44.sayıya ulaşmak için tıklayanız
Transkript
44.sayıya ulaşmak için tıklayanız
CMYK CMYK Venezüella Büyükelçisi Raul Yoldaş’a başarılar diliyoruz Halkın Kurtuluş Partisi’nden... Kurtuluş Partililer Halkımızla pikniklerde buluştu KESK’e yapılan saldırılar kamu emekçilerini yıldıramaz Bugüne kadar Venezüella’yı Maslahatgüzar düzeyinde temsil eden Raul Betancourt Seeland Yoldaş, bundan sonra Büyükelçilik düzeyinde temsil edecek. Latin Amerika’dan esen yol rüzgarları ülkemizde Büyükelçi olarak Raul Yoldaş estirecek artık. Kurtuluş Partisi olarak Raul Yoldaş’a yeni görevinde başarılar dileriz. Geleneksel olarak yapılan piknikler bu yıl; Ankara’da 7 Haziran’da, Sorgun Yaylası’nda, Tekirdağ’da 22 Mayıs’ta, Atatürk Orman Çiftliği’nde yapıldı. Pikniklerde, Kurtuluş Partililer bir günü Sosyalistçe; sofralarıyla, oyunlarıyla, halaylarıyla halkımızla paylaştılar. Kısa söyleşilerle güncel meseleler tartışıldı. Halkın Kurtuluş Partisi, KESK’e yönelik tutuklamaları, baskıları protesto etti. Baskılar bugüne kadar kamu emekçilerini yıldırmadı, bundan sonra da yıldırmayacaktır. KESK’in grevli, toplu sözleşmeli, sendika mücadelesi tüm baskılara rağmen devam edecektir. www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 YIL: 4 • SAYI: 44 16 HAZİRAN 2009 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE Yeni 15-16 Haziranlar Yaratmaya!.. Yerli yabancı Parababalarının saldırılarına karşı; haydi daha bilinçli daha örgütlü Y ıl 1970. Türkiye Devrimci ortamında İşçi Sınıfı var mı? Yok mu? tartışmalarının yapıldığı yıllar... Orijinal Devrim teorisinden yoksun küçükburjuva sosyalistler Çin ve Küba devrim modellerini Türkiye’de uygulamaya çalışıyor. Gerekçeleri Türkiye’de İşçi Sınıfı yok(!) Oysaki; 1920 yılında kurulan TKP’nin En Genç Merkez Komite Üyesi olan ve Parti’nin Teorik-Pratik yükünü çeken, bu uğurda ömrünün 22,5 yılını Parababalarının zindanlarında geçiren, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı yıllar öncesinden İşçi Sınıfının varlığını bilimsel olarak kanıtlamıştı. İşçi Sınıfının özgüç olduğunu ortaya koyan Kıvılcımlı Usta, yaşamı boyunca “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” şiarını yaratmış ve öyle davranmıştır. Türkiye sol ortamında bu durum yaşanırken, yerli-yabancı Parababaları İşçi Sınıfı yoktur diyen sosyalistlerden daha ayık davranmıştır. İşçi Sınıfımızın işyeri, mahalle ve bölge komiteleriyle kurup, geliştirdiği DİSK’i kapatma çabasına girmişti. Devrimci sendikal örgüt olan DİSK kapatılıp İşçi Sınıfımız ABD tarafından kurulmuş SarıGangster Türk-İş’e mecbur bırakılmak isteniyordu. İşçi Sınıfımız Parababalarının bu oyununu 15-16 Haziran günlerinde İzmit ve İstanbul’da işyerlerini terk edip eyleme geçerek bozuyordu. İşçiler fabrikaları boşaltıp, karayolunu kapatıp yürüdüler; barikatları İsrail’e değil köylüye toprak Vatan toprakları peşkeş çekilemez H Kurtuluş Yolu/Ankara alkın Kurtuluş Partisi, vatan topraklarının Siyonist İsrail’e peşkeş çekilmek istenmesini yaptığı basın açıklamasıyla 30 Mayıs’ta protesto etti. Eylem, Parti Genel Merkezinin önünde kortej halinde, “Siyonist İsrail, Ortadoğu’dan defol” sloganlarıyla başladı. İnsan Hakları Anıtı önünde Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı Sait Kıran basın açıklaması yaptı. Kıran, Parti adına yaptığı açıklamada, mayınlı arazilerin temizlenmesi bahanesiyle vatan topraklarının AB-D Emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarına hizmet eden bekçi köpeği İsrail’e lüpletilmeye çalışılmasını kınadıklarını söyledi. “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Vatan toprakları satılamaz”, “İsrail’e değil Köylüye toprak” sloganları atıldı. Kortej düzeninde sloganlar eşliğinde Genel Merkeze dönüldü. Basın Açıklaması metni 2’nci sayfadadır. yıkarak, engelleri aşarak... Tarihe Şanlı 1516 Haziran Direnişi olarak geçen eylemde İşçi Sınıfımız; Mehmet Gıdak, Yaşar Yıldırım ve Mustafa Bayram isimli işçileri şehit verdi. 3 ay boyunca Kocaeli ve İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildi. Binlerce işçi işten çıkartıldı. 15-16 Haziran Şanlı Direnişi’nde İşçi Sınıfımız canı-kanı pahasına kazandığı hakları, yine canı-kanı pahasına korumasını bildi. Dosta da Düşmana da “kendisi için bir sınıf” olduğunu gösterdi. Kıvılcımlı Usta’nın “başta İşçi Sınıfı gelmek üzere” sözünü şiar edinen yoldaşlarından İPSD Genel Başkanı, Genel Sekreteri ile birlikte dönemin Gençlik Önderi bugün Devamı sayfa 6’da Kurtuluş Partisi, İETT zamlarını protesto etti Topbaş zammını al başına çal H Kurtuluş Yolu/İstanbul alkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü, Tayyipgiller tarafından toplu ulaşım ücretlerine yapılan zammı protesto etti. Kurtuluş Partililer, İstanbul’da taşıma ücretlerine, toplamda yüzde 15 oranında yapılan zamma karşı, 6 Haziran günü saat 15.00’da, Kadıköy İskele Meydanı’nda, akbil gişelerinin önünde bir basın açıklaması yaptı. “Zam Zam Ucuzluk e Zaman”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Topbaş Zammını Al Başına Çal”, “Zamlar Geri Alınsın” sloganlarını haykıran Kurtuluş Partililer adına İl Başkanı Pınar Akbina açıklama yaptı. Halk, basın açıklamasına alkışlarıyla, sloganlarıyla destek verdi. Basın Açıklaması metni 2’nci sayfadadır. FİYATI: 50 Ykr Kurtuluş Partisi 1 Mayıs’ta Küba’da Devrim Alanı’nda... Başyazı Haberi sayfa 5’te Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anısına: AB-D Emperyalistleri ve Yerli Uşaklarına karşı Devrimci Önderler gibi mücadele etmeliyiz Sevgi ve saygıdeğer arkadaşlarım, Mevlana, Divan-ı Kebir’inde der ki; Şu ecelin kulağı sağırdır, Feryadı işitmez, duymaz; yoksa ağlardı kan kesilen yüreklere. Şu ölüm cellâdının gönlü yoktur; olsaydı da tek taş olsaydı, Gene ağlardı. Sağken görselerdi ölümü, el-ayak, ağlardı birbirinin haline Kıvranıp can çekişirken görseydi, ağlardı dişi keçi, erkek arslana Yeryüzü, çocuğunu yiyen bir ana; öyle olmasaydı ağlardı oğlunun ölümüne. Ölüm acısıyla tatlı canını nasıl veriyor; Bir görseydi ağlardı şeker bile. Kumru, ardıç ağacının kökten söküleceğini bilseydi bırakırdı ötmeyi-dem çekmeyi de ağlardı. Tabutun şu kefenden haberi olsaydı ağlardı götürülürken yollarda Mevlana, savunduğu tasavvuf anlayışından hareketle: “Benim ölüm günüm, düğün günüm olacaktır. O gün Allah’la birleşeceğim” der. Böyle demesine rağmen, yukarıdaki dizelerinde gördüğümüz gibi, ölüme çok etkili bir ağıt yakar. Demek ki tüm felsefeciler gibi, o da felsefesini bir tasavvur, bir gerçekleri yorumlama çabası, anlamlandırma çabası olarak yapmaktadır, görmektedir. Ölüm gerçeği karşısında o da herkes gibi ürpermektedir. Ve hayatın bu temel gerçeği onda da travmaya yol açmaktadır. Yani o da herkes gibi travmalıdır. Devamı sayfa 8’de 2 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Kurtuluş Partisi’nden Vatan topraklarımızı Siyonistlere peşkeş çekmek istiyor Tayyipgiller Davos’ta kuru gürültünün diyetini ödüyor! A BD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin has evladı Tayyip söylediği; “(…) ben ülkemi adeta pazarlamakla mükellefim” sözünün arkasında. Vermiş olduğu sözün gereğini layıkıyla yerine getiriyor. AB-D’li efendilerinin bir dediğini iki etmiyor. Vatan satıcılığına, vatan hainliğine son hızla ve kararlı bir şekilde devam ediyor. Bu satışlarda tercihini de Siyonist İsrail’li işadamlarından yana yapıyor. Vazgeçemiyor Ortadoğu’nun bekçi köpeğinden. Deliler gibi tutkun Yahudi Bezirgânlara, Tayyip. Tayyipgillerin bu tutkusu, Yahudi Bezirgân Sami Ofer’in şirketine Kuşadası Limanı’nı, Tüpraş’ın yüzde 14.75’lik hissesini lüpletmesi ve Galata Rıhtımı’yla çevresini lüpletmek istemesiyle başlamıştı. Üstelik Kuşadası Limanı ile Tüpraş’ın bir bölümünü hiç ihale filan açmadan vermişti. “Al senin olsun”, diyerek Galata Rıhtımı ve çevresini ise göstermelik bir ihale ile vermek istemişti. İşin aslında da, Tayyip, K. Unakıtan ve diğer Tayyipçiler, kapalı kapılar ardında görüşerek pazarlamışlardı kamu mallarını Yahudi tüccara. Şimdi de Tayyip Davos’taki yaptığı kuru gürültünün maliyeti olarak, Güneydoğu’daki toprakları sunuyor, Siyonist İsrail’e. Sovyetler Birliği’nin Suriye’ye silah yardımından sonra, 1956’dan itibaren NATO tarafından mayın döşenmeye başlanan bereketli topraklardır altın tepside sunulan. Tamı tamına 216 bin dekar ülke toprağı peşkeş çekilmeye çalışılıyor, Siyonist İsrail’e. Mayınların temizleneceğini, 1 Mart 1999 tarihinde yürürlüğe giren, 146 ülke tarafından imzalanmış bir antlaşma ile kabul eden Türkiye, Suriye sınırındaki mayın temizleme işini kendi yaparsa yeni bir yasaya da gerek kalmıyor. Ama Tayyip, mayın temizleme işini illa da İsrail’e yaptırtmak istiyor. Gelen tepkiler üzerine de hemen yalana başvuruyorlar. Takım taklavat Tayyipgiller, mayınların temizlenmesi ihalesiyle İsraillilerin ilgilenmediğini ve bu tür iddiaların ise komplo olduğu yalanına sarılıyorlar. Yalancının mumunu ise, daha yatsı olmadan İsrail Büyükelçisi Gaby Levy söndürüyor. Şanlıurfa’da; “Bu bölge hem Müslü- manlar için hem Yahudiler için çok önemli bir yer. Biz küçüklüğümüzden beri nereden geldiğimizi ve tarihimizi biliyoruz. Bunu küçük çocuklarımız da biliyor. Tabiî her Yahudi için bu topraklar atalarımızın dedelerimizin geldiği bu topraklara gelmek çok önemli, özellikle Şanlıurfa ve Harran bizim için çok önemli” diyor. Kilis’in Suriye sınırındaki köylerde oturan insanlarımız da arazilerin kendilerine verilmesi karşılığında mayınları temizlemeye gönüllü olduklarını söylüyorlar. Köylülerimiz “Burası mayın nedeniyle bakir bir toprak haline geldi. Ne eksek yetişir, neden bize vermek dururken yabancılara veriliyor. Bu toprak bizim hakkımız, gerekirse mayınları da temizleriz. Zaten yıllardır çeşitli nedenlerle mayınların çoğu patladı. Kalanını da biz temizlemeye, temizletmeye gönüllüyüz. Bu kadar tartışmaya gerek yok” diyorlar. Tayyipgillerin önem sıralamasında, “anasını alıp gitmesi” gerekenlere yer yok. Tayyipgiller tabiî ki tercihini, kanla kazanılmış bu vatan topraklarını, Büyük İsrail (Arz-ı Mev’ud) sınırları içerisinde gören İsrail’den yana yapacak. AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki Bekçi Köpeği İsrail, insanlığa hizmet olsun diye, mayınları temizlenmiş arazide, topraksız insanların toprağı olsun, bu topraklarda organik tarım yapsınlar diye, mayınları temizlemeye gönüllü olmuyor. İsrail Büyükelçisinin açıkça söylediği gibi bu topraklar Siyonistler için “vaat edilmiş kutsal topraklar.” Bu topraklarda, büyük petrol rezervleri var. Bu topraklar, AB-D Emperyalistlerinin ülkeyi bölmeye çalıştıkları üç parçadan birini oluşturmakta. Ve halklar şunu çok iyi biliyorlar ki, İsrail girdiği yerden çıkmaz. Bu ihalenin İsrail’e verilmesine karşı doğan tepkileri, ülkedeki faşizan eğilimlere bağlıyor; Vatan satıcılığına karşı çıkanları faşist diye damgalıyor, şeriatçı Tayyip. Yurtsever olan, ulusal olan ne varsa düşmanlar. Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcisi oldukları için Ümmetçi olan, ulus aşamasına gelemeyen, kayıtsız şartsız egemen oldukları Ortaçağın o karanlık günlerinin hayali içinde olan Tay- yipgiller, ABD ve AB’nin kollamasıyla, daha doğrusu onların kucağında gerçekleştirmeyi planlıyor, Ortaçağa dönüş olan Şeriatı. Tayyipgiller’in bu hainane amaçları Batılı Emperyalistlerinkiyle tıpatıp uyuşmaktadır. AB-D Emperyalistlerinin isteği doğrultusunda Tayyipgiller, mayın temizleme işiyle de yine Ordu Gençliği’ni yıpratmaya çalışıyor. Jön Türk bırakmak istemiyor, Türk Ordusunda. Yetmedi Hilmi ÖZKÖK’ler, Yaşar BÜYÜKKANIT’lar, İlker BAŞBUĞ’lar… “Başbakan, Genelkurmay Başkanı’na örtülü ödenekten para verdi, al bu parayı mayınları temizle dedi, fakat Genelkurmay, biz bu mayınları temizleyemeyiz diyerek parayı geri verdi” sözleriyle vurmaya çalışıyor Türk Ordusunu. Türk Ordusu döşediği ve döşeme formülleri, hangi maksada göre döşendiği bilgisi ve döşenme haritası da kendisinde olan mayınları, kendisi sökemezmiş izlenimi yaratılmaya, halk da bu kirli izlenimle kandırılmaya çalışılıyor. Bu topraklar halklarımızındır. Bu topraklar kamu malıdır. Bu toprakların bereketi, uğruna üstüne dökülen kanlardan gelmektedir. Ve bu topraklar gerçek sahiplerine iade edilmelidir. Bu gerçekleşecek. Bunu; halka verebilecekleri olumlu tek bir şeyi olmayanlar, zulümden ve ihanetten, hırsızlıktan (kamu malını aşırmaktan) başka bir şey bilmeyenler, halkımızın uyanışını, engellemek için de bildikleri ve yaptıkları tek iş din sömürüsü olan AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar gerçekleştiremezler. Bu acı gidişe son verecek olan, halkların mallarını halklara iade edecek olanlar, gerçek devrimcilerdir, proletarya sosyalistleridir. O proletarya sosyalistleri temizleyecek topraklarımıza mayın döşeyen, ocağımızı söndüren, halklarımıza kan ve gözyaşı döktüren AB-D Emperyalistlerini ve yerli satılmışları. Halklarımız bayram edecek o günlerde. Ve o günler mutlaka gelecek. 30.05.2009 Kurtuluş Yolu/İzmir İzmir’in, ABD ve İngiltere donanmalarının gözetiminde Yunan askerleri tarafından işgali, Kurtuluş Partililer tarafından Hasan Tahsin Heykeli önünde protesto edildi. 15 Mayıs saat 18.30’da Gümrük’ten yürüyüşe geçen Kurtuluş Partililer; “Hasan Tahsin Ölümsüzdür”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm” “Ya İstiklal Ya Ölüm Tam Bağımsız Türkiye” sloganlarıyla emperyalist işgale karşı duyarlılıklarını İzmir Halkına yansıttılar. Hasan Tahsin Heykeli önünde gerçekleştirilen eylemdeki basın açıklamasını, İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak okudu. Çolak konuşmasında; İzmir’in Yunan maskeli emperyalistler tarafından işgal edildiğini, işgal öncesi yurtsever aydınlar tarafından Maşatlık’ta halk toplantıları yapılarak emperyalist işgale karşı halkın di- renmesinin istendiğini, Yunan askerlerine ilk kurşunun Hasan Tahsin tarafından atıldığını, söyledi. “Hasan Tahsin Ölümsüzdür”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi” sloganlarının ardından Çolak, emperyalistlere, Mustafa Kemal önderliğinde Çanakkale’de unutamayacakları bir ders verildiğini belirtti. T. Çolak, satılmış Tayyipgiller’in Afganistan’a gönderilen askerlerin sayısının artırılmasını ve NATO güçlerinin komutanlık görevini kabul ettiklerini söyleyerek, bunun halklarımız açısından kabul edilemez olduğunu belirtti. Tacettin Çolak konuşmasını; Emperyalistlerin, İzmir’de nasıl denize döküldülerse gene topraklarımızdan atılacaklarını, bunun için Kurtuluş Partililerin İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştırarak Halk İktidarını kuracaklarını ve emperyalistlerin Geldikleri Gibi Gideceklerini söyleyerek bitirdi. HALKIN KURTULU4 PARTİSİ GENEL MERKEZİ İstanbul’da yolcu taşıma ücretlerine yapılan zam halka ihanettir! Tayyipgiller zama zulme doymuyor... E mekçi halklarımızı derinden sarsan ve tam kalbinden vuran ekonomik kriz için “Hamdolsun teğet geçti” diyerek halkımızla dalga geçen Tayyipgiller’in halka ihanetleri ve zulümleri devam ediyor. Gün geçmiyor ki halkımız yeni bir zam haberi ile uyanmasın. Tam kıştan, doğalgaz faturalarından kurtulduk; rahat nefes alacağız derken bu sefer de yolcu taşıma ücretlerine zam yapıldı. Bu zamlarla halkımıza bir türlü soluk aldırmıyorlar. Bildiğimiz gibi geçen yıl doğalgaza peşe peşe yapılan zamlar % 82’yi bulmuştu. Tabiî kamuoyunun tepkisinden korktukları için de gizlice, kimseye duyurmadan yapıyorlar zamlarını. En son 1 Haziran sabahı işine, okuluna, evine gitmek üzere toplu taşıma araçlarına binen İstanbullular, İETT tarafından toplu taşıma ücretlerine yapılan yeni zamla karşılaştılar. 1 Haziran’dan itibaren geçerli olan yeni tarifeye göre; elektronik bilet beşi biryerde 7,50 TL, tam akbil 1,50 TL, indirimli akbil 0,85 TL, aylık tam akbil 110 TL, aylık indirimli akbil ise 55 TL oldu. Akbille yapılacak aktarmalar da tam 0,75 TL, indirimli 0,21 TL olarak ayarlandı. Raylı sistemler, İDO şehir hatları vapurları ve özel deniz motorlarının 1,40 TL olan jeton ücreti 1,50 TL olarak belirlendi. Yani taşıma ücretlerine toplamda % 15 oranında zam yapıldı. İşsizlik oranında tarihî rekorların kırıldığı, açlık sınırının 744, yoksulluk sınırının 2 bin 424 TL olduğu (Türk-İş Mayıs ayı araştırması), asgari ücrete % 8,8 oranında zam yapıldığı bu dönemde en zaruri ihtiyacımız olan ulaşıma %15 oranında zam yapılması halka ihanettir. Emperyalizminin eseri olan ve ABD’den tüm dünyaya yayılan ekonomik krizin, halkımızı yoğun bir şekilde etkilediği bu dönemde yapılan bu zam Tayyipgiller’in gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir. Binlerce insanımızın işsizlik, yoksulluk ve açlık nedeniyle cinnet geçirdiği, intihar ettiği bu dönemde, yapılan zamlar, halk düşmanlığından başka bir şey değildir. Ama halkımızın bu yaşadıkları hükümetin umurunda değildir. Tayyipgiller kendileri lüks araçlarla, özel uçaklarla, yatlarla gezer- ken emekçi halkımızı zamlarla, zulümlerle yaşamaya mahkûm etmektedir. Milyonlarca insanımızın asgari ücretle yaşamak zorunda olduğunu ve İstanbul gibi büyük bir şehirde bir yere giderken en az iki araca binilmesi gerektiğini düşünürsek aslında taşıma ücretlerinin düşürülmesi gerekir. Ama Tefeci-Bezirgân sınıf karakterleri gereği Tayyipgiller’den böyle bir şey ummak ölü gözünden yaş ummaya benzer. Çünkü onlar ancak çalıp çırpmayı, yolsuzluk yapmayı bilirler. En son İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından “teknoloji harikası” olarak tanıtılan ve İETT’nin, İstanbul’a uymaz raporu vermesine rağmen satın alınan ancak kullanılmayan metrobüsler de bunun kanıtıdır. Tabiî Tayyipgiller göbeklerinden AB-D (ABD-AB) Emperyalistlerine bağlıdırlar ve onların emirlerini uyguluyorlar. Ülkemizin ekonomisi, yerli satılmışlar cephesi ve onların iktidarları sayesinde AB-D Emperyalistleri ile onların IMF, Dünya Bankası gibi ekonomik örgütlerinin denetimi altındadır. Bugün, asgari ücretten tutalım da tarım ürünlerimizin fiyatı dahi bunlarca belirlenmekte ve cennet vatanımız, emekçi halklarımız için cehenneme çevrilmektedir. Ancak AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar cephesi şunu iyi bilsin; eninde sonunda uyguladıkları halk düşmanı politikalarının hesabını verecekler ve bir daha geri gelmemek üzere tarihin karanlıklarına gömüleceklerdir. Halkın Kurtuluş Partisi olarak bunun için sonuna kadar mücadele edeceğiz ve İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırarak Demokratik Halk İktidarını kuracak, Sosyalizmle taçlandırarak halkımızın acılarına, zamlara, zulümlere son vereceğiz. Söz veriyoruz! Kahrolsun Parababalarının İşsizlik, Pahalılık, Zam, Zulüm Düzeni! İşsizliğe, Pahalılığa, Zama, Zulme Son! Gün Gelecek, Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek! Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü Kurtuluş Partililer haykırdı: Geldikleri Gibi Gidecekler! Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: Bestekâr Osman Sokak 8/19 Cağaloğlu/İST Telefaks: (0212) 512 43 95 T Babıâli 4enlikleri’ndeydi ürkiye Gazeteciler Cemiyeti, Yayıncılar Birliği vb. kurumlar tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen Babıâli Şenlikleri’ne Derleniş YayınlarıKurtuluş Yolu Gazetesi olarak katıldık. Şenlik, Sultanhmet Meydanı’ndaki Mehmet Akif Ersoy Parkı’nda 1-7 Haziran tarihleri arasında düzenlendi. Afişlerimiz, pankartımız, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye orijinalitesini ortaya koyduğu kitapları, Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut’un kitapları ve günümüzü aydınlatan gazetemiz Kurtuluş Yolu ile Şenlik’teki yerimizi aldık. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın ve Genel Başkan’ımızın kitaplarını ve gazetemiz Kurtuluş Yolu’nu halkımıza tanıttık. Mustafa Kemal-Lenin Pankartımız, Partimizin afişleri ile süslediğimiz standımıza, Marks, Engels, Lenin ve Kıvılcımlı Ustaların, Denizler’in, Mahirler’in ve Che’nin resimlerini de astık. Şenliğin en politik standıydık; her gün dışımızdan gelen ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 onlarca ziyaretçiyle politik tartışmalar yürüttük. Turistlerin standa ilgisi yoğundu. İspanya ve İtalya Komünist Partisi’nden yoldaşlarla sohbetlerimiz oldu; Partimizi tanıttık. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: kurtulusyolu@kurtulusyolu.org 3 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Obama’yı seçtiren ABD Emperyalistleridir S (2) ODAP diye de bir grup var. Sevrci. Soytarı Sahte Solcu. Hikmet Kıvılcımlı’yı da savunur görünüyor. Bir ay kadar önce “Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu” düzenledi, “Teori ve Politika” adlı dergi çevresinde örgütlenmiş başka döküntülerle. Okuyalım SODAP’ın internet sitesinden “Sempozyum”un haberini: “Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) ve Teori ve Politika Dergisi tarafından ortaklaşa düzenlenen “Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Hayatı, Eseri, Mirası” konulu sempozyum”u düzenledi. Nerede? Soros’un “Bilgi Üniversitesi Dolapdere yerleşkesinde”. Kimlerle? Ragıp Zarakolular, Ertuğrul Kürkçülerle, vb.lerle… “Sempozyum”un duyurusunda katılımcılar arasında Murat Belge’nin de adı veriliyordu. Sempozyumdan sonra öğrendik ki M. Belge, “Sempozyum”a katılmamış. Ama diğerleri katılmış. M. Belge, gelmemiş yahut gelememiş. Ama çağrılmış. Gelseydi M. Belge ne anlatırdı? Yukarıda anlattıklarını… Yani ABD’nin ve AB’nin ne kadar demokrat, insan hakkı savunucusu, özgürlük getiricisi olduklarını… Kurtuluşumuzun AB’ye girmek, ABD’nin koruyucu şemsiyesi altına sığınmak… Ve daha ne maydanozlu köfteler… başka ne anlatırdı M. Belge?.. Örneğin şöyle derdi: “Öncelikle “siyah” dedik, onun için seviniyoruz; Demokrat taraftan olduğu için mutluyuz. Bunların ötesinde, bu uzun ve yoğun kampanya içinde bize bir insan imgesi sundu; bunu da beğendik.” Murat Belge’nin düşünceleri çok açık, çok net. Amerikanofil adam… Saklamıyor, gizlemiyor düşüncesini. “Mert”(!) adam… ABD’yi de savunuyor, AB’yi de… Ya Ragıp Zarakolu ne anlatmış? “Üç Oturumdan oluşan sempozyumun “Çağı, Hayatı, Etkisi” başlığını taşıyan birinci oturumu Ragıp Zarakolu’nun yönetiminde yapıl”mış. Ve “Ragıp Zarakolu Kıvılcımlı’nın 30’lu-40’lı yıllarda Marksizmi ülke özgünlüğünde yorumlayan tek kişi olduğunu vurgula”mış… Ragıp Zarakolu Bunları dinleyenler sanırlar ki, R. Zarakolu Hikmet Kıvılcımlı’yı anlamış. Gerçeklik bunun tam tersidir. R. Zarakolu gibilerin değil H. Kıvılcımlı’yı anlamak-anlatmak, yakınından bile geçmeye hakları olamaz. H. Kıvılcımlı gibi, son soluğuna kadar ömrünü ABD’ye ve AB’ye karşı savaşarak geçirmiş bir insanı anlatmak, beynini AB-D Emperyalizminin emrine vermiş, onların projelerinden nemalanmış bu adamın-adamların haddi değildir. Ragıp Zarakolu’nu size kısaca tanıtalım mı? Ya da daha doğrusu Baskın Oran’ın kızı ve Fransız Sosyalist Partisi’nin yetkilileri anlatsın mı Ragıp Zarakolu’nun kim olduğunu? Alıntımızı biraz uzun tutacağız ama buradaki maksadımız, AB Emperyalistlerinin, hem de sosyalist geçinenlerinin içyüzlerini, göstermek ve tanıtmak içindir. Okuyalım ve tanıyalım adamlarımızı-adamlarını: “Oran: Bana engizisyon uyguladılar “Ermeni Diasporası’nın baskısı sonucunda Yeşiller’in seçim listesinden çıkarılan Sırma Oran (Baskın Oran’ın kızı – K. Y.) Taraf’a konuştu. “Seçilme hakkım gaspedildi” diyen Oran, “301’e karşı çıkanların bana yaptığına bakın” eleştirisinde bulundu. “Fransa’da yerel bir skandal boyutuna ulaşan Sırma Oran olayı, Ermeni sorununun çözümünü tıkayan anlayışı bir kez daha gözler önüne serdi. Genç bir Türk kadını “çevre militanı” olarak Fransız Yeşiller Partisi’nden siyasete atılmak isteyince karşısına çıkan güçler “soykırımı şartsız olarak kabul et” deyince tecrübesiz genç kadın “iki tarafın da milliyetçilerine alet olmamak için” ve “şimdilik” geri çekildi… Bugüne kadar susmayı tercih eden Sırma Oran, Taraf’a konuştu. “Sırma Oran iki yıldır, Ermeni ve Türk gençleri arasında sürdürülen diyalog çalışmalarına da aktif olarak katılmıştı. “Lyon Belediyesi’nde çalışan Fransız vatandaşı Oran, Yeşiller Partisi’nden belediye encümeni olmak için adaylığını koymuş, ancak partisi Sosyalist partisi (PS) ile ittifak kararı alınca işler değişmiş. Lyon Belediyesi encümeni PS’li Movses #işanyan, listede bir Türk olduğunu duyunca “Adayın soykırımı kabul ettiğinden emin olmak istiyorum. Aksi taktirde O varsa ben yokum” demiş. Ve başka hiçbir adaya sorulmayan soru Sırma Oran’a yöneltilmiş: “Soykırımı tanıyor musun?” “eden politikaya atılmak istediniz? “Ben Türk orijinli Fransız vatandaşıyım. Bugüne kadar Fransa’ya ve Fransız kanunlarına saygılı bir vatandaş olarak yaşadım. Şimdi çocuklarım için, yaşadığım çevre için, kentim için bir şeyler yapmak üzere politikaya atılmak istedim. Çocuklarımın astım rahatsızlığı var. Onlar için havası temiz bir kent yaratırız, kenti köpek pisliklerinden nasıl arındırırız, geleceğe nasıl hazırlarız” gibi dertlerim var benim. Bunun için politikaya girmek istedim. “Ermeni soykırımı iddialarını kapalı kapılar ardında kabul ettiğiniz söyleniyor. e düşünüyorsunuz bu konuda? “Ermen soykırımı iddiaları ile ilgili size kesin bir yargıda bulunamam. Çünkü bize bunlar öğretilmedi. Bilmeden, emin olmadan nasıl böylesine büyük bir konuda yargı belirtebilirim ki? Sorun geniş kitlelerce bilinmiyor. Bu konuyu komplekssizce her platformda konuşmaya, tartışmaya açığım. Ama herkes bilgi sahibi olmadan fikir sahibi ve her kafadan bir ses çıkıyor. “Sizin Lyon’daki “milliyetçi” diye tanımlanan bir yürüyüşe katıldığınızı biliyorum, sizi o dönem izlemiştim. Ama milliyetçi olmadığınızı, sadece Ermeni diasporası tarafından Türk kökenli yurttaşlara baskı yapılmasına ve iki toplumun arasının anıtlarla açılmasına karşı olduğunuzu söylemiştiniz. Hâlâ aynı noktada mısınız? Lyon’da onun üzerinde anıt var. Burada yaşayan ve bütün bu olaylardan sorumlu olmayan, bilgisi dahi olmayan Türkler, her anıtta Ermeni kökenli vatandaşlardan daha da uzaklaştırılıyor. O anıtın altında “Jön Türkler tarafından soykırıma uğratılmıştır” diyor. Jeune Turc bugünkü Türk demek ve ben bir Türk olarak karşı çıktım. “Size yapılanlar başka ağızlardan yazıldı çizildi, söylendi. Ama biz sizden dinlemek istiyoruz. Bize ayrıntılı olarak aktarabilir misiniz? “Size tam olarak arada bir engizisyon yapıldığını söyleyebilirim. Sosyalist Partili Belediye Başkanı Jean Paul Bret’in odasında resmen beni sorguya çektiler. Soykırım hakkında düşündüklerimi söyledim. Soruna ilişkin olarak da tam kelimesiyle “Ermeni soykırımı diye bir problemim yok” dedim. Fransız yasalarına saygılı olmak dışında benden başka bir zorunluluk isteyemeyeceklerini söyledim ve “Türk olarak bana ayrımcı davranmanızı kabul etmiyorum” dedim. Bana belediye başkanının yanıtı “Duruşun itibariyle kaderin bir Yunan trajedisidir. İstesen de, istemesen de bu konuda nötr kalamazsın. Altı yol boyunca her 24 #isan’da soykırım anıtının önüne geleceksin ve gazetecilere konuşacaksın. Başka encümenler gelmese de sen katılmaya ve basın açıklaması yapmaya mecbursun” oldu. Ben “#ereye varmak, ne yapmak istiyorsunuz” karşılığını verdim. Bana garip şeyler söyledi. “BAK SE İSTİYORSA BE SAA DESTEK ÇIKARIM, RAGIP’LARA (ZARAKOLU) FALA SAHİP ÇIKTIM, SAA DA SAHİP ÇIKARIM. KOL, KAAT GERERİZ, SEİ YALIZ BIRAKMAYIZ” DEDİ. Beni açıkça kullanmaya çalıştı. Baktı olmadı beni üstü kapalı tehdit de etti. “Annenin babanın başına geleceklerden korkmuyor musun” gibi sözler söyledi. Uzun tarih dersleri vermeye kalktı. Ardından Bret’in eşi bana “Söylediklerimi tam olarak tekrar et öyleyse, Ermeniler’e soykırım yapıldığını şartsız olarak kabul ediyorum” de diye ısrar etti. Ben de sinirlendim, “Sizin yaptığınız ne şimdi? Bir de Türkiye’deki 301’inci maddeye karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Şu yaptığınıza bakın” dedim. İşte bütün olan budur. Sonra da ne Türkiye’deki milliyetçilerin, ne de diasporanın malzemesi olmamak için çekildim. “e yapacaksınız peki, hukuki olarak bir işlem yapmayı düşünüyor musunuz? “En doğal hakkım olan seçilme hakkım elimden aldılar. Beni Le Pen’in partisi ile aynı kefeye koydular. Dava açacağım elbette ama büyük para işi. Toparlayabilirsem bireysel olarak ben de dava açacağım. Ama dernekler çoktan harekete geçti. Irk- çılım ve ayrımcılıktan dolayı dava açacaklar. Halkların birbirinden uzaklaşmasına neden oluyorlar. Diyalogdan yana olanları soğutuyorlar. “Partiniz nasıl bir tavır aldı? “Yeşiller Partisi her zaman arkamda. Genel Sekreter Cecile Duflot beni aradı, olup biteni anlattım. Ona, “Bugünden itibaren kimliğimden dolayı farklı muamele görmek istemiyorum. Ancak o zaman adaylığımı devam ettiririm” dedim. Ancak sonra anladım ki sadece Türk kökenli olduğum için maruz kaldığım bu muamele bitmeyecekti. Ben de adaylıktan çekildim. Ama partim bundan böyle iki halkın diyalogu için çalışacaklarını söylediler. “asıl hissediyorsunuz şimdi? “İşin bu noktaya gelmesine çok üzüldüm. Günlerce karmakarışık üzüntüler yaşadım. Sanki bu kahrolası önyargılar hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. O yüzden de adaylıktan çekildim. Kendimi büyük bir baskı altında hissediyorum. Cep telefonuma iğrenç ifadelerle dolu bir sürü mesaj geldi. Hepsi poliste inceleniyor. Çocuklarımı uzaklaştırdım, Benim gergin halimden etkilenmesinler, onlara yönelik bir şey olmasın diye. Ben hümanist bir insanım ve bunun için de soykırım konusunu konuşmaya her zaman hazırım. Ancak Lyon’da, bu konu hakkında birazcık farklı bir görüş ortaya koysanız insanlar size doğrudan inkarcı gözüyle bakıyorlar.” (Arzu Çakır Morın, Taraf, 1 Şubat 2008) Gördünüz mü?.. Sırma Oran’ın anlattıkları ne kadar yalın, ne kadar samimi, içten, açık ve gerçek… Hiçbir yapmacıklık, abartma, zorlama yok. Gayet halisane bir biçimde yaşadıklarını anlatıyor. Hem de çok dürüst bir şekilde… Ama onların yaptıklarına bakın. Ne kadar insanlık dışı… Tehdit, hakaret, zorlama, ırkçılık… ne ararsanız var… Ya Ragıp’lar (bakın Ragıp değil sadece: Ragıp’lar… Kimlerse o Ragıp’lar...) için söyledikleri: “Bak sen istiyorsan ben sana destek çıkarım, Ragıp’lara (Zarakolu) falan sahip çıktım, sana da sahip çıkarım. Kol, kanat gereriz, seni yalnız bırakmayız”… Adı geçen insan-insanlar için ne utanç verici bir durum… Ne kadar düşüklük… AB Emperyalistlerinin lütfuna mazhar olmak… kol kanat gerilmek… Sahip çıkılmak… Çukurların en çukuru bu olsa gerektir… Aynı SODAP’lılarınki gibi… Bu gibi adamlarla “Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu” düzenlemek… Onları konuşturmak… Ama ruh aynı ruh. Bir devrimci siyasi hareket için ABD’nin “umut kaynağı” olmak, Amerika’nın “demokrasi güçleri” olmak, ne demek? Bir devrimci için bundan daha büyük hakaret ne olabilir?.. Ama SODAP ve benzeri Sevrci Soytarı Sahte Solcular onun için çabalıyorlar. Onun için bu adamlarla arayı hoş tutuyorlar. Başka ne olabilir?.. Hatırlayacağımız gibi SODAP’lılar 90’lı yıllarda da, CIA Sosyalisti, Maocuların kart babası Aydınlıkçı-İP’li Doğu Perinçekle de Hikmet Kıvılcımlı’yı anmıştı… İP’lilerin düzenlediği 1992 1 Mayıs’ında da yer almışlardı… Yani SODAP’lıların tutumu rastlantısal, gelgeç bir siyasi anlayış değil. CIA Sosyalistleriyle, ABD’ci-AB’cilerle Hikmet Kıvılcımlı’yı anma... Hikmet Kıvılcımlı’nın kemikleri sızlarmış ne gam… Biz M. Belge, A. Altan, Y. Çongar, R. O. Kütahyalı, A. Zaman vb.lerine namussuz, alçak, deyince; ESP, SODAP vb.lerine de Sevrci Soytarı Sahte Sol deyince, bize diyorlar ki, niye hakaret ediyorsunuz? Diliniz çok sert. Nasıl sert olmasın dilimiz. Bu sözcüklerin nesi hakaret? Bir gerçekliği somutça göstermiyor mu bu sözcükler? Ne diyordu ünlü şair #eruda: Bir de bana şiirlerin #eden söz açmaz diye soruyorsunuz Düşlerden yapraklardan Doğduğun ülkenin koca yanardağlarından? Gelin görün sokaklar kan Gelin görün Sokaklar kan Gelin görün kanı Sokaklar boyunca akan. Gelelim “Obama’nın akıl hoca”larına, “Obama’nın rüya takımı”na Obama, gücünü kimden, nereden alıyor? ABD halkından mı yoksa ABD FinansKapitalistlerinden mi? Kendisine sorarsanız ABD Halkından… Gerçekte ise, seçim kampanyasını yürüten “akıl hocaları”na ve seçtiği bakanlara, Ulusal Güvenlik Danışmanı’na bakarsak, başta ABD Finans-Kapitalistleri olmak üzere ordu generallerinden alıyor gücünü Obama… Her konuda olduğu gibi bu konuda da söyleme değil; olaylara, gerçeklere bakmamız lazım. Obama’nın “zafer”ini, “rüya”sını, “mucize”sini, “devrim”ini kim sağlamış? Ya da Obama’nın seçilmesi için oluşan ekipte yer alanlar böyle bir sonuç doğururlar mı? Görelim bakalım Obama’nın ekibi kimlerden oluşuyor ya da Obama’nın akıl hocaları kimlerden oluşuyor? “Obama’nın rüya takımını tanıyalım “ABD’nin müstakbel başkanı Obama, ekonomik krize karşı güçlü bir kadro kurup dünyanın en zengin işadamı Warren Buffett, eski hazine bakanı Rubin, Google CEO’su Schmidt’i yanına aldı. İşte rüya takımı! “(…) Google’ın CEO’su Eric Schmidt “Obama, atacağı adımları, seçim hazırlığı sırasında destek veren işadamı, siyasetçi ve bürokratların oluşturduğu ‘danışmanlar kurulu’yla oluşturuyor. Kurulda Berkshire Hathway CEO’su Warren Buffet, SEC eski üyesi Roel Campos, JP Morgan Yönetim Kurulu Üyesi William Daley, SEC eski Başkanı William Donaldson, FED eski Başkan Yardımcısı Roger Ferguson, Michigan Valisi Jennifer Granholm, Xerox CEO’su Anne Mulcahy, Time Warner Yönetim Kurulu Üyesi Richard Persons, Hyatt CEO’su Penny Pritzker, eski Çalışma Bakanı Robert Reich, eski Hazine Bakanı Robert Rubin, Google CEO’su Eric Schmidt, eski Hazine Bakanı Lawrence Summers, Ulusal Ekonomi Konseyi eski Başkanı Laura Tyson, Los Angeles Valisi Antonio Villaraigosa, eski FED Başkanı Paul Volcker, Temsilciler Meclisi Üyesi David Bonior yer alıyor. İşte Obama’nın kurmaylarının kısa hikayeleri. “LAWRE#CE SUMMERS • Ekonomi profesörü olan Summers, Clinton yönetiminin Maliye Bakanı. 2001-2006 arasında Harvard Üniversitesi rektörlüğü yaptı. (…) Yahudi kökenli bir aileden gelen Summers, 1991-1993 arasında Dünya Bankası başekonomistliği yaptı. “PAUL VOLCKER • Jimmy Carter ve Ronald Reagan döneminde FED başkanlığı yaptı. 1979’da Carter tarafından başkanlığa getirilen Volcker, başarısı nedeniyle Reagan döneminde de görevini sürdürdü. Rockefeller ailesine yakınlığıyla bilinen Volcker, Rockefeller Group’ta Mütevelli Heyeti Üyesi. “ROBERT REICH • Clinton yönetiminde Çalışma Bakanlığı yaptı. Yahudi lobisine yakın. (…) İdam cezasına karşı tutumu ve eşcinsel evliliği destekleyen tavrıyla dikkat çekmişti. “ROBERT RUBI# • Citigroup’un direktörü ve baş danışmanı olan Rubin, Clinton döneminde Hazine Bakanı’ydı. 1993-1995 arasında Clinton’ın ekonomi danışmanlığını da yürüttü. Aynı yıllarda Ulusal Ekonomi Konseyi başkanlığı da yaptı. Rubin için Clinton, “Alexander Hamilton’dan sonra ABD’nin gördüğü en iyi Hazine Bakanı” demişti. Rubin’i Obama’nın Hazine Bakanlığı’na ataması bekleniyor. Rubin, #ew York Borsası, Ford ve Harvard Üniversitesi Derneği’nde de üst düzey idarecilik yaptı. “LAURA TYSO# • Clinton’ın Ekonomi Danışmanları Konseyi başkanlığı yapan Tyson, 2002-2006 arasında London Business School’un ilk kadın dekanı seçilerek tarihe geçti. Tyson, 1997’den beri Morgan Stanley’in direktörlüğünü yürüten Tyson, aynı zamanda AT&T ve Eastman Kodak’ın da yönetimini üstlenmişti. “WARRE# BUFFETT’I# YE#İ LAKABI: OBAMA’#I# KAHİ#İ • Obama’nın seçim kampanyasındaki en büyük destekçilerden biri olan Buffet, iç çamaşırından dondurmaya kadar çeşitli yatırım alanlarında boy gösteren Berkshire Hathaway’in CEO’su. 1930’da #ebraska’da doğan Buffett, ekonomiyi borsayla uğraşan babasından öğrendi. 11 yaşında babasının borsa acentesinde çalışan deneyimli ekonomist, 62 milyar dolarlık serve- tiyle dünyanın en zengin işadamı. “Obama’nın Kahini” lakabıyla tanınan Buffett, 2006’da #ew York Times’ın “Dünyanın en etkili 100 insanı” anketinde de yerini almıştı.” (Taraf/BERFİN VARIŞLI - İstanbul - 09.11.2008) Söyleyin var mı şu kadar adam içinde bir İşçi, Kamu Çalışanı, Köylü, Emekli, İşsiz, Ev Kadını? Yok! Ne arasın? Büyük bir çoğunluğu Finans-Kapitalist! Hem de sıradan Finans-Kapitalist bile değil. Dünyanın en zengin adamı Warren Buffett’ten JP Morgan Yönetim Kurulu Üyesi William Daley’e, SEC eski Başkanı William Donaldson’dan Xerox CEO’su Anne Mulcahy’e, Time Warner Yönetim Kurulu Üyesi Richard Persons’ten Hyatt CEO’su Penny Pritzker’e, Google CEO’su Eric Schmidt’ten bilmem ne şirketinin başkanı, başkan yardımcısı, CEO’su, bakanı, dekanı… Vb. vb… Bu insanlar mı “devrim” gerçekleştirecek? Güldürmeyin adamı! “İş, siyaset ve bürokrasinin ünlü isimlerini danışman kadrosuna alan ABD’nin yeni Başkanı Obama, ABD Kongresi’ne çağrı yaparak ekonomiyi harekete geçirecek programı onaylamasını istedi. Birinci öncelik olarak işsizlere sağlanan olanakları artırmayı, yoksullara gıda yardımı yapmayı, kamu projelerinde milyarlarca dolar harcamayı öngören ekonomiyi teşvik edici programın, Kongre tarafından onaylanmasını isteyen Obama, planın bu ay onaylanmaması halinde ABD Başkanı olduğu zaman yapacağı ilk işin bu olacağını söyledi.” (Yasemin Çongar - 17.09.2008) Yukarıda saydığımız Finans-Kapitalistler mi işsizlere iş sağlayacak, yoksullar için sağlık sigortası yapacak, çalışanlar için vergi indirimi gerçekleştirecek? Hadi canım sen de! Kafa bulmayın insanla. Arabistan’ın develerini bile güldürür bu sözler… Bakın ABD çiçeği Yasemin bile ne diyor: “İşin ilginci, oldum olası Cumhuriyetçi adayları Demokratlar’a tercih eden Wall Street şirketleri bu kez Obama’ya daha yakın duruyorlar. “Demokrat adayın bu sektörden topladığı bağış miktarı 9 milyon 900 bin dolarla, McCain’in hâsılatını 3 milyon dolar kadar aşmış durumda. “Anlaşılan, “zor zamanlar” hükmünü verdi; Beyaz Ev’de devlet müdahalesinden yana bir başkan görme olasılığı Wall Street’i eskisi kadar ürkütmüyor artık. (Yasemin Çongar - 17.09.2008) Obama’yı kim seçmiş-seçtirmiş açıkça belli mi? Belli! E, daha ne?.. Yağdanlık olmanın alemi var mı? “Adı James Jones’tu. “Ocak ayının son haftasından itibaren, Beyaz Ev’in Batı Kanadı’na yerleşmeye hazırlanan James Jones. “ABD’nin müstakbel başkanı Barack Obama’nın “Ulusal Güvenlik Danışmanı” Warren Buffett seçtiği emekli deniz piyadesi. “(…) “Bense, Jones’un Obama yönetimi üzerindeki etkisini özellikle Afganistan konusunda göstereceği kanısındayım. “İlk elden biliyorum ki, Jones, Irak Savaşı’nın aksine Afganistan Savaşı’nın “haklı” ve “gerekli” bir savaş olduğunu düşünüyor; Taliban’ın alt edilmesi çabasına “terörizmle mücadelenin ön cephesi” gözüyle bakıyor. “Jones’un, Obama’ya ilk tavsiyesi, Afganistan’daki Amerikan askerlerinin sayısını 15 bin kadar artırmak olursa şaşırmayacağım. “Aynı şekilde Jones’un, #ATO komutanıyken, Afganistan’daki varlığını artırma- 4 yan veya görev alanını sınırlı tutan Türkiye gibi ülkelere tepki duyduğunu; bu konuda Ankara’ya doğrudan çağrı yaptığını ve olumsuz karşılık görünce hayal kırıklığı yaşadığını biliyorum. “Öte yandan Jones, Kuzey Irak’taki PKK varlığına karşı askerî önlemleri “meşru” saymakla birlikte, Kürt meselesine “siyasi çözüm” bulunması gerektiğine inanıyor. “Dış politikasını Obama, Jones, Clinton, Gates dörtgeniyle yönlendirecek bir Washington’ın, PKK’lıların dağdan indirilmesi projesine aktif destek vermesini bekleyebiliriz. “Bu kapsamda, Erbil’deki Kürdistan Bölgesel Hükümeti ile Ankara’nın yeniden canlandırmaya çalıştığı “eve dönüş” planına sıcak bakan bir Beyaz Ev’e hazır olmalıyız. Beyaz Ev’in Kürt meselesinde “askerî çözüme” inanmayan yeni generalinin, başta bu mesele ve Afganistan olmak üzere birçok konuda, gözünü Türkiye’nin üzerinde tutacağını bilmeliyiz.” (Yasemin Çongar, 03.12.2008) Allah aşkına sayın Taraf yazarları, bu kadar açık kanıtlardan sonra bizi nasıl inandıracaksınız Obama’nın ve ABD’nin “devrim” yaptığına, “mucize” yarattığına, “rüya” gerçekleştirdiğine? Sizin yazdıklarınız işin, Obama’nın konuşmasının laf salatası kısmı. Obama’nın Kıbrıs ve Ruhban Okulu konusundaki görüşleri AB-D ve bilumum emperyalistlerin Türkiye Halkına, arzusu hilafına kabul ettirmek istedikleri kimi konular var. Ermeni Meselesi, Kıbrıs Meselesi, Ruhban Okulu, Patrikhanenin ve Patriğin statüsü gibi. Kıbrıs ve Ruhban Okulundan başlayalım isterseniz. Bakalım Obama’nın Kıbrıs ve Ruhban Okulu konusundaki görüşleri neler: “Obama için Türkiye işgalci ABD’de Demokratik Parti’nin başkan adayı Barack Obama, Kıbrıs sorunundan bahsederken Türkiye’den ‘işgalci’ diye söz etti. “Yunan asıllı seçmenlerin desteğini almak isteyen Obama, Yunan-Amerikan Cemaati’ne gönderdiği mektubunda “Kıbrıs sorununun müzakerelerle çözümü, Kuzey Kıbrıs’taki Türk işgaline son verecektir. Kıbrıs tek bir egemenliği bulunan bir ülke olarak kalmalıdır. “Bu ülkede iki toplum da, iki bölgeli federasyon içinde siyasi merci olarak icraatta bulunabilmelidir” diye yazdı. “Obama, Türk demokrasisini güçlendirerek ve askeri çatışma riskini azaltarak, Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesine yardımcı olma sözü de verip “Türkiye Ruhban Okulu’nun yeniden açılmasına izin vermeli ve her uyruktan din adamlarının eğitilmesi hakkını tanımalıdır” ifadelerini kullandı.” (Taraf, 18.10.2008) Gördüğümüz gibi, Obama da Kıbrıs’ta Türkiye cumhuriyetini işgalci diye niteliyor. Ruhban Okulu’nun açılmasını istiyor. Ruhban Okulu meselesi, Lozan’da karara bağlanmış konulardan bir tanesidir. AB-D Emperyalistleri ha bire bu konuyu gündeme getiriyorlar. Böylece bir taşla iki kuş vurmak istiyorlar. Bir yandan Ruhban Okulu açılmalıdır diyerek, Azınlık meselesini kışkırtıyorlar bir yandan da Lozan’ı ve Lozan Kararlarını tartışmaya açıyorlar. Yani sıradan bir istek değil Ruhban Okulu konusundaki istekleri. Yani yine aynı noktada duruyor emperyalistler: Sevr’i kabul ettirmek. Yeni Sevr’i dayatmak… Kıbrıs konusunda da Türkiye “işgalci” diyerek yine kendi tezlerini dayatıyorlar. Kıbrıs’ı tek bir devlet yaparak ve Rumların hâkimiyetine vererek, AB’ye girmiş bulunan Rum Kesimiyle birlikte tüm adayı AB’ye sokarak, batmayan bir üs elde etmek istiyorlar. Zaten var olan İngiliz üsleri yetmiyor. Kıbrıs Türkleri onlar için çıbanbaşı konumunda gözüküyor. Kıbrıs’ın uluslararası kurumlarca konulmuş kurallarını değiştirmek istiyorlar. Türkiye’nin uluslararası yasalarla sağlanmış olan ve bu hakkını zorunlu kalarak kullanan Türk Ordusunu “işgalci” diye adadan çıkarmak ve kesin hâkimiyetlerini kurmak istiyorlar. Türk Ordusu kendi istekleri dışında davranınca, “Johnson Mektupları” gönderiyorlar. Tehditler savuruyorlar… İşte Obama da bu konuda selefleriyle ve ABD Finans-Kapitalistleriyle aynı görüşleri savunuyor gördüğümüz gibi. Obama “Ermeni Soykırımı” tezini savunmaktadır “Ermeni Soykırımı” meselesi de şu anda Türkiye’nin en güncel konularından birisi olarak tartışılıyor. Kimi “Aydın”lar, Ermenilerden özür kampanyaları, imza kampanyaları düzenliyorlar; Türkiye “Soykırımı tanısın” diyorlar. Bizim bu konudaki görüşlerimiz çok açık ve net. Tarihsel, politik, coğrafi, hukuki, kültürel hangi açıdan bakarsak bakalım, Türkiye ve dünya için bir “Ermeni Sorunu” olmadığını matematiksel bir kesinlikle ispat et- Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 “Bush, konuşmasından önce, yaklaşık tik. İsteyenler bu konuda gazetemizin eski sa- konuşmada buna yanıt olarak “Düşmanyılarına bakabilirler. İşte bu “Ermeni Soykırı- larla sadece konuşmuş olmak için biraraya 2000 yıl önce 1000’e yakın Yahudi’nin Romı” konusunda da Obama, uluslararası em- gelmekte herhangi bir çıkar görmüyorum. malılara teslim olmaktansa kendilerini ölperyalistlerin görüşünü savunuyor. Okuyalım Bununla birlikte ABD başkanı olarak, an- dürdükleri yer olduğu rivayet edilen antik cak ülkesinin çıkarlarına hizmet edecekse, Masada Kalesi’ni gezdi. bu konuda ne düşünüyor: “ABD Başkanı daha sonra Knesset’te, “Obama ‘Soykırım’ dedi, Türkiye’yi uygun İran liderleriyle, kendi seçeceğimiz zaman ve mekânda, kararlı ve ilkeli bir “Bu tarihi yerde İsrail askerleri bir yemin övdü “Obama, Ermenistan’ın bağımsızlık diplomasi izleyerek görüşürüm” dedi. eder: ‘Masada bir daha asla düşmeyecek’. günü nedeniyle yayınladığı mesajda soykı- Obama, Hamas ile görüşmenin ise söz ko- İsrailli yurttaşlar: Masada bir daha asla rım sözcüğünü kullandı ama Türkiye ve nusu olmadığı kesin sözlerle ifade etti: “Te- düşmeyecek ve Amerika yanınızda olacak” Ermenistan yakınlaşmasını da övdü, rörden vazgeçip İsrail’in varlık hakkını dedi. Bush’un bu sözleri İsrailli milletveABD’nin buna destek vermesi gerektiğini kabul etmedikçe ve geçmiş anlaşmalara killeri tarafından ayakta alkışlandı.” (Miluymadıkça Hamas’ı izole etmeliyiz. Görüş- liyet, 16 Mayıs 2008) söyledi İşte ABD Emperyalizminin siyasi planda“ABD’de Demokrat başkan adayı Ba- me masasında terörist örgütlere yer yok.” “Obama’nın İsrail-Filistin sorununa ki temsilcilerinin, başkanlarının görüşleri rack Obama, 21 Eylülde kutlanan Ermenistan’ın bağımsızlık günü dolayısıyla ya- ilişkin ‘Kudüs bölünmeden İsrail’in baş- bunlar. Bire bir aynı. Sanki karbon kopyadan yımladığı mesajda 1915 Ermeni olaylarına kenti olmaya devam etmeli’ açıklaması ise çıkmış görüşler. ABD Emperyalizminin açık ve net destedeğindi. Obama mesajda, “Soykırım karşı- şaşkınlık yarattı. Zira İsrail’in Kudüs’ün sında bile geçmişteki acılar Ermenileri yıl- tamamı üzerinde egemenlik hakkı sahibi ğini alan İsrail köpeği Filistin Halkını kanatdırmadı. ABD Ermenilerin yeteneklerin- olduğu uluslararası toplum tarafından ka- maya devam ediyor. O dini inanıcının gereğiden çok yararlandı, ABD’deki çeşitli alan- bul edilmiyor. Hem İsrail hem Filistin hem ni de yerine getiriyor. Bir eve girdiğinde sade ABD yönetimi resmi olarak Kudüs’ün dece savaşçı insanları değil, o evdeki herkesi larda büyük katkıları da var” dedi. statüsünün müzakerelerle belirleneceğini çocukları, kadınları, yaşlıları da öldürüyor. “(…) “Atılan bu adıma ABD’den de katkı ya- kabul ediyor. Açıklamaya ilk tepki Filistin Çünkü dini ona bunu emrediyor. Onlara bu canavarlığı, şu an ellerinde dopılmasını isteyen Demokrat başkan adayı Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’tan gellaştırdıkları, okudukları, ibadetlerinde kullanObama, başkan seçilmesi halinde “soykı- di. “ABBAS TEPKİLİ • Abbas “Bu açıkla- dıkları “Kutsal Kitap” veya “Kitabı Murım”ı tanımaya söz vermişti.” (ANKA, mayı tamamen reddediyoruz. Bütün dün- kaddes” adını verdikleri din kitapları da 24.09.2008) Gördük mü Obama’nın bu konudaki gö- ya biliyor ki Doğu Kudüs, 1967’de işgal öğütlemektedir, emretmektedir. Bakın şu yaedilmiştir ve Kudüs’ün başkent olmadığı zılana! “Kutsal Kitap”ın “Eski Antlaşma” rüşlerini… Yani Türkiye Halkının zararına hangi gö- bir Filistin devletini kabul etmeyeceğiz” adlı ilk kitabında yani Yahudilerin din kitarüş varsa, Yeni Sevr’i doğuracak hangi görüş dedi. Filistinli başmüzakereci Saib Erekat bında (Buna bildiğimiz gibi Tevrat ve Ahvarsa, Obama o görüşü savunuyor. Dolayısıy- da ‘hayal kırıklığına’ uğradıklarını belirtip diatik adı da verilir.) aynen şöyle buyurulur: “Bir kente saldırmadan önce, kent halla da Başkanlığı devraldığında hangi politika- “Obama, Doğu Kudüs Filistin’in başkenti ları uygulayacağı açık ve net bir biçimde or- olarak kabul edilmeden İsrail’le barış ol- kına barış önerin. Barış önerinizi benimmayacağını anlamamış” dedi. Bu şart ka- ser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşataya çıkıyor. Bu konuda Taraf’tan bir haberle bu konu- bul edilmeden ABD destekli barış görüş- yanların tümü sizin için angaryasına çalımelerinin de süremeyeceğini söyleyen Ere- şacak, size hizmet edecektir. Ama barış yu bağlayalım: “Soykırımı tanıma sözü ile Ermeniler’i kat “Obama tüm barış kapılarını kapadı” önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatavladı tın. Tanrınız RAB “ABD kasım kenti elinize teslim 2008’deki başkanlık edince, orada yaşaseçimlerine hazırlayan bütün erkekleri nırken, demokratik kılıçtan geçirin. KaParti’nin favori adadınları, çocukları, yı Illinois Senatörü hayvanları ve kentteBarack obama, Erki her şeyi yağmalameniler’den büyük yabilirsiniz. Tanrınız destek aldı. Amerika RAB’bin size verdiği ermeni Ulusal Komidüşman malını kullatesi (A#CA), başkan nabilirsiniz.” (Kutsal seçilirse 1915 olaylaKitap, Eski Antlaşma, rıyla ilgili Ermeni Musa’nın Beş Kitabı, soykırım iddialarını s. 224, Kitabı Mukadtanıyacağını açıklades Şirketi, İstanbul.) mış olan Obama’yı Ve devam eder Yadestekleyeceğini duhudilerin din kitabı. yurdu. A#CA BaşkaŞöyle der: nı Ken Hachikian, “Ancak Tanrınız ABD Başkanı seçilRAB’bin miras oladikten sonra da Obarak size vereceği bu ma’dan görüşlerini halkların kentlerinde desteklemesini beklesoluk alan hiçbir diklerini kaydetti. canlıyı yaşatmaya“A#CA bir süre caksınız. Tanrınız önce, Obama ile başRAB’bin size buyurkanlık yarışında en duğu gibi, onları -Hiönemli rakibi olan tit, Amor, Kenan, Pe#ew York Senatörü riz, Hiv, Yevus halkHillary Clinton’a larını- tümüyle yok 1915 olaylarıyla ilgili edeceksiniz.” (agy, s. görüşlerine dair bir 224) soru-cevap metni İşte ABD Emperyalizminin Afganistan’a getirdiği“özgürlük” (!..) Bu insanlık dışı göndermişti. Hem buyruklar, Yahudilerin Obama hem Clinton, dedi. (AP/BBC, 06.06.2008) ABD başkanı seçilmeleri halinde soykırımı İşte Filistin konusundaki görüşleri de bun- ve Hıristiyanların ortak din kitapları olan “Kutsal Kitap-Kitabı Mukaddes” adını tanıyacakları sözü vermişti. Obama’nın lar Obama’nın. verdikleri din kitabında yazılıdır. Bu kitap iki soykırımı tanıyacağına dair bir açıklama Pratik sonuçları mı? yapmasının birkaç gün ardından Clinton Ne yazık ki, çok acı bir biçimde bu sonuç- bölümden oluşur. Birincisine “Eski Antlaşda benzer bir açıklama yapıp Ermeni id- ları görüyoruz. Henüz Obama başkan değil ma” derler, bu Yahudilerin din kitabıdır. İkinci bölümüyse “Yeni Antlaşma”, yani dialarını tanıyacağını açıklamıştı.” (Taraf, denebilir mi bu görüşler karşısında. 1 Şubat 2008) Başkan W. Bush’un görüşleri de aynı Fi- İncil’dir. Bu da “Eski Ahit”le (Tevrat’la) birlikte, Hıristiyanlar tarafından din kitabı olaObama’nın izleyeceği politikalara ilişkin listin konusunda. Şimdi de bunu görelim: bir örnek daha vererek konuyu bitirmek isti“Terörle savaşınızda 307 milyon kişisiniz rak kabul edilir. Tümüne birden inanılır. Demek istediğimiz, yukarıdaki buyruklar, yoruz. Filistin Meselesinde Obama acaba na“İsrail’in 60. kuruluş yıldönümü nedesıl düşünüyor? niyle bu ülkeye giden ABD Başkanı George hem Yahudilerce, hem de Hıristiyanlarca TanW. Bush, parlamentoda yaptığı konuşmada, rı buyruğudur. Yerine getirilmesi gerekir. YaObama da, İsrail ABD’dir, diyor İsrail’in terörle savaşına desteğini yineleye- ni öyle davranmak, Yahudilerin hakkıdır, hatYahudi devleti Siyonist İsrail’i nasıl görü- rek, “Terörle savaşınızda 307 milyon kişisi- ta dinî görevidir. yor? Filistin Halkının tarihsel haklarına ve niz, çünkü ABD yanınızda” dedi. İşte bu sebepten, ya da bu sapkın anlayışmeşru temsilcilerine nasıl bakıyor? “İsrail Parlamentosu’na İbranice “Yom larından, inanışlarından dolayı Yahudiler ve “Güvercin Obama şahin oldu Atzmaut Sameach” (bağımsızlık gününüz Batılı Hıristiyan emperyalistler, domuz topu “Obama başkan adaylığını ilan ettikten kutlu olsun) diye seslenen Bush, İsrail’i, gibi kaynaşıktırlar. Birbirlerini her bakımdan sonra yaptığı dış politikayla ilgili ilk ko- “seçilmiş insanların vatanı” olarak tanım- desteklemeyi dinen bir görev saymaktadırlar. nuşmasında nükleer programı nedeniyle ladı. Bush, “Bazıları, ABD İsrail’le bağlaBush, Obama, Olmert, Livni, Sarkozy, İran’a yüklenip İsrail’e destek çıktı. Yahu- rını koparırsa Ortadoğu’daki bütün so- Merkel… hepsi aynı anlayıştalar ve candan di lobisine hitap eden Obama “Kudüs bö- runların yok olacağını öne sürüyor. Bu id- dostlar. lünmeden İsrail’in başkenti olmalı” dedi. Tabiî bunları bir araya getiren ya da bir dia barış düşmanlarının propagandasına “Demokratik Parti’de başkan adaylığı- yarıyor ve Amerika bunu reddediyor. İsra- arada tutan çok önemli bir başka etken daha nı ilan eden Barack Obama, Ortadoğu ko- il’in nüfusu 7 milyon olabilir. Ancak terör var. O da kapitalizm. Aynı ekonomik sistemin nusunda keskin bir çıkış yaptı. İsrail yanlı- ve kötülükle savaşınızda 307 milyon kişisi- bir parçası bunlar. Kapitalizmin insanı ezmesı lobi kuruluşu, Amerikan-İsrail Halkla niz, çünkü ABD yanınızda” diye konuştu. sine, soymasına, sömürmesine dayanan inİlişkiler Komitesi’nin yıllık konferansında “İsrail’in kuruluşunun 60. yılını kutlar- sanlık düşmanı sistemin bir parçası bunlar. konuşan Obama, İran’ın nükleer silahlara ken, bundan 60 yıl sonra bölgenin nasıl Bu ikisi (din ve kapitalizm) bir araya gelince sahip olmasına engel olmak için elinden ge- olacağını hayal edelim” diyen Bush, “İsra- insanları ezmenin, sömürmenin, katletmenin leni yapacağını ifade ederek ‘Kudüs bölün- il, dünyanın en iyi demokrasilerinden biri sınırı da, ölçüsü de kalmıyor, kâr daha fazla meden İsrail’in başkenti olmaya devam et- olarak 120. yıldönümünü kutluyor olacak. kâr, sömürü, zulüm daha fazla sömürü ve zumeli’ dedi. Obama’nın başkan adaylığının Filistin halkı, hukukla yönetilen, insan lüm. Ne gerekiyorsa yap… Anlayış bu. kesinleşmesinin ardından yaptığı dış politi- haklarına saygılı ve terörü reddeden deTayyip ve Arkadaşları: kayla ilgili bu ilk konuşmasını yaklaşık 7 mokratik bir devlete sahip olacak” dedi. Söyle Dostunu Söyleyeyim Kim bin kişi dinledi. Konuşma alkışlarla karşı- Bush ayrıca, İran ve Suriye’de de bugünkü Olduğunu landı. baskıların “uzak bir hatıra” olacağını, bu “(…) iki ülkenin barışçıl devletler olacaklarını Ya bizim alçaklar? Bizim Müslüman geçi“Obama ise Yahudi lobisinde yaptığı söyledi. nen sahte dindarlar. Onlar ne yapıyor? Arabuluculuk! Öyle mi? İnanalım mı? Bakın İsrail’in eli bebek ve çocukların kanıyla kanlanmış Başbakanı Olmert, Tayyip için ne diyordu: “İsrail Başbakanı Ehud Olmert dün yayımlanan demecinde, “İyi arkadaşım olan Erdoğan, Suriye ile müzakereleri istikrarlı bir şekilde yoluna koymam için bana yardımcı oluyor” dedi.” (Milliyet, 15 Mayıs 2008) Tayyip, Olmert’in “iyi arkadaşı”! Pekiyi Hz Muhammed ne diyordu Yahudiler ve Hıristiyanlar için Maide Suresi, 51’inci Ayet’te: “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları gönül dostları edinmeyin. Onlar birbirlerinin gönül dostlarıdır. Sizden kim onları gönül dostu edinirse o, onlardandır. Allah, zalimler toplumunu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.” Nerede Hz. Muhammed, nerede bunlar?.. Bunlar “İnsanları Allah’la aldatanlardır”. Ve ne diyordu Katarlı Fevaz Elacemi: “#e zaman uyanacağız? “Irak’taki Amerikan işgalinin suçları ve terör karşısında nerede onurlu ve izzetli Araplar ve Müslümanlar? “Siyonist düşmanın işgal, Filistin’deki terör, öldürme, sürme ve tecavüzleri karşısında nerede gururlu Arap ve Müslümanlar? “Iraklı şerefli kadınlar günlük tecavüze maruz kalırken nerede Arap ve Müslüman şerefliler? Arap ve Müslümanların namusu teröristler ve gururlu ve âlicenap kimseler neredeler? Arap ve İslam vicdanı ne zaman uyanacak? 4 milyon Iraklı ırzlarını korumak için vatanları dışına kaçtılar. Irak Halkını tıpkı ırzından endişelenerek toprağından kaçan Filistin Halkı gibi mülteci olarak görünceye kadar mı bekleyeceğiz?” (Fevaz Elacemi, Katar’da yayımlanan El Şark gazetesi, 30 Nisan 2008) Her şey ne kadar açık ve net görmek isteyen gözler için. Şerefsiz Bush ne diyordu: “Ya bendensin ya düşmanımsın!” Senin dostların belli… Lafzen kendine Müslüman’ım demen neyi değiştirir?.. Hiçbir şeyi! Ya da her şeyi, yani: iki yüzlü, onursuz, kişiliksiz birisi olduğunu… Tekrar konumuza dönersek… Küresel kriz mi dediniz? Halkçı Başkan mı dediniz?.. Hadi canım sen de! Obama’ya ilişkin küçük bir örnek daha. Obama, milyonlarca Amerikalı Kapitalizmin devrevi ve en büyük krizlerinden birini yaşarken, fabrikalar kapanmış, milyonlarca insan işsiz kalmışken, bankalara devlet tarafından el konulmuş, “kamulaştırılmış”(!) iken, bakın ne yapıyor? Nasıl yaşıyor? “Teşekkür hediyesi 40 bin dolarlık yüzük “(…) Obama, 20 Ocak’taki yemin töreninde, eşi Michelle’e yükte hafif pahada ağır bir hediye verecek. Obama’nın eşi Michelle’e siyasi yaşamında kendisine verdiği destekten dolayı 40 bin dolarlık özel tasarım bir yüzük hediye edeceği açıklandı. Müstakbel başkanın yüzük için dünyaca ünlü İtalyan tasarımcı Giovanni Bosco’yla anlaştığı belirtildi. Dünyanın en değerli metallerinden biri olan rodyumdan imal edilecek olan yüzük, elmaslarla kaplı olacak. Yılda sadece 25 ton çıkarılan rodyum, zenginlerin mücevher tercihlerinde ilk sıralarda bulunuyor.” (Washıngton Post, 02.12.2008) İşte Obama! İşte Başkan! Bakın görün analar ne başkanlar ne başkan yağdanlıkları doğuruyor… Sonuç Amerikan Halkı da, Dünya Halkları da pratik işleriyle Obama’nın da aşağılık, insanlık dışı iğrenç içyüzünü görecek, tanıyacak. Hem de hemen… Ama bizim Soros çocukları, Bilgi Üniversiteliler, medyadaki, Taraf’taki yazarçizerler ne yapacaklar?.. Olaylar onların yüzüne tükürdüğünde, “yağmur yağıyor” diyecekler… Tarih, bu insanlığın defosu insan sefaletleri, için ne diyecek? Tarihin ne diyeceğinden adımız gibi eminiz: Bir zamanlar, insanlıklarını emperyalistlerin dolarlarına satmış bir avuç insan vardı. Ama ne çok gözükürlerdi. Fakat İşçi Sınıfı ve Halklar onların bir hiç olduğunu gösterdi. Onlar insanlığın yüzkaraları olarak lanetlenip çöpe atıldılar, diyecek… Bundan adımız gibi eminiz. Çünkü biliyoruz ki son duruşmada işçi Sınıfı ve Halklar son sözü söyler! 5 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Küba’da 1 Mayıs Coşkusu Fidel’in sıktığı el Yalansız hürriyetin eli Ömrünün ilk kurşun kalemiyle ömrünün ilk kaadına hürriyet sözcüğünü yazan el Hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir karpuzu kesiyorlarmış gibi Ve gözleri parlıyor erkeklerin Ve kızların eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne Ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin Hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının N azım Hikmet’in 1961 yazında Abidin Dino’ya sorduğu sorunun cevabı bugün de en iyi şekilde Küba’da verilir. Hürriyetin resmi, Kübalı çocukların sağlıkla parıldayan gözlerinde ve 50 yıldır AB-D Emperyalistlerine meydan okuyan Küba Halkının mücadelesinde saklıdır. Bizler de bu resmi, Devrimin 50’nci yılında görme şansını yakaladık. Küba Büyük Elçiliğinin Partimizi daveti sonucunda; ICAP’ın (Küba Halklarla Dostluk Enstitüsü) düzenlediği 1 Mayıs Tugayı Etkinliği’ne ve UJC (Genç Komünistler Birliği)’nin düzenlediği, ABD’de tutsak edilen 5 Kahraman’la ilgili Uluslararası Toplantı’ya Partimizi temsilen üç kişilik bir heyetle katıldık. ICAP’ın düzenlediği 25 Nisan 2009 tarihinde başlayan ve 36 ülkeden 230 kişinin katıldığı 1 Mayıs Tugayı Etkinliği, uluslararası alanda Küba’yla dayanışmayı sağlamak Küba Devrimi’ni ve ülkeyi tanıtmak amacıyla düzenlenen bir organizasyon. Her yıl düzenlenen bu etkinlik kapsamında Küba’daki Eğitim, Sağlık, Sanayi ve Tarım sektörleri davetlilere tanıtılıp anlatılırken bir yandan da yapılan seminer ve toplantılarla Küba için uluslararası alanda yapılabilecekler tartışılıyor. Bu etkinlik, aynı zamanda birçok değişik ülkeden gelen devrimci-demokrat örgütün ve kişilerin tanışıp ilişki kurmasına da imkân sağlıyor. Ayrıca 1 Mayıs Tugayı Etkinliği’nin önemli bir amacı da gelen konukların Küba’daki 1 Mayıs Kutlamalarına katılımını sağlamak. Bizler de, bu 1 Mayıs heyecanını yaşamak için, Partimizin Küba Halkıyla ve Devrimi’yle olan enternasyonalist dayanışmasının artarak devam ettiği bir dönemde Partimizi uluslararası alanda tanıtmak ve Latin Amerika ve Küba’yla ilgili yaptığımız etkinliklerimizi anlatmak için bu organizasyona katıldık. 25 Nisan günü vardığımız Havana’da diğer konuklarla birlikte Uluslararası Antonio Mella Kampı’nda kaldık. Bu kamp 1972 yılında yapılan ve uluslararası organizasyonlar için kullanılan bir kamp. Adını da gençlik önderlerinden ilk Küba Komünist Partisi kurucularından ve 1929 yılında 26 yaşında iken katledilen Julio Antonio Mella’dan alıyor. Kampta kaldığımız süre boyunca Küba Ekonomisi, ALBA, Jose Marti, 5 Kahramanlar hakkında yapılan seminerlerin yanında tarımsal aktivitelere katıldık. Ayrıca Kamp’ta kaldığımız dönemde Havana şehir merkezini, Devrim ve Sanat Müzelerini görme şansını da yakaladık. Bunun yanında Kamp’ın dışında Cienfuegos şehrinde geçirdiğimiz 4 gün içerisinde de hastane ve okul ziyaretlerinin yanısıra Küba’nın en büyük Petrol Rafinerisi olan Camilo Cienfuegos Petrol Rafinerisi’ni gördük. Santa Clara’da ziyaret ettiğimiz Kahraman Gerilla Che Yoldaş’ın Mozalesi ise bizi apayrı bir dünyaya azım Hikmet götürdü. Che’ye olan saygımız ve emperyalizme olan kinimiz bir kat daha arttı. 10 Mayıs 2009 günü sona eren 1 Mayıs Tugayı etkinliklerden en önemlisi 1 Mayıs Kutlamaları idi. Özellikle Küba’daki 1 Mayıs Kutlamaları Küba Halkı ve uluslararası devrimci kamuoyu için çok büyük bir değer taşıyor. ABD Emperyalizmine karşı bir halkın topyekûn, dimdik ayakta durduğunu, yarım asırlık Emperyalist Ablukaya karşı direnişi ve devrime, sosyalizme bağlılığı simgeliyor 1 Mayıs Küba’da. Bu nedenle ayrı bir heyecanla uyandık 1 Mayıs sabahı saat 05.30’da. Daha gün doğmadan üç ayrı dilde yazılmış “Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi” pankartımızla ve büyük boy hazırlanan “Küba Devrimi 50 Yıldır AB-D Emperyalizmine Meydan Okuyor” afişimizle Havana’nın Devrim Meydanı’ndaydık. Türkiye’deki yoldaşlarımızın Taksim Meydanı’na girdiğini telefondan öğrenince bir kat daha arttı heyecanımız. Artık İstanbul Taksim’de taşınan Parti Bayrağı Havana’daydı. Bu kez de Devrim Meydanı’nda Küba Halkının yanında AB-D Emperyalizmine karşı dalgalanacaktı. Yaklaşık iki milyon kişi Küba’nın dört bir yanından gelerek Havana’da toplanmıştı 1 Mayıs’ı kutlamak için. Miting, Komünist Parti Merkez Komite Üyesi Salvador Valdes Mesa’nın yaptığı konuşmayla başladı. İki milyon çalışan, genç, yaşlı, öğrenci, asker tüm Küba Halkı Emperyalizme meydan okuyor ve Sosyalizme, Devrime bağlılığını haykırıyordu meydanda Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Che’nin posterleri önünde sel gibi akarken. Küba’daki 1 Mayıs kutlamalarında Devrimin halkla nasıl etle tırnak gibi kaynaştığı açıkça göze çarpıyordu. Resmi, devlet eliyle gerçekleştirilen bir kutlama değildi bu. Herkes kendi pankartını, afişini kendisi hazırlamıştı. Çalışanlar kendi cümleleriyle ifade ediyorlardı kendilerini. Ayrıca Küba yönetiminin, Komünist Parti’nin kendine ve halkına olan güveninden de etkilenme- mek mümkün değildi. Silahlı tek bir kişinin dahi görünmediği kutlama alanında yöneticiler, halkıyla beraber, halkla iç içeydi. Küba Ulusal Marşı okunduktan sonra miting, 26 Temmuz Hareketi Üyesi Gençlerin ve Küba Halkının, Raul Castro’yu selamlayarak geçişiyle ve Enternasyonal Marşı’nın okunmasıyla sona erdi. 1 Mayıs Tugay Etkinliği’nin ardından katıldığımız ikinci uluslararası organizasyon ise 11 Mayıs’ta başlayan UJC’nin (Küba Komünist Partisi - Genç Komünistler Birliği ) düzenlediği Kübalı 5 Kahraman’la ilgili toplantıydı. ABD’de 10 yılı aşkın bir süredir tutsak edilen bu 5 Kahraman (Antonıo Guerrero Rodríguez, Fernando Gonzalez Llort, Gerardo Hernandez ordelo, Ramon Labañıno Salazar, Rene Gonzalez Sehwerert) ABD-Miami’deki Küba karşıtı terörist örgütler hakkında bilgi topladıkları ve ülkelerini bilgilendirdikleri için göstermelik bir yargılama sürecinin ardından tutsak edilmişlerdi. “ABD’nin ulusal güvenliğini tehdit ettikleri” suçlamasıyla hapsedilen beş sosyalist yurtsever kahramanla ilgili başlatılan uluslararası kampanyanın bir parçası olan toplantıya 42 ülkeden 145 kişi katıldı. Kahramanların yakalanma ve yargılama aşamalarındaki insan haklarına aykırı durumlar değerlendirilirken bu kampanya kapsamında yapılabilecek etkinlikler görüşüldü. Bizler de bu toplantıda, Partimiz adına yaptığımız konuşmada özetle: Partimizi temsilen, dünyada sosyalizmin ve emperyalizme karşı mücadelenin sembolü olan Küba’da bulunmaktan onur duyduğumuzu, bu nedenle Küba’nın mücadelesini desteklediğimizi ve her fırsatta Küba’yı ve Devrimi’ni Türkiye’de geniş kitlelere anlattığımızı belirtik. Ayrıca her etkinliğimizde duyurduğumuz Beş Kahraman’ın sosyalizm için, terörizme ve emperyalizme karşı ABD’nin zindanlarında Kahraman Gerilla Che gibi mücadele ettiklerini, bunun hukuki bir yargılama değil, politik bir savaş olduğunu, er ya da geç Beş Kahraman’ın zaferle evlerine geri döneceklerini söyledik. “Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi, Yaşasın Küba ve Sosyalizm” sloganlarıyla konuşmamızı tamamladık. 3 gün devam eden toplantı, yayınmlanan Sonuç Deklarasyonu’nun ardından 13 Mayıs günü sona erdi. Türkiye’ye döndüğümüzde ise aklımızda Küba’dan kalan en önemli şey, Nazım Hikmet’in de gördüğü insanların gözlerindeki hürriyetin resmiydi. Küba’da yapılacak daha çok şey vardı ama bir o kadar da çok şey yapıyordu Küba Halkı ve Önderliği. Dünyanın dört bir yanında ezilen mazlum milletler için açlıktan sömürüden kurtuluşun simgesiydi Küba. Batı Sahra’dan, Kongo’dan, Nijerya’dan, Dominik’ten, Bolivya’dan ve sayamadığımız daha birçok ülkeden hatta ABD’den eğitim almak için Küba’ya gelen gençler vardı. Bir Kongolu Doktor, Küba İşçi Sendikaları’nın kuruluşunun 70’nci yılı nedeniyle düzenlenen uluslararası toplantıda şöyle haykırıyordu: “Kim derdi ki Kongolu yoksul bir çiftçi kadının oğlu okuyup da Doktor olacak ve bugün burada konuşacak; ancak bu Küba sayesinde mümkün. Ayrıca kim diyebilir ki Obama Afrikalıdır, renk önemli değil bizimle birlikte savaşan halkımıza yardım eli uzatan Che ve Fidel Obama’dan daha fazla Afrikalıdır.” Küba sadece diğer ülkelerden gelen gençlere eğitim vermiyor. 30 binden fazla Kübalı doktor, diğer ülkelerde insanlara sağlık dağıtıyor, binlerce Kübalı öğretmen özellikle Latin Amerika ülkelerinde çocuklara eğitim veriyor. Küba Halkı da ülkelerinin sosyalist mücadele içerisindeki yerini çok iyi görüyor. Küba’da Devrimi ve Sosyalizmi size en iyi işçiler, çalışanlar anlatıyor. Onların ağzından duyuyorsunuz devrimin kazanımlarını. Her biri sanki Fidel ve Che ile birlikte yan yana savaşmış gibi anlatıyor Küba Devrimi’ni. Bu durum insana umut ve huzur veriyor. Örneğin Ülkemizde eğitimin ve sağlığın paralı olduğunu öğrenen Kampta çalışan bir işçi şaşırdığını belirterek: “Küba’da çocukların ayakkabısından çorabına her şeyini, tüm eğitim giderlerini devlet karşılıyor, her gün çocuklara kahvaltı ve süt veriliyor, üstelik üniversitede okuyan gençlere burs veriliyor.” diyordu. Onun söylediğini biz de görüyorduk. Küba’da karşılaştığımız her çocuk temiz, bakımlı ve sağlıklıydı ve her çocuğun gözünde Devri- min, Sosyalizmin ışığı parıldıyordu. Küba’dan ayrılırken dünyanın dört bir yanından gelen devrimcilerle tanışmanın verdiği mutluluk ve coşkunun yanında, içimizde yoldaşlarımızdan ayrılmanın getirdiği buruk bir hüzün vardı. Çok canlı bir şekilde yaşayıp gördük ki aynı kutsal dava uğruna savaşmak; çok kısa bir zaman diliminde bile dili, ırkı, milleti, vatanı ne olursa olsun insanları birbirine yakınlaştırıyor ve sımsıkı kaynaştırıyor. Farklı dillerden, dünyanın her yerinde devrim mücadelesinin verildiğini duymak sosyalizmin aslında tüm dünyada çok uzak olmadığını, insanlığın er ya da geç büyük sosyalist bir aile olacağı gerçeğini bizlere bir kez daha gösterdi. Halkın Kurtuluş Partisi’nden Onurun, Direncin, İnancın, Kararlılığın Simgesi Kübalı 5 Kahraman’la Dayanışma Etkinliği 1 959’da Fidel, Che, Raul ve Camilo Yoldaşlar’ın önderliğinde kazanılan Küba Halkının bağımsızlığına, onuruna kasteden, ABD Emperyalistlerinin beslemesi canilerin Küba’ya karşı hain planlarını önlemek ve ortaya çıkartmak için faaliyet yürüttü Kübalı 5 Kahraman. ABD Emperyalizmine karşı işlenebilecek en büyük suçu işledi bu 5 yiğit insan. Tam bağımsız, gerçekten özgür, onuruna sahip çıkan bir önderlik, yiğit bir halk ve bu önderliği, bu halkı korumak için öne atılmış 5 Kahraman. Onlar ABD’de yuvalanmış CIA ve FBI güdümündeki karşıdevrimci terörist örgütleri ve onların Küba Halkına karşı saldırılarını deşifre etmek önlemek için çalışıyorlardı. Bu nedenle ABD için bundan büyük suç olamazdı. ABD Emperya- eylemlerinin ardından, son olarak da 13 Haziran Cumartesi günü Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal ve Alejendro Simancas Marine’ın katılımıyla Parti binamızda bir toplantı gerçekleştirildi. Ankara İl Başkanımız Sait Kıran, bir açış konuşması yaparak sözü Ernesto Yoldaş’a verdi. Küba Büyükelçisi Ernesto Yoldaş, Kübalı 5 Kahraman’ın hukuki süreciyle ilgili bilgiler verdi. ABD Emperyalizminin bu davada ikiyüzlülüğünü gözler önüne serdi ve bu davanın; ABD Emperyalizminin 1959 yılından bu tarafa Küba Halkına ve önderliğine yaptığı saldırıların bir parçası olduğunu vurguladı. Büyükelçinin konuşmasının ardından, 11-12 Mayıs 2009 tarihinde, Havana’da yapılan Kübalı 5 Kahraman’la ilgili ulus- lizmi ikiyüzlülüğünü, halklara düşman yüzünü bir kez daha gösterdi ve Kübalı 5 Yurtsever’i casusluk suçlamasıyla zindanlara attı. 5 Kahraman 1998 Eylülü’nden beri 11 yıldır ABD Hapishanelerinde; aileleriyle görüştürülmeden, tecrit odalarında tutsak edilmiş durumda... Kendi hukuklarına bile uymuyor bu yapılan. Usta’mızın deyimiyle; kendi namussuzluklarını bile namusuyla yapmıyor ABD Emperyalizmi. 3Dünyanın bütün ülkelerinde halklar bu kanunsuz uygulamalara karşı seslerini yükseltiyorlar. Yürüyüşler örgütleniyor, basın açıklamaları yapılıyor, ilanlar veriliyor. Türkiye’de onurun timsali Kübalı 5 Kahraman’a, Halkın Kurtuluş Partisi’nin destek eylemleri devam ediyor. ABD Büyükelçiliği önünde yapılan basın açıklamaları, büyük illerde yapılan destek lararası toplantıya katılan Partimiz Heyeti’nden Bursa İl Başkanımız Halil Ağırgöl, toplantı ile ilgili bilgiler verdi. Halil Ağırgöl konuşmasında; yapılan açık insan hakları ihlalleri nedeniyle dünyanın dört bir yanından 5 Kahraman için destek yağdığını, 5 Kahraman’la ilgili davanın hukuki bir dava olmadığını, politik bir savaş olduğunu, bu nedenle Küba Halkına ve 5 Kahraman’a verilecek her türlü desteğin ABD Emperyalizmine karşı mücadelenin bir parçası olduğunu belirtti. 42 ülkeden 145 temsilcinin katıldığı toplantıda alınan kararlar doğrultusunda, Kübalı 5 Kahramana dünya çapında verilecek desteğin artacağını söyledi. Etkinlik Kübalı 5 Kahraman ile ilgili film gösterimiyle sona erdi. Sn. urullah AKUT Halkın Kurtuluş Partisi Ankara’dan Kurtuluş Partililer Ankara, 28.isan.2009 Sayın Dostum, Bizleri birbirimize bağlayan dostluk ve dayanışma ilişkilerimize dayanarak, 18 Nisan tarihinde Roma’da Avrupa Sol Partinin benimsediği “Küba Devrimiyle Dayanışma” beyanatının bir nüshasını sizlere de göndermemizin yararlı olacağını düşündük. Bu açıklama, ülkemizdeki devrimci sürece desteği ifade etmekte, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nin ablukasını ve AB’nin Küba’ya dair “Ortak Tutumunu” kınamakta ve Amerika Birleşik Devletlerinde haksız yere mahkûm edilen Beş Kübalının serbest bırakılmasını talep etmektedir. Bildiğiniz üzere; tüm bunlar, daha insani bir toplum yaratmak ve bizleri yıldırmaya çalışan ABD’nin ve bazı müttefiklerinin baskılarını ve saldırılarına direnerek, bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi savunmak adına halkımızın haklı mücadelelerini oluşturmaktadır. Bu jestinizden ötürü en derin minnettarlığımızı sunarız. Dostluk ve çalışma temaslarımızı geliştirmek üzere elçiliğimizin daima hazır bulunduğunu bir kez daha teyit eder, en içten selamlarımızı sunarız. Saygılarımla. Ernesto Gomez Abascal Küba Cumhuriyeti Büyükelçisi 6 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Şanlı 15-16 Haziran Direnişi yol göstermeye devam ediyor: Yerli yabancı Parababalarının saldırılarına karşı; haydi daha bilinçli daha örgütlü yeni 15-16 Haziranlar yaratmaya! B undan 39 yıl önce, 168 fabrikada 150 bine yakın işçi, İstanbul ve İzmit’te iki gün hayatı durdurdu. İşçi Sınıfımız; başına geçirilmek istenilen lanet halkasına karşı “YETER BE!” diyerek ayağa kalktı. Amerikancı Demirel hükümetine ve onun emrindeki sarı-gangster sendikacılara verdi dersini… Şehitler vermek pahasına 1970’in bu iki sıcak gününü dar etti yerli-yabancı Parababalarına… 1970 yazının 15-16 Haziran günlerinde İşçi Sınıfımızın kanı-teri İstanbul ve İzmit sokaklarını, caddelerini ıslatıyordu. Yürüyüş sırasında çıkan çatışmalarda Yaşar Yıldırım, Mustafa Bayram ve Mehmet Gıdak isimli işçiler şehit düştü. İstanbul’da, Galata Köprüsü tarihinde ilk kez gündüz saatinde açılarak, işçilerin bir araya gelmeleri önlendi. İşçi Sınıfımız; sahip olduğu potansiyel gücünü (Devrimci Özgücü) dosta da düşmana da gösterdi. Düşmanlar, İşçi Sınıfının elindeki en önemli örgütü DİSK’i kapatarak, örgütlenme ve toplusözleşme yapma haklarını budamak isterken, dostlar ise (devrimci ortam) ülkemizde İşçi Sınıfı var mıydı? Yok muydu? tartışmaları ile zaman öldürüyordu. Oysa ülkemizdeki İşçi Sınıfının sosyal varlığını ve Devrimci Potansiyelini bilinçlice kavramış, her söze başlayışta “Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diyen Devrimci Hareket de vardı. Eneski Sosyalizmin temsilcisi Hikmet Kıvılcımlı ve onun önderliğindeki öğrencileri, İşçi Sınıfımızın bu kendiliğinden gelme eylemine bilinçlice katılarak, o eylemleri Sosyalist bir içeriğe sokmak için çaba sarf ediyorlardı. Bunun doğal sonucu olarak da 15-16 Haziran tutukluları arasında, bu devrimci hareketi temsil eden İPSD Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve o günlerin gençlik önderi, bugün Partimizin Genel Başkanı urullah Ankut ve gençlik mücadelesinde yer alan bir üye de bulunuyordu. Yerli-yabancı Parababaları, bugün acımasız bir şekilde uyguladıkları baskı, sömürü ve soygun düzenini o günlerden yasal kılıfa sokmak istiyordu. Tabiî bunu yaparken 27 Mayıs Politik Devrimi ile ülkeye nispi demokratik bir ortam ve geniş örgütlenme olanakları getiren 61 Anayasası’nın da ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ancak evdeki hesapları çarşıya uymamış, 15-16 Haziran Direnişi ile oyun bozulmuştur. Direniş; İstanbul ve İzmit’te ilan edilen sıkıyönetimle, binlerce işçi-devrimci, sendikacının tutuklanması ve 5 binin üzerinde sınıf kardeşimizin işsizlik cehennemine atılmasıyla ancak durdurulabilmişti. Bir AB-D uşağı, 12 Mart Faşist Darbesinin Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ın da belirttiği gibi; “toplumsal uyanış ekonomik gelişmenin önüne geçmişti”. Bu nedenle ülkedeki, Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişovenist devrimci hareketin bastırılması gerekiyordu. 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleri ile de bu amaçlarına ulaştılar. Çalışma yaşamında bugünkü uygulamalar, bundan 39 yıl öncesinden getirilmek istenenlerden daha acımasız ve işçi düşmanı hükümlerdir. Sarı-gangster sendikacılık yine İşçi Sınıfımızın başının belası ve devrimci sınıf sendikacılığının önünde en önemli engeldir. 39 yıl önce Amerikancı Türk-İş varken, bugün bunun yanına bir de dinci-Ortaçağcı Hak-İş eklenmiştir. Yıllardır, Parababaları hükümetlerinin desteğini arkasına alarak İşçi Sınıfımızın sırtında boza pişiren Amerikancı Türk-İş yetmemiş gibi, şimdi de Ortaçağcı Tayyipgiller Hükümeti’nin desteğini arkasına alan Hak-İş, aynı ihanet örneklerini vermektedir. Ancak sınıf hareketi içindeki Truva Atları ne kadar çoğalırsa çoğalsın, “doğada her şey zıddıyla birlikte bulunur” diyalektik yasası gereği, Devrimci Sınıf Sendikacılığı’nın önü kesilemedi/kesilemiyor. Devrimci Sendikacılar İşçi Sınıfı mücadele tarihine yeni yeni şanlı sayfalar eklemeye devam ediyorlar. 2008 ve 2009 1 Mayısları, devrimci siyasal mücadelenin ve devrimci sınıf sendikacılığının, inançlı, kararlı, yiğit, fedakâr ve direngen tavrının dosta da düşmana da gösterildiği günler olmuştur. Aras Kargo İşgal ve Grevinde, Coca-Cola İşgal ve Direnişi’nde, Ünsa İşgal ve Direnişi’nde, LC Waikiki-Meha Tekstil Direnişi’nde, Kocaeli Üniversitesi Grevi’nde, Pirelli-Ekolas Direnişi’nde ve daha ismini sayamadığımız grev ve direnişlerde hep 15-16 Haziran Şanlı Direnişi yaşatılmış ve o ruhla mücadele edilmiştir. Bütün bu mücadelelerde İşçi Sınıfımız dostunu da düşmanını da görmüş, grev ve direniş okullarından devrimci sınıf bilinci ile donanarak çıkmıştır. Ve bu mücadelelerin başını hep Proletarya Sosyalistleri-Kurtuluş Partililer çekmiştir. Dolayısıyla bir kez daha diyoruz ki; “Tarihin yörüngesi, en ufak ikirciliğe yer bırakmayacak ölçüde, İşçi Sınıfının yörüngesine girmiştir. e denli parlak göktaşı görünmek tutkunluğu içinde bulunurlarsa bulunsunlar, eğer uzayın sağır boşluklarında yitmek istemiyorlarsa, bütün Devrimci yıldızlar, Tarihin ve İşçi Sınıfının yörüngesi içine akmalıdırlar. Bu yörünge Proletarya Partisidir.” (Hikmet Kıvılcımlı) Proletarya Partisi’nin önderliğinde İşçi Sınıfımız, daha bilinçli, daha örgütlü yeni 15-16 Haziranlar yaratacaktır. İşte o zaman İkinci Kurtuluş Savaşı başarılacak, bir avuç Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân ittifakının sömürü ve soygununa son verilip, DEMOKRATİK HALK İKTİDARI kurulacaktır. Bugünler yakındır. Haziran 2009 HALKIN KURTULU: PARTİSİ GENEL MERKEZİ Ordu Gençliği’mizin Devrimci Adımı: 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi Kurtuluş Partililer Kartal’da 27 Mayıs Politik Devrimi’nin 49’uncu yılını kutladılar Günümüzde AB-D Emperyalistleri, 27 Mayıs Politik Devrimi’ni gerçekleştiren Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği’mizi sindirmek, pasifize etmek amacıyla sözde Ergenekon Operasyonu yapmaktadır. Gerçek Ergenekoncular;12 Eylül’ün netekimcileri, Maraş, Çorum ve Sivas Katliamlarını tezgâhlayanlar ve yapanlar, DİSK Genel Başkanı Kemal Türker’in katilleri, bin operasyon yapan halk düşmanları serbestçe ortalıkta gezerken, devrimci gelenekli Ordu Gençliği’ni Ergenekoncu gibi göstererek; hem halkımızın kafasını karıştırmakta, hem de AB-D’nin halk düşmanı ajanlarını gizlemektedirler. AB-D Emperyalizminin, Jön Türk gelenekli Ordu Gençliği’mize saldırdığı bugünlerde, 27 Mayıs Politik Devrimi’ni alanlarda kutladık. 2 7 Mayıs Devrimi; bundan 49 yıl önce 38 Genç Subay tarafından yerli-yabancı Parababalarının hizmetinde ve emrindeki satılmış Demokrat Parti İktidarının alaşağı edilmesidir. 27 Mayıs’ı gerçekleştiren Devrimci Gelenekli Ordu Gençliği, Demokrat Parti İktidarının halka ve vatana ihanet içinde olduğunu, Birinci Kurtuluş Savaşı sonucunda elde edilen bağımsızlığın kaybedildiğini görüyor ve bu gidişe bu hamlesiyle dur diyordu. Demokrat Parti’nin kazandığı 14 Mayıs 1950 seçimleriyle birlikte Tekelci Sermaye, Birinci Kurtuluş Savaşı’nda alt edilmiş Ortaçağ artığı Antika asalak Tefeci-Bezirgân Sermayeyle birlikte siyasi iktidarı tamamıyla ele geçirmişti. Bu gerici ittifakın Emperyalizmle olan ortaklığı sonucunda ise Türkiye hızla yarı sömürge bir ülke haline getirilmişti. Bu dönemde, bir yandan sosyalizmin yayılmasını engellemek için AB-D Emperyalizmi tarafından 1950’li yıllarda uygulanmaya başlanan “Yeşil Kuşak Projesi”yle ülkedeki gerici, Şeriatçı güçler palazlanırken, bir yandan da ülkedeki ekonomik sömürü gittikçe artmış ve halk gittikçe yoksullaşmıştır. Bayar ve Menderes’in ezanın Arapça okunmasından sonraki ilk icraatları, Meclisin dahi onayı alınmadan, Kore’ye, ABD Emperyalizmi için savaşacak asker göndermek olmuştur. Bunun ardından da 1952 yılında ülkemiz NATO’ya üye edilerek Türk Ordusu bir Amerikalı Generalin emrine verilmiştir. 1954 yılında çıkarılan Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasasıyla da ülkemiz yabancı Finans-Kapitalistlere açık pazar olarak sunulmuştur. 1958 Ağustosu’nda yapılan devalüasyonla Dolar 2,83 TL’den 9 TL’ye çıkmış ve Milli Gelir 1950 ile 1957 arasında altına oranla % 26 azalmıştır. 1959 yılında bütçe açığı 266,7 milyon dolara yükselirken, Türkiye hayat pahalılığında Brezilya’dan sonra dünya ikincisi olmuştur. Bu ekonomik sömürüyle birlikte halkın üzerindeki siyasi baskı ve zor da Demokrat Parti İktidarında her geçen gün gittikçe halkı canından bezdirecek hale gelmiştir. ABD’nin eleştirilmesinin bile “Komünizm Propagandası” olarak yasaklandığı dönemde, devrimciler ve yurtseverler en akıl almaz işkencelere, baskılara tabi tutulmuşlardır. 1951 Tevkifatıyla birlikte TKP dağıtılırken, Hikmet Kıvılcımlı tarafından 1954 yılında kurulan Vatan Partisi 1957’de kapatılmış ve Partililer en ağır işkencelerden geçirilerek hapsedilmişlerdi. Bunun yanında çalışanların örgütlenme hakları sınırlandırılmıştı ve işçilere toplusözleşme, grev hakkı tanınmıyordu. Basın üzerinde yoğun bir biçimde sansür uygulanırken, üniversitelerde başlayan tepkiler polis zoruyla ve sıkıyönetim mahkemeleriyle bastırılma- 17 Mayıs’ta Tandoğan Meydanı’ndaydık 27 Mayıs günü Kartal Meydanı’na sloganlar, pankartlar ve dövizlerimizle yürüdük. Yürüyüşümüz süresince; ”Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Yaşasın Sosyalizm”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Şeriat Ortaçağdır”,”Laiklik Yoksa Bilim, Demokrasi, Özgürlük Yoktur”,”Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”,”Yaşasın 27 Mayıs” sloganlarımızı haykırdık. Kartal Meydanı’nda Partimiz tarafından hazırlanan basın açıklaması yaptık. Açıklama okunduktan sonra halaylarımızla 27 Mayıs Politik Devrimi’ni kutlama programımızı tamamladık. ya çalışılıyordu. 27-28 Nisan 1960 olayları olarak yakın tarihimize geçen başkaldırılarda, edim Özpolat, Turan Emeksiz gibi yurtsever gençlerimiz polis kurşunuyla şehit düşmüşlerdir. Birinci Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarının teker teker kaybedildiğini, her geçen gün biraz daha emperyalizme bağımlı hale geldiğimizi gören Jön Türk Gelenekli Ordu ve Aydın Gençliğimiz ise Dirlik Düzeninden kalma geleneklerini dirilterek, bu baskı ve zor iktidarını 27 Mayıs 1960’ta devirdi. Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te ve Birinci Milli Kurtuluş’ta da Ordu Gençliği aynı şekilde davranmıştı. Ancak 27 Mayıs toplumda tamamıyla bir alt üstlük yaratmamıştı. Bu nedenle Bir sosyal devrim niteliği taşımaz. Toplumun sadece üstyapısında önemli değişiklikler yaratmış bir Politik Devrim’dir. Ancak sınırlı da olsa bu değişim sayesinde Türkiye Halkı, o güne kadar sahip olmadığı birçok özgürlüğe, hakka sahip olmuş, bunlar 1961 Anayasası tarafından güvence altına alınmıştır. İşçi Sınıfımızın Sendikalarda örgütlenebilmesi, grev ve toplusözleşme hakkına sahip olması, çalışanların örgütlenme hakkı, temel insan haklarının anayasal güvence altına alınması, hâkim teminatı üniversitelerin özerk kurumlar haline getirilmesi, Anayasa Mahkemesi ve TRT’nin kurulması bu dönemden sonra gerçekleşmiştir. Asıl önemlisi ise 27 Mayıs Devrimi’nin Halk üzerinde yarattığı etkidir. Halkımız ve gençliğimiz 27 Mayıs Politik Devrimi’ni ve devrimle elde edilen Anayasal hakları hemen sahiplenmiştir. Bu kısmî de olsa özgürlük ortamında İşçi Sınıfı mücadelesi çok kısa bir sürede gelişmiş, Sosyalizm halk yığınları içerisinde bilinir hale gelmiştir. Aydın Gençlik, yerli yabancı sosyalist yayınları, Marksist klasikleri tanımaya başlamıştır. Dolayısıyla 27 Mayıs Politik Devrimi, Emperyalizmin açık işgaline karşı verilen Birinci Kuvayimilliye’nin devamıdır. 27 Mayıs’ta Birinci Kurtuluş Savaşı’nda yenilgiye uğrayan emperyalizmle ortaklık kurmuş, onlara uşaklık eden yerli hainlerin iktidarı devrilmiştir. Bu ihtilal emperyalizmin ve onun uşağı Parababalarının satılmışlar cephesine karşı verilen İkinci Kurtuluş Savaşı’nın da önemli bir basamağıdır. Kartal’dan Kurtuluş Partililer Bu nedenlerle halkın, kendi aşağılık vurguncu iktidarına karşı örgütlendiğini ve bilinçlendiğini gören bir avuç Parababası, yeniden aynı hataya düşmemek için 27 Mayıs’la, başta 1961 Anayasası olmak üzere, elde edilen tüm kazanımlara saldırmaya, bunları yok etmeye çalışmıştı. Bu amaçla Kontrgerilla eylemleriyle Ordu Fosili Generaller tarafından gerçekleştirilen 12 Mart ve 12 Eylül Faşizmlerine zemin hazırlandı. 12 Mart Faşizminde, 61 Anayasası’nın birçok özgürlükçü maddesi yok edilirken, 12 Eylül ile birlikte 61 Anayasası tamamen ortadan kaldırıldı. 27 Mayıs’ın kısmi de olsa özgürlükçü ortamında yetişen Aydın Gençlik ve İşçi Sınıfı önderleri ya Kontrgerilla terörüne kurban gittiler ya da Faşizmin zindanlarından, işkencehanelerinden geçtiler. 27 Mayıs’ın ilerici, devrimci çizgisini bilen ve 61 Anayasası’na sahip çıkan Devrimci Gençler; Mahirler, Denizler bir yandan Anayasayı İhlal suçundan yargılanırken, bir yandan da Faşizmin yargıçlarına karşı 61 Anayasasını sonuna kadar savunuyorlardı. Ordu Gençliği’nin 27 Mayıs Hareketi; antiemperyalist, halksever ve yurtseverdi. Ancak günümüzde Emperyalizm çağında Sosyalizmle taçlanmayan her bağımsızlık hareketi yenilmeye mahkûmdur. Bu tarihin bize öğrettiği kaçınılmaz bir gerçekliktir. Ne yazık ki İşçi Sınıfının ideolojik ve pratik önderliğinden yoksun 27 Mayıs Hareketi de zamanla yenilgiye uğradı. Ama bugün biliyoruz ki, Aydın ve Ordu Gençlik içindeki Devrimci Jön Türk geleneği hâlâ canlı ve devam ediyor. AB-D uşağı yerli satılmışlar cephesinin vurgun ve talanına karşı İkinci Kuvayimilliye (Kurtuluş Savaşı) seferberliği 27 Mayıs 1960’ta olduğu gibi bugünün de meselesidir. Emperyalizm aynı emperyalizmdir ve dünün Bayar’ı-Menderes’i bugünün Tayyipgiller’idir. Hikmet Kıvılcımlı’nın Milli Birlik Komitesi’ne yazdığı Açık Mektup’ta belirttiği şekilde görevimiz; Birinci Kuvayimilliye seferberliğinde olduğu gibi: yedisinden yetmişine, çobanından mareşaline kadar, demir çarık, demir asa: Ucuz Devlet - Bilinçli Ticaret Toprak Reformu uğruna, İkinci Kuvayimilliye seferberliğine çıkmaktır. Halkın Kurtuluş Partisi, Partimiz, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, köylü, şehirli, esnaf, küçük üretmen, küçük ve orta sermayedar, aydın, asker, kısacası tüm değer yaratan, yurtsever insanlarımızın verdiği işte bu kutsal İkinci Milli Kurtuluş Hareketi’nin Partisidir. Er ya da geç bu kutsal insanlık davası başarı kazanacaktır. Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! Ya İstiklal Ya Ölüm! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi “Şkırmak için; eriat Ortaçağdır” sloganını hay- 87 yıl önce, Halklarımızın kanı canı pahasına Emperyalist yedi düveli kovarak kazandığı vatan topraklarını, Emperyalist yedi düvele peşkeş çeken yerli satılmış Tayyipgiller’i teşhir etmek için; Yerli yabancı Parababalarının icazetinde gittikçe azgınlaşan Şeriata karşı birleşilmez ise ölümlerin, zulümlerin yurtsever insanlara karşı devam edeceğini duyurmak için; Yeni Sevr’e karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’nın başlatılmasının zorunluluğunu bilinçlere çıkarmak için; “Demokrasi getirecek” diye sarılınan AB yılanının Halkları Sevr’e götüreceğini, Halkların birbirine kırdırılacağını, AB-D yolunu savunanların ya gafil ya da hain olduğunu göstermek için; Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın mantıki sonucu olan, İkinci Kurtuluş Savaşı’yla ulaşılacak Demokratik Halk İktidarının, Kurtuluş Partililerin öncülüğünde kurulacağını yurtsever insanların bilinçlerine, yüreklerine kazımak için, çıktık Tandoğan Meydanı’na. “Şeriat Ortaçağdır”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” ve “AB-D Yolu Sevr’e Çıkar Savunanlar Ya Gafildir Ya Hain” pankartları- mızla, Parti bayraklarımızla, dağıttığımız bildirilerimizle, haykırdığımız sloganlarımızla kızıl soluğumuzu yaydık kitleye, ses getirdik, ilgi odağı olduk. Ankara’dan Kurtuluş Partililer 7 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 “Öyleyse, Ya Bağımsızlık, Ya Ölüm!” Kurtuluş Yolu/İstanbul-İzmir Halkın Kurtuluş Partisi, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın kıvılcımı olan 19 Mayıs’ı özüne uygun bir şekilde İstanbul ve İzmir’de kutladı. Kurtuluş Partililer, 19 Mayıs günü saat 14.00’da Taksim Travmay Durağında bir basın açıklaması yaptı. Açıklamanın ardından Taksim Anıtına çelenk koymak isteyen Kurtuluş Partililer, kolluk güçleri tarafından engellenmek istendi. Bunun üzerine Partililer, sloganlarla, konuşmalarla engellemeyi protesto etti. “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Emperyalistler geldikleri gibi gidecekler”, “Gün gelecek devran dönecek Tayyipgiller hesap verecek”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm” 9 0 Yıl önce, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal, o günkü ülkenin konumunu şöyle anlatıyordu. “Temel ilke, Türk Ulusu’nun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. e denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz. “Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşü- sloganları atıldı. İzmir’de de Halk Kurtuluşçu Liseliler, Karşıyaka’da bir basın açıklaması yaptı. Saat 15.30’da Karşıyaka Çarşı girişinde, Kurtuluş Partisi Gençliği adına yapılan konuşmada; “Ülkemiz emperyalistler tarafından işgal edildiğinde, 19 Mayıs’ta mücadele başlatıldı. Kovulan emperyalistler bugün işbirlikçileriyle Yeni Sevr’i dayatıyorlar. Bugün İkinci Kurtuluş Savaşı’mızın başarıya ulaştırılarak sosyal kurtuluşla taçlandırılması gerekiyor. Bunu başaracağız” denildi. Eylemde; “Ya Özgür Vatan Ya Ölüm”, “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı. Bu anlaşma ile Osmanlı devletinin orduları dağıtılıyor, devlet yönetimi emperyalistlere geçiyordu. Ülkenin pek çok vilayeti, bu emperyalistlerce kendi aralarında paylaşılıyordu. Böyle bir duruma hangi yurtsever kayıtsız kalabilirdi? Dönemin Osmanlı yöneticileri; başta halife Vahdettin ve hükümet yetkilileri, kurtuluşu İngiliz Korumacılığında, Amerikan Mandacılığında arıyorlardı. Mustafa Kemal, bu tür çözüm yollarının uşaklık olacağını belirtir ve kendi gibi düşünen asker arkadaşları; Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve İsmet İnönü ile birlikte, Anadolu’da halka gitmekten ve silahlı direnişten başka çözüm yolu olmadığı konusunda anlaşırlar. İzmir nülemez. “Oysa Türkün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir. “Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm…” (Söylev-Nutuk, Türk Dil Kurumu, s. 10) Mustafa Kemal’e bunları söyleten, memleketin içinde bulunduğu siyasi, askeri ve ekonomik olumsuz koşullardı. Yarısömürge durumuna düşürülen, en önemli nedenlerinden biri kendisini parçalamak, yağmalamak, yutmak olan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na, aldatılarak Alman Emperyalistlerinin yanında zorla sokulan, bu nedenle de bu Paylaşım Savaşı’nın bir tarafı değil, kurbanı olan Osmanlı; savaşın galibi İngiliz, İtalyan ve Fransız Emperyalistleri ile 30 Ekim 1918 yılında Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalıyordu. F atih Sultan Mehmet, bundan tam 556 yıl önce Konstantinopolis’i ele geçirdi ve Karadeniz’deki son ilini de alarak, Bizans’ın varlığına son verdi. Bu Fetihle ilgili olarak, Partimizin ilk Genel Başkanı Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı 1953 yılında, Fetih ve Medeniyet adlı eserinde şöyle bahsediyordu: “İstanbul’un Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl evvelki kafa ile düşünmek olur. İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.” “Gerçekte, İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir tesadüfle: “Açmak” anlamına gelir. İstanbul’un Fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının -Yalnız Müslümanlara, Yalnız Türklere değil- Tüm İnsanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak adetti. “Demek, İstanbul’un Fethi, yalnız İstanbul Mustafa Kemal’in Yurtseverliğinin Özü Neydi? Osmanlı’yı güden, yöneten dört devlet sınıfı vardı. Bunlar: İlmiye (Aydınlar), Seyfiye (Askerler), Mülkiye (İdareciler), Kalemiye (Yazıcılar). Bunlardan Mülkiye (İdareciler) ve Kalemiye (Yazıcılar, kalemliler), Osmanlı’nın derebeyleşme süreciyle paralel biçimde Tefeci-Bezirgân Sermaye tarafından rüşvete, irtikâba, komisyona, zimmetçiliğe alıştırılarak bozulmuş, çürümüş, böylece de Osmanlı’nın kuruluşundan gelen Devrimci Geleneklerini tümüyle yitiren sınıflardı. Para ilişkisi dışında kalan İlmiye ve Seyfiye sınıfı diğerleri gibi yozlaşmamıştı. Osmanlı’nın ilk kuruluşundaki İlkel Komuna Gelenekleri, bu iki sınıfta daha diri olarak yaşamaktaydı. Osmanlı’nın son dönemlerinde bunlara Jön Türkler adı veril- mişti. İşte, Mustafa Kemal de bu geleneğin canlı bir biçimde yaşadığı Ordu Gençliği’ndendi… Kendi kişiliği de bu gelenekle birleşince; 18 Mart 1915’de “Çanakkale Geçilmez” oldu. Mustafa Kemal’i, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın önderi yapan işte bu kişilikti. Çok iyi bir asker, stratejist, taktisyen ve inisiyatifli bir devrimci idi Mustafa Kemal. 19 Mayıs 1919, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Kıvılcımıdır Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, 1919’un 19 Mayısı’nda Mustafa Kemal’in Samsun’a fiilen ayak basması ile şekillenmiş, Lenin’in önderliğindeki genç Sovyet Cumhuriyeti’nin maddi ve manevi desteği ile de Emperyalist haydutlar, ülkeden kovulmuş, çökkün Osmanlı derebeyliği üzerine daha modern Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız yeryüzünde zafere ulaşan ilk başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı; ilk olarak 1954’de Fransız Emperyalistlerine, daha sonra da ABD Emperyalistlerine karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı veren yiğit Vietnam Halkının önderi Ho Şi Minh’e, 1934’deki Uzun Yürüyüş’ün mimarı, 1949’da Kurtuluş Mücadelesinin sonucunda Devrimi gerçekleştiren Çin lideri Mao Ze Dung’a, Cezayir Bağımsızlık Savaşı önderlerine, Mısır’ın antiemperyalist önderi asır’a, 2 Aralık 1956’da 80 Arkadaşı ile Sierra Maestra adlı sıradağlarda verdikleri mücadele ile Küba Devrimini gerçekleştiren Che’ye, Fidel Castro’ya ilham kaynağı olmuştur. Bu önderler, Mustafa Kemal’i bilir ve saygı duyarlar. Ulusal Kurtuluşla kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik olarak çok kötü koşullardaydı. Osmanlı’nın, bu günün Dünya Bankası olan Duyun-u Umumiye’den aldığı borçlar ödeniyor, bir taraftan da yabancılarda olan limanlar, tekel idaresi millileştiriliyor, bir yandan da, Tayyipgiller’in “babalar gibi sattıkları” Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) kuruluyordu: Kurtuluş Savaşı’nda tek müttefikimiz Sovyetler’in de maddi destekleriyle Şeker fabrikaları, çimento fabrikaları, tren yolları, bankalar, limanlar, Sümerbanklar gibi KİT’ler kurularak tüm ülkede kalkınma hamlesine girişiliyordu. Cumhuriyet bugün 87 yaşında. Sayıları 70 milyon içinde 2500-3000 kişiyi geçmeyen; ABD ve AB (AB-D) uşağı satılmış, vatan ve halk düşmanı Modern (Finans- Kapitalist) ve Antika (Tefeci-Bezirgân) Parababaları, mazlum halkımızın kanını, iliğini sömürmekte, cennet Türkiye’yi işsizlik ve pahalılık cehennemine çevirmektedir. Halklarımızın kanı canı pahasına yarattığı tüm değerler, ülkemizin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) vb. emperyalist finans örgütleri ve çokuluslu şirketlere peşkeş çekilmektedir Ortaçağcı Tayyipgiller tarafından. Yabancı emperyalistlerin uşağı yerli satılmışlar sayesinde, AB-D Emperyalizmi ülkemizin ekonomisinden, politikasına, tarihinden, kültürüne ve sanatına her şeyini belirlemektedir. Sosyalist ülkelerdeki örneklerinden esinlenerek Cumhuriyetle birlikte ülkemize kazandırılan, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumları, Devlet Üretme Çiftlikleri, Toprak Mahsulleri Ofisi, Köy Enstitüleri gibi kurumlar ortadan kaldırıldı; Sümerbank, Tekel vb. kuruluşlar özelleştirme adı altında yerli yabancı Parababalarına peşkeş çekildi. Yerli satılmışlar “Yabancı bir devletin koruyuculuğu”nda, “insanlık niteliklerinden yoksunluk”larını, “güçsüz”lüklerini ve “beceriksiz” lerini “açığa vurmaktan başka bir şey” yapmamaktadırlar. 87 yıl önce Cumhuriyet, Saltanatın tepesini yani Padişahlık ve Hilafeti kaldırmıştı. Saltanatın tabanını oluşturan, derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlık ise, “İrtica” denilen gerici isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Ezildikçe kabuğuna çekildi, kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı. ABD’nin Sovyetler’e karşı geliştirdiği “Yeşil Kuşak Projesi”nin sonucu olarak 1946’dan itibaren başlayan ve 1950’de Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla hızlanarak devam eden bir gidişle Türkiye, irticai örgütlerle kuşatıldı. Günümüze geldiğimizde ise, “İrtica” denilen gericilik, mantar misali ortamını bulunca hortladı, daha doğrusu emperyalistlerin “yürü ya kulum” demesiyle pervasızlaştı. Ülkemiz; her yıl Ortaçağcı-Siyasal İslam’la doktrine edilmiş 54.000 gencin mezun edildiği ve sayısı 600’e yaklaşan İmam Hatip Liseleri’yle, yine aynı ideolojiyle şartlandırılmış 900.000 civarında yoksul çocuğumuzun mezun edilip topluma salındığı ve sayıları on bine yaklaşan resmi ve gayriresmi Kur’an Kurslarıyla ve binlerce Tarikat evleriyle donatıldı. Cumhuriyetin bütün kurumları (Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlıklar, İstanbul’un Fethinin 556’ıncı yıldönümü, tüm insanlığa kutlu olsun! Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı –hatta bir dereceye kadar, insan olarak görevli- sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden birisidir.” (H. Kıvılcımlı, Fetih ve Medeniyet ) İlkel Sosyalist Toplum da denen toplumlarda, insanın insanı sömürmesi, ezmesi, aşağılaması-hor görmesi söz konusu değildi. İnsanlar bir ailenin üyeleri gibi eşitçe ve kardeşçe yaşarladı. İşte Osmanlı atalarımız, İlkel Komüna’nın yani İlkel Sosyalist Toplumun Gelenek-Göreneklerini ve mert, yiğit, savaşçı, toplumu için kendini feda edebilen insan kalitesini, Kollektif Aksiyon gücünü önemli ölçüde taşıdıkları için, Osmanlı, üç kıtaya yayılan, 14,5 milyon km2 yüzölçümüne sahip ve altı yüzyıl ömür sürmüş bir imparatorluk haline gelmiş ve bu kadar uzun süre yaşayabilmiştir. Bu gelenek sayesinde Tarihsel Devrimci olan Fatih Sultan Mehmet önderliğinde, derebeyleşerek çürüyen ve insanlığın gelişiminin önünde bir moloz yığını haline dö- nüşmüş Bizans’ın başşehri fethedilip ortadan kaldırılmıştır. Bizans, 10-11’nci Yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşamış ve 11’inci Yüzyılla beraber derebeyleşmeye başlamıştı. Zamanın dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; geniş halk yığınları için çekilmez işkence haline gelmişti. Bizans toplumsal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş olması nedeni ile İstanbul’un kapıları, dışarıdan genel olarak Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar ve Museviler eliyle açılmıştır. Bizans rejimi- nin baskısı, halk için itici rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı cazibe kuvveti gibi çekmiştir. Fatih Sultan Mehmet, taşıdığı İlkel Sosyalist geleneklerden dolayı fetihten sonra Müslüman olmayanları köle etmemiş ve üç gün sonra herkesi inancında da, yaşayışında da özgür bırakmıştır. Onların yaşadığı bölgede, Fetih’ten sonra hiçbir yıkım, kıyım, zulüm, tahribat yapılmamış ve insanlara hiçbir zarar verilmemiştir. Tekfur denilen Bizans derebeyleri, şahsi servet yığmak için halkı soyuyorlardı. O yüzden Osmanlı’yı gören köylü, yeni düzeni hemen benimsedi ve Hıristiyan Bizans’ı bir daha ağzına almadı. İşte, dini ayrı Hıristiyan halka, Osmanlılığın en büyük cazibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve adaletçi toprak düzeni ile bu on kere daha ucuz devlet şeklidir. Osmanlılık ve İstanbul’un Fethi, yalnız Kadim büyük medeniyet yollarını açıp, insanlığın eski kazançlarını geliştirmekle kalmadı. Belki, YÖK, TRT, RTÜK vb.) Ortaçağcı güçler tarafından ele geçirildi. Kısacası 19 Mayıs 1919 yılında başlayıp dört yıl süren Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiğimiz bağımsızlığımız, 1946 sonrasında yitirilerek, ülkemiz AB-D Emperyalistlerinin yarısömürgesi durumuna düşürülmüştür. Bundan 87 yıl önce, Türk Milletinin, bağrına oturmuş olan Emperyalizme ve onun uşağı Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demek olan Cumhuriyet’in kazanımları, kerte kerte aşındırılmakta, ülkemiz Ortaçağın karanlığına geri götürülmek istenmektedir. Öyleyse yapılması gereken Birinci Kuvayimilliye’de bayraklaştırılan Tam Bağımsızlık prensibini acilen hayata geçirmektir. Emperyalistlerin NATO’larını da, IMF’lerini de, Dünya Bankalarını da kovmaktır. ABD üslerini, “İkili Anlaşmalar”ı ortadan kaldırmaktır. O nedenle Cumhuriyet’i kuran Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekmektedir. Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı. İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birincisinin geriye götürülmesine karşı çıkılacak, mantıki sonucuna ulaştırılıp Sosyalizme kavuşturulacaktır. Kurtuluş Partisi, bu görevi başaracak biricik güçtür. Çünkü biz, Birinci Milli Kurtuluş’un ve önderi Mustafa Kemal’in Antiemperyalist-Tam Bağımsızlık prensibinin ve Laikliğin de mirasçılarıyız. Çünkü biz, Birinci Kurtuluş’un en içten ve tek destekçisi Ekim Devrimi’nin ve O’nun Önderi Lenin’in devamcılarıyız. Çünkü biz; Birinci Kuvayimilliye’nin Köyceğiz Cephesi Komutanı, İkinci Kurtuluşun Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın devamcılarıyız. Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadelemizle Ulusal Kurtuluşu, Sosyal Kurtuluşla taçlandıracağız. 19 Mayıs 2009 HALKIN KURTULU: PARTİSİ GENEL MERKEZİ üzerinde ne Doğu, ne Batı biliminin hâlâ bir türlü duramadığı bambaşka ve inkâr edilmez bir sonuç daha verdi: Batı medeniyetinin doğuşu. Bugün İstanbul’un Fethi’ni; Tayyipgiller, sözde vatansever faşistler de kutlamaktadırlar. Ancak onlar; ne Osmanlı’nın İlkel Komünal geleneklerini, ne İstanbul’un fethinin insanlık için anlamını ve neden bu günü kutlamak gerektiğini bilmezler, anlamazlar. Materyalist tarih anlayışından yoksun Sevrci, Sorosçu Sahte Solcular ise bu kutlamalara karşı çıkarlar. Oysa biz, Marksizmin şaşmaz materyalist anlayışından kaynaklanan Tarih Tezi’ni bildiğimiz için, olayları birçok Tarihçiden çok daha iyi anlarız. Bütün Antika çürüyen medeniyetleri, Barbar yani İlkel Sosyalist Toplumlar ortadan kaldırdı. Bu nedenle Modern Tarihte insanlığı Parababalarının zulmünden Modern Sosyalizm kurtarır. İşte o da Bilimsel Sosyalizmdir. Çürümüş Bizans gibi hasta, geberen kapitalizm olan emperyalizm de eninde sonunda ortadan kaldırılacaktır. Ve bunun yolu da Fatih, Che ve Kıvılcımlı olmaktan ve onlar gibi davranmaktan geçer. Halkın Kurtuluş Partisi bu uğurda savaşmaya devam edecektir. 29.05.2009 Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü 8 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Başyazı Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anısına: AB-D Emperyalistleri ve Yerli Uşaklarına karşı Devrimci Önderler gibi mücadele etmeliyiz Baştarafı sayfa 1’de Her ölüm acıdır, ama ölümün de bir doğal olanı vardır, bir de Recep Yoldaş’ımızın başına gelen gibi ve dolayısıyla bizlerin de onu sevenler olarak, canından bir parça bilenler olarak, başımıza gelen bu ölüm gibi anormali, doğal olmayanı vardır. Bu genç ölümdür. İşte bu durum, tüm yoldaşlarımızla beraber hepimizin yüreğini yakıyor. Ama elden ne gelir ki? Dünya böyle! Hani sevgili ozanımız Musa Eroğlu’nun bestelediği bir türküde de Fatsalı şair Dursun Ali Akınet der ya: Bu dünyanın direği yok. Merhameti yüreği yok. Gerçekten de öyle, yoldaşlar. Eğer merhameti olsaydı, bu tür şeyler olmazdı. Her şey normal sürecinde akardı. Ama ne yaparsın ki, dünyanın kanunu böyle. Peki, bunları hiç mi değiştiremeyiz? Bir kısmını değiştiremeyiz. İnsan bir ünlü düşünürün de söylediği gibi: “Doğduğu anda bile ölmek için yeterince yaşlıdır.” Bu tür felaketler oluyor. Ama bunları biz insan bilincimizle, Hz. Muhammed’in de dediği gibi, bu dünyanın en şerefli yaratıkları olarak, en asgariye (en aza) indiremez miyiz? İndirebiliriz. Ama tümden yok edemeyiz. Ama indirebiliriz ve indirmeliyiz. Hz. Muhammed çağının devrimcisidir Bu dünyada biz insanlar, hayvanlarla ve bitkilerle birlikte canlılar âlemini oluşturuyoruz. Üçümüz bir bütünü meydana getiriyoruz. Ama biz, Hz. Muhammed’in de bahsettiğimiz yukarıdaki Hadis’inde belirttiği gibi, canlılar âleminin en yücesiyiz, canlıların en şereflisiyiz ve en akıllısı, bilinçlisiyiz. O zaman bu görev ve sorumluluk bizlere düşüyor. Halil Arkadaş, dünyadaki zenginlerle fakirler arasındaki korkunç uçurumdan örnekler verdi. Bizim ülkemizde de çok korkunç uçurumlar var, arkadaşlar, biliyorsunuz. Hatta yaşıyoruz bunları. İşte işsizlik resmi açıklamalara göre, devletin açıklamalarına göre bile yüzde 15-16’larda. Bazı namuslu burjuva ekonomistleri yüzde 25-30’larda diyor. Kaldı ki, çalışma yaşındaki nüfusumuzun yarısı işsizdir. 53 milyonluk bu nüfusumuzun 23 milyon kadarı çalışıyordu malum kriz öncesinde. Krizle birlikte 3 milyon insanımız daha işsiz kaldı. Geriye 20 milyon kadar çalışan insanımız kalır. Yani yüzde ellinin üzerinde işsizlik Türkiye’de şu anda. İşsizlikle ilgili olarak, karşı duvardaki krizi konu alan afişimizde de yine Hz. Muhammed’in söylediği gibi: “Bütün kötülüklerin anasıdır”. Geçenlerde yapılan, işsizliğin yol açtığı sorunlarla ilgili bir araştırmada, şöyle bir sonuç çıkmış: İki sene işsiz kalanların ruh sağlığı önemli ölçüde bozuluyormuş ve onlarda depresyon belirtileri görülmeye başlanıyormuş. Yani böyle de bir felaketin içindeyiz. Türkiye’nin mazlum ve mahkûm sınıfları olarak. Zengin ve fakir sınıflar arasındaki uçurum korkunç boyutlarda. O zaman insan olarak bize düşen, bu eşitsizlikleri yani bu toplumsal eşitsizlikleri ortadan kaldırmaktır. Eğer bunu yapmazsak, yapmak istemezsek insanlığımızın hakkını veremeyiz. Ben de en iyi şekilde bu dünyada, şu kısacık ömrümü yaşayayım, her türlü imkâna sahip olayım, ailem sahip olsun, çocuklarım sahip olsun, gerisinden bana ne dersek, o zaman bir hayvandan farkımız kalmaz. Evrimin alt basamaklarında kalmış hayvanlar böyle yaşar. Fakat sürü halinde yaşayan, evrimin üst basamaklarına tırmanmış hayvanlarda bile durum değişir. Sürünün bir koruyucusu, bir önderi, bir şefi vardır. Yabanıl hayvanlarda, babunlarda (maymun türü), aslanlarda, yaban geyiklerinde böyle sürü şefleri vardır. O, dışarıdan gelecek tehlikelere karşı en önde mücadele ederek, hayatını ortaya koyarak, sürüsünü korur. Koruyamadığı anda önderliği hemen elinden alınır. Hayvanlar bile böyle davranırken, biz insan olarak bu dünyayı en adil bir sosyal düzene kavuşturmak için mücadele etmezsek, insan olmamız neye yarar? O şerefi taşıyor olabilir miyiz? Kaldı ki bütün peygamberlerin, özellikle de Hz. Muhammed’in birincil amacı budur. Diyor ki bir Hadisinde: “Yolun üzerindeki bir taş ya da bir ağaç, müminlerin gelip geçmesine engel teşkil ediyor ve bir mümin o taşı o ağacı alıp yoldan kaldırıyorsa bu yapılan sadakadır. Yani insanların o yoldan rahatça geçebilmesini sağlamak bile bir sadakadır, insancıl bir görevdir”, diyor. Allah bunu takdir eder, diyor. Ve yine kendisi de ümmetinin en yoksul insanları gibi yaşıyor. Hâlbuki o bir topluk önderi, bir din kurucusu. Elinin altında toplumun hazinesi var. İstese çok lüks şekilde yaşayabilir. Ama asla böyle bir düşüncesi olmuyor. Biliyorsunuz, başta Hz. Ebubekir’in kızı Aişe, Hz Ömer’in kızı Hafsa olmak üzere dört eşi kazan kaldırıyor, Hz. Muhammed’in şaşmaz bir şekilde izlediği bu yoksullara özgü yaşama biçimine. “Artık hazine doldu biz de rahat edelim biraz”, diyorlar. Hz. Muhammed kesin biçimde reddediyor. Ve babalarının evine gönderiyor onları. “Ya bu dünyayı seçeceksiniz ya da Allah ve Resulü’nü seçeceksiniz. Gidin bir ay düşünün, kararınızı verin. Eğer Allah’ı ve Resulü’nü seçerseniz gelin. Yok, bu dünyanın nimetlerini seçerseniz orada kalın!” diyor. Mecburen geri dönüyorlar. Hz. Muhammed eğer böyle olmasaydı, böyle yaşamasaydı, kurduğu din bugünlere gelemezdi. Bu kadar etkili olamazdı. Hz. Muhammed de bildiğimiz gibi, o çağdaki Arap Toplumunun içinden henüz çıkmış olduğu İlkel Komünal Toplum düzeninin geleneklerini canlı bir biçimde yaşatan toplum önderidir. Çağının devrimcisidir. Ve onun yolundan giden Selçuklu atalarımız, Osmanlı atalarımız da yüzlerce yıl dünyaya insancıl nizam vermişlerdir. Çünkü onlar da İlkel Sosyalist Toplum’un geleneklerine sahip eşitlikçi önderler tarafından yönetilmişlerdir. 1500 yıldan beri tarihin her yerinde Türkler var. Eski dünyanın tarihinin. Kaldı ki, yeni dünyanın keşfi bile bir yönüyle, bizim İstanbul’u alıp, çürümüş Bizans’ı ortadan kaldırmamız nedeniyle olmuştur. Eğer atalarımız Tarihte bu denli büyük rol oynayabilmişlerse, bu onların taşıdığı Sosyalist Gelenekler sayesinde olmuştur. Selçuklu, Osmanlı atalarımız da tabiî sonunda içine girdikleri Sınıflı Toplumun pisliklerine bulaşmışlar, insanı hayvan yerine koyan anlayışına hoş görüyle bakmaya başlamışlardır. Medeniyetin hazineleri, sarayları, rahat ve lüks hayatı onları da kendine çekmiş, bozmuş, çürütmüştür. Bu sebepten de tüm Antika Medeniyetler gibi bizim kurduğumuz Antika İmparatorluklar da zamanla gerilemiş, sonra da çökmüş ve yıkılmıştır. İşte Recep Yoldaş gibi yoldaşlarımız da, Tarihte olumlu rol oynayan atalarımız gibi, Sosyalist inançlarından güç alıyorlar. Toplumumuza ve tüm dünyaya insanları mutlu edecek bir düzen getirmek için mücadele ediyorlar. Kıvılcımlı Usta, bizleri gözü pek, atılgan, yiğit devrimciler yapan bu özelliğimize, “Jön Türkler Geleneğimiz” der. Yani biz devrimciler de böyleyiz, arkadaşlar. Dünyaya en insancıl düzeni getirmek için mücadele ediyoruz ve ömrümüzü buna adamışız. İşte ben de 1967 senesinde, bilim adamı olmak için buraya, İstanbul Beyazıt’a, üniversiteye geldim. Ama burada, İşçi Sınıfımızın ve tüm halkımızın çektiği acıların gerçek sebebini görüp öğrenince ve Amerika’nın ülkemizi nasıl yarısömürge durumuna düşürdüğünü kavrayınca, o idealimden vazgeçtim. Devrimci oldum, Sosyalist oldum. O günden bu yana da hep bu uğurda mücadele ediyorum. İşte Recep Yoldaş da Ankara’ya, tıpkı benim gibi yoksul bir halk çocuğu olarak öğrenim görmeye geliyor. Almanca biyoloji bölümüne giriyor. Ve orada, benim gibi o da halkımızın acılarının, felaketlerinin sebebini öğreniyor, yüreği yanıyor ve devrimcilikte karar kılıyor. Ondan sonraki tüm hayatını devrimci mücadeleye adıyor. Başta İşçi Sınıfımız ve tüm halkımızın kurtuluşu için kavgaya adıyor. Ve dünyanın baş haydudu Amerikan Emperyalizmini, Avrupa Birliği Emperyalizmini ülkemizden ve bölgemizden kovmak için, kendi ülkelerinin sınırları içine çekilip gitmeleri için ve insanlarımıza kötülükler yapmalarının engellenmesi için savaşa adıyor kendini. Ayhan Arkadaş, “Recep asgari ücretle çalıştı hep”, dedi. Bu sözün düzeltilmeye ihtiyacı var. Asgari ücretle sendikada çalıştığı dönem, sanıyorum 2003’ten sonrasını kapsar aşağı yukarı. Ayhan Arkadaş: 2003. 2002’de ama onun altında da çalıştığı dönem oldu. urullah Ankut Yoldaş: 2003 aşağı yukarı. Ama ondan öncesinde, tamamen kendi imkânlarıyla, anne babasının gönderdiği harçlıklarla geçimini sağlayarak yine aynı şekilde devrimci kavgasını sürdürdü. Ne zaman saflarımıza katıldı Recep yoldaş? Dinleyiciler: 1991’de. urullah Ankut Yoldaş: 1991’de. Demek ki arkadaşlar, 2003’ten daha öncesine kadar (2003’ten biraz öncesinde de az miktarda ücret veriliyordu), sadece kendi imkânlarıyla kavgasını sürdürüyordu Yoldaş’ımız. Son soluğunu vermeden önce nasıl sürdürüyorsa, öncesinde de yine aynı şekilde sürdürüyordu... Yani insan böylesine insancıl bir kavgaya, davaya bütün benliğiyle girdi mi, zaten başka türlü bir yaşama biçimini benimseyemez. Bundan daha yüce bir yaşam biçimi olamaz ki... İşte Halil Arkadaş, Meha İşçilerinin Direnişlerinden örnek verdi. Şimdi devrimciler olarak o arkadaşlarımızın uğradığı haksızlığa duyarsız kalırsak, onların mücadelelerine, gücümüzün yettiği kadar yardım etmezsek ve deneyimlerimizle onlara yol göstermezsek, devrimciliğimiz ve insanlığımız nerede kalır? Demek ki, nerede bir haksızlık varsa ona karşı mücadelede biz de olmalıyız. Haksızlığa uğrayanların yanı başında yerimizi almalıyız. İşte böyle bir anlayışla bir araya gelmiş insanlarız biz. Partimizi bu mücadele anlayışı üzerine inşa ettik. Partimizi oluşturan yoldaşlarımız bu ortak inanca sahiptir. Yani kader birliği etmişiz. Bu yüzden de bir yoldaşımızı kaybettiğimiz zaman, başımıza böylesine bir felaket geldiği zaman, gerçekten yüreğimiz yanar yakılır bizim. Ortadoğu, Haçlıların vahşiyane, insanlık dışı katliamlarına sahne olmuştur Bugün Suriye’de Halep şehrinin güneyinde Maarra adlı bir kasaba vardır. Ortaçağın çok güzel bir şehriydi bu. Ve çok ünlü bir şairi vardır bu şehrin. Şehir sakinleri hep bu şairleriyle övünür. Ebul Alâ el Maarri’dir adı. Arap edebiyatının en ünlü şairlerindendir bu şair. El Maarri’nin düşünce dünyası yer yer Sosyalist motifler barındırmakla birlikte; derin bir karamsarlığın, kötümserliğin ve umutsuzluğun hüznüyle doludur. Tarihin, bildiğimiz en eski Sosyalist isyanını örgütleyen, o halk hareketine önderlik eden ve davası için başını veren yiğit Mazdek’in inançlarını benimsediği de iddia edilmektedir bazı Ortaçağcı-Şeriatçı düşünürler tarafından. El Maarri, 974’te doğar, 1057’de ölür. Burada çağrışım oldu. El Maarri’nin güzel şehri Maarra, Ortaçağ’da Haçlıların en vahşiyane, en insanlık dışı vahşetine sahne olmuş bir şehirdir. Aynen bugün Batılı Emperyalistlerin yaptığı zulüm gibi, Ortaçağda da Avrupa’nın Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfları, din maskeli Haçlı Seferleri’ni düzenledi bölgemize. Anadolu’ya, Suriye’ye, Filistin’e, Mısır’a. Yani tüm Ortadoğu’ya. Tıpkı bugün olduğu gibi o günde, Batılı sömürgeciler vurgun için geliyorlardı bölgemize. Bizi sömürgeleştirmek için geliyorlardı. Saldırıyorlar, katlediyorlar, işgal ediyorlardı. Anadolu’yu baştanbaşa geçip Suriye’yi, Filistin’i, Mısır’a kadar olan İslam ülkelerini işgal ediyorlardı. Korkunç katliamlar yapıyorlardı. Maara’yı da kuşatıp ele geçirdikten sonra, yetişkinlerini kazanlarda kaynatıp etlerini yiyorlardı. Çocukları şişlere geçirip, ateşin üzerinde çevirerek pişirip yiyorlardı. Bunları Fransız Tarihçiler yazar. Böylesine bir felaket yaşamış bu şehir. Sadece orası değil, yine Sema Arkadaş’ımızın memleketi olan Antakya da aynı felaketi yaşamış. İki yüz günlük bir muhasaranın ardından düşüyor şehir. Haçlıların eline düşüyor. Dışarıda da yiyecek tükeniyor, içerde de. Hem kuşatıcı zalimler, hem de içerideki mazlumlar açlık felaketiyle karşı karşıya geliyor. Haçlı Seferleri’nin teşvikçilerinden olan Piyer Lermit (Pierre L’Ermitte) yani Keşiş Lermit, işgalciler; “Açız, açlıktan ölmek üzereyiz” dediği zaman, “Bu sizin korkaklığınızdan” diyor. “Müslüman cesetleri ne güne duruyor, onları tuzlayıp pişirirseniz çok da lezzetli olur.” diyor. Ve öyle de yapıyorlar. Şehre girdikleri zaman da korkunç katliamlar yapıyorlar. Yine Kudüs’ü işgal ettiklerinde, Müslümanlar aynı acıları yaşıyor. Katliamla karşılaşıyor. Sağ kalan son Müslümanlar, son bir umutla Ömer Camii’ne sığınıyorlar. Ne yazık ki bu umutları da boşa çıkıyor. Ve işgalciler kapıları kırarak içeriye giriyorlar, Cami’deki Piyer Lermit Haçlı Ordusu topluyor tüm Müslümanları kılıçtan geçiriyorlar. Ve öyle ki, yine Fransız Tarihçilerin anlattığına göre, Cami’nin içinde, Fransız ve diğer ülkelerden Haçlı şövalyeleri atlarıyla gezerken, Müslüman kanı atların dizlerine kadar çıkıyor. Müslüman cesetleri o kan denizi içinde yüzüyor. Yani böylesine vahşiyane zulüm yapıyor Ortaçağın Batılıları bölgemiz insanlarına. İşte bu bölgenin, Maarra’nın şairi EbulAlâ el Maarri der ki bir dizesinde: Sırçadan yapılmışız gibi parçalar bizi kader Ve yapışmaz bir daha asla kırıklarımız. Ne yazık ki, devrimci kavgada da sırçadan yapılmışız gibi bazen kader bizleri parçalıyor. Ve o parçalarımızla bir daha bedence bir araya gelemiyoruz. Ve bu kadar acı veriyor bu olaylar, bu parçalanışlar yani bu zamansız ölümler bize... Ama hepimiz ne isteriz, arkadaşlar? Bu dünya, insancıl bir dünya değil, şairimizin de dediği gibi. O zaman, bu dünyayı mümkün olan en insancıl hale getirmek isteriz. Bunu başarırsak, doğal felaketleri de asgariye indirmek mümkün olur. Sıfıra indiremiyoruz sosyal ayrıcalıkları ama sosyal felaketleri ortadan kaldırabiliriz. Savaşları ortadan kaldırabiliriz. Ve dünyayı aklın, bilimin ışığında yeniden kurabiliriz. Dünyayı değiştirebiliriz. Yapmamız gereken budur, arkadaşlar. Dün Haçlılar bugün Emperyalistler halklara kan kusturmaktadır Amerika’nın silahlanmaya ayırdığı para 2008’de 607 milyar dolarmış. Her yıl, aşağı yukarı bu kadar para ayırıyor silahlanmaya bu haydutlar başı devlet. Bu para eğer insanlığın hizmetine verilse, dünyada açlıktan ölüm diye bir şey kalmaz. İşte Afrika’da kuraklık olduğu yıllar, yoksul siyah insanların görüntüleri geliyor televizyon ekranlarına. Anaların, bebelerin iskelete dönmüş bedenlerinin görüntüleri geliyor. Hastaların, çaresizlerin sinekler uçuşuyor yüzlerinde, gözlerinde... Açlıktan, hastalıklardan kitleler halinde kırılıp gidiyorlar. Sayıları on milyonları aşıyor. İşte bunların tümü ortadan kalkar 600 milyar dolar böyle insanların dertlerine derman bulmaya ayrılsa. Ama ne gezer?.. Tam tersine, bütün bu felaketlerin yaratıcısı zaten Batılı Emperyalistlerdir. Onların sömürü ve talanıdır. Tıpkı Haçlı Seferleri’nde olduğu gibi, yine bu acıların müsebbibi Batılı haydut sömürgecilerdir. Onların sömürü ve zulümleridir mazlum dünya halklarına bu acıları yaşatan. İşte yalanlar üzerine inşa ettikleri bir saldırı ve savaşla Irak’ı işgal ettiler. 2003’ten bu yana, yani altı yıldır işgal altında tutuyorlar. Ortalama dört milyon masum insan hayatını kaybetti bu savaş ve işgal sürecinde. Gerekçelerinin tümünün yalan olduğunu, geçersiz olduğunu, kendileri de kabul etti. Bush alçağı da itiraf etti bunu bildiğimiz gibi. Ama biz bu kadar masum insanın boşu boşuna canına kıydık, diyorlar mı? Demiyorlar. İşte Afganistan’da köyleri bombalıyorlar. Sadece bir günde, 147 kadın ve çocuklardan oluşan sivil insan hayatını kaybetti. Katletmeye de devam ediyorlar. Obama alçağı bize de geldi geçen günlerde. Bizden de daha fazla asker istedi, Afganistan’a götürüp kendileri adına savaştırmak için. ABD Emperyalizminin çıkarları için, bizim halk çocukları savaşacak, öldürecek ve ölecek. Düşünebiliyor musunuz? Geçmişte Kore’de olduğu gibi… Yine İsrail alçağı! İşte Gazze’de binlerce masum Filistinli Müslümanı katletti. Hastanelere varıncaya kadar bombaladı. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar hep öldü. Amerika ve Avrupa Birliği ne dediler bu katliam hakkında? Bu İsrail’in meşru savunma hakkıdır, dediler. Yani kınamak bir yana, savundular o canavarlığı. Niye savundular? Çünkü İsrail onların petrol bekçisi oradaki. Yani onların bir ileri karakolu, bir müfrezesi, bir askeri birliği... O yüzden savunuyorlar. Yine Yugoslavya’yı yedi parçaya böldüler. Orada da on binlerce masum insan hayatını kaybetti bu parçalanış sırasında. Hâlbuki onların müdahalesi öncesinde, Sosyalist Yugoslavya’da bütün o halklar kardeşçe bir arada yaşıyordu. Aralarında hiçbir sorun yoktu. Onlar müdahale edince cehenneme çevirdiler ülkeyi. Demek ki, bunlar nereye adım atsalar ölüm, acı, gözyaşı bunlarla beraber geliyor. Yani ecel cellâdı bunların yanı başında, nereye giderlerse o cellât da bunlarla birlikte gidiyor ve görevini yapıyor. O zaman bunları bölgelerimizden, ülkelerimizden kovmamız gerekir. Halklarımızın acılarının son bulması için Emperyalistleri ve uşaklarını kovmak şart Ne yazık ki bunlar, dışarıdan gelip bu ülkeleri sadece kendi güçleriyle işgal etmiyorlar. İçimizde de hainler var, işbirlikçiler var. Halil Arkadaş’ın sözünü ettiği Parababaları ve onların emrindeki siyasiler, bunların en Mevlana önemli işbirlikçileridir. Yerli Parababaları, tamamen bunların şirketlerinin Türkiye’deki şubeleridir. Bir tek yerli sanayi markası var mıdır Türkiye’de? Yok. Hepsi Avrupa ve Amerikan Emperyalistlerinin uluslararası tekellerinin Türkiye şubeleri, arkadaşlar. Şimdi o yüzden bizim yerli Parababaları da onların taşeronu, işbirlikçisi konumundadır. Onların bir dediğini iki edememeleri bundan kaynaklanıyor. Siyasi olarak bütün iktidarları onlar getirip götürüyorlar. Hükümeti hangi parti kuracak, hangi sermaye partisi kuracak, hangisi gidecek onlar belirliyor. Askerin başını NATO kanalıyla tutmuşlar, Ordu’yu da onlar yönetiyor. Medya dediğimiz bütün gazetelerin, televizyonların tepesindeki yöneticiler hep misyoner okullarından yani kolejlerden mezundur. Orada Batılıların sömürgeci emperyalist ideolojileriyle doktrine edilmiş yani adlarından başka Türklükle ilgileri kalmamış insanlardan oluşuyor. Yani medyanın, yazarçizerlerin, ekranların ortaya koyduğu, savunduğu kültür de onların kültürü. Bizim ahlâkımız, bizim geleneklerimiz, bizim kültürümüz yok oralarda. Yani tümüyle, her şeyiyle ekonomiden, siyasetten, askeriyeden, kültürden, felsefeden, sanattan dine varıncaya kadar aklımıza gelebilecek her alanda onların hâkimiyeti var, belirleyicilikleri var. Türkiye’yi, ne yazık ki Türkiye yönetmiyor, onlar yönetiyor. İşte bundan kurtulmamız lazım, onun için de mücadele etmemiz lazım. O yüzden öncelikle Türkiye’nin Tam Bağımsız olması gerekir. Onu sağlamak için de bu bir avuç büyük Parababasının ortadan kaldırılması gerekir, arkadaşlar. Hain siyasilerin, satılmış aydınların, akademisyenlerin, yazarçizerlerin bulundukları etkin mevkilerden alaşağı edilmeleri gerekir. Yani bizzat onları öldürelim anlamında söylemiyoruz ama ekonomik hayattaki varlıklarının bitirilmesi gerekir. NATO’dan çıkılması gerekir. Yoksa NATO tümüyle Amerikan generallerinin emrinde ve Amerikan ideolojisiyle yönlendirilen bir askeri, saldırgan örgüt. Bizim Ordu’nun orada işi yok. Siyasi, askeri, saldırgan bir örgüttür NATO. Başkomutanı da ABD’li general. Şimdi neresinde bunun bağımsızlık?.. Bir de Parababaları diyor ki, Ordu siyasetten uzak durmalı. Sen en büyük siyasetin içine sokmuşsun Ordu’yu. Batılı Emperyalistlerin siyasetinin emrine vermişsin sen Ordu’yu. Demek ki, onlar halkı kandırmak için böyle söylüyor. Tabiî ekonomideki varlıkları sona erdiği anda (bu da halkın gerçek anlamda iktidara gelmesiyle mümkün olacaktır) bu medya da Parababalarının satılmış medyası olmaktan çıkar. Halkın medyası haline gelir. O zaman, halkın temsilcisi olan namuslu aydınlar yönetir o medyayı. Bugünkü gibi dönek, hain, satılmış yazarçizerler yönetmez, arkadaşlar. İşte bunun için mücadele ediyoruz. Demokratik Halk Devrimi ve onun zaferiyle gerçekleşecek halk iktidarı için mücadele ediyoruz. Bu devrimi kimle yapacağız? Bunu başta İşçi Sınıfımız, köylümüz, esnafımız, memurlarımız, aydınlarımız ve Ordu Gençliği’mizle beraber yapacağız. Çünkü Ordu da halk çocuklarından oluşur. Onun gençliği de, tıpkı sivil gençliğimiz gibi halkın çocuklarıdır. Onlarla bir araya gelerek yapacağız bunu. Tıpkı 1919’da Mustafa Kemal’in önderliğinde başlatılan ve zafere ulaştırılan hareket gibi, biz de Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı başarıya ulaştıracağız. Zafere ulaştıracağız. O zaman bunların tümünü kovup Türkiye’yi gerçekten bağımsız yapacağız. Bunu yapmadığımız sürece böyle felaketler bitmez, arkadaşlar. IMF gitmez. İşte devamlı görüşülüyor IMF ile ve bugüne kadar 21 kere anlaşma yapılmış. Ve hep felaket getirmiş bu anlaşmaların tümü halkımıza. Geçenlerde Brezilya Devlet Başkanı Lula geldi Türkiye’ye. Çok önemli bir şey söyledi. Basında okumuştur arkadaşlarımız. “IMF’yi kovduk ülkemiz zenginleşti” dedi. Yani IMF’yi kovmadan ülkemiz kurtulmaz, ekonomisi kurtulmaz. Bu kesin bir gerçektir. 9 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Bizi yönetenler ne yazık ki kandırıyorlar insanlarımızı. Dini sömürüyorlar, din sömürüsü yapıyorlar. Şu anda iktidarda bulunanlar, bunu en hayâsızca yapan ekiptir. Hâlbuki Hz. Muhammed öldüğünde hırkası, ibriği ve bir de kırbasından (su kabı) başka bir kişicil mülkü yok. Bütün malı mülkü bundan ibarettir. Dört Halife de yine aynı şekilde yaşıyor. Hz. Muhammed’le tam uyumlu bu Halifeler de. Fakat bugün din sömürüsü yapan siyasilerin, emperyalist işbirlikçilerinin hepsi trilyoner. Tayyip siyasete girmeden önce, yani Necmettin Erbakan’ın çömezliğine başlamadan önce İETT’de üçüncü sınıf bir topçudur (futbolcudur). Oradan Refah Partisi Gençlik Kollarına geliyor, sonra da Refah Partisi İl Yönetimine, İl Başkanlığı’na geliyor. Sonra Belediye Başkanlığı yapıyor. Ve şu anda da dolar milyarderi, arkadaşlar. Oğullarının gemileri var, kuyumculuk şirketleri var... Bu serveti nereden edindi bunlar? Vurgundan, talandan. Yedi tane yolsuzluk suçlamasıyla ilgili dosyası var Tayyip’in mahkemelerde bekleyen. Hepsi de yüz kızartıcı suçlardan oluşuyor. Yani ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, zimmet, kalpazanlık gibi adi yüz kızartıcı suçlardan oluşmakta bu dosyalar ve davalar. Türkiye’de gerçekten hukuk olsa, bağımsız yargı olsa Tayyip’in tüm serveti elinden alındığı gibi, 30–40 yıl da ceza yer. Yine Tayyip’in milletvekillerinin, bakanlarının, il yöneticilerinin çoğu da böyle. Gül de böyle... Bir trilyonu götürmüşler Erbakangil zamanında. Devletin verdiği parayı, seçimle ilgili masraflar yaparak harcadık, diyorlar. Hâlbuki tüm faturalar sahteymiş, hesapları kitapları sahte. İç ediyorlar trilyonu. Nereye harcandığı belli değil bu trilyonun. Türkiye’de bağımsız yargıdan söz etmek mümkün değil Sincan Ağır Ceza Mahkemesi, “Gül, bu suçtan dolayı şu anda yargılanmalıdır”, dedi biliyorsunuz geçen günlerde. Böyle yargıçlar da var Türkiye’de. Ama onlar da seslerini çıkaramıyor ne yazık ki. Böyle namuslu aydınlar var. Namuslu hocalar var. Sincan Ağır Ceza Mahkemesinin bu kararı açıkladığı tarihe dikkat ettiniz mi? Enteresan bir durum vardı kararın açıklandığı tarihte. Ayın 17’sinde Ankara’da bu vurgunculara karşı, satılmışlara karşı 150–200 bin kişiden oluşan, halkımızın dev bir mitingi oldu. Hemen ertesi gün de mahkeme bu kararı verdi ve açıkladı. Eğer biz gerçek devrimciler kitleselleşsek, yüz binlerle böyle eylemler ortaya koymaya başlasak, inanın Tayyip ve şürekası için de mahkemeler çalışmaya başlayacaktır. Hâlbuki mevcut yasalara göre bile milletvekili dokunulmazlığı, sadece Meclise girildiği andan sonraki eylemleri kapsıyor. Ondan önceki dönemi kapsamıyor dokunulmazlık. Şimdi bunlar vurgunlarının önemli bir bölümünü Meclisten önceki dönemde yapmışlardır. O zaman, bunların bu dönemdeki suçlarından dolayı dokunulmazlık diye bir zırhı olmamalı. Ama ortada hukuk yok ki... Mahkemeler de kuşatılmış durumda ne yazık ki. Bağımsız değil. Bağımsız yargı diye bir şey yok. Namuslu Paşaları, “Ergenekon Davası” diye içeriye atıyorlar. Namuslu aydınları içeriye atıyorlar. Türkan Saylan gibi bir eğitim meleğini bile tutuklamak istediler. Bütün ömrünü İşçi Sınıfımızın, diğer halk kesimlerinin ve halk çocuklarının sağlığına ve eğitimine harcayan bir meleği bile suçlu ilan etmekten çekinmediler. Evini aradılar, eşyalarına, dosyalarına el koydular. Türkan Saylan, önce SSK Hastanesinde İşçi Sınıfının hizmetine veriyor kendini. Kaç yılını aldı Mustafa bu dönem? Mustafa Arkadaş: Üç yıl SSK’da çalışıyor. Deri Hastalıkları Uzmanlığını oradan alıyor. İşçi Sınıfımız için çalıştığı ve İşçi Sınıfımızı tanıdığı bu üç yılını da; “Bir Üniversite daha bitirdim” diye değerlendiriyor. urullah Ankut: İşçi Sınıfımızın hastalıklarına, dertlerine derman buluyor bu sürede bir hekim olarak. Tabiî bu sürede de, hayatının her döneminde olduğu gibi, gece gündüz çalışıyor hasta işçi kardeşlerimizi sağlığına kavuşturabilmek için. Ben günde 3–4 saat uyurum, geri kalan zamanımı bütünüyle işime veririm. Bir anne olarak oğullarımla bile bu yüzden yeterince ilgilenemedim, diyor. Sadece hasta işçi kardeşlerimizle ilgilenmekle kalmıyor onların çocuklarıyla da ilgileniyor. Onların eğitimlerine kafa yoruyor. Onları okutup adam etmek için uğraşıyor. Onlara burs buluyor, yurt buluyor velhasıl onları eğitimli, meslek sahibi insanlar haline getiriyor. Tabiî bu işle uğraşırken, yoksulluktan halk çocuklarının eğitimsiz, cahil kaldıklarını görüyor. Eğer imkân sağlansa, onların da en iyi eğitimi alacak kapasiteye sahip olduklarını görüyor. Bu acı gerçekten hareketle, bu kez de tüm halk çocuklarının eğitim imkânlarına kavuşturulması işine kafa yoruyor. Ve yine burslar bularak, yurtlar kurarak on binlerce halk çocuğunun eğitimini sağlıyor. Bu arada bir de, Türkiye’de o zamanlar sayıları on bini bulan cüzam hastalarının sağlığıyla uğraşıyor. Onları iyileştirmek için hayatının yirmi yıllık bölümünü de Türkiye’yi il il, köy köy dolaşmakla geçiriyor. Tüm cüzam hastalarını tespit ediyor ve onların tedavisini sağlıyor. Bu süre sonunda, 10 bin civarında olan cüzam hastalarının sayısı 2 bine iniyor. Kaldı ki, o 2 bin kişi de şu anda tedavi altında. Yani eskiden olduğu gibi, o hastaların burunları, parmakları düşmüyor, dökülmüyor, gözleri kör olmuyor. Sadece sinirlerinde, ayak tabanlarında belli duyarsızlıklar oluyor. Onlar da tedaviyle kontrol altında tutuluyor ve hastalığın ilerlemesi durduruluyor. Olmuş hasarlar sabitleniyor. Mikrop ortadan kalkıyor. Onların çocuklarının eğitimiyle de ilgileniyor. Kürt illeri ülkemizin en yoksul illeridir. Mevcut sömürge statüsünden dolayı o illerde, ne yazık ki, ne acı ki, yoksulluk, işsizlik, açlık kol geziyor. Cüzam hastalarının büyük bölümü bu yüzden Kürt illerimizde bulunuyor. Türkan Hoca da en çok o bölgeleri dolaşıyor. Ve orada, özellikle kız çocuklarının eğitimsizliğini görüyor. Bilindiği gibi, genellikle Kürt illerimizde kız çocukları okula gönderilmez, ilkel bir anlayıştan dolayı. Ve bu cüzam hastalarının çocuklarının eğitimiyle ilgilenirken, onları okuturken, tüm çocukların eğitimiyle ilgilenmek gerektiğini düşünüyor bir kez daha. Ve ondan sonraki ömrünü de bu işe harcıyor. Yani başta kız çocukları olmak üzere, yoksul halk çocuklarının eğitimine harcıyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’ni kuruyor. Bilindiği gibi, bu derneğin temel işi eğitimdir. cımıza ulaşamayız. Gitmek istediğimiz yere gidemeyiz. Devrimci harekette buna Devrimci İdeoloji denir. O ideolojinin ışığı bizim yolumuzun üzerine düşer, yolumuzu aydınlatır ve o aydınlıkta biz yolumuzu kolayca, yanılmadan, şaşırmadan buluruz. İşte bu Devrimci Teoridir. Bu teoriyi de Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı oluşturmuştur. Onlarca kitabı şu anda bizim bütün Parti şubelerimizde vardır. Usta’mızı bedence kaybettikten sonra Hareketimiz, Partimiz bu alanda da üstüne düşeni, daha doğrusu sorumluluğunun gereğini yaptı. Her şey devamlı akıyor. Bir akış, bir değişim, bir oluşum içinde. Dünyanın, Usta’mızı kaybettikten sonraki gelişimlerini de, Ustaların oluşturduğu teoriyi geliştirerek, ana tezleri baz alarak, onların ışığında biz bugünlere getirdik. Yani şu andaki dünyamızın ve Türkiye’mizin sınıf ilişki çelişkilerini çok net şekilde ortaya koyduk. Devrimci kavgada nereye gideceğiz, dost kim düşman kim, nasıl ayırt edeceğiz, izleyeceğimiz hat ne olacak? bunu tümüyle, çok açık, net bir şekilde belirledik. İşte Ermeni Meselesi’ndeki görüşlerimiz net, Kürt Meselesi’ndeki görüşlerimiz net, Kıbrıs Meselesi’nde görüşlerimiz net, Ordu Meselesi’nde görüşlerimiz net, arkadaşlar. Çanakkale Savaşı’na, tarihimize, Kurtuluş Savaşı’na, Mustafa Kemal’e bakıştaki görüşlerimiz net ve doğru tabiî. AB-D Emperyalizminin Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmek istediği konusundaki tespitimiz de kesindir. Ortaçağcı ideolojilerle mücadele etmek ve Laikliği savunmak konusundaki görüşümüzde kesin doğrudur. Çünkü Tefeci-Bezirgân Sermayenin dünya görüşü olan Ortaçağcılık, AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’deki işbirlikçiliğini yapmaktadır. Bu nedenle AB-D Türkan Saylan çok sevdiği kız öğrencilerle... Evi arandığında, tutuklanmak istendiğinde ölümün eşiğindeydi. Ekranlarda siz de görmüşsünüzdür, karnı asit doluydu. Yürüyemiyordu. Tekerlekli sandalyesindeydi. O zaman yoldaşlarımla da konuştuk Hoca’nın bu halini. Ne yazık ki, ömrü artık aylarla sınırlı, demiştik. Ve işte bir ayı biraz geçti ölümün gelmesi. Ama böylesi bir insanı bile gözaltına almak istediler, büyük acılar yaşattılar. Ve yine, uzman bir hekim arkadaşın söylediğine göre, en az birkaç aylık ömrünü götürdüler, kısalttılar bu saldırıyla; o çektiği acıdan, stresten dolayı. Çünkü o hastalıkta sıkıntı, stres çok olumsuz etki yapar. Bütün hastalıklarda olduğu gibi... Yani bu “Ergenekon Davası” saldırganları bu kadar zalim ve vicdansız. O bakımdan Türkiye’de yargıdan, hukuktan, bağımsız mahkemelerden söz etmek mümkün değil, onlar da Parababalarının kuşatması altında. Bu alandaki kuşatmayı da ortadan kaldırmak gerekir. Yargıyı özgürleştirmek gerekir. Bu da, halkımızın gerçek bir devrimci parti etrafında ordulaşarak yapacağı bir devrimle mümkün olur. Halk devrimiyle. Ve halkın gerçek temsilcilerinin yani işçilerin, köylülerin, aydınların el ele, omuz omuza, Türk ve Kürt kardeşlerimizin yine kardeşçe dayanışarak, beraberce ülkenin yönetimini devralmalarıyla mümkün olur. Başka türlü değişmez bu düzen. Bu düzen kaldıkça, Parababaları partilerinin biri gider biri gelir ama değişen hiçbir şey olmaz. O bakımdan, devrimci görevler bizler için çok önemli. Bir an önce halkımızın çektiği bu acılara son vermemiz gerekiyor. Onun için de tüm zamanımızı bu kavgaya, bu davaya adamamız gerekiyor. İşte Recep Arkadaş’ımız da tüm zamanını devrimci kavgaya ayıran yoldaşlarımızdan biriydi. Bunu bizler de yapabiliriz, yapmalıyız. Çünkü bir davada zafere ulaşabilmek için böyle olmak gerekir. Türkiye’de Devrimci Teoriyi Hikmet Kıvılcımlı oluşturmuştur Ha tabiî, zafere giden yolu da doğru belirlemek gerekir. Yolu doğru seçemezsek ama- Emperyalizmiyle kaynaşıktır bu ideoloji. Yine Devrimci Gençliğin bizim kuşaktaki önderleri olan Denizler’in, Mahirler’in bakışıyla bizim bakışımız tam bir paralellik oluşturur. Aynı şekilde değerlendiriyoruz Türkiye’nin meselelerini ve doğru yolda da tavizsiz şekilde de ilerliyoruz. Ne yazık ki, Türkiye sol ortamına baktığımızda, bizim dışımızda böyle bir hat izleyen hareketin olmadığını görüyoruz şu anda. Sol grupların hepsi sağ cepheye yani emperyalizmin safına savruldular gittiler. Böylece de devrimci hattı terk ettiler. ABD ve Avrupa Emperyalistlerinin saflarına doğru savrulup gittiler. Ve bugün bu nedenle onlarla aramızda çok büyük bir ayrım, farklılık, hatta uçurum oluştu. O bakımdan biz tek başımıza doğru yolda yürüyoruz. Güçlendiğimiz oranda onları etkileyeceğiz. Onlar için şu halleriyle zaten deniz bitmiştir. Halkımıza verebilecekleri hiçbir şey kalmamıştır. O yüzden işte günbegün kar gibi, bahar güneşi altında kalmış kar gibi eriyip gidiyorlar. Ama biz gelişiyoruz her geçen gün. Çok yavaş adımlarla da olsa gelişip güçleniyoruz. Çünkü bizim ideolojimiz, halkımızın tüm problemlerine yanıt veriyor, çözüm getiriyor. Hâlbuki bizim dışımızdaki sol hareketlerin verebilecekleri hiçbir şey yok. Onların bütün tezleri; Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin tezleriyle uyum halinde. Onlar CIA’nın “Taraf”ının, Radikal 2’nin, “Ben antiemperyalist değilim” diyen dönek, satılmış, ajanlaşmış yazarçizerlerinin savunduğu görüşlerle birebir aynıdır. En güncelinden örnek verelim: Ermeni Meselesi’nde diyorlar ki; 1915’te Osmanlı, Ermenilere soykırım yapmıştır. Biz diyoruz ki, hayır; karşılıklı bir trajedi yaşanmıştır. Karşılıklı bir savaş olmuştur ve yüzlerce yıl kardeşçe yaşayan Ermeni insanlarını, Batılı Emperyalistler; Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya Emperyalistleri ve Çarlık Rusyası kışkırtmıştır, Müslüman halka karşı, Osmanlı’nın Müslüman halkına, Türklere ve Kürtlere ve Çerkezlere karşı. Bu nedenle 1915’te yaşanan trajedinin sorumlusu onlardır, diyoruz biz. Geçenlerde Obama geldi Türkiye’ye. O da diyor ki, Osmanlı soykırım yapmıştır 1915’te. Avrupa Birliği örgütlerinin, Avrupa Parlamentosu’nun ve diğer örgütlerinin bir sürü kararı var bu şekilde; Osmanlı soykırım yapmıştır, diyor onların hepsi de. Demek ki, AB-D Emperyalistlerinin bu konudaki teziyle, bizim Soytarı Sevrci Sahte Sol diye adlandırdığımız grupların tezleri birebir örtüşüyor. Yine Kıbrıs Meselesi’nde AB-D Emperyalistleri diyor ki; Türk ordusu Kıbrıs’ta işgalcidir, orayı terk etmesi gerekir. Türkiye’nin de Kıbrıs’tan elini çekmesi gerekir. Kıbrıs AB toprağıdır. Şimdi Avrupa Birliği ve Amerika bunu diyor. İşin acıklı tarafı bizim Soytarı Sahte Sol da aynı şeyi, diyor. Peki, biz ne diyoruz? Türk Ordusu oraya 1974’te ne için gitti? Amerika’nın tezgâhladığı faşist darbeyle, Türkleri ve Rum Sosyalistlerini ortadan kaldırma planını engellemek için gitti. Eğer 1974’te Türk Ordusu oraya gitmeseydi Kıbrıs’ta Türk de kalmayacaktı, Rum devrimci de, Sosyalist de. Amerika’nın casus örgütü CIA’nın planladığı, faşist ikos Sampson’un önderliğindeki Rum ve Yunanistan faşistlerinin gerçekleştirdiği faşist darbe, işte böylesine korkunç bir katliam projesi içeriyordu. Türk Ordusu bunu engelledi o harekâtla. Kıbrıs Sorunu’nda çözüm olarak biz şunu diyoruz: Ada’da 700 bin Rum var, 200 bin de Türk. Nüfusa orantılı bir şekilde Ada paylaştırılır, bir parçası Türkiye’nin vilayeti olur, öbür parçası da Yunanistan’ın. En hakkaniyetli şekilde bu mesele böyle çözülür. Kürt Meselesi’ni kardeşlik, eşitlik, özgürlük temelinde çözmeliyiz Kürt Meselesi’nde, Soytarı Sahte Sol, Amerikancı Kürt hareketini destekliyor. Çözüme oradan gidilir, diyor. AB-D Emperyalistleri de aynı şeyi, diyor. Zaten o hareketin yöneticisi ve hamisi onlardır. Böyle bir çözüm, halkların düşmanlığı üzerine inşa edilebilir. Halkların kardeşliğine tamamıyla zıttır. Bu burjuva çözüm Türk, Kürt ve Ermeni Halklarını birbiriyle kanlı bir boğazlaşmanın girdabına götürür. Biz diyoruz ki; 1071’den beri Türkler ve Kürtler kardeşçe bir arada yaşamışlardır. Ve bu vatanı ortak mücadeleleriyle ortak vatanları yapmışlardır. Ve aralarına bir düşmanlık girmemiştir 1000 yıl. Osmanlı çöktükten sonra, Osmanlı sınırları içinde yaşayan diğer Müslüman halklar Osmanlı’yı terk edip gittikleri halde, Kürtler gitmemiştir. Kendi iradeleriyle birlikte kardeşçe işgalcilere karşı savaşarak, bu vatanı o emperyalist işgalcilerden kurtarmışlardır. Öyleyse yine kardeşçe ama gerçek anlamda eşitliğe dayalı, hakkaniyete dayalı bir kardeşlik içinde Türk-Kürt Federasyonu şeklindeki bir çözümle, bu ülkede yine yaşamaya devam edebiliriz. Yapmamız gereken budur. Kardeşlik, eşitlik ve gönüllü birliğe dayanan bir temel üzerinde kurabiliriz bu çözümü. Bundan sonra Türklerin ve Kürtlerin bu ortak vatanımızda kardeşçe yaşayabilmelerinin yolu budur. Ve yine beraberce ülkemizden AB-D Emperyalistlerini ve yerli işbirlikçilerini, tıpkı Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi kovmalıyız, diyoruz. Tabiî bu sefer kesin biçimde, onların bir daha vatanımıza gelmelerine kesinlikle izin vermeyecek biçimde... Yukarıda belirttiğimiz gibi, bizim dışımızdaki sol hareketler bu görüşte değildirler. Onlar Amerikancı Kürt hareketinden yanalar. Irak’taki gibi, Amerika’nın sağdıçlığında ve vesayeti altında, Amerika’ya bağlı bir kukla Kürt devletinin Anadolu’da da kurulmasından yanalar. Obama geldiğinde, Meclisteki bütün parti başkanlarını ziyaret etti, görüştüler. Ahmet Türk de görüştü. Görüşmeden çıktıktan sonra dediği aynen şudur Ahmet Türk’ün: “Amerika gibi önemli bir ülke Kürt Ahmet Türk sorununun çözümünde çok etkin rol oynayabilir.” Hasan Cemal, Murat Karayılan’la Kandil’de görüştü. Murat Karayılan’da aynı şeyi diyor: “Obama, Kürt sorununun çözümüne önemli katkı sunabilir”, diyor. Yani ABD ile birlikte çözümü savunuyor, onlar. Biz diyoruz ki; bu çözüm kardeşliği esas almaz, halklara mutluluk getirmez. İşte Irak’ta Kürt Halkına mutluluk mu getirdi? Değil. Diğer tüm halklarla kanlı bıçaklı şu anda. Amerika gittikten sonra asıl büyük felaket yaşanacak. O yüzden de Barzani ve Talabani, Amerika’yı bu konuda uyarıyor, hatta gitmemesi için yalvarıyor. Siz tümden çekildikten sonra da bir bölük askeriniz burada kalsın, diyor ABD’ye. Irak’taki Kürt illerinin petrolleri de şu anda Amerikan şirketlerine pazarlanmış durumda. Hem de otuz yıllığına. Yani oraya özgürlük ve mutluluk getirmedi Amerika. Türkiye’ye de getirmez. Oysa bizim çözümümüz tamamen kardeşliği temel alan ve dünyanın kanlı zalimlerine karşı bir ittifak içeren çözümdür. Yani demek istediğimiz, diğer bütün sol hareketlerden, Türkiye’nin temel meselelerinde farklıyız, ayrıyız biz. Ve bizim görüşlerimiz de, Sosyalist teoriyi bir bilim halinde ortaya koyan devrimci önderlerin, Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Kıvılcımlı Usta’nın tezleriyle birebir uyum halindedir. Ve devrimci Hareketimizin Tarihiyle, Mustafa Suphi’nin, Ethem Nejat’ın ve Onbeşler’in tezleriyle birebir uyum halindedir. Deniz ve Mahir Arkadaşlar’ın tezleriyle de tümüyle örtüşmektedir. O bakımdan biz Türkiye’nin tek Devrimci Hareketiyiz, Partisiyiz. Ve zafere de bizim gösterdiğimiz yoldan varılacaktır. Recep Yoldaş Gerçek Bir Devrimciydi O zaman, bizlere düşen büyük sorumluluklar var. Hep anlattım. Başarılı olmamız için işte Recep Yoldaş gibi arkadaşlarımızı örnek almamız gerekir. Peki, nedir bu arkadaşların özellikleri? Özellikleri şudur: Recep Arkadaş kendisine bir görevin verilmesini beklemezdi. Şimdi kıdemli arkadaşlar elbette görevler verecekler, yeni genç arkadaşlara, kıdemsiz arkadaşlara. Verilen görevi başarılı şekilde yapmak bir devrimci kalitedir, ama yeterli değil. Tam devrimci bir kalite değil. O zaman nedir tam devrimci kalite? Gerçek devrimci nedir o zaman, arkadaşlar? Gerçek devrimci, durumu, Türkiye’nin durumunu, devrimci hareketin durumunu, Türkiye’deki halkın, İşçi Sınıfının, köylünün, esnafın, aydınlarımızın durumunu tahlil eder. Teorimizin ışığında değerlendirir, oradan sonuçlar çıkarır, projeler üretir. Der ki; ben şu bölgede, şu fabrikada, şu mahallede, şu ilde şu ilçede şu göreve talibim, şu görevin yapılması gerekir. Ve ben bu göreve talibim. Şu kadar arkadaşla veya tek başıma bu görev başarılabilir, demeli. İşte Recep Arkadaş, bunu diyen arkadaşlarımızdandı. Bu yüzden gerçek bir devrimciydi. Şimdi böyle arkadaşlarımız çoğalmazsa, sorumluluğumuzun gereğini başarıyla yerine getiremeyiz. Yani zafere ulaşamayız. Çünkü kıdemli arkadaşlar her yeri, her şeyi aynı anda görüp değerlendiremezler. Her şeye zamanları ve enerjileri yetmez. Demek ki, en kıdemsiz arkadaştan en kıdemli arkadaşa varıncaya kadar, herkesin bu anlayış içinde olması gerekir. İşte bu anlayışa sahip olursak o zaman bütün görevlerin üstesinden geliriz. Arkadaşlarım bilir, ben hep şunun hasretini çekerim ve böyle davranan arkadaşlara da her zaman takdirlerimi söylerim: Arkadaş bir projeyle gelir, ben şunu yapmak istiyorum, der. Tamam. İşte böyle arkadaşların çoğalması gerekir. O zaman her yerde işler saat intizamıyla yürür ve başarıya gideriz. Yaşımız, gençliğimiz hiç önemli değildir. Benim üniversite öğrenciliğim yıllarındaki psikoloji bilimine göre, insanların 14 yaşında zekâ gelişimi tamamlanıyor. Yani 14 yaşındaki bir arkadaşımız da, bir yoldaşımız da daha ileri yaşlardaki kıdemli arkadaşlarımız gibi teorimizi, pratiğimizi kavrayıp, onun ışığında meseleleri tahlil edip çözümler üretebilir. Yeter ki o istek, o enerji, o fedakârlık olsun... Haçlıların bozgununun sebebi, Müslüman Ordularının komutanlarının ve askerlerinin İlkel Komünal Gelenekleri taşıyor olmasıdır Tarihimizden sık sık örnekler veririm. Fatih, İstanbul’u aldığında 21 yaşındadır. Bildiğimiz gibi Hz. Muhammed vasiyetinde: “Konstantiniyye elbette fethedilecektir Müslümanlar tarafından. e mutlu o şehri fetheden komutana ve o orduya.”, der. Fatih bunu düstur ediniyor. Ben Hz. Muhammed’in takdirini kazanacağım, o komutan ben olacağım ve onun adaletini cihana hakim kılacağım, diyor. Ve dikkat edersek, savaşın her aşamasında, savaş meydanında ordusunun en önündedir. Hatta donanma bir defasında önemsiz bir yenilgiye uğradığında, Fatih Haliç’in girişindedir, bunu gördüğünde öfkeyle ve hırsla beyaz atını denize sürer. Yani o kadar kendini adıyor davaya. 10 Yukarıda Haçlı Seferleri’nden söz ettik. 1071’de bildiğimiz gibi Türkler ve Kürtler el ele vererek Bizans Ordusu’nu Malazgirt’te yendiler, darmadağın ettiler ve Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Ve aşağı yukarı on yıl içinde tüm Anadolu fethedildi. Yunanlı yazar acracas der ki: “Arapların üç yüz yılda başaramadıklarını Türkler on yılda başardı.” Bu neden kaynaklanıyor? Çünkü İslam Medeniyeti bir yere kadar, Anadolu sınırlarına kadar geldi, ondan sonra derebeyleşti. Artık İslamiyeti, o insancıl yönüyle, Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin temsil ettiği yönüyle ele alan, değerlendiren ve ona uygun yaşayan Arap önderler kalmadı İslam devletlerinde. Yani saraylara kapandılar, Muaviye’yi ve Yezid’i örnek aldılar. Böyle olunca da adalet getirmez oldular. Tabiî savaşçı ruhlarını da, İlkel Komünal Toplumdan gelen savaşkanlıklarını da tümüyle yitirdiler. O yüzden çakılıp kaldılar Anadolu sınırlarında. Ama Selçuklu atalarımız; Alparslan, Melikşah, Kılıçarslan, Hz. Muhammed’i ve Dört Halife’nin yaşayışını örnek aldılar. Onların adaletini ve yiğitliğini örnek aldılar. Çünkü kendileri de İlkel Komünal Toplumdan geliyorlardı. Tabiî Osmanlı’yı kuran atalarımız da aynı şeyi yaptılar. Ne yaptılar? Yiğitlikleriyle zaferler kazandılar. Bizans’ın derebeylerini ortadan kaldırdılar, toprağı yoksul köylüye dağıttılar. Hiç kimsenin dinine, inanışına karışmadılar. Herkesi özgür bıraktılar. Böylece mutluluk getirdiler. Bu nedenle Hıristiyan Bizans Halkı, Müslüman Selçuklu Türklerini kurtarıcı olarak karşıladı. İşin sırrı buradadır. Siz adalet, eşitlik getirirseniz halk sizi anlar, benimser. Başka dinden olsa bile anlar... İşte Anadolu’yu fetheden Alparslan’ın en önemli komutanlarından biri de Kutalmış oğlu Süleyman. Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu, arkadaşlar. İznik’e geliyor, İznik’i karargâh ve başşehir yapıyor. Sonrasında da bir savaşta ölüyor. Öldüğü sırada oğlu daha küçüktür. I. Kılıçarslan, altı yaşındadır. Daha büyük oğlu yok. Selçuklular, o dönem yoğun savaşlara giriyorlar. İdealist komutanlar ve önderler hep savaşın ön safında yer alıyorlar. Kendi çocukları da on yaşından itibaren savaş cephelerinde yetiştiriliyor. Yetişkin olur olmaz da büyük çoğunluğu, hep ön safta çarpıştıkları için telef oluyor cephelerde. O yüzden Selçuklular’da, önder ölünce yerine geçecek büyük oğul bulunmuyor. Geride kalanlar hep küçük çocuklar oluyor. İşte bu sebepten Atabeylik adı verilen bir müessese ortaya çıkıyor kendiliğinden. Güvenilir, kıdemli komutanlar o genç şehzadeleri yanlarına alarak, onların yetişmesinde örnek, öğretmen, önder rolü oynuyorlar. Oturdukları şehirlerde onları yanlarına alarak, katıldıkları savaşlara götürerek yetiştiriyorlar. Gerçek birer savaşçı ve komutan yapıyorlar. İşte Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun sultanı Alparslan’ın oğlu Melikşah da, I. Kılıçarslan’ı alıp oturduğu İsfahan’a götürüyor. Sultan olmasına rağmen ona Atabeylik ediyor. Altı yıl orada iyi bir eğitimden geçiriliyor Kılıçarslan. 13 yaşına gelince de yeniden İznik’e dönüp babasının yerine tahta geçiyor ve yönetimi ele alıyor. Anadolu, Müslümanlar tarafından yurt edinilmeye başlandıktan yani Malazgirt Zaferi’nden 24 yıl sonra, Papa II. Urban 1095’te bir toplantı düzenliyor. Yüzlerce başpiskoposu, piskoposu ve rahipleri bir araya getiriyor. Müslümanları Anadolu’dan ve tüm Ortadoğu’dan atmak için bir karar alıyorlar. Tabiî Kudüs’ü de fethetmeye ant içiyorlar. İşte bu karar üzerine Haçlı Seferleri’nin hazırlıklarına girişiliyor. Muhakkak ki Papayı ve rahipleri bu karara yönelten, Avrupa’nın vurguncu, asalak Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır. Yani Haçlı Seferleri din maskeli olmasına rağmen özünde ekonomiktir. Sömürgeleştirme ve yağmalama amacına yöneliktir. Bu gerçeğin altını özellikle çizmek gerekir. Bir yıl içinde hazırlıklar tamamlanıyor. Yıl sonunda ilk kafile yola çıkıyor. Ve bunu diğerleri izliyor. Haçlılar artık azgın, devasa bir sel gibi akın akın gelmeye başlıyorlar Doğu’ya. Sefere katılanların gömleklerinin üzerlerinde bezden dikilmiş geniş haçlar bulunduğu için, bu seferlere Haçlı Seferleri adı verilmiştir Tarihte. İlk Haçlı Ordusu Trakya’ya geldiğinde, Kılıçarslan daha 17 yaşında bile değildir. Bu kadar genç bir komutan ve devlet başkanıdır. Haçlı Ordusu’ndan haber alır almaz birçok deneyimli savaşçıyı Trakya’ya gönderiyor. Onları iyice gözleyin, bütün özelliklerini öğrenin ve bize sürekli bilgi aktarın, diyor. Görevliler, Haçlı Ordusu’nun her an nerede olduklarını Kılıçarslan’a bildiriyorlar. Kılıçarslan deneyimli komutanlar gibi, düşmanını tüm yönleriyle tanımak istiyor. Savaşın en önemli kuralıdır; düşmanınızı, onun savaş gücünü, kuvvetli ve zayıf yönlerini bilmezseniz onu yenemezsiniz. İşte bu sebeple onların her hareketini izliyor Kılıçarslan. Bizans İmparatoru Aleksios Komnenos, Haçlı Ordusu’nu getirip bugünkü Hersek’e yerleştiriyor. Arkadaşlarımızın bir kısmı bilir, Yalova yakınlarındaki bir yerdir Hersek. Otuz Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 bin civarında bir sayıya sahiptir ilk Haçlı kafilesi. İznik’e de yani Kılıçarslan’ın başşehrine de aşağı yukarı bir günlük yürüme mesafesindedir Hersek. Bu kadar da yakın Selçuklu başşehrine. Kılıçarslan bütün komutanlarını toplayıp, bu düşmanla nasıl savaşmalıyız, bunları nasıl yeneriz ve geldikleri yere göndeririz, diye soruyor. Tüm komutanlar ve önder, onun hesaplarını yapıyor. Ben gencim, bu işi beceremem, aklım ermez, gibi acizliklere asla düşmüyor. Zaten böyle komutanlar için ya ölmek var ya da yenmek. Yenilgi asla kabul edilemez. Eninde sonunda düşman yenilecektir. Kanun budur. Çevreye çapula çıkıyorlar Haçlılar. Bütün çevredeki Hıristiyan, Müslüman köylerini, çiftliklerini, tarlalarını çapul edip karargâhlarına dönüyorlar. İşte böyle çıkışlarından birinde gelip, İznik yakınındaki bir hisarı ele geçiriyorlar. Kılıçarslan ani bir baskınla gelip, orada altı bin Haçlı’yı bir anda yok ediyor. On beş gün sonra da kalanlarına saldırıyor yine aynı şekilde. Hersek üzerine ani bir baskın yapıp, yirmi bin kişiyi de orada yok ediyor. Sağ kalan dört bin kişi de Kuzeye doğru kaçarak canlarını kurtarabiliyor. I. Haçlı Seferi, böylece daha ilk adımda uğradığı hezimetle ortadan kalkmış oluyor. Ama Avrupa Tefeci-Bezirgân Sermayesinin din sömürüsü yaparak, o denli güçlü bir sömürü ve yağma arzusu var ki, seferler dalga dalga gelmeye devam ediyor. Ortadoğu’yu ve zenginliklerini sömürmek için yüz binlerce insan akın akın yollara düşüyor. Sözü uzatmayalım. Daha kalabalık yeni bir Haçlı Ordusu Marmara’yı boydan boya geçerek Eskişehir dolaylarına ulaşıyor. Kılıçarslan peşlerine düşüyor ve uygun anı yakaladığına inanarak saldırıyor. Fakat orada, kendinden büyük ordulara karşı o güne kadar savaşlarda başarıyla uyguladığı bozkır taktiği sökmüyor. Çünkü şövalyelerin üzerleri tümden kalın zırhlarla kaplıdır. Türk atlıları ise bildiğimiz gibi hafif süvaridir. Yani zırhsızdır, üzerlerinde cepken- Selahaddin Eyyubi lerinden başka bir şey yoktur. İri olmayan ama hızla hareket edebilen atlar üzerindedir Türk savaşçılar. Usta okçulardır bunlar. Bozkır savaş taktiğine göre; okçuların dalga dalga, belli periyotlarda düşman askerlerinin üzerine bir anda binlerce ok yağdırması ve geri çekilmesi gerekmektedir. Bu şekilde düşman ordusuna defalarca vurulur. Düşman özgüvenini yitirir. Dağılmaya yüz tutar. Kazanma umudu tümden yok olmuştur. İşte bu an geldiğinde bozkırın Türk savaşçıları düşmanın üzerine bütün güçleriyle abanırlar ve göğüs göğüse süren bu çarpışmayla da düşman tümden imha edilir. Ama burada ilk okçuların saldırısı çok küçük bir zayiata yol açıyor. Çünkü ağır zırhlar içindedir şövalyeler. Tekrar edilir saldırı, yine bir başarı elde edilmez. Ağır zırhları delemez oklar. Bunun üzerine göğüs göğüse çarpışmaya girilir. Tabiî Türk atlı ve piyadelerinde zırh yoktur. Bu nedenle bu savaş taktiği de başarı getirmez Selçuklu Türklerine. Üstüne üstlük yeni düşman kafileleri gelip savaşa katılır. Yorgun Türk savaşçılarının üzerine peyderpey yeni, zinde Haçlı Orduları çullanır. Sonunda Türk Ordusu yenilir, bozulur. Haçlılar karşısında İznik civarında ilk zaferi kazanan Kılıçarslan, burada ilk yenilginin acısını tadan Müslüman önder olur. Daha on yedi yaşlarındadır. Buna rağmen pes etmez. Anadolu içlerine çekilir ve dört yıl süren bir savaş hazırlığına girişir. Dağılan ordusunu yeniden toparlar ve güçlendirir. Yeni savaş taktikleri geliştirir. İlkel Komuna gelenekli savaşçılar için zaten yenilgiyi kabullenmek diye bir şey asla söz konusu olamaz. Sivas’ı başşehir edinen Danişmentoğulları Beyliği’nin kurucusu Danişment Gazi’yle görüşür ve onunla işbirliği yapar. Beraberce Haçlılara karşı savaşma kararı alırlar. Yine sözü uzatmayalım. Geliştirdiği yeni taktikler ve oluşturduğu yeni ordusu ve müttefiki ile birlikte, çok kalabalık, sayısı yüz bin civarında olan yeni bir Haçlı Ordusu’nu uygun anda karşılar Kılıçarslan. Bu kez tam zafer elde eder. Kalabalık ordunun hemen hemen tümünü imha eder. Ardından yeni seferlere girişir ve Haçlılar karşısında kesin sonuçlu iki zafer daha kazanır. Bu iki zaferde de düşman ordusu tümden yok edilir. Ve Haçlılar, aldıkları bu öldürücü darbeleri bir daha onaramazlar. Anadolu onlar için bir ölüm çölüne dönüşmüştür artık. Bu gerçeği Lübnanlı Arap yazar Amin Maalouf “Arapların Gözünden Haçlı Seferleri” adlı ünlü eserinde şöyle ortaya koyar: “Yeni gelenler karşısında ilk alarma geçenler, Frenklerin Anadolu’dan son geçişini henüz gayet iyi hatırlayan Kılıç Arslan ve Danişmend olur. Hiç duraksamadan yeni bir istilanın yolunu kesmek için güçlerini birleştirmeye karar verirler. Türkler, Rumların artık güçlü bir şekilde ellerinde tuttukları İznik veya Eskişehir taraflarına uğramaya pek cesaret edememektedir. Çok daha uzakta, Güneydoğu Anadolu’da yeni bir pusu denemeyi tercih ederler. Hem yaşı hem de tecrübesi artmış Kılıç Arslan, bir önceki seferin geçtiği yolun üstünde bulunan tüm su kaynaklarını zehirletir. “Sultan, bir yıldır Bizans’ta ikamet eden Saint-Gilles komutasındaki yüz bin kadar adamın Boğaz’ı geçtiğini Mayıs 1101’de öğrenir. Onlara ne zaman baskın vereceğini kestirmek için hareketlerini adım adım izlemeye çalışır. Önce İznik’e uğrayacakları hesaplanmaktadır. Ama ne tuhaftır ki, sultanın eski başkentinin yakınında mevzilenen keşif kolları onların geldiğini görmez. Marmara Denizi tarafında, hatta Konstantinopolis’te onların hakkında hiçbir şey bilinmemektedir. Kılıç Arslan onların iznini ancak haziran sonunda, birdenbire kendisine ait bir şehrin, Ankara’nın surları önünde ortaya çıkıverdikleri zaman yeniden bulur. Anadolu’nun merkezindeki bir şehir Türk topraklarının da tam ortasındadır ve Kılıç Arslan oraya saldırabileceklerine hiç ihtimal vermemiştir. Yetişmeye bile vakit bulamadan, Frenkler şehri alır. Kılıç Arslan dört yıl geriye, İznik’in düştüğü günlere geri dönmüş gibi hisseder kendini. Ama şimdi ağlayıp sızlanma zamanı değildir, çünkü Batılılar artık doğrudan onun topraklarının kalbini tehdit etmektedirler. Güneye doğru yeniden yola koyulmak üzere Ankara’dan çıkacakları zaman pusu kurmaya karar verir. Ama bir kez daha yanılacaktır: Sırtlarını Suriye’ye dönen istilacılar kararlı bir şekilde kuzeydoğuya, Danişmend’in Bohémond’u esir olarak tuttuğu güçlü iksar Kalesi üzerine yürürler. İş anlaşılmıştır! Frenklerin niyeti, Antakya prensini kurtarmaktır! “Sultan ve müttefiği (Danişmend) ancak o zaman istilacıların bu tuhaf güzergâhı-tam inanamasalar da-kestirmeye başlarlar. Bir anlamda içleri rahatlamıştır, çünkü şimdi pusu yerini belirleyebilirler. Pusu yeri olarak, Batılıların kızgın güneş altında serseme dönmüş bir halde, ağustosun ilk günlerine ulaşacakları Merzifon Köyü seçilir. Orduları hiç göz korkutucu değildir. Yakıcı zırhların altında belleri bükülmüş, ağır ağır ilerleyen birkaç yüz şövalye ve arkalarında gerçek savaşçılardan çok kadın ve çocuklardan oluşan alacalı bulacalı bir kalabalık. Türk süvarilerinin ilk dalgası üzerlerine akın eder etmez, Frenkler tabanları yağmalamaya başlar; sonrası artık savaş değil, bütün gün süren bir kıyımdır. Gece bastırınca Saint-Gilles ordusunun geri kalan büyük bölümüne haber bile vermeden yakınlarıyla birlikte sıvışır. Ertesi gün hayatta kalan son Frenklerin de işi bitirilir. Esir alınan binlerce genç kadın Asya haremlerini dolduracaktır. “Merzifon katliamı henüz sona ermiştir ki, ulaklar Kılıç Arslan’a yeni bir haber getirir: Yeni bir Frenk sefer kolu Anadolu’da ilerlemeye başlamıştır bile. Bu kez güzergâhta şaşkınlığa hiç yer yoktur. Haç kuşanmış savaşçılar güney yolunu tutmuşlardır ve ancak günlerce yürüdükten sonra bu yolun aslında bir tuzak olduğunun [kuyular ve su noktaları zehirlenmiştir] farkına varırlar. Ağustos sonunda sultan süvarileriyle birlikte kuzeydoğudan çıkıp geldiğinde susuzluktan kıvranan Frenkler neredeyse can çekişmeye başlamıştır. Hiçbir direnç gösteremeden kılıçtan geçirilirler. “Ama her şey bitmemiştir. İkincisinin ardından üçüncü bir Frenk ordusu daha, aynı yoldan ve bir hafta arayla yola çıkmıştır. Atlar, yayalar, kadınlar ve çocuklar tamamen susuzluktan bitap düşmüş bir halde Konya Ereğlisi [Herakleia] kenti ya- kınına varırlar. Uzaktan gördükleri derenin pırıltısına doğru karmakarışık bir halde koşuşturmaya başlarlar, ama Kılıç Arslan da bu suyun kenarında pusu kurmuş, onları beklemektedir... “Frenkler birbirini izleyen bu üç kırımdan sonra bir daha bellerini doğrultamazlar. Bu belirleyici yıllarda onları harekete geçiren yayılma isteğiyle birlikte böylesine kalabalık bir yeni gelenler–savaşçı olsun olmasın-kafilesi gerçekten bölgeye ulaşabilseydi, hiç kuşkusuz Arap Doğusu’nun tamamını toparlanma fırsatı vermeden sömürgeleştirirlerdi. Ama diğer yandan, Frenklerin Arap Topraklarındaki en kalıcı ve en çarpıcı eserlerinin, inşa ettikleri kalelerin kökeninde de bu adam kıtlığı yatar. Çünkü asker sayısının azlığını telafi edebilmek için, bir avuç adamla kalabalık kuşatmacıları bozguna uğratabilecek kadar iyi tahkim edilmiş kaleler inşa etmek zorunda kalacaklardır. Ama Frenklerin, sayıca azınlıkta kalma kusurunu yıllar yılı aşmalarını sağlayan ürkütücü-kalelerinden daha ürkütücü-bir kozları vardır: Arap dünyasının uyuşukluğu.” (age, s. 71–73) Aradan yıllar geçer, Kılıçarslan ölür, yerine oğlu Mesut geçer. O da babasının bıraktığı işi aynen sürdürür. Ömrünü Haçlılarla savaşa adar. O da ölür, yerine oğlu II. Kılıçarslan geçer. O da dedesinin başlattığı savaşı sürdürmekle geçirir ömrünü. Ve bu savaşlarda yüz binlerce Haçlı istilacı, Anadolu’da imha edilir. Tabiî burada İlgâzi, Belek gibi ünlü yiğit Selçuklu komutanların hakkını da teslim etmek gerekir. Böyle komutanlara sahip olmasalardı Selçuklu sultanları bu işi başaramazlardı. Bu komutanların kalitesini anlatmak bakımından burada Amin Maalouf’un adı geçen eserinden birkaç paragraf daha aktaralım: “Belek, İlgazi’nin öz yeğeni olan bu adam bambaşka bir kumaştandır. Birkaç ay içinde yiğitlikleri camilerde ve meydanlarda kutlanan, Arap âleminin taptığı bir kahraman olacaktır. Belek, 1122’nin Eylül ayında gerçekleştirdiği parlak bir baskınla, II. Baudouin’in yerine Urfa kontu olan Jocelin’i ele geçirmeyi başarır. İbnü’l-Esir’e göre, onu özel olarak diktirdiği bir deve derisine sardı ve sonra tüm fidye tekliflerini geri çevirerek bir kaleye kapattı. Antakyalı Roger’nin ardından ikinci bir Frenk devleti daha şefini yitirmiştir. Endişelenen Kudüs kralı, kuzeye bizzat çıkmaya karar verir. Urfa şövalyeleri onu Jocelin’in tuzağa düştüğü yere, Fırat kıyısındaki bataklık bir alana götürürler. II. Baudoin çevreyi kolaçan ettikten sonra geceyi geçirmek üzere çadırların kurulmasını emreder. Ertesi gün doğulu emirlerde görüp benimsediği ve en sevdiği spor olan doğanla avlanmak için erkenden kalkar. Ama hiç gürültü yapmadan yaklaşan Belek ve adamları birdenbire kampı kuşatırlar. Kudüs kralı silahlarını atar. O da tutsak edilmiştir. Belek bu başarılarının yarattığı itibar hâlesi içinde, 1123’ün Haziran ayında zafer alayıyla Halep’e girer. Bir zamanlar İlgazi’nin yaptığı gibi, o da önce Rıdvan’ın kızıyla evlenir, sonra hiç vakit yitirmeden ve bir kez bile yenilmeden şehrin çevresindeki Frenk topraklarını teker teker geri almaya girişir. Kırk yaşındaki bir Türk emirin askeri ustalığı, kararlılığı, Frenklerle her türlü uzlaşmayı reddeden tutumu, sadeliği ve kanaatkârlığı kadar, birbirini izleyen zaferleri de diğer Müslüman emirlerin şaşırtıcı değersizliğinden bıçakla ayrılmış gibidir.” (age, s. 98) Bu hezimetlerden canlarını kurtarabilen Haçlı Orduları aşağılara, Suriye, Filistin hatta Mısır’a kadar inebiliyor. Bu da Ortadoğu İslam diyarını tümden harap etmelerini ve Müslüman Halkı kılıçtan geçirmelerini önlüyor. Zayıflatılmış güçlerle inebiliyorlar oralara. Tabiî oralarda da Selahaddin Eyyubi gibi yiğit savaşçı önderlerle karşılaşıyorlar ara sıra da olsa. İşte bu nedenle Haçlı Ordularının zülüm ve katliamları sınırlandırılabiliyor. Yine de uzun süre kalabiliyorlar oralarda. Eğer Türk komutanların ordusundaki bu yiğit savaşçılar olmasaydı, hiç kuşkunuz olmasın, bu Haçlı saldırgan çapulcular Ortadoğu’yu sam yeli gibi kavurur, çekirge sürüleri geçmiş tarlalara döndürürlerdi. Ortadoğu’da da; Amerika’da, Avustralya’da, Yeni Zelanda’da, siyah Afrika’da ve Hindistan’da yaptıklarının aynısını yaparlardı. Tabiî bu savaşlarda Kürt Halkı, Türklerin hep can dostu olmuştur. Omuz omuza verilmiştir. Selçuklu ve Osmanlı da sınıflı topluma girerek derebeyleşmiştir Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu komutanlar hep Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın hep İlkel Komuna Gelenekli yönünü benimsemişlerdir. Hem yiğit savaşçılar hem de adaletlidirler. Zalimlerin değil halkın koruyucusudurlar. Derebeylere karşı üretmen köylünün yanındadırlar. O yüzden bu komutanları yalnız Müslüman tarihçiler değil Batılı ve Ermeni tarihçiler de över. Demek ki, 1000 yıl boyunca Selçuklu ve Osmanlı atalarımız, Ortadoğu ve Afrika İslam âlemini, Batılı sömürgecilerin zulmünden korumuştur. Onların saldırganlıklarına karşı set oluşturmuştur. Tabiî kendisi de, hep söylediğimiz gibi, zamanla sınıflı toplumun pisliklerine bulaşmış, bozulmuş ve sonunda derebeyleşmiştir. En sonunda da tüm Antika imparatorluklar gibi çökmüştür. Bu tarihin doğal akışıdır. Ama atalarımız bu akışın önemli bir bölümünde çok olumlu roller oynamıştır. ABD’nin, AB’nin ve onların askeri müfrezesi olan İsrail’in bugün bile Ortadoğu’da yaptıkları vahşeti göz önüne getirirsek, atalarımızın Tarihte oynadıkları çok olumlu rolün önemini daha kolay kavrayabiliriz. Biz bunları anlatınca, bizim Sevrci soytarılar bize her zamanki azgınlıklarıyla saldırıyorlar: “ Vay şoven, Osmanlıcı, vb.” zırvalamalarla bizi suçlamaya çalışıyorlar. Onlar ne Tarihi bilirler ne de bugünü. Ne emperyalizmi bilirler ne de yerli ortaklarını... Onlar bu saçmalamalarıyla, AB-D Emperyalistlerine hizmet etmekten başka hiçbir iş yapmış olmadıklarını bilmezler ki... Bu soytarılar, Türk düşmanlığıyla kafayı bozmuş Batı Emperyalizminin (AB-D’nin) ünlü sözcüleri-temsilcileri gibi, Türk Tarihinin katliamlar ve talanlar tarihi olduğunu iddia ederler. Tabiî bu hizmetlerinden dolayı AB-D Emperyalistleri de bunlara sempatiyle bakar. Bunların enselerini sıvazlayıp, başlarını tapışlar. Bunları “umut kaynağı, demokrasi güçleri” ilan eder. Bu uyurgezerler aldıkları bu liyakat madalyasından sonra olsun uyanmazlar. Yahu, bu emperyalistler bize neden böyle madalyalar veriyorlar, diye hiç düşünmezler. Dedik ya, onlar ciddiyetsiz! Burada belki uyanırlar diye, onlara Mahirler’in şu sözlerini hatırlatalım: “(…) devrimcilerin bu konuda tek ve şaşmaz bir ölçüsü vardır. O da şudur: Karşıdevrimciler eğer bizi överlerse biz kendimizden şüphe ederiz. Karşıdevrimciler bizi ne kadar kötülüyorlar ve de provokasyon oklarını atıyorlarsa, bizim kendimize ve birbirimize güvenimiz o kadar artar. O kadar doğru çizgide olduğumuzu anlarız.” (THKPC Savunma, s. 169) Tabiî bu ilke, tüm dünya devrimcilerinin şaşmaz bir ölçütüdür. Biz aynı ölçütü, Mao’nun ve Fidel’in de kullandığını biliyoruz. Çağrışımlarla konuştuk… Demek ki yoldaşlar, gençliğimize, kıdemsizliğimize bakmayacağız. Alparslan, Kılıçarslan, Belek, Selahaddin olacağız. Görevler isteyeceğiz, projeler üreteceğiz ve aldığımız görevleri başarıya ulaştırmak için, bu büyük tarihsel önderler gibi ve bizim devrimci önderlerimiz ve yoldaşlarımız gibi; Kıvılcımlı Usta gibi, Che gibi, Recep Yoldaş gibi, Faruk Hoca Yoldaş gibi bütün enerjimizle, bütün zihni yeteneğimizi ortaya koyarak çalışacağız. Bunları yaptığımız anda, hem hareketimiz öncü grup olur hem de solun birliğini sağlar. Solun birliğini sağladıktan sonra Devrimi yapmak oldukça kolaylaşır. On yıllarca beklemek gerekmez. Bizim bütün zaafımız parçalanmışlığımızdan kaynaklanıyor. Onu ortadan kaldırdığımız anda çığ gibi gelişiriz. Çünkü halkımızın, namuslu olmak kaydıyla, her kesimi bizi benimser. Bizim teorimiz öylesine güçlü, adil, eşitlikçi, hakkaniyetli ki, alınteriyle geçim sağlayan tüm halk kesimleri bizi anlar ve benimser. Ama yukarıda söylediğimiz gibi çalışan arkadaşlarla, yerli yabancı Parababalarının ve onların hain satılmış medyasının bize uyguladığı bu aşağılık ablukayı kırmamız gerekiyor. Ancak ondan sonra halkımıza kolayca ulaşabiliriz-sesimizi duyurabiliriz. Dikkat edersek, bizim eylemlerimiz hiç verilmez, bizim mücadelemiz hiç yer almaz satılmışlar medyasında. Partimizin adı hiç geçmez Parababaları medyasında. Özel olarak yasaklıyız biz. O yüzden de sesimizi halkımıza ulaştırmakta zorlanıyoruz. Ancak kendi gücümüzle bu ablukayı kırabileceğiz. Belli bir sayıya ulaştıktan, güce ulaştıktan sonra da bize aynı ablukayı uygulayamazlar artık. O bakımdan önderlerimizi ve Recep Yoldaş gibi arkadaşlarımızı anarken hatırlamamız gereken bunlar olmalı, arkadaşlar. Hepimiz ölümlüyüz, ölümlü olmayan canlı yok. İnsan ne ister? Kendi ideallerinin öldükten sonra da sürmesini ister. Recep Yoldaş’ın da istediği buydu. Biz bu devrimci görevimizi layıkıyla yaparsak, bizden önce geçen yoldaşlarımıza karşı da manevi borcumuzu, yoldaşlık borcumuzu ödemiş oluruz. Tabiî önderlerimize karşı da... O bakımdan bu anlayışla bakmalıyız meselelere. Bu kadar uzun süre dinlediğiniz için ben de hepinize teşekkür eder, devrimci yüreğimin tüm sıcaklığıyla selamlarım. Bu sayımızda Başyazı olarak, Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş’ın, Recep Vurmuş Yoldaş’ın Anısına yaptığı konuşmayı yayımladığımız için 43’üncü sayıdaki Başyazı’mızın 2’nci bölümü, gelecek sayımızda yayımlanacaktır. 11 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 Bursa’da İnsanlarımızın Canına Kıyan Bir Avuç Parababasının Kâr Hırsıdır! 26 Mayıs Günü Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi’nde Meydana gelen 8 yurttaşımızı yitirdiğimiz yangınla ilgili Halkın Kurtuluş Partisi İl Örgütü bir basın açıklaması yaptı. Hastane önünde saat 13:00 da yapılan basın açıklamasını İl Başkanı Halil Ağırgöl okudu. Basın açıklamasının okunmasının ardından Partililer tarafından yangının çıktığı Hastane önüne kaybedilen insanlarımızın anısı için ve bu acıların unutulmayacağını vurgulamak için kırmızı karanfiller bırakılarak eylem sloganlarla sona erdirildi. Okunan basın açıklaması metni aşağıda sunulmuştur. 2 6 Mayıs 2009 gününü Bursa Halkı çok acı bir olayla karşıladı. Bursa Şevket Yılmaz Devlet Hastanesinde sabaha karşı saat 02:00’da çıkan yangında, 8 insanımızı acı bir şekilde kaybettik. Yapılan ilk açıklamalara göre; yangının -2 bodrum katında bulunan Radyoloji Servisinde elektrik kontağından başladığı ve yangın sonucunda 3. katta yoğun bakım servisinde bulunan hastaların dumandan zehirlenerek yaşamlarını yitirdikleri belirtiliyor. Bu trajik olay sonrasında 8 canımızı kaybetmenin acısını ve özellikle yangından etkilenen, aralarında henüz yeni doğmuş bebeklerin de olduğu insanlarımızın üzüntüsünü birlikte yaşıyoruz. Ancak yangın sonrasında ortaya çıkan ihmallerin büyüklüğünü ve insan hayatına ülkemizde verilen değerin azlığını görünce bir kat daha fazla canımız yanıyor. Bir gün önce Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliğinin konuyla ilgili yaptığı araştırmanın ön raporu yayımlandı. Bu raporda, sekiz insanımızı nasıl yok yere kaybettiğimizi açıkça görüyoruz: - Hastanede yangın algılama sisteminin çalışmadığı, bu nedenle otomatik yangın söndürme sisteminin devre dışı kaldığı, - Elektrik Tesisatında kullanılan kabloların standart dışı olduğu, Halojen Free olmadığı yani hastanelerde kullanılması gereken yanmaz kablolardan kullanılmadığı, - Binada mimari projeye aykırı düzenlemelerin yapıldığı, - Kablo bacasından hem elektrik tesisatının geçirildiği hem de başka yakıcı gazların hatlarının geçirildiği, - Yangının devam ettiği kablo bacasının müdahale kapağının ortak alana açılması gerekirken yoğun bakım ünitesine açıldığı, - Kaçak akım ve yangın koruma sigortalarının devre dışı bırakıldığı ayrıntılı olarak bu raporda belirtildi. Bu raporda görüldüğü üzere, söz konusu bu basit önlemlerle giderilebilecek eksiklikler giderilmediği için insanlarımız yaşamlarını yitirdiler ve yaralandılar. Üstelik bu, aynı hastanede 2004 yılında çıkan yangından sonra meydana gelen ikinci yangın vakasıydı. Buna rağmen gerekli önlemlerin hiçbiri alınmamıştı. Basında özellikle vurgulandığı üzere; 2002 yılında hizmete açılan Şevket Yılmaz Devlet Hastanesi “Akıllı Bina” olarak adlandırılmış ve Kalite Ödülüne layık görülmüştü. Ancak bu “kaliteli ve akıllı” binada yukarıda bir kısmı belirtilen önlemler alınmadığı için insanlar öldü ve yaralandı. Bugün yaşanan bu trajedi Sağlık alanında son dönemlerde yaşadığımız acı olaylardan yalnızca bir tanesi. Geçmiş 3 yıl içerisinde çok yoğun bir şekilde hastanelerde meydana gelen çocuk ölümlerini henüz unutmadık Sadece 2008 Yı- lının Temmuz ayında 42 çocuk Ankara Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, Eylül Ayında da 13 çocuk İzmir Tepecik Devlet Hastanesinde yaşamlarını enfeksiyon nedeniyle yitirdiler. Hatta 2008 Kasım ayında da 12 saat içerisinde 4 çocuk yine Şevket Yılmaz Devlet Hastanesinde hayatını kaybetmişti. Bunca çocuğun bir anda ölümünden sonra yapılan resmi açıklama ise bütün ölümlerin tesadüf olduğuydu. Bu gün de aynı zihniyet aynı açıklamayı yapıyor, “zaten öleceklerdi” diyor. Demek ki; binanın kaliteli veya akıllı olması değil, o binayı ve projeyi idare edenlerin akıllı olması ve yüreğinin insan sevgisiyle dolu olması temel prensip olmalıdır. İnsan hayatını kurtaracak olan bu ilkedir. Bugün binalar, hastaneler, okullar, yüreğinde insan sevgisi yerine kâr hırsı taşıyanlar tarafından yönetildiği için işte biz bu acıları yaşıyoruz. Artık hastaneler insan hayatını kurtarmak için çalışmıyor. Okullar kaliteli bilimli insan yetiştirmek için çalışmıyor. Bir avuç vurguncuya nasıl kâr ettirilir diye çalışıyor. Şevket Yılmaz Devlet Hastanesinde meydana gelen bu yangının taşeron firmanın işlettiği Radyoloji Bölümünde meydana gelmesi tesadüf değildir. Devletin asli görevi olan hizmetler hastanelerde, okullarda artık yaygın bir şekilde vurguncu taşeron firmalara yaptırılıyor. Daha az giderle en çok kârı nasıl elde ederim, eğitimsiz az sayıdaki personele en az ücretle en çok işi nasıl yaptırırım çabasıyla hastanelerimiz işletiliyor. Sonuç olarak; bugün yaşadığımız bu büyük acı, bir avuç vurguncunun halkımızın sırtından, bizlerin sırtından kâr etme çabasından kaynaklanmaktadır. İnsanın en temel hakkı olan eğitim ve sağlığın kâr amacı güdülerek parayla satılmasından kaynaklanmaktadır. Bu gün, Halkımızı ve vatanımızı yabancı Parababalarının sömürüsüne sunan, bağımsızlığımızı elimizden alan, bizi işsizlik ve pahalılık cehenneminde yakan işte bu idare biçimidir. Bir avuç Parababasının (Finas-Kapital ve Tefeci-Bezirgân vurguncuların) iktidarıdır. Asıl olması gereken bu insanlık dışı zihniyetin bir an evvel toplum hayatımızdan silinip atılması ve insanlık değerlerinin iktidar kılınmasıdır. Halkımızın insanca yaşayabilmesi ve paranın, kârın değil insanlık değerlerinin iktidar olması için mücadele eden Halkın Kurtuluş Partisi olarak yaşamını yitiren insanlarımızı kaybetmenin acısını yaşıyor, tüm halkımıza başsağlığı diliyoruz. Er ya da geç çekilen bu acıların hesabı sorulacaktır! Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü nuşması ve saygı duruşundan sonra 15-16 Haziran günlerini ve günümüzde 15-16 Haziran ruhunu yaşattığımız Direnişlerimiz, İşgallerimiz ve Grevlerimizden oluşan sineviz- Holding’e hayatı zindan eden Arçelik Direnişi’nden iki, ABD Emperyalizminin simgesine karşı dünya çapında eylemler yapan Coca-Cola Direniş ve İşgalinden, taşeron işçileri köle olarak gören üst işvereni alt eden ve iki şanlı işgal gerçekleştiren Ünsa İşgalleri ve Direnişi’nden iki, neredeyse eylem yapıl- yon gösterimiyle devam etti. Sonra İşçi Sınıfının mücadele okulları olan Direniş, İşgal ve Grevlerden gelen işçi arkadaşlarımız konuştu. İtalyan Parababası PirelliEkolas dize getiren Direnişi’nden, bilim yuvası olması gerekirken ticarethaneye dönüştürülen Kocaeli Üniversitesi Grevi’nden, Türkiye’nin en büyük Parababası Koç madık mağaza önü bırakmayarak işvereni alt eden LC Waikiki-Meha Direnişi’mizden iki işçi arkadaşımız mücadelelerini aktaran konuşmalar yaptılar. Yürüttüğümüz İşçi Sınıfı mücadelesinde her zaman yanımızda olan Genel-İş Sendikası Anadolu Yakası Şube Başkanı Veysel Demir de duygu ve düşüncelerini ak- Yerli yabancı Parababalarının saldırılarına karşı; haydi daha bilinçli daha örgütlü Yeni 15-16 Haziranlar Yaratmaya!.. Baştarafı sayfa 1’de Partimiz Genel Başkanı olan Nurullah Ankut’un da bulunduğu çok sayıda insan tutuklandı. 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’ni, işçi örgülerinin dışında örgütleyen tek hareket, Hareketimizdi. Gelenek o günlerden bugüne devam ediyor. 15-16 Haziran geleneğini İşgaller, Grevler ve Direnişlerle sürdüren Partimiz, Direniş’in 39’uncu yılında kutlama programı hazırladı. Bölgelerimizde yaptığımız afişler, dağıttığımız 15-16 Haziran bildirileri ve etkinliğe çağrı ilanlarıyla çok kısa zamanda etkinliğimizle ilgili hazırlıkları tamamladık. 13 Haziran günü Kartal Meydanı’ndan salona kadar “Yaşasın 1516 Haziran Direnişimiz” pankartımızla, sloganlarımızı haykırarak etkinliğimizin yapıldığı Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’ne kadar yürüdük. Kutlama programımız açış ko- taran konuşma yaptı. Türkiye sınıflar mücadelesinde Devrimci Sendikal bayrağı en yükseklerde dalgalandıran, İşgal, Grev ve Direnişlerin yaratıcısı DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, 15-16 Haziran Direnişi’nin tarihini ve derslerini bilinçlere çıkarttı. Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’dan devraldığı bayrağı en yükseklerde dalgalandıran, 15-16 Haziran Şanlı Direnişi’nin yaratıcı ve yürütücülerinden Partimiz Genel Başkanı urullah Ankut da, 15-16 Haziran günlerinin öncesinde Direniş’in nasıl hazırlandığını ve o günlerin olaylarını bugünlerle bağlantılar kurarak aktardı. Etkinliğimiz 15-16 Haziran Direnişi etkinliğimizde bizimle beraber olan Grup Göç’ün sunduğu coşkulu müzik dinletisiyle son buldu. Kartal, Ümraniye ve Gebze’den Kurtuluş Partililer Dilê Riha Urfa’nın Yüreği Te pir hezdikir lê ji Hozan Cigerxwîn Em ji bi çuyina te ciger bi xwîn bûnî, “Wek te bîrindar” bûni. Çok severdin ya Ozan Cigerxwîn’u Gidişinle bizim de ciğerimiz dağlandı , Yaralandık senin gibi. Li sibeke Gulanê, Li bin rojeke sor, Me tu bi rêkir ji Gola Masîdar ji hembêza welatê te yî germ. Hemû tişt hemû kes girîn bi çûyîna te Masîyan qender@ Serok Receb’ê karkeran Reco yê cîranan Tirs û kabûs ê neyaran Dest pî yê Partî ya me Evindar ê doza xwe Hevalê diler, fedakar û dilovan Hevalê me yî ji dil û can Tu her dem bîra me dayî Tu di dilê me dayî Em te ji bîr nakin tu caran Tu êdî di dilê welatê xwe da yî Mîna Stranek te tim digotî Bilbil dinalin Di tepikek Riha’yê bi aywanan bilind de Li Gelê xwe, li Hevalê xwe Mêze dikî bi berkenî Helbet şerê me serfirazî bibe Çîna ku te ji bo emrê xwe feda kirî Canê xwe dayî serketin bibe Ewe heval ew roja em bi dilşadî çaw dikin hat Tu bi dilgeşiyekê şadî Bibî Xwîn Bigerî bi Tîngermî li temarên welatê xwe. Recep Yoldaş her zaman halkların beyninde, yüreğinde yaşayacak Ömrünü adadığı haklı mücadelesi zafer kazanacak! H iç aklımıza gelir miydi bir gün Recep Yoldaş’ımızın anmasını yapacağımız? Ama hayatta, mücadelede bu da varmış; Recep ve onun gibi aramızdan erken ayrılan yoldaşları da anmak varmış. “Hayatta her şey insan içindir” der bir ağabeyimiz... Çok zor oldu gidişini kabullenmemiz ama anlatmamız gerekiyordu onu genç yoldaşlarımıza, aramıza yeni katılanlara. Bir kez daha hatırlamamız gerekiyordu devrimci kişiliğini, yaptıklarını... Ve bu zor günü de kavga azmiyle donanmış olarak bitirmemiz gerekiyordu. Uğruna mücadele ettiği ve can verdiği İşçi Sınıfının bağrından, sıcak mücadelesinden başarıyla çıkmış LC Waikiki-Meha İşçileri de aramızdaydı. Hiç tanımasalar da ne kadar etkilendiler Recep Yoldaş’tan... Hele hele Coca-Cola Direnişi’nde işçilerle kol kola, en önde polise direndiği görüntülerinden… Yaşasaydı, emin olun sizinle de en önde mücadele ederdi, dedik onlara. Onun nezdinde tüm Devrim Şehitleri için saygı duruşuyla başladı program. Kendisi gibi genç bir yoldaşın şiiri geldi ardından. Programı sunan Sema Yoldaş tuta- Bir mayıs sabahı, Kızgın bir güneşin altında, Balıklı gölden uğurladık seni Memleketinin sıcak bağrına. Her şey, herkes ağladı gidişine Balıklar bile@ İşçilerin Recep Başkan’ı, Mahallenin Reco’su Düşmanın korkulu rüyası Partimizin eli kolu Kavgasına aşık Cesur, fedakar, sevecen, Candan yoldaşımız Her zaman aklımızda, Her zaman yüreğimizdesin Unutmayacağız seni asla. Gimdi sen yüreğindesin memleketinin . Hep söylediğin türküdeki gibi “Bülbüllerin öttüğü Yüksek eyvanlı” bir tepesinden Bakıyorsun halkına, Bakıyorsun yoldaşlarına gülümseyerek. Elbet kavgamız zafere ulaşacak . Ömrünü adadığın Uğruna can verdiğin Sınıf kazanacak . İşte yoldaş beklediğimiz o mutlu gün geldiğinde Sen çılgınca bir sevinçle Kan olacak Akacaksın memleketinin damarlarında ılık ılık. mıyordu kendini, çok sevdiği yoldaşını kaybetmenin acısıyla. İl Yöneticisi Halil Yoldaş’a verildi söz. “Yoldaşımızın kişiliği, mücadelesi ışığında, bugün devrimci önder nasıl olmalıdır?”ı anlattı arkadaşımız. Ardından “O beni babası gibi, ben de onu aynen oğullarım gibi sevdim” diyen Genel Başkan’ımız Recep Yoldaş’ı ve günümüzün siyasi meselelerini anlatan, aydınlatan, duygulu, bilgi dolu konuşmasını yaptı. Salonda bulunan başka yoldaşlar da söz alarak onu ve onunla paylaşımlarını anlattılar. Sinevizyon gösterimi sırasında tüm salon ağlıyordu. İnsan öyle capcanlı görünce karşısında… Bir yoldaşımızın anası yemek vermek istemiş Recep Yoldaş’ın anısına. Bir iki kez sohbet etmiş ama çok sevmiş kendisini. Çocuklarla, gençlerle olduğu gibi yaşlılarla da kaynaşırdı hemen. Programın sonunda anamızın verdiği yemek yenildi hep beraber. Gönlü, sofrası boldu Recep Yoldaş’ın. O gün de boldu sofrası... Bitirdik böylece o günü. Kafamızda, yüreğimizde Reco’nun capcanlı sesiyle, görüntüsüyle. Hep söylediğimiz gibi; aramızdan sadece bedence ayrıldığının bilinciyle ve mücadele azmiyle… Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer 12 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 İşçiler, zaferlerini anlatıyor: Meha-LC Waikiki İşçisinin onur ve ekmek mücadelesi zafer kazandı Baştarafı sayfa 16’da İşçiler haklı bir gurur, heyecan ve onur yaşıyor. Kutlamadan sonra görüştüğümüz Meha-LC Waikiki İşçileri tüm direniş boyunca yaşadıklarını, öğrendiklerini paylaştı. Kurtuluş Yolu: Meha-LC Waikiki’de 75 günlük bir mücadeleden, Direnişten zaferle çıktınız. Kazanımlarınız neler oldu? Songül Songül: Çok şey kazandık. Sadece para değil. Paraları aldık; fakat arkadaşlarımızla sevinemiyoruz. Çünkü hem ayrılıyoruz hem de gideceğimiz yeni işyerlerinde nelerle karşılaşacağız, oralarda neler yapacağız bunların telaşı sardı. Yani içimiz içimize sığmıyor. Çok şey kazandık. Çok mutluyuz. Şahin: Direnişte maddi açıdan çok manevi kazanımlar oldu. Birçok arkadaşımız ilk defa böyle bir Direnişe katıldı. Birkaçımızın deneyimleri vardı, direniş olmasa da… Çok zorluklar yaşadık. Ama bireysel kazanımlar oldu. Tabiî bunun haricinde, birlikte olunca başarılmayacak bir şeyin olmadığı görüldü. Büyük hayal kırıklıkları vardı, birçok işçi arkadaş haklarını alamayacağını söylüyordu. Umutsuzluğa kapılanlar oluyordu, biz de birlikte hareket edersek yüzde 99 alacağız diye arkadaşlarımızı teşvik ediyorduk. Ayfer: Çok mutluyum. Onurumuz ve gururumuz için o çadır kurulmuştu. Onlar kaldıramadı çadırımızı. Biz, davulla, zurnayla kaldırdık. Özgüvenimi kazandım. İş yasalarını öğrendik, sendikayı öğrendik, çok şey öğrendik… Çadır, tabiri caizse, eğitim yeri oldu bizim için. Şimdi girdiğim hiçbir işyerinde, hiçbir şeyi bana zorla yaptıramazlar. Kurtuluş Yolu: LC Waikiki’den gasp edilen hangi haklarınızı aldınız? Derya: Tazminatları, mesaileri, maaşı aldık, asgari geçim indirimlerini aldık. Kurtuluş Yolu: Direnişteki İşçiler aldı değil mi? Derya: Evet 53 kişi aldık. Kurtuluş Yolu: Bir de Meha patronuna açtığınız dava vardı… gelin çalışın diyorlardı. Söylentiler dolaşıyordu, hiçbir hak verilmeyecek diye… Mektuplar gönderiyordu; sizi mahkemeye vereceğim, diye. Başta bize önerdiği bir miktar vardı, kabul etmeyince, bunu size karşı kullanırım dedi. Birkaç sefer de kullandı. Fakat boşa gitti. LC Waikiki bedel ödedi. Kurtuluş Yolu: LC Waikiki’yi haklarınızı vermeye iten ne oldu? Sizinle masaya oturmasını ne sağladı? Mehmet: Pazar günkü eylemden (10 Mayıs’ta) önce de karar verdik. Artık eylemlerimiz daha etkili olacak, ses getirici olacak, daha kararlı olacağız diye. Pazar günü ilk önce Kartal’da yaptık. Güzel geçti, bildiriler dağıttık. Pendik’e geçtiğimizde Via Port Alışveriş Merkezi’ne girmeye çalıştık. Güvenlikler bize engel olmaya çalıştılar. Sonuçta biz de kararlıydık. Direnişimizin başarıya ulaşması için gerekliydi bu. Onlar da çok sert müdahale etmeye başlayınca, biz de karşılık verdik. Sonra bazı arkadaşlarımıza yanlış hareketleri oldu. Biz de cevap verdik. Maltepe’ye geçtik. Orada da başarılı bir eylem yaptık. Ertesi gün zaten yeni bir teklif geldi. Waikiki epeyce zor durumda kaldı. Markası gidiyordu. Kendini kurtarmak için anlaşma yoluna gitti. Songül: Pazar günkü eylemde içeriye kadar gittik. Önlükleri giyince fark ettiler. Orada çalışanlar da üzüldü. Çünkü onlar da işçiydi. Baskılar bizi yıldıramadı. Mesut Mesut: Pazar günü Kartal’a gittik, orada eylem yaptık. Pendik’teki mağazaya girdiğimizde bildiri dağıtamayacağımızı söylediler. Bazı arkadaşlarımız içeri girmişti. Bizi apar topar, ite kaka dışarı atmaya çalıştılar. Ben de birine elimin tersiyle iterek vurdum. Kargaşalık çıktı. Arkadaşları jandarma karakola götürdü. Karşılıklı şikâyetçi olunmadı. Ondan sonra üçüncü bir eylem gerçekleştirdik. Orada da bildiri dağıtırken sorunlarla karşılaştık, güvenlik görevlileri orada da bizi engellemeye çalıştı. Sivil polis de bildiri dağıtamazsınız, yasal değil, diye bizi uyarmaya başladı, Yunuslar geldi. Ama biz devam ettik bildirilerimizi dağıtmaya ve o gün zaferle çıktık. Pazar günkü bu eylemlerden sonra LC Waikiki bizi tekrar görüşmeye çağırdı. Sonuca ulaşmamızda o günkü eylemlerin çok büyük bir payı oldu. Derya Derya: Evet… Davamız da devam edecek. Davada da sonuna kadar gideceğiz. Ama bizim açımızdan en önemlisi onur… Onurumuzu kazandık. Kurtuluş Yolu: Direniş nasıl sonuçlandırıldı? Mehmet: LC Waikiki’nin önerileri oldu. Birkaç defa görüşmeler yapıldı, pazarlıklar oldu. En son anlaşmaya varılan aşama olumluydu. Kabul ettik. Kurtuluş Yolu: Oy birliğiyle mi karar verildi? Mehmet: Evet. Kurtuluş Yolu: İlk görüşme girişimleri ne zaman oldu? Songül: DİSK’le eylem kararı aldık. 15 gün içinde masaya oturdu LC Waikiki. Eylemlerden sonra bizi çağırdı. Önce DİSK’i aradan çıkarmak istedi. Uzlaşmak istedi. Böyle kabul edilmeyince de mecbur kaldı. Kurtuluş Yolu: eler yaptı Direnişi kırmak için? Songül: Neler yapmıyordu ki… İçimize adam gönderiyordu. Yeni fabrika açacağız, Ayfer Ayfer: DİSK bizi LC Waikiki’ye yönlendirmeden önce bizi kimse tanımıyordu. Eylemler yapınca bizi kaile aldılar. Kurtuluş Yolu: Karşınızdaki güç LC Waikiki, Türkiye’nin 30’uncu zengini… Erol: Waikiki bizi elinin tersiyle itip, parasıyla satın alabileceğini düşündü. Sizi kaile almıyorum diyen LC Waikiki ancak 75 gün dayanabildi. Yani biz 75 gün daha dayanırdık da… Türkiye’nin 30’uncu zengini ancak bu kadar dayanabildi. Biz onu dize getirebildik. Bundan sonra da fason atölyelerde çalışan arkadaşlar bizi örnek almalı. Biz gittiğimiz yerlerde, Meha İşçisi olarak bunu yaptık, diyebileceğiz. İnşallah onları da örgütleyebiliriz, yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Songül: Mecbur kaldı. Kendisine üst iş- veren olarak sorumluluğunu kabul ettirmiş olduk. O da direnişle geldi. Tabiî başta böyle bir şey yoktu. Derya: Yasalara göre vardı tabii ama biz işçiler bilmiyorduk. Mehmet Mehmet: LC Waikiki’yi anlaşmaya iten, işçinin mağdur olmuş olması değildir. Artık yaka silkeleme durumu oldu ister istemez. Böyle Direnişlerin zaferle sonuçlanması çok hoş bir olay. Biz bugün buruk bir sevinç yaşıyoruz. Çadırın yıkılması (zafer dolayısıyla Direnişimizi başarıyla sonlandırmış olmamızdan dolayı da olsa) ayrı bir zorluk verdi, üzüntü verdi. Bugün burada yine bir aradayız. Ama yarın herkes yeni hayatına başlayacak. İster istemez… Kazandığımız birçok şeyden ders alarak yola çıkmalıyız. Tabiî ki burayla sınırlı kalmamalı. Çünkü, yarın öbür gün başka işyerlerinde, başka işçi arkadaşlarla aynı durumlarla karşı karşıya geleceğiz. Sonuca gitmek için de şunu söyleyebilirim, azimli, kararlı bir şekilde duruşumuzu sergilemek lazım işçiler olarak. Cemal: Polis zoruyla eve gitseydik hiçbiri olmayacaktı bunların. Ama biz LC Waikiki mağazalarına gittik, alışveriş yapıp bıraktık, açıklamalar yaptık, bildiriler dağıttık. Bundan dolayı kazandık. Mücadelenin, direnişin emekçi insanlar için gerçekten önemini gördük. Hepimiz işçiyiz, birçok şeye katlanmak zorunda kalıyoruz. Ama kendi gücümüzün farkında olduğumuzda önümüzde hiçbir kuvvet duramaz, diye düşünüyoruz. Kurtuluş Yolu: Çevrenizin Direnişe tepkisi nasıldı? İsa: Direnişimizde, çevremizdeki insanlar, bilinçli olmadığı için, Direnişin ne anlama geldiğini bilmediği için, çok hoş olmayan kelimeler de kullandılar. Ama biz, insanları günden güne bilinçlendirdikçe, gerçekten hakkımızı aldığımızı belirttikçe durum değişti. Örneğin kardeşim bana, niye çadıra gidiyorsun? “Boşu boşuna gidiyorsun”, diye söylüyordu. Son görüşmemde, Waikiki’den gelen teklif sonucu, “sonuna kadar git”, dedi. İnsanlar zaman geçtikçe, örneğin ben, Direnişi 30-40’ıncı gününden sonra kavramaya başladım. Zafer yaklaştıkça, sonuçlar alınmaya başlayınca, insanlar da daha gönüllü bir şekilde sarıldılar, iş yapmaya başladılar. Zafer için ne gerekiyorsa yapıldı. Derya: Ben ilk günden beri patron Habip Kuruahmet’in, affedersin, bizi bir köpek yavrusu gibi sokağa atmasını kabullenemedim. Paradan ziyade bunu onur meselesi yaptım. İlk günden beri çadırdaydım. Her gün geldim. Başta çadırı çok küçümsediler. Ayrıldılar, gittiler, çalıştılar, zamanla farkına vardılar. Sonra da katılan oldu. Bu her şeyden önce bence onur meselesi. Herkesin bunu yapması gerekiyor, diye düşünüyorum. Sonuçta patronu patron da yapan biziz. Bizim üstümüzden geçiniyorlar, bizim verdiğimiz emek sonucu patron oluyorlar. Para kazanıyorlar. Biz çalışmazsak onlar bir şey kazanamayacak, patron olamayacaklar. Tüm arkadaşların bilgilenmesini, çadır deneyimini yaşamasını istiyorum. Mehmet: Çadırı, sadece bir çadır olarak, bir naylon parçası olarak görmemek, tanımlamamak lazım… Çadırı, Direnişin sembolü olarak tanımlamamız lazım. Azmi, kararlı duruşu sergilemek açısından önemli. Çevremden olumlu tepkiler aldım. Olumsuz tepkiler şöyle oldu: “yazıktır, gidin çalışın ama mücadelenize devam edin”, şeklinde oldu. Sonuna kadar gidilmesi gerekiyorsa, yılmadan, usanmadan gidilmeli. “Kurtuluş Yok Tek Başına”, diye bir sloganımız var. Bunu söylerken içindeki o tanımı da kavramak lazım. Biz zafer edası içindeyiz. Ama bu zafer sarhoşluğu olmamalı. Bundan sonraki süreci de artık değerlendirmeliyiz. Kurtuluş Yolu: Direnişin ilk günün- den bugüne, 75’inci güne gelirsek… Direniş nereden nereye geldi? Bu süreçte sizi yıldıran ya da mücadeleye sıkı bir şekilde sarılmanızı sağlayan olaylar nelerdir? Songül: Direnişe başladık, ayın 4’üydü hiç unutmuyorum, tokat gibi geldi. Ertesi gün sıyrıldık bundan. Neler yapabiliriz diye bilgi toplamaya başladık. Notere gittik. Akıllı davranmamız gerekiyordu, duygusallığı bırakmamız gerekiyordu. Neyse makineler gidene kadar böyle devam etti. Makineler gidince bir kırılma oldu tabiî. İnsanlar, burada neyi bekleyeceğiz? Boş fabrikayı mı bekleyeceğiz? endişesine düştüler. Hepimiz yaşadık bunu. Daha sonra Nakliyat-İş Başkanı, DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu gelince yanımıza… Zaten O, makineler götürülünce yanımızdaydı, bizimle birlikte copları yedi. Bundan sonraki hedefimiz LC Waikiki, deyince bir ışık doğdu. Dediğim gibi bir yol çizdi, biz o yoldan gittik. Waikiki mağazalarını eylem alanına dönüştürdük. Bildiriler dağıttık... Çok mücadele ettik… Yağmur... Kar… Yollar yürüdük… Mecidiyeköy, Taksim arası bütün LC Waikiki mağazalarında eylem yaptık. Attığımız sloganlar, hepsi doluydu, boş değildi. İçinde bir anlam, ifade vardı. Ayfer: Önce kazanma umuduyla yola çıkmadık. DİSK geldi, en büyük sendikalardan olduğunu bildiğimiz için umutlandık. Benim 5 yıllık emeğim vardı içerde. Ailemle sıkıntı yaşamama rağmen devam ettim. Kurtuluş Yolu: Çadırın kaldırılmasına karar verildiği zaman da oldu sanırım... Şahin: Evet. Birçok arkadaşımız bu tür eylemlere katılmadığı için bir ay sonra bir umutsuzluk hâkim oldu. Biz haklarımızı alamayacağız; burada boşu boşunu perişan oluyoruz, diye konuşmaya başladılar. Çalışalım, işimize bakalım, gibi söylemler oldu. Daha sonra arkadaşların çoğunluğu tarafından çadırın kaldırılma kararı alındı. Daha sonra Waikiki’den gelen bir teklif tekrar bizi canlandırdı; tekrar toparlandık. 72 bin gibi bir rakamı taahhüt etmişti. Direnirsek hepsini alabiliriz, diye teşvik ettik arkadaşları. Cesaret vererek… Eylemlerden korkuluyordu, ceza yeriz, karakola düşeriz, diye korkular vardı. Zamanla aşıldı. Eylemlere devam kararı aldık. Sıkı bir şekilde eylem- Şahin lere devam ettik. Bayağı bir zordu bizim açımızdan. Aileler problem çıkarıyordu, eşlerle zaman zaman konuştuk. Haklı olduğumuzu, haklarımızı almak için de mücadele etmek gerektiğini sürekli vurguladık. Kimisini oturup konuşarak ikna edebildik, kimisini de ikna edemedik, onlar koptular. İyi bir mücadele verdiğimize inanıyorum, başarı buradan geldi. Songül: Biz, dediğimiz gibi, DİSK’i kapının önüne konulduğumuz gün tanımış olsaydık, çok daha farklı olurdu. LC Waikiki’nin 80 bin işi vardı fabrikada; biz o malları oradan çıkarttırmamış olsaydık, bu zaferi bir hafta içinde de alırdık. Dediğim gibi, deneyimli, tecrübeli insanlarla daha önce birlikte olmuş olsaydık, böyle uzamayacaktı. Direnişi bir ay içinde DİSK’le sonuçlandırdık diyebiliriz. Şahin: Süreci anlatıyorduk. Çok tartıştığımız zamanlar da oldu, sevindiğimiz, eğlendiğimiz zamanlar oldu. İşçi Sınıfına örnek, gurur kaynağı olacağız dedik. Gerçekten de tekstil sektöründe ilk defa böyle bir olay yaşanıyor. Bu tüm tekstil sektörünü etkileyecek… Derya: Bizi LC Waikiki’ye yönlendiren Ali Rıza Küçükosmanoğlu’dur. Bunu özellikle belirtmek istiyorum. Ona buradan da teşekkür etmek istiyorum. Ali Başkan olmasaydı, biz hâlâ Meha diyorduk. Kurtuluş Yolu: akliyat-İş Sendikası’nın daha önce önderlik ettiği Coca-Cola İşgal ve Direnişi’nde, yine Arçelik Direnişi’nde üst işveren ve taşeron vardı… Songül: Deneyimli insanlarla ilerlemek güzel. Derya: Ali Rıza Küçükosmanoğlu olmasaydı, ben açıkça kazanacağımıza inanmıyorum. İsa: Waikiki’nin bu durumdan sorumlu olduğunu ben söylüyordum arkadaşlara. Bunun kâğıt üstünde olduğunu bilmiyordum, bilmiyorduk. Makineler giderken Ali Başkan yanımızdaydı. Bu direnişte kazanmamızın yüzde 40’ı Ali Başkan’a ait. Yüzde 60’ını da ben işçilere bağlıyorum. Gerçekte o olmasaydı, yani yönlendirici olmasaydı, bugüne gelemezdik, zafer kazanamazdık. Gerçekten beraber çok güzel bir zafer kazandık. Saliha: Biz başta örgütsüzdük. Bunu zafere ulaştırmamız büyük bir başarı. Çünkü bizim gibi bütün işçilerin bunun farkına varmaları engelleniyor. Sistem böyle. Ben bu Direnişimizin diğer işçilere örnek olacağını düşünüyorum. Gerçekten çok büyük kazanım. Eğer kazanmasaydık da LC Waikiki-Meha Direnişi, her zaman güzel bir örnek olacaktı. Başarıya ulaşmış olması da çok güzel gerçekten. Direnişte çok farklı duygular yaşıyorsunuz, çünkü yaşadığınız birçok şey var. Yılgınlığa düşüyorsunuz, ışık kaybolabiliyor. Çadırı dağıtma noktasına kadar gelmiştik. Fabrikanın içinin boşaltılması, ailelerin baskısı bizi bu noktaya getirdi. Çadırı kaldıralım, hafta sonu eylemler Saliha yaparız dedik. Çadırı bir mevzi olarak görüyorduk. Toplanma yerimizdi, simgeseldi. Sonra vazgeçtik. İyi ki vazgeçmişiz. Çünkü dışarıdan bakıldığında dört direkli bir muşamba. Ama çok büyük anlamı vardı; orada biz her şeyi paylaştık, orada desteğe geliyorlardı bize... Kurtuluş Yolu: Emperyalizmin krizi nedeniyle tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de faturayı işçiler, emekçiler ödüyor. Buna karşın parmakla sayılır direniş, grev var. Siz bu ortamda militanca bir mücadele sonucunda zafer de kazandınız. Meha-LC Waikiki Direnişi’nin bu süreçteki yeri nedir? Songül: Hep bizlerle gurur duyuyorlar, büyük cesaretimizden dolayı. Bugün biz patronumuzu bile şaşırttık. Bu gücü nereden alıyorlar, diye soruyor… Bize yol gösteren biri vardı tabiî. DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Başkan sağ olsun. Bize bir yol çizdiler ve biz o yoldan ilerledik, bizim de katkı sunduğumuz bazı şeylerle. Güzel bir sonuç aldık. Diğer işçiler, Meha İşçisi gibi şöyle yapalım, böyle yapalım diyorlarmış; mağaza işgal edelim vs… Duyduğum zaman çok seviniyorum, arkası geldiği için. Emsal teşkil etsin istiyorduk. Herkes ayaklansın istiyorduk. Birçok çalışan katılmış olsaydı, krizi bahane eden patronlara karşı direnişe kalksaydı, beraber 1 değil 35 çadır kursaydık çok iyi olurdu. Ama çok şey kazandık. Mehmet: Waikiki’ye çalışan Ebru Nakış firması var. 200 kişilik bir kadroyla iki saat içinde tutanaklar tutulmadan işbaşı yaptırıldı, bütün hakları verildi. Waikiki’nin patronunun dediği şu oldu: İkinci bir Meha istemiyorum. Yani Meha kendisini sarsmıştı. Meha Direnişi büyük bir patronu yıldırabiliyorsa, bütün patronları da alt edebilecek durumdayız. Cemal: Başta birçok arkadaş birlikte Cemal 13 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 mücadele ettik. Biber gazı, cop, yağmur yedik. 75 gün sonra buraya geldik. Emekçilere örnek olduk. Çok sevinçliyim bu yüzden. Songül: Gerekirse fason üretimi Türkiye’de yapmayacağını söyledi. Toplantıya giden arkadaşlara söylemiş. Fason çalışan arkadaşlara sesleniyorum; gözlerini, kulaklarını iyi açsınlar, bir an önce ayaklansınlar, ne gerekiyorsa yapsınlar. Kurtuluş Yolu: Fasonları etkileyeceğini söylemiş... Şahin: Tabiî ki bunlar bir kazanım. Ciddi denetleyeceğini, böyle bir olayın bir daha yaşanmaması için gerekeni yapacağını söyledi. Tabiî bu ne kadar ciddi, bunu önümüzdeki süreçte göreceğiz. Kurtuluş Yolu: İşçi Sınıfı Biliminin Ustaları, direnişleri, grevleri bir okul olarak nitelendirirler. Siz de bu okuldan başarılı bir şekilde mezun oldunuz. Özellikle bu kriz ortamında işten atılan ya da işten atılma korkusu yaşayan işçiler, emekçiler var. Onlara neler söylemek istersiniz? Saliha: Biz işçiler için, din, dil hiç fark etmiyor, hepimiz işçiyiz. Sömürülüyoruz hepimiz. Bunun önüne geçmenin yolu da bir araya gelmektir, örgütlenmektir. Haklarımızı bilmiyoruz; bir şekilde araştıralım, öğrenelim. İşten atılan binlerce insan var, işten atılma tehlikesi olanlar var. O yüzden bilinçlensinler. Başlarına gelmeden önce örgütlensinler. Biz işten atıldıktan sonra örgütlendik, eğer öncesinde örgütlenseydik makineleri bırakmayacaktık. Çok daha kısa sürede kazanacaktık. Birçok eksiğimize rağmen iyi bir sonuç aldık. Birey olarak biz tekiz, ama birleştiğimizde binleriz, milyonlarız. İşyerinde tek patron var ama yüzlerce işçi var. Birlik olursak her zaman haklarımızı alırız diye düşündük. Derya: İşçi arkadaşlara söylemek isteğim, hiçbir patronun duygu sömürüsüne kanmayın. Patronların genelde söyledikleri, iş yapamıyorum, para kazanamıyorum, şeklindedir… Kesinlikle kanmasınlar, haklarını yedirmesinler. Şahin: Bizim de korkularımız vardı. Ama korkunun ecele faydası yok. Bir şekilde, patrona, sermayeye karşı birlikte hareket etmeliler, mücadele etmeliler. Bu şekilde işlerinden olmayacaklarına haklarını alacaklarına inanıyorum. Yeter ki birliktelik olsun. Sendikalaşma bu konuda çok önemli. Bizim en büyük eksiğimiz oydu. Biz direnişe başlarken tamamen sendikasız yani hiçbir örgütlülük yoktu. İşten atıldığımız için bir araya gelmiştik. Bu konuda çok daha aktif olmak gerekir. Sendikalar konusunda daha aktif olmaları lazım. Bir de burada tabiî sendika da önemli. Bu seçimi yaparken de iyi etüt etmeleri, değerlendirmeleri lazım. Ama mutlaka sendikalı olmaları gerekir ki, bizim yaşadıklarımızı yaşamasınlar. Ayfer: Kölece çalışmasınlar, örgütlensinler diyorum. Örgütlendikten sonra hiçbir şey yıldırmıyor. Sevda: Onlar da bizim gibi dirensinler. Eminim ki kazanırlar. Biz de çok umutsuzduk ama kazandık. Mücadeleyle kazandık. Mücadele etmeseydik, hiç kazanamazdık, bundan eminim. Diğerleri gibi kaçıp gitseydik, hiçbir hakkımızı alamayacaktık. Benim amcamın oğlu bana, polislere güvenme, diyordu. Onlar işçinin yanında değil, diyordu. Ben de, ne biçim konuşuyorsun, demiştim ona. Fabrikanın önünde bize biber gazıyla saldırdılar ya… Anladım ne kadar haklı olduğunu… Sevda Kurtuluş Yolu: Bir anlamda bu Direniş boyunca gerçek dostunuzu, düşmanınızı gördünüz… Sevda: Anladım, bir kere polisler bizden yana değil… Saliha: Açıkçası bize destek olmaya gelip de bizi bölmeye çalışanlar da oldu. Destek adı altında… Ama DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Başkan, Halkın Kurtuluş Partisi ve İl Başkanı Pınar Hanım bizi ger- çek anlamda desteklediler. Bizimle kavgaya giriştiler. Duygulandım gerçekten. Bazı işçi arkadaşlar çekiniyordu. Ama düşünün, size desteğe gelenler, yumruğunu kaldırıp; sen işçiye nasıl el kaldırırsın, diye hesap soruyor, senin önüne geçiyorlar. Birilerinin böyle sahiplenmesi gerçekten güzel bir duygu… Bu konuda gözümüze görünen, yanımızda diyeceğimiz insanlar bunlardı. Şahin: Bizim en büyük şansımız da DİSK Nakliyat-İş’in olmasıdır. Evet yanılmıyorsam 7’nci günde Nakliyat-İş Başkanı Ali Rıza Başkan geldi, konuştuk, bize destek vereceğini söyledi. Aynı iş kolunda olmasak da… Bizim tereddütlerimiz oldu, çünkü biz tekstildeydik, sendika ise nakliye işkolundaydı. Nasıl olacak? diye sorduk. Size üye de değiliz, nasıl olacak? diye sorduk. Bunun sorun olmayacağını söyledi Ali Başkan. DİSK’in aldığı bir karar ile; bundan sonra DİSK’e üye olsun olmasın, tüm işçilere destek olacağını söyledi. Çok da iyi oldu bu. DİSK’in yanımızda olması apayrı bir olaydı: Bize yol gösterdi, doğruları bize söyleyerek, önceden olabilecekleri bize anlattı. Bizi başarıya ulaşmamızda en büyük pay sahibi, DİSK Nakliyat-İş ve Ali Rıza Başkan’dır. Ve ekibi tabiî ki… Bu konuda kendisinden çok hoşnuduz. Çok da iyi bir insan olduğunu, karakter açısından iyi bir insan olduğunu, işçi hakları konusunda çok dürüst bir insan olduğunu düşünüyorum. Kurtuluş Yolu: Kendinizi Direniş öncesi ve bugünlerle karşılaştırır mısınız? eler değişti sizin açınızdan? Mehmet: 75 günü değerlendirmemize gelince… Direnişten önce ben çalışırken, tek başına bu mücadeleyi vermeye çalışıyordum. Ama bugün burada örgütlü bir şekilde mücadele ettik. Kazanım sağlandı. Tek başına bir şey yapılamayacağını gördüm. Tek başına insanların dikkatini çekemeyeceğimizi gördüm. Dayanışma içerisinde olduğumuzda hiçbir gücün karşımızda duramayacağını gördüm. Zafer direnen mücadele eden LC Waikiki/Meha işçilerinin oldu DİSK Örgütlenme Daire Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun LC Waikiki/Meha Direnişi’yle ilgili yaptığı basın açıklaması Tuğba dük, sevindik. Sonu güzel bitti. Böyle olmalıydı. Diliyorum ki, işçi kardeşlerimiz de böyle mücadele ederler. Haklarını alırlar. İşçiler genelde bilinçsiz, haklarını bilmeden çalışıyorlar. Erol: 117 kişi atıldık ama 53 kişi mücadele ettik. Onların mücadelesiyle diğer arkadaşlar da bizim sayemizde maaşlarını, mesailerini aldılar. Onlara bir şey demiyoruz. Boyunları bükük ama… Biz Waikiki’yi dize getirdik, diğer işçi arkadaşlar onlara zulmedenleri dize getirirler umarım. Bir işçi olarak gittik, bir militan gibi de savaştık Kurtuluş Yolu: İşçi Sınıfı 31 yıl sonra 1 Mayıs’ı Taksim’de kutladı. Siz de Meha-LC Waikiki İşçileri Taksim Alanı’na girdiniz... O gün yaşadıklarınızı, duygularınızı öğrenebilir miyiz? Songül: 1 Mayıs’ta önce denemesini yaptık Tünel’de. 1 Mayıs günü 8 yaşındaki kızımla gittim. Arkadaşlarım, onunla ne yapacaksın, dediler. Ben babamın ağzından ilk sendikayı duymuştum. Kızım da görsün diye, onu da götürdüm. Kızımla beraber Şişli-Mecidiyeköy sokaklarında koşturduk. Dedim diğer arkadaşlara, çocukla ben sizi etkiliyoruz, siz gidin, dedim. Onları gönderdim, arkadaşlarımız Taksim’e girdi. Girdiklerini duyunca, Taksim’e girmiş kadar sevindim. Ama çok mücadele verdik. Kızım da umarım devamını getirir. İsa: Daha önce katılmadım. İlk 1 Mayıs’ımdı. Bayram havasında kutlayacağımızı sanıyordum. Ama Şişli’ye yaklaştığımızda bunun böyle olmayacağını gördük. Gerçekten bir militan gibi savaşmanın gerekliliğini anladım orada. Savaştık da… Bir işçi olarak gittik, bir militan gibi de savaştık. Güzel oldu. Bundan sonra 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak Taksim’de kutlanacağına inanıyorum. Erol Erol: Ben direnişin ne olduğunu bilmiyordum. 37 yaşındayım. Bu yaşıma kadar böyle bir şeyle hiç karşılaşmadım. Gördüğüm yerlerde de gülüp geçiyordum. İnsan, başına gelmeden bilmiyor. Bizim de başımıza Meha’da geldi. Yalan yok. Ben başlarda destek veriyordum ama güvenmiyordum… Kendime de… Bunun sonunda bir şey olmaz. Dışarıdan gelen arkadaşlar, işte onlar biraz destek vermeye çalıştılar. Ama benim gördüğüm, yapamayız, edemeyiz şeklindeydi. Fakat DİSK Nakliyat-İş, Ali Başkan gelince işler değişti. Bize Coca-Cola örneğini anlatınca, işte o zaman kıpırdanmaya başladık. LC Waikiki’den bir şeyler alabileceğimize inandık. Tabiî maddi manevi zorluklar yaşadık. Çoğu arkadaşımız yaşadı. Ben Direnişten aldığım paradan çok daha fazlasını, çalışsaydım direniş boyunca alırdım. Ama biz meseleye böyle bakmadık. Onurumuz dedik, gururumuz dedik. Bu mücadeleye böyle girdik. Kazanmak gerçekten çok güzel oldu. Arkadaşlığın ne olduğunu gerçekten öğrendik. Ben her perşembe akşamı nöbetçiydim. Mesut, Cemal üçümüz nöbetçiydik. Her perşembe akşamı da yağmurun altında kaldık. O zorlukları yaşadık, o copları yedik. Emniyet amirinin, sanki karşısında düşman varmış gibi, hücum diyerek saldırması benim açımdan bardağı taşıran son damla oldu. Sanki karşısında İsrailli, ABD’li düşman varmış gibi saldırdılar. Öyle vurdular. Ama onların saldırıları sökmedi. Her şeyi gördük. Bundan sonra Erol olarak nerede bir çadır görsem, gider çayımı içer, şekerimi götürürüm, selam veririm. Ben Meha İşçisiyim diye alnımın akıyla söylerim. Tuğba: Ben de açıkçası kazanırız diye düşünmüyordum, çok ümitli değildim. Buna rağmen her gün gidip geldim. Oradaki dostluk, arkadaşlık bırakılmıyordu. Uzun bir zaman geçirdik beraber. Beraber üzül- İsa Mehmet: 1 Mayıs’ın ayrı bir güzelliği var. Daha önce yaşamadım. İlk yaşadım. Ne kadar büyük bir coşku içinde olduğumu da anlatamam. Engellerin çıkabileceğini biliyordum. Ama geri adım atma lüksümüz yoktu. Biz orada Meha Direnişi’ni temsilen bulunuyorduk. Örnek olmamız gerekiyordu. Taksim’de de kazandık. 1 Mayıs’ta girilemeyen Taksim’e Meha İşçisi olarak girmek ayrı bir güzellik oluyor. Gurur duyuyorum bundan. Şehitleri unutmuyoruz, Taksim Şehitleri’ni. Cemal: 1 Mayıs’ta gittik, neredeyse Mecidiyeköy’den Taksim’e bütün ara sokaklarda dolaştık, DİSK’in kortejine katılmak için. Çok zorlandık. Barikatları aşarak girdik. Mesut: İlk defa 1 Mayıs’a gittim ve Taksim’e Meha Direnişçisi olarak girdim. Saliha: Biz de korkuyorduk… Geçen senelerden dolayı. Bir de bayan olmamızdan kaynaklı. Direnişin bize kazandırdığı cesaretle gittik, gerçekten barikatı aşıp, biber gazı yiyip Taksim’e girmiş olmak çok daha güzel bir duygu. Küçüklüğümden beri olan polis korkumu yendim. Kendimi aşmış oldum. Kurtuluş Yolu: Başarınızı kutlarız. Bundan sonraki mücadelelerinizde de başarılar dileriz. 4 Mart’tan bu yana “ücret, fazla mesai, asgari geçim indirimi, kıdem ve ihbar tazminatları haklarımız gasp edilemez” diyerek direnişe geçen LC WAİKİKİ/MEHA işçileri haklarını gasp ettirmedi. LC WAİKİKİ’nin ürünlerini üreten Meha Tekstil Ltd. Şti. 4 Mart tarihinde kriz bahanesiyle işyerini kapattığını açıkladı. LC WAİKİKİ, 2008 yılında kurumlar vergisi ödemelerinde Türkiye’de ilk yüz işletme arasında 32’nci sırada bulunmaktadır. MehaTekstil patronu, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun toplu işçi çıkarmayla ilgili hiç bir kuralına uymadan, işçilerin çalıştığı süreye ilişkin, ücret fazla mesai asgari geçim indirimi yıllık ücretli izin, kıdem tazminatlarını ödemeden işçileri topluca işten çıkardı. İŞKUR’a da bildirimi; “işçiler istifa etti” şeklinde yaptı. İşyerine de polis çağırdı ve öğleye kadar çalışan 117 işçiyi zorla işyerinden çıkarttırdı. MEHA Tekstil işçilerinin karşı karşıya kaldığı bu durum, birçok işyerinde tekstil, metal işkolu başta olmak üzere diğer işkollarında da yaşanan bir durumdur. İçerisinde yaşadığımız kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalist düzenin 1929’dan sonra en büyük ekonomik krizinin faturası-bedeli İşçi Sınıfına çıkarılmak isteniyor, sermaye sınıfı işverenler tarafından. Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK olarak sendikalarımıza üye olsun olmasın, “krizin bedelini ödemeyeceğiz” kampanyası kapsamında MEHA Tekstil işçilerinin direnişine, mücadelesine sahip çıktık. MEHA Tekstil işçileri, işyerinin önüne çadır kurarak 4 Mart tarihinde direnişe başladılar. MEHA Tekstil patronu hileli bir icra oyunu ile işyerindeki makinaları işçiler ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı sendika yöneticilerinin karşı çıkmasına rağmen polis zoru ile dışarıya çıkardı. Polis birkaç işçiyi gözaltına aldı ve biber gazı kullandı. Mücadelenin ve Direniş’in asıl muhatabı artık LC WAİKİKİ idi. MEHA Tekstil Direnişçileri DİSK ile birlikte; “tüm LC WAİKİKİ mağazaları bir direniş alanı” diyerek Direnişlerini yaygınlaştırdılar. Taksim Meydanı, İstiklal Caddesi, Mecidiyeköy, Şişli, Bakırköy, Gaziosmanpaşa, Kadıköy, Kartal, Vivaport Alışveriş Merkezi, Maltepe Mağazaları birer direniş alanına döndü. DİSK Konya İl Temsilciliği de LC WAİKİKİ önünde bir dayanışma eylemi yaptı. DİSK Genel Başkanı Süleyman ÇELEBİ ve DİSK’e üye sendikaların yöneticileri Mecidiyeköy Mağazası önünde yapılan basın açıklaması ve oturma eylemine katıldı. “Ekmeğimiz için direne direne kazanacağız” denilerek, İstanbul Sokaklarında, Meydanlarında LC WAİKİKİ mağazalarının önünde binlerce bildiri dağıtıldı. Halkımız Direniş’le ve dayanışmaya LC WAİKİKİ’yi protestoya çağrıldı. LC WAİKİKİ/MEHA işçilerinin haklı Direniş’ine halk örgütlerinin, sendikaların, siyasi partilerin, meslek örgütlerinin, halkımızın, gençliğin dayanışması, desteği de her geçen gün arttı. 31 yıl aradan sonra “İŞTE 1 MAYIS, İŞTE TAKSİM” diyerek, İşçi Sınıfının birlik dayanışma ve mücadele gününde polisin barikatlarına biber gazına rağmen LC WAİKİKİ-MEHA işçileri de Taksim Meydanı’na Direniş’in çoşkusu ile çıktı. Direniş süresi içerisinde çeşitli aşamalarda LC WAİKİKİ işyeri ve yöneticileriyle DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin de katıldığı görüşmeler yapıldı. LC WAİKİKİ tarafından işçilere iki defa mektup ile çağrı yapıldı. Mektuplarda bir takım teklifler yapılarak, işçilerden Direniş’ten vazgeçmeleri istendi. Tüm bunlara karşın işçiler Direnişlerine sahip çıktılar. LC WAİKİKİ tarafından DİSK, Uluslararası Sendikal Örgütlere, İTO, İSO gibi işveren örgütlerine şikayet edildi. En son LC WAİKİKİ’den gelen görüşme çağrısı üzerine yapılan toplantıda, LC WAİKİKİ’nin, işçilerin taleplerinin büyük çoğunluğunun kabulünü içeren önerisi Direnişçi İşçiler ile değerlendirildi. Yapılan değerlendirmede, taleplerin büyük çoğunluğu kabul edildiği için oylama yapıldı ve oybirliği ile Direniş’in kazanımla, zaferle sonuçlanma aşamasına geldiği kabul edildi. İşçilerin hak ettiği ücret, fazla mesai, asgari geçim indirimi, kullanılmayan yıllık ücretli izinleri, kıdem ve ihbar tazminatlarının hesabını bizler yaptık ve bizlerin yaptığı toplam işçi alacağı üzerinden anlaşılan tutar işçilere nakit olarak ödendi. Ayrıca Meha patronuna karşı açılan alacak davası da devam edecektir. LC WAİKİKİ/MEHA Tekstil İşçilerinin Direnişi başta benzer tekstil fabrikaları olmak üzere tüm İşçi Sınıfımıza örnek olacak bir zaferle sonuçlandı. Direniş’te anlaşma, üst işveren konumundaki LC WAİKİKİ ile yapıldı. LC WAİKİKİ/MEHA Direnişi birkez daha göstermiştir ki “Örgütsüz işçi köledir. Örgütlü işçi yenilmez”. Direniş aynı zamanda kadın işçilerin yiğitliğinin cesaretinin, fedakarlığının da örneği olmuştur. Yaşasın LC Waikiki İşçilerinin Onurlu Direnişi! Zafer Direnen LC Waikiki/Meha İşçilerinin Oldu! Yaşasın DİSK! 14 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 B. Obama TayyipGül’ü neden öpüyor? (2) Baştarafı sayfa 16’da gerekli görüyor. CIA, yerel ilişkileri de unutmuyor. Yerel ilişkilere yönelik söylenenler ise şöyle: “Hem askeri, hem de sivil personel için yabancı kültürler, tarih ve diller alanında eğitim köklü şekilde güçlendirilmelidir. Karışık bölgelerde, yerel görevliler ve yerli halk ile günlük ilişkilerde bulunacak çok gerekli personel için düzenlenen geziler uzatılmalıdır. “Harcama yetkisi sahadaki personele aktarılmalıdır. Bu yetki, parayı esnek şekilde hedefler ve daireler arasında dolaştıracak diplomat ve komutanları kapsamalıdır. Sorumluluklar, asker olsun, sivil olsun, işi en iyi yürütecek bu daire ve personele verilmelidir. Tarım, Adalet, Sağlık ve İnsani Hizmetler, Eğitim gibi sivil alanlarda kullanılan yerel yapılandırma ekiplerine yaratıcı eylemler için daha fazla kaynak ayrılmalıdır.” (agy) Görüldüğü gibi, geri ülkelere yönelik çalışacak daha çok sayıda, daha becerili eleman gerektiği, harcamaların esnek tutulması tavsiye ediliyor. (Bu emperyalizmin bizim gibi ülkelerde daha fazla para dökmesi anlamına geliyor. Bizim Sorospu Çocukları, paranın sesini duyunca şimdiden ellerini ovuşturmaya başlamışlardır!) CIA, NATO, Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütlerde de koordinasyonun ve ilişkilerin geliştirilmesinden yana. Böylece ABD politikalarının pürüzsüz yürütülmesi amaçlanıyor. Zaten aksi düşünülemez. Bu koordinasyonun sağlanmasında NATO’ya büyük iş düştüğü vurgulanıyor. Şöyle yazıyor CIA Uzmanı: “ABD için görevlendirilen personel ATO, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler’de uluslararası ilişkiler kurmalıdır. Bu koordinasyonun önündeki engeller imha edilmelidir. ATO’nun stratejik iki komutanlığından birisi olan ATO Müttefik Komutanlığı, bu görevin başarılması için görevlendirilmelidir.” (agy) yor ve denilenleri uyguluyor. Kahire’de 4 Haziran 2009’da yaptığı konuşmaya bakalım: “Ben Amerika Birleşik Devletleri’nin işkenceye başvurmasını açık bir şekilde yasakladım ve Guantanamo Körfezindeki hapishanenin önümüzdeki yılın ilk aylarında kapatılmasını emrettim.” (www.whitehouse.gov/blog/newbeginning/ transcripts) Terör, korku salmak demektir. Böyle bakıldığında terörün âlâsını kendi yapmaktadır ABD Emperyalizmi. Ne var ki, ABD için kendi politikasına aykırı hemen her siyaset, silah kullanmasa dahi, en azından potansiyel olarak teröristtir. Emperyalizm için bugün karşı terörizm ya da karşı ayaklanma, dün Kontrgerilla operasyonları olarak adlandırdığı kirli, sinsi, hain, sözde savaştır. Tabiî ki, bu kirli işler için yerel güçler de gereklidir. Yoksa emperyalist ajanları yüzük taşı gibi açıkta kalır. Bu nedenle yerel güçlerin yaratılmasına büyük önem verir emperyalistler. CIA Uzmanı da bu durumu vurguluyor burada. Şöyle yazıyor: “ABD karşı terörizm girişimleri daima yerel güçleri geliştirmeye yönelmelidir. El Kaide ve Taliban’ı yenecek güçler, son aşamada Afgan güçleri olacaktır. Teröristlerin yerel halkı tehdit ettiği diğer ülkelerde de bu durum geçerlidir. Yerel kapasiteyi hızla artırmaya yönelik yollar aramalıyız, bu kapsamda tehdit altındaki sahalarda uzun süre kalacak ve doğrudan yerel güçlerle birlikte çalışacak iyi eğitilmiş Amerikan gönüllülerine gerek vardır.” (agy) Çok yönlü, topyekûn bir savaş söz konusudur emperyalizm açısından. Bu savaşta karşı ayaklanma ve psikolojik girişimlerin yeri büyüktür. Bunun için ille de bir ayaklanma girişimi olmayabilir. Tıpkı bizim Ergenekon Oyununda olduğu gibi, emperyalizm kendisi bir ayaklanma (Ergenekon’da “darbe” diyorlar) tanımlayıp, psikolojik le savaş stratejisinin bir parçası olarak görür. Buradan Obama’ya verilmek istenen mesaj açıktır. Askeri araçların yanı sıra, her türlü yolu dene. Yumuşak da olabilirsin. Ama genel savaş stratejisini unutma, çizgiden çıkma. Diyalog, güler yüz, sıcak ilişkiler hep savaş stratejisi içinde kalmalıdır. Nitekim, Obama da bu söylenenlere uydu. Basında yer aldığı kadarıyla, Afganistan’da “Light Taliban ile görüşülebilir” dedi. (Hürriyet, Holbrook Obama’nın Afganistan Stratejisini Açıkladı, 21 Mart 2009) Tabiî emperyalist siyaset çizgisinden çıkmaksızın… (Kaldı ki, ABD ile savaşta olsa bile, Taliban da özünde CIA ürünüdür. Dün ABD’ye hizmet etmiştir, bugün de radikal dinci örgütlenme ile halkı afyonlayarak; kendi niyetinden bağımsız olarak, son duruşmada emperyalist siyasete hizmet etmektedir.) Şimdi, böyle bir stratejinin (Obama’nın stratejisinin), “Benden olmayan düşmanımdır” diyen Bush’un stratejisinden öz olarak bir farkı var mı? Strateji gene aynıdır. Obama’nın yaptığı sadece göz boyamadır. Afganistan, Pakistan, Irak, İran CIA uzmanlarının Afganistan, Pakistan, Irak ve İran üzerine de kısa yazıları var. Bu başlık altında, bu yazılara bakalım: Afganistan: Afganistan yazısı “Afganistan: İşi Bitir” başlığını taşıyor. Yazarı ise bir “okumuş çocuk”: Georgetown Üniversitesi’nde Profesör ünvanlı, Seth G. Jones adında bir Siyaset Bilimcisi. Şöyle yazıyor Afganistan ile ilgili olarak: “ABD için 2001’de Taliban’ı düşürdüğünde başlayan işi bitirme zamanı gelmiştir. ABD ve ATO şimdi hızla, eş zamanlı olarak birçok cephede birden ilerlemelidir. Müttefikler Afganistan’daki güçlerini artırmalı, Afgan güvenlik güçlerini canlandırmalı, aşiretleri desteklemeli, yerel yönetimi güçlendirmeli ve komşu Pakistan ile birlikte Afgan sınırı boyunca yerleşmiş bulunan ayaklanmacıları ortadan kaldırmalıdır. Karşı Terörizm Diğer bir bölüm “Karşıterörizm: Sürdürülebilir Bir Kampanya Yürüt” başlığını taşıyor. Yazarı Brian Michael Jenkins adında RAND’ın Başkan Danışmanlarından biri. Bu zatın “Amerikan terörizm araştırmacılarının başı” olarak kabul edildiği belirtiliyor. Şimdi de bu CIA Uzmanının dediklerine bakalım. “Devlet diplomasisi ve psikolojik operasyonlar (yani emperyalist yalan makinesi – K.Y.) da dâhil politik savaşa daha büyük öncelik verilmelidir. Bunun için şu anki daireler arası ilişkiyle yürütülen girişimlere göre daha resmi bir yapı gereklidir. ABD, terörizme karşı küresel girişimlerde önderlik yapmaktadır ama bu alanda ilerleme sağlamak için uluslararası işbirliği ve çok yanlı çabalar gereklidir ki, bu işbirliği ve çabaların kapsamı duruma göre değişecektir. Aynı konuya yönelik çok sayıda kampanya yürütülmeli, bunları aynı yönde oluşturulan işbirliği izlemelidir.” (Brian Michael Jenkins, Karşıterörizm: Sürdürülebilir Bir Kampanya Yürüt, Rand Review) Görüldüğü gibi emperyalizm, politik savaşa çok daha fazla önem ve öncelik verilmesini, bu alanda ABD’nin yalnız bırakılmamasını, diğer ülkelerden de destek sağlanması gerektiğini belirtiyor. Bu kirli, “kancıkça” savaş, emperyalizmin öteden beri uygulayageldiği bir yoldur. Bundan sonra emperyalizmin açık askeri savaştan çok bu yola başvurması beklenir. ABD Emperyalizmi, bununla bağıntılı olarak yıpranan işkenceci, katil yüzünü gizlemeye çalışacaktır. Bunu: “Stratejimiz, değerlerimizle uyumlu olmalıdır. Guantanamo’yu kapatmalıyız, orada yanlışlıkla tutulmakta olanları serbest bırakmalı, geri kalanlara adil davranmalı, en tehlikeli terörist elebaşlarını tutmalıyız. İşkence karşıtlığında samimi olmalı ve bunu tüm ABD organlarına uygulamalıyız”, diyerek ifade ediyor CIA Uzmanı. Ancak, bunlar, ABD Emperyalizminin askeri güç kullanımını bırakacağı anlamına gelmemeli. Nitekim, örneğin “Afganistan’da, otuz yıldır süren savaş, bir otuz yıl daha sürecek olsa da askeri ve ekonomik sorumluluklarımızı sürdürmeliyiz”, diyorlar. Obama da hemen hemen aynı şeyleri söylü- Obama’nın Pakistan Halkına ilk hediyesi: Swat Vadisi’nden kitlesel göç... savaşla toplumu istediği yöne yöneltebilir. Tabiî, bunun için sivillere de gerek vardır: “ABD ordusu çok sayıda farklı yapıyı dikkate almalıdır. Bunlardan biri, karşı ayaklanma alanında deneyimi gittikçe artan geleneksel askeri gücümüzü oluşturan bizim bugünkü eğitimli ve donanımlı silahlı kuvvetlerimizdir. Diğeri, askeri uzmanları karşı ayaklanma ve psikolojik savaş alanında birleştiren, gönüllü sivillerin özel görevler üstlendiği, siyasi görevli ve ajan olarak görev yaptığı bir örgüttür.” (agy) Bu strateji kapsamında “düşman” ile görüşmek de vardır: “Muhalifler ile görüşmek, Amerikan stratejisinin bir parçası olarak kalmalıdır. Diyalog, ne savaşa alternatiftir, ne de savaşa son vermek zorundadır. Düşmanı caydırmayı, demoralize etmeyi ve bölmeyi amaçlayan, aynı zamanda düşmanın hayal âleminden çıkmasını sağlayan bir stratejinin parçasıdır; Clausewitz’in ünlü özdeyişinin tersine çevrilmesi, yani savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir.” (agy) Görüldüğü gibi, emperyalizm için her yol savaşa çıkar. Diyalog da savaş kapsamındadır. Ünlü Prusyalı General Clausewitz’in “Savaş siyasetin başka araçlarla (yani silahlarla) devamıdır” özdeyişini tersine çevirerek, “düşman” ile diyalogu bi- “… Afganistan’da 50.000’in üzerinde uluslararası askeri güç var, bunun yanı sıra 50.000’den fazla da Afgan Ulusal Ordusu’nun askerleri var. ABD ve ATO güçlerinin sayısı, yerel askerler yetişene kadar en az 28.000 daha artırılmalıdır. Bu durum, bazı ABD güçlerinin Irak’tan Afganistan’a kaydırılması gibi zor seçimler gerektirebilir” (Seth G. Jones, Afganistan: İşi Bitir, Rand Review) ABD Emperyalizmi, Afganistan bataklığında debelendikçe batıyor. Tek başına kayıpları gittikçe artıyor. Bu nedenle kayıpları diğer ülkelere yayarak seyreltmek peşinde. Dolayısıyla Türkiye’ye de görev düşüyor. Zaten Soros da demiyor mu, “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” diye? Tayyipgil de ABD’nin bir dediğini iki etmeyeceğine göre? Gene de ordu tabanındaki hoşnutsuzluğu kışkırtmamak için Afganistan’a asker göndermekte ayak sürüyebilir Tayyipgil ve ordu fosilleri. Diğer NATO ülkeleri de Afganistan bataklığına girmek istemeyecektir, hatta var olan güçlerini çekme eğilimine girecektir. Bu durumda ABD Irak’tan asker çekerek, geçici olarak, istemeye istemeye Afganistan’a göndermeyi de hesaba katıyor. Bir an önce yerel güçleri artırıp Afganistan’dan çekilmek peşinde. Ancak yerel güçler de kendi deyişleriyle düzensiz, yetersiz ve hemen Satılmışlar medyasının “Barış Meleği Obama”nın ordusu Afganistan’da 147 sivili katletti... hemen tümüyle yolsuzluğa batmış durumda. Ve “Yolsuzluk karşı ayaklanma kampanyasına zarar verir, çünkü halkın desteği azalır”, diyorlar. “Savaşta, kentler kaybedilmese de, kırsal alanda savaşın kaybedilebileceği belirtilerek, güvenlik açısında risk taşısa da karşı ayaklanma kırsal topluluklara ulaşma yolları aramalıdır”, deniyor. Kısacası ABD Emperyalizmi Afganistan’da bir kısır döngüye girmiş durumda. CIA uzmanlarınca, “İşi bitir artık” denerek bir an önce bu kısır döngüden çıkması gerektiği belirtiliyor. Pakistan: Afganistan’a komşu Pakistan’da da işler iyi gitmiyor emperyalizm için. Pakistan üzerine yazının sahibi Christine Fair adlı Güney Asya politik ve askeri olaylarında uzmanlaşmış bir “siyaset bilimci”. Yazı “Önceliği Kuruluşlara Ver” başlığını taşıyor. Burada özetle denilenler şöyle: Pakistan’ın ABD için vazgeçilemez ama kararsızlık ve belirsizlik içinde olduğu, ABD’nin 2001’den beri Pakistan’a 10 milyar dolar yardım yaptığı, ama bu yardımın silahlı kuvvetlere gittiği, sıradan Pakistanlılara bir yarar sağlamadığı, bu nedenle Pakistan’daki askeri yönetimler de göz önüne alındığında, bu desteğin hoş görülmediği belirtiliyor. Buradan hareketle CIA Uzmanı ABD Başkanı’na şu görevleri duyuruyor: “Şu anda ABD’nin önündeki görev, ordunun siyasetten çekilmesine yardım etmek ve gelişmiş politikacıların yetişmesini sağlamaktır. Amerikan yardımının etkili olması için ABD reform yapmayı hedefleyen sivil liderlerle işbirliği yapmalıdır. ABD tüm siyasi partilere, temel sivil kuruluşlara ve sivil toplum gruplarına ulaşmayı esas almalı, aynı zamanda silahlı kuvvetler ile ilişkisini sürdürmelidir. Yeni ABD Başkanı güvenli ve mamur bir Pakistan için sivil Pakistan liderlerini önemli işbirlikçiler olarak görmelidir.” (agy) CIA Uzmanının Pakistan ile ilgili diğer tavsiyeleri ABD’nin Pakistan’da sivil kuruluşlara, özellikle adliye, polis ve yasaların uygulanmasına; çok sayıda politikacının yetiştirilmesine; insan hakları, yolsuzluk, siyasi barış ve insan gelişimine yardımda bulunması şeklinde. Ayrıca, eğitimin de bu yardımda öncelik taşıdığını belirtiyor. Ancak şurası önemli: Eğitime destekte laikliğe yer yok! “Eğitim Pakistanlıların tercihlerine uygun olmalı, müfredatın laikleşmesini kapsamamalıdır” diyor. Kısacası, Pakistan’da sivil örümcek ağlarını geliştir, yardımı sivil kuruluşlara aktar, halkın dinle afyonlanmasını da sürdür, diyorlar. Bunlar CIA Uzmanlarının Ilımlı İslam Projesi kapsamında İslam Ülkeleri için şimdiye kadar söyleyegeldiklerinden farklı değil. Obama da aynen böyle düşünüyor ve davranıyor. En son 4 Haziran’da Kahire’de yaptığı konuşmada Afganistan ve Pakistan ile ilgili şunları söylüyor: “Şimdi artık biliyoruz ki, Afganistan ve Pakistan’daki problemleri sadece askeri güçle çözümlemek mümkün değildir. Bu nedenle, Pakistan’la ortak olarak, okul ve hastane, yol ve ticaret yapımı için önümüzdeki beş yıl boyunca, yılda 1,5 milyar dolar yatırım yapmayı ve evlerini kaybedenlere yardım yapmayı planlıyoruz. Aynı nedenlerle Afganların ekonomilerini geliştirmeleri ve insanlara gerekli hizmetleri sağlamalarına yardım için 2,8 milyar dolardan fazla para temin ediyoruz” (www.white- house.gov/blog/newbeginning/transcripts) Irak: Irak ile ilgili yazının başlığı “Irak: Yeni Bir Vizyon Oluştur”. Yazarlar ora Bensahel, Edward O’Connell ve David E. Thaler adlı CIA Uzmanları. Burada da yenilikten söz ediliyor. Yazının en önemli kesiminde söylenenler şöyle: “Güçlerin Koalisyondan Irak güvenlik güçlerine aktarılacağı tutarlı bir karşı ayaklanma stratejisi uygulamaya konulmalı. Bu strateji, diğer şeylerin yanı sıra (‘diğer şeylerin’ ne olduğu açıklanmıyor ama bizce Amerikan çıkarlarıdır. – K. Y.), halkın korunmasına, yasaların güçlendirilmesi ve güvenliğin askeri olmayan yollardan sağlanmasına, temel sosyal ve ekonomik hizmetlerin verilmesine, tutuklular açısından insan haklarına bağlı kalınmasına, sadece Irak Hükümetinin değil, Irak Halkının da ulusal uzlaşma çabalarına yoğunlaşan bir siyasi gündeme odaklanmalıdır. “Amerika’nın Irak’taki rolü bir geçiş dönemindedir. Amerikan varlığının yerel olarak kabullenilmesi, etkinliğinin algılanmasına bağlı olacaktır. Iraklıların, yerel güvenlik güçlerinin güvenlik ve stabiliteyi sağlayacağına yönelik güveni artmaktadır. Ve gelecekte Irak–ABD ilişkileri açısından, Irak tek sesli olmayacaktır. Kürtler sağlam bir işbirliği ve ABD üsleri istemektedir. Şii Araplar ve Sünniler bu konuda bölünmüşlerdir: Ama her iki topluluk da yakın gelecekte, hem güvenlik alanındaki pozitif gidişin sürmesi, hem de Irak Güvenlik Güçlerinin inşası bakımından, ABD varlığına gerek olduğunu biliyorlar. “ABD’nin Irak ve bölgedeki uzun vadeli amacı da dönüşüm halindedir. ABD bir yandan çıkış stratejisini tartışırken, bir yandan da temel altyapı inşasını sürdürmektedir ve bu durum dost ve düşmana çeşitli sinyaller göndermektedir. Öte yandan, Ortadoğu’daki ABD işbirlikçileri, ABD’nin gelecekte bölgeye, özellikle de İran’a karşı tutumundan kuşkuludur ama bu tutum uzun vadeli ABD-Irak ilişkileri açısından son derece önemlidir. “ABD Irak ve bölgeye yönelik bakışını belirlemelidir. Irak’ta olumlu gelişmeler olsa da, nihai durum hâlâ belirsizdir. Bu nedenle Irak ile uzun süreli, iki yanlı bir işbirliği karşılıklı çıkarların gelişmesi açısından yeterince sağlam, değişen siyasi ortama göre yeterince esnek, yerel ve bölgesel duyarlılıkların azaltılması açısından yeterince yumuşak olmalıdır. Dahası, ABD, afet yardımı ve sınır güvenliği gibi geniş kesimlerin ilgisini çekecek olaylara yönelik çok yanlı bir bölgesel güvenlik çatısı oluşumunu desteklemelidir; ılımlı, güvenli, büyüyen bir Irak bu çatı altında gelişebilir.” (Nora Bensahel, Edward O’Connell, David E. Thaler. Irak: Yeni Bir Vizyon Oluştur) Burada da Obama’ya verilen öğütler, milyonlarca masum insanı katlettikten sonra yeniden canlanan “Çirkin Amerikalı” imajının kaldırılmasına yönelik tutum takınması; esnek ve yumuşak olması, fincancı katırlarını ürkütmemesi; işbirlikçileri güçlendirerek, ateşteki kestaneleri işbirlikçilere çıkarttırması, dolayısıyla sinsi bir yaklaşım göstererek mümkün olduğunca erken Irak’tan çıkmasıdır. Obama’nın Kahire’de yaptığı konuşmada söyledikleri farklı değildir: 15 Yıl: 4 • Sayı: 44 / 16 Haziran 2009 “Bugün Amerika’nın çifte sorumluluğu vardır: Iraklıların daha iyi bir gelecek kurmalarına yardım etmek ve Irak’ı Iraklılara bırakmak. Irak Halkına bizim orada üs kurmak istemediğimizi, onların toprak ve kaynakları üzerinde hiçbir iddiamız olmadığını açıkça bildirdim. Irak’ın egemenliği kendisine aittir. Bu nedenle, muharip tugaylarımızın gelecek Ağustosa kadar dönmeleri için emir verdim. Yine bu nedenle, Irak’ın demokratik yolla seçilmiş hükümeti ile anlaşmamıza uygun olarak Irak şehirlerindeki muharip kuvvetleri Temmuz ayına ve Irak’taki bütün kuvvetlerimizi 2012 yılına kadar geri çekeceğiz. Biz Irak’ın kendi güvenlik kuvvetlerini eğitmesine ve ekonomisini geliştirmesine yardım edeceğiz.” İran: CIA Uzmanları, ABD’nin İran’a karşı tutumunda da köklü değişiklikler öngörmektedir. İran yazısını yazan CIA Uzmanları Keith Crane adlı bir ekonomist, James Dobbins adlı RAND’da Uluslararası Güvenlik ve Savunma Politikası Merkezi’nin Başkanlığını yapan üst düzey bir görevli ve Clifford Grammica adında RAND’ın iletişim uzmanı bir zat. Yazının başlığı ne denilmek istendiğini açıklıyor aslında: “İran: Yapıcı Bir İlişki Kur.” Yazının en önemli kesimi şöyle: “İran rejimi kararlı ve kısa vadede dış baskılara ve çarpıcı değişimlere dirençli gözüküyor. Ancak, İran’ın toplumsal şartları, uzun vadede ABD ile daha yapıcı bir ilişkiye yardımcı olacak gibi gözüküyor. “Siyasi, demografik ve ekonomik eğilimler gösteriyor ki İran zaman içinde daha demokratik ve yumuşak olacaktır. Eğitim düzeyi belirgin şekilde yükselmektedir. Halk devletin sorunlarına cevap vermesini beklemektedir. İki bin dokuz seçimi, İranlılara başkanlarını değiştirme fırsatını verecektir. Bilgi (enformasyon) akışı, en azından Internet aracılığıyla, nispeten serbesttir. Medyada çeşitli politikalar tartışılmaktadır. Gelir gittikçe artmaktadır, tüketiciler gittikçe daha gelişmiş ülkeler gibi harcama eğilimindedir. Kadınların işgücüne katılımı gittikçe artmaktadır. “Acem kökenli olmayan etnik gruplar ülke nüfusunun yarısını oluşturmaktadır; bu gruplar sivil özgürlüklerin ve seçimle gelmiş yöneticilerin yaygınlaşmasından yanadır. Bu gruplar, ülkenin daha demokratik bir yapıya kavuşmasında önemli rol oynayabilir. “İran Hükümeti, 1980’lerdeki nüfus patlamasından gelen kuşağa iş bulma baskısıyla yüz yüzedir. İran gençliği işsizlik konusunda son derece hoşnutsuz, bazen şiddete varacak ölçüde öfkeli duruma gelmiştir. Devlet esaslı ekonomik sisteme karşı hoşnutsuzluk artmaktadır. “ABD, İran Yönetimi ile ilişki kurarak İran’ın kişisel özgürlüklerden yana eğilim ve politikalarını teşvik etmeli; İranlılar arasında toplumsal, siyasi, ekonomik konularda tartışmaları desteklemeli; İranlılar ve Amerikalılar arasında ilişki ve etkileşimlerin kurulmasına yardımcı olmalıdır. “ABD Yönetimi eğitime yönelik ve diplomatik alışverişlerde daha cömert olmalı, ABD görevlilerinin İran medyasında konuşmasını teşvik etmeli, ana toplumsal sorunlar için bir tartışma forumu olarak ABD tarafından desteklenen yerel dillerdeki radyo yayınlarını artırmalıdır. “ABD, özel sektörü güçlendirerek ve dinci kuruluşları zayıflatarak İran ekonomisinin liberalleşmesine yönelik değişimleri de teşvik edebilir. Bu kapsamda, ABD, İran’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesine karşı çıkmamalı ve ülkede daha iyi bir ekonomi yönetiminin yerleşmesini Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası aracılığıyla desteklemelidir. ABD gene de likit gaz üretimi ve gazı sıvı yakıta dönüştürme teknolojilerinde ambargoyu sürdürmeli, bunu İran politikası ABD çıkarları ile uyumlu hale gelene kadar bir pazarlık unsuru olarak kullanmalıdır. “… Şimdi İran’a karşı da Soğuk Savaşın kazanılmasını, Varşova Paktı’nın dağılmasını ve Avrupa’nın yeniden birleşmesini sağlayan politikaları uygulama zamanıdır: Yumuşama (detant) ve sınırlama, mümkün olduğunca iletişim, gerekli olduğunda da zıtlaşma. İran ile önşartsız ve kapsamlı olarak müzakerelere başlama zamanıdır.” (Keith Crane, James Dobbins, Clifford Grammich. İran: Yapıcı Bir İlişki Kur, agy) Obama da bu tavsiyelere bire bir uydu. Kahire’de yaptığı konuşmada şöyle diyor- du: “İslam Devriminden beri İran ABD asker ve sivillerine karşı rehin alma ve şiddet hareketlerinde rol oynadı. Bu geçmiş herkese malumdur. Ben, geçmişin tuzağında esir olmaktansa, İran’ın liderlerine ve halkına, ülkemin ileri adım atmaya hazır olduğunu açıkça ifade ettim. Şimdi mesele, İran’ın neyin karşısında olduğu değil, nasıl bir gelecek kurmak istemesidir. Yıllarca devam eden güvensizliği bir tarafa bırakmanın kolay olmayacağını takdir ediyorum fakat biz cesaret, dürüstlük ve kararlılıkla ilerleyeceğiz. Ülkelerimiz arasında müzakere edilecek birçok mesele olacak ve biz karşılıklı saygı esasında ve ön koşul ileri sürmeden ileri adım atmağa hazırız.” (www.whitehouse.gov/blog/newbeginning/transcripts) Görüldüğü gibi, ABD Emperyalizmi, içeriden ve dışarıdan çalışarak, çok yönlü oyunlarla, uluslararası finans kuruluşlarıyla, yeri geldiğinde ekonomik önlemlerle, medya ile, etnik ayrılıkları körükleyerek vb. İran siyasetini uzun vadede kendi çizgisine çekme peşinde. Çünkü son durumda, İran gibi Ortaçağcı yönetimlerden emperyalizme ciddi bir tehdit gelmez. Hatta bu gerici yönetimler halkların sosyalizme yönelmesinde engeldir, bu yüzden emperyalizm tarafından teşvik de edilir. Nitekim İran da emperyalizmin bu girişimlerine uygun cevap veriyor. Örneğin, dolar dışında bir rezerv paranın geçerli olacağı petrol piyasası kurma girişiminden vazgeçti İran. Bu girişim, ABD Emperyalizmine büyük bir darbe anlamına geliyordu. Diğer bir örnekse, bölgede İran’ın emperyalizm tarafından oynanan Ermeni oyununa çanak tutuşu. İran, Nisan ayında Ermenistan ile 470 km’lik bir demiryolunun kurulması için anlaştı (Hürriyet, 16 Nisan 2009). Böylece emperyalizmin Ermenistan piyonu rahatlatılmış olacak. Bu da emperyalizm için hoş bir gelişme. Havuç ve sopa siyasetiyle İran emperyalist çizgiye çekilecek gibi görünüyor. Böylece zaman içinde yıpranan mollaların alternatifi olarak sosyalizm de zayıflatılmış olacak, ABD’ye göre… Nükleer Silahların yayılması ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti CIA Uzmanlarınca yazılan ve bu yazımızda değineceğimiz son yazı, sözde nükleer silahlanma ama özde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti üzerine. Yazı, David Ochmanek adlı bir “savunma araştırıcısı” tarafından yazılmış. Başlığı ise “ükleer Silahlanma: ükleer Kullanımını Önle. Teröristlerin Edinmesinde Caydırıcı Ol” şeklinde. Yazıda yer alan önemli bölümleri aktaralım: “Kuzey Kore 9 Ekim 2006’da ilk nükleer denemesini yaptığında, patlamanın küçük, bir buçuk kilotonluk şiddeti, asıl büyük tehlikeyi gizledi: Kuzeydoğu Asya’da yoksul bir halkın ABD ve diğer tüm komşu ülkelerin muhalefetine rağmen nükleer silah geliştirmesi ve denemesi. Eğer Kuzey Kore ve İran nükleer silahlardan vazgeçmeye ikna edilemezse, bunun sonuçları ABD ve müttefik güvenliği açısından derin olabilir.” (David Ochmanek. Nükleer Silahlanma: Nükleer Kullanımını Önle. Teröristlerin Edinmesinde Caydırıcı Ol, agy) Yazının ilk paragrafı, açıktan tehdit dolu bu cümlelerden oluşuyor. Daha sonra bu tehdidi gerekçelendiriyor CIA Uzmanı. Nükleer silah sahiplerini ikiye ayırıyor. Birincisi Rusya, Çin, Hindistan gibi güçlü, büyük nükleer silahlı ülkeler; ikincisi ise “bölgesel muhalif” özellikte nükleer silahlı ülkeler. Ve emperyalistlerce “bölgesel muhalif” ülkeler (aslında sadece Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti) daha büyük tehdit oluşturuyor. Çünkü bu ülkelerin konvansiyonel güçleri zayıf, bu yüzden nükleer silaha kolay başvurabilirler, ayrıca büyük ülkeler gibi “genel olarak kabul edilen devlet davranışı normlarına” uymayabilirler, deniyor. İktidarını tehlikede gören bir lider, ya hep ya hiç düşüncesiyle nükleer silaha başvurabilir, emperyalistlere göre. Bunları belirttikten sonra daha da saldırgan bir tavır tavsiye ediyor CIA Uzmanı: “ABD ve müttefik liderleri, sadece nükleer silahların bölgesel muhalifler tarafından kullanılmasını caydırmakla yetinmemeli. Caydırıcılık, muhaliflerin silahlarını kullanmama konusunda ikna edilmesine bağlıdır. Caydırıcılığın ötesinde, ABD ve müttefik liderleri, muhalifler tarafından nükleer silah kullanımını önleyecek, muhalifin niyetine ve eylemine bakmaksızın fiziksel olarak saldırıyı bloke edecek askeri donanımları gerekli görmelidirler. Bu anlamda, nükleer silahları ve bunları fırlatacak sistemleri önceden, hatta fırlatıldıktan sonra saptayacak, izleyecek ve tahrip edebilecek özellikte güçler gereklidir. Dolayısıyla, bu silahları taşıyan orta menzilli füzelere karşı çok daha etkin savunma sistemleri geliştirilmeli ve konuşlandırılmalıdır. “ABD, aynı zamanda, bölgesel muhaliflerin nükleer silahlar edinmesinde caydırıcılığın ötesini de görmelidir: Caydırıcılık özellikle bölgesel muhaliflerin terörist gruplarla ilişkilerine de yoğunlaşmalıdır. RAD’dan meslekdaşım Brian Michael Jenkins’in dediğine bakılırsa, nükleer silah sahibi hiçbir ülke nükleer cephaneliğinin zerresini bile herhangi bir terörist gruba vermez, çünkü, böyle bir durumda devletin yarar sağlayacağı belirsizdir, oysa risk büyüktür. “Ancak, bu devletlerin hesaplarını da etkileyebiliriz. Caydırıcılık prensiplerini sürdürmeliyiz ki, bu devletler terörist eylemlerin sonuçlarını, misillemenin ABD’nin temel caydırıcılık stratejisi olduğunu ve nükleer saldırı sonrası terörist ortamda ABD saldırısı için baskının yoğun olacağını hesap edebilsin. Gizli nükleer silah programları olan yönetimlerin suçsuz olduklarını kanıtlamak için fazla zamanları yoktur. Saldırı için bağlantılarının kanıtlanması gerekli değildir” (agy) CIA ajanı “devletler” ifadesini kullansa da, bu ağır tehdidin muhatabı doğrudan doğruya Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’dir. Emperyalizmin gözü kesse, tıpkı Saddam’a yaptığı gibi, kanıt, belge aramayıp saldıracak. İşte emperyalizmin “demokratik”(!) yüzü. Ne var ki, bu emperyalist tehdidi Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin haklı çıkışını engelleyemedi. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, ABD’nin taahhütlerini yerine getirmediğini belirterek Nisan ayında silahsızlanma görüşmelerinden çekildi, Mayıs ayında ise yeni bir nükleer silah denemesinde bulundu. Emperyalistlerin saldırı tehdidi tutmadı. Obama, CIA Uzmanlarının tavsiyelerine uyarak, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni daha da yalnız kalmakla tehdit etti. Emperyalistler, zayıf bulduğu anda Kore’ye saldırmak peşinde. Gözü kesmiyor… Sonuç: Obama da uşaktır Görüldüğü ABD başkanları, yetkileri büyük olsa da, bağımsız davranamazlar. ABD tekellerinin güdümündedirler. Obama da farklı değildir. CIA ajanları ve uzmanları tarafından ABD Başkanının izleyeceği yol, daha başkanın kim olacağı belli değilken çizilmiştir. Bunun dışına çıkılamaz. Bugün Obama tıpa tıp çizilen bu yolu izlemektedir. Aylar öncesinde CIA tarafından söylenenler ortadadır. Bugün Obama’nı söyledikleri ve yapmaya çalıştıkları da ortadadır. Arada hiçbir fark yoktur. ABD Emperyalizmi, Bush Yönetimi döneminde hem ekonomik, hem siyasal olarak yıpranmıştır. Yaptığı haksız saldırılar dünya halklarının tepkisini artırmıştır. Küresel ekonomik kriz de ABD’nin içinde bulunduğu çıkmazı derinleştirmiştir. Bu durumda ABD, siyahi Obama ile hem kendi halkının, hem de dünya halklarının gözünü boyama peşindedir. Nitekim Obama her fırsatta bunu vurgulamaktadır. Kahire’de yaptığı konuşmada sarf ettiği sözler şöyledir: “Barak Hüseyin Obama adlı, Afrika kökenli bir Amerikalının başkan seçilebilmiş olması konusunda çok şey yazılıp söylendi.” Sürekli yenilikten söz etmektedir, Obama. Ama bu da oyunun, kandırmacanın bir parçasıdır. Hoş, CIA Uzmanlarınca tavsiye edilen bazı taktik değişiklikler de yapmaktadır. Ancak strateji aynıdır. Özünde değişen hiçbir şey yoktur. Söyledikleri ve yaptıkları, kendisi başkan olmadan önce CIA uzmanlarınca tavsiye edilenlerin aynen hayata geçirilmesinde başka bir şey değildir. Dolayısıyla Obama da diğer ABD başkanları gibi emperyalistlerin uşağıdır. Obama’nın ipliği, kaçınılmaz olarak, kısa sürede dünya halkları açısından da pazara çıkacaktır. O bir rüzgârdı insanlık için esen Baştarafı sayfa 16’da mezdi görevin büyüğünü küçüğünü. Afiş mi? Recep elinde fırça-kova hazırdı. Bildiri mi dağıtılacak? Recep elinde tomar tomar bildiriler, otobüs duraklarında, caddede, sokakta, mahallelerde en öndeydi. Örgütlenme mi var İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da, Konya’da, Malatya’da? Recep ilk otobüse binenlerdendi. Ve Malatya’ya örgütlenmeye giderken, yani görev başında bedence aramızdan ayrıldı Yoldaş’ımız. Seminer mi verilecek? Recep elinde kitap geceli gündüzlü okurdu. Kavga mı var, Recep en önde hazırdı kavgaya. Recep, Önderimizin üstüne basa basa belirttiği “Cesaret Vatanına” sahip yoldaşlarımızdandı. Bedeni kendinin değildi artık, Halkların Kurtuluş Mücadelesine vakfetmişti bedenini. Yoldaşlarına, Önderliğe saygı, sevgi, güven mi?.. Sonsuzdu Recep Yoldaş’ımızda. Devrimci Teorimize inanç, bağlılık mı? Sınırsızdı Yoldaş’ımızda. Kuşku duymadı Recep, bu topraklara Marksizm-Leninizmi uyarlayan Usta’mız Kıvılcımlı’nın teori ve pratiğinden. O teori ve pratiği günümüzde devam ettiren Önderliğimize karşı beyninde hiç soru işaretleri oluşmadı. Çok tartışırdı, çok sorardı ama hep ikna olmak için, öğrenmek için. Ve sonra harekete geçerdi, durdurabilene de aşk olsun… İnsana ait olan güzel duygularla yetiştirilmişti Yoldaş’ımız. İnsan sevgisiyle doluydu. İnsan sevgiyle büyütülmüştü. Gördü sömürüyü, insanları soyup soğana çevirenleri ve isyanla doldu o güzel yüreği. Dayanamadı haksızlıklara. Tanışınca mücadeleyi insan sevgisi temeline koyan ve insanlık için biricik faydalı olan teoriyle, zümrüt bir denize dalar gibi daldı mücadeleye. Mücadelesiyle örnek olmuş bu yiğit Yoldaş’ımızı, insanlığın kurtuluş mücadelesinde hiçbir zor durduramadı, bu kanser düzeninin yarattığı trafik canavarı bedence aramızdan aldı Yoldaş’ımızı. O şimdi pratik olarak aramızda değil ama kavgası kavgamızda yaşamaya devam ediyor. Recep Yoldaş’ımızı, Devrimci Mücadele ile tanıştığı Ankara’da Parti binamızda gerçekleştirdiğimiz bir etkinlikle andık. Anma etkinliği, Devrim Şehitleri anısına gerçekleştirilen saygı duruşu ile başlatıldı. Yoldaş’ımızın mücadelesinin anlatıldığı sinevizyon gösterisiyle, konuşmalarla ve müzik dinletisiyle devam etti. Yapılan konuşmalarda Recep Yoldaş’ın Hacettepe Üniversitesinde öğrenci olarak başladığı devrimci mücadelesini son soluğuna kadar sürdürdüğü belirtildi ve Yoldaş’ımızın kişiliğini belirleyen unsurların; kavgaya adanmışlık, insan sevgisi ve cesaret olduğu vurgusu yapıldı. Etkinliğimiz, en yaşlısından en gencine tüm yoldaşlarımızın, “Recep Yoldaş, Kavgan Büyüyerek Sürecek” sözü ile sona erdi. Güzel ile faydalıyı kavuşturan Devrimci Teorinin yılmaz savunucusu Recep Yoldaş’ımızı unutmayacağız, unutturmayacağız. Ve Recep Yoldaş, insanlığın kurtuluşuna kadar olan kavgada hep aramızda olacak. Bizlere yol gösterecek. Ankara’dan Kurtuluş Partililer Komünist .air Nazım Hikmet Mücadelemizde Yaşıyor Baştarafı sayfa 16’da ları verirler; İşkenceler, hapis cezaları bunların bir kısmıdır. Ama bunlarla da yetinmezler. Sürgünlerle sürer sözüm ona cezalandırmaları. İşte bu yüzden Nazım yıllarca sürgün yaşadı, vatandaşlıktan çıkarıldı ve kavgasını verdiği topraklardan delicesine sevdiği vatanından uzakta öldü. Ona çıkarları gereği o yıllarda bu cezaları layık görenler, bugün ölümünün 46’ncı yılında ona “vatandaşlığını” iade ediyor, mezarının Türkiye’ye getirilmesini tartışıyor. Aslında amaçları yine çok açık; çünkü yine çıkarları bunu gerektiriyor. Nazım’ın anılarıyla halkımızı kandırmaya, uyutmaya çalışıyorlar. “Bakın biz de ona sizin kadar sahip çıkıyor, değer veriyoruz” izlenimi yaratmaya çalışıyorlar. Onun üzerinden yürüttükleri siyasetleri ile Nazım’ın davasının, hayatının, eserlerinin içini boşaltıyorlar, anısını sömürüyorlar. Emperyalistler istedikleri kadar onu basit bir aşk şairi olarak tanıtmaya çalışsınlar. O Türkiye ve Dünya Halklarının kalbinde yaşayan komünist şairdir ve onun özlediği, beklediği kardeşlik düzeni SOSYALİZM biz gerçek devrimciler tarafından kurulacaktır. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Kurtuluş Partililer Kemalpaşa Çambel Köyünde Halk Pikniği yaptı G eleneksel pikniğimizi 24 Mayıs Pazar günü yeni bir alanda, Kemalpaşa ilçemizin ismi gibi güzel Çambel Köyü’nde 300 kişinin katılımıyla gerçekleştirdik. Hep beraber yapılan sabah kahvaltısından sonra açış konuşmasıyla programımız anlatıldı. Omuz omuza çekilen halaylardan sonra, 23 Mayıs’ta bedence aramızdan ayrılan; ama hiçbir zaman unutamayacağımız Recep Vurmuş Yoldaş’ımızın anmasını yaptık. Yusuf Gencer Yoldaş saygı duruşunun ardından, Recep Yoldaş’ımızın kısacık ömründe sınıf ve devrim kavgasında başardıklarını özlü konuşmasıyla anlattı. “Recep Vurmuş Yoldaş Ölümsüzdür” sloganından sonra sözü kavga arkadaşı Zeki Olkun Yoldaş alarak gençlik ve sınıf mücadelesindeki Recep Vurmuş Yoldaş’ın yaptıklarına dikkat çekti. “Recep Yoldaş aramızda” sloganın haykırıldığı anmada son sözü İl Başkanı Tacettin Çolak alarak Recep Vurmuş Yoldaş’ın olaylar karşısındaki inisiyatifine, fedakârlığına, kararlılığına vurgu yaparak her arkadaşın Recep gibi olması gerektiğini belirtti. Recep Vurmuş Yoldaş’ın ağabeyi Hayati Vurmuş ise yaptığı konuşmada: “Recep’le biz 17 yıl yaşadık, kalan 17 yıl ise sizlerle geçti. Dolu dolu geçen 17 yıldan biz ailesi olarak çok mutluyuz. Recep bulunduğu her yerde saygı duyulan kişiliğe sahipti. Sizlerle geçen yılları Recep’in en güzel yıllarıydı. Recep sizlerle yaşıyor, yaşayacak” dedi. Çambel Köyü’nden Halil Düzman Arkadaş’ımızın kendi yazdığı şiirle bizleri selamlaması Partilileri onurlandırdı, coşturdu: Kemalpaşa ovası meşhur olur Sultaniye üzümü Yörük verdiyse tufan sözünü Biz çekeriz misafirin nazını Dostlar hoş geldiniz Yörük köyüne Altı Mayıs Hıdrellez salıncaklar kurulur Salınan güzellerin nasipleri bulunur Akşam olur bazlamalar yoğrulur Dostlar hoş geldiniz Yörük köyüne Biz köylüyüz üreticiyiz Biz bu toprağın has bekçisiyiz Hatta biz Mustafa Kemal’in sevgilisiyiz Canlar hoş geldiniz Çambel Köyü’ne Bu güzel karşılamanın ardından bir sürpriz de Gökkaya Köylüleri yaptı. Öğlene doğru, Turgutlu Gökkaya köylüleri, ellerinde büyük CHE pankartıyla yürüyüş yaparak piknik alanına geldiler. Partililer Gökkayalıları; “İşçi Köylü El Ele Kurtuluş Partisine”, “İşçi Köylü Gençlik Devrim İçin Birleştik”, “Yaşasın Sınıf Dayanışması” sloganlarıyla karşıladı. Hep beraber yenen analarımızın hazırladığı öğlen yemeğinden sonra, İl Başkanı’mız Av. Tacettin Çolak yaptığı konuşmada; dünyada ve ülkemizdeki sömürü ve zulme dikkat çekti. Emperyalistlerin dün ordularıyla geldiklerini, bugün ise “Project Demokrasi” dedikleri sivil örümceklerle Türkiye’yi üç parçaya bölmeye çalıştıklarını, buna karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’nın verilmesinin şart olduğunu belirtti. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt ve Türk Halkları tarafından kurulduğunu, bu gerçeğin hem Çanakkale’de şehit düşenlerde, hem de Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda cephede savaşanlarda görüldüğünü söyledi. Recep Yoldaş’ımız da Kürt Milliyetindendi. Ama O Enternasyonalistti. Yerli yabancı Parababaları düzenine karşı verdiğimiz savaşta ödün vermez bir Yoldaş’ımızdı. O’nu bu savaşta kaybettik ama kavgası zafere kadar sürecek... Zaferi birlikte kucaklayacağız, dedi. Bilgi yarışması, çuval yarışması ve halaylarla devam eden pikniğimiz başarıyla sonuçlandı. Kollektif çalışmayla her işi başaracağımızı, bir kez daha yaşayarak gördük. İzmir’den Kurtuluş Partililer CMYK CMYK B. Obama TayyipGül’ü neden öpüyor? (2) O bir rüzgârdı insanlık için esen YRecep Yoldaş’ımız. üreği bedenine sığmayan bir yoldaşımızdı, Recep Vurmuş Yoldaş Ölümsüzdür!.. K Devrimci İnancını, Devrimci Heyecanını Devrimci Teoriyle bütünleştirmiş bir yiğitti Recep Yoldaş. Bileğinin hakkına yer etti yoldaşlarının gönlünde, bileğinin hakkına bir bir yükseldi Devrimci Mücadelede. Her görevin üstesinden geldi layıkıyla. Ardından yazılan, söylenen her şey, onun ödünsüz, kararlı mücadelesinin bir sonucuydu. Hak ediyor yoldaşımız anısına düzenlenen etkinlikleri. Hak ediyor “Recep Vurmuş Yoldaş Kavgamızda Yaşıyor” sloganını. İnsan olmanın gereğini yerine getirenler hak eder, insanlığın unutmayacağı insan olmayı. İnsanlığın kurtuluş mücadelesine katkı sunanlar, insanlığın kurtuluşu için insanlığından başka her şeyini ortaya koyan insanlar hak ederler anılmayı. Üniversitede öğrenci iken Aydın Gençliğin mücadelesini örgütleyen Gençlik Önderiydi. Şehitlerimizin kanıyla sulanan Şentepe’deki Mahalle çalışmalarında Mahmut-İbo-Sadi Yoldaşlar’ın bayrağını taşıdı onurluca. İşçi örgütlenmesine daldı boylu boyunca, yaktı ardındaki tüm gemileri. Usta’mızdan, İşçi Sınıfı önderlerimizden öğrenmişti “Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” mücadele etmeyi. Direnişlere, grevlere önderlik etti; direnişler, grevler örgütledi yoldaşlarıyla birlikte. Usta’mızdan bizlere miras, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’de mücadele etti, semt çalışmaları yürüttü. O mirasa sahip çıktı, mücadelesi de kendinden sonrakilere miras kaldı. Görev adamıydı Recep Yoldaş’ımız. Ayırt et- Devamı sayfa 15’te Komünist 6air Nazım Hikmet Mücadelemizde Yaşıyor omünist şair Nazım Hikmet ölümünün 46’ncı yılında Türkiye ve Dünya Halklarının kalbinde yaşamaya devam ediyor. Hayatını ve şiirlerini emperyalizmle mücadeleye adamıştı Nazım, zaten bu yüzden değil miydi açılan 11 dava, sürgün yılları, 12 yılı aşkın hapis cezaları?.. Çok şey yazmış çok şey yaşamıştı Nazım. O sadece Türkiye Halklarının değil, Dünya Halklarının da komünist şairiydi. Eserleri birçok dile çevrildi, birçok ödül aldı ama içinde umudu, kızgınlığı, insanlığı, sevgiyi taşıyan bu eserler ülkemizde yıllarca yasaklandı. Neden mi? Çok açık; çünkü O, emperyalistler ve onların yerli uşakları için bir “vatan haini”ydi. Nazım onlara en güzel yanıtı yine bir şiiriyle vermişti: “âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet. âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne, kapkara haykıran puntolarla, bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un 66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali. Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira. “Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz, dedi Hikmet âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim. Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan, tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla: âzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ. Biz devrimciler çok iyi biliyoruz ki, emperyalistler ve onların kukla devletleri kendi isteklerine boyun eğmeyenlere en ağır ceza- İşçiler, zaferlerini anlatıyor: Devamı sayfa 15’te Meha-LC Waikiki İşçisinin onur ve ekmek mücadelesi zafer kazandı 4 Mart’ta, haklarının gasp edilmesi üzerine Direnişe başlayan Meha-LC Waikiki İşçileri zafer kazandı. LC Waikiki işçileri, kendilerine yapılan haksızlığa boyun eğmedi, Direniş başlattı. Yaşanan sıkıntılar ve baskılar sonucu Direniş Çadırlarını kaldırma noktasına geldiler; ama yine mücadeleren vazgeçmediler. DİSK Örgütlenme Daire ve Nakliyat İş Sendikası Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun Direnişe dahil olması üst işveren olan LC Waikiki’yi göstermesiyle bütün LC Waikiki mağazalarını eylem alanına çeviren İşçiler, verdikleri militan, yiğit mücadele sonucu gasp edilen haklarını LC Waikiki’den aldılar. İşçiler, zaferlerini Direniş çadırının bulunduğu İstanbul/Küçükköy’de davul zurna eşliğinde çekilen halaylarla kutladılar. Devamı sayfa 12’de G Obama da uşaktır eçen sayımızda bir CIA kuruluşu olan RAD Corporation’ın Rand Review adlı dergisinde, CIA uzmanları tarafından “Yeni Başkana On iki Tavsiye” başlığıyla yer alan toplam on iki ayrı yazıdan söz etmiş ve bu yazılardan Türkiye üzerine olanı ele almıştık. Yılda üç kez yayımlanan bu derginin “Sonbahar 2008” sayısında yer alan ve Amerikan Emperyalizminin dış siyaseti için önemli olan diğer yazılar üzerinde duracağız. Askeri girişimler Bu yazı, “Askeri Girişimler: Dengeyi Sivil Eylemlere Yönelt” başlığını taşıyor. Yazarı Robert E. Hunter adlı “kıdemli” bir “RAND Danışmanı”, yani CIA Uzma- nı. Ayrıca, 1993-1998 yılları arasında NATO’da ABD temsilciliği yapmış bir emperyalist siyasetçi. Dediklerine bakalım bu CIA Uzmanının. “ABD askeri girişimleri ve bunların 1990’lardan beri artan kötü sonuçları ile baş edebilmek için yeni başkan ve Kongre, önemli miktarda kaynağı savunma kuruluşlarından ve askeri servislerden ABD Dışişleri Bakanlığı ve Uluslararası Kalkınma Ajansı’na (AID, bilindiği gibi yardım kuruluşu maskeli bir emperyalist sömürü aygıtıdır – Kurtuluş Yolu) kaydırılmalıdır. Askeri ve sivil girişimler, aynı zamanda, tepeden tırnağa bütünleştirilmelidir; böylece askeri ve sivil görevliler birbirlerinin bugüne kadarki büyük deneyimlerinden yararlanmalıdır. “Bugün ABD’nin askeri ve askeri olmayan ulusal güvenlik harcamalarının oranı 17’ye 1’dir. Askeri olmayan giri- şimlerin payında büyük artış yapmak uygundur. Bu kapsamda, ABD Dışişleri Bakanlığı’na yeni en az 1100 yabancı servis görevlisinin, AID’e ise 2000 görevlinin alınması ve şu anda ölü durumda olan Amerikan İstihbarat Ajansı’na benzer ayrı bir örgütlenmeye gidilmesi gerekir.” (Robert E. Hunter, Askeri Girişimler: Dengeyi Sivil Eylemlere Yönelt, Rand Review, Sonbahar 2008) CIA, görüldüğü gibi, askeri girişimlerin ABD’yi kötü duruma düşürdüğünü, bu nedenle sivil girişimlere ağırlık verilmesini, bunun için yeni kaynak ve eleman tahsisini, yeni örgütlenmeyi gerekli görüyor. Üstelik, aktardığımız bölümün devamında bu değişikliklerin “Yeni yönetim ve Kongre tarafından hızla ve iktidar gücü ile yerine getirilmesi gerektiği”ni belirtiyor, CIA. Bu yazılanlardan, sanki ABD Emperyalizmi askeri operasyonlardan vazgeçiyormuş izlenimi doğabilir. Tabiî ki böyle değil. CIA’nın istediği aslında askeri ve sivil eylemler arasında daha iyi bir koordinasyon. Böylece daha başarılı, daha az tepki doğuran askeri operasyonlar murad ediliyor olsa gerek. Şöyle deniyor devamla: “ABD’nin özellikle karşı ayaklanma ve karşı terörizm alanında dış ülkelerde yapacağı girişimlerin başarısı için, askeri ve askeri olmayan eylemler, girişimler, kuruluşlar ve personel arasında şimdiye kadar olandan daha fazla koordinasyon ve bütünleşme gereklidir. Savunma ve Dışişleri gibi farklı bakanlıklar arasında ilişkilerde mesafe konulması kabul edilemez.” (agy) CIA uzmanı, bu koordinasyonun nasıl sağlanacağını da söylüyor. Askeri ve askeri olmayan modern teknikler konusunda farklı daireler arasında çapraz (karşılıklı) eğitim başlatılmalıdır, diyor. Askeri ve sivil personel arasında profesyonel alış verişi sağlamak için de sivil kuruluşların reorganize edilmesini Devamı sayfa 14’te