Albert Camus İLK ADAM
Transkript
Albert Camus İLK ADAM
Albert Camus İLK ADAM özelbil Türkçesi TAHSİN YÜCEL CAN YAYINLARI LDT. ŞTİ. Hayriye Caddesi No. 2. 80060 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0-212) 252 56 75 - 252 59 88 - 252 59 89 Fax: 252 72 33 Özgün adı Le premier homme ISBN 975-510-602-2 © Ğdition Gallimard / Onk Ajans Ltd. / Can Yayınlan Ltd. Şti. (1994) SUNUŞ Albert Camus, İlk Adam üzerinde çalıştığı sıralarda, notları arasına, "Kitap bitmemiş olmalı", diye yazıyor, bitme- mişlik konusunda bir de örnek veriyordu: "Ve kendisini Fransa’ya getiren vapurda..." Koca bir romanı askıda bırakan bir yarım tümce! 4 Ocak I960’ta korkunç bir araba kazası yaşamına son verirken, yanında taşıdığı romanını da "bitmemiş" durumda bıraktı. Üstelik, düşündüğünden çok daha "bitmemiş durumda". Öyle ya, bitirilmiş yapıtlarına bakılarak bir yargıya varılabilirse, Camus’nün aradığı bitmemişlik böyle bir bitmemişlik olamazdı. Her şey söylenecek, ama, yapıt bitmemiş bir tümceyle bitirilerek, örneğin Gide’in Kalpazanlarının ya da kendi yapıtı Düşüş’ün sonunda olduğu gibi, biçimsel bir bitmemişlik, bir açıklık izlenimi yaratılacaktı. Oysa, beklenmedik ölüm, İlk Adam’ı bir "açık yapıt" a dönüştürüyor: her anlatı gibi onun da bir sonu var, ama bu kesin bir son olarak düşünemiyorsunuz, düşünseniz bile, başka herhangi bir sondan daha geçerli olduğunu kesinlemeyi göze alamıyorsunuz. Gene de, hele bir arada düşünüldükleri zaman, "açık yapıt" kavramının da, "bitmemiş yapıt" kavramının da görel niteliğini vurgulamak gerekir. İlk Adam Camus’nün ölümünden hemen sonra, bitmiş bir yapıt diye sunulabilir, okur da, başarılı ya da başarısız, ama bitmiş bir yapıt olarak değerlendirebilirdi: yazarları ya da yayımcılarınca "bitmiş" diye sunulan, ama çok daha "bitmemiş" yapıtlar vardır. Aynı okur, aynı biçimde, "kapab", yani başı sonu belli bir anlatı olarak da değerlendirebilirdi İlk Adatn’ı: ne de olsa, İlk Adam da her anlatı gibi belirli bir süre içinde, belirli bir çevrede, belirli insanların öyküsünü anlatıyordu, başı da, sonu da vardı. Öyle 5 anlaşılıyor ki, tam otuz dört yıl süresince, Camus’nün kalıtçılarını ve dostlarını bu yapıtı okur önüne çıkarmaktan alıkoyan da bu olmuştu: "hızlı bir yazıyla, kalemin akışınca yazılmış", yazıldıktan sonra da hiç mi hiç üzerinde çalışılmamıştı, ama onlar, haklı olarak, "sonuçlanmış” bir yapıt gibi algılanır diye korkuyorlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, yapıtın özyaşam öyküse 1 niteliği de bu olasılığı güçlcndirmektcydi. Kısacası, "açıklık", hatta "bitmemişlik" İlk Adam*m içkin nitelikleri değil: anlatının başına konulan "Yayıncının notu", özellikle de arkasına konulmuş "Ekler" kazandırmakta ona bu nitelikleri, yapılmış olanla yapılmak istenen, daha doğrusu yapılmak istenenler arasındaki uzaklık, daha doğrusu uzaklıklar kazandırmakta. Ne olursa olsun, gerek elimizdeki bölümler, gerek taslaklar ve notlar, Albert Camus’nün İlk Adam'm amacı, kapsamı, yapısı ve erimi konusunda kesin bir karara varmamış olduğunu gösteriyor bize. Bu da elimizdeki anlatının aynı zamanda birkaç "olası" romanın kaynağını oluşturduğunu kanıtlıyor. İsterseniz, bu olası romanların başlıcalarım ana çizgileriyle belirlemeye çalışalım: 1. Bir aile romanı. Camus, notlarının bir yerinde, "Bu yoksul aileyi yoksulların yazgısından, iz bırakmadan tarihten silinmek olan yazgısından kurtarmak" istediğini vurgular, bir başka yerinde, "Burada aynı kanla ve tüm farklılıklarla bağlı bir çiftin öyküsünü yazmak istiyorum", diyerek özellikle "anne" ile "oğul" ilişkisi üzerinde yoğunlaşan bir aile romanına varmak istediğini sezdirir; bir başka yerinde de "Kısaca sevdiklerimden sözedeceğim, yalnız bundan", diye kesip atarken, romanın sınırlarını genişletir gibi görünürse de çocukluk ve gençlik döneminin insanlarının yüreğinde nasıl bir yer tuttuğunu bildiğimiz için, gene aynı çevrede kalacağını düşünürüz. Doğrusunu söylemek gerekirse, elimizdeki bölümler de destekler bu varsayımı: İlk Adam, birtakım değişikliklere karşın, öncelikle bir özyaşamöyküsüdür, bir yandan ailenin 6 (annenin, büyükannenin, kardeşin, dayının, akrabaların), bir yandan romanın baş kişisi ve gizli anlatıcısı Jacques’m yaşamının bir başka ortamını oluşturan sokağı, okulu, öğretmenleri ve arkadaşları kapsar. 2. Bir yetişim romanı. Anlatı, elimizdeki biçimiyle, daha çok Jacques’m çocukluk ve ilk gençlik dönemini yansıtır. Ancak. bu dönemlerin bize sonradan, kırkına ulaşmış kahramanın anımsadığı biçimiyle yansıdığını bildiğimiz gibi, aynı kahramanın başka serüvenlerini de biliriz: en azından notların gösterdiği kadarıyla, başarılı bir insan olmuştur, Fransa’da direnişe katılmıştır, çok kadınlarla düşüp kalkmıştır, vb. Ama, gene notların gösterdiği kadarıyla, romanın olası sonlarının büyük çoğunluğu annenin yanma dönüş ve anneye açılma biçiminde belirdiğine, yani, çoğu halk masallarında gördüğümüz gibi, tüm öykü dairesel bir yolculuk ve yolculuğun sonunda, daha başlangıçta gözümüzün önünde ışıldayan bir gerçeğin en sonunda bulgulanması olarak tanımlandığına göre, îlk Adarn’ı bir yetişim serüveni olarak da değerlendirmek hiç de yanlış olmaz. 3. Babanın romanı. îlk Adam hep annenin çevresinde döner, altı olası sondan dördü de anneye dönüşle noktalanır, ama, ne denli çelişkin görünürse görünsün, daha kurgusunda ("Babasının mezarının başmda, zamanın parçalandığım duyumsadığı zaman - bu yeni zaman düzeni kitabın zaman düzenidir".) ve ana bölümlerinin adlandırılmasında bile (birinci bölüm Babayı arayış, ikinci bölüm Oğııl ya da İlk adam adını taşır), bir başka kişinin: "baba"nm romanı olarak belirir aynı zamanda, en azından babanın aramşının romanı olarak belirir. Baba, daha Jacques Cormer/nin doğduğu yıl savaş alanında ölmüş, o da onun yokluğunu uzun yıllar süresince duymamıştır. Ama, biraz da annesinin gönlünü hoş etmek için, Saint-Brieuc’e, mezarını görmeye gittikten sonra, babanın eksikliğini yaşamın eksikliği olarak algılamaya başlar. îsn az kırk yıl geriden, babasının yaşamını ve kimliğini araştırıp yeniden kurmaya çalışır. Hiç kuşkusuz, bu kurgu 7 yalnız babasının kimliğini değil, bir ölçüde kendi yaşamını da temellendirecektir. Bu arayışın romanının sonunu Albert , Camus şöyle düşünür: "Son. Oğlunu Saint-Brieuc’e götürür. Küçük alanda karşı karşıya dikilmişlerdir. Nasıl yaşıyorsun? der oğul. Ne? Evet, sen kimsin, vb. (Mutlu) çevresinde ölümün gölgesinin yoğunlaştığını duydu", r 4. Cezayir’in romanı. İlk Adam bir anlamda Yitik zamanın ardında'nın karşıtı olarak nitelenebilir. //A - Adam'm anlatıcısı, “Yitik zamanı ancak zenginler yeniden bulur", der. Yoksullar, ’’yorgunlukların ağırlığı altında", daha çabuk unuturlar, yaşama katlanabilmeleri için de fazla iyi anımsamamaları, günü gününe yaşamaları gerekir. Üstelik, Jacques’in "yeniden bulma"ya ya da "yeniden kurma‘‘ya çalıştığı yaşam bir yoksulun kırk yıl önce noktalanmış yaşamıdır. Hem de bu adam hiçbir yerde uzun süre kalmamış, hiçbir zaman konuşkan bir insan olmamıştır. Şimdi Jacques’a ona ilişkin bilgi verebilecek başlıca kişiler (annesiyle dayısı) de yarı dilsizdir. Böylece, babası konusunda bilgi toplamak umuduyla gittiği Mondovi’den dönerken, Jacques babası ”bu köyün ve bu ovanın adsız tarihinde" eriyormuş gibi bir izlenime kapılır. Gene de, Mondovi’deki yaşlı hekimle Veillard’dan Fransızlar’ın Cezayir topraklarına yerleşmesinin ayrıntılarını dinledikten, yaşb hekimle birlikte, adsız kişilerin yattığı mezarlığı gezdikten sonra, babası konusunda en çok bilgiyi burada topladığına inanır. Bir başka deyişle, babasının öyküsünü tüm yerleşimin ve yerleşimi gerçekleştiren halk kökenli insanların, giderek tüm Cezayir’in öyküsüyle özdeşleştirir. Bu "unutuş toprağTnda, herkes "ilk adam"dır; babası da, kendisi de "ilk adam"dır. Böylece, kahramanın yaşamı bir yandan babasının, bir yandan da Fransız’ı ve Arab’ıyla tüm ülkeyle ve tüm ülkenin yüz yıllık tarihiyle bütünleşerek dev boyutlara ulaşır. 5. Cezayir bağımsızlık savaşının romanı. Kolaylıkla kestirilebileceği gibi, 1960 yılında, hem de konu böyle bir açılıma ulaştıktan sonra, Albert Camus gibi hem güncel olaylara fazlasıyla duyarlı, hem de doğup büyüdüğü ülkeye tutkun bir ya- zarın Cezayir’in uzun bağımsızlık savaşını bir yana bırakması düşünülebilecek bir şey değildir. Bırakmaz da. Hem romanın yazılmış bölümlerinde bu direnişin izlerini buluruz, hem de hazırlık notları Camus’nün bu direnişe çok geniş bir yer vermek eğiliminde olduğunu gösterir. Örneğin Saddok’la konuşmalar, örneğin bir direnişçiyi barındırma nedeniyle tutuklanma. örneğin işkenceci subaya yapılan ilginç uyarı yazılması düşünülmüş oluntulardan yalnızca birkaçı. Romanın tasarlanmış sonlarından biri de bu direnişle ilgilidir: "Toprağı geri verin, hiç kimsenin olmayan toprağı. Satılacak da, satınah- nacak da olmayan toprağı". Hiç kuşkusuz, daha başka gelişmelerden, daha başka sonlardan da sözedilebilir. Örneğin "Aynı zamanda dünyanın sonunun öyküsü olmalı bu - içinden şu ışık yıllarının özlemi geçen", derken, Albert Camus’nün romanına bir başka boyut vermek istediği düşünülebilir. Bu yönelimlerin yalnızca biri üzerinde yoğunlaşacağı da, birkaçını ya da hepsini birlikte götüreceği de tasarlanabilir. Öte yandan, İlk Adam'ın, bitirilmiş olması durumunda, Camus’nün tasarladığı birbirinden ilginç kurguların hangisiyle biçimleneceğini kestirmeye çalışabilir, kurguya göre tutacağı yönlerin düşüne dalabiliriz. Ama, doğrusunu söylemek gerekirse, İlk Adam, her şeyden önce, Albert Camus’nün hem kendi kendine, hem bizlere verdiği bir sözü yerine getirme girişimi olarak etkiliyor beni. Albert Camus, ölümünden topu topu iki yıl önce, Tersi ve Yüzü’ye yazdığı "Önsöz'”de, "Bir dil kurma, söylenleri yaşatma yolunda bunca çabaya karşın, günün birinde Tersi ve Yüzücü yeniden yazmayı başaramazsam, hiçbir şeye ulaşmamış olacağım. İşte benim bulanık katum. Ne olursa olsun, bunu başaracağımı düşlememe, bu yapıtın odağına bir annenin hayranlık verici sessizliğini, bir adamın da bu sessizliği dengeleyen bir adalet ya da aşkı yeniden bulma çabasını koyacağımı kurmama hiçbir şey engel değil", diyordu. İlk Adam, Catherine Conner/nin "hayranlık verici sessizliği" çevresinde, işte bu izlenceyi gerçekleştirme yolunda bir çaba olarak beliri- 9 yor. Zamansız bir ölümün bu çabanın sonuçlanmasına izin vermemiş olmaması, İlk Adam'a ilgimizi azaltmıyor, tam tersine, artırıyor. TAHSİN YÜCEL 10 Yayımcının açıklaması Bugün İlk Adam’r yayımlıyonız. Albert Camus’nün ölümünden önce üzerinde çalışmakta olduğu yapıt söz konusu. Elyazması, 4 Ocak 1960’ta, çantasında bulunmuştu. Kimi zaman noktasız virgiilsüz, okunması zor, hiç yeniden ele alınmamış, hızlı bir yazıyla, kalemin akışınca yazıtmış 144 sayfadan oluşmakta (Bakınız metin içinde, 10, 49, 109 ve 233’cü sayfalardaki tıpkı basımlar). Bu metni elyazmasından ve Francine Camus’nün yaptığı ilk daktilo edilmiş biçiminden yola çıkarak düzenledik. Anlatının iyi anlaşılabilmesi için, noktalama yeniden düzenlendi. Doğru okunduğu kuşkulu sözcükler köşeli ayraç içine alındı. Okunamayan sözcükler ya da tümce parçalan köşeli ayraç içinde bir boşlukla. Sayfa altında, üstte belirtilmiş değişkeler yıldız belirtkesiyle, sayfa kıyısındaki eklemeler bir haıfle, yayımcının açıklamalanysa, bir rakamla gösterilmektedir. Ekte (I’den Ve dek numaraladığımız "yapraklar"ı bulacaksınız. Bunların kimileri elyazmasının arasında (yaprak I bölüm 4’ten, yaprak II bölüm 6-2’den önce) yer almaktaydı, ötekiler (III, IV ve V) elyazmasının sonuna konulmuştu. Yazarın yapıtına nasıl bir gelişim vermek istediğini okuntu sezinlemesini sağlayan İlk Adam (Not ve planlar) diye ad- landmlmış olan defter, spiralli ve kareli bit küçük defter, sonuna eklendi. İlk Adam okunduğu zaman, Camus’nün Nobel ödülü ertesinde ilkokul öğretmeni Louis Germain’e yolladığı mektupla Louis Germain’in kendisine yazdığı mektubu eklememizin nedeni anlaşılacaktır. Bize cömert ve sürekli bir biçimde sağladıkları yardım için burada Odette Diagtıe Creach, Roger Grenier ve Robert Gallimard’a teşekkür borçluyoruz. Catherine Camus / 11 BABAYI ARAYIŞ Aracı: Vve Camus Bu kitabı hiç okuyamayacak olan sana.8 Taşlı bir yolda ilerleyen küçük arabanın yukarısında, kocaman ve yoğun bulutlar alacakaranlıkta doğuya doğru koşmaktaydı. Üç gün önce, Atlantik’in üzerinde kabarıp batı yelini beklemişler, derken, önce ağır ağır, sonra gittikçe daha hızlı, sarsılmış, dosdoğru anakaraya yönelerek sonbaharın yakamozlu suları üzerinden uçmuş, Fas sırtlarında tiftiklenip dağümışb, Cezayir’in yüksek yaylalarında sürüler biçiminde yeniden toplanmışlardı, şimdi de, Tunus sınırına yaklaşırken, yokolup gitmek üzere Tiren denizine ulaşmaya çabalıyorlardı. Bu adsız ülkenin üzerinden bin yıllar boyunca imparatorlukların ve halkların geçtiğinden azıcık daha hızlı geçerek, kuzeyde devingen denizin, güneyde kumların donmuş dalgalarının koruduğu bu bir tür uçsuz bucaksız adanın üzerinden binlerce kilometrelik bir koşudan sonra, atılışları gücünü yitiriyor ve kimileri şimdiden iri ve seyrek yağmur damlaları biçiminde eriyor, damlalar dört yolcunun üzerindeki bez körüğün üzerinde çıtırdamaya başlıyordu. Araba oldukça iyi çizilmiş, ama ancak oturmuş yolun üstünde gıcırdıyordu. Zaman zaman, demirli tekerlek çemberinin ya da bir atın toynağının altından bir kıvılcım fışkırıyor, bir çakmaktaşı gelip arabanın a. (yerbilimsel adsızlık eklenecek. Kara ve deniz.) b. Solferino. tahtasına çarpıyor ya da, tersine, duyulur duyulmaz bir sesle, hendeğin yumuşak toprağına gömülüyordu. Bu arada iki küçük at düzenli bir biçimde ilerliyor, ev eşyası yüklü, ağır arabayı çekmek için göğüsleri ileride, arada bir şöyle bir sendeliyor, farklı tırıslarıyla yolu durmamacasına geriye atıyorlardı. Bazı bazı ikisinden biri burun deliklerinden havayı gürültüyle püskürtüyor, koşusu bozuluyordu. O zaman, arabayı süren Arap eskimiş* dizginlerin kayışını sırtında şaklatıyor, hayvan da güzelce eski uyumuna dönüyordu. Ön sırada, sürücünün yanında oturan adam, yüzünden hiçbir şey sezilmeyen, otuz yaşlarında bir Fransız, altında devinen iki sağrıya bakıyordu. Yapılı, tıknaz, uzun yüzlü, geniş ve köşeli alınlı, sert çeneli, açık renk gözlü bir adamdı, mevsimin ilerlemiş olmasına karşın, dönemin modasma göre, kalın bezden yapılmış, yakadan kapalı, üç düğmeli bir ceket giymiş, kısa kesilmiş saçlarının üzerine hafif bir kasket* geçirmişti6. Yağmurun üzerlerinden akmaya başladığı anda, arabanın içine doğru döndü: "İyi misin?" diye seslendi. Birincisiyle eski bavullar ve ev eşyaları yığını arasına sıkışmış ikinci bir sıranın üstünde, yoksul bir biçimde giyinmiş, ama kaba yünden bir büyük şala sarınmış bir kadın hafiften gülümsedi. Belirsiz bir özür dileme devinisiyle, "Evet, evet", dedi. Dört yaşında bir küçük oğlan kendisine yaslanmış uyuyordu. Yumuşak ve düzenli bir yüzü, dalgalı ve kara İspanyol saçları, küçük, düz bir burnu, güzel ve sıcak kahverengi gözleri vardı. Ama bu yüzde birşeyler şaşırtıyordu insanı. Yorgun- * Kullanılmaktan çatlak çatlak. a. yoksa bir tür melon mu? b. ayaklannda kaba kunduralar. 16 luğun ya da buna benzer herhangi bir şeyin yüz çizgileri üzerine geçici olarak yazdığı bir tür maske değildi bu, hayır, kimi günahsızların sürekli olarak taşıdıkları türden, bir uzaklık, bir tatlı dalgınlık havasıydı daha çok, ama burada gizliden gizliye yüz çizgilerinin güzelliğinin yüzeyine gelmekteydi. Bazı bazı da bakışın öylesine çarpıcı iyiliğine bir nedensiz korku ışıltısı karışıp hemen sonra sönüyordu. Şimdiden çalışmaktan bozulmuş ve eklem yerleri biraz boğumlanmış elinin ayasıyla usulca kocasının sırtına vuruyor, "İyiyim, iyiyim", diyordu. Birden gülümsemeyi keserek körüğün altından üstündeki su birikintilerinin ışıldamaya başladığı yola baktı. Adam baldır üzerinde daralan geniş pantalonuyla kalınlaşmış, sarı bağcıklı sangının altında sessiz sessiz oturan Arap’tan yana döndü. "Daha uzak mı?" Arap kocaman, ak bıyıklarının altından güldü. "Sekiz kilometre daha gittik mi geldin demektir." Adam geriye döndü, gülümsemeden, ama dikkatle karısına baktı. Gözlerini yoldan ayırmamıştı. "Dizginleri bana ver, dedi adam. - Nasıl istersen", dedi Arap. Dizginleri ona bıraktı, yaşlı adam altından bıraktığı yere doğru kayarken, adam üzerinden geçti. Dizginlerin kayışını iki kez şaklatarak atlara egemen oldu, tırıslarını düzeltip daha doğru çekmeye başladılar birden. "Attan anlıyorsun", dedi Arap. Yanıt geldi, kısa, gülümsemeden: "E- vet". Işık azalmıştı, birden gece ortalığa yerleşiverdi. Arap soluna konulmuş dört köşe feneri sürgüsünden çekti, dibe doğru döndü, içindeki mumu yakmak için birkaç kibrit harcadı. Sonra feneri yerine koydu. Yağ- mur şimdi yumuşak ve düzenli bir biçimde yağıyordu. İlk Adam 17/2 Lambanın zayıf ışığında pırıldıyor ve, tüm çevrede, kesintisiz karanlığı hafif bir hışırtıyla dolduruyordu. Zaman zaman, araba dikenli fundalar boyunca ilerliyordu; birkaç saniye süresince hafiften aydınlanan kısa ağaçlar. Ama, geri kalan zamanda, karanlığın daha da genişlettiği boş bir uzam ortasında yol alıyordu. Yalnızca yanmış ot kokulan ya da ağır bir gübre kokusu, bazı bazı ekili topraklar arasından gidildiğini düşün- dürtüyordu. Sürücünün arkasında kadın konuştu, o da atlarını biraz tutup geriye doğru eğildi. "Hiç kimse yok, diye yineledi kadın. -Korkuyor musun? -Ne dedin?" Adam tümcesini yineledi, ama bu kez bağırarak konuştu. "Yok, yok, senin yanında korkmam.” Ama kaygılı görünüyordu. "Ağrıyor mu? Biraz." Adam atlarını hızlandırdı, ve yalnızca izleri ezen tekerleklerin ve yolu döven nalların kaba gürültüsü doldurdu yeniden geceyi. 1913 güzünde bir geceydi. Yolcular iki saat önce Böne garından yola çıkmışlardı. Sert üçüncü mevki sıraları üzerinde bir gece bir gündüzlük bir yolculuktan sonra Cezayir’den gelmişlerdi buraya. Arabayı ve yirmi kilometre içerilerde, küçük bir köyün yakınında bulunan bir çiftliğe götürmek üzere kendilerini bekleyen Arab’ı garda bulmuşlardı, adam bu çiftliğin yönetimini alacaktı. Sandıkların yüklenmesi ve birkaç iş zaman almıştı, yolun kötülüğü daha da geciktirmişti onları. Arap, yoldaşının kaygısını anlıyormuş gibi, "Korkmayın, dedi. Buralarda haydut yoktur. -Her yerde var, dedi adam. Ama gereken var bende." Dar cebinin üstüne vurdu. "Haklısın, dedi Arap. Her zaman çılgınlar çıkar." Bu sırada, kadın kocasına seslendi. "Henri, sancı var", dedi. Adam sövdü ve atlarım biraz daha kızış- 18 tirdi8. "Geliyoruz", dedi. Bir an sonra gene karısına baktı. "Hâlâ sancıyor mu?" Kadın ona görülmedik bir dalgınlıkla, gene de acı çekiyormuş gibi görünmeden baktı. "Evet, çok." Adam ona aynı ciddilikle bakmaktaydı. Kadın gene özür diledi. "Bir şey değil. Belki de trendendir." "Bak, köy", dedi Arap. Gerçekten de, yolun solunda ve biraz ileride, Solferino’nun yağmurdan bulanıklaşmış ışıkları görünmekteydi. Adam dııraladı, karısına döndü. "Eve mi gidelim, yoksa köye mi? diye sordu. -Eve, ev daha iyi." Biraz ileride, araba kendilerini bekleyen bilinmedik ev yönünde sağa döndü. "Bir kilometre daha", dedi Arap. Adam, karısına doğru, "Geliyoruz", dedi. Kadın, yüzü kollarının arasında, iki büklüm olmuştu. "Lucie", dedi adam. Kımıldamıyordu. Adam eliyle dokundu ona. Sessizce ağlıyordu. Adam hecelerini ayıra ayıra, sözlerinin devinilerini de yaparak bağırdı: "Yatacaksın. Ben gidip doktoru getireceğim. -Evet. Doktoru getir. Sanırım başladı." Arap, şaşkın, onlara bakıyordu. "Bebeği olacak, dedi adam. Köyde doktor var mı? -Evet. Gidip getiririm istersen. -Hayır, sen evde kalırsın. Göz kulak olursun. Ben daha çabuk giderim. Arabası mı var, atı mı? -Arabası var." Sonra Arap, kadına: "Bir oğlun olacak. Dilerim, güzel olur." Kadın anlamış gibi görünmeden gülümsedi ona. "Duymaz, dedi adam. Evde, iyice bağırırsın, elinle de gösterirsin." Araba birden nerdeyse gürültüsüzce gitmeye başladı. Birden daralmış olan yol yumuşak taşlarla kaplıydı. Kiremit çatılı küçük hangarlar boyunca ilerliyor, hangarların arkasında bağların ilk sıraları görünüyor- a. Küçük oğlan. 19 du. Zorlu bir üzüm şırası kokusu karşılıyordu onlan. Yüksek çatılı büyük yapılan geçtiler, ve tekerlekler ağaçsız bir tür avlunun cürufunu ezdi. Arap, konuşmadan, dizginleri alıp çekti. Atlar durdu, biri soluyarak başını silkeledi*. Arap kireçle badanalanmış bir küçük evi gösterdi eliyle. Çevresi göztaşıyla mavileştirilmiş küçük, basık bir kapının üzerinden bir asma dolanıyordu. Adam yere atladı, yağmurun altında eve doğru koştu. Açtı. Kapı boş ocak kokan, karanlık bir odaya açılıyordu.' Arkadan gelen Arap karanlıkta dosdoğru şömineye doğru yürüdü ve, bir kibrit çakarak, gelip odanın ortasında, yuvarlak bir masanın yukarısında asılı bir petrol lambasını yaktı. Adam, kırmızı karolu bir tekne, eski bir büfe ve duvarda rengi solmuş, kireç badanalı bir mutfağa şöyle bir baktı yalnızca. Aynı kırmızı karolarla döşeli bir merdiven kata çıkmaktaydı. "Ateşi yak", dedi, sonra arabaya döndü. (Küçük oğlanı aldı?) Kadın hiçbir şey söylemeden bekliyordu. Onu yere indirmek üzere kollarına aldı ve, bir an göğsünde tutarak, başım arkaya doğru eğdi. "Yürüyebilir misin? -Evet", dedi kadın, boğumlu eliyle onun kolunu okşadı. Adam onu eve doğru götürdü. "Bekle", dedi. Arap şimdiden ateşi yakmış, kesin ve becerikli devinilerle bağ çubuklarıyla besliyordu. Kadın, elleri karnının üstünde, masanın yanında duruyor, lambanın ışığına yönelmek üzere eğilmiş güzel yüzünden şimdi kısa acı dalgaları geçiyordu. Ne nemliliği, ne de bırakılmışhk ve yoksunluk kokusunu ayrımsar gibi görünüyordu. Adam yukarıdaki odalarda uğraşıyordu. Sonra merdivenin yukarısında göründü. "Yatak odasında şömine a. Gece mi? 20 yok mu? -Hayır, dedi Arap. Ötekinde de yok. -Gel", dedi adam. Arap yanma gitti. Sonra, arkadan, bir şilteyle göründü, öbür ucundan da adam tutuyordu. Şilteyi şöminenin önüne koydular. Arap yukarı çıkıp hemen sonra bir uzun yastık ve battaniyelerle dönerken, adam masayı bir köşeye çekti. "Yat şuraya", dedi karısına, sonra onu şilteye doğru götürdü. Kadın duralı- yordu. Şimdi şilteden yükselen nemli kıl kokusu duyulmaktaydı. Kadın bu yerleri en sonunda görüyormuş gibi korkuyla çevresine bakarak, "Soyunamam", dedi. "Altındakileri çıkar", dedi adam. Sonra yineledi:"Altındakileri çıkar". Sonra Arab’a döndü: 'Teşekkür ederim. Bir at çöz. Köye kadar binerim." Arap çıktı. Kadın, sırtı kocasına dönük, uğraşıyordu, o da kendisine sırtını döndü. Sonra kadın uzandı ve battaniyeleri üzerine çekip de uzanır uzanmaz, tek bir kez, uzun uzun, ağzı dolusu, sanki acmm içinde biriktirdiği tüm çığlıklardan bir bağırmada kurtulmak istemiş gibi bağırdı. Adam, şiltenin yanmda ayakta, bağırmasına ses çıkarmadı, sonra, o susunca, şapkasını çıkardı, bir dizini yere dayadı ve kapalı gözlerin üstünde güzel alnı öptü. Gene şapkasmı giyip yağmurun altma çıktı. Çözülmüş at ön ayakları cürufun üzerine dikili, şimdiden kendi çevresinde dönmeye başlamıştı. "Bir eyer bulayım, dedi Arap. -Hayır, dizginlerini bırak. Böyle binerim. Sandıkları ve öteberileri mutfağa al. Karın var mı? -Öldü. Yaşlıydı. -Kızın var mı? -Yok, Tanrı’ya şükür. Ama oğlumun karısı var. -Ona gelmesini söyle. -Söylerim. İçin rahat olsun." Adam incecikten yağan yağmurun altmda kımıldamadan duran yaşlı Arab’a baktı, o da ıslak bıyıklarının altından kendisine gülümsedi. O hâlâ hiç gülümsemiyor, ama 21 açık renk ve dikkatli gözleriyle ona bakıyordu) Ona elini uzattı, öteki de, Arap yordamıyla, parmaklarının ucuyla tutup dudaklarına götürdü. Adam cürufu gıcırdatarak geriye döndü, ata doğru yürüdü, çıplak sırtına atladı ve ağır bir koşuyla uzaklaştı. ■, Çiftlikten çıkınca, ilk kez köyün ışıklarını gördüğü dört yol ağzının yönünü tuttu. Şimdi köyün ışıkları daha canlı bir parıltıyla parlıyordu, yağmur dinmişti, sağda. onlara götüren yol, yer yer telleri parlayan bağlar arasından dümdüz çizilmişti. Yaklaşık olarak yarı yolda, at kendiliğinden yavaşladı ve yürümeye başladı. Bir tür dörtgen kulübeye yaklaşılıyordu, bir bölümü bir oda oluşturuyordu, örülmüştü, öteki, daha büyüğü, tahtalarla yapılmıştı, bir tür çıkık tezgâh üzerine büyük bir sundurma inmekteydi. Örülü bölüme bir kapı yerleştirilmişti; üzerinde "Tarım Kantini Mme Jacques" yazısı okunabilmekteydi. Kapının altından ışık sızmaktaydı. Adam atını kapının hemen yanında durdurdu ve, inmeden, vurdu. Aynı anda gür ve kararlı bir ses içeriden sordu: "Ne var? -Ben Saint-Apötre çiftliğinin yeni yöneticisiyim. Karım doğuruyor. Yardım istiyorum." Hiç kimse yanıt vermedi. Bir an sonra, sürgüler çekildi, demir çubuklar çıkarılıp kapı aralandı. ; Dolgun yanaklı,: kaim dudaklarının üzerinde burnu biraz basık bir Avrupalı kadının kara ve kıvırcık başı seçiliyordu. "Adım Henri Cormery. Karımın yanma gidebilir misiniz? Ben doktoru bulacağım." Kadın, erkekleri ve tersliği tartmaya alışkın bir bakışla gözlerini kırpmadan kendisine bakıyordu. O da bakışına kararlılıkla, ama bir açıklama eklemeden dayanıyordu. "Gidiyorum, dedi kadm. Çabuk olun." Adam teşekkür etti ve atım topukladı. Kısa bir süre sonra, ku- 22 ru topraktan sur gibi birşeyler arasından geçerek köye geldi. Görünüşe bakılırsa, tek olan bir sokak uzanıyordu önünde, çevresinde hepsi birbirine benzeyen, tek katlı, küçük evler sıralanmaktaydı, bu sokağı geçip ortasında, beklenmedik bir biçimde, demir iskeletli bir müzik yeri yükselen, yumuşak çakılla kaplı, küçük bir alana geldi. Sokak gibi alan da ıssızdı. Cormery evlerden birine doğru yürüyordu ki, atı birden yana saptı. Karanlıktan çıkıvermiş bir Arap, koyu renkli ve yırtık bir maşlak içinde, kendisine doğru yürüyordu. Cormery hemen, "Doktorun evi", diye sordu. Öteki atlıyı inceledi, inceledikten sonra da "Gel", dedi. Sokakta ters yönde ilerlemeye başladılar. Kireç badanalı bir merdivenle ulaşılan bir giriş katı içeren, niteliksiz yapılardan birinin üzerinde, "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" yazısı okunuyordu. Yanmda kaba sıvalı duvarlarla çevrili bir küçük bahçe, dibinde bir ev vardı, Arap bu evi gösterdi: "Burası", dedi. Cormery attan atladı ve, hiç yorgunluk izlenimi vermeyen bir yürüyüşle, bahçeden geçti, burada, tam ortada, gövdesi çürümüş, yaprakları kurumuş, bodur bir palmiye ağacından başka hiçbir şey görmedi. Kapıyı çaldı. Kimsecikler yanıt vermedi 3. Geriye döndü. Arap, sessiz, bekliyordu. Adam yeniden vurdu kapıyı. Öbür yanda bir ayak sesi duyuldu ve kapının arkasında durdu. Ama kapı açılmadı. Cormery gene vurdu ve "Doktoru arıyorum", dedi. Hemen sonra, sürgüler çekildi ve kapı açıldı. Genç ve bebeksi yüzlü, ama saçları nerdeyse ağarmış, uzun ve güçlü yapılı, bacaklarında tozluklar, sırtında bir tür avcı ceketiyle bir adam göründü. "Siz de nerden çıktınız, a. Ben Faslılara karşı savaştım (çift anlamlı bir bakışla), Fashlar iyi insanlar değildir. 23 dedi gülümseyerek. Sizi hiç görmedim." Adam açıkladı. "Ha, evet, belediye başkam söylemişti. Ama, doğrusunu isterseniz, doğurmak için garip bir memlekete geliyorsunuz." Öteki olayı daha sonrası için beklediğini, herhalde yanıldığını söyledi. "Neyse, herkesin başına gelir. Siz gidin, Matador’u koşup arkanızdan geliyorum." Dönüş yolunun ortasında, yeniden başlayan yağmurun altında, hekim, bakla kırı bir at üstünde, şimdi iyice ıslanmış, ama ağır çiftlik atının üstünde hâlâ dik duran Cormery’ye yetişti. "Garip bir geliş, diye bağırdı doktor. Ama göreceksiniz, iyidir buraları, sivrisinekleri ve kırdaki haydutları saymazsak." Şimdi yoldaşının hizasında durmaktaydı. "Ayrıca, sivrisinek konusunda, bahara kadar rahatsınız daha. Haydutlara gelince..." Gülüyordu, ama öteki tek sözcük söylemeden sürdürüyordu ilerlemesini. Doktor merakla ona baktı: "Korkmayın, dedi. Her şey yolunda gidecek." Cormery açık renk gözlerini ondan yana çevirdi, sakin sakin baktı ve, bir dostluk ayrımıyla: "Korkmuyorum. Çetin durumlara alışkınım, dedi. -İlk mi? -Hayır, dört yaşında bir oğlanı da Cezayir’de, kayın validemde bıraktım1." Yol ağzına geliyorlardı, çiftliğin yoluna saptılar. Az sonra atların ayaklan altında cüruflar uçtu. Atlar durup sessizlik yeniden çöktüğü zaman, evden gelen büyük bir çığlık duyuldu. İki adam attan indi. Üzerinden sular damlayan asmanın altında bir gölge kendilerini bekliyordu. Yaklaşınca, başına bir çuval geçirmiş yaşlı Arab’ı tanıdılar. "Merhaba, Kad- dour, dedi doktor. Durum nasıl? -Bilmiyorum, ben 1» Sayfa 12.‘yle çelişki: "ona yaslanıp uyuyan ktiçük bir oğlan". 24 kadınların odasına girmem, dedi yaşlı adam. -İyi bir ilke, dedi hekim. Hele kadınlar bağırdıkları zaman." Ama içeriden hiçbir bağırma gelmiyordu. Doktor kapıyı açıp girdi, Cormery de arkasından. Önlerinde, şöminede koca bir bağçubuğu ateşi yanıyor ve odayı tavanın ortasından sarkan bakır ve boncuk çevreli petrol lambasından daha çok aydınlatıyordu. Sağlarında, taş tekne birdenbire maden güğüm ve havlularla dolmuştu. Solda, orta masası açık renk tahtadan yapılmış bir küçük büfenin önüne itilmişti. Şimdi üzerine eski bir yol çantası, bir şapka kutusu, ufak tefek çıkınlar yığılmıştı. Odanın tüm köşelerinde, eski bavullar, bu arada kocaman bir sorgun-bavul, bütün köşeleri kaplıyor, yalnızca ortada, ateşin oldukça yakınında biraz boşluk bırakıyordu. Bu alanda, şömineye dikey olarak konulmuş şiltenin üstünde, yüzü kılıfsız yastığın üstünde biraz şaşkın, şimdi saçlan çözülmüş, kadm uzanmaktaydı 1. Battaniyeler şimdi şiltenin ancak yarısını örtüyordu. Şiltenin solunda, kantinci kadın, diz çökmüş, şiltenin açık yanını kapatıyordu. Bir küvetin üzerinde bir havluyu bükmekte, havludan kırmızı bir su damlamaktaydı. Sağda, bir Arap kadın, yere oturmuş, yüzü açık, bir sunu duruşunda, içinden sıcak su buğuları çıkan, biraz kavlamış bir ikinci küvet tutuyordu. İki kadm hastanın altından geçen, katlanmış bir çarşafı iki ucundan tutmaktaydı. Şöminenin gölgeleri ve alevleri, kireç badanalı duvarlar, odada gelip gitmeyi zorlaştıran denkler üzerinde inip çıkıyor, daha yakında da iki bakıcının yüzü ve battaniyeler altma gömülmüş hastanın bedeni üzerinde kızıl kı- I. Yazarın hızlı yazmasından kaynaklanan bir yineleme. (Çev.) 25 zil yalazlanıyordu. İki adam girdiği zaman, Arap kadın hafif bir gülümsemeyle bir an onlara baktı, sonra, zayıf ve esmer kollan hep küveti sunarken, ateşten yana döndü. Kantinci kadın olarak baktı ve keyifle: "Size gerek kalmadı, doktor, diye gürledi. Kendi başına oldu." Ayağa kalktı ve iki adam, hastanın yanında, şimdi içinden nerdeyse farkedilmez bir sürekli yeraltı gıcırtısı çıkaran,3 bir tür kımıltısız devinimle canlı, biçimsiz ve kanlı bir şey gördüler. "Öyle derler, dedi doktor. Umarım, göbek bağına dokunmamışınızdır. -Hayır, dedi öteki gülerek. Ne de olsa size de birşeyler bırakmak gerekiyordu." Kalktı, yerini doktora bıraktı. Kapıda durup şapkasını çıkarmış olan Cormery’nin gözünden bu kez de doktor sakladı bebeği. Doktor çömeldi, çantasını açtı, sonra Arap kadının elinden küveti aldı. Kadın hemen ışıklı alanın dışına çekildi ve şöminenin karanlık köşesine sığındı. Doktor, sırtı hep kapıya dönük, ellerini yıkadı, sonra ellerine biraz küspe kokan bir alkol döktü, koku hemen odayı doldurdu. Bu sırada, kadın biraz başını kaldırdı ve kocasını gördü. Olağanüstü bir gülümseme, güzel, yorgun yüzü değiştiriverdi. Cormery şilteye doğru ilerledi. "Geldi", dedi kadın bir solukta, elini çocuğa doğru uzattı. "Evet, dedi doktor. Ama kımüdamaym." Kadın sorarcasına ona baktı. Cormery, şiltenin ayak ucunda, ayakta, ona yatıştırıcı bir işaret yaptı. "Yat." O da geriye bıraktı kendini. Bu sırada eski kiremitlerle kaplı çatıda yağmur yeniden hızlandı. Doktor battaniyenin altında birşeyler yaptı. Sonra doğruldu ve sanki önünde birşeyler a. Mikroskop altında kimi hücrelerinki gibi. 26 salladı. Hafif bir çığlık duyuldu. "Oğlan, dedi doktor. Hem de iyi bir parça. -îşte iyi başlayan biri, dedi kantinci kadm. Bir göçle." Arap kadm köşede güldü ve iki kez el çırptı. Comery ona baktı, o da utanıp başını çevirdi. "Pekâlâ, şimdi bizi yalnız bırakın", dedi doktor. Cormery karısına baktı. Ama başı hep geriye düşmüş durumdaydı. Yalnızca elleri, kaba battaniyenin üzerinde gevşek, az önce yoksul odayı doldurmuş ve değiştirmiş olan gülümsemeyi hâlâ anımsatmaktaydı. Kasketini giyip kapıya yöneldi. "Adını ne koyacaksınız? diye seslendi kantinci kadın. -Bilmiyorum, düşünmedik." Ona bakıyordu. "Orda olduğunuza göre Jacques koyarız." Öteki bir kahkaha attı, Cormery çıktı. Asmanın altında, Arap, çuvalı hep başında, bekliyordu. Cormery’ye baktı, Cormery hiçbir şey söylemedi. "Tut", dedi Arap, sonra çuvalın ucunu uzattı. Cormery altına girdi. Yaşlı Arab'ın omzunu, giysilerinden yayılan duman kokusunu, bir de başlarının üstündeki çuvala düşen yağmur damlalarını duyuyordu. "Oğlan, dedi yoldaşına bakmadan. -Tanrı’ya şükürler olsun, diye yanıtladı Arap. Bir başsın." Binlerce kilometre ötelerden gelmiş yağmur durup dinlenmeden önlerine, üzerinde birçok su birikintileri oluşmuş curufun, uzakta bağların üzerine yağıyor, ve destek görevi yapan teller damlalar altında hep parlıyordu. Doğuda denize ulaşamayacaktı, şimdi tüm memleketi, ırmağın yakınındaki bataklık toprakları ve çevredeki dağları, kokusu aynı çuvalın altına sokulmuş iki adama dek ulaşan uçsuz bucaksız, nerdeyse ıssız toprağı sular altında bırakacaktı, bu arada, arkalarında, zayıf bir çığlık ikide bir yeniden başlıyordu. Gece, geç saatte, Cormery, uzun bir don ve bir fa- 27 niiayla karısının yanında ikinci bir şilteye uzanmış, tavanda alevlerin oynayışına bakmaktaydı. Oda şimdi aşağı yukarı toplanmıştı. Karısının öbür yanmda, bir çamaşır sepetinin içinde, çocuk şimdi sessizce dinleniyor, yalnız, arada bir, zayıf gırıltılar çıkarıyordu. Karısı da uyuyordu, yüzü kendisine dönük, ağzı biraz açık. Yağmur dinmişti. Ertesi gün, işe başlamak gerekiyordu. Yanmda, karısının şimdiden yıpranmış, nerdeyse ağaçsı eli de işi söylüyordu. Elini uzattı, usulca karısı- mnkinin üstüne koydu, sonra, arkaya dönüp gözlerini yumdu. 28 İ Saint-Brieuc “Kırk yıl sonra, Saint-Brieuc treninin koridorunda, bir adam, Paris’ten Manche’a uzanan bu köylerle ve çirkin evlerle dolu, dar ve düz memleketin bir bahar öğle sonunun solgun güneşi altında önünden geçişine beğenmemiş gibi bir havayla bakıyordu. Yüzyıllardan beri son metrekaresine dek ekilip biçilen bir toprağın çayırları ve tarlaları önünde birbirini izlemekteydi. Adamın başı açık, saçları kısa kesilmişti, ince çizgili, uzun yüzlü, boylu posluydu, mavi mavi ve dosdoğru bakıyordu, yaşının kırkı bulmasına karşın, yağmurluğunun içinde hâlâ ince görünmekteydi. Ellerini sağlamca dayanma demirine bastırmış, bedeninin ağırlığını tek bir kalçasına vermiş, yakası açık, bir rahatlık ve güçlülük izlenimi uyandırıyordu. Bu sırada tren yavaşlamaktaydı, sonunda kılıksız bir küçük istasyonda durdu. Bir an sonra, adamın durduğu pencerenin önünden oldukça şık bir genç kadm geçti. Valizini bir elinden ötekine geçirmek üzere durdu, bu sırada yolcuyu gördü. Gülümseyerek kendisine bakıyordu, o da gü- lümsemekten kendini alamadı. Adam camı indirdi, ama tren kalkmıştı bile. "Yazık", dedi. Genç kadın kendisine hep gülümsüyordu. Yolcu gidip üçüncü mevki kompartımanda, pencere yanmda bulunan yerine oturdu. Karşısında, seyrek ve yapışık saçlı, şişkin ve kırmızı yüzünün düşündür- a. Daha başlangıçta, Jacques'taki canavarı daha çok vurgulamak gerek. 29 düğü ölçüde yaşlı olmayan bir adam, gözleri kapalı, yığılıp oturrçıuş, göründüğü kadarıyla, zor bir sindirimin rahatsızlığı içinde, zorlu bir biçimde soluk alıyor, arada bir karşısındakine şöyle çabucak' bir göz atıyordu. Aynı sırada, koridor yanında, pazarlıklarını giymiş bir köylü kadm, başında mumdan bir üzüm salkımıyla süslü, garip bir şapka, donuk ve yavan yüzlü, kızıl saçlı bir cocu£un burnunu silivordu. Yolcunun aülümseme- si silindi. Cebinden bir dergi çıkardı, kendisini esneten bir yazıyı dalgın dalgın okudu. Bir süre sonra, tren durdu, "Saint-Brieuc" yazısını taşıyan bir levha yavaş yavaş gelip pencerenin önünde durdu. Yolcu hemen doğruldu, körüklü valizini yük yerinden kolaylıkla aldı, yol arkadaşlarını selamladıktan, onlar da şaşırmış bir havayla kendisine karşılık verdikten sonra, hızlı adımlarla çıkıp vagonun üç basamağını indi. Peronda, az önce bıraktığı bakır tırabzaW ' w na konmuş kurumun kirini hâlâ taşıyan sol eline baktı, bir mendil çıkarıp özenle sildi. Sonra çıkışa yöneldi, koyu renkli giysiler giymiş, donuk tenli yolculara yavaş yavaş yetişti. Küçük sütunlu sundurmanın altında, biletini gösterme zamanını sabırla bekledi, sessiz memurun biletini geri vermesini de bekledi, bekleme salonunun Cöte d’Azur’ün bile kurum renklerine büründüğü eski afişlerden başka bir süs bulunmayan, çıplak ve kirli duvarları arasından geçti, öğle sonunun eğri ışığı altında, istasyondan kente inen sokağı canlı adımlarla yürüdü. Otelde, ayırttığı odayı istedi, valizini taşımak isteyen patates suratlı kat hizmetçisinin önerisini geri çe* 30 çevirdi, gene de, kendisini odasına götürmesinden sonra, kadının kendisini de şaşırtan ve yüzüne sevecenlik anlatımı getiren bir bahşiş verdi. Sonra gene ellerini yıkadı ve kapısını kilitlemeden aynı canlı adımlarla aşağıya indi. Holde, kat hizmetçisine rastladı, ona mezarlığın yolunu sordu, fazlasıyla bilgi aldı, kibarca dinledi, sonra belirtilen yöne yöneldi. Şimdi çirkin kırmızı tuğlalı, sıradan evlerle çevrili, dar ve hüzünlü sokaklardan geçmekteydi. Bazı bazı, kalasları açıkta olan eski evlerin eğrilemesine dizilmiş kayağan- taşları görünüyordu. Arada bir geçen insanlar, çağdaş Batı’nın tüm kentlerinde bulunan cam eşyalar, plastik ve naylon başyapıtlar, berbat seramikler sergileyen vitrinler önünde durmuyorlardı bile. Yalnızca yiyecek dükkânlarmda bir bolluk vardı. Mezarlık yüksek ve kaba duvarla çevriliydi. Kapının yakınlarında, yoksul çiçek sergileri ve mermerci dükkânları. Yolcu bunlardan birinin önünde durup bir köşede şimdilik üzerinde yazıtı bulunmayan bir mezar taşının üstünde ödevini yapan uyanık görünüşlü bir çocuğa baktı. Sonra mezarlığa girip bekçinin konutuna yöneldi. Bekçi yoktu. Yolcu yoksulca döşenmiş, küçük odada bekledi, sonra bir plan ilişti gözüne. Bekçi içeriye girdiğinde bu plana bakmaktaydı. Koca burunlu, iri, budak budak bir adamdı, kalın ve kabarık ceketinin altında ter kokuyordu. Yolcu 1914 savaşı ölülerinin bölmesini sordu. "Evet, dedi öteki. Souvenir Français derler buraya. Hangi adı arıyorsunuz? -Henri Cormery", diye yanıtladı yolcu. Bekçi ambalaj kâğıdından, kocaman defteri açıp toprak rengi parmağıyla ad dizelgesini izledi. Parmağı durdu. "Cormery Henri, dedi, Marne savaşında ölüm- 31 cül biçimde yaralanmış, 11 Ekim 1914’te Saint-Brie- uc’te ölmüş. -Tamam", dedi yolcu. Bekçi defteri kapattı. "Gelin", dedi. Ve yolcunun önünden, kimileri alçak gönüllü, kimileri iddialı ve çirkin, hepsi de dünyanın neresi olursa olsun onurunu düşürecek türden şu mermer ıvır zıvırlarla kaplı ilk mezar sıralarına doğru yürüdü. Bekçi, ilgisiz bir havayla, "Bir akraba mı? diye sordu. - Babam. -Acı, dedi öteki. -Hayır, öldüğünde bir yaşımda bile yoktum. O zaman, anlarsınız ya. -Evet, dedi bekçi, ama olsun. Çok insan öldü." Jacques Cormery hiç yanıt vermedi. Hiç kuşkusuz, çok insan ölmüştü, ama, baba sevgisine gelince, içinde olmayan bir sevgiyi yaratamazdı. Yıllardır, Fransa’da yaşamaya başlayalı beri, Cezayir’de kalan annesinin kendisinden ne zamandır istediği şeyi yerine getirmeyi düşünüp duruyordu: babasının onun da hiç görmediği mezarını görecekti. Önce babasmı tanımamış olan, nasıl bir insan olduğu konusunda hemen hiçbir şey bilmeyen, kalıplaşmış devini ve davranışlardan da tiksinen kendisi, sonra da ölüden hiç sözetmeyen, kendi göreceklerinden de hiçbir şeyi imgeleminde canlandıramayacak olan annesi açısından, bu ziyaretin hiçbir anlamı olmadığını düşünüyordu. Ama yaşlı hocası SaintBrieuc’e çekildiğine ve böylece onu görme olanağını bulduğuna göre, bu bilinmedik ölüyü ziyaret etmeye karar vermiş, hatta sonunda tümüyle özgür olmak için bunu yaşlı dostunu görmeden önce yapmak istemişti. "Burası", dedi bekçi. Karaya boyanmış kaba bir zincirle birleştirilmiş, ufak, külrengi sınır taşlarıyla çevrili bir karenin önüne gelmişlerdi. Çok sayıdaki taşların hepsi birbirine benziyordu, birbirini izleyen sıralar biçiminde, düzenli aralıklarla konulmuş, üzerleri- 32 ne yazılar kazılmış, basit dörtgenlerdi. Hepsi de küçük birer taze çiçek demetiyle süslüydü. "Bakımı kırk yıldır Souvenir Français yükleniyor. Bakın, şurada." îlk sıradaki bir taşı gösteriyordu. Jacques Cormery taşın biraz uzağında durdu. "Sizi yalnız bırakıyorum", dedi bekçi. Cormery taşa yaklaştı ve dalgın dalgın baktı. Evet, onun adıydı. Gözlerini kaldırdı. Solgun gökte, ağır ağır ak ve külrengi bulutlar geçiyordu, gökten hafif bir ışık iniyor, sonra kararıyordu. Çevresinde, geniş ölüler alanında, sessizlik egemendi. Yalnızca kentten, yüksek duvarların üstünden boğuk bir uğultu gelmekteydi. Bazı bazı uzak mezarlar arasından kara bir gölge geçiyordu. Jacques Cormery, gözleri gökte bulutların ağır yolculuğuna dikili, ıslak çiçeklerin kokusu ardında şu sırada uzak ve kımıltısız denizden gelen tuzlu kokuyu yakalamaya çalışıyordu, bir mezarın mermerine çarpan bir kovanm çınlaması onu birden düşleminden sıyırdı. Taşta babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarihi okudu, "1885 -1914", ve kendiliğinden bir hesap yaptı: yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti8. Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğulu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil, olgun bir adamm haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı - burada birşeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, a. Geçiş. İlk Adam 33/3 oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca. O, artık görmediği bu mezarlar arasında kımıldamadan dururken, çevresinde zamanın gerisi de parçalanıyor ve yıllar sonuna doğru akan bu büyük ırmağa göre düzenlenmez oluyordu. Artık yalnızca çatırtı, çarpma ve geri tepmeydi, Jacques Cormery şimdi burada bunalım ve acımayla gırtlak gırtlağa çarpışmaktaydı 8. Dörtgenin öteki levhalarına bakıyor ve tarihlerden bu toprağın şu sırada yaşadıklarını sanan kır saçlı adamların babası olmuş çocuklarla dolu olduğunu anlıyordu. Öyle ya, kendisi de yaşadığını sanıyordu, tek başına yetişmişti, gücünü, yetisini biliyor, göğüs geriyor, varlığım elinde tutuyordu. Ama şu anda içinde bulunduğu garip baş dönmesinde, sonunda her insanın diktiği ve içine akmak ve son dağılmayı beklemek üzere yılların ateşinde katılaştırdığı heykel hızla çatlıyor, şimdiden yıkılıyordu. Şu bunalımlı, yaşamaya doyamayan, şu dünyanın kırk yıl boyunca kendisine eşlik etmiş ölümlü düzenine başkal- dırmış ve her zaman kendisini her türlü yaşamm gizinden ayıran duvar karşısında hep aynı güçle çarpan, daha uzağa, daha öteye gitmek ve bilmek, ölmeden önce bilmek, var olmak için en sonunda, tek bir kez, tek bir saniye, ama kesinlikle bilmek isteyen yürekten başka bir şey değildi artık. Çılgın, gözüpek, korkak, inatçı ve hiçbir şeyini bilmediği bu amaca doğru gerilmiş yaşamı gözlerinin önüne geliyordu ve gerçekte bu yaşam hemen sonra denizlerin öte yanmda bilinmedik bir toprak üzerindeölmek üzere kendisine bu yaşamı vermiş olan bir adaa. 14 savaşının geliştirilmesi. 34 mın ne olabileceğini tasarlamaya çalışmadan geçmişti. Yirmi dokuz yaşında, o da kırılgan, acılı, gergin, istemli, istekli, düşçül, alaycı, gözüpek değil miydi? Evet, bunların hepsiydi ve daha pek çok şeydi, kısacası bir insandı; gene de hiçbir zaman bir canlı varlık olarak düşünmemişti burada uyuyan insanı, annesinin kendisine benzediğini ve savaş alanında öldüğünü söylediği bir yabancı olarak düşünmüştü. Oysa, şimdi ona öyle geliyordu ki, kitaplar ve insanlar arasında doymazlıkla öğrenmeye çalıştığı şey, bu giz, bu ölüyle, bu kendinden küçük babayla, olduğu ve sonuçta geldiği şeyle bağıntılıydı, zamanda ve kanda yanı başında olanı çok uzaklarda aramıştı. Doğrusu, yardım görmemişti. Az konuşulan, okuyup yazmayla ilgisi bulunmayan bir ailesi, mutsuz ve dalgm bir annesi vardı, bu genç ve zavallı baba konusunda kimden bilgi alacaktı ki? Annesinden başka hiç kimse tanımamıştı onu, annesi de unutmuştu. Bundan kuşkusu yoktu. Kısacık bir süre gelip geçtiği bu yeryüzünde bir yabancı gibi, tanınmadan ölmüştü. Bilgi almak, sorup soruşturmak ona düşerdi kuşkusuz. Ama, kendisi gibi, hiçbir şeyi olmayan ve tüm dünyayı isteyen kişi, kendini kurmak, dünyayı fethetmek ve anlamak için tüm gücüyle de yetinemezdi. Ne de olsa fazla geç değildi, hâlâ araştırabilir, şimdi kendisine dünyadaki yaratıkların hepsinden daha yakın görünen bu adamın kim olduğunu öğrenebilirdi. Yapabilirdi... Şimdi gün akşama dönmekteydi. Yanında bir etek hışırtısı, bir kara gölge, mezarların ve kendisini çevreleyen gökyüzünün görünümüne getirdi onu. Gitmek gerekiyordu, burada yapacağı hiçbir şey yoktu artık. Ama bu addan, bu tarihlerden kopamıyordu. Ar- 35 tık bu taşın altında kül ve tozdan başka bir şey kalmamıştı. Ama, onun için, babası yeniden canlanmıştı, görülmedik bir sessiz yaşamla canlanmıştı ve, ona öyle geliyordu ki, gene bırakacaktı onu, içine atıp bıraktıkları sonu gelmez yalnızlığı bu gece de sürdürecekti. Issız gök beklenmedik ve güçlü bir patlamayla çınladı. Görünmeyen bir uçak ses duvarını aşmıştı. Jacques Cormery mezara sırtını dönüp babasını bıraktı. 3 Saint-Brieuc ve Malan (J.G.) a I Akşam, yemekte, J. C. yaşlı dostunun ikinci but parçasına bir tür kaygılı oburlukla girişmesini izliyordu; yel çıkmıştı, plaj yoluna yakın bir dış mahalledeki küçük, basık evin çevresinde usul usul homurdanıyordu. J. C., gelirken, kaldırımın kıyısında, suyu çekilmiş bir derede, küçük, kuru yosun parçaları görmüştü, tuz kokusuyla birlikte, tek başlarına, denizin yakınlığını düşündürtüyorlardı. Tüm meslek yaşamını gümrük yönetiminde geçirmiş olan Victor Malan1 emekliliğinde bu kasabaya çekilmişti, kendisi seçmemişti burayı, ama seçimi sonradan doğruluyor, burada hiçbir şeyin kendisini yalnız düşünümden de, güzellik fazlalığından da, çirkinlik fazlalığından da, yalnızlığın kendisinden de koparmadığını söylüyordu. Nesnelerin ve insanların yönetimi çok şey öğretmişti ona, ama, öncelikle, az şey bildiğimizi öğretmişti. Oysa bilgisi uçsuz bucaksızdı ve J. C. ona sınırsız bir hayranlık duyardı, çünkü, üstün insanların öylesine sıradan oldukları bir zamanda, Malan, insanın kişisel bir düşüncesi olabildiği ölçüde, kişisel bir düşüncesi olan tek insandı, ne olursa olsun, aldatıcı bir biçimde uzlaşmacı görünüşa. Yazılacak ve silinecek bölüm. ' I- Bir kararsızlık söz konusu: bir önceki bölümde Victor Malan’ın Cormeıy'nin hocası olduğu söylenmişti. Başlıktaki ayraç içindeki J.G. de Camus’nün üniversitedeki felsefe hocası ve ünlü düşünürtean Grenier’yi belirtir. (Çev.) 37 ler altında, öyle bir yargı özgürlüğü vardı ki, en indirgenmez özgünlükle denkleşirdi. "Evet, oğlum, diyordu Malan. Annenizi görmeye gideceğinize göre, babanız konusunda birşeyler öğrenmeye çalışın. Sonra da çabucak dönüp gerisini anlatın bana. Gülme fırsatlarımız çok az. -Evet, gülünç bir şey. Ama, bu meraka kapıldığıma göre, en azından birtakım ek bilgiler toplamaya çalışabilirim. Bunu hiç kafama takmamış olmam biraz hastalıksı bir şey. -Hayır, hayır, bilgeliğin ta kendisi. Ben Marthe’la otuz yıl evli kaldım. Siz de tanımıştınız kendisini. Kusursuz bir kadındı, bugün bile eksikliğini duyarım. Her zaman evini sevdiğini düşünmüştüm1. Malan, gözlerini başka yana çevirerek: -Hiç kuşkusuz haklısınız", diyor, Cormery de ister istemez doğrulamayı izleyeceğini bildiği karşı çıkışı bekliyordu. "Hiç kuşkusuz yanlış bir şey yapmış olurdum, ama gene de yaşamın bana öğrettiğinden fazlasmı öğrenmeye çalışmaktan geri dururdum. Ama ben bu açıdan kötü bir örneğim, öyle değil mi? Diyeceğim, ben hiçbir girişimde bulunmazsam, hiç kuşkusuz kendi eksikliklerim nedeniyle bulunmazdım. Oysa siz (gözleri bir tür şeytanlıkla aydınlandı) bir eylem adamısınız." Malan, yuvarlak yüzü, biraz yassı burnu, eksik ya da nerdeyse eksik kaşları, beresi, kalın ve kösnül dudaklarını örtmeye yetmeyen, kocaman bıyığıyla bir Çinli’yi andırırdı. Yumuşak ve yuvarlak bedeni, parmakları biraz sucuk gibi, tombul elleri de koşma düş1. Bu Üç paragraf çizilmiş. 38 \ düşmanı bir Çinli yüksek memuru düşündürtürdü. İştahla yemeğini yerken, gözlerini yarı yarıya yumduğu zaman, insan karşı konulmaz biçimde üzerinde ipek giysi ve parmaklarında çubuklarla tasarlardı onu. Ama bakışı her şeyi değiştirirdi. Koyu kahverengi, ateşli, kaygılı ya da, sanki aklı kesin bir nokta üzerinde hızla çalışıyormuş gibi, birdenbire kımıltısız gözleri, çok duyarlı ve çok bilgili bir Batılı’nın gözleriydi. Yaşlı hizmetçi peynirleri getiriyor, Malan da göz ucuyla izliyordu. "Bir adam tanımıştım, dedi, karısıyla otuz yıl yaşadıktan sonra..." Cormery daha bir dikkat kesildi. Malan "Bir adam tanımıştım... ya da bir dost... ya da birlikte yolculuk ettiğimiz bir İngiliz..." diye başladığı zaman, kesinlikle kendisinden sözederdi. "...Pasta sevmezdi, karısı da hiç pasta yemezdi. Ama, yirmi yıllık ortak yaşamın sonunda, karısını pastacıda yakalamıştı, sonra, onu gözetleyince, haftada birkaç kez gidip kahveli ekler tıkındığını anlamıştı. Evet, o karısının tatlı sevmediğini sanıyordu, oysa karısı gerçekte kahveli eklere bayılıyordu1. -Demek ki, insan hiç kimseyi tanımıyor, dedi Cormery. -Öyle de diyebilirsiniz. Ama, öyle sanıyorum ki, ne olursa olsun, ben demek isterim ki, ama herhangi bir kesinlemede bulunamamamı hoş görün, evet, şöyle söylemek yeterli: yirmi yıllık ortak yaşam bir varlığı tanımamıza yetmiyorsa, bir adamın ölümünden kırk yıl sonra yapılan, ister istemez yüzeysel bir soruşturmanın size ancak anlamca sınırlı bilgiler sağlama olasılığı fazladır, evet, bu adam konusunda sınırlı bilgiler I. Camus’nün yukarıda üç paragrafı neden sildiği anlaşılıyor konu burada yeniden ele alınmakta. (Çev.) 39 sağlayacağı söylenebilir. Şu var ki, bir başka anlamda..." Bıçakla silahlanmış olarak kaldırdığı yazgıcı el keçi peynirinin üstüne indi. "Bağışlayın. Peynir istemiyor musunuz? Hayır mı? Hep öyle yetingen! Beğenilmek zor meslek!" Yarı kapalı gözkapaklarmm arasından şakacı bir ışıltı süzüldü gene. Şimdi Cormery adamını yirmi yıldır tanıyordu (nedeni ve nasdı eklenecek buraya) ve alaylarını keyifle kabullenmekteydi. "Beğenilmek için değil. Çok yiyince ağırlaşıyorum. Batıyorum. -Evet, başkalarının yukarısında kalamıyorsunuz." Cormeıy kirişleri kireçle ağartılmış, basık yemek odasını dolduran güzelim kırsal eşyalara bakıyordu. "Sevgili dostum, siz her zaman benim gururlu olduğuma inandınız, dedi. Öyleyim. Ama her zaman değil, sizin yanınızda da değil. Örneğin sizin yanınızda, gururlu olamam." Malan gözlerini başka yana çevirdi, bu da onda heyecan göstergesiydi. "Biliyorum, dedi, ama neden? -Çünkü sizi severim", dedi Cormery dinginlikle. Malan soğuk meyva salatasını önüne çekti ve hiç yanıt vermedi. "Çünkü ben çok genç, çok budala ve çok yalnızken (Cezayir’de, anımsıyor musunuz?), siz bana döndünüz, ve hiç göstermeden bu dünyada sevdiğim her şeyin kapılarını açtınız, diye sürdürdü Cormery. -Ama yeteneklisiniz. -Kesinlikle. Ama en yeteneklüere bile bir yol gösterici gerekir. Yaşamın bir gün yolunuza çıkardığı us40 ta, her zaman sevilip sayılmalıdır, o bundan sorumlu olmasa bile. Benim inancım bu! -Evet, evet, dedi Malan inanmamış gibi bir havayla. -Kuşku duyuyorsunuz, biliyorum. Size sevgimin kör bir sevgi olduğunu sanmayın. Büyük, çok büyük kusurlarınız var. En azından bana göre." Malan kalın dudaklarını yaladı ve birden ilgilenmiş gibi göründü. "Hangileri? / .. -Örneğin, şöyle söyleyelim, tutumlusunuz. Cimrilikten değil, korkudan, yoksun kalma korkusundan. Gene de büyük bir kusur, genellikle hoşlanmadığım bir kusur. Ama, en önemlisi, başkalarının art-düşünce- lerinden kuşkulanmaktan kendinizi alamıyorsunuz. İçgüdüyle, tümüyle çıkardan uzak duygulara inanamıyorsunuz. -Doğrusu ya, dedi Malan, şarabını bitirdi, kahve içmemem gerekirdi. Gene de..." Ama Cormery dinginliğini yitirmiyordu 3. "Örneğin, hiç kuşkum yok ki, sizin basit bir isteğiniz üzerine, tüm varlıklarımı hemen size bırakacağımı söylesem bana inanmazsınız." Ama geri çevirmesini bilmem de ondan, aynı zamanda da kızarım. "Yok, biliyorum. Cömertsiniz. -Hayır, cömert değilim. Zamanım, çabalarım, yorgunluğum konusunda cimriyim, bu da beni tiksindiriyor. Ama söylediğim doğru. Siz bana inanmıyorsunuz, bu da, üstün bir insan olmanıza karşın, sizin kusuru- a» Çoğu kez, benim için hiç önemi olmayan insanlara borç veririm, geri gelmeyeceğini de bilirim. 41 nuz ve gerçek güçsüzlüğünüz. Sizin bir sözünüz üzerine, hemen şu anda, tüm varlıklarım sizindir. Buna gereksiniminiz yok ve bu yalnızca bir örnek. Ama gelişigüzel seçilmiş bir örnek değil. Gerçekten tüm varlıklarım sizindir. -Teşekkür ederim, dedi Malan gözleri yarı kapalı, gerçekten çok duygulandım. -Güzel, sizi kucaklarım. Siz fazla açık konuşulmasından da hoşlanmazsınız. Ben yalnızca sizi kusurlarınızla sevdiğimi söylemek istiyordum. İnsanları fazla sevmem ya da fazla saygı duymam onlara. Bütün gerisi için, ilgisizliğimden utanç duyarım. Sevdiklerime gelince, ne herhangi bir şey, ne kendim, ne de özellikle kendileri hiçbir zaman onları sevmez olmama neden olamaz. Öğrenmek için uzun zaman harcadığım şeyler bunlar; şimdi, biliyorum. Neyse, şimdi konuşmamıza dönelim: babam konusunda bilgi almaya çalışmamı doğru bulmuyorsunuz. -Yani, hayır, doğru buluyorum, düş kırıklığına uğramanızdan korkuyordum yalnızca. Bir genç kıza çok bağlı olan ve onunla evlenmek isteyen bir dostum onun hakkında bilgi toplama yanlışlığına düşmüştü. -Bir kenter, dedi Cormery. -Evet, dedi Malan, ben." Kahkahalarla güldüler. "Gençtim. Öyle çelişkin görüşler topladım ki, kendi görüşüm bulandı. Onu sevdiğimden ya da sevmediğimden kuşku duydum. Kısacası, bir başkasıyla evlendim. -Ben ikinci bir baba bulamam. -Hayır. Tanrı’ya şükür. Bir teki yeter, deneyimime bakarsak. 42 -İyi, dedi Cormery. Ayrıca, birkaç hafta içinde annemi görmeye gitmem gerek. Size de bundan özellikle benden yana olan şu yaş farkı az önce kafamı karıştırdığı için sözettim. Benden yana, evet. -Evet, anlıyorum." Malan’a baktı. "Yaşlanmamış olduğunu düşünün. Bu acıdan kurtulmuş, uzun bir acıdır doğrusu. -Birtakım sevinçlerle birlikte. -Evet. Siz yaşamı seviyorsunuz. Sevmek de gerek, yalnız ona inanıyorsunuz." Malan kaim pamukluyla örtülü geniş koltuğa zorlukla oturdu, ve birden bir anlatılmaz hüzün anlatımı yüzünü değiştiriverdi. "Haklısınız. Ben yaşamı sevdim, doymazlıkla seviyorum. Aynı zamanda da korkunç gibi geliyor bana, hem de erişilmez gibi geliyor. İşte bu nedenle inanıyorum, kuşkuculuktan. Evet, inanmak istiyorum, yaşamak istiyorum, her zaman." Cormery sustu. "Altmış beş yaşmda, her yıl bir ertelemedir. Sakin ölmek isterdim, ölmekse tüyler ürpertici. Ben hiçbir şey yapmadım. -Yalnızca varlıklarıyla dünyayı doğrulayan, yaşamamıza yardım eden insanlar vardır. -Evet, sonra da ölürler." Susuşları sırasında, evin çevresinde yel biraz daha güçlü esti. "Haklısınız, Jacques, dedi Malan. Gidin, bilgi toplayın. Bir babaya gereksiniminiz yok artık. Tek başınıza yetiştiniz. Şimdi, sevmesini bildiğiniz gibi seversiniz onu. Ama...", dedi, duralıyordu... "Gene beni gör- 43 meye gelin. Fazla zamanım kalmadı. Bir de beni bağışlayın... -Sizi bağışlamak mı? dedi Cormery. Ben her şeyi size borçluyum. -Hayır, fazla bir şey borçlu değilsiniz bana. Yalnız bazı bazı sevginize karşılık vermeyi bilemediğim için bağışlayın beni..." Malan masanm üstüne asılı eski biçim avizeye bakıyordu, ama, az sonra, yelin altında ve ıssız dış mahallede tek başına, Cormery’nin hâlâ durmamacasına kendi içinde işittiği şeyi söylerken sesi daha bir boğuklaştı: "İçimde korkunç bir boşluk, bir ilgisizlik var ki canımı acıtıyor*..." a. Jacques/ Daha başlangıçta, küçücük bir çocukken, neyin iyi, neyin kötü olduğunu kendim bulmaya çatıştım - çünkü çevremde hiç kimse söyleyemezdi bunu bana. Ve şimdi her şeyin benî bıraktığını, bana yol gösterecek» güce göre değil, yetkeye göre* beni ayıplayacak ya da övecek birine gereksinimim olduğunu görüyorum, babama gereksinimim var. Bu mu bildiğimi, avcumda tuttuğumu sanıyordum, daha {bilmiyorum?). 44 4 Çocuğun Oyunları Hafif ve kısa bir çalkantı temmuz sıcağında alıp götürüyordu gemiyi. Jacques Cormery, kamarasında, yarı çıplak bir durumda uzanmış, güneşin deniz üzerinde parçalanmış yansımalarının lombozun bakır pervazları üzerinde oynayışını izliyordu. Bir sıçrayışta kalktı, teri daha gövdesine akmaya başlamadan gözeneklerinde kurutan vantilatörü kapattı, terlemek daha iyiydi. Sevdiği yataklar gibi sert ve dar yatağa bıraktı kendini. Hemen arkasından, geminin derinliklerinden, makinalann boğuk gürültüsü kısılmış titreşimler biçiminde, durmamacasına yürüyüşe geçen büyük bir ordunun sesleri gibi yükseldi. Büyük gemilerin bu gece gündüz kesilmek bilmeyen gürültüsünü de severdi, uçsuz bucaksız deniz tüm çevrede gözlere özgür genişliklerini sunarken, bir volkan üstünde yürüme duyumunu da. Ama güverte fazla sıcaktı; öğle yemeğinden sonra, yemeği fazla kaçırmaktan sersemlemiş yolcular kapak güvertenin bez koltuklarına üşüşmüşler ya da gündüz uykusu saatinde daracık koridorlara kaçmışlardı. Jacques gündüz uykusunu sevmezdi. "A beni- dor", diye düşünüyordu hınçla, Cezayir’de, çocukken, öğle uykusunda kendisine eşlik etmeye zorlarken, büyükannesi kullanırdı bu tuhaf deyimi. Cezayir’in bir dış mahallesindeki küçük dairenin üç odası özenle ka- 45 patılmış pancurlann çubuk çubuk karanlığına gömülmüş olurdu*. Dışarıda, kuru ve tozlu sokaklar sıcaktan pişer, odaların yan karanlığında, bir iki koca sinek, hiç yorulmak bilmeden, uçak vınlamalanyla bir çıkış arardı. Sokağa inip arkadaşlarına katılamayacağı ölçüde sıcak olurdu, onlar da zorla evlerinde tutulurlardı. Sıcak Pardaillan’larh ya da L’Intrepide’ib okumaya da elvermezdi. Büyükanne olağandışı bir durum sonucu evde olmadığı ya da bir komşu kadınla gevezeliğe daldığı zaman, çocuk burnunu yemek odasının sokağa bakan pancuruna dayardı. Yol ıssız olurdu. Karşıdaki kunduracı ya da tuhafiyeci dükkânlarının önünde, sarı kırmızı bezden storlar indirilir, tütüncünün kapısı çok renkli boncuklardan oluşmuş bir perdeyle maskelenir, Jean'mn, kahvecinin orada salon ıssız olur, yalnızca kedi, talaşla kaplı döşemeyle tozlu kaldırımın sınırında, ölmüş gibi uyurdu. Çocuk o zaman ortasında kare bir masa, duvarlarının dibinde bir büfe, çatlaklarla, mürekkep lekeleriyle kaplı bir küçük yazı masası, yerde, akşam olunca yarı dilsiz dayının yattığı, battaniyeyle örtülü bir küçük somya, beş de iskemle bulunan, kireç badanalı, ner- deyse çıplak odaya yönelirdik Bir köşede, yalnız üst bölümü mermerden olan bir şöminenin üstünde, pazarlarda satılan türden, çiçeklerle süslü, ince, uzun boyunlu bir vazo. Çocuk, gölgeyle güneşin iki çölü arasında sıkışmış durumda, bir dua gibi "Sıkılıyorum! Sı- a. On yaşlarında. b. Gazete kâğıdına basılmış bu koca kitaplar, kapaklan kabaca renkli, üzerlerine fiyatları başlıklarından ve yazar adlarından daha büyük basılmış. c. Her şey tertemiz. Bir dolap, üstü mermer bir tuvalet masası. İlmikleri düğümlü, yıpranmış, kirli, kenarlan saçak saçak bir yatak önü halısı. Bir köşede de palamut püsküllü bir eski Arap halısıyla örtülü koca bir sandık. 46 kılıyorum!" diye yineleyerek, hep aynı hızlı adımlarla masanın çevresinde dönmeye başlardı. Sıkılırdı, ama bu sıkıntıda aynı zamanda bir oyun, bir sevinç, bir tür ergi vardı, çünkü en sonunda geri dönen büyükannenin "A benidor"unu işitince bir zorlu öfke dolardı içine. Ama direnmeleri işe yaramazdı. Büyükanne iç ülkede dokuz çocuk büyütmüştü, eğitim konusunda kendine özgü görüşleri vardı. Çocuk bir itişle yatak odasına yollanırdı. Avluya bakan odalardan biriydi bu oda. Ötekinde iki yatak vardı, annesinin yattığıyla kendisiyle kardeşinin yattığı. Büyükannenin tek başına kendi yatak odası vardı. Ama, yüksek ve kocaman tahta karyolasında, geceleri sık sık, öğle uykusundaysa her zaman, çocuğu da ağırlardı. Sandallarını çıkarıp yatağa tırmanırdı çocuk. Büyükannesi uyurken masanın çevresinde teranesini mırıldanarak dönmeye başlamak üzere aşağıya kaydığı günden beri, dipte, duvar yanındaki yerini almak zorundaydı. Bir kez dibe yerleşince, büyükannesinin giysisini çıkarıp bir kurdelayla büzülmüş gömleğini bu kurdelayı çözerek indirişine bakardı. Sonra o da yatağa çıkar ve çocuk büyükannenin ayaklarının biçimini bozan kocaman mavi damarlara ve yaşlılık lekelerine bakarken, yaşlı ten kokusunu duyardı. "Hadi, diye yinelerdi büyükanne. A benidor." Çocuk, gözleri açık, yorulmak bilmeyen sineklerin gidip gelişlerini izlerken, o çabucak uyuyuverirdi. Evet, yıllar boyunca nefret etmişti bundan, daha sonra, adam olunca da, ağır biçimde hastalanıncaya dek, öğle yemeğinden sonra ağır sıcaklarda bir türlü uzanmak istemezdi. Gene de uyuduğu olursa, rahatsız ve bedensel olarak içi bulanmış durumda uyanırdı. Ancak kısa bir süredir, uykusuzluk çekmeye başlayalı 47 beri, gündüzleri yarım saat uyuyup hafif ve canlı kalkabiliyordu. A benidor... Yel güneşin altında ezilip yatışmış olmalıydı. Gemi hafif yalpasını yitirmişti, şimdi makinalar tam hızda, pervane suların derinliğini dosdoğru oyarak, pistonun gürültüsü en sonunda güneşin deniz üstündeki boğuk ve kesintisiz gürültüsüne karışacak ölçüde düzenli duruma gelmiş, dümdüz bir doğrultuya göre ilerler gibiydi. Jacques, Cezayir’i ve dış mahallelerdeki küçük evi yeniden görme düşüncesinden gelen bir tür mutlu bunalımla yüreği daralmış durumda, yarı yarıya uyuyordu. Afrika’ya gitmek üzere Paris’ten ayrıldığı her seferde böyle olurdu, bulanık bir sevinç, rahatlamış bir yürek, güzel bir kaçışı başarıp da gardiyanlarının suratını düşünerek gülümseyen birinin hoşnutluğu. Tıpkı arabayla ya da trenle döndüğü her seferde, ilk banliyö evlerinin de yüreğini daralttığı gibi, nasıl olduğu görülmeden yaklaşılıveren, ağaç ya da su sınırından yoksun, yoksunluk ve çirkinlik sinirdüğümlerini yayan ve kentin merkezine, bazı bazı görkemli bir dekor kendisini gece gündüz tutsak edip uykularını bile dolduran çimento ve demir ormanını unutturan yere dek götürmek üzere yavaş yavaş yabancı bedeni sindiren kötü bir kanser gibi. Ama kaçmıştı, soluk alıyordu, denizin koca sırtında, güneşin büyük sallantısı altında, dalgalarla soluk alıyordu, en sonunda uyuyabilir, hiçbir zaman geçiremediği çocukluğa, yaşamasına ve her şeyi yenmesine hep yardım etmiş olan bu ışık, bu sıcak yoksulluk gizine dönebilirdi. Lombozun bakırı üzerindeki şimdi nerdeyse kımıltısız, kırık yansıma, büyükannenin uyuduğu loş odada, pancurlann tüm yüzeyine tüm ağırlığıyla çöküp düşmüş bir budağın bir 48 pancurda bıraktığı tek yarıktan karanlığa incecik bir kılıç daldıran güneşten gelmekteydi. Sinekler eksikti, vızıldayan, uyuklamasını dolduran ve besleyen onlar değildi, denizde sinek olmazdı, çocuğun sevdiği sinekler de ölmüştü, gürültülü oldukları için severdi onları, sıcağın bayılttığı bu dünyada bir onlar canlıydı, bütün insanlar ve hayvanlar, kımıltısız, yere serilmiş olurdu; şu var ki, yatağın üstünde, duvarla büyükanne arasında kendisine kalan daracık yerde, bir o dönerdi, o da yaşamak isterdi, uyku zamanı yaşamdan ve oyunlarından çalınmış gibi gelirdi ona. Hiç kuşkusuz, akşamları sulamaların nemi ve, sulansın, sulanmasın, her yerde yetişen hanımeli kokan küçük bahçelerle çevrili Pre- vost-Paradol sokağında arkadaşları kendisini beklerdi. Büyükanne uyanır uyanmaz kaçıp incirler altında hâlâ ıssız Lyon sokağına inecek, Prevost-Parasol sokağının köşesindeki çeşmeye dek koşacak, başını musluğun altına eğip tepesindeki kocaman dökme kolu var hızıyla çevirecek, fışkıran su burun deliklerini ve kulaklarını dolduracak, gömleğinin açık yakasından karnına ve kısa pantalonunun altından bacakları boyunca sandallarına dek inecekti. O zaman, suyun ayaklarının altıyla ayakkabısının tabanınm köselesi arasında köpüklendiğini duyumsamaktan mutlu, var hızıyla, sokağın tek iki katlı evinin koridorunun girişinde, az sonra mavi tahta raketlerle canette-vinga1 oynayacakları tahta sigarı yontmaya dalmış olan Pierre’i a ve öteki arkadaşları bulacaktı. Tamamlanır tamamlanmaz, raketleri evlerin önündeki bahçelerin paslı parmaklıkları üzerinde ma 1. Bkz. aşağıda yazarın açıklaması. a. Pierre onun dostuydu, gene bir savaş dulu olan annesi postanede çalışırdı. İlk Adam 49/4 önündeki bahçelerin pash parmaklıkları üzerinde mahalleyi uyandıran ve tozlu salkım çiçeklerinin altında uyuyan kedileri yerlerinden fırlatan bir gürültüyle gezdirerek giderlerdi. Sokağa geçer, şimdiden bayağı tere batmış durumda, birbirlerini yakalamaya çalışarak, ama hep aynı yönde, okullarının yakınında bulunan>•<?- şil alana doğru koşarlardı. Ama oldukça büyük bir alanda, adına fıskiye dedikleri yerde, suyu akmayan, nicedir kapanmış havuzu, arada bir, memleketin zorlu yağmurlarıyla ağzına dek dolmuş, iki katlı ve yusyuvarlak çeşmede ille de dururlardı. Su yıllanmış yosunlar, kavun ve portakal kabukları, her türlü çöple kaplı durumda, güneş eminceye ya da belediye uyanıp pompayla çekmeye karar verinceye dek kokuşur, havuzun dibinde kuru, çatlamış, pis bir çamur, güneş çabasını sürdürerek onu toza dönüştürünceye ve yel ya da ter mizleyicilerin süpürgesi alanı çevreleyen incir ağaçlarının parlak yaprakları üzerine atıncaya dek uzun süre kalırdı. Ne olursa olsun, yazm havuz kuru olur, binlerce el ve kısa pantalon kıçının kayganlaştırdığı, koyu renk, cilalı taştan, kocaman bir kenar sunar, Jacques, Pierre ve ötekiler bunu atlama beygiri gibi kullanır, karşı konulmaz bir düşüş kendilerini fazla derin olmayan, sidik ve güneş kokan havuza atıncaya dek kıçlarının üstünde dönerlerdi. Sonra, hep koşarak, sıcağın ve ayaklarını, sandallarını aynı kül rengi tabakayla örten tozun içinde, yeşil alana doğru uçarlardı. Burası, bir fıçı atölyesinin arkasında, paslı demir çemberler, eski, çürümüş fıçı dipleri ve tüf tabakaları arasında cılız ot demetleri biten bir tür arsaydı. Bağıra çağıra, tü- fün içine bir daire çizerlerdi. İçlerinden biri, elinde raket, dairenin içine yerleşir, ötekiler, her biri sırasıyla, 50 tahta sigarı daireye doğru atarlardı. Sigar daireye düşerse, atıcı raketi alır, daireyi kendisi savunurdu. En becerikliler® sigarı havada yakalayıp çok uzağa yollarlardı. Bu durumda, düştüğü yere gitme hakları vardı, raketin keskin yanıyla sigarın ucuna vurup havaya sıçratır, yakalayarak daha uzağa yollarlar, vuruşlarını ka- çırıncaya ya da ötekiler sigarı havada yakalayıncaya dek oyun böyle sürer ve karşıtın hızla ve ustalıkla attığı sigar karşısında daireyi savunmak üzere çabucak geri dönerlerdi. Daha karışık birtakım kuralları da bulunan bu yoksul tenisi bütün öğleden sonrayı doldururdu. En beceriklileri Pierre’di, Jacques’tan daha ince, daha cılızdı, Jacques ne denli esmerse, o da o denli sarışın, kirpiklerine dek sarışındı, bu kirpiklerin arasından, savunmasız biçimde, mavi ve dosdoğru bir bakış belirirdi, biraz kırgın, şaşkın, beceriksiz görünüşlüydü, ama işe girişti mi sürekli ve kesin bir beceri gösterirdi. Jacques’a gelince, olanaksız savunma vuruşlarını başarır, en kolay karşı vuruşları kaçırırdı. Birinciler, bir de arkadaşlarında hayranlık uyandıran başarıları nedeniyle, en iyi olduğunu sanır, sık sık böbürlenirdi. Gerçekte, Pierre kendisini sürekli yener ve bu konuda hiçbir zaman, hiçbir şey söylemezdi. Ama, oyundan sonra, dikleşir, boyundan bir santim yitirmeden, ötekileri dinlerken sessizce gülümserdi 1*. Hava ya da kendi havaları elvermeyince, sokak ve arsalarda koşacak yerde, önce Jacques’m evinin koridorunda toplanırlardı. Burada, dipteki bir kapıdan, daha alçakta bulunan ve üç evin duvarlarıyla çevrili bir küçük avluya geçerlerdi. Dördüncü yanda, bir bah- a. benzeniz bir savunucu. b. "Düellolar" yeşil alanda olurdu. 51 çenin duvarının üstünden büyük bir portakal ağacının dallan geçer, ağaç çiçek açtığı zaman, kokusu yoksul evler boyunca yükselir, koridordan gelir ya da küçük bir taş merdivenden avluya inerdi. Bir yanda, ötekinin yanındaki küçük yapıda sokak üzerinde dükkânı bulunan bir İspanyol berber ve hanımı bazı akşamlar avluda kahve kavuran bir Arap çift® otururdu. Son olarak, dördüncü yanda, merdivenin iki yanında, evlerin geniş, karanlık ağızlı mahzenleri vardı: hiçbir bölmesi olmayan, doğrudan toprakta açılmış, her yanından nem sızan, çıkışsız ve ışıksız mağaralardı bunlar, yeşermiş çürük toprağıyla kaplı dört basamakla inilirdi buraya, kiracılar, karmakanşık bir biçimde, fazla varlıklannı, yani hemen hiçbir şeyi buraya doldururlardı: çürüyen eski çantalar, sandık parçalan, paslı ve delik eski küvetler, kısacası tüm arsalarda görülen ve en düşkünlerce bile kullanılmayan nesneler. Çocuklar işte burada, bu mahzenlerden birinde toplanırlardı. Jean ile Joseph, İspanyol berberin iki oğlu, burada oynama alış- kanlığmdaydı. Yoksul konutlarının önü, özel bahçeleriydi burası. Joseph, tombalak ve şakacı, hep güler ve nesi varsa verirdi. Jean, ufak ve zayıf, rastladığı en ufak çiviyi, en ufak vidayı bile durmadan toplar, bilya- lan ya da gözde oyunlarından birinde gerekli olan kayısı çekirdekleri0 konusunda çok tutumlu davranırdı. Birbirine bu ayrılmaz kardeşlerden daha karşıt iki kişi tasarlanamazdı. Pierre, Jacques ve son suç ortağı Max’la, pis kokulu ve ıslak mahzene dalarlardı. Paslı a. Omar bu ailenin oğludur - baba belediyede çöpçüdür. b. Sacayağı biçiminde üç çekirdeğin üstüne bir çekirdek konulurdu. Ve, belirti bir uzaklıktan, başka bir çekirdek atılarak bu yapı yıkılmaya çalışılırdı. Başaran dört çekirdeği alırdı. Atışta başarısız olursa, onun çekirdeği de yığının sahibinin olurdu. 52 demirden dikmeler üzerine, bunları Hindistan domuzu diye adlandırdıkları, oynak bağalı, kül rengi hamamböceklerinden arındırdıktan sonra, toprakta çürüyen torbalar gererlerdi. Sonra bu iğrenç çadır altında, en sonunda kendi evlerinde olur (kendi odaları, kendi yatakları bile olmamışken), küçük ateşler yakarlar, ateş, avludan kazınmış ıslak toprakla örtmelerine dek, bu ıslak ve pis havada duman biçiminde can çekişir, onları inlerinden dışarıya kaçırırdı. O zaman, küçük Jean’la biraz tartışarak da olsa, naneli akide şekerlerini, yerfıstıklannı, tuzlu leblebileri, tramousse denilen acı baklaları ya da yakınlardaki sinemanın kapısında, Araplar’m bir bilyah yatak üzerine yerleştirilmiş basit bir tahta sandıktan oluşan, sineklerle kuşatılmış bir sergi üstünde sattıkları çubuk şekerlerini paylaşırlardı. Sağnak günlerinde, ıslak avlunun suya doymuş toprağı yağmurun fazlasını mahzenlerin içine bırakır, onlar da düzenli olarak su içinde olan mahzenlerde, eski sandıkların üstüne çıkar, arı gökten ve deniz yellerinden uzakta, yoksunluk ülkelerinde utkuya ermiş durumda®, Robinson’culuk oynarlardı. Ama en güzel günler* ilk yaz günleri, şu ya da bu bahaneyle, güzel bir yalanla gündüz uykusunu atlattıkları zamanlardı. Çünkü böylece, hiçbir zaman tramvay paralan olmadığından, dış mahallelerin art arda sıralanan san ve kül rengi sokakları arasmdan, ahırlar, atlı yük arabalanyla iç topraklara ulaşım sağlayan kurum ya da kişilerin malı olan büyük arabalıklar içinden geçerek deneme bahçesine dek uzun uzun yürürlerdi, a. Caloufa. * Büyük. 53 sürme oluklu kapıların önünden geçer, onlar Jacqu- es’ın daha uyumadan önce düşünü kurduğu bu yasak yerlerden gelen at pisliği, saman ve ter kokusunu hazla içlerine çekerken, atların tepinmeleri, ağızlarını şaklatan, sert solumaları, yular işi gören zincirin yemliğin tahtasına çarptıkça çıkardığı sesler duyulurdu. Atların, Fransa’dan gelen, sıcaktan ve sineklerden şaşkına dönmüş durumda, sürgün gözleriyle kendilerine bu iri ayaklı, kocaman hayvanların tımar edildiği açık bir ahırın önünde biraz oyalanırlardı. Sonra, arabacıların itmesi üzerine, en ender türlerin yetiştirildiği uçsuz bucaksız bahçeye doğru koşarlardı. Ta denize dek geniş ve bir havuz ve çiçek görünümüne açılan, ağaçlarla çevrili, büyük yolda, bekçilerin sakıngan bakışları altında, ilgisiz ve uygar gezici havalarına girerlerdi. Ama, ilk yan yolda, koşularını gölgeleri nerdeyse karanlık olacak oranda sık, kocaman sakızağacı sıraları arasmdan bahçelerin doğu bölümüne, yere eğilen dalları ilk dalların toprağa inen, sayısız köklerinden seçilemeyen kauçuk* ağaçlarma, sonra, daha da ötede, seferlerinin gerçek amacına, tepelerinde portakal rengi, küçük, sıkı ve onların kokoz dedikleri meyve demetleri bulunan palmiye hindistancevizi ağaçlarma doğru koşmaya başlarlardı. Buraya gelince, önce yakınlarda bir bekçi bulunup bulunmadığım anlamak için her yönde denetime girişmek gerekirdi. Sonra cephane, yani taş arayışı başlardı. Hepsi de cepleri dolu olarak döndüğü zaman, her biri sırasıyla, tüm öbür ağaçların yukarısında, gökyüzünde usul usul sallanan demetlere atış yapardı. Atış yerini bulunca, birkaç meyva düşer, a. ağaçların adı söylenecek. 54 bunlar yalnızca mutlu nişancının olurdu. Ötekiler, kendi atışlarım yapmadan, onun ganimetini toplamasını beklerdi. Jacques atışta becerikliydi, bu oyunda Pier- re’e yetişirdi. Ama her ikisi de meyvalarmı daha az mutlu olan ötekilerle paylaşırdı. En beceriksizleri, gözlük takan ve gözleri iyi görmeyen Max’ti. Bodur ve sağlamdı, gene de kavga edişini gördükleri günden beri ötekilerden saygı görürdü. Sık sık katıldıkları sokak savaşlarında, başta öfkesini ve şiddetini tutamayan Jacques olmak üzere, sert bir karşılık almak pahasına da olsa, en kısa zamanda, en çok acıyı vermek için karşıtın üzerine atılma alışkanlığında olmalarına karşın, adı Alman adına benzeyen Max, bir gün kasabın Gi- got takma adlı şişko oğlu kendisine Pis Alman deyince, sakin sakin gözlüğünü çıkarıp Joseph’e vermiş, gazetelerde gördüğü boksörlerin yaptığı gibi gardmı almış, ötekine gidip aşağılamasını yinelemesini söylemişti. Sonra, pek kızışır gibi görünmeden, Gigot’nun her saldırısını savuşturmuş, kendisi hiç yumruk yemeden ona birkaç yumruk atmış, sonunda da, en yüce şan, onun gözünü morartma mutluluğunu tatmıştı! O gün bugün, küçük toplulukta, Max’m ünü sağlamdı. Cepleri ve elleri meyvadan yapış yapış, bahçeden denize doğru koşarlar ve, bahçeden dışarı çıkar çıkmaz, kokozlarını mendillerinin üstüne yığar, mide bulandıracak ölçüde yağlı, şekerli ve lifli, ama utku gibi hafif ve lezzetli meyvaları hazla çiğnerlerdi. Sonra plaja doğru koşarlardı. Bunun için, üzerinden gerçekten de sık sık Cezayir’in doğusundaki Maison-Carr£e pazarından gelen ya da aynı yöne giden koyun sürüleri geçen koyunlu yol adlı yolu geçmek gerekirdi. Gerçekte tepelerine 56 basamak basamak yerleşmiş kentin oluşturduğu daire yayını koşut bir yol denizden ayırırdı. Yol ile deniz arasında, yapımevleri, tuğla harmanları ve bir gaz fabrikası içinde tahta ve demir kalıntılarının ağardığı kireç tozları ya da kil tabakalarıyla kumluk alanlarla ayrılırdı. Bu verimsiz alan geçilince, Sablettes plajına çıkılırdı. Kumu biraz karaydı, ilk dalgalar da her zaman saydam değildi. Sağda, bir plaj kabinlerini ve, bayram günleri, dansedenlere salonunu, kazıklar üstüne yapılmış koca bir kutuyu sunardı. Mevsiminde, bir patates kızartmacı her gün fırınını ateşlerdi. Çoğu zaman, küçük topluluğun bir külah patates alacak parası bile olmazdı. Rastlantı bu ya, içlerinden birinde gerekli para3 bulunursa külahını alır, saygılı arkadaş alayı önünde ağır ağır plaja doğru ilerler ve, denizin karşısmda, işe yaramaz olmuş, eski bir teknenin gölgesinde, ayaklarını kuma yerleştirerek bir eliyle külahını dimdik tutup öbür elini kocaman, kıtır kıtır parçaların hiçbirini düşürmemek için üstünü kapatır, kendini kıç üstü yere bırakırdı. O zaman töre arkadaşların her birine bir parça patates ikram etmekti, onlar da sıcak ve ağır yağla güzel güzel kokan tek eğlenceliğin saygıyla tadını çıkarırlardı. Sonra da kalan kızartmalarının tadını birer birer, ciddi ciddi çıkaran talihliye bakarlardı. Paketin dibinde her zaman patates kırıntıları kalırdı. Lütfedip bunları paylaşmazsın diye doymuş arkadaşa yalvardırdı. Çoğu zaman, yalvarılan Jean değilse, yağlı paketi açıp patates kırıntılarını yayar, herkesin, sırasıyla, bir kırıntı almasma izin verirdi. Şölen bitince, haz ve yoksunluk hemen unutuluverir, sıcak güneşin a. 2 sou. 57 altında, plajın batı ucuna, şimdi olmayan bir küçük kulübeye temel olmuş ve arkasında soyunabildikleri yan yıkık bir yapıya doğru koşu başlardı. Birkaç saniye içinde soyunmuş, bir an sonra da suya dalmış olur, var güçleriyle* beceriksizce yüzer, haykırırlar 3, salyaları akar, tükürürler, kim daha çok dalacak ya da kim daha çok su altında kalacak diye birbirlerine meydan okurlardı. Şimdi deniz yumuşak, ılık, ıslak başlar üzerinde güneş hafif olur, ışığın görkemi bu körpe bedenleri haykırıp durmalarına yol açan bir sevinçle doldururdu. Yaşam ve deniz üzerinde hüküm sürerler ve dünyanın verebileceği en görkemli şeyi yeri doldurulmaz zenginliklerinden kuşkusu olmayan beyzadeler gibi hesapsız kitapsız alıp kullanırlardı. Bu yüzden saati bile unutur, plajdan denize koşar, bedenlerini yapış yapış eden deniz suyunu kumda kurutur, sonra üstlerini griyle donatan kumu denizde yıkarlardı. Koşarlardı, sonra keçisağanlar keskin çığlıklarla fabrikaların ve plajın üstünde daha alçaktan uçmaya başlardı. Gökyüzü günün bunaltıcı havasından sıyrılıp durulur, sonra yeşerirdi, ışık yatışır, körfezin öbür ucunda, evlerin ve kentin o zamana dek bir tür sis içine gömülmüş eğrisi daha çok belirginleşirdi. Henüz aydınlık olurdu, ama Afrika’nın hızlı alacakaranlığına önlem olarak, lambalar şimdiden yanardı. Genellikle, ilk Pierre verirdi işareti: "Geç oldu". Hemen arkadan bozgun, hızlı vedalaşma gelirdi. Jacques, Joseph ve Jean’la birlikte, ötekilere aldırmadan eve koşardı. Soluk soluğa koşarlardı. Joseph’in annesi eline çabuktu. Jacques’in büyükannesine gelince... tik a. Boğulursan, annen seni öldürür. -Böyle herkesin önünde her şeyini göstermekten utanmıyor musun? Annen nerde senin. 58 havagazı lambaları, koşularını hızlandırarak ışıklarını yakıp önlerinden giden tramvaylar karşısmda çılgına dönmüş, gecenin şimdiden yerleştiğini görünce dehşete düşmüş durumda, hızla inen akşamda hep koşarlar, kapının eşiğinde allahaısmarladık bile demeden ayrılırlardı. Böyle akşamlarda, Jacques karanlık ve pis kokulu merdivende durur, karanlıkta duvara dayanıp yerinden hoplayan yüreğinin yatışmasını beklerdi. Ama bekleyemezdi, bunu bilmek büsbütün soluğunu keserdi. Üç adımda, merdivenin başındaydı, katın tuvaletinin kapısının önünden geçer, kapıyı açardı. Koridorun sonunda, yemek odasında ışık olur, donmuş durumda, tabaklarda kaşıkların sesini duyardı. Girerdi. Sofranın çevresinde, petrol lambasının yuvarlak ışığı altında, yan dilsiz dayı8 çorbasını gürültüyle höpürdet- meyi sürdürürdü; annesi, henüz genç, gür ve kestane rengi saçlı, güzel, tatlı gözleriyle ona bakardı. "Biliyorsun ki..." diye başlardı. Ama, ancak arkadan gördüğü büyükanne, kara giysisi içinde dimdik, gözleri açık renk ve sert, dudaklan kararlı, kızının sözünü keserdi: "Nerden geliyorsun? - Pierre hesap ödevini gösterdi." Büyükanne kalkar, ona yaklaşırdı. Saçlarını koklar, sonra eliyle hâlâ kum dolu ayağını yoklardı."Plajdan geliyorsun." "Öyleyse yalancısın", diye kekelerdi dayı. Ama büyükanne arkasına geçer, odanın kapısının arkasından burada asılı duran ve "öküz siniri" denilen kaba kırbacı alır, bacaklarına ve kıçına bağırtacak ölçüde yakan üç dört kırbaç indirirdi. Biraz sonra, kendisine acıyan dayısının koyduğu çorba tabağının başında, ağzı ve gırtlağı gözyaşı dolu, gözyaşlarının taşmaa. Kardeş. srnı önlemek için tüm varlığıyla gerilirdi. Annesi, büyükanneye şöyle çabucak baktıktan sonra, çok sevdiği yüzünü ona döndürür, "Çorbanı iç, derdi. Bitti. Bitti." İşte o zaman ağlamaya başlardı. Jacques Cormeıy uyandı. Güneş artık lombozun bakırına yansımıyordu, çevrende alçalmıştı, şimdi karşısındaki duvarı aydınlatmaktaydı. Giyinip güverteye çıktı. Gecenin sonunda Cezayir’i bulacaktı. 60 5 Baba. Ölümü. Savaş. Saldırı Kapının eşiğinde, kollarında sıkıyordu onu, bedeni basamakların yüksekliğinin anısını hâlâ tam olarak saklıyormuş gibi, merdiveni tek ve şaşmaz bir atılımla, tek bir basamağı bile şaşırmadan, dörder dörder çıktığı için soluk soluğaydı. Yeni başlayan sıcağın buharlaştırıp dağıtmaya başladığı sabah sulamaları® nedeniyle yer yer parlayan, şimdiden iyice canlanmış sokakta, taksiden indiği zaman, gene eski yerinde, dairenin iki odası arasmda, berberin sundurmasının yukarısında bulunan, tek ve dar balkonunda görmüştü onu (berber artık Jean’la Joseph’in babası değildi, o veremden ölmüştü, "Meslekten, hep onun bunun saçlarını solumaktan", diyordu karısı, ama sundurmanın dalgalı saçtan kaplaması gene hep incirlerle, kâğıt parçalarıyla, eski izmaritlerle doluydu). Orada duruyordu öyle, her zaman gür, ama yıllardır ağarmış saçlarıyla, gene de, yaşmm yetmiş ikiyi bulmasına karşın, hâlâ dikti, aşırı inceliği ve hâlâ belirgin güçlülüğü nedeniyle on yaş daha aşağı olduğu söylenebilirdi, tüm aile böyleydi, gevşek görünüşlü, ama gücü tükenmek bü- meyen bir zayıflar boyuydu, üzerlerinde yaşlılığın hiç- a. pazar. 61 bir etkisi olamazmış gibi görünürdü. Yan dilsiz Emile dayı1, elli yaşında, bir genç adamı andırmaktaydı. Büyükanne başını eğmeden ölmüştü. Şimdi kendisine doğru koştuğu annesine gelince, onlarca yıllık tüketici çalışma kendisinde Cormery’nin bütün gözleriyle hayran olduğu genç kadına saygı göstermiş olduğuna göre, hiçbir şey onun yumuşak direşkenliğini indirgeye- meyecek gibiydi. Kapının önüne geldiği zaman, annesi kapıyı açıp kollarına atılıyordu. Burada, yeniden görüştükleri her seferde olduğu gibi, onu tüm gücüyle bağrına basıp sıkarak iki üç kez öpüyor, kollarında kaburgalarını, biraz titreyen omuzlarının sert ve çıkık kemiklerini duyuyor, o da onun cildinin tatlı kokusunu içine çekiyor, bu koku ona boynunun altında, iki boğaz kirişinin arasında, şimdi artık öpmeyi göze alamadığı, ama çocukken ve onu dizlerine aldığı, onun da, burnu kendisi için sevginin çocuk yaşamında çok ender olan kokusunu taşıyan bu küçük çukurda, uyur gibi yaptığı ender anlarda içine çekmekten ve okşamaktan hoşlandığı şu yeri anımsatmaktaydı. Annesi onu öpüyor, bıraktıktan sonra, onu süzüyor ve, ona yöneltebileceği ya da anlatabileceği tüm aşkı içinde tarttıktan sonra, henüz bir ölçü eksik olduğuna karar vermiş gibi, sarılıp bir kez daha öpüyordu. "Oğlum, uzaktaydın", diyordu®. Hemen sonra, başını çevirip daireye dönüyor, sokağa bakan yemek odasına oturuyordu, artık onu da, başka hiçbir şeyi de düşünmez gibi görünüyordu, hatta ona bazı bazı sanki şimdi içinde yalnız başına devindiği * . — « M — - — 1. Emest olacak, a. geçiş. 62 dar, boş ve kapalı evrende fazlaymış ve onu rahatsız ediyormuş gibi -en azmdan o böyle bir izlenime varıyordutuhaf bir anlatımla bakıyordu. Ayrıca, o gün, gelip yanma oturduktan sonra, içinde bir kaygı varmış gibiydi, arada bir, o güzel koyu ve ateşli bakışıyla kaçamak bir biçimde sokağa bakıyor, sonra bu bakış Jacqu- es’a dönerek yatışıyordu. Sokağın gürültüsü artıyor, ağır kırmızı tramvayların demir gürültüleri içinde geçişleri sıklaşıyordu. Cormery annesine bakmaktaydı, ak yakalı, küçük bir gri bluz giymiş, pencerenin önüne, yanlamasına, rahatsız [ ] l bir iskemleye oturmuş, hep öyle duruyordu, sırtı yaşlılıktan biraz kamburlaşmıştı, ama arkalığın desteğini aramıyordu, ellerini küçük bir mendüin çevresinde birleştirmişti, zaman zaman uyuşmuş parmaklarının arasmda top gibi yuvarlıyor, sonra, başı hafiften sokağa dönük, giysisinin çukurunda, ellerinin arasında bırakıyordu. Otuz yıl öncesinin aynıydı, kırışıkların ardında, mucizemsi bir biçimde genç kalmış yüzü buluyordu gene, alında erimiş gibi düz ve parlak kaş kemerleri, küçük, düz burun, dudakların köşesinin takma diş çevresinde buruşmasına karşın ağzı hâlâ düzgün. Öylesine çabuk bozulan boyun bile, düğüm düğüm olmuş kirişlere ve biraz gevşemiş çeneye karşın biçimini korumaktaydı. "Berbere gitmişin", dedi Jacques. Suç üstü yakalanmış küçük kız havasıyla gülümsedi: "Evet, biliyorsun, sen geliyordun." Her zaman, ner- deyse görünmez olan kendi yöntemiyle yosma olmuştu. Ve ne kadar yoksulca giyinmiş olursa olsun, Jacques çirkin bir şey giydiğini gördüğünü anımsamıyor- 1. Okunamayan iki işaret. 63 du. Şimdi bile, giydiği gri ve karalar iyi seçilmişti. Her zaman yoksun, ya da yoksul ya da, bazı bazı, durumu düzgünce (kimi akrabalar böyleydi) boyun beğenişiydi bu. Ama hepsi, özellikle de erkekler, tüm Akdenizliler gibi, beyaz gömleklere ve pantalonun çizgisine önem verir, giysilerin enderliği nedeniyle sürekli olan bu bakım işinin, anne olsun, eş olsun, kadınların işine eklenmesini doğal bulurdu. Annesine gelince 3, başkalarının çamaşırlarını yıkayıp evlerini temizlemenin yetmediğini hiç usundan çıkarmamıştı, Jacques da, evden ayrılıp hiç çamaşır yıkamayıp ütü yapmayan kadınların dünyasına varıncaya dek, ne denli eskilere giderse gitsin, annesini her zaman kardeşinin ve kendisinin tek pantalonlarmı ütüler görmüştü. "İtalyan, dedi annesi, berber. İyi iş yapar. -Evet", dedi Jacques. "Çok güzelsin", diyecekti, ama durdu. Annesi konusunda bunu hep düşünmüş, ama ona söylemeyi hiçbir zaman göze alamamıştı. Kızmasından korktuğundan ya da böyle bir övgünün onun hoşuna gideceğinden kuşku duyduğundan değil, ancak bunu söylemek tüm yaşamı boyunca arkasına çekildiğini gördüğü görünmez duvarı aşmak olacaktı, yumuşak, kibar, barışık, hatta edilgendi, gene de hiçbir şey, hiç kimse, hiçbir zaman fethedememişti onu, yarı-sağırlığıyla, konuşma güçlüğüyle yalıtlanmıştı, güzeldi kuşkusuz, ama nerdeyse erişilmezdi, o daha güleç olduğu, yüreği de ona doğru daha çok atıldığı için daha da erişilmezdi-, evet, tüm yaşamı boyunca, aynı korkak ve boyun eğmiş, gene de uzak havasım, otuz yıl önce, araya girmeden, annesinin Jacques’i kırbaçla dövüşünü izleyen bakışını koru- a. kara ve ateşli gözün parladığı kemikli ve kaygan kaş çıkıntısı. muştu, oysa kendisi çocuklarına hiçbir zaman el kaldırmamış, hiçbir zaman onları azarlamamıştı, bu vuruşların onu da yaraladığından kuşku duyulamazdı, ama, yorgunluk, konuşma güçlüğü, annesine göstermek zorunda olduğu saygı araya girmesini engellediğinden, sesini çıkarmazdı, günler ve yıllar boyunca katlanırdı, kendisi başkalarının hizmetinde çetin çalışma gününe, diz çökülerek yıkanan parkelere, başkalarının yağlı artıkları, kirli çamaşırları ortasında erkeksiz ve avuntusuz yaşama, umuttan yoksun olmak yüzünden, aynı zamanda her türlü hınçtan da yoksun olan, bilgisiz, inatçı, tüm acılara, başkalarının acıları gibi kendi acılarına da boyun eğmiş bir yaşam oluşturmak üzere birbirine eklenen uzun çalışma günlerine dayandığı gibi, çocuklarına indirilen kırbaçlara da dayanırdı. Zorlu bir çamaşırdan sonra yorgun olduğunu ve beli ağrıdığını söylemesi dışmda, yakındığını hiç işitme- mişti. Bir kızkardeşin ya da bir teyzenin kendisine kibar davranmadığım ya da "mağrur" davrandığını söylemek dışmda, herhangi bir kimse için kötü bir şey söylediğini hiçbir zaman işitmemişti. Buna karşılık, şöyle iyice gönülden güldüğünü çok az işitmişti. Şimdi, çocukları bütün gereksinimlerini karşılamaya başlayalı- beri çalışmadığından, biraz daha fazla gülüyordu. Jacques odaya bakıyordu, oda da değişmemişti. Daha rahat, ama her şeyin zorlaşacağı bir daireye gitmek üzere, alışkanlıkları bulunan bu daireyi, kendisi için her şeyin kolay olduğu bu mahalleyi bırakmak istememişti. Evet, aynı odaydı. Eşyalar değiştirilmişti, şimdi daha düzgündü eşyalar, eskileri gibi dökülmüyordu. Ama hep çıplak, hep duvara yapışıktılar. "Hep karıştırırsın", dedi annesi. Evet, tüm homurdanmalarına kar- İlk Adam 65/5 şın, içinde her zaman ancak gereken şeyler bulunan ve çıplaklığı kendisini büyüleyen büfeyi açmaktan kendini alamıyordu. Mutfak masasının içlerinde iki üç gazete, iplikler, bir vesikalık fotoğraf ve kopuk düğmelerle dolu bir karton kutuyla bu evde yetinilen iki üç ilaç bulunan çekmecelerini de açıyordu. Evet, fazlalık bile yoksuldu, çünkü fazlalık hiçbir zaman kullanılmamıştı. Jacques iyi biliyordu ki, kendisininki gibi nesnelerin bol olduğu normal bir eve de yerleşse, annesi ancak gerekli olanı kullanırdı gene. Biliyordu ki, yanda, annesinin bir küçük dolap, bir dar yatak, tahta bir tuvalet masası, bir hasır iskemleyle döşeli, perdesi tığ işi tek pencereli odasında, kesinlikle hiçbir nesne bulamazdı, olsa olsa, bazı bazı, tuvalet masasının çıplak tahtası üzerinde bıraktığı, top gibi yuvarlanmış küçük mendili bulurdu. İster lisedeki arkadaşlarının evleri olsun, ister, daha sonra, daha varlıklı bir dünyanın evleri, başka evleri gördüğü zaman, onu en çok şaşırtan, odayı tıka basa dolduran vazoların, kupaların, heykelciklerin sayısı olmuştu. Onun evinde, "şöminenin üstündeki vazo" derlerdi, saksı, çukur tabaklar ve bulunabilecek birkaç nesnenin adı yoktu. Dayısındaysa, tersine, Vosges’la- rın alazlanmış kumtaşı övünçle gösterilir, Quimper takımlarda yemek yenilirdi. Kendisi, her zaman, ölüm gibi çıplak bir yoksulluk içinde, cins adları arasında büyümüştü; dayısında, özel adları bulgulardı. Bugün bile, döşemesi yeni yıkanmış odada, basit ve parlak eşyaların üstünde hiçbir şey yoktu, yalnızca o gelecek diye servis masasının üstünde dövme bakırdan bir Arap sigara tablası, bir de duvarda P.T. T.’nin takvimi vardı. Burada görülecek hiçbir şey yoktu, söylenecek şey 66 azdı, işte bunun için kendi gözüyle görüp tanıdığı dışında hiçbir bildiği yoktu. Babası konusunda da öyle. "Baban mı?" Kendisine bakıyor, dikkatini topluyordu4. "Evet. -Adı Henri’ydi, ama gerisi? -Bilmiyorum. -Başka adları yok muydu? -Sanırım vardı, ama anımsamıyorum." Birden dalgınlaşıyor, şimdi güneşin bütün gücüyle vurduğu sokağa bakıyordu. "Bana benzer miydi? -Evet, burnundan düşmüşün. Gözleri açık renkti. Alnı da, seninki gibi. -Hangi yılda doğmuş? -Bümem. Ben ondan dört yaş büyüktüm. -Ya sen, hangi yılda doğdun? -Bilmiyorum. Aile defterine bak." Jacques odaya gitti, dolabı açtı. Üst rafta, havlular arasında, aile defteri, aylık cüzdanı ve İspanyolca birkaç eski kâğıt vardı. Belgeleri alıp döndü. "O 1885’te doğmuş, sen de 1882’de. Ondan üç yaş büyüksün. -Ya! ben dört sanıyordum. Çok zaman oldu. -Babasını çok erken yitirdiğini, annesiyle kardeşlerinin onu öksüzler yurduna verdiğini söylemiştin. -Evet. Kızkardeşini de. -Ana babasmm bir çiftliği vardı, öyle mi? -Evet. Alsace’lıydılar. -Ouled-Fayet’de. a. Baba - sorgulama -14 savaşı - Saldın. 67 -Evet. Bizim de Cheraga’da. Çok yakındır. -Ana babasmı kaç yaşmda yitirmişti? -Bilmiyorum. Çok gençti. Kızkardeşi onu bırakmıştı. Kötü bir şey. Artık onları görmek istemiyordu. -Kızkardeşi kaç yaşmdaydı? -Bilmiyorum. -Ya erkek kardeşleri? En gençleri miydi? -Hayır. İkinci. -Ama o zaman kardeşleri onunla ilgilenemeyecek kadar gençti. -Evet. Öyle. -O zaman, suç onlarda değildi. -Hayır, kızıyordu onlara. Öksüzler yurdundan sonra, on altı yaşında, kızkardeşinin çiftliğine dönmüştü. Onu fazla çalıştırıyorlardı. Çok fazla. -O da Cheraga’ya geldi. -Evet. Bize. -Onu orada mı tamdm? -Evet." Gene başını sokaktan yana çevirdi. Jacques bu yolda sürdürme gücünü bulamayacağını seziyordu. Ama o kendisi bir başka yön tuttu. "Okuma bilmezdi, anlarsın ya. Öksüzler yurdunda, hiçbir şey öğretmiyorlarmış. -Ama sana savaştan yolladığı kartlar göstermiştin bana. -Evet, M. Classiault’dan öğrenmişti. -Ricome’da. -Evet. M. Classiault şefti. Okuyup yazma öğretti ona. -Kaç yaşmda? -Yirmi yaşmda, sanırım. Bilmiyorum. Çok eskileri 68 de kaldı bütün bunlar. Ama evlendiğimiz zaman, şarapları iyi öğrenmişti, her yerde çalışabilirdi. Kafalı adamdı." Jacques’a bakıyordu. "Senin gibi. -Peki sonra? -Sonra mı? Sonra kardeşin doğdu. Baban Rico- me’a çalışıyordu, Ricome onu Saint-Lapötre’daki çiftliğine yolladı. -Saint-Apötre’a mı? -Evet. Sonra savaş çıktı. Öldü. Mermi parçasını bana yolladılar." Babasmm başını parçalamış olan mermi parçası aynı dolapta, aynı havluların ardmda, cepheden gönderilmiş kartlarla birlikte, küçük bir bisküvi kutusunun içindeydi, kurulukları ve kısalıkları içinde ezbere söyleyebilirdi bu kartlarda yazılanları. "Sevgili Lucie. İyiyim. Yarın konak yerimizi değiştiriyoruz. Çocuklara dikkat et. Seni öpüyorum. Kocan." Evet, bu taşmmalar sırasında göçmen çocuğu ve göçmen doğduğu gecenin dibinde, Avrupa şimdiden toplarmı ayarlamaktaydı, birkaç ay sonra hepsi birden patlayacak, Cormery’leri Saint-Apötre’dan kovarak birini Cezayir’deki kolordusuna, ötekini kucağında Seybouse’un ısırıklarıyla şişmiş çocukla annesinin yoksun mahalledeki küçük apartmanına yollayacaktı. "Siz hiç rahatınızı bozmayın, anne. Henri döndüğü zaman, gideriz." Büyükanneyse, dimdik, ak saçları geriye toplanmış, gözleri açık renk ve sert: "Kızım, çalışman gerekecek," demişti. "Zuhaf birliğindeydi. -Evet. Fas’ta savaşmıştı." 69 Doğruydu. Jacques unutmuştu. 1905’te, babası yirmi yaşındaydı. Dedikleri gibi, Faslılar’a karşı etkin askerlik yapmıştı8. Jacques, birkaç yıl önce, Alger sokaklarında karşılaştıkları zaman, okulunun müdürünün anlattıklarını anımsıyordu. M. Levesque babasıyla aynı zamanda çağrılmıştı. Ama ancak bir ay aynı birlikte kalmıştı. Cormery’yi iyi tanıyamamıştı, çünkü az konuşan bir adamdı. Yorgunluğa dayanıklı, suskun, ama yaşanması kolay ve dürüsttü. Yalnız bir kez, Cormery tepesi atmış görünmüştü. Atlas’ın bir köşesinde, müfrezenin yerleştiği kayalık bir boğazın koruduğu bir küçük tepede, çok sıcak bir günden sonra, geceydi. Cormery’yle Levesque boğazın aşağısında nöbeti alacaklardı. Seslenişlerine kimsecikler yanıt vermemişti. Ve bir yaban incirleri çitinin dibinde, arkadaşlarım başı devrilmiş, tuhaf bir biçimde aya dönmüşbir durumda bulmuşlardı. Önce başını tanıyamamışlardı, tuhaf bir biçimdeydi. Ama çok basitti. Boğazlanmıştı, ağzındaki o mor kabarıldık da cinsel organıydı. Bacakları ayrılmış, zuhaf pantalonu yarılmış bedenini ve yarığın ortasında, aym bu kez dolaylı ışığında, şu bataklı- ğımsı birikintiyi o zaman görmüşlerdi 15. Yüz metre ötede, bu kez iri bir kayanın ardında, ikinci nöbetçi de aynı durumdaydı. Alarm verilmiş, nöbetçiler iki katma çıkarılmıştı. Şafakta, ordugâha döndükleri zaman, Cormery ötekilerin insan olmadıklarını söylemişti. Levesque düşünüyordu, onlara göre insanların böyle davranması gerektiğini, kendi evlerinde olduklarını ve tüm yollan denediklerini söylemişti. Cormery inatçı havasına girmişti gene. "Belki de. Ama yaptıkları kö- a. 14. b. ha onunla ölmüşün, ha onsuz, demişti çavuş. 70 tü. Bir insan bunu yapmaz." Levesque, onlar için, kimi durumlarda, insanın her şeyi yapabilmesi ve [her şeyi yokedebilmesi] gerektiğini söylemişti. Ama Cormery azgın bir deliliğe kapılmış gibi haykırıyordu: "Hayır, insan dediğin kendini tutar, insan budur, yoksa..." Sonra yatışmıştı. "Ben, demişti boğuk bir sesle, ben yoksulum, öksüzler yurdundan çıktım, bana bu giysiyi giydirdiler, beni savaşa sürüklediler, ama kendimi tutuyorum. -Kendini tutamayan Fransızlar da var, [demişti] Levesque. -O zaman, onlar da, onlar da insan değil." Sonra birden, haykırmıştı: "Pis ırk! Ne ırk! Hepsi, hepsi..." Sonra, kâğıt gibi solgun, çadırına girmişti. Jacques, düşündükçe, babası konusunda en çok şeyi şimdi görmez olduğu bu yaşlı ilkokul öğretmeninden öğrendiğini anlıyordu. Ama, bu ayrıntı bir yana, annesinin sessizliğinin sezdirdiğinden fazla hiçbir şey. Bütün yaşamı boyunca çalışmış, buyruk üzerine öldürmüş, kaçmılamayacak her şeyi sineye çekmiş, ama, içinde bir yerlerde, benliğinin çürümesini yadsıyan, sert, kederli bir adam. Kısacası yoksul bir adam. Çünkü yoksulluk seçilmez, ama sürdürülebilir. Ve, annesinden edindiği azıcık bilgiyle, aynı adamın, dokuz yıl sonra, evli, iki çocuk babası, biraz daha iyi bir durumda olarak ve seferberlik olup Cezayir’e çağrılışının3 ardından, sabırlı eşi ve katlanılmaz çocuklarla birlikte yaptığı gece yolculuğunu, garda ayrılışlarını, üç gün sonra da, rıhtımların tonozları altında kışladan ayrılıp akşam kendisini hiç taşımamış olan denizin üstünde, a. 1814 Cezayir gazeteleri. [Yanlışlık] 71 hiç görmemiş olduğu Fransa’ya gitmek üzere 8 gemiye binmeden önce, çocuklarım ve eşini kucaklamak için zuhaf birliğinin kabarık pantalonlu kırmızı, mavi güzelim üniforması içinde, temmuz sıcağında*, ne takkesi, ne miğferi olduğundan, elinde hasır şapkası, birdenbire Belcourt’daki küçük daireye gelişini gözlerinin önünde canlandırmaya çalışıyordu, onları var gücüyle, çok kısa bir süre kucaklamış, sonra aynı yürüyüşle gitmişti, karısı küçük balkonda hafiften el sallamıştı ona, o da koşusu içinde karşılık vermiş, geriye dönüp hasır şapkasını sallamış, sonra tozdan ve sıcaktan külrengi sokakta gene koşmaya başlamış, daha ileride, sinemanın önünde, sabahın gözler kamaştıran ışığı içinde, bir daha hiç dönmemek üzere gözden silinmişti. Gerisine gelince; tasarlamak gerekiyordu. Annesinin kendisine söyleyebilecekleri içinden değil, o tarihi ve coğrafyayı düşünemezdi bile, yalnızca denizin yakınında karada yaşadığını, Fransa’nın onun da hiç üzerinde dolaşmadığı şu denizin öte yanında olduğunu bilirdi, ayrıca Fransa belirsiz bir gecede yitip gitmiş, karanlık bir yerdi, Cezayir limanı gibi olduğunu tasarladığı, Marsilya denilen bir limandan varılırdı buraya, burada çok güzel olduğu ve adına Paris denilen bir kent ışıldardı, sonra bir de Alsace denilen bir bölge vardı, kocasının ataları oradan gelmişlerdi, bundan uzun zaman önce, Cezayir’e yerleşmek üzere adlarına Alman denilen düşmanlardan kaçmışlardı, bu bölgeyi de aynı düşmanlardan, özellikle Fransızlar’a karşı, hem de hiçbir neden yokken, her zaman kötü ve acımasız olan in- a. Fransa’yı hiç görmemişti. Görmüş ve öldürülmüştü. * Ağustos. 72 sanlardan geri almak gerekirdi. Fransızlar bu kavgacı ve amansız adamlara karşı kendilerini savunmak zorundaydı her zaman. Kendisinin Mahonlu ataları da gene çok uzun zaman önce, yerini pek bilemediği, ne olursa olsun çok uzak olmayan Ispanya’yla, bir ada olduğunu bile bilmediği, hiç görmediğinden bir ada olduğunu bilmediği Mahon’da açlıktan kırıldıkları için gelip Cezayir’e yerleşmişlerdi. Bazı bazı öteki ülkelerin adları dikkatini çeker, her zaman doğru söylemeyi başaramazdı. Ne olursa olsun, AvusturyaMacaris- tan’ı da, Sırbistan’ı da hiç işitmemişti, Rusya da İngiltere gibi zor bir addı, arşidükün ne demek olduğunu bilmezdi, Sarayevo’nun dört hecesini hiçbir zaman bir araya getiremezdi. Savaş oradaydı, karanlık tehditlerle yüklü, ama Cezayir yaylalarının üstüne çöken yıkıcı kasırgaların ya da çekirgelerin gelişi önlenemediği gibi gökyüzünü kaplaması engellenemeyen bir kötü bulut gibi. Almanlar bir kez daha Fransa’yı savaşa zorlu- yorlardı, acı çekilecekti... bunun nedenleri yoktu, Fransa tarihini bilmezdi, tarihin ne olduğunu da. Birazcık kendisininkini bilirdi, zar zor da sevdiklerininki- ni, sevdiklerinin de kendisi gibi acı çekmeleri gerekirdi. Gözlerinin önünde canlandıramadığı dünyanın ve bilmediği tarihin karanlığına, daha da koyu bir karanlık gelip yerleşmişti yalnız, terli ve yorgun bir jandarmanın elinde iç ülke ortasına gizemli emirler gelmiş, daha şimdiden bağ bozumu hazırlıklarının başlamış olduğu çiftliği bırakmak gerekmişti - silah altına alınanları uğurlamak için papaz da Böne garına gelmişti: "dua etmek gerek", demişti ona, o da yanıt vermişti: "evet, papaz bey", ama gerçekte işitmemişti dediğini, çünkü yeterince yüksek sesle söylememişti, ayrıca dua 73 etme düşüncesi de gelmezdi usuna, kimseyi rahatsız etmek istemezdi, -şimdi de kocası güzel çok renkli giysisi içinde gitmişti, yakında gene gelecekti, herkes öyle söylüyordu, Almanlar cezalandırılacaktı, ama bu arada iş bulmak gerekiyordu. Bereket versin, bir komşu büyükanneye Askeri Fabrika’nm fişek bölümünde kadınlara gereksinim bulunduğunu, hele üzerlerinde aile yükü de varsa, asker eşlerinin yeğ tutulacağını söylemişti, küçük karton tüpleri büyüklük ve renklerine göre yerleştirerek on saat süresince çalışma şansına kavuşacaktı, büyükanneye para getirebilirdi, Almanlar cezalandırılıp Henri dönünceye dek çocuklar yiyecek bulacaklardı. Elbette, bir Rus cephesi bulunduğunu bilmiyordu, cephenin ne demek olduğunu da, savaşın Balkanlar’a, Orta-Doğu’ya, gezegene yayılabileceğini de bilmiyordu, her şey Fransa’da olup bitmekteydi, Almanlar buraya haber vermeden girmişler, çocuklara saldırmışlardı. Her şey orada olup bitiyordu gerçekten, Afrika birlikleri, bunlar arasında da H. Cor- mery, olabildiğince çabuk getirilmiş, oldukları gibi o sözü edilen bölgeye, Marne'a götürülmüş, onlara miğfer bulacak zaman da olmamıştı, güneş Cezayir’deki gibi renkleri öldürebilecek ölçüde güçlü değildi, öyle ki parlak ve şirin renklere bürünmüş, başlarına hasır şapkalar giymiş Arap ve Fransız Cezayirliler, yüzlerce metre ötelerden görülebilen kırmızı mavi hedefler, öbek öbek ateşe çıkıyor, öbek öbek öldürülüyor ve üzerine dört yıl boyunca dünyanın dört bir yanından gelmiş, ışıklar saçan obüslerle, boşuna kuşatmaları haber veren kocaman engeller gümbür gümbür öterken vınlayan obüslerle çizgi çizgi bir gök altında, çamur inlere büzülüp metre metre yapışacakları, dar bir alanı 74 gübrelemeye başlıyorlardı®. Ama o sırada in yoktu daha, ateşin altında renk renk mum bebekler gibi eriyen Afrika birlikleri vardı yalnızca, ve her gün Cezayir’in her köşesinde yüzlerce öksüz, daha sonra yaşamayı derssiz ve kalıtsız olarak öğrenmek zorunda kalacak olan, Arap ve Fransız, babasız oğullar ve kızlar doğmaktaydı. Birkaç hafta geçmişti, sonra bir pazar sabahı, tek katın küçük iç sahanlığında, merdivenle ışıksız iki tuvalet, duvarda açılmış, sürekli krezolle temizlenen ve sürekli pis pis kokan iki kara delik arasında, Lucie Cormery’yle annesi iki basık iskemleye oturmuş, merdivenin yukarısındaki tepe camından gelen ışıkta mercimek ayıklıyor, bebek de küçük bir çamaşır sepetinin içinde kendi tükrüğüne batmış bir havucu emiyordu, birdenbire, merdivende, elinde mektup gibi bir şeyle ciddi ve iyi giyinmiş bir bey belirmişti. İki kadın şaşırmış, aralarında duran bir tencereden aldıkları mercimekleri ayıkladıkları tabakları bırakmışlar, onlar ellerini silerken, gelen bey sondan bir önceki basamakta durarak rahatsız olmamalarını söylemiş, Madam Cormery’yi sormuştu, "işte bu, ben annesiyim", demişti büyükanne, bey de belediye başkanı olduğunu, acı bir haber getirdiğini, kocasının onur alanında öldüğünü, ölümüne ağlayan Fransa’nın aynı zamanda da kendisiyle övündüğünü söylemişti. Lucy Cormery işitmemişti, ama kalkmış, büyük bir saygıyla elini uzatıyordu ona, büyükanne de doğrulmuş, eli ağzında, "tanrım" diye yineliyordu. Bey Lucie’nin elini avcunda tutmuş, sonra iki elinin içinde sıkmış, avutucu sözler söylemiş, sonra mektubunu vermiş, geri dönüp ağır a. geliştirilecek. 75 adımlarla inmişti. "Ne dedi? diye sormuştu Lucie. -Henri ölmüş. Vurulmuş." Lucie mektuba bakıyor, açmıyordu, ne o okuma bilirdi, ne annesi, elinde çeviriyordu, tek sözcük söylemeden, gözlerinde tek damla belirmeden, bilinmedik bir gecenin dibindeki bu uzak ölümü tasarlama gücünden yoksun. Sonra mektubu mutfak önlüğünün cebine koymuş, ona hiç bakmadan çocuğun yanından geçmiş, iki çocuğuyla paylaştığı odasına gitmiş, kapıyı ve avluya bakan pencerenin pancur- larını kapatmış, yatağa uzanmıştı, uzun saatler boyunca kalmıştı burada, hiç sesi çıkmadan, tek damla gözyaşı dökmeden, okuyamadığı mektubu cebinde sıkarak, karanlıkta anlamadığı mutsuzluğuna bakarak*. "Anne", dedi Jacques. Aynı havayla, sokağa bakıyordu hep, sesini işitmiyordu. Zayıf ve kırışık koluna dokundu, gülümseyerek kendinden yana döndü o zaman. "Hani şu babamın kartlarını, hastaneden yazdıklarını. -Evet. -Belediye başkanmm gelmesinden sonra mı aldın? -Evet." Bir obüs parçası başını yaralamış, kasap dükkânıyla ara hastaneler arasında gidip gelen kanlar, samanlar, pansumanlar damlayan sağlık trenlerinden biriyle SaintBrieuc’e getirilmişti. Burada, artık gözü görmediğinden el kararıyla iki kart yazmıştı. "Yaralandım. Bir şey değil. Kocan." Birkaç gün sonra da ölmüştü. a. obüs parçalarının kendi başlarına devindiklerine inanır. 76 Hemşire: "Böylesi daha iyi. Kör ya da deli kalacaktı. Çok cesurdu", diye yazmıştı. Sonra da obüs parçası. Aşağıda, sokakta, birerli kolda, her yöne bakarak silahlı üç paraşütçüden oluşan bir kol geçmekteydi. İçlerinden biri siyahtı, benekli postu içinde görkemli bir hayvan gibi, iri, çevik. "Haydutlar için, dedi annesi. Mezarına gittiğine de sevindim. Ben fazla yaşlandım, hem de uzak. Güzel mi? -Ne, mezar mı? -Evet. -Güzel. Çiçekler var. -Evet. Fransızlar çok iyi." Söylüyordu, inanıyordu da, ama kocasını fazla düşünmeden. Şimdi unutulmuştu o, onunla birlikte geçmiş zamanm mutsuzluğu da unutulmuştu. Ve evrensel bir ateşin yaktığı bu adamdan, onda da, evde de hiçbir şey kalmamıştı artık, bir orman yangınında yanmış bir kelebek kanadmm külleri gibi, ele gelmez bir anı kalmıştı yalnızca. "Yemek yanacak, bir dakika." a Annesi mutfağa gitmek üzere kalkmış, o da onun yerini almış, bunca yıldır değişmemiş, güneşte pul pul olmuş, soluk renkli dükkânları hep aynı kalmış olan sokağa bir de o bakmıştı. Yalnız karşıki tütüncü içi boş kamışçıklardan oluşan perdesini çok renkli plastikten uzun kayışlarla değiştirmişti, Jacques güzelim basılı kâğıt ve tütün kokusunun içine girip onur ve yiğitlik öyküleriyle coştuğu L ’Intrepide’i almak için geçerken çıkardığı özel sesi hâlâ işitmekteydi. Sokak şimdi pa- a. dairedeki değişiklik. 77 zar sabahının canlılığını yaşamaktaydı. İşçiler, yeni yıkanıp ütülenmiş ak gömlekleriyle üçer dörder gevezelik ederek serin gölge ve anason kokan kahvelere yöneliyorlardı. Hep yüzleri örtülü, ama Louis XV ayakkaplar giymiş eşleriyle birlikte, Araplar geçmekteydi, onlar da yoksuldu, ama temiz giyinmişlerdi. Zaman zaman, böylece pazarlıklarını giymiş, koca Arap aileleri geçiyordu. İçlerinden biri üç çocuk sürüklüyordu arkasında, çocuklardan biri paraşütçü asker kılığına girmişti. Paraşütçü kolu da gene geçiyordu işte, askerler gevşemiş, ilgisiz görünüyorlardı. Patlama tam Lucie Cormery’nin odaya girdiği anda gümbürdemişti. Çok yakın, çok güçlü görünüyor, titreşimleri bir türlü kesilmek bilmiyordu. Çoktandır işitilmiyormuş gibi geliyor, yemek odasının lambası avize işi gören cam kabuğun dibinde titreyip duruyordu. Annesi odanın dibine, ta dibine gitmişti, sapsan, kara gözleri bas- tıramadığı bir ürpertiyle dolu, biraz titrek. "Burada, burada, diyordu. -Hayır", dedi Jacques, sonra pencereye koştu. İnsanlar koşuyordu, nereye, bilmiyordu: bir Arap aile karşıki tuhafiyeci dükkânına girmiş, çocuklara çabuk olmalarını söylüyordu; tuhafiyeci onları içeri alıyor, tokmağı çekerek kapıyı kapatıyor ve camın arkasında kalıp sokağı gözetliyordu. Bu sırada, paraşütçü kolu soluk soluğa karşı yönde koşarak geri döndü. Arabalar ivedilikle kaldırımlar boyunca sıralanıp duruyordu. Birkaç saniyede, sokak boşalmıştı. Ama, eğilince, Jacques daha ileride, Musset sinemasıyla tramvay durağı arasında, kalabalığın büyük bir devinim içinde olduğunu gördü. "Gidip bakacağım", dedi. 78 Prevost-Paradol sokağının köşesinde 31, birtakım insanlar toplanmış bağırıp çağırıyordu. Fanilalı bir ufak tefek işçi, bir kahvenin yanında bir araba kapısına yapışmış bir Arab’a doğru, "Bu pis ırk", diyordu. Ona doğru yöneldi. "Ben hiçbir şey yapmadım, dedi Arap. Hepiniz işin içindesiniz, ibnetorlar". Sonra üstüne atıldı. Ötekiler onu tuttular. Jacques, Arab’a. "Benimle gelin", dedi, onunla birlikte, şimdi çocukluk arkadaşı, berberin oğlu Jean’ın işlettiği kahveye girdi. Jean oradaydı, aynıydı, ama yüzü kırışmıştı, ufak tefek, ince, yüzü kurnaz ve dikkatli. "Hiçbir şey yapmadı, dedi Jacques. Senin oraya al." Jean tezgâhını kurularken, Arab’a baktı. "Gel", dedi, arkada gözden silindiler. Dışarı çıktığında, işçi ters ters Jacques’a bakıyordu. "O hiçbir şey yapmadı, dedi Jacques. -Hepsini öldürmek gerekir. -Öfkelenince böyle konuşulur. Biraz düşün." Öteki omuz silkti: "Oraya git de bak, bulamacı görünce konuşursun." Cankurtaranların düdük sesleri geliyordu, hızlı, ivecen. Jacques tramvay durağına dek koştu. Bomba durağın yanındaki elektrik direğinde patlamıştı. Tramvay bekleyen birçok insan vardı, hepsi de pazarlıklarını giymişti. Burada bulunan kahve haykırışlarla doluydu, öfkeden mi, acıdan mı, belli değildi. Annesinden yana dönmüştü. Şimdi dimdik, apaktı. "Otur." Jacques onu masanm hemen yanındaki iskemleye doğru götürdü. Kendisi de yanma oturup el- a. -Onu annesine gelmeden mi görse? • Kessous saldırısı üçüncü bölümde yeniden anlatılacak, bu durumda, burada yalnızca belirtilecek. -Daha ileride. 1. Bütün bu parça "acı"ya dek bir soru belirtkesiyle çerçevelenmiş. 79 lerini avcuna aldı. "Bu hafta iki kez oldu, dedi. Sokağa çıkmaktan korkuyorum. -Bir şey değil, geçecek, dedi Jacques. Evet”, dedi o da. Tuhaf, kararsız bir havayla bakıyordu ona, sanki oğlunun akima duyduğu güvenle tüm yaşamın kendisine karşı hiçbir şey yapılamayan, ancak çekilen bir mutsuzluktan oluştuğu konusundaki kesin düşüncesi arasında bölünmüş gibiydi. "Anlıyorsun ya; yaşlıyım, dedi. Koşamam artık." Şimdi yanaklarına kan geliyordu. Uzaktan uzağa cankurtaranların düdük sesleri duyuluyordu, ivecen, hızlı.'Ama o bunları işitmiyordu. Derin derin soluk aldı, biraz daha yatıştı ve güzel, diri gülümsemesiyle oğluna gülümsedi. Bütün ırkı gibi tehlike içinde büyümüştü, tehlike yüreğini sıkıştırabilirdi, her şey gibi ona da katlanırdı. Ancak Jacques katlanamıyordu onun birdenbire büründüğü bu büzülmüş can çekişen kadm yüzüne. "Benimle Fransa'ya gel", dedi ona, ama o kararlı bir kederle başını sallıyordu: "Yok, hayır, orası soğuk olur. Şimdi fazla yaşlıyım. Bizim burada kalmak istiyorum." 80 "Burada olduğun zaman mutluyum 3, diyor annesi. Ama akşam gel, daha az sıkılırım. Özellikle akşam, kışın erkenden karanlık bastırıyor. Hiç değilse okumam yazmam olsaydı. Lamba ışığında örgü de öremiyorum, gözlerim acıyor. O zaman, Etienne evde olmayınca, yatıyorum, yemek saatini bekliyorum. Böyle iki saat, uzun. Kızlar yanımda kalsaydı, konuşurdum onlarla. Ama gelmeleriyle gitmeleri bir oluyor. Fazla yaşlıyım. Belki de kötü kokuyorum. O zaman, böyle, yapayalnız..." Sanki o zamana dek sessiz kalmış düşüncesinden boşalıyormuş gibi birbirini izleyen, kısa, basit tümcelerle, bir solukta konuşuyordu. Sonra, düşünce kuruyunca, gene susuyordu, ağzı kapalı, gözleri yumuşak ve donuk, yemek odasının kapalı pancurlarının arasından sokaktan gelen boğucu ışığa bakarak, rahatsız iskemlesinin üstünde hep aynı yerde. Oğluysa, eskiden olduğu gibi orta masanın çevresinde dönmekteydi 5. Gene masanm çevresinde dönüşüne baktıc. "Solferino güzel. -Evet, temiz. Ama sen görmeyeli değişmiş olmalı. -Öyle, değişiyor. a. Hiçbir zaman dilek kipi kullanmamıştır. b. Kardeş Henri'yle ilişkiler: kavgalar. c. Yedikleri: ciğer yahnisi - morina yahnisi, nohut, vb. İlk Adam 81/6 -Doktor sana selam söyledi. Onu anımsıyor musun? -Hayır, çok zaman geçti. -Babamı hiç kimse anımsamıyor. -Fazla kalmadık. Ayrıca, çok konuşmazdı. -Anne?" Gülümsemeden, dalgın ve tatlı gözleriyle ona bakıyordu. "Ben babamla sen hiç bir arada yaşamadınız sanıyordum. -Hayır, hayır. -Dediğimi anladın mı?" Anlamamıştı, bunu özür diler gibi, biraz ürpermiş havasından anladı, heceleri tek tek ayırarak yineledi sorusunu: "Cezayir’de hiç birlikte oturmadınız mı? -Hayır. -Ama, o zaman, babam Pirette’in kafasını kesmelerini görmeye gittiğinde..." Sorusunu anlasın diye elinin keskin yanıyla boynuna vuruyordu. Ama o hemen yanıtı verdi: "Evet, Barberousse’a gitmek için saat üçte kalkmıştı. -Öyleyse Cezayir’deydiniz, öyle değil mi? -Evet. -Ama ne zaman? -Bilmiyorum. Ricome’da çalışıyordu. -Solferino’ya gitmenizden önce mi? -Evet." "Evet", diyordu, belki de "hayır"dı, zaman içinde, bulanık bir belleğin içinden esküere gitmek gerekiyordu, hiçbir şey kesin değüdi. Yoksulların belleği, zengin 82 lerinki kadar dolu değildir, yaşadıkları yeri ender olarak bıraktıklarına göre, uzamda bellik noktalan daha azdır, tek biçimli ve külrengi bir yaşam süresinde de daha az bellik noktası bulunur. Hiç kuşkusuz, gönül belleği de vardır, onun daha güvenilir olduğu söylenir, ama zorluk ve emek yüreği yıpratır, yorgunlukların ağırlığı altında insan daha çabuk unutur. Yitik zamanı ancak zenginler yeniden bulur. Yoksullar için, ölümün yolunun belirsiz izlerini belirtir yalnızca. Hem sonra, katlanabilmek için fazla iyi anımsamamak gerekir, günlerin hemen yakınında bulunmak gerekir. Annesi de böyle yapıyordu, biraz da zorunlu olarak böyle yapıyordu kuşkusuz, öyle ya, bu gençlik hastalığı (büyükannesine bakılırsa, tifo. Ama tifo böyle etkiler bırakmaz. Belki de tifüs. Yoksa başka bir şey mi? Orası da karanlıktı), evet, bu gençlik hastalığı onu sağır ve konuşma güçlüğüyle bıraktığına, sonra en yeteneksizlere bile öğretilenleri öğrenmesine engel olduğuna, böylece sessizce boyun eğmeye zorlandığına göre. Ama yaşama göğüs germek için bulduğu tek yol da buydu, onun yerinde kim başka bir şey bulabilirdi ki? Beş yıl süresince yaşamını paylaştığı (gerçekten paylaşmış mıydı?), kırk yıl önce ölmüş bir adamı kendisine anlatmaya çalışsın isterdi. Yapamıyordu bunu, onun bu adamı tutkuyla sevdiğinden bile emin değildi, ne olursa olsun, bunu ondan isteyemezdi, kendisi de onun karşısında kendince dilsiz ve sakattı, aralarında olup biteni gerçekten öğrenmek bile istemiyordu, ondan birşeyler öğrenmekten vazgeçmesi gerekiyordu. Çocukluğunda kendisini öylesine etkilemiş, tüm yaşamı süresince, hatta düşlerinde bile yakasını bırakmamış olan şu oluntuyu, babasının önlü bir suçlunun 83 idamını görmek için saat üçte kalkmasını bile büyükannesinden öğrenmişti. Pirette Cezayir’e oldukça yakın bir yerde, Sahel’de bir çiftlikte tarım işçisiydi. Efendilerini ve evin üç çocuğunu çekiçle vurarak öldürmüştü. "Hırsızlık için mi?" diye sormuştu Jacques çocukken. "Evet", demişti Etienne dayı. Büyükanne, "Hayır", demişti ya başka bir açıklama da yapmamıştı. Cesetler tanınmaz olmuş, ev tavana dek kan içinde ve yataklardan birinin altında, çocukların en küçüğü hâlâ soluk alır durumda bulunmuştu, o da ölmek üzereydi, ama, kireç badanalı duvara, kana batmış parmağıyla, "Pirette yaptı" diye yazacak gücü bulmuştu. Katilin ardına düşülmüş, kırda, sersemlemiş bir durumda bulunmuştu. Dehşet içinde kalan kamuoyu bir ölüm cezası istiyordu, kimse de nazlanmamıştı bu konuda, idam Cezayir’de, Barberousse hapisanesinin önünde, çok büyük bir kalabalık karşısında yapılmıştı. Jacques’m babası da gece kalkmış, büyükannenin söylediğine göre, kendisini tiksindirmiş olan bir suça verilen örnek cezayı görmeye gitmişti. Görünüşte, idam olaysız geçmişti. Ama Jacques’m babası yüzü sapsan dönmüş, yatmış, sonra birkaç kez kalkıp kusmuş, gene yatmıştı. Gördüğünden hiçbir zaman sözetmek istememişti bir daha. Bu öyküyü dinlediği akşam, Jacques da, birlikte yattıkları kardeşine dokunmamak için yatağın ucuna çekilip iyice büzülmüş durumda, kendisine anlatılan aynntılan ve kendisinin tasarladıklannı ikide bir yeni baştan düşünürken, bir dehşet kusmasını zor tutuyordu. Ve, tüm yaşamı boyunca, bu imgeler gecelerine dek izlemişti onu: arada bir, ama düzenli olarak, biçimleri değişen, ama izleği hep aynı kalan bir karabasan geri dönerdi: onu, Jacques’i, idam etmek üzere al84 maya gelirlerdi. Uzun zaman, uyandığında, korkusunu ve bunalımını silkelemiş, içinde idam edilmesi yönünde en ufak bir olasılık bulunmayan güzel gerçeği rahatlayışla yeniden bulmuştu. Sonra, yetişkin adam yaşma gelince, çevresinde tarih öyle bir duruma gelmişti ki, idam, tam tersine, gerçeğe benzemezlikten uzak bir biçimde tasarlanabiliyordu, gerçeklik de, tam tersine, çok [kesin] yıllar süresince, babasını altüst etmiş ve babasından kendisine açık ve kesin tek kalıt olarak kalmış olan bunalımla beslenmiş olduğundan, düşlerin rahatsızlığını üzerinden atamıyordu. Ama bu olayı öğrenmiş, kusmayı görmüş ve zamanın değiştiğini bilmediği gibi o sabahı da unutmuş olan annesinin üzerinden kendisini SaintBrieuc’ün bilinmedik ölüsüne (ne de olsa kendisinin de şiddetli ölümle öleceğini düşünmemişti) bağlayan, gizemli bir bağdı bu. Annesi için, zaman hep aynı zamandı, yıkım her an, geliyorum demeden çıkagelebilirdi buradan. Büyükannesine gelince8, tersine, nesneler konusunda daha doğru bii* görüşü vardı. "Sonunda darağa- cına gideceksin", diye yinelerdi sık sık Jacques’a. Neden olmasın, bunun hiçbir olağandışı yanı yoktu artık. Bunu bilmiyordu, ama, o yapısıyla, hiçbir şey şaşırta- mazdı onu. Uzun, kara kadm peygamber giysisi içinde dimdik, bilgisiz ve inatçı, hiç değilse o hiçbir zaman boyun eğişi tanımamıştı. Ve başka herkesten çok, Jacques’m çocukluğuna o egemen olmuştu. Mahonlu büyüklerince Sahel’de küçük bir çiftlikte büyütülmüş, çok genç yaşta, ince, zayıf bir Mahonlu’yla evlenmişti. Kocasının kardeşleri, daha 1848’de, arada bir ozanlığı a. Geçi;. 85 tutan ve dizelerini eşeğinin üstünde ve adada bostanla- rı çevreleyen küçük, kuru taş duvarlar arasında yol alırken yazan, baba tarafından büyükbabanın acıklı ölümünden sonra Cezayir’e yerleşmişlerdi. İşte bu gezintilerden birinde, gülünç düşürülmüş bir koca, görüntüye ve geniş kenarlı kara şapkaya aldanmış, sevgiliyi cezalandırdığını sanırken, şiiri ve, çocuklarına hiçbir şey bırakmamış olmakla birlikte, bir aile erdemleri örneğini sırtından kurşunlamıştı. Bir ozanın ölümüne yol açan bu acıklı yanılmanın uzak sonucu, bir yuva dolusu okumazyazmazın Cezayir kıyısına yerleşmesi olmuştu, okullardan uzakta, yabanıl bir güneşin altında, tüketici bir işe koşulu olarak üremişlerdi. Ama, fotoğraflara bakılırsa, büyükannenin kocası esinli büyükbabadan birşeyler saklamıştı. Geniş bir alın altındaki düşçül bakışlı, zayıf, düzgün yüzü, genç, güzel, güç dolu eşine kafa tutacak gibi bir insan olduğuna tanıklık etmiyordu. Büyükanne ona dokuz çocuk yapmış, ikisi küçük yaşta ölmüş, bir başkası ancak bir sakatlık pahasına kurtulmuş, sonuncusuysa sağır ve nerdeyse dilsiz doğmuştu. Küçük, kasvetli çiftlikte, çetin ortak çalışmaya kendi payım katmaya hiç ara vermeden, civcivlerini yetiştiriyor, sofranın başma oturduğunda elinde uzun bir sopa oluyor, böylece, suçlu hemen sopayı başına yediğinden, boş yere gözlemde bulunmaktan kurtuluyordu. Kendisine ve kocasına saygı isteyerek hüküm sürüyor, İspanyol geleneğine göre çocukların kendilerine siz demesi gerekiyordu. Kocası bu saygıdan uzun zaman yararlanamayacaktı: güneşten ve çalışmadan, belki de evlilikten yıpranmış, zamanından önce ölmüştü, hangi hastalıktan öldüğünü Jacques hiçbir zaman öğrenememişti. Büyükanne, yalnız kalınca, kü86 çük çiftliği elden çıkarmış, ötekileri daha çıraklık yaşında işe soktuktan sonra, en küçük çocuklarla gelip Cezayir’e yerleşmişti. Jacques, büyüdüğü zaman, yoksulluğun da, tersliklerin de onu yaralayamadığmı gözlemleyebilmişti. Yalnız üç çocuğu vardı artık yanında, dışarıya temizliğe giden Catherine1 Cormery, yaman bir fıçıcı olmuş sakat oğul, bir de Joseph, evlenmemiş olan ve demiryollarında çalışan büyük oğul. Her üçünün de kazancı çok düşüktü, hepsi bir araya getirilince, beş kişilik bir aileyi yaşatıyor olmalıydı. Evin parasını büyükanne idare ederdi. Bu nedenle, Jacques’in dikkatini ilk çeken şey açgözlülüğü olmuştu, cimri olduğundan değil, hiç değilse soluduğumuz ve bizi yaşatan hava konusunda cimri olduğumuz gibi cimriydi. Çocukların giysilerini o alırdı. Jacques’in annesi akşam geç döner, bakmakla, söyleneni dinlemekle yetinir, büyükannenin canlılığı kendisini aşar, her şeyi ona bırakırdı. Böylece Jacques tüm çocukluk yaşamı boyunca fazla uzun yağmurluklar giyecekti, çünkü büyükannesi bunları uzun süre giyilsin diye alır, çocuğun boyunun giysinin boyunu yakalaması konusunda doğaya belbağlardı. Ama Jacques ağır büyümekteydi, büyümeye ancak on beşinde karar vermiş, giysi de boyunu tutmadan eskimişti. Aynı tutumluluk ilkeleri uyarınca bir başkası alınmıştı. Arkadaşları giyimiyle alay eden Jacques’a da böylece gülüncü özgüne dönüştürerek yağmurluklarını belde şişirmekten başka yol kalmamıştı. Ayrıca, bu kısa utançlar, üstünlüğüne yeniden 1. Jacques Cormery’nin annesi Lucie diye adlandırılmıştı. Bundan böyle Catherine diye adlandırılacaktır. 87 kavuştuğu sınıfta ve krallığının futbol olduğu teneffüste çabucak unutulup giderdi. Ama bu krallık ona yasaktı. Çünkü avlu betonla kaplıydı ve ayakkaplarının tabanları burada öyle bir hızla eskirdi ki, büyükannesi Jacques’m teneffüslerde futbol oynamasını yasaklamıştı. Torunlarına sağlam ve kalın ayakkaplar alır, bunların ölümsüz olacağını umardı. Ne olursa olsun, ömürlerini uzatabilmek için tabanlarına koni biçiminde çiviler çaktırtırdı. İki yararı vardı bu çivilerin: tabanı eskitmeden önce bunları eskitmek gerekirdi, hem de futbol oynama yasağına aykırı davranılıp davranamadığını denetlemeyi sağlarlardı. Gerçekten de, beton alandaki koşular çivileri çabucak yıpratır, onlara tazeliği suçluyu ele veren bir parlaklık verirdi. Böylece, her akşam, eve dönünce, Jacques Cassandre’m kara tencereler üzerinde kutsal törene giriştiği mutfağa girip nallanan bir at gibi dizini bükerek tabanlarını kaldırıp göstermek zorundaydı. Hiç kuşkusuz, arkadaşlarının çağrışma ve gözde oyununun çekimine karşı koyamaz, tüm özeni olanaksız bir erdeme uymaya değil de kusuru gizlemeye yönelirdi. Böylece, ilkokuldan, daha sonra da liseden çıkışta, tabanlarını uzun uzun ıslak toprağa sürerdi. Gene de, bir gün gelir, çivilerin eskimişliği iyice aykırı bir duruma gelir, bazı bazı taban da yıpranmadan paymı alır, hatta, yıkımın son perdesi, sakarlıkla yere ya da ağaçları koruyan parmaklığa indirilmiş bir tekme sonucu, ayakkabının tabanı yüzünden ayrılmış olur, Jacques o zaman açılmış burnu kapak tutmak için kundurası iple sarılmış olarak dönerdi. İşte bu akşamlar öküz siniri akşamlarıydı. Annesi, ağlamakta olan Jacques’a, biricik avutma sözü olarak, "Gerçekten çok pahalıya geliyor. Neden 88 dikkat etmiyorsun ki?" derdi. Ama kendisi hiç el sürmezdi çocuklarına. Ertesi gün, Jacques’a espadril giydirilir, kunduralar da kunduracıya götürülürdü. İki, üç gün sonra, bunları yeni çivilerle çiçeklenmiş bulur, kaygan ve oynak tabanlar üstünde dengede kalmayı yeniden öğrenmesi gerekirdi. Büyükanne daha da ileri gidebilecek bir kadındı ve yıllardan sonra bile, Jacques şu öyküyü bir utanç ve tiksinti kasılmasına* kapılmadan anımsayamazdı. Kardeşine de, kendisine de hiç cep harçlığı verilmezdi, olsa olsa tüccar bir dayıyı ya da paralı kocaya varmış bir teyzeyi görmeye gitmeye boyun eğdikleri zaman para geçerdi ellerine. Dayı olunca, iş kolaydı, çünkü onları severdi. Ama teyze görece zenginliğini şıngırdatmasını bilir, iki çocuk da alçaldıklarını duymaktansa, paradan ve sağlayacağı hazdan yoksun kalmayı yeğ tutarlardı. Ne olursa olsun, deniz, güneş, mahalledeki oyunlar parasız hazlar olmakla birlikte, patates kızartmaları, akide şekerleri, Arap tatlıları, özellikle de, Jacques için, kimi futbol maçları biraz para, birkaç kuruş isterdi. Bir akşam, Jacques alışverişi yapmış, kolunda son olarak mahallenin fırıncısından aldığı (evde ne gaz, ne kuzina vardı, yemek bir ispirto ocağında pişerdi. Sonuç olarak, fırın yoktu, kızartılacak bir yemek olduğu zaman, tümden hazırlanmış olarak mahallenin fırıncısına götürülür, o da, birkaç kuruş karşılığında, fırına koyup kızartırdı), güveç tepsisi, eve dönmekteydi, hem toza karşı bir önlem olan, hem de uçlarmdan tutup taşımayı sağlayan bezin içinden yemek tütmek- teydi. Sağ dirseğinde, çok küçük miktarda almmış yi- * utançla tiksintinin biıbirine karıştığı. 89 yecekler (iki yüz elli gram şeker, yarım çeyrek tereyağı, beş sou’luk rendelenmiş peynir, vb.) fazla ağır gelmiyor, Jacques güvecin hoş kokusunu içine çekiyor, bu saatte mahallenin yollarında çok dolaşan halk kalabalığından sakınarak, çevik bir yürüyüşle ilerliyordu. O anda, delik cebinden bir iki franklık düşerek kaldırımda çınladı. Jacques iki frangı yerden aldı, parasının tamam olup olmadığına baktı, tamamdı, öbür cebine koydu. "Yitirebilirdim", diye düşündü birden. Ama şimdi o zamana dek düşüncesinden kovduğu şu ertesi günkü maç gelmekteydi usuna. Gerçekte, hiçbir zaman, hiç kimse neyin iyi, neyin kötü olduğunu öğretmemişti çocuğa. Kimi şeyler yasaklanmıştı ve aykırı davranışlar sertçe cezalandırılmaktaydı. Yalnız öğretmenleri, bazı bazı, izlenceden zaman kalınca, aktöreden sözederlerdi. Ama burada da yasaklar açıklamalardan daha kesindi. Jacques’m aktöre konusunda görüp deneyebildiği tek şey, görünüşe göre hiç kimsenin yaşamak için zorunlu parayı edinmenin en ağır çalışma dışında bir yolu bulunabileceğini hiçbir zaman düşünmediği bir işçi ailesinin yaşamıydı. Ama bu da bir aktöre dersi değil, bir gözüpek- lik dersiydi. Gene de Jacques bu iki frankı gizlemenin kötü olduğunu biliyordu. Bunu yapmak istemiyordu. Yapmayacaktı da; belki de, geçen sefer olduğu gibi, manevra alanındaki eski stadyumun iki tahtası arasından kayıp oyunu para ödemeden izleyebilirdi. İşte bu nedenle, getirdiği parayı neden geri vermediğini, bir an sonra tuvaletten dönünce de neden pantalonunu çekerken iki franklığın deliğe düştüğünü söylediğini kendisi de anlamamıştı. Tek katın sahanlığında yer alan ufacık yere tuvalet demek fazla soylu bir sözcük 90 kullanmak olurdu. Havadan, elektrik ışığından, musluktan yoksundu, kapı ile dip duvar arasında yarı yükseklikte bir ayaklıkla Türk işi bir delik açılmıştı, buraya, kullanımdan sonra, tenekelerle su dökmek gerekirdi. Ama pis kokusunun merdivene dek taşmasını hiçbir şey önleyemezdi. Jacques’in açıklaması tutarlıydı8. Hem yitirilen parayı bulmak için yeniden sokağa yollanmaktan kurtarıyor, hem de her türlü geliştirmenin önünü kesiyordu. Yalnız, Jacques kötü haberi verirken yüreğinin daraldığını duyuyordu. Büyükannesi mutfakta kullanıla kullanıla yeşerip çukurlaşmış bir eski tahta üstünde sarmısak ve maydanoz kıymaktaydı. Durdu, gürlemeyi bekleyen Jacques’a baktı. Ama susuyor, açık renk ve buz gibi gözleriyle onu sorguluyor- du. "Emin misin? dedi sonunda. -Evet, düştüğünü sezinledim." Hâlâ ona bakıyordu. "Pekâlâ, dedi. Göreceğiz." Ve Jacques, dehşet içinde, giysisinin sağ kolunu sıvayıp ak ve boğumlu kolunu ortaya çıkardığını, arkasından sahanlığa çıktığını gördü. O, kusmanın eşiğinde, yemek odasma attı kendini. Kendisini çağırdığı zaman, taş teknenin önünde, yeşil sabunla kaplı kolunu bol suyla ovar buldu. "Hiçbir şey yoktu, dedi. Sen bir yalancısın." O kekeliyordu: "Aşağıya sürüklenmiş olabilir". Büyükanne duralıyordu. "Belki de. Ama yalan söylediysen, halin duman." Evet, hali dumandı, çünkü aynı anda büyükannesini pisliği araştırmaya yönelten şeyin cimrilik değil, bu evde iki frankm büyük bir para olmasına yol açan korkunç yoksunluk olduğunu anlamıştı. Bunu anlıyor, en sonunda, açık bir biçimde, a. Hayır. Daha önce parayı sokakta yitirdiğini ileri sürdüğü için başka bir açıklama bulmak zorundadır. 91 h. utançtan altüst olmuş bir durumda, bu iki frankı büyüklerinin emeğinden çaldığını görüyordu. Jacques, bugün bile, pencerenin önünde oturan annesine bakarken, nasıl olup da her şeye karşın bu parayı geri vermediğini ve ertesi günkü maçta bulunmaktan gene de haz duyduğunu açıklayamıyordu. Büyükannenin anısı bu denli yerinde olmayan utançlara da bağlanırdı. Jacques’m büyük kardeşi Henri’ye keman dersleri aldırtmakta dayatmıştı. Jacques bu ek çalışmayla birlikte yürütmenin olanaksız olduğunu ileri sürdüğü okul başarılan nedeniyle yakayı kurtarmıştı. Böylece, kardeşi soğuk bir kemandan birkaç korkunç ses çıkarmasını öğrenmişti, ne olursa olsun, birkaç yanlış sesle de olsa moda şarkılan çıkarabiliyordu. Oldukça düzgün bir sesi olan Jacques, eğlenmek için, bu suçsuz uğraşın yıkıcı sonuçlarını hiç usuna getirmeden, aynı şarkıları öğrenmişti. Pazar günü, evli kızlan® -ikisi savaş duluydu- ya da hâlâ Sahel’de bir çiftlikte oturan ve Mahon ağzını İspanyolcaya göre daha severek konuşan kızkardeşi kendisini görmeye gelince, muşambayla örtülü masanm üstünde, koca kâselerde kahveler içildikten sonra, şöyle küçük bir doğaçlama konser versinler diye torunlarını çağırırdı. Şaşkınlık içinde, maden nota sehpasını ve ünlü nakaratların ikişer sayfalık notalarını alıp gelirler ve görevlerini yerine getirmeleri gerekirdi. Jacques, Henri’nin yalpalayan kemanmı izleyerek Ramona’yı ("Eşsiz bir düş gördüm Ramona, ikimiz birlikte yola çıkmışız") ya da "Danset, ey sevgili Djalme, bu gece sevmek istiyorum seni"yi ya da, gene Doğu’da kalalım dersek, a. Yeğenleri 92 "Çin geceleri, okşayan geceler, aşk geceleri, sarhoşluk geceleri, sevgi geceleri..."ni söylerdi. Başka kezlerde, özellikle büyükanne için gerçekçi şarkı istenirdi. Jacques da böylece "Sen misin, erkeğim, öyle çok sevdiğim, Tanrı bilir, nasıl, beni hiç ağlatmamaya yemin etmiş sevgilim..."i söylerdi. Bu şarkı Jacques’in gerçek bir duyarlıkla söyleyebildiği tek şarkıydı, çünkü şarkının kadm kahramanı acıklı nakaratını sonunda bir de bıçkın sevgilisinin idamını izleyen kalabalığın ortasında söylerdi. Ama büyükanne bir başka şarkıyı yeğlerdi, bu şarkıda da hiç kuşkusuz kendisi yaratılışında boşuna aranan hüzün ve sevgiyi severdi. Toselli’nin Serenade’ ıydı bu şarkı, Cezayir ağzı şarkının canlandırdığı büyülü saate pek gitmese bile, Henri ile Jacques oldukça iyi çıkarırlardı. Güneşli öğle sonunda, karalar giymiş, büyükanne dışmda hepsi kara İspanyol başörtüsünü çıkarmış, duvarları ak badanalı, yoksulca döşenmiş odanm çevresine sıralanmış dört beş kadın, ezgi ve metnin içdökmelerini başlarıyla usul usul onaylarlardı, sonra, birdenbire, hiçbir zaman bir do'yu bir «’den ayıramamış olan, ayrıca notalarm adlarını bile bilmeyen büyükanne, kısa bir "Bir yanlış yaptın!"la büyüyü yanda kesip iki sanatçının fiyakasını bozardı. Zor yer ona göre iyi bir biçimde aşılınca, büyükanne "Burada yeniden başlanıyordu11, der, gene sallanılır, iki virtuaz alkışlanır, onlar da öteberilerini çabucak toplayıp sokaktaki arkadaşlarının yanma dönerlerdi. Yalnızca Catherine Cormery hiçbir şey söylemeden bir köşede kalırdı. Jacques, notalarını alıp çıkmak üzereyken, teyzelerden birinin annesine kendisini övdüğü, annesinin de, sanki iki gözlem arasında bir bağıntı varmış gibi, "Evet, iyiydi. Akıllıdır", dediği şu pazar öğ- 93 le sonunu hep anımsardı. Geriye dönünce, bağıntıyı anlamıştı. Annesinin bakışı, titrek, yumuşak, ateşli, üzerine öyle bir anlatımla dikilmişti ki, çocuk gerilemiş, duralamış ve kaçmıştı. Merdivenden inerken, "Beni seviyor, beni seviyor demek", diyordu kendi kendine, aynı zamanda anlıyordu ki, kendisi de çılgınca seviyordu onu, onun kendisini sevmesini bütün gücüyle istemiş, ama o zamana değin bundan kuşku duymuştu. Sinema saatleri çocuğa daha başka hazlar saklardı... Bu tören pazar öğleden sonraları, bazı bazı da perşembe günleri olurdu. Semtin sineması evin birkaç adım ötesindeydi, bulunduğu sokak gibi o da romantik bir ozanın adını taşırdı. İçeriye girmeden önce, Arap satıcıların sunduğu ve karmakarışık bir biçimde yer fıstıklarının, tuzlu ve tuzsuz leblebilerin, acı baklaların, cırt renklere boyanmış çubuk şekerlerin, yapış yapış mayhoş şekerlerin yer aldığı bir sergi dizisini aşmak gerekirdi. Daha başkaları çiğ renkli pastalar satarlar, bunlar arasında kimileri pembe şekerle kaplı burma burma kremalı bir tür piramitler, daha başkaları üzerinden yağ ve bal damlayan Arap börekleri satarlardı. Sergilerin çevresinde, aynı şekerin çektiği bir sinek ve çocuk bulutu, sergilerinin dengesi konusunda korkuya kapılan ve sinekleri de, çocukları da aynı de- viniyle kovan satıcıların lanetlemesi altında birbirlerini izleyerek vızıldar ya da uğuldarlardı. Birkaç satıcı, sinemanın bir yanındaki camlı çıkmanın altına sığma- bilmişti, ötekiler yapışkan zenginliklerini yakıcı güneşin ve oynayan çocukların kaldırdığı tozlar altına yerleştirmişlerdi. Jacques, ak saçlarını düzlemiş, değişmez kara giysisini bir gümüş broşla kapatmış büyük- 94 anneye eşlik ederdi. Uluyarak girişi kapatan ayak takımını elinin tersiyle iter, özel yer biletlerini almak üzere tek gişeye giderdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, oturma yeri gürültüyle inen kötü tahta koltuklardan oluşan bu özel yerle son dakikada açılan yan kapıdan içeriye doluşan çocukların yer kavgasına giriştikleri sıralar arasında seçim yapmak gerekirdi yalnızca. Sıraların iki yanında, elinde kırbacıyla bir memur kendi bölümünde düzeni sağlamakla görevliydi, fazla kıpırdayan bir çocuk ya da büyüğü dışarı attığı az görülen bir şey değildi. Sinema o zaman sessiz filmler gösterirdi, önce güncel olaylar, bir kısa güldürü filmi, büyük film ve haftada bir kısa bir oluntuyla bir dizi film. Büyükanne özellikle her oluntusu öyküyü askıda bırakarak biten bu dilimli filmleri severdi. Örneğin kollarında sarışın ve yaralı bir genç kız taşıyan kaslı kahraman ortasından seller akan bir boğazın yukarısında sarmaşıklardan oluşan bir köprünün üzerine gelirdi. Ve haftalık oluntunun son görüntüsü, ilkel bir bıçakla, köprünün sarmaşıklarını kesen dövmeli bir el olurdu. Kahraman, "sıralar"daki izleyicilerin haykırarak yaptıkları uyarılara karşm ilerlemesini görkemle sürdürürdü3. O zaman sorun çiftin bu işten sıyrılıp sıyrılamayacağını bilmek değildi, bu konuda kuşkuya izin yoktu, nasıl sıyrılacağım bilmekti yalnızca, Arap ve Fransız, bunca izleyicinin sonraki hafta sevgililerin ölümcül düşüşlerinde umulmadık bir ağaçla durdurulduklarını görmeye gelmesini de bu açıklardı. "Sıralar"ın şamatasının karşısma ağzı bir dantel yakayla kapatılmış maden suyu şişesi biçiminde zayıf bir sırtın kımıltısız dinginliği- a. Riveccio. 95 ni çıkaran bir yaşlı kız gösteriye baştan sona eşlik ederdi. Jacques o zaman etkileyici bayanın en yakıcı sıcaklarda bile eldivenini çıkarmamasını bir seçkinlik belirtisi olarak görürdü. İşlevi de sanılabileceği ölçüde kolay değüdi. Özellikle güncel olayların yorumu gösterilen olayın niteliğine göre ezgi değiştirmek zorunda bırakırdı onu. Böylece, ilkbahar modalarının sunuluşuna eşlik etmeye yönelik sevinçli bir kadrilden Çin'de bir su baskını ya da ulusal ya da uluslararası yaşamda önemli bir kişinin ölümü nedeniyle doğrudan doğruya Chopin’in ölüm marşına geçerdi. Ayrıca, parça ne olursa olsun, kuru ve küçük on makine parçası sararmış eski klavye üzerinde kesin ayar çarklarının çoktan belirlediği bir işlemi gerçekleştirir gibi, çalma biçimi hiç şaşmazdı. Duvarları çıplak, döşemesi yer fıstığı kabuklarıyla kaplı salonda, fenol kokusu ağır bir insan kokusuyla karışırdı. Ne olursa olsun, matinenin havasını yaratması beklenen açılış parçasma pedala var gücüyle basarak girişince, sağır edici gürültüyü bir anda durduran oydu. Zorlu bir vızıltı sinema makinesinin çalışmaya başladığı haber verir, o zaman Jacques’m büyük işkencesi başlardı. Filmler, sessiz olduğundan, olayı aydınlatmayı amaçlayan birçok yazılı metin gösterimi içerirdi. Büyükanne okuma bilmediğinden, Jacques’m görevi ona bunlan okumaktı. Yaşlüığına karşın, büyükanne hiç de sağır değildi. Ama önce piyanonun, sonra da tepkilerinde çok cömert olan izleyici kitlesinin gürültüsünü bastırmak gerekirdi. Üstelik, metinlerin son dereçe basit olmasma karşın, büyükanne içerdikleri sözcüklerin çoğuna alışık değüdi, kimüeri tümden yabancısıydı. Öte yandan, Jacques yanındakileri rahatsız etmek, özellikle de büyükannesinin oku- 96 ma yazma bilmediğini herkese göstermek istemediğinden (bazı bazı kendisi de bundan utanır, gösterimin başında, yüksek sesle, "Sen okursun bana, gözlüğümü unutmuşum", derdi), metinleri okuyabileceği ölçüde yüksek sesle okumazdı. Sonuçta, büyükanne ancak yarısını anlar, metni bir daha ve yüksek sesle yinelemesini isterdi. Jacques daha yüksek bir sesle söylemeyi dener, "Şıst!"lar onu iğrenç bir utanca gömer, çabuk çabuk söyler, büyükanne homurdanır, çok geçmeden sonraki metin belirir, bir öncekini anlamamış olan zavallı kadına daha da karanlık gelirdi. O zaman bulanıklık artar, sonunda Jacques örneğin baba Douglas Fairbanks’m oynadığı Zorro’nun işareti’nin can alıcı anmı iki sözcükle özetlemek için kafasını çalıştırmak zorunda kalırdı. Piyano ile salonun bir duruş anından yararlanarak, "Kötü adam kızı elinden almak istiyor", derdi kararlılıkla. Her şey aydmlanıverirdi, film sürer ve çocuk soluk alırdı. Ama İki Yetime türünden filmler gerçekten fazla karışıktı ve Jacques, büyükannenin istekleriyle komşuların gittikçe daha kızgın uyarıları arasında bocalar, sonunda sıkışıp kalırdı. Bu gösterimlerden birini hâlâ anımsardı, büyükanne en sonunda tepesi atıp dışarı çıkmış, o da, zavallı kadını ender hazlarından birinden yoksun bıraktığı ve ödenmesi gerekmiş olan parayı ziyan ettiği düşüncesiyle ağlayarak onu izlemişti3. Annesine gelince, o bu seanslara hiç gelmezdi. O da okuma bilmezdi, üstelik yarı sağırdı. Sonra onun sözcük dağarcığı annesininkinden de kısıtlıydı. Bugün a. yoksulluk göstergeleri eklenecek - işsizlik - Miliana’da tatil kamplan -boru sesi- kovulmuş Ona söylemeyi göze alamaz. Konuş: İyi ya, kahve içeriz bu akşam. Zaman zaman değişir durum. Ona bakar. Kadının yiğit olduğu yoksulluk öyküleri okumuştur sık sık. Gülümsememiştir. Mutfağına gitmiştir, yiğit mi yiğit - Boyun eğmemiş. İlk Adam 97/7 bile bir oyalanma yoktu yaşamında. Kırk yılda, iki üç kez sinemaya gitmiş, hiçbir şey anlamamış, ancak kendisini çağıran kişilere kabalık olmasın diye giysilerin güzel olduğunu ya da bıyıklının çok kötü bir adama benzediğini söylemişti. Radyo da dinleyemezdi. Gazetelere gelince, bazı bazı resimli olanlarını karıştırır, resimleri oğullarına ya da torunlarına açıklattırtır, İngiltere kraliçesinin kederli olduğuna karar verir, sonra gene yaşamının yarısı süresince izlediği sokağın devinimini aynı pencereden izlemek üzere dergiyi kapatırdı®. a. Yaşlı Ernest dayıyı önce çıkar - Jacques’la annesinin durduğu odada portresi. Ya da sonra çıkar. 98 Etienne Bir anlamda, kendileriyle yaşayan kardeşi Ernest’ten1 daha az katılırdı yaşama. Kardeşi tümden sağırdı, yansını ve devinilerle olduğu kadar kullanabildiği yüz dolayında sözcükle de anlatırdı derdini. Ama gençliğinde çalıştırılamayan Ernest az da olsa bir okula gitmiş ve harfleri sökmesini öğrenmişti. O bazı bazı sinemaya gider ve daha önce filmi görmüş olanlar için şaşkınlık verici özetler yapardı, çünkü imgeleminin zenginliği bilgisizliklerini karşılardı. Duyarlı, üstelik kurnazdı, bir tür içgüdüsel akıl, kendisi için inatla sessiz kalan bir dünya ve insanlar içinde yolunu her şeye karşın bulmasını sağlardı. Aynı akıl her gün gazetelere dalmasını da sağlardı, büyük başlıkları çözer, bu da ona dünyanm gidişi konusunda hiç değilse üstünkörü bir bilgi verirdi. Örneğin, Jacques’m büyük adam yaşına geldiği zamanlarda, "Hitler, iyi değil, ha", derdi. Hayır, iyi değildi. "Almanlar işte, hep aynı", diye eklerdi dayı. Hayır, öyle değildi. "Evet, iyileri <^e var, diye kabul ederdi dayı. Ama Hitler iyi değil". Hemen arkasından da şakacılığı ağır basardı: "Levy (karşıki tuhafiyeci), korkuyor." Sonra kahkahayı koparırdı. "Jacques açıklamaya çakşırdı. Dayı yeniden ciddileşirdi: "Evet. Yahudiler’e neden kötülük etmek ister ki? Onlar da ötekiler gibi." 1. Kimi zaman Ernest, kimi zaman Etienne diye adlandırılmıştır ya hep aynı kişi: Jacques’in dayısı söz konusu. 99 O, kendi tarzında, Jacques’i hep sevmişti. Sınıftaki başarılarına hayranlık duyardı. Araçların ve çalışmanın bir tür nasırla kapladığı eliyle çocuğun başını ovardı. "İyi kafa var bu çocukta. Sert (ve koca yumruğuyla kendi başına vururdu), ama iyi." Bazı bazı da şöyle eklerdi: "Babası gibi." Jacques bir gün bundan yararlanarak babasının akıllı olup olmadığını sormuştu. "Baban, sert kafa. İstediğini yapardı, hep. Annen hep evet evet." Jacques bundan fazlasını çıkartamamıştı hiçbir zaman. Ne olursa olsun, Ernest çocuğu sık sık yanında götürürdü. Konuşmalarda da, toplumsal yaşamın karışık ilişkilerinde de dile gelemeyen gücü ve canlılığı, bedensel yaşammda ve duyumda patlardı. Daha uyanırken, kendisini sarsarak sağırların sımsıkı kapalı dünyasından çektikleri zaman, şaşkın şaşkın doğrulur ve her gün bilinmedik ve düşman bir dünyaya uyanan bir tarihöncesi hayvanı gibi, "Hıh, hıh", diye kükrerdi. Buna karşılık, bir kez uyandıktan sonra, bedeni ve bedeninin işleyişi yeryüzünde ona güven verirdi. Fıçıcılık uğraşının zorluğuna karşın, yüzmeyi ve avlanmayı severdi. Jacques’i daha küçücükken® Sablettes plajına götürür, sırtına bindirir, önce soğuk suyun şaşırtısım, sonra burada bulunmanm hazzmı ya da kötü bir dalga karşısında kızışmasını belirten, eklemlenmemiş çığlıklar atarak, ilkel, ama güçlü bir yüzüşle, hemen açıklara doğru yol alırdı. Arada bir, "Korkmuyor musun?" derdi Jaeques’a. Hayır, korkardı, ama, her ikisi de uçsuz bucaksız olan gök ve deniz arasında, bu yalnızlıkla büyülenmiş durumda, korktuğunu söylemezdi, sonra, arkaya döndüğü zaman, plaj gö- au 9 yaşında. 100 rünmez bir çizgiyi andırır, karnına iğne gibi bir korku saplanır, ürküntünün eşiğinde, dayısı kendisini bıraktı mı bir taş gibi içine kayacağı uçsuz bucaksız ve karanlık derinlikleri gözlerinin önüne getirirdi. Yüzücünün kaslı boynuna biraz daha sıkı sarılırdı o zaman. "Korkuyor musun? derdi hemen öteki. -Hayır, ama dön." Dayı, yumuşak başlı, hemen döner, kıyıda azıcık soluk alır, sonra, tıpkı sağlam toprağa basarcasına, gene güven içinde giderdi. Kıyıda, ancak hafiften soluğu kesilmiş durumda, zorlu kahkahalar atarak Jacques’i iyice ovar, hep gülerek, şakır şakır işemek üzere arkasını döner, sidik torbasının iyi çalışmasına sevinir, yaşamında her türlü hoş duyuma eşlik eden "Güzel! Güzel!" sözcükleriyle kamını döverdi. İster çıkarma, ister beslenme olsun, bu duyumlar arasında hiçbir zaman ayrım yapmazdı, aldığı haz üzerinde eşit biçimde ve aynı günahsızlıkla dayatır, sürekli olarak bu hazzı yakınlarının da paylaşmasmı istediğinden, sofrada büyükannenin karşı çıkmalarına yol açardı. Böyle şeylerden sözedilmesine o da karşı değildi kuşkusuz, kendisi de sözederdi, ama, söylediği gibi, "sofrada olmaz"dı. Gene de karpuz numarasını hoşgörürdü. Karpuzun sağlam bir sidik getirici ünü vardı, Ernest de karpuza bayılır ve yemeye gülmelerle, büyükanneye doğru şeytanca göz kırpmalarla, değişik soruma, geğirme, yumuşak çiğneme sesleri çıkarır, sonra, aynı dilimden ışınlan ilk lokmaların ardmdan, bir sürü öykünüye girişir, bu öykünüler içinde el birkaç kez pembeli aklı meyva- nın ağızdan cinsel organa dek aldığı varsayılan yolu belirtir, bu arada yüz de gösterişli bir biçimde, ağız, göz devimleriyle sevince boğulur, bunlara eşlik eden "Güzel, güzel. Yıkıyor. Güzel güzel"ler dayanılmaz 101 olur ve herkesi kahkahalarla güldürürdü. Aynı Adem arılığı, kaşları çatık, bakışı organlarının gizemli karanlığını izliyormuş gibi içe dönük, birçok geçici rahatsızlığa ölçüsüz bir önem vermesine neden olurdu. Yeri çok değişen bir "nokta"nm ağrımasından, biraz her yanında dolaşan bir rttop"tan yakınırdı. Daha sonra, Jacques liseye giderken, bilimin tek ve herkes için aynı olduğuna inandığından, ona karın çukurunu göstererek, "Şurası çekiyor, derdi. Kötü mü?" Hayır, bir şey yoktu. Rahatlamış olarak ayrılır, kısa ve ivedi adımlarla merdivenden iner, mahallenin anizet ve talaş kokan, tahta eşyalı, maden tezgâhlı kahvelerinde arkadaşlarıyla buluşmaya giderdi, Jacques da bazı bazı akşam yemeği saatlerinde dayısını çağırmaya gelirdi buralara. Çocuk o zaman bu sağır-dilsizi tezgâhta bir arkadaş halkasıyla çevrili olarak, genel bir kahkaha ortasında soluk soluğa konuşur bulunca az şaşırmazdı; gülme alay gülmesi de değildi, çünkü arkadaşları Ernest’i keyifliliği ve cömertliği nedeniyle çok severlerdi.^ Dayısı kendisini hepsi de fıçıcı ya da liman ve de- a. bir yana ayırdığı ve Jacques’a verdiği para. b. Orta boylu, bacakları biraz eğri, kalın bir kas kabuğu altında sırtı hafiften kamburdu, inceliğine karşın, olağanüstü erkek gücü izlenimi verirdi. Oysa yüzü bir delikanlı yüzü gibi kalmıştı, uzun zaman da öyle kalacaktı, ince, düzgün, kızkardeşinin kahverengi gözleriyle biraz ( ]1, burnu dümdüz, kas yerleri çıplak, çenesi düzgün, güzel saçları sık, hayır, hafiften dalgalı. Yalnızca bedensel güzelliği bile, sakatlığına karşın, kadınlarla, evlilikle sonuçlanmayacak, ister istemez kısa sürecek birtakım serüvenler yaşamış olmasını açıklardı, ama mahallede ticaretle uğraşan evli bir kadınla yaşadığı gibi, bazı bazı genellikle aşk diye adlandırılan şeyle renklenirdi. Kimi cumartesi akşamlan denize bakan Bresson bahçesindeki konsere arada bir Jacques’ı da götürürdü, askeri orkestra bahçede Les cloches de ComeviUe' i ya da Lakm# den havalar çalar, gece { ]1 çevresinde dolaşan halkın arasında, Ernest, pazarlık giysileri içinde, kahvecinin tisor giymiş karısıyla karşılaşmanın yolunu bulurdu, birbirlerine dostça gülümserler, bazı bazı koca da gözüne hiç kuşkusuz olanaklı bir karşıt olarak görünmemiş olan Emest’e dostça bir iki söz söylerdi. c. la mouna {yazarca halka içine alınmış sözcük, yn.] çamaşırlığı. d. plaj ağarmış tahta parçalan, mantarlar, aşınmış şişe parçalan... kamışlar. 1. Çizilmiş bir sözcük. 102 miryolu işçisi olan arkadaşlarıyla ava götürdüğü zaman da sezerdi bunu. Şafakta kalkılırdı. Jacques yemek odasında uyuyan ve hiçbir çalar saatin uykusundan sıyıramayacağı dayısını uyandırmakla görevlendirilmiş olurdu. Jacques zile uyar, kardeşi homurdanarak yatağında döner, annesi de, öteki yatakta, uyanmadan kımıldardı. El yordamıyla kalkar, bir kibrit çakıp iki yatağın ortak gece masasının üstünde duran küçük petrol lambasını yakardı. (Ah! bu odanın eşyaları: iki demir karyola, biri bir kişilik, annesinin yattığı, öteki iki kişilik, çocukların yattığı, iki yatak arasında bir gece masası ve gece masasınm karşısında bir aynalı dolap. Odanın bir penceresi vardı, annesinin yatağının ayak ucunda, avluya bakan. Bu pencerenin dibinde, gözenekli bir örtüyle örtülü, kocaman bir sandık vardı. Jacques, boyu kısa kaldığı sürece, pencerenin pancurlarını kapatmak için dizlerini bu sandığın üstüne dayamak zorunda kalmıştı. Son olarak, bu odada iskemle yoktu.) Sonra yemek odasma gidip dayısını sallar, dayısı kükrer, tepesindeki lambaya dehşetle bakar, en sonunda kendine gelirdi. Giyinirlerdi. Dayı azık -bir peynir, şişlikler, tuz, karabiber, domates, ikiye kesilip arasına büyükannenin hazırladığı koca bir omlet yerleştirilmiş bir yarım ekmek- av çantalarını hazırlarken, Jacques mutfakta küçük bir ispirto ocağında akşamdan kalmış kahveyi ısıtırdı. Sonra dayı çiftesini ve fişeklerini son bir kez gözden geçirirdi. Bir gün önce büyük bir tören olurdu bunların çevresinde. Akşam yemeğinden sonra, masa toplanıp muşamba özenle temizlenirdi. Dayı masanın bir köşesine yerleşmiş, askıdan indirilmiş kocaman petrol lambasının ışığında, sökülmüş tüfeğin özenle yağladığı parçalarını 103 ciddi bir havayla önüne koymuş olurdu. Jacques karşıya oturup sırasını beklerdi. Köpek Brillant da öyle. Öyle ya, köpek de vardı. Alabildiğine iyi yürekli, bir sineğe bile kötülük edemeyecek bir setter kırmasıydı, iyiliğinin kanıtı da bir sineği havada yakaladı mı tiksinmiş gibi bir yüz anlatımıyla ve dışarı çıkmış dilinin ve dudaklarının şapırtısının desteğinde hemen geri çıkar- masıydı. Ernest ile köpeği birbirinden ayrılmaz, çok iyi anlaşırlardı. Bir çifti düşünmekten kendini alamazdı insan (bunda bir alay görmek için de köpekleri tanımamak ve sevmemek gerekirdi). İnsan tek bir kaygısı olduğunu benimserken, köpek insana itaat ve sevgi borçluydu. Birlikte yaşar ve birbirlerinden hiç ayrılmazlardı, birlikte uyur (adam yemek odasındaki divanda, köpek argaçma dek yıpranmış, kötü bir yatak örtüsünün üstünde), işe (köpek atölyenin marangoz tezgâhında kendisi için özel olarak hazırlanmış bir yonga yatağında yatardı), kahveye birlikte giderler, köpek efendisinin bacakları arasmda sözlerini bitirmesini sabırla beklerdi. Yansınılarla konuşur, birbirlerinin kokusundan hoşlanırlardı. Ernest’e ender olarak yıkanan köpeğinin, hele yağmurlardan sonra, kötü koktuğunu söylememek gerekirdi. "O kokmaz", der, köpeğinin kocaman titrek kulaklarının içini aşkla koklardı. Av her ikisinin de büyük şenliği, büyük beyzade gezisiydi. Köpeğin kıçıyla iskemleleri dansettirtip kuyruğuyla büfeyi dövüp çınlatarak küçük yemek odasının içinde çılgınca koşulara girişmesi için Ernest’in av torbasını çıkarması yeterdi. Ernest gülerdi. "Anladı, anladı!" Sonra hayvanı yatıştırır, o da gelip çenesini masaya dayar, inçe hazırlıkları arada bir, belli etmeden esneyerek, ama bu güzel gösteriyi bitmedikçe bı104 rakmadan izlerdiab. Silah yeniden toplanınca, dayı Jacques’a geçirirdi. O da saygıyla alır, elindeki eski bir yün paçavrayla namluları parlatırdı. Bu arada, dayı fişekleri hazırlardı. Av çantasında bulunan bakır diplikli, canlı renkli, karton tüpleri önüne dizer, gene çantadan, barut ve saçmaların bulunduğu matara biçimi maden şişeleri ve kahverengi keçeden tıkama yastıklarını çıkarırdı. Arkasından küçük bir makine çıkarır, tüpler içine geçirilir, küçük bir kol bir kapsülü devinime getirip karton tüplerin tepesini yastık düzeyine dek sürerdi. Fişekler hazırlandıkça, Ernest bunları birer birer Jacques’a geçirir, o da bunları özenle önündeki fişekliğe yerleştirirdi. Sabah, Ernest ağır fişekliği iki kat kazakla kalınlaşmış beline geçirince, yola çıkma işareti verilmiş demekti. Jacques bunu arkasından tokalardı. Uyanmalarmdan beri sessizce gidip gelen, hiç kimseyi uyandırmamak için sevincini dizginlemeye alışmış olan, ama yetişebildiği tüm nesneler üzerine coşkusunu üfleyen Briliant, efendisinin üstüne atlayıp ayaklarını göğsüne dayar, boynunu ve sırtını yukarıya çekerek sevilen yüzü var gücüyle yalamaya çalışırdı. İçinde incirlerin hâlâ yeni kokusu yüzen, şimdiden hafiflemiş karanlıkta, hemen Agha garının yolunu tutarlar, köpek kimi zaman gecenin neminden ıslanmış yollarda kaymalarla sonuçlanan zikzaklı koşusuyla var hızıyla önlerinden gider, sonra, onları yitirdiği için gözle görülür bir şaşkınlık içinde, aynı çabuklukla geri gelir, Etienne kaim bez kılıfında baş aşağı çevril- a. av mı? silinebilir b. kitap nesne ve tenle iyice agjr çekmeli. 105 miş tüfeğiyle bir araç torbası ve bir avcı çantası taşır, Jacques da elleri kısa pantalonunun ceplerinde, omzunda kocaman bir çantayla yürürdü. İstasyonda, efendilerini ancak türdeşlerinin kuyruklarının altında hızlı denetlemeler yapmak üzere bırakan köpekleriyle birlikte, arkadaşları gelmiş olurlardı. Ernest’in atölye arkadaşı iki kardeş, Daniel ile Pierre3 vardı bu arkadaşlar arasında, Daniel hep güleç ve iyimser, Pierreî daha katı, daha yöntemliydi, insanlar ve nesneler konusunda her zaman görüş ve keskin gözlemlerle dolup taşardı. Georges da vardı, gaz fabrikasında çalışır, ama bazı bazı boks karşüaşmaları da yapar, biraz ek para kazanırdı. Çoğu kez iki üç kişi daha olurdu, hepsi de iyi çocuklardı, hiç değilse, bu fırsatla, atölyeden, dar ve fazla dolu evden, kimi zaman da evdeki eşten bir günlüğüne kurtulmuş olmaktan mutluluk duyar, kısa süreli ve sert bir eğlence için kendi aralarında bulunan erkeklere özgü şu rahatlık ve keyifli hoşgörüyle dolup taşarlardı. Sevinç içinde, şu her kompartımanı basamağa açılan vagonlardan birine tırmanır, çantalarını birbirine geçirir, köpeklerini çıkarır, en sonunda, böğür böğüre oturup aynı sıcaklığı paylaşmanm mutluluğu içinde, yerleşirlerdi. Jacques, bu pazarlarda, erkeklerin arkadaşlığının iyi olduğunu ve yüreği besleyebildiğim anlamıştı. Tren sarsılır, kısa solumalarla hızlanırdı, sonra, arada sırada, kısa ve uykulu bir düdük sesi. Sahel’in bir bölümü geçilir ve, tuhaf bir biçimde, daha ilk tarlalarda, bu sağlam ve gürültücü insanlar susarlar, tarlaları ayıran, koca, kuru kamışlardan yapılmış çitlerin yukarısında, verevlemesine sabah sisleri ka- a. dikkat, adlar değiştirilecek. 106 yan, özenle sürülmüş topraklar üzerine güneşin doğuşunu izlerlerdi. Zaman zaman camın içinden ağaç demetleri, bu ağaç demetlerince çevrelenmiş olan ve içinde her şey uyuyan, kireç badanalı bir çiftlik kayardı. Dolma toprağı çevreleyen hendekten kalkan bir kuş birden kendi düzeylerine dek yükselir, onunla hız yarışına girmeye çalışıyormuş gibi trenle aynı yönde uçar, sonra birden trenin gidiş yönüne dikey bir yön tutar, o zaman, birden camdan kopmuş da gidişin yeliyle trenin arkasına fırlatılmış gibi olurdu. Yeşil çevren pembeleşir, sonra birden kırmızıya döner, güneş belirir ve gözle görülür bir biçimde gökte yükselirdi. Tüm tarlaların üzerindeki sisleri yutar, daha da yükselirdi, birdenbire vagon sıcaklaşır, adamlar bir kazaklarını, sonra İkincisini çıkarır, devingenleşmeye başlayan köpekleri yatırır, karşılıklı şakalar yaparlardı, Ernest de şimdiden yiyecek, hastalık, bir de üstünlüğün hep kendisinde olduğu kavga öyküleri anlatırdı. Zaman zaman, arkadaşlardan biri, Jacques’a okuluna ilişkin bir soru sorar, sonra başka şeyden sözedilir ya da Ernest’in bir yüz devinisi konusunda onu tanık tutarak "Dayın esaslı adam", derlerdi. Görünüm değişip kayalıklaşır, portakal ağacının yerini meşe alır, küçük trenin soluğu gittikçe kesikleşir, kocaman buharlar fışkırtırdı. Birden soğuk başlardı, çünkü güneşle yolcular arasına dağ girer ve daha saatin yediyi geçmediğinin ayrımına varılırdı. En sonunda, tren son bir kez düdük çalar, yavaşlar, dar bir eğriyi yavaş yavaş geçer, vadide küçük ve yalnız bir istasyonda dururdu, çünkü orak biçimi yaprakları sabahın yelinde titreyen, kocaman okaliptüsler dikilmiş, uzak, ıssız ve sessiz maden ocaklarına ulaşım sağlardı 107 yalnızca. İniş aynı hayhuy içinde geçer, köpekler kompartımandan vagonun iki dik basamağını boşlayarak iner, adamlar çanta ve tüfekler için yeniden zincir oluştururlardı. Ama istasyonun dosdoğru ilk yokuşlara açılan çıkışında, yabanıl bir doğanın sessizliği yavaş yavaş ünlem ve çığlıkları boğar, köpekler çevrede yorulup bıkmadan zikzaklar çizip dururken, küçük topluluk sonunda yokuşu sessizlik içinde tırmanırdı. Jacques güçlü yoldaşlarının arayı açmalarına izin vermezdi. En sevdiği Daniel, kendisinin direnmesine karşm, çantasını almış olur, gene de topluluğun düzeyinde kalabilmek için adımlarını iki katına çıkarması gerekir, sabahın keskin havası ciğerlerini yakardı. Derken, bir saatin sonunda, güneşli bir taze gök altında, bodur meşe ve ardıç ağaçlarıyla kaplı, iniş çıkışları pek belirgin olmayan, uçsuz bucaksız bir yaylaya gelirlerdi. Av alanıydı burası. Köpekler, uyarılmış gibi, gelip adamların çevresinde toplanırdı. Öğle yemeği için öğleden sonra saat ikide yaylanın kıyısında çok güzel bir yerde bulunan ve çok uzaklardan vadi ve ovaya bakan bir çam demetinin altmda buluşmayı kararlaştırırlardı. Saatler ayarlanırdı. Avcılar ikişer ikişer ayrılır, köpeklerini çağırır ve iki ayrı yöne giderlerdi. Ernest ile Daniel takım oluşturur, Jacques av çantasını alıp önlemle omzuna geçirirdi. Ernest, uzaktan, bütün ötekilerden daha çok tavşan ve keklik getireceğini haber verirdi. Güler, el sallar ve gözden silinirlerdi. O zaman Jacques için özlemini hâlâ yüreğinde sakladığı bir sarhoşluk başlardı. İki adam, birbirinden iki metre uzakta, ama aynı hizada, köpek önde, kendisi sürekli arkada giderler, sonra dayı birden yabanıllaşıp kurnazlaşmış gözüyle uzaklığı koruyup korumadığı- 108 na bakar, fundalıklar arasında sonu gelmez sessiz yürüyüş sürer, bazı bazı küçümsenen bir kuşun sessiz çığlığı yükselir, hep dibinden gidilen, koku dolu koyaklara inilir, ışıl ışıl ve gittikçe daha sıcak göğe doğru tırmanılır, sıcak yükselip yola çıkışlarında hâlâ nemli olan toprağı kuruturdu. Koyağın öbür yanında tüfek sesleri, köpeğin kaldırdığı toz rengi bir keklik sürüsünün kuru şakırtısı, nerdeyse aynı anda yinelenen çifte patlama, köpeğin ileriye fırlayıp gözleri çılgın, ağzı kan içinde, bir tüy demetiyle geri dönmesi, Ernest ile Daniel’in bunları hemen alması, bir an sonra da, bir kışkırtma ve dehşet karışımı içinde, Jacques’in alması, öteki kurbanların aranması, düştüklerini görünce, Emest’in bazı bazı Brillant’mkiyle karıştırılan ağız şapırtıları, yeniden ileriye yöneliş, güneşin çekici altında yayla bir örs gibi titrerken, Jacques’m küçük hasır şapkasına karşm bu kez güneşin altında eğilmesi, arada bir gene bir iki tüfek sesi, hiçbir zaman daha fazla değil. Öyle ya, bir tavşan kalktığını avcılardan yalnız biri görmüş olurdu, her zaman bir maymun gibi becerikli olan Ernest’in nişan çizgisindeyse, çoktan işi bitik demekti hayvanın. Ernest jju kez köpeği kadar hızlı koşar, onun gibi bağırır, ölmüş hayvanı arka ayaklarından tutup kaldırarak uzaktan Daniel’le Jacques’a gösterir, onlar da sevinçle, soluk soluğa gelirlerdi. Jacques yeni ganimeti almak üzere çantanm ağzmı iyice açar, sonra, efendisi güneşin altında sallanarak yeniden yola çıkar, böylece, sınırsız saatler süresince, sınırsız bir alan üzerinde, gökyüzünün kesintisiz ışığı ve uçsuz bucaksız uzamlarında kendinden geçmiş durumda, Jacques çocukların en zengini olduğunu duyardı. Öğle yemeğinde buluşacakları yere dönerken, avcılar 109 gene fırsat kollarlardı, ama pek de gönülden yapmazlardı bunu. Ayaklarını sürükler, alınlannın terini siler, acıkmış olurlardı. Birbirlerinin ardmdan gelir, uzaktan avlarını gösterir, başarısızlıklarla alay eder, bunların hep aynı kişiler olduğunu kesinler, avlarının öyküsünü hepsi aynı zamanda anlatır, her birinin ekleyecek özel bir ayrıntısı olurdu. Ama büyük ozan Er- nest’ti, sonunda söz onda kalır, Jacques ile Daniel’in çok iyi değerlendirdiği bir devini doğruluğuyla kekliklerin gidişine, kalkan tavşanın iki kez yön değiştirip gol çizgisinin ardında bir denemeye girişen bir ragbi oyuncusu gibi tepe taklak yuvarlanışına öykünürdü. Bu arada, Pierre, herkesten aldığı maden bardaklara yöntemli bir biçimde anizet koyar, sonra gidip üstlerine çamlarm altmda incecik akan kaynaktan taze su doldururdu. Bezlerle soframsı bir şey hazırlarlar ve herkes kendi azığını çıkarırdı. Bayağı ahçı yetenekleri bulunan Ernest (yazın balık avı partileri de her zaman onun oracıkta hazırladığı ve baharata bir kaplumbağa dilini yakacak kadar az acıdığı bir safranh balıkla başlardı), ince çubuklar yontup uçlarını sivriltir, bunları getirdiği şişliklere batırır, küçük bir odun ateşinde kırmızı suları közlere akıp burada cızırdayarak tutuşun- caya dek kızartırdı. Sıcacık ve hoş kokulu şişleri iki ekmek arasında sunar, hepsi çığlıklarla karşılar ve kaynakta soğuttukları roze şarapla ıslatarak iştahla yerlerdi. Sonra kahkahalar, iş öyküleri, şakalar birbirini izler, Jacques, ağzı ve elleri yapış yapış, kirli, bitkin, bunları zor dinlerdi, çünkü uyku bastırırdı. Ama gerçekte hepsinin uykusu gelirdi; bir süre, uzakta bir sıcaklık buharıyla kaplı ovaya bakarak uyuklarlar ya da, Emest gibi, yüzlerini bir mendille örtüp gerçekten 110 uyurlardı. Bununla birlikte, beş buçukta geçen trene binmek üzere saat dörtte aşağıya inmek gerekirdi. Şimdi kompartımanlanndaydılar, yorgunluktan çöküp bitmiş köpekler sıraların altında ya da bacaklar arasında, içinden kanlı düşler geçen, ağır bir uykuyla uyurlardı. Onlar ovaya yaklaşırken, gün dönmeye başlar, arkadan hızlı Afrika alacakaranlığı iner, bu geniş görünümlerde her zaman iç sıkıcı olan gece birden başlayıverirdi. Daha, sonra, garda, ertesi gün çalışacakları için, erken yatmak üzere çabucak eve dönüp yemek yiyeceklerinden, karanlıkta, hemen hiçbir şey söylemeden, ama dostça birbirlerinin omzuna vurarak hemen ayrılırlardı. Jacques uzaklaştıklarını duyar, sert ve sıcak seslerini dinler, onları severdi. Sonra, kendisi ayaklarını sürüklerken, hep canlı kalan Ernest’in adımlarına uydururdu adımlarını. Evin yanmda, karanlık sokakta, ondan yana döner, "Hoşnut musun?" diye sorardı. Jacques yanıt vermezdi. Ernest güler, ıslıkla köpeğini çağırırdı. Ama, birkaç adım ötede, çocuk küçük elini dayısının sert ve nasırlı elinin içine sokar, o da sıkıca sıkardı elini. Böylece, sessizce eve dönerlerdi. “'Ama Ernest öfkelerinde de hazlarındaki kadar çabuk ve tam olabilirdi. Onu mantığa döndürmenin , hatta yalnızca kendisiyle tartışmanın olanaksızlığı öfkelerini tümüyle bir doğa olgusuna benzetirdi. Bir fırtınanın oluştuğu görülür ve patlaması beklenir. Yapılacak başka bir şey yoktur. Birçok sağırlarınki gibi Er- nest’in de koku alma duyusu çok gelişmişti (köpeği a. Tolstoy ya da Gorki (I) Baba Dostoyevski bu ortamdan çıkmıştır (II) Oğul kayna- lara dönüp çağın yazan olur (III) Anne. b. M. Germain - Lise - din - büyükannenin ölümü Ernest’in eliyle mî bitirmeli? 111 söz konusu olursa, o başka). Bezelye çorbasını ya en çok sevdiği yemekleri, mürekkepleri içinde kalamarların, sosisli omletin ya da dana yürek ve ciğeriyle yapılmış şu ciğer yahnisinin, büyükannenin en başarılı yemeği olan ve ucuzluğu nedeniyle sık sık sofraya gelen şu yoksul burginyonunun1 kokusunu içine çektiği zaman, bir de pazar günü ucuz kolonyayı ya da [Pompe- ro] denilen (Jacques’in annesinin de kullandığı) ve bergamot özlü tatlı ve sürekli kokuyu sürüp de losyon yemek odasında ve Ernest’in saçlarında kokup durduğu zaman, bu ayrıcalık ona büyük sevinç verir, şişeyi kendinden geçmiş gibi, derin derin koklardı... Ama bu alandaki duyarlığı başına dert de açardı. Normal burunlar için ayrımsanmaz olan kimi kokulara katlanamazdı. Örneğin, yemeğe başlamadan önce, tabağını koklamayı bir alışkanlık durumuna getirmişti, tabağında yumurta kokusu olduğunu ileri sürdüğü şeyi bulunca da kötü kızardı. Büyükanne kuşkulanılan tabağı alıp koklar, hiçbir şey duymadığını bildirir, sonra da onun tanıklığına başvurmak üzere kızına geçirirdi. Catherine Cormery duyarlı burnunu porselenin üzerinde dolaştınr ve, koklamaya bile gerek görmeden, tatlı bir sesle bildirirdi: hayır, bir koku yoktu. Kesin yargıyı daha iyi temellendirebilmek için öteki tabaklar da koklanır, yalnızca kendi yemeklerini demir kaplarda yiyen çocuklarınkine bakılmazdı. (Gizemli nedenlerle, belki kâp kacak yetersizliğinden, belki de, bir gün büyükannanenin ileri sürmüş olduğu gibi, kırılmasın diye. Oysa kendisi de, kardeşi de sakar değildi. Ama aile geleneklerinin temelleri bundan daha sağL Şaraplı sığır yahnisi (Çev.) 112 lam değildir çoğu kez; bunca gizemli töreme neden arayan budunbilimciler beni güldürür. Gerçek gizem, birçok durumlarda, herhangi bir neden bulunmamasıdır.) Sonra büyükanne kararı bildirirdi: kokmuyor. Gerçekte, hiçbir zaman başka türlü yapmazdı, hele bulaşığı bir gün önce kendisi yıkamışsa. Ev kadını onurundan hiç ödün vermezdi. Ernest’in öfkesi de o zaman patlardı işte, kanısını iletmek için sözcük bulamaması da öfkesini büsbütün artırırdı*. İster yemeğe burun kıvırsın, ister büyükannenin ne olursa olsun değiştirdiği tabaktan tiksinmiş gibi bir havayla, isterse sofradan kalkıp lokantaya gideceğini söyleyerek kendini dışanya atsın, fırtınanın patlaması beklenirdi. Ancak, sofrada hoşnutsuzluk çıktığı her seferde, büyükannene, hiç şaşmadan, "Lokantaya git!" derdi ya lokanta Ernest’in de, aileden başka birinin de hiç adım atmadığı bir kurumdu. O zamanlar lokanta parası verildiğine göre her şeyin kolay göründüğü, ama sağladığı ilk ve suçlu hazlann cezasını midenin er geç ağır biçimde ödediği şu göz boyayıcı suç yerlerinden biri gibi görünürdü herkese. Ne olursa olsun, büyükanne küçük oğlunun öfkelerine hiçbir zaman karşılık vermezdi. Buyandan bunu bildiği, öbür yandan da ona karşı tuhaf bir biçimde zayıf olduğu için. Jacques, birkaç kitap okuduktan sonra, Ernest’in sakat olmasma bağlamıştı bunu (oysa, önyargının tersine, ana babanm eksikli çocuklara sırt çevirdiğini gösteren çok örnek vardır), çok daha sonra, bir gün, büyükannenin açık renk gözlerini birdenbire hiç görmediği bir sevgiyle yumuşamış durumda yakalayıp da arkaya dönerek dayısının a. mini tragedyalar. 114 pazar takımının ceketini giydiğini görünce anlamıştı. Yeni tıraş olmuş, saçlarını özenle taramış, alışkanlığının dışına çıkarak yeni yaka ve kıravat takmış, koyu renk kumaşla daha bir incelmiş ince ve genç yüzle, pazarlığını giymiş Yunan çobanı havalarıyla, Ernest nasılsa öyle, yani çok yakışıklı görünmüştü ona. O zaman anlamıştı ki, büyükanne oğlunu bedensel olarak seviyordu, herkes gibi o da Ernest’in güzelliğine ve gücüne tutkundu, onun karşısmdaki olağandışı zayıflığı çok sıradan bir şeydi, hepimizi az çok yumuşatır, ayrıca çok hoş yumuşatır, dünyanın katlanılır olunmasına yardım ederdi, güzellik karşısında zayıflıktı. Jacques Ernest dayının bir başka öfkesini daha anımsıyordu, o daha kötüydü, çünkü Josephin dayıyla, demiryollarında çalışanla kavgaya tutuşmalarına ramak kalmıştı. Josephin annesinin evinde yatmazdı (nerede yatacaktı ayrıca?). Mahallede bir odası vardı (aileden hiç kimseyi çağırmazdı bu odaya, örneğin Jacques hiç görmemişti), yemeklerini annesinde yer, ona küçük bir aylık öderdi. Josephin kardeşinden olabildiğince farklıydı. On yaş kadar büyüktü ondan, kısa bir bıyığı, kısa kesilmiş saçları vardı, daha sessiz, daha hesapçıydı. Ernest onu genellikle cimrilikle suçlardı. Doğrusu ya, daha basit söylerdi bunu: "O Muzabit." Onun için, Muzabitler mahallenin bakkallarıydı. Gerçekten de, Muzap’tan gelirlerdi; birkaç yıl süresince, zeytinyağı ve tarçın kokan .dükkânlarının arka bölümünde, hemen hiçbir şeyle ve kadınsız yaşarlardı; amaçlan çölün ortasında, Muzap’ın beş kentinde oturan ailelerini geçindirmekti; bir sapkın boyu, kuralcıların amansızca ezdiği bir tür İslam püritenlerı topluluğu, yüzyıllar önce, kimsenin ellerinden almaya kalkma115 yacağından kuşku duymadıkları bir yere yerleşmişlerdi; öyle ya, taştan başka bir şey yoktu burada, kabuk kabuk ve yaşamsız bir gfczegen dünyadan ne denli uzaksa, burası da yarı uygar kıyı halkından o denli uzaktı; buraya, cimri su kaynaklarının çevresine yerleşip beş kent kurmuşlar, bu tinsel ve yalnızca tinsel yaratımı sürdürmek üzere, yerleri başkalarınca doldurulup onların da toprak ve çamur tabyalı kentlerinde inanç uğruna fethedilmiş ülkelerinin tadını çıkarma zamanı gelinceye dek, eli ayağı tutan adamlarını kıyı kentlerine tecim yapmaya göndermek gibi bir tuhaf keşişliği seçmişlerdi. Muzabitler’in yoksun ve katı yaşamı ancak derin amaçlarına göre yargılanabilirdi. Ama mahallenin islamı ve sapkınlıklarını tanımayan işçi halkı, yalnızca dış görünüşü görürdü. Ernest’in kardeşini bir Muzabit’e benzetmesi de Harpagon’a benzetmek anlamına gelmekteydi. Gerçekte, büyükanneye göre, "eli hep yüreğinin üstünde" olan Ernest’in tersine, Josephin’in eli sıkıydı. (Şu var ki, kızdığı zaman da para tutamamakla suçlardı onu.) Ama, yaratılış farkları bir yana, Josephin Ernest’ten azıcık daha fazla para kazanırdı, cömertlik de yoksullukta daha kolaydı. Olanakları arttıktan sonra cömertliği sürdürenler enderdir. Böyleleri yaşamın kralıdır, yerlere dek eğilerek selamlamak gerekir onlan. Josephin altın içinde yüzmüyordu kuşkusuz, ama aylığını yöntemle kullanması bir yana (zarf yöntemi denilen yöntemi kullanırdı, ama, gerçek zarflara para veremeyecek oranda pinti olduğundan, zarflarım gazete ya da bakkal kâğıdından kendisi yapardı), iyi düşünülmüş küçük düzenlemelerle ek gelirler elde ederdi. Demiryollarında çalıştığından, her on beş günde bir bir dolaş116 ma izni hakkı vardı. Böylece, iki haftada bir, "içeri" denilen yerlere, yani iç ülkeye gider, Arap çiftliklerini dolaşıp düşük fiyatla yumurta, cılız piliç ya da tavşan alırdı. Bu mallan alıp getirir, dürüst bir kârla komşularına satardı. Her düzlemde, yaşamını düzenlemişti. Yaşammda bir kadm olup olmadığı bilinmezdi. Ayrıca, işle geçen haftayla tecime adanmış pazarlar arasında, böyle bir hazzm gerektirdiği boş zamanı da yoktu. Ama kırkına gelince durumu düzgün bir kadınla evleneceğini her zaman söylemişti. O zamana dek odasında kalacak, para biriktirecek ve bir oranda annesinde yaşamayı Sürdürecekti. Çekicilikten yoksun olduğu göz önüne alınınca, ne denli tuhaf görünürse görünsün, tasarısmı söylediği gibi gerçekleştirip hiç de çirkin olmayan bir piyano öğretmeniyle evlenmiş ve kadm, hiç değilse birkaç yıl için, mobilyalarıyla birlikte, kendisine kenter mutluluğunu getirmişti. Şu da var ki, Josephin kadını değil, mobilyalan alıkoyacaktı. Ama bu başka bir öyküydü ve Josephin’in öngörmediği tek şey, Etienne’le kavgasmdan sonra, artık yemeklerini annesinde yiyemeyip lokantanın masraflı hazlarından yararlanmak zorunda kalmasıydı. Jacques olaym nedenlerini anımsamıyordu. Bazı bazı anlaşılmaz kavgalar aileyi böler, gerçekte bunların kökenlerini hiç kimse aydınlığa çıkaramaz, hepsinde de bellek eksik olduğundan, sonucu kendiliklerinden kesin biçimde benimseyip kafalarında döndürüp durmakla yetinirler, nedenleri unuttuklan için de kolay kolay çözemezlerdi. O günden, yalnızca hazırlanmış sofranın başında dikilip haykıra haykıra, Muzabit dışmda, anlaşılmaz aşağılamalar yağdırdığım anımsamaktaydı, kardeşi oturduğu yerde kalmış, yemeğini yemeyi sürdürüyordu. Son117 ra Ernest kardeşini tokatlamış, o da kalkıp kendini geriye atmış, sonra üzerine gelmişti. Ama büyükanne şimdiden Ernest’e yapışıyor, Jacques’m annesi de, heyecandan apak, Josephin’i arkadan çekiyordu. "Bırak onu, bırak onu", diyordu. îki çocuk, yüzleri sapsan, ağızlan açık, kımıldamadan bakıyor, hep aynı yönde akan kızgın aşağılama dalgasını dinliyordu. Sonunda. JosĞphin, somurtkan bir havayla, "kaba bir hayvan bu, ne yapsan boşuna", demişti. Büyükanne arkasından koşmak isteyen Ernest’i tutarken, masanm çevresinden dolaşıyordu. Hemen arkadan, kapı şakladıktan sonra, Ernest hep çırpınmaktaydı. "Bırak beni, bırak beni, diyordu annesine. Canmı yakacağım." Ama büyükanne saçlanndan tutmuş, sarsıyordu: "Sen, sen, annene el kaldıracaksin ha?" Ernest ağlayarak iskemlesine yıkılmıştı: "Hayır, sana değil. Sen benim için Tann gibisin!" Jacques’m annesi yemeğini bitirmeden gidip yatmıştı, ertesi gün de başı ağnyordu. O günden sonra, Josephin bir daha gelmemişti; yalnız bazı bazı, Er- nest’in evde olmadığını iyi bildiği zaman, annesini görmeye gelirdi. a Jacques’m, nedenimi bilmek istemediğinden, ammsamaktan hoşlanmadığı bir öfke daha vardı. Uzunca bir dönem, Ernest’in uzak bir tanıdığı, mösyö Antoine diye biri, başına hep koyu renkli bir melon şapka giyip boynuna da gömleğinin içinden kareli bir mendil bağlayan, Malta kökenli, pazarda balık satan, eli yüzü düzgün, ince, uzun bir adam, düzenli olarak, akşamlan yemekten önce eve gelmişti. Daha sonra, düşününce, Jacques önceleri dikkatini çekmeyen bir a. Büyükannenin ölümünden sonra, Ernest, Catherine ailesi 118 şeyi, annesinin azıcık daha şık giyindiğini, açık renk önlükler taktığını, hatta yanaklarında varla yok arası bir allık göründüğünü aynmsamıştı. Hem de kadınların o zamana dek uzunken saçlarını kısa kesmeye başladıkları dönemdi. Saç yapma törenine giriştikleri zaman, Jacques annesini ya da büyükannesini izlemeyi severdi. Omuzlarında bir havlu, ağzızlarmda bir sürü toka, ak ya da kahverengi uzun saçlarım uzun uzun tarar, sonra kaldırır, ensede topuzu oluşturuncaya dek çok sıkı bir biçimde düz çatkılar çeker, dudaklarını ayırıp dişlerini sıkarak birer birer ağızlarından aldıkları tokalarla kalbura döndürür, birer birer topuzun kalın kitlesine dikerlerdi. Büyükanne yeni modayı hem gülünç, hem suçlu buluyor, modanın gerçek gücünü küçümseyerek, mantığa hiç kulak asmadan, kendilerini böyle gülünç etmeye ancak "o türlü" kadınların boyun eğeceklerini kesinliyordu. Jacques’m annesi de kesinlikle kafasma yerleştirmişti bunu; gene de, bir yıl sonra, Antoine’m gelip gittiği dönemde, bir akşam saçları kesik, gençleşmiş ve tazeleşmiş olarak dönmüş, arkasında kaygı sezilen bir yalancı keyifle, kendilerine bir sürpriz yapmak istediğini söylemişti. Gerçekten de, büyükanne için bir sürprizdi, düzeltilmez yıkımı süzüp incelemiş, oğlunun önünde, şimdi bir orospuya benzediğini söylemekle yetinmişti. Sonra da mutfağma dönmüştü. Catherine Cormery gülümsemez olmuş, dünyanın bütün düşkünlük ve yorgunluğu yüzüne çizilivermişti. Sonra oğlunun kımıltısız bakışıyla karşılaşmış, gene gülümsemeye çalışmıştı, ama dudakları titriyordu, ağlayarak odasma, biricik dinleniş, yalnızlık ve keder sığmağı olarak kalan yatağına atmıştı kendini. Jacques, şaşkın, yanma yaklaşmıştı. Yüzü- 119 nü yastığa gömmüş, ensesini kapatmayan kısa bukleleri ve zayıf sırtı hıçkırıklarla sarsılıyordu. Jacques, çekine çekine, ona eliyle dokunarak "Anne, anne", demişti. "Böyle çok güzelsin." Ama işitmemişti, elini sallayarak, kendisini yalnız bırakmasını istemişti. Jacques kapının eşiğine dek ilerlemiş, kapının pervazına yaslanmış, o da güçsüzlük ve aşkla ağlamıştı*. Büyükanne birkaç gün süresince kızıyla konuşmamıştı. Antoine da eve geldiğinde daha soğuk karşılanmıştı. Özellikle Ernest’in suratı asık oluyordu. Antoine, oldukça cakacı ve parlak bir konuşmacı olmasına karşın, bunu iyice sezmekteydi. Ne olmuştu o sırada? Jacques birkaç kez annesinin güzel gözlerinde gözyaşları görmüştü. Emest çoğu kez susuyor, Brillant’ı bile itiyordu. Bir yaz akşamı, Jacques balkonda birşeyler bekler gibi olduğunu görmüş, "Daniel’i mi bekliyorsun?" diye sormuştu. Öteki homurdanmıştı. Sonra, birdenbire, Jacques birkaç gündür uğramamış olan Antoine’ın geldiğini görmüştü. Ernest hemen fırlamış, birkaç saniye sonra da merdivenden boğuk sesler yükselmişti. Jacques koşmuş ve iki adamın karanlıkta, tek sözcük söylemeden dövüştüğünü görmüştü. Ernest, vuruşları duymadan, demir gibi sert yumruklarıyla vuruyor da vuruyor, bir an sonra Antoine merdivenin aşağısına yuvarlanıyor, ağzı kan içinde kalkıyor, gözlerini Ernest’ten ayırmadan, kanı silmek için mendilini çıkarıyor, Ernest’se deli gibi gidiyordu. Döndüğünde, Jacques annesini kı- mıltısız, yüz çizgileri donmuş, yemek odasında oturur bulmuştu. O da hiçbir şey söylemeden oturmuştu*. Sonra küfürler homurdanarak, kızkardeşine öfkeli öfkeli * güçsüz aşkın gözyaşları. a. çok daha dne alınacak - kavga Lucien deği!. 120 bakarak Ernest dönmüştü. Yemek her zamanki gibi geçmiş, ancak annesi yememişti, büyükanne ısrar edince, "Aç değilim", demekle yetiniyordu. Yemek bitince de odasına gitmişti. Jacques, gece, uyanınca, yatağında döndüğünü duymuştu. Ertesi günden başlayarak kara ve gri giysilerine, kesin yoksulluk kılığına dönmüştü. Jacques onu aynı ölçüde güzel, şimdi daha da artmış bir uzaklaşma ve dalgınlıkla, bir daha çıkmamasıyla yoksulluğa, yalnızlığa, gelecek yaşlılığa yerleşmiş görünüşüyle* daha da güzel buluyordu. Jacques, uzun süre, tam olarak neyi başına kakacağını bilemeden kızmıştı dayısına. Ama, aynı zamanda, ona kızılamayacağını, tüm ailenin içinde yaşadığı yoksulluk ve gereksinimin her şeyi bağışlatmasa da kurbanları olanların herhangi bir davranışmı suçlamaya engel olduğunu biliyordu. Hiç istemeden, yalnızca her biri öteki için içinde yaşadıkları yoksulluk dolu ve acımasız zorunluluğun temsilcisi olduğundan kötülük ederlerdi birbirlerine. Ne olursa olsun, dayısının önce büyükanneye, sonra kızkardeşine ve çocuklara nerdeyse hayvansı bağlılığından kuşku duyamazdı. Kendi payma, bunu fıçı atölyesindeki kaza günü sezmişti b. Jacques her perşembe fıçı atölyesine giderdi. Ödevleri varsa, çabucak bitirir, başka zamanlarda sokakta arkadaşlarla buluşmakta gösterdiği sevinçle atölyeye koşardı. Atölye manevra alanının yamndaydı. Çöplerle, eski demir çemberlerle, cüruf ve sönmüş ateşlerle dolu bir tür avluydu. Bir a. çünkü yadlılık da gelmek üzereydi - o sıralarda Jacques annesini yaşlı bulurdu, ama ancak kendisinin şimdiki yaşındaydı, ama gençlik öncelikle olanakların bir araya gelmesiydi, yaşamın cömert davrandığı kendisiyse...{çizilmiş satırlar, y.a] b. fıçı atölyesi öfkelerden önceye, belki de Ernest’in portresinin başına alınacak. 121 yanında, düzenli aralıklarla moloz taşlarından yapılmış sütunlar üzerine duran bir kiremit çatı vardı. Bu çatınm altında beş altı işçi çalışırdı. Her birinin duvar dibinde bir tezgâhı, bunun önünde büyüklü küçüklü fıçıların takılabileceği boş bir alan, sonra, bölmeyi ötekinden ayıran ve üzerinden fıçı dipleri kaydırılabilen, az çok bir kıyma satırını* andıran, ama keskin yanı iki kolu yakalayan adamın yanında bulunan bir araç yardımıyla elde inceltildikleri oldukça geniş bir yarık açılmış bir tür arkalıksız sıra vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu düzenleme ilk bakışta ayrımsanmazdı. Hiç kuşkusuz, bölmeler başlangıçta böyle yapılmıştı, ama yavaş yavaş sıralarm yeri değişmiş, tezgâhlar arasına çemberler yığılmıştı, perçin kutulan bir yerden ötekine sürüklenirdi, her işçinin devinimlerinin hep aynı alanda geliştiğini ayrımsamak için uzun bir gözlem ya da, bu da aynı kapıya çıkar, buraya uzun süre gelip gitmek gerekirdi. Jacques, atölyeye dayısının yemeğini getirirken, tahtaları birleştirilmiş olan fıçının çevresine demir çemberleri gömmeye yarayan makaslar üstüne indirilen çekiç seslerini tanırdı - ya da, daha güçlü ve daha seyrek seslerden, tezgâhm mengenesine geçirilmiş çemberlerin perçinlenmekte olduğunu anlardı. Çekiç gürültüleri arasında atölyeye geldiği zaman, sevinçli bir selamlamayla karşılanır, sonra çekiçlerin dansı yeniden başlardı. Ernest, bacaklarında bir eski pantalon, ayaklarında talaşa batmış espadriller, sırtında kolsuz bir fanila, başında da güzel saçlarını tozdan ve yongadan koruyan, eski, solmuş bir takke, onu öper ve kendisine yardım etmesini önerirdi. Jac- a. aracın adı araştırılacak. 122 ques, bazı bazı, örsün üzerinde genişlemesine sıkıştırılıp dikilmiş çenberi tutar, dayı da perçinleri ezmek için kolunun tüm gücüyle vururdu. Çember Jacques’in ellerinde titrer, her çekiç vuruşu avuçlarını oyardı, ya da Ernest sıranın bir ucuna ata biner gibi otururken, Jacques da aynı biçimde öteki uca oturur, Ernest in- celtim yaparken, kendilerini ayıran fıçı dibini sıkı sıkı tutardı. Ama onun yeğlediği iş, Ernest ortalarından geçirilmiş bir çemberle tutup kabaca birleştirsin diye fıçı tahtalarını avlunun ortasına getirmekti. Ernest iki açık fıçının ortasına yonga doldurur, Jacques’in görevi de bunları yakmak olurdu. Ateş demiri tahtadan daha fazla genleştirir, Ernest de bundan yararlanıp gözlerden yaş getiren bir duman ortasında kazı kalemi ve çekiç vuruşlarıyla daha ileriye gömerdi. Çember gömüldüğü zaman, Jacques avlunun dibindeki pompadan suyla doldurduğu kocaman ağaç kovalan getirir, biraz, sonra Ernest suyu sertçe fıçının üstüne döker, böylece halka soğur, daralır ve büyük bir buhar yayılması içinde, suyla yumuşamış tahtayı daha çok sarardı3. Azıcık birşeyler yemek için, yapılmakta olan işler uygun bir yerinde bırakılır, işçiler kışın bir yonga ve tahta ateşinin çevresinde, yazın bir çatının gölgesinde bir araya gelirlerdi. Dibi kıvrım kıvrım sarkan, paçaları baldır ortasında sona eren bir Arap şalvarı, lime lime bir kazak üzerine eski bir ceket ve bir takke giyen, tuhaf bir konuşma biçimi olan, Emest’e yardım ettiğinde kendisiyle aynı işi yaptığmdan, Jacques’a "meslektaşım" diyen Arap işçi Abder de olurdu. Patron, a. Fıçı bitirilecek. 123 M. [ J1, gerçekte yardımcılarıyla birlikte daha büyük ve şirketleşmiş bir fıçı atölyesinin siparişlerini yapan eski bir fıçı işçisi. Her zaman kederli ve nezleli bir İtalyan işçi. Özelliklie de şakalaşmak ya da okşamak için Jacques’i hep yanma alan neşeli Daniel. Jacques kaçar, kara önlüğü talaş içinde, ayakları kötü espadriller içinde çıplak, hava sıcaksa, toz ve yonga içinde, atölyede başıboş dolaşıp talaş kokusunu, daha taze yonga kokusunu hazla içine çeker, ateşe dönüp üzerinden çıkan eşsiz dumanı yutar ya da mengeneye sıkıştırdığı bir tahta parçası üzerinde fıçı diplerini önlemle inceltmeyi dener, becerisinin keyfini çıkarır, başarısından dolayı bütün işçiler kendisini överlerdi. İşte bu duruşlardan biri sırasında ıslak tabanlarla bankın üzerine eğilmişti budalaca. Birden öne kaymış, bank geriye doğru kalkarken, o bütün ağırlığıyla bankın üstüne düşmüş, sağ eli banlan altına sıkışmıştı. Hemen o anda belirsiz bir sızı duymuş, ama koşup gelen işçilerin önünde bir anda gülerek doğrulmuştu. Ama, daha o gülmesini bile bitirmeden, Ernest üzerine atılıp kollarına alıyor, atölyeden dışarıya fırlıyor, "Doktor, doktor", diye kekeleyerek soluk soluğa koşuyordu. İşte o zaman sağ elinin orta parmağının ucunun tümüyle kirli ve biçimsiz bir hamur parçası gibi ezilmiş olduğunu, kan aktığını görmüştü. Birden yüreği daralmış ve bayılmıştı. Deş dakika sonra, karşılarında oturan Arap doktordaydılar. Ernest, kâğıt gibi apak, "Bir şey değil, doktor, bir şey değil, ha!" diyordu. "Siz beni yanda bekleyin, yiğitliğini gösterecek", demişti doktor. Göstermek de gerekmişti. Jacques’m 1. Okunamayan bir ad 124 üstünkörü düzeltilmiş, tuhaf orta parmağı bugün bile buna tanıklık ederdi. Ama, dikişler atılıp pansuman yapıldıktan sonra, doktor ona bir yürek güçlendirici ilaç, bir de yiğitlik belgesi vermişti. Buna karşın, sokağın bu yanma geçmek için Ernest onu gene taşımak istemiş, evlerinin merdiveninde, inleyerek, canını acıtacak ölçüde göğsüne bastırarak öpmeye başlamıştı onu. "Anne, kapı çalınıyor, dedi Jacques. -Ernest’tir, dedi annesi. Git, aç. Şimdi haydutlar yüzünden kapatıyorum." Ernest, kapının eşiğinde, Jacques’i görünce İngilizler’in "how"ma benzer bir şaşkınlık çığlığı koparıyor, belini doğrultarak onu öpüyordu. Saçlarının tümden ağarmış olmasına karşm, yüzü şaşılacak ölçüde genç kalmıştı, düzenli ve uyumluydu. Ama çarpık bacakları daha da kıvrılmış, sırtı iyice kamburlaşmıştı, Ernest kollarını ve bacaklarını açarak yürüyordu. "İyi misin?" dedi Jacques. Hayır, sancılan, romatizma ağrıları vardı, kötüydü; ya Jacques? Evet, her şey yolundaydı, sağlamdı, o (parmağıyla Catherine’! gösteriyordu) onu yeniden gördüğüne mutluydu. Büyükannenin ölümünden ve çocukların gidişinden beri, erkek kardeşle kızkardeş birlikte oturuyorlardı, birbirlerinden vazgeçmeleri olanaksızdı. Ernest’in bakılmaya gereksinimi vardı; bu bakımdan, Catherine onun kadınıydı, yemekleri yapıyor, çamaşmnı hazırlıyor, hastalanınca da bakıyordu. Oğulları her şeyini karşıladığı için, paraya gereksinimi yoktu, bir erkeğin yoldaşlığına gereksinimi vardı, o da yıllardır kendi yordammca üstüne titriyordu onun, evet, yıllar boyu karı koca gibi yaşamışlardı, tene göre değil, kana göre, sakatlıkları yaşamı 125 öylesine güçleştirirken, uzun aralıklarla birkaç tümce kırıntısıyla aydınlanan dilsiz bir konuşmayı sürdürüp birbirlerinin yaşamasına yardım ederek, ama normal çiftlerden daha kaynaşmış, birbirleri konusunda daha bilgili. "Evet, evet, diyordu Ernest. Jacques, hep konuşur. -İşte buradayım", diyordu Jacques. İşte buradaydı gerçekten, eskiden olduğu gibi ikisinin arasındaydı, onlara hiçbir şey söylemeden, onları, hiç değilse onları sevmeye hiç ara vermeden, sevilmeyi hakeden nice yaratığı sevmesine ramak kalmışken, sevmesine izin verdikleri için daha da çok severek. "Daniel nasıl? -İyi, benim gibi yaşlı; kardeşi Pierrot hapis. -Neden? -Sendika diyor. Ama sanırım Araplar’la." Birden, kaygılı: "Söyle, haydutlar iyi mi? -Hayır, diyor Jacques, öteki Araplar evet, haydutlar hayır. -İyi. Annene söyledim, patronlar çok sert, olmaz, ama haydutlar olanaksız. -Doğru, diyor Jacques. Ama Pierrot için birşeyler yapmalı. -Oldu, Daniel’e söylerim. -Ya Dorat? (Boksör havagazıcı.) -Öldü. Kanser. Hepimiz yaşlandık." Evet. Donat ölmüştü. Annesinin kızkardeşi Marguerite teyze de ölmüştü. Büyükanne, pazar öğleden sonraları kendisini tutup ona götürür, o da burada korkunç sıkılırdı, ancak, arabacılık yapan ve loş yemek odasında, masanın muşambası üzerindeki kahve kâselerinin başındaki bu konuşmalardan kendisi de sı126 kılan Michel enişte onu çok yakında bulunan ahıra götürünce, iş değişirdi; burada, öğle sonu güneşi sokakları ısıtırken, yarı karanlıkta, önce güzel kıl, saman ve gübre kokusunu duyar, yularların zincirinin tahta yemlik üzerinde şıkırdayışmı işitirdi; atlar uzun kirpikli gözlerini onlara doğru çevirirler, kendisi de saman kokan, uzun bıyıklı, iri ve kuru bir adam olan Michel enişte, onu atlardan birine bindirir, at, sakin mi sakin, gene yemliğine dalıp yulafını çiğner, bu arada enişte çocuğa keçiboynuzları getirir, o da, içi düşüncesinde hep atlara bağlı olan bu enişteye karşı sevgiyle dolu, bunları hazla çiğneyip emerdi. Paskalya pazartesinde Sidi-Ferruch ormanmda mouna yapmaya da tüm aile onunla giderdi. Michel oturdukları semtle Cezayir’in merkezi arasında yolcu taşıyan şu atlı tramvaylardan, şu sırt sırta sıralarla donatılmış bir tür bölmeli kafeslerden birini seçer, öne koşulan atı da kendi ahırından alıp sabah erkenden mouna denilen şu kaba çörekler ve oreillettes denilen hafif ve gevrek tatlılarla dolu büyük çamaşır sepetleri tramvaya yüklenirdi. Bunları ailenin tüm kadınları yola çıkılmadan, Marguerite teyzede iki gün süresince unla kaplı muşambanın üzerinde yaparlardı, hamur konulup nerdeyse tüm örtüyü kaplayıncaya dek oklavayla açılır, sonra, şimşir bir tekerlekle çörekler kesilir, çocuklar bunları tepsiler üstünde pişirtmeye götürür, yağ kaynayan kocaman lengerlere atılır, sonra da özenle kocaman çamaşır sepetlerine dizilirler, sepetlerden çok hoş bir vanilya kokusu yükselir, ta Sidi-Ferruch’e dek, denizden kıyı yoluna dek ulaşan serpinti kokusuna karışmış olarak onlara eşlik eder, sırtlarında Michel’in® a. Orleansville yer sarsıntısında Miche! gene ortaya çıkarılacak. 127 kamçısı şaklayan dört at yolu hızla yutardı. Michel kamçıyı zaman zaman yanındaki Jacques’a geçirir, Jacques, altında, büyük bir çıngırak sesiyle salınan ya da kuyruk kalkarken açılan dört koca sağrı karşısında büyülenir, kuyruk kalkınca, iştah açıcı gübrenin kalıplanıp yere düştüğünü görür, bu arada atlar başlarını silkeledikçe çıngıraklar hızlanır, nallar ışıldardı. Ormanda, ötekiler çamaşır sepetlerini ve örtüleri yerleştirirken, Jacques Michel’in atları gebrelemesine ve büyük, kardeş gözlerini açıp kapayarak ya da öfkeli bir ayak vurmayla bir sineği kovarak içinde çenelerini çalıştıracakları yem torbalarını başlarına geçirmesine yardım ederdi. Orman insanla dolır olurdu, üst üste yemek yenilir, yer yer akordeon ya da gitar sesleriyle dansedilir, hemen yakmlarda deniz homurdanır, hiçbir zaman yüzmeye elverecek ölçüde sıcak olmaz, ama ilk dalgalarda yalınayak yürümeye elverirdi; bu arada, ötekiler gündüz uykusunu uyur, ayrımsanmaz bir biçimde yumuşayan ışık gök uzamlarını daha da enginleştirirdi, hem de öylesine enginleştirirdi ki, çocuk içinde büyük bir sevinç ve tapılası yaşama karşı bir minnet çığlığıyla aynı zamanda gözyaşlarının kabardığını duyardı. Ama Marguerite teyze, o hep düzgün giyinen, öylesine güzel ve, söylenenlere göre, fazla yosma Marguerite teyze ölmüştü, yosmaca yaşamakla kötü de etmemişti, öyle ya, şeker hastalığı yüzünden bir koltuğa çivilenmiş, koca dairede yüzüstü bırakümış durumda şişmeye başlamış, öyle kocaman, öyle şişkin duruma gelmişti ki, soluk alamaz olmuştu, bundan böyle insanı korkutacak ölçüde çirkindi, kızları ve kunduracılık yapan topal oğlu, yürekleri daralmış durumda, soluğu ne zaman kesilecek diye gözle- inekteydi^. Ensülin üstüne ensülin verildikçe daha da şişmanlıyordu, sonunda gerçekten kesilmişti soluğu c. Ama Jeanne teyze de ölmüştü, pazar öğleden sonraları konserlerinde bulunan, kireç badanalı çiftliğinde, savaş dulu üç kızıyla uzun zaman direnmiş olan Jeanne teyze, büyükannenin kızkardeşi. Durmamacası- na çoktan ölmüş kocasından, Mahtn ağzından başka dil konuşmayan Joseph enişteden sözederdid, güzel, pembe yüzünün üstündeki ak saçları, öykünülmez bir soylulukla, sofrada bile giydiği sombrerosu nedeniyle Jacques ona hayrandı, gerçek bir köylü bilgeydi, gene de yemek sırasında aykırı bir ses salıvermek üzere hafiften kalktığı olur, karısının boyun eğmiş serzenişleri üzerine de kibarca özür dilerdi. Büyükannenin komşuları Masson’lar da hepten ölmüştü, önce yaşlı kadm, sonra büyük kızkardeşi, koca Alexandra, sonra [ ]‘ akrobat olan ve Alcazar sinemasının matinelerinde şarkı söyleyen kepçe kulaklı kardeş. Hepsi, evet, en genç kızları Martha da, kardeşi Henri’nin ardından koştuğu, ardmdan koşmaktan da fazlasını yaptığı Martha da. Hiç kimse sözetmiyordu artık onlardan. Ölmüş akrabalarm admı ne annesi ağzma alıyordu, ne dayısı. En azla yetinerek yaşamayı sürdürüyorlardı, sıkıntı içinde değillerdi artık, ama alışkanlık yerleşmişti, hem de yaşam karşısında boyun eğmiş bir kuşkulan vardı, dirimsel bir biçimde seviyorlardı yaşamı, ama düzen- a. İkinci bolümde altınca kitap. b. Francis de ölmüştü (Bk. son notlar) c. Denise eğlence yaşamına dalmak üzere on sekiz yaşında onian bırakır • Yirmi bir yaşında zengin olarak döner, mücevherlerini satarak babasının ahırını baştan başa yeniler - bir salgında ölür. d. kızlar? 1. Okunamayan bir âd. İlk Adam 129/9 li olarak, hiç geliyorum demeden yıkım doğurduğunu da deneyimleriyle biliyorlardı 8. Sonra, tıpkı her ikisinin de çevresinde olduğu gibi, sessiz, oldukları yere çökmüş, anılardan boşalmış, yalnızca birkaç bulanık imgeye bağlı durumda, şimdi ölümün yakınında, yani hep şimdiki zamanda yaşıyorlardı. Onlardan babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecekti, gene de yoksun ve mutlu çocukluğundan gelen serin kaynaklar açıyorlardı benliğinde, bu öylesine zengin, öylesine fışkıran anıların gerçekten onun çocukluğunun anıları olduğu kesin değildi kafasında. Buna karşılık, kendisini onlarla birleştiren, kendisini onlara bağlayan, bunca yıl olmaya çalıştığı varlığı silip onu en sonunda ailesi içinde yaşamasını sürdürmüş olan ve gerçek soyluluğunu oluşturan adsız ve kör varlığa indirgeyen iki, üç ayrıcalıklı imgeyle yetinmesi gerektiği çok daha kesindi. Örneğin yemekten sonra tüm ailenin iskemleleri kaldırıma, evin kapısı önüne indirdiği şu sıcak akşamların imgesi gibi: mahalleliler önlerinden gelip giderken, incir ağaçlarından tozlu ve sıcak bir hava iner, bir hava iner y Jacques'5, başı annesinin zayıf omzunda, iskemlesi biraz arkaya yatmış, dallar arasından yaz göğünün yıldızlarına bakardı. Ya da şu Noel akşamının imgesi: gece yarısından sonra, Ernest’siz olarak Marguerite teyzeden dönerken, kapılarının orada, lokantanın önünde yere uzanmış bir adam görmüşlerdi, bir başka adam da çevresinde dansetmekteydi. İki adam içmiş, daha da içmek istemişti. Patron, incecik, zayıf a. ama bunlar birer canavar mı? (hayır, c. oydu.) b. gecenin güzelliğiyle mağrur ve alçak gönüllü hükümdar. 130 bir genç adam, onları kovmuştu. Onlar da hamile karısını tekmelemeye başlamışlardı. Patron ateş etmişti. Kurşun adamın sağ şakağına saplanmıştı. Şimdi yara başının altında kalmıştı. Öteki, alkol ve dehşetten sarhoş, çevresinde dansetmeye başlamış, lokanta kapılarını kapatırken, herkes daha polis gelmeden kaçmıştı. Mahallenin birbirlerine sokularak dikildikleri bu uzak köşesinde, çocuklara sarılan iki kadın, yeni yağmış yağmur yüzünden kayganlaşmış yolun üstündeki zayıf ışık, bu bir başka dünyanın olayına hiç mi hiç ilgi duymayan, keyifli yolcularla dolu, gürültülü ve ışıklı tramvayların arada bir gelip geçişi, bütün ötekilerden sonra yaşayacak bir imge kazıyordu Jacques’m yüreğine: bütün gün arılık ve doymazlık içinde, ama, gün sonlarında, sokakları gölgeyle dolmaya başladığı, daha doğrusu, bazı bazı bulanık bir ayak sesiyle karışık bir konuşmadan belli olup eczanenin fanusunun kırmızı ışığı içinde kanlı bir şana batmış et ve adsız bir gölgeyle dolduğu ve çocuk, birden yüreği sıkıntıyla dolup yakınlarını yeniden bulmak üzere yoksul eve doğru koştuğu zaman, birdenbire gizlemli ve kaygı verici olan mahallenin yavan ve inatçı imgesi. 131 6 Okul 1 O babasını tanımamıştı, ama ona bundan sık sık, biraz da söylensel bir biçimde sözederdi, ne olursa olsun, bir an gelmiş, bu babanın yerini doldurmasını başarmıştı. İşte bu nedenle, sanki, hiç tanımadığı bir babanın yokluğunu iıiçbir zaman gerçekten duymadığından, çocuk yaşamına giren biricik baba devinisini, hem düşünülmüş, hem belirleyici deviniyi, önce çocukken, sonra tüm yaşamı boyunca, bilincine varmadan tanımış gibi, Jacques onu hiçbir zaman unutmamıştı. Çünkü mösyö Bernard, diploma sınıfı öğretmeni, belli bir anda, sorumluluğunu aldığı bu çocuğun yazgısını değiştirmek için tüm insan ağırlığıyla bastırmış, gerçekten de değiştirmişti. Şu anda, mösyö Bernard Rovigo dönemecinde, nerdeyse Casbah’nın eteğinde, kente ve denize yukarıdan bakan, evleri aynı zamanda hem baharat, hem yoksulluk kokan, her ırktan ve her dinden küçük teci- menlerin oturduğu bir mahallede, küçük dairesinde karşısındaydı. Karşısındaydı, yaşlanmış, saçları seyrekleşmiş, yanaklarının ve ellerinin şimdi camlaşmış dokusu ardında yaşlılık lekeleri vardı, devinilen eskisina. 6’yla geçiş mi oluşturacak? 1. Bk. Ek’te yazann elyazmasının 68 ve 69.uncu sayfalan arasına koymuş olduğu yaprak II. 132 den daha ağırdı, göründüğü kadarıyla, dükkânlarla dolu sokağa bakan ve içinde bir kanarya cıvıldayan pencerenin yanında, kamış koltuğuna yeniden oturabildiği için hoşnuttu; yaşlanınca daha duyarlı olmuştu, heyecanını belli ediyordu, eskiden olsa yapmazdı bunu, ama hâlâ dikti, sesi güçlü ve kararlıydı, tıpkı sınıfın önüne dikilerek "İkişer ikişer! İkişer ikişer! Beşer beşer demedim!" dediği günlerdeki gibi. İtişmeler sona erer, mösyö Bernard’dan hem korkan, hem de ona tapan öğrenciler, birinci katın geçeneğinde, sınıfın dış duvarı boyunca sıralanırlar, en sonunda sıralar düzenli ve kımıltısız duruma gelip çocuklar susunca, bir "Girin bakalım, ufaklıklar!" daha ölçülü bir devinim ve canlanma işareti vererek onları serbest bırakır, mösyö Bernard, sağlam, güzel giyinmiş, biraz seyrek, ama parlak ve kolonya kokan saçlarının altında yüzü güçlü ve düzenli, devinimlerini keyif ve ciddilikle izlerdi. Okul bu eski mahallenin görece yeni bir bölümünde, 70 savaşmdan kısa bir süre sonra yapılmış tek ya -da iki katlı evler ve daha yeni olan, sonunda Jacques’m evinin de yer aldığı mahallenin ana sokağını kömür rıhtımlarının bulunduğu Cezayir arka limanma bağlamış olan antrepolar arasındaydı. Jacques, günde iki kez, yürüyerek giderdi bu okula. Daha dört yaşında anaokulu bölümüne gelmeye başlamıştı, buradan hiçbir şey anımsamıyordu, yalnızca kapalı bir avlunun dibinde, koyu renk taştan yapılmış bir lavabo anımsamaktaydı, bir gün, çılgına dönmüş bayan öğretmenler arasmda, kanlar içinde, İcaşı açılmış olarak kalkmak üzere, tepe üstü bu lavaboya inmiş, dikişlerle o zaman tanışmıştı; bu dikişleri daha yeni almışlardı ki, öteki kaşm üstüne yenilerini atmak gerekmişti, çünkü evde 133 kardeşi başına görmesini engelleyen eski bir melon şapka, sırtına da ayaklarına takılan bir eski palto giydirmeyi tasarlamış, o da böylece başını döşemenin sökük taşlarından birine vurarak kan içinde kalmıştı. Ama, daha anaokuluna bile kendisinden bir yaş ya da hemen hemen bir yaş daha büyük olan Pierre’le birlikte giderdi. Pierre, kendisininki gibi savaş dulu olan ve postanede memurluk yapan annesi ve demiryollarında çalışan iki dayısıyla, yakın bir sokakta otururdu. Aileleri şöyle böyle ya da bu semtlerde nasıl dost olunursa öylece dosttu, yani birbirlerine nerdeyse hiç konukluğa gitmeden saygı duyarlar, buna hemen hiç fırsat çıkmamakla birlikte, birbirlerine yardım etmeye kararlı olurlardı. Yalnızca çocuklar gerçekten dost olmuşlardı, iki çocuğun anaokuluna birlikte gittikleri, Jacques’in daha entari giydiği ve pantalonunun ve ağabeylik görevinin bilincinde olduğu Pierre’e emanet edildiği ilk günden beri. Daha sonra, Jacques’in dokuz yaşında başladığı diploma sınıfına dek tüm sınıfları birlikte geçmişlerdi. Biri sarışın, öteki esmer, biri sessiz, öteki patırtıcı, ama kökenleri ve yazgılarıyla kardeş, her ikisi de iyi öğrenci ve yorulmak bilmez oyuncular olarak, beş yıl boyunca, günde dört kez aynı yolu yürümüşlerdi. Jacques kimi derslerde daha parlaktı, ama davranışları, düşüncesizliği, sonra şu kendisini bin türlü saçmalığa yönelten gösteriş merakı, üstünlüğü daha düşünceli ve daha sıkı ağızlı Pierre’e geri getirirdi. Öyle ki, birbiri ardından sınıfın birincisi olurlar, ailelerinin tersine, bundan gurur payı çıkarmazlardı. Onların hazları farklıydı. Sabahları, Jacques Pierre’i evinin aşağısında beklerdi. Çamurlulardan, daha doğrusu yaşlı bir Arab’ın sürdüğü ve dizi 134 yaralı bir ata koşulu arabadan önce yola çıkarlardı. Kaldırım gecenin nemiyle ıslak olurdu daha, denizden gelmiş havada bir tuz tadı olurdu. Pierre’lerin pazar yolu üzerindeki sokağında sıra sıra çöp tenekeleri durur, açlıktan iğne ipliğe dönmüş Arap ya da Mağripli- ler, bazı bazı da yaşlı bir İspanyol serseri bunları şafakta açıp yoksul ve tutumlu ailelerin atacak kadar küçümsedikleri şeyler içinde gene de alınacak birşeyler bulurlardı. Bu çöp tenekelerinin kapakları genellikle indirilmiş olur, sabahın bu saatinde de düşkünlerin yerini mahallenin güçlü, ama zayıf kedileri alırdı. İki çocuk sessizce tenekenin arkasına gelip kapağı birdenbire içerdeki kedinin üstüne kapatmaya çalışırdı. Bu iş pek de kolay değildi öyle, çünkü yoksul bir mahallede doğup büyümüş olan kediler yaşama hakkını savunmaya alışmış hayvanların uyanıldık ve çabukluğuyla donanmıştı. Ama, bazı bazı, çöp yığınından çıkarılması zor olan, iştah verici bir buluşun büyüsüne kapıldığından, kedinin biri yakalanırdı. Kapak gürültüyle devrilir, kedi bir dehşet çığlığı koparır, çırpma çırpma sırtını ve pençelerini kullanır, sonunda çinko hapisanesi- nin çatısını kaldırmayı, korkudan tüyleri kabarmış bir durumda çıkıp acımasızlıklarının pek de bilincinde olmayan cellatlarının kahkahaları arasında, arkasından bir köpek sürüsü geliyormuşçasma tabanları yağlamayı başarırdı3. Doğrusunu söylemek gerekirse, mahallenin çocuklarının Galoufa1 (ki ispanyolcada...) adını taktığı köpek yakalayıcıdan nefret ettiklerine göre, bu cellatlar a. Uzaksıllık bezelye çorbası. 1. Bu ad bu görevi ilk kez kabul eden ve adı gerçekten Galoufa olan kişiden gelmekteydi 135 tutarsızdı da. Bu belediye görevlisi de işini aşağı yukarı aynı saatte yapar, ama, zorunluluklara göre, öğle sonlarında da dolaşmaya çıkardı. Avrupalı gibi giyinmiş bir Arap’tı, duyarsız bir yaşlı Arab’ın sürdüğü, iki atlı bir tuhaf taşıtın arkasmda dururdu genellikle. Arabanın gövdesi tahtadan yapılmış bir tür küpten oluşmuştu, bu küpün iki yanı boyunca, iki sıra, sağlam demir çubuklu kafesler yerleştirilmişti. Hepsi on altı kafesti. Kafeslerin her biri bir köpek alır, köpek kafesin dibiyle demir çubuklar arasına sıkışıp kalırdı. Yakala- yıcı, arabanın arkasında bir basamağın üstüne tüner, burnunu kafeslerin çatısı düzeyinde tutar, böylece av alanını gözetleyebilirdi. Araba, okula giden çocuklarla, çiğ renkli çiçeklerle süslü pamuklu sabahlıkları içinde ekmek ya da süt almaya giden ev kadınlarıyla, küçük sergiliklerini katlayıp omuzlarına alarak öbür elleriyle mallarının bulunduğu kocaman hasır küfeyle pazara gelen Arap satıcılarla dolmaya başlayan sokaklarda ağır ağır ilerlerdi. Birden, yakalayıcının seslenmesi üzerine, yaşlı Arap dizginleri çeker, araba dururdu. Yakalayıcı, ikide bir çılgın gözlerle geriye bakarak heyecanla bir çöp tenekesini karıştıran ya da iyi beslenmemiş köpeklerin şu ivecen ve kaygılı havasıyla duvar boyunca hızla koşan bir köpek görmüş olurdu. O zaman Galoufa arabanın tepesinden ucu sap boyunca bir halkayla yiv üstünde kayan bir demir zincirle biten bir kamçı alırdı. Esnek, hızlı, sessiz tuzakçı adımlarıyla hayvana doğru ilerler, arkasmdan yetişir, bir aile çocuğu olduğunu gösterecek tasması yoksa, birdenbire ve şaşırtıcı bir çabuklukla ona doğru koşar 1, demir ve 1. Yanlışlık, 136 meşinden bir laso görevi yapan silahını hayvanın boynuna geçirirdi. Bir anda gırtlağı sıkılan hayvan boğuk iniltiler kopararak delice çırpınırdı. Ama adam [avınıl hızla arabaya sürükleyerek parmaklık-kapılardan birini açar, gırtlağını gittikçe daha çok sıkarak köpeği kaldırır, lasonun sapını çubuklar arasından geçirmeye özen göstererek kafesin içine atardı. Köpek kapatıldıktan sonra, zinciri geri çeker, artık tutuklu bulunan köpeğin boynunu serbest bırakırdı. Hiç değilse, mahallenin çocukları köpeği korumadıkları zaman böyle geçerdi işler. Öyle ya, Galoufa’ya karşı hepsi birleşmişti. Bilirlerdi ki, yakalanan köpekler belediyenin yerine götürülüp üç gün alıkonulur, bundan sonra, kimse istemeyince, hayvanlar öldürülürdü. Bilmeseler bile, verimli bir seferden sonra, demir parmaklıklar ardında dehşet içinde ve arkada bir inilti ve ölümüne bir havlama izi bırakan, her tüyden ve her boydan zavallı hayvanlarla yüklü olarak dönen ölüm arabasının acıklı görüntüsü onları kızdırmaya yeterdi. Bu nedenle, zindan arabası mahallede görünür görünmez, birbirlerini uyarırlardı. Köpekleri sıkıştırmak, ama korkunç lasodan uzaklara, kentin başka bölgelerine doğru kovalamak üzere, mahallenin tüm sokaklarına dağılırlardı. Birkaç kez Pierre’le Jacques’m başına da geldiği gibi, bu önlemlere karşın, yakalayıcı onların önünde başıboş bir köpek bulacak olursa, taktik hep aynıydı. Avcının avına yeterince yaklaşmasına zaman kalmadan, Jacqu- es’la Pierre öyle tiz ve öyle korkunç bir sesle "Galoufa, Galoufa!" diye bağırırlardı ki, köpek var hızıyla tabanları yağlar, birkaç saniye içinde yetişilemeyecek bir uzaklığa ulaşırdı. Bu sırada iki çocuğun da hızlı koşma yeteneklerini kanıtlamaları gerekirdi, çünkü ya- 137 kaladığı köpek başına prim alan zavallı Galoufa, öfkeden çılgına dönmüş durumda, kamçısını sallayarak onları kovalamaya başlardı. Büyükler de ya Galoufa’nın işini zorlaştırarak, ya doğrudan yolunu kesip köpeklerle uğraşmasını söyleyerek, kaçışlarında onlara yardım ederlerdi genellikle. Mahallenin işçüeri, hepsi de avcı olduğundan, genellikle köpekleri sever ve bu tuhaf mesleğe saygı duymazlardı. Ernest dayının söylediği gibi: "o serseri!" Atları süren yaşlı Arap bütün bu patırtının üstünde sessiz, umursamaz, krallığını sürdürür ya da, tartışma uzayınca, bir sigara sarardı. Çocuklar, ister kedileri yakalasın, ister köpekleri kovalasınlar, kışsa pelerinlerini yele vererek, yazsa (mevas denilen) sandallarını şaklatarak, ivedilikle okulun ve çalışmanın yolunu tutarlardı. Pazardan geçerken, meyva sergilerine bir göz atarlar, ve çevrelerinde, mevsimine göre, ancak en az pahalılarını, hem de çok az tadacakları muşmula, portakal, mandalina, kayısı, şeftali, mandalina1, kavun, karpuz dağlan geçit yapardı; çantalarını bırakmadan fıskiyenin cilalı koca havuzunun üstünden iki üç kez atlar, sonra, Thiers bulvarının antrepoları boyunca, kabuklarından likör yapılmak üzere soyuldukları fabrikalardan gelen portakal kokusunu yüzlerine yer, bahçe ve villalarla çevrili bir küçük sokağı tırmanır, en sonunda, konuşmalar arasmda, kapıların açılmasını bekleyen bir çocuk kalabalığıyla kaynaşan Aumerat sokağırta çıkarlardı. Sonra sınıfa girilirdi. M. Bernard’la, yalnızca mesleğini tutkuyla sevmesi gibi basit bir nedenle, sınıf hep ilginçti. İçeride kaim kaim sarı ve ak çizgili perde- 1. Yanlışlık. 138 lerin gölgesi içindeki sınıfta bile sıcaklık çatırdarken, dışarıda güneş kulamsı duvarlar üzerinde uluyabilirdi. Yağmur da Cezayir’de her zaman olduğu gibi sonu gelmez çavlanlar biçiminde yağarak sokağı karanlık ve nemli bir kuyuya dönüştürebilirdi, sınıfın dikkati kolay kolay dağılmazdı. Yalnızca fırtına zamanında sinekler dağıtırdı çocukların dikkatini. Tutsak düşüp mürekkep hokkalarına iniş yapar, burada sıradaki deliklere yerleştirilen koni gövdeli küçük porselen hokkaları dolduran mor çamurlar içinde boğularak iğrenç bir ölüme başlarlardı. Ama yöntemi hiçbir şeye boyun eğmemek, tam tersine, dersini canlı ve eğlenceli kılmak olan M. Bernard sineklere bile baskın çıkardı. Gömü dolabından maden ve ot koleksiyonlarım, iklime alıştırılmış kelebek ve böcekleri, haritaları ya da .... tam zamamnda çıkarmasmı bilir, bunlar da öğrencilerin gevşeyen ilgisini yeniden canlandırırdı. Okulda sihirli lambayı ele geçirmiş olan tek insandı ve, ayda iki kez, doğabilim ya da coğrafya konularında projeksiyon yapardı. Aritmetikte, öğrenciyi kafasını hızlı kullanmaya zorlayan bir kafadan hesap yarışması yerleştirmişti. Herkesin kollarını kavuşturup oturması gereken sınıfa bir bölmenin, bir çarpımın, bazı bazı da biraz karışık bir toplamın öğelerini verirdi. 1 267 + 691 ne eder? Doğru sonucu ilk veren öğrenci aylık sıralamada değerlendirilecek bir puan kazanırdı. Gerisine gelince, ders kitaplarını ustalık ve kesinlikle kullanırdı... Ders kitapları hep başkentte kullanılanlardı. Ve yalnızca çöl yelini, tozu, olağanüstü ve kısa sağnakları, plajların kumunu, güneşin altında alev alev yanan denizi tanıyan bu çocuklar, virgülleri ve noktaları çatlatarak, buz gibi soğukta, karlarla kaplı yollarda çalı çırpı- 139 lar sürükleyerek eve dönen, evin karlı çatısının üstünde tüten bacadan ocakta nohut çorbası piştiğinin muş- tusunu alan yün başlıklı, yün atkılı, ayakları çarıklı çocukların kendileri için söylensel bir nitelik taşıyan öykülerini okurlardı. Bu öyküler Jacques için uzaksıllı- ğın ta kendisiydi. Bunları düşler, kompozisyonlarını hiç görmediği bir dünyanın betimlemeleriyle doldurur, yirmi yıl önce Cezayir bölgesinde bir saat süresince yağmış olan kar konusunda büyükannesine sorular sorup dururdu. Bu öyküler onun için okulun güçlü şiirinin bir parçasını oluşturur, bu şiir cetvellerin ve kalemliklerin cilasının kokusuyla, okul çantasının uzun uzun ağzında çiğnediği askısının güzelim tadıyla, özellikle tıpasının içinden dirsek gibi bükülmüş bir cam tüp geçirilmiş kocaman, koyu renkli şişeden hokkaları doldurma sırası kendisine geldiği zaman Jacques o zaman tüpün deliğini mutlulukla koklardı-, mor mürekkebin acı ve kekre kokusuyla, kimi kitapların güzel bir basımevi ve kola kokusu yayan, kaygan ve parlak sayfalarının tatlı dokunuşuyla, sonra, yağmurlu günlerde, sınıfın dibindeki yün kabanlardan yükselen ve çarıklı ve yün başlıklı çocukların karlar içinde sıcak eve doğru koştukları şu cennet evreninin önbelirtisi gibi olan ıslak yün kokusuyla da beslenirdi. Jacques’la Pierre’e bu sevinçleri yalnızca okul verirdi. Hiç kuşkusuz onda öylesine tutkuyla sevdikleri şey, evlerinde bulamadıklarıydı; evlerinde yoksulluk ve bilgisizlik yaşamı daha çetin, daha donuk, kendi üzerine kapanmış kılardı; yoksunluk, iner kalkar köprüsü bulunmayan bir kaledir. Ama yalnız bu da değildi, öyle ya, büyük tatilde, büyükanne bu yorulmak bilmez çocuğu başından at- 140 mak için başka elli çocuk ve bir avuç yöneticiyle Miliana’ya, Zaccar dağlarına tatil kampına yolladığı zaman, Jacques çocukların en yoksulu olarak görürdü kendini. Burada yatakhaneleri de bulunan okulda kalır, yemeklerini yiyip rahat rahat uyur, gün boyunca, kibar hemşirelerin gözetimi altında oynar ya da dolaşır, gene de akşam olup gölge var hızıyla karşı dağların yamaçlarına tırmandığı ve komşu kışlanın borusu insanların gelip geçtiği yerlerden yüz kilometre ötede, dağlar arasında yitip gitmiş kasabanın engin sessizliği içine karartmanın hüzünlü notalarını boşalttığı zaman, içinde sınırsız bir umutsuzluğun yükseldiğini duyar, çocukluğunun her şeyden yoksun yoksul eve özlemini sessizce haykırırdı 8. Hayır, okul aile yaşamından bir kaçış sağlamakla kalmıyordu. En azından M. Bernard’m sınıfında, daha temel bir açlığı, büyükten çok çocuk için önem taşıyan bulgu açlığını karşılıyordu onlarda. Öteki sınıflarda da çok şeyler öğretiyorlardı kuşkusuz, ama kazları besiye alır gibi yapıyorlardı bunu biraz. M. Ger- main’in 1 sınıfında, ilk kez varolduklarını ve en büyük saygının odağını Oluşturduklarını görüyorlardı: dünyayı bulgulamayı hak etmiş sayılıyorlardı. Hatta öğretmenleri yalnızca öğretmek için para aldığı şeyi öğretmeye adamıyordu kendini, onları sadelikle özel yaşamında ağırlıyor, çocukluğunu ve tanıdığı çocukların öyküsünü anlatarak bu yaşamı onlarla paylaşıyor, onlara düşüncelerini değil, bakış açılarım açıklıyordu, örneğin birçok meslektaşı gibi o da kilise karşıtıydı, ama sınıf- a. uzatılacak ve laik okul coşkuyla yüceltilecek. 1. Burada yazar ilkokul öğretmenine gerçek adını veriyor. 141 ta dine karşı da, bir seçim ya da kanı konusu olabilecek herhangi bir şeye karşı da tek söz söylememişti hiçbir zaman, ama tartışılmasında sakınca olmayan her şeyi, hırsızlığı, gammazlığı, kabalığı, pisliği daha da güçlü bir biçimde yargılardı böylece. Ama özellikle daha çok yakın olan ve dört yıl süresince katıldığı savaştan, askerlerin acısından, yiğitliğinden, sabırlılığından ve ateşkesin mutluluğundan sö- zederdi. Her ders dönemi sonunda, onlan tatile göndermeden önce, arada sırada da zaman bulunca, Dor- geles’nin Croix de bois'sından» uzun parçalar okumayı bir alışkanlığa dönüştürmüştü. Jacques için, bu okumalar da uzaksıllığm kapılarını açmaktaydı, ama, tanımamış olduğu babayla hiçbir yaklaştırma yapmamakla, yaparsa da ancak kuramsal olarak yapmakla birlikte, içinde korku ve mutsuzluğun kol gezdiği bir uzak- sıllığm kapılarını. Öğretmeninin tüm yüreğiyle okuduğu ve kendisine gene kardan ve sevgili kışmdan, ama aynı zamanda obüslerden, fişeklerden, mermilerden oluşan bir tavan altında, çukurlarda yaşayan, tuhaf bir dil konuşan, çamurdan sertleşmiş ağır giysiler giymiş, şaşırtıcı adamlardan da sözeden bir öyküyü tüm yüreğiyle dinlerdi yalnızca. O ve Pierre, okumaları her seferinde biraz daha büyük bir sabırsızlıkla beklerlerdi. Daha herkesin konuşmakta çlduğu bu savaş (Daniel kendince Marne savaşından sözettiği zaman da Jacques can kulağıyla dinlerdi, o da katılmıştı bu savaşa, nasıl döndüğünü hâlâ bilmezdi, anlattığına göre, onlan, zuhaf askerlerini, avcı olarak yerleştirmişler, sonra da saldırıya .geçirmişlerdi, saldırıda bir çukur yola inmiş- a. kitaba bakılacak. 142 lerdi, kimsecikler yoktu önlerinde, yürümüşlerdi onlar da, sonra birdenbire mitralyözler ve yokuşun ortasındayken birbirlerinin üstüne yıkılmışlardı, çukurun dibi kan doluydu, kimileri anne diye bağırıyordu, korkunç bir şeydi), atlatmış olanların unutamadıkları bu savaş, ve başka sınıflarda okunan ve M. Bernard izlenceyi değiştirmeyi düşünmüş olması durumunda düş kırıklığı ve sıkıntıyla dinleyecekleri peri masallarından daha olağandışı olan, gölgesi çevrelerinde kararlaştırılan ve büyüleyici bir tarih için yapılan bütün tasarıların üzerinde duyulan bu savaş. Ama M. Bernard okumasını sürdürür, eğlenceli oluntularla korkunç betimlemeler birbirini izler ve Afrikalı çocuklar yavaş yavaş ... x y z’yle tanışırlar, onlar da topluluklarının parçaları olur, onlardan eski dostlar gibi sözederlerdi, öylesine canlıydılar ki, en azından Jacques, bir an bile, savaşta yaşamalarına karşın, onun kurbanı olabileceklerini tasarlayamazdı. Yılın sonunda, M. Bernard kitabın* sonuna gelip de boğuk bir sesle D.’nin ölümünü okuduğu gün, heyecanı ve anılarıyla karşı karşıya, gözlerini şaşkınlık ve sessizliğe gömülmüş sınıfına çevirmek üzere, kitabı sessizce kapattığı zaman, ilk sırada, yüzü gözyaşlarına batmış durumda, hiç bitmeyecek gibi görünen hıçkırıklarla sarsıla sarsıla, sürekli kendisine bakan Jacques’i görmüştü, "Hadi küçük, hadi küçük", demişti M. Bernard zor duyulur bir sesle, sonra, sırtı smıfa dönük, kitabmı dolaba koymak üzere ayağa kalkmıştı. "Bekle, küçük", dedi M. Bernard. Güçlükle kalktı, • roman. 143 işaret parmağının tırnağını kanaryanın kafesinin çubukları üzerinden geçirdi, kanarya iyice şakımaya başladı: "Ya, Casimir, acıktık, babadan mama istiyoruz", dedi, odanın dibinde, şöminenin yanında bulunan küçük okullu masasına doğru [ilerledi]. Bir çekmeceyi karıştırdı, bir başkasını açtı, bir şey çıkardı, "Al, bu senin", dedi. Jacques, kahverengi bakkal kâğıdıyla kaplı, üstü yazısız kitabı aldı. Les Croix de bois'nın, M. Ber- nard’ın sınıfta okuduğu kitabın ta kendisi olduğunu daha açmadan anladı. "Hayır, hayır, dedi, bu..." Fazla güzel demek istiyordu. Sözcük bulamıyordu. M. Bernard yaşlı başını sallamaktaydı. "Son gün ağlamıştın, anımsıyor musun? O gün bugün, bu kitap senin." Ve birden kızaran gözlerini saklamak için başını çevirdi. Gene masasına gitti, sonra, elleri arkasmda, Jacqu- es’a doğru geldi, kısa ve sağlam bir kırmızı cetveli* burnunun dibine doğru uzattı, gülerek, "Çubuk şekeri anımsıyor musun? dedi. -Ah, Mösyö Bernard, demek sakladınız! dedi Jacques. Şimdi yasak, biliyorsunuz. -Adam, o zaman da yasaktı. Oysa, sen de tanıksın ki, kullanırdım!" Jacques tanıktı, çünkü M. Bernard bedensel cezalardan yanaydı. Şu var ki, cezalar genel olarak yalnızca kötü puanlardan oluşur, ay sonunda bunları öğrencinin kazandığı puanlardan düşer, böylece onu genel sıralamada aşağı indirirdi. Ama, ağır durumlarda, M. Bernard, meslektaşlarının çoğu zaman yaptığı gibi, aykırı davrananı müdüre yollamayı usundan bile geçirmezdi. Değişmez bir törem uyarınca kendisi gerçekleştirirdi işlemi. Dinginliğini ve keyiflili- ğini hiç bozmadan, "Zavallı Robert’ciğim, çubuk şe- a. cezalar. 144 kerden geçmen gerek", derdi. Sınıfta hiç kimse tepki göstermezdi (olsa olsa, insan yüreğinin kimilerinin cezasının kimilerince bir ergi olarak algılanmasını gerektiren, değişmez kuralı uyarınca 3, bıyık altından gülerlerdi). Çocuk, sapsarı, ayağa kalkar, ama çoğunlukla görünüşü kurtarmaya çalışırdı (kimileri de sıralarından gözyaşlarını yutarak çıkar, M. Bernard’m karatahtanın önünde, yanında dikilip beklediği masaya yönelirdi). İçine her zaman azıcık sadizm de karışan törem uyarınca, Robert ya da Joseph gidip masanın üstünden çubuk şekeri alarak kendi eliyle kurban sunucuya verirdi. Çubuk şeker, M. Bernard’m uzun zaman önce, unutulmuş bir öğrencinin elinden aldığı, mürekkep lekeli, kertik ve yarıklarla bozulmuş, kırmızı tahtadan, kaim ve kısa bir cetveldi; öğrenci bunu M. Bernard’a verir, o da genellikle alaylı bir havayla alıp bacaklarını açardı. O zaman çocuğun başını öğretmenin dizleri araşma sokması gerekir, öğretmen de bacaklarını sıkarak sımsıkı tutardı onu. M. Bernard, böylece sunulan kıça, suça göre değişen sayıda, kıçın iki yanı arasında eşitçe paylaştırılan okkalı vuruşlar indirirdi. Ceza karşısında tepki öğrencilere göre değişirdi. Kimileri daha cetvelleri yemeden inlemeye başlar, o zaman gözüpek öğretmen ileride olduğunu görürdü; daha başkaları, safça, kıçlarını elleriyle korurlar, M. Bernard da bu elleri hafif bir vuruşla uzaklaştırırdı. Daha başkaları, cetvelin yakmasıyla, vahşice kıç atardı. Bir de vuruşlara titreyerek, tek sözcük söylemeden katlanan ve yerlerine kocaman gözyaşlarını içlerine akıtarak dönen- H. ya da kimilerini cezalandıran kinlilerini sevindirir. İlk Adam 145/10 ler vardı. Jacques da bunlardandı. Bununla birlikte, bu ceza genellikle fazla bir acılık duyulmadan benimsenirdi, bir kez nerdeyse tüm çocuklar evlerinde dayak yedikleri ve cezayı eğitimin doğal bir biçimi olarak gördükleri için, sonra öğretmenin dürüstlüğü kuşku götürmediği, ne tür davranışların -hep aynıydı bunlar- ceza törenini getirdiğini ve yalnızca kötü puan getiren edimlerin sınırını aşan herkesin neyi göze aldığını, cezanın sonunculara olduğu gibi birincilere de ateşli bir eşitlikle uygulandığını önceden bildikleri için. M. Bernard’ın çok sevdiği belli olan Jacques da ötekiler gibi geçerdi bu yoldan, hatta onu yeğlediğini herkesin önünde gösterdiği günün ertesinde de geçmişti. Jacques karatahtadayken, güzel bir yanıt üzerine, M. Bernard yanağını okşayınca, sınıfta bir ses "Gözde" diye mırıldandığı zaman, M. Bernard bunu kendi üstüne almış, bir tür önemsemeyle, "Evet, içinizde savaşta babasını yitirmiş herkese olduğu gibi Cormery’ye de ayrı bir sevgim var. Babalarıyla birlikte savaştım ve yaşıyorum. Burada en azından ölmüş arkadaşlarımın yerini tutmaya çalışıyorum. Şimdi, biri bana "gözde'lerim olduğunu söylemek istiyorsa, çıksm konuşsun!" Söylev tam bir sessizlikle karşılanmıştı. Çıkışta, Jacques kendisine "gözde" diyenin kim olduğunu sormuştu. Gerçekten, böyle bir aşağılamayı hiç tepki göstermeden benimsemek onurunu yitirmek demekti. Munoz, ender olarak ortaya çıkan, ama Jacques’tan hoşlanmadığını her zaman göstermiş olan, oldukça ağır ve renksiz, iri bir sarışın oğlan, "Ben", demişti. "Güzel, demişti Jacques. Öyleyse sen de orospu analısın 8." Anaya ve a. ve ÖlusU kandilli. 146 ölülere sövme Akdeniz’de öteden beri sövgülerin en ağın olduğundan, bu da savaşa yol açan töremsel bir aşağılamaydı. Gene de Munoz duralamaktaydı. Ama törem töremdi ve onun yerine başkaları konuşmuştu, "Hadi, yeşil alana!" Yeşil alan okulun yakınlarında, üzerinde yer yer cılız otlar biten, eski çemberlerle, konserve kutularıyla, çürümüş fıçılarla dolu bir tür arsaydı. "Düellolar" burada olurdu. "Düello" da kılıcın yerini yumruğun aldığı, ama, en azından düşüncede, özdeş bir törene göre yapılan bir dövüştü. Gerçekten de, ya doğrudan ana babasına ya atalarına hakaret edildiğini, ya ulusu ya da ırkı küçük görüldüğü, ya öyle olduğu duyurulduğu ya da öyle olmakla suçlandığı, ya çaldığı ya da çalmakla suçlandığı için, ya da çocukların toplumunda her gün beliren karanlık nedenlerden biriyle, karşıtlardan birinin onurunun söz konusu olduğu bir kavgayı sonuçlandırmayı amaçlardı. Bir çocuk temizlenmesi gerekecek bir biçimde aşağılandığı kanısma vardığı, özellikle onun yerine bu kanıya varıldığı (o da bunu göz önüne aldığı) zaman, töremsel söz "Saat dörtte, yeşil alanda!"ydı. Bu sözün söylendiği andan sonra, kızışma geçer, yorumlar kesilirdi. Karşıtlardan her biri, arkalarında arkadaşlarıyla, çekilirdi. Sonraki derslerde, haber şampiyonların adlarıyla birlikte sıradan sıraya dolaşır, arkadaşları göz ucuyla onlara bakarlar, onlar da bu nedenle erkeklere özgü sakinlik ve kararlılık havasını takınırlardı. Oysa içlerinde, durum başkaydı, ejı gözüpekler bile, şiddete göğüs germek gereken dakikanın yaklaştığını görmenin bunalımıyla, kendilerini çalışmaya vermekte güçlük çekerlerdi. Ama karşı yandan arkadaşların şampiyonla alay ederek, özel deyimiyle, "kıçı sıkmamak’la suçlamasına 147 olanak vermemek gerekirdi. Jacques, Munoz’u kavgaya çağırmakla erkeklik görevini yapmış olduğundan, ne olursa olsun, şiddete karşı koyma ya da onu uygulama durumunda kaldığı her seferde olduğu gibi, yiğitçe sıkıyordu kıçını. Ama kararını vermişti, düşüncesinde, bir saniye bile gerilemesi söz konusu değildi. Düzen böyleydi, olaydan önce içini daraltan hafif bulantının da kavga sırasında yok olacağını biliyordu, kendi şiddetiyle uçup gidecekti, ayrıca, taktik açıdan ona hizmet ettiği ve ... ona ...‘ Munoz’la kavga akşamı, her şey töremlere uygun geçmişti. Dövüşçüler, arkalarında birer suanyöre dönüşmüş ve şimdiden .çantalarını taşıyan destekçileri, herkesten önce yeşil alana gelmişler, onları kavganın çekimine kapılanlar izlemişti, savaş alanında, karşıtların çevresini sarıyor, savaşçılar da pelerinlerini ve ceketlerini çıkarıp suanyörlerinin eline veriyorlardı. Yerinde duramazhğı bu kez Jacques’in işine yaramış, pek de kararlı olmamakla birlikte, Munoz’u geriletmişti. Munoz, dağılmış bir biçimde gerileyip karşıtının kroşelerine beceriksizce karşı koyarken, Jacques’in yanağına bir yumruk indirmişti. Yumruk Jacqu- es’ın canını acıtmış, izleyenlerin bağırmalarının, kahkahalarının, yüreklendirmelerinin yaptığından da kör bir öfkeyle doldurmuştu içini. Munoz’a doğru atılıp yumruklar yağdırmış, hiçbir şey yapamaz duruma getirmiş, sonra da zavallının sağ gözünün üstüne zorlu bir kroşe oturtma mutluluğuna ermiş, Munoz, dengesini tümden yitirmiş, öteki gözü hemen şişerken, tek 1. Parça burada kesiliyor. 148 gözüyle ağlayarak, acıklı bir biçimde kıçının üstüne düşmüştü. Morarmış göz yenenin utkusunu kaç gün boyunca, gözle görülür bir biçimde kesinlediği için, çok aranan kral vuruşu, tüm izleyicilerin Sioux çığlıkları atmalarına neden olmuştu. Munoz hemen kalkmamış, hemen sonra da Pierre, yakın dost, yetkeyle araya girerek Jacques’m yengisini ilan etmiş, ceketini giydirmiş, pelerinini omzuna vermiş, bir hayran alayı ortasında alıp götürmüştü. Bu arada, Munoz hep ağlayarak doğruluyor, şaşkın bir küçük halkanın ortasında giyiniyordu. Jacques, bu denli tam olacağını ummadığı bir utkunun çabukluğuyla şaşkına dönmüş durumda, çevresindeki kutlamaları ve şimdiden güzelleştirilmiş dövüş öykülerini zor işitiyordu. Hoşnut olmak istiyordu, benlik duygusunda bir yerlerde hoşnuttu da; bununla birlikte, yeşil alandan çıkarken, Munoz’a dönüp de yumrukladığı çocuğun şaşkın yüzünü görünce, donuk bir kederle yüreği daralmıştı birdenbire. Böylece, anlamıştı ki, bir insanı yenmek de ona yenilmek kadar acı olduğuna göre, savaş iyi bir şey değildi. Yetişimini daha da geliştirmek için ona hiç gecikmeden Tarpeia kayasının Capitolium’un yakınında olduğunu öğretmişlerdi 1. Gerçekten de, ertesi gün, arkadaşlarının hayranlıkla dirsek atıp durmaları karşısında, fiyakacı bir havaya girip yiğitlik taslamak zorunda olduğunu sanmıştı. Dersin başında, yoklamada Mu- noz’un adı okunup da sesi gelmeyince, Jacques’m yanındakiler bu yokluğu alaylı sırıtmalar ve yenmişe göz kırpmalarla yorumlayınca, Jacques da arkadaşlarma I. Eski Roma’da, Capitolium’un güney-batısmda kayalık bir tepe; suçlular buradan aşağıya atılırdı. Yazar, yengi ile yenilginin birbirine çok yakın olduğunu belirtmek istiyor. (Çev.) 149 yanağını şişirip yarı yumuk bir göz gösterme zayıflığına kapılmış, M. Bernard’m kendisine baktığının ayrımına varmadan, kaba bir yüz devinisine girişmiş, birden sessizleşen sınıfta öğretmenin sesi gürleyince, bu devini bir anda silinivermişti. "Zavallı gözdeciğim, çubuk şeker ötekiler gibi senin de hakkın", diyordu bu ince alaycı. Yenmiş çocuk da kalkmak, işkence aracını almak zorunda kalmış ve, M. Bernard’ı çevreleyen kolonya kokusu içinde, yüz kızartıcı işkence duruşuna geçmişti. Munoz olayı bu uygulamalı felsefe dersiyle kapanmayacaktı. Oğlanın yokluğu iki gün sürmüştü, Jacques da fiyakalı havalarına karşın biraz kaygılıydı, üçüncü gün, sınıfa iri bir öğrenci girmiş ve müdürün öğrenci Cormerv’yi istediğini bildirmişti. Müdür yalnız önemli durumlarda çağırırdı öğrencileri, öğretmen, kalın kaşlarmı kaldırarak, yalnızca, "Çabuk ol, sivrisinek. Umarım, bir saçmalık yapmamışındır", demişti. Jacques, bacakları gevşemiş durumda, beton avlunun yukarısında, cüız gölgeleri insanı yakıcı sıcaktan koruyamayan, yalancı karabiber ağaçlan dikili galeri boyunca, öbür uçtaki müdür odasına dek büyük öğrenciyi izlemişti. İçeriye girince ilk gördüğü, müdürün masasının önünde, asık suratlı bir bayla bir bayanın arasında duran Munoz olmuştu. Yüzünü değiştiren şişmiş ve tümden kapanmış gözüne karşın, arkadaşını canlı bulunca bir rahatlama duymuştu. Ama bu rahatlamanın tadını çıkarmaya zaman bulamamıştı. Müdür, pembe yüzlü, sert sesli, saçsız, ufak tefek bir adam, "Arkadaşına sen mi vurdun?" demişti. Jacques, tımsız bir sesle, "Evet", demişti. "Size söylemiştim, efendim, demişti kadın. Andre serseri değildir." "Dö- 150 vüştük, demişti Jacques. -Orası beni ilgilendirmez, demişti müdür. Okul dışında bile her türlü kavgayı yasakladığımı biliyorsun. Arkadaşını yaralamışın. Daha da ağır biçimde yaralayabilirdin. İlk uyarı olarak, bir hafta süresince tüm teneffüslerde ayakta dikileceksin. Bir daha yapacak olursan, okuldan atılacaksın. Cezanı büyüklerine bildireceğim. Sınıfına gidebilirsin." Jacques donup kalmış, kımıldamadan duruyordu. "Git", demişti müdür. Jacques sınıfa döndüğü zaman, M. Bernard, "Ne oldu, Fantomas?" demişti. Jacques ağlıyordu. "Hadi, dinliyorum." Çocuk, kesik kesik, önce cezayı, sonra Munoz’un ana babasının yakınmada bulunduğunu bildirmiş, sonra da kavgayı açıklamıştı. "Neden dövüştünüz? -Bana "gözde" dedi. -İkinci kez mi? Hayır, burada, sınıfta. -Ya! demek oymuş! Benim seni yeterince savunmadığımı düşündün demek." Jacques bütün yüreğiyle M. Bernard’a bakıyordu. "Yok hayır! Yok hayır! Siz..." Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. "Git, yerine otur, demişti M. Bernard. -Bu haksızlık", demişti çocuk gözyaşları içinde. O, "Hayır, değil", demişti usulca 1. Ertesi gün, teneffüste, Jacques, kapalı avlunun dibinde, sırtı avluya, arkadaşlarının sevinçli çığlıklarına dönük, cezaya dikilmişti. Bir bir bacağma, bir öbür bacağına dayanıyor, kendisi de koşma isteğiyle ölüyordu. Zaman zaman, geriye doğru bir göz atıyor, avlunun bir köşesinde kendisine bakmadan meslektaşlarıyla dolaşan M. Bernard’ı görüyordu. Ama, ikinci gün, arkasına gelip usulca ensesine vurduğunu görmemişti: "Surat etme öyle, ufaklık. Munoz da cezada. Hadi, 1. parça burada kesiliyor. 151 bakmana izin veriyorum.'' Gerçekten de, avlunun öbür yanında, Munoz yalnız ve üzgündü. "Suç ortakların senin cezada durduğun tüm hafta süresince onunla oynamaya yanaşmıyorlar." M. Bernard gülüyordu. "Görüyorsun, her ikiniz de cezalandırıldınız. İşte bu kurala uygun." Sonra, çocuğa doğru eğilmiş, cezalının yüreğinde bir sevgi dalgası kabartan bir sevecenlik gülüşüyle, "Ne dersin, sivrisinek, seni gören de böyle bir kroşen olduğuna inanmaz", demişti. Bugün kanaryasıyla konuşan ve kırk yaşında olmasına karşın kendisine "küçük" diyen bu adamı Jacques her zaman sevmişti, geçen yıllar, uzaklık, en sonunda İkinci Dünya Savaşı onu kendisinden bir ölçüde, sonra tümüyle ayırıp kendisinden haber alamaz olduğu zaman bile; buna karşılık, 1945’te, asker kaputlu bir yaşlı yedek asker Paris’te kapışım çaldığı zaman, çocuklar gibi sevinmişti. M. Bemard’dı gelen, gene askere yazılmıştı, "Savaş için değil, diyordu, Hitler’e karşı çıkmak için. Sen de dövüştün, küçük, iyi soydan olduğunu biliyordum, anneni de unutmadm, umarım, her neyse, annen dünyanm en iyi varlığı. Şimdi Cezayir’e dönüyorum, beni görmeye gel." Ve Jacques on beş yıldır her yıl onu görmeye giderdi, bugün olduğu gibi her yıl, ayrılmadan önce, kapının eşiğinde elini tutan heyecanlı adamı öperdi; daha büyük bulgulara doğru gitsin diye onu kökünden sökme sorumluluğunu tek başına yüklenerek, o fırlatmıştı Jacques’i dünyaya3. Ders yılı sonuna yaklaşmaktaydı, M. Bernard, Jacques’i, Pierre’i, Fleury’yi (tüm dallarda aynı ölçüde başarılı olan bu sıradışı çocuğa; öğretmen "Onda poliel Burs. 152 teknik kafası var", derdi) ve o denli yetenekli olmayan, ama çalışma zoruyla derslerini başaran yakışıklı bir çocuk olan Santiago’yu çağırmış, sınıf boşalınca, "İşte, sizler benim en iyi öğrencilerimsiniz, demişti. Lise ve kolej burslarına sîzleri önermeye karar verdim. Başarılı olursanız, bir burs alacak, bakaloryaya kadar lisede öğrenim göreceksiniz. İlkokul okulların en iyisidir. Ama hiçbir şeye götürmez. Lise size bütün kapıları açar. Bu kapıdan girenlerin sizler gibi yoksul çocukları olmasını da yeğ tutarım. Ama, bunun için, ana babalarınızın iznine gereksinimim var, koşun bakalım." Şaşkın mı şaşkın, koşmuşlar, birbirlerinden görüş sormadan ayrılmışlardı. Jacques büyükannesini evde yalnız bulmuştu, yemek odasında, masanın muşambası üzerinde mercimek ayaklamaktaydı. Jacques durala- mış, sonra annesinin gelmesini beklemeye karar vermişti. Annesi gelmişti, gözle görülecek ölçüde yorgundu, önlük takmış ve mercimek ayıklamada annesine yardıma girişmişti. Jacques da yardım önerisinde bulunmuş, ona taşı mercimekten ayırmanın daha kolay olduğu kaba porselen tabağı vermişlerdi. Yüzü tabakta, haberi iletmişti. "Bu masal da neymiş böyle? demişti büyükanne. Bakalorya kaç yaşında geçiliyor? -Altı yıl sonra”, demişti Jacques. Büyükanne tabağını itmişti. "Duydun mü?" demişti Catherine Cormery’ye. Duymamıştı. Jacques, ağır ağır, haberi yinelemişti ona. "Ya, demişti o da, akıllı olduğun için. -Akıllı olsun, olmasın, gelecek yıl çırak verecektik. Biliyorsun ki, paramız yok. Haftalığım getirir. -Doğru", demişti Catherine. Dışarıda gün ve sıcaklık gevşemeye başlıyordu. Tüm atölyelerin işlediği bu saatte mahalle boş ve ses- 153 sizdi. Jacques sokağa bakıyordu. M. Bernard’a uymak istediği bir yana bırakılırsa, ne istediğini bilmiyordu. Ama, dokuz yaşında, büyükannesini dinlemezlik edemezdi, bunun yolunu da bulamazdı. Gene de, gözle görülür biçimde, büyükanne duralıyordu. "Peki, sonra ne yapacakmışm? -Bilmem. Belki de ilkokul öğretmeni olurum, M. Bernard gibi. -Evet, altı yıl sonra!" Mercimeklerini daha ağır ayıklamaktaydı. "Of! demişti, yok, hayır, fazla yoksuluz. M. Bernard’a yapamayacağız dersin." Ertesi gün, öbür üçü Jacques’a ailelerinin kabul ettiğini haber vermişlerdi. "Ya sen? -Bilmiyorum", demişti Jacques, birdenbire arkadaşlarından da yoksul olduğunu duymak yüreğini daraltmıştı. Dersten sonra, dördü de kalmıştı. Pierre, Fleury ve Santiago yanıtlarını vermişlerdi. "Ya sen, sivrisinek? -Bilmiyorum." M. Bernard ona bakıyordu. "Tamam, demişti ötekilere. Ama akşamlan derslerden sonra benimle çalışmanız gerekecek. Bunu ayarlarım, gidebilirsiniz." Onlar çıkınca, M. Bernard bir koltuğa oturmuş ve onu yanına çekmişti. "Ee? -Büyükannem fazla yoksul olduğumuzu söylüyor, gelecek yıl çalışacakmışım. -Peki, annen? -Evde büyükannemin dediği olur. -Biliyorum", demişti M. Bernard. Düşünüyordu, sonra Jacques’i kollarına almıştı. "Bak: onu anlamak gerek. Yaşam onun için zor. İki kadm sizi, seni ve kardeşini tek başlarına yetiştirdiler, böyle iyi çocuklar olmanızı sağladılar. Korkuyor işte, kaçınılmaz bir şey. Buna karşın, sana biraz yardım etmek gerekecek, ne olursa olsun, altı yıl boyunca eve para getirmeyeceksin. Onu anlıyor musun?" Jacques öğretmenine bakmadan aşağıdan yukarıya doğru başını salladı. "İyi. Ama belki de açıkla154 yabiliriz ona. Al çantanı, seninle geliyorum! -Eve mi? demişti Jacques. -Elbette ya, anneni görmek beni mutlu edecek." Bir an sonra, Jacques’m şaşkın gözleri önünde, M. Bernard evinin kapısını çalmaktaydı. Büyükanne fazla sıkı bağı yaşlı kadm göbeğini iyice öne çıkaran önlüğünde elini kurulayarak gelip açmıştı. Öğretmeni görünce, eli taramak ister çibi saclarına do£ru sitmisC C7 j ww o ti. "Ne o, nine, bakıyorum, her zamanki gibi işe gömülmüşünüz gene. Doğrusu ya, yaman kadınsınız." Büyükanne konuğu yemek odasına gitmek için geçilen odaya alıyor, masanın yanına oturtup bir bardak anizet çıkarıyordu. "Hiç rahatsız olmayın, sizinle azıcık konuşmaya geldim." Başlamak için, çocukları, sonra çiftlikteki yaşamı, kocası konusunda sorular sormuştu ona, kendi çocuklarından sözetmişti. Bu sırada, Catherine Cormery girmiş, çılgına dönmüş, M. Bernard’a "Öğretmen bey", demiş, odasına giderek saçmı tarayıp yeni bir önlük takmış, gelip masadan biraz uzakta bir iskemlenin ucuna ilişmişti. M. Bernard, Jacques’a, "Sen sokağa git de bir bak bakalım, ben orada mıyım? demişti; büyükanneye de: -Anlarsınız ya, demişti. Hakkında güzel şeyler söyleyeceğim, bakarsınız, gerçek sanır...” Jacques çıkıp merdivenden aşağıya inmiş, giriş kapısının eşiğine yerleşmişti. Bir saat sonra da hâlâ oradaydı, sokak şimdiden canlanıyordu, gökyüzü incir ağaçlarının arkasında yeşile çalmaya başlıyordu, M. Bernard merdivenden inip arkasmda belirivermişti. Başını kaşımıştı onun. "Tamam, oldu, demişti. Büyükannen çok iyi bir kadm. Annene gelince... Ah, onu hiçbir zaman unutma." Büyükanne birdenbire koridordan çıkıverip "Mösyö", diye seslenmişti. Bir eliyle ön155 lüğünü tutup gözlerini siliyordu. “Unuttum... Jacqu- es’a ek dersler vereceğinizi söylemiştiniz. -Elbette, demişti M. Bernard. İnanın, hiç eğlenemeyecek. -Ama size bunun parasını ödeyemeyeceğiz." M. Bernard dikkatle ona bakmaktaydı. Jacques’i omuzlarından tutmuştu. "Aldırmayın", demişti, sonra Jacques’i sarsmaya başlamıştı, "O bana çoktan ödedi". İşte gidivermiş- ti. Büyükanne daireye çıkarken Jacques’i elinden tutuyor, ilk kez elini sıkıyordu, var gücüyle, bir tür umutsuz sevgiyle. "Yavrum, diyordu, yavrum." Bir ay boyunca, her gün, derslerden sonra, M. Bernard dört çocuğu iki saat süresince alıkoyup çalıştırmıştı. Jacques her akşam hem yorgun, hem kışkırtmış durumda dönüyor, gene ödevlerine girişiyordu. Ernest, inanmış olarak, yumruğuyla kafasma vuruyor, "İyi kafa", diyordu. "Evet, diyordu büyükanne. Ama ne olacağız?" Bir akşam da yerinden sıçramıştı. "Ya ilk günah çıkartması!" Doğrusunu söylemek gerekirse, ailede dinin hiç yeri yoktu1. Hiç kimse ayine gitmez, hiç kimse Tanrı buyruklarım anmaz, öğretmezdi, gene hiç kimse öbür dünyanın ödül ve cezalarma anıştırmada bulunmazdı. Büyükannenin önünde, birinin öldüğü söylenince, "Güzel, artık osuramayaeak", derdi. En azından kendisine saygı duyduğu varsayılan biri söz konusu olunca da, ölen kişi uzun zamandır ölüm yaşında bile bulunsa, "Zavallı, daha gençti", derdi. Bilinçsizlik değildi bu, çevresinde nice insanın öldüğünü görmüştü. İki çocuğu, kocası, damadı ve savaşa giden tüm yeğenleri. Ama, işte, Ölüm de çalışma ya da yoksulluk kadar yakındı ona, bir bakıma onu düşünmü1. Kenarda: okunamayan uç satır. 156 yordu da yaşıyordu, hem sonra bugünün zorunluluğu uğraşıları ve ortak yazgıları nedeniyle uygarlıkların doruğunda çiçeklenen şu ölüm saygısından genellikle yoksun olan Cezayirliler’inkinden de güçlüydü onda®. Onlar için, öncekiler gibi bu da göğüslenecek bir çetin deneyimdi, hiç sözünü etmezlerdi, onda da insanın başlıca erdemi durumuna getirdiği şu gözüpekliği göstermeye çalışacaklardı, ama bu arada unutulmaya çalışılması ve uzak tutulması gerekirdi. (Her türlü cenazenin gülünecek bir görünüşe bürünmesinin nedeni buydu. Akrabaları Maurice?) Bu genel eğilime savaşımların ve günlük çalışmaların zorluğu, bir de, Jacques’m ailesinde olduğu gibi, yoksulluğun korkunç yıpratıcılı- ğı eklenince, dinin yerini bulmak zorlaşırdı. Duyum düzeyinde yaşayan Ernest dayı için, din göründüğü şeydi, yani papaz ve törendi. Güldürü yeteneklerini kullanarak ayin törenlerine öykünme fırsatlarını kaçırmaz, bunlan latinceyi canlandıran yansımlarla süsler, Çan sesi üzerine başlarmı eğen dindarlarla bu eğilmeden yararlanarak ayin şarabını içen papazı aynı zamanda oynardı. Catherine Cormery’ye gelince, yumuşaklığı inancı düşündürtebilecek tek insandı, ama tüm inancı da yumuşaklığıydı. Ne yadsır, ne doğrulardı, kardeşinin şakalarına biraz gülerdi, ama rastladığı rahiplere "Papaz bey" derdi. Hiçbir zaman Tanrı’dan sö- zetmezdi. Doğrusunu söylemek gerekirse, Jacques tüm çocukluğu boyunca bu sözcüğün ağıza alındığını hiç işitmemişti, kendisi de aldırmazdı. Yaşam, gizemli ve göz kamaştırıcı, varlığını tümüyle doldurmaya yeterdi. a. Cezayir'de ölüm. 157 Tüm bunlarla birlikte, ailede din dışı bir cenaze söz konusu olduğu zaman, büyükannenin, hatta dayının, çelişkin bir biçimde, papaz yokluğuna üzülmeye başlamaları az rastlanır bir şey değildi: "Bir köpek gibi”, derlerdi. Çünkü, Cezayirliler’in çoğunluğu için olduğu gibi onlar için de din toplumsal yaşamın ve yalnızca toplumsal yaşamın bir parçasıydı. Nasıl Fransız’salar övle de katoliktiler, bu da birtakım törenleri y 1 zorunlu kılardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu törenlerin sayısı tam dörttü: vaftiz, ilk günah çıkartma, evlilik kutsaması (evleniliyorsa) ve ölüm törenleri. İster istemez çok seyrek olan bu törenler arasında başka şeylerle, özellikle de ayakta kalmakla uğraşılırdı. Öyleyse Henri gibi Jacques’m da ilk günah çıkartmasını yapmasmdan doğal bir şey yoktu; Henri’de kalan en kötü anı, törenin anısı değil, toplumsal sonuçlarının, öncelikle de birkaç gün boyunca, kolda kolluk, dostlara ve akrabalara gitmelerin anisiydi; evlerine gidilenlerin kendisine küçük bir para armağanı vermesi gerekiyor, çocuk bunları ezile büzüle alıyor, sonra bunlara büyükanne el koyuyor, küçük bir bölümünü Henri’ye geri verip kalanını günah çıkartma nm "pahalıya geldiği" gerekçesiyle alıkoyuyordu. Ama bu tören on iki yaş dolayında olur, çocuğun da iki yıl süresince din dersi izlemesi gerekirdi. Öyleyse Jacques ilk günah çıkartmasını ancak lisenin ikinci ya da üçüncü yılında yapacaktı. Ama büyükanne işte bu düşünceyle yerinden hoplamıştı. Lise konusunda karanlık ve biraz ürpertici bir düşünce beslemekteydi, bu öğrenim daha iyi yerlere götürdüğüne ve, onun kafasında, hiçbir özdeksel iyileştirmeye ek bir çalışma yapılmadan ulaşılamayacağına göre, ükokuldakinden on kez daha 158 fazla çalışılması gereken bir yer olarak düşünüyordu burayı. Öte yandan, önceden boyun eğdiği özveriler nedeniyle Jacques’m başarısını tüm gücüyle istiyor ve din dersine ayrılacak zamanın öteki çalışmadan gideceğini tasarlıyordu. "Hayır, demişti, aynı zamanda hem lisede, hem din dersinde olamazsın. -Peki. Ben de ilk günah çıkartma yapmam", demişti Jacques, her şeyden önce akraba gezme yükünden ve para almanın katlanılmaz alçalışından kurtulacağını düşünmekteydi. Büyükanne ona bakmıştı. "Neden? Ayarlayabiliriz. Hadi giyin. Gidip papazı göreceğiz." Kalkmış, kararlı bir havayla odasma geçmişti. Döndüğünde, karakosuy- la iç eteğini çıkarıp boynuna dek düğmeli biricik [ ]' sokak giysisini giymiş, başma kara ipek örtüsünü bağlamıştı. Başörtüsü ak saç demetlerini çevreliyor, açık renk gözleri ve sert ağzı kendisine tam bir kararlılık havası veriyordu. Saint-Charles kilisesinin, bu çağdaş gotik türde yapılmış çok çirkin yapının ayin eşyası yerinde, yanında dikilen Jacques’m elinden tutarak papazın, altmış yaşlarında, yuvarlak yüzlü, gümüş rengi saçları, koca burnu altında iyilikle gülümseyen, kalın dudaklı, ellerini aralık dizlerinin gerdiği eteğinin üzerinde kavuşturmuş, biraz gevşek ve şişman adamın karşısına oturmuştu. "Ufaklık ilk günah çıkartmasını yapsın istiyorum, demişti büyükanne. -Çok iyi, madam, iyi bir hris- tiyan yaparız onu. Kaç yaşmda? -Dokuz. -Din dersine çok erken başlatmakla iyi ediyorsunuz. Üç yılda, bu büyük güne çok iyi hazırlanır. -Hayır, demişti büyükanne kuruca. Hemen yapması gerek. -Hemen mi? 1. Okunamayan bir sözcük. 159 Ama ilk günah çıkartmalar bir ay içinde yapılıyor, törene ancak en az iki yıllık din dersinden sonra çıkabilir." Büyükanne durumu açıklamıştı. Ama papaz ortaöğretimle din öğrenimini birlikte götürmenin olanaksız olduğunu hiç sanmıyordu. Sabır ve iyilikle deneyiminden sözediyor, örnekler veriyordu... Büyükanne kalkmıştı. "Bu durumda ilk günah çıkartmasmı yapmayacak. Gel, Jacques", deyip çocuğu çıkışa doğru sürüklemişti. Ama papaz arkalarından koşmaktaydı. "Durun, madam, durun." Tatlılıkla yerine geri getirmişti onu, mantığa döndürmeye çalışmıştı. Ama büyükanne inatçı bir yaşlı katır gibi başını sallamaktaydı. "Ya şimdi olur, ya vazgeçer.” Sonunda, papaz boyun eğmişti. Hızlı bir din eğitiminin ardından, Jacques'm bir ay sonra günah çıkartması kararlaştırılmıştı. Papaz, başını sallayarak, kapıya dek getirmişti onları, burada çocuğun yanağını okşamıştı. "Söylenecekleri iyi dinle", demişti. Bir tür kederle bakmaktaydı ona. Jacques, M. Germain’in ek dersleriyle perşembe ve cumartesi yapılan din derslerini sırtlamıştı. Burs sınavlarıyla ilk günah çıkartma birlikte yaklaşıyordu, günleri fazlasıyla yüklüydü, oyuna yer bırakmıyordu, pazar günlerinde bile, hatta özellikle pazar günlerinde: defterlerini bir yana bırakabileceği bu günlerde, büyükannesi, ailesinin gelecekte onun öğrenimi için sineye çekeceği özverileri ve onun ev için hiçbir şey yapmayacağı bunca yılı öne sürerek ev işlerini ve alışverişleri yüklüyordu ona. "Ama belki de başaramam, demişti Jacques. Sınav zor." Bir biçimde, durmamacası- na sözü edilen bu özverüerin yükünü körpe gururu için fazla ağır bularak böyle olmasını dilediği de oluyordu. Büyükanne şaşkınlık içinde ona bakmaktaydı. 160 Böyle bir olasılığı düşünmemişti. Sonra omuz silkiyor, çelişkiye aldırmadan, "Bunu öğütlerim sana, demişti. Kıçını sıkacaksın." Din derslerini bölgenin ikinci papazı vermekteydi, uzun, kara papaz giysisi içinde, uzun, nerdeyse bitmez tükenmez, kuru, kartal burunlu, çökük yanaklı, yaşlı papazın yumuşak ve iyi olduğu oranda da sertti. Öğretim yöntemi ezberdi ve, ilkelliğine karşın, tinsel açıdan yetiştirme görevini yüklendiği yontulmamış ve inatçı küçük halka en uygun düzeniydi belki de. Soruları ve yanıtları öğrenmek gerekiyordu: "Tanrı nedir?... 3" Bu sözcüklerin hristiyanhğa girmeye hazırlanan çocuklar için hiç mi hiç anlamı yoktu. Belleği çok iyi olan Jacques bunları hiçbir zaman anlamadan, şaşmaz bir biçimde ezbere okuyordu. Başka bir çocuk okurken, o düş kuruyor, boş boş havaya bakıyor ya da arkadaşlarıyla yüz göz oynatmaya girişiyordu. Uzun papaz işte bir gün bu yüz göz oyunlarından birini yakalamış ve, kendisine yönelik olduğunu sanarak, donatılmış olduğu kutsal niteliği saydırmak gerektiği yargısına varmış, Jacques’i tüm çocuk topluluğunun önüne çağırmış, burada, hiçbir açıklamada bulunmadan, uzun, kemikli eliyle, okkalı bir tokat indirmişti. Vuruşun şiddeti altında Jacques’m düşmesine ramak kalmıştı. "Şimdi yerine git", demişti papaz. Gözünde bir damla yaş belirmeden (tüm yaşamı boyunca iyilik ve aşk ağlatmıştı onu, kötülük ya da kıyıcılık hiçbir zaman ağlatmamıştı, tam tersine, bunlar yüreğini güçlendirir, kararlılığım artırırdı), ona bakmış ve sırasına dönmüştü. Yüzünün sol yanı yanıyordu, ağzında kan tadı vardı. Dilinin ucuyla yoklayınca, vuruş a. Bir din kitabına bakılacak. İlk Adam 161/11 altında yanağının içinin açıldığını ve kanadığını anlamıştı. Kanını yutmuştu. Geri kalan tüm din derslerinde, uzaklardaydı, kendisine seslendiği zaman, sakin sakin, dostluktan olduğu gibi serzenişten de uzak bir biçimde papaza bakıyor, İsa’nın tanrısal kişiliğine ve kurbanlığına ilişkin soru ve yanıtları yanlışsız olarak ezbere okuyor ve, okuduğu yerden yüz fersah uzakta, sonuçta aynı şey olan bu iki sınavı düşlüyordu. Hep süren düşe gömüldüğü gibi çalışmaya da gömülmüş durumda, yalnızca heyecanlanmış, çirkin, soğuk, ama o zamana değin yalnız budalaca nakaratlar dinledikten sonra, orgundan ilk kez işittiği bir müzik yükselen kilisede gittikçe artan ayinlerle karanlık bir biçimde heyecanlanmış olarak, daha yoğun, daha derin bir biçimde, kilise nesnelerinin ve giysilerinin karanlığı içinde altın ışıldamalarıyla dolu bir düşe dalıyor, en sonunda gizlemle, ama din kitabında adlandırılan ve kesin olarak tanımlanan tanrısal kişilerle hiç mi hiç ilgisi bulunmayan, yalnızca içinde yaşadığı çıplak dünyanın uzantısı olan, adsız bir gizlemle karşılaşmayı düşlüyordu; o zaman içinde yunduğu sıcak, içsel ve belirsiz gizlem, yalnızca akşam olup da yemek odasına girdiği ve annesinin, evde yalnız başına, gaz lambasını yakmadan, karanlığın yavaş yavaş odayı sarmasına aldırmadan, dalgın dalgın, pencereden canlı, ama kendisi için sessiz devinimlere bakan, karanlık odayı sardıkça kendisi de bu karanlığın daha karanlık ve daha yoğun bir biçim gibi olan annesinin hafif gülümsemesinin ya da sessizliğinin gündelik gizlemini genişletmekteydi, o zaman çocuk, yüreği daralmış bir durumda, annesine ve, annesinde, bu dünyanın ve günlerinin bayağılığına bağlanmayana ya 162 da artık bağlanmayana aşkla dolu olarak kapının eşiğinde duruyordu. Sonra ilk günah çıkarma gelip çatmıştı, Jacques bundan çok az bir anı saklardı, ancak kendisine yanlış olduğunu söylediği edimleri, yani çok az şeyi açıkladığı o bir gün önceki günah çıkarma kalmıştı usunda: "Suçlu düşünceleriniz olmadı mı?" Çocuk, bir düşüncenin nasıl suçlu olabileceğini bilmemekle birlikte, hiç düşünmeden: "Oldu, peder", demişti, sonra, ertesi güne değin, suçlu bir düşünceyi ya da onun için daha açık olanı, okullu sözcük dağarcığını dolduran şu kulağa çirkin gelen sözcüklerden birini ayrımında olmadan kaçırmak korkusuyla yaşamış ve sözleri iyi kötü tören sabahına dek usunda tutabilmişti. Törende, üzerinde bir denizci giysisi, kolunda kol bağı, elinde küçük bir dua kitabı ve ak boncuklardan oluşan bir teşbih -hepsi de daha az yoksul akrabalarca (Marguerite teyze, vb.) armağan edilmişti-, sıralarda ayakta duran coşkulu ana -babaların bakışları altmda mumlar taşıyan çocukların oluşturduğu bir sıranın ortasında, ana yolda, elindeki mumu sallarken, birden başlayıveren müziğin gümbürtüsü onu dondurmuş, içini dehşetle ve ilk kez kendi gücünü, sonsuz utku ve yaşam yeteneğini duyuran bir coşkuyla doldurmuştu, bu coşku tüm tören süresince benliğine yerleşmiş, böylece, günah çıkarma dakikası da içinde olmak üzere, her şeye ilgisiz kalmıştı, hatta bu ilgisizlik dönüşte ve akrabaların her zamankinden daha [zengin] bir sofranın çevresinde toplandıkları yemek boyunca da sürmüştü. Zengin sofra az yiyip az içmeye alışmış konukları kışkırtmış, odayı yavaş yavaş taşkın bir sevinçle doldurmuştu, bu da Jacques’m coşkusunu yıkmış, hatta keyfini kaçırmıştı, öyle ki, tatlılar yenilirken, genel 163 taşkınlığın doruğunda, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı. "Ne oluyor sana? demişti büyükanne. -Bilmiyorum, bilmiyorum." Kafası kızan büyükanne de onu tokatlamıştı. "Böylece neden ağladığını öğrenirsin", demişti. Ama Jacques, masanın üstünden hafif, hüzünlü bir gülümsemeyle kendisine gülümseyen annesine bakarken, gerçekte neden ağladığını biliyordu. "İyi geçti bu iş, demişti M. Bernard. Çok güzel, şimdi iş başına." Birkaç gün daha zorlu çalışmayla geçmiş, son dersler M. Bernard’ın evinde yapılmış (daire betimlense mi?), sonra bir sabah, Jacques’in evinin yakınında, tramvay durağında, dört öğrenci ellerinde birer altlık, birer cetvel ve birer kalemlikle, M. Ger- main’in çevresinde duruyor, Jacques evinin balkonunda büyükannesiyle annesinin aşağıya doğru eğilerek kendilerine el salladıklarını görüyordu. Sınavların yapıldığı lise tam öbür yanda, körfez çevresinde kentin yerleştiği daire yayının öbür ucunda, eskiden zengin ve donuk, şimdiyse, İspanyol göçü sonucu, Cezayir’in en halktan ve en canlı mahallelerinden biri olan bir mahalledeydi. Lisenin kendisiyse, sokağa yukarıdan bakan, dörtgen biçimde, kocaman ve çirkin bir yapıydı. Buraya iki yan merdiven, bir de geniş ve anıtsal bir orta merdivenle ulaşılırdı; orta merdivenin iki yanma muz ve 1 dikilmiş ve öğrencilerin kırıcılığına karşı parmaklıklarla çevrilmiş cılız bahçeler vardı. Orta merdiven iki yan merdiveni birleştiren bir galeriye çıkardı, önemli durumlarda kullanılan anıtsal kapı bu galeriye açüırdı, yanındaki çok daha küçük kapı, kapıcının camlı bölmesine açılır, genel olarak da 1. Müsvettede “vc’nin gerektirdiği sözcük yok. 164 bu kapı kullanılırdı. M. Bernard’la öğrencileri bu galeride, sıkıntıları solgun yüzlerinden ve sessizliklerinden anlaşılan birkaç kişi bir yana, çoklan korkularını umursamazlık havaları altında gizleyen erkenci öğrenciler arasında, hâlâ serin sabahta kapalı kapının önünde ve bir an sonra güneşin toza batıracağı, ama henüz ıslak sokakta bekliyorlardı. En az yarım saat erken gelmişlerdi, öğretmenlerine sokularak susuyorlar, o da kendilerine söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu; birden, döneceğini söyleyerek yanlarından ayrılmıştı. Gerçekten de bir an sonra geri döndüğünü görmüşlerdi; kenarı kıvrık şapkası ve o gün giydiği tozluklarıyla her zamanki gibi şıktı; her bir elinde kolay taşınsın diye uçlarından bükülmüş ipek kâğıttan ikişer paket vardı; yaklaştığı zaman, kâğıtta yağ lekeleri görmüşlerdi. "Ay çöreği getirdim, demişti M. Bernard. Şimdi birer tane yiyin, ötekini de saat ona saklayın." Teşekkür edip yemişlerdi, ama sindirilmesi zor, çiğnenmiş hamur gırtlaklarından zor geçmekteydi. "Aklınız başınızdan gitmesin, diye yineliyordu öğretmen. Problemin sözcesini ve kompozisyonun konusunu iyi okuyun. Zamanınız yok değil." Evet, birkaç kez okuyacaklardı, her şeyi bilen ve yanmda yaşamın tüm engelleri kalkan bu adamı dinleyeceklerdi, kendilerini onun önderliğine bırakmaları yeterdi. Bu sırada, küçük kapının orada bir kaynaşma olmuştu. Şimdi toplanmış altmış dolayında öğrenci bu yöne yönelmişti. Bir görevli kapıyı açmış, bir dizelge okuyordu. Jacques’m adı ilk okunanlardan biriydi. O sırada öğretmeninin elinden tutuyordu, duralamıştı. "Hadi oğlum", demişti M. Bernard. Jacques titreye tit- reye kapıya yönelmiş, gireceği sırada, öğretmeninden 165 yana dönmüştü. Oradaydı, iri, sağlam, Jacques’a sakin sakin gülümsüyor, olumlu bir biçimde başını sallı- yordu a. Öğleyin, M. Bernard çıkışta onları bekliyordu. Ona müsvettelerini göstermişlerdi. Bir Santiago problemini çözerken yanlışlık yapmıştı. Jacques’a, kısaca, "Kompozisyonun çok güzel", demişti. Saat birde, gene onlarla gelmişti. Dörtte gene oradaydı, yanıtlarını gözden geçiriyordu. "Hadi bakalım, demişti, beklemek gerek." İki gün sonra, saat onda, beşi birden küçük kapının önündeydi gene. Kapı açılmış ve görevli gene bir dizelge okumuştu, çok kısaydı, yalnızca kazananlardan oluşmaktaydı. Patırtı içinde, Jacques kendi adını işitmemişti. Ama ensesine keyifli bir şaplak yemiş, M. Bernard’m, "Aferin, sivrisinek. Kazandın", dediğini işitmişti. Yalnızca sevimli Santiago başarısız olmuştu, ona dalgın bir kederle bakıyorlardı. "Zararı yok, diyordu. Zararı yok." Ve Jacques nerede olduğunu da, neler olduğunu da bilmiyordu artık. Dördü de tramvayla dönüyorlardı, "Gelip büyüklerinizi göreceğim, diyordu M. Bernard, en yakında Cormery oturduğuna göre de, önce onlara gideceğim". Şimdi büyükannenin, bu nedenle(?) bir gün izin almış annesinin, komşuları Masson hanımların toplandığı kadın dolu yoksul yemek odasında, kolonya kokusunu son kez içine çekerek öğretmenine yaslanıyor, bu sağlam bedenin candan ılıklığına yapışıyordu. Büyükanne komşu kadınların önünde ışıklar saçıyordu. "Teşekkürler, Mösyö Bernard, teşekkürler", diyor, M. Bernard da çocuğun başını okşuyordu. "Artık bana gereksinimin yok, di- a. burs izlencesine bakılacak. 166 yordu. Daha bilgili öğretmenlerin olacak. Ama nerede olduğumu biliyorsun, yardımıma gereksinimin olursa, gel, beni gör." Öğretmen gidiyor ve Jacques bu kadınlar ortasında yitip gitmiş durumda, yalnız kalıyor, sonra pencereye koşuyor, kendisine son bir kez selam veren ve bundan böyle yalnız bırakan öğretmenine bakıyordu ve, sanki artık kendi dünyası olmayan, öğretmenlerinin yüreği her şeyi bilenden daha bilgili olduğuna inanmadığı bir dünyaya atılmak üzere, bu başarıyla yoksulların günahsız ve candan dünyasından, toplum içinde üzerine bir ada gibi kapanmış olan, ama içinde yoksunluğun aile ve dayanışma yerini tuttuğu dünyadan koparıldığını önceden biliyormuş gibi, başarının sevinci yerine, uçsuz bucaksız bir çocuk üzüntüsü yüreğini burkuyordu; bundan böyle yardımsız öğrenip anlaması, yardımına koşan tek adamın yardımı olmadan adam olması, kısacası, en yüksek fiyatı ödeyerek, kendi başma büyüyüp yetişmesi gerekiyordu. 167 7 Mondovi: Yerleşim ve baba Şimdi, büyüktü... Bone’dan Mondovi’ye giden yolda, Jacques Cormery’nin bulunduğu araba silahlarını dikmiş, ağır ağır dolaşan jiplerle karşılaşıp duruyordu... "Mösyö Veillard? -Evet." Bir çerçeve içindeymiş gibi, küçük çiftliğinin kapısından Jacques Cormery’ye bakan adam yuvarlak omuzlu, ufak, ama yapılıydı. Sol eliyle kapıyı açık tutmuş, sağ eliyle pervazı kavramıştı, öyle görünüyordu ki, bir yandan evinin yolunu açarken, bir yandan da kapatıyordu. Başını bir Romalı başına benzeten seyrek ve kırlaşmış saçlarına bakılırsa, kırk yaşlarmda olmalıydı. Ancak açık renk gözleri, düzgün yüzü, yanık teni, biraz gevşek, ama yağsız, haki pantalonu içinde göbeksiz bedeni, sandalları, cepli, mavi gömleğiyle çok daha genç gösteriyordu. Kımıldamadan, Jacqu- es’m açıklamalarını dinlemekteydi. Sonra, "Buyurun", deyip çekildi. Jacques, içinde kahverengi bir sandıkla ve bükülmüş ağaçtan bir şemsiyelikten başka bir şey bulunmayan, kireç badanalı, dar koridorda ilerlerken, a a . arkasında çiftçinin güldüğünü işitti. "Kısacası, kutsal bir gezi! Hani, açık konuşmak gerekirse, tam zamanı. -Neden? diye sordu Jacques. -Yemek odasına girin, dedi çiftçi. En serin yer orasıdır." Yemek odasının yarısı verandaydı, yumuşak hasır storların biri dışında tümü indirilmişti. Çam ağacından, çağcıl biçemde yapılmış masa ile büfe bir yana bırakılırsa, oda hasır, iskemleler ve açılır kapanır bez koltuklarla döşenmişti. Jacques, geriye dönünce, yalnız olduğunu gördü. Verandaya doğru ilerledi ve, storlar arasında boş bırakılmış alandan, aralarında açık kırmızı iki traktör parıldayan yalancı karabiber ağaçları dikilmiş bir avlu gördü. İleride, saat on birin hâlâ katlanılır güneşi altında sıra sıra dikme bağlar uzanıyordu. Bir an sonra, elinde bir tepsiyle çiftçi girdi, tepsiye bir anizet şişesi, kadehler ve bir şişe soğuk su koymuştu. Çiftçi süt rengi içkiyle dolu kadehini kaldırdı. "Gecikmiş olsaydınız, burada hiçbir şey bulamayabilirdiniz. Ne olursa olsun, size bilgi verecek bir Fransız bulamazdınız. -Çiftliğinizin benim doğduğum çiftlik olduğunu yaşlı doktor söyledi. -Evet, Saint-Apötre yurtluğunun bir parçasıydı, ama babamlar savaştan sonra sa- tınaldılar." Jacques çevresine bakıyordu. "Kuşkusuz, burada doğmadınız. Bizimkiler her şeyi yeniden yapmışlar. -Savaştan önce babamı tammışlar mıdır? Sanmam. Tunus sınırının hemen yakınında oturuyorlar- mış, sonra uygarlığa yaklaşmak istemişler. Solferino onlar için uygarlıkmış. -Eski yöneticinin söfcünü duymamışlar mı? -Hayır. Burak olduğunuza göre, bilirsiniz. Burada, hiçbir şey saklanmaz. Yıkarlar ve yeniden yaparlar. Geleceği düşünür, gerisini unuturlar. -Anlaşıldı, dedi Jacques, sizi boşuna rahatsız ettim. 169 -Hayır, dedi öteki, memnun oldum." Ona gülümsedi. Jacques kadehini bitirdi. "Sizinkiler sınırın yanında mı kalmışlar? -Hayır, orası yasak bölge. Barajın yanında. Anlaşılıyor ki, babamı tanımıyorsunuz." Kadehinin gerisini de içti, sonra, bunda fazladan bir canlanma bulur gibi, bir kahkaha attı: "Eski bir kolon*. Eskil biçimde. Paris’te aşağılananlarm türünden, bilirsiniz. Her zaman sert olduğu da bir gerçek. Yaş altmış olmuş. Ama [at] kafalı bir püriten papazı gibi uzun ve kuru. Anlarsınız ya, atalar türünden. Arap işçilerin canını çıkarırdı, her konuda doğru olduğundan, çocuklarının canını da. Bu nedenle, geçen yıl, boşaltmak gerekince, ortalık iyice karıştı. Bölge yaşanmaz olmuştu. Tüfekle uyumak gerekiyordu. Raskil çiftliği saldırıya uğradığında, anımsıyor musunuz? - Hayır, dedi Jacques. -E- vet, baba ile iki oğlu boğazlanmıştı, ana ile iki kızının da epey bir süre ırzına geçmişler, sonra onları da öldürmüşlerdi... Kısacası... Vali toplanan çiftçilere [sömürge] sorunlarını, Araplar’a davranma biçimlerini yeniden gözden geçirmek gerektiğini, şimdi bir sayfayı çevirmiş olduğumuzu söyleme şanssızlığına düşmüştü. Bizim ihtiyar da ona hiç kimsenin kendi evine yasa koyamayacağını söylemişti. Ama, o gün bu gün, ağzmı açtığı yoktu. Geceleri bazı bazı kalkıp çıkıyordu. Annem pancurlarm arasından bakıyor, topraklarının içinde dolaştığını görüyordu. Boşaltma emri gelince, hiçbir şey söylemedi. Üzümler toplanmıştı, şarap mayalandırma fıçısındaydı, fıçıları açtı, sonra bir zamanlar kendi eliyle yolunu değiştirdiği bir acı su kaynağına gitti, dosdoğru topraklarına yöneltti, bir traktöre pul- I. İş yapmak, toprağı işlemek vb. amacıyla sömürge ülkeye yerleşmiş kişi. (Çev.) 170 luk taktı. Üç gün süresince, başı açık, hiçbir şey söylemeden, direksiyonda, tüm yurtluk yüzeyindeki bağları söktü. Şöyle bir gözünüzün önüne getirin, ihtiyar, kupkuru, traktörünün üstünde hopluyor, saban demiri ötekilerden daha kalın bir bağ çubuğuna rastlayınca, hızlandırma kolunu itiyor, yemeğini yemek için bile durmuyor, annem kendisine ekmek, peynir getiriyor, o da yavaş yavaş yiyor, her konuda yaptığı gibi, daha da hızlanmak için son dilimi atıyordu, hem de güneşin doğuşundan batışına dek, bir kez olsun başını kaldırıp da çevresindeki dağlara, hemen durumu öğrenmiş olan, hiçbir şey yapmadan kendisini izleyen Araplar’a bakmadan. Kim bilir kimin haberdar ettiği genç bir yüzbaşı gelip açıklama istediği zaman da "Genç adam, bizim burada yaptığımız bir cinayet olduğuna göre, silmemiz gerekiyor", dedi ona. Her şey bitince, çiftliğe yöneldi, mayalandırma fıçılarından akan şaraba batmış avludan geçti ve denkleri yapmaya başladı. Arap işçiler avluda kendisini bekliyorlardı (Kim bilir ne için, yüzbaşının gönderdiği kibar bir teğmenle birkaç asker de vardı, emir bekliyorlardı). "Patron, ne yapacağız? -Ben sizin yerinizde olsam, makiye giderdim, dedi ihtiyar. Kazanacaklar. Fransa’da adam kalmadı." Çiftçi gülüyordu: "Açık sözlüymüş, değil mi? -Onlar da sizinle mi? -Hayır. Cezayir’in sözünü bile duymak istemedi. Marsilya’da, modern bir dairede. Annem odasında dört döndüğünü yazıyor. -Peki siz? -Ben mi, ben kalıyorum, sonuna dek. Ne olursa olsun, kalacağım. Ailemi Cezayir’e yolladım, burada gebereceğim. Paris’te bunu anlamıyorlar. Bunu bizden 171 başka bir de kim anlar, biliyor musunuz? -Araplar. -Tamam. Anlaşmak için yaratılmışız. Bizim kadar salak ve kaba, ama aynı insan kanı. Biraz daha öldüreceğiz birbirimizi, birbirimizin taşaklarını kesecek, birbirimize biraz daha işkence edeceğiz. Sonra gene kendi aramızda yaşamaya başlayacağız. Memleket böyle istiyor. Bir anizet daha? -Hafif olsun", dedi Jacques. Biraz sonra çıktılar. Jacques burada ana babasını tanımış olabilecek biri kalıp kalmadığını sormuştu. Hayır, Veillard’a göre, kendisini dünyaya getirmiş, emekliliğini de Solferino’da almış yaşlı doktordan başka hiç kimse yoktu. Saint-Apötre yurtluğu iki kez el değiştirmişti, iki savaşta pek çok Arap işçi ölmüştü, başka pek çokları da doğmuştu. "Her şey değişir burada, diye yineliyordu Veillard. Her şey çabuk, çok çabuk geçer ve insanlar unutur." Gene de, ola ki yaşlı Tamzal... Saint-Apötre çiftliklerinden birinde bekçiydi, 1913’te, yirmi yaşlarında olmalıydı. Ne olursa olsun, Jacques doğduğu memleketi görecekti. Kuzey dışında, memleket uzakta dağlarla çevriliydi, öğle sıcağı dış çizgilerini, kocaman taş ve sis kitleleri gibi belirsizleştirir, bunlar arasında, bir zamanlar bataklık olan Seybouse ovasının sıcaktan ağarmış bir gökyüzü altında, uzun aralıklarla servi sıralan ve gölgelerinde evler barınan okaliptüs topluluklarıyla kesilen bağları dümdüz dizilmiş, yaprakları sülfatlamayla mavileşmiş ve salkımları şimdiden kararmış bağlan kuzeyde denize dek uzanıyordu. Her adımlarında kırmızı bir toz kaldırarak çiftlik yolunu izliyorlardı. Önlerinde, dağlara dek uzam titriyor, güneş uğulduyordu. 172 Bir çınar topluluğunun ardında, küçük bir eve geldikleri zaman, ter içinde kalmışlardı. Görünmeyen bir köpek öfkeli havlamalarla karşıladı onları. Oldukça bakımsız olan küçük evin dut ağacından bir kapısı vardı, sımsıkı kapatılmıştı. Veillard kapıyı vurdu. Havlamalar arttı. Evin öbür yanındaki kapalı bir avludan geliyordu. Ama kimsecikler kıpırdamadı. "Ortalıkta güven egemen, dedi çiftçi. İçerdeler. Ama bekliyorlar. "Tamzal! diye bağırdı, ben Veillard. "Altı ay önce gelip damadını aldılar, makiye erzak sağlayıp sağlamadığını bilmek istiyorlardı. Bir daha sözü edilmedi. Bir ay önce Tamzal’a belki de kaçmaya kalktığı için öldürüldüğü söylendi. -Ya, dedi Jacques. Peki, makiyi besliyor muydu? -Belki evet, belki hayır. Ne yaparsınız, savaş bu. Ama konukseverlik ülkesinde kapıların açılmasının uzun sürmesini de açıklıyor işte." Tam o sırada kapı açıldı. Tamzal, kısa, saçları [ ] !, başında geniş kenarlı bir hasır şapka, üzerinde yamalı bir mavi bir iş tulumu, Veillard’a gülümsüyor, Jacques’a bakıyordu. "Bir dost. Burada doğmuş. -Gir, dedi Tamzal, bir çay iç." Tamzal hiçbir şey anımsamıyordu. Evet, belki. Amcalarından birinin birkaç ay kalan bir yöneticiden sözettiğini işitmişti, savaştan sonraydı. "Önce", dedi Jacques. Ya da önce, olabilir, kendisi çok gençti o sıralarda, peki, babası ne olmuştu. Savaşta vurulmuştu. "Mektub"2, dedi Tamzal. Ama savaş kötü şeydir. 1. Okunamayan iki sözcük. 2. Arapçada: "Yazılmıştı” (alına). ' 173 -Her zaman savaş olmuştur, dedi Veillard. Ama barışa çok çabuk alışılıyor. O zaman normal sanılıyor. Hayır, normal olan savaş®. -İnsanlar deli", dedi Tamzal, öbür odada başını arkaya çevirmiş bir kadının elinden bir tepsi aldı. Ateş gibi sıcak çayı içtiler, teşekkür edip bağların arasmdan geçen fazlasıyla sıcak yollarında yeniden yürümeye başladılar. "Ben taksimle Solferi- no’ya döneceğim, dedi Jacques. Doktor beni öğle yemeğine çağırdı. -Ben de kendimi çağırıyorum. Bekleyin. Birşeyler alacağım." Daha sonra, kendisini Cezayir kentine götüren uçakta, Jacques topladığı bilgileri düzene koymaya çalışıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir avuç bir şeydi, hiçbiri doğrudan babasıyla ilgili değildi. Gece, tuhaf bir biçimde, sonunda uçağı yutmak üzere, nerdeyse ölçülebilir bir çabuklukla, yerden yükselir gibiydi, uçaksa, hiç oynamadan, dosdoğru gecenin derinliğine saplanmakta olan bir çivi gibi gitmekteydi. Ama karanlık Jacques’m huzursuzluğunu daha da artınyordu, bir karanlığa, bir de uçağa olmak üzere, iki kez kapatılmış gibiydi, zor soluk alıyordu. Nüfus kütüğü ve iki tanığın adları gözlerinin önüne geliyordu, Paris tabelalarında görülen türden, gerçek Fransız adlarıydı bunlar, hekim Solferino’dan iki tüccar olduklarını söylemişti, ilk gelenlerdendiler, babasına yardımcı olmayı kabul etmişlerdi, adlan Paris banliyölerinin insanlarının adlarıydı, evet, ama bunda şaşılacak ne vardı, Solferino’yu kırksekizciler kurmuşlardı. "Evet, öyle ya, benim büyük dedelerim onlardan- dı, demişti Veillard. Bu nedenle hamurunda biraz devrimcilik vardı." Ve ilk atalarından dedesinin Saint-De- a. geliştirilecek 174 nis dış mahallesinde bir dülger, ninesinin ince çamaşır yıkayıcı olduğunu belirtmişti. Paris’te çok işsizlik vardı, ortalık karışıktı ve Kurucu Meclis bir koloni göndermek için elli milyon harcamayı oylamıştı a. Her adama bir konut ve 2 ile 10 hektar arasında toprak sözü veriyorlardı. "Aday çıktı mı, kestirebilirsiniz. Bini aşkın. Hepsi Adanmış Toprak’ı düşlemekteydi. Özellikle erkekler. Kadınlar bilinmedikten korkuyorlardı. Ama erkekler! Devrimi boşuna yapmamışlardı. Noel Baba’ya inanan tür. Noel Baba da onlara birer maşlah hazırlamıştı. Sonunda ulaştılar küçük NoePlerine. 49’da yola çıktılar, ilk ev de 54’te kuruldu. Bu arada..." Jacques şimdi daha iyi soluk alıyordu. İlk karanlık süzülmüş, arkasında bir yıldız bulutu bırakan bir gelgit gibi geriye akmıştı, gökyüzü şimdi yıldızlarla doluydu. Yalnız altında motorların sağır edici gürültüsü inatla sürmekteydi. Yaşlı keçi boynuzu ve saman satıcısını gözlerinin önüne getirmeye çalışıyordu: bu adam babasmı tanımıştı, bulanık bir biçimde anımsıyor, durmamacasma, "Konuşkan değildi, hiç konuşkan değildi", diye yineliyordu. Ancak gürültü onu ser- semleştirmekte, kötü bir uyuşukluğa gömmekteydi, bu uyuşukluk içinde, babasını gözlerinin önüne getirmeye, tasarlamaya çalışıyor, babası bu uçsuz bucaksız ve düşman ülkenin arkasında gözden siliniyor ve, bu köyün ve bu ovanın adsız tarihinde eriyordu. Doktorun evindeki konuşmalardan çıkan ayrıntılar, kendisine doğru, doktora göre, Parisli kolonları Solferino’ya getirmiş olan şu mavnaların devinileriyle gelmekteydi. a. 48 [yazarca çerçeve içine alınmış tarih, y.n.] 175 Aynı deviniyle. O dönemde tren yoktu, hayır, hayır, evet, ama ancak Lyon’a dek giderdi. O zaman, hiç kuşku yok ki, belediye bandosunun çaldığı Marseillaise ve Chant du depart’la. ve Seine kıyılarında üzerinde henüz varolmayan, ama yolculann büyüyle yaratacakları köyün adı işlenmiş bayrak ve kilisenin kutsamasıyla atların yedekte çektiği altı mavna. Mavna şimdiden açılıyor, Paris kayıyor, akıcı oluyordu, silinip gidecekti, Tanrı’nm kutsaması işinizin üstünde olsun, ileri görüşlüler, barikatların bıçkınları bile, yürekleri daralmış, susuyorlardı, kadınları korkmuş, onların gücüne yaslanmıştı, ve ambarda başları düzeyinde ipeksi bir ses ve kirli su, ot minderler üzerinde yatmak gerekiyordu, ama birbiri ardından tuttukları yatak çarşaflarının arkasında önce kadınlar soyunuyordu. Bütün bunların içinde babası neredeydi? Hiçbir yerde, gene de yüz yıl önce, sona ermekte olan güz mevsiminde, kanallarda yedekte çekilen, bir ay boyunca son ölü yapraklarla kaplı, büyüklü küçüklü ırmaklar üzerinde sürüklenen, kül rengi bir gök altında, çıplak söğüt ve fındık ağaçları eşliğinde, kentlerde resmi mızıka takımlarıyla karşılanıp yeni serüvenci yükleriyle bilinmedik bir ülkeye doğru yeniden yola çıkaıi bu mavnalar, Saint-Brieuc’ teki genç ölü konusunda, aramaya çıktığı [düşkün] ve düzensiz anılardan daha çok şey öğretiyordu. Şimdi motorlar hız değiştirmekteydi. Aşağıdaki bu koyu kitleler, bu parçalanmış ve keskin karanlık parçaları Kabil ülkesiydi, yüz yıl önce 48 işçilerinin kendisine ulaşmak üzere yandan çarklı bir firkateyne doluştukları yabanıl ve kanlı, uzun süre yabanıl ve kanlı bölgeydi. "Le Labrador, diyordu yaşlı doktor, buydu firkateynin adı; düşünebiliyor musunuz, sivrisineklere ve güneşe 176 doğru gitmek için Le Labrador1'; ne olursa olsun, Le Labrador, Bone limanının girişine dek, tüm çark kanatlarını hızlandırmaktaydı, mistral yelinin fırtına biçiminde kaldırdığı buz gibi suları karıştırıyor, güvertelerini beş gün, beş gece boyunca bir kutup yeli süpürüyor, ambarların dibinde fatihler, geberesiye hasta, birbirlerinin üstüne kusuyor, ölmek istiyorlardı. Sonunda. Böne limanının girişinde, tüm iskelelerde halk, kadınları, çocukları ve eşyalarıyla birlikte, Avrupa'nın başkentini bırakıp beş haftalık bir sürüklenmeden sonra, sendeleye sendeleye, uzak yerleri mavimsi görünen, gübreden, baharattan ve [ ]' oluşan tuhaf kokusunu içlerinde kaygı uyandıran bu toprağa çıkmaya başlayan bu öylesine uzaklardan gelmiş yeşil yüzlü serüvencileri müzikle karşılamak için toplanmışlardı. Jacques, koltuğunda döndü; nerdeyse uyuyordu. Hiçbir zaman görmediği, boyunu bile bilmediği babasını görmekteydi, palangalar yolculuktan sonra sağlam kalmış zavallı eşyaları indirirken, yitik eşyalar konusunda şimdiden kavgalar başlarken, onu bu Böne limanında göçmenler arasında görmekteydi. Oradaydı, kararlı, sıkıntılı, dişlerini sıkmış, yaklaşık kırk yıl önce, at arabasmda, o da aynı güz göğü altında Böne’dan Solferino’ya doğru aynı yolu tutmamış mıydı? Ama göçmenler için yol yoktu, kadınlar ve çocuklar ordunun cephane arabalarına yığılmış durumda, erkekler yaya, nerdeyse sürekli biçimde Kabil’in uluyup duran köpek sürülerinin eşliğinde, yer yer toplanmış Araplar’m düşman bakışları altmda, bataklık ova ve dikenli maki içinde dosdoğru ilerlemiş, günün sonunda, kırk 1. Okunamayan bir sözcük. İlk Adam 177/12 yıl önce babasının geldiği memlekete, tek bir konutu, tek bir parça ekili toprağı bulunmayan, yalnızca toprak rengi bir avuç asker çadırı serpili, uzak yüksekliklerle çevrili, dümdüz memlekete, çıplak ve ıssız bir uzama, ıssız gökle tehlikeli yer’ arasında, kendileri için dünyanın ucu olan bir uzama gelmişlerdi, gecenin içinde, yorgunluktan, korkudan, düş kırıklığından, kadınlar ağlamaktavdı. Yoksun ve düşman bir yerde aynı gecenin çöküşü, aynı insanlar, sonra, sonra... Ah! babası için neydi, Jacques bilmiyordu, ama ötekiler için aynı şeydi, gülen askerler önünde silkelenip çadırlara yerleşmek gerekmişti. Evler daha sonra yapılacaktı, evler yapılacak, sonra topraklar dağıtılacaktı, iş, kutsal iş, her şeyi kurtaracaktı. "Hemen değil, iş..." demişti Veillard. Yağmur, uçsuz bucaksız, sert, bitip tükenmek bilmez Cezayir yağmuru sekiz gün süresince yağmış, Seybo- use taşmıştı. Bataklıklar çadırların dibine gelmişti, sağ- nağın altında durmâmacasma çınlayan kocaman çadırların yakınlarında birer düşman kardeş, dışarıya çıkamıyorlar, pis kokudan kurtulmak için içeriden dışarıya işeyebilmek üzere içi boş kamışlar kesmişler, sonra, yağmur diner dinmez, hafif barakalar yapmak üzere, dülgerin yönetiminde, gerçekten iş başı yapmışlardı. "Ah! yiğit insanlar", diyordu Veillard, gülüyordu. "İlkbaharda küçük barınaklarını bitirdiler, sonra koleraya hak kazandılar. Bizim ihtiyara bakılırsa, dülger atamız kızını ve karısını yitirmiş, yolculuk karşısında duralamakta haklıymışlar demek. -Evet ya„ öyle", di- * bilinmedik. 178 yordu doktor, yerinde oturamıyor, tozlukları içinde hep dik ve mağrur, bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu, "Her gün yaklaşık on kişi ölüyordu. Sıcaklar erken gelmişti, barakalarda pişiyorlardı. Sağlık önlemlerine gelince, hak getire! Kısacası, her gün yaklaşık on kişi ölmekteydi." Meslektaşları, askerler, hiçbir şey yapamı- yorlardı. Ayrıca, tuhaf meslektaşlardı bunlar. Tüm ilaçlarım bitirmişlerdi. O zaman, tuhaf bir düşünce gelmişti uslarına. Kanı ısıtmak için dansetmek gerekiyordu. Ve her gece, işten sonra, iki cenaze arasında, kolonlar keman eşliğinde dansediyorlardı. Eh, pek de kötü hesaplamamışlardı. Sıcakta, insancıklar tüm bildiklerini terle atıyorlardı, sonra salgın durmuştu. "Derinleştirilmesi gereken bir düşünce." Evet, bir düşünceydi. Sıcak ve nemli gecede, hastaların uyuduğu barakalar arasında, yanında çevresinde sivrisinekler ve böcekler uğuldaşan bir fener, kemancı bir sandığın üstünde oturup keman çalıyor, uzun etekli ve yün kumaş takımlı fatihler büyük bir çalı çırpı ateşinin çevresinde dansedip ciddi ciddi terliyorlar, bu arada, kuşatılmışları kara yeleli arslanlara, hayvan hırsızlarına, Arap çetelerine, bazı bazı da eğlence ve erzaka gereksinimi bulunan öteki Fransız topluluklarının baskınlarına karşı korumak için kampın dört köşesinde nöbetçiler bekliyordu. Daha sonra, topraklar, barakalardan oluşan köyden uzak topraklar dağıtılmıştı. Daha sonra, toprak kalelerle köy kurulmuştu. Ama, Cezayir’in her yerinde olduğu gibi burada da, göçmenlerin üçte ikisi kazmaya ve sabana dokunamadan ölmüştü. Ötekiler tarlalarda parisliliğini sürdürüyor, başta silindir şapka, omuzda tüfek, dişler arasında pipo (yangın nedeniyle ancak kapaklı pipoya izin veriliyordu, sigara 179 kesinlikle yasaktı), cepte kinin, Bone kahvelerinde ve Mondovi kantininde sıradan bir tüketim ürünü gibi satılan kinin, sağlığınıza! ipek giysili eşleriyle birlikte toprağı sürüyorlardı. Ama hep elde silah ve çevrede askerlerle, Seybouse’da çamaşır yıkamak için bile, eskiden Archives sokağının genel çamaşırevinde çalışırken bir barışçıl salon işleten kadınlara bile bir muhafız takımı gerekiyordu, köy bile geceleri sık sık saldırıya uğramaktaydı, örneğin 51’de, surların çevresinde yüzlerce maşlaklı atlı gidip gelirken, sonunda kuşatılmışların top namlusu süsü vererek üzerlerine çevirdikleri soba borularını görünce çekip gittikleri ayaklanmalardan birinde olduğu gibi, işgali yadsıyan ve öcünü önünde ne bulursa ondan çıkaran, düşman ülkede ev kurup düşman ülkede çalışıyorlardı. Ve şimdi uçak yükselip alçalırken, Jacques neden annesini düşünüyordu ki? Kolonların yardım getirmek için içinde gebe bir kadınla bırakıp dönüşte kadmı kamı açılmış ve göğüsleri kesilmiş buldukları şu Böne yolunda çamura batmış arabayı gözlerinin önüne getirince. "Savaş işte, diyordu Veillard. -Dürüst olalım, diye ekliyordu doktor, tüm aileleriyle mağaralara kapatmışlardı onları, evet ya, evet ya, ilk Berberler’in taşaklarını kesmişlerdi, onlar da... böylece ilk suçluya dek gidebiliriz, bilirsiniz, Kabil’di adı, o gün bu gün savaş sürmekte, insanlar korkunç, hele kıyıcı güneşin altında." Yemekten sonra köyün içinden geçmişlerdi, tüm ülke üzerindeki yüzlerce köyden farksızdı, birbirini dik olarak kesen birkaç sokağa ayrılmış, XIX. yüzyıl sonu kenter biçeminde birkaç yüz küçük ev, kooperatif, tarım sandığı, şenlik salonu gibi büyük yapılar, hep birlikte, bir atlıkarıncaya ya da büyük bir metro girişi- 180 ne benzeyen, yıllar boyunca, belediye korosunun ya da askeri mızıkanın şenlik günlerinde konser verip pazarlıklarını giymiş çiftçilerin çevresinde yer fıstığı soyarak dansettiği maden iskeletli müzik köşküne doğru yöneliyordu. Bugün de pazardı gene, ama ordunun "moral" birimleri köşke ses yükselticiler yerleştirmişlerdi, kalabalığın çoğunluğu Arap’tı, ama alanın çevresinde dönmüyorlardı, kımıldadıkları voktu. sövlemler- le almaşan Arap müziğini dinliyorlardı, kalabalık içinde yitip gitmiş Fransızlar’ın hepsi birbirine benziyordu, hepsi de aynı sıkıntılı ve geleceğe dönük havaya bürünmüştü, bir zamanlar Le Lcıbrador'la buraya gelenler gibi ya da aynı koşullar içinde, aynı acılarla, yoksunluk ya da baskıdan kaçarak, sızıya ve taşa doğru başka yerlerde karaya çıkmış olanlar gibi: Jacques’m annesinin ataları olan Mahon İspanyollar’ı gibi ya da 71 yılında Alman egemenliğini yadsıyıp Fransa’yı seçen şu Alsace’lılar gibi; bu Alsace’lılara 71 ayaklanmışlarının, o öldürülmüş ya da tutuklanmış ayaklanmışların topraklarını vermişlerdi, demek ki başkaldırmaların sıcak yerini alan direnişçiler ezilmiş-ezenlerdi, kırk yıl sonra, aynı kederli ve dikkafalı havayla, geçmişlerini sevmeyip yadsıyanlar gibi tümden geleceğe dönük olarak aynı yerlere gelmiş olan babası da onlardan doğmuştu, o da tüm bu topraklarda yaşayanlar ve, Veillard’m ayrılmasından sonra, Jacques’m yaşlı hekimle gezdiğine benzeyen küçük koloni mezarlıklarının aşınıp yeşermiş taşlan bir yana, bu topraklarda hiçbir iz bırakmadan yaşamış olanlar gibi göçmendi. Bir yanda son cenaze modasının içinde çağdaş dindarlığın gelip yokolduğu, bit pazarında rastlanan incik boncukla zenginleştirilmiş yeni ve çirkin mezarlar. 181 Öbür yanda, emektar serviler arasında, çam iğneleri ve servi kozalaklarıyla örtülü dar yollar arasında ya da diplerinde kuzukulakları ve san çiçekler bitmiş nemli duvarların yanmda, nerdeyse toprağa karışmış eski mezar taşları okunmaz olmuştu. Buraya yüz yılı aşkın bir süreden beri koca halklar gelmiş, toprağı sürmüş, izler açmışlardı, kimi yerlerde gittikçe daha derin, kimi yerlerde üzerleri ince bir toprakla örtülecek ve bölge yabanıl bitkilere geri dönecek ölçüde gittikçe daha titrek, döl vermiş, sonra silinip gitmişlerdi. Oğullan da öyle. Onların oğulları ve torunları da bu toprakta kendisinin bulunduğu gibi, geçmişsiz, aktöresiz, derssiz, dinsiz, ama böyle olduğu için mutlu olarak bulunmuştu, ışıkta olduğu için mutlu, gecenin ve ölümün önünde sıkıntılı. Tüm bu kuşaklar, bunca değişik ülkeden gelmiş tüm bu insanlar, şimdiden alacakaranlığın belirtisi sezilen bu hayranlık verici gök altmda, iz bırakmadan silinmiş, kendi üstlerine kapanmışlardı. Uçsuz bucaksız bir unutuş yayılmıştı üzerlerine, gerçekte bu toprağın dağıttığı da buydu, şimdi gecenin yaklaşmasıyla yürekleri daralmış olarak, hızla gelen akşam denizin, sarp dağlan- nm, yüksek yaylalarının üzerine indiği zaman tüm Afrika insanlarını saran şu içdaralmasıyla*, akşamın gene aynı etkiyi yaptığı, tapmaklar ve sunaklar yarattığı Delphes dağının yamaçlannda kutsal içdaralmasımn aynı olan içdaralmasına gömülmüş olarak yeniden köyün yolunu tutan üç adamın 1 üzerine gökten inen de buydu. Ama, Afrika toprağı üzerinde, tapmaklar yı- * sıkıntı. 1. Yazarın bir dalgınlığı. Veillard'ın ayrıldığı, Jacques’m mezarlığa yaşlı doktorla geldiği yazılmıştı. (Çev.) 182 kılmıştır, yalnızca şu katlanılmaz ve hoş ağırlık kalır yüreğin üstünde. Evet, nasıl da ölmüşlerdi! Nasıl da öleceklerdi daha! Sessiz ve her şeyden kopmuş durumda, babasının, kaçınılmaz evlilikten de geçerek, öksüzler yurdundan hastaneye, tümüyle istem dışı bir yaşamdan, savaş kendisini öldürüp gömünceye dek, kendisine karşın kurulmuş bir yaşamdan sonra öldüğü gibi, yakınları ve oğlu için artık bir daha değişmemesiye yabancı, o da kendi ırkından insanların şaşmaz yurdu, köksüz başlamış bir yaşamın varış noktası olan uçsuz bucaksız unutuşa geri verilmiş durumda, -ve dönemin kitaplıklarında kimsesiz çocukların bu ülkenin kolonileştirilmesinde kullanılmasına ilişkin bunca çalışma!- evet, burada hepsi de daha sonra kendi kendilerinde ve başkalarında her zaman için ölmek üzere, geçici kentler kuran bulunmuş ve yitirilmiş çocuklardı. Sanki insanların tarihi, en eski topraklardan birinin üzerinde öylesine az iz bırakarak yol almaya hiç ara vermemiş olan bu tarih, şiddet ve öldürme bunalımlarına, kin tutuşmalarına, ülkenin çölde yitip giden dereleri gibi çabucak kabarıp çabucak kuruyan kan sellerine indirgenmiş olarak, sürekli güneş altında, kendisini gerçekten oluşturmuş olanlarm anısıyla birlikte buharlaşıyordu. Şimdi gece yerin kendisinden yükseliyor, canlı ya da ölü her şeyi her zaman hazır, eşsiz gökyüzünün altında boğmaya başlıyordu. Hayır, hiçbir zaman tanımayacaktı babasını, o, yüzü bir daha belirme- mesiye küllerde yitmiş olarak, orada uyumayı sürdürecekti. Bu adamda bir gizlem vardı, çözmeye çalıştığı bir gizlem. Ama sonuçta yoksulluğun, insanları adsız ve geçmişsiz kılan, onları kendileri bir daha düzelme- mesiye çözülürken dünyayı yapmış olan adsız ölülerin 183 uçsuz bucaksız kalabalığına yollayan yoksulluğun gizleminden başka bir şey yoktu. Çünkü Le Labrador'un insanlarıyla babasının ortak yanı buydu. Sahel’in Mahonlular’ı, Yüksek Yaylalar’m Alsacelılar’ı, kumla deniz arasında, şimdi koca bir sessizliğin örtmeye başladığı şu uçsuz bucaksız ada, bu, yani adsızlık, kan, yiğitlik, emek düzeyinde, hem acımasız, hem acınacak ad- sızlık. O da aynı oymaktandı, adsız ülkeden, kalabalıktan ve adsız bir aileden sıyrılmak istemiş, ama içinde biri derinden derine karanlığı ve adsızlığı istemeye hiç ara vermemişti. Karanlıkta, sağmda soluyan yaşlı doktorun yanında, uzaklardan gelen müzik seslerini dinleyerek, körce yürürken, satıcı barakalarının çevresinde Araplar’ın sert ve anlaşılmaz yüzünü, Veil- lard’m gülüşünü ve istemli yüzünü gözlerinin önüne getirirken, bu unutuş toprağının üzerinde yılların karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve kederle yeniden görüyordu. Herkes ilk adamdı bu unutuş toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini bekledikten sonra, ailenin gizini, ya da eski bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere oğu- lu yanına çağırdığı şu anları, gülünç ve iğrenç Poloni- us’un bile Laerte’yle konuşurken birdenbire büyüyü- verdiği şu anlan hiç tanımamıştı, on altı yaşına, sonra yirmi yaşma gelmişti de hiç kimse konuşmamıştı onunla, tek başına öğrenmesi, tek başına büyümesi gerekmişti, güçte, erkte, aktöresini ve gerçeğini tek başma bulması, sonra daha da çetin bir doğumla başkalarına, kadınlara doğması, bir erkek olarak doğması gerekmişti, bir bir, köksüz ve inançsız yaşamayı öğrenmeye 184 çalışan ve hep birlikte kesin adsızlık ve bu yeryüzünden geçişlerinin biricik kutsal izlerini, şimdi mezarlıkta karanlık içinde okunmaz olmuş mezar taşlarını yitirme tehlikesinde bulundukları bugünde başkalarına, bu toprağa kendilerinden önce gelmiş olan ve şimdi ırk ve yazgı kardeşlerini tanımaları gereken, şimdi her şeylerini yitirmiş uçsuz bucaksız fatihler kalabalığına doğmayı öğrenmesi gereken tıım bu insanlar gibi. Uçak şimdi Cezayir’e doğru alçalmaktaydı. Jacques küçük Saint-Brieuc mezarlığını düşünüyordu, burada askerlerin mezarları Mondovi’dekilerden* daha iyi korunmaktaydı. Akdeniz bende iki evreni birbirinden ayırıyordu,1 birincisi ölçülü uzamlarda anıların ve adların saklanmış olduğu, öteki kum yelinin insanların büyük uzamlardaki izini sildiği. O adsızlıktan, yoksul, bilgisiz, inatçı yaşamdan kurtulmaya çalışmıştı, bu kör, tümcesiz, içinde bulunulan andan başka tasarısı olmayan sabır düzeyinde yaşayamamıştı. Dünyayı dolaşmış, kurmuş, yaratmış, varlıkları ateşlemiş, günleri çatlayacak oranda dolu geçmişti. Gene de şimdi yüreğinin derinliğinde SaintBrieuc’ün ve simgelediği şeyin kendisi için hiçbir zaman, hiçbir şey olmadığını biliyor, az önce bıraktığı aşmıp yeşermiş mezarları düşünüyor, ölümün kendisini gerçek yurduna getirdiğini ve mutlu bir kıyada ve dünyanın ilk sabahlarının ışığı altında yardımsız ve desteksiz olarak, yoksulluk içinde büyüyüp tek başma, belleksiz ve inançsız olarak çağının insanlarının dünyasma ve onun korkunç ve coşku verici tarihine katılmış canavarca ve [sıradan] ada- * Cezayir. I. Burada anlatıcı ağzından ilk kez "ben" kullanılmakta; ama bu "ben" Jacques’tan farksız bir "ben". (Çev.) 185 mm anısını da örtmesini bir tür şaşırtıcı sevinçle benimsiyordu. 186 İKİNCİ BÖLÜM OĞUL YA DA İLK ADAM I LİSE O yılın 1 Ekiminde3, Jacques Cormeryb, yeni kaba kunduralarıyla biraz güvensiz, sertliğini hâlâ sürdüren bir gömlek içinde boynu omuzlarına gömülmüş gibi, güzel güzel vernik ve deri kokan bir çantayla zırhlanmış olarak, Pierre’le birlikte ilk arabanın önünde, yanında durdukları vatman kolu birinci vitese getirip de ağır araç Belcourt durağından ayrılınca, gizlemli liseye doğru bu ilk gidişinde kendisine biraz daha eşlik etmek için birkaç metre ötede, hâlâ pencereden uzanan annesiyle büyükannesini görebilmek için geriye döndü, ama göremedi onları, çünkü yanındaki adam La Dâpeche algerienne’in iç sayfalarını okuyordu. O zaman, biraz yüreği daralmış durumda, eve, ancak çok ender işler için ayrıldığı (merkeze gitmeye "Cezayir’e gitmek" derlerdi) emektar mahalleye sırtını dönerek öne çevirdi başmı, arabanın ve üzerlerinde de serin sabahta titreyen elektrik tellerinin düzenli bir biçimde yuttuğu çelik raylara bakıyor, Pierre’in dost omzunun hemen hemen kendisine yapışmış olmasına karşın, içinde nasıl davranacağını bilmediği, yabancı bir dünyaya doğru, kaygılı bir yalnızlık duygusuyla gittikçe a. Ya liseye gidişle başlanıp gerisi sırasıyla anlatılacak ya da canavar olgun adamın tanıtılmasıyla başlanıp sonra liseye gidiş dönemine dönülüp hastalığa dek gidilecek. b. çocuğun bedensel betimi. 189 daha yüksek bir hızla gidiyordu. Gerçekte kimsecikler yol gösteremezdi onlara. Pierre de, o da yalnız olduklarını çabucak anlamışlardı. M. Bernard bile bilmediği bu lise konusunda hiçbir şey söyleyemezdi onlara. Ayrıca onu rahatsız etmeyi de göze alamıyorlardı. Evlerinde, bilgisizlik çok daha tümdü. Jacques’in ailesi için, örneğin latince kesinlikle hiçbir anlamı olmayan bir sözcüktü. Hiç kimsenin fransızca konuşmadığı zamanlar olması (hayvansallık zamanları başka, bunu anlarlardı), uygarlıkların (sözcüğün kendisi de hiçbir şey belirtmezdi onlar için) birbirini izlemesi, görenek ve dillerinin bu denli farklı olması gibi gerçekler onlara ulaşmamıştı. Ne resim, ne yazılı nesne, ne sözlü bilgi, ne sıradan konuşmalardan doğan yüzeysel ekinden etkilenmişlerdi. Gazete, hatta, Jacques getirinceye dek, kitap bulunmayan, radyo da bulunmayan, yalnızca doğrudan kullanılan nesneler yer alan,, yalnızca aileden olanlar konuk edilen, ender olarak ve her zaman aynı cahil ailenin üyeleriyle karşılaşmak üzere ayrılman bu evde, Jacques’m liseden getirdikleri özümsenemezdi, ailesiyle kendisi arasındaki sessizlik büyümekteydi. Lisede de, bu konuda kendisini suskun kılan yenilmez utancı altetse bile, benzersizliğini sezip de dile getiremediği ailesinden sözedemiyordu. Smıf farkı bile değildi onları yalıtlayan. Hızlı zenginleşmeler, ğümbürtülü batışlar görülen bu göçmen ülkesinde, sınıflar arasındaki sınırlar ırklar arasmdakinden daha az belirgindi. Çocuklar Arap olsalardı, duyguları daha hüzünlü ve daha acı olurdu. Ayrıca, ilkokulda Arap arkadaşlar bulunmasına karşın, lisede Arap öğrenci kural dışıydı, onlar da her zaman zengin 190 hatırlıların oğullarıydı. Hayır, onları, bu benzersizlik onlarda Pierre’lerdekinden daha belirgin olduğu için de Pierre’den çok kendisini ayıran bu benzersizliği geleneksel değerlere ya da kalıplara bağlamak olanaksızdı. Ders yılı başındaki sorulara hiç kuşkusuz babasının savaşta öldüğü (bu da eni konu toplumsal bir durumdu) ve ulus korumasında olduğu (bu da herkesçe anlaşılıyordu) yanıtını verebilmişti. Ama, daha sonra, güçlükler başlamıştı. Kendilerine verilen basılı belgelerde, "ana babanın mesleği" bölümüne ne yazacağını bilemiyordu. Pierre "PTT memuru" yazarken, o da "ev kadını" yazmıştı. Ama Pierre ona ev kadınlığının bir meslek olmadığını, sözcüğün evi bekleyen ve işlerini yapan kadın anlamında kullanıldığını belirtmişti. "Hayır, demişti Jacques, başkalarının, özellikle de karşıki tuhafiyecinin ev işlerini yapıyor". Pierre, duralayarak, "O zaman, sanırım, hizmetçi yazmak gerek", demişti. Bu düşünce Jacques’m hiç usuna gelmemişti, nedeni de çok ender karşılaşılan bu sözcüğün kendi evinde hiç kullanılmamasıydı - bir başka nedeni de hiç kimsenin başkaları için çalıştığı duygusunu taşımamasıydı, annesi çocukları için çalışıyordu. Jacques sözcüğü yazmaya başlamış, durmuş ve bir anda utancı ve utanmış olmanın utancmı bir anda duymuştu. 1 Bir çocuk kendi başma hiçbir şey değildir, büyükleri temsil eder onu, onlarla tanımlanır, insanların gözünde onlarla tanımlanmıştır. Onlar arasından gerçekten, yani değiştirilmesi olanaksız bir biçimde yargılandığını duyar, Jacques işte bu dünyanın yargısını, onunla birlikte de kendi kötü yürekliliğine ilişkin yargısını 1. Yanlışlık. 191 bulgulamaktaydı. Büyüdüğünde, insan böyle kötü duygulan tanımayınca daha düşük nitelikli olunacağını bilemezdi. Çünkü, iyi ya da kötü, ailesinden çok kendisine bakılarak yargılanır insan, öyle ya, ailenin de adam olmuş çocuğa bakılarak yargılandığı olur. Ama Jacques’m yaptığı bulgulamadan acı çekmemesi için olağandışı, kahramanca arı nitelikte bir yüreği olması gerekirdi. tıpkı doğası konusunda ortaya çıkardığından duyduğu acıyı öfke ve utançla karşılamaması için olanaksız bir alçak gönüllülük gerekeceği gibi. Bunların hiçbiri yoktu onda, ama katı ve kötü bir gururu vardı, en azından bu durumda ona yardımcı oldu, kâğıdın üstüne kararlı bir biçimde "hizmetçi" yazdırttı, o da bunu götürüp belleticinin suratına doğru uzattı, belleti- ciyse, dikkat bile etmedi. Tüm bunların yanında, Jacques hiç de durum ya da aile değiştirmek istemiyordu, onu umutsuzca da sevse, annesi bu durumuyla yeryüzünde en sevdiği varlık olarak kalıyordu. Ayrıca yoksul bir çocuğun bazı bazı hiçbir şeye imrenmeden utanç duyabileceğini nasıl anlatmalı? Bir başka durumda, mezhebi sorulunca, "katolik" yanıtını vermişti. Din bilgisi dersine yazılıp yazılmayacağı sorulmuş, o da büyükannesinin korkulannı anımsayarak "Hayır", demişti. Şakalarını hiç gülmeden yapanlardan olan belletici, "Kısacası, katolikliği uygulamayan bir katoliksiniz", demişti. Jacques evinde bu işlerin nasıl geçtiği konusunda hiçbir açıklamada bulunamazdı, evdekilerin dine yaklaşımlarındaki görülmedik biçimi de söyleyemezdi. Böylece, kararlı bir biçimde "Evet" yanıtını vermişti, bu da insanlan güldürmüş ve tam da onun ne yapacağını şaşırdığı bir anda sözünü esirgemeyen bir çocuk ünü kazandırmıştı. 192 Bir başka gün, yazın öğretmeni, öğrencilere iç düzen sorununa ilişkin bir basılı belge dağıtmış, velilerine imzalatıp getirmelerini söylemişti. Silahlardan resimli dergilere ve iskambil kâğıtlarına dek öğrencilerin liseye sokması yasak olan nesneleri sayan belge bile öyle seçme bir biçimde yazılmıştı ki, Jacques bunları annesiyle büyükannesine basit deyimlerle özetlemek zorunda kalmıştı. Annesi kâğıdın altına kaba bir imza atabilecek tek kişiydi.3 Kocasının ölümünden sonra, her üç ayda bir savaş dulu aylığını alması gerektiği ve yönetim, yani Maliye -ama Catherine Cormery Maliye’ye gittiğini söylerdi yalnızca, onun için anlamdan yoksun bir özel addı burası yalnızca, çocuklardaysa, tersine, arada bir annelerinin de azıcık para almasına izin verilen, kaynakları tükenmez bir söylensel yer düşüncesi yaratırdı- 1 kendisinden her seferinde imza istediğinden, ilk zorluklardan sonra, bir komşu (?) kendisine bir Vve Camus 1 imzasının örneğini kopya etmesini öğretmişti, iyi kötü becerirdi bunu, kabul de edilirdi. Bununla birlikte, ertesi sabah, Jacques erken açılan bir mağazayı temizlemek üzere kendisinden önce çıkmış olan annesinin belgeyi imzalamadan gittiğini görmüştü. Büyükannesi imza atmasını bilmezdi. Hesaplarmı da bir ya da iki kez çizilmiş olmalarına göre, birimi, onluğu, yüzlüğü gösteren bir yuvarlaklar düzeniyle yapardı. Jacques kâğıdı imzasız olarak götürmüş, bu da evinde imzalayacak kimse bulunup bulunmadığının sorulmasına yol açınca, "Hayır", diye yanıtlamış, öğretmenin şaşkınlığına bakarak bu durumun o a. Yeniden. İ. Yanlışlık. I. Fransızcası "Tr&or public", yani "devlet hâzinesi". (Çev.) İlk Adam 193/13 zamana dek sandığı kadar da sıradan bir durum olmadığını anlamıştı. Babalarının mesleğinin rastlantılarıyla Cezayir’e gelmiş genç başkentliler daha da şaşırtırdı onu. Onu en çok düşündürten de fransızca ve okuma derslerine karşı ortak bir eğilimin bir tür candan dostlukla kendisine yaklaştırdığı, Pierre’in de kıskandığı Georges Di- diera olmuştu. Didier dinine çok bağlı bir katolik subayın oğluydu. Annesi "müzik yapıyor", kızkardeşi (Jacques onu hiç görmemişti, ama tatlı tatlı düşlerdi) nakış işliyor, Didier de, söylediğine göre, rahipliğe hazırlanıyordu. Çok akıllıydı, inanç ve aktöre sorunlarında uzlaşmazdı, kesinlikleri katı mı katıydı. Hiçbir zaman ağzından kaba bir söz çıkmaz, ya da bunlar kafalarında söyledikleri ölçüde açık olmamakla birlikte, öteki çocukların sonu gelmez bir genişlikle yaptıkları gibi, doğal işlevlere ve üreme işlevlerine anıştırmada bulunduğu görülmezdi. Dostlukları biçimlendiği zaman, Jac- ques’tan istediği ilk şey kaba sözler kullanmaktan vazgeçmesi olmuştu. Jacques onun yanında vazgeçmekte zorluk çekmemişti. Ama, ötekilerin yanında, kaba sözleri kolaylıkla yeniden buluyordu. (Onun için nice şeyleri kolaylaştıracak ve onu tüm dilleri konuşmaya, tüm çevrelere uymaya,... dışında tüm rolleri oynamaya yatkın kılacak olan çok biçimli doğası daha o zamandan biçimlenmekteydi.) Jacques bir orta Fransız ailesinin ne olduğunu Didier’yle anlamıştı. Dostunun ailesinin Fransa’da bir evi vardı, ailenin mektuplarının, anıların, fotoğrafların saklandığı eski sandıklarla dolu bir tavanarası olan bir evi. Tatillerde buraya gi- a. Sonra ölümünde yeniden ele alınacak. 194 der, Jacques’a durmamacasma buradan sözeder ya da yazardı. Dedelerinin, dedelerinin dedelerinin, bu arada Trafalgar’da bulunmuş bir denizci atanın öyküsünü bilir ve imgeleminde yaşayan bu uzun öykü, günlük davranışlarında ona örnek ve ilke sağlardı. "Büyükbabam derdi ki... babam ister ki...", katılığını, sert arılığını böyle doğrulardı. Fransa’dan sözettiği zaman "vatanımız" der ve bu vatanın isteyebileceği özveriyi önceden benimserdi ("Baban vatan için öldü", derdi Jacques’a...), oysa vatan kavramı Jacques için anlamdan yoksundu, Fransız olduğunu, bunun birtakım görevler getirdiğini bilirdi, ama onun için Fransa kendinden olduğumuzu söylediğimiz ve bazı bazı bizi kendine isteyen bir yokluktu, ama, şu evinin dışında sözünü duyduğu Tanrı, görünüşe bakılırsa, iyilik ve kötülüklerin yüce dağıtıcısı olan, dışarıdan etkilenemeyen, oysa insanların yazgısını bildiği gibi yönlendiren Tanrı gibi yapardı biraz bunu. Onun bu duygusu kendinden çok evindeki kadınların duygusuydu. "Anne, vatana nedir?"® demişti bir gün. Annesi anlamadığı her seferde olduğu gibi ürkmüş görünüyordu. "Bilmiyorum, demişti. Hayır. -Fransa. -Ha! evet;" Rahatlar gibi olmuştu. Oysa Didier bilirdi ne olduğunu, kuşaklar içinde aile onun için güçlü bir biçimde yaşamaktaydı, doğduğu ülkenin tarihi içinde Jeanne d’Arc’ı yalnızca küçük adıyla anıyordu, aynı biçimde iyilik ve kötülük de şimdiki ve gelecekteki yazgısı olarak tanımlanmıştı. Jacques, daha düşük bir derecede de Pierre, başka bir türden olduklarım sezinliyorlardı, geçmişsiz, baba evsiz, mektup ve fotoğraf dolu tavanarasız insanlardılar, hep ye- a. 1940’ta vatanın bulgulanması. 195 rinde kalan, yabanıl bir güneşin altında büyürken, çatıları karlarla örtülen belirsiz bir ulusun kuramsal yurttaşlarıydılar, örneğin hırsızlığı yasaklayan, anayı ve eşi korumayı salık veren, ama kadınlara, üstlerle ilişkilere... (vb.) ilişkin birçok sorun konusunda dilsiz kalan, alabildiğine ilkel bir aktöreyle donanmışlardı, Tanrı’nın bilmeyen ve bilinmeyen çocuklarıydılar kısacası, şimdiki yaşam güneş, deniz ve yoksulluğun umursamaz tanrılarının koruması altında gözlerine her gün öylesine tükenmez görünüyordu ki, gelecek yaşamı tasarlama yeteneğinden yoksundular. Gerçekte, Jacques Didier’ye böylesine derin bir biçimde bağlanıyorsa, bu saltığa tutkun, dürüst tutkularında eksiksiz olan (Jacques belki yüz kez okuduğu dürüstlük sözünü ilk kez Didier’nin ağzından işitmişti) ve gerçekten büyüleyici bir sevecenlik gösterebilen bu çocuğun yüreği nedeniyle bağlanmıştı, ama aynı zamanda da kendisine yabancı geldiği için bağlanmıştı, çekiciliği Jacques için tam anlamıyla uzaksıl oluyor, böylece onu daha da fazla çekiyordu, tıpkı, büyüyünce, yabancı kadınların kendisini sayanılmaz bir biçimde çektiğini duyacağı gibi. Ailenin, geleneğin ve dinin çocuğu, Jacques için, tuhaf ve anlaşılmaz bir gizle tropiklerden dönen yağız yüzlü serüvencilerin albenisini taşımaktaydı. Ama güneşin soyup kemirdiği dağının tepesinde, leyleklerin geçişine uzun bir yolculuktan sonra geldikleri şu Kuzey’i düşleyerek bakan Kabilli çoban da bütün gün düş kurabilir, akşam oldu mu sakızağaçh yaylaya, uzun etekli aileye, kök saldığı yoksunluk kulübesine gelir. Jacques da kenter geleneğinin garip iksiriyle^) sarhoş olabilirdi, gerçekte kendisine en çok benzeyen ve Pierre’den başkası olmayan kişiye bağlı kal- 196 maktaydı. Her sabah (pazar ve perşembe dışında), altıyı çeyrek geçe, Jacques evinin merdivenini dörder dörder iner, sıcak mevsimin nemliliğinde ya da kışın pelerinini bir sünger gibi şişiren zorlu yağmurunda koşarak çeşmeden Pierre’in sokağına sapar ve, hep koşarak, iki katı tırmanıp kapıyı usulca çalardı. Pierre’in annesi, cömert yapılı bir güzel kadın, kapıyı açardı, yoksulca döşenmiş yemek odasına girilirdi dosdoğru. Yemek odasının dibinde, iki yanda, her biri bir yatak odasına açılan iki kapı vardı. Biri Pierre’le annesinin, öteki de iki dayısının, sessiz ve güleç demiryolu işçilerinin odasıydı. Yemek odasına girilince, sağda havasız ve ışıksız bir ufak yer mutfak ve tuvalet işi görürdü. Pierre düzenli olarak geç kalırdı. Muşamba örtülü masanın başında, kışsa petrol lambasının aydınlığında, avuçlarında kahverengi ve sırçalı bir koca kâse, annesinin koyduğu sütlü kahveyi ağzmı yakmadan içmeye çalışırdı. "Üfle", derdi annesi. O da üflerdi, höpürdete- rek içer, Jacques ona bakarken ayak değiştirirdi*. Pierre kahvesini bitirince bir de mumla aydınlanan mutfağa geçmesi gerekirdi, burada, maden teknenin önünde, üzerine özel bir macun yatırılmış bir diş fırçasıyla bir bardak su kendisini beklerdi, çünkü diş eti yangısı vardı. Pelerinini, çantasını sırtına geçirip kasketini giyer, iyice giyinip kuşanmış olarak bastıra bastıra, uzun uzun dişlerini fırçalar, sonra maden tekneye gürültüyle tükürürdü. Diş macununun ilaçsı kokusu sütlü kahvenin kokusuna karışırdı. Jacques hafiften tiksinir, aynı zamanda da sabırsızlanırdı, bunun dostluğun çimentosu olan şu somurtmalara yol açtığı enderdi. O a. Liseli kasketi 197 zaman sessizce sokağa iner, hiç gülümsemeden tramvay durağına dek yürürlerdi. Başka seferlerde, tersine, gülerek birbirlerini kovalar ya da çantalardan birini bir ragbi topu gibi birbirlerine geçirerek koşarlardı. Durakta, iki üç sürücüden hangisiyle gideceklerini öğrenmek için kırmızı tramvayın gelmesini beklerlerdi. Çünkü iki arka vagonu her zaman küçümser, öne gitmek için ilk vagona tırmanır, bunu da güçlükle yaparlardı, çünkü tramvay kent merkezine giden işçilerle dolu olur, çantaları da yürümelerini zorlaştırırdı. Önde, demir ve cam duvarla vites kutusu arasına sokulmak için her yolcu inişinden yararlanırlardı. Yüksek ve dar vites kutusunun tepesinde tutaklı bir kol çıkıntılı bir kocaman çelik kertiğin ölü noktayı geri kalan üçünün ileri vitesleri, bir beşincisinin de geri vitesi belirttiği bir halka boyunca düz olarak dönerdi. Bu kolu kullanma hakkını tek taşıyan ve yukarıya konulmuş bir levhanın kendileriyle konuşmayı yasakladığı sürücüler iki çocuğun gözünde birer yan-tanrı saygınlığı kazanmıştı. Nerdeyse askeri bir üniforma ve meşin siperlikti kasketler giyerlerdi, yalnız Arap sürücüler fes giyerdi. İki çocuk görünüşlerinden seçerdi onları. "Sevimli ufak"m bir "jeune premier" yüzü ve zayıf omuzları vardı; boz ayı, kaba çizgili, iri ve güçlü Arap, gözleri hep önüne dikili; hayvan dostu, bu adını bir kez dalgın bir köpeği, bir başka kez de pisliğini raylar arasına bırakan bir köpeği ezmemek için tramvayı durdurmuş olmasına borçlu olan, kolun üzerine iyice eğilmiş, donuk yüzlü, açık renk gözlü, yaşlı İtalyan; bir de Zorro, Douglas Fairbanks’ ın* yüzünü ve ince bıyığını taşıyan a. Tel ve tını. 198 koca sosis. Hayvan dostu çocukların da gönül dostuydu. Ama hayranlıkları coşkuyla boz ayıya yönelirdi; şaşmaz bir biçimde, bacakları üzerine sağlamca dikilmiş olur, kolun tahta tutağını kocaman sol eliyle sıkıca tutarak yol durumu elverir elvermez üçüncü vitese iter, uyanık sağ eli, vites kutusunun sağında, kocaman fren tekerleği üzerinde, kolunu ölü noktaya getirip arabayı raylar üzerinde ağır ağır kaydırırken tekerleği birkaç kez çevirmeye hazır durumda, gürültülü aracını var hızıyla sürerdi. En çok boz ayıyla giderken, dönemeç ve makaslarda, koca bir sarmal yayla arabanın tepesine bağlanmış uzun sırık oyuk jantlı bir küçük tekerlekle takılı olduğu elektrik telinden çıkar, telin titreşimlerinin zorlu gürültüsü ve kıvılcım fışkırmaları içinde dikilirdi. O zaman biletçi tramvaydan atlar, sırığın ucuna bağlanmış olan ve kendiliğinden arabanın arkasmdaki bir dökme kutuya sarılan uzun teli yakalar, çelik yayın direncini kırmak için var gücüyle çekerek sınğı arkaya getirir, ağır ağır yükselterek, kıvılcım fışkırmalan arasında, yeni baştan tekerleğin oyuk jantına yerleştirmeye çalışırdı. Çocuklar, arabadan dışarı sarkarak ya da, mevsim kışsa, burunlarını cama dayayarak, çalışmayı izlerler, başarıyla taçlandığı zaman, kendisiyle doğrudan konuşma yasağı çiğnenmeden sürücü de öğrensin diye ortaya haber verirlerdi. Ama boz ayı hiç tınmazdı; yönetmeliğe göre, arabanın arka yanmda sarkan ve o zaman öne yerleştirilmiş bir dili işleten ipi çekerek kalkış işaretini vermesini beklerdi. O zaman, daha fazla önleme gitmeden, tramvayı yeniden çalıştırırdı. Önde toplanmış olan çocuklar, altlarında rayların kaymasma, üstlerinde, yağmurlu ya da pırıl pırıl sabahta, tramvay bir at arabasmı hızla geçti- 199 ği ya da soiuğu kesilmiş bir otomobille çekiştiği zaman sevinirlerdi. Tramvay her durakta Arap ve Fransız işçi yükünün bir bölümünden boşalır, merkeze yaklaşıldıkça daha iyi giyinmiş yolcular alır, zil sesiyle yeniden yola çıkar, böylece, çevresinde kentin uzandığı daire yayını bir baştan bir başa geçer, en sonunda birdenbire limana ve körfezin çevrenin ucundaki kocaman mavimsi dağlarına dek uzanan uçsuz bucaksız uzamına çıkıverirdi. Üç durak sonra, son durağa, Gouvernement alanına gelinirdi, çocuklar burada inerdi. Üç yanından ağaçlarla ve kemerli evlerle çevrili alan, ak camiye, sonra da liman alanına açılırdı. Ortada, dük d’Orleans’ın parıl parıl gökyüzü altında bakır pasıyla kaplı, at üstünde çark yapan heykeli yükselirdi, kötü havalarda kapkara olmuş bronzundan yağmurlar akar (ve, kaçınılmaz olarak, heykeltraşm suluk zincirini unuttuğu için kendini öldürdüğü anlatılırdı), bu arada sular durmamacasına atm kuyruğundan anıtı çevreleyen, parmaklıklarla korunmuş dar bahçeciğe dökülürdü. Alanın geri yanı, küçük, parlak taşlarla kaplıydı, çocuklar, tramvaydan atlayınca, uzun kaymalarla, kendilerini beş dakikada liseye götüren Bab-Azoun sokağına atılırlardı. Bab-Azoun sokağı, her iki yanda kocaman, kara sütunlara dayanan kemerlerin daha da daralttığı, sıkışık bir sokaktı, başka bir şirketin çalıştırdığı ve bu mahalleyi kentin daha yüksek mahallelerine bağlayan tramvay hattına ancak yer kalırdı. Sıcak günlerde, yoğun bir mavilikteki gökyüzü sokağın üstünde yakıcı bir güneş gibi durur, kemerlerin altında gölge serin olurdu. Yağmurlu günlerde, tüm sokak ıslak ve parlak bir taş siperden başka bir şey değildi. Tüm kemerler 200 boyunca, satıcıların dükkânları sıralanırdı, ön duvarları koyu renklere boyanmış ve açık renk kumaş yığınları gölgede hafiften parıldayan toptan kumaş satıcdarı, karanfil ve kahve kokan bakkal dükkânları, Arap satıcıların yağa ve bala batmış tatlılar sattığı küçük dükkânlar, bu saatte süzme makinâları fışırdayan kahveler (oysa, akşam, çiğ ışıklı lambalarla aydınlanmış durumda, değişik seslerle dolup taşardı, koca bir insan kalabalığı yere saçılmış talaşı çiğner, içlerinden renk renk içkiler yansıyan bardaklarla, acı bakla, ançuez, parça parça kesilmiş kereviz, zeytin, patates kızartması ve yer fıstığı dolu kâseciklerle kaplı tezgâhın önünde sıkışırdı), sonra, kartpostallarla, cırt renkli Mağrip atkılarıyla süslü sunmalıklarla çerçevelenmiş, düz vitrinler içinde çirkin Doğu camları satılan turist dükkânları. Kemerlerin ortasmda, bu dükkânlardan birine, hep vitrinlerinin gerisinde, gölgede ya da elektrik ışığının altında oturan, kocaman, akımsı, patlak gözlü, taşları ya da eski ağaç gövdelerini kaldıran hayvanlan dü- şündürten, özellikle de tam anlamıyla dazlak bir şişman adam bakardı. Lise öğrencileri, bu özelliği nedeniyle, böceklerin başın çıplak yüzeyinden geçerken dönüşlerde başarısızlığa uğrayıp dengelerini koruyamadıklarını ileri sürerek "sinek patinaj alanı" ve "sivrisinek pisti" admı takmışlardı ona. Akşamları, çoğu kez, bir sığırcık sürüsü gibi, onu görmeye gelir, zavallının takma adlarını haykırıp "Vız-z-z" sesleriyle sineklerin sözde kaymalarına öykünerek koşa koşa dükkânının önünden geçerlerdi. Şişman satıcı bağırıp çağırırdı onlara; bir iki kez, gösterişle arkalarından koşmayı denemiş, ama bundan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Sonra, 201 birdenbire, çığlık ve alay dalgası karşısında hiç sesini çıkarmamış, birkaç akşam çocukların sonunda yüreklenip burnunun dibine dek gelip haykırmalarına izin vermişti. Bir akşam, birdenbire, satıcının parayla tuttuğu genç Araplar, sütunların arkasından çıkıverip çocukların arkasına düşmüşlerdi. Jacques ile Pierre o akşam dayaktan kurtulmalarını ancak olağandışı hızlarına borçluydular. Jacques yalnızca ensesine bir tokat yemiş, sonra, şaşkınlığı geçince, karşıtıyla arayı açmıştı. Ama arkadaşlarından iki üçü okkalı tokat yemişti. Öğrenciler daha sonra dükkânı yağmalamayı ve sahibine bedensel zarar vermeyi tasarlamışlardı, ama, gerçek şu ki, karanlık tasarıları hiçbir sonuç vermemişti, kurbanlarına işkence etmeye son vermişler ve, yalancı bir iyi yüreklilikle, karşı kaldırımdan geçme alışkanlığını edinmişlerdi. "Yelkenleri indirdik, demişti Jacques acılıkla. -Ne de olsa haksızdık, diye yanıtlamıştı Pierre. -Haksızdık ve dayaktan korkuyoruz." Daha sonra, insanların hukuka saygı gösterir gibi yaptıklarım, ama yalnızca gücün önünde eğildiklerini (gerçekten) anladığı zaman, bu olayı anımsayacaktı.2 Bab-Azoun sokağı, orta yerinde, Sainte- Victoire kilisesi yararına, bir yanının kemerlerini yitirerek genişlerdi. Bu küçük kilise eski bir caminin yerine yapılmıştı. Kireç badanalı ön duvarına her zaman çiçekli bir tür sunu yeri(?) oyulmuştu. Boşalmış kaldırımın üzerinde çiçekçi dükkânları kapılarını açar, çocukların geçtiği saatte çiçekler sergilenmiş olur, çiçeklere sürekli serpilen sular nedeniyle ağızları paslanmış, zun konserve kutulan içinde, mevsimine göre, koca- a. ötekiler gîbi o da. 202 man süsen, karanfil, gül ya da manisalalesi demetleri sunarlardı. Aynı kaldırım üzerinde, Arap hamur işleri satan küçük bir dükkân vardı, gerçekte, üç adamın zor sığabileceği bir daracık yerdi. Bir yanına bir ocak açılmış, çevresi aklı mavili fayanslarla kaplanmıştı, üstünde de kaynar yağla dolu kocaman bir lenger şakırdı. Ocağın önünde, sıcak günlerde gövdesi yarı çıplak, öteki günlerde yakası çengelli iğneyle tutturulmuş bir Avrupa ceketi giymiş, kazınmış başı, zayıf yüzü ve dişsiz ağzıyla gözlüksüz bir Gandhi’yi andıran, terzi gibi oturmuş, şalvarlı bir tuhaf adam durur, elinde kırmızı mine kaplamalı bir kevgir, yağda kızaran yuvarlak böreklerin pişmesini denetlerdi. Bir börek kıvamını bulduğu, yani çevresi kızarıp ortasındaki alabildiğine ince hamur hem yarı saydam, hem kıtır (saydam bir kızarmış patates gibi) olduğu zaman, kepçesini özenle böreğin altma sokarak hemen yağdan dışarıya çeker, kepçeyi iki üç kez silkeleyerek yağını leğene akıtır, sonra önüne, bir camla korunan ve üzerinde şimdiden bir yanda ballı börek çubuklarının, bir yanda yassı ve yuvarlak yağlı böreklerin 8 dizilmiş olduğu delikli katlardan oluşan bir tablanın üzerine koyardı. Pierre’le Jacques bu tatlılara baydır, olağandışı bir durum sonucu, içlerinden birinin birazcık par-ası olunca, burada durur, yağın hemen saydamlaştırıverdiği kâğıdın içinde yağlı böreği ya da satıcının ellerine fırının yanında duran ve üstünde börek kırıntıları yüzen koyu renk bir balla dolu bir küpe batırıp da verdiği çubuğu alırlardı. Çocuklar bu göz kamaştırıcı yiyecekleri alır, liseye doğru koşmaya ara vermeden, giysilerini kirletme- a. Zlabias, Makroud 203 mek için başlarını ve gövdelerini öne eğerek ısırırlardı. Kırlangıçların gidişi de, derslerin başlamasından kısa bir süre sonra, Sainte-Victoire kilisesinin önünde gerçekieşirdi. Gerçekten, burada genişleyen sokağın yukarısında, çok sayıda elektrik teli, hatta eskiden tramvay manevralarında kullanılan, kullanılmaz olduktan sonra da çıkarılmamış olan yüksek gerilim kabloları vardı, İlk soğuklarda, hiç don olmadığına göre, görece bir nitelik taşıyan, gene de sıcağın aylar süren korkunç çöküşünün ardından bayağı duyulur olan soğuklarda, genellikle denizin karşısına düşen bulvarların üzerinde, lisenin önündeki alanda ya da yoksul mahallelerinin göğünde, bazı bazı ağaçta bir incire, denizde bir çöpe ya da yerde taze bir at pisliğine dalış yaparak uçan kırlangıçlar 3, önce Bab-Azoun sokağının koridorunda tek tek görünür, tramvaylara doğru alçaktan uçar, sonra bir anda yükselerek gökte, evlerin üstünde silinirlerdi. Bir sabah, birdenbire, küçük SainteVictoire alanının tellerinde, evlerin tepesinde, binler- cesi birden durur, birbirlerine sokulur, aklı karalı minik göğüsleri üzerinde başlarım sallar, yeni gelen birine yer vermek için kuyruklarını oynatarak usulca ayaklarım çeker, kaldırımı kül rengi dışkılarıyla doldurur, hep birlikte sabahtan beri tüm sokağın üzerine yayılan dursuz duraksız bir fısıltı oluşturup kısa gıdıklamalarla kabaran, tek bir boğuk cıvıltı çıkarken, akşam olup da çocuklar dönüş tramvaylarma doğru koştukları zaman, yavaş yavaş nerdeyse kulakları sağır edecek oranda kabarır, sonra görünmez bir buyruk üzerine a. Bak Grenier'nin verdiği Cezayir serçeleri. 204 birden kesiliverir, o zaman binlerce küçük baş ve aklı karalı kuyruk uyumuş kuşların üzerine eğilirdi. İki üç gün süresince, Sahel’in her köşesinden, kimi zaman daha da uzaklardan, ufak, hafif sürülerle kuşlar gelir, ilk gelenlerin araşma sıkışmaya çalışır, yavaş yavaş, sokak boyunca, ana topluluğun iki yanında kornişlere yerleşir, gelip geçenler üzerinde kanat seslerini ve genel cıvıltıyı gittikçe artırırlar, sonunda kulakları sağır ederlerdi. Sonra, bir sabah, birdenbire, sokak boş kalırdı. Gece, tam şafak öncesi, kuşlar hep birlikte güneye doğru yola çıkmış olurdu. O zaman, akşamın hâlâ sıcak göğünde onlar için hiçbir zaman keskin kırlangıç çığlıklarından yoksun bir yaz olmadığına göre, çocuklar için kış zamanından çok önce başlardı. Bab-Azoun sokağı, biri sağında, biri solunda, karşı karşıya, liseyle kışlanın yükseldiği büyük bir alana çıkardı sonunda. Lise, dik ve ıslak sokakları tepe boyunca tırmanmaya başlayan Arap kentine sırtım dönerdi. Lisenin ilerisinde Marengo bahçesi başlardı; kışlanın ilerisinde de yoksul ve yarı İspanyol Bab-el-Oued mahallesi. Pierre’le Jacques, yediye çeyrek kaladan birkaç dakika önce, merdiveni var hızlarıyla tırmandıktan sonra, onur kapısının yanında, kapıcının küçük kapısından, bir çocuk dalgasının ortasına dalarlardı. İki yanında onur tablosunun asılı olduğu büyük onur merdiveninin önüne çıkar, bu merdivenden de çabucak yukarıya tırmanır, solda, camlı bir galeriyle büyük avludan ayrılan ve katlara giden merdivenin sahanlığına gelirlerdi. Burada, sahanlığın sütunlarından birinin ardında, gecikenleri gözetleyen Gergedan’ı görürlerdi. (Gergedan, takma admı sarkık bıyığına borçlu olan, kısa, sinirli, Korsikalı baş gözetmendi.) Bir başka ya- 205 şam başlardı. Pierre’le Jacques, "aile durumları" nedeniyle, bir yarıyatılı bursu elde etmişlerdi. Böylece bütün günü lisede geçirir, öğle yemeklerini yemekhanede yerlerdi. Dersler, gününe göre, 8’de ya da 9’da başlardı, ama sabah kahvaltısı yatılılara 7.15’te verilirdi, yarı-- yatılıların da kahvaltı hakları vardı. İki çocuğun aileleri, haklan böylesine azken, herhangi bir haktan vazgeçilebileceğini hiçbir zaman tasarlayamamışlardı; bunun sonucu olarak, Jacques’la Pierre 7.15’te, daha pek uyanamamış yatılıların çinko kaplı uzun masalara, kocaman kâselerle kocaman ekmek sepetleri karşısına yeni yeni yerleştikleri sırada, geniş mi geniş, ak ve yuvarlak yemekhaneye gelen ender yan-yatılılar arasmdaydılar. Bu arada, çoğu Arap olan garsonlar, kaba bezden önlüklere kundaklanmış olarak, bir zamanlar parlak olan ve kocaman dirsekli ağızları bulunan kocaman kahveliklerle sıraların arasında dolaşır, kâselere kahveden çok hindiba içeren kaynar bir sıvı doldururlardı. Çocuklar, çeyrek saat sonra, haklarını kullanmalarının ardından, etüde gider, kendisi de yatılı olan bir belleticinin gözetimi altmda, dersler başlamadan önce çalışmalarını gözden geçiren öğrencilere katılırlardı. Lisenin ilkokuldan büyük farkı öğretmenlerin çokluğuydu. M. Bernard her şeyi bilir, her bildiğini de aynı biçimde öğretirdi. Lisede, hocalar konularla, yöntemler de insanlarla değişiyordu*. Karşılaştırma olanaklı oluyor, yani insanın sevdikleriyle hiç sevmedikleri arasında seçim yapması gerekiyordu. Bu açıdan, bir a. M. Bernard sevilir ve hayranlık uyandırır. Lisede, en iyi durumda bile» insan öğretmenine hayran olur, ama sevmeyi göze alamazdı. 206 ilkokul öğretmeni daha çok babaya yakındır, nerdeyse tümden yerini tutar onun, onun gibi kaçınılmazdır, zorunluluğun bir parçasıdır. Öyleyse kendisini sevip sevmeme sorunu gerçekten atılmaz ortaya. Çoğu kez sevilir, çünkü insan kesinlikle ona bağlıdır. Ama çocuk bir de sevmeyecek ya da az sevecek olursa, bağımlılık ve zorunluluk gene de kalır, bunlar da biraz aşkı andırır. Lisede, tersine, öğretmenler aralarında bir seçim yapma olanağı bulunan amcalar, dayılar gibiydi. Özellikle de insan onları sevmeyebilirdi. Örneğin giyiminde son derece seçkin, konuşmasında yetkeli ve kaba bir fizik öğretmeni vardı ki, kendisini yıllar içinde iki üç kez yeniden karşılarında bulmakla birlikte, Jacques da, Pierre de hiçbir zaman sevememişti. Sevilme şansı en çok olan öğretmen, çocukların ötekilerden daha çok gördükleri yazm öğretmeniydi; gerçekten de, hem Jacques, hem Pierre hemen hemen tüm derslerde 3 ona bağlanırlardı; bununla birlikte, haklarında hiçbir şey bilmediği, ders bitince bilinmedik bir yaşama doğru gittiği, onlar da bir lise öğretmeninin oturmasma hiç mi hiç olanak bulunmayan şu uzak mahalleye döndükleri için, ona dayanamazlardı. Kendi tramvay hatlarında, ne öğretmen, ne öğrenci, hiç kimseye rastlamazlardı, aşağı mahallelere kırmızılar (C.F.R.A.) gider, kibar diye bilinen yukarı mahallelereyse, yeşil arabalı bir başka hat, T.A.’lar hizmet verirdi. Ayrıca TA.’lar liseye dek gelir, C.F.R.A.’larsa Gouvernement alanında durur, liseye aşağıdan [ ]J. Öyle ki, gün bitince, iki çocuk ayrılıklarını daha lisenin kapısında ya da azıcık daha ötede, Gouvernement alanında, arkadaşlarının a. hangileri, söylenecek? ve geliştirilecek? 1. Okunamayan bir sözcük. 207 oluşturduğu sevinçli topluluktan ayrılarak daha yoksul mahallelere giden kırmızı arabalara yöneldikleri zaman duyarlardı. Ama gerçekten ayrıldıklarıydı duydukları, onlardan aşağı oldukları değil. Başka yerdendiler, hepsi o kadar. Ders zamanlarında, tersine, ayrılıkları silinirdi. Önlükler daha çok ya da daha az şık olabilirdi, birbirlerine benzerlerdi. Tek karşıtlıklar ders sırasında usun, oyunlar sırasında bedensel çevikliğin karşıtlığıydı. İki çocuk bu iki tür yarışta da sonunculardan değildi. İkisinin de ilkokulda aldığı sağlam eğitim kendilerini daha altıncı sınıfta baştakiler araşma yerleştiren bir üstünlük sağlamıştı. Şaşmaz yazımları, sağlam hesapları, gelişmiş bellekleri, her şeyden önce de her türlü bilgi karşısında kendilerine aşılanmış olan [ j1 saygı, en azından öğrenimlerinin başmda, büyük kozlardı. Jacques böylesine kıpırdak (onur tablosuna girmesini sürekli zorlaştırırdı bu durum) olmasaydı, Pierre latince- yi daha iyi kavrasaydı, utkuları tam olacaktı. Ne olursa olsun, öğretmenlerince yüreklendiriliyor, saygı görüyorlardı. Oyunlara gelince, her şeyden önce futbol söz konusuydu, ve Jacques bunca yılın tutkusu olacak şeyi daha ilk teneffüslerde bulgulamıştı. Maçlar yemekhanedeki öğle yemeğini izleyen teneffüste ve yatılılar, yarı-yatılılar ve denetlenen gündüzlüler için saat dörtteki son dersi izleyen teneffüste yapılmaktaydı. Bu sırada, bir saatlik bir teneffüs, iki saat süresince ertesi günün derslerini hazırlayabilecekleri etütten önce3, çocukların ikindi kahvaltılarını edip dinlenme- 1. Okunamayan bir sözcük. a. gündüzlüler gittiğinden avlu eskisi kadar kalabalık değildir. 208 lerini sağlardı. Jacques için ikindi kahvaltısı söz konusu değildi. Futbol tutkunlarıyla birlikte, dört yanından kocaman sütunlu kemerlerle çevrili (bu kemerlerin altında latinceye çeviri ustaları ve bilgeler gevezelik ederek gezinirlerdi), çevresinde dört beş yeşil kanape ve demir parmaklıklarla korunan kocaman incir ağaçları bulunan, beton avluya fırlardı. İki takım avluyu paylaşır. kaleciler iki uçta sütunlar arasında yerini alır, santraya dolma kauçuktan koca bir top konulurdu. Hakem yoktu, daha ilk vuruşta bağrışmalar ve koşmalar başlardı. Jacques, çoğu kez, Tanrrdan sağlam bir kafa yokluğunda, güçlü bacaklar ve tükenmez bir soluk almış olan en kötü öğrencilere de sevdirip saydırırdı bu alanda kendini. Doğuştan becerikli olmasına karşın futbol oynamayan Pierre’den ilk kez burada ayrılmaktaydı: Pierre daha bir zayıflamakta, Jacques’tan daha hızlı büyümekte, yer değişimi ona o denli iyi gelmiyor- muş gibi daha bir sarışınlaşmaktaydı 3. Jacques’a gelince, büyümesi gecikmekte, bu da "Bücür" ve "Bodur" gibi seçkin adlar kazanmasına neden olmaktaydı, ama hiç aldırdığı yoktu, bir ağaçtan ya da bir karşıttan sıyrılmak için top ayakta çılgınca koşar, avlunun ve yaşamın kralı olduğunu duyardı. Teneffüsün sonunu ve etüdün başlangıcını bildirmek üzere tambur çaldığı zaman, gökten düşmüş gibi olur, anında betonun üstünde durur, soluk soluğa, tere batmış durumda, saatlerin kısalığı karşısında öfkeyle dolar, sonra yavaş yavaş içinde bulunulan dakikanın bilincine vararak arkadaşlarıyla sıraya koşar, yüzündeki terleri yeniyle siler, birdenbire kunduralarının tabanındaki çivilerin aşındığı a. geliştir. İlk Adam 209/14 düşüncesiyle dehşete kapılır, etüdün başında bunları bunalımla inceleyerek düne göre farklılığını ve uçlarının parlaklığını değerlendirmeye çalışır, yıpranma derecesini ölçmekte güçlükle karşılaşmasına bakarak güvene gelirdi. Ancak, düzeltilmesi olanaksız bir sakatlık, tabanın açılması, yüzün yırtılması, topuğun çarpılması, dönüşte nasıl karşılanacağı konusunda hiçbir kuşku bırakmaz, iki saatlik etüt süresince, sıkıntıdan patlayıp ikide bir yutkunur, dikkatli bir çalışmayla kusurunun karşılığını ödemeye çalışır, ama dayak korkusu ister istemez çalışmadan korkmasına neden olurdu. Ayrıca bu son etüt en uzun geleniydi. Bir kez, iki saat sürerdi. Sonra gece ya da başlamakta olan akşamda geçerdi. Yüksek pencereler Marengo bahçesine bakardı. Yan yana oturan Jacques ile Pierre’in çevresinde, öğrenciler, derslerden ve oyunlardan yorgun durumda son çalışmalara dalar, her zamankinden daha sessiz olurlardı. Özellikle yılın sonunda, akşam bahçenin büyük ağaçlarının, çiçeklerinin ve muz demetlerinin üzerine inerdi. Gittikçe yeşeren gök yavaş yavaş daralır, kentin gürültüleri daha uzak ve daha boğuk olurdu. Hava çok sıcak olup da pencerelerden biri aralık kaldığı zaman, küçük bahçenin yukarılarında son kırlangıçların çığlıkları işitilir, yaban yaseminlerinin, kocaman manolyalann kokusu mürekkep ve cetvelin daha ekşi ve daha acı kokusunu bastırırdı. Jacques, görülmedik bir biçimde yüreği daralmış durumda, düşlere dalar, kendisi de fakülte ödevini hazırlayan genç belletici onu uyarırdı. Son tamburu beklemek gerekirdi. Yedide,» hep birden dışarıya fırlayıp gürültülü a. eşcinselin saldırısı. 210 topluluklara ayrılırlardı. Tüm mağazaları aydınlatılmış, kaldırımları kemerler altında kalabalıkla dolup taşan BabAzoun sokağı boyunca koşu başlar, kalabalık yüzünden, bazı bazı bir tramvay görüp de kemerler altına atılmak gerekinceye dek, yolun ortasından, raylar arasından koşmak gerekir, en sonunda, çevresi satıcı kulübeleri ve Arap satıcıların sergilerinin asetilen lambalarıyla aydınlanmış Gouvernement alanına çıkılırdı. Kırmızı tramvaylar bekler, sabah daha az kalabalıkken, bu kez çatlayacak ölçüde dolu olur, bazı bazı, yolcular bir durakta ininceye dek, hem yasaklanıp hem hoşgörülen şeyi yaparak ikinci vagonların basamağında kalmak gerekir, inenler olunca, çocuklar, birbirinden ayrılmış olarak, insan yığınının içine dalar, ne olursa olsun, konuşamaz, ancak dirseklerini ve bedenlerini çalıştırarak korkuluklardan birine ulaşmak için uğraşırlar, buradan ışıklarla benek benek şileplerin, denizin ve göğün karanlığında, yanmış da korları kalmış yapı iskeletlerini andırdığı karanlık limanı görürlerdi. O zaman, denizin üstünden, büyük bir gürültüyle, ışıklı, büyük tramvaylar geçer, sonra biraz içeriye döner, gittikçe daha yoksul evler arasında Belcourt mahallesine dek ilerler, burada ayrılmak, hiçbir zaman aydınlatılmayan merdivenden çıkarak petrol lambasının muşamba örtüyü ve masanın çevresindeki iskemleleri aydmlatan yuvarlak ışığına doğru gelmek gerekir, odanın karanlıkta kalan geri yanında, Catherine Cormery büfenin önünde sofrayı kurmak için uğraşır, büyükanne mutfakta öğleden kalma yahniyi ısıtır, büyük kardeş de masanm bir köşesinde bir serüven romanı okurdu. Bazı bazı eksildiği son anda ayrımsanan tuzu ya da çeyrek paket tereyağını almak için Mozabit 211 bakkala, ya da Gaby’de söylev çeken Emest dayıyı çağırmaya gitmek gerekirdi. Saat 8’de akşam yemeği sessizce yenilir ya da dayı kendisini kahkahalarla güldüren, karanlık bir serüveni anlatırdı. Ne olursa olsun, hiçbir zaman liseden söz açılmazdı; yalnız, büyükanne iyi notlar alıp almadığını sorduğu zaman, Jacques evet der, bir daha da hiç kimse sözünü etmezdi, annesi de hiçbir şey söylemez, o iyi notlar aldığını doğrulayınca, başını sallayıp tatlı tatlı ona bakardı, ama her zaman sessiz ve biraz uzak olurdu, "Kalkmayın, ben peyniri getiririm", derdi annesine, bir daha sonuna dek ağzım açmaz, ancak sofrayı toplamak için kalkardı. O yercesine okumak üzere Pardaillan ’lafı alır, büyükanne, "Annene yardım et", derdi. Yardım edip lambanın altına gelir, düellolardan ve yiğitlikten söze- den koca kitabı kaygan ve çıplak muşambanın üstüne koyar, bu arada annesi lambanın ışığı dışına bir iskemle çeker, kışın pencerenin dibine, yazın balkona oturur, tramvayların, arabaların ve insanların yavaş yavaş seyrekleşen geliş gidişlerini izlerdi®. Ertesi sabah beş buçukta kalkacağından, Jacques’a artık yatması gerektiğini söyleyen de büyükanne olurdu. Jacques önce onu, sonra dayıyı, en sonunda da anneyi öperdi, o da sevecen ve dalgın bir öpüş verir, yarı karanlıkta, bakışı sokakta ve durduğu kıyının aşağısında durup dinlenmeden akıp giden yaşamm akışında yitmiş olarak, kı- mıltısız duruşuna geri dönerdi; oğluysa, gırtlağı sıkışmış durumda, durup dinlenmeden, karanlıkta onu gözetler, zayıf, kamburlaşmış sırtına bakar, anlayamadığı bir mutsuzluk karşısında yüreği bunalımla dolardı. a. Lucien • 14 £PS -16 Sigortalar. 212 Kümes ve Tavuğun kesilmesi Bilinmedik ile ölüm karşısındaki bu bunalımı liseden eve doğru gelirken hep yeniden bulurdu; daha gün sonunda, ışığı ve dünyayı çabucak yutan karanlıkla aynı hızda yüreğini doldurur, ancak büyükannenin petrol lambasını yaktığı anda sona ererdi; büyükanne camı muşambanın üstüne koyar, [ayakları] ayak uçlarının üzerinde biraz dikilmiş, kalçaları masanm kıyısına dayalı, bedeni öne doğru eğilmiş, başı abajurun altında lambanm fitilini daha iyi görebilmek için eğilmiş, bir eliyle fitili ayarlayan bakır tekerleği tutarken, öbür eli, yanmış bir kibritle, fitili kömürleşmez olup güzel, duru bir alev verinceye dek kazır, camı oymalı oluğun dişleri üzerinde gıcırdatarak yerine oturtur, sonra, masanm önünde dimdik, bir kolu yukarıda, sarı, sıcak ışık masanm üstünde geniş, kusursuz bir halka içinde dengeleninceye dek, fitili yeniden ayarlar, ışık muşambadan yansımış gibi, annenin ve masanm öbür ucundan töreni izleyen çocuğun yüzünü daha yumuşak bir biçimde aydınlatır, ışık yükseldikçe çocuğun yüreği yavaş yavaş rahatlardı. Bazı bazı, kimi durumlarda, büyükannesi gidip avludan bir tavuk getirmesini buyurduğu zaman da aynı bunalımı gurur ya da övüngenlikle yenmeye çalışırdı. Paskalya ya da Noel gibi önemli bir şenlik öncesinde ya da onurlandırılmak istenildiği kadar, utanç duygu213 suyla, ailenin gerçek durumu konusunda aldatılmak istenen, daha iyi durumda akrabaların uğraması nedeniyle, hep de akşamlan olurdu bu iş. Gerçekten de, lisenin ilk yıllarında, büyükanne Josephin amcadan pazar günleri yaptığı tecim gezilerinden Arap piliçleri getirmesini istemiş, avlunun dibinde, doğrudan doğruya vıcık vıcık ıslak toprağın üstünde kaba bir kümes yapmak üzere Ernest dayıyı görevlendirmiş, burada kendisine yumurta, gerekince de kanlarını veren beş altı hayvan beslemeye başlamıştı. Büyükannenin bir idama karar verdiği ilk seferde aile sofradaydı, çocukların büyüğünden gidip kurbanı getirmesini istemişti. Ama Louis1 buna yanaşmamış, açıklıkla korktuğunu söylemişti. Büyükanne alay etmiş, kendi döneminin iç ülkenin diplerinde yaşayıp hiçbir şeyden korkmayan çocuklara benzemeyen şu zengin çocuklarına verip veriştirmişti. "Ama Jacques daha yüreklidir, bilirim. Hadi, sen git." Doğrusunu söylemek gerekirse, Jacques hiç de daha yürekli bulmuyordu kendini. Ama, yürek li olduğu söylendiği andan sonra, gerileyemezdi, o ilk akşamda da gitmişti. Karanlıkta el yordamıyla merdivenden inmek, sonra hep karanlık koridorda sola dönmek, avlunun kapısmı bulup açmak gerekirdi. Gece koridor kadar karanlık olmazdı. Avluya inen kaygan ve yeşermiş dört basamak seçilebilirdi. Sağda, berberin ailesiyle Arap aileyi barındıran küçük yapının pancurlanndan cimri bir ışık sızardı. Karşıda, yerde ya da pislikle kaplı tüneklerinin üstünde uyumuş hayvanların akımsa lekelerini görürdü. Kümese gelince, yere 1. Jacques1 m kardeşi kimi zaman Henri, kimi zaman Louis diye adlandırılır, a. biçimsiz. çömelip de parmaklarıyla geniş parmaklıkların arasından sallanan kümese dokununca, ılık ve mide bulandırıcı dışkı kokusuyla birlikte boğuk bir gıdıklama başlardı. Yer düzeyinde bulunan kafes parmaklıklı küçük kapıyı açar, kolunu içeriye sokmak için eğilir, tiksintiyle yere ya da pis bir tüneğe değer, kanat ve ayak kargaşası patlayıp hayvanlar her yana uçup koşmaya başlayınca yüreği daralır, hemen elini çekerdi. Gene de, en yürekli diye gösterildiğine göre, kararını vermesi gerekirdi. Ama karanlıkta, bu karanlık ve pis köşede, hayvanların bu çırpınması onu midesini burkan bir bunalıma gömerdi. Bekler, tepesindeki arı geceye, belirgin ve dingin yıldızlara bakar, sonra ileriye atılıp ulaştığı ilk ayağı yakalar, korkmuş hayvanı çığlık çığlığa kapıya dek getirir, öbür eliyle de öbür ayağını tutar ve tüm kümes tiz ve çılgın gıdaklamalarla dolarken, tüylerinin bir bölümünü şimdiden kapının dikmesinde kopararak tavuğu sertçe kümesten dışarıya çekerdi. Bu arada, birden beliren bir ışık dörtgeni içinde yaşlı Arap, dışarıya çıkardı. "Benim, mösyö Tahar, derdi çocuk dümdüz bir sesle. Büyükanneye bir tavuk alıyordum. -Ha, sen misin? Güzel, ben de hırsız sanmıştım." Adam avluyu yeniden karanlığa gömerek evine dönerdi. O zaman, tavuk çılgınca çırpınırken, Jacques onu koridorun duvarlarma, merdivenin demirlerine çarpa çarpa, avcunda ayakların kalın, soğuk, pullu derisini duymaktan gelen tiksinti ve korkudan hasta durumda, koşar, sahanlıkta ve evin koridorunda daha da hızlı koşar, en sonunda, utkuya ulaşmış olarak, yemek odasmda beliriverirdi. Saçları darmadağın, dizleri avlunun yosununda yeşermiş, tavuğu olabildiğince bedeninden uzak tutarak, yüzü korkudan apak, kapının eşi215 ğinde görünürdü. Büyükanne, büyük kardeşe, "Görüyorsun, derdi. Senden küçük, ama seni utandırıyor." Jacques haklı bir gururla kabarmak için büyükannenin tavuğun ayaklarını kendi kararlı eline almasını bekler, tavuk da bundan böyle amansız ellere düştüğünü anlamış gibi birden yatışırdı. Kardeşi kendisine bakmadan tatlısını yer, ancak horgörüyle şöyle bir yüzünü buruşturur, bu davranış Jacques’in hoşnutluğunu daha da artırırdı. Ancak bu hoşnutluk kısa sürerdi. Büyükanne, yiğit bir torunu olmaktan mutlu, kendisini ödül olarak tavuğun boğazlanmasında bulunmak üzere mutfağa çağırırdı. Daha baştan koca bir mavi önlük kuşanmış olur, bir eliyle hep tavuğun ayaklarını tutarak ak çiniden bir çukur tabakla Ernest dayının uzun ve kara bir taşta düzenli olarak bilemesi sonucu, ince, uzun ağzı parlak bir tele dönüşmüş mutfak bıçağını yere koyardı. "Şurada dur." Jacques mutfağın dibinde belirtilen yere gider, büyükanneyse, hem tavuğa, hem çocuğa girişi kapatacak biçimde girişte yer alırdı. Böğrü teknede, [sol] duvara dayalı, dehşet içinde, sungucunun devinilerine bakardı. Büyükanne tabağı girişin solunda, tahta bir masanın üstüne konulmuş küçük petrol lambasının ışığının tam altına iterdi. Hayvanı yere uzatır, sağ dizini yere koyarak tavuğun ayaklarını sıkıştırır, elini üstüne bastırıp çırpınmasını engeller, sonra da sol eliyle başını yakalayıp geriye, tabağın üstüne getirirdi. Bir ustura gibi keskin bıçakla, ağır ağır, insanda hırtlağının bulunduğu yerden onu boğazlar, bıçak korkunç bir sesle kıkırdaklara gittikçe daha derin bir biçimde girerken, o başı bükerek yarayı açar, bedeni korkunç bir biçimde titreyen hayvanı tutar, açık kırmızı kan ak tabağa akarken, kımıldama- 216 dan durur, Jacques, ona bakarken, kendi kanı söz konusuymuş gibi bacakları titrer, kanının boşaldığını duyardı. Bitmek bilmeyen bir zamandan sonra, büyükanne, "Tabağı al", derdi. Hayvandan kan akmazdı artık. Jacques, içinde kanın daha şimdiden koyulaştığı tabağı önlemle masanın üstüne koyardı. Büyükanne tüyleri soluklaşmış, yuvarlak ve kırık göz kapakları üzerlerine inen gözleri cam gibi olmuş tavuğu tabağın yanına atardı. Jacques kımıltısız bedene, şimdi birleşmiş ve güçsüz olarak sarkan parmaklara, donuk ve gevşek ibiğe, kısacası ölüme bakar, sonra yemek odasına giderdi3. İlk akşam, içe atılmış bir öfkeyle, "Ben bunu görmeye katlanamam", demişti kardeşi. "İğrenç bir şey. Yok canım", demişti Jacques da kararsız bir sesle. Louis hem düşman, hem inceleyici bir bakışla ona bakmıştı. Jacques dikleşmişti. Bunalımının üzerine, karanlığın ve tüyler ürpertici ölümün karşısmda benliğini saran şu ürkütücü korkunun üzerine kapanmış, gururda ve yalnız gururda, bir yüreklilik istemi bulmuş, bu istem onun için yürekliliğin yerini tutmuştu. "Korkuyorsun, hepsi bu, demişti sonunda. -Evet, demişti içeriye dönen büyükanne, gelecek seferlerde Jacques gidecek kümese." Ernest dayı, ağzı kulaklarında, "Tamam, tamam, o yiğit", diyordu. Jacques donmuş gibiydi, biraz kenarda, koca bir tahta yumurtanın çevresinde çorap onaran annesine bakıyordu. Annesi de ona bakmıştı. "Evet, çok iyi, demişti, yiğitsin." Sonra sokağa dönerdi gene, Jacques, bütün varlığıyla ona bakarken, mutsuzluğun daralmış yüreğine yeniden yerleştiğini duyardı. "Git, yat", derdi büyükanne. Jacques, a. Ertesi gün, aleve tutulan çiğ tavuğun kokusu. küçük petrol lambasını yakmadan, yemek odasından gelen ışıkta soyunurdu. Kardeşine dokunmamak, onu rahatsız da etmemek için iki kişilik yatağın ucuna uzanırdı. Yorgunluktan ve duyulardan bitkin durumda, hemen uyur, bazı bazı, kendisinden daha geç kalktığından duvar yanında yatmak için üzerinden atlayan kardeşi, bazı bazı da karanlıkta giyinirken dolaba çarpan, usulca yatağına çıkan ve uyanık sanılacak kadar hafif uyuyan annesi onu uykudan uyandırırdı. Jacques bazı bazı annesinin gerçekten uyanık olduğunu sanır, içinden ona seslenmek gelir, nasıl olsa işitmeyeceğini düşünür, o zaman onunla aynı zamanda, öyle hafif, öyle kımıltısız, öyle sessiz, uyanık kalmaya zorlardı kendini, uyku, annesini çetin bir çamaşır ya da temizlik gününün ardından çoktan yıktığı gibi, kendisini de yıkm- caya dek. 218 Perşembeler ve tatiller Jacques’la Pierre evrenlerini yalnızca perşembe ve pazar günleri yeniden bulurlardı (Jacques’in okulda kalma cezasını çektiği ve (okul yönetiminin Jacques’m annesine ceza sözcüğüyle özetleyerek imzalattığı pusula da söylendiği gibi) 8’le 10 arasında iki saat (kimi ağır durumlarda da dört saat) lisede, başka suçlular arasında, genellikle o gün görevlendirildiği için çok öfkeli bir belleticinin gözetimi altında özellikle yararsız bir yazı cezasını yerine getirdiği kimi perşembeler dışmda4. Pierre lisede sekiz yıl boyunca hiç okulda kalma cezası görmemişti. Ama Jacques, fazla kıpırdak, hem de gösterişe fazla düşkün olduğundan (öyle görünme hazzmı yaşamak için budalalık ederdi), bol bol okulda kalma cezası alırdı. Büyükannesine cezaların davranışla ilgili olduğunu ne denli açıklarsa açıklasın, o alıklıkla kötü davranışı birbirinden ayırmazdı. Ona göre, iyi bir öğrenci ister istemez erdemli ve uslu olurdu; aynı biçimde, erdem de dosdoğru bilime götürürdü. Böylece, en azından ilk yıllarda, perşembe cezalan çarşamba düzeltmeleriyle ağırlaşırdı.) Cezasız perşembelerde ve pazar günlerinde, sabahlar alışverişe ve ev işlerine adanırdı. Öğleden sonra, Pierre’le Jean1 birlikte sokağa çıkabilirlerdi. Güzel mevsimde, Sablettes plajı ya da manevra alanı, kaba a. Lisede düello değil, kavga vardı. 1. Jacques söz konusu. ca çizilmiş bir futbol alanı ve "boule"1 oyuncuları için birçok yer bulunan koca arsa vardı. Burada, çoğu kez paçavradan yapılmış bir top ve Arap ve Fransız çocuklardan kendiliğinden oluşan takımlarla futbol oynanabilirdi. Ama, yılın geri kalan zamanlarında, iki çocuk Kouba 3 Maluller Evi’ne giderlerdi. Pierre’in annesi postaneden ayrılmış, burada çamaşır bölümünün başı olmuştu. Kouba Cezayir’in doğusunda, son tramvay durağında bir tepenin ardındaydı. b Kent gerçekte burada sona erer, uyumlu tepecikleri, görece bol suları, nerdeyse gür çayırları, yer yer yüksek servi ya da kamış çitlerle ayrılan, toprakları kırmızı ve iştah açıcı tarlalarıyla güzelim Sahel kın başlardı. Fazla emek vermek gerekmeden, hem de bol bol bağlar, meyva ağaçları, mısır yetişirdi. Hava da kentten ve sıcak aşağı mahallelerden gelenler için bayağı temizdi ve sağlığa iyi geldiği söylenirdi. Azıcık varlıkları ya da biraz gelirleri olunca, Cezayir’den kaçıp daha ılımlı olan Fransa’ya gidenler için, bir yerde solunan havanın azıcık serin olması "Fransa havası" diye adlandırılması için yeterliydi. Kouba’da da böylece Fransa havası solunurdu. Savaştan kısa bir süre sonra ödenekli sakatlar için kurulmuş olan Maluller Evi son tramvay durağına beş dakika uzaklıktaydı. Karışık yapıda, eski bir manastırdı, kireçle badana edilmiş çok kalın duvarları, kapalı galerileri, yemekhane ve hizmet bölümlerinin yerleştirildiği kubbeli ve serin büyük salonlarıyla birkaç kanada ayrılmıştı. Pierre’in annesi Madam Marlon’un yönettiği çamaşırlık işte bu büyük salonlar- I. Küçük güllelerle oynayan bir oyun. (Çev.) a. Adı bu muydu? b. Yangın. 220 dan birindeydi. Çocukları önce burada, sıcak demir ve nemli çamaşır kokulan içinde, biri Arap, öteki Fransız iki yardımcısının arasında karşılardı. Her birine birer parça ekmek ve çikolata verir, sonra taze ve güçlü kollarının üzerinde yenlerini kıvırarak "Şunu saat 4 için cebinize koyup bahçeye gidin, benim işim var", derdi. Çocuklar önce galeriler altında ve iç avlularda dolaşır, çoğu kez rahatsızlık veren ekmekten ve parmakları arasında eriyen çikolatan kurtulmak için ikindi kahvaltılarını hemen yerlerdi. Kiminin bir kolu ya da bir bacağı eksik, kimi bisiklet tekerlekli küçük arabalara yerleşmiş sakatlara rastlardı. Yüzünden yaralanmışlar ya da körler yoktu, yalnızca sakatlar vardı, temizce giyinmişlerdi, çoğu kez bir nişan takarlardı, gömleğin ya da ceketin, ya da pantalonun bacağı özenle kaldırılıp çengelli iğneyle görünmez ucun çevresine tutturulmuş olurdu, korkunç bir şey değildi, kalabalıktılar. Çocuklar, ilk günün şaşkınlığı geçtikten sonra, onlara da yeni bulgulayıp hemen dünyanın düzenine kattıkları her şeye baktıkları gibi bakarlardı. Madam Marlon onlara bu adamların savaşta bir kol ya da bir bacak yitirdiklerini açıklamıştı, savaş da onların dünyasının bir parçasıydı, hep savaştan sözedildiğini işitirlerdi, çevrelerinde onca şeyi etkilemişti ki, burada bir kol ya da bir bacak yitirilebilmesini, hatta bunun kol ve bacak yitirilen bir yaşam evresi olarak tanımlanabilmesini anlarlardı. Bu nedenle bu sakatlar evreni çocuklar için hiç de üzücü değildi. Doğru, kimileri sessiz ve asık suratlıydı, ama çokları genç, güleçti, sakatlıklarıyla alay bile edebiliyorlardı. Sık sık çamaşırlıkta dolaştığı görülen, sarışın, köşeli yüzlü, sağlık dolu biri, "Yalnız bir 221 bacağım var, gene de kıçına tekmemi yiyebilirsin", derdi çocuklara. Sağ eliyle galerinin korkuluk duvarına dayanarak doğrulup tek ayağını onlara doğru sallardı. Çocuklar onunla birlikte güler, sonra tabana kuvvet kaçarlardı. Yalnız kendilerinin koşabilmeleri ya da iki ellerini de kullanabilmeleri doğal gelirdi onlara. Yalnız bir kez, futbol oynarken ayağı burkulup da birkaç gün ayağını sürüklemek zorunda kalan Jacques’in içinden perşembe sakatlarının tüm yaşamları boyunca şimdi kendisinin de içinde bulunduğu koşma, giden bir tramvaya binme, bir topa vurma yetersizliği içinde bulundukları düşüncesi geçmişti. Kendisinin de sakat olabileceği düşüncesinin yarattığı, kör bir bunalımla aynı zamanda, insan yapısının mucizemsi yanı birden sarsmıştı onu, sonra unutmuştu. Tümden çinkoyla kaplı, büyük masaları gölgede hafiften parlayan, pancurları yarı kapalı yemekhaneler, kocaman kaplarla, kazanlarla, tencerelerle dolu ve ısrarlı bir yağ kokusu salan mutfak boyunca ilerlerlerdi*. Son kanatta, ak ahşaptan gömme dolaplı, kül- rengi örtülerle örtülü iki, üç yataklı odalar görürlerdi. Sonra bir dış merdivenden bahçeye inerlerdi. Maluller Evi nerdeyse tümden bırakılmış, büyük bir bahçeyle çevriliydi. Birkaç sakat yapmm çevresindeki gül ağacı topluluklarına, çiçekliklere, bir de kocaman kuru kamış çitleriyle çevrili küçük sebze bahçelerine bakmakla görevliydi. Ama, bunların ötesinde, bir zamanlar çok güzel olan bahçe öyle bırakılmıştı. Kocaman okaliptüsler, görkemli palmiyeler, hindistancevizi ağaçları, alçak dallan uzakta köklenip gölge ve giz • çocuklar. 222 dolu bir bitkisel labirent oluşturan, dev gövdeli kauçuk ağaçlan8, kalın, sağlam serviler, güçlü portakal ağaçlan, olağanüstü boylara ulaşmış, kırmızı ve ak zakkum ağaçları, kilin çakılı yediği, kendileri de köklerinden güçlü bir yonca, kuzukulağı ve yabanıl ot halısıyla sarılmış, hoş kokulu bir yabanyasemini, yasemin, filbahar, çarkıfelek, hanımeli kitleleriyle kemirilen yolları tutmuştu. Bu hoş kokulu ormanda dolaşmak, yerde sürünmek, burnu otlarda saklanmak, kapanmış geçitleri bıçakla açmak, buradan bacaklar çizik çizik, yüz sırılsıklam çıkmak bir sarhoşluktu. Ama öğleden sonranın büyük bir bölümünü de dehşet verici zehir üretimi alırdı. Çocuklar bir yaban asmasıyla kaplı bir duvar parçasına sırtını vermiş eski bir taş bankın altına koca bir aspirin tüpü, ilaç şişesi ya da eski hokka, kap kacak kırığı, orasından burasından çentiklenmiş fincan yığını toplamışlardı, bunlar laboratuarlarını oluşturmaktaydı. Burada, bahçenin en sık yerinde, tüm gözlerden uzakta, gizemli iksirlerini hazırlarlardı. İksirlerinin ana öğesi pembe zakkumdu, yalnızca gölgesinin zararlı olduğu ve dibinde uyuyan önlemsizin hiçbir zaman uyanmayacağı sık sık işitildi- ği için. Böylece, mevsimi geldiği zaman, zakkum yaprakları ve çiçeği görünüşü bile korkunç bir ölüm getirebilecek kötü bir hamur oluşturuncaya dek iki taş arasında ezilirdi. Bu hamur havada bırakılır, böylece fazlasıyla ürpertici birtakım yansımalar toplardı. Bu arada çocuklardan biri koşup eski bir şişeye su doldururdu. Servi kozalaklan da öğütülürdü. Servinin mezarlık ağacı olduğu gibi belirsiz bir nedenle çocuklar a. öteki büyük ağaçlar. 223 kötülüklerinden kuşku duymazlardı. Ama meyvalar kurumanın kendilerine üzücü bir kuru ve sert sağlık görüntüsü verdiği topraktan değil/ ağaçtan toplanmaktaydı. İki bulamaç eski bir kâsede karıştırılır, sulandırılır, sonra da kirli bir mendille süzülürdü. Böylece, kaygı verici bir yeşil sıvı elde edilir, çocuklar bir anda ölüm getirecek zehir karşısında tüm önlemleri alarak işlem yaparlardı. Aspirin tüplerine ya da ilaç şişelerine özenle konulup el sürmekten sakınılarak ağızları kapatılırdı. Sonra, gittikçe daha keskin zehir dizileri elde etmek için toplanabilecek tüm yemişlerden yapılmış farklı bulamaçlarla karıştırılırdı, özenle numaralanır, mayalanma iksirleri öldürücülüğünü kesinlikle sürdürsün diye ertesi haftaya dek taş bankın altına yerleştirilirdi. Bu karanlık işlemler bittikten sonra, J.’la P. , tüyler ürpertici şişelere kendilerinden geçerek, uzun uzun bakarlar, yeşil bulamaçla lekelenmiş taştan çıkan acı ve ekşi kokuyu hazla içlerine çekerlerdi. Öte yandan, bu zehirler hiç kimseye yönelik değildi. Kimyacılar öldürebilecekleri insan sayısını hesaplar, bazı bazı iyimserliği kenti insansız bırakacak oranda zehir ürettiklerini varsaymaya dek götürürlerdi. Bununla birlikte, bu büyülü ilaçların kendilerini bir arkadaştan ya da nefret edilen bir öğretmenden kurtarabileceğini hiçbir zaman düşünmemişlerdi. Öyle ya, gerçekte hiç kimseden nefret etmezlerdi, bu da olgunluk çağında ve o zaman yaşamaları gereken toplumda onları çok rahatsız edecekti. Ama en büyük günler yelin zorlu estiği günlerdi. Yapının bahçeye bakan yanlarından biri, eskiden bir a. Sürediztmsel sıraya konulacak. 224 taraça olarak kullanılan bir yerdi, taş korkuluğu kırmızı döşeme taşlarıyla kaplı geniş bir oturtmalığın dibinde, otlar arasındaydı. Üç yanından açık olan taraça- dan park, parkın ötesinde de Kouba tepesini Sahel yaylalarından birinden ayıran bir koyak görünürdü. Öyle bir konumu vardı ki, Cezayir’de her zaman sert esen doğu yeli çıktığı zaman, dosdoğru üzerine vururdu. Çocuklar bu günlerde diplerinde her zaman uzun, kurumuş dallar bulunan ilk palmiye ağaçlarına doğru i koşarlardı. Bu dallan alır, dikenlerini çıkarıp elleriyle tutabilmek için altlarını kazırlardı. Sonra, dalları arkalarında sürükleyerek taraçaya doğru koşarlardı; yel kudurmuş gibi eser, yüksek dallan çılgınca sallanan okaliptüsler arasında ıslık çalar, palmiyeleri dağıtır, kauçuk ağaçlarının geniş, parlak yapraklarını bir kâğıt sesi çıkararak buruştururdu. Taraçaya tırmanmak, dalları yukarı alıp sırtını yele vermek gerekirdi. Sonra kuru ve hışırtılı dalları bir ölçüde bedenleriyle de koruyarak elleri dolusu alır, sonra birdenbire dönüverirlerdi. Bir anda dal üzerlerine yapışır, toz ve saman kokusunu solurlardı. Oyun, o zaman, dalı gittikçe daha yukarıya kaldırarak yele karşı ilerlemekti. Dalı ellerinden yele kaptırmadan taraçamn ucuna önce gelebilen, dal kollarının ucunda dikilmiş durumda, tüm beden öne atılmış bacağın üstünde, yelin azgın gücüne karşı utkuyla ve olabildiğince uzun zaman savaşan oyunu kazanırdı. Burada, bu bahçenin ve bu ağaç dolu yaylanın üzerinde, hızlı hızlı koca bulutlar geçen bir gökyüzünün altında, öylece dikilmiş durumda, Jacques ülkenin uçlarmdan gelmiş yelin dal ve kolları boyunca indiğini, içini durmamacasına uzun çığlıklar kopartan bir güç ve bir sevinçle doldurduğunu duyar, en sonunda, İlk Adam 225/15 kollan ve omuzlan çabadan kopmuş durumda dalı bırakır, fırtına da çığlıklarıyla birlikte bir anda götürüve- rirdi. Akşam, yatınca, annesinin hafif bir uykuyla uyuduğu odanın sessizliğinde, tüm yaşamı boyunca seveceği yelin gümbürtüsünün ve taşkınlığının içinde hâlâ uğuldadığını duyardı. Perşembe3 Jacques’la Pierre’in belediye kitaplığına gittikleri gündü aynı zamanda. Jacques, her zaman. eline geçen kitapları yercesine okumuştu, bunları da yaşamakta, oynamakta ve düş kurmakta gösterdiği oburlukla yutardı. Ama okuma, zenginlikle yoksulluğun kesinlikle gerçekdışı oldukları için aynı ölçüde ilginç göründükleri, arı bir evrene kaçmasını sağlardı. L'Intrepide, kendisi ve arkadaşlarının karton kapağı iyice kirlenip aşmıncaya, iç sayfaları köşeleri kıvrılıp yırtılıncaya dek elden ele geçirdikleri kocaman resimli gazete dizileri, onu iki temel susuzluğunu, sevinç ve yiğitlik susuzluğunu karşılayan güldürücü ya da kahramanca bir evrene götürmüştü. İnanılmaz ölçüde kılıç kalkan romanı tüketmelerine ve Pardaillan’m kişilerini gündelik yaşamlarına kolaylıkla karıştırmalarına bakılırsa, kahramanlık ve gösteriş düşkünlüğü iki çocukta da çok güçlüydü. Gözde yazarları Michel Zevaco’y- du, ve Rönesans, özellikle de Roma ve Floransa sarayları, krallık ya da papalık debdebesi içinde, kılıç ve zehir renkli İtalyan Rönesansı, bazı bazı, Pierre’in oturduğu sarı ve tozlu sokakta, uzun, [ ] l, cilalı cetvelleri çekerek, daha sonra parmaklarının uzun süre izlerini taşıdığı azgın düellolar yapan bu iki aristokratın göz- a. ortalarından ayrılacak. 1. Okunamayan bir sözcük. de ülkesiydi». O sırada başka kitaplarla pek karşılaşmazlardı, çünkü bu mahallede pek az insan kitap okurdu, kendileri de ancak arada sırada kitapçı dükkânlarına düşen halk kitaplarını satın alabilirlerdi. Ama, aşağı yukarı liseye girdikleri dönemde, mahallede, Jacques’in oturduğu sokakla Cezayir’in nemli ve sıcak yamaçlarında çok güzel gelişen hoş kokulu bitkilerle dolu küçük bahçeler içindeki villalarıyla daha seçkin mahallelerin başladığı yüksek yerlere eşit uzaklıkta bir belediye kitaplığı açılmıştı. Söz konusu villalar ancak kızların alındığı Sainte-Odile dinsel yatılı okulunun çevresindeydi. Jacques ile Pierre en derin heyecanları (daha bunlardan sözetme zamanı gelmedi, ilerde sözedilecek, vb.) kendi mahallelerine hem öylesine yakın, hem de öylesine uzak plan bu mahallede yaşamışlardı. İki evren (biri tüm yerleri insanlara ve onları barındıran taşlara ayrılmış, tozlu ve ağaçsız, öteki çiçek ve ağaçların bu dünyanın lüksüyle donattığı) arasmdaki smırı iki kaldırımında da görkemli çınarlar yükselen oldukça geniş bir bulvar canlandırırdı. Bir yanında villalar, öbür yanında küçük ucuz yapılar uzanırdı. Belediye kitaplığı bu yanda kurulmuştu. 1 Haftada üç gün, bu arada perşembeleri de, akşam iş saatinden sonra, perşembeleriyse sabahtan öğleye değin açılırdı. Zamanının birkaç saatini karşılıksız olarak bu işe veren, oldukça nankör bedenli, genç bir bayan öğretmen, oldukça geniş bir çam masanın arkasında oturur, ödünç verilecek kitaplara bakardı. Oda ka- a. Gerçekte kim d’Artagnan ya da Passepoil olacak dîye dövüşürlerdi. Hiç kimse Aramis, Athos ve Porthos olmak İstemezdi. I. Yazar "bu pazar üzerine*(sur ce marehe) diyor, oysa daha önce pazardan sözelmi- yor. Yanılgının *bon marehe"nin(ucuz) yaptığı çağrışımdan kaynaklandığı düşünülebilir. (Çev.) 227 re biçimi, duvarlar tümden çam kitap rafları ve kara bez ciltli kitaplarla kaplıydı. Çabucak bir sözlüğe bakmak isteyenler için bir küçük masa ve çevresinde birkaç iskemle vardı; çünkü yalnızca ödünç kitap verilen bir kitaplıktı burası. Bir de abecesel fişlik vardı ya Jacques da, Pierre de bu fişliğe hiç bakmazlardı; onların yöntemi rafların önünde dolaşmak, kitabı adına, daha ender olarak da yazarına göre seçmek, numarasmı alıp kitabı istemede kullanılan mavi kâğıda geçirmekti. Kitap almaya hak kazanmak için bir kira makbuzu getirmek ve çok küçük bir ödenti vermek yeterliydi. O zaman katlanır bir kart alınır, verilen kitaplar bayan öğretmenin tuttuğu defterle birlikte buraya da yazılırdı. Kitaplıkta roman çoğunluktaydı, ama çokları on beş yaşından küçüklere yasaktı ve ayrı yerleştirilmişti. Çocuklar da tümden sezgisel yöntemleriyle kalanlar arasında gerçek bir seçim yapamazlardı. Ama ekinsel konularda rastlantı en kötü yol değildi, iki pisboğaz, her şeyi karmakarışık bir biçimde silip süpürürken, en kötüyle birlikte en iyiyi de yutardı. Ayrıca, herhangi bir şeyi uslarında tutmaya da aldırdıkları yoktu; haftalar, aylar, yıllar içinde, her gün içinde yaşadıldarı gerçeğe indirgenmez olan, ama düşlerini de yaşamları kadar şiddetle yaşayan bu ateşli çocukların gözünde canlılıkta daha aşağı kalmayan koca bir imge ve anı evreni doğurtup büyüten şaşırtıcı ve güçlü bir heyecan dışında hiçbir şey tutmazlardı8*5. Gerçekte, bu kitapların içindekiler pek de önemli değildi. Önemli olan kitaplığa girdikleri zaman duy- a. Quillet sözlüğünün sayfalan, levhaların kokusu. b. Matmazel, Jack London iyi midir? 228 duklanydı, onlan kara kitaplardan bir duvar değil, daha kapının eşiğinde, kendilerini mahallenin dar yaşamından koparıp alan bir uzam ve sayısız çevrenler karşılardı. Sonra, hakları olan ikişer kitabı abp dirsekleriyle sıkı sıkı böğürlerine bastırarak bu saatte karanlık olan bulvara çıktıkları an gelirdi, koca çınarların toplarını ayaklarının altında ezerken, kitaplarından alacakları hazlan tasarlar, bunları önceki haftanınkilerle karşılaştırır, sonunda ana sokağa gelince, ilk sokak fenerinin sönük ışığında sevinçli ve açgözlü umutlarını güçlendirecek bir tümce devşirmek için açarlardı (örneğin "Ender rastlanır bir güç vardı onda" tümcesi). Birbirlerinden çabucak ayrılır, petrol lambasının ışığı altında, muşambanın üzerine kitabı açmak üzere yemek odasına koşarlardı. Aynı zamanda, parmaklara törpü gibi sürtünen kaba ciltten keskin bir kola kokusu yayılırdı. Kitabın baskı biçimi okuru alacağı haz konusunda şimdiden aydınlatırdı. P. ile J., incelmiş yazar ve okurların hoşlandığı şu geniş marjlı, geniş sayfa düzenlerini değil, sıkışık bir biçimde sıralanan satırlar boyunca koşan küçücük harflerle oluşturulmuş dopdolu sayfaları, içinden bol bol ve uzun uzun yenilip de bir türlü tü- ketilemeyen, kimi büyük iştahları ancak kendileri bastıran köy tepsileri gibi tepeleme sözcük ve tümce dolu sayfalan severlerdi. İncelmişliği ne yapacaklardı, hiçbir şeyi tanımıyor, her şeyi bilmek istiyorlardı. Anlaşılır bir biçimde yazılmış ve şiddetli bir yaşamla dolu olduktan sonra, kitabın «kötü yazılmış ve kabaca kurulmuş olmasının pek önemi yoktu; onlara düş besinlerini bu kitaplar ve yalnız bu kitaplar verebilirdi, daha sonra bunların üzerinde derin bir uykuya dalabilirler- di. Ayrıca, her kitabın, basıldığı kâğıda göre, özel bir kokusu vardı, her durumda, ince, gizli, ama öylesine benzersiz bir koku ki, J., Nelson dizisinin kitaplarını o sırada Fasquelle’in yayımladığı ucuz basılardan gözü kapalı ayırabilirdi. Bu kokuların her biri, daha okumaya bile başlamadan, Jacques’i şimdiden tutulan vaatlerle bir başka evrene götürür, bu evren de daha şimdiden bulunduğu odayı karartmaya, mahalleyi ve gürültülerini, kenti ve tüm dünyayı silmeye başlar, çılgınca ve coşkulu bir doymazlıkla okumaya başlamasıyla da tümden silinip sonunda çocuğu tam bir sarhoşluğa düşürür, yinelenen buyruklar bile onu bu sarhoşluktan sıyıramazdı*. "Jacques, üçüncü kez söylüyorum, sofrayı yap." En sonunda, okumadan zehirlenmiş gibi, bakışları boş ve soluk, biraz şaşkın, sofrayı yapar, kitabını hiç bırakmamamışçasma yeniden eline alırdı. "Jacques, yemeğini ye." En sonunda, yoğunluğuna karşın, kitaplarda bulduğundan daha az gerçek, daha az katı bulduğu besinini yer, sofrayı toplar ve yeniden kitabı eline alırdı. Bazı bazı, annesi köşesine gitmeden önce yanma yaklaşırdı. "Kitaplığmki", derdi. Oğlunun ağzından işittiği, ama kendisine hiçbir şey söylemeyen bu sözcüğü güzel söyleyemez, ancak kitapların kapağını tanırdıb. Jacques, başını kaldırmadan, "Evet", derdi. •Catherine Cormery omzunun üstünden eğilirdi. Işığın altında çifte dikdörtgene, satırların düzenli sırasına bakardı; o da kokuyu içine çeker, bazı bazı bir kitabın ne olduğunu daha iyi bilmek, bu kendisi için gizlemli, anlaşılmaz, ama oğlunun öyle sık sık ve saatler boyuna. geliştirilecek. b. Çam ağacından bir küçük yazı masası yaptırtmışlardı ona (Emest dayı). • 230 ca kendisinin bilmediği, onunsa, üzerine bir yabancı üzerine konar gibi konan bir bakışla döndüğü bir yaşam bulduğu göstergelere biraz daha yaklaşmaya çalışır gibi, çamaşırların suyundan kırışmış, uyuşuk parmaklarını sayfanın üzerinde gezdirirdi. Biçimini yitirmiş el usulca çocuğun başını okşar, çocuk tepki göstermez, o içini çeker, sonra gidip uzağına otururdu. "Jacques, git yat." Büyükanne buyruğu yinelerdi. "Yarın, geç kalacaksın." Jacques kalkar, kitabı koltuğunun altında, ertesi günün derslerine göre çantasını hazırlar, kitabı yastığının altına soktuktan sonra, bir sarhoş gibi, derin bir uykuya dalardı. Böylece, yıllar boyunca, eşitsiz bir biçimde, Jacques’in yaşamı birbirine bağlayamadığı iki yaşam arasında bölünmüştü. On iki saat süresince, bir çocuk ve öğretmen toplumu içinde, tambur sesleriyle, oyunlar ve dersler arasında. Gündüz yaşamının iki üç saati süresince eski mahalledeki evde, ancak yoksulların uykusunda ulaştığı annesinin yanında. Gerçekte, yaşamının en eski bölümü bu mahallede olmakla birlikte, şimdiki yaşamı, şimdiki yaşamından da fazla gelecek yaşamı lisedeydi. Öyle ki, mahalle sonunda bir bakıma akşam, uyku ve düşle karışıyordu. Öte yandan, bu mahalle var mıydı, bir akşam bilincini yitirmiş çocuk için de olduğu gibi bir çöl değil miydi? Betonun üstüne düşüş... Ne olursa olsun, lisede, hiç kimseye annesinden ve ailesinden sözedemezdi. Ailesinde de hiç kimseye liseden sözedemezdi. Bakaloryaya dek geçen tüm yıllar süresince, hiçbir arkadaş, hiçbir öğretmen evine gelmemişti. Annesiyle büyükannesine gelince, hiçbir zaman liseye gelmezlerdi, yılda bir kez, temmuza doğru, ödül dağıtımına gelir- 231 lerdi yalnızca. Doğru, o gün, pazarlıklarını giymiş bir yakınlar ve öğrenci kalabalığı içinde, büyük kapıdan girerlerdi liseye. Büyükanne büyük çıkışlardaki giysisini giyip kara başörtüsünü başına takar, Catherine Cormery, mumdan kara üzümle süslü ve kahverengi tüllü bir şapka, kahverengi bir yazlık giysi ve biricik yarım topuklu ayakkaplarmı giyerdi. Jacques’in Danton yakalı ve kısa kollu bir gömleği, önce kısa, sonra uzun, ama annesinin her zaman bir gün önceden özenle ütülediği bir pantalonu vardı, öğleden sonra bire doğru, iki kadının ortasında yürüyerek, onları kırmızı tramvaya yöneltir, ön vagonda bir sıraya oturtur, camın öbür yanından, arada bir kendisine gülümseyen ve tüm yol boyunca şapkanın başa oturmasını ya da çorabının düşüp düşmediğini, ya da ince bir zincirin ucunda, Meryem anayı gösteren, küçük altın madalyonun yerini denetleyen annesine bakarak önde, ayakta beklerdi. Gouvernement alanında, tüm Bab-Azoun sokağı boyunca, yılda bir tek kez iki kadınla yürüdüğü her günkü yolu başlardı. Jacques annesinin durum dolayısıyla bol bol harcadığı losyonu [lampe- ro] içine çeker, büyükanne dimdik ve gururla yürür, kızı ayaklarından yakınacak oldu mu onu azarlar ("Bu yaşta fazla küçük ayakkabı almak ne demekmiş, anlarsın!"), Jacques da bu arada bıkıp usanmadan yaşamında bunca büyük bir yer edinmiş dükkânları ve satıcıları gösterirdi. Lisede, onur kapısı açılmış olur, saksılarda bitkiler ilk ana baba ve öğrencilerin tırmanmaya başladığı anıtsal merdivenin iki yanını süsler, Cormery’ler de yaşamlarında pek öyle toplumsal zorunluk ve eğlence bulunmayan ve zamanmda yetişememekten korkan yoksulların her zaman yaptıkları 232 gibi®, elbette fazlasıyla erken gelmiş olurlardı. Bir balo ve konser şirketinden kiralanmış iskemle sıralarıyla kaplı büyükler avlusuna gelirlerdi o zaman; dipte, büyük saatin altında, üstü koltuk ve iskemlelerle dolu, bol bol da yeşil bitkilerle süslü bir peyke avluyu tüm genişliğince kapatırdı. Kadınlar çoğunlukta olduğundan, avlu yavaş yavaş açık renk tuvaletlerle dolardı. İlk gelenler, güneş almayan yerleri, ağaçların altını seçerlerdi. Ötekiler incecik hasırdan, kenarlan kırmızı yünden ponponlarla süslü Arap yelpazeleriyle velpaze- lenirlerdi. Kalabalığın yukarısında, göğün mavisi sıcağın pişirmesiyle pıhtılaşır, gittikçe sertleşirdi. Saat ikide, yukarı galeride, görünmez bir asker orkestrası La Marseillaise's başlar, bütün hazır bulunanlar ayağa kalkar, başlarında müdür ve bu yıl angaryayı yüklenmiş olan resmi görevli (genellikle Genel Hükümet’in bir yüksek memuru), dört köşe başlıklar ve ipekli bölümü uzmanlıklara göre renk değiştiren, uzun cübbelerle içeriye girerlerdi. Öğretmenlerin yerleşmesi sırasında yeni bir savaş marşı duyulur, hemen arkasından resmi görevli söz alır, genel olarak Fransa, özel olarak öğretim konusundaki görüşünü bildirirdi. Catherine Cormery işitmeden, ama hiçbir zaman sabırsızlık, bıkkınlık göstermeden dinlerdi. Büyükanne işitirdi ya fazla bir şey anlamazdı. "İyi konuşuyor", derdi kızına, o da inanmış bir havayla doğrulardı. Bu da büyükanneyi az önce dile getirdiği yargıyı bir baş sallamayla doğrulayarak solundaki erkek ya da kadm komşuya bakıp gülümsemek konusunda yüreklendia. ve yazgının güldürmediği kişiler, içlerinde bir yerlerde, kendilerini sorumlu tut' maktan geri duramaz, bir de küçük kusurlarla bu genel suçluluğu attırmamak gerektiğini sezinlerler. 233 rirdi. îlk yıl, Jacques büyükannesinin yaşlı İspanyol kadınların kara başörtüsünü takan tek kadın olduğunu ayrımsamış ve bundan rahatsız olmuştu. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu yanlış utanç hiçbir zaman bırakmamıştı yakasını; yalnız çekine çekine büyükannesine şapkadan sözedip de sokağa atacak parası olmadığı, ayrıca başörtüsünün kulaklarını sıcak tuttuğu yanıtını alınca, bu konuda hiçbir şey yapamayacağı kanısına varmıştı. Ama, büyükanne ödül toplantısında komşularla konuştuğu zaman, kızardığını duvardı. Hükümet adamından sonra, genellikle başyurttan gelmiş olan ve geleneksel olarak tören konuşmasını yapmakla görevlendirilen genç öğretmen kalkardı. Konuşma yarım saatle bir saat arasında sürebilir, genç üniversiteli konuşmasını bilgi ve insancı incelik anıştırmalarıyla doldurmaktan hiç geri durmaz, bu da konuşmayı Cezayirli dinleyici kitlesi için özellikle anlaşılmaz kılardı. Sıcağın da yardımıyla dikkat gevşer, yelpazeler daha hızlı sallanırdı. Büyükanne bile başka yana bakarak yorgunluğunu belli ederdi. Yalnızca Catherine Cormery, dikkat kesilmiş durumda, aralıksız biçimde üzerine inen 11 bilgi ve bilgelik yağmurunu kirpiklerini kıpırdatmadan karşılardı. Jacques’a gelince, yerinde tepinir, gözleriyle Pierre’i ve öteki arkadaşları arar, ufak işaretlerle dikkatlerini çeker, onlarla uzun bir kaş göz konuşmasına girişirdi. Yoğun alkışlarla konuşmacıya en sonunda lütfedip konuşmayı bağladığı için teşekkür edilir, ödül kazananların çağrılması başlardı. İşe büyük sınıflardan başlanır, ilk yıllarda, iki kadın için tüm öğle sonu iskemlelerinde sıranın Jacques’a gelmesini beklemekle geçerdi. Yalnız büyük * kayardı 234 ödüller görünmez orkestranın borularıyla selamlanır- dı. Ödül kazananlar, gittikçe daha genç, kalkar, avlu boyunca yürür, peykeye çıkar, yüksek görevli, arkasından müdür, güzel sözler eşliğinde elini sıkar, sonra müdür (kitap dolu tekerlekli sandıklar yerleşmiş dip yandan öğrenciden önce peykeye çıkmış odacının elinden alıp) kitap paketlerini verirdi. Sonra ödüllü öğrenci alkışlar arasında, müzik eşliğinde, kolunun altında kitapları, sevinç içinde, gözyaşlarını kurulayan büyüklerini gözleriyle arayarak peykeden inerdi. Göğün mavisi biraz daha azalır, denizin üstünde bir yerlerde görünmez bir çatlaktan biraz daha sıcaklık yitirirdi. Ödül kazanmışlar çıkıp iner, boru sesleri birbirini izler, gök artık yeşillenmeye başlarken avlu yavaş yavaş boşalır, sıra Jacques’in sınıfına gelirdi. Sınıfının adı söylenir söylenmez, Jacques yaramazlığa son verir, daha ağırbaşlı olurdu. Adı okununca, başı uğultular içinde, kalkardı. Arkasında, söyleneni işitmemiş olan annesinin büyükannesine "Cormery mi dedi?" dediğini, büyükannesinin de heyecandan pespembe, "Evet", diye yanıtladığını zor işitirdi. Geçtiği beton yol, peyke, yüksek görevlinin yeleği ve saat zinciri, müdürün sevecen gülümsemesi, bazı bazı peykenin kalabalığında yitmiş öğretmenlerinden birinin dost bakışı, sonra geçitte şimdiden ayağa kalkmış iki kadına doğru müzik eşliğinde yürüyüş, bir tür şaşkın sevinçle kendisine bakan annesi, tutsun diye kalın ödül listesini ona verişi, bakışlarıyla yanındakileri tanıklığa çağıran büyükannesi. Bitmek bilmez öğle sonunun ardından her şey fazlasıyla hızlı gider, Jacques eve dönüp kendisine verilen kitaplara» bakmak için acele ederdi. a. Les Travailteurs de la mer. 236 Genellikle Pierre ve annesiyle8 birlikte dönerler, büyükanne sessizce iki kitap destesinin yüksekliğini karşılaştırırdı. Evde, Jacques önce ödül listesini alır, büyükannesinin isteği üzerine, komşu ve akrabalara gösterilmek üzere, adının bulunduğu sayfaların uçlarını bükerdi. Sonra gömülerinin dökümünü yapardı. Annesinin, şimdiden soyunmuş, terliklerini giymiş durumda, bluzunu ilikleyerek gelip iskemlesini pencereye doğru çektiğini gördüğü zaman, işlem daha bitmemiş olurdu. Kendisine gülümser, "İyi çalıştın", der, yüzüne bakarak başını sallardı. Kendisi de ona bakardı, neyi, bilmezdi, ama beklerdi. Annesiyse, şimdi bir yıldan önce görmeyeceği liseden uzakta, alışılmış duruşuyla, pencereye doğru dönerdi; bu arada, oda karanlığa gömülür, sokağın* ilk lambalar yanar, artık sokakta yalnızca yüzden yoksun insanlar dolaşırdı. Annesi ancak şöyle bir görülmüş liseyi bir daha dönmemesiye bırakırsa da Jacques bir daha dışına çıkmayacağı aileyi ve mahalleyi geçişsiz olarak yeniden bulurdu. Hiç değilse ilk yıllarda, tatiller de Jacques’i ailesine geri getirirdi. Hiç kimsenin tatili yoktu onlarda, erkekler tüm yıl boyunca, aralıksız çalışırdı. Ancak kendilerini bu tür tehlikelere karşı sigortalamış kurumlar- da görevli oldukları zaman, iş kazası onlara boş zaman bırakır, tatilleri hastanede ya da hekimde geçerdi. Örneğin Ernest dayı, kendini fazla yorgun bulduğu bir anda, planyada bile bile avcundan kaim bir et yongası koparır, kendi deyimiyle "sigortaya giderdi". Ka- a. Ne liseyi görmüştü ne de günlük yaşamından herhangi bir şeyi. Ana babalar için hazırlanmış bir gösterimde bulunmuştu. Lise bu değildi lise... * kaldırımların. 237 dınlara ve Catherine Cormery’ye gelince, dinlenme hepsi için de daha hafif yemek anlamına geldiğinden, durmamacasına çalışırlardı. Hiçbir güvenceye bağlanmayan işsizlik, kötülüklerin en korkulanıydı. Pierre’- lerde olduğu gibi Jacques’larda da, günlük yaşamda her zaman insanların en hoşgörülüsü olmuş bu işçilerin yabancı düşmanı olmaları, İtalyanlar’ı, İspanyolları, Yahudiler’i, Araplar’ı, kısacası tüm dünyayı işlerini çalmakla suçlamaları bununla açıklanırdı -proletarya kuramı yapan aydınlar için kesinlikle üzücü, ama alabildiğine insanca ve bağışlanabilir bir tutum. Bu umulmadık ulusçuların öteki uluslarla paylaşamadıkları şey dünya egemenliği ya da para ve boş zaman ayrıcalıkları değil, kölelik ayrıcalıklarıydı. Bu mahallede çalışmak bir erdem değil, insanı yaşatmak için ölüme götüren bir zorunluluktu. Ne olursa olsun ve ağzma kadar dolmuş gemiler güzel "Fransa havası"nda toparlanmak üzere memurları ve hali vakti yerinde insanları alıp götürürken (dönenler de ağustos ortasında içlerinden sular akan masalsı ve inanılmaz, gür çayır betimleri getirirlerdi) Cezayir’de yaz ne denli çetin olursa olsun, yoksul mahalleler yaşamlarında kesinlikle hiçbir şeyi değiştirmezler, merkezdeki mahalleler gibi yan yarıya boşalmak şöyle dursun, çocuklar sokağa döküldüğünden, nüfusları yazla birlikte artmış gibi olurdu. 3 Delik espadriller, kötü bir kısa pantalon, yuvarlak yakalı bir pamuk kazak giyip kuru sokaklarda dolaşan Pierre ve Jacques için, tatil her şeyden önce sıcak demekti. Son yağmurlar nisanda, en geç mayısta yağar- a. daha yukarıda oyuncaklar atlıkarınca yararlı armağanlar. 238 dı. Haftalar ve aylar içinde, güneş gittikçe daha kımıl- tısız, gittikçe daha sıcak, duvarları kurutmuş, sonra kavurmuş, sıvaları, taşlan ve kiremitleri ince bir toz biçiminde öğütmüş olur, bunlar da, yellerin rastlantısına göre, sokakları, mağazaların vitrinlerini ve tüm ağaçların yapraklarını kaplardı. O zaman, temmuzda, tüm mahalle, gündüz ıssız, tüm evlerin tüm pancurları özenle kapalı, güneşin köpekleri ve kedileri evlerin eşiğine yıkıp canlıları erimi dışında kalmak için duvarları siy ıra sıvıra yürümek zorunda bırakarak vahşice hüküm sürdü&ü bir tür sarı ve külrenşi labirent olur- du. Ağustos ayında, üzerinden sokaklardan son renk izlerini de silen, dağılmış, akımsı, gözleri yoran bir ışık inen, sıcaktan külrengine girmiş, ezici ve nemli bir göğün ağır kıtığı ardında görünmez olurdu. Fıçı atölyelerinde, çekiçler daha gevşek çınlar, işçiler ter içinde kalmış baş ve gövdelerini pompanın serin fıskiyesinin altına tutmak için bazı bazı dururlardı 3. Evlerde, su, daha ender olarak da şarap şişeleri ıslak bezlere sardırdı. Jacques’in büyükannesi, loş odalarda üstünde yalnızca bir gömlek, ayaklan çıplak, hasır yelpazesini makine gibi işleterek dolaşır, sabah çalışır, öğle uykusu için Jacques’i yatağa sürükler, yeniden çalışmaya başlamak için akşamın ilk serinliğini beklerdi. Haftalar boyunca, yaz ve insanları böylece ağır, nemli ve çok sıcak gök altında sürüklenir, sonunda, sanki dünya yeli, karı, hafif suları hiç tanımamış, dünyanın yaratılışından bu eylül gününe değin yalnızca toza ve tere batmış varlıkların bakışları kımıltısız, biraz şaşkın, ağır ağır devindikleri, fazlasıyla sıcak galerilerle a. Sabiettes? ve başka yaz uğraşılan. 239 oyulmuş bu kocaman, kuru maden varmış gibi kışın serinliklerinin ve sularının* anısı bile unutuluncaya dek. Sonra, birdenbire, en son gerilim noktasına dek sıkışmış gök ikiye bölünürdü. îlk eylül yağmuru, şiddetli, cömert, kenti sele boğardı. Mahallenin tüm sokakları, incir ağaçlarının parlak yapraklan, elektrik telleri ve tramvay raylarıyla birlikte parlardı. Kentin yukarısındaki tepelerin üzerinden, daha uzak tarlalardan bir ıslak toprak kokusu, yazın tutsaklarına bir genişlik ve özgürlük bildirisi getirirdi. O zaman çocuklar sokağa fırlar, sokağın kaynaşan kara derelerinde şapur şupur ilerler, büyük su birikintilerinde omuz omuza tutuşup halka olarak, yüzlerinde çığlıklar ve kahkahalar, başlarını yağmura doğru kaldırarak, şaraptan daha sarhoş edici bir kirli su fışkırtmak üzere, yeni ürünü uyumla çiğnerlerdi. Ya, evet, sıcak korkunçtu, çoğu kez hemen herkesi deli eder, günden güne daha sinirli, tepki gösterecek, bağıracak, küfredecek ya da vuracak güçten yoksun bırakır ve öfke sıcağın kendisi gibi birikir, en sonunda, bu pas rengi mahallede şurada ya da burada patlayıverirdi, örneğin Lyon sokağında, Marabout diye adlandırılan Arap sokağının sınırında, tepenin balçığından yontulmuş mezarlığın çevresinde, Jacques’in Mağrip berberin tozlu dükkânından mavi giysili, kafası kazınmış bir Arab’ın çıktığını gördüğü gün olduğu gibi: Arap, kaldırımın üstünde, görülmedik bir durumda, bedeni öne eğik, başı olanaksız gibi görünecek ölçüde geride, çocuğun önünde birkaç adım yürümüştü, gerçekten de olanaklı değildi. Berber, onu tıraş eder- * yağmurlar. 240 ken delirmiş, sunulan gırtlağı uzun usturasıyla bir vuruşta kesivermiş, öteki de bıçağın altında kendisini boğan kandan başka hiçbir şey duymamış, iyi boğazlanmamış bir ördek gibi koşarak dışarıya çıkmıştı, bu arada, müşterilerin hemen yakalayıp durdurduğu berber, korkunç uluyordu - tıpkı bu sonu gelmez günlerde sıcağın kendisi gibi. Göğün çavlanlarından gelen su, ağaçları, çatıları, duvarları ve sokakları yazm tozundan bir anda arıtırdı. Çamur gibi, çabucak dereleri doldurur, lağım ağızlarını yabanılca fokurdatır, hemen her yıl bu lağımları patlatarak yolları kaplar, araba ve tramvayların önünden iyice açılmış iki kanat gibi fışkırırdı. Plajda ve limanda denizin kendisi de çamurlanırdı. Sonra ilk güneş evlerden, sokaklardan, tüm kentten dumanlar çıkarırdı. Sıcaklık geri gelebilirdi, ama artık egemenliğini kuramazdı, gök daha duru, soluklar daha geniş olurdu, güneşlerin yoğunluğu ardında, bir hava çırpıntısı, bir su vaadi, sonbaharı ve okulların açılışını haber verirdi2. "Yaz fazla uzun", derdi büyükanne, sonbahar yağmurunu ve çok sıcak günler boyunca pancurları kapalı odada sıkıntıdan tepinmesi sinirliliğini daha da artıran Jacques’m gidişini aynı rahatlama iççekişiyle karşılardı. Ayrıca yılın bir döneminin özellikle hiçbir şey yapmamaya ayrılmasını anlayamazdı. "Benim hiç tatilim olmadı”, derdi, dediği de doğruydu, ne okul, ne boş zaman görmüştü, çocukken de çalışmış, hiç durmadan çalışmıştı. Torununun, daha büyük bir kazanç uğruna, birkaç yıl eve para getirmemesini kabul ediyordu. a. lisede abonman kattı, -her ay girişim- "Abone” demenin sarhoşluğu ve denetleme sonrasının utkusu. İlk Adam 241/16 Ama, daha ilk günden, bu üç yitirilmiş ayı kafasına takmıştı, Jacques üçüncü sınıfa geçtiği zaman, ona tatillerde iş bulma zamanının geldiği yargısına varmıştı. Ders yılının sonunda, "Bu yaz çalışacaksın", demişti ona, "eve biraz para getireceksin. Böyle hiçbir şey yapmadan kalamazsın 3". Gerçekte, Jacques, yüzmeler, Kouba gezileri, spor, Belcourt sokağında sürtmeler, resimli dergiler, halk romanları, Vermot almanağı, Sa- int-Etienne Silah Fabrikası kataloğu b arasında yapacak çok işi olduğu düşüncesindeydi. Evin alışverişleri ve büyükannenin buvurduğu isler de cabası. Ama, ço- cuk para getirmediğine, okul açıkken olduğu gibi de çalışmadığına göre, tüm bunlar hiçbir şey yapmamaktı, bu karşılıksız durum da onun için cehennemin tüm ateşleriyle parlamaktaydı. Öyleyse en basiti ona bir iş bulmaktı. Gerçekte, pek de basit değildi. Hiç kuşkusuz, gazetelerin küçük üanlarmda, küçük yardımcılar ve ayak işçileri için işler sunulmaktaydı. Madam Bertaut, tereyağı kokulu (zeytinyağına alışmış burun ve damaklar için alışılmamış bir koku) dükkânı berberin dükkânının yanında bulunan sütçü, bunları büyükanneye okurdu. Ama işverenler adayların en az on beş yaşında olmasını istiyorlardı her zaman, on üç yaşma göre fazla iri olmayan Jacques’in yaşı konusunda yüzü kızarmadan yalan söylemek de zordu. Öte yandan, ilanı verenler hep yanlarında kalarak mesleğinde ilerleyecek çalışanlar düşlemekteydi. Büyükannenin (ünlü başörtüsü de işin içinde olmak üzere, tüm büyük çıkışlardaki gibi donanmış durumda) Jacques’i önerdiği ilk işverena. annenin araya, girişi - Yorulacak, b. Önce okumalar? yukan mahalleler? 242 ler onu fazla küçük bulmuşlar ya da iki aylığına bir adam almayı kesinlikle reddetmişlerdi. "Biz de kalacağını söyleriz, olur biter, demişti. -Doğru değil ki. -Za- rarı yok. Sana inanırlar." Jacques’in söylemek istediği bu değildi, gerçekte sözüne inanıp inanmamalarına aldırdığı bile yoktu. Ama böyle bir yalan gırtlağında kalacakmış gibi geliyordu ona. Hiç kuşkusuz, cezadan kurtulmak için, bir 2 franklığı vermemek için, çoğu zaman da konuşma keyfini yaşamak ya da övünmek için evde sık sık yalan söylemişti. Ama ailesine yalan söylemek önemsiz görünürken, yabancılara yalan söylemek ölümcül gibi görünüyordu. Bulanık bir biçimde, insanın sevdiklerine temel konuda yalan söyleyemeyeceğini, çünkü bu durumda artık onlarla yaşayamayacağını, onları sevemeyeceğini sezmekteydi. İşverenler onun hakkında yalnızca kendilerine söyleneni bilebilirlerdi, onu tanımayacaklar, yalan toptan olacaktı. Madam Bertaut’nun Agha’da büyük bir hırdavatçının sınıflandırma işinde çalışacak genç bir yardımcı aradığını bildirdiği gün, büyükanne başörtüsünü bağlayarak "Hadi, gidelim", demişti. Hırdavatçı merkez semtlere doğru çıkan yokuşlardan birindeydi; temmuz ortasının güneşi burayı pişiriyor, yoldan çıkan katran ve sidik kokusunu azdırıyordu. Giriş katında, uzunlamasına demir parça ve kapı ve pencere kolu örnekleriyle dolu bir tezgâhla ikiye bölünmüş ve duvarlarının en büyük bölümü gizlemii etiketler taşıyan çekmecelerle kaplı, dar, ama derin mağaza vardı. Girişin »ağında, tezgâhın üstüne kasa için bir gişe yerleştirmiş, dövme demirden bir parmaklık yapmışlardı. Parmaklığın arkasında duran dalgın ve geçkin kadm büyükanneye bürolara, birinci kata çıkmasını söylemişti. Gerçekten, ma- 243 gazanın dibinde, tahta bir merdiven, mağaza gibi düzenlenmiş büyük bir büroya çıkıyordu, burada, ortada duran büyük bir masanın çevresine kadınlı erkekli beş altı görevli oturmaktaydı. Yanda bir kapı müdür odasına açılmaktaydı. Patron, fazlasıyla sıcak bir çalışma odasında gömlekle ve yakası açık oturmaktaydı 8. Arkasında, küçük bir pencere, saat öğleden sonranın ikisi olmakla birlikte, güneş ulaşmamış bir avluya bakmaktaydı. Kısa ve şişmandı, başparmaklarını gök mavisi, geniş askılara geçirmişti, kesik kesik soluk almaktaydı. Büyükanneye oturmasını belirten kısık ve kesik sesin geldiği yüz iyi seçilemiyordu. Jacques bu mağazanm her yanında hüküm süren demir kokusunu içine çekmekteydi. Patronun kımıltısızlığı ona kuşku kımıltısızlığıymış gibi geliyor, bu güçlü ve korku verici adamın önünde söylenmesi gereken yalanı düşündükçe bacaklarının titrediğini duyuyordu. Büyükanneye gelince, titremiyordu. Jacques on beşine girmek üzereydi, bir durum edinmesi, gecikmeden işe başlaması gerekiyordu. Patrona göre, on beşinde göstermiyordu, ama zekiyse... sırası gelmişken, öğrenim belgesi var mıydı? Hayır, ama bursu vardı. Ne bursu? Liseye gitmek için. Lisede miydi ki? Kaçıncı sınıfta? Üçte. Liseyi bırakıyor muydu? Patron daha da kımıltısızdı, şimdi yüzü daha iyi görünmekteydi, yuvarlak ve sütsü gözleri büyükanneden çocuğa gidiyordu. Jacques bu bakışın altında titriyordu. "Evet, demişti büyükanne. Fazla yoksuluz." Patron ayrımsanmaz bir biçimde gevşemişti. "Yazık, demişti, yetenekli olduğuna göre. Ama insan ticarette de iyi dua. bir yaka düğmesi, takma yaka. 244 rumlar edinir." Şu var ki, iyi durum alçak gönüllüce başlıyordu. Jacques her gün sekiz saat işe gelme karşılığında ayda 150 frank kazanacaktı. Yarın başlayabilirdi. "Görüyorsun, demişti büyükanne. Bize inandı. -A- ma, ayrılırken, nasıl açıklayacağım? Orasını bana bırak. -Peki", demişti çocuk, boyun eğmişti. Başlarının üzerindeki yaz güneşine bakıyor, demir kokusunu, gölge dolu büroyu, yarm erken kalkmak gerekeceğini ve daha yeni başlayan tatilin bittiğini düşünüyordu. İki yıl süresince, Jacques yazın çalışmıştı. Önce hırdavatçıda, sonra bir denizcilik komisyoncusunda. Her seferinde, ayrılmak gereken 15 Eylül tarihinin gelişine korkuyla bakmıştı.1 Bitmişlerdi gerçekten de, sıcağıyla, sıkıntısıyla, yaz gene eskisi gibi de olsa, bitmişlerdi. Ama eskiden yüzünü değiştiren şeyi, göğünü, uzamlarını, uğultusunu yitirmişti. Jacques artık günlerini yoksunluğun pas rengi mahallesinde değil, merkez mahallesinde geçiriyor, burada yoksulun kaba sıvasının yerini zengin beton alıyor, evlere daha seçkin ve daha hüzünlü bir gri renk veriyordu. Daha sekizde, Jacques’m demir ve gölge kokan mağazaya girdiği saatte, içinde bir ışık söner, güneş yokolurdu. Kasadar hanımı selamlayıp birinci kattaki iyi aydınlatılmamış büroya tırmanırdı. Orta masanm çevresinde ona yer yoktu. Gün boyu emdiği sarma sigaralardan bıyığı sararmış yaşlı sayman, otuz yaşlarında, boğa gövdeli ve boğa yüzlü, yan dazlak bir adam olan sayman yardımcısı, daha genç iki yardımcı, biri, güzel, düzgün bir yüz altında, ince, esmer, kaslı, gömlekleri ıslak ve gövdesine yapışmış du- 1. Bu parça yazarca bir çizgiyle çevrilmiştir. 245 rurada gelen, gün boyu büroya gömülmeden önce her sabah gidip dalgakıranda denize girdiği için çevresine güzel bir deniz kokusu yayan, öteki, şişman ve güleç, sevinçli canlılığına gem vurulamayan bir delikanlı, sonra madam Raslin, biraz at gibi de olsa her zaman pembe keten ya da kutil giysileri içinde göze hoş gelen, ama herkesi katı bakışlarla süzen müdürlük yazmanı, dosyaları, hesap defterleri ve makinalarıyla masayı doldururlardı. Böylece Jacques müdürün kapısının sağma konulmuş bir iskemlede oturur, kendisine iş verilmesini bekler, çoğu zaman, faturaları ve iş mektuplarını pencereyi çerçeveleyen dolaba yerleştirmesi istenirdi. Başlangıçta bunların yaylı dosyalarını çıkarıp kullanmayı ve kokusunu içine çekmeyi severdi, sonra ilkin kendisine çok güzel gelen kâğıt ve kola kokusu kendisi için sıkıntının kokusunun ta kendisi olmuştu. Kimi zaman da uzun bir toplamı bir kez daha gözden geçirmesini isterler, o da iskemlesine oturup dizlerinin üstünde yapardı bu işi. Ya da sayman yardımcısı bir dizi rakamı birlikte karşılaştırmaya çağırır, o da, hep ayakta, ötekinin arkadaşları rahatsız etmemek için donuk ve boğuk bir sesle söylediği rakamları özenle işaretlerdi. Pencereden, sokak ve karşı yapılar görünür, gökyüzüyse hiçbir zaman görünmezdi. Bazı bazı, ama seyrek olarak, Jacques’i mağazanın yakınında bulunan kırtasiyeciden büro gereci almaya ya da ivedi bir haveleyi postaya vermeye yollarlardı. Büyük postane iki yüz metre uzakta, limandan kentin kurulduğu tepelerin doruğuna dek çıkan, geniş bir bulvarın üzerindeydi. Bu bulvarda, Jacques uzamı ve ışığı yeniden bulurdu. Çok geniş bir yuvarlak yapının içine yerleşmiş olan posta da üç büyük kapı ve üzerinden ışık 246 akan bir kubbeyle aydınlatılmıştı 8. Ama, yazık ki, Jacques çoğu kez mektupları günün sonunda, bürodan çıkışta postaya vermekle görevlendirilirdi, bu da o zaman fazladan bir iş olurdu, çünkü, günün solmaya başladığı bir saatte, müşterilerle dolu bir postaneye doğru koşmak, gişeler önünde kuyruğa girmek gerekirdi ve bekleme iş saatini daha da uzatırdı. Gerçekte, uzun yaz Jacques için donuk ve parıltısız günler içinde ve anlamsız uğraşılarla eriyip giderdi, "Hiçbir şey yapmadan durulmaz", derdi büyükanne. Jacques fa da bu büroda hiçbir şey yapmıyormuş gibi gelirdi. Onun için hiçbir şey denizin ya da Kouba’daki oyunların yerini tutmamakla birlikte, işi yadsımazdı. Ama onun için gerçek iş örneğin fıçıcılık işiydi, uzun bir kas çabası, sert ve hafif ellerin bir dizi becerikli ve kesin devinisiy- di, çabalarının sonucunu görürdü insan: işçinin gözlemleyebileceği, yeni, iyice bitmiş, tek çatlağı bulunmayan bir fıçı. Ama bu büro işi hiçbir yerden gelmiyor ve hiçbir şeye varmıyordu. Satmak ve satınalmak, her şey bu bayağı ve çok ufak eylemlerin çevresinde dönmekteydi. O zamana dek yoksulluk içinde yaşamış olmasına karşın, Jacques bu büroda bayağılığı bulur ve yitirilmiş ışığa ağlardı. Bu bunaltıcı duyumdan iş arkadaşları sorumlu değildi. Kendisine kibar davranır, hiçbir şeyi sertçe buyurmazlardı, sert madam Raslin bile bazı bazı ona gülümserdi. Aralarında az ve şu Cezayirliler'e özgü şen yakınlık ve ilgisizlik karışımıyla konuşurlardı. Kendilerinden çeyrek saat sonra patron geldiği ya da bir buyruk vermek, bir faturayı doğrulamak için a. posta işlemleri? 247 odasından çıktığı zaman (önemli işler için yaşlı saymanı ya da ilgili görevliyi odasına çağırırdı), sanki bu insanlar ve bu kadm yalnızca iktidarla ilişkileriyle tanımlanırmış gibi, kişilikler daha iyi ortaya çıkardı, yaşlı sayman kaba ve bağımsız, madam Raslin ağırbaşlı düşünde yitip gitmiş, sayman yardımcısıysa tersine tam bir köle. Ama, günün geri yanında, kabuklarına çekilirler, Jacques da iskemlesinde kendisine büyükannesinin iş dediği sıradan bir devinme olanağı verecek buyruğu beklerdi.3 İskemlesinin üstünde sözcüğün tam anlamıyla kaynayıp da dayanamaz olunca, mağazanın arkasındaki avluya iner, beton duvarlı, zor aydınlanan ve acı sidik kokan alaturka tuvalette çevreden yalıtlanırdı. Bu karanlık yerde gözlerini yumar, alışılmış kokuyu soluyarak düşlere dalardı. İçinde, kan ve tür düzleminde, kör birşeyler kımıldardı. Bazı bazı, bir gün, önündeki toplu iğne kutusunu düşürüp de almak için diz çöktüğü, sonra, başını kaldırınca, etek altında açık dizleri ve dantel iç giysi içinde kalçalarını gördüğü madam Raslin’in bacakları gözlerinin önüne gelirdi. O zamana değin bir kadının etekleri altına giydiklerini hiç görmemişti, bu beklenmedik görüntü ağzını kurutmuş, bedenini nerdeyse çılgınca bir titremeyle doldurmuştu. Artsız aralıksız deneyimlerine karşın hiçbir zaman tüketemeyeceği bir gizlem açmlanmaktaydı önünde. Jacques, günde iki kez, öğleyin ve saat altıda, dışarıya fırlar, dik sokaktan aşağıya hızla iner, işçileri mahallelerine getiren, basamaklarından yolcu salkımları sarkan, ağzına dek dolu tramvaylara atlardı. Büyükler a. Yaz, bakaloryadan sonra dersler - şaşkın bir ba§. 248 ve çocuklar, ağır sıcakta birbirine sıkışmış, kendilerini bekleyen eve yönelmiş, ruhsuz bir çalışma, rahatsız tramvaylarda gidiş gelişler, son olarak da hemen çöküveren uyku arasmda bölünmüş olan bu yaşama boyun eğmiş durumda, sakin sakin terler, hiç seslerini çıkarmazlardı. Kimi akşamlar, onlara baktıkça, Jacques’in hep yüreği daralırdı. O zamana dek, yoksulluğun zenginlik ve sevinçlerini tanımıştı yalnızca. Ama sıcak, sıkıntı, yorgunluk lanetlenmişliği, sonu gelmez tekdüzeliği hem günleri çok uzun, hem yaşamı çok kısa kılmayı başaran, ağlanacak ölçüde budalaca çalışmanın la- netlenmişliğini göstermekteydi ona. Komisyoncuda yaz daha hoş geçmişti, çünkü bürolar Front-de-Mer bulvarına bakar, daha önemlisi, çalışmanın bir bölümü limanda geçerdi. Öyle ya, Jacques’m Cezayir’e uğrayan ve komisyoncunun, kıvırcık saçlı, pembe yüzlü, güzel, yaşlı adamın değişik yönetimler karşısmda temsil ettiği, her ulustan gemilere gitmesi gerekirdi. Jacques geminin kâğıtlarını alıp büroya getirir, burada çevirileri yapılırdı. Bir haftanm sonunda, İngilizce oldukları zaman, ihtiyat dizelgelerini ve kimi konşimentoları çevirmekle kendisi görevlendirilmişti, gümrük yetkililerine ya da malları teslim alan büyük dışalım şirketlerine gönderilirdi. Böylece Jacques bu kâğıtları almak için sürekli olarak Agha ticaret limanına gitmek zorundaydı. Limana inen sokakları sıcak kasıp kavururdu.*Bu sokaklar boyunca uzanan kaim dökme korkuluklar yakıcıydı, insan elini değdire- mezdi. Geniş rıhtımlar üzerinde, güneş ortalığı boşaltırdı, yalnız, böğürleri rıhtımda, yeni yanaşmış gemilerin çevresinde, baldırlarından kıvrılmış mavi pantalon- lar giymiş, gövdeleri çıplak ve bronzlaşmış dok işçileri 249 gidip gelir, başlarının üzerindeki bir çuval omuzlarını ve bellerini örter, bunların üstüne çimento, kömür torbaları ya da keskin kenarlı sandıklar yüklenirdi. Güverteden rıhtıma inen köprü üzerinde gidip gelir ya da sintine ile rıhtım arasına atılmış kalasın üstünde hızla yürüyerek sintinenin ardına dek açılmış kapısından dosdoğru yük gemisinin karnına girerlerdi. Güneşin ve rıhtımlardan yükselen tozun kokusunun ya da fazlasıyla ısınıp asfaltı erimiş, demirlerine el değmez olmuş köprülerin kokusunun ardında, Jacques her geminin özel kokusunu tanırdı. Norveç gemileri ağaç kokardı, Dakar’dan gelenler ya da Brezilya gemileri kendileriyle birlikte bir kahve ve baharat kokusu getirirlerdi, Alman gemileri yağ, İngiliz gemileri demir kokardı. J. köprüyü tırmanır, dilinden anlamayan bir denizciye komisyoncunun kartını gösterirdi. Sonra onu gölgenin bile sıcak olduğu dar koridorlar boyunca bir görevlinin, hatta bazan bir süvarinin odasına götürürlerdi.® Geçerken, bir yaşamın özünün yoğunlaştığı bu küçücük, dar ve çıplak kamaralara oburca bakardı, o zamanlar bunları en lüks odalara yeğ tutmaya başlamıştı. Kibarca karşılarlardı onu, çünkü kendisi de kibarca gülümser, bu sert yüzleri, belli bir yalnızlık yaşamının hepsine verdiği bakışı sever, bunu da gösterirdi. Sonra, mutluluk içinde, tutuşmuş rıhtıma, yakıcı korkuluklara ve büro çalışmasına doğru geri dönerdi. Yalnız sıcakta'bu gidip gelmeler -onu yorar, derin derin uyurdu, eylül ayı zayıflamış ve sinirli bulurdu onu. On iki saat lise günleri yaklaştıkça rahatlar, aynı zamanda da içinde büroya işi bıraktığını bildirecek ol- a. Dok işçisi kazası? Bk. gazete. 250 manın huzursuzluğu büyürdü. En zoru hırdavatçıdaki olmuştu. O, korkakça, büroya gitmemeyi, nasıl olursa olsun, gidip büyükannenin açıklamasını yeğlerdi. Ama büyükanne her türlü biçimsel işleme boşvermeyi daha kolay buluyordu, ücretini alır, hiçbir açıklamada bulunmaz, bir daha da geri dönmezdi, olur biterdi. Jacques, patronun yıldırımlarım karşılamak üzere büyükanneyi yollamayı doğal buluyordu ya (doğrusu durumdan ve yol açtığı yalandan o sorumluydu) nedenini açıklayamadan bu kaçış karşısında sinirleniyordu; üstelik, inandırıcı kanıtı da bulmuştu: "Ama patron eve birini yollar". "Doğru, demişti büyükanne. Sen de dayının yanında çalışacağını söylersin, olur biter.” Jacques içinde bir cehennem acısıyla gidiyordu ki, büyükanne, "Ama önce param al, demişti. Sonra söylersin." Akşam olunca, patron aylığım vermek üzere herkesi inine çağırırdı. "Al, ufaklık", demişti Jacques’a zarfı uzatarak. Jacques daha duralayarak elini uzatırken, öteki gülümsemişti. "Çok iyi gidiyor, biliyorsun. Büyüklerine söyleyebilirsin." Jacques hemen konuşmaya başlayıp artık gelemeyeceğini açıklıyordu. Patron, kolu hâlâ ona doğru uzanmış durumda, şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordu. "Neden?" Yalan söylemek gerekiyor, ama yalan ağzından çıkmıyordu. Jacques sesini çıkaramamıştı, öyle sıkıntılı görünüyordu ki, patron anlamıştı. "Liseye mi dönüyorsun? -Evet", demişti Jacques, korku ve sıkıntı içinde, birdenbire gelen bir rahat- layış gözlerini dolduruyordu. Patron, öfke içinde, ayağa kalkmıştı. "Buraya geldiğinde de bunu biliyordun. Büyükannen de biliyordu." Jacques ancak başıyla evet diyebilmişti. Şimdi patronun bağırmaları odayı doldurmaktaydı; namussuzluk etmişlerdi, o da namussuzluk- 251 tan tiksinirdi. Parasını vermemenin hakkı olduğunu biliyor muydu, vermek de budalalık olurdu ayrıca, hayır, vermeyecekti, büyükannesi gelsindi, nasıl karşılayacaktı, bakalım, gerçeği söylemiş olsalardı, belki gene alırdı işe, ama bu yalan! "Artık liseye gidemez, fazla yoksuluz", o da bunu yemişti. "Bunun için, dedi Jacques birden. -Ne için? -Yoksul olduğumuz için". Sonra susmuştu, öteki, ona baktıktan sonra, ağır ağır eklemişti: "... bunu yaptınız, bana bu masalı anlattınız, öyle mi?" Jacques, dişlerini sıkmış, ayaklarına bakıyordu. Bir sessizlik olmuştu, bitmez bir sessizlik. Sonra patron masanın üstünden zarfı alıp ona uzatmıştı: "Al paranı. Defol, demişti sertçe. -Hayır", demişti Jacques. Patron zarfı cebine sokmuştu: "Defol!" Sokakta, Jacques koşuyor, şimdi ağlıyordu, cebini yakan paraya dokunmamak için elleriyle ceketinin yakasına yapışmıştı. Tatil yapmama hakkını kazanmak, gökyüzünden ve çok sevdiği denizden uzakta çalışmak için yalan söylemek, lisede derslere yeniden başlamak için gene yalan söylemek, bu haksızlık öldüresiye yüreğini burkuyordu. Çünkü en kötüsü bu söyleyemediği yalanlar değildi (eğlenmek için her zaman yalan söyleyebilirdi, ama zorunluluk nedeniyle yalana boyun eğmesi olanaksızdı), en kötüsü mevsimin ve ışığın dinlenişiriin kendisinden çalınmış olmasıydı, o zaman yıl bir ivedi kalkışlar, donuk ve hızlı günler dizisinden başka bir şey olmuyordu. Yoksul yaşamında görkemli olan, öylesine geniş biçimde, öylesine oburca tadını çıkardığı zenginlikleri, bu gömülerin milyonda birini bile alamayacak birkaç kuruş için yitirmek gerekiyordu. Gene de bunu yapmak gerektiğini anlıyordu, hatta, en bü- 252 yük başkaldırı dakikasında, içinde bir yerlerde bunu yaptığı için gurur duymaktaydı. Çünkü yalanın düşkünlüğüne kurban edilen bu yazların biricik karşılığım ilk ödeme gününde, yemek odasına girince bulmuştu: büyükannesi patatesleri soyup bir su lengerine atıyor, Ernest dayı oturmuş, bacaklarının arasında tuttuğu sabırlı Brillant’m pirelerini ayıklıyor, annesi, yeni gelmiş, yıkasın diye verdikleri ufak bir kirli çamaşır balyasını çözüyordu, Jacques ilerlemiş ve tüm yol boyunca avcunda tuttuğu 100 franklık kâğıt parayla koca maden paralan masanın üstüne koymuştu. Büyükanne, hiçbir şey söylemeden, 20 franklık bir maden parayı ona doğru itip gerisini toplamıştı. Dikkatini çekmek için Catherine Coqnery’nin böğrünü dürtmüş, ona parayı göstermişti: "Oğlun. -Evet", demişti annesi, hüzünlü gözleri bir saniye çocuğu okşamıştı. Dayı, Brillant’ı tutarak (o da işkencesinin bittiğini sanıyordu) başını sallıyordu. "Güzel, güzel, diyordu. Sen, bir adam." Evet, bir adamdı, borcunun birazcığım ödüyordu, bu evin yoksunluğunu birazcık azaltmış olma düşüncesi içini insanların özgür olduklarını ve hiçbir şeye bağlı bulunmadıklarını sezmeye başladıklan zaman gelen şu nerdeyse kötü gururla dolduruyordu. Gerçekten de, bunu izleyen açılışta, ikinci smıfm avlusuna girdiği zaman, kendisini bekleyen bilinmedik dünyayı düşünerek yüreği daralmış durumda, çivili kunduralarının üstünde sendeleyerek kuşlukta Belcourt’dan ayrılmış olan çocuk değildi artık, arkadaşlanna yönelttiği bakış arılığını azıcık yitirmişti. Ayrıca bu sırada birçok şey onu bir zamanların çocuğundan koparmaktaydı. Bu iş çocuk yaşamının kaçınılmaz zorunluluklarından biriy- 253 miş gibi o zamana değin büyükanneden dayak yemeye sabırla boyun eğmiş olan bu çocuk, bir gün, birdenbire, sertlikten ve öfkeden çılgına dönmüş durumda, açık renk ve soğuk gözleri tepesini attırtan bu başa vurmaya öylesine kararlıydı ki, büyükanne bunu anlayarak gerilemiş, yozlaşmış çocuklar yetiştirmiş olmanın mutsuzluğu içinde inleyerek, ama bir daha hiçbir zaman Jacques’i dövemeyeceğini anlamış olarak odasına çekilmişti; gerçekten de bir daha hiçbir zaman dövmemişti onu; ama, öküz sinirini elinden çekip aldıysa, bu saçları karmakarışık, bakışları kızgın, zayıf ve kaslı delikanlıda çocuk öldüğü içindi; eve para getirmek için bütün yaz çalışmıştı, lise takımının kaleciliğine getirilmişti, üç gün önce de ilk olarak, bayıldı bayılacak durumda, bir genç kızın dudağını tatmıştı. 254 2 Kendine de karanlık Ya, evet, böyleydi, bu çocuğun yaşamı böyle olmuştu, yaşam böyle olmuştu mahallenin yoksul adasında, çırılçıplak yoksunlukla bağlı, sakat ve bilgisiz bir ailenin ortasında, homurdanan genç kanıyla, insanı yiyip bitiren bir yaşam iştahıyla, yavuz ve doymaz bir usla. Tüm bunlarla birlikte, bir sevinç taşkınlığı. Bilinmedik bir dünyanın beklenmedik vuruşları bu sevinç taşkınlığını keser, onu sarsar, ama o çabucak toparlanır, tanımadığı bu dünyayı anlamaya, öğrenmeye, özümlemeye çalışır, gerçekten de özümlerdi, çünkü oburca yaklaşırdı ona, içine sokulmaya çalışmadan, iyi niyetle, ama alçalmadan, sonunda dingin bir kesinliği yitirmeden, evet, böyle, güvenle yaklaşırdı, öyle ya, her istediğine ulaşacağını, bu dünyadan ve yalnız bu dünyadan olan hiçbir şeyin kendisi için hiçbir zaman olanaksız olmadığını kesinlerdi, her yerde yerini bulmaya ha- zırlamrdı (çocukluğunun çıplaklığı da onu buna hazırlamıştı), çünkü hiçbir şeyi arzulamıyor, yalnızca sevinci, özgür varlıkları, gücü ve yaşamda iyi, gizlemli olan, satınalınamayan, hiçbir zaman da satmalınamayacak olan her şeyi arıyordu. Dahası, yoksulluk zoruyla, günün birinde hiçbir zaman onu istemeden, hiçbir zaman ona boyun eğmeden, para alacak duruma gelmeye hazırlanıyordu, şimdi, kendisi, Jacques, nasılsa öy- 255 le, kırk yaşında, nice şey üzerinde hüküm süren, bununla birlikte, en alçak gönüllüsünden daha az şey olduğuna, ne olursa olsun annesinin yanında bir hiç olduğuna öylesine inanan Jacques nasılsa öyle. Evet, denizin, yelin, sokağın oyunları içinde, yazın ve kısa kışın zorlu yağmurlarının ağırlığı altında, böylece, babasız, geleneksiz yaşamıştı, ama, bir yıl süresince, hem de tam gerektiği zamanda bir baba bularak ve [ ]‘ insanlar ve nesneler arasında, bir davranış biçimine benzer (o sırada karşılaştığı durumlarda yeterli, daha sonra, dünyanın kanseri karşısında yetersiz) bir şey oluşturmak ve kendi geleneğini kendi yaratmak için kendisine sunulan bilgiyi ilerleterek. Bu muydu hepsi, bu deviniler, bu oyunlar, bu gözüpeklik, bu ateş, aile, petrol lambası ve karanlık merdiven, yelde palmiye dalları, denizde doğuş ve vaftiz, son olarak da bu karanlık ve çalışkan yazlar mıydı? Bunlar vardı, evet ya, böyleydi, ama varlığın karanlık yanı vardı bir de, içinde, bütün bu yıllar boyunca, şu toprağın altında, kayalık labirentlerin dibinde, hiçbir zaman gün ışığı görmemiş olan, gene de nerden geldiği bilinmeyen, belki de incecik taş damarlarınca dünyanın kırmızı kırmızı ışıldayan odağından şu saldı mağaraların kara havasma doğru çekilen ve içinde yapışkan ve [[sıkışmış] bitkilerin yaşamak için besinlerini hâlâ her türlü yaşamın olanaksız göründüğü yerden aldığı şu derin sular gibi gizliden gizliye kımıldamıştı. Ondaki bu hiç durmamış olan, bu şimdi de hâlâ duyduğu kör devinim, içine şu yüzeyde sönmüş, ama için için yanan, turbanın dış çatlaklarının ve şu kaba çal1. Okunamayan bir sözcük. 256 kantılann yerini değiştiren, böylece çamurlu yüzeyi bataklıkların turbasıyla aynı devinimleri gösteren, bu içinde gizli kara ateş, bu yoğun ve ayrımsanmaz dalgalanmalar hâlâ doğuyordu içinde, günü gününe, çöl sıkıntıları, en verimli özlemleri, en sert çıplaklık ve yalınlık istemleri gibi, isteklerinin en şiddetlileri ve en korkunçları, sonra hiçbir şey olmama yönelimi, evet, tüm bu yıllar içinde bu karanlık devinim çevresindeki bu uçsuz bucaksız ülkeye uymaktaydı; daha küçücük bir çocukken, önünde uçsuz bucaksız deniz, arkasında içeri diye adlandırılan o sonu gelmez dağ, yayla ve çöl uzamı, ikisinin arasında sürekli tehlikeyi duymuştu, doğal göründüğü için hiç kimse sözetmezdi bu sürekli tehlikeden, ama Birmandreis’te odaları tonoz biçimi, duvarları kireç badanalı küçük çiftlikte, teyze yatmadan önce sağlam ve kaim pancurlar üzerine kocaman sürgülerin çekilip çekilmediğine bakmak için uğradığı zaman, Jacques ayrımsardı, kendini atılmış, burada ilk oturan kişi, ya da ilk fatih gibi atılmış olarak duyumsadığı, hâlâ gücün yasasınm egemen olduğu ve törelerin önleyemediğini adaletin acımasızca cezalandırmakta kullanıldığı ülkedeydi, çevresinde de şu aynı zamanda hem çekici, hem kaygı verici, hem yakın, hem ayrı halk vardı, her gün onunla dirsek dirseğe gelir, bazı bazı dostluk ya da arkadaşlık da doğardı, gene de, akşam olunca, bilinmedik evlerine çekilirlerdi, hiçbir zaman girilemezdi evlerine, hiçbir zaman görünmeyen ya da, sokakta görününce, yüzlerinin yarısını örten çarşafları ve ak örtünün yukarısındaki şehvetli ve tatlı gözleriyle, kim oldukları bilinemeyen kadınları da set çekerlerdi evlerinin önüne, toplandıkları mahallelerde öyle çok, öyle çoktular ki, boyun eğmiş ve yor- İlk Adam 251 (il gun olmalarına karşın, yalnızca sayılarıyla bile, görünmez bir tehdit dolaştırırlardı insanın üstünde, kimi akşamlar, bir Fransız’la bir Arap arasında bir kavga çıktığı zaman kokusu alınırdı bu tehdidin, bir Fransız’la bir başka Fransız ya da bir Arap’la başka bir Arap arasında kavga nasıl çıkarsa, bu kavga da öyle çıkardı, ama böyle algılanmazdı, mahallenin Araplar’ı, rengi atmış iş tulumları ya da zavallı cebellalan içinde, sürekli bir devinimle dört bir yandan gelip ağır ağır yaklaşırlar, sonunda, yavaş yavaş yapışan kitle, hiçbir sertliğe gerek kalmadan, yalnızca toplanmasının devinimiyle, kavganın tanıklığının çektiği birkaç Fransız’ı derinliğinin içinden dışarıya atar, dövüşen Fransız, gerileyince, birdenbire karşıtının ve bir yığın asık ve kapalı yüzün karşısında bulurdu kendini, bu ülkede büyümemiş ve burada yaşamayı yalnızca gözüpekliğin sağladığını bilmemiş olsa, bu yüzler tüm gözüpekliğini alıp götürürdü, o zaman bu tehdit dolu, gene de varlığı ve yapmaktan geri durmadığı devinim dışmda, hiçbir şeyi tehdit etmeyen bu kalabalığa meydan okur, çoğu zaman da öfkeyle, coşkuyla dövüşen Arab’ı kendileri tutar ve çabucak uyarılıp çabucak yetişerek dövüşenleri ve gelip geçenleri karakola götürmek üzere, Jacques’in penceresinin altında, hiç tartışmadan iteleyen polislerin gelmesinden önce oradan uzaklaştırırlardı. Annesi, sımsıkı yakalanıp omuzlarından itilen iki adamı görünce, "Zavallılar", derdi, ama, gidişlerinden sonra, sokakta bir tehdit, şiddet, korku dolaşır, bilinmedik bir bunalımla gırtlağını kuruturdu. İçindeki bu gece, evet, kendisini bu görkemli ve ürpertici toprağa, yakıcı günlerine ve yüreği sıkacak ölçüde hızlı akşamlarına bağlayan bu karanlık ve birbirine dolanmış kök 258 ler, ikinci bir yaşam gibi, birinci yaşamın gündelik görünüşleri altında belki daha da gerçek ve öyküsü bir dizi karanlık istekten, güçlü ve betimlenmez duyumdan, okulların, mahallenin ahırlarının, annesinin elinin üstünde çamaşırların, yukarı mahallelerde yaseminlerin ve hanımellerinin, sözlüklerin ve içercesine okunan kitapların kokusundan, evinde ve hırdavatçıda tuvaletin ekşi kokusundan, derslerden önce ya da derslerden sonra bazı bazı tek başına girdiği büyük ve soğuk sınıfların kokusundan, sevilen arkadaşların sıcaklığından, Didier’nin kendisiyle sürüklediği sıcak yün ve dışkı kokusundan ya da koca Marconi’nin annesinin üzerine bol bol döktüğü ve Jacques’ta sınıftaki sırasında dostuna daha çok yaklaşma isteği uyandıran kolonya kokusundan, Pierre’in bir teyzesinden aldığı ve birkaç kişi birden, içinden bir dişi geçmiş bir eve giren erkek köpekler gibi heyecanlı ve kaygılı, çığlıktan, terden, tozdan oluşmuş kaba dünyalarında ince,® hoş, aynı zamanda söyledikleri kaba sözlerin bile kendilerini uzaklaştıramadığı, çekiciliği dile gelmez bir dünyayı gözlerinin önüne seren bu yavan bergamot ve krem kokusu olduğunu tasarlayarak kokladıkları dudak boyasının kokusundan, en küçük yaşmdan beri bedenlerin, plajlarda kendisini mutlulukla güldüren güzelliklerinin, belirgin bir düşüncesi olmadan, hayvansı bir biçimde, sahibolmak için değil -bunu bilmezdi- yalnızca ışığının içine girmek, büyük bir kendini bırakma ve güven duygusuyla omzunu bir arkadaşın omzuna yaslamak, tramvayların sıkışıklığında bir kadının eli uzunca bir süre kendi eline değince nerdeyse kendinden a. dizelgeye eklenecek. 259 geçmek üzere kendisini sürekli çeken ılıklıkların aşkından, evet, yaşamak, daha da yaşamak, toprağın en sıcak yanına karışmak isteğinden, bilmeden annesinden beklediği, elde edemediği, belki de elde etmeyi göze alamadığı ve güneşte kendisine yaslanarak uzanıp da tüylerinin keskin kokusunu içine çektiği zaman köpek Brillant’ın yanında ya da yaşamın korkunç sıcaklığının her şeye karşın bundan vazgeçemeyecek olan kendisi için saklanmış olduğu daha güçlü ve daha hayvansı kokulara karışma isteğinden oluşmuş bir ikinci yaşam gibi olmuş olan bu gece. İçindeki bu karanlıkta, şu aç ateşlilik, benliğinde hep yaşamış olan, varlığını bugün bile el değmemiş durumda koruyan şu yaşama çılgınlığı doğmaktaydı, yalnız -yeniden bulduğu ailesinin ortasında ve çocukluğunun görüntülerinin karşısında- gençlik çağının geçip gittiği düşüncesini, bu birdenbire korkunç görünen düşünceyi daha bir acılaştırıyordu, tıpkı şu sevdiği kadın gibi, ya evet, tüm yüreğiyle, hem de tüm bedeniyle, büyük bir aşkla sevmişti onu, evet, istek görkemliydi onunla, ergi dakikasında dünya dilsiz bir çığlıkla benliğinden çekildiği zaman yakıcı düzenini yeniden bulurdu, onu güzelliği nedeniyle, bir de kendisine hâlâ genç olduğunu söylemelerini istemediğinden, genç kalmak, her zaman genç kalmak istediğinden ve, o anda bile geçmekte olduğunu bilmesine karşın, zamanm geçebileceğini yadsımasına yol açan şu cömert ve umutsuz yaşama çılgınlığı nedeniyle sevmişti; bir gün, gülerek, ona gençliğin geçtiğini, günlerin akşama döndüğünü söylediği zaman, hıçkırmaya başlamıştı: "Yok, hayır, hayır, aşkı öyle seviyorum ki", demişti gözyaşları içinde; nice açılardan akıllı ve üstündü, belki de gerçek260 ten akıllı ve üstün olduğu için dünyayı bu biçimiyle yadsımaktaydı. Kısa bir süre kalmak üzere doğduğu yabancı ülkeye geldiği günlerde olduğu gibi: başsağlığına gittiği yerlerde, teyzeler konusunda, "Onları son kez görüyorsun", diyorlardı kendisine; gerçekten de yüzleri, bedenleri, yıkıntıları... ve o haykırarak gitmek istiyordu, ya da çoktan ölmüş bir büyük büyükannenin işlediği örtü üzerinde şu aile yemeklerinde olduğu gibi: kimsecikler düşünmüyordu büyük büyükanneyi, genç büyük büyükannesini, kendisi gibi, gençliğinin parıltısı içinde olağanüstü güzel büyük büyükannesini, hazlarını, yaşama tutkusunu yalnız o düşünüyordu, ve herkes kendisine Övgüler yağdırmaktaydı bu sofrada, çevresindeki duvarlarda şimdi kendisine övgüler yağdıranların ta kendileri olan, ama artık çökmüş ve yorgun olan genç ve güzel kadınların portreleri sıralanan bu sofrada. O zaman, kanı beynine sıçrıyor, kaçmak, hiç kimsenin yaşlanmayacağı, ölmeyeceği, güzelliğin ölümsüz, yaşamın her zaman yabanıl ve parıl parıl olacağı bir ülkeye, varolmayan bir ülkeye kaçmak istiyordu; dönüşte kollarında ağlıyor ve kendisi onu umutsuzca seviyordu. Kendisi de, kendinden önce gelmiş olanların yokoluşunun daha da tam olduğu ve yaşlılığın [ ]* uygarlık ülkelerinde hüznün getirdiği desteklerin hiçbirini bulamadığı, ataşız ve belleksiz bir toprakta doğduğuna göre, belki ondan da fazla, o bir vuruşta ve bir daha düzelmemesiye kırılmaya adanmış tek ve titrek bir bıçak gibi, toptan bir ölüm karşısında an bir yaşama tutkusu olarak, bugün yaşamın, gençliğin, varlıkların 1. Okunamayan bir sözcük. 261 elinden kaçtığını, onları hiç mi hiç kurtaramadığını duyumsamaktaydı, kendisini bunca yıldır günlerin yukarısına çıkarmış, bol bol beslemiş olan bu en çetin durumlara denk gücün, yaşama nedenlerini verdiği gibi, aynı cömertlikle, başkaldırmadan yaşlanma ve ölme nedenlerini de sağlayacağı konusundaki kör umuttan başka bir güvendiği de yoktu. 262 EKLER Yaprak I 4) Gemide. Çocukla gündüz uykusu + 14 savaşı. * 5) Annenin evinde - saldırı. * 6) Mondovi’ye yolculuk -gündüz uykusu-kolonileştirme. * 7) Annenin yanmda. Çocukluğun arkası - çocukluğu yeniden bulur, ama babayı bulamaz. İlk adam olduğunu öğrenir. Madam Leca. * "İki üç kez bağrına basarak, var gücüyle üpüp bıraktıktan sonra, onu süzüyor, sonra gene kucaklıyordu, sanki (gösterdiği) tüm sevgiyi içinde tarttıktan sonra, henüz bir ölçü eksik olduğuna karar vermiş ve 1. Sonra, hemen sonra, başını çeviriyor, artık onu da, başka hiçbir şeyi de düşünmez gibi görünüyordu, hatta ona bazı bazı sanki şimdi içinde yalnız başına devindiği dar, boş ve kapalı evrende fazlaymış ve onu rahatsız ediyormuş gibi tuhaf bir anlatımla bakıyordu." 1. Tümce burada kesiliyor. 265 Yaprak II Bir kolon 1869’da bir avukata şöyle yazıyordu: "Cezayir’in hekimlerinin bakımlarına dayanabilmesi için, ruhunun bedenine bağlanması gerekir." $ Çukurlarla ya da surlarla çevrili köyler (dört köşede küçük kulelerle). * 1831’de yollanan 600 kolondan 150’si çadırlarda ölür. Cezayir’de çok sayıda öksüzler yurdu bulunması bundan ileri gelir. * Boufarik’te, toprağı omuzda silah, cepte kininle sürerler. "Bir Boufarik suratı var onda." 1839’da %19 ölü. Kinin kahvelerde bir tüketim nesnesi gibi satılır. * Bugeaud Toulon belediye başkanma 20 güçlü nişanlı kız bulmasını yazdıktan sonra kolon askerlerini Toulon’da evlendirir. "Trampet sesleriyle düğünler" olur bunlar. Ama, gözle görüldükten sonra, nişanlılar olabildiğince değiştirilir. Fouka böyle doğar. * Başlangıçta ortak çalışma. Bunlar askeri kolhoz- lardır. 266 "Bölgesel" kolonileştirme. Cheragas Grasse’m 66 bahçivan ailesince kolonileştirilmiştir. * Cezayir belediyelerinin çoğu zaman arşivi yoktur. * Sandıklan ve çocuklarıyla küçük topluluklarla gemiden inen Mahonlular. Sözleri bir yazıya değer. Hiçbir zaman yanında İspanyol çalıştırma. Cezayir kıyılarının zenginliğini oluşturmuşlardır. Birmandreis ve Bernarda’nın evi. İlk Mitidja kolonu [Dr. Tonnac]’ın öyküsü. Bk. de Bandicorn, Histoire de la colonisation de VAlgerie, s. 21. Pirette’in öyküsü, a.y., s. 50 ve 51. Yaprak III 10 - Saint-Brieuc.1 * 14 - Malan 20 - Çocukluk oyunları 30 - Cezayir kenti. Baba ve ölümü (+ saldırı) 42 - Aile 69 - M. Germain ve Okul 91 - Mondovi - Kolonileştirme ve baba * II 101 - Lise 140 - Kendine de karanlık 145 - Delikanlı2 » 1. Rakamlar müsvettenin sayfalarını göstermektedir. 2. Müsvette sayfa 144’te durmaktadır. 268 Yaprak IV Güldürü izleği de önemli. Bizi en kötü acılarımızdan kurtaran şey, bırakılmış ve yalnız olma, ama gene "ötekiler"in bizi mutsuzluğumuzda "izleyemeyeceği" ölçüde yalnız olmama duygusudur. İşte bu nedenle bazı bazı mutluluk dakikalarımız bırakılmıştık duygumuzun bizi şişirip sonsuz bir kedere yükselttiği dakikalardır. Gene bu nedenle mutluluk çoğu kez mutsuzluğumuza acıma duygusundan başka bir şey değildir. Yoksullarda çarpıcı - Tanrı derdin yanma çareyi koyar gibi umutsuzluğun yanma hoşgörürlüğü koymuştur®. * Gençken, insanlardan verebileceklerinden fazlasını isterdim: sürekli bir dostluk, kesintisiz bir coşku. Şimdi verebileceklerinden daha azmi istemesini öğrendim: tümcesiz bir yoldaşlık. Ve coşkuları, dostlukları, soylu davranışları benim için tansık değerlerini tümüyle koruyor: eksiksiz bir tanrısal iyilik etkisi. Marie Viton: uçak1 a. büyükannenin ölümü. I. Fransızcası 'avion* Viton’la uyak oluşturmakta. (Çev.) 269 Yaprak V Yaşamın kıralı olmuş, parlak yeteneklerle, isteklerle, güçle, sevinçle taçlanmıştı, işte tüm bunlardan dolayı ondan özür dilemeye gelmişti, oysa günlerin ve yaşamın boyun eğmiş tutsağıydı, hiçbir şey bilmezdi, hiçbir şey istememiş, istemeyi de göze alamamıştı, gene kendisinin yitirdiği ve yaşamamızı tek başına haklı çıkaran bir gerçeği olduğu gibi korumuştu. Kouba’da perşembeler Alıştırma, spor Dayı Bakalorya hastalık Ey anne, ey tatlı, sevgili çocuk, zamanımdan daha büyük, seni ona bağlayan tarihten daha büyük, bu dünyada sevdiğim her şeyden daha gerçek olan, ey anne, senin gerçeğinin gecesinden kaçmış olan oğlunu bağışla. Büyükanne, zorba, ama sofrada ayakta hizmet ederdi. Annesini saydırtan ve dayısma vuran oğul. 270 îlk adam (Notlar ve taslaklar) "Alçakgönüllü, bilgisiz, inatçı yaşamın yerini hiçbir şey tutamaz..." Claudel, L’Echange. 271 Ya da Yıldırıcılık üzerine konuşma: Nesnel olarak sorumlu (dayanışma içinde) Nitelemeyi değiştir, yoksa yumruğu yersin Ne? Batı’nın en budala yanını alma. Nesnel olarak deme, yoksa yumruğu yersin. Neden? Annen Cezayir-Oran treninin (troleybüsün) önüne mi yatmıştı? Anlamıyorum. Tren havaya uçtu, 4 çocuk öldü. Annen yerinden kımıldamadı. Evet nesnel olarak sorumlu* ne de olsa, oysa sen rehinelerin kurşuna dizilmesini haklı buluyorsun. Bilmiyordu. O da bilmiyordu. Artık hiçbir zaman nesnel olarak deme. Suçsuzlar bulunduğunu kabul et, yoksa seni de öldürürüm. Bilirsin ki, yapabilirim. Evet, seni gördüm. * “Jean ilk adamdır. O zaman Pierre belirtim noktası olarak kullanılacak, ona bir geçmiş, bir ülke, bir aile, bir aktöre(?) * d İlk Adam 273/18 verilecek -Pierre- Didier? * Plajda delikanlılık aşkları -ve denizin üstüne inen akşam - ve yıldızlı geceler. * Sainte-Etienne’de Arap’la karşılaşma. Ve Fransa’da iki sürgünün bu kardeşliği. * Seferberlik. Babam silah altına çağrıldığı zaman. Fransa’yı hiç görmemişti. Gördü ve öldürüldü. (Benimki gibi alçak gönüllü bir ailenin Fransa’ya verdiği.) * J. yıldırıcılığın karşısında yer aldıktan sonra, Saddok’la konuşma. Ama ona kapısını açar, sığınma hakkı kutsaldır çünkü. Annesinin evinde. Konuşmaları annesinin önünde geçer. Sonunda, J. "Bak", der, annesini gösterir. Saddok kalkar, annesine doğru gider, eli yüreğinin üstünde, Arap göreneğince eğilerek elini öper. Fransızlaşmış olduğundan, J. onun bu deviniyi yaptığını hiç görmemiştir. "Benim annemdir o, der. Benimki öldü. Benim annemmiş gibi onu seviyor, ona saygı duyuyorum." (Annesi bir saldırı nedeniyle düşmüştür. Kötüdür.) * Ya da: Evet sîzlerden nefret ediyorum. Dünyanın onuru ezilenlerde yaşıyor, güçlülerde değil. Onlar arasında 274 yalnız onursuzluk var. Bir kez tarihte bir ezilen... o zaman... Allahaısmarladık, der Saddok. Kal, seni yakalarlar. Böylesi daha iyi. Onlardan nefret edebilirim, nefrette kavuşurum onlara. Sense kardeşimsin, ama ayrıldık. Gece J. balkondadır... Uzakta iki silah sesi ve bir koşma duyulur... -Bu ne? der anne. -Bir şey değil. -Ya! Ben senin için korkuyordum. J. ona doğru atılır... Sonra barındırma nedeniyle tutuklanır. Fırına yemek yollarlardı Delikteki 2 frank. Büyükanne, yetkesi, gücü Parayı çalıyordu. * Cezayirlilerde onurun anlamı. * Adaleti ve aktöreyi öğrenmek, bir tutkunun iyiliğini ve kötülüğünü etkilerine göre yargılamaktır. J. kadınlara bırakabilir kendini - ama tüm zamanını alırlarsa... * "Şunu haksız bulup buna hak Vermek için yaşamaktan, etkinlikte bulunmaktan, duymaktan bıktım. Başkalarının bana kendim konusunda verdikleri imgeye göre yaşamaktan bıktım. Özerklik kararı alıyorum, 275 bağımsızlık içinde bağımsızlık istiyorum." * Pierre sanatçı mı olacak? * Jean’ın babası arabacı? * Hastalıktan sonra Marie, P., Clamence işi bir bunalım çıkarır (hiçbir şeyi sevmiyorum...), o zaman düşüşe J. (ya da Grenier) karşılık verir. Anneyle evren (uçak, en uzak ülkeler birleştirilmiş olarak) karşıtlaştırılacak. * Pierre avukat. Ve Yveton’un 1 avukatı. * "Yiğit, gururlu, güçlüyüz... bir inancımız, bir Tanrı’mız olsaydı, hiçbir şey yaralayamazdı bizi. Ama hiçbir şeyimiz yoktu, her şeyi öğrenmemiz ve yalnızca onur için yaşamamız gerekti, onun da zayıflıkları vardı..." * 1» Bir fabrikaya patlayıcılar koymuş olan komünist militan. Cezayir savaşı sırasında giyotine gönderilmişti. Aynı zamanda dünyanın sonunun öyküsü olmalı bu içinden şu ışık yıllarının özlemi geçen... * Philippe Coulombel ve Tipasa’saki büyük çiftlik. Jean’la dostluk. Çiftliğin üstünde uçakta ölmesi. Süpürge sapı böğrüne saplanmış, yüzü uçağın bir tablosu üzerinde ezilmiş olarak bulunur. Üstüne cam parçaları serpilmiş kanlı bir bulamaç. * Başlık: Göçebeler. Bir taşınmayla başlar, Cezayir topraklarının boşaltılmasıyla sona erer. * 2 yüceltme: yoksul kadm ve çoktanrıcılık dünyası (akıl ve mutluluk). * Herkes Pierre’i sever. J.’m başarısı ve gururu birtakım insanların düşmanlığını çeker. * Linç sahnesi: 4 Arab’ın Kassour’un dibine atılması. * Annesi İsa’dır. * J. üzerine başkalarını konuştur, onu başkaları aracılığıyla, hepsinin çizdiği çelişkin portreyle sun. Bilgili, sporcu, haz düşkünü, yalnız, dostların en iyisi, kötü, şaşmaz bir dürüstlükte, vb., vb. "Kimseyi sevmez", "ondan daha yüce gönüllüsü 277 yoktur", "soğuk ve uzak", "ateşli ve coşkulu", kendisi dışında herkes güçlü bulur. Kişi böyle büyütülecek. O konuştuğu zaman: "Suçsuzluğuma inanmaya başladım. Çardım. Her şey ve herkes üzerinde hüküm sürmekteydim, elimin altındaki (vb.). Sonra gerçekten sevmek için yeterince yüreğim olmadığını anladım ve kendi kendime duyduğum horgörüden ölecek gibi oldum. Sonra başkalarının da gerçekten sevmediklerini ve yalnızca hemen herkes gibi olmayı kabul etmek gerektiğini benimsedim. Sonra böyle olmadığına, yeterince büyük olmadığım için kendime kızmam ve böyle olma fırsatı verilmesini beklerken rahatça umutsuzluğa kapılmam gerektiğine karar verdim. Bir başka deyişle, çar olacağım ve bunun tadını çıkarmayacağım zamanı bekliyorum. * Ya da: Gerçekle -"bilerek"- yaşanabilir, bunu yapan kişi öteki insanlardan ayrılır, onların yanılsamalarının hiçbirini paylaşamaz artık. Bir canavardır - ben de büyüm. * Maxime Rasteil: 1848 kolonlarının çektikleri. MondoviMondovi’nin öyküsü araya sokulsa mı? Örneğin l)mezar dönüş ve Mondovi’de [ ]‘. Is) Mondovi 1848 -> 1913 * 278 İspanyol yanı yalınlık ve cinsellik güç ve nada. * J.:"Çektiğim acıyı hiç kimse tasarlayamaz... Büyük şeyler yapmış insanlar onurlandırılır. Ama, bulundukları duruma karşın, en büyük cinayetleri işlememek için kendini tutabilmiş olan kimi kişiler için daha da fazlasını yapmak gerekirdi. Evet, onurlandırın beni." * Paraşütçü1 teğmenle konuşma: -Fazla güzel konuşuyorsun. Dilin aynı ölçüde iyi işleyecek mi, yanda göreceğiz. Hadi bakalım. -Tamam, ama önce sizi uyarmak istiyorum, çünkü herhalde hiçbir zaman insanlarla karşılaşmadınız. İyi dinleyin. Söylediğiniz gibi, yanda olacaklardan sizi sorumlu tutuyorum. Eğilmezsem, sorun yok. Yalnız, bu iş olanaklı olur olmaz herkesin içinde yüzünüze tüküreceğim. Ama eğilirsem ve ister bir, ister 20 yıl sonra çıkarsam, sizi öldürürüm, kişisel olarak sizi. -Ona iyi bakın, dedi teğmen, bıçkın biri a. * J.’m dostu "Avrupa’nın olanaklı olması için" kendini öldürür. Avrupa’yı yapmak için gönüllü bir kurban gerekir. * J. Aynı zamanda dört kadmla birden ilişkidedir ve boş bir yaşam sürer. I. Cezayir direnişine karşı en sert biçimde Fransız paraşütçü birlikleri savaşıyordu. (Çev.) a. (onunla silahsız karşılaşır, düelloya (kışkırtır]? ). 279 * C.S. : ruha fazla büyük bir acı çökünce, öyle bir mutsuzluk iştahı gelir ki... * Bk. Combat eyleminin tarihi. * Komşusunun radyosunda saçmalıklar anlatılırken hastanede ölen Chatte. -Yürek hastalığı. Gezgin ölü. "Kendimi öldürsem, hiç değilse girişim bende olurdu." * "Yalnız sen bileceksin kendimi öldürdüğümü. İlkelerimi bilirsin. İntiharlardan tiksinirdim. Başkalarına yaptıkları yüzünden. İlle de istenirse, işin görünümünü değiştirmek gerekir. Cömertlikle. Bunu sana neden mi söylüyorum? Sen mutsuzluğu seversin de ondan. Bir armağan veriyorum sana. Afiyet olsun!" * J: Yerinde duramayan, yenilenmiş yaşam, varlıkların ve deneyimlerin çokluğu, yenilenme ve [itki] gücü (Lope)* Son. Eklem yerleri düğüm düğüm ellerini ona doğru kaldırdı, yüzünü okşadı. "En büyük sensin"." Koyu renk gözlerinde (biraz yıpranmış kaş kemerinde) onca aşk, onca hayranlık vardı ki, içinde biri -bilen kişibaşkaldırdı... Biraz sonra, onu kollarına alıyordu. O, en açık görüşlü olan, kendisini sevdiğine göre, bunu 280 kabul etmesi gerekirdi, ve bu aşkı kabul etmek için de kendisini biraz sevmesi gerekirdi1... * Musirin konusu: çağcıl dünyada düşüncenin kurtuluşunun aranışı - D: Cinler'de [görüşme] ve ayrılma. * îşkence. Dayanışma dolayısıyla cellat. Hiçbir zaman hiçbir insana yaklaşamadım - şimdi dirsek dirse- ğeyiz. * Hristiyan durumu: arı duyum. * Kitap bitmemiş olmalı. Örn.: "Ve kendisini Fransa’ya getiren gemide..." * Kıskançtır, değilmiş gibi yapar, kibar çevre adamı rolü oynar. Sonra artık kıskanç değildir. * 40 yaşında, kendisine yol gösterecek, ayıplayacak ya da övecek birine: bir babaya gereksinimi olduğunu kabul eder. Yetkeye, erke değil. 1. Buradaki "o\ elini kaldırıp yüzü okşayan, "En büyük sensin", diyen kişi dişil bir •o*dur, Jacques’m annesi olması gerekir. (Çev.) 281 * X bir teröristin ... üzerine ateş ettiğini görür. Karanlık sokakta onun arkasından koştuğunu işitir, kımıldamaz, birden geriye döner, bir çelmeyle düşürür, tabanca düşer. Silahı alır ve kıpırdatmaz, sonra onu ele veremeyeceğini düşünür, uzak bir sokağa götürür, önünden koşturur ve ateş eder. * Kamptaki genç oyuncu kız: cürufun ortasında ot dalı, ilk ot ve şu keskin mutluluk duygusu. Düşkün ve şen. Daha sonra kız Jean’ı sever - çünkü Jean arıdır. Ben mi? Ama ben beni sevmeni [haketmiyorumj. Gerçekten. Aşk [uyandıranlar], günahkâr da olsalar, kraldırlar, dünyayı onlar aklar. * 28 Kas. 1885: C. Lucien’in Ouled-Fayet’te doğuşu: C. Baptiste (43 yaş.) ve Cormery Marie’nin (33 yaş.) oğlu. 1909’da (13 Kas.) Mile Sintes Catherine’le (doğ. 5 Kas. 1882) evlenir. Ölümü Saint-Brieuc 11 Ekim 1914. * 45 yaşında, tarihleri karşılaştırınca, kardeşinin evlenme tarihinden iki ay sonra doğduğunu anlar? Az önce töreni anlatan dayıysa ona ince, uzun bir giysiden sözeder... * İkinci oğlunu eşyaların yığıldığı yeni evde bir hekim doğurtur. * 282 Temmuz 14’te Seybouze’un sivrisineklerinin ısırıklarıyla her yanı kabarmış çocukla yola çıkar. Ağustosta, seferberlik. Kocası Cezayir’deki [birliğine] katılır. Bir akşam iki çocuğunu kucaklamak için kaçar. Ölümü bildirİlinceye değin bir daha görünmeyecektir. \ * Yerinden çıkarılınca, bağını yıkıp bozan, tuzlu suları salan bir kolon... "Bizim burada yaptığımız bir cinayetse, silmek gerek..." * Annem (N. konusunda): "kazandığın" gün - "sana birinciliği verdikleri zaman". * Criklinski ve çilesel aşk. * Sevişmeye başladığı Marcelle’in ülkenin mutsuzluğuna ilgi duymamasına şaşar. "Gel", der Marcelle. Bir kapıyı açar: 9 yaşında çocuğu - devinim sinirleri ezilmiş olarak doğmuş- felçli, konuşmaz, yüzünün sol yanı sağ yanından dahm yüksek, yemeği yedirilmekte, yıkanmakta, vb. Kapıyı kapatır. * Kanser olduğunu bilir, ama bildiğini söylemez. Ötekiler onu aldattıklarını sanırlar. * İnci bölüm: Cezayir, Mondovi. Bir Arap’la karşılaşır, adam ona babasından sözeder. Arap işçilerle ilişkileri. 283 ♦ J. Douai: L’ecluse1. Beral’in savaşta ölmesi. * Onun Y. ile ilişkisini öğrenince F.’nin gözyaşları içinde çığlığı: "Ben de, ben de güzelim." Ve Y.’nin çığlığı: "Ah! biri gelsin de beni alıp götürsün." * Dramdan çok sonra, F. ve M. karşılaşırlar. * İsa Cezayir’e inmedi. ♦ Ondan aldığı ilk mektup ve onun eliyle yazılmış adı karşısında duydukları. * En güzeli, kitap, bir baştan bir başa, anneye yazılmış olsaydı -ve annenin okuma yazma bilmediği ancak sonunda öğrenilir-, evet böyle olurdu 3. * Dünyada en çok istediği şey, annesinin yaşamı ve teni olan her şeyi okuması, işte bu olanaksızdı. Aşkı, biricik aşkı her zaman dilsiz olacaktı. * Bu yoksul aileyi yoksulların yazgısından, iz bırakmadan tarihten silinmek olan yazgısından kurtarmak. Dilsizler. I. 50’li yılların ünlü şarkıcısı. L’Ecluse de söylediği şarkılardan biri. (Çev.) a. T.I. altı çizili. 284 Onlar benden daha büyüktü, hâlâ da öyleler. * Doğum gecesiyle başlanacak. I, sonra II: 35 yıl sonra, Saint-Brieuc treninden bir adam iniyordu. * Baba olarak kabul ettiğim Gr 1, gerçek babamın öldüğü ve gömüldüğü yerde doğmuştu. * Pierre ve Marie. Başlangıçta, onunla sevişemez, işte bu nedenle onu sevmeye başlar. Tersine, J. ile Jessica, hemen mutluluk. Bu nedenle gerçekten sevmesi zaman alır - bedeni Jessica’yı gizler. * Yüksek yaylalarda cenaze alayı [Figari]. * Alman subayıyla çocuğun öyküsü: hiçbir şey onun için ölmenin yerini tutmaz. * Quillet sözlüğünün sayfalan: kokuları, levhalar. * Fıçı atölyesinin kokulan: yonga talaştan da fazla [ ] 2 kokar. * Jean, sürekli hoşnutsuzluğu. * 1. Grenier. 2. Okunamayan bir sözcük. 285 Yalnız yatmak için delikanlıyken evi bırakır. * İtalya’da dinin bulgulanması: sanat yoluyla. * I.’in sonu: bu arada, Avrupa toplarını ayarlamaktaydı. Altı ay sonra patladılar. Anne, 4 yaşında bir çocuğu elinden tutup ötekini kolunda taşıyarak (bu çocuğun her yanı Seybouse’un sivrisineklerinin ısırıklarıyla kabarmış) Cezayir’e gelir. Yoksul bir mahallenin üç odasına yerleşmiş büyükannenin karşısına çıkarlar. "Anne, bizi yanma aldığın için teşekkür ederim." Büyükanne dik, gözleri açık renk ve sert: "Kızım, çalışman gerekecek." * Annem: bilgisiz bir Muşkin gibi. Çarmıh dışında, İsa’nın yaşamını bilmez. Gene de ona daha yakın? * Sabah, bir taşra otelinin avlusunda, M.’yi beklerken. Ancak geçici olanda, yasak olanda duyabildiği şu mutluluk duygusu - yasak olması nedeniyle bu mutluluğu önlemekteydi- hatta çoğu zaman onu zehirlemekteydi, eksi şimdi olduğu gibi arı durumda, sabahın hafif ışığında, hâlâ çiğden parlayan yıldızçi- çekleri arasmda kendini benimsetiverdiği ender zamanlar. * XX’in öyküsü. Gelir, zorlar, "ben özgürüm", vb., azatlıları oynar. Yatakta soyunur, ... için her şeyi yapar, sonunda kötü bir [ ]l Mutsuz. Kocasını bırakır, umutsuzluğa gömer, vb. Koca ötekine mektup yazar: "Sorumlusunuz. Onunla görüşmeyi sürdürün, yoksa kendini öldürecektir.” Gerçekte, kesin başarısızlık: saltığa tutkun olmak, ve bu durumda insan olanaksızla uğraşır - böylece kendini öldürür. Koca gelir. "Neden geldiğimi biliyorsunuz. -E- vet. -Güzel, istediğinizi seçebilirsiniz, ya ben sizi öldüreceğim, ya siz beni. -Hayır, seçimin ağırlığını siz taşımalısınız. Öldürün." Gerçekte, kurbanın gerçekten sorumlu olmadığı sıkıştırma türü. Ama [hiç kuşkusuz] XX uğrunda hiçbir zaman bir şey ödemediği başka şeyden sorumluydu. Saçmalık. * XX. İçinde bir yıkım ve ölüm ruhu vardır. O Tan- rı’ya [adanmış]tır. * Bir doğacı: besine, havaya, vb. karşı sürekli güvensizlik içinde. * İşgal altındaki Almanya’da. İyi akşamlar Herr offizer. İyi akşamlar, der J. kapıyı kapatarak. Sesinin titremi onu şaşırtır. Ve fethetmekten, işgal etmekten rahatsız oldukları için birçok fatihlerde bu titrem olmadığını anlar. * J. varolmamak ister. Yaptığı, adını yitirir, vb. 1. Okunamayan bir sözcük. 287 * Kişi: Nicole Ladmiral. * Babanın "Afrika hüznü". * Son. Oğlunu Saint-Brieuc’e götürür. Küçük alanda karşı karşıya dikilmişlerdir. Nasıl yaşıyorsun? der oğul. Ne? Evet, sen kimsin, vb. (Mutlu) çevresinde ölümün gölgesinin yoğunlaştığını duydu. sN V.V. Bizler, bu çağın, bu kentin, bu ülkenin erkekleri ve kadınları birbirimizi kucakladık, ittik, yeniden kucakladık, en sonunda ayrıldık. Ama tüm bu zaman boyunca, birlikte savaşmak ve acı çekmek durumunda olanların şu eşsiz suçortaklığıyla, birbirimizin yaşamasına yardım etmeye hiç ara vermedik. Aşk budur işte - herkese duyulan aşk. * 40 yaşında, tüm yaşamı boyunca, lokantalarda eti çok kanlı istedikten sonra, gerçekte pişmiş ve kansız sevdiğini ayrımsadı. * Her türlü sanat ve biçim kaygısmdan sıyrılmak. Dolaysız, aracısız bağıntıyı, dolayısıyla da suçsuzluğu yeniden bulmak. Burada sanatı unutmak, kendini unutmaktır. Kendinden vazgeçmek, erdemle değil. Tersine, cehennemini kabul etmek. En iyi olmak isteyen kendini yeğler, ergiye ulaşmak isteyen kendini yeğler. Ancak bu kişi olduğu şeyden, kendi "ben"in288 den vazgeçer, geleni sonuçlarıyla kabul eden. O zaman dolaysız bağıntıdadır. Bu 2nci derece suçsuzlukla Yunanlılar’ın ve büyük Rusların büyüklüğünü yeniden bulmak. Korkmamak. Hiçbir şeyden korkmamak... Ama kim bana yardıma gelecek! * Cannes’da, Grasse yolunda, şu öğle sonu: bunca yıllık ilişkiden sonra, birdenbire, Jessica’yı sevdiğini, en sonunda sevdiğini anlamıştır, dünyanın gerisi onun yanında bir gölge gibidir. * Söylediğimin, yazdığımın hiçbirinde yoktum. Evlenmiş olan, baba olan, vb. ben değilim... Kimsesiz çocukları Cezayir’i kolonileştirmeye yollamak için birçok anılar. Evet. Hepimiz buradayız. * Belcourt’dan Gouvernement alanına sabah tramvayı. Önde, vatman ve kullanma kolları. * Bir canavarın öyküsünü anlatacağım. Anlatacağım öykü... * Annem ve tarih: Sputnik’in uzaya gidişi haber verilir: "Ben yukarıda olmak istemezdim!" * Geri geri bölüm. Rehineler Kabil köyü. İğdiş edilmiş asker - tarama, vb., gide gide kolonileştirmenin İlk Adam 289/19 ilk ateşine dek gelinecek. Ama neden orada durmalı? Kabil Habil’i öldürdü. Uygulayımsal sorun: tek bir bölüm mü yoksa karşılamalarla mı? * Rasteil: koca bıyıklı, favorileri kırlaşmaya başlamış bir kolon. Babası: Faubourg Saint-Denis’de bir dülger; annesi: çamaşırcı. Ayrıca tüm Parisli kolonlar (ve birçok 48 devrimcileri). Paris’te birçok işsiz. Kurucu meclis bir kolon topluluğu göndermek için 50 milyon yatırılmasını oylamıştı: Her kolona: bir konut 2-10 hektar toprak tohum, ekim, vb. yiyecek Demiryolu yok (ancak Lyon’a dek gidiyordu). Bu nedenle kanal kullanımı - atların yedekte çektiği mavnalar üzerinde. Marsaillaise, Chant du depart, kilisenin kutsaması, Mondovi’ye götürülmek üzere verilen bayrak. Her biri 100 - 150 m. 6 mavna. Ot minderler üzerine yerleşmişler. Kadınlar çamaşır değiştirmek için birbiri ardından tuttukları yatak çarşaflarının arkasında soyunuyorlardı. Yaklaşık bir ay yolculuk. * Marsilya’da, bir hafta süresince, büyük Laza- ret’de (1500 kişi). Sonra eski bir yandan çarklı bir fır- 290 kateyne: Labrador’a biniş. Mistral yeli altında yola çıkış. Beş gün beş gece - hepsi hasta. Bone - tüm halk kolonları karşılamak üzere iskeleye gelmiş. Ambara yığılan ve kaybolan eşyalar. Böne’dan Mondovi’yi (ordunun cephane arabalarında, kadın ve çocuklara yer ve hava bırakmak için erkekler yaya) yol yok. Bataklık ovada ya da makilerde, Araplar’m düşman bakışları altında, Kabil köpeklerinin uluyan sürüleri eşliğinde -8 XII 48’. Mondovi yoktu, asker çadırları. Gecenin içinde, kadınlar ağlardı - çadırlar üstünde 8 gün süresince Cezayir yağmuru, dereler taşar. Dülger eşyaları korumak için bezle örtülü hafif korunaklar kurar. Çocukların içeriden dışarıya işeyebilmeleri için Seybouze kıyılarından kesilmiş içi boş kamışlar. Çadırlar altında dört ay sonra tahtadan yapılmış geçici barakalar: her çifte barakada 6 aile barınacaktı. 49 ilkbaharında: erken gelen sıcaklar. İnsanlar barakalarda pişer. Sıtma sonra kolera. Günde 8-10 ölü. Dülgerin kızı, Augustine, ölür, sonra karısı. Kayınbiraderi de. (Bir tüf katmanının altma gömerler.) Hekimlerin buyruğu: Kanı ısıtmak için dansedin. Ve tüm geceler iki cenaze arasında keman eşliğinde dansederler. Topraklar ancak 1851’de dağıtılacaktı. Baba ölür. Rosine ve EugĞne yalnız kalır. Seybouze’un bir kolunda çamaşır yıkamaya gitmek için askerlerin eşlik etmesi gerekir. 1. Yazarca bir çizgiyle çevrilmiş. 291 Orduca kurulan tabyalar + çukurlar. Küçük evleri ve bahçeleri kendi elleriyle yaparlar. Köyün çevresinde beş altı arslan kükrer (kara yeleli Numidya arslanı). Çakallar. Yaban domuzları. Sırtlan. Pars. Köylere saldırılar. Sığır çalmalar. Böne ile Mondovi arasında bir yük arabası çamura saplanır. Yolcular yalnızca gebe bir genç kadını bırakıp yardım getirmeye giderler. Döndüklerinde kadını karnı yarılmış, göğüsleri kesilmiş bulurlar. İlk kilise, dört kerpiç duvar, iskemle yok, birkaç sıra. İlk okul: kazık ve dallardan yapılmış bir kulübe. 3 rahibe. Topraklar: dağmık parçalar, tarla silah omuzda sürülür. Akşam köye dönülür. Oralardan geçen 3000 Fransız askerinden oluşan bir topluluk gece köyü yağmalar. Haziran 1851: ayaklanma. Köyün çevresinde yüzlerce maşlahlı atlı. Küçük tabyalara soba boruları yerleştirilerek top süsü verilir. * Gerçekte, tarlalarda Parisliler; çokları tarlalara başlarında silindir şapkalarla, kanları ipek giysilerle gitmekteydi. * Sigara içme yasağı. Yalnızca kapaklı pipoya izin vardır. (Yangınlar yüzünden.) * 54’te yapılan evler. 292 * Konstantin ilinde, kolonların 2/3’ü kazmaya ya da saban* nerdeyse hiç el sürmeden ölür. Kolonların eski mezarlığı, uçsuz bucaksız unutuş 1. ♦ Annem. Gerçek şu ki, bütün aşkıma karşın, bu tümcesiz, tasansız, kör sabır düzeyinde yaşayamamış- tım. Onun bilgisiz yaşamıyla yaşayamamıştım. Dünyayı dolaşmış, kurmuş, yaratmış, varlıkları yakmıştım. Günlerim taşasıya dolu geçmişti - ama yüreğimi hiçbir şey... * Biliyordu ki, gene gidecekti, gene yanılacak, bildiğini unutacaktı. Ama işte bildiği şey yaşamının gerçeğinin burada, bu odada olduğuydu... Hiç kuşkusuz bu gerçekten kaçacaktı. Kim kendi gerçeğiyle yaşayabilirdi ki? Ama orada olduğunu bilmek yeter, onu en sonunda tanımak ve içinde, ölüm karşısında, gizli ve sessiz bir [coşkuyu] beslemesi yeter. * Yaşamının sonunda annemin hristiyanlığı. Yoksul, mutsuz, bilgisiz kadm [ ] 2 ona sputniki göstermek mi? Haç ona destek olsun. * 72’de, ailenin baba kökeni yerleştiği zaman: -Komün’ü, -71 Arap ayaklanmasını (Mitidja bölgesinde ilk a. 48’de Mondovi 1. "Uçsuz bucaksız unutuş” yazarca halka içine alınmış. 2. Okunamayan bir sözcük. 293 öldürülen bir ilkokul öğretmeni olur) izler. Alsace’lılar ayaklanmışların topraklarına yerleşirler. * Dönemin boyutları * Tarihin ve dünyanın tüm [ jlerine 1 karşıt açı olarak annenin bilgisizliği. Bir Hakeim: "uzak" ya da "orası". Dini görseldir. Gördüğünü bilir, ama yorumlaya- maz. îsa acı çekmedir, yıkılır, vb. * Kadın savaşçı. * Gerçeği yeniden bulmak için [ ]2 yazmak. * İnci Bölüm Göçebeler 1) Taşınma sırasında doğum. 6 ay sonra savaş. 8 Çocuk. Cezayir, baba, başında hasır şapka, zuhaf kılığıyla saldırıya kalkıyordu. 2) 40 yıl sonra. Saint-Brieuc mezarlığında oğul babanın önünde. Cezayir’e döner. 3) "Olaylar” nedeniyle Cezayir’e geliş. Araştırma. Mondovi’ye yolculuk. Çocukluğu yeniden bulur, ama babayı bulamaz. îlk adam olduğunu öğrenir 0. 1. 2. a. b. Okunamayan bir sözcük. Okunamayan iki sözcük. 48’de Mondovi 1850’de Mahonlular-72-73- 14’te Alsace’lılar. 2nd Bölüm İlk Adam Delikanlılık: Atılan yumruk Spor ve aktöre Adam : (Siyasal eylem (Cezayir), Direniş) 3ncü Bölüm Anne Aşklar. Ülke: eski spor arkadaşı, eski dost, Pierre, eski öğretmen ve 2 bağlanmasının öyküsü Anne1 Son bölümde, Jacques annesine Arap sorununu, kırma uygarlığı, Batı’nın yazgısını açıklar. "Evet, der 0. evet." Sonra tam açılma ve son. * Bu adamda bir gizlem vardı, aydınlatmak istediği bir gizlem. Ama sonunda yalnızca yoksulluğun gizlemi vardır, insanları adsız ve geçmişsiz yapan yoksulluğun. * Plajlar üzerinde gençlik. Çığlıklar, güneş, zorlu çabalar, soğuk ve göz kamaştırıcı isteklerle günlerden sonra. Denizin üstüne akşam iner. Bir keçisağan kuşu göğün yükseklerinde haykırır. Bunalım yüreğini sıkar. * Sonunda örnekçe olarak Empedokles’i alır. Yalnız yaşayan [ J2 filozofu. 1. Bütün bu kesim yazarca bir çizgiyle çerçevelenmiş. 2. Okunamayan bir sözcük. 295 * Burada aynı kanla ve tüm farklarla bağlı bir çiftin öyküsünü yazmak istiyorum. Kadın toprağın taşıdığı en iyi şeye benzer, adam dingince canavarsı. Adam tarihimizin bütün çılgınlıkları içine atılmış; kadın aynı tarihin içinden tüm zamanların tarihiymiş gibi geçen. Kadm çoğu zaman sessizdir ve içindekini dile getirmek için elinin altında ancak birkaç sözcük vardır; adam durmamacasına konuşur ve onun sessizliklerinin bir teki içinde söyleyebileceğini binlerce sözlük arasında bulamaz... Anne ile oğul. * Hangi titremde olursa olsun konuşma özgürlüğü. * O zamana değin tüm kurbanlara bağlı olduğunu duyumsamış olan Jacques, şimdi cellatlara da bağlı olduğunu kabul eder. Keder. Tanım. * * Kendi yaşamının izleyicisi olarak yaşamak gerekirdi. Buna kendisini tamamlayacak düşü eklemek için. Ama yaşarsınız, ötekiler de yaşamınızı düşler. * Ona bakıyordu. Her şey durmuştu, zaman da çıtırdıyarak geçiyordu. Sinemada, bir aksaklık sonunda imge silinip de salonun karanlığında ... boş perdenin önünde, mekanik boşalmadan başka bir şey kalmaması gibi. * 296 Araplar’m sattığı yasemin kolyeler. Hoş kokulu aklı, sarılı çiçek dizisi [ ]l. Kolyeler çabuk solar [ ]2 çiçekler sararır [ ]3 ama yoksul odada kalan koku. * Paris’te mayıs günleri, kestane ağaçlarının çiçeklerinin ak keselerinin her yanda havada yüzdüğü. * Annesini ve çocuğunu, seçmesi kendine bağlı olmayan her şeyi sevmişti. Sonunda, her şeye karşı çıkmış, her şeyi tartışma konusu yapmış, ama yalnızca zo- runluğu sevmişti. Yazgının kendisine getirdiği varlıkları, kendisine göründüğü biçimiyle dünyayı, kaçınama- dığı her şeyi, hastalığı, iççağrıyı, şanı ya da yoksulluğu, kısacası yıldızını. Gerisine, seçmek durumunda kaldığı şeylere gelince, sevmeye çabalamıştı, bu da aynı şey değildi. Hiç kuşkusuz hayranlığı, tutkuyu, hatta sevgi anlarını tanımıştı. Ama her an başka anlara, her varlık başka varlıklara doğru fırlatmıştı onu, hiçbir şeyi seçtiğinde karar kılmak için sevmemişti, koşullar içinde yavaş yavaş ona kendini benimsetmiş, istemle olduğu ölçüde de rastlantıyla sürmüş, sonunda zorunluluk olup çıkmış olan : Jessica bir yana bırakılacak olursa. Gerçek aşk bir seçim de, bir özgürlük de değildir. Yürek, özellikle yürek özgür değildir. Kaçınılmazdır ve kaçınılmazın tanınmasıdır. O da, gerçekten, ancak kaçmılmaz olanı tüm yüreğiyle sevmişti. Şimdi kendi ölümünü sevmekten başka bir yapacağı kalmıyordu. 1. Okunamayan altı sözcük. 2. Okunamayan iki sözcük. 3. Okunamayan iki sözcük. 297 * “Yarın, altı yüz milyon San adam, milyarlarca Sarı, Kara, tunç rengi insan dalga dalga Avrupa’ya doğru gelecekti... ve en iyi durumda [onu kendi yoluna getirecekti]. O zaman, kendisine ve kendisine benzeyenlere öğretilen her şey, ayrıca kendi öğrendiği her şey, bugünden sonra ırkının insanları, kendileri için yaşadığı tüm değerler, yararsızlıktan ölecekti. O zaman hâlâ nevin de&eri kalırdı?... Annesinin sessizliğinin. Onun önünde silahlarını bırakıyordu. * M. 19 yaşındadır. O o zaman 30 yaşındaydı, ve birbirlerini tanımazlardı. Zamanda geriye gidilebilmesini, sevilen varlığın varolmuş, yapmış, katlanmış olmasının engellenmesini anlar, insan seçtiğinin hiçbir şeyine sahibolmaz. Çünkü doğumun ilk çığlığıyla seçmek gerekirdi, ve birbirimizden ayrı olarak doğarız - bir anne dışında. İnsan yalnızca zorunlu olana sahibo- lur, ona geri dönmek ve (önceki nota bak) boyun eğmek gerekir. Gene de ne özlem, ne üzüntü! Vazgeçmek gerekir. Hayır, arı olmayanı sevmeyi öğrenmek. * Sonuçta, annesinden kendisini bağışlamasını diler - Neden iyi bir oğul oldun - Ama bilemeyeceği, hatta tasarlayamayacağı tüm gerisi için [ ]l bir o bağışlayabilir (?) * Tersine çevirdiğime göre, Jessica’yı genç göstera. Bunu gündüz uykusunda düşler 1. Okunamayan bir sözcük. 298 meden önce yaşlı göstermeliyim. * M.’le hiç erkek tanımamış olduğu için evlenir. Onunla kendi kusurları nedeniyle evlenir sonuçta. Sonra elden geçmiş kadınlan sevmeyi -yani- yaşamın korkunç zorunluluğunu sevmeyi öğrenecektir. * 14 savaşı üzerine bir bölüm. Zamanımızın hazırlayıcısı. Annenin gözünden? Fransa’yı da, Avrupa’yı da, dünyayı da tanımayan. Obüs parçalarınin kendi başlarına gittiklerini sanan. * Sözü anneye de verecek ardışık bölümler. Aynı olguların yorumları, ama onun 400 sözcüklük dağarcığıyla. * Kısacası, sevdiklerimden bundan. Derin sevinç. ♦ sözedeceğim. Yalnız “Saddok: 1)-Ama neden böyle evleniyorsun ki, Saddok? -Fransızlar gibi mi evlenmeliyim? -Fransızlar gibi ya da başka türlü! Saçma ve acımasız bulduğun bir geleneğe neden uyuyorsun b? -Halkım bu gelenekle özdeşleşmiş de ondan, başka hiçbir şeyi yok, onda donmuş, ve bu gelenekten ayrılmak ondan ayrılmaktır da ondan. İşte bunun için a Tüm bunlar (yaşanmamış] içli, kesinlikle gerçekçilikten uzak bir biçem içinde, b. Fransızlar haklı, ama mantıkları bizi eziyor. Ben de bu nedenle Arap çılgınlığını seçiyorum, ezilmişlerin çılgınlığını. 299 rılmak ondan ayrılmaktır da ondan. İşte bunun için yarın o odaya gireceğim, bilinmedik bir kadını soyacağım, ve silah patırtıları içinde ırzına geçeceğim. -Tamam. Bu arada gidip yüzelim. 2)-Sonra? -Şimdüik faşist karşıtı cepheyi sağlamlaştırmak gerektiğini, Fransa ile Rusya’nın kendilerini birlikte savunmak zorunda olduklarını söylüyorlar. -Ülkelerinde adaletin egemenliğini sürdürerek savunamazlar mı kendilerini? -Bunun daha sonra geleceğini, beklemek gerektiğini söylüyorlar. -Adalet burada beklemeyecektir, bunu iyi biliyorsun. -Beklemezseniz, nesnel olarak faşizme hizmet edeceğinizi söylüyorlar. -Bunun için mi eski arkadaşlarınıza zindan uygun görülüyor? -Bunun üzücü olduğunu, ama başka türlü yapılamayacağını söylüyorlar. -Söylüyorlar, söylüyorlar. Sen de susuyorsun. -Susuyorum. Ona bakıyordu. Sıcak yükselmeye başlıyordu. -Öyleyse, bana ihanet ediyorsun, öyle mi? "Bize ihanet ediyorsun", dememişti, haklıydı da, çünkü ihanet teni, yalnız bireyi, vb. ilgilendirirdi... -Hayır. Bugün partiden ayrılıyorum... 3)-1936’yı anımsa. -Ben komünistler için terörist değilim. Fransız- lar’a karşı teröristim. -Ben Fransız’ım. Bu da Fransız. 300 -Biliyorum. Ne yapalım. -O zaman bana ihanet ediyorsun. Saddok’un gözleri bir tür ateşle parlıyordu. * Sonunda süredizimsel düzeni seçersem, madam Jacques ve doktor Mondovi’nin ilk kolonlarının torunları olacak. Yakınmayalım, dedi doktor, yalnız ilk atalarımızı tasarlayalım, burada..., vb. * 4)-Ve Jacques’in Marne’da öldürülen babası. Bu karanlık yaşamdan ne kaldı? Ele gelmez bir anı dışında, hiçbir şey - orman yangınında yanmış bir kelebek kanadının hafif külü. * İki Cezayirli ulusçuluğu. 39 ve 54 (ayaklanma) arasında Cezayir. Fransız değerlerinin bir Cezayirli bilincinde ne olduğu, ilk adammki. Şimdiki dramı iki kuşağın tarihi açıklar. * Miliana’daki tatil kampı, sabahın ve akşamın içinde kışlanın boru sesleri. * Aşklar: hepsi de geçmişten ve adamlardan arınmış olsun isterdi. Rastladığı ve gerçekten böyle olan tek yaratığa yaşamını adamıştı, ama kendisi hiçbir zaman sadık olamamıştı. Demek ki kadınlar sadık olsun istiyordu, kendisiyse değildi. Ve bu niteliği onu kendisine benzeyen kadınlara yöneltiyor, o zaman azgınlık 301 ve kızgınlıkla sevip kucaklıyordu. * Delikanlılık. Yaşam gücü, yaşama duyduğu inanç. Ama kan tükürür. Yaşamı bu mu, hastane, ölüm, yalnızlık, bu saçmalık mı olacaktı. Sonuç dağıtma. Ve ta içinde: hayır, hayır, yaşam başka şey. * Cannes’dan Grasse’a giden yolda aydınlanıver- me... Biliyordu ki, her zaman içinde yaşadığı bu kuruluğa geri de dönse, yaşammı, yüreğini, bir kez, belki yalnız bir kez, ama bir kez ulaşmasma izin vermiş tüm varlığının minnetini... * Bu imgenin son bölümüyle başlanacak: yıllar boyu sopalara, amansız doğaya, güneşe, sineklere sabırla katlanarak, hep katlanarak bostan dolabını döndüren kör eşek, ve görünüşte kısır, tekdüze, acılı olan bu ağır dairesel ilerlemeden, durmamacası- na sular fışkırır... * 1905. L.C.’nin1 Fas savaşı. Ama, dünyanın öbür ucunda, Kalialev. * L.C.’nin yaşamı. Varolma ve sürme istemi dışında, tümüyle istem dışı. Öksüzler yurdu. Karısıyla evlenmek zorunda kalan tarım işçisi. Böylece kendisine karşın kurulan yaşamı - sonra savaş onu öldürür. 1. Herhalde baba Lucien Camus. 302 * Grenier’yi görmeye gider: "Anladım ki, benim gibi adamlar, boyun eğmek zorundadır. Onlara sert bir kural gerekir, vb. Din, aşk, vb: benim için olanaksız. Size uymaya karar verdim." Bunun sonucu (öykü). * Sonunda, babasının kim olduğunu bilmez. Ama kendisi kimdir? 2nci bölüm. * Sessiz sinema, yazıların büyükanneye okunması. * Hayır, iyi bir oğul değilim: iyi oğul kalan oğuldur. Ben dünyayı dolaştım, onu boş gururlarla, şanla, yüz kadınla aldattım. -Ama, yalnız onu mu seviyorsun? -Ah! yalnız onu sevdim? * Babasının mezarının başında, zamanın parçalandığını duyumsadığı zaman - bu yeni zaman düzeni kitabın zaman düzenidir. * Ölçüsüzlüğün adamıdır: kadınlar, vb. Demek ki [aşırı] cezalandırılır onda. Sonra bilir. * Afrika’da, akşam hızla denizin ya da yüksek yaylaların ya da düzensiz dağların üzerine indiği zaman duyulan bunalım. Kutsalın bunalımıdır bu, durasızhk karşısında ürpertidir. Delphes’te, akşamın, aynı etkiyi ya- 303 ratarak, tapmaklar yükselttiği bunalımın aynıdır. Ama Afrika toprağında tapmaklar yıkılmıştır, ancak yüreğin üstünde bu sonsuz ağırlık kalır. Nasıl da ölürler o zaman! Sessiz, her şeye sırt çevirmiş. * Onda sevmedikleri, Cezayirli’ydi. * Parayla ilişkileri. Bir ölçüde yoksulluktan (kendine bir şey almazdı), öbür yandan gururundan: hiçbir zaman pazarlık etmezdi. * Sonunda anneye açılma. Beni anlamıyorsun, gene de beni bağışlayabilecek tek insansın. Birçok insanlar bunu yapmayı öneriyor. Birçokları da her perdeden benim suçlu olduğumu haykırıyor, ama bunu bana söyledikleri zaman değilim. Daha başkalarının bunu bana söylemeye hakları var ve haklı olduklarını ve beni bağışlamalarını sağlamam gerektiğini biliyorum. Ama insan kendini bağış- layabileceklerini bildiklerinden özür diler. Yalnızca bu, bağışlamak, sizden bağışlanmayı haketmenizi, beklemenizi istemek değil. [Ama] yalnızca onlarla konuşmak, onlara her şeyi söylemek ve bağışlamalarım elde etmek. Bunu kendilerinden isteyebileceğim kadınlar ve erkekler, biliyorum ki, yüreklerinde bir yerlerde, bağışlayamazlar, bağışlamasını bilmezler. Bir tek yaratık bağışlayabilirdi beni, ama ona karşı hiç suçlu olmadım ve ona tüm yüreğimi verdim, gene de ona gidebilirdim, çoğu zaman da sessizce yaptım, ama o öldü ve yalnızım. Yalnız sen yapabilirsin bunu, ama beni anla- 304 iniyorsun, yazdığımı okuyamazsın. İşte bunun için sana sesleniyorum, sana yazıyorum, sana, yalnız sana, ve bitirdiğim zaman, başka hiçbir açıklamada bulunmadan senden beni bağışlamanı dileyeceğim, sen de bana gülümseyeceksin." * Jacques, gizli yazı işleri odasından kaçış sırasında, kovalayanlardan birini öldürür (biraz öne eğilmiş, suratını buruşturuyor, sendeliyordu. O zaman Jacques içinde korkunç bir öfke yükseldiğini duydu: yukarıdan aşağıya doğru bir kez daha vurdu [gırtlağına], boynunun aşağısında kocaman bir delik kaynamaya başladı hemen, sonra, tiksinti ve öfkeden çıldırmış durumda, bir kez daha, nereye vurduğuna bakmadan [ ]' dosdoğru gözlerine vurdu...) ...sonra Wanda’ya gitti. * Yoksul ve bilgisiz Berber köylü. Kolon. Asker. Topraksız Beyaz. (Bunları seviyordu o, Batı’dan yalnızca en kötü yanını almış sivri burunlu sarı kundurah ve fularh melezi değil.) * Son. Toprağı geri verin, hiç kimsenin olmayan toprağı. Satılacak da, satınahnacak da olmayan toprağı (evet ve îsa hiç Cezayir’e gelmedi, burada keşişlerin bile yurtlukları, topraklan olduğuna göre.) Annesine, sonra ötekilere bakarak haykırdı: "Toprağı geri verin. Tüm toprağı yoksullara, hiçbir şeyi bulunmayanlara, hiçbir zaman sahibolmak is- 1. Okunamayan dört sözcük. İlk Adam 305/20 tememiş olacak ölçüde yoksul olanlara, bu ülkede onun gibi olanlara, çoğu Arap, kimileri Fransız, uçsuz bucaksız zavallılar sürüsüne, dünyada bir değeri olan tek onur içinde, yoksulların onuru içinde, burada yaşayanlara ya da inat ve dirençle ayakta kalanlara, onlara verin toprağı, kutsal olanı kutsal olanlara verir gibi verin, ben de o zaman, yeniden ve sonunda yoksul, dünyanın ucunda sürgün ülkelerinin en kötüsüne atılmış olarak, öylesine çok sevdiğim toprağın ve saygı duyduğum adamların ve kadınların en sonunda güneşin altında birleştiğini bilerek gülümseyecek ve mutlu öleceğim. (O zaman büyük adsızlık verimli duruma gelecek ve beni de örtecek - Bu ülkeye geri döneceğim.) * Başkaldırı. Bk. Cezayir’de Demain, s.48, Servier. F.L.N.’nin savaş adı olarak Tarzan admı almış genç siyasal görevlileri. Evet, emir veriyorum, öldürüyorum, dağda, güneşin ve yağmurun altında yaşıyorum. Daha iyi ne öneriyordun: Bethune’de manevra mı? Ve Saddok’un annesi. Bk. s. 115. * Dünyanın en eski tarihinde ... karşı karşıya ilk adamlarız - [ ]* gazetelerde haykırıldığı gibi gün batımının değil, belirsiz ve farklı bir şafağın insanlarıyız. * Tanrısız ve babasız çocuklardık, önerilen öğretmenler korkunç geliyordu bize. Yasalhktan yoksun X. Okunamayan bir sözcük. 306 şıyorduk - Gurur. ♦ Yeni kuşakların kuşkuculuğu denilen şey - yalan. Yalancıya inanmayı yadsıyan erişkin kişi ne zamandır kuşkucu oldu? * Yazarlık mesleğinin soyluluğu baskıya direnmesinde, dolayısıyla yalnızlığa razı olmasındadır. * Ters yazgıyı sürdürmeme yardım etmiş olan şey belki fazla elverişli bir yazgıyı karşılamama da yardım edecektir - Beni öncelikte ayakta tutan da sanata verdiğim büyük, çok büyük değerdir. Benim için her şeyin üstünde olduğu için değil, hiç kimseden ayrılmadığı için. * [Eskil çağ] bir yana Yazarlar kölelikle başladılar. Özgürlüklerini fethettiler, [ ]' söz konusu değil. * K.H.: Abartmalı olan her şey değersizdir. Ama Mösyö K.H. abartmalı olmadan önce değersizdi. Çoğaltmak istedi. 1. Okunamayan bir sözcük. 307 İki mektup 19 Kasım 1957 Sevgili Mösyö Germain, Gelip sizinle bütün yüreğimle konuşmak için şu son günlerde beni çevreleyen gürültünün biraz dinmesini bekledim. Bana fazlasıyla büyük bir onur verdiler, bu onuru ne aramış, ne istemiştim. Ama, haberi öğrendiğim zaman, ilk düşüncem, annemden sonra, size yönelikti. Siz olmasaydınız, bana, o küçük, yoksul çocuğa uzattığınız sevecen el, öğretiminiz, örneğiniz olmasaydı, tüm bunların hiçbiri olmayacaktı. Bu tür onurları gözümde büyütmem. Ama bu onur hiç değilse hem eskiden, hem de şimdi benim için ne olduğunuzu söylemem, çabalarınızın, çalışmanızın ve buna kattığınız cömert yüreğin küçük öğrencilerinizden birinde canlılığını hep sürdürdüğünü, bu öğrencinin, yaşma karşın, hep minnet dolu öğrenciniz kaldığını kesinlemem için bir fırsat. Sizi tüm gücümle kucaklarım. Albert Camus 310 Cezayir, 30 Nisan 1959 Sevgili küçüğüm, Elinle yolladığın ye yazan J.-Cl. Brisville’in lütfedip benim adıma imzaladığı Camus adlı kitabı aldım. Bu ince davranışınla bende yarattığın sevinci sana nasıl anlatacağımı da, nasıl teşekkür edeceğimi de bilmiyorum. Buna olanak bulunsaydı, benim için her zaman "benim küçük Camus’m" olarak kalacak kocaman delikanlıyı sımsıkı bağrıma basardım. Bu kitabı okumadım daha, yalnızca ilk sayfalarım okudum. Kimdir Camus? Bana öyle geliyor ki, senin kişiliğini kavramaya çalışanlar tam olarak başaramıyorlar bunu. Sen yaratılışım, duygularım ortaya çıkarmakta her zaman içgüdüsel bir çekingenlik göstermişindir. Yalın, dobra dobra olduğun için daha da iyi başarırsın bunu. Üstelik de iyisin. Mesleğini bilinçle yapmak isteyen bir eğitici, öğrencilerini, çocuklarını tanımak konusunda hiçbir fırsatı küçümsemez, bu fırsatlar da durmamacasma çıkar. Bir yanıt, bir devini, bir duruş fazlasıyla belirticidir. Diyeceğim, bir zamanlar sen olan sevimli küçük adamı iyi tanıdığımı sanıyorum, ve çocuk, çoğu zaman, ijeride olacağı adamı filiz olarak içinde bulundurur. Sınıfta bulunmaktan duyduğun haz her yandan ışıldardı. Yüzün iyimserliği ortaya koyardı. Seni incelerken, ailenin gerçek durumu hiçbir zaman usuma bile gelmemişti. Bunu ancak Burs adayları dizelgesine yazılman konusunda annen beni 311 görmeye geldiği zaman ayrımsamıştım. Ayrıca, bu da beni bırakacağın sırada oluyordu. O zamana değin öteki arkadaşlarınla aynı durumdaymışm gibi görünüyordun bana. Gereken her şeyin vardı. Kardeşin gibi, güzelce giyinmiş olurdun. Sanırım, annen için bundan daha güzel bir övgü bulamam. Mösyö Brisville’in kitabına dönmek gerekirse, bol bol resim var içinde. Her zaman "arkadaşım" olarak gördüğüm zavallı babanı resminden tanımaktan da büyük bir heyecan duydum. Mösyö Brisville lütfedip beni de anmış: kendisine teşekkür edeceğim. Sana adanmış ya da senden sözeden yapıtların durmamacasına büyüyen dizelgesini gördüm. Ününün (gerçeğin ta kendisi bu) başını döndürmediğini görmek benim için çok büyük bir sevinç. Camus olarak kaldın: aferin. Uyarladığın, hem de sahneye koyduğun oyunun: Cinler1 in sayısız gelişmelerini ilgiyle izledim. En büyük başarıyı: hakettiğini dilemezlik edemeyecek kadar fazla severim seni. Malraux sana bir tiyatro vermek istiyormuş. Biliyorum, bu sende bir tutku. Ama... tüm bu etkinlikleri başarıyla ve aynı zamanda sürdürebilecek misin? Gücünü fazla zorluyorsun diye korkuyorum. İzin ver de yaşlı dostun olarak söyleyeyim, iyi bir karın, iki çocuğun var, onların da eş ve babalarına gereksinimleri var. Bu konuda, Öğretmen Okulu’nda- ki müdürümüzün bazı bazı söylediğini anlatacağım sana. Bize karşı çok, çok sertti, bu da bizi gerçekten sevdiğini görmemizi, sezmemizi önlerdi. "Doğa büyük bir defter tutar, kapıldığınız bütün aşırılıkları buraya inceden inceye yazar." Ne yalan söylemeli, bu bilge düşünce kaç kez tam unutacağım sırada tutmuştur beni. Öy312 leyse, doğanın Büyük Defter’inde sana ayrılan sayfayı boş bırakmaya çalış. Andree televizyonun bir yazın yayınında, Cinlere, ilişkin yayında seni görüp dinlediğimizi anımsatıyor bana. Soruları yanıtlayışım görmek heyecan vericiydi. Elimde olmadan, şakayla, seni göreceğimi ve işiteceğimi usundan bile geçirmediğin konusunda gözlemde bulunuyordum. Bu biraz Cezayir’den uzaklığının acısını çıkardı. Epey uzun bir zamandır görmedik seni... Bitirmeden önce, okulumuza karşı el altından hazırlanan tehlikeli tasarılar karşısında laik ilkokul öğretmeni olarak duyduğum acıyı söylemek isterim sana. İnanıyorum ki, çocukta en kutsal olan şeye: kendi gerçeğini arama hakkına tüm meslek yaşamım boyunca saygı gösterdim. Hepinizi sevdim ve kendi görüşlerimi ortaya koyup da körpe kafalarınızı etkilememek için elimden geleni yaptım. Tanrı söz konusu olduğu zaman (izlencede vardı), kimilerinin inandığını, kimilerinin inanmadığını söylerdim. Ve haklarının bütünlüğünde, herkesin neyi isterse onu yaptığını. Aynı biçimde, dinler konusunda, varolan dinleri belirtmekle yetinirdim, kim hangi dini isterse ona bağlanırdı. Doğrusu ya, hiçbir dini izlemeyen kişiler bulunduğunu da eklerdim. İyi biliyorum ki, bunlar ilkokul öğretmenlerini dinin, daha kesin olarak da katolik dininin çığırtlanla- rı yapmak isteyenlerin hoşuna gitmiyor. Cezayir Öğretmen Okulu’nda (o zamanlar Galland parkındaydı), babam, tüm arkadaşları gibi, her pazar ayine gitmek ve günah çıkartmak zorundaymış. Bir gün, bu zorlamadan bıkıp "kutsanmış" ekmeği bir ayin kitabının içine koymuş, kitabı da kapatmış! Okulun müdürü bunu öğrenmiş ve babamı okuldan atmakta duralamamış bi- le. "Özgür Okul” (kendileri gibi düşünmekte özgür...) yandaşları işte bunu istiyorlar. Meclis’in bugünkü oluşumu göz önüne alınınca, bu hainlik sonuca ulaşır diye korkuyorum. Le Canard enchaînâ bir ilde Laik Okul’un yüz dolayında sınıfında derslerin duvara asılı haç altında yapıldığını belirtti. Bunu çocukların bilincine karşı iğrenç bir saldırı olarak görüyorum. Bir zaman sonra böyle mi olacak? Bu düşünceler beni derinden derine üzüyor. Sevgili küçüğüm, 4ncü sayfamın sonuna geldim: senin zamanını kötüye kullanmak bu, beni bağışlamanı dilerim. Burada, her şey yolunda. Christian, damadım, yarın hizmetinin 27nci ayına başlıyor. Bil ki, yazmadığım zaman bile, hepinizi sık sık düşünüyorum. Madam Germain ve ben dördünüzü de gönülden kucaklıyoruz. Sevgilerle. Germain Louis Senin gibi ilk günah çıkartan arkadaşlarınla sınıfa gelişini anımsıyorum. Gözle görülür biçimde, üzerindeki giysiden ve kutladığın şenlikten mutlu ve gururluydun. İçtenlikle söylüyorum, sevinciniz beni mutlu etmişti, düşünüyordum ki, günah çıkartma törenini yaptığınıza göre, hoşunuza gidiyor demekti? Öyleyse... 314 İÇİNDEKİLER Sunuş........................................................... 5 Yayımcının notu...................................................... 11 I. BABAYI ARAYIŞ At arabasının yukarısında....................................... 15 Saint-Brieuc............................................................ 29 3. Saint-Brieuc ve Malan (J.G.).............................. 37 4. Çocuğun oyunları................................................ 45 5. Baba. Ölümü. Savaş. Saldırı.............................. 61 6. Aile...................................................................... Sİ Etienne....................... ............................................. 99 6a. Okul................................................................. 132 7. Mondovi: yerleşim ve baba............................. 168 I. OĞUL YA DA İLK ADAM 0. Lise................................................................... 189 Kümes ve tavuğun kesilmesi................................213 Perşembeler ve tatiller...........................................219 1. Kendine de karanlık..........................................255 EKLER Yaprak 1................................................................265 Yaprak II................................................................... 266 Yaprak III................................................................. 268 Yaprak IV................................................................. 269 Yaprak V.................................................................. 270 İlk Adam (Notlar ve taslaklar)..............................271 İki mektup.............................................................. 315