Burhan Dergisi 33. Sayı
Transkript
Burhan Dergisi 33. Sayı
Selam ile Bir dünyevîleşme, dünyayı öne alma, lüks yaşama, rahat yaşama sarhoşluğu aldı başını gidiyor. Hayatın anlamını zevk ve safa olarak algılama, dünya nimetlerine boğularak yaşama olarak zannetme yanılgısı içerisindeyiz. Dinî ve uhrevî olan şeylerle gitgide aramıza mesafeler örüyor, aşılmaz setler inşa ediyoruz. Dün başımıza gelmesinden korktuğumuz birçok şey bu gün başımıza gelmiş olmasına rağmen işlerin hangi boyuta ulaştığının farkında bile değiliz. Dünyevîleşmenin getirdiği durumumuzu kurtarmak için “uygun fetvalar” arıyoruz. Ev sahibi olabilmem için banka kredisi kullanabilir miyim, İyi ve lüks bir araba alabilmem için banka kredisi kullanabilir miyim, İyi bir makama, mevkie gelebilmek için hanımın başını açabilir miyim, işe kendimi veya yakınımı yerleştirebilmek için beş vakit namaz kılmayabilir miyim vs. gibi sorularla karşısında ezilip büzüldüğümüz dünya için çıkış yolu aramaktayız. Ahiret için hangi dertlerimiz, sıkıntılarımız var? Hangisini daha çok önceliyoruz? Dünyaya hangi gözle bakmalı, dünya nedir? “Kadınlar, oğullar, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş, güzel cins atlar, davarlar ve ekinlere olan istekler/arzular insanlar için süslendirilmiştir.” (Âli İmran 3: 14), “İnsanlardan kimileri vardır ki, Allah’tan başka şeyleri Allah’a denk tutarlar da onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler” (Bakara, 2: 165) ayetleri ile “Dünya çekicidir, tatlıdır” (Müslim, Zikir, 99) hadis-i şerifi ve “İnsanoğlunun bir vadi dolusu malı olsa ikincisini ister” (Müslim, Zekât, 117) hadis-i şerifleri dünyayı ve durumumuzu gayet iyi açıklıyor. Bediüzzaman Hazretlerinin dünyaya farklı yönlerden bakmak gerektiğini ifade eden şu tespiti gerçekten harikadır: “Dünyanın üç yüzü vardır. Birinci yüzü, Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar; onların nukûşunu gösterir, mana-i harfiyle, onlara ayinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir, nefrete değil, aşka layıktır. İkinci yüzü, ahirete bakar; ahiretin tarlasıdır, Cennetin mezrasıdır, rahmetin mezheresidir. u yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete layıktır. Üçüncü yüzü, insanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesatı olan yüzüdür. u yüz çirkindir. Çünkü fanidir, zaildir, elemlidir, aldatır. İşte hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.” (Sözler, s. 862–863, ahdamar yay.). Dünya ednadır. Dünyayı gönle koymamak lazımdır. Gönlü batırır. Gönlü sahibine vermek gerekir. Dünyanın her türlü malı, süsü müminin tehlike çemberidir. Mevlana Hazretleri’nin deyimiyle mal insan için gemiyi yüzdüren su gibi olmalıdır, ama içine girmemelidir. Çünkü içine girdiğinde gemiyi batıran da aynı sudur. Dünya sevgisi de insanın manevi hayatını batırır. “Allah’ın sana verdikleriyle ahiret yurdunu kazanmaya bak, bu arada dünyadan da nasibini unutma, Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.” (Kasas 28/77). Resulü Kibriya (s.a.s.) de “Salih adam için salih mal ne güzeldir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 194) buyurmuştur. Bizim sıkıntımız paranın, malın mülkün cebe girmesi değil, kalbe girmesi ve sahibini esiri etmesidir. “Korktuğum şeylerden birisi de benden sonra size dünya nimet ve ziynetlerinin açılması (sizin de onlara gönlünüzü kaptırmanızdır.)” (Buhari, Zekât, 47; Müslim, Zekât 121–122) “Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi size karşı (savaşmak için) birbirlerini davet edecekler.” buyurunca bir sahabî, “Bu, o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” diye sorar. Rasûlüllah (s.a.s.), “Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çerçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.” cevabında bulunurlar. Bir başka sahabî, “Vehn nedir ya Rasûlallah?” diye sorunca da, “Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.” buyururlar (Ebu Davud, Melahim 5). “Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebut, 29.64) “İyi bilin ki dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır.” (Hadid, 57/20) Dünya hayatının süsüne, oyun ve eğlencesine kapılmadan Mevla’nın rızasına ulaşabilmemiz dileğiyle Allah’a emanet olun. AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 33 Haziran 2008 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. ti. içindekiler 4 İKİ DÜNYA 42 SUFİLİK ADAM İNŞA ETMEKTİR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Umut BULUT 8 DÜNYA ALDATICIDIR TASAVVUF İMAN HİZMETİNİN MERKEZİDİR SORUMLU YAZI İLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAAR Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT 10 DÜNYEVİLEŞMEMİZ BİZE ÇOK ŞEY YAYIN DANIMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Kamil ABDULLAHOĞLU Aydın BAŞAR KAYBETTİRDİ YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR İhsan AKTA Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU 44 14 FITRİ ÖZELLİKLERİMİZ… 49 ATALAR SÖZÜ DESTANI 50 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Hüseyin SELAMCI 52 ÖLÜMÜ ÖLDÜRMEK 16 SEKÜLERİZM (DÜNYEVÎLEŞME) BÜYÜK Hasan BAŞAR BİR FİTNEDİR GRAFİK TASARIM Burhan Ajans Abdullah ÇAKIR 56 MÜ’MİNLERİN ÖZELLİKLERİ Ersan BİLGİN DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli ubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli ubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. 22 PEŞİNDE SÜRÜKLE(N)MEK Halil ATİK 60 MUHABBET BAHÇESİ Yusuf ELİBOL 24 İNSAN ÖLMÜŞ BİRİSİNİ GÖREBİLİR Mİ? Prof. Dr. Süleyman TOPRAK 62 EVLERİN YENİ KÂBESİ Salih AYDIN 30 HER TÜRLÜ İŞTE NİYET ASILDIR Prof. Dr. Sayın DALKIRAN 64 ÇOBANIN AŞKI Zeynep GÜLOĞLU 32 EBU HANİFE’NİN (r.a) İÇTİHAT METODU Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK* Zeynep BAYRAM** 67 SUYA YÜRÜMEK 37 HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN 68 BURHAN ÇOCUK SEÇMELER 16 Mehmet DEMİRCİ Musa KARACA Prof.Dr. İbrahim BAYRAKTAROĞLU 38 KİME UYMALIYIZ veya İMAM MALİKTEN 70 SİZDEN GELENLER A.Kadir TEMUR KESİTLER Osman KARABULUTOĞLU 41 Fıkıh Mehmet TALU 71 SATIRLIK HAKİKATLER 72 Şiir DEĞERMİ Sebahattin TÜZÜN İKİ DÜNYA 4 Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN DÜNYEVİLEŞMEMİZ BİZE ÇOK ŞEY KAYBETTİRDİ 10 Kamil ABDULLAHOĞLU İNSAN ÖLMÜŞ BİRİSİNİ GÖREBİLİR Mİ? 24 Prof. Dr. Süleyman TOPRAK Fıkıh KASKO YAPTIRMAK CAİZ Mİ? ÜVEY KAYINVALİDENİN ELİ ÖPÜLEBİLİRMİ? 41 Mehmet TALU SUFİLİK ADAM İNŞA ETMEKTİR 42 Umut BULUT EVLERİN YENİ KÂBESİ 62 Salih AYDIN 64 ÇOBANIN AŞKI Zeynep GÜLOĞLU Otuzüç mustafaagirman@gmail.com DOSYA Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN İKİ “Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahib olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyada bir yudum su bile içirmezdi.” ( Tirmizî, Zühd 13; ibn Mâce, Zühd 3 ) 4 Burhan DÜNYA “Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. üphesiz ki Allah, dünyanın idaresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O halde dünyadan sakının ve kadınlardan korunun.” (Müslim, Zikr 99) Burhan 5 iz, iki dünyanın varlığına inanırız; biri bu dünya, diğeri de öteki dünya. Bizim inancımıza göre bu dünya, öteki dünyanın tarlasıdır. Burada eker, orada biçeriz. Burada saçar, orada toplarız. Asıl yerimizin, yurdumuzun öbür dünya olduğunu kabul eder ve ona göre çalışırız. B Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, sevgili Peygamberimiz de hadis-i şeriflerinde bu iki dünya hakkında bizi bilgilendirir ve aklı başında olanları öbür dünyayı kazanmaya yönlendirirler. Bu yazımızda önce hazreti Peygamber Efendimiz’in dünya hayatıyla ilgili değerlendirmeleri sunacak sonra da yüce Allah’ın ölmez, pörsümez ve solmaz âyetlerinin mealleri ile yazıya nokta koyacağız. kötü bir akıbete sürüklenmesinden endişelendiğini kendilerine bildirmiş, onların bu yönde dikkatlerini çekmiştir. Bununla onun ümmete yoksul kalmayı veya yoksulluğa özenmelerini tavsiye ettiği söylenemez. O, sadece zenginliğin getireceği felâketlerden korunmalarını istemiştir. Çünkü zenginliğin sorumluluğu, yoksulluğun sorumluluğundan daha çoktur. Hz. Peygamber’in bu konudaki uyarılarına kulak vermeye devam ediyoruz: “Benden sonra size dünya nîmetlerinin ve zînetlerinin açılmasından ve onlara gönlünüzü kaptırmanızdan korkuyorum.” (Buhârî, Zekat 47; Müslim, Zekat 121) Hz. Peygamber, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’ın Bahreyn’den getirdiği malı dağıtması gereken sahabîlere dağıttıktan sonra onlara şöyle dedi: “Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümit ediniz. Allah’a yemin ederim ki, sizler için yoksulluktan korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helâk ettiği gibi sizi de helâk etmesinden korkuyorum.” (Buhârî, Rikak 7; Müslim, Zühd 6) Görülüyor ki, Peygamberimiz, insan tabiatında mevcut olan mala sahip olma duygusunu hoş karşılamakla beraber bir endişesini de dile getirmektedir. Bu endişe, mala mülke ve dünyalığa aşırı düşkünlük, helal ve harama dikkat etmeme, yoksullara karşı acıma hissini kaybetme ve bu sebeple bir takım belalara ve musibetlere uğrama endişesidir. Bu endişenin kaynağı daha önceki ümmetlerin ve milletlerin geçirmiş olduğu tecrübelerdir. Çünkü onlar, büyük dünyalıklara, zenginliğe ve yeryüzü hâkimiyetine sahip olmuşlar; fakat her biri dünyalığa aşırı düşkünlük göstererek ona tek başına sahip olmaya çalışmış ve bu konuda âdeta bir yarışa girmişlerdi. Dünya malı ve zenginlik Allah’ın gösterdiği doğrultuda kullanılmazsa, sonu kavga, helâk, yıkılış ve yok oluş şeklinde neticelenir. Geçmişte böyle olduğu için Peygamberimiz, ümmetinin de böyle 6 “Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. üphesiz ki Allah, dünyanın idaresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O halde dünyadan sakının ve kadınlardan korunun.” (Müslim, Zikr 99) Peygamber Efendimiz, genel anlamda dünyadan ve kadınlardan sakınıp korunmayı tavsiye etmiştir. Dünyadan niçin sakınılması gerektiğini yukarıdaki açıklamalardan anlamak mümkündür. Kadınlardan sakınmanın tavsiye edilmiş olması ise, erkek ve kadının şehevî arzularının birbirlerine karşı olan meyil ve yönelişlerinin, her türlü gayr-i meşru ve haram ilişkilerden arındırılması gayesine yöneliktir. Çünkü toplumdaki nizamın ve düzenin sağlanması, annesi ve babası belli sağlıklı nesiller yetiştirilmesi, âile hayatının mutluluğu ve sürekliliği, kadın-erkek ilişkilerinin ahlakî bir temel üzerine bina edilmesine bağlıdır. Kadınlar da tıpkı dünya gibi çekicidir. Birçok kavganın kan dökmenin, bela ve musibetlere uğramanın sebeplerinden biri de kadın-erkek ilişkilerindeki dengesizliktir. Nitekim günümüz dünyasında, hatta içinde yaşadığımız toplumda dahi bu durumu yakındam müşâhede etme imkanına sahibiz. Bu sebeple, İslâm dini kadın-erkek ilişkilerinin temel kurallarını, zaman içinde değiştirilmesi söz konusu olmayan Kur’ân ve Sünnet’e dayandırmıştır. Bir mü’minin inancı gereği Allah ve Rasûlü’nün koymuş olduğu bu kuralların dışına çıkması söz konusu olamaz. Burhan HZ. CABİR ANLATIYOR: “Rasûlullah (s.a.v.), bir gün pazaryerine uğradı. Etrafında ashâbı da vardı. Yolda, küçük kulaklı bir oğlak ölüsüne rastladı ve onun kulağından tutarak: “-Hanginiz bunu bir dirheme satın almak ister?” dedi. “-Ey Allah’ın elçisi! Sizin için bir döşek edinsek.” dedik. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): “-Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli bir yolcu gibiyim.” buyurdu.” ( Tirmizi, Zühd 44 ) Yazımızı, Yüce Allah’ın konu ile ilgili âyet mealleriyle bitirelim: Ashâb-ı Kirâm’da: “-Daha az parayla da olsa biz bunu almayız, onu ne yapalım ki?” dediler. Daha sonra Hz. Peygamber: “-Size bedava verilse ister misiniz?” diye sordu. Onlar da: “-Allah’a yemin ederiz ki, o diri bile olsa, kulaksız olduğu için kusurludur. Ölüsünü ne yapalım?” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “-Allah’a yemin ederim ki Allah’a göre dünya, önünüzdeki şu oğlaktan daha değersizdir.” (Müslim, Zühd 2) Hz. Peygamber’in konu ile ilgili birkaç hadîs-i şerifinin meâli de şöyledir: “Eğer dünya, Allah katında sivrisineğin kanadı kadar bir değere sahib olsaydı, Allah hiçbir kâfire dünyada bir yudum su bile içirmezdi.” ( Tirmizî, Zühd 13; ibn Mâce, Zühd 3 ) “Bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç kurdun o sürüye verdiği zarar, mala ve makama düşkün bir adamın dinine verdiği zarardan daha büyük değildir.” (Tirmizi, Zühd 43) ABDULLAH B. MES’ÛD ANLATIYOR: “Rasûlullah (s.a.v.), bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı. Biz: Burhan “Dünya hayatının durumu, ancak gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, insan ve hayvanların yediği bitkiler o su sayesinde gürleşip birbirine girmiştir. Yeryüzü zînetini takınıp süslendiği ve halkının da onun üzerinde kendilerini güçlü sandığı bir sırada, geceleyin veya gündüzün emrimiz o yere gelir de, bir gün önce hiçbir güzellik ve süsü yokmuş gibi, onu kökünden biçilmiş duruma getiririz; işte böylece iyi düşünen bir topluluğa ayetleri bir bir açıklıyoruz.” Yûnus sûresi (10), 24 “Onlara dünya hayatının neye benzediğini söyle! Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir suya benzer ki, onunla yeryüzünün bitkileri gelişip, birbirine karışır ve sonunda rüzgarların savurup uçurduğu bir çöp kırıntısı haline döner. Allah her şeyi meydana getirmeye gücü yetendir. Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ebedî kalacak iyi işler ise Rabbinin katında hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” Kehf sûresi (18), 45-46 “Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin, çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Âhirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah’ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” Hadîd sûresi (57), 20 Dünyayı, Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in anlattığı gibi gören ve onu âhiretin tarlası olarak kabul edenlere müjdeler, ona tapan ve dünyevîleşenlere de yazıklar olsun. 7 Otuzüç DOSYA Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK DÜNYA ALDATICIDIR ünya bizim için bir istasyon, hayat akıp giden bir tren ve bizler, bugün burada yarın başka yerde, fakat bir gün muhakkak Yaradan’ın huzurunda olacak yolcularız. Dünyanın tek fonksiyonunun; Ahiret’in kazanılma yeri oluşundan ibaret bulunduğunu kabul ederiz. “Dünya’da mekân, Ahiret’te iman” tekerlemesinin imanı zedeleyici bir safsata olduğunu, bunun doğrusunun ise; “Dünyada iman, Ahirette mekân” olması gerektiğinin şuuruna sahip oluruz. Hesab’a, Mizan’a, Sırat’a, Cennet ve Cehenneme iman ederiz. Deliller: Bakara,212; Yunus, 7–8;Hadid, 20. D 8 Dünyaya bakış açısı, dünya görüşü veya bir başka ifadeyle, hayat felsefesi; ferd, cemiyet ve devlet açısından fevkalade ehemmiyet arz eder. Dünyada ebedi hayatın kazanılacağı bir istasyon gözü ile bakmak var, bir de onu, kaçırılmaz fırsatların zemini olarak görmek var. Bunlar, ferd, toplum ve devlet olarak insanoğlunun hayatında taban tabana zıt oluşumlar meydana getirir. Dünya hayatının geçiciliği ve insanoğlunun faniliği; ölüm denen gerçekle her an ispat edilmekteBurhan çok defa iradesini acze düşmektedir. Bu da çıkarıcı yönetimlerin ve hortumcuların işine gelmektedir. Bizde ise, insanımızı dünyaperest yapma uğruna mukaddes dinimiz, yıllar yılı alabildiğine sömürülmektedir. İnsanımıza iftar sofrasında bile; “yaşama sevinci” duası yaptırılmaktadır. Mezarlık duvarındaki “her canlı ölümü tadacaktır”(Ankebut,57) Ayet-i Kerimesi’nden rahatsız olanlar, alkışla ve keman çalarak ölüsünü yolcu edenler, mezarı başında içki içilmesini vasiyet edenler ve daha neler, neler Hepsi “yaşama sevinci”nin kurbanları “Dünyada mekân, Ahirette iman” safsatası da din adına dünyayı sevdirmek için kim bilir nice zamandır kullanılmaktadır. İslâmi bilgilerin ışığında meseleye baktığımızda; insana iman dünyada lazım ki onu Ahirette yani cennette mekân sahibi yapsın. Dünyada mekân sahibi olmak, öbür âlemde bir işe yaramadığı gibi, Ahirette de imanın bir önemi yoktur. Herhalde bir zamanlar; “Dünyada iman, Ahirette mekân” olarak kullanılırken, açıkgöz bir dünyaperest, kelimelerin yerlerini değiştirerek bu tuzağı hazırlamış. İnsanların tek hedeflerini dünya haline getirme çabaları ne yazık ki, yüz yılımızda dünya çapında başarıya ulaşmıştır. Dünya Müslümanlarının da büyük çoğunluğunun öncelikli hedefi, dünya olmuştur. Esefle ifade etmeye mecburuz ki; dünya sevgisine mukaddes kitabımızdan kılıf arayanların tutundukları tek dal bu Ayet-i Kerime’dir. Oysa Allah, öncelikle verdiği nimetleriyle Ahiret’i kazanma kazanma çabasında bulunmanızı emrettikten sonra; “dünyadan nasibini de unutma” buyurmaktadır. (Kasas,77) dir. Herkes, doğduğuna inandığı gibi, öleceğine de mutlak gözüyle bakmaktadır.. Buna rağmen dünya hayatının cazibesi, insanlara çok kere ölüm gerçe- Burada ne dünya sevgisinden bahis var, ne de ona verilmiş bir değer var. Dünyadan nasibimizi unutur, yemez-içmez, sağlığımızla ilgilenmezsek, Ahiret’i hangi vasıtayla kazanacağız? İslam adına ğini unutturmakta ve yanlış işler yaptırmaktadır. dünyayı sevdirme çabaları boştur. Kur’an da dünya Mevcut dünya düzeni ve bunun baş aktörleri, fani lehine veya ona değer veren tek ayet yoktur. Buna hayatı, çekici hale getirmek için muazzam bir se- mukabil dünya ve dünya hayatıyla ilgili bütün ayet- ferberlik ilan etmiş durumdadır. ler onun önemsizliğini hatta hiçliğini vurgular. Bu hal, onları diledikleri gibi at oynatma im- Peygamber Efendimiz, “dünya sevgisinin kânı vermekte olduğundan, varlıklısı ve varlıksızı ile her yanlış ve günahın başlangıç noktası oldu- insanoğlu bu baş döndürücü tuzağın esiri olmakla, ğunu” beyan buyurur. (el-Camiussağir, Kahire, 1321 H,I, 122) Burhan 9 Otuzüç DOSYA Kamil ABDULLAHOĞLU Dünyevileşmemiz BİZE ÇOK EY KAYBETTİRDİ vren içerisinde dünya insan için bir denenme ve bir geçiş yeri olarak kılınmıştır. Dünya kesinlikle asıl bir barınak ve sürekli yaşanacak bir yurt değildir. Ancak dünya insan için küçümsenmeyecek derecede cazibeli kılınmıştır. Sürekli insanı kendi yörüngesine çekmekte ve potasında eritmeye çalışmaktadır. İşte kullukta burada başlamaktadır. İmtihanı kaybedenler dünyanın geçici olarak sunduğu bu cazibeye kapılıp ilahi sadaya kulak tıkayanlardır. Yüce Rabbimiz Kur’an da dünyanın cazibesini şöyle anlatmaktadır: “Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah katında olandır.”1 E Kur’an bizlere dünyanın geçici bir hayat olduğunu sürekli vurgulamakta ve bizler için hazırlanmış nimetlere davet etmektedir. Bir ayette de Rabbimiz: “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçıların hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine 10 orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.”2 Dünyanın bizim önemsediğimiz kadar bir kıymeti harbiyesinin olmadığını bildirmekte ve dünyanın cazibesine karşı dikkatli olmaya davet etmektedir. İdeal sahibi Müslümanları alt etmenin en kolay yollarından biri onlara dünya nimetlerinin sunulmasıdır. Ta sahabeleri takip eden zamanda başlamış olan bu gidişat Müslümanlar bağlamında belkide zirveye vurduğu dönemde yaşıyoruz. Dünyevileşme, ölümü bize kerih göstermekte ve İlahi rıza uğrunda yapılan cihad, tebliğ ve benzeri çalışmaları (haşa) lüzumsuzmuş gibi algılamaya neden olmaktadır. Allah’ın dinine hizmet uğrunda bir zamanlar koşturmuş olanlardan bazıları o devrelerini bir kayıp yıllar olarak görmektedirler. Çünkü dünya gözümüzde çok ama çok cazibeli olmaya başladı. Lüks yaşantılarımız, arabalarımız, kışlık –yazlık villalarımız ve bankada yatan milyarlarımız bizi bu dünyadan nasıl koparsın ki? Osmanlı mütefekkirlerinden Ömer Ferit KAM kabir âlemini tasvir ederken şu cümleleri kaleme alıyor: “(Kabrin başında) Bu esnada birçok hallerin, birçok fikirlerin zebunu oldum. Aradan yarım saat geçti. Üzüntüm biraz hafifledi. Kabristana, koyu servilerin koruyucu gölgesine sığınan o yokluğu haber veren sahaya, Burhan canlıca bir nazar fırlattım ne olursa olsun dedim. Merak gidermek için bütün mezarları açtım. Ne göreyim asli bütünlüğüne halel gelmeksizin kafes halinde uzanmış vücutlar, dağılmış kemikler, yeni kokmağa başlamış bedenler, onlardan sızan muhtelif mayilerle rengârenk olmuş kefenler, masum çocuklar, hevesini alamamış gençler, çökmüş ihtiyarlar, anasına hasret giden evlatlar, evladına doymadan hayata veda eden analar, canından sökülen son hasretli bakışı servet ve samanında çakılıp kalan zenginler, bela zindanından kurtulmuş gibi kabre can atan fakirler, sabahları zevk ve safalarıyla meşgul iken, öğlenden sonra kendilerini orada bulan biçareler!”3 Değerli kardeşler dünya saltanatından sökülüp gitmenin pek kolay olmadığını herhalde hepimiz biraz olsun hissediyoruz. Gönüller sultanı şöyle buyurdular “Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümid ediniz. Allah’a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın sizin önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizinde yarışa girmenizden, dünyanın onları helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum.”4 Dünyevileşmenin ne demek olduğunu bize en güzel anlatan Said bin Amir hazretlerinin bize örnek olacak hayat hikâyesinden bir kesiti iyi özümseyerek anlamaya çalışalım. Saîd bin Âmir hazretleri, Yermük savaşından sonra Abbâs bin Ganem'den boşalan Humus vâliliğine ta'yîn edildi. Vâli olmayı pek istemiyordu, ancak Hz. Ömer'in emrine itâ'at ederek Humus'a geldi. Vâliliği zamanında çok dikkatli ve âdil hareket eden Hz. Saîd, son derece fakir bir hayat yaşadı. Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyordu. Hz. Ömer, am'a teşrif ettiği zaman oradan Humus'a geçti. Humus'ta fakirlerin bir listesinin çıkarılmasını isteyen Hz. Ömer, fakirlerin içerisinde Saîd bin Âmir hazretlerinin ismini görünce çok şaşırdı. Listeyi hazırlayanlara sordu: - Saîd bin Âmir'i niçin listeye yazdınız? - Vâlimiz fakirdir, devamlı "Rüşvet alan da veren de Cehennemdedir" hadîs-i şerîfini okur ve en küçük bir hediyeyi dahî kabûl etmez. Hz. Ömer, Saîd bin Âmir'e bin dirhem tahsis etti. Hz. Saîd, bin dirhem ile hanımına geldi ve dedi ki: Burhan - Hz. Ömer bize şu gördüğün bin dirhemi göndermiş. - Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alıp, kalanını saklayalım, ileride lâzım olur. Saîd hazretleri hanımına şöyle dedi: - Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak, işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz. Hanımı, razı oldu: - Peki, öyle olsun. Saîd bin Âmir hazretleri bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Köleleri azâd ederek hürriyetine kavuşturdu. Aldıklarını Humus'taki fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az birşey dışında birşey kalmadı. Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki: - Malı ortaklığa verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al. Saîd hazretleri sustu. Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı hâlleri ve sözleri ile Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki: - Sana ne oluyor ki kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı. Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle buyurdu: - Allahü teâlânın razı olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahü teâlânın razı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi asılsaydı, onun nûru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı. İşte seni bu iyilikler için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım... Fakirlik ve sıkıntı içinde olduğu hâlde, parayı kendisi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu: - Resûl aleyhisselâmdan işittim buyurdular ki: Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasın11 “Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ziraatçıların hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çer çöp olur. Ahirette ise çetin bir azap vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka bir şey değildir.” 12 Burhan dan çıkarır ve "bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der. Beşyüz sene onu kıyâmetin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının hesâbını verir, sonra Cennete girer. Hz. Ömer zamanında, Humus vâlisi olan, Saîd bin Âmir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok sevilirdi. Hz. Ömer, Saîd bin Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince Humuslulardan bir cemâ'ata sordu: - Peki vâlinin hiç kusuru yok mudur? Onlar da ba'zı kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer, Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma geçti: - Yâ Saîd, senin ba'zı kusurların varmış. Bunların aslı nedir? 4- Hubeyb hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesâret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum. Bunun üzerine Hz. Ömer: - Yâ Saîd, Allah’ü teâlânın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, millete faydalı hâle getirmiş, dedi ve gözyaşı döküp ağladı. Sonra, Saîd bin Âmir Hz. Ömer'den ricâ etti: - Yâ Ömer, bundan sonra beni vâlilikten affet. Hz. Ömer bunu kabûl etmeyip yine vâli olarak bırakmıştır. - Bunlar neymiş, ya Ömer? - Vazîfene sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabûl etmezmişsin. Eshâb-ı kiramdan, Hubeyb hazretlerinin şehîd edildiği söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun. Bunun üzerine Hz. Saîd, şu cevâbı verdi: - Yâ Emir-el mü'minin! Anlatılanlar doğru. imdi bunları sana izâh edeyim: 1- Vazîfeme ancak kuşluk vakti, gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır. 2- Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle meşgul olurum. Geceleri de Allahü teâlâya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhâsebesini yapar, yanlış kararlarım varsa düzeltirim. 3- Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabûl edemiyorum. Burhan Hz. Saîd bin Âmir, İslâmın koruması ve emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi. am'daki zimmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun idiler. Bir defa Hz. Ömer, onun zimmîler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve oradakilere sordu: - Neden ahâli bu kadar ona muhabbet gösteriyorlar? - O, halkın dert ortağıdır da ondan. Hz.Ömer bu duruma sevindi ve memnuniyetini belli etti. Saîd bin Âmir, muhâcir olan Eshâb-ı kirâmdan olup, Hayber'in fethinden önce Müslüman oldu. 641yılında Rakka'da vefât etti. Onlar bu yaşantılarıyla dünyayı fethettiler. Bizlerin zillete düşmesinin sebebi zengin olalımda hizmet edelim derken başka şeylere kul olmamızdan kaynaklandığı kanaatindeyim. Selam ve dua ile. ................................................. 1 - Al-i İmran, 14 2 - Hadid, 20 3 - Prof. Ömer Ferit KAM, Dini Felsefi Sohbetlet, 94 4 - Buhari, Rikak 7; Müslim, Zühd, 6 13 Otuzüç Hüseyin SELAMCI Fıtri Özelliklerimiz… İnsanın dünya hayatındaki ömrüne şöyle bir bakacak olursak, fıtri özelliklerimizin bu kısa bir zaman dilimi için verilemeyeceğini anlarız. llah (c.c) kullarına belli bir ömür A sermayesi vererek, geri dönmek şartıyla dünya gurbetine göndermiştir. İnsan bu dünyada görevini ifa edip, tekrar asıl yurdu olan, ahiret yurduna dönüş yapar. Önemli olan bu dünyadan öbür âleme dönüş yaparken elimizin boş gitmemesidir. Bol kazançlarla gitmektir. Sermaye ne kadar çok olursa, oradaki iltifat ve ağırlanma da o kadar güzel olacaktır. Büyüklerden birine, efendim falanca adam öldü, dediler. Efendi: Eyvah! Dünyanın sefasını sürmeden gitti! Diye karşılık verince; Efendim, o adam çok zengindi. Evleri, develeri, sürüleri, hizmetkârları çok fazlaydı, nasıl olurda, dünyanın zevkini alamadan gidebilir, denildiğinde; Efendi: Olsun evladım o dünyanın zevk ve sefasını süremeden gitti der. 14 Burhan O zaman efendiye sorarlar. Efendim dünyanın zevk ve sefası nedeydi de o bunu tadamadan gitti. (s.a.v.): ‘’Sabır, hadisesinin sarsıntı tesiri yaptığı ilk anda gösterilen tahamüldür.’’ diye buyurmuştur. (Buhari, cenaiz,s-32) Efendi: Oğlum dünyanın zevk ve sefası ‘’Marifetullah’’dır. O da bundan mahrum gitti, der. Cüneyd’i Bağdadi’ye sormuşlar, sabır nedir? Diye O da: ‘’Yüzü ekşitmeden acıyı yudum Demek ki insanoğlunun dünyaya asıl gönderilişinin hikmeti Marifetullah, yani Allah (c.c)’ı yudum içine sindirmektir.’’ demiştir. bilmektir. Demek ki, insanın fıtri özelliklerini ahiret Bizler dünyaya rabbimizi bilmeye, onu hayatı için kullanırken sabır göstermesi tanımaya, ona kul olmaya geldik. Eğer bu asli gerekmektedir. Yoksa elde etmesi gerekenleri elde görevlerimizi edemez. yerine getiremezsek o zaman dünyaya gönderilişimizin hiçbir espirisi kalmaz. İnsanın tabi ki dünya nimetlerine karşı meyli hayatının olacaktır. Ama bu meyli dahi, ahiret sermayesine sürüsüdür. Kalıcı olan Salih ameller ise, dâhil etmeye gayret gösterecektir. Unutmayalım Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır, ümid dünya ahiret için bir perdedir. Bu perde yırtılırsa bağlamak cihetiyle de daha hayırlıdır.’’ (kehf-46) ahiret gözükmeye başlar. eytan, Kur’an için bir ‘’Mal ve oğullar, dünya perdedir. Onun vesvesesi ortadan kaldırılırsa Üstad Bediüzzaman; ‘’Dünyaya ait işler kırılmaya mahkûm şişeler hükmündedir. İnsanın fıtratındaki şiddetli merak, sevgi, dehşetli hırs, istek ve bunun gibi şiddetli hisler, ahreti kazanmak için verilmiştir. Bu hissiyatları Kur’an hakikatleri anlaşılmaya başlar. İnsanda hakikat için bir perdedir. Eğer kendisini, benliğini, duygularını, isteklerini aşar ve fanileşirse hakikate geçmiş olur. Bütün bunlar dünya hayatında elde edilen kazanımlardır. dünyevi işlere yönlendirmek, fani ve kırılacak şişelere baki olan elmas fiyatlarını vermek demektir.’’ (Mektubat-9, Rabbimiz: ‘’Onlar ki, dünya hayatını severek ahirete tercih ederler.’’ (İbrahim-3) uyarısıyla bizlere verilen ilahi imkanları ahiret sermayesi için mektubat-25) kullanmamız gerektiğini hatırlatıyor. İşte bizlerin fıtratında bulunan şiddetli merak, sevgi, dehşetli hırs, istek ve buna benzer duyular aslında bize ahiret yurdunun nimetlerini cennet ve cemalullahı kazanmak için verilmiş kıymetli İnsanın dünya hayatındaki ömrüne şöyle bir bakacak olursak, fıtri özelliklerimizin bu kısa bir zaman dilimi için verilemeyeceğini anlarız. Çünkü hediyelerdir. Bu güzel olan fıtri duyguları doğru insan sevgi, hırs, istek duygusu, merak gibi hislerini kullanmak için iki şeye çok dikkat etmeliyiz. Birincisi ancak edebileşmek için kullanabilir Yoksa elinden namaz, ikincisi sabırdır. gidecek bir dünya nimeti için kullanmaz. Çünkü bu duyguların sarsıntısını geçirirken, Dinimiz için daha fazla gayret göstermek için meylimiz dünya tarafına da kayabilir. Nitekim bu hırslanmalıyız. Rabbimizin varlığını kazanmak için kayma günümüzde daha fazla gözlemlenmektedir. sevgi kanallarını açmalıyız. Cenneti ve Allah(c.c.)’ın Onun için sabır ve namaz ile Allah (c.c.)’den yardım cemalini görmek için meraklanmalıyız. Bu duygu ve dileyerek bu sarsıntıları atlatmalıyız. Resulullah düşüncelerle Burhan 15 Otuzüç alemdar_kalemdar@mynet.com DOSYA Abdullah ÇAKIR Sekülerizm (Dünyevîleşme) Büyük Bir Fitnedir 16 Burhan BİLİNÇALTINDA DÜNYEVÎLEŞME / İHTİRASLAR Âdemoğlunun bu korkusuna açgözlülük, cimrilik ve bencillikkendi yararını gözetme vs. gibi düşünce, tutum ve arzular da eşlik etmektedir. İnsanın faaliyetlerinde sadece kendini odak nokta alması, canı tatlı olması, kendi çıkarını, kendi kaygılarını başkalarınınkinden üstün tutması bireyselleşmenin dünyevîleşmekten, dünyevîleşmenin de doyumsuzlaşmaktan ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir. Harcamadan, infâk etmeden biriktirmek, ama mutsuz olmak bunun en belirgin özelliğidir. Burhan er ne zaman dünyevîleşme ya da ehl-i dünya ile ilgili bir mevzu açıldığında siyasi zulüm ve daspotlukta, diktatörlükte sınır tanımayan bir simge olan Firavn; onun şeytânî ideolojisinin fikir kanalından besleyicisi, baş danışmanı Hâmân ve şürekâsı; halkın gözünde baskıcı-yıldırıcı-korkutucu tanrısal rejiminin otoritesini göstermek için etkili bir medya-reklam ve propaganda aracı olarak kullandığı sihirbazları; ekonomik despotluk ve vurgunculukta sınır tanımayan, küresel bir vurguncu ve acımasız bir kapitalist olan komprador Karûn ve onların yerinde olmak isteyen insanlar canlanır zihnimde. İbret verici bir hadise olması nedeniyle Kur’ân-ı Kerîm’de Kasas Sûresi’nin 76–82. âyetlerinde bu mevzu şöyle işlenmektedir: H “Gerçekten Karûn, Mûsa’nın toplumundan idi de onlara karşı azgınlık yapmış idi. Ona öyle hazineler vermiştik ki (sadece hazinelerinin) anahtarlarını taşımak gerçekten güçlü-kuvvetli bir bölüğe ağır geliyordu. O zaman toplumu ona şöyle demişti: ‘ımarıp malına güvenme! Çünkü Allah şımarıp güvenenleri sevmez. Ve Allah’ın sana lütfundan sen âhiret yurdunu ara ve dünyadan payını da unutma. Allah’ın sana iyilikte bulunduğu gibi sen de iyili et ye yeryüzünde fesatçılık yapma. Çünkü Allah fesatçıları sevmez.’ O ‘Ben bu (zenginliği) sırf bendeki bir bilgi (ve beceri) sayesinde elde ettim’ dedi. Allah’ın ondan önce, o nesiller içinden ondan daha güçlü ve toplulukça daha kalabalık nice kimseleri yok etmiş olduğunu bilmiyor muydu?! (Allah hepsini bildiği için, yargılamaya gerek dahi duyulmadan) suçlulara günahlarından soru da sorulmaz. Derken süsü püsü içinde, (zinetleriyle) toplumunun karşına çıktı. u değersiz yaşamı (dünya hayatını) arzulayanlar: ‘Âaah!’, dediler, ‘Ne olaydı şu Karûn’a verilen gibi bizim de olsa! O gerçekten çok şanslı biri!’ 17 Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size! Allah’ın vereceği ödül, iman edip Salih amel işleyen kimseler için daha hayırlıdır. O ödüle ise ancak sabredenler kavuşturulur’ dediler. Sonunda, biz onu hem de mâlikânesiyle beraber yerin dibine geçiriverdik! O zaman Allah’a karşı yardımına gelecek taraftarları da olmadı. (zaten) o kendini kurtarabileceklerden de değildi. Daha dün onun konumunda olmayı temenni edenler de bu sabah şöyle diyorlardı: ‘Vay be! Demek ki Allah, rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, (dilediğine) az veriyor. Eğer Allah bize lutfetmiş olmasaydı, bizi de batırıp yerin dibine geçirivermişti. Vay be! Demek gerçek şu ki inançsızlar kurtuluş bulamayacak!” (Kasas, 20/76–82) Zaman ve mekan, süreç ve konum değişse de sahnelenen oyun ve roller aynı. Yüzler değişik fakat insan her zaman aynı kalmakta. Kur’ân’ın tarihsel değil de çağlar üstü bir ‘Kitab’ oluşu da insanın bu değişmeyen tarafıyla da alakalı. Benî Âdem olması için nefs taşımak zorunda olan bir varlık için, yaratıldığı andan itibaren bir imtihan vesilesi olarak nefsinde taşıdığı ulvî fazîletleri ve zaafları-hayvani iştahları açısından bakıldığında, kavramsal olarak ilk insan ile son insan arasında bu açıdan hiçbir fark olmayacaktır. Bu müstesna konumu sayesindedir ki insan hayvan ile melek yani şehâdet âlemi ile ervâh (ruhlar) âlemine çıkıp inebilmektedir. İnsanın dünyaya olan rağbeti fıtrîdir. “Nefsanî arzulara, özellikle kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı düşkünlük insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allah’ın katıdır.” (Âl-i İmrân, 13). Buna göre yaşamaya, dünyanın çekiciliğine karşı arzu ve iştah doğuştan bizimle beraber bir imtihan vesilesi olarak gelmektedir ve ruhu bedenini terk edene kadar insanla kalmaktadır. “İhtiyarlasa bile insanın iki duygusu hep genç kalır. Biri çok kazanma hırsı, öteki çok yaşama arzusu.” (Buhârî, Rikâk 5; Müslim, Zekât 115). Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, hayır da şer de imtihan için yaratılmıştır: “Bir deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz.” (Enbiyâ,21) ve “üphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır. Ümmetimin fitnesi de (imtihan vesilesi) maldır” (Tirmizî, Zühd 26) diyen sevgili Peygamberimiz de 18 kendisinden sonra ümmeti için en çok endişelendiği konunun dünyevîleşme ya da dünya sevgisini âhiret sevgisine tercîh etmek olduğunu haber vermektedir. Arzularımız (ihtiraslar) sınırsız, onları tatmin edecek kaynaklar ise sınırlıdır. Arzular, insanın umumiyetle ihtiyaç duyduğundan daha fazla maddî varlığa sahib olması yönündedir. “Âdemoğlunun bir dere dolusu altını olsa, bir dere daha ister. Onun ağzını topraktan başka bir şey doldurmaz. Ama Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.” (Buhârî, Rikâk 10; Müslim, Zekât 116–119). Bunun birinci sebebi, “gelecek-ölüm korkusu, yaşama arzusu ya da kaybetme-muhtaç olma endişesi”dir. Korkan insan kötümser olur. Mevcut ihtiyaçlarını karşıladığı anda bile, uzun hesaplar (tûl-i emel) yapar. Hatırına ihtiyacına yeten malın-paranın telef olabileceği ve başkasına muhtaç duruma düşebileceği gelir. Bir kere bu hatırına gelince de gönlüne korku dolar ve korkunun verdiği rahatsızlığı, herhangi bir âfet halinde başvurabileceği başka bir malının da bulunduğunu bilmekten gelen bir güvenlik duygusundan başka bir şey dindiremez olur. Artık o kendisini veya çoluk-çocuğunun geleceği için beslediği korkudan ve hayata olan sevgisinden dolayı habire uzun bir ömrü, hücûm eden ihtiyaçları, mallarının-paralarının afetlere maruz kalma ihtimallerini hesap edip durur. Netice de bu hal, onu, korkusunun tek çaresi olarak gördüğü, ihtiyacından fazla mal toplamaya iter. Bu korkuyu dindirebilecek son nokta için dünyada sahip olunacak belirli hiçbir mal miktarı yoktur. Âdemoğlunun bu korkusuna açgözlülük, cimrilik ve bencillik-kendi yararını gözetme vs. gibi düşünce, tutum ve arzular da eşlik etmektedir. İnsanın faaliyetlerinde sadece kendini odak nokta alması, canı tatlı olması, kendi çıkarını, kendi kaygılarını başkalarınınkinden üstün tutması bireyselleşmenin dünyevîleşmekten, dünyevîleşmenin de doyumsuzlaşmaktan ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir. Harcamadan, infâk etmeden biriktirmek, ama mutsuz olmak bunun en belirgin özelliğidir. Servet peşinde koşmanın ya da dünyevîleşmenin ikinci ve daha kuvvetli sâiki ise “rubûbiyet eğilimi, tanrısal veya yarı tanrısal hükmetme, en güçlü olma, baş eğdirme arzusu”dur. Mayasındaki rabbani özellik icabı insan ruhu rububiyeti sever. Yani kemalde eşsiz, varlıkta tek ve rakipsiz, güzellikte bircik olmak ister. Kamil olmayı ötesi olmayan Burhan bir amaç olarak, kendi içinde bir amaç olarak arzular. Ancak varlıkta tekleşerek kemale erme imkânı olmayınca bu sefer diğer bütün varlıklara hükmetme yoluyla kemale erme ihtiyacını tatmin etmek ister. İnsanlar üzerinde hâkimiyet onların ruhlarını ve gönüllerini kendine râm etmekle olur. Gönüllerin râm olması ancak sevgiyle mümkündür. Böyle bir kemâl yoksa o zaman ademoğlu malının çokluğuyla bu zaafını dengelemek ister ve malı vasıtasıyla köleleri mülkiyetine geçirmeye, hür insanları köleleştirmeye, gönüllerini kendisine bağlayamasa bile bedenlerinde ve şahsiyetlerinde tasarrufta bulunabilmek için gerekirse zor ve galebe yoluyla diğerlerine beğendirmeye çalışır1. DÜŞÜNCE VE KAPİTALDE (MAL-MÜLK) DÜNYEVÎLEŞME VE EĞLENCE MEDENİYETİ İnsanın dünyevîleşmeye ilişkin bilinçaltını vermeye çalıştığımız bu düşünce en kaba ifadesiyle ilk çağda materyalizm olarak ifade edilen 19, yy.dan itibaren ise pozitivizmin etkisiyle ortaya çıkan seküBurhan lerizm (dünyevîleşme)dir. Yani insanın nefsanî arzularının, kitabına uydurularak dünya genelinde bütün herkesin uyması gereken bir sistem haline getirilmesi sürecidir. Kapitalist sistemin üretimde başarılı olması, insana bu dünyada cennet vaad ederken “infâkta bulunmanın lezzetini, ölümden sonrasını-âhireti” unutturdu. Aydınlanma ile birlikte Batılılar kilisenin köleliliğinden kurtulurken, kapitalist sistemin sunduğu cazibeli dünyalıklarla nefsanî arzularına köle oldular. “Fikir ve inanç planındaki dünyevîleşme”nin göstergesi olarak ötelere yönelik her türlü kutsalı bırakıp dünyayı kutsamaya yöneldiler. Dini ve dinin öğretilerini bireylerin hayatında belirleyici olmaktan çıkardılar. Hatta yaratıcının varlığını bile sorgulamaya başladılar. 6 Nisan 1966 tarihli Time Dergisi bu değişimi kapak konusu yapmış ve şu soruyu sormuştu: “Tanrı öldü mü?” Nietzche’nin (ö. 1900) tespitiyle, batılılar kendi elleriyle tanrılarını öldürmüşlerdi. Öldürdükleri tanrılarını yerine nefislerini/arzularını, Freud’un (ö. 1939) tabiriyle bilinçaltlarını tanrı edindiler. imdi sıra arzularına engel gördükleri diğer insanların kutsallarını kurban etmeye gelmişti. “Dünyevîleşmeyi (sekülarizm)” medenî-modern-uygar olmanın ölçütüne dönüştürüp küreselleşme adı altında ulaşımın ve bilgi alışverişinin hızlanmasıyla küçük bir köy haline 19 gelen bütün dünyaya dayattılar. Bu yaşam biçimine uygun yaşamayanları bütün dünyada gerici ve çağdışı olarak ilan ettiler. Hevâsâtı ilâh edinenler, hayvani güdülerini tatmin, “gelecek-ölüm korkusu, yaşama arzusu ya da kaybetme-muhtaç olma endişesini” bastırma “rubûbiyet eğilimi-tanrısal veya yarı tanrısal hükmetme, en güçlü olma, baş eğdirme arzularını” doyuma ulaştırmak için her şeyi tüketen “tüketici”ler oluşturdular. Üretim ve tüketim Garip bir şekilde sürekli büyüyen tüketim harcamalarını karşılamak için daha çok çalışmak zorunda kalan, tüketim standartlarının sürekli yükselmesi nedeniyle, tükettiği mal ve hizmet miktarının artmasına karşın yoksunluk hissi devam eden ve bu üretim-tüketim süreci içinde duyarsızlaşan duyguları, değersizlikleriyle toplumu bir arada tutan değerleri çözen, servet kazanmayı en üstün değer haline getiren, mukaddesata yabancılaşan, hikmetten yüz çeviren mutsuz-umutsuz insanlar “Bilin ki dünya hayâtı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha fazla mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir ekin gibidir ki bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün, sonra da o çer-çöp 20 olur.” (Hadîd, 57/20) âyetinin işâret ettiği sekülerizm bütün dünyayı sarmış durumda. Eğlence medeniyeti küresel bir hal almıştır. Hareketli müzik, video, TV, sinema, dergi ve eğlence parklarıyla, ortak değerler ve markalar, klişeler, film yıldızları ve şarkılar etrafında birleşen hoş ve boş vakit geçiren; özünde ölümden sonrasına inanmayan, umursamayan bir kültür inşa edilmektedir. Küresel holdingler ve ortakları olan politikacılar ürettikleri mal ve hizmetleri talep edecek tüketim kültürünü her yerde hâkim kılmak için medyayı etkili bir araç olarak kullanmaktadırlar. Modern ya da modernite ötesi sekülerizm ve kapitalizm küresel medya ağıyla eğlence kültürünü her tarafa yaymaya ve yeni koloniler oluşturup, hedef aldığı sosyal kesimi sömürmeyi, dinî-felsefî, politik olarak etkilemeyi hatta yok etmeyi hedeflemektedir. Parçalanmış koca bir Müslüman dünya ve başta gençliği olmak üzere değişik sosyal tabakalarıyla, küresel kapitalizmin etkisinde ve kolonileştiriliyor. Ateşli silahlarıyla Müslümanları öldürdüğü gibi ondan daha etkili silahını kolonileştirmeye çalıştığı müslüman coğrafyaya çevirmiş durumda. Yayınlarıyla onların kapitalist tüketim anlayışını frenleyen bütün duygularını öldürüp, sırtlarından Burhan para kazanma stratejisini uyguluyor. Ve maalesef mal- (kapital) servet, şehvet ve şöhret fitnesi içindeki Müslümanlar “VEHN İLLETİ”ne yakalanmışlardır. Cihan harbiyle parçalanan bir “Devlet-i Âliye”yi ve halen süren işgalleri ve ileride cereyan etmesi muhtemel diğer harpleri, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) 14 asır evvel şöyle haber vermiştir: "İleride, ehl-i kitap ve diğer milletler, tıpkı aç kimsenin sofranın başına koştuğu gibi sizin üzerinize üşüşeceklerdir; üşüşüp ağzınızdaki lokmaları almak isteyeceklerdir." Yani görünen ve görünmeyen bir işgal hareketiyle kaynaklarınızı sömüreceklerdir. Sahabi sorar: "O gün bizim azlığımızdan mı böyle olacak ya Rasûlallah!?" Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), "Hayır; bilakis siz o gün fevkalâde çok olacaksınız; ama Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı olan mehabeti çıkaracak; (yani hasımlarınız nazarında saygısız hâle gelecek, emniyet telkin edemeyecek ve ağırlığınızı hissettiremeyeceksiniz; sizden korkmayacaklar) Aynı zamanda Allah sizin kalbinize 'vehn' koyacak." buyurur. Sahabi yine sorar: "Vehn nedir ya Rasûlallah?" Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem); "Vehn, (gelip-geçici yanları itibarıyla) dünya sevgisi, dünyayı birinci plânda ele alma ve ölümden ürkmektir." (Ebu Davud, Melâhim, 5; Müsned, 2/359; 5/278) buyururlar. Âhir zaman Nebîsi’nin (sallallahü aleyhi ve selem)’in de haber verdiği gibi artarak karşı konulamayacak bir küresel boyut kazanan mal(kapital)/dünyevîleşme/eğlence ile Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Ümmeti’nin fitnesi olması hasebiyle imtihan ediliyoruz. DÜNYANIN HANGİ ŞARTLARDA SÂLİH AMELE DÖNÜŞEBİLECEĞİNİ BİLMEK GEREK Gaye ve hedef edinilen şey, geçici değil kalıcı, çirkin değil güzel olmalıdır. “Gurur” aldanmak demektir. Bu nokta-i nazardan dünyaya da “insanların aldandığı yer” manasında Kur’ân-ı Kerîm’de “DÂRU’L- ĞURÛR” denmiştir. (Âl-i İmrân 185). Bazı kimseler ebedî hayata giden bu yol üzerinde süsünden ve cazibesinden dolayı bu dünya bineğine âşık olmuşlar, varacağı yerin ebedî güzselliğini bu fani güBurhan zelliğe satmıştır. Halbuki bu dünya bineğinin asıl vazifesi sırtına yüklendiği insanı ötelere taşımasıdır. Müslümanın dünya işlerinde çalışıp kazanması, kimseye yük olmaması, ancak çalışıp kazanırken de Hak Teâlâ’dan gâfil olmaması gerekir. Eli kârda, dili yârda; halk içinde Hak ile olması gerekir. âh-ı Nakşbend Hâce Bahâeddîn el-Buhârî (rahmetullahi aleyh) Hazretleri (ö. 1389) hacca gittiğinde Mekke’de biri himmet ve kalbî ilgileri bakımından düşük, diğeri ise gayet yüksek iki kişi görür. Himmeti düşük olan kişi Ka’be kapısının halkasına yapışmış dünyalık istiyordu. Yüksek olan kişi ise çarşı ve pazarda (Mina Pazarı’nda) dolaşıp ticâret yapıyor, binlerce altınlık mal satın almasına rağmen bir an bile Hak Teâlâ’dan gafil bulunmuyordu. Bu manzarayı gören Hazret-i Pîr (rahmetullahi aleyh) himmeti yüksek olan kişi karşısında gayet duygulandığını ve yüreğini kan bastığını ifade eder.2 Bu örnekte de gördüğümüz gibi Yüce Dinimiz, Peygamberi tacir olan bir ümmetin mensupları olarak zenginleşmenin ve servet elde etmenin şükür ve infak (sadaka-zekât) kapısı açık olmak şartıyla meşru olduğunu ifade etmektedir. Yine de biz Müslümanlar olarak hangi şartlar altında bunların “Sâlih Amel”e dönüştüğünü bilmemiz gerekmektedir. Varlığa şükretmek, yokluğa sabretmek ükreden zengin ya da sabreden fakîr olmak Hangisinin hayırlı olduğunu Allah bilir ama Müslüman çoğunluğun bu ikisini aynı derecede tuttuğu; sözlerinde yoksulluğa, fiillerinde ise zenginliğe mütemayil oldukları tarihi ve fıtrî gerçeklere daha yakındır. Allah, insanın toprağını kuruyan, sıcaktan kavrulan, suya hasret çeken tarzda yaratmıştır. Müslüman, hakikatte “Benî Âdem” olduğundan onu nefsi ve bitmek tükenmek bilmeyen hırsı esir alabilir, ulvî özelliklerini kaybedebilir, toprağını kurutabilir. Yeniden kendisine gelmesinin yegâne ilacı/yolu kendisini fânî, Allah’ı ise bâkî olarak bilmesi ve sadece onun rızasını istemesidir. “O’nun veçhinden başka her şey helâk olucudur.” (Kasas 20/ 70), “Her canlı fânîdir (yok olacaktır). Bâkî kalacak olan ise O ululuk ve ikram sahibi Rabbin’in yüzüdür.” (Rahmân, 55/26-27) Onu ancak Allah’ın lütfedeceği bol rahmet yağmurları canlandırabilir. İşte ancak o zaman yeniden hayat bulan toprak gönül okşayan bin bir güzelliğini ortaya çıkarabilir. Sessiz bir nasîhatçi olaraksa ölüm kâfidir! Velhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn! ...................................................................... 1 Mustafa Özel, “Birey, Burjuva ve Zengin”, İstanbul 1994, İz Yay, s.47–48. 2 Necdet Tosun, “Bahâeddîn Nakşbend Hayatı-Eserleri-Görüşleri” İnsan yay. S.113114. 21 Peşinde Sürükle(n)mek Halil ATİK Yükü her iki kanadına paylaştırmış kuş renkler istiyor. Bir fark var sadece ellerimiz biz- nede güzel süzülüyor gökyüzünde. Hayallerinde den bağımsız yazıyor, yaptıklarımızı, söyledikle- ne göğü yırtma arzusu nede yere çakılma kor- rimizi ve düşündüklerimizi... kusu var. İçinde arşın büyüklüğü, uçuşunda taşıdığı yükün asaleti tebessüm ediyor. Kanadını Müslüman, hakedene hak ettiği değeri seriyor dünyanın altına yükünün yanında ihmal veren yegâne bir insandır. Anlık zevkler, süslü edilecek bir ağırlık.'Dünya dünya dediğiniz bu- gösterilen yaşam şekilleri, kaypaklıkla renklendi- muydu' diyor. rilmiş sözler onda bir etki bırakamaz. Sırtını nereye dayayacağını ve bastığı zeminin Bir adımla bile değişen bir dünya bize nasıl kayganlığını hesaplayacak kadar ince zekâlıdır yol gösterici olabilirdi? Nasıl yaşayış şeklimizi bir müslüman. Dünya önemlidir onun için çünkü fani bir değişkene göre ayarlayabilirdik? Özü- çalışılacak tek yerin orası olduğunu bilir. Lâkin müze serpilen ukba tohumlarından dünya nasıl seline kapılmaz geçici oyunlara kanıp. Güneşini filizlenebilirdi? feda etmez bir yudum rüzgâra. Yüreği siperdir onun bütün hilelere. Bir yaprağın bile habersiz Hayat, elde ettiğimiz ilk ve hakiki servet. düşmeyeceğinin farkındadır. Bir karıncaya hayat Üzerini doldurmak için bize bırakılmış boş bir verenin ve içinde kurduğu bu düzenin sırrının da- sayfa. Kalemi veren rabbim bize iradeyi de verdi marlarında gezer aldığı her nefes... ne yazacağımızı görmek için. İki türlü mürekke- 22 bimiz var. Biri dünya yazarken öteki ukbanın yur- Bir yaprak daha koptu dalından işte. Bıra- dunda hayat buluyor. Bu defter ikisinden de karak yurdunu yuvasını rüzgârın önünde savru- lan bir varlık oldu 'dur' dahi diyemeden. İradesi Aldığımız her nefeste bir 'Hû' bırakırken elinden alındı. Ya biz? Sımsıkı tutunduğumuz hayata habersiz mi kalacağız halâ bir elifin ma- dal misali değil mi dünya? Ya bir gün ölüm mi- nasından. Arşa imrenirken içimizde saklanan sali o rüzgârda bize esmeyecek mi? O zaman arşı daha ne kadar hapsedeceğiz yokluğa? nedir bu hırs! Kime ne yetiştirmeye çalışıyoruz. Kazandığımız paralar kadar sayabildik mi kırdığımız kalpleri? Kime ne anlatıyoruz biz!'Huzur İslam`dadır.'yazdırırken taşıtlarımıza biz bu huzurun neresindeyiz? Açık tüm kapılar Kardeşlerimiz ağlarken uzaklarda biz halâ kaplumbağa gibi yuvamıza çekilip ağır adımlarla sanki habersiz gibi yürümeye devam mı edeceğiz?Eminim ki 'Hayır' diyoruz hep önümüzde. İyiliğinde, kötülüğünde. eytanın birlikte.Lâkin aramızda dünya oldukça sadece süslü gösterdiği kapıda attığımız adımların ne hayır demekle kalacağız... kadarının nedametini duyuyoruz içimizde? Dünya ki bizler için sadece bir iş imkânı. Kullu- Dünyevileşme imtihanı içerisindeyiz her ğumuzu sergileyeceğimiz bir sahne. Rolümüz birimiz.En Sevgili`nin de bizim için korktuğu hak kitapta yazılı. Biz kimlerden rol istiyoruz? hastalıkda bu değilmiydi zaten?Çünkü dünya- Dünyalıklar ne kadarda gözlerimizi boyamış. nın serildiği bir yürek elbetteki gaflet uykusun- Arşa çıkmak istiyoruz da yüreğimize inmek hiç dan uyanamazdı.Her şey hiç bir şeyden aklımıza gelmiyor... Yaşarken içinde hayatın ölümünde yakın farksızdı onun için.Her birimiz yoklayalım kalbimizi şimdi.Derman için derdimize koşalım... olduğunu unutmak ne kadar acı. İşte o zaman Bu durak ilk ve son durak!Ötesi ve berisi uzaklaşıyoruz değerlerimizden. Yanlış yerlerde arıyoruz kayıplarımızı. Ölümü unutuyoruz ve yok... unutuluyoruz... Bak dostum! Dört yanımızda dört duvar. Dünya ile sınırlanmışız. Biz; içimizde sonsuzluk aşkını ta- Yükü her iki kanadına paylaştırmış kuş şıyan eşref-i mahlûkat, ne kadarda ufak nede güzel süzülüyor gökyüzünde.Hayâlle- sınırlara tabi olmuşuz. Damarlarımıza empoze rinde ne göğü yırtma arzusu nede yere çakılma edilen bir gelecek kaygısı dünyayı gereğinden korkusu var.İçinde arşın büyüklüğü,uçuşunda fazla değerli gösteriyor bize. İşte bu yüzdendir taşıdığı yükün asaleti tebessüm ediyor.Kana- her kaybedişteki feryadımız. Haberimiz yok ki en başta kendimizi kaybettiğimizden. Kukla tarzı bir hayat. Ne garip dimi en kutsal bir hadise; evlenirken bile dünya evine giriyoruz... Kâinat tüm güzellikleriyle doldurulmuş bir dını seriyor dünyanın altına yükünün yanında ihmal edilecek bir ağırlık.'Dünya dünya dediğiniz bumuydu' diyor. ... kitap. Değilmi ki her ilim bir yaratılmıştan esinlenerek ortaya çıkmış. İlimde geriyiz diyoruz, Son not:Dünya mümin için elbette önem- yaratanı ne kadar tanıyoruz ki yaratılmışı tanı- liydi lâkin peşinde sürüklenmek için değil pe- yalım... şinde sürüklemek için... 23 Otuzüç Prof. Dr. Süleyman TOPRAK İnsan ölmüş birisini görebilir mi? lülerin Berzah âleminde birbirleriyle görüşmeleri: Ruhların yeri konusunda da belirtildiği gibi, berzah âlemindeki ruhlar iki kısımdır: Nimet içinde olanlar ve azapta olanlar. Ö İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de Rasulullah (s.a.v) e: "ölüler birbirini bilir mi?" diye sorulunca Rasulullah (s.a.v) in cevabı: "Evet, nefsim yed-i kurdetinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler." şeklinde olmuştur. (8) İbnü'l-Kayyim'in açıklamasına göre azapta olan ruhlar birbirleriyle görüşmeye fırsat bulamazlar. Onlar bir nevi tutuklu gibidirler. Ama tutuklu olmayıp serbest olan yani nimet içindeki ruhlar birbirleriyle buluşup görüşürler, birbirlerini ziyaret ederler. Dünyadaki olmuş ve olacak şeyleri müzakere ederler. Her ruh, amelde kendi dengi ve kendi derecesinde olan arkadaşlarıyla beraber olur. Hz. Peygamber (s.a.v) in ruhu ise Refiku'l-A'lâ (en yüksek mertebe) dadır. Nisa Suresi'nde: "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, sıddıklarla, şe- 24 Burhan hidlerle ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar."(1) buyrulmuştur ki, bu beraberlik dünyada, berzahta ve âhirette olmak üzere üç yerdedir. Bu üç âlemin hepsinde de kişi sevdiği ile beraberdir. (2) Bu âyet-i kerimede ruhların berzah âleminde birbirlerine kavuşacakları haber verilmektedir. Çünkü bu âyetin iniş sebebi olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır: Ashaptan biri, öldükten sonra Hz. Peygamber (s.a.v) in makamının kendilerinden çok yüce olacağını ve Hz. Peygamber (s.a.v) den ayrı kalacaklarını düşünerek üzülmüş ve ağlamış. Üzüntüsünün sebebini soran Hz. Muhammed (s.a.v) e: "Biz dünyada senden ayrılmaya hiç tahammül edemiyoruz va Rasulullah. Öldükten sonra senin merteben bizden yüce olacağı için seni göremeyeceğiz. Senin ayrılığına nasıl tahammül edebilirim?" diye derdini açar. Bu olay üzerine yukarıdaki âyet nâzil olmuş (3) ve Allah'ı ve Rasulullah'ı sevenlerin berzah âleminde ve âhirette de, dünyadaki gibi, Hz. Rasûl ile birlikte olacakları bildirilmiştir. anlaşılan, mü'minlerin ruhlarının Cennet'te birbirleriyle görüştükleridir. İbn Ebi'd-Dünyâ'nın naklettiği bir haberde de Rasulullah (s.a.v) e: "ölüler birbirini bilir mi?" diye sorulunca Rasulullah (s.a.v) in cevabı: "Evet, nefsim yed-i kurdetinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar, kuşların ağaçların tepelerinde birbirlerini bildiği (tanıdıkları gibi) birbirlerini bilirler." şeklinde olmuştur. (8) Bu soruyu ashaptan Bişr b. Berâ' b. Ma'rûr'un annesi sormuş ve ölülerin birbirleriyle tanışıp biliştiklerini öğrenince hemen Beni Seleme'den ölmek üzere olan birinin yanına varıp, oğlu Bişr'e onunla selâm göndermiştir. (9) Hadisin bir diğer rivayetinde Cennet'te kuşlar gibi birbirleriyle buluşup tanışacak olan ruhların "iyi ruhlar " oldukları zikredilmiştir. Peygamberlerden başkasının hayattayken ve uyanıkken berzahtaki Allah Tealâ âI-u îmrân Suresi'nde şehitlerin diri ve Rabbleri indinde rızıklanmakta olduklarını, arkalarında bulunanlara da korku ve üzüntü olmadığının müjdelenmesin! İstediklerini, Allah'ın nimet ve keremiyle sevinç duyduklarını haber vermiştir.(4) Bu âyet-i kerime de berzah âlemindeki ruhların birbirleriyle buluşup konuştuklarına delâlet eder. Çünkü âyette geçen "yestebşirûn" kelimesi, "müjde verilmesini isterler" anlamına geldiği gibi, "sevinirler ve birbirlerini müjdelerler" manasına da gelir. (5) Birbirlerine müjde verdiklerine göre demek ki birbirleriyle görüşüp konuşmaktadırlar. Ebu Hureyre, Rasulullah (s.a.v) in: "Muhakkak Cennet ehli orada (Cennet'te) birbirlerini ziyaret ederler." buyurduğunu söylemiştir.(6) Mü'min ruhlarının berzah âleminde Cennet'te olacaklarını belirtmiştik. Buna göre bu hadis-i şerifteki Cennet ehliyle, berzah âleminde Cennet'te olanlar kastedilmiş olabilir. Hadisin bu şekilde anlaşılmasını, Ebû Tâlib'in kızı ümmü Hâni'den (40/ 660) rivayet edilen şu hadis de doğrulamaktadır: ümmü Hâni' bir gün Hz. Peygamber (s.a.v) e şöyle soruyor: "ölünce de birbirimizi görür ve ziyaretleşir miyiz?" Rasulullah (s.a.v) in cevabı şudur: "Ruh, Cennet meyvelerinden yiyen bir kuş olur. Kıyamet günü olunca da her ruh kendi cese dine girer." (7) Bu cevaptan da Burhan lerle görüşmeleri ise ancak Allah'ın ikram ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu hususta Allah'ın veli kullarının, Hz. Peygamber (s.a.v) ve bazı büyük zevatla görüştüklerine dair pek çok olay anlatılmaktadır. (31) Ashaptan Bilâl b. Rebâh (v. 20/641) vefat edeceği zaman hanımı ah, vah etmeye başlar. Hz. Bilâl ise: "Ne büyük neşe ne büyük sevinç. Yani sevgililere, Muhammed'e ve onun gurubuna kavuşacağım." demeye başlar, (10) Burada Bilâl berzahta Rasulullah (s.a.v) e ve ashabına kavuşacağını ve tıpkı dünyadaki gibi, orada da onunla bir arada olacaklarını müjdelemektedir. (11) ve hanımının ah, vah edip üzülmemesi gerektiğini, aslında sevinmesi gerektiğini hatırlatmaktadır bu sözüyle. Beyhakî'nin hasen bir senetle İbn-i Abbas'dan tahric ettiği kabir suâliyle ilgili bir hadis-i şerifte, kabirdeki sorgulama sırasında iyi cevap veren mü'minin ruhunun diğer mü'minlerle beraber olacağı haber verilmiştir. (12) 25 "Dirilerin amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de, Allah’ım onu ondan geri çevir, derler." (25) Yine Beyhakî'nin "u'abu'1-İman" da Ali b. Ebi Tâlib'den tahric ettiği haberde Hz. Ali şöyle demiştir: "İki mü'min ve iki kâfir dost vardı. Bunlardan mü'min olanların biri öldü. Cennetle müjdelenince arkadaşını hatırlar ve: "Allah’ım, benim falan arkadaşım bana her zaman sana ve Rasulûne itaati emreder, hayırla tavsiye eder, kötülükten nehyederdi..." diyerek onun kendisinden sonra sapıtmaması ve kendisine verilen nimetlerin ona da verilmesi için dua eder. Sonra öbür arkadaşı da ölünce ruhları bir araya gelir ve birbirlerine: "Ne güzel kardeş, ne güzel arkadaş ve ne güzel dost" derler. Kâfir olan iki arkadaştan birisi ölüp de azapla müjdelenince diğer arkadaşını hatırlayıp şöyle der: "Allah’ım, arkadaşım bana hep sana ve senin Rasulûne isyanı emrediyor, kötülüğü yapıp iyiliği yapmamamı söylüyordu. Allah’ım, .onu benden sonra hidayete erdirme ki, benim gördüğüm azabı o da görsün ve bana kızdığın gibi ona da kızasın." Sonra diğeri de ölür, ruhları bir araya gelince birbirlerine: "Ne kötü kardeş ve ne kötü arkadaş." derler." (13) Bundan da iyi ve kötülerin ruhlarının berzahta birbirleriyle buluştukları anlaşılmak tadır. 26 Ebû Katâde ve Câbir'den tahric edilen ölülerin kefenlerinin güzel yapılması ile ilgili hadis-i şerifin Suyûtî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen şeklinde: "Muhakkak ki onlar kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler." cümlesi de yer almaktadır. (14) Beyhakî "u'abu'1-İman" da Ebu Katâde'den (54/673) hadisi naklettikten sonra bu hadisin şehitler hakkındaki onların rızıklandırıldıklarını haber vererr âl-u îmrân, 3/169–170 âyetiyle mutabakat arz ettiğini söylemiştir. (15) Rasulullah (s.a.v) in Miraç gecesinde semâda Hz. âdem (As) İle karşılaştığında Hz. âdem'in sağ ve solunda bir takım karartılar görmesi ve bunların kimler olduğunu sorunca, cennetlik ve cehennemlik olanların ruhları olduklarının bildirilmesi de, (16) berzahta iyi ve kötülerin -Hz. Ali'nin de, dediği gibi- bir arada olacaklarına delildir. Ruhların berzah âleminde birbirleriyle görüştükleri ve konuştuklarının bir delili de, ölümü müteakip semâya yükseltilen mü'min ruhunun rahmet ehli tarafından karşılanıp, dünyadan ve dünyadakilerden haber soracaklarını bildiren hadis-i şeriftir. Burhan Ebu Eyyûb el-Ensârî'den rivayet edilen hadis-i şeriflerinde Peygamber efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Mü'minin ruhu kabz olunca onu Allah katında rahmet ehli karşılarlar." (17) Tıpkı dünyada müjde getiren birinin karşılandığı gibi. (Bu esnada yeni ölmüş olanın ruhunu getiren melekler) derler ki: —Onu bırakın, fırsat verin de bir dinlensin. Çünkü o büyük bir sıkıntı içinde idi. Ona: —O benden önce ölmüştü, derse; —İnnâ Lillâh ve İnnâ İleyhi Râci'ûn (biz Allah'a aidiz ve yine ona döneceğiz), ebedi kalış yeri olan Hâviye'ye (kızgın ateşli Cehennem'e) gitmiş. O ne kötü yer ve ne kötü terbiyecidir, derler. (18) Bu hususta Abdullah b. Mübârek'in de şöyle dediği rivayet edilir: "Kabir ehli haberleri beklerler. Bir ölü oraya gittiği zaman ona falan ne yaptı, filan ne yaptı diye sorarlar. Birisi için: "O öldü, size gelmedi mi?" deyince: "İnnâ lillâh ve İnnâ İleyhi Râciûn" derler ve: "Bizim yolumuzdan başka yola gitti o." diye ilave ederler." (19) Tabiinden Sa'id b. el-Müseyyeb (v. 94/712) de: "Bir adam öldüğü zaman (daha önce ölmüş olan) çocuğu onu, seferden dönen gaibin karşılandığı gibi karşılar" demiştir. (20) Ölülerin berzahta birbirleriyle görüştüklerini ve yeni ölüp de aralarına katılanlardan haber aldıklarını bildiren bu hadis ve haberleri, evlât, torun ve yakın akrabaların amellerinin kabirdeki baba ve yakınlarına arz olunacağım, onların da amelleri kendilerine arz edilen akrabalarının iyiliklerinden ötürü sevineceklerini, kötülükleri sebebiyle de üzüleceklerini bildiren haberler de desteklemektedir. Kabir ehli, geride bıraktıkları akraba ve arkadaşlarının yaptıkları işlerden haberdar olup, iyi amellerinden ötürü sevinir, kötülüklerine de üzülürler. (21) Mücâhid'in bu hususta şöyle dediği sahih rivayetle gelmiştir: "Kişi kabrinde kendinden sonra çocuğunun iyilikleri (salahı) ile müjdelenir." (22) Sa'id b. Cübeyr'in (v. 95/714) de şöyle dediği rivayet edilir: "Muhakkak ki ölülere dirilerin haberleri gelir. Daha önce bir yakını ölmüş, olan hiç bir kimse yoktur ki ona geride kalan akrabalarının haberleri gelmesin. Eğer gelen haber iyi Burhan ise sevinir ve ferahlar; kötü ise o zaman da üzülür." (23) Ashaptan Ebu'd-Derdâ (v. 32/652) da şöyle dua ederdi: "Allah’ım, ölülerimin rezil olacağı bir iş yapmaktan sana sığınırım.'' (24) Abdullah b. Mübarek de ashaptan Ebu Eyyûb el-Ensarî'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Dirilerin amelleri ölülere arz olunur. Eğer bir iyilik görürlerse sevinir, birbirlerine müjdelerler; bir kötülük görünce de, Allah’ım onu ondan geri çevir, derler." (25) Yukarıdaki yeni gelen ölüden haber sormalarından da anlaşılacağı üzere, ölülerin dirilerden bizzat haberdar olduklarını -Allah'ın diledikleri müstesna- söyleyemeyiz. Bu sebeple buradaki haberdar oluşlarını, yeni gelen ve aralarına katılanlardan öğrenirler şeklinde anlıyoruz. Yeni gelenlerden haber alışları da, ruhların berzahta birbirleriyle görüşüp konuştuklarına delâlet eder. Ölmüş olanların ruhları, berzah âleminde birbirleriyle görüşüp konuşuyorlar. Acaba henüz ölmemiş ve dünyada yaşamakta olanların da berzahtakilerle görüşüp konuşmaları mümkün müdür? Ve ölülerin dirilerle bir takım münâsebetleri var mıdır? imdi de bu husus üzerinde duralım: Hayattakilerin Berzahtakilerle Görüşmeleri: Henüz hayatta olanların berzahtakilerle görüşmeleri uyanık ve uyku halinde olmak üzere iki şekildedir. Uyanıkken görüşmenin en büyük misâli ve olabilirliğinin delili, Rasulullah (s.a.v) in Miraç'ta bazı Peygamberlerin ruhlarıyla karşılaştığını haber veren ve kabir ziyaretini öğreten hadislerdir. Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Muhammed (s.a.v) e hitaben: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor ki; biz, Rahman'dan başka ibadet olunacak ilâhlar yapmış mıyız?" (26) buyurmaktadır. Müfessirlerden bir kısmı buradaki sorma fiilinin sadece İsrâ ve Miraç gecesine has olduğunu söylerken, (27) bazıları da her istediği zaman 27 Rivayete göre Ashab-ı kiramdan Sa'b b. Cessâme ile Avf b. Mâlik (v. 73/692) kardeş olmuşlar ve öldükten sonra da birbirimizden haberdar olalım diye sözleşmişler. Aradan bir müddet geçtikten sonra Sa'b ölüyor. Avf bir gece rüyasında, aynen hayattaymış gibi Sa'b'ın kendisine geldiğini görüyor ve Sa'b'a hesap ve suâlin nasıl geçtiğini soruyor. O da şimdilik iyi olduğunu söyleyip Allah'a hamdediyor. Bu arada Avf, Sa'b'ın göğsünde gördüğü bir kara lekenin sebebini soruyor. O da bir yahudiden on dirhem ödünç aldığını ve paraların asılı olduğu yeri söyleyerek, o paranın sahibine verilmesini istiyor. Yine evdeki kedisinin öldüğünü, kızının da yakında öleceğini haber veriyor ve bütün bunlar aynen çıkıyor. Sabah olup da Avf, arkadaşının evine gidince, paranın aynen haber verilen yerde olduğunu görüyor ve alıp yahudiye götürüyor. Yahudiye, ölmüş olan arkadaşının kendisinden ödünç para alıp almadığını sorunca, yahudi aldığını ve miktarını söylüyor. Bunun üzerine rüyada gördüklerinin gerçek olduğunu anlayan Avf, elindeki paralan, arkadaşının rüyadaki vasiyetine uyarak yahudiye veriyor. Allah Tealâ'nın Rasulullah (s.a.v) e önceki peygamberlerle konuşma imkânı verdiği şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu ikinci görüşte olanlara göre âyetteki mutlak lafzı (sözü), İsrâ ve Miraç gecesi ile takyid etmek (kayıtlamak) hatalı bir te'vil olur. Ve âyetin olduğu gibi anlaşılıp, her istediği zaman Rasulullah (s.a.v) e bu imkânın verileceğini söylemek daha isâbetlidir. (28) Hz. Peygamber (s.a.v) in önceki peygamberlerle daha kendisi hayatta iken görüşmesi, vukuu mümkün olan işlerdendir. Ve Allah'ın kudretine göre bunda hiç bir zorluk yoktur. Allah Tealâ görüştürünce de bu olay gerçekleşmiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) Miraç gecesinde, uyanık halde iken diğer Peygamberlerin ruhlarıyla Beytü'l-Makdis'de (Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'da) bir araya gelmiştir. Daha sonra semâvât (gökler) âleminde de onlardan bazıları ile bir araya gelip konuştuğuna sahih haberler delâlet etmektedir, (29) Yine Hz. Ömer’den rivayet edilen bir hadisinde Rasulullah (s.a.v), Hz. Musa (As) in Allah Tealâ'ya dua edip, Hz. Âdem (A.s) ile görüşmeyi dilediğini ve Yüce Allah'ın, henüz hayatta iken ve uyanıkken, Adem (A.s) ı Hz. Musa'ya gösterip ve birbirleriyle konuşmuş olduklarını haber vermiştir, (30) Peygamberlerden başkasının hayattayken ve uyanıkken berzahtakilerle görüşmeleri ise ancak Allah'ın ikram ettiği kimselere nasip olmuştur ki, bu hususta Allah'ın veli kullarının, Hz. Peygamber (s.a.v) ve bazı büyük zevatla görüştüklerine dair pek çok olay anlatılmaktadır. (31) Kabir ziyaretinde ziyaret edene "zâir", ziyaret edilene "mezür" denilmesi de, ziyaret edilenin ziyaret esnasında ziyaretçisini duyup bildiğine delidir. Çünkü ziyaret edilen, ziyaretçisini bilmezse buna "mezûr= ziyaret edilen" denmez. Kaldı ki, Peygamberimiz (s.a.v) ziyaret adabını öğretirken, kabristana varınca ölülere selâm verilmesini öğretmişlerdir ki, bu da onların dirilerle olan münâsebetleri cümlesindendir. (32) Hayattakilerin berzahtakilerle rüyada görüşmeleri ise, İbnu'l-Kayyim'in belirttiğine göre, nübüvvetin bir parçası olan sâlih rüyalardandır ve İlim ifade eder. (33) Erzurumlu İbrahim Hakkı da: 28 Burhan "ölüleri rüyada hayırla veya şerle görmek, onların halini aynen bilmektir. Bu, ölünün halini bildirmek veya uyanık olmayı sağlamak içindir,.." (34) diyerek ölüleri rüyada görmenin, sâdık rüyalardan olduğuna işaret etmiştir. Rüya ya da keramet yoluyla -Peygamberlerden gayri için- olan bu görüşmeler ve görülenler, kelâm âlimlerine göre umum için değil, ancak sahibi için (gören kişinin kendisi için) delil olabilir. Ancak bizim burada onlardan bahsedişimiz, sadece imkânını belirtmek içindir. rını söylüyor. Bunun üzerine rüyada gördüklerinin gerçek olduğunu anlayan Avf, elindeki paralan, arkadaşının rüyadaki vasiyetine uyarak yahudiye veriyor. Hülasa, ölülerle dirilerin gerek uyanıkken, gerekse rüyada görüşmeleri imkânsız değildir, mümkündür. Allah Teala dilediği kulları için bunu yaratır. Nitekim yukarıdaki misallerde bunun gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir. Ruhların insanlara zarar vermez. ....................................................................................... 1- Nisa, 4/69., Hayattakilerle berzahtakilerin rüyada görüşmeleri, ikisinden birinin arzusu ve bazı gayeler için bu görüşmeyi Allah Tealâ'dan istemesiyle Allah'ın bir lütfü olarak meydana gelmektedir. Hayattakilerin görüşmeyi istemesine -hepimizin en büyük arzusu olan ve pek çok mü'mine nasib olan- Hz. Peygamber (s.a.v) i rüyada görmek istemeyi, ya da çok sevdiğimiz yakınlarımızdan âhirete göçmüş olanları rüyada olsun görmek isteyişimizi misâl verebiliriz. 2- îbnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 17; Suyûti, Büşra'1-Keîb, v. 147 b; Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 74; Rodosîzâde, a.g.e. v. 19 a., 3-tbnu'lKayyim, a.g.e, s. 17; Ibn Kesir, Tefsir, c. I, s. 522; Rodosîzâde, a.g.e. v. 19 b., 4-bkz. Al-u Imran, 3/169-170., 5-Mu'cemu'l-Vasit, c. I, s. 57; Atay Kardeşler. ArapçaTürkçe Büyük Lügat, c. I. s. 128; Abnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 18., 6- Ab. Hanbel, Müsned. c. II, s. 335., 7- A b. Hanbel. Müsned. c. VI, s. 425; A Siracuddin, a.g.e, s. 106-107., 8- Suyûtî, B. el-Keib, v. 144 b., 9- A. Siracuddin, a.g.e. s. 107; tbnu'l-Kayyim, e.g.e, s. 19., 10- Suyûtî, B. el-Keib, v. 148 b., 11- Abdullah Siracuddin, a.g.e. s. 107., 12- bkz. Suyûtî, erhu's-Sudûr. v. 53 a., 13- Suyûtî, erhu's-Sudûr, v. 38 b; v. 173 b., İbnü'l-Kayyim diyor ki: "Rüyada ölülerle buluşmak ve onlarla bazı haber alışverişinde bulunmak; falan yerde hazine var, filan yerde şu var, falan iş şöyle olacak, filan zamanda bize geleceksin... gibi haberler vermeleri ve bunların da aynen çıkması, bu buluşmanın gerçekliğini ifade eder."(35) 14- Suyûtî, Büşra'1-Keib, v. 147 b; Suyûtî, erhu Süneni'n-Nesâî, c. IV, s. 34; Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 73; Abdullah Siracud, 15- Suyûti .Sünen'n-Nesâî, c. W, s. 34; H. el-'Idvî, a.g.e, s.73., 16- Miraç hadisi için bkz. Buhârî. Sahih, Salât, l, c. I. s. 91-92; Müslim, Sahih, imân, 74. c. I, s. 148; A. b. Hanbel. Müsned, c. V. s. 143; ibn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihaye, c. I, s. 97, Beyrut, 1977., 17- Hadis-i erifin, ibn Hıbbân'ın Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet edilen şeklinde: "Mü'minlerin ruhlarının yanına getirilir ve ğaib olan birini bulanların sevinci gibi sevinirler." denilmektedir, bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 106., Rivayete göre Ashab-ı kiramdan Sa'b b. Cessâme ile Avf b. Mâlik (v. 73/692) kardeş olmuşlar ve öldükten sonra da birbirimizden haberdar olalım diye sözleşmişler. Aradan bir müddet geçtikten sonra Sa'b ölüyor. Avf bir gece rüyasında, aynen hayattaymış gibi Sa'b'ın kendisine geldiğini görüyor ve Sa'b'a hesap ve suâlin nasıl geçtiğini soruyor. O da şimdilik iyi olduğunu söyleyip Allah'a hamdediyor. Bu arada Avf, Sa'b'ın göğsünde gördüğü bir kara lekenin sebebini soruyor. O da bir yahudiden on dirhem ödünç aldığını ve paraların asılı olduğu yeri söyleyerek, o paranın sahibine verilmesini istiyor. Yine evdeki kedisinin öldüğünü, kızının da yakında öleceğini haber veriyor ve bütün bunlar aynen çıkıyor. Sabah olup da Avf, arkadaşının evine gidince, paranın aynen haber verilen yerde olduğunu görüyor ve alıp yahudiye götürüyor. Yahudiye, ölmüş olan arkadaşının kendisinden ödünç para alıp almadığını sorunca, yahudi aldığını ve miktaBurhan 18- bkz. Nesâi, Cenâiz, 9, c. IV, s. 8-9; Suyûti, . Sudur, v. 37 a; B. el-Keîb, v. 144 b; İbnu'l-Kayyim, a.g. e, s. 20; Rodosîzâde, a.g.e, v, 26a; A Siracuddin, a.g.e. s. 106., 19- İbnu'l-Kayyim, a.g.e. s. 19: Birgivî, R. Fî Ah. Etfâlİ'l-Müslimin, s. 85; Birgivî bu konuyu işledikten sonra, vasiyyet etmeden ölenlerin berzahta konuşamayacaklarım ve berzah ehlinin sorularına cevap veremeyeceklerini ilave eder. (bkz. a.g.e, s. 85.), 20- İbnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 19; Rodosîzâde, a.g.e. v. 25 a., 21- Rodosîzâde, a.g.e. v. 7 b., 22- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 12., 23- Hasan el-'Idvî, a.g.e, s. 16, Mısır, 1316., 24- Aynı eser, a. yer., 25- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 7; Rodosîzâde, a.g.e, v, 8 b., 26- Zuhruf, 43/45. ', 27- bkz. Ibn Kesir, Tefsir, c. IV, s. 129., 28- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 109-110., 29- Bu husustaki hadisler için bkz. Buhârî, Sahih, Salât, l, c. I, s. 91-92; Enbiyâ, 5, c. IV, s. 106-107; Müslim.Sahih.lman, 74, c.I,s.l48; Fezâil,42,c.IV,s.l845; Nesâî, Sünen, Kıyâmu'1-Leyl, 15, c. m, s. 215; A-b. Hanbel, Müsned, c. ffl, s. 120, 248; c. V. s. 59,143., 30- Ebu Davud, Sünen, Sünne, 17, c. W, s. 226., 31- bkz. Abdullah Siracuddin, a.g.e, s. 110-113., 32- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 8; Rodosîzâde, a.g.e, v. 8 b; Vücûdî, Muhammed b. Abdulaziz, Ahvâl-i Alem-i Berzah, v. 9 a, elyazma, ist. Süleymaniye.Küt. Halef Ef. Böl. Nr. 237., 33- Ibnu'l-Kayyim, a.g.e, s. 29; Rodosîzade, a.g.e, v. 39 b., 34- Erzurumlu ibrahim Hakkı, Mârifetname, c. I, s. 60. 29 Otuzüç Prof. Dr. Sayın DALKIRAN Her Türlü İşte NİYET ASILDIR iyet bir şeyi yapmayı önceden isteyip düşünme ve maksat anlamlarına gelmektedir. Niyet her türlü işte son derece önemlidir. İster gündelik işlerde, ister hayatımızın geleceği ile ilgili verdiğimiz kararlarda niyet asıldır. İbadetten dünyevi işlere, mahkemeden en küçük davranışlara kadar niyet nazar-ı itibara alınır. Bazen niyet iyi olabilir, ancak sonuç olumsuz olabilir. Zira kişinin niyeti iyi, doğru, halis olabilir, ancak kişi neticenin olumsuz olabileceğini bazen kestiremez. Böylesi bir durumda kişinin niyetinin hiçbir değeri yoktur denilemez. Çünkü, kişiye düşen her zaman niyetini ve maksadını iyiye ve güzele yöneltmesidir. N Alemlere rahmet olarak yaratılan ve bütün mevcudatın sebeb-i vücudu olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’e nispet edilen yüzbinlerce hadis, hadis mecmualarında yer almaktadır. Bu hadislerin ilki niyet hadisi ile başlar. Söz konusu hadis şöyledir: “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir; herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur. Kimin hicreti, Allah ve Resûlü (rızası ve hoşnutlukları) için ise, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne müteveccih sayılır. Kim de nâil olacağı bir dünya 30 veya nikahlanacağı bir kadından ötürü hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.”1 Küçük veya büyük hangi amel olursa olsun o konuda niyet önemlidir. Hicret gibi İslam tarihinde son derece ehemmiyetli olan ve bir dönüm noktası teşkil eden bir hususta bile, asıl niyet Allah rızası olurken; tek tük de olsa daha önceden hicret etmiş olan sevdiğine kavuşmak niyetinde olanlar da bulunabilmektedir. O kişiler de hicret etmiş görünüyor ancak onların asıl niyetlerini Allah bildiğinden dolayı amelleri boşa çıkıyor. Zahmetlerinin karşılığını ancak dünyada görüyor. Halbuki niyetleri Allah ve Rasulü olsaydı, yaptığı amelin karşılığını sadece Allah’tan bekleyecekti. Allah da, onun amelinin karşılığını kat kat ebedi yurt olan ahirette verecektir. Allah Rasulü, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.2” buyurarak niyetin amelden hayırlı olduğuna işaret buyurmaktadırlar. Yapılan amellerin, ibadetlerin öncesinde yapılan niyet, hedeflenen maksat büyük öneme haizdir. Mesela, namaz, zekat gibi biri fiziki diğeri mali olan, hatta hac gibi Burhan hem fiziki hem de mali olan bir ibadette farklı niyetler söz konusu olabilir. Eğer bu ibadetler Allah için yapılıyor, namaz alemlerin rabbi ve yaratıcısı olan Allah’a şükür olarak ve sırf O emrettiği için kılınıyor; zekat asıl mal sahibi olan Allah emrettiği için veriliyor ve hac da sırf Allah emrettiği ve onun rızası için gerçekleştiriliyor ve de başka dünyevi maksatlar hedeflenmiyor ise gerçek değerine kavuşur. Aksi takdirde sadece zahmeti yanında kalır. Oruçlunun uyması gereken bir kısım kuralları yerine getirmeyen, mesela dilini gıybetten, dedikodudan, gözünü haramdan, kulağını yasak şeyleri dinlemekten vb. kötü ve çirkinliklerden kendisini korumayan kişinin açlık ve susuzluktan başka bir kar elde edemeyeceği belirtilmektedir. Konu hadiste şöyle dile getirilir: “Oruç tutan nice insan vardır ki, kârları sadece açlık ve susuzluk çekmektir. Oruç insanı (her türlü kötülükten koruyan) kalkandır. Sakın oruçlu iken kötü söz söylemeyin, biri size sataşacak olursa ‘ben oruçluyum’, deyin.3” Aslında niyet de başlı başına bir amel gibidir. Zira o da kalbin bir amelidir. Yine sevgililer sevgilisi olan Hz. Peygamber bir hadisinde “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o salah bulursa bütün ceset salah bulur; eğer o bozulursa bütün ceset bozulur. Dikkat edin o, kalbtir.4” buyurmaktadır. Evet, kalbin iyi olması bütün vücudun iyiliğini temin ederken, oradaki niyet de kişinin bütün amellerini rahatlıkla etkileyebilmektedir. Zira kalpte gerçekleşen iyi bir niyet, gündelik hayatta yaptığımız normal işleri bile ibadete çevirebilir. Her birimiz şüphesiz ki, yemekten önce ve sonra ellerimizi yıkarız. Bu mutlaka yapılması gereken bir ameldir. Ancak İslam’ın temizliğe verdiği önemi hatırlayarak, Hz. Peygamber’in bu husustaki emirlerini göz önünde bulundurarak o işlemi yaparsak bu iş bize ibadet sevabını kazandırır. Yatsı namazını kılıp sorumluluğumuzu yerine getirdikten sonra yatağa girer; Efendimizin bir kısım tavsiyelerine uygun olarak dua eder ve sabah namazına kalkmak niyeti ile uykuya geçmeye çalışırsak, bilinmelidir ki uyku halimiz bile ibadetten sayılacaktır. Sabahleyin de üzerimize düşen farzları yerine getirdikten sonra, başkalarına el avuç açmamak, alan el değil veren el olmak ve ailemizin ihtiyaçlarını gidermek kastıyla işimize gidersek, yine bilelim ki o çalışmamız ibadet olmaktadır. Ancak şunun çok iyi bilinmesi gerekir, çalışmanın ibadet olmasının şartı güzel bir niyetin yanında, farzları yerine getirmek ve özellikle de büyük günahlardan kaçınmaktır. Burhan Niyet öyle bir özelliğe sahiptir ki, gündelik iş ve eylemleri ibadete çeviren bir ilaç ve bir maya gibidir. Aynı şekilde ölü olan davranışlara hayat veren ve ibadete çeviren bir ruhtur. Zira kısa, fani ve geçici olan şu dünyada uzun, daimi ve sürekli bir cennet hayatının elde edilmesi ancak ve ancak niyete bağlıdır. Sözünü ettiğimiz gibi dünya hayatının her bir dakikasını, saniyesini ibadet halini alması şüphesiz ki niyete bağlıdır. Allah, rahmeti ile mümine yaptığının karşılığını kat be kat vermektedir. Aslında suçun cezası fazla olması adalet gereği iken Allah, suça bir, yapılan iyiliğe en az on kat mükâfat vermektedir. Bu Allah’ın fazl ve keremi gereğidir. Bir âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim bir hasene islerse, Allah ona on tane lütfeder, kim bir kötülük yaparsa, ona da sadece o kötülük kadarı yazılır.5” Aynı şekilde bir hadislerinde Hz. Peygamber de şu güzel müjdeyi vermektedir: “Bir kimse bir iyilik yapmaya niyetlenir de yapamazsa, Allah kendi katında o kimse için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer hem niyetlenir, hem de o iyiliği yaparsa on iyilik sevabı yazar ve bu sevabı yedi yüze ve daha fazlasına kadar çıkarır. Ve eğer fenalık yapmaya niyetlenir de sonra vazgeçerse, Allah onun için tam bir iyilik sevabı yazar. Eğer kötü işe hem niyetlenir, hem de onu yaparsa, Allah o kimse için bir günah yazar.6” Evet, sonuç şu ki niyet başlı başına bir ibadet olup, kişiye çok sevap kazandırdığı gibi, diğer bütün hayatını da ibadet haline getirebilecek; bazen da ibadet olarak gözüken bir takım fiillerini de tersine çevirebilecek bir özelliğe sahiptir. Niyet, bu haliyle kömürü elmasa, elması da kömüre çevirebilecek bir iksir gibidir. Allah, insanlara ebedi saadeti niyetlerine bağlı olarak lütfetmektedir. Tabii ki, niyet yapılan bir işin ruhu ve esasıdır. Niyetlerimizin doğru, güzel ve hayırlı olması temennisiyle .................................................. * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 1 Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1; Müslim, İmare, 155; Ebu Davud, Talak, 11 2 Mecmeu’z-Zevâid, 1/61,109. 3 Buhari, Savm, 2. 4 Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107. 5 En'am Suresi, 6/160. 6 Buhari, Rikak, 31; Müslim, İman, 206-207. 31 Otuzüç Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK* Zeynep BAYRAM** Ebu Hanife’nin (r.a) İÇTİHAT METODU Geçen ayın devamı Ebu Hanife’nin metodunun oluşmasında fazlaca önemli olan özellikleri ve anlayışından bahsettikten sonra metodunu sırası ile maddeler halinde sunmak istiyoruz. amel etmemelerini örnek verebiliriz. Çünkü Ebu Hüreyre, bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda üç defa yıkamıştır. Hanefiler de, onun fetvasına aykırı davrandığı gerekçesiyle üç defa yıkamayı esas almışlardır. 1. KİTAP: Kur’ân-ı Kerim’dir. 2. SÜNNET: Peygamber sözleri, fiilleri ve takrirleridir. 3. SAHABE SÖZLERİ: Peygamber zamanında yaşamış, bir defalık da olsa onu görme şerefine ulaşan insanlara sahabe diyoruz. Biz Müslümanlar için, onların sözleri ve fiilleri önemlidir. Onun için Ebu Hanife sünnetten sonra Kur’ân’a ve sahih sünnete aykırı olmamak kaydı ile sahabe görüşüne başvurur. Ebu Hanife’ye göre sahabe’nin sünneti peygamberin sünneti gibidir. Ebu Hanife’nin Sahabe sözlerini tercih edişine, Ebu Hüreyre’nin Hz. Peygamberden rivayet ettiği, “birinizin kabını köpek yaladığı takdirde onu döksün; sonra, biri toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın” anlamındaki hadisle 32 4. KIYAS: Bunu şöyle tarif ederiz: Hakkında nas bulunmayan meseleleri, aralarındaki ortak illet sebebiyle, hakkında nas bulunan meseleye bağlamak ve hepsine aynı hükmü vermektir. “Ebu Hanife’nin metodu ile daha sonraları sistemleşen Ehl-i Sünnet inancı olgunlaşmıştır. Görüşleri, insanlara getirdiği kolaylık, akla uygunluk ve naslara yaklaşımı ile büyük kabul görerek geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.” Burhan 5. İSTİHSÂN: Kıyasa zıt görünen meselede kıyası terk edip insanların kullanmasına uygun olanı almaktır. İmamı Azam’ın metodunda önemli bir yeri olan istihsânın birkaç çeşidi olup, daha iyi anlaşılması için, örneklerle izah etmek istiyoruz: a. Nass Sebebiyle İstihsân Bir mesele hakkında belli bir nas bulunuyorsa ve bu nas, genel nas yahut yerleşik genel kural gereğince o meselenin benzerleri hakkında uygulanan genel hükmün aksine bir hüküm ihtiva ediyorsa o zaman bu tür istihsândan söz edilir. Örneğin, unutarak yiyip içmenin orucu bozup bozmayacağı hususunda iki delil bulunmaktadır. Birincisine göre, orucun bozulacağına hükmetmemek gerekir. Bunun delili, “bir şeyin rükünlerinden birine halel geldiğinde, o şey yok kabul edilir.” şeklindeki genel kuraldır. Bilindiği gibi imsak, orucun rüknüdür. Unutarak da olsa yeme içme ile bu rükün ortadan kalkarsa, oruç bozulur. İkinci delil ise, orucun bozulduğuna hükmetmemektir. Çünkü peygamber, “oruçlu iken unutarak yiyip içen kimse, orucunu tamamlasın zira onu Allah yedirip içirmiştir.” buyurmaktadır. Hanefiler bu özel nassa göre hüküm verirken, “unutarak yiyip içmek, kıyasa aykırı olmakla beraber, istihsânen orucu bozmaz.” demişlerdir. b. İcma Sebebiyle İstihsân Müçtehitlerin bir olayda o olayın benzerine uygulanan genel kuralın aksine, hüküm vermeleri veya insanların genel bir kurala aykırı davranmaları karşısında, sükût etmeleri ve buna karşı çıkmamaları halinde, icmâ sebebiyle istihsândan bahsedilir. Örnek, hamamlarda yıkanma ile ilgili sözleşme, bir nevi isticâr (kira) sözleşmesidir. Fakat bu sözleşmede ücret, kullanılacak su, yıkanma süresi gibi konular başta belirlenmemektedir. İlgili hususlardaki belirsizlik sebebiyle, genel kurala göre sözleşmenin geçersiz sayılaması gerekir. Zira kullanılacak su ve kalınacak süre kişiden kişiye değişmektedir. İnsanlar bu uygulamayı teamül haline getirdiği için, içtihat ehlinden hiç kimse buna karşı çıkmamıştır. Bu tutum onlara, bu sözleşmenin cevazında icmâ ettiklerini göstermektedir. Burhan Hanefilere göre bu muamele, kıyasa aykırı olmakla beraber istihsânen caizdir. c. Zaruret ve İhtiyaç Sebebiyle İstihsân Pislenen kuyu ve havuzların temizlenmesi: Yerleşik kurala göre kuyular ve havuzlar, pislenme esnasındaki suyun bir kısmı veya tamamı boşaltılsa dahi asla temiz hale gelmez. Çünkü suyun bir kısmının boşaltılması halinde bu boşaltılmanın kalan suyun temizlenmesine tesiri olmayacağı açıktır; tamamen boşaltılması halinde de sonuç değişmez. Zira kuyuya gelen veya havuza dökülen yeni su kuyunun duvarlarındaki veya havuzun duvarlarında veya tabanında kalan pislikle mutlaka karışır. Fakat fakihler, zarurete binaen temizlikle ilgili bu hususu terk edip suyun bir kısmını ya da pislenen suyun boşaltılması halinde kuyu veya havuzun temiz olacağına hükmetmişlerdir. d. Kapalı Kıyas Sebebiyle İstihsân Bu istihsân, birbiri ile çatışan ve biri açık diğeri kapalı iki kıyas imkanı bulunan meselede uygulanır. Örneğin, Hanefilerde, sözleşme sırasında özel kayıt konmadıkça, ziraî arazinin satımı ile bu araziye ait irtifak hakları (murûr, mesîl hakları) alıcıya geçmez. Yine Hanefiler, yerleşik kurala göre, sözleşme sırasında ayrıca belirtilmese dahi, böyle bir arazinin, kira sözleşmesine konu olması halinde irtifak haklarından faydalanmanın sözleşmeye dâhil sayılacağını kabul eder. Yani kiracı bu haklardan faydalanır. e. Örf Sebebiyle İstihsân İnsanlar kıyasla belirlenen bir hükme veya yerleşik bir genel kurala aykırı düşen bir uygulamayı örf haline getirirlerse, o zaman bu çeşit istihsân söz konusu olur. Hanefilere göre, sözleşmelerde örfen benimsenmiş bulunan her şart geçerlidir. Bu, örfe dayanan istihsân yoluyla kabul edilmiş bir 33 hükümdür ve genel kurala aykırıdır. Bu kural, Hanefi fakihlerce sıhhati kabul edilen, “Hz. Peygamber şartlı alış verişi yasakladı.” anlamındaki genel nitelikli hadis ile sabittir. Bu örnek, istihsândan kastedilen kıyastan maksat, nassın kendisi olabileceği gibi, Hanefi fıkhında benimsenen alım-satım sözleşmeler sırasında ileri sürülen şartların geçersiz sayılacağı genel kuralı da olabilir. Genel kural ve nassa aykırı olsa bile, ileri sürülen şart hakkında örf meydana gelmişse, o şart istihsânen geçerlidir. f. Maslahat Sebebiyle İstihsân Maslahat düşüncesi, o mesele hakkında, genel nassa veya genel kurala göre uygulanacak hükümden istisna yapmayı ve aksi yönde bir hüküm vermeyi gerektirirse, bu çeşit istihsândan söz edilir. Hanefi mezhebindeki bir kurala göre muzaraa (ziraat ortaklığı), kira sözleşmesinde olduğu gibi, âkidlerin veya birinin ölümü ile son bulur. Fakat maslahat düşüncesi ile bazı durumları, bu kuralda 34 istisna etmişlerdir. Mesela; toprak sahibi ölmüş ve mahsul henüz yetişmemiş ise, bu durumda kıyasa aykırı olmakla birlikte, istihsânen sözleşmenin devam edeceğine hükmetmişlerdir. Gerekçesi ise, emek sahibinin menfaatini korumak ve zarara uğramasını önlemektir. 6. İCMA: Her hangi bir asırdaki müçtehitlerin bir hüküm üzerine fikir birliğine varmalarıdır. Birkaç hususta icmâ olup, burada sadece Allahın kitabı veya peygamberin sünnetindeki bir nassa dayandırılan icmâa örnek vermek istiyoruz: Allahın kitabındaki bir nassa dayandırılan icmâa örnek olarak; müctehidlerin nine ile evlenmenin haram olduğuna dair ittifakını zikredebiliriz. Onlar bu icmâı, “Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz (ile evlenmek) size haram kılındı.” ayetine (4/23) dayandırmışlardır. Çünkü bu nastaki ‘ana’dan maksat mutlak anlamda ‘kök’tür. Bu ise, kişinin dolaylı veya dolaysız olarak kendisine bağlandığı kimsedir. Burhan Peygamberin sünnetine dayandırılan icmâa örnek olarak ise; müçtehitlerin bir gıda maddesini, teslim almadan önce, alıcı tarafından satılmasının yasak oluşu hükmündeki ittifakını gösterebiliriz. Zira onların bu icmâdaki delili, Hz. Peygamberin, “Kim bir gıda maddesi satın alırsa, onu teslim almadan önce satmasın.” anlamındaki hadisidir. rükûdan kaldırdığında, ellerini de kaldırırdı.” anlamındaki hadis ile amel etmemişler ve şöyle demişlerdir: Bu durumda Peygamber’in ellerini kaldırılması, herkes tarafından görülebilecek olan bir olaydır. Halbuki bu hususta tek bir rivayet gelmiştir. Onun için bu hükmün, herkesçe rivayet edilen açık bir delilinin olması gerekir, oysa öyle değildir. 7. ÖRF: Kur’ân, sünnet ve sahabenin tatbikatı gibi hakkında bir nas bulunmayan mesele üzerinde Müslümanların teâmülü demektir. Bütün bunlar, Ebu Hanife’nin metodunu oluşturmakta; o, içtihatlarında bu kaynaklara sırası ile başvurmaktadır. Bunların yanında, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, İmam-ı Azam, kendini tabiinle bir görür ve onlar gibi içtihat yapabileceğini söyler. İçtihatlarında rey’i ve kıyas’ı kullanmasındaki becerisinin yanında, toplumun geneline, sosyal ve içtimaî şartlara uygun olarak daha esnek düşünür. Toplum menfaatine hizmet etme noktasında istihsânı geliştiren İmam-ı Azam, onunla kıyas ve rey’e de esneklik getirmiştir. Ayrıca icmâı da gerekli gören Ebu Hanife, onunla, toplum tarafından genel kabul gören görüşleri ve üzerine birlik olunan ortak değerleri esas alır. Bunların yanında gerekli durumda toplumsal örfe de gider. Buna, ilginç görünen şu örneği verebiliriz: Hangi dille yapılırsa yapılsın zina iftirası haddi gerektirir. Bir adam Örf, amelî ve kavlî olmak üzere ikiye ayrılır. Kavli; halkın, “çocuk” (veled=evlâd) lafzını, sadece erkeği anlatmak için kullanmayı adet haline getirmesidir. Oysa dil açısından çocuk lafzı, hem erkek hem de kızı ifade eder. Kur’ân; “Allah çocuklarınız hakkında şöyle davranmanızı istiyor: Erkeğin payı iki kadın payı kadardır” ayetinde (4/11), bu kullanım açıkça görülür. Burada örfe gidilerek, çocuk=veled kelimesi, erkek olarak anlaşılmaktadır. Yine Hanefiler, Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen, “Peygamber namazdayken, başını Burhan 35 diğerine, “ya zânî” derse, bu söz haddi gerektirir. Fakat adama “ya zânîye” yani “ey zina eden kadın” dese, kıyasa göre, had gerekir. İmam Muhammed’in görüşü budur. Oysa Ebu Yusuf ve Ebu Hanife’ye göre, had verilmez. Onlara göre bu sözden maksat, “sen zinayı insanların çoğundan daha çok daha iyi bilirsin” demektir. Onun için bu, haddi gerektiren bir söz değildir. Ebu Hanife bu hususta toplum yapısını, örfünü ve dilini dikkate alarak istihsân yapmıştır. Bunların yanında Ebu Hanife’nin hadise içtihadında, kıyası, ayet ve hadise tercih ettiğine dair yapılan iddiaların da doğru olmadığını göstermektedir. İmam-ı Azam, “insanların en bilgininin, olayların ihtilaf sebeplerini en iyi bilenlerin” olduğunu söyler. Bunu da hadisteki, “hakim hükmünü vereceği sırada içtihat eder; doğru olanı bulursa iki sevap, hata ederse bir sevap vardır.” sözüne dayandırır. Yine hadiste, “ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” buyrulur. Ebu Hanife de, buna dayanarak insanlar arası ihtilaf ve anlaşmazlıklara anlayışla bakmıştır. dayanarak kıyası terk ettiği de olurdu. Örneğin; Namazda kahkaha ile gülmek, kıyasa göre abdesti bozmamaktadır. Çünkü abdesti bozan şeyler arasında gülmek yoktur, gülmek ile abdest bozulmuş olsa idi namaz ve namazın dışında da bozulmuş olması gerekirdi. Hâlbuki namaz dışında İmam-ı afi’nin Ebu Hanife hakkındaki, “bütün insanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları sayılır.” sözünü hatırlattıktan sonra, son olarak Ebu Hanife’nin İslam dünyasındaki öneminden bahsetmek istiyoruz. gülmek, abdesti bozmaz. Bu kıyas hükmüdür. Fakat Ebu Hanife, “sizden kim kahkaha ile gülerse, abdest ve namazını iade etsin.” hadisine a. İslam düşüncesinde kelam ve fıkıh gibi temel dini ilimlerin ilk kurucusudur. dayanarak bu kıyası terk etmiş ve hadisi kıstas almıştır. Bunun yanında Ebu Hanife’nin Kur’ân’a dayanarak kıyası terk ettiği de olmuştur. Bu gibi örnekler, ona bu yönde yöneltilen eleştirilere de cevap olacaktır. Mesela; buluğ çağına ulaşmamış bir erkek, henüz buluğ çağına ulaşmış bir kadınla evli ise, kadının hamile kalması durumunda kadının bu erkekten hamile kalması mümkün değildir. Çocuk zinadan dolayıdır. Kocanın ölümü esnasında kadın hamile ise kıyasa göre iddet beklemelidir. Ancak bu hamileliğin, zinadan dolayı olduğu bilinirse bu durumda iddetin ona bağlı olarak geçirilmesi takdir edilmez. İddetle doğumun gerçekleşmesinin beklenmesi soyun hürmeti ve korunması içindir. Zânînin soyunun (nesebinin) hürmeti yoktur. Dolayısıyla nikâhın hakkı olarak, bu kadının iddet beklemesi yeterlidir. Ebu Hanife’nin istihsân anlayışına göre ise, doğuma bağlı olarak iddet beklemesi gerekirdi. Ancak Kur’ân’da, “hamile olanların iddet müddetinin, taşıdıklarını doğurmaları” denmesini delil alarak, çocuğun doğumuna kadarki bekleme süresini esas alır. Bu gibi örnekler bize, aynı zamanda Ebu Hanife’nin 36 b. İslam’ı anlamada nassın yanında akla ve zihniyete önem vererek aklı da dinin kaynaklarından saymasıdır. c. Yetiştiği ortam şehirsel kültür ortamı olduğu için, kelam ve fıkha olduğu kadar, genel olarak düşüncesine, bu ortamın özelliklerini yansıtarak meselelerin çözümünde de ortama uygunluğu esas almıştır. d. Gerek kelamî gerekse fıkhî düşüncesi, özellikle Ebu Yusuf ve Ebu Muhammed ile mezhep halinde sistemleşmiş ve görüşleri, Türkistan’dan Balkanlar ve Hint kıtası gibi geniş coğrafyaya yayılmıştır. Ebu Hanife’nin metodu ile daha sonraları sistemleşen Ehl-i Sünnet inancı olgunlaşmıştır. Görüşleri, insanlara getirdiği kolaylık, akla uygunluk ve naslara yaklaşımı ile büyük kabul görerek geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Günümüzde de Müslümanların büyük çoğunluğu Hanefi mezhebine mensuptur. Bunlarla beraber söyleyebiliriz ki, Ebu Hanife’nin bize bıraktığı en büyük miras, onun ilmî metodudur. Bunu çok iyi anlayıp, buna göre İslam’ı anlamada onun bu yönünü kullanmalıyız. Burhan Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 16 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Mucizeler (devamı) 85- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır. “Kıyamet, mal ve servetin her taraf yayılması hatta kişinin zekâtını verecek kimseyi bulamaması ve Arap topraklarının suya kavuşmasına kadar kopmayacaktır.” Hadisi, Müslim kitabına almıştır. 86- Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “Kıyamet günü iri ve şişman bir adam gelir. O adamın Allah’ın katında sineğin kanadı kadar bir ağırlığı olmaz. İsterseniz bu hususta delil olarak şu ayeti okuyunuz. Kıyamet günü onlar için hiçbir ölçü tutmayacağız. (Kehf, 105) ” Hadis, muttefekun aleyhdir. 87- Ebu Hureyre rivayet etmiştir. Hz. Peygamber buyurdular. “Beni rüyasında gören sanki uyanıkken görmüş gibidir.” Hadisi, İbn Hibban ve İbn Hazm kitaplarında almıştır. 88- Sehl b. Sa‘d ve Ebu Said rivayet etmişlerdir Rasulullah buyurdular ki “Ben Havz-ı kevserin başına en önce geleninizim. Kim ona uğrar da içerse, ebedi olarak bir daha susamaz. Benim yanıma birtakım kişiler gelirler ki ben onları tanırım; onlarda beni tanırlar. Sonra benim yanımdan uzaklaşırlar. Ben derim ki, --onlar bendendir. Bana denilir ki --sen onların senden sonra ne yaptıklarını bilmemektesin. Bunun üzerine ben derim ki; --benden sonra dini kafalarına göre değiştirenlere yazıklar olsun.” Hadis, muttefekun aleyhtir. 89- İbn Ömer, Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Teala Kıyamet günü gökleri dürer, sonra onu sağ eliyle alır. Sonra şöyle der: -Melik, benim. (Bütün varlık âleminin tasarrufu hiç şüphesiz benim elimdedir.) Cebbarlar ve mütekebbirler nerede?!! Daha sonra da sol eliyle yeryüzünü dürer ve yine --Melik benim, der. --Cebbarlar ve mütekebbirler nerede?!! diye sorar.” Hadisi, Müslim rivayet etmiştir. Burhan 37 Otuzüç akadirkarabulut@hotmail.com Osman KARABULUTOĞLU Kime Uymalıyız VEYA İMAM MALİKTEN KESİTLER ep sorar dururuz; kime uyacağız. Hele günümüzde televizyona çıkıp bir sürü ahkâm kesen ünlüler diyarında dinimizin gereklerini kimden öğreneceğiz; televizyonlarda ki bu anlı şanlı proflar bizi ne kadar bağlar, en iyisi şimdi biz lafı uzatmadan İmam Malik’in geçmişte kendisine sorulan soruları nasıl cevaplandırmış bir bakalım da sonra karar verelim, günümüzde şu veya bu şekilde kendisine ilmî hüviyet verilen adamların durumu nedir? Bunların söylediklerine ittiba edilir mi bir görelim: H Malik bin Enes diyor ki: ‘Bana bir mesele soruldu mu, o soru beni yemeden, içmeden ve uykudan alı koyardı.’ Ona denilirdi ki: Ey Ebu Abdullah. Vallahi senin sözün taşlar arasında yakut ne ise insanlar arasında senin kelamında odur; bir şey söylemezsin ki insanlar ona ulaşmasın. İmam Malik’te buna cevaben buyururdu ki: Belirttiğiniz gibi onu araştırıp ulaşan da böyledir. Yine İmam Malik diyor ki: On-beş yıl düşündüğüm mesele vardır; hala bir neticeye bağlayamamışımdır. 38 Yine o diyor ki: Bir mesele getirilir bana, gecelerce düşünürüm. (Acaba şimdi de var mı?) Ona bir mesele sorana git, bakıyım sonra cevap veririm derdi. Adam gelir cevap almadan dönerdi de; bu davranış sitem konusu olunca ağlar ve derdi ki: Korkarım ki bu meselelerle alakalı ağır bir gün gelir de o gün halim nice olur. O oturduğun da başını önüne eğer, dudakları hareket eder, sağa ve sola hareket etmeden Allah’ı (c.c) zikrederdi. Bir mesele sorulduğun da rengi kaçar – önce kızarır- sonra sararır başını önüne eğer dudakları hareket eder (Allah’ı zikreder) sonra şöyle derdi: Allah’ın dilediği olur; zira O’ndan gayri kudret ve kuvvet sahibi yoktur! Zaman olur ona 50 civarında mesele sorulur hiç birine cevap vermez ve şöyle derdi: Kim kendisine sorulan bir meseleye cevap vermeyi seviyorsa, o meseleye cevap vermeden önce kendini cennete ve cehenneme arz etsin, ahiretde durumu nicedir ona baksın ve sonra cevap versin! Burhan O dönemden bazıları diyor ki: İmam Malik’e bir şey sorulduğun da vallahi adeta cennetle cehennem arasında dururdu. Keza o derdi ki: Bana sorulan sualler arasında en ağır olanı helal ve haramla alakalı meselelerdir; çünkü Allah’ın hükmünde bunlar kat’îdir; ben bizim beldemizde ehli ilimden şunu müşahede ettim ki onlara bir mesele sorulduğun da ona cevap vermektense ölümü yeylerlerdi. (Yani o kadar sorumluk hissederlerdi.) Zamanımızın ehli ise fetva ve konuşma heveslisi, hâlbuki eğer yarın varacakları yeri düşünselerdi cevaplarını elbette ki azaltırlardı. Ömer, Ali ve diğer önde gelen ashaba (r.a) ki onlar İslam toplumunun en hayırlılarıdır, herhangi bir mesele sorulduğunda ashabı toplar onlarla istişare eder sonra cevap verirlerdi; zamanımızda ise fetva vermek bir iftihar vesilesi oldu. Verdikleri fetva nisbetinde ilim kapıları onlara açılıyor. Hâlbuki ne günümüz insanı için ve ne de İslam’a inkiyad etmiş seleflerimizin şu helal bu haram deme yetkileri yoktur. Ancak şöyle diyebilirler ben bunu kerih görüyorum veya reyim şöyledir; amma helal ve haram diyişleri ise Allah’a iftiradır. Siz Allah’ın (c.c): ‘Deki: Allah’ın size rızk olarak indirdiğini görmüyor musunuz?’ (Yunus: 59) ayetini işitmediniz mi? Niye böyle, çünkü: Helal ve haram kılmak ve onu tesbit Allah ve Resul’üne aittir. Musa Bin Davut diyor ki: Ulemadan Malik’ten daha güzel ve hassasını görmedim. Ona bir şey sorulduğunda git bakıyım derdi. Ravi diyor ki: fıkhî meseleler onun malumu idi. Lakin takvası ve o meseleyi iyice tebit için böyle yapardı. Allah onu sadece ve sadece takva ile yüceltti. Bir adam İmam Malik’e geldi kendisinin Mağripten altı ayda geldiğini ve ona bir mesele sormak için gönderildiğini İmama arz etti. O da ona, seni gönderene söyle: Sorulan bu sual hakkında bilgim yok. Dedi. Adam pekiyi bu meseleyi kim bilir? Allah kime öğretmiş ise o bilir. Yine Mağripliler bir sual tevdii için ona bir adam gönderdi; suali getiren elçiye dedi ki: Biz buralarda böyle bir mesele ile karşılaşmadık, hocalaBurhan rımızdan böyle bir şey söyleyeni de duymadık. Bekle yarın gel. Dedi. Adam ertesi gün gitti İmamın yolculuk hazırlığında olduğunu görünce, bizim mesele ne oldu diye sordu? İmam, sizin meselenin ne olduğunu ve nasıl cevap verileceğini kavrayamadım. Diye cevap verdi. . Bunun üzerine adam: Yeryüzünde en bilge denilen adamı ben artık arakama attım ve onu terk ettim. Bu sözlere karşı kaba davranmadan şöyle cevap verdi: Memleketine gittiğin de onlara benim ihsan kâr biri olmadığımı söylersin. Bir başkası ona bir sual sordu. Cevap vermedi. Adam dedi ki: Ey Eba Abdillah bana cevap ver. Dedi ki: Yazıklar olsun sana! Sen beni Allah’la kendi aranda bir hüccet kılmak istiyorsun; hâlbuki ben önce kendi mesuliyetimin ağırlığını ve ondan kurtuluşu sonra da senin halasına ihtiyaç duyuyorum. Bir gün İmama 48 sual arz ettiler de onlardan 32 si için bilmiyorum. Dedi. Bir adam İmama bir mesele surdu da onu bilemiyorum diye cevaplayınca adam, bu kolay ve hafif bir mesele fakat ben onu sizin gibi bir otoriteden öğrenmek istedim. Deyince. İmam ona: Vallahi ilmin hafifi yoktur, sen Allah’ın: ‘Yakında biz senin üzerine ağır bir söz atarız’ (Müzzemmil Ayet:5) buyruğunu duymadın mı? İlmin hepsi ağırdır; hele kıyametle alakalı olan sualler ise daha ağırdır. İmam Malik’ten rivayet edilen La Edrî (ben bilmiyorum) şeklindeki sözleri sahifeler tutar diye bize aktarılır. . Onun için bazısı diyor ki: Biz ondan en fazla lahavle ve la kuvvete illa billâh sözünü duyduk. 39 HADİS HUSUSUNDA SÖYLEDİKLERİ: İbni Vehb diyor ki: İmam Malik dedi ki: İbni ihab’dan çok hadis duydum, asla onlardan hiçbirini rivayet etmedim. Niçin diye sordum, onda amel yok diye cevap verdi. İbni Uyeyne’nin yanında ona dediler ki: Birçok hadis var ki; onlar senin yanında yok. Buna cevaben İmam buyurdu ki: Her duyduğunu nasa söylersem, o takdirde ben ahmağım demektir. Diğer bir rivayette ise o zaman ben insanları idlal (saptırma) ediyorum demektir. İmam vefat edince terekesinden cidden çok hadis çıktı ki, onları hayatında asla rivayet etmedi. Ona birisi falan garip hadisleri rivayet ediyor deyince cevaben dedi ki: Gariplerden kaçar firar ederim. Bir Hadisten kuşku duydu mu, onu tamamen terk ederdi. Ve derdi ki, ben beşerim söylediğimde yanılırım da isabet de ederim. Re’y-lerime bakınız kitap ve sünnete uygun ise alınız; uygun olmayanı terk ediniz. Ona denildi ki: Sen meclisinde Kureyş’in erdemini zikretmiyorsun. Cevaben buyurdu ki: Bereket umduklarımızı konuşuyoruz.1 Evet, İmam Malik’ten bir takım aktarımlar yaptık; işte böyleleri fetva vermeye de arkalarından gitmeye de layık olanlardır; varın siz günümüzde televizyonlarda arzı ubudiyet edenleri düşünün de ona göre onlara tabi olun veya terk edin. ........................................................ 1 El-Muvafakat C. 4 S. 632-636 Arapça metin. 40 Burhan Otuzüç Fıkıh Mehmet TALU Kasko yaptırmak caiz mi ? Üvey kayın validenin eli öpülebilirmi ? Soru: Kasko yaptırmak caiz mi? Bazıları İslami kargo yaptırılabilir diyorlar peki bunun şartları nelerdir? Nasıl olursa dinen caiz olur? Veya böyle bir şey var mıdır? Abdulsamet BOYLU Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim. Kasko ücretli sigorta kısmından olup bu tip sigortada, sigortacı kaza, yangın, ölüm gibi durumlarda zararı telafi etmeyi üstlenmekte, bunlar meydana gelmese herhangi bir ödeme yapmamakta sigortalı tarafta periyodik olarak pirim adı altında belli bir miktarda ödemeyi üstlenmektedir. Ücretli sigorta sistemi, bunu oluşturan ve üzerine alan firma müstakil olup kar amacı gütmektedir. Bu nevi sigorta (ücretli sigorta), İslam hukukunun sözleşmeleri mümkün olduğu müddetçe belirsizlikten arındırmayı hedeflediğinden dolayı İslam Alimlerinin önemli bir kısmı bu tür sigortayı İslam hukukunun ilke ve amaçlarıyla uyuşmadığından caiz görmemekte dir. Buna delil olarak 5 gerekçe sunmuşlardır. 1-Faiz: Bu tip sigorta faizin her iki nevisi olan (ribe'l-fadl ve ribe'l-nesîe) içerir. Zira pirimi veren sigortalı verdiğinden fazla ve ya eksik alırsa ribe'lfadl, verdiği miktarca alırsa hemen almadığından ribe'l-nesîe olur. 2- Garar: Bu tip sigorta, varlığının tahakkuku sabit olmayan ihtimalli bir iş üzerine olmasıdır ki buda "Ğarar" dır. Zira sigorta şirketi bu ğarara binaen karşılığı olmayan çok meblağlar borçlanabilir. Burhan 3- Gabn: Bu tip sigorta "gabn" dediğimiz aldanmayı ihtiva eder, zira akit mahalli açık değildir. Halbuki Dinen, akdin sıhhatinin şartlarından biride akit mahallinin malum olmasıdır. 4- Kumar: Zira bu tip akitte sigortalı olan kimse, büyük meblağlar beklentisi içinde pirim adı altında az bir meblağ veriyor. Bu da kumardır. Bu tip sigorta piyangodan farklı değildir. 5- Cehalet: Bu da gerek sigorta yapan kurumun veya sigortalı olan şahsın ne kadar ödeme yapacakları meçhuldür. Soru: Normalde bir erkek bir hanımla evlendiği zaman hanımının annesi kendi annesi gibi olur. Yani artık onunla evlenmesi caiz değildir. Kişinin kendi annesiyle arasındaki durum nasılsa hanımının annesiyle de artık durum aynı olur. Peki hanımının üvey annesi de aynı öz annesi gibi midir? Veya durum nedir nasıl muamele edilmesi gerekir? Bu durumu izah ederseniz çok memnun olurum Cevab: Bismillâhirrahmanirrahim. Bir erkek bir hanımla evlendiği zaman, kayınvalidesi yani hanımının annesi kendi annesi gibi olur. Yani artık onunla evlenmesi ebediyyen haramdır. Hanımının üvey annesi ise böyle değildir. Hiçbir mahremiyet söz konusu değildir. Evlenme yasağı yoktur. Hanımı varken de, dulluk halinde icabında ikinci hanım olarak alabileceği gibi, hanımının vefatından sonra da evlenebilir. 41 Otuzüç bulut.umut@hotmail.com Umut BULUT Sufilik Adam İnşa Etmektir 42 Burhan ufilik dediğimizde zihnimizde canlanan ilk tanım ''adam inşa etmek'' tir.Tabiri caizse Adem'in hamurunu yeni baştan yoğurmak ,eldeki heykeli yeni baştan tesviye ve tezyin etmektir. S Tasavvuf büyüklerinin ''istikamet' kavramını öncemeleri az da olsa sürekli olan ibadetleri makbul saymaları anlatmak istediğimiz tevhid bilincini sürekli canlı tutmanın önemine işaret etmektedir. Bir tekstil imalatçısı düşünün önce bir model bulur sonra bu modeli taklid ederek binlerce belki onbin- Her tarafı aynalarla kaplanmış bir oda hayal edin içine giridğinizde her aynada kendiniz gibi bir sürü kopyanızı göreceksiniz . Sizde bir yara bir zaaf varsa bütün kopyalarınızda bu yara ve zaaf yansıyacaktır. lerce çoğaltır .Burada asıl önemli olan doğru zamanda doğro modeli bulmaktır. Aynı şekilde insanın maddi ve manevi eğitimi için ''model insanlar '' üretmek durumundayız .Etra- Sizde bir güzellik bir zerafet bir ihtişam bir heybet varsa bütün kopyalarınızda bunların yansımalarını görecek siniz. fını değiştirip dönüştürecek güçlü karakter yapısına sahip lider kadroları yetiştirmek te büyük dava ve mana adamlarının işi...Millet olarak bu manevi dinamiklere sahip olduğumuzdan hiç kuşkumuz yok- Bir ressam bir resim yapar ressamın kendini görmesenizde resimlerini gördükçe ressam hakkında kafanızda az çok bir fikir canlanacaktır .Bazı absürd resimler vardır ,insanın ya kafası gövdesinden büyük yada gözü kafasından büyük resmedilmiştir.Bir çeşit anlamsızlık hakimdir bu resimlerde. Bizler dışardan bakan birileri olarak adamın hastalıklı bir ruh yapısına sahip olduğunu düşünürüz. Usta bir sanat eleştirmeniyse bizim gibi bakmaz .Hangi resmin ne maksatla hangi akım etkisinde yazıldığının farkına varabilir. Bu da onun hüneridir. tur. Sufiler bir bakıma bu işin gönüllü hizmetkarlarıdır .İnsan mühendisliği de diyebileceği miz bu meslek sahipleri Adem 'in hamurunu yeniden yoğurmak gibi büyük bir sorumluluğun altına gönüllü olarak girmiştir . Bu hamurda bu mayada bu tohumda nelerin olması gerektiğini ve nelerin olmaması gerektiğini bilecek olan yine onlardır. İdeal insanda olması gereken vasıfler nelerdir? Bu sorunu cevabını doğru adresten vermek zorundayız. Kaynağı itibarıyla doğruluğundan süphe Aynı şekilde bizler de sufinin etkilediği kitlelere bakarak nasıl bir duygu düşünce dünyasına sahip olduğu hakkında bir fikir sahibi olabiliriz.Bizim edinebildiğimiz fikir daha çok yüzeyseldir .Hüner sahibi sufilerin edindiği fikirse daha isabetli ve güvenilirdir.Bu hüner sahibi büyük insanlara biz ''hal ehli'' diyoruz.Hal ehli kitlelerde uyanışa sebep olan kitleyi, nazarıyla fiiliyle sözüyle harekete geçiren insandır. Bu noktada tasavvuf bir bakıma insan bilincini uyandırmak bunun daha ötesinde ,uyanan insan bilincini sürekli uyanık tutma gayretinin bir diğer adıdır.Bu da statik değil dinamik bir olgudur.Her an bir oluş halidir bu.Herdem yeniden doğma herdem yeniden tazelenme halidir.İnsanın zihninde ve kalbinde boşluk bırakmadan tatmin edici bir cevap ve yaşama biçimi üretme halidir. Burhan edilemeyecek yegane doğru adres Kur'an-ı Kerim 'dir.Yüce Allah kitabında ''Kalpler ancak Allah'ı zikretmekle mutmain olur'' (Rad 2 diye buyuruyor.) İnsanın ihya ve inşası yine ancak Allah'la arasındaki ilişkisini doğru bir temele oturtmakla mümkün olacaktır. Kur'an-ı Kerim'de Allah zikri,insanı dünyaya ait kayıt ve kaygılardan azad etmesi bakımından mutluluk ve iç huzuru için yani mutmain olmak için tek adres olarak olarak gösterilmiştir. 43 Otuzüç istanbulhasreti@gmail.com Aydın BAŞAR Tasavvuf İMAN HİZMETİNİN MERKEZİDİR içbir dönemde inanan insanlar, imanlarını son nefeslerine varıncaya kadar muhafaza edebileceklerinden emin olmamışlardır. Hatta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve selem zamanında sahabenin büyüklerinden Hz Ömer radıyallahu anh bile bundan emin olamadığından, münafıklar listesinde isminin yazılı olup olmadığını merak etmiş ve soruşturmuştur. Çünkü o, her dönemde imanın bir risk altında olduğunu, şeytanın her zaman ve her koşulda görevini yerine getirerek insanları tüm gücüyle imanından uzaklaştırmaya çalıştığını çok iyi bilmekteydi. O zaman da şimdiki gibi mal, mülk, evlat, altın, gümüş, para pul, şehvet ve şöhret gibi faktörler tüm gösteriş ve süsüyle insanları Yüce Allah’tan uzaklaştırmaktaydı. Belki bu faktörler o zamanlar günümüzdeki kadar yaygın olmasa da o dönemin de kendisine göre bir şeytanı vardı. Ve bu şeytan insanları yoldan çıkarma konusunda zamana ve zemine göre en uygun hileleri bulmakta ve insanları bir şekilde aldatmayı başarmaktaydı. eytanın her dönemde farklı yöntemlerle vazifesini ifa etmesi, her zaman imanın bir risk altında olduğunu göstermektedir. Evliyasından avama kadar hiçbir kimsenin imanı garanti altında olmadığından iman hakikatlerinin yayılması her asırda ayrı bir öneme haizdir. Bu nedenle insanlığın H 44 her asrı bir “iman kurtarma dönemi” olarak değerlendirilebilir. Çünkü cennet ucuz değildir ve onu satın alabilecek yegane değer de imandır. Hz Adem aleyhisselam’.dan Hz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e kadar tüm peygamberler insanlığın iki cihanda kurtuluşu için hep iman hakikatlerini anlatmış ve açıklamışlardır. Son peygamberden sonra ise, iman hakikatlerini insanlara anlatma görevini hadis-i şerife göre peygamber varisi olarak nitelendirilen değerli alimler ve veliler üstlenmişlerdir. Elbette peygamber varisi olma şerefini kazanmış olan bu zatlar; kendilerini Allah yolunda iman hizmetine adamış, yaşantılarında hal ve kal (davranış ve söz) bütünlüğünü sergileyen Allah’ın sevgili kullarıdır. İman hizmetleri konusunda tarih boyunca birçok farklı kesimin gayretleri söz konusudur. Ve her bir kesim bu konuda ayrı bir boşluğu doldurmuştur. Osmanlı padişahları gibi imanlı devlet adamlarının hizmetlerini veya Mezhep imamları gibi fıkıh alimlerinin hizmetlerini buna örnek olarak verebiliriz. Bu konuda zikredilebilecek en önemli kesimlerden birisi de kuşkusuz tarikat çevreleridir. Burhan Allah dostları kendilerine verilen bir nefesi bile israf etmeyen ve tüm vakitlerini Yüce Allah’a ve onun iman davasına hizmete adamış büyük şahsiyetlerdir. Orta Asya’nın Müslümanlaşmasında büyük rolü olan Ahmet Yesevi, Hindistan’da İslam’ın yayılmasında çok emeği olan İmam-ı Rabbani, Kuzey Afrika’da Ahmet Senusi, Anadolu’da Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli ve Mevlana bu büyük mutasavvıflardan bazılarıdır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tasavvuf yolunu takip eden zatların iman hizmeti konusundaki gayretleri küçümsene meyecek derecede önemli bir yere sahiptir. Bu zatların iman hizmetleri sadece yaşantıları ile sınırlı kalmayıp, manevi evlatları sayesinde vefat ettikten sonra bile devam etmektedir. Bu durumu Sezai Karakoç şöyle ifade etmektedir: “Veliler hayatlarında da, öldükten sonra da, müminlere tesir etmek, onların gidişlerinde bir iyileşmeye, yükselmeye hizmet etmek anlamında tasarruf sahibidirler. Bu görevi de kendilerinden sonra, ya yetiştirdikleri, yetiştirdiklerinin yetiştirdikleri ve sonra onların yetiştirdikleri, bir zincir gibi uzayıp giden zatlar, ya da bizzat eserleri, daha doğrusu hem yetiştirdikleri insanlar, hem eserleri yerine getirir.”1 Tarih boyunca tebliğ ve irşad adına yapılan bütün bu hizmetler göstermektedir ki tasavvuf birilerinin algılamak istediği gibi, güzel sözlerle bir gönül eğlendirme veya yoga ya da meditasyon gibi bir avutma mesleği değil, bizzat iman hizmetinin merkezidir. Mevlana’dan, Yunus Emre’den, İbni Arabi’den veya başka bir veliden etkilenerek Müslüman olan veya hayatına dini anlamda çeki düzen veren insanların çokluğu, bu tezimizi doğrulamaktadır. Niceliksel anlamdaki bu artış tasavvufun iman hizmetinin merkezi olduğuna bir işaret olduğu gibi, insanların imanı yaşamaktaki olumlu niteliksel değişimi de aynı gerçeğin başka bir kanıtıdır. Velilerin iman hakikatlerini açıklamadaki üstünlüklerinin bir göstergesi de şudur: Onlar sadece sözlerle değil bizzat yaşantıları ile bunu ispatlarlar. Yani tasavvuf ehlinin sözleri, kendileri tarafından bizzat yaşanılan hakikatler olduğu için, Burhan onların muhataplarına tesir güçleri daha fazladır. Bir velinin ağzından dinlenilen iman hakikatleri, elbette ki diğer hatiplerin söyledikleri sözlerle aynı değerde değildir. İmam-ı Ahmed Bin Hambel velilerin tesirli sözlerini dinlemek konusunda oğluna şöyle nasihat etmektedir: “Sofilerle sohbeti tavsiye ederim, onlar ilimleri ile murakabeden edindikleri feyz ile Allah korkusunu hakkıyla tanımalarıyla ve halkın mesavi ve abeslerinden uzak kalmakla ve ali himmet olmalarıyla bizi geçmişlerdir.”2 Tasavvuf tarihinden okuduğumuz tüm gerçek velilerin sözleri fantastik sözler değil saf iman hakikatlerinin birer yansımasıdır. Çünkü onlar “Ya hayır söyle ya sus” tavsiyesi gereğince konuştukları zaman daima hayır söylemişler ve bu duygular ile iman hakikatlerini tüm berraklığı ve sadeliğiyle insanlara açıklamışlardır. Bu konuda Ferududdin Attar şöyle söyler: “Sufilerin sözleri Kur'an ve sünnetin şerhinden ibarettir.”3 Zira ünlü mutasavvıf Nasrabazî’nin de dediği gibi; “Tasavvuf heva heves ve bidatı terkederek kitap ve sünnete dört elle sarılmaktır.”4 Ne Abdulkadiri Geylani hazretleri ne Bahauddin Nakşibendi hazretleri, ne Mevlana 45 Celaleddin-i Rumi hazretleri ne de diğer velilerin sözleri cezbe halindeyken söylenmiş veya sadece tarikat zevki olan sofilerin feyz almaları için söylenmiş, insanı adeta uçurup kaçıran, kulağa hoş gelen tatlı sözlerden ibaret değildir. Bizzat hayatın içinde olan hayata dair sözlerdir. İnsanların imanlarına fayda sağlamayacak, onları alıp bir adım ileriye götürmeyecek sözler, onların ilgi alanlarının dışındadır. Onlar söz söylerken, insanların inançlarını kuvvetlendirmek, şüphelerini yok etmek ve böylece kalplerindeki Allah sevgisini arttırmak amacıyla konuşurlar. Ve çoğu zaman da insanların kişisel sorunlarına bir çözüm olmak veya çeşitli toplumsal dertlere de bir deva bulmak niyetiyle söz söylerler. Bütün bu hayırlı konuşmaları ve şuana kadar ortaya konulmuş milyonlarca tasavvufi eseri, iman hizmetinin dışında zannetmek, ya izansızlık ya da insafsızlıktır. Evet, bu sözlerdeki asıl gaye insanların imanlarına bir katkı sağlamak ve onları hayra ve harekete yönlendirmektir. Yoksa söylenen sözlerle mest olmuş fakat hizmeti unutmuş bir zümre meydana getirmek için değildir. Fakat ab-ı hayat gibi nefesi olanların sözleriyle kalplere hayat vermesi de söz konusu olduğundan, bu sözleri içselleştiren kalplerin bir takım lezzetler yaşaması da son derece normaldir. Bu manevi lezzetleri de asla “biz bu lezzetlere müşteri değiliz” diyerek küçümsemek doğru değildir. Unutulmamalıdır ki bir işteki lezzet o işi yapmaya olan aşkı ve şevki artırır. 46 Yüce Allah bir kuluna bir şeyleri ikram ediyorsa mutlaka bunda bir hayır vardır. Misalen Yüce Allah neslin devamı için karşı cinsler arasında bir muhabbet yaratmıştır ki bu muhabbet sayesinde nesiller devam etmektedir. Başka bir misal verecek olursak, namazdaki manevi lezzet sayesinde namaz, zoraki yapılan bir yükümlülük olmaktan çıkar ve adeta vuslat heyecanı ile eda edilen bir ibadete dönüşür. İşte bu misallerde de görüldüğü gibi tasavvuf yoluyla Rabbimiz’den gelen manevi lezzetler de bizim imani konulara sarılmaktaki hassasiyetimizi artırarak, bizleri hak yolda hizmet etmeye motive eder. Yani manevi zevklerin iman hizmetine, pozitif bir katkısı vardır. Bu konuda Mevlana hazretleri şöyle söyler: “Hz. Musa’nın feyziyle Tur Dağı’nın bütün cüzleri canlandı, akıllandı. Ey insanlar! Bizler taştan da daha mı aşağıyız ki onların feyzini kabul edemiyoruz, ondan yararlanamıyoruz? Manevi heyecan dan ruhani zevkten mahrum kalan o bedende ne Yaratan’a karşı bir özlem vardır, ne de ezelde ruhuna sunulan vahdet sakisinin şarabının sefası ve neşesi mevcuttur.”5 Diğer bir husus ise kalplerde parlayan feyze ve iman iştiyakına hepimiz muhtaç olduğumuzdan dolayı Allah’tan gelen en ufaktan en büyük hediyeye kadar bütün lütuflara müşteri olmalıyız. İmanımızın dünyadaki bir meyvesi olarak bizlere hediye edilen feyzleri ve manevi halleri elde etmek için çalışmadığımız gibi onları küçümsemek de biz muhtaçların haddi değildir. Zira muhtaçlığımızın farkına vardığımız ölçüde enaniyet hastalığından kurtulur ve “Duanız olmasaydı ne ehemmiyetiniz vardı?” (Furkan 77) ayetinin hakikatine yaklaşırız. Muhtaç olana istemek yakışırken, kendini müstağni görenler ise istemeyi kendisine yakıştıramaz. İşte Burhan biz bu yüzden imanın hem bu dünyadaki hem de ahiretteki meyvelerini talep etmekten asla çekinmemeliyiz. Yüce Allah’ın asıl meyveyi ahirette verecek olması dünyada vereceği meyvelere bir engel değildir. O meyveleri ikram eden Kerim olan Allah; bir kısmını dünyada vermesi ile O’nun sonsuz hazineleri de haşa eksilmez. Ahiretteki meyveler, Cennet, Allah’ın rızası ve Cemalullah iken, dünyadaki meyvelerden bir tanesi de; şüphe ve vesveselerden azade olmuş, feyiz ve manevi hallerle süslenmiş huzurlu bir hayat nimetidir. Tasavvufun amacı da insanlara bu meyveleri tattırarak onların iki cihanda huzurlu ve mutlu olmalarına yardımcı olmaktır. eriat da, tarikat da, hakikat de bunun içindir. “Hak ehli yani Allah’ın has kulları seni çabuk anlar. Onların birine düşersen edepli ol. Onu karşılamadan önce günahlarına Hakikat ve tarikat tasavvuf erbabınca bir bütünün birbirini tamamlayan iki önemli unsurudur. Bu nedenle “biz sadece hakikat ehliyiz” veya “sadece tarikat ehliyiz” gibi bir iddiaları da yoktur. Tasavvuf tarikat ve hakikatin bütünüdür. eriatsız da bu ikisinin bir anlamı kalmaz. Fakat ilkokula gitmeden üniversite konularını tartışanlar yani Mevlana olmadan mesnevi yazmaya kalkanlar tarikatı inkar ederek hakikate ulaştıklarını iddia ederler. Bu tip söylemlere karşı tasavvufun cevabı şudur: “Yol büyüklerin yoludur.” Yani bugüne kadar gelen nice büyük evliyaların nasihatleri odur ki hakikati arayanların evvela büyüklere tabi olmaları gerekir. İşte tarihten günümüze; Beyazid-ı Bestami hazretlerinden Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine, ah Nakşibendi hazretlerinden Abdulkadir’i Geylani hazretlerine kadar tüm veliler ve burada ismini sayamadığımız bu yolun tüm büyükleri, hakikate ulaşma ve Allah’a yaklaşmanın tasavvuf yolu ile olacağını söylemiş ve bu konuda söz birliği etmişlerdir. Bu zevatın tecrübelerine güvenen ve onların sözlerine itibar edenler söyledikleri bu hakikatlerden de şüphe etmezler. Zamanın kutbu azamlarının sözlerine itibar edilmeyecekse acaba kimin sözüne itibar edilebilir? Allah dostlarının tespitleri doğru değilse ya kiminki doğrudur? tevbe et. Onların yanında küçüldüğünü bil. Onlara tevazu göster. İyi kullara gösterilen tevazu Allah için olur. Bir kimse Allah için kendini engin gönüllü ederse Allah onu yüceltir. Senden üstün herkesin yanında edebini iyi et. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: Bereket ve bolluk büyüklerin bulunduğu yerdedir.”6 İşte bu Allah dostlarından Abdulkadir Geylani hazretlerinin bu konudaki öğüdü şöyledir: Burhan 47 “Hak ehli yani Allah’ın has kulları seni çabuk anlar. Onların birine düşersen edepli ol. Onu karşılamadan önce günahlarına tevbe et. Onların yanında küçüldüğünü bil. Onlara tevazu göster. İyi kullara gösterilen tevazu Allah için olur. Bir kimse Allah için kendini engin gönüllü ederse Allah onu yüceltir. Senden üstün herkesin yanında edebini iyi et. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurdu: Bereket ve bolluk büyüklerin bulunduğu yerdedir.”6 Bu yolun referansını teşkil eden ve iman hizmetinin birer bayraktarı olan bu büyük zatların çerçevesini çizdiği tasavvufi çizgiye adeta vefa duygusu unutularak yapılan yıkıcı eleştirilere rağmen, bu asır ve her asır ispat etmiştir ki, zaman her zaman tasavvuf ehlinin zamanı olmuştur. Yani bu devir de önceki devirler gibi tarikat ve hakikatin, şeriatla mezcedildiği tasavvufun zamanıdır. Bunun ispatı dünyanın her tarafında sayıları milyonlara ulaşmış bu ulvi yola birer bende olmuş gönül ehli insanlardır. Başka bir ispatı ise dünyada hakikate susamış olan hikmet arayıcılarının, dinlerken ve okurken manevi susuzluklarını giderdikleri ve en çok etkilendikleri zatların ekserisinin tasavvuf ehli olan veliler olmasıdır. Bugün dünya Mesenevi okumakta, İbni Arabi’yi araştırmakta, Yunus Emre’yle coşmaktadır. Gazali’nin İhya-yı Ulumiddin’i, İmamı Rabbani’nin Mektubat’ı, Kuşeyri’nin Risale’si hiçbir zaman değerini yitirmemiş ve her zaman büyük ilgi görmüştür. Bu ve diğer tasavvufi klasikler; hakikatler zamanla sınırlandırıla mayacağına göre bir asrın değil tüm asırların kitaplarıdır. Dünyanın tasavvufa olan ilgisi ve merakı her geçen gün katlanarak artmakta ve dünyanın her tarafında düzenlenen tasavvuf konulu sempozyum, panel ve konferanslar büyük bir teveccüh ile karşılanmaktadır. Velhasıl iman hakikatlerinin birer sözcüsü olan tasavvuf yolunun güzide simalarının etki alanları, kıyamete kadar genişleyen bir çember ile daha da genişlemekte ve tüm dünyaya yayılmaktadır. Zaman ve mekândan azade olarak ............................................... 1Karakoç, Sezai, Mevlana, İstanbul, 1999, s. 75, 2İz, Mahir, Tasavvuf, İstanbul, 1997, s. 228, 3Süleyman Uludağ’ın yazdığı bölüm bkz. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.20 , 4 Süleyman Uludağ’ın yazdığı bölüm bkz. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990, s.25, 5 Can, efik, Konulara Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi, İstanbul, 2006, c. 1-2, s. 363, 6 Abdulkadir Geylani, Fethu’r Rabbani Tercümesi İlahi Armağan, Ter: Abdulkadir Akçiçek, İstanbul, 1988, s. 74 48 Burhan Atalar Sözü Destanı Tut atalar sözünü kalbi selim ol Gönülden gönüle yol var demişler Gider yavuzluğun tab'ı halim ol Sert sirke küpüne zarar demişler Her kara uzatma elin eteğin Yelkovana döner ahır emeğin Nitekim göllerde şaşkın ördeğin Başın kor kıçından dalar demişler Aldanma cihanın sakın varına Düşmeyegör onun ah-ü zarına Bugünkü işini koyma yarına Yar yıkıldığı gün tozar demişler Çoktur bu âlemde boşa yelenler Kande bilenler ile bilmeyenler Eskiden adettir dağdan gelenler Bağda olanları kovar demişler Dediler bu pendi sordumsa kime Tuz ekmek bilmeze müşkilin deme Kül kömür ye namert lokmasın yeme Gün olur başına kakar demişler Arzeyle bu pendi kendi özüne Dost addetme her güleni yüzüne İncinme dostunun doğru sözüne Doğru söz insana batar demişler Bir mürşid-i kâmil bulmayanlara Pirler nasihatın almayanlara Sözünün ispatı olmayanlara Bir dipsiz kile boş anbar demişler Burhan Yar ile ettiğin kavle ver karar Kar etmezsen bari eyleme zarar Aza kanaat et olma tamahkâr Ucuz satan tezcek satar demişler Kanaat halkasın bırakma elden Elinden çıkmasın der isen dümen Deve ahu gibi boynuz isterken İki kulaktan da çıkar demişler Güneş balçık ilen sıvanmaz ey dil Bi-zeban da olsa bellidir kâmil Kendüden gayruyu beğenmez cahil Kendi çalar kendi oynar demişler Hileyi irtikâp etme kıl hazer Desinler sana bir er oğlu er Sen elin kapısın çalarsan eğer El de senin kapın çalar demişler Gerek şaki olsun gerekse said Kerim kereminden eylemez teb'id Böyledir Mevla'dan sen kesme ümid Gün doğmadan neler doğar demişler Levni nasihatı pirlerin böyle Durub-ı emsalden hazm ile söyle Meydan-ı hünerde ağırlık eyle Ağır bassa beğni ağar demişler Levni ( ? - 1732) 49 Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden Hz. Ali (k.v.)’nin rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular: “Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi ne de güzel etti” Bu hadis-i şerif Rasulullah (s.a.v)’in terbiyesine sahip olmak gerektiğini anlatır. Onun edep yolunda ayağı sürçen, hevasına uymuş ve bu yoldan ayrılanda yoldan çıkıp sapıklığa düşmüş demektir. Mukarreblerin (hakka yakın olanlar) arzular, Rasulullah’ın edebiyle yükselir. Ariflerin sırları onunla parlar. Rabbini bilen Arifin bağlandığı usul ancak Muhammedi edebin yoludur. Bütün bunların basamağı ise daimi zikirdir. Ey oğul! Hak Teâlâ’yı zikret. Zikrin derecesini, rütbesini, şanını, şerefini ve fazlını Allah’ın yükselttiğini yücelttiğini bil. Sonra O’nun zikrini sözlere, davranışlara ve kalplere dağıt. Zakirin dikkatle zikre yönelmesi gerekir. Böylece iradesi ve gayesi şeref bulur. Manevi işaretleri anlama hususunda zekâsı keskinleşir. Niyet ve iradesi sağlamlaşır. O’ndan başkasını zikretmeyi istemez. O’nu zikretmek haricinde boş ve anlamsız bir şeyi Hakk’tan talep etmez. Çünkü her şeye ulaşmak, sadece O’nun rızasıyla mümkündür. O’ndan gayrisiyle oyalanmak her şeyden mahrum olmak demektir. Zakirin adet yerini bulsun diye ve gafletle değil son derece tazim ve hürmetle Hakk’ı zikretmesi gerekir. Tazim ve hürmeti terk etmenin cezası zâkirle zikrettiği Hakk’ın arasına perde konulmasıdır. Çünkü zikirde edebi korumak zikirden hayırlıdır. Hakiki manada Hakk’ı zikreden bir kul, O’nun zikri esnasında masivayı unutur. Onun için her şeyin bedeli Allah olur. Muhakkak ki Arif O’nu zikretmeyi ister, kalbindeki tazim ve heybet dalgaları coşar. Dili tutulur, gönlü vahdaniyet tepelerine kanatlanır. Sonra arifin kalp perdesinden muhabbet ve şevk huzmeleri belirir. Bunun ardından arifin himmeti ulûhiyet otağı ve rububiyyet meydanına Allah’ın izniyle ulaşır. İşte o zaman herkesten gizlene gayp sırları, ilahi sanatın incelikleri, ilahi kudretin kemali ve mukaddes nurlar arife açılır. Kul Allah Teala’nın karşı konulamayan farzl-u kerem ile dilediği şeyi, dilediği kişiye dilediği kişinin eliyle dilediği zaman nasıl isterse öylece lütuf ve ihsan ettiğini bildiği zaman onun hükmüne karşı gelmez. Onunla meşgul olur, bekası içinde fani olur. Bu mananın mukaddes kitapların birinde Allah Teala tarafından şu şekilde vahyedildiği rivayet edilir: “Beni zikreden beni unutmaz. Zakirin muhabbetimle çarpan kalbi, konuşunca benimle konuşur, susunca benimle susar.” Nitekim Allah Teala; “Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir.” Buyurur. Yahya bin Muaz (r.a) der ki: “Zikir, cennetten daha kıymetlidir. Çünkü zikir Allah’ın nasibi, cennet ise kulun nasibidir. Zikirde Hakk’ın rızası, cennette ise gönlünün hoşluğu vardır.” Hz. Ali (k.v) şöyle buyurur: “Allah Teala, zikrullah ve Kur’an tilaveti esnasında zikredenlere tecelli eder. Bu tecelliyi onlar gözle göremezler. Çünkü ilahi tecelli görünen her şeyden daha değerli ve gizlenmiş her şeyden daha zahirdir. Öyleyse Hakk’ı her şeyden münezzeh kılarak O’nun eşsiz ve yegane olduğunu tasdik edin. Zikrullahla Hakk’ın dostluğunu kazanın. İnsanoğlu inen bela ve hidayet hakkında mutlaka Allah’ın kitabında yol gösterici ve açıklayıcı bir işaret vardır.” Ebu Abdullah Nessac (r.a) der ki: “Dünyada Allah’ın bir cenneti vardır. İçine giren her türlü bela ve musibetten emin olur. Varılacak yerlerin en güzeline ulaşmış olanlara ne mutlu.” Nessac’a, tasvir ettiği bu yerin ne olduğu sorulunca, “zikrullahtaki ünsün tadıdır” diye cevap vermiştir. Allah Teala mukaddes kitaplardan birinde şöyle buyurmuştur: “Dostlarım ve sevgililerim! Zikrimle sevinin ve benimle dost olun! Ben, hem dünyada hem Ahirette sizler için ne güzel bir Rabbim!” Ebu Bekir Vasiti (r.a)’a yemek yemeyi sevip sevmediği sorulunca “Evet severim” diye cevap vermiştir. Hangi yemeği sevdiği sorulunca “Marifet sofrasındaki rıza kâsesinden Rabbim hakkında Hüsnü zan sahibi olmak suretiyle ve yakinin sefasıyla aldığım zikrullah lokmasıdır” diye cevap vermiştir. Allah Teala’nın dostu, İbrahim (a.s)’a şöyle vahyettiği rivayet olunur: “Seni niçin dost edindiğimi bilirmisin?” İbrahim (a.s), “Hayır” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Teala: “Zira hiçbir şey senin kalbini benden alıkoymaz. Her ne hal olursa olsun, senin beni unuttuğunu görmedim!” “Eğer bize, zikrini emretmeseydin, ululuğuna hürmeten seni zikretmeye kim cüret edebilirdi?” “Zikredenlere hayret doğrusu! Nasıl oluyor da, senin azametini zikrederken kalpler bedenlerinde sabit kalabiliyor!” ederim”. İsa bin Meryem (a.s) der ki: “Bir kimse zikredecekse, yalnız Allah’ı zikretmeli. Korkacaksa, ancak Allah’tan korkmalı. Bunu yapabilene ne mutlu!” Yakup (a.s), “Vah Yusuf’uma vah!” dediği zaman Allah Teala’nın ona şöyle vahyettiği rivayet edilir: “Daha ne zamana kadar Yusuf’u anacaksın? Seni Yusuf mu yarattı, rızkını o mu verdi, peygamberliği ondan mı aldın? İzzetim hakkı için! ayet beni zikretseydin, benden başkasını anmayı bırakıp benimle meşgul olsaydın, bir an bile sürmez seni bu halden kurtarırdım”. Bunun üzerine Yakup (a.s) her an Yusuf’u sayıklamakla hata ettiğini anladı ve Yusuf’u anmaktan vazgeçti”. Rabia Hatun (r.a) der ki: “Allah’ı anmadan geçirdiğim an kadar kötü bir şey bilmem?” Musa (a.s) bir gün münacatı esnasında şöyle dedi: Allah Teala’nın, Musa (a.s)’a şöyle vahyettiği rivayet olunur: “İlahi! Yakınımda isen yavaş konuşayım, uzağımda isen bağırayım (sen neredesin).” “Ey Musa! Ben ancak azametime boyun eğen, korkumla kalbi titreyen ve ömrünü beni anmakla geçirenlerin namazını ve zikrini kabul ederim. Allah Teala ona şöyle cevap verdi: “Ben beni zikredenlerin sohbet arkadaşıyım, bana dost olanın yakınındayım. Ona şahdamarından daha yakınım”. Ey Musa! Böyle bir kulumun insanlar içerisindeki konumu cennetler, arasında firdevs cennetinin konumu gibidir. Firdevs cenneti, daimi olup bozulmaz, yeşillikleri solmaz. Onun için, korkuyu emniyet, karanlığı nur ederim. Daha o bana dua etmeden duasını kabul ederim. İstemeden her arzusunu veririm”. Bir gün, Zünnun (r.a)’a kulun ne zaman safiyane bir şekilde Allah’ı anabileceği soruldu. Mübarek zat, “Allah’ı tanıyıp ondan gayrı her şeyden uzak olduğunda” buyurdu. Ka’b el-Ahbar (r.a) bir hadis-i kudsi de, Allah Teala’nın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Zikrullah ruhun gıdasıdır. O’nun övmek ruhun şarabıdır. O’ndan utanmak, ruhun libasıdır. Lezzet peşinde koşanların O’nun zikrinden daha tatlı; nimet peşinde koşanlar ise; O’nun yakınlığından daha bereketli bir şey bulamazlar.” “Beni anmaktan dolayı dua etmeye vakit bulamayan kuluma, benden dua etmek suretiyle arzusunu beyan edenden daha üstününü ihsan Hz. Ali (k.v) zikir hakkında şöyle buyurur: 51 Otuzüç Hasan BAŞAR Ölümü Öldürmek Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber Eğer güzel olmasaydı, hiç ölür müydü peygamber. lüm, ölüm, ölüm kendisinden kaçamadığı- Ö mız, eninde sonunda bizleri yakalayacak olan değişmez hakikat, hayatımızı çepe- çevre kuşatmış olan ölüm, her nefsin tadacağı bir tecrübedir. Ölüm hayatın kendisidir aslında. Ölüm kimisine göre korkudur. İnsanın hayatında bir defa tattığı ve tattıktan sonrada dönüşü mümkün olmayan sonsuz bir yolculuktur ölüm. Ölüm gizemdir, ancak ölenlerin sırrını çözdüğü; ama yaşayanlara yabancı bir gizem. Etrafımızda ölen insanları görürüz. Ama nasıl bir şey olduğunu bilmeyiz. Ölümün kesin bir tanımını yapmamız mümkün değildir. Her insanoğlunun hayatında bir defa yaşadığı bir hayat tecrübesi olan ölüm dünya âlemindeki bizlere yabancıdır. Dolaysıyla ölüm soyut bir kavramdır. Göreceli ve göreceli olduğu kadar da karmaşık bir kavramdır aynı zamanda. “Asırlardır çözülmeyen bir denklem; ölüm!” (Olcay İnanç) İnsanoğlu bu denklem üzerine yorumlar yapmış ve kendisine göre bir takım tanımlar getirmiştir. Kamus-i Türkî’de ölüm şu şekilde tanımlanır: “Yaşamaz olmak, can vermek, terki hayat etmek, 52 Burhan vefat.” Orhan Hancerlioğlu’nun İnanç sözlüğünde: “Çeşitli inançlara konu olan yaşamın sona ermesi olayı “ olarak tanımlanır. “Ölüm hayatın sonu, yaşamın bitişi, ömrün sona ermesi.” (Longman, 1997) “İnsan hayvan ya da bitkide yaşamın tam ve kesin olarak sona ermesidir.” (Doğan 1982) İslamiyet ölümü, Allah’tan gelen varlığın yine O’na dönmesi olarak kabul eder. Ölüm düşüncesi beraberinde birçok duyguyu barındırır. Korku, yok olma, muğlâklık, zaman, ömür, umut, yenilgi, acı, bunalım, ayrılık, teselli, çaresizlik, hesaplaşma, gibi daha çok olumsuz duyguları bünyesinde barındırır. Ve hepsinden önemlisi yaşanmış koskoca bir ömrün muhasebesi. Nasıl ki ölüme yaklaştığımız anlarda bütün hayatımızın birkaç saniyeye sığdırılması gibi. airin dediği gibi her ölüm erken ölümdür. E. Kübler Ross,ölme evresini beş süreçte özetler: Öfke; “ Neden ben” 3.Evre: Pazarlık; Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışmak. 4.Evre: Depresyon 5.Evre: Kabul etme; Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır. Ölüm insanda benlik duygusunun ortaya çıkmasına sebep olur. Evet, tek başımıza yaşadığımız ve tek bizim olan ölüm. Bir yolculuğa çıkıyorsun ve teksin. Kendinle berabersin. Bu yolculukta yardımcında yoktur. Onun içindir ki, burada önemli olan kişinin kendisidir. Bir yolculuğa çıkıyorsun ve bu yolculukta sadece sen varsın. Tabi bizim inancımıza göre de bir de amellerimiz. En eski zamanlardan günümüze kadar insanlar “ateizm ve stoacıları” saymazsak ölümden sonra hayatın var olduğuna inanmışlardır. Ateistlere ve stoacılara bakılırsa ölümden sonra yaşam yoktur. Onlara göre ölmek ölmektir, o kadar. Ken- 1.Evre: Yadsıma ve Yanıltma; Kabullenmeme “ Hayır ben değil, doğru olamaz” 2.Evre: Burhan dilerini ölüm korkusundan kurtarmak için bu fikri ve inancı benimsemişlerdir. 53 Öteki âlemin varlığına inanan insanoğlu ölüm karşısında daha az kaygı duyar. Dini inanca sahip olanlarda ölüm kaygısı daha düşüktür. Özge Dirik’in söylediği gibi: “Tanrı ile en çok annem öldüğünde tanışmak istedim.” Çünkü bu anlarımızda sığınacağımız bir ilah olduğunu bilmek insanı rahatlatacaktır. Ölümü yok oluş olarak düşünenler ölüm kaygısına daha çok kapılmaktadır. Oysa ölümden sonra hayatın devam ettiğini düşünmek insanın daha çok kaygılanmasına sebep olmalıdır. Her ne kadar ilahi kaynaklardan bir fikir ediniyor olsak ta o âlem tamamen bilmediğimiz bir âlemdir. Bilinmezlik insanı ürkütür. Ölümle başka bir âleme Her ne kadar hatırlamak istemezsekte, yaşamak için aldığımız her nefes, bizi, biraz daha ölüme yaklaştırmaktadır. Kafamızı kuma sokup hakikatlere gözümüzü kapatmakla ölüm gerçeğini hayatımızdan çıkarmış olmayız. Ölümü öldürmenin tek yolu ölmeden önce ölmektir. geçiyorsun ve orada neyle karşılaşacağını bilmiyorsun. Ölüm karşısında içi ürpermeyen var mıdır acaba? Sanıyorum çok az insan ölüm karşısında duyarsızdır. İnsanoğlu her defasında ölüme yenilmiştir. Ölüme anlam katan, insanın düşünce ve inançlarıdır. Her medeniyet ve kavim sahip oldukları dini düşünce sistemine göre ölümü yorumlamıştır. Semavi olmayan dinler ve inançlarda da ölümden sonraki hayatın varlığına inanmışlardır. Öbür âlem düşüncesi ölüme bakış açımıza göre düşüncelerimize, geleneklerimize şekil vermiştir. Ölüm karşısındaki duruşumuza şekil verende sanırım bu olmaktadır. Aztekler, ölen kişi için köpeği keserek cesetle birlikte gömer yâda yakarlar. Çünkü onlara göre ölen kişi öbür âleme giderken yol üzerinde olduğuna inandıkları bir nehirden geçecektir. Köpeği, ölen kişiye yardımcısı olması için keserlerdi. (ERGİNER 1997, 74) Barneo kayanları arasındaki bir inanışa göre, ölen kişinin köleleri, köleliklerinin öte dünyada da süreceği inancıyla öldürülürlerdi. ( Erginer 1997,7) Eski Türk kavimlerinden Kumanlar; mezara ölünün içmesi için kımız ve yemesi içinde et koymuşlardır. (Öğel) Gagauzlar ölüye giydirilmiş olan elbisenin ceplerine para da koyarlardı. (Kalafat) 54 Burhan Hemen bütün inançlar ölüm ve ölümden son- “Kamu cürm u günahum mağfiret eyle inayet kıl rasına cevaplar aramışlardır. Dinlerin ve değişik Dem-i ahirde iman dünyede sabr u kanaat ver” inanç sistemlerinin doğuşunda, ölüm ve ondan son- (FEVRİ) rası hayatın devam ettiği düşüncesinin önemli bir etkisi vardır. Kendilerine göre pratikler geliştirmiş- Tasavvufta ölüm; dünyanın süsünden yüz çe- lerdir. Ama bu tanım ve yöntemler kişileri tatmin et- virmek insanların meylede geldikleri geçici lezzet- memiştir. Ya ölümden sonrasını yok saymışlar ya lerden da vicdanlarını rahatlatacak çözümler bulmaya ça- yönelmektir. (İz 1981) şeklinde tanımlanır. korunmak halk ile beraber Hakk’a lışmışlardır. Oysa hiçbiri İslamiyet’in verdiği hakikate yaklaşamamıştır. Ve nihayet İslamiyet bu Ölüm bir bakarsın dünyanın ne kadar önem- önemli ve gizemli konuya açıklık getirmiştir. Ölüm siz olduğunu, gelip geçici şeylerin farkına varma- artık eskisi gibi korkulacak bir durum olmaktan çık- mızı sağlarken yine o gelip geçici şeylere ne kadar mıştır. muhtaç olduğumuzun farkına varmamızı da sağlar. Tasavvufta ölüm fena ile beka arasında ki perdenin “O (Allah) ki hanginizin daha güzel amel iş- kalkmasıdır. Tasavvufta asıl sevgili Allah’tır. Bu an- leyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı lamda ölen kişi Allah’a başka bir ifade ile sevgilisine yaratmıştır. O mutlak galiptir, çok yargılayıcıdır.” kavuşmuş olacaktır. Ölüm hadisesi ile ruh beden- (Mülk Suresi 2) den ayrılıp Mevla’sına kavuşur. Mevlana Celalettini Rumi’nin ölüm gecesini “eb-i Arus” olarak nite- “Nerde olursanız olun isterse tahkim edil- lendirmesini hepimiz çok iyi biliriz. Tasavvufun miş yüksek kalelerde bulunun ölüm sizi bulup önemli şahsiyetlerinden Necip Fazıl Kısakürek’te yakalayacaktır.” (Nisa Suresi 78) ölümün korkulacak bir durum olmadığını belirtmiştir. Bu demek değildir ki bu korku tamamen ortadan kalkmıştır. Hayır, bu korku ortadan tamamen “Öleceğiz müjdeler olsun müjdeler olsun kalkmaz. Gerçekliğini bildiğin ama görmediğin bir Ölümü öldüren Rabb’e secdeler olsun secdeler olsun” âleme gidiyorsun. Neyle karşılaşacağını bilmiyor- “Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber sun. Sanıyorum insanı korkutanda işte bu yolculu- Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber.” ğun bilinmezliğidir. Tanzimatla birlikte batı ile geçtiğimiz temasın Gülşehri, ölüm ve hayatı ana tema olarak iş- sonunda inançlarımızda meydana gelen erozyon lediği Felekname’de ölümü fani hayat ile baki ara- ölüme bakış acımızı da değiştirmeye başladı. Ölüm sında bir perde olarak görür ve şöyle der: “Perde artık korkulmaya başlanan bir durum haline geldi. ortadan kalkınca vücut vücuda, can da cana ula- Cemal Süreyya’nın bu şiiri durumu daha iyi anla- şır. Öyleyse ey melekler bilin ki ecel ile ancak mamızı sağlayacaktır. “Ölüm geliyor aklıma birden vücut bozulur, cana helal gelmez.” (Kocatürk) ölüm, Bir ağacın gövdesine sarılıyorum.” İslamiyet'le birlikte ölüme bakış acımızda de- Her ne kadar hatırlamak istemezsekte, yaşa- ğişmiştir. İslamiyet’in zirvelerinde dolaşan tasavvuf mak için aldığımız her nefes, bizi, biraz daha ölüme ve onun edebiyattaki temsilcisi Divan edebiyatında yaklaştırmaktadır. Kafamızı kuma sokup hakikatlere ölüm bambaşka bir anlam kazanmıştır. Orada ölüm gözümüzü kapatmakla ölüm gerçeğini hayatımız- artık korkulacak bir şey değildir. Bilakis özlenen ve dan çıkarmış olmayız. Ölümü öldürmenin tek yolu dört gözle beklenen bir durum olmuştur. İslami inan- ölmeden önce ölmektir. Yani ölüm gelip çattığında cın ümit ile kork arasında gidip gelen ince çizgisi el- ölüme kendimizi hazırlayabildik mi? Bu sorunun ce- bette divan şiirinde de yok değildir. Bunun için divan vabını verebiliyorsak, sanırım ölümden korkmamız şiirinde Allah’a yalvarma önemli bir yer tutar. içinde bir nedenimiz kalmayacaktır. Burhan 55 Otuzüç Yol Kandilleri Ersan BİLGİN Mü’minlerin Özellikleri Rabbimiz buyuruyor: “Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin. Namazı kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte rükû edin. Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz? Düşünmez misiniz? Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin; Rablerine kavuşacak ve Ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir.” (Bakara 42, 43, 44, 45) — Hakkı batıl ile karıştırıp aldatmayın; doğruyu yalanla, yanlışlarla bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyiniz. Bu ayetin anlamı çok kapsamlıdır. İlme ve amele dair hususları kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına, hatta ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hâkimlerin 56 haksız hükümlerine varıncaya kadar hepsine şümulü vardır. "İnsanları aldatmayınız, sahtekârlık yapmayınız." mealinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber (kelâmın) sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır ki, ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi gönüllerine göre evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar, altın diye satarlar. Bu durum İsrail oğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar, kendi yazdıkları fikirleri, tevilleri, tercümeleri, Tevrat'ın aslı ile karıştırıyorlar, seçilmez bir hale getiriyorlar ve bazen de Muhammed (s.a.v.)'e ait vasıflar hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki ayetleri saklıyorlardı ki, bu konuda "Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra 'Bu Allah katındandır.' derler." (Bakara, 2/79), "Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide, 5/13) ve diğerleri gibi başka ayetler de vardır. Bunlar, Tevrat'ın aslını korumuyorlar, kendi yazdıkları tercümeleri: "İşte Allah'ın kitabı" diye Tevrat yerine koyuyorlardı İşte bütün bunlara karşı İsrail oğullarının bilginlerine genel olarak bu yasaklama hitabı söylenmiştir ki, Kur'ân'da bu konuda başka bir ayet olmayıp da yalnız bu ayet olsaydı, Kur'ân'ın terBurhan cüme ve tefsiri meselesinde ve diğer ilmî vaziyette İslâm'ın tutumunu, ilmî vazifenin şeklini tayin etmek için bu ayet yeterli olurdu. Kur'ân'ın tecrit (soyutlama) meselesinin ne büyük önemi haiz olduğu, Kur'ân'ı Kur'ân, tercümesini tercüme, tefsir ve tevili de tefsir ve tevil olarak bellemek ve belletmek bir hak görev olduğu unutulmamalı. "Farsça Kur'ân", "Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden çekinmelidir. Çünkü milyonla tercüme ve tevil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın hakikati olmaz, bu gerçeği Cenabı Hak buyurmuştur. Ciddî olarak namaz kılmak, zekât vermek, cemaate devam etmek; hakkı gizlemekten ve hakkı batıl ile bulamaktan, karıştırmaktan men eder. — Bundan başka bir de namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz. Hem rükû' edenlerle, yani müslüman cemaat ile beraber rükû' ediniz, eğiliniz, rükû’lu namaz kılınız. Bunda, hem o namazın başka değil, İslâm'ın namazı olduğuna tembih hem de cemaatin varlığına işaret vardır. Çünkü rükû' ile namaz İslâm dinine mahsustur Müslümanın namazı, kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber bir miracı olduğu gibi, bedene ait hareketlerin de tazimi, ağırbaşlılık ve sükûneti ifade eden her kısmını içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel tasvir eder. — Bundan sonra hakkı karıştırmamakla beraber, başkalarına hakkı tebliğ edip de kendini unutmak da caiz olmayacağını anlatmak için bir özel hitap da vârid oluyor. Rivayet olunduğuna göre saadet asrı (Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki yahudi bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: "Muhammed hakkında ne dersin?" diye soranlara: "Doğrudur, haktır." derler, Rasulullah’a uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri altında bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum kalmak endişesiyle ona uyma Burhan Bütün bu emirler, bu yasaklar, İsrail oğulları’na hitap etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir. İslâm şeriatında bunlar vardır. "Siz de bunlara iman ve itaat ediniz." demek olduğu açıktır. u halde "sebebin hususu (özel oluşu), hükmün umumi (genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır. 57 arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka veriniz." diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları da: "Allah'a itaat ediniz, asi olmayınız." derler, fakat kendileri sözleriyle amel etmezlermiş. Nihayet bu ayet münasebetiyle: "Namaz kılınız, zekât veriniz" diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini yapmazlarmış. İşte bunların biri veya her biri dolayısıyla bu ayet nazil olmuştur. Siz insanlara birr (yani bol bol iyilik) emreder de kendinizi unutur musunuz? Hâlbuki daima kitabı da okuyorsunuz. O halde akıl etmez misiniz? Yahut daha akıllanmayacak mısınız? Fenalık emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan başkasının iyiliğini isterken kendini unutur mu? Birinci olarak, emir bil maruf (iyiliği emretmek) ve nehiy anil'münker (kötülüğü yasaklamak)den maksat, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki başkasını irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşat dan mahrum etmek, eli selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî akıl açısından bir çelişki teşkil eder. İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise çelişkiye düşmez. Üçüncüsü, söylediği sözün, verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Hâlbuki verdiği emir ve öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük budalalık olmaz. Hâsılı, iyilik iyiliktir, elbette insanlara iyiliği emretmek de haddi zatında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken kendini unutmak, işte budalalık ora58 dadır. Bu ayette yasaklanan da budur Vaizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor Buharî ve Müslim'de bu konuda şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet gününde bir adam getirilir, ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli onun etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder, fenalıkları yasaklar değil miydin?" derler. "Evet ama, ben size emreder, kendim yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım." der. u halde insan, başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum salkımı yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle olursa, sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas edilsin! Birr (her türlü iyilik, her türlü hayır) üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba (hakkına) riayette birr, dostlarına muamelede birr — imdi bu güzel hitaplara, baştanbaşa hak ve doğru olan bu beliğ emirlere, yasaklara, ahlâkî davetlere, irşatlara karşı söyleyecek söz yok, hepsi güzel. Fakat bu kadar zaruretler içinde bunları yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar doğruluğa dayanılabilir mi? derseniz daraldığınız zaman da ihtiyaçlarınıza sabır ve salât (namaz) ile yardım isteyiniz. Sabır, acıya katlanmak, onu geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın, her başarının anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın yardımını celp edecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık içindedir. Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şey ister, her şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin kıymetini bilmezler, gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemez, hemen mahvolurlar. Hâlbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak, bunun da Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk ve ferah gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş olur. Ve hiçbir fenalığa düşmeden Burhan kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra alıştırmalı, insan sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için değil, def etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin) en iyi çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri tedavi eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile de tefsir olunabilir ve olunmuştur Bununla beraber namazın bu konuda da büyük önemi ve faydası vardır. Namazla; İnsan yıkanır, temizlenir, ayıplarını, ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarf eder. Yüzünü kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle doldurur. Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun birlik duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyla ve büyük bir saygı ile tekbirini alır ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını şöyle bir tarafa atar, Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur, dinler, onun huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap okur; dikilip beklemek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak, nihayet oturup dinlenmek ve sonunda Burhan selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan şehadet (görünürlüğ)e geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir nizam ve intizam ile bir miraç yapar Bütün dünyadaki beşerî ızdırabın esası, genel ahlâkın düşmesinde ve hak yerine batılın itibar kazanmasındadır. Allah'ın öfkesini celbeden de budur. Yoksa Allah'ın rahmeti âleme şamildir. Evet, ama bu sabır, bu namaz, böyle yardım dileme kolay mı? üphesiz bu da kolay değil, ağır ve büyük bir iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyla korkanlar)e, başını öne alıp düşünen Allah’a saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir, meleke (alışkanlık) olur. — O saygılı kimseler ki şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin bir gün olup Rab’lerine kavuşacaklarını, Rab’lerinin lika (karşılama)sına ereceklerini ve her halde dönüp ona varacaklarını, amellerinin mükâfatını alacaklarını sayarlar. İşte bunların her halde olacağını bir galip ve kuvvetli zan ile olsun bilenlere, sabır ve namaz ile yardım dilemek ağır gelmez. Hamd olsun Âlemlerin Rabbi olan Allah’a 59 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL finalinde Dünyayı kurtaran bir Amerika vurgusu TARİH VE SİNEMA ile, seyirciler Kültürel ve tarihi mirasların, nesilden nesile büyük minnet duygusu ve hayranlıkla salondan ayrılıyorlardı. aktarılmasında kitle iletişim araçlarının inkar edilemez bir geçerliliği vardır. Günümüzde Hollywood’un sadece ekonomik bir insanlara en net mesajlar sinema aracılığıyla yönünün olmadığını yaklaşan Amerikan seçimleri ulaşmaktadır. Çok basit bir tarih olay, son arefesinde öğrenmeye başlıyoruz. Ünlü Amerikalı teknolojik araçlarla dev bir sinema filmine ve Yahudi kökenli yönetmen, Steven Spelberg dönüşebilmektedir. başkan adaylarından Hlarry Clınton’a seçim kampanyalarında kullanmak üzere 2.5 milyon Sinema sektörünün kalbi günümüzde Amerikanın Hollywood şehrinde atmaktadır. Bu şehir adeta büyük bir sinema seti durumunda. Amerikan ekonomisinin vazgeçemeyeceği bir dolar yardım ediyor. Yahudi lobisinin Amerikan siyasetinde ve sinemasındaki ağırlığıyla alakalı bu tek örnek bile yeterli olsa gerek. İsmi geçen yönetmenin Oscar ödüllü filminide burada Şubat ayında anmadan geçmeyelim. Schindlerin Listesi, isimli Hollywood da büyük bir grev başlamıştı. Tam üç film en iyi yönetmen dalında ödüle layık ay süren bu grev sırasında 10.500 senaryo yazarı görülmüştü. Bu film 2. Dünya Savaşında Polonya çalışmama kararı almıştı. bu grev o kadar etkili Yahudilerine Alman Nazilerinin yaptığı işkence ve oldu ki, Altın Küre gibi Dünya çapında bir film zulmü anlatıyordu. yerdir, Hollywood şehri. festivalinin ertelenmesi bile gündeme gelmişti. Sinema eleştirmenlerinin yukarıda Avrupa zikrettiğimiz filmlere karşı en büyük eleştirileri Devletlerinin tarihlerini yeni nesillere aktarma da “Tarihi Filme çekmek mi yoksa film ile tarih sinemayı çok iyi kullandıklarına dair önümüzde yapmak mı?” sorusu ile özetlenebilir. Hayali bir pek çok örnek var. İşte bu filmlerden bazıları. çok senaryo ile ortaya çıkan bu filmlerde Gerek Amerikanın gerekse ideolojik kaygının aşırı bir şekilde ön plana Gladyatör, Braveheart (Cesur Yürek), Truva, 300 Spartalı, Pearl Harbor, Cennetin Krallığı, Kral Arthur . Gişe rekorları kıran bu çıktığını vurguluyorlardı. Olmayanı olmuş gibi göstermek, yenilgileri zafer gibi lanse etmek eleştirmenlerin diğer bir vurgusuydu. filmler tüm Dünya da olduğu gibi bizim ülkemizde de ilgiyle izlendi. 60 Bu filmlere en Hong Kong’lu aktör Jackıe Chan, çarpıcı örnek herhalde Rambo olsa gerek. Üç Hollywood filmlerine karşı açtığı mücadelede kuşak tarafından izlenen Rambo film serilerinde Amerikan filmlerinin Asya kültürünü aşındırdığını Amerikanın 20. yüzyılda başından geçen olaylar ifade ederek Asyalıları bu kültürel erozyona karşı beyaz perdeye aktarılıyordu. Serideki her birinin birleşmeye çağırıyor. Burhan Günümüzde Hollywood’un önemini fark bu ülkenin insanları senaryosunda kendisinden edenler arasında Kuzey Irak da ki Barzani bir parça bulduğu filmleri beğenerek izliyor. yönetimi ile Ermenilerin de olduğunu görüyoruz. Bunun en somut örneklerinden birisi şüphesiz 30 civarında Hollywood yapımcısının Kurtlar Vadisi Irak oldu. Kuzey Irak’a davet edildiğini basından öğreniyoruz. Çekilmesi düşünülen filmin adı şimdiden belli “Peşmerge”. Bu film için Kuzey Irak yönetiminin kesenin ağzını açtığı da anlaşılmakta. Türkiye de en çok izlenen film rekorunu, 4.5 milyon izleyici ile bu film elinde bulunduruyor. Filmin konusunu bilmeyenimiz yok. Ve bu filmin Amerika da rahatsızlık doğurduğuna dair çıkan haberleri de medyadan takip ettik. Ve geçen ay vizyona giren Ermeniler de atağa kalkmış gözüküyor. bir film. 120… 1. Dünya Savaşında Kafkasya Yazar Franz Nobel’in “Musa Dağı’nda Kırk Gün” Cephesinde isimli romanını sinemaya aktararak sözde Ermeni götürmek için seçilen liseli gençlerin hikayesi. Soykırımını desteklemek için bir film hazırlığında Yüreğim var diyen herkesin, gözpınarlarına olduğunu öğreniyoruz. Ve bu yapım için de nakit yaşlar akıtacak bir film. Boğazınıza düğüm 100 milyon dolarlık da bir bütçeyi hazırladıkları düğüm bir şeylerin bağlandığını hissedeceğiniz belirtiliyor. bir film. Emeği geçen herkese teşekkürler. Tarihi ve kültürel birikimiyle ülkemizin bir çok filme senaryo olabilecek zenginliği mevcut. 1000 yıldan fazla bu topraklarda yaşayan, Dünya tarihinin seyrini değiştiren pek çok olayda başrol Şimdi gönüllü biraz olarak özeleştiri. cepheye Yazımızın silah baş taraflarında verdiğimiz filmlerden bazıları ile 120 filmini bir karşılaştırma yapmak gerekirse. oynayan insanımızın maalesef günümüzde gişe Schındlerin Listesi isimli filmin bütçesi 25 milyon rekorları kıran bir sinema filmi yok. İşte en çok dolar. Yine aynı yönetmenin diğer bir filmi olan üzüldüğümüz, eksik kalan yönlerimizden birisi Er Ryan’ı Kurtarmak, bütçesi 70 milyon dolar. burası. Mustafa Kemal’in de ifade ettiği gibi Truva savaşlarının anlatıldığı Truva “Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir” . bütçesi 200 milyon dolar. Ve bize ait 120 filminin Bizler tarihe damgasını vurmuş ve o damganın bütçesini söyleyelim mi? 3 milyon dolar. Arada izlerini hala yeryüzünün değişik bölgelerinde dağlar kadar fark var. Ancak yine de bu tür görmekte olan bir milletiz. Bölgesindeki stratejik filmleri desteklemek gerekiyor. Destek olmalıyız konumunu, tarihten aldığı güçle daha etkin kullanabilen bir Türkiye’nin fertleri olarak bir Çanakkale Destanı’nı, 1000 yıllık Doğu Roma’yı filminin ki daha sonra bu tür filmleri yapmak için insanlar cesarete gelsin. yıkan bir Fethi, Sarıkamış da ki hüznü, Yemen de ki matemi anlatacak filmlere olan ihtiyacımızı Netice olarak, batının kültürünü dünyaya buradan ifade etmek istiyoruz. yaymak ve empoze etmek için en iyi kullandığı sinema sektörünün, bize ait kültürel ve tarihi Ülkemizde son yıllarda sosyo-politik ve tarihsel temalı filmlere şahit olduk. Ve gördük ki Burhan değerlerin aktarılmasında daha etkin bir şekilde kullanılması gerekmektedir. 61 Otuzüç salihaydin@hotmail.com Salih AYDIN EVLERİN YENİ KÂBESİ izim kültürümüzde kıble büyük yer tutar. Kıble yön ve yöneliş, cihet demektir. Müminin kıblesi beytullah’tır. Kıble bizim hayatımıza işlemişti. Evler inşa edilirken kıble temel alınarak inşa edilirdi. Mutlaka kıble göz önünde bulundurulur ve evin şekli şemaili kıbleye göre ayarlanırdı. Dikkat edin Anadolu’muzdaki birçok yerleşim yeri adeta namazda safa durmuş gibi kıble cihetine doğru sıralanmıştır. Yani bizim şehir kültürümüzün ruhunda cami vardır ve bu camilerin yönü de kıbledir. B Evler kıbleye doğru inşa edilirde evlerin içi kıbleye göre tasarlanmaz mı? Her şeyiyle evler adeta “namazdaymış” gibi kıbleye yönlendirilirdi. Mesela “sedirler ne tarafa konulacak” öyle konulmalı ki oturanın sırtı asla kıbleye karşı gelmemeliydi. Onun için koltuklar kanepeler hep kıbleye göre ayarlanır. Ev içerisinde sadece insanların yüzü ve yönü değil eşyalarında yüzü ve yönü kıbleye çevrilirdi. Evlerin içerisi sürekli ibadete hazır tutulur ve her an mescid olarak kullanılmaya hazır düşünülürdü. Eskiden mi demem gerekiyor bilmem ama büyüklerimiz ev içerisinde oturunca mutlaka kıbleye karşı oturur, asla kıbleye karşı ayak uzatmaz, kıbleye büyük bir tazim ve hürmet gösterirlerdi. Kıbleye karşı tükürmezler, abdest ihtiyacını giderirken asla öyle bir saygı62 sızlık yapmazlar yapanlara da pek iyi gözle bakmazlardı. Yatıp uyuyacakları zaman yüzleri veya baş tarafları kıbleye gelecek şekilde yatar uyurlardı. Namazda yönelip ibadet ettikleri Beytullah’a asla namaz dışında saygısızlık yapıp, hürmette kusur etmezlerdi. Kâbe sevgisi, kıble sevgisi onların tavır ve davranışlarında görülürdü. Bu terbiye büyüklerden gelmekteydi. Büyüklerin hayatı kıbleye saygının örnekleriyle doludur. Bir gün yakınları Bayezıd-i Bestami (k.s.) Hazretlerine; -"Efendim, filan yerde büyük bir zat var. Fazilet ve keramet sahibi bir velidir." dediler ve daha başka sözlerle o zatı çok medh ettiler. Bunun üzerine Bayezıd-i Bestami (k.s.) Hazretleri, -"Madem öyledir. O halde o büyük zatı ziyarete gitmemiz lazım oldu," buyurdular. Talebelerinden bazıları ile birlikte onun bulunduğu yere geldiler. Bayezıd-i Bestami bildirilen zatın, mescide gitmekte olduğunu ve kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: -"Dinin hükümlerini yerine getirmekte, Sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riayette zayıf biBurhan risine, nasıl olur da keramet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allah- ü Tealanın evliyasından olması mümkün değildir." Buyurdu. Kıble müminin hayat yönüdür. Yapıp ettiklerini kıble eksenli yapar. Düşündüklerini kıble eksenli düşünür. Gönlüde, yüzü de müminin kıbleye dönüktür. Kıble müminin doğumundan ölümüne yüzünü döndüğü ve yüzüyle birlikte kişiliğini şekillendirdiği, oradan aldığı ruhla bir şeyler yapabildiği feyz kaynağıdır. Ne olduysa “evlerin yeni kâbesi” çıktıktan sonra oldu. Eskiden gördüğümüz birçok şey değişti. Artık evlerin iç tasarımı “yeni kâbeye” göre yapılıyor. Beytullah arka planda kaldı. Koltuk ve kanepeler ona göre ayarlandığından oturmalarda ona göre şekil alıyor. Kimsenin aklına artık sırtım kıbleye geldi böyle oturmamalıyım gibi düşünceler gelmiyor. Yüzler “yeni kıbleye” dönüyor. Sırtlar beytullaha Çocuklar bu “yeni kıbleye” göre yetiştiriliyor, eğitiliyor. Yatana kadar huzuruna ailecek yüz dönülüyor. Örnek şahsiyetler oradan alınıyor. Yavrularımız oradan şekilleniyor. Günlük hayatta konuştuğumuz birçok şey oradan dile getiriliyor. Evlerde ona sen hâkim olacaksın, ben hâkim olacam tartışmaları yapılıyor. “Hocam babam ona bakarken yanında konuşamıyoruz, geliyor yorgun yorgun onun başında kalıyor, sonra uyuyup gidiyor.” Diyor öğrencilerimiz. Bu kıble aile ortamını Burhan bombardıman etti. Anne ve babaları çocuklarından kopardı. Evlerdeki “sohbet ortamını” yok etti. Artık çocuklarımıza bizler değil “yeni kâbe” dekiler sohbet yapıyor. Onların tekeline terk ettik geleceğimizi Onlar evlerin baş kösesinde kıble yerinde sohbet makamındalar. Evlerimizde artık Kuran hadis sohbetleri yok. Büyüklerin küçüklere anlattıkları öğüt verdikleri o güzel sohbet ortamları yok. Hasbıhal etmek, dertleşmek yok. Hayat damarlarımızı kurutuyor bu nesne bizim. Evet, anladınız bahsettiğim “yeni kâbe”yi. Bu yeni kâbe elbetteki televizyon. Zararları saymakla bitmeyen televizyon... Kontrol edemediğimiz ve bizi kontrol eden televizyon. Peki, sorum şu: sizin evin kıblesi, kâbesi neresi? imdi bunları yazarken hemen televizyona karşı olup olmama gibi bir şey sorulabilir. Teknolojiye karşı çıkmak akıl kârı değil. Televizyon bıçak gibi bir alettir. Nasıl kullanıldığına bakmamız lazım. Bıçakla ister ekmek keseriz ister kötü şeyler yaparız. Maalesef bu televizyon bıçağı bizim birçok değerimizi kesiyor. Onun yüzünden veya içindekilerin yüzünden birçoklarımız Allah’ın farz kıldığı namazı bile aksatıyoruz. Sorumuzu tekrar ederek yazıyı noktalayalım: Sizin evin kıblesi neresi? 63 Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU zeynepgultek@mynet.com Çobanın Aşkı Âşıktı genç çoban. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini: — Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu, yemiyor, içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Hâlbuki "sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine" dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim... İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişçesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden gözlerinde aşktan gayrisi kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti. — Kolay evlat kolay, dedi, çaresizseniz çare sizsiniz. Ve tane tane anlatmaya başladı. İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilge idi. Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu. Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve Burhan yanındaki kadim dostu nereden bilsin di bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu. Âşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle: —Sahiden bu kadar kolay mı efendim, dedi, yani o mağarada elimde tespih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim? — Evet, dedi bilge, kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir. İki dost hemen yola çıktılar, âşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tespih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tespihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah, Allah, Allah... Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tespih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, oyun oynarken çocuklar, herkes onu konuşuyordu: — Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah'a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah... Âşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herBurhan halde diye düşündü. Tespih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tespihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağım sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu. Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın. Âşık çoban yeniden eline tespihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah... Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp-edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri. Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak-tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin: — Hünkârım, gönül erleri mala-mülke, makama-mansıba itibar etmezler, demesiyle son buldu. 65 Kaderdi bu, padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi. Güldü ihtiyar: —Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım, dedi. Şaşırma sırası padişaha gelmişti. Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiç birinde gözü yoktu dervişin. —Efendim, diyebildi en son, sessizce, benim bir kızım var efendim, zât-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz... Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte âşık maşukuna kavuşacak, murad hâsıl olacaktı. Bizimkinin ar- —Nasıl yani, diyebildi, bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi? Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan âşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim âşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tespihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı. kadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı. Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle: — Hayır, dedi, kızınızı istemiyorum. Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Âşık çobanın Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle; — Efendim, dedi, sizi ziyarete geldik. Yavaşça başını çevirdi âşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde. Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tespih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı. genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğilip: — Sen ne yapıyorsun, dedi, kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın? Güldü âşık çoban, gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak: — A dostum, dedi, ben kırk gün padi- şahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim... Burhan Mehmet DEMİRCİ Suya Yürümek Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak, dinleyerek değil. Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım. (C.Y) Gözlerini ilk ışıkla aralayınca insan, dünya denen bu dönencede bir serüvenin peşinde buldu kendini. Adı hayat konmuştu bu serüvenin. İlk başta anlamsız geldi her şey. Sonra bu çekingenlik tavrını aşarak emeklemeye başladı. Kapılar aralandı, yavaş yavaş adımladı hayatı. Hayat her zamanki gibi oyalıyordu onu. Güzel davranıyor, yüreğine bana gel diye fısıldıyordu. Hayal denizinde yelkenli sefası yapıyordu insan. Derken kapılar ardına kadar açıldı. İnsan kendini özgürlük rüzgârına bırakıverdi. Sonra birden kalakaldı yolun ortasında. Her şey darmadağın olmuştu. Kendini bir an dünyaya sığmayacakmış hissetti. Gözlerinin feri söndü, yüreğindeki ışık hafiflemiş ve nihayet sönmüştü. Bir müddet bu haline anlam veremedi. Her şey hoş gidiyordu ama içinde bir şeyler onu devamlı rahatsız ediyordu. Bir gece vakti aniden yüreğinin yanmakta olduğunu ve tüm hücrelerinin İMDAT diye haykırdığını hissetti. Tüyleri ürpermişti. Her şey gözlerinin önünden film şeridi gibi geçti. Yürüdüğü yollar ilk başta güvenli iken sonraları her an ölüm saçar hale gelmişti. Kupkuru ve siyah Acı ve keder. Birikmişti yıllarca içine. Bir an duraksadı. İçinden bir ses haydi suya koşma vakti diye sesleniyordu. Kendi kendine ama ben her gün su içiyorum dedi. Tekrar haydi suya denildi. Bu sefer kalbinin ve zihninin suya ihtiyacı olduğunu anladı. Yıllarca duyduğu fakat anlam veremediği sırrı çözüyordu. Geç değildi. Hemen işe koyuldu. Neye ihtiyacı olduğunu tespit ederken bir hususun farkına vardı veya vardırıldı. Çıkış yolu kendinde idi. Gecenin tenhaya düşen vakitlerinde oda birden derin Burhan sessizliğe bürünmüş su yolculuğu başlamıştı. Ne kadar siyahlara battığını görüyordu. Kasvet her yanına aşılması güç duvarlar örmüştü. Usulca kafasını ellerinin arasına aldı. Eğildi. O eğildikçe kalbinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Bu durum bir müddet devam etti. Nedametli bir kalp ile suya yürüme vakti gelmişti. Artık arınacak, su gibi pak ve duru olacaktı. Kalbindeki siyaha çalan ne varsa suya verdi. Hayat bulmuştu kalbinin kuruyan çölleri, sanki düşecekmiş gibi hissediyordu adeta. birden oldu. Artık bayılıp Hücrelerinde susuzluğunu giderecek pınarın yolunu bulmuştu. Hakikat güneşinin ilk ışıkları kalbinin tepelerinde belirginleşmeye başlamış, yeni bir yol ve yeni bir yolcu vardı artık. Vakit yoktu. Yola koyulmak gerekti. O da öyle yaptı. Heybesine ihlâs koyarak nedametle koyuldu hakikat yoluna. Kılavuzunu bulmuştu. Yavaş yavaş dünyanın bir konak yeri olduğunu kavradı. Su ona her zaman ışık olmaya, yol göstermeye devam edecekti. Bu su hiçbir yerde bulunmazdı. Bu suyun kaynağı insandı. Gözlerden fışkıran inci taneleri Nice insan var varlık içinde yokluk çekiyor. Kendini oyalıyor. Asıl marifet yokluk içinde var olabilmek. Diri kalabilen, öz varlığını kendinde bulan, dimdik durabilen insan ancak kendini kavrayıp, kendinden hakikate kapı aralayan insandır. Her şey eskir, değişir, kaybolur ama insan ve insanca yaşam asla kaybolmaz. Hiçbir sele kapılmadan insanca yaşabilen ve insan kalabilenlere selam olsun. 67 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com PEYGAMBER EFENDİMİZDEN (S.A.V) ÖĞÜTLER Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Abdullah’a; “ Abdullah! öncelikle sana şunları öğretmek isterim. Genişlik zamanında Allah’a kendini sevdir ki, O da seni sıkıntılı zamanında tanısın ve sevsin. Allah’ın emir ve yasaklarına önem ver ki, Allah da sana önem versin, seni gözetsin. Allah’ın hakkını gözet ki, O’nu yanıbaşında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman Allah’tan dile şunu bil ki, bütün varlıklar elbirliğiyle sana bir fayda sağlamak isteseler, senin için sadece Allah’ın yazmış olduğunu sağlayabilirler. Ve yine bütün varlıklar elbirliğiyle sana zarar vermek isteseler, Allah’ın takdir ettiğinden fazlasını yapamazlar. Kaderi yazan kalemin işi bitmiş, yazılanlar ise kurumuştur. Bilmiş ol ki, Allah’ın yardımı ancak sabredenler içindir. Ve her zorlukla beraber mutlaka bir kolaylık vardır.” Bu öğütleri biz de hiç unutmayalım. ...Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla (sükunet) huzur bulur. Rad Suresi Ayet:28 ÖRNEK NESİL Mehmet AĞA DIHYE-İ KELBÎ (Cebrâil (a.s)’ın şekline girdiği sahâbî) Bir köyde akıl noksanlığı olan Memmet Ağa yaşarmış. Bir gün Memmet emmi ölmüş. Kabrini eşip, hazırlamışlar, köy odasında toplanmış otururken, ağa memmet emminin mezarında sabaha kadar kim korkmadan yatarsa ona yirmi koyun vereceğim . Çobanın biri ben yatarım ağam demiş. Çoban korkusuzca kabire girmiş ve yatmış.Ağa yanındaki iki hizmetkarına gidin çobanı biz münker melekleriyiz diye korkutunda yirmi koyunu vermiyelim demiş.hizmetkarlar çobanın yanına gidip suallerini sormaya başlamış, çoban valla burası benim yerim değil memmet emminin yeri ben emanet duruyorum demiş. Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: - Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı. - Cebrâil Aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz. Hüseyin’e verdi. Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. 68 Faik Eren Sultanbeyli YAŞAROĞLU / Burhan UYKUDAN UYANINCA OKUNACAK DUA Peygamber Efendimiz (s.a.v) uykudan uyanınca şu şekilde dua ederdi: “Ruhumu bana geri veren ( beni uyuduktan sonra uyandıran), bedenime sağlık ve afiyet veren ve kendisini zikretmem için bana izin veren Allah’a hamdolsun.” Buhari İBADET ÇEŞİTLERİ (*) A) Dilin İbadeti: Dille hayırlı ve iyi işler yapmaktır. Örneğin: Kur’an okumak, doğru konuşmak, Allah’ı zikretmek, yalandan uzak durmak, kimsenin arkasından dedi kodu yapmamak, iftira etmemek. Eğer bunları ve benzeri şeyleri yaparsanız Allah’a dilinizle ibadet etmiş olursunuz. B) Kalbin İbadeti: Kalple güzel ve iyi şeyler yapmaktır. Örneğin:Allah’ı sevmek ve O’nu razı/memnun edememekten korkmak, O’na güvenmek, emirlerine uymak, yasaklarından uzak durmak, bizden razı olmasını ve bizi cennetine koymasını istemek. Mü’minleri sevmek ve kendimiz için istediğimiz şeyleri onlar içinde istemek. Bunları ve benzeri şeyleri yaptığınız zaman Allah’a (c.c) kalbinizle ibadet etmiş olursunuz. C) Bedenin İbadeti: Bedenle hayırlı ve güzel işler yapmaktır. Beş vakit namazı sürekli kılmak, insanlar için sürekli iyi işler yapmak, Allah yolunda çalışmak gibi...Bedeni kötü işlerden uzak tutmak da ibadettir. Müslümanlara sıkıntı vermemek, kötü işler yapmamak… Bunları ve benzeri şeyleri yaptığınız zaman bedeninizle ibadet etmiş olursunuz. .................................................……… * - Çocuklar İçin İslam Akaidi - Usame Abdussemi – Polen Yayınları FIKRA BİLMECELER Öğretmen, Öğrencilere: - Sizlere sorular soracağım. Birinci soruyu bilene ikinci soru sorulmayacak. Simdi söyle bakalım Ahmet bir hindinin kaç tane tüyü vardır? - 9567 tane tüyü vardır Öğretmenim! - Nereden öğrendin bunu? - Öğretmenim, hani ikinci soru sorulmayacaktı. 1- Hangi on tatlıdır? 2- Uzaktan baktım bir karataş, yanına gittim dört ayak bir baş 3- Açarsam dünya olur yakarsam kül olur. 4- Temel her şimşek çaktığında saçını, başını düzeltiyormuş. Niçin? Sevda TERZİ / Bayburt Abdussamed GENCER / DARICA Burhan Cevaplar 1- Bal-On 2- Kaplumbağa 3- Harita 4- Fotoğrafının çekildiğini sanıyormuş 69 Otuzüç Sizden gelenler A.Kadir TEMUR Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in Sancaktarı ABDÜLVEHHAB GAZİ (r.a) Abdülvehhab Gazi (r.a) hazretleri hicri 103– Soyu: Kendi kaleminde kitab-ı Tevhid isimli 104 tarihlerinde Emevi Hükümdarı Sultan Abdül- Risalesinde Ebeveyni muhteremlerini şöyle zikret- melik tarafından Anadolu’yu Feth etmek için miştir. Abdülvehhab bin boht bin Hüsrev bin Veliy- gönderilen ordulardan birinde Piştar yani öncü ku- yüd-din el Amidiyye (haşera humullahu meas Sıddîkîn ves Salihin.(2) mandandı. Aslen kendi Türk Beyi olup, İslamiyet’i kabul ettikten sonra, Peçenek Türklerinden birço- Abdülvehhab Gazi (r.a)’ın Boyundan gelen ğunun Müslüman olmalarına sebep olmuştur, hatta değerleri yüksek insanlar, Örnek ahsiyetlerden ba- kendisinin Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in hizme- zıları: tinde bulunmuş olduğu ve zamanında da sancaktarlık yaptığı rivayet edilmektedir. (Roma Bey Böyrek Veli, Hoca Ahmet Yesevi, Dede İmparatorluğunun doğu karargâhı) olan Babert Korkut Veli, Necmeddin-i Kilanî Ekber-i Kebirî, Konstantin üç Hisarlı kalesi, (Bayburt Kalesi) ilk ola- M.Ekmelüddin Babertî, Ahmed-i Zencanî, Evliya rak Hicri 105, Miladi 724 tarihinde bu komutan ta- Çelebi Ahmed, Mehmet Kirman-i Çağığan, Zahidi- rafından zapt (FETH) olunmuştur. Bu tarihten i Geylenî, Ahi Emir Ahmed Hoca, Hacıpaşa Molla itibaren Asya ve Anadolu’ya giriş noktası olmuştur. Fenar-i, Hoca Ekmel Bekir Çelebi, Sultan Fakih, Hoca Hayran, Hoca Yakut, Hoca gavsi Veysel, Türbesi: Abdülvehhab Gazi (r.a) Bayburt’da Duduzar (Erenli) Karyede şehit olarak oraya defne- Mehmet el Babertî, Hoca Damat Ali, Meşayıh Hoca Haydar Han, Hz’leri (R.Aleyhim Ecmain) dilmiş ve bulunduğu yere miladi 1591 tarihinde kendi adına bir zaviye yaptırılmıştır. Yaptırılan bu Tercüme: Azimet Karatekin, Emekli İmam Hatibi zaviye, o döneme ait olan tapu defterindeki kayıtlardan anlaşılmaktadır. (Zaviye-i Abdülvehhab Gazi Derneği, Karye-i Tarihçi Yazar, Tercüman,(Noter Tasdikli) .................................................................... Bibliyografya: dudlar Lalelik, Tabi-i Bayburt/Türkiye ) (1) (1) T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müd. Osmanlı Arşivleri, Daire Başkanlığı Ev, D,15070,sayfa 1-A. Sultanahmet / İstanbul Abdülvehhab Gazi (r.a)’ın Sivas, Harput, Ak- (2) Kitab-ı Tevhid (çeviri) Azimet Karatekin Bayburt. şehir, Ahlat ve İznik’te de kendisi adına yapılamış (3) Erzurum (Evkaf)Vakıflar bölge Müd.(Hicri,1317,Miladi,1899)tarihli Erzurum salna- makamları olduğu bilinmekle beraber, kaynaklar mesi sayfa ./195 zaviyenin sadece Bayburt’ta olduğunu kesinleştir- (4) Evliya Çelebi Seyehatnamesi (Üç dal Neşriyat)Cilt,2 sayfa /647 Mehmed Zıllioğlu mektedir. (1-3) (5) Türkiye Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi- Cilt 5.sayfa-227. 70 Erzurum. Burhan Satırlık Hakikatler üphesiz senin için son olan ilk olandan (ahiret dünyadan) daha hayırlıdır. En cömert insan, muhtaçken verebilendir. (Duha 4) Hz. Ömer Maddî hayata tapanlar, deniz Kimseden sana kötülük suyu içenlere benzerler, gelmesini istemiyorsan, fena içtikçe susuzlukları artar. söyleyici, fena öğreticisi, fena düşünceli olma. Muhiddin-i Arabî Hz. Mevlana Birçok kimseye dostluk gösterdim. Onlardan bir dostluk görmedim. Yine de dostluktan vazgeçmedim. Hz. Ali Keremi takvâda, zenginliği yakînde (ilimde, marifette, bilgide) ve şerefi tevâzuda bulduk. Hz. Ebû Bekir Tasavvuf, güzel ahlâktan ibârettir. İmam-ı Kettânî Burhan Kılıcın yapamadığını, adalet yapar. Kanunî Sultan Süleyman Sana yapılan haksızlıkları toza, iyilikleri mermere yaz. Benjamin Franklin 71 Değermi Misafirsen şu üç günlük dünyada, Gam yüküyle dolaşmaya değer mi? Dünya bir damladır sanki deryada, Bir damlaya bulaşmaya değer mi? Bir tatlı yalanı yaşarım diye, Elinden kaçacak, gerçek hediye, Peşinden gelse de yar diye, diye, Bir hayalle buluşmaya değer mi? Uyan artık, geçiciyse bu diyar, Bir nefeslik nargileyi kar sayar, Süleyman’a bile olmadı ki yar, Azrail’e ilişmeye değer mi? Madem bir oyundur dünya hayatı, Elbet olacaktır oyuncak atı, Sana hoş gelse de iğreti yatı, Bir saatlik dolaşmaya değer mi? Tamahkâr köstebek, oyuna geldi, Üç patates için, üç çuval deldi, Bir ömür çaldı da ne yiyebildi, Rezilliğe alışmaya değer mi? Hayat, iman ile anlam kazanır, Dünya, seni bozmak için bezenir, Solucanda bu âlemde gezinir, Çukurlarda gelişmeye değer mi? Hayatı din ile döşemek varken, Kutsal emaneti taşımak varken Her çağın gönlünde yaşamak varken, Bir mideye çalışmaya değer mi? Sebahattin TÜZÜN stuzun42@hotmail.com Burhan 72