Sayı 74 Aralık 2014 - ATAUM
Transkript
Sayı 74 Aralık 2014 - ATAUM
ATAUM e-bülten Yıl 7 - Sayı 74 Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Avrupa Gündemi... ARALIK 2014 Dünya Tuvalet Günü’nde Avrupa Tuvalet Deklarasyonu 19 Kasım Dünya Tuvalet Günü’nde yayınladığı Avrupa Tuvalet Deklarasyonu'nda “güvenli, temiz ve şahsi tuvaletlere erişimin temel insan haklarından biri ve beşeri ve ekonomik kalkınmanın önkoşulu olduğunu” ilan eden Avrupa Parlamentosu, bu alandaki eşitsizlikleriyse ancak AB’nin giderilebileceği öne sürdü. Dünya Tuvalet Organizasyonu adlı sivil toplum kuruluşu konuya dikkat çekmek ve yardım kuruluşlarının sanitasyon faaliyetlerine daha fazla önem vermesini sağlamak amacıyla 2001’de 19 Kasım’ı Dünya Tuvalet Günü olarak ilan etmiş, Tuvalet Günü 2013’te de Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınmıştı. TEMEL İHTİYAÇ MI KALKINMA HEDEFİ Mİ? Elâ BİLGEN 19 Kasım Dünya Tuvalet Günü’nde Brüksel’de gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu toplantısında, günün anlam ve önemine binaen Avrupa Tuvalet Deklarasyonu yayınlandı. “Güvenli, temiz ve şahsi tuvaletlere erişimin temel insan haklarından biri ve beşeri ve ekonomik kalkınmanın önkoşulu olduğunu” vurgulayan Deklarasyon’la “bir milyar kişinin tuvalet ihtiyacını çalılıkların arkasındaki çukurlarda, nehirlerde veya küçük su birikintilerinde gidermek zorunda olduğu bir dünyanın, her yıl kirli su ve yetersiz sanitasyon nedeniyle ortaya çıkan hastalıklar yüzünden milyarlarca okul ve iş saati kaybı yaşanmasının, kadın ve kızların tuvalet ihtiyacını giderecek bir yer ararken taciz, şiddet ve hayvan saldırıları riskine karşı daha korunmasız hale gelmesinin” Avrupa açısından kabul edilemez olduğu ifade edildi. (devamı 3. sayfada) Belgrad-Tiran Arasında Zeytin Dalı Modern Zamanın Köleleri G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi Su Satılık Değildir! Emre YÜKSEL sayfa 4 Bilgesu BÜYÜKÇOLAK sayfa 6 Esra AKGEMCİ sayfa 8-9 Onur HAZNEDAR sayfa 10-11 BM’den 'Vatansızlar' Kampanyası Refah Turizmine Engel Romanya’da Zafer Sağ Blokun Portre: Baruch Spinoza Yasemin KARADAĞ sayfa 12-13 Betül DİNLER sayfa 14-15 Emre YÜKSEL sayfa 18 Recep Ersel ERGE sayfa 19-20 üyelik ve diğer talepleriniz için ataum@education.ankara.edu.tr 2 İskandinavya’da Yaşlı Olmak Aygün KARLI ARALIK 2014 ATAUM e-bülten İskandinavya’da Yaşlı Olmak Aygün KARLI Hayat standartlarının ve refahın görece yüksek olduğu ülkeler elbette ortalama yaş ömrünün de uzun olduğu ülkeler oluyor. Bunun bu şekilde olmasını, yaşama koşul- larının iyi olmasına bağlamak ne denli doğruysa da bu açıklama aslında tek başına yeterli de değil. Yeterli bir açıklama yapabilmek için göz önünde bulundurmamız Geniş hizmet ağı Devletin zenginliği görece daha adilce yönlendirdiği bir ülke olan Finlandiya’daysa Avrupa’nın genelinde olduğu gibi genç nüfus sorunu var. Yaşlı nüfus, Avrupa harici ülkelere göre kıyaslandığında bir hayli yüksek. Ancak Finlandiya yaşlı olmanın sorun teşkil edici olduğu varsayımını bir kenara bırakarak yaşlılara yönelik hiz- metlerin en gelişkin olduğu ülkelerden biri. Yaşlı nüfusa bir külfet olarak bakmaktan ziyade onları en iyi yaşam koşullarında yaşatmak konusunda ülke geniş bir mali kaynak ayırmış durumda. Özellikle son dönemlerde yapılan haberlere göre, Helsinki Belediyesi hem işsiz bireylere iş sağlamak hem de yaşlılara daha iyi bir bakım sağlamak Farklı bakış açıları Farklı bir görüşse, yine aynı ül ke den, ya ni Finlandiya’dan. Finlandiya Sosyal Sigortalar Kurumu’ndan bir araştırmacı olan Sari Kehusmaa, geçtiğimiz Ağustos’ta Tampere Üniversitesi’ne sunduğu doktora tezinde yaşlılara belediye tarafından de- ğil de kendi evlerinde kendi akrabaları tarafından yapılacak olan bakımın ülke ekonomisine tahmini üç milyar Euro’luk bir tasarruf sağlayacağı kanısında. Kehusmaa yaptığı araştırmada belediyelerin aldığı ödeneğin yalnızca bir kısmını bu bakımla- Kapsayıcı bölge Öte yandan, son yıllarda toplumun her alanında etkin faaliyet gösteren LGBT bireyler, yaşlı hakları konusunda da kendilerini gösteriyor. Kendilerine diğer huzurevlerinde cinsiyetçi yaklaşıldığını öne süren ve oldukları gibi yaşamak istediklerini belirten LGBT bireyler, İsveç’te geçtiğimiz yılda kendilerini bir huzurevi planına dâhil etmişler. Hükümet tarafından görüşleri alınan bireylerin şu an bir LGBT Huzurevleri var. ABD’deyse bu sayı on beşi aş- mış durumda. Son günlerde Danimarka da LGBT Huzurevi fikrini benimsemişe benziyor. Tahminlere göre Danimarka’nın nüfusunun yüzde yirmisi gelecek çeyrek yüzyılda LGBT birey olma yolunda ilerliyor. Hükümet bu öngörünün ışığında Danimarkalı vatandaşların çocuk yapma fikrine ısınmaları için çeşitli projeler gerçekleştiriyor. Ancak bunları yaparken LGBT Huzurevi planından da vazgeçmiş değil. Gelecek beş yıl içinde onların haklarını ge- gereken bir diğer etkense, devlet. Zira gelişkin sermaye ve piyasa koşullarının bir şekilde sağlandığı ülkelerde ekonomik açıdan zenginliğin olduğunu biliyoruz. Ancak ekonomik açıdan zenginleşmiş birçok ülkenin de bu zenginliğin dağıtımı konusunda yetersiz kaldığını insanların yaşam koşullarından anlayabiliyoruz. için kendine rol biçmiş gözüküyor. Şehir içinde yüz elli farklı grup, yaşlılara bakım vermek için Belediye’ye ait bakımevleri tarafından istihdam edilmiş. Üstelik bu gruplar rastgele seçilmiş gruplar değil. Geçici eğitim alarak yaptıkları işlerde belirli bir seviyeye gelmeleri sağlanan bu grup, yaşlılar açısından en iyi hizmeti ver- mek üzere yetiştiriliyor. Helsinki Belediyesi, tam rakam vermek olanaksız olsa da, bu iş için milyonlarca Euro harcamış. Yaklaşık on bin kişinin istihdamını sağlayan bu hizmet, herhangi bir mali çıkar sağlamak için oluşturulmamış. ra ayırdığını, önemli bir kısmınınsa belediyeye mali destek sağlamak için alındığını savunmuş. Önerisiyse yaşlılara yakınları veya aileleri tarafından yine devletten destek görerek bakılması. Bu sayede yaşlılar hem devlete daha fazla mali yük getirmeye- cekler hem de düşük bir bütçeyle bakımları sağlanabilecek. On milyon Euro’luk bir bütçeyle bu işin altından kalkılabileceğini belirten araştırmacı, bu bakımı yapanlaraysa aylık 371 Euro verilerek destek sağlanabileceğini belirtmiş. liştirmek ve korumak adına düzenlemelere gidecek olan Danimarka hükümeti, bir de LGBT Huzurevi açma çalışmalarına girişmiş bulunmakta. Bu tesisin diğerlerinden farkıysa, LGBT haklarını genişletmek ve yaşlıların birlikte veya ayrı yaşayacak biçimde kendi istekleri doğrultusunda yaşamalarını sağlamak. Bu gelişmeler gösteriyor ki, özellikle Kuzey Avrupaİskandinav ülkelerinde yaşlılık büyük bir nüfus artış prob- lemi durumunda. Ancak bu ülkeler, yönelimleri ne olursa olsun yaşlıların mutlu bir şekilde hayatlarını devam edebilmelerini sağlamak için devlet bütçelerini kullanmaktan çekinmiyor. Yaşlı bireyin yakınları tarafından mı yoksa devlet tarafından mı bakılacağı tartışmasıysa ise çok daha derin bir tartışma ve aslında aile-toplum-devlet üçgenine yaklaşımın bir yansıması. Ve tabii ki ekonomik rasyonalite çerçevesinde! ATAUM e-bülten Ab’nin, tuvalet ihtiyacının açık alanda giderilmesinin önlenmesi, 2030’a kadar temel su, sanitasyon ve hijyen ihtiyacının evrensel düzeyde karşılanması ve tuvalet erişiminin evlerin yanı sıra okullar ve sağlık kurumlarını da kapsayacak biçimde genişletilmesi amaçlarını destekleyen Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin şekillendirilmesindeki rolü nedeniyle kalkınma açısından önemli işbirlikçilerden biri olduğu duyuruldu. Ayrıca ancak AB’nin su, sanitasyon ve hijyen sorununun çözümünde liderliği üstlenmesiyle küresel düzeyde yoksullar ve ötekileştirilen gruplar açısından var olan eşitsizlik durumunun giderilebileceği belirtildi. AB hijyen ve sanitasyon konusunda kendisine böylesi iddialı liderlik rolleri biçerken, Avrupa’da tuvalet kültürü meselesi ve Avrupalıların temizlik anlayışı pek çok toplumda oksidentalist bir tavrı da içinde barındıracak biçimde alaycı bir yaklaşımla karşılanmakta. Büyük Versailles Sarayı’nın ülkemizde en bilinen özelliği belki de başlangıçta hiç tuvaletinin olmaması. Orta Çağ ve erken modern dönem Avrupasını anlatan filmlerdeki duvarlara işeme ve lazımlıkları pencerelerden boşaltma sahneleri de genellikle tiksinti, şaşkınlık ve dönemin Osmanlısıyla yapılan kıyaslama sonu cun da küçümsemeyle karşılanmakta. 20. yüzyıl sosyologlarından Norbert Elias, doğal ihtiyaçlarımızı giderme biçimlerimizin uygarlık süreci içinde değişikliğe uğradığını ifade e- ARALIK 2014 diyor. Modern toplumun duygu denetim modelleriyle utanma ve sıkılma standartlarının kurucusu olarak da Rotterdamlı Erasmus’u gösteriyor. Zira Erasmus, 1530 tarihli De civilitate morum puerilium adlı ders kitabında “idrarını yapan ya da bağırsaklarını boşaltmakta olan birisini selamlamanın uygun olmayacağı”, utanma duygusuyla birlikte yaratılan insanın organını gereksiz yere açmaması ve idrarın gizlice yapılması gerektiği uyarılarında bulunuyordu. Bununla birlikte Erasmus, bu utanma duygusunun gerekliliğini kendilerine her şeyin malum olduğu meleklerin yanı sıra, sağlıkla ilgili gerekçelere de dayandırarak günümüzün sağlık ve hijyen kurallarının oluşumunu başlatmaktaydı. Elias da melek motifinin ve dış hayaletlerden duyulan korkunun, “dürtülerden belirli ölçüde vazgeçilmesi ya da duyguların belirli bir şekilde biçimlendirilmesi için hijyenik nedenler kullanılmaya ve insan sağlığına verilen zarar vurgulanmaya başladığında gerilediğini” ifade ediyor. Önce doğaüstü varlıklardan duyulan korku nedeniyle, daha sonraysa hastalıklardan kaçınmak amacıyla değişen Avrupa tuvalet kültürü, 19. yüzyıla kadar duvar kenarlarında ya da lazımlıklarda tuvalet ihtiyacının alenen ve ihtiyacı bekletmeksizin giderilmesiyle başlamış görünüyor. Şimdilerdeyse evlerin içindeki kapalı ve hatta ebeveyn ve misafir banyolarının yaygınlaşmasıyla neredeyse şah si tuvalet/klozetlerde gideriliyor. Yani büyük bir dönüşüm söz konusu aslında. Antik dönemden itibaren Avrupa’da en yaygın tuvalet biçimi, hitap ettiği sınıfa göre değişik süslemeler içerebilen se ra mik ve ya bakırdan lazımlıklardı. Kanalizasyon sistemlerinin geliştirilmesine kadar lazımlıklar evlerin önüne, sokaklardaki oluklara boşaltılıyordu. 1500’lü yıllardan itibaren Avrupa’da kentsel nüfusun artması ve sokaklardaki olukların insan dışkısıyla dolup taşması evlerin yanına lağım çukurlarının kazılmaya başlamasına neden oldu. Zamanla bu çukurlarda biriken katı atığı toplayarak gübre ve amonyak üretiminde kullanılmak üzere satan tüccarların ortaya çıkması şehirlerde modern kanalizasyon sistemlerinin yapılmasını geciktirdi. 19. yüzyılda kamu görevlileri ve hijyen uzmanlarının yaptığı çalışmalarla katı ve sıvı atıkların taşınacağı borulardan oluşan bir yeraltı ağının inşası başladı. Tuvalet ve musluklu küvetlerin çoğalması da bu döneme rastladı. Aslında modern sifonlu tuvaletin öncüsü olacak bir mekanizma İngiltere’de Sir John Harington tarafından daha 1596’da geliştirilmişti. Hatta Harington, vaftiz annesi Kraliçe Elizabeth için Richmond Sarayı’na bu tuvaletlerden bir tane yaptı ancak Kraliçe çok gürültülü olduğu gerekçesiyle tuvaleti kullanmadığı gibi, ülke çapında tuhaf karşılanan bu icat da benimsenmedi. Ancak Sanayi Devrimi’nin başlamasıyla modern formunu kazanan sifonlu tuva- Avrupa Tuvalet Deklarasyonu Elâ BİLGEN let ilk kez 1778’de Londra ’daki bir atölyede seri olarak üretilip satılmaya başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde bir yandan kolera salgınları nedeniyle hız kazanan sanitasyon çalışmaları, diğer yandan da tuvalet üreticisi girişimcilerin çabalarıyla özellikle Londra’da kanalizasyon sistemleri ve sifonlu tuvaletler yaygınlaştı. Hatta 1851’ de yaklaşık 6 ay süren bir organizasyonla Hyde Park’ta halka klozet tanıtımı yapıldı ve 1 peni karşılığında ziyaretçiler temiz bir oturak ve havlu hizmetiyle birlikte ilk kez sifonlu tuvalette ihtiyaç giderdi. İngiltere’de 1875’te çıkarılan Halk Sağlığı Yasasıyla tuvalet üreticilerine üstü kapalı teşvikler sağlanarak kanalizasyon sistemleri ve su temini konularında düzenlemeler yapılması da modern tuvaletlerin yaygınlaşmasına ve ihtiyaç gidermenin modern şeklinin belli bir standardizasyona kavuşturulmasına yardımcı oldu. Tuvalet üretimi yapan şirketler, Almanya, Avustralya ve Güney Afrika’da da tanıtım faaliyetleri gerçekleştirdi. Böylece diğer sanayi ürünleriyle birlikte sifonlu tuvalet de İngiltere ’den tüm kıta Avrupası’na yayıldı. Yine de temiz suyla çalışan bir sifona sahip tuvaletler ancak üst sınıfa hitap eden bir lüks tüketim malıydı ve 1860’a gelindiğinde bile İngiltere’den Almanya’ya ithal edilen tek tuvalet Kraliçe Victoria için Ehrenburg Sarayı’na konan ve elbette Kraliçe’den başkasının kullanımına ka pa lı o lan sifonlu klozetti. Eşitsizlik ve şiddete karşı hijyen standardizasyonu Diğer her şeyle birlikte doğal ihtiyaçlarla ilgili tutumların standartlaştırılması yönünde atılan adımlar günümüz Avrupası açısından meyvelerini vermiş olsa da, tuvalet gereksiniminin giderilmesinde temiz su kullanımı ve ihtiyaç duyulan mahremiyet ortamı bugün hala dünya nüfusunun neredeyse yarısı için bir lüks. 1 milyardan fazla insan tuvalet ihtiyacını kanalizasyon sisteminden yoksun açık alanlarda gidermek zorunda kalıyor. BM verilerine göre 2.5 milyar kişiyse hijyen, sağlık ve sanitasyon açısından yetersiz tuvaletleri kullanıyor. Özellikle kırsalda ve şehirlerin gecekondu bölgelerinde yaşayanlarla mülteci kampları başta olmak üzere kriz ve afet bölgelerinde bulunan insanlar bu durumdan en fazla etkilenen kesimleri oluşturuyor. Dünya Tuvalet Organizasyonu adlı sivil toplum kuruluşu bu konuya dikkat çekmek ve yardım kuruluşlarının sanitasyon faaliyetlerine daha fazla önem vermesini sağlamak amacıyla 2001’de 19 Kasım’ı Dünya Tuvalet Günü olarak ilan etmiş, Tuvalet Günü 2013’te de Birleşmiş Milletler tarafından resmen tanınmıştı. BM ve Dünya Tuvalet Organizasyonu yetkililerince bu yılki etkinlikler çerçevesinde yapılan açıklamalara göre, her yıl ishal nedeniyle gerçekleşen 5 yaşın altındaki 800 bin çocuk ölümü, hijyen kurallarının yaygınlaştırılmasıyla önlenebilir. Bunun yanı sıra okullara temiz ve güvenli tuvaletler yapılmasıyla, yetersiz tuvaletler nedeniyle okulu bırakan ergenlik çağındaki kız çocuklarının eğitime katılma oranını arttırmak ve evlerin içine tuvalet yaparak ihtiyacını açık alanda gidermek zorunda kalan kadınların saldırıya uğrama olasılığını engellemek mümkün. Dünya Tuvalet Organizasyonu ayrıca su ve sanitasyon için harcanan her 1 doların zaman tasarrufu, verimlilik artışı ve sağlık giderlerindeki düşüşle 8 dolar olarak geri döneceğini vurguluyor. Dünyanın pek çok “geri kalmış” bölgesinde kadın ve çocuklar gibi erkeklerin de tuvalet ihtiyaçlarını yetersiz ve sağlıksız koşullarda gidermek zorunda olduğu bir gerçek. Ancak kadınlara ve çocuklara yönelik cinsel şiddetin ve yoksul ve ötekileştirilen gruplara yönelik eşitsizliğin, ırkçılık ve cinsiyetçilikle evrenselcilik arasında hassas bir dengeyi sürdürmeye çalışan muktedirlerin bu dengeden elde ettikleri fayda göz ö nün de bulundurulmaksızın, yalnız görünen nedenlere bağlanması sorunun çözümünü güçleştiriyor. Hele ki Ban Ki-Moon’un ifadesiyle “hijyeni küresel kalkınmanın öncelikleri arasında sayan” faaliyetlere, daha doğrusu öncü faaliyetçilere biraz yakından bakıldığında. Zira Avrupa Tuvalet Deklerasyonu’nun hazırlanmasına ön ayak olan İngiltere-Hollanda ve Amerika menşeli iki büyük uluslararası şirketten “hijyen uzmanı” Domestos ’un sahibi Unilever’in Endonezya yağmur ormanlarının dünyanın en hızlı tahribata uğrayan ormanları olmasındaki etkisi dikkat çekiyor. Keza 150 ülkede en fazla kullanılan kağıt mendil ve tuvalet kağıdı markası Kleenex’in sahi bi Kimberly-Clark da Kanada’daki kutup altı ormanlarının yok olmasında ciddi sorumluluğu var. Tüm bunları dikkate almaksızın değerlendirme yapmak yanlış ya da en azından eksik sonuçlar doğurmaya mahkum görünüyor. 3 4 Belgrad-Tiran Arasında Zeytin Dalı Emre YÜKSEL ARALIK 2014 ATAUM e-bülten Belgrad-Tiran Arasında Zeytin Dalı Emre YÜKSEL Uzunca süre Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde kalan Balkanlar, Fransız Devrimi sonrasında özellikle Napolyon Savaşları’yla milliyetçilik ideolojisiyle tanışmış ve coğrafya savaşların ve istikrarsızlıkların yaşandığı bir yer haline gelmişti. Önce bağımsızlık savaşlarını, ardından bu toprakların genişletilmesi için yapılan Balkan Savaşları’nı ve daha sonrasında da iki dünya savaşını atla tan Bal kan lar, So ğuk Savaş’ın başlamasıyla tekrar istikrar dönemine girmişti. Yaklaşık 50 yıllık istikrar döneminin ardındansa bölgede milliyetçilik tekrar nüksetti ve “Balkanlar” kelimesi tekrar “istikrarsızlık” ve “savaş” kelimeleriyle anılır oldu. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan iç savaş ve Kosova Savaşı’ysa bölge devletleri arasında gergin ilişkiler mirası bıraktı. Bu ilişkilerin en başındaysa, Sırbistan’ın Arnavutluk ve Kosova’yla ilişkileri geliyor. Esasen Sırbistan’ın bu iki ülkeyle olan sorunlarının temel noktasını aynı sebep oluşturuyor: Kosova’nın Sırbistan’dan “anayasaya” ve “uluslararası hukuka” aykırı bir şekilde ayrıldığı inancı. Kosova, Yugoslavya içerisinde Sırbistan’a bağlı özerk bir bölgeydi ve bağımsızlık hakkı bulunmuyordu. Ancak Kosovalı Arnavutlar Kosova Kurtuluş Ordusu’nu (UÇK) kurup Yugoslavya’yla (Sırbistan’la) silahlı çatışmaya girişti. Bu çatışma NATO’nun 1999’da Yugoslavya’yı bombalama- sıyla sona erdi ve ülkenin yönetimi BM kontrolüne geçti. 2008’deyse Kosova Parlamentosu tek taraflı bir kararla Sırbistan’dan bağımsızlıklarını ilan etti. Bu kararın uluslararası hukuk açısından meşruiyeti tartışılmış, Sırbis- tan da kararı uluslararası hukuka aykırı gördüğü için bağımsızlığı tanımadığını ilan etmişti. Bu durum da Sırbistan’ın hem Kosova’yla hem de Arnavutluk’la arasının bozulmasına neden oldu. Barış ve istikrarda AB katalizörü Soğuk Savaş döneminde sosyalist yönetimlere sahip olan Sırbistan ve Arnavutluk, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle zamanla “Batı yanlısı” hükümetler kurmaya başladı. Bu hükümetlerin öncelikli hedefleri ülkeye yatırımcıları çekmek ve işsizlik ve yolsuz- lukları önlemek oldu. Bunu sağlamanın yolu da AB’ye üye olmak olarak görüldü. Bu sebeple ülkeler AB’ye üyeliği en büyük öncelik olarak gördü ve sırayla AB’ye ü ye lik baş vu ru su yap tı. AB’nin bu ülkelere üyelik için koyduğu ön şartsa iki ülkenin tarihini sorunlarını çözmesi, yani “Kosova sorununun çözüme kavuşturulması” oldu. Böylece Sırbistan ve Kosova arasında ilişkilerin kurulması üzerine görüşmeler yapıldı, deklarasyonlar imzalandı. AB’nin itici gücü sayesinde Balkan devletleri sorunların çözümü adına ziyaretler gerçekleştirdi. Bu vesileyle Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın Belgrad’a gerçekleştirmiş olduğu ziyaret, hem iki ülke arasında hem de Balkanlar’da barış ve istikrarın sağlanması açısından büyük önem arz ediyor. Balkanlar için büyük önem rarası Adalet Divanı da tanıarz eden bu ziyarette “Koso- yor ve bu bölgesel bir gerva” konusu iki ülke arasında çektir” sözleriyle Sırbistan’ın tekrar bir gerginliğe neden Kosova’yı tanıması gerektiğioldu. Görüşmenin ardından i- ni söylemesi Sırbistan Başbaki başbakanın düzenlediği or- kanı Alexandar Vucic tarafıntak basın toplantısında Arna- dan tepki topladı. Rama’dan vutluk Başbakanı Rama’nın sonra söz alan Vucic, “ilk ön“Kosova konusunda tama- ce şunu söylemek istiyorum. men farklı pozisyonlara Başbakan Rama’dan bu tarz sahibiz. Fakat gerçek tektir bir provokasyon ve Kosova ve değiştirilemez. Kosova hakkında konuşmasını bekşimdi 108’den fazla ülke ta- lemiyordum. Kosova’yla ne rafından tanınıyor. Bağımsız- alakaları olduğu hakkında lığını aynı zamanda Ulusla- bir fikrim yok. Fakat kendisi- ne cevap vermeliyim çünkü benim işim herhangi birinin Belgrad’da Sırbistan’ı aşağılamaya çalışmasına engel olmak. Sırbistan Anayasası’na göre Kosova Sırbistan’ın bir parçası ve Arnavutluk’la hiç bir ilişkisi yoktu ve olamayacaktır” sözleriyle Rama’nın protokol dışına çıktığını ve provokatif davrandığını belirtti. Tarihi ziyarette Kosova Edi Rama’nın gerçekleştirmiş olduğu ziyaret, zamanı açısından da büyük önem taşıyor. Zira Rama’nın ziyareti Enver Hoca’dan tam 68 yıl sonra Arnavut bir liderin Sırbistan’a yaptığı ilk ziyaret olma vasfı taşıyor. Aslında 22 Ekim ’de gerçekleşmesi gereken ziyaret, iki ülke arasındaki bir futbol maçında Büyük Arnavutluk bayrağı açılması sebebiyle yaşanan kriz sonrasında gerçekleşememiş ve Kasım’a sarkmıştı. ‘Hedef Büyük Avrupa’ Edi Rama’nın gerçekleştirmiş olduğu ziyaret, Kosova sorununun gölgesinde kalmış olsa da, bölgede istikrarın temellerinin atılması konusunda da önemli aşamalar kaydedilmesini sağladı. Başbakan Vucic, Sırbistan’daki Arnavutlarla Arnavutluk’taki Sırpların iki ülke arasındaki işbirliğinde köprü görevi üstlenmeleri gerektiğini belirtirken, Başbakan Rama’yla iki ülke vatandaşlarının sadece kimlik kartlarını kullanarak karşılıklı ziyaretler gerçekleştirebilmeleri hakkında anlaşmaya vardıkları- nı açıkladı. Ayrıca iki ülke diplomalarının karşılıklı olarak tanınması üzerinde de anlaşmaya varıldı. Bununla birlikte, 68 yıl sonra Sırbistan’ı ziyaret eden ilk başbakan olmaktan mutluluk duyduğunu ve ilişkilerde yeni bir sayfa açılacağını belirten Rama, bir sonraki ziyaret için tekrar 68 sene beklenmemesi gerektiğini ve Sırp mevkidaşını da bu nedenle gelecek sene Tiran’a davet ettiğini belirti. AB’nin alternatifinin olmadığını da belirten Başbakan Rama, Balkan ülkeleri olarak Avrupa’yla birleşme hedefle- rinin olduğunu ve Avrupa ’nın tüm Balkan ülkelerini barış yolunda bir araya getirebileceğini savundu. Sırbistan ’ın Preşevo kentinde açıklama yapan Rama, Avrupa’nın Balkanlar’a, Balkanlar’ın da Avrupa’ya ihtiyaç duyduğunu vurguladı ve bu sebeple olsa gerek Arnavutluk’un hedefinin “Büyük Arnavutluk” değil “Büyük Avrupa” olduğunun altını ısrarla çizdi. Sonuç olarak, bir Arnavut liderin 68 yıl sonra Sırbistan’ı ziyaretinin istikrarın peşinde koşan Balkanlar için büyük önem taşıdığı aşikar. Her iki ülkenin AB hedefi taşıması da bu tür ziyaretlerin daha sık yaşanacağına dair ipuçları taşıyor. Nitekim AB, her iki devletten de tarihi sorunlarını çözmelerini istiyor. Bu sebeple, Kosova konusunda adımların atılması her iki devletin hatta Kosova’nın da AB’ye üyeliğini hızlandıracak gibi. Ancak yine de Kosova’nın Arnavutluk’la birleşme ihtimali ve Sırbistan’ın Kosova’yı tanıma konusuna temkinli yaklaşıyor olması sürecin biraz daha uzayacağının göstergesi durumunda. ATAUM e-bülten ARALIK 2014 Grönland: Yeni Seçim, Eski Sorun Damla ÜNSEVER 5 Grönland: Yeni Seçim, Eski Sorun Damla ÜNSEVER Haberleri izleyip şöyle bir durup düşündüğümüzde hepimiz sessiz sakin, herşeyden ve herkesden uzak bir yerlere gitmek isteriz. Aklımıza ilk gelen şeyse küçük bir sahil kasabasında yeşillikler içinde bir evdir. İşte bu isteğimizi buzullarla çevrili, beyaz örtüyle kaplı topraklarında gerçekleştiren bir ülke var: Grönland. Ancak 57 bin kişilik nüfusuyla Grönland, dünya nın bü yük problemlerinden uzakta, Danimarka’ ya bağlı özerk bir ada olsa da son yıllarda dikkatleri üzerine çekiyor. Çünkü dünyada enerji kaynakları tükendikçe ülkeler yeni kaynak arayışları içine giriyor. Bunların en başında da nadir elementlere sahip olan, özellikle dünyanın en büyük beşinci uranyum kaynağının bulunduğu Grönland geliyor. Buzulların erimesiyle birlikte doğal kaynak arayışlarının bir nebze kolaylaştığı bu ülkede uranyum çıkarımının ekonomiye önemli katkıda bulunacağını düşünen yerel hükümet, 2013’ün başından bu yana ülkede yabancı enerji şirketlerinin yatırım yapmasını destekliyordu. Geçtiğimiz günlerde yapılan seçimlerse bu eski sorun konusunda yeni hükümetin nasıl bir tutum benimseyeceğini gündeme getirdi. 1979’da Danimarka’ya bağlı olarak özerklik statüsü kazanan Grönland, 2009’daki özerklik yasasıyla güvenlik, savunma, dış politika konu- larında hala Danimarka’ya bağlı ama doğal kaynakları üzerinde tam yetkiye sahip bir ülke oldu. Ekonomisi tarım ve turizme dayanan adada uranyum çıkartılmaya başlanması kimilerine göre Grönland’ı ekonomisi güçlü bağımsız bir ülke haline getirecekken, kimilerine göreyse ada halkı için ciddi sağlık sorunları doğacağı gibi süreç Danimarka’yı nükleer enerji alanında önde gelen ülkelerden biri haline getirecek. Dünyanın en çevreci ülkelerinden biri olarak bilinen ve son otuz yıldır nükleer enerji karşıtı bir dış politika izleyen Danimarka’ysa bu konuda yerel hükümetle aynı fikirde değil. Diğer taraftan 1983’te balıkçılık kısıtlamaları nedeniyle üyelikten çekilen Grönland’ın AB dışında olması, dolayısıyla Euratom antlaşmasına taraf olmaması AB’yi tedirgin ediyor. Her ne kadar Grönland’ın İran gibi Batı için tehdit oluşturabilecek ülkelerle uranyum ticareti yapması beklenmese de, uzun vadede enerji kaynaklarına ihtiyaç duyan Çin’in ve nükleer alanda güçlenmek isteyen diğer ülkelerin bölgeye olan ilgisi AB’nin bu konuda önlem almaya yönelmesine neden oluyor. Aralık 2012’de çıkarılan yasayla başlayan uranyum sorunu hala devam ediyor. Yasayla yabancı şirketlerin Grönland’da maden çıkarmalarına izin verilmesinin yanı sıra yabancı işgücünün ül- keye girişinin de önü açılmıştı. Bu yasa ucuz işgücüne sahip Çin’in lehine, yerel halkınsa zararına sonuç doğurdu. Ekonomik durgunluğun yanı sıra işsizlik de önemli bir sorun haline geldi. Sorunun çözümü için Danimarka ve Grönland Şubat’ta uranyum işbirliği grubunu kurdu. Mart 2013’deyse gerçekleşen seçimlerin sonucundaysa sosyal demokrat parti Siumut ’un lideri Aleqa Hammond Başbakan oldu. Ekim’de de yeni hükümet uranyum gibi nadir elementlerin çıkarılıp ihracatının yapılmasını engelleyen “sıfır tolerans politikası”nı terk ettiğini açıkladı. Ancak geçtiğimiz aylarda Başbakan Hammond, kamu gelirlerini kendi çıkarları için harcadığı ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kaldı. Yapılacak seçimden önceki istikrarsızlık ve seçimden uranyum çıkarılmasına karşı bir hükümetin çıkabileceği endişesiyle ülkeye yatırım yapan firmalar seçimden birkaç ay önce yatırımlarını durdurdu. Seçimse geçtiğimiz Kasım sonunda gerçekleşti. 28 Kasım’daki seçimlerin sonucunda yüzde 34 oy alarak ilk sırada yer alan sosyal demokrat Siumut partisini yüzde 33 oyla sol eğilimli Inuit Ataqatigiit (IA) izledi. Kurulacak koalisyon hükümetinin doğal kaynaklar konusunda nasıl bir tutum izleyeceğiyse muallakta. Çünkü Siumut’in yeni lideri, eski hükümet döneminde İskan ve Çevre Ba- kanı olan Kim Kielsen. Her ne kadar doğal kaynaklar konusunda uygulanan politikaları devam ettirecek gibi gözükse de, IA ve lideri Sara Olsvig, Kielsen’i zorlayacak gibi gözüküyor. Nitekim seçim propagandaları sırasında “yeni başlangıç” sloganını kullanan ve açıkça uranyum çıkarılmasına karşı çıkan Olsvig, seçilmesi durumunda bu sorunu referanduma taşıyarak son sözü halka bırakacağını belirtmişti. Ancak kimilerine göre bu sadece bir seçim propagandası olabilir ve iki parti de kendi çıkarlarına uygun olarak ortak bir politika uygulayabilir. İki partinin izleyecekleri tutumun uzlaşmacı mı yoksa çatışmacı mı olacağı, birlikte nasıl bir ekonomi politikası uygulayacakları ilerleyen günlerde belli olacak ama yapılan öngörülere dayanarak yine de kimi tespitlerde bulunmak mümkün. Örneğin, Siumut’un eski liderinin yaptığı yolsuzluğun ve iktidarın başarısız ekonomi politikalarının partinin halk desteğinin azalmasına yol açarak IA’nın gücünü arttırmasına olanak vermesi, sol eğilimli IA’nın daha baskın bir rol oynamasına neden olabilir. Tabii Siumut ’un hala en yüksek oyu alan parti olarak iktidarda kalması, ülkedeki yatırımcıları istikrarın sağlanması konusunda rahatlatmış gözüküyor. 6 Yunanlıların Evlilik Merasimi Christos TEAZIS ATAUM ARALIK 2014 e-bülten Modern Zamanın Köleleri Merkezi Avustralya'da olan “Walk Free Foundation” ( Özgür Yürü Vakfı), bu sene ikinci defa Küresel Kölelik Endeksi'ni yayınladı. Raporda tüm kıtalardan 167 ülkeden örnekler ve istatistikler yer alıyor. Buna göre dünyada 35 milyon 800 bin insan kölelik şartlarında çalıştırılıyor. Vakıf, köle sayısının tüm nüfusa oranı, devlet siyaseti, ülkedeki insan hakları koşulları, yolsuzluk, ayrımcılık, ekonomik gelişmişlik düzeyi gibi etmenleri de raporuna ekleyerek bir sıralama yapıyor. Listenin ilk beşinde Moritanya, Özbekistan, Haiti, Katar ve Hindistan bulunuyor. Avrupa' da “modern kölelik” oranıysa toplam köleliğin 1.82 'sini oluşturuyor. Raporda Avrupa’da köleliğin en yaygın olduğu ülkeler arasında Bulgaristan, Türkiye, Polonya ve Almanya yer alıyor. İzlanda, İrlanda ve Lüksemburg gibi çoğu Avrupa ülkesiyse listenin son sıralarında. Üstelik bu ülkelerde modern köle sayısı 300'ü aşmıyor. Vakfın araştırmacılarından Kevin Bales, raporun yayımlanma amacının konuya dikkat çekmek ve bir bilinç yaratmak olduğunu söylüyor. Vakıf, bu konuda büyük sorumluluğun hükümetlere ait olduğunu, devletin çıkaracağı yasalarla insan hakları ihlallerini azaltabileceğini vurguluyor. Çalışmada kölelik kavramı “modern kölelik” başlığı altında zorla çalıştırılan işçileri, insan kaçakçılığı kurbanlarını, para karşılığı seks işçiliği yapanları ve zorla ya da hizmet ettirilmek amacıyla evlendirilenleri kapsıyor. Endekste aynı zamanda her kıtadan mo dern kö lelik örnekleri kişilerinin kendi cümleleriyle anlatılıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO da Mayıs’ta yayınladığı bir raporda dünyada 21 milyon insanın zorla çalıştırıldığını açıklamıştı. 21 milyon insanın üçte ikisini seks endüstrisi, geri kalanını da ev, tarım, inşaat ve maden işçileri oluşturuyor. Aynı rapora göre bu modern köleler sayesinde dünyada 150 milyar dolar kâr elde ediliyor ve bu rakam üzerinden hiçbir vergi ödenmiyor. ILO da modern kölelikle mücadelede büyük rolün hükümetlere düştüğünü, bunun yoksulluk, istihdam ve eğitim gibi konularda yapılan düzenlemelerin çözümü kolaylaştıracağını belirtiyor. Kimilerine göre kölelikten daha kö tü o lan “modern kölelik” kavramı, bildiğimiz “köle” statüsünde olmayan ancak “köle gibi çalıştırılan” günümüz insanlarını anlatıyor. Böyle geniş bir kavramın içine seks işçileri, maden işçileri, taşeron işçileri, ücretli, geçici, sözleşmeli personeller, mevsimlik işçiler, ev işçileri, borçlandırılarak çalıştırılanlar, asgari ücret karşılığı çalışanlar, zorla evlendirilenler gibi birçok kategori katılabiliyor. Modern kölelik uygulamaları kapitalizmin kötü sonuçları arasında görülüyor. Düşük ücretle, kayıt dışı ve ağır şartlarda çalışanlar dünyanın her yerinde farklı oranlarda bulunuyor. Avrupa ülkelerinde istihdam, ekonomik refah, yasaların kapsamlılığı ve denetim uygulamalarının diğer ülkelere Bilgesu BÜYÜKÇOLAK Christos TEAZIS kıyasla daha sıkı tutulması nedeniyle bu ülkelerin daha kapitalist yapılarına rağmen daha az modern köle sayısına sahip olduğunu görüyoruz. Avrupa ülkelerinin hemen hepsinin yasalarında ve ayrıca İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'yle Av ru pa İnsan Hakları Sözleşmesi' nde “kölelik ve zorla çalıştırma yasağı” şeklinde bir madde de bulunuyor. Tabii özellikle Avrupa merkezli çok uluslu şirketlerin ve işletmelerin de ülke dışındaki faaliyetlerinde bu türden yöntemlere başvurmakta fazla çekinceli davranmadığını özellikle not etmek gerek. Birçok kişi ve birçok örgüt modern kölelik uygulamasının hükümetle ve işverenlerle alakalı olduğunu belirtiyor. İşverenler, özellikle özelleştirme uygulamalarıyla beraber düşük ücretlerle, kapsam dışı uygulamalarla veya taşeronlaşma eğilimiyle beraber işçilerinin çalışma koşullarını görmezden geliyor. Adam Smith'in de “Ulusların Zenginliği” eserinde belirttiği gibi, işletmelerin tek amacı kâr elde etmek ve do- layısıyla nasıl elde edildiğini pek de umursamamak olarak devam ediyor. Dünyada çok fazla sayıda yaşanan iş kazaları, işverenlerin bu umursamazlığı nedeniyle “iş cinayetleri” şeklinde devam ediyor. Modern kölelik tanımının en büyük dilimini oluşturan seks işçileriyse nefret cinayetlerine kurban gidiyor veya çeşitli fiziksel/psikolojik şiddet yönelimlerine maruz kalıyor. Yasalarla yaşı ve türü net bir şekilde belirlense de hala küçük yaşta çocuklar resmi veya dini nikâhlarla evlendirilmek zorunda bırakılıyor. Her ne kadar evde istihdam edilen ev işçileri diğerlerinden şanslı görünseler de, onlar da ev kölesi olarak zor şartlarda çalıştırılabiliyor. Taşeron işçileri, taşeron firmaların ve işverenlerin denetim konusundaki yetersizliği nedeniyle düşük ücretler karşılığı görevlerini ve görev dışı yüklenen her türlü işi yine ağır şartlarda yapmak zorunda bırakılıyor. Sonuç olarak kasa, her zaman kazanıyor. ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: ataum@education.ankara.edu.tr Editör: Erdem DENK Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK * Yazılarınızla katkıda bulunmak için denk@ankara.edu.tr adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Ankara Üniversitesi Basımevi, İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler/ANKARA Tel: 0(312) 213 66 55 · Basım Tarihi: 8 Haziran 2014 ATAUM ARALIK 2014 e-bülten ‘Elma Ye Putin'i Kızdır’ Mühdan SAĞLAM 7 ‘Elma Ye Putin'i Kızdır’ Mühdan SAĞLAM Soğuk Savaş döneminde NATO’nun karşısına konumlanan Varşova Paktı’na ev sahipliği yapan Polonya, 1991’ de SSCB’nin dağılmasının ardından Batı’yla uyumu yakalamaya çalışan ülkeler arasında en dikkat çekeniydi. Hızla yönünü NATO’yla AB ’ye dönen Polonya, ilk olarak 1999’da Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’yle birlikte NATO’ya üye oldu. Bunu 2004 ’teki AB üyeliği takip etti. Kurumsal düzeyde Batı temelli örgütlenmelerin içinde olmanın yanı sıra Polonya da tıpkı Rusya ve diğer pek çok eski Doğu Bloğu ülkesi gibi ekonomisindeki yeniden yapılandırmayı IMF ve Dünya Bankası’nın ellerine üstün bir uyum ve itaatle bıraktı. Bununla beraber, Varşova’nın Batı’yla kurumsal düzeydeki bütünleşmesinde dikkat çeken en önemli unsur, SSCB ’nin ardılı olan Rusya Federasyonu’yla arasına mesafe koymaktı. Dolayısıyla Polonya dış politikasında 1990’ lardan bu yana başat iki ilke üzerinden hareket edildiği söylenebilir. Ekonomik, siyasi ve güvenlik alanında Batılı kurum ve kuruluşlarla olabildiğince uyumun yakalanması ve geçmiş deneyimin izlerini taşıyan Rusya’yla zorunlu haller dışında ilişki kurulmaması. 2009’da NATO’nun savunma amaçlı balistik füze ve radar savunma sistemlerini Çek Cumhuriyeti ve Polonya’ya kurma girişimi planında Varşova’nın planı destekleyen tutumu, Rusya tarafından o dönemde de eleştirilmişti. Bununla beraber, iki ülke arasında ilişkilerin tamamen dondurulduğu da söylenemez. Moskova-Varşova hattında ilişkilerin en yoğun olduğu iki alansa enerji ve ekonomi. Enerji alanında Polonya transit ülke olmasının yanında Rusya’ya yüzde 70 oranında bağımlı görünüyor. Polonya’yla Rusya arasında transit geçiş konusunda sıklıkla sıkıntı yaşanması üzerine Rusya Kuzey Akım Boru Hattı’nı devre sokmuş ve Polonya’nın transit ülke olarak pazarlıktaki elini zayıflatmıştı. Halihazırda her ne kadar Polonya hala YamalAvrupa doğal gaz hattına ev sahipliği yapsa da, kritik bir eşit olduğunu iddia etmek artık güç. Ekonomi alanındaysa Rusya’ya yapılan yaş sebze-meyve ihracatı Polonya ekonomisinde önemli bir yere sahipti. Ancak Ukrayna kriziyle birlikte Polonya’yla Rusya ticareti ciddi yara almış durumda. Polonya, Ukrayna’nın yönünü Batı’ya dönme tercihi ve peşi sıra yaşanan krizde Kiev ’in en güçlü destekçisi olmakla kalmadı, Rusya’ya yönelik politikaların sadece e- yüzde 6’sını oluşturuyor ve konomik yaptırımlarla sınırlı bu rakam gayrisafi yurtiçi hâkalmaması gerektiğini de sılanın da yüzde 0.04’üne teyüksek perdeden ifade etti. kabül ediyor. Nitekim Kırım’ın ilhak edil- AB cephesinde yaşanan ekomesi sürecinde NATO’yu müt- nomik durgunluğa bir de Rustefikler arası istişare öngö- ya pazarından mahrum kalren 4. madde kapsamında mak eklendiğinde, Brüktoplantıya çağıran da Polon- sel’in tarım alanında yılsoya oldu. Öyle ki, Polonya’nın nunda 7 milyar Euro’luk sert politikalardan yana olan zararla karşılaşması işten bitutumuna karşın Almanya ve le değil. Üstelik pek çok uzABD’nin Rusya’ya yönelik ce- man bu durumun tahminzalandırmanın ekonomik lerden daha da fazla bir düyaptırımlarla sınırlı kalacağı- zeye ulaşabileceğini ve AB’yi nı ifade etmesi, Varşova’da tarım alanında zor günlerin hayal kırıklığı yarattı. Daha- beklediğini ifade ediyor. Nisı, Brüksel’in ekonomik yap- tekim Ekim 2014’te yapılan tırımlarına Moskova’nın da AB 2015 görüşmelerinde karşı hamlede bulunması, sert tartışmalar yaşandı ve Varşova’nın hayal kırıklığına Rusya krizine rağmen ekobir de ciddi bir ekonomik ka- nominin genel istikrarı için tarım fonlarında kesintiye gityıp ekledi. Genel olarak AB verileri in- me isteği görüşmelerin fikir celendiğinde, Avrupa’nın ayrılıklarıyla noktalanmasıRusya’ya 12 milyar Euro’luk na zemin hazırladı. Üstelik tarım ürünü ihraç ettiği ve bu- Aralık 2014’te nihai bir bütnun Rusya tarım ithalatının çenin çıkıp çıkmayacağı da üçte birini oluşturduğu görü- hala muamma. 2015 için lüyor. Fakat Ağustos 2014’te “Acil Bütçe Planı”nın günMoskova’nın uygulamaya demde olması bütçe görüşsoktuğu yaptırımlarla birlikte melerinde mutabakata varılAvrupa ekonomisindeönem- masının güç olduğunu Brükli bir gedik açıldığı görülüyor. sel’in de kabul ettiğini gösteZira genel olarak Rusya’ya ih- riyor. racat AB üretiminin yaklaşık Bununla beraber, Polonya gi- Diplomatik kriz Moskova-Varşova hattında ekonomi temelli krizler devam ederken, Kasım 2014’te buna bir de casusluk krizi eklendi. İlk olarak Varşova, Rus iç istihbarat teşkilatının raporları çerçevesinde casusluk faaliyetleri gerçekleştirdikleri iddiasıyla Polonya’da bulunan gazetecilerin akreditasyonlarını Kasım başında iptal etti. Bunu, diplomatik gerekçelerle Polonya’da bulunan Rus diplomatların iş tanımlarının dışına çıkarak Rus- ya için Polonya aleyhine veri topladıkları iddiası izledi ve Rus diplomatlardan 48 saat içinde Polonya’yı terk etmesi istendi. Polonya’nın Rus diplomatları sınır dışı etmesinin hemen ertesinde Rusya, kısasa kısas diyerek, benzer bir gerekçeyle Polonya diplomatları sınır dışı etti. Aslına bakılırsa Rusya’yla Avrupa ülkeleri arasında yaklaşık iki aydır casusluk suçlamasıyla diplomatların iadesi gündemde yer tutuyor. Ekim 2014’te Almanya’yla de benzer bir iade süreci yaşanmış, Almanya’yı eski bir SSCB ülkesi olan Estonya takip etmişti. Ancak Varşova-Moskova hattındaki tarihsel anlaşmazlıklarla son ekonomik tabloya bir de diplomatların iadesi eklendiğinde, iki ülke arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunların enerji alanıyla sınırlı olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Sonuç olarak, 1991 itibariyle Moskova’dan uzak Batı’ya bi ekonomide çarkların dönmesini tarım ürünleri ihracatının sağladığı ülkelerde adeta bir ekonomik dar boğaz yaşanıyor. Polonya genel ihracatında Rusya yüzde 5’lik payı bir paya sahip. Rusya’yla ihracat kalemleri incelendiğindeyse seb ze meyvenin ilk sırada olduğu ve yaklaşık 1 milyar Euro’ya tekabül ettiği dikkat çekiyor. Başka bir ifadeyle, Polonya sebze meyve ihracatının yarısını Rusya’yla yapıyordu. Nitekim ihracatta yaşanan bu darbeye karşı AB şemsiyesine sığınılmış olunsa da, Brüksel’in sağladı fonlar yetersiz kalınca Polonyalı elma üreticileri başkent Varşova’ da protesto gösterileri düzenledi. Yüzlerce ton elmayla ne yapacaklarını bilmediklerini ifade eden üreticiler, krize bir an önce çözüm bulunmasını talep ediyor. Her ne kadar Polonya hükümeti “elma ye, Putin’i kızdır” gibi sloganlarla halkı elma tüketmeye yönlendirmeye çalışsa da, üreticilere göre bu hamleler sadece birer siyasi gösteri malzemesi. olabildiğinde yakın bir politikadan yana tercihte bulunan Polonya, Ukrayna gibi büyük bir krizin eşiğinde olmasa da, Rusya’yla ekonomik ve diplomatik köprüleri atma noktasına gelmiş gibi. Ancak AB’nin genel ekonomik çalkantı döneminde Polonya’ya ayrıcalıklı bir plan sunmaması, Varşova’yı politikalarını gözden geçirmeye de itiyor gibi. 8 G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi Esra AKGEMCİ ATAUM ARALIK 2014 e-bülten G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi Esra AKGEMCİ Her yıl dünyanın en büyük ekonomilerinin liderlerini bir araya getiren G-20 zirvesi, bu yıl dokuzuncu kez Avustralya'nın ev sahipliğinde 1516 Kasım’da düzenlendi. Brisbane kentinde gerçek- leştirilen zirvenin gündeminde küresel ekonomik büyüme vardı ancak resmi gündemde olmayan RusyaUkrayna krizi ön plana çıktı. G-20 zirvelerinden liderlerin politika vaatlerini sıralayan bildirgelerin dışında somut sonuçlar çıkmasa da, dünya siyasetinin ve ekonomisinin genel görünümünü resmeden bir tablo çizmesi açısından zirveler ilgiyle izlenmeyi hak ediyor. Bu yılki Brisbane Liderler Zirvesi de, Batı’yla Rusya arasında süren Ukrayna gerilimi yüzünden en gergin G-20 zirvelerinden birine sahne oldu. Putin’in olaylı geliş ve gidişi Zirvenin ev sahibi Avustralya Başbakanı Tony Abbott’un Ukrayna krizi nedeniyle Putin’in G-20 davetli listesinden çıkarılmasını istemesi, sıkıntılı ve gergin bir G-20’nin ilk habercisi oldu. Ardından İngiltere Başbakanı David Cameron ve ABD Başkanı Barack Obama’nın zirveden hemen önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i hedef alan sözleri, G-20 zirvesinin bir numaralı gündem maddesinin Ukrayna krizi olacağını açıkça ortaya koydu. Cameron, Rusya’nın Ukrayna krizindeki rolünün “zorbalık” olduğunu belirterek, bunun kabul edilemez olduğunu ve ABD’yle AB’nin Rusya yaptırımlarını artırabileceğini söyledi. Obama’ysa Rusya ’nın Ukrayna politikalarının tüm dünya için Ebola salgını ve terör örgütü IŞİD’le eşde- ğerde bir tehdit oluşturduğu- rin artmasına yol açtı. Mosnu öne sürerek, “Rusya’nın kova, durumu rutin faaliyetsaldırganlığının dünya için ler olarak değerlendirdiyse tehlike arz ettiğine MH17 de Abbott, Putin’in çarlık döuçağının geçirdiği korkunç neminin eski görkemini yenikazadan sonra emin olduk” den canlandırmaya çalıştığıdiye konuştu. BM Genel Sek- nı söyledi. Zirve sırasında gereteri Ban Ki-Moon ve AB rilimin tırmandığı anlardan Konseyi Başkanı Herman biri de Kanada Başbakanı van Rompuy da Putin’i sert Stephen Harper’ın Putin’le sözlerle eleştirenler arasın- tokalaşırken, “sizin elinizi daydı. sıkıyorum, ancak size bir şey Diğer yandan dört Rus savaş söylemek istiyorum. Ukraygemisinin Putin’in talimatıyla na ’dan çıkmanız gerekiyor” zirve öncesinde Avustralya sözlerini sarf etmesi oldu. Puaçıklarına gön de ril me si, tin, “maalesef bunu yapmaAvustralya basını tarafından mız mümkün değil, çünkü “Putin’in Abbott’a yanıtı” biz orada değiliz” cevabını olarak yorumlandı. Rusya Pa- verdi. Putin ayrıca bir Alman sifik Filosu’na bağlı gemiler a- televizyonuna verdiği röporrasında bir roket kruvazörü tajda eleştirilere cevap vereve bir denizaltı avcı gemisi de rek, “Rusya, Ukrayna hüküyer alıyordu. Güç gösterisi metinin siyasi muhalif ve o la rak al gı la nan sa vaş rakiplerini yok etmesine izin gemileri, zaten eleştirilerin o- vermeyecek” dedi ve ABD’yi dağında olan Putin’e tepkile- uluslararası işbirliği ruhunu açık bir şekilde bozmakla suçladı. Gelen tepkilerin ardından Putin’in zirvenin son oturumuna katılmadan erken ayrılacağı iddia edildiyse de bu iddialar Kremlin Danışmanı Dmitri Peskov tarafından yalanlandı. Ancak Putin nihayetinde zirveden erken ayrıldı. Washington ve Moskova ilişkilerinde son yıllarda artan gerginliğin, geçtiğimiz sene Rusya’da gerçekleşen G-20 zirvesinde de “Soğuk Savaş” rüzgârları estirdiği yorumları yapılmıştı. Obama ve Putin arasında bu sefer Suriye ve Snowden krizleri yüzünden gerginlik yaşanmış, hatta iki liderin yakın olmaması için oturma planı bile değiştirilerek Kiril alfabesi yerine Latin alfabesi esas alınmıştı. Gerilimin gölgesinde ekonomik büyüme hedefi G-20’nin esas gündemindeyse daha güçlü ekonomik büyümenin teşvik edilmesi ve küresel ekonominin daha dirençli hale getirilmesi vardı. Dünya ekonomisinin yüzde 85’ini oluşturan G-20 ülkelerinin liderleri 2018’e kadar ülkelerinin gayri safi yurt içi hâsılalarını yüzde 2.1 oranında arttırma hedefini kabul etti. Bu, küresel ekono- mide 2 trilyon dolarlık bir artış an la mı na ge li yor. Abbott, böylece milyonlarca kişiye istihdam yaratılacağını ve ayrıca kadınların küresel ölçekte iş gücüne katılımını arttırmak için de düzenlemeler yapılacağını açıkladı. Liderler, 2025’e kadar 100 milyondan fazla kadının çalışma hayatına katılması için çaba harcanması konusunda anlaştıklarını belirtti. Çokuluslu şirketlerin vergilerden kaçınmasını engellemek için yapılan planlar da ekonomik büyüme hedefleri kapsamında yer aldı. İki gün süren zirvenin sonunda yayımlanan bildiride kalkınmanın sağlanması, yaşam standartlarının yükseltilmesi ve istihdam yaratılması için en önemli faktörlerin ticaret ve rekabet olduğu vurgulandı. Gelişmekte olan ülkelerin küresel değer zincirlerine daha fazla katılması gerektiğinin de vurgulandığı bildiride şu ifadelere yer verildi: “Bazı ekonomilerde daha güçlü bir büyüme bekliyoruz. Finans piyasalarındaki risklerle ve jeopolitik gerilimlerden kaynaklanan riskler devam etmekte. Büyümeyi güçlendir- ATAUM e-bülten mek, ekonomik direnci arttırmak ve küresel kurumları güçlendirmek için işbirliği içinde çalışmaya devam edeceğiz. Büyümeyi arttırmak ve kaliteli iş imkânı sunmak için attığımız adımlar, Brisbane Eylem Planı ve kapsamlı büyüme stratejilerimizde belir- ARALIK 2014 lendi.” Bildiride ayrıca dört yıllığına “Küresel Altyapı Merkezi”nin kurulmasına karar verildiği ve bu merkezin bilgi paylaşım platformunun geliştirilmesine ve hükümetler, özel sektör ve kalkınma bankalarıyla uluslararası organizas- yonlar arasında bilgi ağı oluşturulmasına katkı sağlayacağı belirtildi. Bununla birlikte zirve boyunca hakkında herhangi bir açıklama yapılmayan iklim değişikliğine de bildiride bir paragraf ayrıldı ve “G20 ülkeleri, iklim değişikliğine karşı alınacak güçlü G-20 Zirvesinde Rusya Gerilimi Esra AKGEMCİ ve etkili adımları destekliyor” denildi. Bildiride son olarak, Ba tı Afrika’daki ebola salgınını sonlandırmak ve salgının ekonomik ve insani maliyetlerini karşılamak için de vaatlerde bulunuldu. Güvenlik önlemleri ve protestolar G-20 zirveleri her yıl sadece dünyanın önde gelen liderlerine değil aynı zamanda dünyanın dört bir yanından gelerek birçok farklı konuda eylem yapan protestoculara da ev sahipliği yapıyor. Brisbane sokakları da bu yıl Papua Ye- ni Gineli çevrecilerden Çinli organ ticareti karşıtlarına kadar çok sayıda göstericiyi ağırladı. Eylemlere karşı alınan “üst düzey” güvenlik önlemleri de basında ve sosyal medyada alay konusu haline geldi. Zira Abbott’un “Avus- tralya’da gerçekleşen gelmiş geçmiş en önemli toplantı” dediği G-20 Zirvesi’nin yapıldığı bölgede bulundurulması yasak olan şeylerin bir kısmı gerçekten absürt nitelikte. Bunlar arasında sörf tahtası, kayak, bot veya 9 kano, un dolu kâğıt torba, idrar, gübre, kırbaç, kelepçe, sürüngen, böcek ve ya “insanlara zarar verebilecek başka bir hayvan” yer alıyor. Satılık Değildir! 10 Su Onur HAZNEDAR ARALIK 2014 ATAUM e-bülten Su Satılık Değildir! Onur HAZNEDAR Avrupa’da 2008 krizini en acı şekilde yaşayan ülkelerin başında gelen İrlanda, bugünlerde tarihinin en kalabalık ve kapsamlı eylemlerine tanıklık ediyor. İrlanda hükümetinin Troyka (AB, IMF ve Avrupa Merkez Bankası) ile yaptığı anlaşmalar nedeniyle yıllardır kemer sıkmaya tabi tutulan İrlandalılar, hükümetin suyu yeni vergiler yoluyla ücretlendirmesine karşı çıkıyor. Geçtiğimiz günlerde başta başkent Dublin olmak üzere birçok şehirde yüz binlerce kişi “su satılık değildir!” eylemleri yaptı. Önümüzdeki günlerde de devam etmesi beklenen eylemlere karşılık hükümet cephesiyse şimdilik sessiz kalmayı tercih eden ancak geri adım atma emareleri de göstermeyen bir tavır takınıyor. Kolluk kuvvetlerinin gösterilere izin verir bir tutum takınması ve “şimdilik” şiddete başvurmaması da olayların daha barışçıl şekilde geçmesine yardımcı oluyor. 2010’da Troyka’yla yaptığı antlaşma sonucunda oluşturulan kurtarma planına tabi olan İrlanda, bu süreçte birçok alana yeni vergiler getir- di. Hükümet öncelikle konutlara getirdiği yeni vergiyle Troyka’ya bağlılığını gösterdi. Ancak işsizlerin ve evsizlerin her geçen gün arttığı bir ortamda bu vergi büyük tepkilere neden oldu. Nitekim insanlar da bu yeni vergiyi boykot etme kararı aldı. Fakat hükümetin bu yeni vergiyi doğrudan maaşlardan kesmesiyle bu boykot girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu olayların hemen akabinde yine bir başka yeni vergiyle hükümet halkının karşısına çıktı. Bu sefer de suyun özel olarak vergilendirilmesi ve evle- re su sayacı takılması süreci başlatıldı. Bu süreçte yarı devlet şirketi niteliğindeki “Irish Water” kuruldu ve su servisi yerel otoritelerden bu şirkete aktarıldı. Normal şartlarda suya özel olarak para vermeyen İrlandalılar için bu son girişim, yılların birikmişliğiyle birleşerek önce yerelde daha sonra da ulusal düzeyde geniş çaplı gösterilere neden oldu. Altı yıldır önemli hiçbir gösteri yaşanmadığından bu son gelişmeler herkes için büyük sürpriz oldu. Su hakkı kampanyası (Right2Water) Geçtiğimiz mayıs ayında gerçekleşen yerel seçimler sonrası su sayacı takma faaliyetlerini hızlandıran hükümete karşı öncelikle yerelde birtakım sendikalar, partiler ve sivil toplum örgütleri bir araya gelerek çeşitli konferanslar düzenledi. Daha sonra bu konferanslar ülke çapında yayıldı ve Su Hakkı Kampanyasına (Right2Water) dönüştü. Günümüz toplumsal hareketlerinin olmazsa olmazı sosyal medyanın da etkin bir şekilde kullanılmasıyla ülke çapındaki dayanışma 11 Ekim’de kendini İrlanda sokaklarında gösterdi. Herkesin beklentisi bunun daha önce konut vergisinde olduğu gibi düşük katılımlı bir göste- ri olacağıydı. Ancak 11 Ekim’de İrlanda tarihinin en geniş katılımlı eylemleri, 100 binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleşti. Dahası bu eylemde alınan karar doğrultusunda ülke çapında 1 Kasım’da daha da büyük eylemler yaşandı. Katılımcı sayısı çeşitli kaynaklara göre değişkenlik gösterse de 100 ayrı kentte en az 150 bin kişi meydanlardaydı. Bu gün İrlanda’nın her bir köşesinde Su Hakkı Kampanyası yerel ölçekte devam ediyor. Halk, su kayıt formlarını doldurmayarak, su faturasını ödemeyerek ya da su sayaçlarının takılmasına izin vermeyerek kampanyaya destek veriyor. 10 Aralık insan hakları günündeyse İrlanda Parlamentosu’nun etrafının kuşatılması planlanıyor. Aslında bakılacak olursa, su İrlanda’da ücretsiz filan değil. Su ücreti genel vergi sistemi içerisinde toplandığından ve halk bunun dışında ayrıca başka bir ücrete tabi olmadığından, halkın gözünde su ücretsiz hatta bedava olarak görülüyor. Zaten protestocular için de söz konusu olan suyun ücretlendirilmesi değil, artık daha fazla kemer sıkmayı kaldıramayacak olmaları. Dublin’de gösterilere katılan bir kişiye kulak verdiğimizde bu durum daha net açıklığa kavuşuyor: “Sorun su vergisi değil. Sorun son 5 yılın meselesi. Ara- bamı satmak zorunda kaldım, sağlık sigortamı iptal ettim ve bu yıl içinde ayakkabı alacak kadar param yok. Yeter artık!” Öte yandan, ülkenin su sisteminde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Hatta ülkenin bazı bölgelerinde temiz su bulunamadığından marketlerde kaynatılmış su satılıyor. Halkın su konusunda bu denli tepki göstermesinin arkasında bu durum da etkili oluyor. Kısacası halk, kirli suya bir de ayrıca vergi vermek istemiyor. Bu noktada hükümet cephesinin su politikasına bakmakta yarar var. Zira hükümet de tam da bu nedenle Irish Water’ı su sisteminin yenilenmesi ve hizmetin daha ATAUM ARALIK 2014 e-bülten iyi bir şekilde gerçekleşmesi için kurduğu iddiasında. Tabii bu yapılırken suya yeni vergi getirilerek su sayacı takılması da zorunlu kılınıyor. Belki de hükümet zamanlama konusunda bir yanlışlık yapıyor. Eğer ekonomik krizin bu denli sert bir şekilde hissedilme-diği bir dönemde bu uygulamaya geçilseydi halk temiz bir suya sahip olacağından bu denli büyük tepki verme-yecekti. Hükümet Su Satılık Değildir! Onur HAZNEDAR cephesinden az da olsa gelen açıklamalar da zaten bu yönde. Ancak İrlanda Başbakanı Enda Kenny’nin geçtiğimiz günlerde yaptığı “suyu ücretlen-dirmezsek gelir vergilerini arttırmak zo- rundayız” şeklindeki açıklaması, bu konuda hükümetin tutumunun pek de değişmeyeceğini gösteriyor. Fransa’da gerçekleştirilen referandumdan suyun özelleştirilmesine karşı çıkanlar galip çıktı. Görüldüğü gibi dünyada su konusundaki mücadeleler daha çok özelleştirmeler sonrasında tepkiler şeklinde kendini gösteriyor. Bu noktada bugün İrlanda’da yaşananların benzerlerinden farklı olduğunu söylemekte yarar var. Zira İrlanda’da asıl olan artık halkın daha fazla vergi yükü altına giremeyecek olması. Bu nedenle İrlanda’da yaşananları İspanya’daki Öfkeliler Hareketi gibi görmek daha doğru bir tespit olabilir. Bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen 2008 ekonomik krizin acı sonuçları artık İrlanda halkı için katlanılamayacak bir seviyeye gelmiş gibi gözüküyor. İrlanda halkı yalnız değil Su hakkı konusunda mücadele eden tek halk İrlandalılar değil. Örneğin geçtiğimiz yıl ABD’nin iflas eden kenti Detroit’te su faturalarını ödeyemeyecek durumda olan yaklaşık 200 bin kişinin suyu kesilmişti. Bu durum Detroit otoriteleriyle halk arasında ciddi gerilimlerin yaşanmasına neden olmuş, bunun üzerine BM suyun bir insan hakkı olduğunu belir- terek Detroit otoritelerini kınamıştı. Su hakkı konusunda bir başka örnek de Bolivya’da yaşandı. Suyun özelleştirilmesi sonucu dört kat daha pahalı hale gelen su ücretlerine karşı halk ayaklandı ve kanlı çatışmalar yaşandı. Yine Avrupa’da Fransa başta olmak üzere İtalya ve Yunanistan’da suyun özelleştirilmesine karşı birtakım mücadeleler yaşandı. Öyle ki, 11 'Vatansızlar' Kampanyası 10 BM’den Yasemin KARADAĞ ARALIK 2014 ATAUM e-bülten BM’den 'Vatansızlar' Kampanyası Yasemin KARADAĞ Uyrukluk, uluslararası hukukta, en geniş anlamıyla, bireyi devlete bağlayan hukuksal bağ olarak tanımlanmakta. Uyruksuzlar (tabiiyetsizler ya da günlük dildeki haliyle vatansızlar) terimiyse, hiçbir devletin uyruğu olmayan ya da olamayan kişiler için kullanılmakta. Bir kişinin uyrukluktan yoksun kalması, içinde bulunduğu durum itibariyle hiçbir devletin uyrukluk için öngördüğü koşullara uymama gibi “teknik” bir nedenden kaynaklanabileceği gibi, çoğunlukla “siyasal-hukuksal” nedenlere dayanmakta. Uyrukluğa ilişkin meseleler Birinci Dünya Savaşı ertesinde sığınmacıların durumunu düzenleyen antlaşmalarda sınırlı bir şekilde ele alınsa da, konu ilk kez 12 Nisan 1930’da imzalanan “Uyrukluk Yasalarının Çatışmasıyla İlgili Bazı Sorunlara İlişkin Sözleşme”de spesifik olarak düzenlendi. Uyruksuzluk meselesine ilişkin ilk önemli düzenlemeyse, BM tarafından yapılan 28 Eylül 1954 tarihli “Uyruksuzların Statüsüne İlişkin Söz- leşme”. Yine BM tarafından hazırlanan 1961 tarihli “Uyruksuzluğun Azaltılmasına İlişkin Sözleşme” de bu konuda bir diğer önemli düzenleme olarak karşımıza çıkmakta. Hâlihazırda 1954 Sözleşmesi’ni imzalayan devlet sayısı 83’ken, 1961 Sözleşmesi’ni imzalayansa 61 devlet bulunmakta. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) 1954 Sözleşmesi’nin 60. yılında yani 2014’te tüm dünyada sayıları on milyonu geçen uyruksuz/vatansız insan- lara, önümüzdeki on yıl içerisinde uyruk kazandırmak üzere “I Belong” adlı global bir kampanya başlattığını 4 Kasım’da yayınladığı açık bir mektupla duyurdu. Ayrıca “Ending Statelessness Within 10 Years” ve “Global 20142024 Action Plan to End Statelessness” ad la rıy la yayınladığı i ki ra por da UNHCR, tüm dünyadaki uyruksuzların durumunu, bu zamana kadar alınan önlemleri ve bu sorunu çözmek için önümüzdeki on yılda gerçekleştirilecek eylem plan- ATAUM e-bülten larını da açıkladı. Her iki raporda da uyruksuzluğun büyük kısmının politik meselelerden kaynaklandığına dikkat çekilmekte. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yirmi yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, bugün Avrupa’da hala 600 binden fazla insan uyruksuz. Avrupa’nın geri kalanındaysa durum çok daha vahim boyutlarda. 1971’de bağımsızlığını kazanan Bangladesh’in Urduca konuşan ARALIK 2014 300 bin kişiden oluşan Bihari halkını vatandaşlıktan çıkarması, 2013’te Dominik Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin büyük çoğunluğu Haiti soyundan gelen on binlerce Dominikliyi vatandaşlıktan çıkarması ya da Myanmar’ da vatandaşlıktan çıkarılan 800 binden fazla kişiden oluşan Rohingyalılar sadece örneklerden birkaçı. UNHCR’nin hazırladığı on yıllık çözüm planıysa, devletler, uluslararası örgütler ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte gerçekleştirilmesi planlanan on adımdan oluşmakta. Genel olarak hedeflenense, hâlihazırda uyruksuz olanlara uyrukluk verilerek var olan problemin ortadan kaldırılması, sonraki süreçte daha fazla kişinin uyruksuz kalmasının önlenmesi ve bu kişilerin tespit edilip onlara daha iyi bir koruma sağlanması. Bu süreçte uyruksuz ebeveynlerden doğan her çocuğa doğumuyla birlikte uyrukluk ka- BM'den 'Vatansızlar' Kampanyası Yasemin KARADAĞ 13 zandırılması, devletlerin uyrukluk hukukundan uyrukluk edinilmesinde cinsiyet temelli ayrımcılığın ortadan kaldırılması, devletlerin sınırlarının değişmesi ya da yeni devletlerin ortaya çıkması hallerinde baş gösteren toplu uyruksuzluk durumlarının engellenmesi ve uyruksuz göçmenlerin uyrukluk kazanması için izlenen sürecin iyileştirilmesiyse izlenecek adımlar arasında. Uyrukluğun uluslararası alanda tanınması UNHCR’nin 2024’e kadar tarak tutuklar ve Amerikan gerçekleştirmeyi hedeflediği askeri makamlarına teslim çözüm planı gerçekçi olma- eder. ABD’de iki sene tecrit dığı gerekçesiyle eleştirile- kampında tutulan Nottedursun, “sonradan edinilen bohm’um tüm taşınır ve tauyrukluğun” uluslararası şınmaz mallarına da Guatealanda tanınması meselesi mala Hükümeti tarafından de bir diğer önemli noktaya 1944’te el konulur. Salıverilişaret etmekte. Bilindiği üze- dikten sonra malları üzerinre, uyrukluğa ilişkin kurallar deki haklarını savunmak her devletin kendi ulusal hu- üzere Guatemala’ya giriş vikukunda belirleniyor. Nite- zesi talebinde bulunan Nokim 1930 Sözleşmesi’nin ilk ttebohm’un talebi reddedilir maddesi de bu kuraldan bah- ve böylelikle Nottebohm setmekte. Ancak, Sözleşme 1946’da Liechtenstein’a yer’de bu kural ulusal hukukun leşir. Liechtenstein Hükümeti uluslararası sözleşmelere, de tebaasının maruz kaldığı uluslararası yapılageliş ku- haksız fiillerin tazmini talerallarına ve uyruksuzluk ko- biyle Guatemala aleyhine nusunda genel kabul gör- 1951’de UAD’ye başvurur. müş hukuk ilkelerine aykırı Guatemala Hükümeti’yse saolmaması koşuluna bağlan- vunmasında, Nottebohm’un mış. Ne var ki, uyruksuzluk edindiği uyrukluğun bu kokonusunda uluslararası hu- nuda genel kabul görmüş kukta genel kabul görmüş hu- uluslararası hukuk ilkeleriyle kuk ilkelerinin neleri kapsa- uyumlu olmadığını, Nottedığıysa belirsiz. Uyruksuzluk bohm’un tarafsız bir devlet konusunda devletlerin yetki- statüsü kazanmak amacıyla lerinin sınırlarını çizen ve bu Liechtenstein uyrukluğuna konuda doktrinde pek çok geçerek hileye başvurduğutartışmaya neden olan Ulus- nu ve Liechtenstein’la Alman lararası Adalet Divanı’nın (- uyrukluğunu bertaraf eden UAD) 6 Nisan 1955 tarihli samimi bir isteğinin olmadıNottebohm Kararı bu nokta- ğını ileri sürer. Dolayısıyla da kritik bir öneme sahip. Guatemala’ya göre, LiechDava konusu kısaca şu şekil- tenstein’la Nottebohm arade: 1881 doğumlu Alman sında diplomatik himaye yetuyrukluğundan Fri ed rich kisinin kullanılmasına olaNottebohm, 1905’te Guate- nak sağlayan bir uyrukluk mala’ya yerleşir. 1943’e ka- bağı yoktur. dar Guatemala’da ikamet- Divan kararında, iki/çifte gâh eden Nottebohm bu sü- uyrukluk durumunda, yani re içerisinde işleri nedeniyle iki egemen devletin çelişen belli aralıklarla Almanya’ya iddiaları karşısında, söz koseyahat eder. Nottebohm, nusu uyrukluklardan hangiAlmanya’nın Polonya’ya siyle kişi arasında daha üssaldırmasından bir ay sonra, tün bir fiili bağ mevcutsa 9 Ekim 1939’da Liechtens- (tabiiyetin gerçekliği ilkesi), tein uyrukluğuna geçmek ona göre meseleyi çözüme için başvuruda bulunur ve kavuşturduğunu hatırlatarak 1934 tarihli Liechtenstein bu meselenin de özünde ayTabiiyet Kanunu çerçevesin- nı olduğunu ve bu şekilde çöde üç sene ülkede ikamet- zümlenmesi gerektiğini begâh şartından muaf tutula- lirtir. Öte yandan, Guatemarak 13 Ekim 1939’da bu ül- la Hükümeti Nottebohm’un kenin uyrukluğunu edinir. Liechtenstein uyrukluğunu Sonrasındaysa Guatemala edindikten sonra Alman uy’da yaşamaya devam eder. rukluğunu da muhafaza ettiG u a t e m a l a H ü k ü m e t i ğini ileri sürmüşse de kanıt1941’de savaşa dâhil olur ve layamamıştır. Liechtenstein 1943’te Nottebohm’u, Liec- ’sa Nottebohm’un kendi htenstein savaşta tarafsız ol- uyrukluğuna geçmesiyle birmasına rağmen, düşman ül- likte Alman uyrukluğunun orke vatandaşı işlemine tâbi tu- tadan kalktığını ispat etmiş- tir. Dolayısıyla bu olayda iki devletin çatışan yetkileri söz konusu değildir. Nitekim Divan da dava boyunca Nottebohm’u çift uyruklu olarak değerlendirmemiştir. Bunun yerine Divan, Nottebohm’un uyrukluğunu değiştirmesinden önceki, değiştirmesi sırasındaki ve değiştirdikten sonraki zaman dilimlerinde Liechtenstein’la arasında, uyruğa “gerçek” tabiiyet niteliğini verecek kadar sıkı bir fiili bağ olup olmadığını tespite odaklanmıştır. Divan, Nottebohm’un 34 yıl boyunca Guatemala’da ikamet ettiğini, bu süre içinde Almanya ’yla sürekli ilişki içinde olduğunu ve uyrukluğunda ayrılmak istediğine dair herhangi bir girişimde bulunmadığını belirtmiştir. Kaldı ki, Nottebohm’un 1939’da Liechtenstein uyrukluğunu edindikten sonra da 1943’e kadar Guatemala’da ikamet ettiğini belirten Divan, Liechtenstein’a yerleşmesinin ancak 1946’da, Guatemala’ nın onu ülkeye almaması sonucunda gerçekleştiğini söylemiştir. Tüm bunları göz önünde bulundurarak Divan, Nottebohm’un uyrukluğunun gerçek bir bağa dayanmadığı sonucuna vararak Guatemala’nın bu nitelikten yoksun bir uyrukluk tanımak zorunda olmadığına ve Liechtenstein’in Nottebohm üzerinde Guatemala ’ya karşı diplomatik himaye yetkisini kullanamayacağına hükmeder. Bu kararıyla Divan, uyrukluk çatışmaları durumunda başvurulan “gerçek uyrukluk” ilkesinin kapsamını genişleterek diplomatik himaye yetkisinin de tespitinde kullanılan bir ilke haline getirmiştir. Öte yandan, Divan uyrukluk çatışması durumunda da mevcut davada yapılması gereken arasında herhangi bir fark olmadığını ve her ikisinde de amacın “davacı devletin ileri sürdüğü uyruğun davalı devleti bağlayıp bağlamadığını tespit etmek” olduğunu söylemiştir. Ayrıca, Divan uyrukluğun hukuki olarak sağlan- masının yanı sıra kişinin uyruğunu aldığı devlete fiili bağlılığı arasında da uyum olması zorunluluğunun olduğunu ve bunun da 1930 Sözleşmesi’nin 1. maddesinde belirtildiğini söylemektedir. Divan’ın bu yorumundan anlaşılıyor ki, uyrukluğun kazanılmasında sağlanan hukuki bağ tek başına yeterli değil. Devletin tebaasının uluslararası alanda da tanınabilmesi için devletin uyruğunda olan kişilerle fiili bir bağ kurması zorunlu. Bu noktada hemen belirtmekte yarar var: Divan, Nottebohm’un Liechtenstein uyrukluğunun “gerçek” olup olmadığını tespit ederken, Almanya uyruğuna herhangi bir önem atfetmekten kaçınmıştır. Bunun yerine, Nottebohm’un doğumundan Liechtenstein uyruğuna geçene kadar Almanya uyruğunu koruduğunu belirtmekle yetinen Divan, asıl olarak Nottebohm’un Guatemala’yla kurduğu sıkı ilişkiye odaklanmıştır. Nottebohm’un Liechtenstein uyrukluğunu edindikten sonra bile Guatemala’yla olan bağının, Guatemala kendisinin ülkeye girişini yasaklayana kadar zayıflamadığına dikkat çekmiştir. Dolayısıyla Liechtenstein Nottebohm’un 1946’ dan itibaren kendi ülkesine yerleşmesini diplomatik himaye için dayanak gösterdiğinde, Divan burada kurulan fiili bağın dikkate alınamayacağını çünkü ikametgâh değiştirme eyleminin serbest bir tercihin sonucu olmadığını belirtmiştir. Sonuç olarak, UAD’nin Nottebohm kararı, uyrukluğun u lus la ra ra sı alanda tanınmasında maddi unsurun yerine getirilmesinin yanı sıra, uyrukluğu edinilen devletle kişi arasında kurulmuş manevi bir bağ kurulması zorunluluğunu getirmesi nedeniyle, her ne kadar doktrinde tartışmalara sebebiyet vermişse de, uluslararası hukukta oldukça önemli bir yere sahiptir. Refah Turizmine Engel 14 Betül DİNLER ARALIK 2014 ATAUM e-bülten Refah Turizmine Engel Betül DİNLER Avrupa Birliği Adalet Divanı (ABAD), geçtiğimiz günlerde kararla, bir Rumen vatandaşın sosyal yardım talebini reddeden Almanya'yı haklı buldu. Kararda, sosyal güvenlik yasalarının milli yetki alanına girdiği vurgulandı ve işsizlik parası için yapılan her bir başvurunun bireysel değerlendirmeye alınması talep edildi. Böylece genelleyici tavır belirlenmemesi gerektiğinin altını çizen ABAD, ev sahibi AB ülkelerinin ‘’yalnızca başka bir devletin sosyal yardımlarından faydalanmak için serbest dolaşım hakkını kullanan kişilere’’ yardımda bulunmak zorunda olmadığını düşünüyor. 2010’dan beri 10 yaşındaki oğluyla birlikte Almanya'da kız kardeşinin evinde yaşayan 25 yaşındaki Rumen uyruklu bir kadın, iş ve işçi bulma merkezi tarafından geri çevrilmişti. Bunun üzerine kadın, işsizlik yardımından faydalanmak için Leipzig’ deki İş Kurumu’na dava açmış ve haksız bulunmuş, konuyu ele alan yetkili mahkeme (Sosyal İşler Mahkemesi) de kararı ABAD’A bırakmıştı. Rumen uyruklu kadının talebiyse en azından as- gari sosyal yardım sistemi Hartz IV’den yararlanmaktı. Kadının zaten her ay çocuğu için çocuk ve bakım parası yardımlarından faydalandığına ve işsizlik maaşına hakkının bulunmadığına dikkat çekilen yargılama sürecinde, “dava dosyasından açıkça anlaşılmaktadır ki, söz konusu kadın, iş aramıyor. Kendisi meslekî bir eğitim almamıştır ve bugüne kadar Almanya veya Romanya’da çalışmamıştır. Üye devletler, diğer Birlik üyesi devletlerin vatandaşlarına, ikametin ilk 3 ayında söz konusu yardımı sağlamak zorunda değildir. Ancak bu kişilerin, daha uzun kalırlarsa ve çalışmazlarsa ikamet hakkına sahip olmaları için, kendi geçimlerini sağlayacak kaynaklara sahip olmaları gerekir” ifadeleri kullanıldı. AB’nin yargı organı, göçmen Rumen annenin Almanya aleyhine açtığı davada, “Birlik üyesi ülke vatandaşları diğer ülkeye sadece sosyal yardımlardan yararlanmak için gidiyorsa bu ev sahibi ülke tarafından engellenebilir ” şek lin de kararını açıkladı. Almanya’ nın öne sürdüğü ve göçmenlerin geldikleri andan itiba- ren iş bulmaları ve sosyal sigortalar sistemine prim ödemeleri şartı da haklı bulundu. Dolayısıyla ülkede yaşadıkları ilk beş yıl boyunca kendi hayatlarını idare edebilecek kadar para kazananlar, sosyal yardım hakkına kavuşacak. Hukukçular, Romanyalı kadının işsiz olduğu için sosyal yardım almak üzere yaptığı başvurunun reddedilmesi ve yetkili mahkemenin de kararı ABAD’a bırakmasıyla alınan bu kararı AB’de iş gücünün serbest dolaşımı açısından dönüm noktası olarak tanımlıyor. Öyle ki, Almanya’da sosyal güvenlik yasalarının ulusal yetki alanına girdiğini belirterek, alınan kararın AB normlarının değişmesine yol açacağını öne sürüyorlar. Normal şartlar altında her AB vatandaşının bir başka üye ülkede 90 gün boyunca iş arama hakkı var. Bu sürenin sonunda iş bulamayanlara sosyal yardım hakkı doğuyor. Ancak 1 Ocak 2014’ den bu yana Romanya ve Bulgaristan'a da istihdam piyasasında serbest dolaşım hakkı verilmesi sonrasında bu hakkın istismar edildiği ve Bulgar ve Romen göçmenle- rin çoğunluğunun sosyal sisteminden yararlanma amacıyla Almanya’ya geldiği yönünde tartışmalar başladı. Mart 2014’te Alman hükümeti zaten ülkeye sadece sosyal yardım almak için gelenlerin önünü kesmek için AB nezdinde harekete geçmeye karar vermişti. Bakanlar Kurulu, neredeyse tüm bakanlıkların müsteşarlarının katıldığı bir çalışma grubu tarafından oluşturulan 133 sayfalık ara raporu kabul etmişti. Raporda, “serbest dolaşım, Avrupa’nın temel özgürlüklerinden biridir ve tartışma konusu değildir. AB vatandaşlarının büyük çoğunluğu kurallara uymaktadır. Ancak hakların bir azınlık tarafından kötüye kullanılması da engellenmeli” deniliyordu. Raporda özellikle Bulgaristan ve Romanya’dan gelenler ele alınıyordu. Tartışma, Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde bir sosyal mahkemenin Rumen bir aileye Hartz IV yardımı hakkı vermesinden kaynaklanıyor. Diğer sosyal mahkemelerse bu hakkı vermiyor. Avrupa’nın fakirleri Almanya’ya akın ediyor 2014’ün ilk günleriyle birlikte Bulgaristan ve Romanya vatandaşları AB içinde serbest dolaşım ve çalışma hakkı kazandı. Yıl içinde bu iki ülkeden 180 bine yakın göç- menin Almanya’nın yolunu tutacağı hesaplanırken, Federal Hükümet ortağı Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) bu göçmenlerin Alman sosyal sistemini kullanmasına karşı çıkmıştı. Son seçimlerde de “sosyal devleti dolandıran kapı dışarı edilir” sloganıyla konuya dikkat çekmişti. Almanya’ya gelen fakir Bulgar ve Rumenlere çocuk parası, işsizlik gibi sosyal yardım verilmemesi ve iş bulamamaları halinde üç ay sonra ülkelerine geri gönderilmeleri ve hatta herhangi bir dolandırıcılık işlemi yapar- ATAUM e-bülten larsa ülkeye girişlerine yasak konması dile getiriliyordu. Hükümetin diğer ortağı Sosyal Demokrat Parti’yse (SPD) bunlara karşı çıkıyordu. Haliyle Federal Sosyal Mahkeme de Almanya’daki bu uygulamanın AB yasalarına ters düşüp düşmediğini öğrenmek istedi. Komisyon Başkan Vekili Viviane Reding de, İçişleri Bakanları Konseyi' ndeki konuşmasında, serbest işgücü dolaşımının devletin sosyal yardımlarından yararlanma hakkını otomatik olarak doğurmadığını belirtmişti. Ülkeler arasında farklılıklar olmasına rağmen AB ülkelerinin sosyal politikaları esas olarak sosyal devlet modeline dayalı. Ulusal düzenlemeler, gerek ILO, gerekse Avrupa Konseyi normlarıyla uyumlu; hatta zaman zaman bu normların üzerinde düzenlemeler de söz konusu. Ulusal düzeydeki düzenlemelerin önemiyse, topluluk politikalarının uyumlu hale ARALIK 2014 getirilmesi sürecinde ortaya çıkmakta. Üye ülke uygulamaları, AB düzeyinde kural oluşturulması sürecinde önemli referanslardan biri olmakta. Avrupa sosyal modeli ya da hukuku da sadece AB düzeyindeki kurallarla anlaşılamıyor; o kuralları tamamlayan ve Avrupa sosyal modelinin çok önemli bir bölümünü oluşturan uygulama ve politikalara üye ülkelerdeki (özellikle Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri) sosyal hukuk ve sosyal politikaları. 28 AB ülkesinin sosyal güvenlik yasaları bu konuda muğlâk ifadeler taşıyor. Hollanda nispeten liberal uygulamaları benimsemiş. Finlandiya sosyal yardımı son çare olarak görüyor ve kararı yerel idarelerin takdirine bırakıyor. Ortak ülkelerden herhangi birinde en az beş yıldır ikamet eden AB vatandaşlarıysa problemsiz bir şekilde sosyal yardım dilekçesi verebiliyor. Almanya'daysa sosyal yardım belediyeler tara- fından yapılıyor. Ağır borç yükü altındaki kimi belediyeler serbest dolaşımdan kaynaklanan ek yükümlülükler karşısında zorlanıyor. Belçika, ülkede çalışan fakat geliri yük sek ol ma yan AB vatandaşlarını uzun sure işsiz kalmaları halinde sınır dışı etmenin önünü açıyor. İngiltere’yse kişi başına düşen milli geliri daha düşük olan AB üyesi ülkelerden işgücü göçünü engellemeyi istiyor ve son derece sıkı muhtaçlık incelemesi yapılıyor. Zaten AB vatandaşlarının serbest dolaşımını ilgilendiren alanda uzun süredir reform çağrısı yapan İngiltere Başbakanı David Cameron, mahkemenin kararını sağduyulu olarak değerlendirdi. İngiltere daha önce ülkeye gelen AB vatandaşlarının ço cuk yardımından faydalanmaları için en az 3 ay beklemeleri zorunluluğunu getirmişti. Bu nedenle olsa gerek, ABAD’ın kararının İngiltere’nin AB’de kal- Refah Turizmine Engel Betül DİNLER 15 ması ihtimalini güçlendirebileceği yorumları yapılıyor. AB karşıtlığının arttığı İngiltere’ de hükûmet, AB üyeliğini 2017’de referanduma götürecek. Alman basını, Almanya Başbakanı Angela Merkel ’in AB'de serbest dolaşım ilkesini kırmızı çizgi olarak belirlediğini ve Cameron'ın göçü kısıtlama konusunda ısrarcı olması halinde “İngiltere'yi AB'de tutmaya çalışmaktan vazgeçebileceğini” yazmıştı. İngiltere, işsiz AB vatandaşlarının sosyal haklardan faydalanmak için kendi ülkelerine akın ettiğini belirterek bunu “refah turizmi” olarak adlandırıyor. Zaman zaman “sosyal yardım turizmi” olarak adlandırılan bu olgu, özellikle İngiltere'nin diğer AB ülkelerinden göçü engellemek istediğinin bir göstergesi. İngiltere, yalnızca kişi başına düşen milli gelirin kendilerinin üzerinde olduğu AB üyesi ülkelerden işgücü göçüne izin verilmesini istiyor. Skandalı 16 Lux-Leaks H. Kardelen IŞIK ARALIK 2014 ATAUM e-bülten Lux-Leaks Skandalı H. Kardelen IŞIK Tüm dünya Lüksemburg’un “zenginliğinin kaynağını” tartışıyor. Zira hükümetlerin gizli belgelerini kaynak göstermeden yayımlayan Wikileaks’ten sonra şimdi de Lüksemburg Leaks gündemde. 2002 ila 2010 yılları arasında 340 çok-uluslu şirketin yüksek vergi uygulamalarından kurtulmak için Lüksemburg hükümetiyle yaptığı anlaşmaların belgelerini temin eden Fransız muhabir Edouard Perrin, bunları Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) ile paylaştı. Farklı ülkelerden 40 basın kuruluşuyla toplam 28 bin sayfa olduğu söylenen bu belgeleri inceleyen ICIJ de bunları Kasım’da ifşa etti. Lüksemburg’un, kısaca “tax rulings” adı verilen bu anlaşmalarla, PepsiCo, FedEx, Deutsche Bank, IKEA gibi şirketlerin vergi kaçakçılığı yapmasına yasal yollardan yardımcı olduğu ortaya çıktı. Lüksemburg hükümetinin de bu işten küresel şirketler adına dünyaca ünlü danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers (Pwc) ile anlaşma yaparak milyarlarca Euro kazandığı belirtiliyor. Ortaya atılan imtiyazlı anlaşmaları kabul etmeyen Lük- semburg Başbakanı Xavier Bettel’den sonra gözler “çiçeği burnunda” AB Komisyonu Başkan Juncker’e dikildi. Konunun, Lüksemburg ve adı geçen şirketlerden deyim yerindeyse daha çok tarafı olmak durumunda kalan Eski Lüksemburg Başbakanı Jean Claude Junker, son 25 yılda AB’nin attığı adımlarda adeta beraber yürüdüğü bir politikacı ve şimdiyse Avrupa Komisyonu’nun “tartışmalı” Başkanı. AB içi konsolidasyonu ön plana çıkarmayı amaçlayan Juncker, bu skandalla birlikte bir yandan AB üyelerinin bütçe kriziyle daha da derinleşen “iktidar savaşlarıyla” uğraşırken, diğer yandan da sorunu öncelikle AB lehine atlatmak durumunda. Öyle ki, daha Ekim’de şimdi başında bulunduğu Avrupa Komisyonu’nun Lüksemburg ’daki vergi anlaşmalarının AB hukukunu ihlal edip etmediğinin soruşturmasını başlattığı bir ortamda Juncker bir de skandalda sorumluluğu bulunduğu iddiasıyla Avrupa Parlamentosu tarafından verilen gensoru neticesinde görevden alınma girişimiyle karşı karşıya kaldı. dolayısıyla topluluk hukukuna önemli katkıları bulunan Pierre Pescatore ve Fernand Schockweiler da Lüksemburg vatandaşı. Ancak bu başarılı gidişat, 1981-1984 arası Komisyon Başkanlığı yapan Geston Thorhn’un pasif yürütmesiyle kesintiye uğruyor. Öyle ki Thorn, en pasif Komisyon Başkanı olarak tarihe geçse yeridir. Yine Komisyon’daki en büyük yolsuzluk skandalı da 19951999 arasında Komisyon Başkanlığını yürüten Jacques Santer döneminde açığa çıktı ve Ocak 1999’da patlak veren skandalla Komisyon topluca istifa etmek zorunda kaldı. Buradan, “Avrupa’da enuzun süre görevde kalan başbakan” olarak anılan Jean Claude Juncker’in Başbakanlığı dönemindeki Lüksemburg Dönem Başkanlığı’na geçmek gerekirse, o kısım da pek parlak görünmüyor. 2005’te Juncker’in kendisi- nin de belirttiği gibi, Lüksemburg’un dönem başkanlığı kötü bitti. Ne Avrupa Anayasal Antlaşma denemesi başarısızlığına dur diyebildi, ne de Haziran 2005’te kapanış zirvesi sayılabilecek Brüksel Zirvesi öncesinde Fransa’yla İngiltere arasında patlak veren bütçe krizine çözüm üretebildi. Kasım 2014’te Avrupa Komisyonu Başkanlığı’na aday gösterilmesi dahi derin ayrılıklara ve uzunca süre devam edecek tartışmalara neden olan eski Lüksemburg Başbakanı Juncker, şimdilerde Avrupa Komisyonu’nun başında. Üstelik Başbakan olduğu dönemde çok uluslu şirketlere yönelik avantajlı vergi uygulamalarının yolunu açarak bir anlamda yasal yollardan vergi kaçırılmasına izin verdiği iddia edilen Luxleaks skandalıyla da karşı karşıya. Vergi cenneti Lüksemburg Küçük yüzölçümüne rağmen adeta Avrupa’nın kalbinde yer alan Lüksemburg, hem AB içinde hem de dünyada kişi başına düşen milli gelirinin yüksekliğiyle ve bunun nüfusuy la yüzölçümüne ters orantısıyla dikkat çekiyor. Bu küçük Avrupa ülkesi, kişi başına düşen 87 bin Euro gelirle dünyada ilk sırada. AB ortalamasıysa yalnızca 27 bin Euro. Hal böyle olunca Lüksemburg’un zenginliğinin kaynağı, krizlerin önünü alamayan ve bütçe tartışmalarının halihazırda çözüme kavuşmadığı AB gündeminde kendisinden daha fazla yer kaplıyor. Sadece 543 bin nüfusa sahip olan Lüksemburg’un “zenginliğinde” 30 yıl öncesine kadar demir-çelik sektörü önemli bir faktördü. Ancak bu sektörün çökmesinden sonra ülke “vergi cenneti” olarak anılmaya başladı. Mili gelirinin yüzde 41’ini finans sektöründen sağlayan ülke- ye uluslararası şirketler ve bankalar adeta koşarak geliyor. Öyle ki, ülkede şubesi bulunan 150 bankanın yalnızca 5’i Lüksemburg’a ait. Satın alma gücü paritesi (SGP) de AB ortalamasının çok üzerinde olan Lüksemburg’un halkı da “multi Avrupalı”. İngiltere’den sonra Avrupa’nın en pahalı ülkesi olsa da maaşların çok yüksek olması, çok sayıda AB vatandaşının çalışmak için Lüksemburg’a gitmesini sağlıyor. Bu nedenle, ülkenin işgücünün hatırı sayılır bir kısmı Lüksemburg vatandaşı değil. Lüksemburg’un AB karnesine gelince, kurucu üye devletlerin nüfusça en küçüğü olan Lüksemburg’un hanesinin “başlangıçta” başarılarla dolu olduğunu belirtmek gerekiyor. Boş Sandalye Krizi’ ne son veren 1966 Lüksemburg Uzlaşısı da bu anlamda akla gelen ilk örnek. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı ve 14 ATAUM e-bülten ARALIK 2014 Vergi cenneti Lüksemburg Küçük yüzölçümüne rağmen adeta Avrupa’nın kalbinde yer alan Lüksemburg, hem AB içinde hem de dünyada kişi başına düşen milli gelirinin yüksekliğiyle ve bunun nüfusuy la yüzölçümüne ters orantısıyla dikkat çekiyor. Bu küçük Avrupa ülkesi, kişi başına düşen 87 bin Euro gelirle dünyada ilk sırada. AB ortalamasıysa yalnızca 27 bin Euro. Hal böyle olunca Lüksemburg’un zenginliğinin kaynağı, krizlerin önünü alamayan ve bütçe tartışmalarının halihazırda çözüme kavuşmadığı AB gündeminde kendisinden daha fazla yer kaplıyor. Sadece 543 bin nüfusa sahip olan Lüksemburg’un “zenginliğinde” 30 yıl öncesine kadar demir-çelik sektörü önemli bir faktördü. Ancak bu sektörün çökmesinden sonra ülke “vergi cenneti” olarak anılmaya başladı. Mili gelirinin yüzde 41’ini finans sektöründen sağlayan ülke- ye uluslararası şirketler ve bankalar adeta koşarak geliyor. Öyle ki, ülkede şubesi bulunan 150 bankanın yalnızca 5’i Lüksemburg’a ait. Satın alma gücü paritesi (SGP) de AB ortalamasının çok üzerinde olan Lüksemburg’un halkı da “multi Avrupalı”. İngiltere’den sonra Avrupa’nın en pahalı ülkesi olsa da maaşların çok yüksek olması, çok sayıda AB vatandaşının çalışmak için Lüksemburg’a gitmesini sağlıyor. Bu nedenle, ülkenin işgücünün hatırı sayılır bir kısmı Lüksemburg vatandaşı değil. Lüksemburg’un AB karnesine gelince, kurucu üye devletlerin nüfusça en küçüğü olan Lüksemburg’un hanesinin “başlangıçta” başarılarla dolu olduğunu belirtmek gerekiyor. Boş Sandalye Krizi’ ne son veren 1966 Lüksemburg Uzlaşısı da bu anlamda akla gelen ilk örnek. Avrupa Toplulukları Adalet Divanı ve dolayısıyla topluluk hukukuna önemli katkıları bulunan Pierre Pescatore ve Fernand Schockweiler da Lüksemburg vatandaşı. Ancak bu başarılı gidişat, 1981-1984 arası Komisyon Başkanlığı yapan Geston Thorhn’un pasif yürütmesiyle kesintiye uğruyor. Öyle ki Thorn, en pasif Komisyon Başkanı olarak tarihe geçse yeridir. Yine Komisyon’daki en büyük yolsuzluk skandalı da 19951999 arasında Komisyon Başkanlığını yürüten Jacques Santer döneminde açığa çıktı ve Ocak 1999’da patlak veren skandalla Komisyon topluca istifa etmek zorunda kaldı. Buradan,“Avrupa’da en uzun süre görevde kalan başbakan” olarak anılan Jean Claude Juncker’in Başbakanlığı dönemindeki Lüksemburg Dönem Başkanlığı’na geçmek gerekirse, o kısım da pek parlak görünmüyor. 2005’te Juncker’in ken- Lux-Leaks Skandalı H. Kardelen IŞIK 17 disinin de belirttiği gibi, Lüksemburg’un dönem başkanlığı kötü bitti. Ne Avrupa Anayasal Antlaşma denemesi başarısızlığına dur diyebildi, ne de Haziran 2005 ’te kapanış zirvesi sayılabilecek Brüksel Zirvesi öncesinde Fransa’yla İngiltere arasında patlak veren bütçe krizine çözüm üretebildi. Kasım 2014’te Avrupa Komisyonu Başkanlığı’na aday gösterilmesi dahi derin ayrılıklara ve uzunca süre devam edecek tartışmalara neden olan eski Lüksemburg Başbakanı Juncker, şimdilerde Avrupa Komisyonu’nun başında. Üstelik Başbakan olduğu dönemde çok uluslu şirketlere yönelik avantajlı vergi uygulamalarının yolunu açarak bir anlamda yasal yollardan vergi kaçırılmasına izin verdiği iddia edilen Luxleaks skandalıyla da karşı karşıya. Lüksemburg’un kaderi Juncker’in de kaderi olacak mı? Aslında ne AB ne de Juncker için Lüksemburg’un finans sektörüyle ilgili sorunlar ve bu konuda dile getirilen iddialar yeni. Bir bakımdan yeni olansa, özellikle Temmuz 2013’ te Lüksemburg’da patlak veren istihbarat skandalından sonra muhaliflerin dozu artan bir şekilde “iç politikadan çok AB’ye önem vermekle suçladığı” Juncker’in bu kez AB çıkarlarını savunmaktan sorumlu ve adeta bütünleşmenin motoru sayılan Avrupa Komisyonu’nun başında bulunması. Zira, istifanın eşiğine geldiği skandaldan erken seçim başarısıyla çıkan Juncker’in tam da bu nedenle bu kez de Komisyon Başkanı sıfatıyla atacağı adımları merakla beklememek mümkün değil. Lux-leaks skandalıyla iyiden iyiye ortaya dökülen konunun arka planı unutulmuş gibi gözükse de, gelişmeler aslında Juncker’in Eurogroup başkanlığını bırakmasının hemen sonrasına dayanıyor. Şöyle ki, Mart 2013’te Güney Kıbrıs için anlaşmaya varılan kurtarma paketinin ar- dından Juncker’in selefi Dijsselbloem’in Euro bölgesinde fazlasıyla büyümüş finans sektörlerinin ekonomik büyüklükle orantılı hale getirilmesi önerisiyle başlayan tartışmalara en büyük tepki Juncker’den gelmişti. Nitekim, Güney Kıbrıs’ta bankacılık sisteminin çökme aşamasına gelmesiyle dikkatler benzer bir üretim-bankacılık ilişkisinin bulunduğu Lüksemburg’a yönelmişti. Özellikle Almanya’nın bu konuda Lüksemburg’a karşı olan izleniminin “gizli bankacılığın yapıldığı vergi cenneti” şeklinde olduğunu da akılda tutmak gerek. Juncker, o dönemde, “Lüksemburg finans sektörünün yatırımları çekerek Euro Bölgesi’ne bir kapı oluşturduğunu” savunmuş, Lüksemburg’un finans sektörüne “göz dikilmemesi” gerektiğini salık vermişti. Bu olayın üzerinden daha bir ay geçmeden “gizli hesaplarıyla” ünlü İsviçre Bankaları’nın bu geleneği terk etmesi yönünde AB ve ABD baskısına maruz kalması ve hemen ardından İsviçre ve Almanya arasında vergi kaçakçılığına önlem olarak bilgi paylaşımına dair bir anlaşma imzalanması dikkate değer. Bir başka üzerinde durmaya değer olan olaysa, yine aynı ay içinde patlayan Offshoreleaks. Bu olayın hemen ardından özellikle AB’nin artan baskısına maruz kalan Juncker, Lüksemburg’un bankacılıkta şeffaflığa gideceğini söyleyerek AB ülkelerinden hesabı bulunan müşterilere ait bilgilerin diğer AB ülkeleriyle paylaşılmasına 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren başlanacağını açıklamıştı. “Herkesin bildiği sır”a adeta adım adım yaklaşılan bu süreçte, hem AB’nin hem de Lüksemburg’un bir nevi “eski düzenle” kendi yoluna gittiklerini söylemek mümkün. Öyle ki, Eylül’ün sonlarında Avrupa Rekabet Komisyonu’nda Lüksemburg’un Fiat’ a yaptığı devlet yardımının Birlik kurallarına aykırı olabileceğiyle ilgili soruşturma yürütülürken, Lüksemburg da finansal çeşitliliği geliştirmek için yeni pazar arayışına girdi. İslam bankacılı- ğına yönelen Lüksemburg, bunun yolunu 9 Temmuz 2014 tarihinde bankacılık yasasında değişikliğe giderek açmıştı. Yine de skandalla birlikte deyim yerindeyse işlerin daha ciddiye bindiği söylenebilir. Nitekim, Juncker skandalın siyasi sorumluğunu “bir nevi” üstlenmiş olsa da onun da sorunun asıl kaynağı olarak dikkat çektiği durum AB ülkelerindeki farklı vergi uygulamalarıydı. Şöyle ki, vergi konusunda bilgilerin AB içinde paylaşılmasına dair siyasi bir isteğin gerçek anlamda bulunmadığı Avrupa ülkeleri, bir yandan adeta “vergi cennetlerinin karanlığına gömülmüşken” diğer yandan da yeni vergi şeffaflığı ve bilgi paylaşımı yasasında Lüksemburg ve Avusturya’nın veto kararlarını kaldırmasıyla artık daha şeffaf. Skandalla “köşeye sıkışan” Lüksemburg, ban ka ve ri le ri ni 2017’den itibaren diğer AB ülkeleriyle paylaşacak. alabileceği beklentisi olmasa da, bu gelişmenin skandalla kredibilitesi ciddi anlamda zedelenen Juncker ve daha görevinin başında tökezleyen Komisyon açısından moral anlamda önemi büyük. Bu durum aynı zamanda Avrupa Parlamentosu’ndaki AB karşıtı ve şüphecisi “Truva atlarıyla” AB içi bütünleşmeci politikaları des- tekleyeceğini belirten Juncker arasında önümüzdeki dönemin sıcak geçeceğinin de bir işareti. Juncker’in de dediği gibi, “her kim ki AB’den şüphe duyuyorsa, bir askeri mezarlığı ziyaret etmeli”; en azından Lüksemburg hakkındaki soruşturma sonuçlanana dek. Bay Euro mu, Al Capone mu? Temelde bir ekonomik bütünleşme hareketi olarak başlayan AB’nin sembolü Euro lakaplı Juncker, Lüksemburg’daki skandaldan sonra Avrupa Parlamentosu’nda Bay Euro olarak anılmak yerine adeta Al Capone olmakla suçlandı. Juncker’in Komisyon Başkanlığı’nı devralmasından yalnızca birkaç gün sonra patlak veren skandalla ilgili olarak Juncker’in doğrudan sorumluğu bulunduğu gerekçesiyle verilen gensoru önergesiyse 461’e karşı 101 oyla reddedildi. Önergeyi Fransa’dan aşırı sağcı Ulusal Cephe ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi gibi AB karşıtı partilerin milletvekilleri sunmuştu. Halihazırda gensoru önergesinin Komisyonu görevden Romanya’da Zafer Sağ Blokun 18 Emre YÜKSEL ARALIK 2014 ATAUM e-bülten Romanya’da Zafer Sağ Blokun Emre YÜKSEL Romanya, 10 yıldır cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Traian Basescu’nun halefini seçmek için ikinci kez sandık başına gitti. Süreç boyunca protestolara ve iki bakanın istifalarına neden olan seçimleri merkez sağın Alman kökenli adayı Klaus Iohannis kazandı. İlk turu 2 Kasım’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 14 aday yarışmış ancak hiçbir aday yeterli çoğunluğu sağlayamamıştı. Bu turda, hâlihazırda Romanya Başbakanlığı görevini yürüten ve sosyal demokratların cumhurbaşkanı adayı olan Victor Ponta oyların yüzde 40’ını almış ve en yakın rakibi Iohannis’e 10 puanlık bir fark atmıştı. Böylece bu iki aday seçimlerin ikinci turunda yarışmaya hak kazanmışlardı. Romanya seçimleri, aday profilleriyle de dikkat çeken bir seçim oldu. Avukat olan Victor Ponta, Uluslararası Ceza Mahkemesi konusunda yazdığı tezle ceza hukuku alanında doktora derecesini de sahip bir lider. RomenAmerikan Üniversitesi’nde ceza hukuku dersleri de veren Ponta, Adalet Yüksek Mahkemesi’nde savcılığa getirilmişti. Ardından hükümetin Dışişleri Bakanı Kontrol Dairesi Başkanlığı’na getirilen Ponta, 2010’da Sosyal Demokrat Partisi’nin başına geçmiş ve 2012’de Romanya’nın Başbakanı olmuştu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde halka “siyasi istikrar” ve asgari ücret ve emeklilik maaşlarında artış vadeden Ponta, seçimler öncesinde halkın sevgisini kazanmış ve seçimlerde favori konumuna gelmişti. Mevcut Başbakana en büyük destekse, kırsal kesimden gelmekte. Ponta “çiftçilerimize eski iktidarların onlara nasıl muamelede bulunduğunu hatırlatmak istiyorum. Köle gibi davrandılar. Onlara daha önce nasıl yaptıksa aynı şekilde devam edeceğimizi belirtmek istiyorum. Devlet hibelerini arttırma ve çiftçileri destekleme sözü veriyorum” diyerek kırsal kesimin oylarına talip olduğunu gösterdi. Yine de Başbakan, yolsuzlukla mücadele etmeye çalışan ülkesinde adaletin bağımsızlığını koruyabilme konusunda derin şüpheler uyandırmasından ötürü AB tarafından da kuşkuyla yaklaşılan bir aday durumundaydı. Seçimlerdeki diğer aday Klaus Iohannis’se Ponta’dan farklı bir profil çiziyor. Eski bir fizik profesörü olan ve 12. yüzyılda Transilvanya’ya yerleşen Anglo-saksonlardan Alman azınlık mensubu olan Iohannis, esas ününü küçük bir Transilvanya şehri olan Sibiu’nun belediye başkanı olunca kazandı. 2000’de Romanya Almanları Demokratik Forumu’nun adayı olarak Sibiu’nun belediye başkanı olan Iohannis, şehri ülkenin en ünlü turizm yerlerinden birisi haline getirdi ve şehir 2007’de Avrupa Kültür Başkenti seçildi. Sibiu’daki başarılı yönetiminin ardından Romanya siyasetinde etkin hale gen Iohannis’e 2009’da başbakanlık görevi teklif edilmiş ancak dönemin Cumhurbaşkanı Basescu, Iohannis’i reddetmişti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde sağ blokun adayı olan Iohannis, ilk turu ikinci bitirerek ikinci tura kalmıştı. Halka büyümeyi hızlandırma vadeden Iohannis, cumhurbaşkanlığına aday olacak kişilerin adlarının yolsuzlukla anılmaması ve ülkeye örnek teşkil etmesi gerektiğini belirtti. Romanya’da seçilecek cumhurbaşkanı başbakan, hakim ve savcı atama yetkileriyle birlikte hükümet tarafından önerilen yasa tasarılarını da veto etmek gibi çeşitli haklara sahip. Ayrıca ülkenin dış ilişkileri de cumhurbaşkanına ait. ma arkadaşlarım kamu hizmetinde olduğumuz müddetçe ülkemiz için görevlerimizi yerine getirmeye devam edeceğiz” diyerek hem rakibini kutladı hem de başbakanlıktan istifa etmeyeceğini duyurdu. Seçim zaferini Bükreş’teki seçmenleriyle kutlayan Iohannis’se “daha az gürültülü ve güncel sorunları daha da yakından takip eden bir siyasete ihtiyacımız var. Daha az görkemli gösterileri olan fakat Romanya ve Rumenler için çözüm üreten bir siyaset ortamı gerekli” sözleriyle halka polemik ve skandallardan uzak bir siyaset ortamı oluşturacağının ve ülkeyi yabancı yatırımcılara cazip hale getireceğinin sözünü verdi. Ayrıca Batı’yla iyi ilişkiler sözünü veren Iohannis, ABD, NA- TO ve AB gibi Batılı partnerlerle ilişkilerin güçlendirileceğini ve bunun bölgenin istikrarı için de çok önemli olduğunu belirtti. Avrupa’nın en fakir ikinci ülkesi olan Romanya’da Iohannis’i zorlu bir dönem bekliyor. Yolsuzluk, işsizlik ve ekonomik sorunlarla uğraşan Romanya, 5 yıl içinde Euro’ya geçmeyi planlıyor. Ayrıca Iohannis’in Başbakan Ponta’yla nasıl bir ilişki kuracağı da ülkede merak edilen konular arasında. Öte yandan, zorlu geçen cumhurbaşkanlığı seçimi iki bakanın görevden ayrılmasına neden oldu. Seçimin ilk turunda yurt dışındaki vatandaşların oy kullanamamaları nedeniyle hükümet aleyhine protestolar yaşandı. Bunun üzerine de Dışişleri Bakanı Ti- tus Corlatean görevinden istifa etti. 2 Kasım’da yapılan seçimlerin ilk turunda 4 milyonluk diasporaya sahip olan Romanya’da yalnızca 160 bin seçmen oy kullanabilmişti. Seçimlerin ikinci turu da Romanya Hükümeti ve diasporadaki Rumenler için farklı geçmedi. Yurt dışındaki temsilciliklerin önünde uzun kuyruklar oluşturan seçmenlerin birçoğu yine oy kullanamadı. Protestoların tekrar başlaması üzerine Corlatean’ın yerine Dışişleri Bakanlığı’na geçen Teodor Melescanu da görevinden istifa etti. Seçimlerin ikinci turunda da diasporadaki seçmenlerden yalnızca 380 bini oy kullanabildi. ‘Sessiz siyaset’ Yüksek profilli iki adayın yarıştığı ve büyük bir çekişmeye sahne olması beklenen seçimleri, favori olarak gösterilen Başbakan Ponta’yı yenen Ulusal Liberal Parti lideri Iohannis kazandı. Katılımın yüzde 60’ın üzerinde olduğu seçimlerde oyların yüzde 54’ünü alan Iohannis, böylece ilk turda 10 puanlık fark yediği rakibine 8 puanlık fark atmış oldu. Seçimin bu şekilde sonuçlanmasındaysa muhalefetin Iohannis’e destek vermesi yatıyor. Seçimde yenilgiyi kabul eden Ponta, düzenlediği basın toplantısında, “bugün sandığa giden bütün Romanya vatandaşlarına teşekkür ediyorum. Halk her zaman haklıdır. Bay Iohannis’i aradım ve galibiyeti için onu kutladım. Ben ve çalış- Portre Portre Recep Ersel ERGE Baruch Spinoza Adına ister “Doğa” ister “Tanrı” denilsin, sadece bir tane töz olabilirdi. Gerek madde âleminde gerek düşünce âleminde olsun, aklımızın alabildiği her şey nihayetinde bu tözden kaynaklanıyordu. İnsanın duyguları, tercihleri ve eylemleri bile. Descartes’ın zihin-beden ikiliğini reddediyor, yaratıcıyla yaratılanın aynı şeyler olduğunu söylüyordu Spinoza. Evet, bir Tanrı vardı, ama dua ederek kendisinden yardım dileyebileceğiniz bir Tanrı değildi bu. İyi olamayacağı gibi kötü de olamazdı. Çünkü insan gibi iradeye ve hatta duygulara sahip olan, planlar yapan, emirler veren, tercihleri ve beklentileri olan, yargılayan bir varlık değildi o. Buna göre, Yahudiler de Tanrının “seçilmiş insanları” olamazdı örneğin, çünkü Tanrı hiçbir şeyi seçemezdi! “Filozofların filozofu” olarak nitelenmesine sebep olan düşünceleri bundan ibaret değildi elbette, ama hepsinin başlangıç noktası burasıydı. Spinoza’nın felse- fesi Hegel’den Einstein’a kadar sayısız düşün adamını etkileyecek, pek çoklarının ortak görüşünü de “en sevilesi filozof” tabiriyle Bertrand Russell özetleyecekti. İspanya 1492 Elhamra Kararnamesi’yle bütün Yahudileri ülkeden kovmuş, ardından Portekiz de aynı politikayı izlemişti. Buralardan kaçan Yahudilerin çoğu Amsterdam’a yerleşti. Özellikle 1579 Hoşgörü Fermanı’ndan sonra, dini inançlarını en rahat yaşayabilecekleri yer Hollanda’ydı. Portekiz kökenli, varlıklı bir tüccarın ikinci oğlu olan Baruch Spinoza da işte burada, Amsterdam’ın Portekiz-Yahudi cemaatinde 24 Kasım 1632’de dünyaya geldi. İbranice “Baruch” ve Portekiz- ce karşılığı olan “Bento” kutsanmış anlamına geliyordu ki, tesadüfen seçilmiş bir isim değildi bu. Babası onu haham olarak yetiştirmek istiyordu. Dönemin en iyi Talmud okulunda, kimi daha çok kimi daha az gelenekselci olan ünlü hahamların öğrencisi oldu. Kutsal metinlerle İlk ve Ortaçağ klasiklerinin yanı sıra Fransızca, İtalyanca ve Latincenin temellerini de burada öğrendi. Ne var ki yüksek ilahiyat eğitime devam etmeyip aile işi olan ticarete atılarak babasının hayallerini suya düşürecekti. Yirmi bir yaşında babasını kaybettikten sonra da erkek kardeşiyle birlikte çalışmaya devam etti. Kız kardeşi Rebekah, Spinoza’nın mirastan pay almasını engellemek isteyince mahkemelik oldular. Spinoza davayı kazandıysa da sonradan mirastan vazgeçti. Laik düşünceleriyle kötü bir üne sahip olan eski Cizvit Franciscus Van den Enden’in okulunda öğretmenliğe başladı. Varlıklı ailelerin çocuklarına Latince eğitimi verilen, özgür düşüncenin hâkim olduğu, yeni ama ünlü bir okuldu burası. Tevrat tartışmalarını bırakıp doğa bilimlerine yönelen Spinoza, bir yandan da Latincesini ilerletiyordu. Adını da Latince yazmaya başlamıştı (Benedictus de Spinoza). Skolastik düşünceyle Descartes gibi erken modern düşünürleri tanımasını sağlayan da muhtemelen Van den Enden’di. Bu arada hocasının kızı Clara ATAUM e-bülten Van den Enden’e âşık olan Spinoza, ne yazık ki aşkına bir karşılık bulamadı. Derken o kaçınılmaz gün geldi ve yirmi üç yaşındaki Spinoza, 27 Temmuz 1656’ da cemaatten kovuldu! Kimsenin onunla yazılı dahi olsa iletişime geçmemesi, ona yardım etmemesi, onunla aynı çatı altında kalmaması, ona dört gezden fazla yaklaşmaması, eserlerinin okunmaması emrediliyordu. Spinoza’nın “iğrenç sapkınlıkları”nı gerekçe gösteren bu emirde somut açıklamalar yoktu, ama buna ihtiyaç da yoktu aslında. Van den Enden’e yakınlığını, kilisenin otoritesine karşı çıkan Hristiyan gruplarla içli dışlı olduğunu herkes biliyordu. İleride eserlerinde sistemli şekilde anlatacağı radikal fikirlerini şimdiden her yerde anlatıyordu Spinoza. Ayrıca ayinlere katılmaması, Sinagoga maddi desteği bırakması yetmezmiş gibi, baba mirasını reddedeceği zaman da cemaat mahkemelerine gitmek yerine Hollanda mahkemelerine giderek “korkunç bir günah” işlemişti. Doğrusu her ne yaptıysa bilerek yapmıştı Spinoza, başına geleceği biliyor ve dışlanmayı özgürlük fırsatı olarak görüyordu. Nihayetinde Amsterdam’ın PortekizYahudi cemaatinde o güne dek verilmiş en ağır dışlanma cezasını aldı. Hahamların öfkesi o kadar büyüktü ki, Amsterdam yöneticilerini ikna edip Spinoza’yı şehirden kovdurmayı bile başardılar. Bir süre yakınlarda bir köyde kalan Spinoza, sonra tekrar Amsterdam’a döndü ve geçimini sağlamak üzere optik zanaatını meslek edindi. Gözlük ve büyüteçler için mercek hazırlıyordu. Bu işte zaman içinde ustalaşacak ve loncanın “piri” diye anılacaktı. Aynı anda özel felsefe dersleri de veren Spinoza, “Tanrı, İnsan ve İnsanın Esenliği Üzerine Kısa Bir İnceleme” adlı ilk felsefi eserini 1660-61 civarında yayımladı. İleride “Etik”te tamamlayacağı felsefesinin temellerini içeriyordu bu inceleme. 1660’ta Rijnsburg’a yazmaya başlayıp 1663’te Amsterdam’da yayımladığı “Descartes Felsefesinin İlkeleri” adlı eseriyse hayatı boyunca kendi adıyla yayımladığı tek kitabı olacaktı. Kişisel yorumlarıyla zenginleştirdiği bu çalışması çağının önde gelen filozoflarından biri olarak görülmesini sağladı. Voorburg’ta “Etik” üzerinde çalıştığı birkaç yılın ardından 1670’te Lahey’e taşındı ve aynı yıl “Teolojik Politik İnceleme”sini yayım- ARALIK 2014 landı. Anonim olarak yayımlansa da yazarının keşfedilmesi uzun sürmemişti. Ne de olsa dinî otoritenin siyasal gücünü sorgulayan ve hoşgörülü, laik ve demokratik bir yönetimi onun kadar radikal bir şekilde savunan fazla yazar olamazdı. Hollanda yönetimini Yahudiliği Yahudileri kurtarmak için yasaklamaya çağırdığı incelemesi yayımından dört yıl sonra yasaklandı. Akademik özgürlüğünü koruma düşüncesiyle 1673’te Heidelberg Üniversitesi’nde profesörlük teklifini reddetti. İbranice dilbilgisi kitabı yazmaya başladı, ama tamamlayamadı. İncil’in Hollandaca çevirisine başladıysa da sonradan vazgeçti ve yaptığı çevirileri imha etti. 1675’te Etik’i tamamlayana kadar yalnızca iki bilimsel makalesi yayımlandı. Hayatını adadığı başyapıtı nihayet bitmişti, ama onu da yayımlamaktan vazgeçecekti. Sözde “Tanrı’ nın var olmadığını” ispatlamaya çalıştığı bir eser yazdığına dair bir söylenti ku- laktan kulağa yayılmış, filozofun güvenliğine karşı ciddi bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Başyapıtını 21 Şubat 1677’deki ölümüne kadar kendine sakladı. Kesin olarak bilinmemekle birlikte, cam tozu solumasından kaynaklanan bir akciğer hastalığından öldüğü tahmin edilmekte. Mektupları ve diğer üç eseriyle birlikte “Etik” de ilk kez 1677’de vasiyeti üzerine arkadaşları tarafından “Opera Posthuma” adıyla yayımlandı. “Geometrik Düzende Kanıtlanmış Etik” (Ethica Ordine Geometrico Demonstrata) başlıklı kitabın üzerinde ne yazarın, ne yayıncının, ne de editörlerin adı vardı. Bir dizi önermeyle bunların doğruluğunu kanıtlayan açıklamalardan oluşuyordu eser. Her önerme kendinden önce gelen önermelere dayanmakta olup nihayetinde bütün önermeler de en başta verdiği birkaç tanımla aksiyoma dayanmaktaydı. “Tanrı” başlığını taşıyan birinci Portre: Michael Collins Recep Ersel ERGE bölümde sadece kendisi aracılığıyla kavranabilen, varlığı zorunlu olan tözden bahsediyordu. Adına ister “Doğa” ister “Tanrı” denilsin, sadece bir tane töz olabilirdi. Gerek madde âleminde gerek düşünce âleminde olsun, aklımızın alabildiği her şey nihayetinde bu tözden kaynaklanıyordu. İnsanın duyguları, tercihleri ve eylemleri bile. Etik’in diğer bölümlerinde de aklın ve duyguların doğasıyla özgür irade problemi açıklanıyordu. Spinoza hiç evlenmemiş, hiç çocuğu olmamıştı. Zamanında babasının mirasını onunla paylaşmak istemeyen kardeşi Rebekah, filozofun ölümünü duyunca koşa koşa gelmiş, ancak umduğunu bulamamıştı. Spinoza’nın mal varlığı borçlarıyla cenaze masraflarını ancak karşılıyordu. Onun asıl mirası, Rebekah dâhil dönemin sıradan insanları tarafından asla anlaşılmayan, kıymeti çok sonraları anlaşılacak bir felsefeydi. 21 20 DUBLIN Lüksemburg Batı Avrupa’nın kalbinde yer alan ve kişi başına düşen milli gelirde dünyada her zaman ilk sıralarda bulunan Lüksemburg Büyük Dükalığı’nın başkenti Lüksemburg bu yazımızın konusu. Ülkenin resmi dillerinden biri olan Lüksemburgcada Lëtzebuerg yani küçük kent anlamına gelen Lüksemburg kentinin tarihini ülkenin tarihinden ayırmak pek mümkün değil. Kuruluşu Roma İmparatorluğu dönemine kadar geriye götürülebilen kentin resmi kuruluş tarihi olaraksa, Kont Siegfried’in küçük kale anlamındaki Lucilinburhuc kalesini inşa ettirmeye başladığı 963 yılı kabul görmekte. Doğal olarak bu tarih ülkenin de kuruluş tarihi. Lüksemburg kenti, üzerine kurulduğu yer itibariyle savunma amacına oldukça uygun bir coğrafyada bulunduğu için kale aynı zamanda şehrin de kendisi haline gelmiş. Lüksemburg, bu doğal savunma coğrafyasını Alzette ve Petrus nehirlerinin kenarındaki büyük kayalık yükseltiye borçlu. Lüksemburg’un eski kent bölümünü gezenler bu kayalık yükseltinin üzerinde yüzlerce yıldır var olan ve şimdilerde sadece restore edilen ev, şato ve kale gibi yapıları görmekte, kayalıkların içindeyse şehrin savunmasını kolaylaştırmak maksatlı yapılmış galeriler, mazgal ve siperler bulunmakta. Stratejik önemi dolayısıyla Burgundiyalılar, Fransızlar, İspanyollar, Avusturyalılar ve Prusyalıların hâkimiyetinde pek çok kanlı savaşlara sahne olan ve devamlı tahkim edilen bu şehirkale, benzer bir coğrafya üzerine kurulmuş olması sebebiyle Cebelitarık’a benzetilmekte ve hatta “Kuzey’in Cebelitarık’ı” olarak anılmakta. Lüksemburg bu müstahkem olma özelliğini bin yıl boyunca sürdürmüş, ta ki 1867 tarihli Londra Antlaşması’na kadar. Bismarck ile III. Napolyon arasında savaşa neden olabilecek siyasi krizi önleme amaçlı bu antlaşma, kentteki istihkâmları dağıttığı gibi Lüksemburg’u da tarafsız ülke ilan etmiş. Kentteki yer altı savunma düze- neğinin parçaları olan barikatların ve siperlerin dağıtılması yaklaşık 16 yıl almış. Savunma özelliğinden vazgeçilmesi daha önce belli bir coğrafyaya sıkışmış olan kentin daha da büyümesi ve genişlemesinin de çıkış noktası olmuş. NATO ve AB’ye kurucu üye olarak katılım sağlayan Lüksemburg’un tarafsızlığı hâlihazırda söz konusu değil. Kentin idari olarak bölümlenmesi de üzerinde durulması gereken hususlardan biri. Lüksemburg ülkesi biri “Lüksemburg Bölgesi” olmak üzere üç bölgeden oluşmakta. Lük sem burg Bölgesi’ndeyse biri Lüksemburg Kantonu olmak üzere dört kanton bulunmakta. Lüksemburg Kantonu’nun içinde de biri Lüksemburg Komünü olmak üzere on bir komün var. İşte bu yazının konusunu oluşturan başkent de aslında Lüksemburg Komünü. Ülkenin nüfus olarak en büyük, alan itibariyle de dördüncü büyük komünü olan Lüksemburg gibi ülkede komün olarak yer alıp da kent sıfatını da haiz komün sayısı on iki Ülkedeki toplam komün sayısıysa 106. Yukarıda adı geçen Alzette ve Petrus nehirlerin içinden aktığı yeşil vadilerin bulunduğu, köprülerin vadileri birbirine bağladığı, binaların yanı sıra içerisinde geniş park, bahçe ve ormanları bulunan MAİNZ LEICESTER PODGORİCA PALMA DE MALLORCA ZARAGOZAESPOO BERN LIVERPOOL WARSAW ANDORRA LA VALLA BELGRADE SALZBURGTIMIŞOARA MUNICH MANCHESTER LUBLIN DÜSSELDORF LONDON SOFIA MOSCOW COPPENHAGEN FRANKFURT MURSIA BRATISLAVA THESSALONIKI BERLIN OSLO GRAZ LEEDS MILAN LISBON ROME BARI PAMPLONA EUROPE TALLINN COLOGNE ATHENS LILLE BONN ZARAGOZA SAN MARINO LÜBECK NAPLESWUPPERTAL BRUSSELS EINDOVEN NAPLES AMSTERDAM KIEV SARAJEVO DEN STOCKHOLM BUCHAREST SHEFFIELD 7 HAGG VIENNA GENOA DORTMUD BOCHUM VALENCIA MADRID HELSINKI KRAKOW MINSK TURN ZAGREB CHIŞINAU PARIS GDANSK BERN GDANSK TIRANA Ahmet M. SÖNMEZ kentin sınırları içerisinde tarım alanları da mevcut. Kent, 1994’te UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınmış. Kentte 2014 rakamlarına göre yaklaşık 107 bin kişi yaşıyor ve bunun yüzde 60’ını yabancılar oluşturuyor. Yabancıların çok büyük çoğunluğu da diğer AB ülkelerinden gelenler. Kent, Avrupa Adalet Divanı, Avrupa Sayıştayı, Avrupa Parlamentosu Sekretaryası, Avrupa Yatırım Bankası, Avrupa Yatırım Fonu ve Avrupa Komisyonu’nun bir takım birimleri başta olmak üzere AB’nin birçok kurumuna ev sahipliği yapmakta. Yaklaşık sekiz bin AB personeline ev sahipliği yapan bu AB kurumlarının binaları, kentin kuzeydoğusunda bulunan Kirchberg mahallesine adını veren Kirchberg platosu üzerinde 1960’lı yıllardan itibaren yükselmeye başlamış. Avrupa’da mali ve siyasi istikrarın kalelerinden biri olan ve Avrupa’yı sarsan son mali krizden en az etkilenen ülkeler arasında yer alan Lüksemburg’un aynı adlı başkenti Lüksemburg’un ekonomisinin dayandığı temel sektörler bankacılık ve finans. Çok yüksek meblağlı yatırım fonlarının yönetildiği bir finans merkezi olarak Lüksemburg bu alanda ABD’den sonra en büyük ikinci yatırım fonu merkezi durumunda. Bu durumu, bankacılık ve fi- nans alanında şeffaflıktan uzak olması ve dünyadaki şöhretli vergi cennetlerinden biri olmasına bağlamak pekâlâ mümkün. Lüksemburg, iki kez Avrupa Kültür Başkenti olarak ilan edilen tek Avrupa kenti. Çok dilliliğin hâkim olduğu kentte ülkenin resmi dilleri olan Lüksemburgca, Fransızca ve Almancanın yanı sıra göçmenler dolayısıyla Portekizce ve İtalyanca da yaygın bir kullanım alanı bulmakta. Bunun yanı sıra başkent Lüksemburg, ülkenin tek üniversitesi olan ve 2003’te kurulmuş olan Lüksemburg Üniversitesi’ne de ev sahipliği yapmakta. Kentin teknolojiyle ilişkisi de oldukça güçlü. Microsoft’a ait internet tabanlı görüntülü konuşma hizmet sağlayıcısı Skype’ın merkezinin bulunduğu Lüksemburg aynı zamanda Avrupa’nın en önemli veri depolama merkezlerinden de biri. Bu durumun gerekçesi olarak, Lüksemburg’da konuşlanmış AB kurumlarının, bankaların ve diğer finans kurumlarının verilerini depolamak maksadıyla kendi veri merkezlerini kurmaları gösterilebilir. Siyasi ve mali açıdan istikrarlı bir ülke olan Lüksemburg’un sel, deprem ve kasırga gibi doğal afetlerden uzak olması da kenti bu merkezler açısından kıymetli kılmakta. Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (08-2011) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...