu kırk yılın hatırını bir fincana doldurup sunmanın hikâyesidir. Geleneklerimizde, göreneklerimizde, hatır-gönül ilişkilerimizde yeri hep başköşede hazırdır kahvenin. Osmanlı’dan bu yana kız isteme esnasında, gelin adayı, kahveleri ikram edip elinde tepsiyle kahveler bitinceye kadar bekler; bu şekilde gelin adayı görücüler tarafından daha iyi görülür zira bu ortamın ağırlığını taşıyabilecek dört başı mamur tek içecek kahve olmuştu. Hatırına kırk yıl ömür biçmişizdir kahvenin, her alışverişimizde, kurduğumuz her ahbaplıkta bahanemizdir ve şunu da biliriz; ancak onun sıcaklığıyla yıkılabilir birbirimize karşı inşa ettiğimiz anlamsız soğuk duvarlar. “Gönül, ne kahve ister ne kahvehane; gönül sohbet ister, kahve bahane.” Volkan ÇERİBAŞ MSGSÜ TARİH MART 2015 21 29 Mart 1973 ABD’nin son askeri birlikleri Vietnam’dan ayrıldı. Vietnam Savaşı sırasında ABD, 1965’ten 1973’e kadar geçen süre içinde 53.200 askerini kaybetti. GEÇMİŞİN BAKİYESİ HERODOTOS TARİHİ’NE GÖRE MISIR UYGARLIĞINDAN BİR KESİT Tarih boyunca birçok devlet ve toplumun uygarlık tarihine katkısı olmuştur. Her toplum kendi inanç ve yaşayış şekillerine göre medeniyet tarihini şekillendiren unsurlar arasına girmiştir. Birçok tarihçi, seyyah, elçiler ve diplomatlar bu toplumların kültür ve medeniyetleri hakkında farklı amaçlar doğrultusunda araştırmalara yaparak, toplumların formlarını bize tanıtmışlardır. Özelikle eski dünyanın kültür ve toplumlarını bize tanıdan tarihçilerden biride Herodotos’tur. Uygarlık tarihinde önemli yere sahip olan medeniyetlerden biride Mısır medeniyetidir. Bu yazıda, Herodotos Tarihi’ne göre Eski Mısır medeniyetinin inanç ve yaşayış şekilleri ortaya konulmak istenmiştir. Herodotos, Mısır coğrafyası, etnografyası ve tarihini kapsayan ikinci kitabını yazarken; Mısır’a giderek gözlemler de bulunmuş, diğer taraftan da burada çok eskiden beri yaşayan tapınak rahipleri, arşivleri ve kendinden önce buraya yerleşmiş olan Ionialılardan, Karialılardan bilgi kaynağı olarak faydalanmıştır. Herodotos, kitabında ilk olarak Mısır’ın coğrafi olarak nasıl meydana geldiğini açıklamıştır. Rahiplerin kendisine söylediği gibi ve kendi gözlemlerine göre Mısır topraklarının büyük bölümünün iki dağ arasındaki denizin girintisinin dolmasıyla kazanıldığıdır. Nil nehrin taşıdığı alüvyonlar sayesinde zamanla Arap Dağı ile Libya Dağı arasındaki bölge dolarak geniş topraklar oluştuğunu izah etmektedir. O, bu düşüncesine kanıt olarak dağların üzerinde bulunan küçük deniz kabuklarını ve tuzlu bir bitki örtüsünü gösterir. Ayrıca Mısır toprağının ne Suriye ne de Libya topraklarına benzediğini belirtir. Böylece Herodotos bilimsel manada durumu açıklamaya çalıştığı söylenebilir. Herodotos, M.Ö. 490 yıllarında Karia kenti Halikarnassos’ta doğmuştur. Gözde bir aileye sahip olan Herodotos, seçkin bir çevrede yetişmiştir. Uzun yolculuklar yaparak birçok ülkenin coğrafi özelliklerini ve toplumların kültürel ve sosyolojik yapısı hakkında bilgiler elde etmiştir. Böylece Herodotos Tarihi adlı eserini meydana getirip, Yunanlı olmayanların uygarlığa kazandırdığı yenilikler ve icatların bilinmesi amacıyla eserini yazdığını belirtmektedir. Hatta bu gelenekleri ilginç bularak övmekten ve Yunanlıların adetleri ile karşılatılmaktan çekinmemiştir. Bu sebeple meslektaşları tarafından eleştirilmiştir. Bu eser dokuz kitaptan meydana gelerek Yunan, Mısır, Pers, Lidya, Asur, İskit gibi birçok toplumun kültürel özelliklerini bizlere tanıtmıştır. MSGSÜ TARİH MART 2015 22 GEÇMİŞİN BAKİYESİ “Tarihi öğrenemeyenler, onu tekrar yaşamak zorunda kalırlar.” -George Santayana Nil Nehri, çağlar boyunca Mısır için bir hayat kaynağı olmuştur. Coğrafi şartların uygarlıkların gelişimine katkı sağlayan faktörlerden biri olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda toplumlar, çevre şartlarının olumlu ve olumsuz koşullarını kendi ihtiyaçlarına göre yorumlayarak yaşam kalitelerini artırmayı amaçlamışadır. Bu durumu Mısır uygarlığı ve Nil Nehri bağlantısında görebiliriz. Nil Nehri, toprakların verimliliğini sağladığı gibi aynı zamanda belli zamanlarda taşarak arazilerin bozulmasına sebep olmuştur. Bu olay karşısında Mısırlılar, çeşitli ilimlerle uğraşarak doğal bir zorluğu kendi lehlerine çevirerek Mısır uygarlığının gelişmesine katkı sağlamışlardır. Ayrıca Nil, doğal bir savunma alanı oluşturarak Mısır’ın kolay bir şekilde ele geçirilmesini engellemiştir. Görüldüğü gibi Nil Nehri’nin Mısır’a katkıları yadsınamaz bir gerçektir. Herodotos’un dediği gibi “ Mısır, Nil Nehri’nin armağanıdır. “ Herodotos, Mısır gelenek ve göreneklerini de ilginç bulmuştur. “… Her şey de adetlerinde, yasalarında hep başkalarınkine uymayan görenekleri vardır “diyerek karşılaştırmalı tarih yazıcılığı ile Mısırlıların kendilerine has gelenek ve göreneklerini belirtmiştir. Günlük yaşantıda kadın ve erkeğin farklı görev ve yaşayış tarzları vardır. Diğer toplumların aksine kadın çarşıya çıkar ufak tefek alışverişini yapıp eve döner; erkek ise evde bez dokumakla uğraşır. Erkekler yüklerini başının üstünde; kadınlar ise omuzunda taşır. Erkekler kıyafette iki parça, kadınlar bir parça giyerler. Ayrıca eski bir gelenek olarak erkekler sünnet olmaktadır. Mısırlılar evlerini hayvanları ile paylaşırlar. Yiyip içme dışındaki tabi ihtiyaçlarını evin içinde gerçekleştirirler. Onlara göre utanılacak ihtiyaçlar gözden uzak olmalıdır. Tanrı adamları, diğer toplumlardan farklı olarak kafaları kazınmıştır. Başka toplumlarda yakın akrabalarını kaybeden din adamları kafalarını kazıtır; Mısır toplumunda ise kazınmış olan saç ve sakallar uzatılır. Herodotos, ” … Mısır üzerinde biraz daha duracağım, zira burası şaşılacak eserlerle doludur, o kadar ki, anlatmaya söz yetişmez, onun için uzun anlatacağım.” diyerek Mısır uygarlığına giriş yapmıştır. Mısır uygarlığında yaptığı gözlem ve öğrenimlerinden etkilenmiş ve Yunan dünyası ile bunları karşılaştırmıştır. Astronomi ve takvim konusunda Mısır uygarlığının ileri seviyede olduğu Herodotos’un gözünden kaçmamıştır. İnsanlar arasında mevsimleri on iki bölüme ayırıp ilk olarak ayı bulanların Mısırlı olduğunu ve ayları ise yıldızlara bakarak hesapladıklarını belirtir. Ayrıca Yunanlıların yılı hesaplamada bu kadar bilimsel olmadığını söyleyerek bir öz eleştiride bulunmaktadır. MSGSÜ TARİH Geleneklerine bağlı olan Mısırlılar, sağlığa önem vermişlerdir. Özellikle kurban ritüellerinde bir öküz muayeneden geçirilerek kurban edilir. Böylece Mısırlıların sağlıklı et yemeye verdikleri önem görülür. Mısırlılar sadece temiz öküz ve dana eti yerler, inek ise Isis’in kutsal hayvanı olduğu için kurban edilmez. Kurban bir oruçtan sonra kesilir ve Mısır’a gelecek belalar bu başa gelsin diye kurbanın başına beddua edilir. Beddua edilen baş ya bir Yunanlıya verilir ya da bir dereye atılır. Herodotos burada araya bir cümle sıkıştırmaktadır:“…Kadın ya da erkek hiçbir Mısırlı bir Yunanlıyı ağızdan öpmez, bir Yunanlının bıçağını, kebap işini, tenceresini kullanmaz, hatta bir Yunanlının bıçağıyla kesilmiş bir et parçasını ağzına koymaz. ” demektedir. Burada, daha sonra kendisinin de belirttiği gibi, Mısırlıların temizliğe önem verdikleri ve bu yüzden temiz olmadıklarını düşündükleri diğer halklarla kaynaşmadıkları vurgulanmaktadır. MART 2015 23 GEÇMİŞİN BAKİYESİ Fatih Sultan Mehmet, 30 Mart 1432 Pazar günü şafak vaktinde, dönemin başkenti olan Edirne’de, II. Murat’ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. Herodotos, Mısır ve Yunanistan’daki dini ritüellerin benzerliğine dikkat çekmiştir. Ancak bu geleneklerin hangi toplumdan alındığı konusunda net bir bilgi vermekten kaçınmıştır. Tanrı Dionysos için yapılan kutsal akşam yemeğinde herkes evinin önünde kurban keser ve kesilen domuz satılan alınan çobana geri verilir. Dionysos’a adanan bu dini bayram Yunanistan ve Mısır’da benzer bir şekilde uygulanır. Herodotos, bu dini törenin Mısır’dan mı Yunanistan’ mı alındığı hakkında yorum yapmaz. Herodotos bir konu üzerindeki düşüncelerini kanıtlarla ortaya koymaya çalışır. Deliller olduğu zaman kendi tezini örnekler vererek kanıtlama yoluna gitmiştir. Yunanlı tanrı adlarının Mısır’dan Yunanistan’a geldiğini iddia etmiştir. Ona göre aslında Yunanlılar Herakles, Here, Hestia, Themis, Kharitler ve Nereidler adlarını barbarlardan ve özellikle Mısırlılardan almışlardır. Çünkü Mısırlılar, bunların Mısır toprağında her zaman bilindiğini kendisine söylemişlerdir. Kendi iddiasını kanıtlamak için Herakles’in soyunun Mısır’a dayanması ve Mısır’da Yunan tanrıları Posedion ve Dioskurların bilinmemesine dikkat çekmiştir. Eğer Mısırlılar, tanrılar panteonundaki isimlerini Yunanlılardan almış olsalardı, bu tanrılara da yer verilmesi gerektiği belirtmiştir. Diğer bir nedende Mısırlıların Herakles adı altında pek çok tanrıları olmasıdır. Herodotos, Fenike’de Tyros’a ve Thasos’a gitmiş ve buralarda da Fenikelilerin Mısırlılardan benimsediği ve çok eskiden kurulmuş Herakles tapınakları bulunduğuna değinmiştir. Böylelikle Herakles’in Yunanlılardan çok daha önce bilinen bir tanrı olduğunu ve bu konudaki Yunan söylemini çürüttüğünü düşünmüştür. Herodotos, Mısırda bir hekimin bir hastalığa baktığını söyler ve bundan dolayı hekim sayısının fazla olduğunu belirtir. Göz, baş, diş, karın ağrılarına ve iç hastalıklarına ayrı hekimlerin baktığını söyler. Yazarın buradaki gözlemiyle Mısır’ın hekimlik konusunda gelişmiş bir uyarlık olduğunu görebiliriz. İlimler tarihi incelendiğinde tıp konusunda Mısır’ın birçok toplumu etkilediği bilinmektedir. Mısır Uygarlığı denilince akla gelenler adetlerden biride mumyalama ve ölü gömme adeti olmalıdır. Herodotos bu gelenekleri ayrıntılı bir biçimde ele almıştır: Bir evde hatırı sayılır birisi ölürse evin kadınları başlarına ve yüzlerine çamur sürüp sokaklara çıkmaktadır. Sokaklarda akrabaları ile birlikte dövünerek gezinirler. Bu tören yapıldıktan sonra cenaze ölücü diye adlandırılan mumyacıya götürülür. Mumyacı, mumya yapma tekniğini bilen uzaman kişi olarak bilinmektedir. Kendisine bir ölü geldiği zaman, boyalı tahtadan yapılmış güzel bir biçimde taklit edilmiş modelleri ve arkasından daha ucuz modelleri müşterisine göstermektedir. Müşteri ile model ve fiyatta anlaşan Mumyacı işe koyulmaktadır. Herodotos, eserinde mumyalama tekniklerini belirtmiştir. Bu teknikleri en iyi, orta ve üçüncü sınıf mumyalama tekniği olarak üçe ayırmıştır. En iyi mumyalama tekniği bu şekilde betimlemiştir: Beyinin bir kısmı burun deliklerinden çekilir ve kalan diğer kısım ilaçla eritilir. Daha sonra ölünün göğsü dikey bir şekilde kesilerek iç organları boşaltılır. İçi temizlendiği sağlandıktan sonra hurma şarabı ve çeşitli kokular ölüye serpiştirilir ve karın kısmına dövülmüş saf mür ve çeşitli kokular doldurularak dikilir. MSGSÜ TARİH MART 2015 24 “Çoğumuz son yirmi dört saate çok fazla, son altı bin yıla çok az vakit harcıyoruz” -Will Durant GEÇMİŞİN BAKİYESİ Tuzlanma için yetmiş gün boyumca sodyum karbonat içine daldırılır ve sonrasında Mısırlıların yapıştırıcı olarak kullandıkları zamka bastırılarak ince tür şeritlere sarılarak ailelerine teslim edilir. Mumya tabuta koyulup ölü odasına götürülür ve burada ayaküstü duvara yaslanılır. Herodotos, kralla ilgili bilgilerini rahiplerden almış ve Sesostris adında önemli bir kraldan bahsetmektedir. Bu kralın Asya’dan Avrupa’ya geçtiğini ve birçok halkı boyunduruğu altına aldığını belirtmektedir. Ayrıca Sesostris, boyunduruk altına aldığı ülkelerde sütunlar diktirmiş ve bunların çoğunun da yok olduğunu söylemektedir. Ancak bunlardan birisini Filistin Suriye’sinde kendi gözleriyle gördüğünü iddia etmektedir. Aynı zamanda Sesostris’in biri Foça-Efes yolu üstünde, diğeri Sardeis’den İzmir’e giden yol üzerinde iki yerde kaya kabartması olduğunu öne sürmektedir. Herodotos’unda belirttiği gibi, İzmir-Sardeis yolunda Karabel Geçidi’nde bir kaya rölyefi bulunmaktadır. Ancak bu rölyef Mısır sanatı taşımamaktadır. Yapılan incelemeler doğrultusunda Hitit hiyeroglif yazıtının bulunduğu bir kaya rölyefidir. Herodotos, Hitit hiyeroglif yazısı ile Mısır hiyeroglif yazısını karıştırmış olmalıdır. Bu kralın varlığı hakkında net bir burgu bulunmaktadır. Ancak Mısır’ın efsanevi kralları arasında yerini almaktadır. Herodotos, Mısırlıların gelenek ve göreneklerini anlattıktan sonra Mısır krallarını ve bunların geride bıraktıkları eserlere değinmektedir. Konuya geçmeden önce diğer anlattığı konuların kendi yargı ve gözlemlerine dayandığını belirttiği gibi aynı zamanda bu bölümün Mısırlıların anlatmış olduklarını olduğu gibi anlatacağını söylemektedir. Mısır rahipleri tarafından anlatılan bilgilere göre, kral bütün toprakları Mısırlılara eşit bir şekilde bölüştürmüştür. Her toprak sahibi yılda bir ve belli zamanlarda krala vergi ödemiştir. Böylece kral, topraklarında halkı çalıştırarak hem toprağının ekip-biçilmesini hem de vergi alıp ekonomisine katkı sağlamıştır. MSGSÜ TARİH MART 2015 25 31 Mart 1889 Tüm dünyada Fransa’nın sembolü halini almış olan Eyfel Kulesi, Fransız İhtilalinin 100. yılı şerefine açıldı. Mısır uygarlığının günümüzde bile en ilgi çeken kısımlarından biride piramitlerdir. Mısır’ın en büyük ve en eski piramidi kral Kheops tarafından yapılmıştır. Bu ilk piramit örneğinin nasıl yapıldığı hakkında Herodotos, Mısırlılardan öğrendiği bilgileri aktarmaktadır. Kheops adlı kral, Mısır halkına kurban kesmeyi yasaklamış ve herkesi kendi için çalıştırmıştır. Kimi insanları Arabistan’daki taş ocaklarından Nil’e kadar taş çekmek için göndermiş kimisini ise bu taşları gemilere yükleyip Libya dağlarına ulaştırmak için görevlendirmiştir. Bu işlerde üç yüz bin işçi çalıştırmış ve üç ayda bir nöbet değişimi yaptırmıştır. Bu piramit yapımı oldukça zahmetli bir iştir. Çıkartılan taşları piramide götürebilmek için on yıl yapımı süren yollar inşa edilmiştir. Ayrıca piramidin altında bulunan yer altı odalarının yapımı da on yıl sürmüştür. GEÇMİŞİN BAKİYESİ Piramit yapımında, Mısırlıların ağaçtan yapılmış makineler kullandığını belirten Herodotos, ilk olarak bindirmelik denen sahanlıkların üst üste dizildiğini belirtir. Daha sonra ağaçtan yapılmış makineler kullanılarak taşlar yerleştirilir. İlk yapılan yerin piramidin tepesi olduğunu, sonra bir alt bölüme geçilir ve en son taş, yapının en altına yerleştirir. Bu yapının inşasında çok fazla harcama yapıldığından bahseder. Özellikle yapı sürecince işçiler ne kadar bayırturpu, soğan, sarımsak yemişlerse bunlar piramidin üzerinde gösteren yazılar vardır. Herodotos, piramit yapımı ile yüzeysel bilgi vermiştir. Çünkü yaptığı açıklamalar Piramit yapımını anlatmakta yetersizdir. Bu durumda Mısırlıların kendilerinde gerçeği bilmemelerinden kaynaklanmaktadır. Günümüzde hala bilim dünyası piramitlerin nasıl yapıldığını bilmemektedir. Herodotos, Mısır uygarlığını gerek kendi gözlemleriyle gerek kendisine anlatılanlarla tanıyıp ve öğrenerek eserinde anlatmıştır. Mısır inanç ve adetlerini farklı toplumlarla karşılaştırarak mukayeseli bir anlatım tarzı ile bize sunmuştur. Herodotos, bir yabancı gözüyle Mısır uygarlığına dair kesitleri, bazı durumlarda tarihsel yanlışlar olsa da toplumun inanış ve yaşayış şekillerini tanıtmada oldukça başarılıdır. Tuğba YILMAZ MSGSÜ TARİH MART 2015 26 “Tarih öğrenin, çünkü devlet idareciliğinin sırları tarihtedir” -Winston Churchill CABER’DE BİR TÜRBE Son günlerde, Suriye Rakka’ya bağlı Caber kalesinin eteğinde bulunan Süleyman Şah türbesi hakkında birçok şey yazılıp çizildi. Peki, türbe hakkında yazılanlar doğru mudur? Bu yazımızda türbe ve türbenin içinde bulunduğuna inanılan kişiler hakkında tarihi bilgiler vermeye çalışacağız. Şimdi kimdir bu Süleyman Şah veya Süleyman Şah’lar? Onlar hakkında yazılanları, kaynaklarda geçen bilgileri ve son araştırmalarda ortaya çıkan sonuçları aktarmaya çalışacağız. Yazılanlara ve kaynaklara göre iki ayrı Süleyman Şah’tan bahsedilmekte bunlardan biri Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah, diğeri ise Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu olan Osman Gazinin dedesi Süleyman Şah. GEÇMİŞİN BAKİYESİ ne ait sikkeler bulunmuş ve sikkeler üzerinde Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp yazmaktadır. Bu da ikinci ismi doğrular niteliktedir. Peki, Gündüz Alp’in mezarı Süleyman Şah türbesinde midir? Bir rivayete göre Gündüz Alp bir kaç bey ile Caber’e giderken Fırat nehrinde boğulduğu ve buraya defnedildiği söyleniyor. Bir başka iddiaya göre ise Moğolların Orta Asya da hakimiyeti elde etmelerinden sonra 400 çadırlı kabilesiyle birlikte Kafkasya üzerinden Anadolu’ya göç etmiş önce Doğu Anadolu’da Erzurum daha sonra Ahlat çevresine yerleştiği ve burada vefat ettiği söylenmektedir. Ve son olarak yine aynı göç yolu takip edilerek Selçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubad (1219–1236) tarafından kendilerine verilen Ankara’nın batısındaki Karacadağ bölgesine göç ettikleri ve burada bugünkü Hırkatepe köyünde bulundukları sırada Rumların baskını sonucu vefat etmiştir. Caber-Süleyman Şah Eski Türbesi Kutalmış oğlu Süleyman Şah, Türkiye Selçuklu Devletinin kurucusudur. Ve devletin kuruluşundan itibaren bir strateji haline gelen Güney Siyaseti gereği, yapmış olduğu seferlerin birinde ölmüştür. 1087-88 yıllarında Halep üzerine sefere çıkan Süleyman Şah, Büyük Selçuklu ile karşı karşıya gelmiş ve bu mücadeleyi kaybetmiştir. Ardından teslim olmayıp, kalbine sapladığı bıçakla intihar etmiştir. Daha sonra cenazesi Halep’te defnedilmiştir. Bu da bizlere, Caber’de bulunan türbenin Kutalmışoğlu Süleyman Şah’a ait olmadığını göstermektedir. Gelelim Osman Gazinin dedesi olduğuna inanılan Süleyman Şah’a, kaynaklarda Osman Gazinin soyu iki ayrı isme dayandırılır. Biri yukarıda da belirttiğimiz gibi Süleyman Şah diğeri ise Gündüz Alp’tir. Aşıkpaşazade, Neşri ve Oruç Bey gibi tarihçiler Osman Gazinin soyunu Süleyman Şah ismine bağlarken Enveri ve Karamanlı Mehmet Paşa ise Gündüz Alp ismine bağlamıştır. Yani kaynaklara göre bu iki farklı isim aynı kişiyi işaret ediyor. Ayrıca son yapılan araştırmalarda Osman Bey dönemiMSGSÜ TARİH Hırkatepe-Gündüz Alp Türbesi Mezarının burada bulunması ve köyün baskına uygun olması ayrıca Gündüz Alp’in vefat ettiği dönemde mezarının korunması ve bakımı için kalan kendi boyundan yani kayı boyundan 40 kişinin burada kalması sonucu burayı ziyarete gelenlerin ‘’kırka gidelim’’ ‘’kırka varalım’’ demeleri dolayısıyla burası önceleri kırka köyü olarak anılmış daha sonra ismi değişerek Hırkatepe olarak kalmıştır. Yani kısacası Süleyman Şah türbesinde bu iki şahsın mezarı bulunmamakla birlikte burası Selçuklu hâkimiyetinden beri Türk mezarı olarak anılmaktadır. MART 2015 Fırat ALKIŞ 27 ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi, -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam Atılan her lâğamın Yaktığı: yüzlerce adam Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer O ne müthiş tipidir: savrulur enkâz-ı beşer... Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i... Bedr’in aslanları gibi şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde - gösterdiği vahşetle “ bu : bir Avrupalı “ Dedirir - yırtıcı his yoksulu, sırtlan kümesi. Varsa gelmiş , açılıp mahbesi, yâhut kafesi! Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâp... Seni ancak ebediyyetler eder istîâb. “Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına; Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Eski dünyâ, yeni dünyâ, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer. Yedi iklîmi cihânın duruyor karşısın da, Avustralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada, Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere, Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre Top tüfekden daha sık gülle yağan mermîler... Kahraman orduyu seyret ki, bu, tehdîde güler! Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyla, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyla; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâ’una da züldür bu rezîl istîla! Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı, göğsündeki, kat kat îman? Hangi kuvvet onu, hâşâ,edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i îlahi o metîn istihkâm. Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil, Kustu mehmetçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına. Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-i beşer; Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; “O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi. Sen bu âvîzenin altında, bürünmüş kanına, Uzanırken, gece mehtâbı getirsen yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana... Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz... Medeniyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab Öyle müthiş ki: eder her biri bir mülk-ü harab. Âsım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek. Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, Öteden saikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rap, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer. Yine, bir şey yapabildim diyemem hâtırana Sen ki, son ehl-i salîbin kırarak savletini, Şarkın en sevgili sultânı, selâhaddîn’i, Kılıç arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki islam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi ğöğsünde kırıp parçaladın; Sen ki rûhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehît oğlu şehît, isteme benden makber, Sana ağûşunu açmış duruyor peygamber. MEHMET AKİF ERSOY MSGSÜ TARİH MART 2015 28 Ý P BULMACA 1 2 3 4 5 6 7 S 8 9 10 11 12 13 EclipseCrossword.com -SORULAR1-Resmi dini Musevilik olan Türk Devleti. 2-Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ünlü veziri Nizamü’l Mülk’ün, kendisinden sonra gelecek devlet adamlarına yol göstermek, tavsiyelerde bulunmak ve kendi tecrübelerini aktarmak gayesiyle kaleme aldığı eser. 3-Çanakkale muharebeleri sırasında, Anafartalar ve Arı Burnu bölgelerine hakim stratejik tepe. Osmanlı’da olağanüstü durumlarda halktan toplanan vergi. 4-Batı Hun İmparatorluğu’nun en büyük hükümdarı. 5-Tarihte bilinen ilk yazılı antlaşma. 6-1611-1682 yılları arasında yaşamış, Seyahatnamesi ile meşhur Osmanlı seyyahı. 7-Hitit İmparatorluğu’nun başkenti. 8-Antik şehirlerde mezarlıkların bulunduğu bölgeye verilen isim. Resmi dini Musevilik olan Türk Devleti. 9-Kırgızlara ait dünyanın en uzun destanı. 10-İstanbul’u kuşatan ilk Türk devleti.(Aşağı)-Osmanlı’da olağanüstü durumlarda halktan toplanan vergi.(Sağ) 11-Timur’un torunu olup, Semerkant’ı bir ilim ve sanat merkezi durumuna getirmiş astronomi ve matematik alanlarında çalışmalarıyla da tanınmış Timurlu hükümdarı. 12-On beşinci yüzyılda yaşamış olan önemli bir astronomi ve matematik bilgini. 13-Antik Mısır’ın en büyük ve en eski piramidi. MSGSÜ TARİH MART 2015 29 Görüş, öneri ve düşüncelerinizi lütfen bizlere iletin. Geçmişin Bakiyesi