Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Transkript
Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
Ö Öbek; Öbek öbek : Küme; Kümeler, gruplar halinde “Köşenin başında durup bakarsınız: Her pencerede kırmızı toprak saksılar ve kararmış gaz sandıkları. Saksılarda al, beyaz, mor sardunya, küpe çiçeği, karanfil. Gaz sandıklarında öbek öbek yeşil fesleğen.” (H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:9) “Depresyona katlanarak geri döndü ve sonunda uyumayı hepten bıraktı. Ne zaman saçını tarasa öbek öbek döküldüğünü fark etti. Her geçen gün daha çok saçı dökülüyordu. Haftalar içinde artık neredeyse kel kalmıştı. Semptomlara dayanarak kendi kendine Telogen effluvium teşhisi koydu. Bu, stres kaynaklı saç dökülmesiydi ve insanın stresini tedavi etmesinden başka bir tedavisi de yoktu. Ama ne zaman aynaya baksa kel kafasını görüyor ve kalp atışlarının hızlandığını hissediyordu.” (D. Brown, “Cehennem”, sa:440) “Gözleriniz Fontainebleau Ormanındaki kuru yapraklara dalıp gimişti, diğer yolcular ise öbek öbek kavrulmakta olan çiçeksiz bahçelere bakıyorlardı. Cécile yine dalmıştı kitabına, çantasında sigara bulunduğundan kuşkunuz yoktu ama isteyemiyordunuz, işe dilencilikle başlamak istemediniz...” (M. Butor, “Değişme”, sa:206-7) “Papaz daha fazla yorulmamak için, Kahya kadına, kalan bütün büyük kitapları alıp avluya atmasını söyledi. Kahya kadın da bunu bekliyordu zaten; çünkü, az da olsa, ev işlerinden daha fazla hoşlanıyordu kitap yakmaktan. Kitapları öbek öbek kucaklayıp pencereden aşağı yolladı.” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:40) “Gece bir düş görüyor. Suyun altında yüzmekte. Hafif bir ışık var..... Kendini doğal kabuğu gibi hissediyor, doğal kabuğu içinde kocaman, yaşlı bir kaplumbağa. Öbek öbek otların arasından yüzüyor; su bitkilerinin tembel parmakları yüzgeçlerine sürtünüyor, eğer onlar yüzgeçse.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:24) “Pazarları, öbek öbek, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler, bize şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve altın haçlarıyla, kraliçeler gibi güzeldiler.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:22-3) “Seyircilerin bu numarayı fark etmesi uzun sürmemiş, ne var ki bizim ülkemizde olsa hiç umursanmayacak olan bu alkışlar Bongalılar için hiç de öyle olmamış. Evvela seyirciler de alkışa katılmak istemişler, öbek öbek Bonga yurtdaşı gönüllü olarak ülkelerinin televizyon istasyonlarına koşmuş, alkış tutmak için para ödemeye hazır olduklarını söylemişler.” (U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:53) “Hamilkar ilkin hızlı, geniş adımlarla dolaştı. Gürültüyle soluk alıyor, ökçeleriyle yere vuruyor, sineklerin musallat olduğu bir insan gibi elini alnının üzerinden geçiriyordu. Sonra, başını salladı, öbek öbek yığılmış zenginlikleri görünce yatıştı.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:163) “Kanatlı karıncalar, çakıllı yolu saran ayrıkotlarının içinde yuvalarını kuruyorlardı. Her yıl bir öbek, yürek biçimi, dikilip büyütülen hercai menekşeler beklenmez köşelerden bitiyordu.” (Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:114) “Şaşılacak kadar lekesiz gecede yıldız öbekleri çoğalmıştı. Gök ovasında yer yer sessizce yayılan, bozkır adamına bildik sürücükler arasına yabancı yıldızlar karışmıştı. Bu mini mini, parıltılı yaratıklar, yüksek kayalıklardan inerek düzlükte otlayan koyun sürüsü arasına karışmış dağ keçileri gibi, bilinmeyen karlı dağların elmas doruklarından inip gelmişlerdi.” (F. Herczeg, “Paganlar”, sa:11) “Bunun üzerine bu antika Grenwich köyüne öbek öbek sanatçı üşüşmeye başladı. On sekizinci yüzyıl biçemi saçaklar, Felemenk tavan araları, kuzey iklimlerine özgü pencereler arayan yeni kiracılar, kiranın da ucuz olmasını istiyorlardı. Bir süre sonra Altıncı Cadde’den birer maltızla bir iki bakır sürahi getirip yerleştiler.” (O. Henry, “New York’u Neden Sevdi?”, sa:120) “Ağaçlık birden açılıyor solunda. Andronikos, iki öbek ağacın arasına sıkışan kayalığa çıkıyor. Deniz. Mavi. Her şeyi bir yana iten, atan, tek başına yaşayan, resimlerde Meryem Ananın sırtında görülen mavi harmaninin rengini bastıran, açık, kırmızısız, yeşilsiz, yaldızsız bir mavi.” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:20) “Bahçeler bahçeler sabanlarla kazılmış. ormanlar tarumar. kulübem çıplak bir kaya üzerine yapılmış. çitlerim taş öbeklerinden.” (Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.10.07) “... at arabaları, biçerdöverler, cipler, pırıl pırıl son model ağa otomobilleri, öbek öbek, boyunlarını içeri çekmiş ırgatlar geçiyorlardı. Şimdiye dek Çukurovada görülmemiş bir gürültü dolduruyordu ortalığı. Bir hay ü huy sürüp gidiyordu.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:22) “Diyarbakırda köylü kılıklı kimi gördümse, kiminle konuştumsa işi yok. İş arıyor. Elazığ’dan gelmişler. Bitlis’ten, Bingöl’den, köylerden gelmişler. Diyarbakır’da öbek öbek yalınayak, başı kabak, yırtık esvaplı insanlar...” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:13) “Yanıt veren sultan oldu. ‘Ölenlerin çok azı atlı. Ötekiler yaya askerler ve sultanlığımda yüzlercesi, binlercesi bulunan dilenciler, ayak takımı ve hiçbir işe yaramayan gereksiz adamlar. Hepsini silahlandırmam zaten olanaksız.’ Sesinin tınısı umursamazlık ve neşe arasında gidip geliyordu. Bahaneler uydurup izin istedim ve çadırdan çıktım. Dışarıda bir meşalenin ışığında, bir öbek askerin yeni getirilmiş bir cesedin çevresine toplanmış olduğunu gördüm.” (A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:215) “Çok erken yola çıkılmaması ve birlikte güle oynaya kahvaltı yapılması üzerinde kolayca anlaşmaya varıldı. Daha bir süre, öbek öbek ayakta durularak gevezelik edildi.” (E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:101) “Ara sıra bir öbek oluşuyor, Pieretto ateşli ateşli konuşuyor, gülüyor, kadınlara takılıyordu. Henüz kimse çamlık altına çıkmayı önermemişti. Gramofon yorulmak bilmeden çalışıyordu.” (C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:160) “Büyüleyici arpıyla hayat katıyordu; Öbek öbek zenginler ve seçkinler Mariya’nın talipleriydiler.” (A. Puşkin, “Bakır Atlı”, sa:30) “BİRİNCİ PERDE (Fon, çiçek açmış koca koca gülhatmilerden bir ormandır..... Altta, şatonun duvarlarının önünde, ahırlardan gelme hayvan yataklıklarını örten öbek öbek saman yığınları vardır. Bütün oyun boyunca yerinde kalan yan panolar, stilize oda, yapı ve kır görünümleriyle kaplıdır.)” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:13) “ ‘Öyle ki..’ diye başladı, bir daha öksürüdü, ‘öyle ki, her yan öbek öbek pislik. Bir sürü yeşil yeşil öbekler. Tüyler de var. Bütün koridoru kirletmiş. Bu asıl sorun.’ ‘Tabii, Mösyö,’ dedi Madam Rocard, ‘koridoru temizlemek gerek. Ama ilk iş olarak güvercini kovmalı.’ ” (P. Süskind, “Güvercin”, sa:33-4) “Her şey dağılıp yok olacaksa neden bir şey yapayım ki? Sonunda öleceksem neden yaşayayım ki? O güzelim kitabı kapatıyorum, ayağa kalkıyorum ve dayak yemiş, yıldırım çarpmış biri gibi kitap rafına yöneliyorum, kitabı orada unutulmuş olarak öbek öbek duran öteki kitapların arasına sokuyorum.” (P. Süskind, “Üçbuçuk Öykü - ve bir görüş”, sa:84) “DÜZLÜKTE ÖLÜM Panayot Kiselkov’a Yatıyorum, yapayalnız, kaskatı aralıksız kan sızıyor yaramdan, ne ses var etrafta, ne de kımıltı kederli ovayı salt öbek öbek kefen rengi bulutlardır kaplayan :Ah, beni acaba kimler gömecek!” (Teodor Trayanov<1882-1945>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.04.09) Öbür dünya : Ölümden sonra gidileceği düşünülen dünya, ahret Bk.: Öteki dünya “ ‘Turan Emeksiz’ vapurundaki yolcular da böyle şeyler düşündüler mi? Bilmem. Koşa koşa son dakikada vapura yetişen bir genç kadın, Gevrek, birkaç gün sonra sınava girecek olan Ahmet Çora, yüksek mimar ve şarkıcı Oktay Öke, gitarcı Dehmenoğlu..... Koca bir vapur girdi Emeksiz’in bordasından içeri, o dört kişiyi aldı götürdü öbür dünyaya. Hiç akılda olmayan bir ölüm, bir son. Kadıköy’den Köprü’ye gelirken öleceğinizi hiç düşünür müsünüz? Olacak iş midir bu? ‘ ” (O. Akbal, “İstinye Suları-Ortak Yazgı”, sa:74) “ ‘Senin hayvandan farkın yok. Şimdi bulunduğun yerde kalırsan kış bitmeden öbür dünyayı boylarsın. Benimle gelirsen sana uçmayı öğretebilirim.’ ‘Hiç kimsecikler uçabilemez bayım,’ dedim. ‘Ancak kuşlar uçabilir, ben de kuş olmadığıma yüzde bin eminim.’ ‘Hiçbir şey bildiğin yok,’ dedi Yehudi Usta. ‘Hiçbir şey bilmiyorsun, çünkü sen bir hiçsin. On üç yaşına geldiğinde sana uçmayı öğretmemiş olursam, başımı baltayla uçurabilirsin.’ ” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:7) “ ‘Şimdiye kadar gördüklerimizden anladığımıza göre bizim için dünyada bu mutlu ülkenin durumunu anlamak kadar değerli bir şey olamaz. Ama her şeyden önce, dünyanın dört bucağından gelip burada buluştuğumza göre, -hepimizin Hıristiyan olması nedeniyle kuşkusuz bir gün öbür dünyada buluşmak yazgımızdır-..... nasıl olup da bu dine girdiğinizi anlamak isteriz’ dedik.” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:42) “GEÇEN BİR KADINA ---------------------------Bir şimşek... Ve gece! - Tek bakışıyla beni Yeniden yaratan güzel, görünüp kaçan, Öbür dünyada mı bulurum ancak seni?” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:177) “HOYRAT TÜRKÜ -----------------------İncil, Tevrat denen kağıtları Yıllardır çiğneyip yaladık yuttuk. Palavralardan korkmuyoruz artık. Öbür dünya denen saçmalıklara İnanmıyoruz Papa kıçını yırtsa da Bir avuç suda fırtına yaratsa da. Ekmek gerek bize bu dünyada, ekmek.” (1789 Fransız Devrimi Şarkıları”, sa:23) “KİRİLLOV (Ansızın kızar.) - Bu bir alçaklıktır, alçaklık, başka bir şey değil. Yaşam güzel değildir, öbür dünya da yoktur. Tanrı ise, ölmeden önceki korku ve acının doğurduğu bir hayalettir. Özgür olması için acının, korkunun üstesinden gelmeli insan, kendisi öldürmeli. Böylece Tanrı diye bir şey kalmaz artık, insan da özgürlüğüne kavuşur.” (A. Camus, “Ecinniler”, sa:45) “Bertolt Brecht’in -sonradan opera olarak da bestelenen- ünlü oyunu ‘Lukullus’un Sorgulanması’nda öbür dünyanın halk mahkemesi, bir zamanlar koskoca Roma İmparatorluğu’nun anlı şanlı generali olan Lukullus’u, yeryüzünde yapıp ettiklerinin hesabını çıkardıktan sonra hiçliğe mahkum eder.” (A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor), sa:130) “Söyle bakalım, öbür dünyada nasılsın? Öbür dünyadaki durumumla ilgili soruyu, geleneğin dışına çıkarak bir açıklık ve tarafsızlıkla yanıtlayacağım. Halimden memnunun, çünkü eskisinden değişik olarak büyük bir topluluk arasında çok yönlü ilişkiler içindeyim. Benimle düşüp kalkmaya can atan kalabalığa, bilgi ve yanıtlarımla yetebiliyorum. Hiç değilse bu kalabalık, dönüp dolaşıp ilk defaki gibi bir coşkuyla bana koşuyor.” (F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:203) “Yıllar yaşamış, yorgun davranışlı, bezgin sesli çamlar bu ıssız kabrin başına dolmuşlar, en durgun havada bile işitilen ahret fısıltılarıyla dervişler gibi, durup dinlenmeden sanki dua ederlerdi. Ormanın bu en loş, en kuytu parçasında öbür dünyayı hatırlatan, insanı ölüme yaklaştıran, gönlüne üzüntüler veren bir hal, dinsel bir etki vardı.” (R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatır”, sa:104) “Söylenmeden Bırakılmış -----------------------------öbür dünya hakkında verilmiş sözlerle. hiç kimse başkasının himayesi. altına almaya çalışmayacak. hiçbir giz yoktur, çürümeden. ve umutsuzluktan.” (Marie Luise Kaschnitz<1901-1974>-Efe Murad, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.10.07) “ÖBÜR DÜNYADA Öbür dünyaya gittiğimizde Adlarımız aynı mı kalacak, Nasıl tanıyacağız birbirimizi Dünyada bu kadar yitirmişken Bizi biz yapan işaretleri” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:30) “ÜÇÜNCÜ YAZAR - Yol parası mı? BİRİNCİ YAZAR - Sen ne diyorsun yahu? İKİNCİ YAZAR - Öbür dünyaya mı? PARONI - Hayır; Roma’ya; Roma’ya yapacağı bir yolculuğun parasını öderdim diyordum!” (L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:60) “O sular ki çayın yatağındaki taşlara çarparak köpükler içinde paralanır ve bir daha dönmemek üzere yitip giderler. Bense kendimi zamanın akıntısına bırakır, kıyıları olmayan enginlere dalıp giderken doğanın şu uyumuna bakarak onu yaratana doğru yükselir ve öbür dünyada daha mutlu olacağımı umarım.” (B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:90) “MACBETH - Eğer yapmakla olup bitse, bu işin bir an önce yapılması yerinde olurdu. Eğer cinayet ardından sonucunu derleyip toplayabilse de sona ermekle başarıya erse de, işin eni de sonu da bu vuruş olsa, şuracıkta zamanın şu sığlık kıyısında öbür dünyayı gözden çıkarırdık.” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:21) “Yeniyetmelikte hoşuma giden sürekli düşüncelerimin nelerle ilgili olduğunu söylersem, kimse inanmaz; çünkü bu düşünceler, ne durumuma, ne de yaşıma uygundu..... insanın dünyadaki görevlerini, soyut şeyleri, ruhun sonsuz oluşunu, öbür dünyayı düşlerdim. İnsan düşüncelerinin en yüksek aşamalarını oluşturan, ama kimsenin çözemediği sorunları, ben çocuk aklımla, deneyimsizliğin verdiği güçle çözmeye çalışıyordum.” (L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:96) “Gene de suçunu itiraf etmek ele güne karşı mahçup olmak, cezasını çekmek de boynunun borcuydu. İnsanların günahlarının hesabını yalnızca öbür dünyada değil, bu dünyada da vermesini isteyen bir tanrı vardı.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:250) “Lord Arthur mektubu annesinin elinden kaptı. Şöyle yazıyordu: BAŞPAPAZLIK, CHICHESTER 27 Mayıs. ‘Çok sevgili yengeciğim. Şimdi Darcas’a gitmek zorundayım, orada sizin çok eğitici o mektubunuzu onlara okuyacağım. Yengeciğim, o kişilerin ait oldukları o seviyede kendilerine yakışmayan şeyler giymeleri düşüncesinde çok haklısınız. Kıyafetle ilgili endişelerinin saçma olduğunu düşünüyorum, bu dünyada çok daha önemli şeyler varken, keza öbür dünyada da.” (O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:48) Öbür dünyadan geri dönmek : Hastalık ya da kaza sonucu, olası ölümden kurtulmak “Georg Friedrich Handel, tıbbın mucizesine hayran kalmaktan bir türlü kendini alamayan Londra’lı doktora, geniş göğsünü şişirip güçlü kollarını gererek, ‘Öbür dünyadan geri döndüm’ dedi.” (S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:68) Öbür dünyaya alıp götürmek, yollamak : Ölüme yolculuk yapmak, Öldürmek “‘... Bana hep öyle gelir son vapurlarla İstanbul’a dönerken. On beş-yirmi dakikalık yol sanki hiç bitmeyecek. Turan Emeksiz’ vapurundaki yolcular da böyle şeyler düşündüler mi? Bilmem. Koşa koşa son dakikada vapura yetişen bir genç kadın, Gevrek, birkaç gün sonra sınava girecek olan Ahmet Çora, yüksek mimar ve şarkıcı Oktay Öke, gitarcı Dehmenoğlu... Daha başkaları, kendi kendilerini bir garip yazgıya götürecek olan vapurdan hangi hayallerle, düşlerle gidiyorlardı, bunu bilmeyeceğiz. Çünkü dördü de yok şimdi. Koca bir vapur girdi Emeksiz’in bordasından içeri, o dört kişiyi aldı götürdü öbür dünyaya. Hiç akılda olmayan bir ölüm, bir son...’ ” (O. Akbal, “İstinye Suları-Ortak Yazgı”, sa:74-5) “Geri kalan on dokuz kişiyi yortuya raslamayan ilk gün öbür dünyaya yollamak için, darağaçları hala duruyor. Fakat cellat son derece yorgun, halk da bu kadar ölü gördüğünden dolayı kendinden geçmiş bir durumda olduğundan, idamları iki gün geri bıraktılar.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:52) Öbür dünyaya göç etmek, göçmek : Ölmek Bk.: Öbür dünyayı boylamak “HAKİM - Fakat... Aman yarabbi.... Pinkbell ha! Mrs. St. MAUGHAM, şaşkın. - Merak etme, emin ellerdedir o. MAITLAND - Zavallı ihtiyar sahtekar... Demek öbür dünyaya göçtü!” (E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:104) “Aşağı inerken sesini titretmemeye çalışan Vittoria,‘O ne oldu?’ diye sordu. ‘Sizi yanına alan kardinal?’ ‘Kardinaller Heyeti’nden bir başka görevle ayrıldı.’ Vittoria şaşırmıştı. ‘Ardından, söylemesi güç ama öbür dünyaya göçtü.’ ” (D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:343) “‘Oğlu öldürtülen adamsınız siz, değil mi? Başınız sağ olsun. Neler hissetiğinizi biraz biliyorum. Tamamını değil ama birazını. Ben de iki çocuğumu kaybettim. Öbür dünyaya göçüverdiler. Menenjit ateşi, tıbbi adı bu.’ ” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:99-100) “Bu din adamının erdemleri, tanrısal bir koku gibi, çok geçmeden çevreye yayıldı. Sonunda, Yvern Başrahibi Gal öbür dünyaya göç ettiğinde, manastırın yönetimine genç Mael getirildi. Mael orada okul, sayrıevi, konukevi, demir işliği ve gemi yapımında yararlı olabilecek türlü işlikler kurdu; çömezlerini çevre toprakları ekip biçmeye yönlendirdi.” (A. France, “Penguenler Adası”, Cilt:I, sa:23) “FAUST - Bir zaferin büyüklüğü içinde, onun şakaklarına kanlı defneler sardığı bir kimse, ne mutludur..... Keşke ben de, o yüksek ruhun kudreti karşısında, heyecandan tıkanarak öbür dünyaya göçüp gitseydim!” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:76) “Kilise, ölüm cezası verilen bir insanın günah çıkarmadan idam edilmesini yasaklamıştı. Kendisine kilise kurallarının zorunluğu açıklandıysa da, Piachi söz dinlemedi. Sonunda, idam sephasına götürülürken, ölüm korkusuyla son anda imana geleceği düşünüldü. Papaz, günahkar olarak öbür dünyaya göçerse cehennem ateşinde yanacağını Piachi’ye anlatmaya çalışıyordu.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:120) Öbür dünyaya yol gözükmek : Ölüm kapıyı çalıyor gibi, ‘son’ geliyor “1883 yılı Noel gecesi, şimdi rahmetli olan bir arkadaşımın evinde geç vakte kadar ruh çağırma oturumuna katıldıktan sonra eve dönüyordum..... Arbat semtinin dip köşesinde Trupov adlı memur arkadaşımınyanında kalıyordum... Kafamın içi ağır, karmakarışık düşüncelerle doluydu. ‘Sana öbür dünyaya yol gözüküyor... Tövbe etmeden gitme!’ İşte ruhunu çağırmayı başardığımız Spinoza’nın bana ulaştırdığı ileti buydu.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:53) Öbür, öteki dünyayı boylamak : Ölmek “Bura insanlarının batıl inançları vardır. Hayaletlere ve büyücülere inanırlar. Şeytanı görür ve geri dönen ruhlarla konuşurlar. Öteki dünya onlarda bir saplantı halindedir. Umutsuzlar ve talihsizler genellikle öbür dünyaya yönelirler. Bu onların intikamıdır. Rahipler bile, kutsal sularına ve övgülerine karşın batıl inancı kovamamışlardır. Batıl inançlı insanları severim. Çünkü yeryüzünde öyle çok açıklanmamış şey var ki, onları esrarengiz olarak kabullenmek, açıklamaya çalışmaktan daha iyidir. Hayaleti ermişten daha çok severim. Hayalet eğlencelidir.” (Michel del Castillo, “Gitar”, sa.:19-20) “Adamcağız, dalgalara kapılıp öbür dünyayı boylama tehlikesini göze alarak, emekleye emekleye, kıyı boyunca koşmaya başlamış.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:72) “Gelgelelim onlar, üzerlerine saldıran ve öbür dünyayı boylayan bir Yahudi kaptanı dışında hiçbir şey görmemişlerdi. Herodias’ın kızgınlığı, acı ve bayağı sövgüleriyle bir sel gibi boşaldı. Hırsından tırnakları tribünün tel kafesine geçti. Sanki iki arslan heykeli omuzlarını ısırmışlar da onun gibi böğürüyorlardı.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Herodias”, sa:127) “MEPHISTOPHELES - Zavallı yeryüzü evladı, sen bensiz nasıl yaşayabileceksin? Seni saçma sapan düşüncelerden, uzun müddet tedavi ederek ben kurtardım.. Eğer ben olmasaydım, sen şimdi öbür dünyayı boylamış olacaktın.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:174) “Onu uyanık tutmak için aklıma her geleni denemeye koyuldum: -‘Hey babalık’ diye konuşmaya başladım, ‘neredeyse öbür dünyayı boyluyordun. Ama biz seni kurtardık.’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:62) “Sevgili W., sen sınıfın en küçük ve en sevimlisiydin. Sanırım ki, zenciler için kötü şeyler yazamayacak tek öğrenci de sen olacaktın. Böyle olduğu için de aramızdan ayrılmış değil misin? Şu anda kim bilir nerelerdesin. Acaba masallardaki gibi bir melek mi seni alıp götürdü? Öteki dünyayı boylamış futbolcuların maç yaptıkları yere kadar melekle beraber mi uçtun?” (Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:41) “Sabun köpüğü gibi sönüp gidersin kardeşim, otuz beş yıl, gelecek günlerin hayalini kurmuşsun, değil mi; bir şarapnel gelip tepende patladı mı, o güzel hayaller de patlayıp gider, ne olduğunu anlamadan öbür dünyayı boylarsın.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:125) “-Ha? Ne dedin? dedi Boris. -Annemle babamı söylüyorum. -Eee? -Rusya’da kalsalardı keşke diyorum. Sen beni dinlemiyorsun. -Kalsalardı, şimdiye kadar çoktan öbür dünyayı boylamışlardı.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:74) “HAMLET -... Kesemde, Danimarka kırallığı mühürünün eşi olan babamın mührü vardı. Fermanı tıpkı öteki gibi katladım, imza edip mühürledim; kimse değiştiğinin farkına varmayacak şekilde yerine yerleştirdim. Ertesi gün o deniz çarpışmamız oldu, gerisini de zaten sen biliyorsun. HORATIO - Demek Guildenstern ile Rosencrantz öbür dünyayı boyladılar?” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:173) “HECTOR - Bir saniye gecikseydim, kadıncağız öbür dünyayı boylamıştı. MAZZINI - Vah vah. Demek ölmesine ramak kalmıştı. Bereket tam zamanında imdadına yetiştiniz. Ellie’ciğim, Mr. Hushabye bana akıllara zarar...” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33) “Bak hatırla mesela..... Bana şöyle demiştin: ‘Rusya’da her köylünün böyle bir evi olduğunda, artık kalkınılmış olacak ve hepimiz bunun için çabalamalıyız.’ Oysa ben ondan nefret ediyorum; köylüden, Philippe’den nefret ediyorum: niçin onlar için çalışıp çabalayayım?, karşılığında bir teşekkür bile etmezler... hem gerçi teşekkür etseler bile ne yapayım? Evet o öyle beyaz bir eve sahip olacak ve ben de çoktan öbür dünyayı boylamış olacağım. Bana ne yararı var?’ ” (I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:168-9) Öbür hayata geçmek : Ölmek, dünya değiştirmek “Doğru insanların daha dünyada iken tutuldukları delilik şekli işte böyledir; bu mutlu delilik, öbür hayata geçtikleri vakit ellerinden alınmak şöyle dursun, tersine mükemmelleşeceek ve sonsuz mutluluk denen o en yüksek delilik olacaktır.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:160) Öbür yan : Ahret, öbür dünya “Gerçi melek gibi olduğun için sana hiçbir kötülük bulaşmaz. İnşallah öbür yanda da temiz kalırsın. Zaten buna güvendiğim için oraya gitmene izin veriyorum. Aklını peynir ekmekle yemedin ya!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:30) Öc; Öc, öç almak : İntikam almak; kötü bir davranış ya da hakarete tepki vermek “Nefse yenilmenin, Cenabı Hakkın gazabını daha az üzerine çektiğini, dolayısıyla daha hafif cezayı gerektirdiğini hatırlamıyor musun? Bu gerçeği derin derin düşünecek ve yukarıda, bu zindanın dışında ceza görenleri gözünün önüne getirecek olursan, onların niçin bu fesatçılardan ayrılmış olduklarını, tanrısal adaletin onlardan niçin daha az hışımla öc aldığını anlarsın.” (D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:161) “Gitgide hırçın, neşesiz bir duruma girerler, çünkü kendi yakışığına, doğal eğilimine ulaşamamış bir insan, mutsuzdur; acı çeker, acı da kini ve kötülüğü doğurur. Açıkçası, dünya evine girmemiş bir kadın, yalnızlığından ötürü kendisini ayıplamadan önce, bu suçu epey bir zaman, başkalarının sırtına yükler. Suçlamaktan, öc almak isteğine geçmek için yalnızca bir adımlık yol vardır.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:74) “Öcünü almayı böyle gerçekleştirdi. Önüne çıkan ilk postaneye girip üç telgraf kağıdı istedi, çabuk olsundu lütfen, işi aceleydi. Telgraf kağıtlarına yabancı değildi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:378-9) “Böyle bir suikasttan sonra yapılacak misillemeler korkunç olacaktı. Onun için, Kartaca öç almaya kalkışmadan harekete geçmek gerekiyordu. Baş başa konuşmaların, söylevlerin arkası gelmiyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor, kimse kimseyi dinlemiyordu; pek konuşkan olan Spendius bile yapılan her öneriye başını sallayarak karşılık veriyordu.” (G. Flaubert, “Salambo”, sa:86) “Bu küçük şer feylesofu tavuğu vakitsiz yumurtlatıp sabahleyin kendisine bir ‘alakok’ ziyafeti çekecekti. Beceremedi. Yumurta yerine sunturlu bir dayak yedi. Fakat bu acıyı bir türlü sindiremiyordu. Babasından öc almak hırsıyla zangır zangır titriyor ve buna gücü yetmeyeceğini düşündükçe sinirleri geriliyor, çıldırıyor, öfkesinden yine kendi kendisini ısırıyordu.” (H.R. Gürpınar, “Utanmaz Adam”, sa:25) “HALİL - Eyvah bana, eyvahlar olsun Bizans’a! Mehmet korkunç bir öç alacak; peygamberin adına ant içmişti.” (F. Herczeg, “Bizans”, sa:96) “Eskiden darıldıysam da Aphrodite’ye şimdi yalvarıyorum öç almaya kalkmasın, seni tez elden yollasın diye” (Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:119) Öcü kıyamete kalmak : Bu dünyada hiç bir kez olmaz, vuku bulmaz, yerine gelmez “Şimdi beni iyice dinle, bizim öcümüzü Bolu Beyi’nden alırsa bu kır tay alır, alamazsa, öcümüz kıyamete kalır.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:31) Öd ağacı : ‘Dul-aptal-otu’gillerden, doğu ve güney Asya, başlıca Hindistan’dan getirilen, yaz kış yaprak dökmeyen, armut biçiminde meyve veren, kabuğu ve odunu güzel koktuğu için yakılarak dini törenlerde tütsü olarak kullanılan bitki “Öd ağacı yanmadan hissetmez burun, Onu ateşe at, mis gibi koksun! Ululuk istersen ol açık elli; Daneyi ekmezsen bitmez <büyümez> besbelli...” (Sa’di, “Gülistan”, sa:63) Ödeşmek : Tam karşılığını vermek, eşit olmak, hiç borcu kalmamak “Biraz bekledim, bu anın zevkini çıkardım, sonra Mehmet’in burnunun üstüne bir yumruk patlattım. Elini bile kaldırmamış, hiç sakınmamıştı. Burnu kanamaya başladı. Şakır şakır kan akıyordu. Cebimden bir mendil çıkarıp verdim, ‘Hadi sil şunları bakalım!’ dedim, ‘şimdi ödeştik.’ ” (Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:83) Ödip Kompleksi (Oedipus Kompleks) : Kökeni Eski Yunan mitolojisinde Sophocles’in ölmez eserinden giden mit. Özü şu: Oedipus, Thebes kralı Laius ve karısı Jacosta’nın oğludur. Daha doğmadan önce bir kahin, krala, bir erkek çocuğunun olacağını ve onun, büyüyünce kendisini öldürüp annesiyle evleneceği konusunda kehanette bulunur. Bunun üzerine kral, doğumdan sonra, bebeği boş çayırlara göndererek ölüme terkeder. Bir çoban bebeği bulur, onu Corinth’e getirir, bebek güzelliği ile kral Polybus ve eşinin dikkatini çekerek evlat edinilir. Zaman geçer, bebek büyür, hakkındaki rivayetleri doğrulamak için Delphi Tapınağının başrahibi ile görüşmek üzere yola çıkar; yolda, yanında beş refakatçi silahşörleri olan yaşlı bir adam ile karşılaşır, bir yol sorma problemi yüzünden aralarında kavga çıkar ve genç adam, babsı olduğu bilmediği yaşlı adamı öldürür. Genç adam yoluna devam ederek Thebes’in önündeki, herkesin başına bela olan korkunç Sfenks’in bilmecesini çözerek şehre girer. Orada halk, ona medyunu şükranlıklarını ifade için, bu kahramana, dul kalmış, matem tutan kraliçe Jacosta’yı sunarak evlenmelerini sağlar. Bir süre sonra gerçeği öğrenen Oedipus, gözlerini kör ederek şehri terkeder, Colonos’a yerleşir. Edebiyat ve tiyatro’da, bu karmaşa, yalnızca bahtsız bir kral ailesinin değil, tüm insanlığın ‘kader ve seçim’ ilkeleri ve alınyazısını, özellikle ‘kuşakların devamını’ ifade etmesi bakımından değerlendirilir. Psikoloji ve psikanalizde ise, Freud’un isim babası olduğu gibi, hepimizin -bilinçötesi- bağlarla, karşıt cins ebeveynlerimize olan aşırı bağlılığımızı, normalin bunu sağlıklı olarak geçirip, tabu olmayan karşıt cinselerle ilişki kurup hayatlarımızı idame ettirmemiz söz konusudur. <Ana temalar, yazarın: “FREUD ve Psikanalizin Temel İlkeleri”nden alınmıştır. Psikanalitik ayrıntılar için lütfen bu kitaba başvurun, sa:137 ve sonrası.> “Acaba bütün <spor> kahramanlar baba yerine mi geçer? Kız çocuklara kıyasla, erkek çocukların kahramanlara daha çok ihtiyaç duyması bu yüzden midir? Yoksa yeniyetmelik dönemindeki bu spor takıntıları, bastırılmış Oedipus kompleksinin örneğinden başka bir şey değil midir? Emin değilim. Ama spor taraftarlarındaki -hepsinde olmasa de çoğundaki- manyakça tutkunun ruhun çok derinlerde bir yerden kaynaklanmış olması gerek. Bu tutkuda, vakit geçirerek oyalanmak ya da eğlenmek isteğinden daha köklü bir şey var. <Paul, 2 şubat 2009>” ….. “Adın, yazgındır. Oidipus <Yun.: ‘şişmiş ayak’. Tek sorun, adının yazgını Delphoi Kahini’nin yaptığı gibi, bulmaca biçiminde belirtilmesidir. ‘Timurlenk’in ya da ‘John Smith’in yahut ‘K’nın ne demek olduğunu ancak ölüm döşeğinde anlarsın. Borgesvari anlatım. <John, 24 Ağustos 2009> (Kişisel Not: Malum olduğu üzere, Oedipus kendini kör ettikten sonra, uzak mesafedeki Colonus’a yürüyerek gider. O işi başarırken de, ‘ayağının şişmesi’ ve bu başarısı için ‘Ayağı şiş adam’ diye ün kazanması muhtemeldir. Ben, mesleğim icabı, bu konuda yüzlerce kitap okumam ve yeterli yazmama karşın, Oedipus’un Yunanca anlamına hiçbir yerde rastlamamıştım. Bu dahi yazarlar var olsunlar. Dr.İ.E.)” (P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2001”, sa:55;92) “Kral Oedipus efsanesinin ana hatları şudur: Oedipus, Thebes kralı Laius ve onun karısı Jacosta’nın oğludur. Daha doğmadan evvel bir kahin krala, bir erkek evladı olacağını ve bu çocuğun, büyüyünce onu öldürüp annesi ile evleneceği konusunda kehanette bulundu. Kral da bunun üzerine, oğlu olunca, onun ayaklarını delip ölsün diye çayırlara attı. Oedipus, bir çoban tarafından bulundu ve bakıldı, üstelik onu alıp Corinth’e geldi..........” (İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:124) “ÖDİP KOMPLEKSİ iki domuz eniği bütün dikkatlerini verip bir sidik torbasını tekmeliyorlar. ---------------------------Bir sidik torbası o annelerine ait, sabahleyin köylülerce kesilen.” (Konstantin Pavlov-Kemal Özer,Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.04.03) “Utanç ve ahlaki emirler bu doğa <Vesputius-Brezilya>, çocuklarına tamamen yabancıdır. Baba kızıyla, erkek kardeş kızkardeşiyle, oğulsa annesiyle yatmaktadır. Ne Oidipus kompleksi vardır ne de ket vurmalar; yine de yüz elli yaşına kadar yaşayabilmektedirler, elbette -ki bu da onların tek düşmanca özelliğidir- yamyamlık edip birbirlerini yemedikleri takdirde.” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:34) Ödlek; Ödleklik etmek : Korkak, tabansız; Kendine güvensizlik ve korkudan ötürü, birini hayatta önüne çıkan şanslar deneyememesi; çekinmek, teşebbüste bulunmamak “YENİ DÜZEN İÇİN ŞARKI ----------------------------------Yoksullar varsıldır, varsıllar ödlek, bırak sürsün zırıltıları. Kim bilir kime kalır kimin mülkü? Verilmiyor izin. İlahiler ulaşıyor bulutlara, dilekler de kimse almayacak verdiklerini. Öyleyse ara kurtuluşu birlikte çünkü izin verilmiyor güzelliklere.” (Lionel Abrahams <1928-2003>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.06.06) “Diktatör yaptılar piç kurusu Pittakos’u şu şanssız, ödlek kentin başına şimdi göklere çıkarıyorlar onu halkın önünde” (Alkaios, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:135) “ÇALARSAAT -----------------Saat nerdeyse çalar ve tanrısal Yazgı Ve yüce Erdem, o daha kız olan karın, Ve Pişmanlık bile (ah! sonuncu durağın!) Derler: Geber, koca ödlek! beklemez yargı!” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:163) “Muhtarla Haceli, hayata çıktılar, yan yana. ‘Bu iş çabuk olacak!’ dedi muhtar. Elini Haceli’nin omuzuna koydu. ‘En geç bir seete kadar. Yoğsam canım çok sıkılacak yani. İstersen bekçiyi de götür yanında. (Ödlek herifin biridir çünküm.)’ ” (F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:145) “ ‘... Ve o çocuk, o beş para etmez, ödlek orospu çocuğu, lanet parayı alıp kaçtı çocuk...’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:66-7) “Gezgin satıcı, böyle bir şef için kendini ateşe bile atardı, lağımcıysa çamura bile dalardı. Yalnızca Fisherin ödlekti. ‘Bunca imza almasına gerek yok,’ dedi. ‘Ben ondan para esirgemem. Dünyada ondan başka hiçbir şeyim yok.’ ” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:264) “ ‘Ama nasıl bir beddua edildiğini öğrenemedin.’ ‘Aynı dönemde birileri sana da beddua etmiş. Sen öğrenebildin mi?’ ‘Evet, öğrendim. Üstelik seni temin ederim benimki seninkinden çok daha çetrefilli bir meseleydi. Sen ömründe bir kez ödleklik etmişsin, bense kim bilir kaç kişinin hakkını yemişim. Ama sonunda selamete erdim.’ ” (P. Coelho, “Elif”, sa:23) “Bizim bölükte Şits diye bir er vardı; Porjiçili iyi bir çocuktu, ama biraz yobazdı, hem de ödleğin tekiydi. Fakir, tatbikatlarda korkunç şeyler olacağına kafayı takmıştı bir kere; yolda susuzluktan sapır sapır döküleceğiz, sıhhiyeler bizi bir bir toplayacaklar diye ödü patlıyordu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430) “(Hans) derslerde elde ettiği sonuçlardan duyduğu hoşnutsuzluk büyüdükçe, Heilner’in etkisiyle, sınıf arkadaşlarından kendini daha bir kesinlikle soyutlamıştı. Örnek bir öğrenci, yarının sınıf birincisi olarak öbür öğrencilere yukardan bakmak için bir neden yoktu artık..... En çok da kusursuz öğrenci Hartner ve küstah Otto Wenger’le sık sık kapışıyordu. Otto Wenger bir gün yine alay edip kendisini kızdırmış, Hans da çileden çıkıp bir yumrukla karşılık vermişti. Bunun üzerine fena halde dayak yemişti Otto Wenger’den. Wenger, ödleğin biriydi aslında, ama Hans gibi güçsüz biriyle de başa çıkması zor değildi, hiç acımadan yumruklayıp durmuştu Hans’ı. Heiner o sıra olay yerinde yoktu, ötekiler de elleri böğürlerinde kavgaya seyirci kalmış, Hans’ın yediği dayağı ona hiç de çok görmemişlerdi..... Utanç, acı ve öfkeden gece gözüne uyku girmemişti. Dostu Heilner’e olaydan hiç söz açmadı, ama o günden sonra oda arkadaşlarından iyice soyutladı kendini, onlarla artık pek konuşup görüşmedi.” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:115) “NEFRET BİLDİRİSİ ------------------------Ama hepsi bu değil, ey ağır aksak hayatın egemen kenti. Saklanan, ürken belki de otuz bir çeken düzünelerle ödlek var, kavramların, kıskançlığın ve kargaşanın çocukları, ‘ben işimi bilirim’ ayağına yatmış gençler, kendi orgazmlarına terk edilmiş yıkıntılar aşağılık, kendi sıkıntılarının sakızını çiğneyen, bize çok uzak kitaplarda derin düşüncelere dalmış çarpık kopiller.” (Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04) “Tuna’da Katagatz’la Geçit arasını yüzerek geçmeyi denemeyecek kadar ödlek biri İbrail’deki çocuklar arasında var mıydı acaba?” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:65) “JONES (Alaylı alaylı burun çeker) - Ben senin gibi ödlek değilim... Ağaçlarla dostum... Hem ay da bedir halinde olacak... beni aydınlatır..... Uğraşacakları adamın Vaftizciler Mezhebinin seçkin üyelerinden birini olduğunu bilmiyor musun? Yataklı vagonlarda hammal iken başım derde girmeden önce öyle idim ya.. Putatapar dalaverelerini bir denesinler bakalım...” (Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:31) “Birkaç saniye sonra öteki körler kolları bacakları biribirine karışarak, kasalara rasgele asılarak, birbirleriyle, ‘Bunu ben götürüyorum,’ ‘Hayır, ben götüreceğim,’ diye tartışarak itişip kakışmaya başlamışlardı bile. İpe yapışıp oldukları yerde çakılı kalanları bir başka sinirlilik, bir başka korku sarmıştı; gösterdikleri tembellik ya da ödleklik yüzünden, yapılan paylaşmadan dışlanma korkusuydu bu.” (J. Saramago, “Körlük”, sa:95-6) “KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak kılıklı, kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe, gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.” (W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57) Ödü bokuna karışmak : Çok korkmak (Argo) “... Bir şekilde Büyük Şehir Polis Teşkilatı’nın bir elemanını kendisine ve anneme yardımcı olması için ikna etmeyi <inandırmak> başarmıştı. Beni kayıtlardan bulmuşlar ve bir sabah Dalston’daki pansiyonuma uğramaları içim birkaç polis memuru göndermişlerdi. Gelip kapıya vurduklarında ödüm bokuma karışmıştı. Taş kesilmiş bir halde kapıyı açtığımda, ‘Meraklanma dostum, yanlış bir şey yapmadın,’ dedi bir tanesi. ‘Sadece, dünyanın öbür ucunda, hayatta olup olmadığını bilmek isteyen birileri var.’ ” (James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:192) “ELIZABETH -... ‘Elizabeth güldüğü zaman bile terör estirme becerisinde.’ Onunla bir dahaki karşılaşmamda kırk beş dakika yüzüne güleceğim. Korkudan ödü bokuna karışacak.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:21) “Herifler can havliyle bir koşuyorlar ki, değme yavuz at yetişemez. Serseriler iyi bir ders almışlar, korkularından ödleri boklarına karışmıştı.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:26) “Üzerinize, arkadan bağlı özel bir rop giydirilip oturtuluyordunuz. Bizler dört kişi bekliyorduk ki, tedavinin verildiği odadan, damarlarınızdan kanınızı fışkırtacak bir haykırış duyduk. Ne düşüneceğimi bilemedim, ödüm bokuma karıştı. Ayağa kalktığım gibi koridora fırladım.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:76) “İri, sarışın kız Daisy’ye doğru eğildi, canı sıkkındı. -Bana bak, dedi, ben savaşı sevmiyorum, anladın mı? Çünkü korkuyorum, ödüm bokuma karışıyor, ağabeyim 14’te savaşa gitmiş, bir anlatsın istersen sana, meraklısıysan.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:169) “-Hangi kasaplık? Ha? Hangi kasaplık? Ölüler, yaralılar nerede? Neredeler? Sen gördün mü? Görebildinse aferin sana! Ben yalnızca senin gibi ödü bokuna karışmış, yollarda dörtnala koşan miskinleri görebildim.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:57) Ödü kopmak; Ödünü koparmak : Çok korkmak, çok korkutmak Bk.:Ödü bokuna karışmak; Ödü patlamak “Newark’ın Weequahic bölgesinde, iki ailenin yaşadığı bir evin ön tarafındaki salonda oturup Yahudi Daily Forward gazetesini okuyan ufacık, kupkuru bir yaratığı anımsıyorum. Onu her görüşümde yapmam gerektiğini bilmeme karşın, o kadını öpmekten ödüm kopuyordu. Yüzü öylesine kırışık, cildi öylesine anormal bir yumuşaklıktaydı ki. Bunlardan daha kötüsü üzerindeki kokuydu...... bu kokunun yıllargeçtikçe elbiselerinin kumaşlarına sinen kafuru kokusunu olduğunu anlayabildim. Bu koku, zihnimde ‘büyükanne’ kavramıyla birleşmişti.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:66) “ŞAMAN ----------Aşağıda yabancı kent kendi işinde uğulduyordu; leopar izliyordu beni izliyormuş gibi yaralı bir hayvanı, eser kalmamıştı pençelerinin çocuksu merhametinden. ‘Hayır!’, ‘Hayır!’ diye bağırdım ödü kopmuş bir çocuk gibi kekeleyerek.” (Tatamkhulu Afrika<1920-2002>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.05.06) “Paketi kilisede bulursa, bir iki parça (kokain) çıkarıp deneyecekti. Ne var ki, böyle uyuşturuculu bir uyku sırasında düş görürüm diye ödü kopuyordu. Düş görmektense uyumamayı yeğlerdi.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:274) “SEVEN BİR KADIN -... bambaşka bir köpek oldu. Korkutuyor beni..... Yaklaşmak, tutmak mümkün değil diyorum sana.... Mart dışarı çıkabilinceye kadar dünyanın sıkıntısını çekti. Bir türlü kapıyı açtırmak istemiyordu.... Belki daha temkinlice olurdu. Yemin ederim sana ödümü koparıyor. Yemiyor, içmiyor, hiç kımıldamıyor.” (J. Cocteau, “İnsan Sesi”, sa:25) “Odamda sigara içtiğimi Petrus’a itiraf ettim; ama birileri kokusunu duyacak diye ödüm kopmuştu. Petrus öyle bir güldü ki, onun da bir sigara içmiş olduğunu anladım. ‘Vaftizci Yahya çöle gitmişti, Hz. İsa ise günahkarların arasına gitmiş, oradan oraya dolaşmıştı,’ dedi. ‘Ben de böylesini yeğliyorum.’ ” (P. Coelho, “Hac”, sa:68) “Şimdi kendisi de bir cenaze işleri bürosu açtı; gömüt taşları, üzeri yazılı mermer levhalar satıyor. Şu sıralar işleri iyi gitmiyormuş. Şimdi her akşam odama girerken karyolamın dibinde mermer bir yazıt ya da katafalk bulacağım diye ödüm kopuyor.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:62) “O sabah okula pek geç kalmıştım, azarlanacağım diye de ödüm kopuyordu. Çünkü M. Hamel bizi ‘participe’lerden (ortaç) sözlüye çekeceğini söylemişti. Ben bu konunun daha ilk sözcüğünü bile bilmiyordum. Bir an, okulu asıp dağ tepe dolaşmak aklıma esti.” (A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Son Ders”, Cilt:I, sa:13) “Her an, merdivende biri bana sesleniyor gibiydi. Sonra, beni bir ateş bastı, bir susama... Ama kimse beni aşağıya indiremezdi, ölüden ödüm kopuyordu.” (A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:66) “ ‘Bana bir eğe bulup getireceksin,’ dedi ve iyice yatırdı beni yere. ‘Yiyecek bir şey getireceksin,’ dedi. ‘Yoksa yüreğinle ciğerini deşerim senin, anladın mı?’ Ödüm kopmuştu. Öyle de başım dönüyordu ki. Ona sımsıkı sarılarak: ‘Lütfen beni ayağa kaldırın, yoksa içim dışına çıkacak,’ dedim. Bunu söyleyince, bu kez beni ters çevirdi. Karşımdaki kilise adeta takla attı.” (Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8) “Zaten bu kadar okumuş, gururlu, görünüşte bu kadar kontrollu bir gencin, ömrü boyunca ona ilgi göstermeyen, arayıp sormayan, oğlu istese bile para vermeye hiçbir şekilde yanaşmayacak olan -bununla beraber oğulları İvan ile Aleksey’in günün birinde gelip para isteyeceklerinden ödü kopan - böyle bir babanın batakhanesine ansızın damlaması pek tuhaftı.” (F. Dostoyevski, “Karamazof Kardeşler”, Cilt:I, sa:18) “BERTOZZO - Bravo, sen de darmadağın oldun yan... Biliyorsun, bizdeki deliler Hindistan’daki kutsal ineklere benzer. Onlar dokunursan halk seni linç eder. MÜDÜR - Bu suçlu, kriminal deli bu... Yargıç yerine koydu kendini... Karşı soruşturmalar filan. Nasıl da ödümü kopardı.” (D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:92) “EGERTON - Kraliyet dokunulmazlığı mı? ELIZABETH - Evet, bu kardeşim Edward’ın fikriydi.. Önce mahkuma darağacını göstererek ödünü koparırsın, sonra da ona özgürlük ve para teklif edersin. Konuşursa herkese bok atmaya başlar.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:15) “HELENA, FAUST ve KORO, Kayalıkların üstünde tehlikeli sıçrayışlar yapan Euphorion’a - Sen dağ keçilerine mi benzemek istiyorsun? Düşeceksin diye ödümüz kopuyor.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:235) “FIRTINA HABERCİSİ’NİN TÜRKÜSÜ <1901> Martılar inliyorlar önsezisiyle fırtınanın, kurşun hızıyla uçuyorlar üstünde denizin; fırtına öncesindeki korkularını kendileriyle birlikte denizin dibine gömmeye hazırlar. Dalgıç kuşları da inliyor, onlar ne bilir tadını yaşam kavgasının, vuruşların gümbürtüsünden ödleri kopar.” (Maksim Gorki <1868-1936>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:28) “Oltasına balık yaklaştığını gören bir balıkçı gibi baştan aşağı dikkat kesilmiştim. Oturduğum yerde bir gürültü yapacağım diye ödüm kopuyordu.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:39) “Kızlar, biraz hafiflik edecek, bir parça fazla gülüp söyleyecek olurlarsa, kaş, göz işaretlerine başlardı. Eski alemler bir yerden Abdülvehhap Bey’in kulağına çalınacak diye ödü kopuyordu.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:107) “Hank de 25 yaşında, yakışıklı bir delikanlıydı; ama Colette’in onunla yatmadığından emindi Chester. Bu konuda Colette’le yüzleşmiş; genç kadını kollarından yakalayıp dişleri takırdayana dek sarsmıştı. Gerçekten başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını söylemiş, bu olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı.” (P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116) “Aniden istedikleri oldu. ‘Kaltak!’ Vahşi gözü dönmüş bir şekilde genç kadına saldırdı. ‘Sürtük!’ Delirmişçesine kısa iplerden oluşan kırbacını savurarak vuruyordu. Korkudan ödü kopan kadın kaçmaya kalkmış, ancak tökezleyip fundalığa düşmüştü. ‘Henry, Henry!’ diye bağırdı. Fakat kızıl suratlı arkadaşı sıvışıp helikopterin arkasına saklanmıştı.” (A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:330) “Çalılara girdi, mendili bulacak diye ödüm kopuyordu. Hemen önden koştum. İsabet, mendil yok olmuştu. Ama Codine, ezilen otları ve bir söğüt dalından kesilen yoncaları hemen farketmişti.” (P. Istrati, “Kodin”, sa:74) “Kedi mırıldanır, Poyraz Musa da dalmış gitmişken üç adım ilerden ayak sesleri duyuldu. Zeytinin gövdesinden üstlerine sıcak bir soluk aktı, yüreği hop etti, belinden tabancasını çekti, karartıya doğrulttu, tam bu sırada da burunlarının ucundan büyücek bir kuş parladı gitti. Kanat şapırtısı fırtınanın uğultusunu bastırdı. Karartının ödü patlamış olacak ki, paldır küldür düşe kalka ılgınların dışına çıktı. Soluk soluğaydı, soluğu zeytin ağacının altından duyuluyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:169) “... Her şey iyiydi ya, burada tek başına ödü kopuyor, koyun damından da yana hiç bakamıyordu. Şu çocuklardan bir tanesi gelseydi, her şey o zaman daha kolay olur, iki kişi olunca daha az korkarlar, belki de hiç korkmazlardı.... Gittikçe korkusu artıyordu. Neredeyse, bir çıtırdı duysa, tabanları yağlayacaktı.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:207) “Üstüne atıldı, kucakladı onu. ‘Ödümü kopardın ulan ödümü. Adam bana haber vermeden böyle işler yapar mı? Sen ne biçim adamsın böyle? Deli kardaşım.’ ” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:119) “Çok yürekli olmayan kişiler Reyhan Arab’ın yüzüne bakamazlardı. Öylesine keskin, şimşek gibi, öfkeli gözleri vardı ki, Reyhan Arab’ın yüzüne bakanın ödünü koparır.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:39) “Bu işte ne Semi’nin ne de Bilal’in bir suçu vardı. Başarısızlığım için bir sorumlu bulmam şartsa, beni fazla terbiyeli, insanların hoşuna gitmemekten ödü kopan, hem kitaplarına hem de düşlerine fazla gömülmüş bir canlı -şu pısırık canlı!- haline getiren eğitimimi gösterebilirdim ancak.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:178) “Dediğine göre kız o cuma günü iğne iplikle ve yüksükle iki yüz tane düğme dikmekten perişan bir haldeymiş. Kan revan içindeki tecavüzlerden gerçekten ödü kopuyormuş, ama bir fedakarlık yapma konusunda artık dersini öğrenmiş.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:49) “Hesperides (İnşaat şirketi) ve benzeri yerlerdeki biz zavallı ahmaklar, Crum’ın (sahibi) ebediyen sadık köleleri olmuş durumdayız. Saygın ev sahipleriyiz -yani birer Tori, birer evet efendimci, birer kıç yalayıcı. Aman, kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyelim! Ve aslında ev sahibi filan olmadığımız için, yarısına geldiğimiz taksitlerin sonuncusunu yatırmadan önce bir aksilik olur diye ödümüz koptuğu için, iyice boka batmış bulunuyoruz.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:17-8) “Ednah Healey’nin genelde dik ve sert olan bakışları şimdi donuk ve kederliydi. Ondan ödleri kopan hizmetçileri bile kadının bu haline en az Yargıç Healey’nin ölümü kadar üzülüyordu.” (M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:25) “Bir başka yoruma göre, sayıklamaları bilimkurgusaldı, Klingon diline, uzak bir galakside boğaz temizlerken çıkan seslere benziyordu. ‘Hayalet Avcıları’nda bir iblisi ışınlayan Sigourney Weaver gibi. Büyükelçinin kızı, bir gece araştırma hevesine kapılıp yatağının başucuna çalışır durumda bir kayıt cihazı bıraktı, ama banttaki hem tanıdık hem yabancı, ölümün başı çirkinliğindeki sesi duyduğu zaman ödü koptu ve silme düğnmesine basaraka, aslında önemli olmayan şeyleri sildi. Çünkü gerçek hala aynıydı.” (S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13) “LENI (Soğukça gülümseyerek.) - Doğrusu ödüm kopardı. Ama içimden sürekli: Bir gün tüm yaptıklarının bedelini ödeyecek! derdim. JOHANNA (Alaylı.) - Ödedi mi bari? LENI (Gülümseyerek ama sertçe.) - Ödüyor.” (J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:13-4) “TEMSİLCİ - Düşüncem mi? Hiçbir düşüncem yok. Ben yalnızca hükümet tarafından size göz kulak olmakla görevlendirildim. Bu yanda gençliği yetiştirirken öte yanda birbirinizin kolunu budunu koparmayasınız diye. Düşünce mi? İstemem, ödüm kopar düşünceden. Bir ara kimi düşüncelerim vardı, ama hemen çürüttüler. Düşünceler hemen çürütülür...” (A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:85) “-Ayşe Hanım ne demiş? ‘Biraz düşüneyim’ dememiş mi? -Ne düşünmesi? Nerede öyle töre tanır eski kızlar? ‘Bulunmaz Hint kumaşını kaçırırım’ diye ödü kopmuş.” (K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:324) “Ben, hemen elimi belime atıp bıçağımı çektim. ‘Kendine güvenen varsa yanıma sokulsun!’ dedim. Heriflerin ödü koptu. Beş on dakika aralarında konuştuktan sonra, ‘Haydi kabadayı, yoluna git! Sana zararımız dokunmaz!’ dediler.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:31) “Efsun kalacakları otele burun kıvırdı, hiç beğenmedi. Ama asıl şoku akşam yemeğine indiğinde yaşadı. Ekipte kendisinden başka kadın yoktu. Ne oyuncu, ne asistan! Ekipten vazgeçti, otel çalışanları arasında da kadın yoktu. Çevresi bir erkek ordusuyla sarılmıştı. Üstelik filmin erkek oyuncuları çapkın diye adları çıkmış, ellerinden kadın kurtulmayan adamlardı. Ödü koptu.” (A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:72) “Çocuğun yazgısı daha iyi olmalıydı. Eğer bu olanaksızsa, Tanrı, rahibelerin o korkunç Tanrısı onu kendisine almalıydı, böylesi daha iyi olacaktı. Sa Lua büyüyüşünü, çocukluktan kızlığa geçişini hatırlıyordu. Göğüsleri büyüyor, yuvarlaklaşıyordu. Rahibeler anlayacaklar diye ödü kopuyordu. Varlığına bağlı her şey gibi, erginlik çağına geçmesi de sorun oluyordu ona.” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:56) “HENRIETTE, içeri girer. - Çok şükür gitti de rahat bir nefes aldım. Ne yalan söyleyeyim, kalacak diye ödüm kopuyordu; hem senin için, hem bizim için fena olacaktı.” (Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:59) “Ama bir gün kadının ödü koptu. Berthe bir köpek sergisinden döndüğü gün, Octave onu mahzene çağırdı ve gündüz gelen yetmiş iki franklık bir çorap faturasını Berthe’e verdi. Genç kadın sararıp bir çığlık attı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:134) “Fakat ne tuhaf şey: Romancı olarak Stendhal’ın ne pahasına olursa olsun bizden saklamak istediği sır da budur. Okuyucularından biri, şu hayal ürünü Jülien’e, Lucien’e ve Fabrice’e ruhunu nasıl da çıplak bir şekilde aktarmış olduğunu keşfedecek ve buna gülecek diye ödü kopmaktadır..” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:194) Ödünç almış un gibi : Etrafa sere serpe saçarak “Az gittiler, uz gittiler, derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi, çamur dizde, su boğazda, kayalardan, dağlardan, ormanlardan, bataklardan aşarak ödünç almış un gibi toza da toza gittiler.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Köroğlu’nun Meydana Çıkışı, sa:41) Ödünü patlatmak : Birden, aşırı korkutmak “Rachel, Hava Kuvvetleri Bir’in lambri kaplı ön kabininde tek başına duruyordu. Burası toplantı yapmak, yüksek mevkideki kimseleri eğlendirmek ve belli ki ilk gelen ziyaretçilerin ödünü patlatmak için kullanılan odaydı. Oda, uçağın genişliği boyunca uzanıyordu, açık kahverengi kalın halısı da öyle.” (D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:37) “O günlerde, sanayi bölgeyi istila etmeden önce, yoksullara oda kiralayan eski evler vardı ve bu evlerden birinin sahibesi, kıymetli mülkünü koruması için buldog köpeğini geceleri salardı. Orospu çocuğunun hiç şakası yoktu: Birçok sarhoş gecemde ödümü patlatmıştı.” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:56) “Ahmet, elini hemen şakağına getirince, başını havaya dikti ve ilçede pek ünlü olan o gür sesiyle, ‘Amaaan! Amaa..an!.. Elamaaan!.. Yandım ama..aa.aan’ diye Seyit Battal Gazi’nin, kırk bin kafirin birden ödünü patlatan naralarından birini dehetti.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:70) “... hele aç kalma dönemi iyice ilerlemişse, açlık cambazının öfkeden patlayarak buna tepki gösterdiği ve herkesin ödünü patlatarak bir hayvan gibi parmaklıkları sarsmaya başladığı olurdu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:83) Ödün vermek, vermemek : Bir problemi çözmek için, gereksiz olarak bazı kişisel özveride bulunmak; bulunmamak -her ne pahasına olursa olsun“Hastaneden taburcu olup cephedeki alaylarına katıldıklarında hepsi de soylu birer yiğit gibi savaşmalıydı. Savaş meydanında kahramanca çarpışacaklarına, savaşta ve özel hayatlarında onurlarından en küçük bir ödün vermeyeceklerine yürekten inanıyordu. Tıpkı General Radetzki ve Eugene de Savoie-Carignan gibi, yenilmez savaşçılar olacaklarından zerre kadar kuşkusu yoktu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:100) “Bir kez Rodrigues’den söz edecek olduysa da Amelia, yüzünü buruşturarak, ‘Boş ver o ikisini,’ dedi. Ama bir akşam onun evine gelip, ‘Bu akşam Guido’ya gidiyor musun?’ diye sordu. -Bilmiyorum dedi Ginia, herhalde başkaları vardır. -Yani sen gidip onu rahatsız etmemek gibi bir ödün mü veriyorsun? Aptal, sen hiç adam olmayacaksın.” (C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:106) “İSMENE ----------Kimi az çok katlanır buna, kimi hiç katlanmaz. Alınyazısı, denildiği gibi, bir kısır döngüye hapseder bizi. Biz de döner dururuz dibinin karanlığına, anlaşılmazlığına yüzümüzün kapatıldığı o kuyunun çevresinde. Kız kardeşim kulak asmadı hiçbir öğüde, ödün vermedi - boyun eğmezliği, umursamazlığı içinde.” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:177) Ödü patlamak : Aşırı derecede korkmak “VIII <19 Ağustos 1939> Ölüme Dair --------------Senin uydurduğun masalcıkla ve Herkesin usanıncaya kadar bildiği, Göreyim mavi şapkanın sivrisini Ve ödü patlamış bina yöneticisini. Benim için farketmez. Yenisey nehri Buram buram. Kutup Yıldızı parlak.” (Anna Ahmatova<1889-1966>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.12.05) “Birgün ninem elinde yemek tenceresiyle mutfaktan çıkarken dedem avluya dalınca, şaşkınlığından ayakyoluna girmiş, tencereyi tahtaların üstüne koymuş. Dedem ağlamış ya da elinde değilmiş. ‘Ödüm patlayacak bigün’ dermiş ninem.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:99) “Kadının gözlerini göremiyordum, ama rabamıza baktığını anlıyordum; başkalarının hayatını düzene sokmak isteyen kadınların sahip olduğu gözlerle bakıyordu. ‘Senin eve gidelim,’ dedi Hegwig, ‘hadi... bizi burada tanıyacak diye ödüm patlıyor, bir eline düştük mü bütün akşam evde oturur, olağanüstü bir çay içeriz...’ ” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:104) “Doktor, ‘Hiç duymaz, hemen bir saniyede olur biter,’ diye, iğneyle uyutmaktan söz ettiğinde, hayvancık anlamış gibi başını kaldırıp mazlum mazlum bakmıştı yüzüne. Ödü patlamıştı, hayvanı elinden alıp hemen oracıkta öldürecekmiş gibi.” (P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:81) “‘Bunun üzerine Malambruno, kocaman, keskn hançerini çıkardı, başımı kesecek, beynimi dağıtacakmış gibi saçlarımdan kavradı. Ödüm patladı, sesim sedam kesildi. Bununla birlikte büyük bir gayret harcayarak, titrek ve ağlamalı bir sesle yalvardım kendisine ve bu düşüncelerinden caydırdım.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:642) “Çökertme’de limana girerken, on metre havaya fırlayıp, ‘güm!’ diye düşen bir yunus balığı alayına çatmıştı. Biri kayığa düşecek, kayığı tuzla buz edecek diye ödü patladı. Yemek yemek için kıyı kumsalına çıkmış, orada ona yumruk kadar bir büyü örümceği musallat olmuştu.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:39) “Bizim bölükte Şits diye bir er vardı; Porjiçili iyi bir çocuktu, ama biraz yobazdı, hem de ödleğin tekiydi. Fakir, tatbikatlarda korkunç şeyler olacağına kafayı takmıştı bir kere; yolda susuzluktan sapır sapır döküleceğiz, sıhhiyeler bizi bir bir toplayacaklar diye ödü patlıyordu.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430) “‘Peki amma bu yabancı adamın isteği ne?’ Kadın hayretle yüzüne bakıyor ve ağır ağır: ‘Bir balık yakalamak istiyor,’ diyor. ‘Ne? Bir balığı mı?’ Kadının ödü patlıyor.” (Ö. Von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:154) “Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum. Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi. Zilli’nin kahvesinde kulağını çekmişler: -Bu it, demişler benim için, kaçmak istiyor. Namık gelecek ya, ondan. Eğer sen bu işi yaparsan kaçar. Namık da bunu, senin yanına bırakmaz. Ödü patlamış. Benim patlamadı mı?....” (A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179) “Nazlı, koynundan çıkardığı bozuk paralardan birkaçını çıkının içine attı... Ve kocakarı sordu: -İsminiz nedir bakayım, benim güzel civanım? Şimdi Nazlı şaşırıp da Nazlı diyecek diye ödüm patlarken o, hiç istifini bozmadan, -Rabiye!... dedi. -Hay yaşayasın güzel adınla benim kurabiye Hanımcığım!” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:141) “Zeynel: ‘Ben çok güzel bir şey buldum,’ dedi. ‘Alimallah köylü evini barkını birakır da arkasına bakmadan da Akdenize kadar kaçar. Korkusundan ödü patlar.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:53) “Toros dağlarına geldik. İşte zurnanın zırt dediği yer burası. Şoför, makinayı gayet normal kullanıyor ya, bizim gözümüz korkmuş bir kere. Bir uçurumdan yuvarlanırız diye ödümüz patlıyor.” (Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:56) “ ‘-Gidecek hiçbi yeri yoktu, biz de onu kabul ettik, dedi Nieves. ‘Ama bunu hiç kimseye anlatmayın, çünkü nerede kaldığının bilinmesini istemiyor. Hem, daha yarı yarıya rahibe sayılır; erkeklerden ödü patlıyor.’ ” (M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:165) “José Arcadio Buendia, karısını avutmaya hiç kalkışmadı. Büyütecin düşman birlikleri üzerindeki etkisini göstereyim derken, büyüteçte odaklaşan güneşe bir çarpıldı ki, her yanı geçmek bilmez cılk yaralarla kaplandı. Böylesine tehlikeli bir icattan ödü patlayan karısının bütün karşı koymalarına rağmen, ‘bakalım tutuşacak mı’ diye kendi evini bile yakmaya kalkıştı.” (G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:8) “Evdekiler, her an merdivenlerde, odalarda, sarı renkte, tüylü, kuyruklu, küçük köpeklerle, av köpekleriyle, yeri yurdu belirsiz pis çomarlarla, buldoglarla, çocukların ödlerini patlatan iri Ternöv köpeklariyle burun buruna geliyorlardı.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:80) “Bütün bunlara karşın, ikisinin de Hayvan Çiftliğindeki isyandan ödleri patlamıştı ve kendi hayvanlarının orada olup bitenleri öğrenmelerine engel olmak istiyorlardı.” (G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:42) “Şatoya dönüşünde, ateş püskürür durumda bulmuştu düşesi; kestane fişeklerinden ödü patlamıştı; Jacobin’lerin Bonapartçı’larla birleşerek ayaklandıklarını sanmıştı.” (Stendhal, “Lamiel”, Cil:I, sa:33) “O anda, hancı kadının kızları hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Fabrice için ödleri patlıyordu. Fransızca’yı da çok az anladıklarından yatağına yaklaşıp ona sorular yönetmeye başladılar. Analarıyla Flaman <Avrupa’nın kuzeybatısındaki, Hollanda, Belçika ve Fransa’nın bir kısmı olan -eski Felemenk- Flandra bölgesinde yaşayan, Hint-Avrupa dillerinin bir kolu olan Flamanca konuşan halk> dilinde tartıştılar. Ama, her an duygulu gözlerini kahramanımıza çeviriyorlardı.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:93) “-Bir de askermiş! 1812’de yurdu kurtarmış, yararlık göstermiş. Biliyorum ne biçim asker olduğunu senin. Soğuktan donmuş asker kaçaklarının tozluklarını çıkarmak marifet değil. Sizin yaptığınız bu; ama bir kız, yere ayak vurup üstüne yürüdü mü ödün patlar...” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84) “THERESE - Hayatımın sonuna kadar vapura binmeyeceğim. Ödüm patlıyor. Hem Kanada dediğiniz yer çok uzak. Burada kız kardeşlerim var. BASTIEN - Sevgilini unutuyorsun.” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:48) “İmparator Wilhelm’in perdede görünmesiyle karanlık salonda çılgınca ıslık çalmalar ve tepinmeler başlayıverdi.... İyi yürekli Tour’lular bir an için çıldırmıştı. Müthiş korktum. Ödüm patlamıştı.” (S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:262) Öf, öff; Öf be : Durumdan şikayet nidası “Başını oynattı, salladı, gene uyanmadı. Yüzü meydana çıkmıştı. Bayram bakınca ürperdi: Boncuk boncuk ter içindeydi. Yüzü kıpkırmızıydı. Elini alnına koydu: ‘Öfff!’ Yüzü bayrak gibi yanıyordu. İnsanın elini yakıyordu.” (F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:50) “Vasili, yerden kediyi, sedirin üstünden balık parçalarını aldı, kamışlarını ardını dönmesiyle koyağın dibindeki ılgınların içine girmesi, büyük zeytinin duldasına sokulması bir oldu. Zeytinin altından Poyraz Musanın ayak seslerini duyuyordu. Poyraz Musa kamışlığın önünden geçti, böğürtlenlere düştü. Ayağı bir böğürtlen teveğine <bitki uzantısı> takılmış olacak ki, pat diye bir ses geldi kamışlığın önünden. Bir de ‘öf,’ diye bir ses duyuldu. Ses, ‘Vay anasını,’ diyerek de ayağa kalktı, yürüdü. Vasili bütün bedeniyle kulak kesilmiş, ayak seslerini dinliyordu.” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1 – Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:168-9) “Üniversiteli, uzun bacaklarını ranzanın üstüne çekerek çevresine bir göz attı. ‘Şuraya geleli tam iki saat oldu. Öf be, meğer ne sıkıcı yermiş burası. Hiç değilse bir oyun kağıdımız filan olsaydı. Kara Papaz ya da başka bir oyun oynardık.’ Küçümseyen bir tavırla Yahudi öğrencileri gözden geçirdi.” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:223) “Hasta, başını geriye atıp gözlerini yavaşça açtı. İri gözleri ışıl ışıldı; çok güzel, koyu bir rengi vardı gözlerinin. Ayağına hafifçe değen, hizmetçinin mantosunun ucunu, güzel, zayıf eliyle sinirli sinirli iterek: -Öf, gene uyandırdı beni! dedi.” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:80-1) “Genç adam, ‘Öf, modellik yapmaktan bıktım, boydan portre falan da istemiyorum,’ diyerek huysuz, dediğim dedik bir ifadeyle, piyano taburesinin üzerinde gelenlere döndü. Lord Henry’yi görünce yanaklarına bir an hafif bir renk yayılarak ayağa kalktı.” (O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:24) Öfkeden ağzı köpürmek : Aşırı sinirlilikten ağzın kuruması, etrafında tükrük vb toplanması (Parasempatik tepki) “Öfkeden ağzım köpürmüşken biri biraz gönlümü alsa ya da önüme bir bardak çay sürse hemen yelkenleri suya indirirdim. Bununla da kalmaz, ona karşı bir yakınlık duyardım; ama sonra kendime kızar, utancımdan bir kaç ay uykularımdan olurdum. Yaratılışım böyleydi işte.” (F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:14) Öfkeden ateş püskürmek : Kızgınlıktan dolayı son derece sinirli olmak, bağırıp çağırmak “Kızılsakal Münadi’ye doğru tükürdü. ‘Dilerim cehennemi boylarsın, hain herif!’ diye haykırdı. Kapıyı şiddetle çarpıp delikanlıya döndü. Gözleri öfkeden ateş püskürüyordu. ‘Hain kardeşin Simun’la övünebilirsin!’ diye gürledi.” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:26) Öfkeden bedeni korlaşmak : Aşırı hiddetten, tüm vücudunu ateş basmış, yanar hissetmek “Bir kanalizasyon boorusuydu, çevreye pis -mendiliyle burnunu tıkamak zorunda kalmıştı- bir koku yayılıyordu ve bekleneceği gibi, üzerinde bir sinek ve sivrisinek bulutu uçuşuyordu. Sızan sular birikiyor, gölcükler oluşturuyor, Dominik Cumhuriyeti’nin en önde gelen kışlasının havasını ve havasını zehirliyordu. Öfkeden bedeninin korlaştığını duyumsamıştı. Üsse dönüp orada hazır bulunan şeflere ana avrat girişmemek için kendini zor tutmuştu.” (M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:158) Öfkeden boğulmak : Aşırı kızgın, saldırgan hissetmek, bir şeyler boğazını sıkmak “Sözlerini bitirince kolunu kaldırdı, karımın yanında nişan almak istedi bana. Maşa, ayaklarına kapandı. Öfkeden boğulurcasına: -Maşa, kalk, diye haykırdım. Utanmıyor musun? Bayım siz de zavallı bir kadınla eğlenmekten vazgeçin. Ateş ediyor musunuz, etmiyor musunuz?” (A. Pushkin, “Biyelkin’in Öyküleri”, sa:101-2) Öfkeden burnundan solumak : Öfkeli, saldırgan olmak “M... kontu, öfkeden burnundan soluyarak evine döndü. Az sonra da gözleyiciler geldiler, büyük bir soğukkanlılıkla raporlarını sundular: Gizemli sevgili o gün, rahip kılığına girerek, Saint-Jean Kilisesi’nin karanlık bir bölmesinin girişinde bulunan bir gömütün hemen yanı başında sofuca diz çökmüştü. Fausta, kilise neredeyse tamamiyle ıssızlaşıncaya kadar orada kalmıştı, ondan sonra da o yabancıyla çabucak işaretleşmiş.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:263) Öfkeden çılgına, deliye dönmek : Son derece öfkelenmek, ateş püskürmek, gözü bir şey görmemek “‘Prensesin babası, onu geri getirmesi için ağabeyi Dük Guillermo’yu göndermiş. Felicia eve dönmeyi reddedince öfkeden deliye dönen dük, kız kardeşini şu karşıda gördüğünüz küçük kilisede hançerleyerek öldürmüş; prensesin, hastalara bakmak ve Tanrı’ya yakarmak için kendi elleriyle inşa ettiği şu kilisede.” (P. Coelho, “Hac”, sa:56) “İspanyol’a dönen Kaptan Delano, kendi hesabına hiçbir şey bilmediğini ve bu durumun umurunda olmadığını; ancak, görünüşe bakılırsa, Don Benito’nun kendi adamlarına karşı kayıktakiler tarafından kaçırılıyormuş gibi bir izlenim yaratmayı aklına koymuş olduğu yanıtını verdi. ‘Ya da, sizin canınıza kastediyor’ diye ekledi öfkeden çılgına dönerek.” (H. Melville, “Benito Cereno”, sa:105) Öfkeden kanı başına sıçramak : Son derece kızmak, öfkelenmek “Brunet arkalarından bakıyor, bir adım atmayı denemek için köşeyi dönmelerini bekliyor: Yere yıkılmayacağından emin değil. Otuz tur, diye düşünüyor. Sendeliye sendeliye iki adım atıyor, öfke kanını yüzüne sıçratıyor, ağır korkunç bir demir acımasız dövüşlerle vuruyor..” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:295) Öfkeden kaplan kesilmek : Öfkeden kaplan gibi hasmının üstüne atılmaya hazır hissetmek “Yaşlı koca, oflaya puflaya içeri girdi; karısını yaşlılara özgü makamlı bir sesle selamladı. Sanki bir yük odun getirmiş gibi koltuğa yığıldı.Boğuk, uzun bir öksürük işitildi. Biraz önce öfkeden kaplan kesilmiş olan İvan Andreyiç, şimdi bir kuzulaştı; kedi karşısındaki korkak bir fare gibi büzüldü.” (F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:41) Öfkeden kıpkırmızı kesilmek : Öfkeyle başına, yüzüne kan hücum etmek Bk.: Yüzü kıpkırmızı kesilmek “Yaşlı derebey öfkeden kıpkırmızı kesildi, tam kılıcına davranmak üzereydi ki, bizimkilerden biri atının kulağına bir köz parçası değdirince, hayvan üzerindeki binicisiyle tozu dumana katıp gitti.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:27) “Yaşlı adam büyük bir acıyla: -Ben kahyalıktan vazgeçip kızağa mı çekileceğim? Arkasını dönerek salondan çıkmaya hazırlanmış olan Baron bu sözler üzerine, birdenbire yüzü öfkeden kıpkırmızı, yumruklarını sıkmış bir durumda yaşlı adamın üzerine yürüdü ve korkunç bir sesle bağırdı.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:83) Öfkeden köpürmek, kudurmak, patlayacak gibi olmak : Çok öfkelenmek, burnundan solumak “Cloucharde öfkeden köpürüyordu. ‘Bir polis memuru için dilenecek sefil bir özür şehrinizi kurtarır mı sanıyorsunuz! Beni motosikletine bindirdi! Şuna baksana!’ Bileğini kaldırmaya çalıştı. ‘Peki şimdi benim sütunumu kim yazacak?’ ” (D. Brown, “Dijital Kale”, sa:95) “Farnese Meydanına gitmekten kendinizi alıkoymak ister gibi bir haliniz vardı (ama ayaklarınız hep o yana sürüklüyordu sizi ve öfkeden kuduruyordunuz bu budalaca yazgıya boyun eğiyorsunuz diye), bir yandan da Cécile’in canına yetmiştir de, bırakıp gitmiştir diye umuda kapılıyordunuz, hele o yolculuk gecesinden sonra ve tatil dönüşü pek ağır gelen iş gününün yorgunluğu üzerine.” (M. Butor, “Değişme”, sa:256) “MAMA - Ne kadar ağzı bozuk bir kraliçe. Bu göbek emicilerin huzurunda... onlar çok utangaçlar bakın... şu nasıl da kızardı... em yavrum em... ELIZABETH - Ama beni öfkeden kudurtan bu soysuzun benim ülkeyi batıracağını söylemesi.” (D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:37) “Binbaşı öfkeden köpürmüştü. Fakat Lydia’nın karşısına çıkar çıkmaz özel prensiplerine uyarak kendini tuttu, sakin görünmeye çalıştı.” (O. Henry, “viski soda”, sa:102) “Sonradan bu ve benzeri hikayeleri tekrar tekrar anlattırıp dinlemiştim kendisinden. Ne var ki, bir akşam keskin nişancılar şenliğinde amansız bir kavgaya tutuşmuş, birbirimizin saçını sakalını yolacak kadar işi ileriye vardırmış, öfkemizden kudurarak birbirimizden ayrılmıştık.” (H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:92) “... hele aç kalma dönemi iyice ilerlemişse, açlık cambazının öfkeden patlayarak buna tepki gösterdiği ve herkesin ödünü patlatarak bir hayvan gibi parmaklıkları sarsmaya başladığı olurdu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:83) “Murtaza Ağaysa içinden alıp veriyor, Arif Sami Beyi, oradakileri baştan aşağı kalaylıyor, öfkesinden patlayacak gibi oluyor, sonra birden Ali Safa Bey, İnce Memed sözünü biri açacak diye umutlara düşüyor, bekliyordu.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:39) “Çünkü oda hizmetçisi, akrabasını ziyaret için o gece şatoda yoktu ve Litegarde yalnızdı. Dolayısıyla bir tanık gösteremezdi..... Zavallı Bayan Auerstein sapsarı bir yüzle ayağa fırladı ve yola çıkmadan önce gerekli bazı eşyaları toplamak istedi, ama öfkeden kudurmuş olan Rudolf buna fırsat vermeyerek onu ite kaka dışarı attı. Bir yandan da ‘Dışarı... defol... gözüm seni görmesin seni!...’ diye haykırıyordu.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Düello”, sa:141) “Gençliğimde bankacılara çok sövüp saymışımdır, hele o dönemde öfkeden kuduracak gibiydiler; herhalde yina aynı nedenden ötürü on dört yaşıma geldiğimde Marksist olduğumu söylemeye başladım.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta’, sa:392) “JOE, ne söyleyeceğini bilmez bir halde. - Efendim biz... yani tayfalar, efendim... Sizinle iki lakırdı etmek için... bir heyet göndermek istiyorlar. KENNEY, öfkeden köpürerek. - Söyle onlara cehennemin dibine... (Kendini tutar ve korkunç bir eda ile devam eder.) Söyle onlara, gelsinler... Kendileri ile görüşeceğim.” (Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:22) “-Uyuyamıyorum. -Neden? -Öfkeden kuduruyorum . -İyi ya, dedi Mathieu. Bunda kötülük yok, çok sağlıklı bir şey bu. -Öfkeden kudurduğum zaman, dedi Pinette, birini pataklamalıyım. Pataklamazsam, hırstan geberirim böyle.” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:91-2) “Daha bu sözler bitmemişti ki öfkeden köpüren doktor, atını dört nala ileri sürdü ve yıkama yerinin yanındaki çamurdan geçerek bütün kırmızı yanakları, bütün beyaz takkeleri, daha da kötüsü, taşlar üstüne konmuş bütün temiz çamaşırları çamura buladı.” “Kont’un öfkeden kudurmuş halini görüp keyiflenmek amacıyla, D., bu el ilanını bir yemek arasında verdirdi ona.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:46; Cilt:II, sa:125) “Arkasından, iğrenç sözler tufanı başladı. Buteau, ne kadar küfür varsa savurdu, olayı, Françoise’ı yüz kızartacak şekilde çırılçıplak göz önüne getiren açık saçık tabirlerle diline doladı. Françoise da öfkeden kuduruyordu.” (E. Zola, “Toprak, “Cilt:I, sa:337) “... Taylor aşağıda şemsiyeler, gravürler, kalın halılar ve diğer değerli eşyalar arasında beklerken, içeri Alfred Barrett girdi. İblisi ta evin içinde görmek tepesinin atmasına yetti. Öfkeden kudurdu. Ona ‘hilekar, yalancı ve hırsız’ dedi. Bunun üzerine Mr. Taylor da ona hakaret etti. Çok daha kötüsü, ‘cehennemde yanacak bile olsam, bir daha köpeğinizi göremeyeceksiniz’ diye ilendi ve evden fırladı gitti. Demek ki kan lekeli paketi ertesi sabah kapının önünde bulacaklardı.” (V. Woolf, “Flush”, sa:83) Öfkeden küplere binmek : Son derece öfkelenmek, kendini kaybetmek Bk.: Öfke patlaması “Üç gün sonra Luke’un yanına döndüğümde ona olayı anlattığımda öfkeden küplere bindi: -‘Neden San Antone’a telgraf çekip hepsini orada yakalattırmadın?’ -‘Haklısın, telgrafın oldum olası hayranıyımdır ben, ama o sırada yıldızları incelemekle meşguldüm.’ O kapitalist, ellerini kullanmasını gerçekten iyi biliyordu.” (O. Henry, “viski soda”, sa:204) Öfkeden morarmak : İleri derecede öfkenin yüze aksetmesi “Nakarat, öfkeden morarmış Kaptan Charlemont’un gelişiyle yarım kaldı. Fidele’de böyle basit bir şarkıyı nasıl söyleyebilirdik? Delirmiş olmalıydık. Bir İngiliz gemisi bu uygusuzluklara asla sahne olamazdı. Gitarı aldı ve onu duvara doğru fırlattı. Bağırarak, bizim disiplinsizliğimizden ne denli bıktığını ve bizim yerimize kamçının şarkı söyleyeceğini tekrar tekrar söyledi.” (Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:44) Öfke patlaması : İngilizce’deki ‘Temper Tantrums’: Öfkeden küplere binmek ve bunu etrafa hissettirmek “İhtiyarın kararlı ve boğuk sesi, müthiş bir öfke patlamasına gebeydi. Marius’a doğru ürkek bir bakış attı teyze, zar zor tanıdı onu. Ne bir harekette bulundu ne de ses çıkarabildi. Babasının emri üzerine, kasırgaya kapılan bir saman çöpünden de çabuk kaybolup gitti.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:340) Öfkesi boğazına sarılmak : Son derece öfkelenmek, öfkeden boğulacak hale gelmek “Kalktı, pencereye yaklaşıp baktı: Karşı duvarda, taptaze, hala ıslak, kar gibi beyaz afiş, bahar çiçekleri gibi açmış, duruyordu : ‘Genel Seferberlik!’ Öfke birden boğazına sarılır gibi oldu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:85) Öfkesi burnunda olmak : Son derece kolay kızmak, öfkelenmek Bk.: Öfke patlaması “Prusya eğitimi almış, öfkesi burnunda, sert ve disiplinli babasından sonra bir daha, gençliğindeki fırtınalı ve görkemli hayatı yaşıyamamıştı.” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:137) “Biraz önce büyük kızı, kilitler ve demir parmaklıklarla bu iç karartıcı yerde, geri çekilerek öpücüğünü reddetmiş, neredeyse isteyerek ayrılmıştı ondan. Ondan hiçbir avuntu istemiyor, dokunmasından bile neredeyse ürküyor gibiydi kızı. Jacob öfkesi her zaman burnunda olan bir adamdı ve şu anda da, arıtıcı, katıksız ve doğrudan bir öfke patlamasına gereksinme duyuyordu.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:16) “Öfkesi burnunda papaz, Doktor Sansfin’in daha yüreklice bakışlarıyla karşılaşınca titredi. Sakıngan bir muhalefet güttüğü için, Sansfin son derece alttan almaya zorlardı papazı.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:31) Öfkesi kabarmak : Gitgide öfkesi yükselmek, kızgınlığı derece derece yükselmek “Fyodor Mihayloviç bir kapı eşiğine sığınıyor, öfkesi gitgide kabarmakta. Bir de üşütürsem, diye düşünüyor, üzerine tüy diker. Kolayca üşütüyor. Pavel de öyleydi, çocukluğundan beri.” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:130-1) “SIMON, kaba. - Dışarda yiyeceğiz de ondan. MARINA - İyi ama bunu bana böyle sevimli bir biçimde söylemekte ne gerek var? SIMON - İşte, yine öfkemi kabartıyorsunuz! MARINA - Kocacığım, bağışlayın, ama öyle bir huyunuz var ki, insan bazen çileden çıkıyor.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:37) “Ben sinirliyimdir, öfkem olmadık yerlerde, olmadık olaylar karşısında patlar ve denetmimden çıkar: sözgelimi bir yerde boşu boşuna bekletildiğimi sanıyorsam, otobüste ya da metroda itilip kakılıyorsam..... öfkem kabarır ve o anda çocukça olduğunu kavrayamadığım bir tepkiler dizisi çıkar ortaya.” (L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:49) “Düşüncelerinin burasında Daniel içindeki öfkenin yeniden kabardığını duydu: ‘Bok soyları’ diye söylendi.” (J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:136) Öfkesi kabına sığmamak : Son derece öfkeli olmak, sabrı taşmıp kendini kontrol edememek “Yaşlı amcam bu sözleri söylerken kapıyı kilitledi ve anahtarı çıkarıp cebine koydu. Artık kabaran öfkem kabına sığamıyordu, dolu tüfeği kavradım ve haykırdım: -Eğer derhal kapıyı açmazsanız, burada, gözlerinizin önünde beynime bir kurşun sıkarım.” (E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:63) Öfkesini alamamak : Öfkesinin hala üstesinden gelememek “‘Köye dönmem,’ diyordu sonra. ‘Babam öldürür beni.’ Olanca iriyarılığıyla, hala gardiyanın karşısındaymış gibi konuşuyordu. Boynunun terini kuruladı sonra. ‘Daha öfkesini alamadı babam, üstelik ekini kaldırmak için başkasına gündelik ödemek zorunda kaldı. Babam adaletten daha kötüdür.’ ” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:8) Öfkesini bastırmak : Kızgınlığını, öfkesini içeriye yöneltmek “Evlendiğinden beri kiliseye uğramamıştı, ama hizmetçilerin üstüne sıçrattığı kaba sözlerden sonra kendini o kadar suçlu ve kirli duyumsuyordu ki bir an için çocukluğundaki inancına sarılıp bağışlanma ve temizlenme isteğiyle kiliseye gitmişti. Elinden bir şey gelmeyen Octave öfkesini zor bastırdı.” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:37) Öfkesini boşaltmak : Kızgınlığından bağırıp çağırmak “Madam Josserand, iki kızıyla Rivoli sokağındaki Madam Dambreville’in çağrısından ayrılırken evin kapısını sertçe çarpıp sokağa çıktı. İki saattir içinde tuttuğu öfkesini boşaltmak üzereydi. Küçük kızı Berthe yine bir kocayı elinden kaçırmıştı. ‘-Orada kazık gibi dikilip ne duruyorsunuz? Yürüyün bakalım!’ ” (E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:34) Öfkesini papyonunun ucuna takmak : Sözüm ona agresyonuna, hiddetine espri yoluyla hakim olabileceğini göstermelik bir Fransız deyimi “-Şiddetini sevsinler, öfkeni papyonumun ucuna takarım. Çünkü ben düzgün bir adamım.” (A. Camus, “Defterler 1”, sa:104) Öfkesi yaman olmak : Çabuk öfkelenen, kedi gibi hırçın “Kedi! Haşin kalbli yaratık… O gün Mokroye’de, ‘öfkesi yaman’ kadın olduğunu onun için söylediğini biliyor. Yetiştirmişler. Tanıklar da - denizde kum misali; arttıkça arttı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:146) Öfke tütmek : Öfkesini davranışını hemen okuyabilmek; Öfke püskürmek “‘O!’ dedi geri geri çekilerek, ‘Yahuda! Kendini dik tutabilen bir o var. Dikkat et efendimiz. Gücü yerinde, yenilmez bir adam. Onunla kibar konuş, alttan alarak, hoşuna gitmeye çalış. Baksana, inatçı kafasından öfke tütüyor.’ ” (N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:559) Öfkeye kapılmak : Çok öfkelenmek, kendini kontrol edememek “Kendisiyle dalga geçildiğini anlayan Marino büyük bir öfkeye kapılır. Avukata hakaretler yağdırır. Yargıç yatıştırmaya çalışır Marino’yu. Ama Marino neredeyse ağlamaklı olmuştur. Sonra özür diler, yargıcı öper.” (D. Fo, “Marino Sebest! Marino Masum!”, sa:35) “Aklı başında kişilere, Kardinal Montalto’nun, bu sorunla ilgili tutumunun taht yolunu engebelerden temizlediği görünüşündeydiler; çünkü pek çok kimsenin onun hakkında edindiği kanıya göre, Kardinal, öfkeye kapılmakta pek haklı olmasına karşın yaratılışı gereği ya da erdemli kişiliğinden dolayı, her kime olursa olsun, zarar veremiyor veya vermek istemiyordu.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:30) Öğün : İnsanoğlunun bildiğimiz günlük yemek zamanı, sayısı, örneğin kahvaltı, öğlen ve akşam yemekler –Bir de Anadoluda daha iyi bilinen ‘Kuşluk vakti’, akşamüstü’ne tekabül eder- Her öğünde yenen yemeğin içeriği de ‘öğün’dür: ‘Öğününde ne var?’ ‘Zeytin, ekmek, sovan, kuru üzüm’ örneğin. ^^ “Yediğimiz öğün basit ve gösterişsizdi, burada, kuzeyde zenginliğin hala bir soru işareti en iyi hatırlatan şeydi. Ama bayıla bayıla yedik, tek bir kırıntısını bile ziyan etmedik, siyahımsı Vigla şarabı da güzeldi.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:371-2) “İSA YAŞI ------------Kemiğin en derin yerinde seziyorum tatmak istediğimi bir zengin yemeğinden. Ama birden görünce, utançtan terliyorum, o gariban adamı, her öğün soğan yiyen.” (Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) Öksüre tıksıra : Yaşlılık, şişmanlık ya da hastalıktan, efor’dan sonra solunum güçlüğü yaşamak “‘Acıyın Sarhoşlara’ -----------------------Donmuştur morglarda, baharla baştan çıkıp Şuraya buraya gitmeye kalkan garipler; Walkden’e, Cumberwelle’e ya da Leeds’e gitmek için Ellerinden geleni yapanlar. Ama yağan kar Tam yol kavşağında yakaladı onları. Ne şapkaları vardı, ne paltoları onları koruyacak, Bir iki tur attılar, öksüre tıksıra. Sonra bir tur daha atıp çekip gittiler.” (David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03) “... göbeğini hoplata hoplata eritmeye çalışan, akşamdan kalma, nefesi ekşi ekşi içki kokan..... üstelik bir de evli olan bir sürü manasız adam çıkıyordu karşıma. Çoğunun her halinden türedi zengin, sonradan görme oldukları belliydi. Tıkana tıkana, öksüre tıksıra koşmaya çalışıyor, on metrede bir nefesleri kesiliyor, her buldukları duvara bir ellerini dayayarak soluk tazeliyerek, karşılarına çıkan her ağaç dibine okkalı balgamlar atıyorlar.” (M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:81) Öksüz : Annesi ya da babası ölmüş, kimsesiz, yetim çocuk “YAZICI ---------elinde kışın delik deşik ettiği küçük kara bir bayrak tutacak o öksüz çocuğu.” (P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:17) “ ‘Bre kardeşim, gel otur yanıma şöyle. Bre Ali, nasıl edip de teslim edicen fıkarayı Abdiye. Sen bunu nasıl yaparsın?’ dedi. ‘Kıyma İnce Memede! Kıyma öksüze! Kıyma İbrahimin bir oğluna! İbrahim gibi iyi adam var mıydı? Seni de çok severdi. Mezarında kemikleri sızlar sonra.’ ” (Y. Kemal, “İnce Memed 4”, sa:69) Öküz; Öküz gibi, öküz gözlerle bakmak, durmak : Taşralı, kaba saba, yavaş, anlaması kıt kimse; Gözler sabit, kımıldamadan öyle durma “LICHT - Ben mi?... Eğer efendimiz... ADAM - Gözlerini devirmiş de öyle ne bakıyorsun? Bakın şu eşeğe, nasıl da öküz gibi duruyor! Ne diyeceksin?” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:42) “‘İn cin top oynuyor bu caddelerde,’ dediğini duyuyorum, evindeymiş gibi sakin. Rahatlamış görünüyorduu şimdi, boynunda kırmızı mendili, çıkını ve kaba poturuyla, iki öküz gibi nereye gittiğimizi bilmeden yürüdüğümüzün farkında bile değildi.” ..... ‘O zaman, yangın çıkarmaktan yargılanmak tehlikesi yetmedi mi diye soruyorum?..... ‘Başkasının yaktığı bir samanlık yüzünnden içeri giren biri, kendisine yaklaşanlara karşı dikkatli olmalı.’ ‘Ama suçsuz olduğun için salıvermediler mi seni?’ diye soruyor, o öküz gözleriyle.” (C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7;10-11) Öküz gibi bira içmek : Kanıksarcasına çok bira içmek “Kadın: -Her akşam böyle söylersin. Bilmem ki öküz gibi bira içmekten ne anlıyorsun?” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:132) Öküz kafalı : Kalın kafalı, inatçı adam “... ben senyürün bir alaman oldunu ve Mon Feratolu olmadını söyledim o daha beter dedi ama sonra ona Parayı söyledim sakinleşti çünki Marengoluların kafası öküz kafası gibi kalındır...” (U. Eco, “Baudolino”, sa:13) Öküz sabrı olmak : Çok sabırlı biri olmak (meşakkatli, cefakar öküz gibi) “Dore’nin sözünü alıntılıyor: ‘Bende öküz sabrı var.’ ” (A. Camus, “Defterler 2”, sa:87) Öküzün altında buzağı aramak : İnce eleyip sık dokumak, olmayacak sorunlar çıkararak gereksiz titizlik göstermek, şüpheci olmak “Evet, evet, korkuyordu öteki konuşmacılar! Sık sık: ‘Aman dini siyasete alet etmeyelim. İktidar öküz altında buzağı arıyor. Hele iktidara geçelim, sonrası kolay!’ demelerinden belliydi korkuları. Kudret beğe gelince, o korkmuyordu. Ciğer vardı herifte, yürek vardı mangal kadar ve de Hazreti Ali gücü!” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:241) Ölçülü biçili; Ölçülüp biçilmek; Ölçüp biçmek : Uzun uzadıya düşünüp her olasılığı hesaplamak “Salyangozların ablamızın ürkünç yaratıcı güücüne sık sık esin kaynağı olması, Csimo’yla beni, işkence gören bu zavallı hayvanlarla dayanışmadan, tatlarına duyduğumuz tiksintiden, her şeye ve herkese duyulan öfkeden oluşan bir baş kaldırmaya itti. Cosimo’nun ölçülü biçili davranışının ve ardından gelen hareketlerinin kaynağında bu baş kaldırma varsa şaşmamak gerekir.” (I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:17) “Fyodor Mihayloviç başıyla evet diyor. Kız içeri girip kapıyı arkasından kapatıyor. ‘Pavel’in arkadaşıydım,’ diyor. Fyodor Mihayloviç, başsağlığı sözcüklerinin gelmesini bekliyor. Ama gelmiyor. Bunun yerine kız tam karşısına dikiliyor, kolları iki yanında, adamı ölçüp biçiyor; duygusuz, dikkatli bir serinkanlılık var üzerinde...” (J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:103) “Hemen peki demedi. Elinde paralar, durdu, düşündü, ölçüp biçti. Sonunda iç geçirerek baktı otelciye. Bu bakışıyla sanki, ‘İyi ama birader, beni dört gözle bekleyen müşterilerimi ne yepayım?’ demek istemişti.” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:23) “Bir ara, geniş bir kaya harmanının ortasında izler çoğaldı, izler burada dört bir yana dağılıyordu. Yel Musa uzun bir süre bu izlerin başında bocaladı. Yönleri, izleri ölçtü biçti.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:198) “ ‘Çalışmak Yorar’da gözümü açtığım günden sonraki bütün yaşantım işin içine giriyordu..... Benim için herşey keşfedilmeyi bekliyordu..... Bu toprakların her yanı arayıp taranmış, ölçülüp biçilmiş..... ayrıca, şiir öncesi sayısız girişimlerimde, düzyazı anlatı ve romanın olanaklarını bir yana itmiştim. Bu yolun güçlüklerini iyi biliyorum, üstelik ilk karşılamada yaşadığım yoğun sevinç de yok artık. Bununla birlikte, gene de geçmek gerekiyor o yolu.’ ” (C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:21) “Hükümdar at binerken bir yandan da evrenin değişkenliği, yıldızların boyutları, eşlerinin memeleri ve Tanrı’nın tabiatı gibi meseleleri zihninde ölçüp biçiyordu. Bugün ayrıca, benlik ve onun Üç Şahsı’nı kapsayan dilsel bir muamma hakkında, yani nefsin birinci, ikinci, üçüncü tekil ve çoğul şahısları üzerine düşünüyordu.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:43) “Hoş değildir kimsenin yüzü benimki kadar, Senden yakışıklısı, benden vefalısı yok; Ölçüp biçiyorum da, bende ne değerler var. Ben herkesten üstünüm, her bakımdan, hem de çok.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:62, sa:165) “Vatan yolunda döğüşürken ölmek neden geçmedi benim elime? Şimdi bir şeyler yapılamız mı? Ben hiç mi bir işe yaramam? Bir işe yaramak için beklemek gerek... Bunu göze alamıyorum! Bitmeli bu iş, bir ayak önce.... Bunu anlıyorum. Ölçüp biçtim, beklemek imkansız...” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:27) “Kararını uzun uzun ölçtü biçti. Fişekçi Mané’nin dükkanına kadar yürüdü, mendilinin içindeki nikel paraları çıkardı, raflardaki fişeklere baktı ve gözleri bacaklarından da fazla titredi.” (J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:56) Ölçüyü kaçırmak : Aşırı gitmek, gerektiğinden fazla kullanmak (içki içmek, para sarfetmek, söz söylemek) “Suvenir, büsbütün ölçüyü kaçırdı: -Çırılçıplaksınız, ama hala böbürlenmeyi bırakmıyorsunuz. Söyleyin bakalım, nerede şimdi o göklere çıkardığınız ocağınız? Hep ‘Benim ocağım var, senin yok,’ der dururdun. ‘Bu benim aile ocağım,’ derdin. (Suvenir nerden de bu ocak sözünü çıkardı.)” (I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84) Ölesiye (çalışmak, dayak yemek, dövmek, özlemek, sevmek, yorgun olmak) : Son derece; Canını dişine takarak, var gücüyle “ ‘Biz,’ dedim, ‘biz ikimiz çöldeyiz, biz ikimiz ormandayız, ne tarafa bakarsam bakayım bizi evlendirecek bir rahşp göremiyorum.’ Ve gözlerimi kapadım, çünkü hala farların kamçılayan ışığından ağrıyorlardı, yorgundum, ölesiye yorgundum.” (H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:109) “Bir an olsun soğukkkanlılığını kaybetmemiş bulunan rahip, suratını buruşturdu, başını çevirdi ve kendini korumak ister gibi sağ eliyle kaldırdığı bastonunu, sarhoş herifin kafasına hafifçe yerleştirdi. Martin, bir feryat kopardı, kendini yere attı ve bir solucan gibi kıvrım kıvrım kıvrandı, rahip beni ölesiye dövdü, diye bağırdı çağırdı.” (E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:5) “Ziyaretçi odasından çıktıklarında, Jacob yalnızca, ‘İçi... içi ölesiye tükenmiş bir insan,’ diye mırıldanmıştı. Jacob Esther’e büyük bir öfke duyup başını çevirmiş, ‘Çok fazla konuşuyorsun! İşi oluruna bıraksan olmaz mı sanki?’ demişti.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:118-9) “Gerçekten başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını söylemiş, bu olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı. Chester’in parmaklarıyla sımsıkı kavradığı kollarındaki çürükler iki hafta iyileşmemişti. Bu da iyi olmuştu, çünkü kadınlar, erkeklerinin kadınlarının ne yaptıklarını umursamalarından, çizgiyi geçerlerse ölesiye yiyebileceklerini bilmekten hoşlanırlardı.” (P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116) “Martin mutfağa kalbinde bir batma duygusu ile gitti; kızkardeşinin yüzü ve pasaklı halinin imajı beynini bir asit gibi oyuyordu. Yalnızca birazcık zamanı olmuş olsaydı kızkardeşi onu sevebilirdi, sonucuna vardı. Ama o ölesiye çalışıyordu. Onu öylesine çok çalıştırması için Bernard Higginbotham bir hayvan olmalıydı. Ama öte yandan Martin o öpücükte güzel herhangi bir şey olmadığını hissetmekten kendini alamadı. Gerçekten o olağandışı bir öpücüktü. Kardeşi onu yıllardır yalnızca yolculuklardan dönünce ve yolculuklara giderken öpmüştü.” (J. London, “Martin Eden”, sa:50-1) “Ve Tanrım, beni nelerin beklediği ayan beyan ortadaydı. Haftalar boyu süren dırdır ve küslük, tam sulh olduk derken gelen laf sokuşturmalar, daima geciken yemekler, neler olup bittiğini ölesiye merak eden çocuklar. Ama benim asıl ağrıma giden, Aşağı Bienfield’e gerçek gidiş nedenime hiçbir biçimde akıl erdirilemeyen o zihinsel fakirlikti.” (G. Orwell, “Daralma”, sa:267) “<Marki> en sonunda, İmparator’a bakanlarının kendisine ihanet ettiklerini, hepsinin de jakobenlerden başka bir şey olmadıklarını yazdı. Bütün bu işleri bitirdikten sonra, üzgün bir halde gene Grianta şatosuna döndü. Tek bir avuntusu vardı: Napoléon düştükten sonra, Milano’daki kimi güçlü ve kimi etkili kişiler İtalya kralının eski bakanı ve üstün değerde bir insan olan Prina kontunu sokak ortasında ölesiye dövdüler.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:35) “Böylece bir iki laf ettikten sonra kızlar Akulina Teyze’den ayrılarak kendi yollarına koyuldular. Bir fındık ağacının koyu gölgesi altına çöken Olguşka: -Hadi, biraz oturalım, yorgınluktan ölüyorum, dedi. Ah, şimdi ekmeğimiz olsaydı, ne güzel yerdik!” (L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:113) “Şafak vakti, üzerlerine yer yer çiy damlacıkları serpilmiş, sabah güneşinin renk renk ışıkları altında ışıl ışıl parlayan tarlalar ve çayırlar, onun için birtakım şapşal hayvanların dolaştığı, prenslerin cepleri altınla dolsun diye köylülerin kan ter içinde, ölesiye çalıştıkları herhangi bir yeşil alandan başka bir şey değildir.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:47) Ölmek : Can vermek; Çok yorgun olmak; Çok istemek, arzulamak, mutlu olmak; Doymak “‘Ben on beş yaşındayken cinsellik hakkında bir şeyler öğrenebilmek için ölüyordum. Ama bu bir günahtı, yasaktı. Neden günah olduğunu anlayamıyordum, ya sen?’ Bana neden bütün bölgelerde, dünyanın her yerinde, en ilkel dinlerde ve kültürlerde bile seksin yasaklanmasıı gereken bir şey olarak kabul edildiğini söyleyebilir misin?’ ” (P. Coelho, “Zahir”, sa:149) “AKŞAM TROMPETİ ----------------------------Yanımıza dönmesini istiyorum yeniden bir zamanki panayırın - tozumuzu silkmeye. Seyircinin ölmesini istiyorum gülmekten, dayanılmaz sıkıntıya düşüp ölmesin diye.” (Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08) Ölmek var dönmek yok : Bir ideal uğruna, kader yoldaşlarının verdiği birlik ve azim sözcüğü “Üstü başı permeperişandı. Yalın ayaklarının altı kalın bir nasır bağlamıştı, otomobil lastiği gibi. Hösük: ‘Ölmek var, dönmek yok,’ dedi.” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:9) Ölmüş eşek fiyatına : Çok çok ucuza, neredeyse bedava “ ‘…A be sen nerelerdeydin Hüsmen? Yoksa balıkçı mı oldun sen de?’ ‘Oldum,’ dedi Hüsmen övünerek. ‘Hem de ne balıkçı! Nişancı bana o kör adamdan ölmüş eşek fiyatına bir tekne aldı. Para bile almıyordu kör adam. Nişancı, zar zor ona birkaç kuruş verdi. Ben sana bir şey söyleyeyim mi, hah, o kör adamın adı neydi, Kör Salih. O nişancıdan çok korkuyor. Nişancı sert birkaç şey söylese ona, şakır şakır donuna işiyor.’ ” (Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:499) Ölsem de gam yemem : Şu an o kadar mutluyum ki, artık ölsem de hiç üzülmem “VARYA - Firs, ne oluyor? FİRS - Daha ne olsun? (Sevinçli.) Hanımım geldi! Bu günü de gördüm! Artık ölsem de gam yemem...(Sevinçten ağlar.)” (A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:111) Ölü gibi mırıldamak : Yavaş ve bitkin bir sesle konuşmak “Cevdet Bey ölü gibi mırıldandı: ‘Seni hiçbir zaman evlatlarımdan ayrı düşünmedim!’ ‘Yalan! Beni niye onlar gibi Galatasaray’a yollamadınız peki o zaman?..... Askeri okula sepetlediniz beni!’ ” (O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:167) Ölü gibi (sapsarı) kesilmek, sararmak : Utanç, heyecan ya da korkudan sararmak, beti benzi atmak “Kont’un öfkeden kudurmuş halini görüp keyiflenmek amacıyla, D., bu el ilanını bir yemek arasında verdirdi ona. Kont, ölü gibi sarardı, birkaç dakika öyle kaldıktan sonra: -Ben pek iyi değilim, hava almam gerek, diyerek çıktı gitti ve o akşam bir daha görülmedi.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:125) “Kont hiçbir şey anlamıyordu. Düşes birkaç kez yinelemek zorunda kaldı. Adam adeta ölü gibi sapsarı kesildi ve yatağın yanına dizüstü çökerek, derin bir şaşkınlığın, sonra da en şiddetli üzüntünün, tutkusuyla aşık olan akıllı, zeki bir insana esinlendirebileceği her şeyi söyledi. Her dakika istifa edip, onunla birlikte Parma’dan bin fersah uzakta bir inzivaya çekilme önerisinde bulunuyordu.” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:326) Ölü gibi uyumak : Yorgunluktan harap, çok derin bir uykuya dalmak “LADY MACBETH -... iki oda uşağını öylesine içkiye boğarım ki, zihnin bekçisi olan bellek duman haline gelir, aklın kılıfı da bir imbik olur. Onlar körkütük sarhoş, domuzlar gibi ölü bir halde uyurken, kalkansız kalan Duncan’a seninle biz ne isteyip de yapamayız ki?” (W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:23-4) Ölü gözlerle bakmak : Sönük, ışıldamayan gözlerle bakmak “Gartiser sonunda başını kaldırmaya karar veriyor. André’ye ölü gözlerle bakıyor. ‘Alsaslı’lar, siz niye toplandınız burada?’ ‘Toplanın diye emir verdiler.’ ” (J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:327-8) ÖLÜM, Ölümlülük duygusu, Ölü olmak : Tüm canlıların, biyolojik yaşamlarının son istasyonu. Bk.: <Adres değiştirmek>, <Ahiret alemine göç etmek>, <Ahiret kayığına binmek>, <Ahret yolculuğuna çıkmak>, <Ameliyat masasında kalmak>, <Atalarına kavuşmak>, <Azraile teslim olmak>, <Azraille karşılaşmak>, <Azrailin kayığına binmek>, <Bir avuç toprak olmak>, <Bitmeyen rüyaya dalmak>, <Bu dünyadan göçmek>, <Bu dünyadan göçüp gitmek>,<Büyük Göç>, <Büyük yolculuk”, <Can çekişmek>, <Can fenerini söndürmek>,<Can vermek>, <Cartayı çekmek>, <Cavlağı çekmek>, <Cenneti boylamak>, <Cızlamı çekmek>, <Çukura inmek>, <Deriyi tuzlamak>, <Dört kolluya binmek>, <Dünyasını değiştirmek>, <Dünyaya veda etmek>, <Dünyayı terk etmek>, <Ebediyete göçmek>, <Ebedi ışığa sığınmak>, <Ecel çanları çalmak>, <Eceli gelmek>, <Eceliyle gitmek, ölmek>, <Ecel kapıya gelmek>, <Ecel kayığına binmek>, <Ecel şerbetini içmek>, <Ecel şerbetinin tadına bakmak>, <Emri ilahiye icabet eylemek>, <Eşek cennetine göç etmek>,<Gebermek>, <Geçmişin hapishenesine gitmek>, <Gitme zamanı gelmek>, <Göçmek>, <Göçüp gitmek>, <Gözlerini kapamak>, <Gözlerini yummak>, <Hades’i boylamak>, <Hakkın rahmetine kavuşmak>, <Hayata gözlerini kapamak>, <Hayata gözlerini yummak>, <Hayata veda etmek>, <Hepimizin gideceği mekan>, <Hülk>, <İmamın kayığına binmek>, <İşi bitmek>, <Kalıbı dinlendirmek>, <Kalp atışları durmak>, <Kanına girmek>, <Kara Su>, <Kara toprağın altına -koynuna- girmek>, <Kıkırdamak>, <Kimsenin dönmediği yer>,<Kollarını toprak kavuşturmak>, <Korkunç saat çalmak>, <Kuyruğu mumlamak>, <Kuyruğu titretmek>, <Mekanı cennet olmak>, <Mekansızlık alemine göçmek>, <Meniyye>, <Mevlaya kavuşmak>, <Mezarda misafir olmak>, <Mezarı boylamak>, <Miadı dolmak>, <Mortiyi çekmek><Mortuyu çekmek>, <Nalları dikmek>,<Nirvana’ya kavuşmak>, <Öbür dünyaya gitmek>, <Öbür dünyaya göç etmek>, <Öbür dünyaya yollanmak> <Öbür dünyayı boylamak>, <Öbür hayata geçmek>, <Ölmek>, <Ölüler ülkesine gitmek>, <Ölüm döşeğinde olmak>, <Ölüm kapıyı çalmak>, <Ölüm meleğiyle dans etmek>, <Ölüm şerbetini içmek>, <Ölüm tırpanını indirmek>, <Ölümü boylamak>, <Ölümün eşiğine varmak>, <Ömrünün sonuna gelmek>, <Ömrünü tüketmek>, <Ömrünü yitirmek>, <Ömrü tükenmek>, <Ömrü vefa etmemek>, <Ömür ipliği kesilmek>, <Öteki dünya>, <Öte taraf>, <Pili bitmek>, <Rabbına kavuşmak>, <Rahmeti rahmna kavuşmak>, Ruhlar alemine göçmek>, <Ruhunun surunu teslim etmek>, <Ruhunu Tanrıya teslim etmek>, <Ruhunu teslim etmek>, <Saati gelmek>, <Sırası gelmek>, <Son>, <Son durak>, <Son nefesini vermek>, <Son saati çalmak>, <Son saati gelmek>, <Son saatini yaşamak>, <Son soluğunu vermek>, <Sonsuzluğa intikal etmek>, <Sonsuzluğa uğurlanmak>, <Sonsuz uykuya yatmak>, <Sonsuz yolculuk>, <Sonu gelmek>, <Son yolculuğuna çıkmak>, <Tahtalı köye gitmek>, <Tahtalı köye postalanıvermek>, <Tahtalı köyü boylamak; Tahtalı köye postalam>, <Tanrının huzuruna çıkmak>, <Tanrının inayetine kavuşmak>, <Tanrının rahmetine kavuşmak>, <Tanrıya, Tanrısına kavuşmak>, <Tebdili mekan etmek>, <Temize havale etmek; olmak>, <Terki dünya etmek>, <Terki mekan etmek>, <Toprağa göç etmek>, <Toprağa kavuşmak>, <Toprağa vermek>, <Toprak olmak>, <Toz olmak>, <Tutkal-Zamk fabrikasına gönderilmek>, <Vadesi dolmak>, <Vadesi gelmek>, <Yaşama gözlerini kapamak>, <Yaşama veda etmek>, <Yaşamını yitirmek>, <Yatmak; Ebediyen yatmak>, <Yazgısı bitmek>, <Yer yuvarlağına konmak>, <Yokluğa intikal etmek>, <Zeval bulmak>, <Zıbarmak>. “ ‘... Bana hep öyle gelir son vapurlarla İstanbul’a dönerken. On beş-yirmi dakikalık yol sanki hiç bitmeyecek. Turan Emeksiz’ vapurundaki yolcular da böyle şeyler düşündüler mi? Bilmem. Koşa koşa son dakikada vapura yetişen bir genç kadın, Gevrek, birkaç gün sonra sınava girecek olan Ahmet Çora, yüksek mimar ve şarkıcı Oktay Öke, gitarcı Dehmenoğlu... Daha başkaları, kendi kendilerini bir garip yazgıya götürecek olan vapurdan hangi hayallerle, düşlerle gidiyorlardı, bunu bilmeyeceğiz. Çünkü dördü de yok şimdi. Koca bir vapur girdi Emeksiz’in bordasından içeri, o dört kişiyi aldı götürdü öbür dünyaya. Hiç akılda olmayan bir ölüm, bir son...’ ” (O. Akbal, “İstinye Suları-Ortak Yazgı”, sa:74-5) “Venedik İçin Şiir <Cortegena 1972> ---------------------Venedik’in kadehinden içeceğim. Kendimi onun güzelliğinin kucağına atıyorum ---------------------Biliyorum saygı göstermeliyim oburluğuna bu canavarın Venedik’e etimi sunmalıyım. Kızıla çalan taşları oynamış duvarları elliyorum Bu sonbahar akşamının nemli havasında biliyorum benim savunmamdır bu kent Ölüme karşı.” (José Maria Alvarez-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.11.04) “Çağlar Boyunca Aşk Zamanın başlangıcından beri ben seni sevdim, sen beni. Ben Akha’ydım, sen Troyalı. Troyalı ama Helena değil. Ben tahta atın içinden fırladım öldürmek için kardeşini. Dövüştük, öldürdüm, öldük.” (Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap; 25-09-08) “Ölüm Tanrının emri Ayrılık olmasaydı” (Anonim) “Karşın İnanılmaz bir yalnızlığa doğdum ben, inanılmaz bir yalnızlıkla da gidiyorumölümün öpüşüne karşın. Sonsuzluğu size bırakıyorum, dostlar... Bir de şafağın tortusunda uyanıveren o incecik ot sapını- merhametsizce.” (Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08) “Ortağı Yoktur Onun --------------------------Çivilerle ateş alır anlar, Niyetlerin kitabını okuyunca Zerreciklerin odasında Mars’ın cinsi ve doğanın keşfi. (Hidrojen bedenini solurken gülümser bebek) Dudaklarının şeklini alan o şimşeklerle şımartılır. (Zamanın ışıltılarını engelle, Bu aletlerin kudretinden şaşkın Peygamberlerden kalma büyük lokmanın sonucunda) Dudaklarının ayetleri sarkar duvar saatinin şeklini alan. Şimdi, İşlenen ölümün içinde yüzüyor bedenler, ruhlarını armağan ederek.” (Aram-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.10) “Bir gün yaşam vardır. Bir adam, örneğin, sağlığı yerinde, yaşlı bile değil, hiç hastalık geçirmemiş..... Sonra ansızın ölüm geliverir. Adam yavaşça iç geçirir, oturduğu yere yıkılır; işte bu ölümdür. Ölümün bu apansız gelişi düşünmeye yer bırakmaz. Zihnin avutucu bir söz arayıp bulmasına fırsat tanımaz.”................... “ ‘Bunun üzerine Şehrazad dadılara ve harem ağalarına seslenerek, ‘Bana çocuklarımı getirin,’ dedi. ‘Çocuklar, çabucak getirildiler, üç erkek çocuktular, biri yürüyor, biri emekliyor, biri meme emiyordu. Şehrazad onları alıp Sultanın önüne koydu, toprağı öperek şöyle dedi: “Ey koca Sultan, bunlar senin çocukların, onların hatırı için beni ölüm hükmünden azat etmeni diliyorum.” Sultan bu sözleri duyunca ağlamaya başlar. Küçük çocukları kollarına alır, Şehrazad’ı sevdiğini söyler. Sonra kenti daha önce görülmemiş görkemli bir biçimde süslerler, davullar çalar, borular öter, soytarılar, şarlatanlar ve oyuncular çeşitli hünerlerini ortaya koyarlar.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:11;185) “2. Ölümden Önce Mezarda misafir olandan başlamalı Ölümle yeterli oldu ve uzaklaştı Rehinsiz, yollar ölüm bütün Göz yaşların zerresinde soyum soy...” (Beşir Bin Hazım El Azdi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.09.04) bay steve biko diyorlar size, ölüsünüz artık ------------------------------------------------------bir soruşturmada, en iyi savunmacılar konuşurlar ölümü göze alarak, ölürler sonra bay steve biko diyorlar size, ölüsünüz artık ölümünüz onları bırakabilir soğukta, bırakabilir soğukta yaşıyorken işkence edenler bay steve biko diyorlar size, ölüsünüz artık.” (Shabbir Banoobhai <d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.01.09) “IV Dört Şiir 3. <1948> ---------------ne yapabilirdim dün ne yaptıysam aynını ve evvelsi gün ölüm ışığının çatlağından bakıyorum bana benzer bir başka aylaklık arıyorum tüm yaşamların ötesine girdap olmuş geçerken sarsıcı bir boşlukta sesler arasında sessiz gizliliğini dolduran” (Samuel Beckett<1906-1989>-Suat Kemal Angı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.01.06) dönüş -------sordum Calalı bir şamana denizlere gömülenler kimler her yıl okyanus yılanlarından almak için gücünüşaman sordu yetkili ölülere: yanıtladı yetkili ölüler: sessizlikten doğacaktır dil yeniden yeniden yapılacak ölüm ayinleri” (Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05) Ölüm asude bir bahar ülkesidir bir rind’e Ruhu buhurdan gibi yıllarca tüter Ve serin selviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter. (Y.K. Beyatlı, ‘Rindlerin Ölümü’nden) “BREYTON DUA EDİYOR KENDİSİ İÇİN Acıların Efendisi’ne gerek yok Güzelce yaşayabiliriz onsuz Dişleri olmaz çiçeğin Gerçektir ki ölüme erişebiliriz sadece Ne ki, bırakın lahana gibi taze kalsın etimiz Pembe balıklar gibi dayanıklı kılın bizi Bırakın, ayartalım birbirimizi, gözlerimiz, dalgın kelebekler” (Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07) “ ‘Tanrım, bir bira içelim,’ dedi Mick, ‘ölüp ölmemek umurumda değil.’ Karısı 3 şişe açtı, Mick ve ben birer Pal Mall yaktık. ‘Moruk,’ dedi, ‘giderken bu battaniyeyi de götür.’ ” (Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:44-5) “Bütün devinimlerle dünyaya, bütün acımam ve bütün minnetimle insanlara bağlıyım. Dünyanın bu tersiyle yüzü arasında bir seçim yapmak istemiyorum, seçmesini sevmem. İnsanlar açık görüşlü ve alaycı olmamızı istemiyorlar. ‘Bu sizin iyi olmadığınızı gösterir,’ diyorlar. Ben arada bir bağlantı göremiyorum. Birini aktöreye ters düştüğünü söylediklerini duyarsam, kuşkularına katlanamadığını anlarım. Hile yapılmasını sevmem de ondan. Büyük yüreklilik, ölüme olduğu gibi ışığa da gözlerini kırpmadan bakabilmektir.” (A. Camus, “Tersi ve Yüzü”,, sa:8) “Şimdi beni iyi dinle. Öleceğim ve seninle konuşmak benim için çok önem taşıyor. Hayır, ne olur gülme. Çok ciddi bir şeydir ölüm. Ölen kötü, çirkin bir cüce bile olsa, onunla sen de ölürsün biraz. Çünkü sona eren hayattır. Onun yeniden başladığını söyleme bana. Hiçbir şey yeniden başlamaz. Şimdi ölmek üzere olduğumu düşün. Ölmek!.. Nasıl bir şey olduğunu bilir misin? Hayır mı? Ben de bilmiyorum. Umutsuzluktan ölüyorum.” (Michel del Castillo, “Gitar”, sa:20) “ ‘... Platon’un dediği gibi, bütün şairlerin ya da en azından erotik şairlerin düzenli devletlerden kovulması gerektiğine inandım. Çünkü bu erotik şairler Mantua markizi gibi, küçük çocuklarla kadınları eğlendirecek ya da ağlatacak önemsiz şeyler yazmayıp, üstümüzdeki elbiselere dokunmadan, bizi yakıp kül eden yıldırım gibi, kalbimizin derinliklerine işleyen, ince şeyler yaratmaktadırlar. Bir başka kez de, şu şiiri okudu: Gel ey merhametsiz ölüm, sezdirmeden, Al götür beni bu hayattan, Ölürken alacağım hazzın korkusuyla, Biraz daha yaşamaktan cayayım.’ ” (M. de Cervantes, “Don Quijote, sa:639) “ÖLÜ Hangi mahallede imam yok, Ben orada öleceğim. Kimse görmesin ne kadar güzel, Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim. Ölüler namına, azade ve temiz, Meçhul denizlerde balık; Müslüman değil miyim, haşa, Fakat istemiyorum, kalabalık. Beyaz kefenler giydirmesinler. Sızlamasın karanlığım havada. Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım, Ki bütün azalarım hülyada. Hiçbir dua yerine getiremez, Benim kainatlardan uzaklığımı. Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar, Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...” (Fazıl Hüsnü Dağlarca<1914-2008>VATAN Gazetesi, ‘Türk şiirinin ulu çınarı devrildi’, 16 ekim 2008) “SEVMEK -son şiiriAdı ne bu kuşun? Uçarken Gök doldu Kim geçti En uzaklardan Gök mavilik doldu Karınca yuvaları var ya çıngırak sergileyen Parlaması ölüme değer Kervanlarla doldu Özleminle öyle bir soluk aldım ki Yeryüzü, gökyüzü Dudaklarımla doldu.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca, <1914-15 ekim 2008>, Vatan, -ibid.“Zamansız Işıltılar ----------------------2 Toprağın bir mucizesidir bu. Önemli tepelerin Üstündeki ölümler temizlenmiyor Çiğneniyor ama yutulmuyor Uzun uzadıya süren ışıltı gibi.” (Antoun Doşi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.03.10) “HÜCREMDE AYIŞIĞI -----------------------------Yalnış arama ölümden başka kurşuna dizilen resimlerde acıyla örülmüşse cesetler ve ağlıyorsa hücremde ayışığı üzgün değilim, hüzünlü asla” (Refik Durbaş<D.1944>-“Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:105) “Ölüm de daha büyük ve heyecanlı bir çürük sayılırdı kuşkusuz. ‘Yok ama birkaç hafta içinde ölüp ölmeyeceğim belli değil,’ diye kendime hatırlatma gereği buydu. Alt tarafı, bazı tıp adamlarının görüşü bu yöndeydi - yeteneklerine güvenilmezdi. Bu düşünce yaşamımı azıcık da olsa alt üst etmeye yetmişti elbet, ama hiç yoktan yere. Ölüm beklentisinin ilk gününde tepeden tırnağa karanlığa bürünmüştü; küçük bir çocukken okula gittiği yıllarda, ertesi gün hezimete uğramak beklentisine girdiği anları düşünmüştü.” (L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34) “Ben önüne geçilmez bir büyücüydüm. İlkbaharda kalemim ve kağıdımla her şeyi döllüyordum, bütün dünya boğulur gibi oluyordu: Baş veremiyordu, ben yaşayamıyordum. O zaman çok mutluydum çünkü her yere ölüm tohumlarını ekiyordum ve benim içimde erdem boy veriyordu. Ben bitkilerin, arıların, dağların, balıkların efendisiydim - yürüyen, yerde sürünen, toprağa kök salmış her şeyin: havada ya da denizde.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:324) “Ölüm, krallıklarının kapılarını kadınlara açmış, her birinin keder kalıtını sunmaya gelmelerine izin vermişti. Hepsi topluca yukarı çıkıyorlardı, merdivenleri tırmandıkça hızlandılar, ilk ürkünç çığlıklarını atarlarken yüzleri esrikleşti, başkalaştı. Hızla yukarı çıkarlarken, kanca gibi kıvrılmış parmaklarla etlerini, göğüslerini kösnül bir esriklik içinde tırmalamaya başladılar. Zagreet denen o tuhaf, ürpertici ulumayı çıkartıyor, dillerini damaklarında mandolin teli gibi titretiyorlardı. Değişik perdelerde kulak zarı patlatıcı bir dil titreme korosu..... Yürüyor, sallanıyor, tepeden tırnağa titriyor, kıvrılıyor, ölüye kalkmasını söyleyerek dönüyorlardı. ‘Kalk benim büyük acım! Kalk benim ölümüm! Kalk benim bir tanem, ölümüm, devem, koruyucum! Ah tohum dolu sevgili gövde kalk!’ Sonra gırtlak paralayıcı korkunç bir uluma koparıyorlar, yaslarının büyüsüne kapılmış durumda dönüp duruyorlar, kederlerini bütün eve bulaştırıyorlardı.” (L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344-5) “ ‘...(Ubertino) Manastırın kötülüğü başka bir şey; onu çok bilende ara, hiçbilmeyende değil. Bir sözcüğün üstüne bir kuşku kalesi kurma.’ ‘Bunu hiçbir zaman yapmayacağım,’ diye yanıtladı William. ‘Sorguculuğu bunu yapmamak için bıraktım. Ama sözcükleri dinlemeyi, sonra da onlar üzerine düşünmeyi seviyorum.’ ‘Çok düşünüyorsun. Oğlum,’ dedi bana dönerek, ‘ustan kötü örnek olmasın sana. Düşünülmesi gereken biricik şey, yaşamımım sonunda bilincine vardım bunun, ölüm’dür. ‘Mors est quies viatoris – finis est omnis laboris.’ <Mors est quis viyatoris, finis est omnis laboris> (LAT.: Yolcunun dinlenmesidir ölüm –(O) her şeyin sonudur.> Şimdi bırakın, dua edeyim.’ ” (U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa.:84-5) “Son söz olarak diyebiliriz ki, biyolojik dili kullanırsak, ölüm, esrarlı bir olay değildir, doğum gibi aynı kategoride bir tektonik olay gibi algılanabilir. Her iki oluşum da biyolojik bir sürecin parçasıdır ve teorik olarak, sonsuza kadar çalışabilecek sürekli bir ‘çeşme’ye gerekli su verilebilir. İnsan vücudu, yapı (ve fonksiyon) itibariyle çok ilginç bir oluşuma sahiptir: Doğa, yenilerini yapmak için eskilerini yok eder. Tuhaftır, yaşamda, eskiyen arabamızı, ev eşyalarımızı, bilgisayarımızı, kameramızı vb. yenilemekten ne denli zevk alırız. Doğa’nın da, onun bir parçası olan insanoğlunun bu ‘yenile(n)me’ politikasını kullanmasına pek şaşmamak gerekir.” (İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:337) “Ağzında duyduğu buruklukla uyandı. Charles’ı hayal meyal gördü, yine gözlerini yumdu. Acı çekip çekmediğini anlamak için merakla kendini yokluyordu. Hayır! Hiçbir şey yoktu henüz. Saatin vuruşlarını, ateşin çıtırdısını, yatağın yanında ayakta duran Charles’ın soluk alışını duyuyordu. ‘Ölüm o kadar çok önemli bir şey değilmiş!’ diye düşünüyordu, ‘uykuya dalacağım, her şey bitmiş olacak!’ ” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:345) “<Heinrich Böll> Okullarda Nazilik, özenilen bir şey olarak her yanda boy gösteriyordu. Liseyi bitirdim. Kütüphanecilik öğrenimine başladım., ama sonra yarıda bıraktım ve askere alındım. Savaşın sonuna kadar da asker kaldım. Ölüm korkusunu yaşadım ve bunu insan için çok önemli buluyorum. Şimdi savaş, kitaplarımda duruyor. Ben ordudan nefret ediyordum, savaştan nefret ediyordum, ama bizim o zamanlar içinde bulunduğumuz durumda orduda olmakla olmamak arasında pek büyük fark yoktu. Nazi dönemindeki gibi korkunç bir diktatörlüğün baskısı altında yaşadığınız zaman günlük yaşam, orduda olsanız da olmasanız da aynı derecede baskıcı ve korkunçtur. Ve bombalanan kentlerdeki sivil halkın, cephedeki askerlerden çok daha fazla acı çektiğine inanıyorum.” (Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:115) “En önemli olaylar bütün bu komedyanın iki ucunda yer alır; doğum ve ölüm. Bunlardan birinin henüz farkında değiliz; ötekisininki artık farkında olmak imkansız. Bundan başka yeryüzünden silinince de öldüğümüzü bir daha hatırlayacağımıza inanmamız gerekiyor. Yalnız yaşamamızı kolaylaştırdığı için başkalarının ölümünün farkında oluruz.” (A. Gide, “Günlük”, sa:61) “Ve ölümlü olduğumu, sıcacık suyun içinde yarım saat kadar uzanıp yattıktan sonra doğrulup kalkma zamanının gelip çatışı anımsatıyor bana. Zili çalıp bakıcıyı çağırıyorum; bakıcı güzelce ısıtılmış bir havlucuğu oracığa, kullanıma hazır, bırakıyor. Suda doğrulup kalkıyorum bunun üzerine; birden ölümlülük duygusu tam organlarımın üzerine çullanıp beni güçsüz düşürüyor; bu banyolar hayli yoruyor insanı, otuz ya da kırk dakikalık bir banyonun ardından doğrulup kalkacak olduğumda, dizlerimle kollarıma ancak usul usul ve güç bela söz anlatabiliyorum.” (H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:33) “Balta girmemiş orman annemsi bir karanlığa bürünmüştü; ilkel dünyanın batağından yokoluşan ve yaradılışın kokusu yükseliyordu. Yılanlar ve timsahlar yerlerde sürünüyor, yaratıklar ırmağı kıyısız bir haznenin içine habire akıp dökülüyordu. ‘Yine resim yapacağım!’ dedi Klingsor. ‘Yarından tezi yok kolları sıvayacağım. Ama artık bu evlerin, bu insanların ve ağaçların değil, timsahların ve deniz yıldızlarının, canavarların ve erguvan rengi yılanların resmini yapacağım..... yıldız olma özlemiyle yanıp tutuşan ne varsa, doğumla, çürüyüp kokuşmayla, Tanrıyla ve ölümle ne dolup taşan varsa.’ ” (H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:177-8) “Yazın bazen günlerce kırların bayırların konuğu olmuş, günler ve haftalarca ormanlarda kalmış, kar ortasında günler geçirmişti; ölüm korkusunun ve ölümün yakınlığını içinde duyumsadığı günler! Ancak hepsinden etkileyici, hepsinden şaşırtıcı olan, ölüme karşı kendini savunmasıydı; kendini ufacık, perişan ve tehlikeler içinde bilip yine de ölüme karşı umutsuzca sürdürülmüş en son savaşta yaşamın o güzel, o korkunç gücünü ve dayanıklılığını içinde hissetmeseydi.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:171) “Türküler Vardır Hiç-kimsenin-söylemediği-Türküler vardır Tek-bir-elin-devşirmediği-çiçekler Mirasçısı-yalnız-Ölüm-olan-yaşlılar.” (Carolina Ilica<d.1951>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.05.05) “Tek başına mı? Yok canım! Bu bir gecelik sıkıntı… Ertesi gün, saat yedide, Napoli karşımda! Napoli, eşsiz şehir, ‘onu görmeli, sonra ölmeli’ denildiğini işittiğim büyük kent. Ölmedim ama, aklım da başımda kalmadı. İki gündür, tabanları yağlamış, ha babam koşuyordum her yere. Müzelere, Vezüv’e, Pompei’ye, bahçelere, gezilere anıtlara, bir elimde bir dilim ekmek, öbür elimde saatim, hepsini birer lokmada yutuyorum.” (P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:84) “Ölü İsabella --------------ölüm gelmeden önce arkadaşın anlatıyor şişen dilini bize yemek yiyemediğini ses veremediğini saldırıya uğrayan Nonhlanhla için bile darmadağın olmuş incileriyle kalbini kıran” (Nizar Kabbani<d.1952>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.08) “Öte tarafa göçenlerden birçoğunun gölgesi, ölüm ırmağının dalgalarını durmaksızın yalar; çünkü ırmak bizim bulunduğumuz yerden o tarafa akar ve hala bizim denizlerimizin tuzlu tadını taşır. Sonra birden tiksintiyle kabarır ırmak, gerisin geriye akar ve ölüleri yeniden yaşamın içine bırakır. Ama ölüler mutludur; şükran türküleri söyleyip gazaba gelmiş ırmağı okşayıp severler.” (F. Kafka, “Aforizmalar”, No.2, sa:12) “JOAN BAEZ Söylüyor derinin sıcak türküsünü Isıtarak kar yıldızını Çığlığın yanında Suyun yumuşak türküsü. ----------------Issız ormanlara doğru sürgün Ayrılık çeşitlemeleriyle ölümün Yıldız hanlarında iner Yanına insan sesi.” (Ceyhan Atıf Kansu<1919-1978>-“Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:56) “Oysa, (Keşiş Andronikos) durması gerektiğini, bu kaçışı durdurması gerektiğini düşünmek, bu çekingenliğin farkına varmağa da bağlanan bir iş değil mi? ‘Öleceğim herhalde’, diyor. Ölecek olmasam bunları sanki bu akşam çözmem, yıllardır yaptığım birtakım işlere, hareketlere sanki bu akşam kesin bir anlam vermem gerekiyormuş gibi neye davranayım? Öleceğinden değil… öyle davranıyor çünkü… Ölmek bu kadar kolay olsaydı keşke. Oysa güç. Ölümün güçlüğünü biliyor. İnsan bütün suçlarının, günahlarının yükünü taşır da taşır. Üstelik, bu suçları, günahları, insanların da, Tanrının da bağışlamayacağını oldukça genç yaşta öğrenir ama neden sonra inanmaya başlar öğrendiklerine, neden sonra kabul etmeye başlar öğrendiklerini. Ölmez. Ölemez. Yükünün altında kalır utancından.” (Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:71) “ANNEMİN HATIRASINA Seni bir Monaghan mezarlığının Islak killeri içinde yatarken değil Seni kavaklar içindeki bir yolda, İstasyona giderken görüyorum. ----------------------------------Hayır, ıslak kil içinde yatmıyorsun sen, Çünkü şimdi bir hasat akşamındayız Ve ay ışığı karşısında yine ot yığmaktayız Yukarıdan gülümsüyorsun - ebediyen.” (Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.02.10) “Ben inatla kafamı salladım: -İnsan, bu BEN’le hayvandan ayrıldı. Başlangıçta her şey Tanrı’yla birdi, onun zirveinde mutluydular. Ben, sen, o yoktu; senin ve benim diye birşey yok, bir vardı. BİR, BİR olan şey, işittiğin cennet budur, başkası değil; biz oradan hareket ettik, ruh orayı hatırlayıp oraya dönmek istiyor; Ölüm kutsaldır; Ölüm nedir sanıyorsun? Bir katır... Biz sırtına atlayıp gidiyoruz...” .......................... “Hazla tat o kadar boldu ki, ansızın gözlerimden yaşlar akmaya başladı; içimden eski, esrarengiz sözler yükseliyor ve dudaklarımın üzerinde emekliyordu: Ölümle doğum birdir, evlatlarım; yürekteki acıyla zevk de birdir; uzağa kaçmak ve gelmek aynıdır, aynı, sağlıcakla kal ve hoşbulduk!” (N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:216;475) “Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım, yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına, ‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim. Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak, ‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp oynamak için iner.’ İçini çekti: ‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için, kasabaları basardım be! Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı: ‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’ Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.” (N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233) “1- Ölümün Yası ... Kalbini hoş tuttular, deliğinde: saklamadan Hayat ölümle mi oluşur? ... Sonra uyku gibi kara yapraklar oldular Onunla renk aldılar sabah ve her şeyin sonu olan ölümle” (Adi Bin Rid El Kibadi-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.09.04) “ ‘..... Bilincimin bütünüyle berrak olduğunu söylemiyorum. Olup bitenin farkındaydım, ne var ki, her şey biraz deforme olmuştu, düşte olduğu gibi. Ama gerçek yaşamda gördüğün karabasan kısa sürer, bağırmaya başlar ve uyanırsın, oysa ben bağıramıyordum. Bir karabasanın ortasında, bir türlü bağıramamak..... Ölmekten hiç korkmadım. Ama şimdi korkuyorum. İnsanın öldükten sonra canlı kaldığı düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum. Ölü olmak, sonsuz bir karabasan yaşamak demek. Neyse geçelim, geçelim bunu.’ ” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:13) “-İran’la Irak arasındaki savaş bir eğlence mi, diye sordu Grizzly ve Paul’e duyduğu merhamete birazcık hınç da karıştı: Bugünkü tren kazası, bütün o kan revan, sen bunları eğlenceli mi buluyorsun yani? -Ölümde bir trajedi görerek yaygın bir hataya düşüyorsun sen de, dedi Paul, gerçekten de tam formundaydı. -İtiraf edeyim ki, dedi Grizzly bu gibi bir sesle, ben ölümde her zaman bir trajedi görmüşümdür.” (M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:146) “KUTSAL TEKNOLOJİ ------------------------------Ölüm telefondan seslendi. Yanıtlamadım. Bir an dinledi düşündü, ‘orda’mıdır diye, fakat sonra karşıdan ileti bıraktı ölüm” (Juice Leskinen<d.1950>-Özge Acıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.01.10) “Kendimi yeniden sokakta, yoldan geçenlerin arasında tek başıma, gürültü patırdının içinde dingin bir halde bulduğumda, o zaman düşüncelerim ölüm döşeğinde bırakıp çıktığım adama yöneliyor….. Murad, reddettiğim arkadaşım. Barışmaya fırsat bulamadan ölüm bizi ayırdı. Bu biraz benim, biraz onun, bir az da ölümün hatası. Aramızdaki bağları tam yeniden örmeye başlamıştık ki, ölüm onu ansızın susturdu.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:27) “ÖLÜM BİR YALANDIR Güneş ışığı altında Bahçede fısıltılar seziliyor Kayısı ağacı altında Kelebekler uçuşuyor, İhtiyarlık ki, hesaba alınmıyor. Su kuyuda çınlıyor Ve kamışla bağdaşıyor. Mehtap veya güneş altında Yalandır ölüm aslında. (Alexandru Macedonski<1854-1920>-Sheila İaia; “Çağdaş Romanya Şiiri-Ölüm Bir Yalandır”, sa:34) “Ev --Saksı sessizlik içinde, kımıldamıyor Toprağı yutarak, suyu yutarak. Ev hayatla besliyor kendini. Ölüme hiç önem vermiyor. (Jose Miranda-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 20.06.09) “OYUNCULAR - IV çok uzun bir yalnızlıktı her rolüm ne kadar aykırı geliyor şimdi bana ve sahnenin ortasında benim bu kadar bana benzeyişim ve bu yüzden ölümü hep bir ıssız sahne gibi düşünürüm ıssız sözcüklerin mezarlık sahneleri” (Murathan Mungan; “Oyunlar İntiharlar Şarkılar”, sa:21 “90 1. Galiba kanını bulundurdum Kalbim arzulandığından yanarken 2. Namuslu bir kadının yanlızlığı Ancak varlığını güzelleştiriyorken 3. Örtündüğü giysinin altında bedeni oynarken Yüzü lanetler örtündüğü giysiden 4. Dünde ölenlerle ölünmez Ölünün tadını izlemeden (El Mütenebbi<İ.S.915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.04) “ ‘Bitkiden farksız bir bebeğin ölümü,’ diye Bird kendi kendine en sivri ucuyla saplanan açıdan bebeğin talihsizliğini dşünmeye başladı. ‘Bir bitkinin işlevlerinden fazlasına sahip olmayan bebek ölürken acı çekmese bile, acaba ölüm onun için ne demek? Ya da yaşam? Milyonlarca yıldır süregelen boşlukta küçük bir tanecik şeklinde varlık filizi ortaya çıkyor, on ay boyunca serpiliyor. Elbette bebeğin bunun bilincinde olmasına imkan yok. Ilık, nemli, yumuşak ve karanlık bir dünyayı tek başına doldurarak, dizlerini karnına çekmiş halde varlığını sürdürüyordu yalnızca.’ ” (Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:51) “GÖK GÜRÜLTÜSÜ PATİKASI Gök Gürleyecek -------------------Tanrı’nın okları titriyor ışığın kapılarında, Sokak yasağının davul sesleri pazarlıyor bir ölüm dansı; Ölümü dansa kaldıran gizemli varlık Korkutuyor demir maskesiyle Yüzyılın ışık veren son el lambasını...” (Christopher Okigbo<1932-1967>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.12.08) “Gerçeklik ve Arzu <Luis Cernuda için> Gerçeklik, evet, gerçekliktir görünmeyenin çakan şimşeği içimizdeki tanrının yalnızlığını açığa çıkaran. Kaçan gökyüzüdür bu.. Ölümün köpükleriyle süslenen toprak.” (Olga Orozco<1920-1999>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.09.05) “Ölüm Gelecek ve Senin Gözlerinle Bakacak Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak sabahtan akşama dek uykusuz, sağır, eski bir pişmanlık ya da anlamsız bir ayıp gibi ardını bırakmayan bu ölüm Bir boş söz, bir kesik çığlık, bir sessizlik olacak gözlerin: böyle görünür her sabah yalnız senin üzerinde kıvrımlar yansıtırken aynada. Hangi gün, ey sevgili umut, bizler de öğreneceğiz senin yaşam olduğunu, hiçlik olduğunu.” (Cesare Pavese<1908-1950>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.10.08) “VE --ben büyüdüysem koca kentlerde yokluğa büyüdüm. Ve yalan söylemeye alışığım ölüme alışık değilim, sonra sonra azıcık acızık ölüm. (Ali Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:11-2” “FLÜT Ölüyüm ben. Üstelik de iyiyim. Daha soğuğum bir felaketten bir yangından karda kışta. Yani ben, bir neden değil, sonucum son hesapta. Ey, kondüktör bey, biz ölüler, ücretsiz yolculukmeden vatandaşlarız yeniden doğuma, sakın inanma.” (Ivan Radoyev<1927-1994>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.12.08) “KARIMA MEKTUP <Bursa Hapishanesi, 11.11.33> -------------------------Ölüm bir ipte sallanan bir ölü. Bu ölüme bir türlü razı olmuyor gönlüm. Fakat emin ol ki sevgili; Zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nazıma!” (N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:9) “Sabaha yakın çıkan soğuktan korunmak için battaniyelerimize sıkı sıkı sarınarak geç vakit uykuya dalardık. Ama şu melankoli anımda kafamdan silinmeyen görüntü, yağmurun altında, sanki değiştiremeyeceği bir kadere boyun eğen biri gibi inatla, sessizce ilerleyen o yaşlı adamın görüntüsü. Belki de ölümün kendisi. Neredeyse ellerimle dokunabildiğim bu yaşlı adam nasıl öleceğini bilmiyor.” (J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68) “Pierre’le ihtiyar, parkın bir yolunda yanyana yürüyordu. Yorulmuş olan Pierre, yanındakine seslendi: -Ölü olmak berbat şey’ -Evet ama, ne de olsa ufak tefek iyilikleri var… -Hiç de kötümser değilsiniz. -Tam bir özgürlük var. İstediğiniz eğlenceyi seçebilirsiniz…” (Jean-Paul Sartre, “iş işten geçti”, sa:57) “Hesse sonra bana odanın bir başka bölümünde duran bir taş büstü gösterdi. Bu, heykeltraş bir arkadaşı tarafından yapılmıuş kendi büsütüydü. Elini büstün üzerine koydu. Sordum: ‘Yaşamdan sonra bir şey olup olmadığını bilmek önemli mi?’ ‘Hayır, önemli değil... Ölmek Jung’un Kolektif Bilinçdışına düşmek gibidir ve oradan biçime, saf biçime dönersiniz...’ Hesse bir süre taş büstü okşayarak sessiz kaldı.” (Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse”, sa:23) “GÖLGE VE HAÇ 1 ----------------------Ben bütün ölümlerden geri döndüm Ölüm bana verildiğinde, bedenim ölmeden yenilenir, Ölümün bütün süreciyle Ben uzaklar olmadan yaşarım Ben yaşarım güvenmeden Ben gölgesiz yaşarım...haçsız” (Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.22.07) “Ertesi gün hiç kimse ölmedi. Bu olay, yaşamın temel kurallarına taban tabana zıt olduğundan, insanların ruhlarında büyük bir huzursuzluğa neden olmuş, her açıdan etkilemişti, zira dünya tarihinin kırk ciltlik külliyatında göstermelik için bile olsa böyle bir duruma rastlanmıyordu; bütün gün geçtiğinde, gündüzüyle gecesiyle, sabahıyla akşamıyla, yirmi dört saat boyunca, ne hastalıktan, ne ölümcül bir kaza sonucunda, ne de sonuna kadar götürülmüş bir intiharın neticesinde hiç bir şekilde hiç kimsenin ölmediği görülüyor, hiç kelimesi durumu özetliyordu.”..... “Ya bu müziği birçok kez duymuş olduğundan ya da duydukları sahibi hakkında bildiklerine yeni bir şey katmadığından, nota sephasının yanına uzanıp uyuklayan köpek, başının üzerinde kopan müzik fırtınasını umursamaz görünüyordu. Ölümün durumu ise farklıydı, görev icabı birçok müzik türü dinlemiş olan, özlelikle de Chopin’in ölüm marşı ile Beethoven’in üçüncü senfonisinin adagio assai bölümünü iyi bilen ölüm, upuzun yaşamında ilk kez söylenenlerle söyleniş tarzları arasında mükemmel bir bağın nasıl olabileceğinin ayrımına vardı.” (J. Saramago<d.1922>, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:11;169) “Pierre’le ihtiyar, parkın bir yolunda yanyana yürüyordu. Yorulmuş olan Pierre, yanındakine seslendi: -Ölü olmak berbat şey! -Evet ama, ne de olsa ufak tefek iyilikleri var... -Hiç de kötümser değilsiniz. -Sorumlulukları, maddi sıkıntıları yok. Tam bir özgürlük var. İstediğiniz eğlenceyi seçebilirsiniz.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:57) “Jean-Baptiste’in <baba> ölümü, hayatının büyük olayıydı: Bu olay annemi zincirlerine döndürmüş ve beni özgürlüğe kavuşturmuştu. İyi baba yoktur ve bu bir kuraldır; ama bu kusur yüzünden erkekler değil, çürümüş babalık bağları suçlanmalıdır. Dünyaya çocuk getirmekten daha iyi ne var, ama bazı çocuklara sahip olmak ne büyük haksızlık! Yaşamış olsaydı babam, boylu boyunca üzerime çökecek ve ezecekti beni. İyi ki genç yaşta öldü ve ben; tüm hayatları boyunca, omuzlarındaki Anchise’lerini taşıyan Aneneaslar arasında oğullarının sırtına binmiş bu görünmeyen doğrutuculardan nefret eden ve yapayalnız olan ben, bir kıyıdan ötekine geçiyordum; ardımda, babam olmak için gerekli zamanı bulamamış genç bir ölü bırakmıştım......Ölmek her şey değildir; zamanında gerekir. Daha sonraları suçlu hissettim kendimi; bilinçli bir öksüz haksız bulur kendini onu görünce hoşnutsuzluk duyan ana-babasının, gökyüzündeki dairelerine çekilldiğini düşünüyor. Ama ben hoşlanıyordum bundan, kasvetli durumum saygı uyandırıyor ve önem kazandırıyordu bana...” (J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:15-6) “SONBAHAR Yolların son güzelliklerini topluyorum... Bir melek bana ölüm giysisi dikiyorKendimde farklı dünyalar taşıyorum. Ebedi yaşam-‘onda’ aşkın varlığı söylenir Her şeyi ayaklandırır insanda aşk Sonra nefret başlar, meşale alevlerine benzer.” “Else Lasker-Schüler<1869-1945>-Arife Kalender; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.03.09) “Ölünün Bildiği Gerçek <Annem için, doğumu Mart 1902, ölümü Mart 1959, ve babam için, doğumu Şubat 1900, ölümü Haziran 1958> ----------------------------Ya ölüler? Yatıyorlar ayakkabısız taştan kayıklarında. Denizin dursaydı olacağından daha taş gibiler. Kutsanmayı kabul etmeyen gırtlak, göz ve parmak boğumları.” (Anne Sexton<1928-1974>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.03.06) “HASTALIK Doktor Çok kötü hisediyorum kendimi burada, Bedenimin her yeri ağrıyor. Gün boyunca güneş sıkıyor canımı, Geceleyin ay ve yıldızlar. Bulutlar çok üzüntü veriyor bana. Kış gibi uyanıyorum Her sabah. ---------------Sanıyorum ölüm hastalığını kapmışım Bir süre önce Doğduğum zaman.” (Marin Sorescu<1936-1996>-Baki Yiğit; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.02.10) “SİVİL VE ASKER -----------------------Dikiliyordum kıpırtısız Ölüm ve dirim uğruna, evet anladım Eğitim oturumlarımdan çıkan dersi, uyarılar dolu. Arkandaki her şeyi ateşe ver, hiçbir şey Bırakma geride. Vurguluyorum defalarca Sivil açmazımı, öldürmeye senden daha istekli.” (Wole Soyınka<d.1934>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.06.09) (LAT.): (TÜRKÇESİ) : “Tu sei un niente, o morte! Ma sarabbe mai dopo sceso il primo gradino della mia tomba, che mi verebbe dato di veder la vita come ella e realmente?” GUASCO “Bir hiçten başka şey değilsin sen, ey ölüm! Yalnız, kabrimin birinci basamağını indikten sonra mı hayatı gerçekte olduğu gibi görebileceğim acaba?” (Stendhal, “Armance”, Çev. Samih Tiryakioğlu, sa:195) “Gelgelelim, ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ aslında babam için hiç de tipik olmayan bir sözdü. Daha hiç kimseye ‘Bu yaptığınız ölüme meydan okumak derler,’ dediğini duymamıştım. Herhangi bir yerde ‘ölüme meydan okumak’ sözünü duysa, ya da okusa, ‘Bu basmakalıp bir ifadedir,’ derdi.” (P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32-3) “ŞAİR DOĞDUĞU ZAMAN <Miryana Başeva’ya> ----------------------------------Şair doğduğu zaman, yüreklerdeki çanlar uyandırır çocukları ve bayramlık giysileri içinde sevinçle koşar onlar: Düğüne mi ölüme mi çağrılıyız acaba? Şair doğduğu zaman.” (Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07) “Barış ------yüzümüzü yalıyor bir papatya aşkla yıkanmalı bu güze dönmüş yüzümüz?.. ağaç üflemeli dünyanın bütün sokaklarına ellerimiz ısınmalı kardeşliğin kokusundan serçe parmağımız, gözlerimiz, boynumuz gülümsemeli ağzımızdan kuşlar, güneşler akmalı bir melek gibi gülümsemeli barış ve ölüm özür dilemeli dünyanın çocuklarından ey ile ah arasındaki yokluğun acısı dinmeli” (Engin Turgut; “Ayın Şiiri”, Arif Damar, Cumhuriyet, 08.07.04) “BİZİM YÜZYIL *** Sen hey gidi yalan dünya! Ölüm sonrası kolay! Feleğin ne umurunda varım ya da yoğum ben. Hep öyle önceki gibi yitecek bozkırda ay Ve fırtına karanlığı sarsacak dinlenmeden. Sayması zor ne günlerim kayboldu ziyan zebil yaşayan or gerçek yaşam şimdi benden uzakta elbet artık umduğum şey yani bir yaşam değil, tevekkülle bekliyorum sıramı son durakta.” (F.İ. Tyutçev <1803-1873>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.05.05) “-Bir gün, anımsıyor musun? Ölümden sonra neler olacağını Arutana ile konuşuyorduk. -Evet. -Bir Inan <Brezilyalı Kızılderili aşireti> öldükten sonra ırmağın dibine gideceğine inandığını söylemiştin sen. Bence insanlar yalnızca toprak olur diyordum. Aratuna, ben olmayacağım, ölünce gökte bir yıldız olurum demişti… anumsıyor musun? -Elbette, unutur muyum?’ ” (J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:234) “Dostlara Mektup <Varlık, Ocak 1958> ---------------------O şakrak ozanlar düzensiz giden, Olmadan cebinde üç kuruş altın, Gezip eğlenenler şakalar eden, Düşünün adamları ki biraz şaşkın, Çok geciktiniz çok, ölümü yakın, İlahi düzenler, türkü yakanlar” (François Villon<1431-1463>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.06.05) “BEYAZ KARANLIK -------------------------Ölüme inanmamak, o kötü kehanete Aldırmayıp da, sonsuz karlara uzanmamak! Peki ama, nerdesin, nerdesin ey sevgili? Yalnızlıktan çıkmanın ödülü olmalısın!” (Vladimir Visotsky <1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.05.05) “Ölüm de gülüp bir kase aldı, bir su birikintisine daldırdı, kaseden sıtma çıktı, koca kalabalığın içine girdi. Üçte birini kırıp geçirdi. ” (O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:90) “Ve benim içimde de dalga yükseliyor. Kabarıyor, sırtını büküyor. Bir kez daha yeni bir isteği, sürücüsünün önce mahmuzladığı sonra geri çektiği o gururlu at gibi altımda bir şeyin yükseldiğini ayırt ediyorum. Sen, üzerine binmiş sürdüğüm; şimdi bu kaldırım uzantısını eşeleyerek durduğumuzda bize yaklaşan hangi düşmanı seziyoruz? Ölüm o. Düşmanımız ölüm. Mızrağımı kaldırmış, bir delikanlınınki gibi, Hindistan’da dörtnala at sürdüğümdePercival’ınki gibi saçlarım arkaya uçuşarak üüzerine atımı sürdüğüm ölüm o. Mahmuzları batırıyorum atıma. Senin üzerine atacağım kendimi, yenik düşmeden, boyun eğmeden. Ah. Ölüm! -Dalgalar kıyıda parçalandı(V. Woolf, “dalgalar”, sa:229) “Sahne boşalmıştı. Miss La Trobe ağaca yaslandı, eli-ayağı tutmuyordu. Gücü çekilmişti içinden. Alnında boncuk boncuk terler birikti. Hayal, yıkılıp gitmişti. ‘Ölüm bu işte,’ diye mırıldandı, ‘düpedüz ölüm.’ ” (V. Woolf, “Perde Arası”, sa:122-3) “Evet, korkuyorum… Korkmak binlerce defa ölmek demektir, ölümün kendisinden beterdir… diğerleri… diğerleri gülüp siperlerde kağıt oynuyorlar… ben ise dinliyorum… ben… ben korkuyorum… kendi silahımdan korkuyorum…… ben ona dokunamıyorum… tabancaya… soğuk namlusuyla…… diğerleri, diğerlerinin sinirleri yok… ölümü ensemde hissetmek. Şimdi…” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:136) “Batmaya hazırlanan güneş, bahçenin bazı yerlerini aydınlatıyordu. Başka bir köşede birkaç küçük çocuk oynaşıyordu. Sağlığına kavuşmuş hastalar gürültü yapmadan koşuşturan çocuklara ilgi ve merakla bakıyordu. Suskun bir dünyada saatlerce süren gezintimin ardından ilk kez -ölümün duvarlarında yankılanarak da olsa- kulağıma gelen çocuk gülüşmeleriyle mutlu olduğumu hissettim. Fakat hemen ardından da, bir mezar kadar soğuk, olağanüstü simgelerinin beni sarıp sarmaladığı kente dönmekten bir an korkar gibi oldum. Burada, karanlığın içinde, pek anlaşılmaz bir yaşam sürdüren insanlara da acıdım. Ardından, okul yıllarından kalma, çok eski bir bilge sözü anımsadım: Ölüm üzücü bir şey, yaşam ise en isteksizi bile sevgi duymaya zorlayan sonsuz bir güç…” (S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:21) Ölümden de beter : Bir kez ölür kurtulursun, sürekli acı çekmek en kötüsü “Aşık Ali: ‘Zulüm değil, ölüm,’ dedi. Adam: ‘Ölüm,’ dedi. ‘Ölümden de beter. Sabahtan getirir kırmızı motoru, sokar içine... Her karışında bir okka terim var.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:25) Ölüm dirim, kalım (kavgası, savaşı) : Varlık-Yokluğa hitap eden durum, hayatsal önemi haiz hal “Bizleri sürekli ‘geçmiş’ ile ‘gelecek’ arasında tutan saniye göstergesinin üzerine kurularak, çocuklarımızın yapabileceği gibi balonları ölümsüz parlak renkli horoz şekerlerini sonsuz görebiliriz; ama biliriz, ne yazık biliriz ki, sürekli asılamaz okul, eninde sonunda kuşu vurmak zorundayız, ancak ‘Gerçek’ içinde gerçekleştirebiliriz yaşamımızı ve bu da bizler için ölüm kalım sorunudur.” (H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:80) “Bütün pencereleri kapatıp sinir içinde evde oturmaya başlamasına karşın, arada bir dışarıya göz atmayı da unutmadı; sonunda sinirleri yatışınca, sanki ölüm kalım sorunuymuşçasına pazara koşanların hepsi gözden kaybolunca, çizmelerini giydi, para kesesine bir sikke koydu ve bastonunu aldı.” (H. Hesse, “Masallar”, sa:117) “NORA (Oynarken.) - Burda eğlence yolunda, Christine. HELMER - Ama canım Nora’cığım, benim iyi kalpli Nora’cığım!.. Sanki ölüm dirim dansı yapıyorcasına oynuyorsun.” (H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:125) “Bir şeyler sormak istiyor kadına, dili varıp da bir türlü soramıyor. Böyle durgun, böyle ölüm dirim kavgası yapan, can çekişen insanlara kolay bir şey sorulamaz.” (Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:206) “Clarissa şiddetle onun sözünü kesti. ‘Boş lafa gerek yok… Lütfen, rica ediyorum, boş lafa gerek yok… Bunları kaldırabilecek durumda değilim… Ölüm kalım meselesi bu… Bunlara dayanamıyorum… Bu uçarı tarzı kaldıramıyorum…’ ” (S. Zweig, “Clarissa”, sa:157) “Ama, bu gülünç, bu çılgınca durumumu bağışlatma zorunluğu beni büsbütün çileden çıkarıyordu. Anların değer biçilmiyecek önemini, o kadın için ölüm kalım değerini taşıdığını, fakat tek bir fısıltıyla, tek bir hareketle bile ona yaklaşmak olanağından yoksul bulunduğumu biliyordum.” (S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:41) Ölümden dönmek : Bir kaza ya da hastalık sonucu handiyse ölebilecekken, koma içindeyken açılanların, yaşama dönenlerin duyumsadıkları “‘Ölümden dönen kişilerin neler anlattıklarını bilirsin. Tolstoy, bir öyküsünde bundan söz eder: Bir tünel ve ucunda bir ışık. Yaşamötesinin çekici güzelliği.... ben ışık filan görmedim...işin kötüsü, bilincimi hiç yitirmedim. Her şeyi biliyorsun, her şeyi işitiyorsun, ne var ki onlar, doktorlar bunun farkında değil ve senin önünde, akıllarına ne gelirse anlatıyorlar, senin duymaman gereken şeyleri bile. Artık iflah etmez olduğunu. Beyninim ayvayı yediğini.’ ” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:13) Ölüm dört yanda eli boş dolanırken : Etrafı ölümle dolu, tehlike içinde olmak “BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Ula kim çıkar köyden bu vakıt? Hangi eksik akıl? Ölüm dört yanda eli boş dolanırken kim çıkar köyden? Köyden çıkanı Yezidiler sağ bırakır sanırsanız?” (M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:68) Ölüm döşeği; Ölüm döşeğinde olmak, bırakmak, yatmak; Ölüm yatağı; Ölüm döşeğine düşmek : Ölmek üzere olan bir kimse, ağır bir hastanın bulunduğu yer; Ölmek “Bana, Victor’un annesinin öldüğü gece Adele’in baloda dans etmesinin, kıskançlıklarla, başkalarına duyulan aşklarla, yasak sevişmelerle parçalanmış bir ilişkinin işareti olarak görünmesi, küçük bir bulutun gerçekten büyük bir fırtınayı tecrübeli gözlere haber vermesinden mi..... yoksa biri ölüm döşeğinde yatan annesinin başında kederle beklerken diğeri eğlenilebilen iki insanın ilişkisinden mutluluğun çıkmasının gerçekten imkansız olmasından mı?” (A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:55-6) “DURGUN YILLARDA GELMİŞ OLANLAR DÜNYAYA <1914> -----------------------------------------Varsın, üstünde ölüm döşeğimizin Uçuşan bir karga sürüsü, bağırışlarla, Tanrım, seyretsinler alemini senin Kimler daha layıksa!” (Aleksandr Blok<1880-1921>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:43) “İbni Hamit birdenbire Tunus’a çağrıldı. Annesi umarsız bir hastalığa tutulmuş olduğundan, oğlunu ölmeden önce kucaklamak ve hakkını helal etmek istiyordu. İbni Hamit, Blanca’nın konağına koşarak: ‘Sultanım,’ dedi, ‘Annem ölüm döşeğinde; son anlarında yanında bulunmam için beni çağırıyor.’ ” (F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:44) “Az da olsa durumunun gerçekliğinden etkilenmemiş görünüyordu: dağların ortasında, dil bilmeden yalnız başına ve herhangi bir yardıma güvenemez halde hasta düşmüştü. İki üç haftadır ateşli olduğunu, Almora yakınında bir Bhutanlı’nın evinde ölüm döşeğinde yatmış, ama en ufak derecede korkmamış olduğunu söyledi.” (M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:192) “Aynı illet, ölüm döşeğinde bulunan kimseler üzerinde buna benzer etkiler yapar; ölmek üzere bulunan insanlar, bazan ilahi bir nefeslee dolu imiş gibi harikulade şeyler söylerler.” (D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:155) “Ölüm döşeğindeki babamın başucunda yapılan nişanımız neşeli geçmedi, fakat ciddi bir sevinçten de yoksun kalmadı, çünkü babam çok büyük bir huzura kavuşmuştu.” (A. Gide, “Ahlaksız”, sa:16) “Ölüm döşeğindeki Buddha’yı görmek için binlerce insanın yola çıktığı sıralarda bir zamanların en güzel saray yosması Kamala da yollara düşmüştü bir gün. Eski yaşamını çoktan bırakmıştı.” (H. Hesse, “Siddhartha”, sa:129) “M. Myriel, hangi saatte olursa olsun hastaların ölüm döşeğindekilerin başucuna çağrılabilirdi. En büyük görevinin, en büyük işinin bu olduğunu o çok iyi biliyordu.” (V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:39) “Belki ölüm döşeğinde olur vakti, tıpkı senin Hamburg’lu gibi, orasını bilmem. Ölüm döşeğinde, o hamarat insan, bakarsın ilk kez vakit bulup boylu boyunda uzanır ve avare zihninden şöyle bir yol da yeşil Avcı Gracchus’u geçirir.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:298) “Ölüm döşeğinin çevresindeki feryat figan, aslında gerçek anlamda bir ölümün burada gerçekleşmemiş olmasından feryat figan etmektir. Hala böylesi bir ölümle yetinmemiz gerekiyor; hala bu oyunu sürdürüyoruz.” (F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:78) “... Talha’ya sordum dedim o da seni uyandırmamı istemedi, sormayacaktın dedi ne zaman sordun şimdiye değin dedi Talha için ölüm döşeğinden yekinebileceğimi bilmiyor musun sanki dedi kapının ötesinden...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:109) “Bu haline karşı gönlü ayaklandığı zaman da bencil bir kişi olmaya karar veriyor ama daha bu kararını verirken kendisine seslenen birine ‘şimd, geliyorum’ diye karşılık veriyordu. Bu kararla bu ‘şimdi geliyorum’ arasında gide gele, ölüm döşeğine düştüğü gün, ansızın, bir şey aydınlanacaktı bu adamın gözlerinde...” (B. Karasu, “Uzunca Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:120) “Ölüm döşeğindekilerin affedilmeleri gerektiğinden emin değilim. Her insan ömrü sona ererken sayacı sıfırlamak; bazılarının zulmünü ve açgözlülüğünü, bazılarının da merhamet ve fedakarlığını sahte bir sofulukla kar ve xarar hanelerine kaydedip geçmek fazla basit bir çözüm olurdu..... Benim bakış açıma göre, suçun cesasız kalması da adaletsizlik kadar ahlak bozucudur..... Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında yeni din Roma İmparatorluğu’nda yayılırken, bazı patricilerin <nüfuzlu yurttaş> Hıristiyanlık’ı mümkün olduğunca geç kabul ettikleri anlatılır. Vaftiz olduklarında tüm günahlarının silineceği söylendiği için, sefih hayatlarını sürdürüp ancak ölüm döşeğinde vaftiz olurlarmış..... Bununla beraber, ölüm anının zorunlu bir adabı vardır. Eğer insanlığımızı korumak istiyorsak, o anın saygınlığına el sürülmemelidir.” ....... “Kendimi yeniden sokakta, yoldan geçenlerin arasında tek başıma, gürültü patırdının içinde dingin bir halde bulduğumda, o zaman düşüncelerim ölüm döşeğinde bırakıp çıktığım adama yöneliyor.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:17;27) “Annem ölüm döşeğindeyken, beyaz tenli bir kızla genç yaşımda evlenmemi, en azından üç çocuğumuz olmasını, içlerinden birinin de kendisinin ve büyük annesinin adını taşıyacak br kız çocuğu olmasını vasiyet etmişti bana.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:37) “ ‘Bayım, Anlaşıldığına göre eski metresiniz olan Ravet ismindeki kadın, sizden olduğunu iddia ettiği bir çocuk doğurmuş bulunmaktadır. Anne ölüm döşeğinde ziyaretinizi rica etmektedir.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:130) “<Rett> .... Gönül almakla ilgili değil sözlerim! Erkeklerin her konuşmasında bir kompliman aramaktan, gönül çekici anlamlar çıkarmaktan ne zaman vazgeçeceksiniz? (Scarlett) - Ölüm döşeğinde olduğum zaman...” (M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:444-5) “ ‘Ailemden yana pek kaygım yok,’ dedi Raphael, ‘onlara karşı ödevimi yaptım sanıyorum. Herkes varını yoğunu ihtiyarlığında ölüm döşeğinde, elleri zaten hiçbir şeyi tutamaz olunca başkalarına bırakır. Bense genç ve sapasağlamken her şeyimi yakınlarıma verdim.” (Th. More, “Utopia”, sa:19) “Ertesi gün Arno Nehri’nin suları çekildi. Şehir, Lorenzo de’Medici’nin ölümcül bir hastalığın pençesinde kıvranmakta olduğu haberiyle çalkanıyordu, kimse yüksek sesle dile getirmede de, Duka’yı ölüm döşeği’ne düşüren illetin şu korkunç morbo gallico yani frengi olduğunu herkes biliyordu.” (S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:323) “Birkaç yıl sonra, ilerde öğreneceğimiz nedenler yüzünden Joao Mau-Tempo’yu Lizbon’a getirdiklerinde, Sara de Conceiçao ölüm döşeğindeydi, hemşirelerin gülümsemeleriyle çevrili, zavallı şanssız kadın bir şişe şarap rica etmişti onlardan, herhalde çok geç olmadan bu işi tamamlamak istiyordu. Çok acı bir şey bu, efendim.” (J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:94) “... Ve ardından bir ‘Neden?’ yükseliyor ondan... zar zor duyulabilen bir ‘Neden?’... Ölüm döşeğindeki birinin son nefesi... O çökerken...” (N. Sarraute, “Açınız”, sa:68) “Sana her hafta mektup yazdım, çağırdım, yalvardım, yakardım, gelmedin. -Gelemezdim. Annemi ölüm döşeğinde nasıl bırakırdım?” (Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler”, Cilt:II, sa:111) “Artık Tiru olmadığına göre onun hayatı, bütün hayatı Raj idi. Kendini ölüm yatağında yatan yaşlı ve bembeyaz bir kadın olarak görüyordu. Ölüm gelecekti ve o korkmayacaktı; cinler o kadar geride kalmış olacaklardı ki, onları anımsamayacaktı bile. Raj onun kuru elini, kendi güçlü ve hassas ellerinin arasında tutacaktı. Yanında karısı ve üç çocuğu olacaktı. Kız çocuğa onun adını verecekler, Nabila diyeceklerdi. Çevrede bir sessizlik olacaktı; hiç kimse umutsuzluk içinde ağlamayacaktı. Bu nedenle, işte sadece bu nedenle yaşanıyordu. Çocuğunun ve torunlarının çevrelediği kendi yatağında yaşlılıktan ölebilmek için yaşanıyordu.” (S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?”, sa:32-3) “Petersburg’a gitmeye, karısını görmeye karar vermişti Aleksey Aleksandroviç. Anna’nın hastalığı numaraysa hiç bir şey söylemeden dönecekti. Anna’yı ölüm döşeğinde bulur, ölmeden önce onu görmek istediğini görürse affedecekti onu, geç kalırsa ona karşı son ödevini yerine getirecekti.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:779) “TEZ TUTUN ELİNİZİ İYİ İŞLER YAPMADA ----------------------------Ölüm döşeğinde, sessizce can çekişirken, -Anamın dediğiGün günden Daha çok adımı anar, yolumu gözlermiş ‘Şurka olsaydı kurtarırdı beni’ ” (Aleksandr Yaşin<1913-1968>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, A. Behramoğlu, sa:154) “Vespucci denizcilikte uzman biri olarak haklı bir ün edinmemiş olsa, komşu ülke Portekiz kralının Güney Amerika’ya gönderdiği iki filoya eşlik etmesi için tam da bu adamı istemesi akılcı olur mu? Üstüne üstlük yıllarca işletmesinde çalıştığı, dolayısıyla onu en yakından tanıyan kişilerden biri olan Juanoto Beraldi’nin, ölüm döşeğinde yatarken, vasiyetini yerine getirmesini ve işletmesini tasfiye etmesi için Vespucci’yi seçmiş olması, bu adamın doğruculuğunun en büyük kanıtı değil mi?” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:92-3) “... bir arabaya atlayıp Milano üzerinden ve İtalya Gölleri üzerinden Paris’e koşar, Boulogne’da yabancı bir ordunun ortasına düşüncesizcesine atar kendini ve Mainz’de ansızın ölüm döşeğinde gözlerini açar. Sonra yine Berlin’e, Potsdam’a fırlatmıştır kader onu.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:3) Ölüme taşlanmak : Şeriat yasalarına göre zina yapan kadının taşlanarak öldürülmesi; Recim (Recm) “Lenox Tepesi ----------------Aylar sonra Amherst’te, rüya gördü: Elmaslarla ölüme taşlanıyordu. Dua ettim: ölmesi şartsa eğer bu bir rüya olsun yalnız. Ama bazen, Anne, sen uyurken, dua ettim, ‘Azizler, bırakın onu ölsün.’ Hayır, yemin ederim, ölmeni istediğimden değil ama seni korumak için gençliğinde, Keşmir’de, şarkılarda, ve ben, bir bayramda beni Krishna için taçlandırmıştın, Keşmir Flütümü dinliyordu. Tanrıların ölmesine izin vermezsin.” (Agha Shahid Ali-Jale Erzan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.04.04) Ölüm fermanını imzalamak : Ölmeyi hakedecek düzeyde bir hata yapmak, ölümcül bir kusur işlemek “Elleri titriyordu. Subay devam etti: ‘Bu mesele tamamiyle aramızda kalacak ve hiç kimse bilmeyecek. Sessiz sedasız buradan çekilip gideceksiniz. Bu sır aramızda gömülecek, ama reddederseniz ölüm fermanınızı imzalamış olursunuz. İkisinden birini tercih edin.’ ” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:66) Ölüm ıssızlığı çökmek : Çok sessiz sedasız olmak, çıt çıkmamak “HAMLET - Tanrı aşkına söyle, dinliyorum. HORATO - İki gece üstüste bu efendiler, Marcellus ile Bernardo, nöbet bekledikleri sırada, gece yarısı etrafa ölüm ıssızlığı çöktüğü bir zamanda, şu manzara ile karşılaşmışlar..” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:22 Ölüm kalım meselesi : Sonucu yaşam ya da ölüm olabilecek derecede ciddi bir sorun “Bonoyu geri uzatan pilot, ‘Sadece nakit nakittir,’ dedi. Aringorosa pilot kabininin kapısına tutunurken kendini oldukça güçsüz hissediyordu. ‘Bu bir ölüm kalım meselesi. Bana yardım etmelisin. Londra’ya gitmeliyim.’ Pilot, piskoposun altın yüzüğüne baktı. ‘Gerçek elmas mı?’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:346) “Otelde çalışanlar eğer gerçekten yola çıkmam gerekiyorsa ve ortada bir ölüm kalım meselesi varsa, tıkanıklıktan kaçabileceğim, yolumu yaklaşık iki saat kadar uzatacak bir yan yoldan bahsediyor, ama kimse yolun şu andaki durumu hakkında kesin konuşamıyor.” (P. Coelho, “Zahir”, sa:69) “Ve işte böylece, Macau gitmeye karar verdi. Bu yolculuğun onun için bir ölüm kalım sorunu olduğunu biliyordu. Yürüyerek Macau’ya bir ayda ancak ulaşabilirdi. Bunu başarabileceğini umuyordu. Daha önceki yolculuklardan yolları iyi tanıyordu. Serio Vadisi’ni enleme aşmalı, daha da iyisi, Baixa Verde’nin balta girmemiş ormanlarını geçip Epitocia trenine binmeliydi. Oradan sonrası artık uzak sayılmazdı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:106) Ölüm kapıyı çalmak : Ölme zamanı gelmek “Evet, kitapların bozmadığı bu okuma-yazma bilmeyen insanlar, işte onlar, fakirler ve bahtsızlar, şikayet etmeden acı çekenler, ölüm kapılarını çalınca, hayvanlar gibi bir köşeye büzülüp sessizce yatanlar, düşünmedikleri için şüphe de etmeyenler, sancta simplicatas olanlar (kutsal sadelik)...” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:314) Ölüm kol geziyor : şanssızlığı Savaş, çatışma, ya da mikrobik bulaşıcı bir hastalık halinde, her an ölümle karşılaşma “Bu yüzden Goldmund ikide bir Robert’e çıkışıyor, ikide bir onunla alay ediyordu. Arkadaşının korkusunu, ayrıca tiksintisini paylaşmıyordu; ölümün kol gezdiği kentlerde ve köylerde, yüzünde bir merak ve kasvet ifadesiyle ilerliyordu sürekli; bu geniş boyutlu ölümlerin çekiciliğine kapılmış, ruhu bu büyük hazanla dolup taşıyor, ekinleri biçen orağın türküsüyle içi sızlıyordu. Bazen o ezeli ve ebedi annenin görüntüsü, Medüz <Medusa> gözleri ve ölüm taşan vakur gülümsemesiyle soluk benizli devcileyin yüz yeniden canlanıyordu kafasında.” (H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:245) Ölümle burun buruna gelmek; olmak : Handise ölme tehlikesine maruz kalmak, hayati bir tehlike ile karşı karşıya olmak “GENÇ KIZ : Ne demek istiyorsunuz? KRAL : Şunu... Bak, nasıl anlatsam! Seni ölümle burun buruna getiren bir hastalık düşün! Çaresizlik içindeyken, insanüstü bir güç, yarın sabahla birlikte gözünü açacağını, daha bir yirmi yıl yaşayacağını kulağına fısıldayıverse?” (S.K. Aksal, “Oyunlar-Kral Üşümesi”, sa:519) “Floransalı yazar diyor ki: ‘Bahçede, hem de bir iki kez kendi odasında, ölümle burun buruna, cüretli, nice buluşmalardan sonra, Elena’nın, şimdiye kadar tertemiz kalmış olması şaşılacak şey değil midir?’ ” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:54) Ölümle kucak kucağa olmak : Ölümle burun buruna, tehlikeli bir durumla yüzyüze olmak; handiyse ölmek “Sözü yardım meselesine getireceğim. Buradakiler, karınca kaderince, ellerinden ne gelebilirse yapıyorlar. Tamamen yıkılan dört köyün halkına her köyeden yardım ediliyor. Ya ötekiler, çadırlardaki köylüler? Onlar, asıl onlar, şimdi ölümle kucak kucağalar.” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:18) Ölümle pençeleşmek : Ciddi bir hastalık ya da yaralanmadan dolayı, hayat ile ölüm arasında gidip gelmek “Kont, götserilen yere yavaşça oturdu, biraz soluklanmak istedi; çok heyecanlanmıştı. Evet, gerçekten de göğsünden kurşunlanmış olarak P...’ye getirilmişti. Aylarca ölümle pençeleşmiş, yaşamından umut kesilmişti.” (H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:23) Ölümlerden ölüm beğen : Daha çok masal malzemesi ya da eski devir cezalandırma şekillerinden söz edilirken, bir padişahın ya da eşkiya başının, cezalıya verdiği seçim: ‘Kırk katır mı, kırk satır mı?’ “KARAGÖZ: Yanlış ağa yanlış, ben Acemin liralarını falan almadım. Bana birkaç tane enginar bırakmıştı. İşte onlar bende kaldı. Kendi gelip almadı. TUZSUZ: Ulan ben dinlemem. Ya herifin paralarını geri ver ya da ölümlerden ölüm beğen.” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:60) “Teğmen Lukaş da, ‘Bugünlük yırttın Şvayk,’ diye ekledi. ‘Ama bir daha böyle bir şey olursa, ölümlerden ölüm beğen.’ Şvayk, selam verirken, ‘Ölümlerden ölüm beğenmekle geçiyor hayatım zaten,’ diye yanıtladı. Yüzbaşı Sagner, ‘Defol!’ diye gürledi.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:261) Ölümlü : Başta insan olmak üzere, dünyaya ölmek üzere gelmiş canlı varlık “Sadece güneye, düşler ülkesi Hindistan’a, Mısır üzerinden ulaşan bir yol olduğu bilinmektedir, ama o yol da dinsizler tarafından kapatılmış durumdadır. Herkül Sütunları’nın ötesine, Cebelitarık Boğazı’ndan geçmeye iese hiçbir ölümlü cesaret edememektedir. Dante’nin sözleri uyarınca, orası sonsuza dek tüm maceraların son durağı olacaktır: ‘İnsanlar öteye geçmesinler diye Herkül’ün direkler diktiği dar geçide...’ -Cehennem, xxvı (106)- ” (S. Zweig, “Amerigo”, sa:19-20) Ölüm sessizliği : Derin ve uzun sessizlik süreci “Başbakan aleyhindeki bu sözler söylenirken, bütün saray adamları arasında süren ölüm sessizliğinin ne derece olduğu kestirilebilir. O zamana kadar onun bütün iradelerine sahip sevgili yeğenine karşı ateş püsküren seksen yaşındaki yaşlı bir adam karşısındaydılar. Papa, çok öfkeli, yeğeninin başından, kardinal şapkasını alacağını döyledi.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:116) “Bu sözlerden sonra toplantıya bir an için ölüm sessizliği çöktü; Set Beyi, demin kağıtları üzerine sermiş olduğu masanın yanında ayakta duruyordu; başını kaldırarak Ole Peters’e baktı ve şöyle dedi: ‘Sen de pek iyi biliyorsun ki Ole Peters, bana kara çalıyorsun.’ ” (Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:107) Ölümsüzlük, ebedi yaşamak; Ebediyet arzusu : Eski Yunan tanrıları gibi ölümsüz olma arzusu; aşırı dinci ve muhafazakar olmanın ardında psikologların ‘ölüme karşı savunma’ diye niteledikleri beklenti “Taş ve muskayla dolu elini alnında dolaştırdıktan sonra: -Oğlum, dedi. Kuğular Adası’ndaki söyleşimizden sonra, artık zihnimizde silf’lerle semender’lerin varlığına ilişkin bir kuşkun kaldığını hiç sanmam....... Semenderler yüzyıldan yüzyıla, hiç bozulmayan gençliklerini gezdirirler. Hala yaşayan bazıları, Nuh’u, Menes’i ve Pythagoras’ı görmüşlerdir. Anılarının zenginliği ve belleklerinin tazeliği, konuşmalarını son derece çekici kılmaktadır. Hatta ölümsüzlüğü insanların kolları arasında elde ettikleri ve asla ölmemek umudunun, onları, filozofların yatağına çektiği de ileri sürülmüştür...... Çünkü onlar da bilgelerin kolları arasında yalnız bir çeşit ölümsüzlük aramaktadırlar...... O halde oğlum, saçma masallar gibi, bir öpüşle bağlanan ölmezlik düşüncesini aklınızdan çıkarmalısınız...” (A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:91) Ölüm tırpanını indirmek : Mitolojik yapıtlarda da simgelendiği üzere, kukulatalı bir robdöşambr’a sarılı iskelet (ölüm), elinde tırpan, alesta bekliyor “Zavallı hasta kendinden geçti. Biraz sonra kocasını çağırdı. O da odadan çıkarken bir ölü gibi benzi sararmış, allak bullak olmuştu. Ölüm, Rosa’yla Ramiro’nun evlerinin orta direğine tırpanını indiriyordu.” (M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:46) Ölümü boylamak : Ölümle sonuçlanmak “‘Söz konusu durumlarda hep yanlış kişiler boylar ölümü, ama bunlar doğru kişiler de olsa, öldürmenin iyileştirici ve adaleti sağlayıcı gücüne inanmıyorum bir kere.... ne var ki, şiddet kullanımını kesinlikle reddediyorum...’ ” (B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:157) Ölümün tırpanı altından geçmek : Özellikle savaş anlarında, birçok kez ölümle burun buruna gelmek “Sabahleyin komşusu derviş Fuat Bey telaşla gelmiş, Düzce’de isyancıların yirmi dördüncü tümeni esir ettiklerini, tümen komutanı yarbay Mahmut Bey’i öldürdüklerini söylemişti. Perişandı. Çerkes Mahmut Bey’in, Çerkes isyancıların elinde pisi pisine ölmesini aklı almıyordu. Savaş boyu, bütün çarpışmalarda beraber bulunmuşlar, belki yüz kere ölümün tırpanı altından geçmişlerdi.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:75) Ölümü öp : Doğruyu söyletmek için yemin verdirmek “ALTINCI MİMOS ---------------------METRO Ama isteseydi onu da verirdin. KORİTTO Evet, ama yerli yersiz olmaz her şey! Bitas’ın Euboule buğday öğütüyordu yakında. Gece gündüz döndürmekten mahvetti zaten değirmen taşını. METRO Peki, nerden biliyor senin evi, sevgili Koritto? Ölümü öp, doğruyu söyle. (Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:36) “-Vur, diye üsteledi mi, sahiden? -Üsteledi sayılır! Son günlerde, bütün lafları vurmak, vurulmak üstüneydi! ‘Hiç adam vurdun mu Mehdi Bey?’ ‘Kaç adam vurdun, doğru söyle,’ ‘Vurduklarının içinde karı var mıydı?’ ‘En küçüğü kaç yaşındaydı?’ ‘Hiç kız çocuğu vurdun mu? Doğrusunu demezsen ölümü öp’. İşte, bütün lafları bunlar...” (K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:252) Ölüm yağdırmak : Savaş ya da doğa afetleri nedeniyle kitlesel ölüm oluşturmak “Daha önce içine doğan o önsezi bir kez daha ruhunu doldurdu: İsrail’in Tanrısı ile Fenike tanrılarının arasındaki savaş çok uzun, düşünülebileceğinden çok daha uzun sürecekti. Bir düşteymiş gibi, yıldızların güneşle kesişip her iki ülkeye de yıkım ve ölüm yağdırdığını gördü.” (P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:220) Ölüm yatağı : Kişinin ölmeden evvel içinde bulunduğu son yatak “Tonio, onun ölüm yatağının ayak ucuna, gözleri ateş içinde, sessiz ve güçlü bir duyguya, sevgiye ve acıya içten ve bütünlüğüyle kendini vererek oturmuş; annesi de, güzel ve ateşli annesi de, sıcak göz yaşları içinde boğularak bu yatağın yanında diz çökmüştü.” (Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:113) Ölünün körü : Elinin körü, hadi be sende, kes artık Bk.: Elinin körü “-Sağolun. Zahmet olmazsa, yere niçin, ne maksatla indiğinize de açıklar mısınız? -Ölünün körü. Yaraladığım adamın yanına koşuvereyim diye indim… Ne bileyim ben neden!” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:192) “‘... Toprağı da deniz gibi zehirlemişler. Onu da kör etmişler. Yaaaa, hırpo, ilim fen ne diyor ilim fen?’ ‘Ne diyor kaptan?’ ‘Ölünün körünü diyor hırpo...’ ” (Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:167-8) Ölünün üzerine ant içmek, yemin etmek : Bir sözünü, andını yerine getirmek için kendine ölesiye söz vermek “Bütün gün tek başına penceresinde oturup hep öç düşünerek, oraya bakardı. Kimsesiz, sakat, bir ayağı çukurda, bunu nasıl başaracaktı? Fakat söz vermiş, ölünün üzerine ant vermişti.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:56) Ölüp ölüp dirilmek : Yedi canlı olmak, her şeye karşın boş vermemek, teslim olmamak; Ciddi hastalıklardan ya da problemlerden acı çektikten sonra sonunda başarılı çıkmak; Çok heyecanlanmak, kalbi ağzına gelmek “Artık sen havada gösteri yapan bir sanatçısın Walt, türünde teksin, senin gözterini izleme ayrıcalığı karşılığında insanlar yüksek para ödeyecekler. Bayramlık giysilerini giyip kadife koltuklarda oturacaklar, salon kararıp projektörler senin üstüne çevrilince gözleri yuvalarından fırlayacak. Ölüp ölüp dirilecekler Walt.” (P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:146) “(Hans’ın) Babası mavi ketenden bir işlik <önlük> almıştı kendisine, bir de yün karışımı mavi bir kasket. Hans bir denemek için giydi bunları, tornacı kıyafeti içinde gözüne hsyli gülünç göründü; okul müdürünün, matematik öğretmeninin Flaig Ustanın atelyesinin ve rahip efendinin evinin önünden geçerken ölüp ölüp dirildi. Bunca çile, çaba ve alın teri büyük bir teslimiyetle <kabullenme> yaşanan bunca küçük sevinç, bunca gurur ve hırs, umut ve neşeyle dolu bunca düş boşuna mıydı? Bütün arkadaşlarından daha geç, arkadaşlarının alaylarıyla karşılana karşılana acemi bir çırak kimliğiyle bir atelyeye kapılanmak için miydi hepsi?” (H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:177-8) “ ‘Deniz bir daha dirilmez mi kaptan?’ Süleyman Muhtar güldü. Akıllı, canlı, cin gibi, dost, kül yutmaz yaşamın hiç bir yerinde. Elinde en kadim, en güzel kitaplarla. Dünyanın ıncığını cıncığını bilerek.. ‘Deniz yedi canlıdır,’ dedi. ‘Ölür ölür dirilir ama... Dirilmesi için ona çok yardım etmeliyiz.’ ” (Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:250) Ölür müsün, öldürür müsün : ‘Güler misin, ağlar mısın’ gibisinden, sizi hayrete düşüren ve aynı zamanda çaresiz bırakan hallerde söylenen sözcük “Ölür müsün, öldürür müsün? Yürürken yolunda bir incecik su birikintisi gördüğü zaman telaş eden, atlamaya karar vermeden evvel üç, dört kere iskarpinlerine ve suya bakan, bir sandalyeye oturacağı zaman pantolonunu parmaklarının ucuyla dizkapaklarından tutup yukarı çeken nazlı ve nazenin kuzenimin ağaca çıkmak istemine gel de gülme.” (R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:41) Ölürüm de : Olumsuzluk cümlesinin başına getirilerek: Hiç bir koşul altında (yapmam, gitmem vb.) “BASTIEN - Seni gidi obur seni! Gözlerin ışıl ışıl ışıldayacak, daha da güzel olacaksın. Kanada’ya bizimle beraber gelsene; her Pazar şampanya içiririm sana... THERESE - Ölürüm de gitmem oraya!” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:47) Ölüsü çıkmak : Ölmek “Layev: -Petya, iki gözüm, diyor. Benden pes! Öyle yoruldum ki, beş dakika sonra yatağa girmezsem ölüm çıkar. -Ne, yatmak mı dedin? Sen aklını kaçırmışsın, arkadaş! Yağma yok, önce yemeğimizi yiyeceğiz.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105) Ölüsü dirisinden evla : Bana o denli çektirdi ki, ölüsünü dirisine yeğlerim “... Hiç durmadan, soluk almamış gibi söylenip duruyordu. ‘Evimi yaktılar. Evimi yaktılar. Böyle evladın ölüsü dirisinden evla. Tövbe, tövbe, ettikleri saygısızlık yetmedi, evimi de yaktılar. Yarabbi, bak şu Hasan kuluna da acı. Al şu kızın canını da Çuhacı’nın kızı demesinler artık. Yüzüm kalmadı...’ ” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:49) Ölüsü kınalı : Allahın belası, murdar herif (Argo) Bk.: Ölüsü kandilli “Suat Bey dışarıda eski yerine oturdu. Şipşak’ın dehşetten gözleri büyümüştü: ‘Bire kavanoz dipli dünya... Bire ölüsü kınalı... Herkes, mahpusa, kanlı bir ölüye bakar gibi bakıyordu.” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:96) Ölüsü tenekeli : Bir sövgü sözü olarak ‘Allahın belası’ anlamında (Argo) “İşte yüzü... Kırk paralık erkekliği varsa doğruyu sözler. Hilafım varsa suratıma çarpsın! Cezama razıyım! Vay ölüsü tenekeli... Bunca yaş yaşadım, böyle dubara görmedim. Polisler ayağımızı yerden kestiler!” (K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:236) Ölü toprağı serpilmiş gibi (uyumak) : Çok yorgun, derin derin, sanki ölü gibi (uyumak) “Birden başçavuşa soruyorum: ‘Bu sabah beni neden uyandırmadınız?’ diye Başçavuş: ‘Uyandırmadım mı?’ derken gülüyor. ‘Hem de kaç defa uyandırdım. Fakat üstünüze ölü toprağı serpilmiş gibi yine yattınız’. Sahi, yeryüzünde en korkunç şey Tanrı’dır.” (Ö. von Horvarth, “Allahsız Gençlik”, sa:92) Ölüyü bile gülmekten katıltmak : Herkesi gülmekten kırıp geçirmek “Amanın dostlar, bu köçek Şevki ile ağabeysi Paskal Muharrem öyle insanlar ki, ölüyü bile gülmekten katıltıyorlar. Hele Muharrem, görseniz o gün, denizin üstünde ve Kağıthane’de neler, ne paskallıklar yapmadı?” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:191) Ömrü billah : Ömür boyunca, geri kalan ömrümde “Don Quijote aynı şeyi ikinci mahkuma sordu: adam, epey kederli ve somurtuk biriydi, yanıt vermedi; onun yerine, birinci mahkum konuştu: ‘Bülbüldür o çocuk. Yani sizin anlayacağınız şarkıcıdır, müzisyendir.’ ‘Nasıl?’ dedi Don Quijot, ‘müsizyen ya da şarkıcı olunca da mı kadırgaya yolluyorlar insanı?! ‘Evet, efendim,’ diye yanıt verdi kadırgacı <kürek mahkumu>, ‘çünkü mendil altında şakımaktan daha beter şey yoktur!’ dedi. ‘Oysa, işlediği suçları açık açık söyleyenin bütün suçları affedilir sanırdım ben,’ dedi Don Quijote. ‘Tam aksine,’ diye yanıt verdi beriki, ‘bir kez şakıyan, ömrübillah ağlar.’” (M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:147) “Bu kez Mari hakkında tartışmaya girişmedi bile. Önüne uzatılan bütün kağıtları imzaladı; oysa bir hukukçu olarak bildiği ve yıllar yılı uyguladığı yasalara göre istese ömrü billah uzatabilirdi davayı.” (P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:127) “Orlando birincisinin ardından ikinci çorabı da fırlattı ve ömrü billah toplumdan uzak durmaya yeminli, oldukça keyifsiz bir halde yattı. Ancak bir kez daha karara varmakta çok acele ettiği ortaya çıktı. Çünkü hemen ertesi sabah, uyandığında, masasının üstündeki alışılagelmiş davetiyelerin arasında çok önemli bir hanımın, Kontes R.’nin davetiyesini buldu.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:131-2) Ömrü kalmamak : Hayatını yitirmek üzere olmak “Parisli meslektaşından büsbütün değişik olan bu Monsieur Derville de, asık suratlı, söz ağzından dirhemle çıkan bir adamdı. Durumu açıkça görüşmek istemedi düşesle; ama papaza, küçüğün altı aydan çok ömrü kalmadığını bildirdi.” (Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:74) Ömründe doktor nedir bilmemek : Yaşam boyunca hasta olmamakla gururlanan kimselerin söylediği şey “Mr. Ramsey ihtiyar Macalister’e, ‘çok sürmez, biz göçüp gideceğiz; ama çocuklarımız hiç görmedikleri şeylerle karşılaşacaklar,’ diyordu. Macalister, ‘Geçen mart yetmiş beşine girdim,’ dedi; Mr. Ramsey yetmiş birinde idi. Macalister, ‘Ömrümde doktor nedir bilmem,’ dedi, ‘ağzımda tek diş eksik değil.’ ” (V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:329-30) Ömrünüze bereket : Sizin gibi iyi adamlar çok yaşasın; uzun, bereketli ömürler dilerim “Misis Sampson: -Ömrünüze bereket, Mister Pratt. Dirty’nin şiirlerinden ağzım yandıktan sonra bu güzel şeyleri işitmek hoşuma gidiyor, diye hoşnutluğunu gösterdi.” (O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:69) Ömrü uzun olsun : Bir bebek doğumca, aile yakınlarının, bebeği kutlamalarının yanında, anne-babaya gösterdiği iyi niyet belirtisi “Kapı aralandı, suyu istedi ebe. ‘Bir oğlun var,’ dedi. Az sonra odaya çağırdı. Belemiş, avcuna almış, el kadar birşey. ‘Pamuğa sarıp inci kutusuna yatırılır bu; Zebercet koyun adını,’ dedi..... O gece otelde ilçelerin birinden bir yakınlarının Ağırcezadaki duruşmasına gelmiş dört adam kalıyormuş; akşam yemeğinden dönünce sırayla Ahmet Efendi’nin elini sıkıp ‘Ömrü uzun olsun’ demişler.” (Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:13) Ömür : birimi Bir insanın (ya da varlığın, i.e. hayvan, bitki v.b.) içinde yaşadığı, canlı olarak varolduğu zaman “15 Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan, Yakut şarabı billur kadehe doldur, seher vaktidir, ey delikanlı uyan Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı...” (N. Hikmet Ran”, “Yeni Şiirler”, sa:39) Ömür adam : Hoş, ilginç davranışları olan kimse Bk.: Ömür olmak “TRAPPOLA - Yeni bir dükkan açılınca ilk zamanlar kahve mükemmel yapılır. Aradan altı ay geçtikten sonra dayan sıcak suyu (Çıkar.) RIDOLFI - Çok ömür adam. Dükkanım için ondan çok şeyler bekliyorum; çünkü hangi dükkanda bir adam vardır ki soytarılık yaparak alemi güldürür, herkes oraya koşar.” (C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:6) Ömür biçmek : Geri kalan hayat süresini hesaplamak kitaplamak “HAZER BEY - Ömrümün neresindeyim bilemem oğul. Kaç zamandır sakallarına bakıp kendime ömür biçmekteyim. Sakalların göğsüne inmeden, kollarımı toprak kavuşturmadan torun isterim kucağıma.” (M. Mungan, “Geyikler Lanetler”, sa:86) Ömür boyu : Yaşam süresince, hayatı boyunca “Gerçi ömür boyu bir davaya hizmet eden, rahat ve esenliğini bir yana bırakıp kendini belli bir amaca adayan kimsenin, köle ya da silah ticareti yapıp gel keyfim gel bir hayat sürenlerle bir tutulmasını aklım almıyor hiç.” (H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:49) Ömür olmak : Eğlendiren, ilginç, tuhaf, çok hoşa giden şeyler söylemek “Gerçi başka türlü söylemişti, çıkaramadım ben, benimki uymadı… Lise’in buna dair söylediği pek ömürdü. Ben anlatmayı beceremem, zaten çoğu da unuturum. Şimdilik hoşça kalın; çok sarsıldım, deli olmak işten değil.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:88-9) “Ama soruşturma sırasında, manavın o saatte dükkanda olmadığı ortaya çıktı. Dükkana karısı bakıyormuş o gün. ‘Şu Marino ömür adam! Bir kez olsun doğruyu tutturamıyor.’ ” (D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:34) Ömür ipliği kesilmek : Hayatını yitirmek, ölmek “HAYALET -... Günahlarımdan sıyrılmaya vakit bulamadan, ayinsiz, hazırlıksız, duasız ömür ipliğim kesiliverdi . Helalleşmeden, bütün vebalim boynumda, hesap vermeye gönderildim.” (W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:37) Ömür olmak : Hoşlanmak, zevk almak, huzur duymak “Hızlı ve büyük yaz yağmurlarından sonra, akşamın alacakaranlığında yer yer hasıl olan küçük küçük gölcükler, yer yer toplanan hafif kumlar ve birer şırıltı ile ufak bayırlardan akan billur gibi selcikler arasından araba ile yavaş yavaş geçmek ne ömür oluyordu...” (O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:64-5) Ömür törpüsü : Kişiyi üzen ve yıpratan durum, hayat boyunca süren alışılagelmiş bir meşgale ya da alışkanlık “... çünkü mirasa benim sayemde konmuş oluyordunuz. Ölen, Agrafena Aleksandrovna ile evlense zırnık alamazdınız. İvan, -Demek, ömür törpüm olacaktın! diye diş gıcırdattı.- Ya ben de o zaman gitmeyip seni haber verseydim?” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:207) “Bu tür söyleşilerle ilgili olarak Ziegenhalss’ın sayıp döktüğü başlıklara bir göz attığımızda bizi yadırgatan şey, bunları her Tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerinin pek geniş kapsamlı tüketimine, ‘tüketelim’ parolasıyla ön ayak olmasıdır.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:20) “Büyüdükleri zaman yazar olmak isteyen çocukların, bu yazı yazma illetinin ne doymak bilmez bir ömür törpüsü olduğunu şimdiden anlamaları için bile olasa anlatmaya değer, garip bir yaratıcılık deneyimi oldu bu.” (G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz “Karısının ömrünü törpüleyip durması, evin gelirinin üstünde harcayarak girdiği borçlar sonunda, durumun normalden çok uzak oladuğunu fark eden tek kişi gene kendisi oldu.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:44) Ön ayak olmak : Öncülük, önderlik etmek; Başlatmak “Bu tür söyleşilerle ilgili olarak Ziegenhalss’ın sayıp döktüğü başlıklara bir göz attığımızda bizi yadırgatan şey, bunları her Tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerinin pek geniş kapsamlı tüketimine, ‘tüketelim’ parolasıyla ön ayak olmasıdır.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:20) “Kızlar: ‘Topları biz alalım, ona veririz’, diye bağırıyor hemen. Açıkgöz şeyler; topları ancak oğlanın aracılığıyla elde edebileceklerini, ama bu aracılığa da kendilerinin önayak olmaları gerektiğini sezdiler.” (F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:143) “Sonuçta, bizim arkadaş grubumuz ne kulübe, ne edebiyat cemiyetine, ne siyasi partiye, ne de gizli örgüte dönüştü. Buluşmalarımız gizli bir çerçeveye bağlı kalmayan, açık, bol içkili ve bol dumanlı, şamatacı niteliklerini korudular. Hemen her zaman Murad’ın ön ayak olması sonucu buluşsak bile, aramızda hiçbir hiyerarşi yoktu. Genellikle onun köydeki eski evinin taraçasında toplanıyorduk.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:31) Önceki yaşamlar : Bk.: Karma Öngörü : Geleceği önceden kestirebilme yetisi “Kaos ------Sen kelebeğin içindeki sarı sıvısın, sen, bir mucize bekleyen kör bir inatla ve bir tırtıl belleğiyle, sıfır öngörüyle. Tırtılın içinde yüzdüğü kimyaya sıfır mesafede. Etere bulanmış oyalı kanatlarıyla görünmeyen. Gözün yok senin. Sürecin gözü olmaz. Kargaşa tırtıla ait tabii bir de yeryüzüne.” (Sarah Day-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.07.05) Önsezi : Yakın gelecekte olabilecek bir şeyin önceden sezinlenmesi, duyumsanması “Kötü bir önsezi, bana daha birçok değerli soylu şeylerin mahvolmuş olabileceğini hatırlattı. Birdenbire kalbimde yeni bir burkulma hissetim: Meğer ben yurdumu ne kadar çok seviyormuşum, ruhumla huzurumla bu çatılara, kulelere, köprülere, sokaklara, ağaçlara, bahçelere, ormanlara ne kadar bağlıymışım! Heyecan ve telaşım üstelemiş, daha hızlı, bayram yerine koştum.” (H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Kasırga”, sa:27) Önünde sonunda : Eninde sonunda; her halü karda, temelde, esasta Bk.: Eninde sonunda “NEUWIRTH - Bir aksilik mi var? YARDIMCI - Müdür size kendisi anlatacak. Ben yalnızca şunu rica edeceğim. Lütfen, aklınızı başınıza toplayıp, müdürümüzü anlamaya çalışınız..... Dikkatli olalım; ne müdürümüzün, ne kurumumuzun, ne de herhangi birimizin başı belaya girmesin. Benden bu kadar... Önünde sonunda hepimiz yetişkin insanlarız, öyle değil mi?” (V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:29) “Lafı buraya getirmek istediğim için yineliyorum. Papalar on dokuz yüzyıl boyunca giyim yasasındaki her türlü esnekliğe karşı çıkmışlardı kuşkusuz; ama bu düzenlemeye artık gerek olmadığı kanısına varmalarının ardından, önünde sonunda düşünce tarzlarının evrimini göz önünde bulundurmalarının ardından, bir şekilde, bu değişimi fiilen geri döndürülemez kılarak ‘geçerli’ hale getirdiler.” (A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:160-1) “‘... dünyaya birden çok kişi gibi yerleştik mi dünya bizi borçlu çıkarır ve önünde sonunda alır alacağını. Dünya avantacıları önünde sonunda alır götürür. Şair Necati Gerçektan da durmadan borçlanıyordu. Alabildiğine körü körüne. Dünyanın kendisine bir gün kabarıkça bir fatura yollayacağını bilmeden, bilmek istemeden...’ ” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:134-5) “Bütün söylentilere karşın, kentin kaldırabileceğinden çok daha fazla sayıda pezevenk kadın vardı burada. Ah ah, daha bir genç olsaydı!.. Ama işte, önünde sonunda buradaydı ve ne yapıp yapıp yolunu bulması gerekiyordu.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33) Önüne bir kemik atmak : Para ya da küçük bir avantaj sağlayarak birini susturmak, yararına kullanmak Bk.: Ağzına bir kemik atmak “‘Dede kendi boğazına yemez bir cimri herif olup bizim evin masrafını neden görür bakalım?’ ‘Herhal bir domuzluğu vardır. Benim de param olsa, hiç durmam, senin gibi avanağın önüne bir kemik atarım, icabında dilediğim oyunu oynatırım.’ ” (K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:293) Önüne düşmek : Yol göstermek için kılavuzluk etmek, bir yerlere gütmek, tutsaklara verilen emir “-Ne yapalım, diyordu. Burada hiç olmazsa doya doya uyuyor, eski yorgunluklarının acısını çıkarıyor. Evdeki gibi ‘para!’ diye boğazına sarılan yok. Ayakta duracak halde değilken: ‘Haydi düş önümüze... Sosyeteye, dansa gidiyoruz,’ diye bağıran yok.” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:98) Önüne gelen : Rastlayan; Aklına esen; Karşısına her kim çıkarsa “Trenden iner inmez eşyasını geçici olarak istasyonda bıraktı; önüne gelene sorup kendisine yabancı sokaklardan geçerek, yağmur altında kovalanıyormuş gibi hızla koşan ve sorularına pek isteksizce karşılık veren aceleci insanların arasından yürüdü.” (S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5) Önüne katmak : Bir mağduru (tutuklu ya da cezalandırılacak kişi) öne koyup ardından yürümek ya da koşmak “Ruşen Ali, elindeki ekmekleri bir duvarın üstüne yerleştirdi, geriye döndü, ona sümüklü oğlan diyenin üztüne zorladı, onu bir sopada yere yıktı. Ötekileri de kattı önüne, serseriler öyle kaçıyorlardı ki, yellerine sapan taşı ulaşamaz.” (Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:26) “BİRİNCİ YAZAR (Soğuk.) - Polis mi işe karıştı? DÖRDÜNCÜ YAZAR - Evet, ama en sonunda... BEŞİNCİ YAZAR - Bizimkiler çoktan -görmeliydiniz bir- aslanlar gibiydiler - önlerine kattıktan sonra herifleri! DÖRDÜNCÜ YAZAR - Derileri yüzüldü sopa yemekten.” (L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:61) Önüne koymak : Gereken herşeyi, özellikle pişmiş yemeği, hazırlayıp kotarıp o kişiye hazır sunmak “Bir zamanlar rahmetli babamın kullandığı eski eldivenleri pençelerime geçirmeyi kendime yedirememiştim. Hep şehirde satılan çocuk eldivenlerindeydi gözüm. Babacığım haşlanmış bezelyeye bile sesini çıkarmaz, oturur afiyetle yerdi; bense ağzıma koymazdım bezelyeyi, ille tavuk, kaz falan gelecek önüme. Domuz kızartmasına bile burun kıvırdığım olurdu; oysa canım anacığım domuzu bir güzel kızartır, koca bir bardak birayla önüme koyardı.” (Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134) Öp babanın elini : Hayda, bu da nereden çıktı? Şimdi ne yapacağız? Bk.: Öp dedenin sakalını “HECTOR - İki kocalı! Al sana bir bilmece. (Bir ağızdan.) ELLIE - Sadece yarım saat önce, Kaptan Shotover’in beyaz karısı oldum. Mrs. HUSHABYE - Öp babanın elini! Nerede?” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:128) Öp (Öpün) de başına koy(un) : Razı ve müteşekkir ol, lutuf kabul et “-Bir türlü anlamak istemiyorsunuz. Bu, sizin göreviniz değil. -Ne dediniz, ne dediniz? Benim görevim değil mi? Çok şaşırdım doğrusu! Ulu orta rezalet çıkarsınlar, ben karışmayayım, öyle mi? Yoksa yaptıklarını öpüp başımın üstüne mi koyaydım? Bakın, şarkı söylemeyi yasakladığım için şikayete gelmişler. Şarkı karın doyurmaz ki. İşlerini güçlerini bırakıp şarkı söylüyorlar.” (A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:121) “ARABACI - Sizin hesabınıza ben utanıyorum. Ta Napoli’den Venedik’e kadar bahşiş diye bir zekkino veriyorsunuz. İnsaf da yok sizde. LELIO - Bahşiş vermek bir nezaket gösterisidir. Bir mecburiyet değildir. Gönlümden o kadar koptu, Öp de başına koy.” (C. Goldoni, “Yalancı”, sa:56) “MANGAN - Kimsenin elinde oyuncak olmaya niyetim yok. Hem, ben babanız gibi sersem kazın biri değilim. ELLIE, sakin bir gülümseyişle. - Siz babamın tırnağı bile olamazsınız. Gönül indirip sizi kullanmaya razı olmuşum. Öpün de başınıza koyun. İsterseniz bozun nişanı. Ama bozarsanız, bir daha Hesione’un evine adımınızı attırmam.” (G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:64) “‘... oğlum Sedat, alay etmek için söylüyorsam iki gözüm önüme aksın, herif bunu da bırakmasaydı ne yapacaktın. Banka memuru maaşınla kalacaktın şeyim gibi, gene de öp başına koy bu evi, beni dinle...’ ” (A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:18) Öp ustanın elini : Bir yarışmadan sonra, kaybedene söylenen söz “Bir pazar günü öğleden sonraydı. Tüm kapıların önüne insanlar yığılmıştı, soluk soluğaydılar. Çoğu bağırıyordu: -Bravo Marco! -Öp ustanın elini, Miyu!” (P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:59-60) Öpüp başına koymak : Kazandığı bir şey ya da ödülden dolayı mutlu olup onu değerlendirmek, kutlamak “Kont, dalgın bir tavırla altın enfiye kutusunu mermer masanın üzerine vurmayı südürerek: ‘Her şeye izin veriyorum ve minnettar olurum,’ dedi. ‘Nişandan bağımsız olarak bana bir de çocuklarıma geçebilir soyluluk belgeleri verin, ben öpüp başıma korum, başka bir şey istemem.’ ” (Stendhal, “Parma Manastırı”, sa: 337) Öpüşüp koklaşma : Anne ile bebeği veya çocuğu, ya da iki sevgili arasında oluşan sevgi gösterisi “Ninesiyle de öpüşüp koklaşma bittiği zaman sıra anamın sevmediği acıdığı halasına gelirmiş sevmezmiş onu...” (B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:95) Ördekçek : Peru’da oynanan sosyal bir oyun “Tren istasyonunun karşısında, pencereleri basma perdelerle, masaları muşamba örtülü, ‘Ördekçek’ adlı küçük bir lokantadaydılar…. Birkaç saattir, öğle yemeğinden beri orada oturuyorlardı. Lokantanın sahibi Ubilluz’la Vallejos’u tanıyor, arada bir çene çalmak için masaya uğruyordu. Adam gelince konuyu değiştiriyorlardı hemen. Mayta ‘ördekçek’ adının nereden geldiğini sordu. 20 Ocak Şenliğinde Yauyos’ta oynanan bir oyundan gelirmiş. ‘Pandilla dansı’ yapılır, dans edenler ve atlılar bir yere asılan diri bir ördeği tutup çekerek kafasını koparmaya çalışırlarmış.” (M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:143) Öreke; Öreke çevirmek : Yün, keten vb eğirilirken ipliklerin tutturulduğu ucu çatallı deynek; Yün eğirmek “Evi bir manastırın içi gibi düzenliydi. Her sabah hizmetçilerine işlerini dağıtır, reçellerin yapılışına bakar, öreke çevirir yahut mihrap örtülerine nakış işlerdi. Yalvarıp yakarmış, Tanrı da kendisine bir oğul vermişti.” (G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53) Örneğin : Misal, mesela “Quinn’e gelince, bizi oyalayacak pek bir şey yok. Kimin nesidir, nerelidir, ne iş yapmaktadır, bunların hiç önemi yok. Örneğin, otuz beş yaşında olduğunu biliyoruz. Bir zamanlar evliymiş, üstelik baba da olmuş; karısıyla oğlunun artık hayatta olmadıklarını biliyoruz.” (P. Auster, “Cam Kent” -New York Üçlemesi 1-, sa:7) “Odada bir sürü nesne var ve hepsinin üzerine kalın büyük harflerle tek sözcük yazan beyaz birer bant iliştirilmiş. Örneğin başucundaki sehpanın üzerindeki banda, MASA yazılmış.” (P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:9) “... kimilerinin -örneğin büyük mağazaların- elinde fazlasıyla nakit para oluyor ve akşam olduğunda onları bir bankanın kasasına koyacak vakit kalmıyor; kimilerinin de -örneğin nakit parayla çalışan otomobil alım satım şirketlerinin- elindeki nakit para tükeniyor...” (H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:143) “HASTALIK KORKUSU ------------------------------başını döver çekiçle bir şiir uydurmak için size, örneğin: ürküyorum gözlerimi kapamadan yaşamak istemiyorum karanlıkta, görmek istemiyorum olanları Paris hastaneleri tıka basa dolu, hasta insanlarla” (Breyten Breytenbach<d.1939>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.09.07) “YERÇEKİMLİ KARANFİL Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde Oysaki seninle güzel olmak var Örneğin rakı içiyoruz, içimizde bir karanfil düşüyor gibi Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda” (Edip Cansever<1928-1986>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:162) “‘Ricada bulunmak mı?’ ‘Evet. Örneğin eski görevinize geri dönmeniz için.’ ‘Böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmedi. Üniversite kapandı benim için.’ ‘Çünkü yürüdüğünüz yol, Tanrı’nın sizin için uygun gördüğü yol. Biz buna karışamayız.’ ‘Anlaşıldı.’ ” (J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:201) “Bunlara baktıkça, Tarascon’dan binlerce fersah ötelerde, Orta Afrika’nın göbeğinde sanırdınız kendinizi. Söylemek bile fazla, bütün bu bitkiler doğal büyüklükte değildi. Örneğin Hindistan cevizi ağacının yüksekliği bir pancar boyunu geçmezdi...” (A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:8) “‘Evet, bu iyi yürekli dul Bayan Chauvet, dağda küçücük bir köyde enikonu ilginç bir hayat yaşayan, yetmişli yaşlarının sonunda, kocamış, hoş bir kadındı. Heybetli ve saygın dış görünüşüyle yine de, kendi halinde, renkli bir kişiydi. Saçları örneğin...’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:452) “Baudolino ara sıra anlatmayı kesiyor, güzellik uzmanının ne yaptığını anlamaya çalışıyordu, örneğin küçük bir kaptan bir kertenkele çıkarıyor, kafasını ve kuyruğunu kestikten sonra, ince ince doğrayıp neredeyse kıyılmış hale getiriyor ve sonra bunu küçük bir tencereye koyup zeytinyağında pişiriyordu.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:59) “BİLİNMEYEN KONUK : -----------------------------Bir partiye gitmek için giyinmişsinizdir örneğin, Aşağı iniyorsunuzdur. Her halinizle, Seçtiğiniz role uydurmuşunuzdur kendinizi, derken, Sonuna geldiğinizde merdivenin, Bir basamak daha vardır, fark etmezsiniz onu, Boşlukta kalır ayağınız, sendelersiniz.” (T.S. Eliot, “kokteyl parti”, 33-4) “Bu ziyaretlerde gözetlenmesi gereken seremoni de şu idi: Bir aile, dğer aileye ziyaret yapmak için haber iletmek istediğinde, genellikle ailenin en büyük kızı, bizim ailede Nisa ve ben, apar topar komşunun zilini çalar, örneğin: ‘Meziyet teyze, halam selam söylüyor, eğer bir maniniz yoksa, bu akşam yemeğinden sonra sizlere bir kahve içmeye geelmek istiyoruz.’ ” (İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:22) “ ‘Biz örneğin,’ diyordu, ‘neden tanıştık? Hangi rastlantı bu tanışmayı hazırladı? Ta uzaklardan gelip birbirine kavuşan ırmaklar gibi, geçtiğimiz yollar da bizi birbirimize ulaştırmış olacak herhalde.’ Sonra genç kadının elini kavradı. Emma bu kez elini çekmedi artık.” (G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:163) “Sınırdan içeri sızan ve kolay kolay baştan atılamayan bu düşman <ahlak çöküntüsü> karşısında takınılacak değişik tutumlar vardı. Hiç ses çıkarılmaksızın acı gerçek benimsenip sineye çekilebilirdi örneğin, zamanının seçkin kişilerinden bazısı da böyle davranmıştı.” (H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:23) “Örneğin bana bir ara ne tip öğrencilerin kendisini ilgilendirdiğini ve bunları hangi yoldan inceleme konusu yaptığını anlattı. Öğrencilerden bazılarını avucunun içi gibi biliyor, tanıyordu. Dersten önce bana, ‘Başparmağımla sana bir işarette bulunduğumda, falan ya da filan kişi başını çevirip bize bakacak ya da ensesini kaşıyacak,’ diyor, buna benzer şeyler söylüyordu.” (H. Hesse, “Demian”, sa:72) “‘Bir şey soracağım, Bay K., acaba Pazar sabahı kotramdaki partiye katılma zevkini verir miydiniz bana? Epey kalabalık olacak ve gelenler arasında hiç kuşkusuz tanıdıklarınız da vardır. Örneğin Savcı Hasterer gibi.’ ” (F. Kafka, “Dava”, sa:49) “Bunun üzerine cesaretlenir gibi oldu; vücuduna bir birlik ve bütünlük sağlamak üzere ellerini kavuşturdu, biraz isteksiz: ‘Ancak bunu herkese karşı yaptığım yok,’ dedi. ‘Örneğin size karşı, çünkü elimden gelen bir şey değil.’ ” (F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:13) “Hangi kervan en güçlüyse, kervansarayda onun borusu ötüyor, sonra da güçlülük durumlarına göre öteki kervanların sözü geçiyordu. Ancak durumu bütünüyle açıklamaktan uzaktı bu. Örneğin, büyük giriş kapısı normalde sımsıkı kapalıydı; onu gelip giden kervanlara açmak her vakit bayağı merasime bskıyor, hayli zahmeti gerektiriyordu. Kervanlar dışarının yakıp kavurucu güneşi altında çokluk saatlerce bekletildikten sonra içeri alınmaktaydı” (F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:279) “Bazen biz, şeytanlık olsun diye, bazı düzenbazlıklar yapar, sonra da sırtımızı onlara dönerdik. Örneğin yaşlı bir başhemşire her seferinde, akşamları arada bir atıştırmak için, iki domuz kıymalı poğaça getirirdi. Bir akşam onlardan birini masasından çaldım.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:130) “... örneğin, küçük bir kıza tecavüz etmediğini kanıtlamak için yargıcın önünde, zarf açacağı ile kendini ‘yaralayan’ Yehova Tanığı hikayesini biraz aşırı bulduğunu, arkadaşlarının da aynı görüşte olduklarını... anlatırken, ben düş kırıklığından öfkeye, öfkeden düş kırıklığına gidip geliyordum.” (Mario.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:149) “Urania. Ana babası hiç de iyilik yapmamışlardı kıza. Adı, aynanın yansıttığı ince uzun bedenli, yüz hatları zarif, mat tenli, biraz hüzünlü bakan iri kara gözlü başka her şeyi anımsatıyordu. Örneğin bir gezegeni ya da bir minerali. Urania! Nereden akıllarına gelmişti?” (Mario V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:11) “Uzun lafın kısası bu eve girmişti ve girdiğini benden gizlemişti. Niçin? Kendi kendime açıklamalar yapıyor, makul nedenler arıyordum! Acaba bu gizlilikte, kötülükle hiç ilgisi olmayan bazı nedenler bulunamaz mıydı? Örneğin, birisi hakkında bilgi almaya gitmiş olamaz mıydı?” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:116) “İÇERLEK -----------Şiirlere bir insan evlerden bir şey katmadan Nasıl girer, şaşıyorum. Örneğin, daha demin kavgalar, dargınlıklar Varken -işleyen saatler gibi alışılmışKapı çalınsai biri gelse, gülüşmelerin, kaynaşmaların Birden başlaması yok mu afallamış odalarda?” (B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:48) “Bay Charrington’dan kurtulup merdivenlerden yalnız indi, dışarı çıkmadan önce caddeyi kolaçan ettiğini yaşlı adamın görmesini istememişti. Daha şimdiden, uygun bir süre sonra, örneğin bir ay sonra dükkanı yeniden ziyaret etmeyi kararlaştırmıştı bile.” (G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:86) “Örneğin, Rougier’ler vardı. Yaşlı, partallar içinde, bodur bir çift. Değişik bir iş yapıyorlardı. SaintMichel Bulvarı’nda kart-postal satarlardı.” (G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:22) “KÜL -----Cesur olmaktı hepimizin düşlediği! Oysa sadece birer yaşlıyız şimdi. Benim artık şiir yazdığım yok. Sen de şiir yazmıyorsun artık. -----Aramayın bizi. Biz yokuz çünkü. Oysa başka türlü bitebilirdi günlerim çok daha basit ve doğal şeyler yaparak: bir çocuğun gözyaşlarını silerek örneğin” (Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.03.07) “İSMENE Eğilmeyi büyüklüğün ölçüsü sayarım ben. Korkaklar (örneğin kız kardeşim) eğilmek gücünden yoksundurlar, onların büyüklüğü soğuk bir kasılmadır sadece. Öyleyse nedir o gururları? Erdemleri nedir?” (Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:173) “Örneğin, içinde mürekkep şişesi olan şu mukavva kutuyu alalım ele. İyice belirtmeye çalışmalıyım, bu kutuyu önce nasıl görüyordum, şimd nasıl. Deneyelim! Dik açılı bir paralel yüz, açılıyor. - saçma, bu konuda söylenecek hiçbir şey yok.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:5) “Örneğin şöyle bir düşünün: Aynı anda ters yönlerden yola çıkan iki araba. Birinin daha önce hareket etmesi gerekiyor, ama son anda telefon çaldığı için sürücüsü yarım saat gecikiyor. Acaba telefonu açmasaydı zamanında yola çıkabilecek miydi? Ama işte, telefona gidiyor ve geç kalıyor.” (S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:7) “Öfke hissettiği an kendisini kapattığını elimden geldiğince açık bir şekilde gösterdim. Öfkeyi sadece pasif olarak gösterebiliyordu, örneğin, evi temizlemeyerek ya da elbiselerini sandalyenin üzerinden kaldırmayarak. Evi hiç bir zaman temizleyemediğini söyleyerek cevap verdi. Bunun saçma olduğunu söyledim, bunu istediği her zaman yapabilirdi.” (I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:133) “... Örneğin, altın tabaka, böyle bir armağanı asla kabul etmemeliydim, sonra o fırtınalı gecede boynuma doladıkları o ipek şalı da tabii. Bir süvari teğmeni olarak giderayak cebime konulan puroları kabul etmemem gerekirdi. Sonra o atı - aman Tanrım, hemen yarın sabah bu konuyu Kekesfalva ile konuşmalıydım.” (S. Zweig, “Sabırlı Yürek”, sa:96) Örselenmek : Yıpranmak, zarar görmek, zedelenmek “GENÇLİK AŞKI --------------------Ne kalmışsa büyük düşlerimizden, Şimdi kırık dökük örselenmiş. -Tanrının yorgunluğunu düşünüyorum da: Ne çabuk öğütüyor her şeyi ömrümüzden.” (Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14/02/08) “İSTERSEN HİÇ BAŞLAMASIN İstersen hiç başlamasın Bu hikaye eksik kalsın Onca yaraların ardından Yeni bir aşk yaratamazsın Örselenmiş bir çocukluk” (M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:107) Örtbas etmek : Gerçeği gizlemek, olayı kapatmak “Teabing, ‘Şuraya bakın,’ diye veryansın etti. ‘İnsanlık tarihindeki en büyük örtbas buydu. İsa Mesih evlenmekle kalmamış, aynı zamanda baba olmuştu. Tatlım, Magdalalı Meryem, Kutsal Kase’ydi. İsa Mesih’in asil nesli ile dolu olan kadehti. Soyu taşıyan rahim ve kutsal meyvenin çıktığı üzüm bağıydı.’ ” (D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:278) “Nietzsche. ‘Aurore’ <Tan kızıllığı>. ‘Asla örtbas etme, senin düşüncelerine karşı düşünülebilecekleri asla kulak arkası etme. Bunu yapacağına dair ciddi bir yemin et. Bu, düşüncene borçlu olduğunun ilk dürüstlük eylemidir.’ ” (A. Camus, “Defterler 3”, sa:100 “Süpersınıf kendi değerlerinin reklamı yapmak istiyor..... Kimsenin hayatın tadını çıkaramadığından, herkesin kendini güvensiz ve endişeli hissettiğinden, mücevherlerin, arabaların ve şişkin cüzdanların büyük bir aşağılık kompleksinin örtbas etmeye çalıştığından haberleri bile yok.” (P. Coelho, “Kazanan yalnızdır”, sa:272) “Şimdi ise birdenbire paylaşamaz olmuşlardı, hem takılıyorlar hem seviyorlardı beni. Ayrıca, düellomuz her tarafta duyulduğu halde, büyükler meseleyi örtbas etmişti.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:234) “Murtzuflos’un kıyıdaki Filea’ya saldırdığı söyleniyordu, Haçlılar karşı koymuştu, bir savaş olmuştu, ya da bir çarpışma; ama Murtzuflos kötü yenilmişti, ordusunun Meryem Ana simgeli bayrağını ele geçirmişlerdi. Murtzuflos, Konstantinopolis’e dönmüş ve adamlarına bu utancı kimseye söylememelerini tembih etmişti. Latinler onun bu olayı örtbas ettiğini öğrenmiş ve bir sabah tam surların önünden, Meryem Ana simgeli bayrağı gösterip, Rumlara edebe aykırı el, kol işaretleri yaparak bir kalyonla geçmişlerdi.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:491) “Suzy Blau, rehabilitasyon merkezi öyküsünü oldukça iyi karşılamıştı. Esther durumu annesiyle babasına anlatırken de hastaneyi bir dinlenme yurdu biçiminde örtbas etmeye çalışmış, ama onlar buna kanmayıp çok öfkelenmişlerdi.” (J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:29) “Ne kadar örtbas edilmeye çalışılsa da Batılılarca, Praksiteles, Atina’nın heykeleini yaparken altın çaldı diye hapishanede öldü. O Atina’daki Praksiteles’i suçlayanlar arasında, bin kölesini Laurium madeninde çalıştıran herifler vardı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:23) “‘... Zaten daha şimdiden İsa’yı ele vereen Yahuda Iscariot’un lehinde gelişmeler var. Albay Burr ve herkesin iyi bildiği violonist Sinyor Neron da fazla sevilenler arasında... Çağımız herkesin kusurunu ört bas etme çağı...’ ” (O. Henry, “viski soda”, sa:84) “‘Elbette, yüz karası! O zamanlar işte böyle bir his vardı içimde, o gün bugün de durumda değişen bir şey olmadı. Mutsuz olmak bir yüz karasıdır. Yaşamını kimsenin görmesine izin vermemek, bir şeyi saklayıp gizlemeye, ört bas etmeye çalışmak, yüz karasıdır.’ ” (H. Hesse, “Rosshalde”, sa:60) “Zamanla soruşturma sonuç verdi. Görgü tanığı olmaması nedeniyle, hemşire serbest bırakılmıştı. Ne mükemmel bir örtbas olayı. Carstairs, göze görünür bir ilerleme kaydettiğinden dolayı, mahkemeye verilmiş olsaydı, bu ilerlemenin bir yara alacağı hesaba katılmıştı.” (J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:193) “Cimriliğimi örtbas etmek için cömert gibi göründüğümü, akılsız oldğum halde ihtiyatlılık tasladığımı, içimde bastırdığım öfkelerime yenik düşmemek için uzlaşıcı olduğumu, sırf başkalarının vaktini ne kadar az umursadığım anlaşılmasın diye dakik davrandığımı da anlatmıştım.” (G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67) “HARPAGON - Vay, alçak, işlediğin cinayetten yüzün kızarmıyor mu? VALERE - Ne cinayeti, neler söylüyorsunuz Allah aşkına? HARPAGON - Ne cinayeti mi? Rezil! Ne demek istediğimi sanki bilmiyor muşun gibi. İşi örtbas etmeye kalkışma...” (Moliere, “Cimri”, sa:118) “Babam, aynı anda benim davranışımı örtbas etmek için o kalın ve boğuk sesiyle, ‘Mathilda hasta mı?’ diye sordu. Büyükbaba kendine özgü tarzıyla gülümsemiş ve kendimle meşgul olduğumdan dikkatimden kaçan bir cümleyle yanıt vermişti.” (R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:61) “Fareyi yakalayamadıktan başka, bir çanak değil, sanırım beş on tane birden kırmıştım… Ev sahiplerine ne cevap vereceğimi, münasebetsizliğimi örtbas etmek için nasıl bir kaçamak bulacağımı düşünmeye vakit kalmadan oda kapısı açıldı.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:355) “Yaşamöykücümüz şu anda örtbas edeceğine açıkça söylemesi belki de daha hayırlı olabilecek bir sorunla karşı karşıya. Orlando’nun yaşamöyküsünü anlatırken şu ana kadar özel gerekse tarihsel belgeler yaşamöykücünün başlıca görevini yerine getirmemizi; yani sağa sola bakmadan, çiçeklerin çekiciliğine aldırmadan; gölge mölge demeden; pattadak mezara düşüp başımızın üstündeki mezar taşına ‘son’ yazılana dek sistemli bir biçimde, hiç durmadan gerçeğin silinmez ayak izlerini izleyerek yürümemizi mümkün kıldılar.” (V. Woolf, “Orlando”, sa:50) “Gereken şey, şaşırtmak, ilk bakışta dikkati kendi üzerine çekmek, içindeki sıkıntıyı ve umutsuzluğu, gürültülü-patırtılı bir takım palavralarla örtbas etmek.” (S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:133) Örümcek kafalı : Geri kafalı, bağnaz, ilkel düşünceli “Özellikle Köy Enstitüleri’nin katkılarıyla yurdun dört bir yanında eleştirel düşünce biçimini benimsemiş, bilgilenmeyi sürekli gereksinim sayan genç dimağların yetişmesi, modern giysilerin taşıyıcısı örümcek kafalıların, halkın eğemenliği ilkesinden gerçekte yalnızca kendi kısır hesaplarına hizmet edecek iktidarları anlayan bir kısım politikacıların gözünü çabuk korkuttu.” (A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:19) Öte beri : Genellikle günlük yaşamda kullanılan kap kacak, yiyecek şey ve giyilecek eşya vb. “…yaslı evimize döndük, eski düzen büyük sandık odasının boşaltılmasında ona yardım ettim. Annemin yıllar yılı gezgin satıcılardan almış olduğu öte beriyi çıkardık, ortaya döktük: Yığın yığın paslanmış tıraş bıçakları, sabunlar, böcek öldüren tozlar, yarı çürümüş bel lastikleri, kutu kutu çengelli iğneler. Babam ağlıyordu.” (H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:97) “KAHVECİ HASAN - Baş üstüne efendim! Yarına nikah, perşembeye de düğün. Kızı mutluluk yuvası eve göndereceğiz. AZMİ EFENDİ - Öyle ya! İçgüveysi olacak değilim ya? AZMİ EFENDİ (Çekmeceyi açıp para çıkararak.) - Peki! Şunu da al da, ağırlık olarak öteberi almak için harcarsınız.” (R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:106) “Bay Brooker esmer, ufak tefek, huysuz, İrlandalı’ya benzeyen, insanı şaşırtacak denli kirli bir adamdı. Sanmam ki, ellerini bir kez bile temiz görmüş olayım. Bayan Brooker sağlığını yitirmiş olduğundan, çoğunlukla yemeği adam hazırlardı; eli kirli olan herkes gibi onun da öte beriyi tutmada özel, değişmez bir tarzı vardı.” (G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:25) “Kadın sinirli sinirli güldü. ‘Siz de ne cins adammışsınız yahu, hem benim adım Luise değil, Therese’dir.’ ‘Therese... rüya gibi bir isim.’ Kadın kahveyi getirdi. Bir bavulu göstererek, ‘İhtiyar Seligman’ın öteberisi hala burada,’ dedi. ‘Bunları ne yapacağımı bilemiyorum.’ ” (E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:78) Ötede beride : Şurda, burda “Peron her zamanki gibi çabuk boşaldı. Ötede, beride, pencerelerin önünde genç kızlar, kadınlar ya da suspus olmuş, inatçı babalar duruyordu...” (H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:5) “Bir de ötede beride avukatlık ve arzuhalcilik ederek ve köylülere, ‘kaleminden kan damlar’ yollu bir izlenim vererek onlardan habire para sızdıran Alyanak Nazif’in oğlu Kamil vardı. Babası, dalkavukluk okulundan birinci çıkmıştı.” (Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199) “Ötede beride, başı sarığın şalına tümüyle gömülmüş, bileklerinde sıkılan rahatsız bir şalvar, yoksul bir Türk ya da başka bir Balkanlı görülüyordu. Adrian bir an duruyor ve acıma duygusuyla onları gözleriyle izliyordu. Ovidius Meydanı’nda <Köstence’de>, Makedonya Lokantası’nın yerini kendisine gösterecek bir tek adama rastlamadı.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Sotir”, sa:101) “Sokak, döküntülerle ve içi boş konserve kutularıyla dolu. Ötede beride pis su birikintileri göze çarpıyor. İki tane testiyi çeşmeden dolduran yırtık elbiseli ihtiyar bir kadın ağır adımlarla yürüyor. Testilerin ağırlığı altında beli iki kat olmuş. Birkaç pis ve sefil kılıklı çocuk, arkın içinde oynuyor..... Nihayet pis bir bakkal dükkanı önünde kuyruk yapan fakir kılıklı bir sıra kadının yanına yaklaşınca, Pierre ev numaralarına baktı ve durdu: -Burası. Bu ev bütün ötekilerden daha sefildi.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:104) Öteden beri : Eskilerden beri, uzun zamandan bu yana “Ama, bu evin pencerelerinin biçimini, dıştaki oymaları, kapı kemerini, zamanla kararmış dış yüzünü inceleyen bir arkeolog, yani bir eski yapıtlar bilgini, onun şu kaynaşıp kenetlendiği olağanüstü anıta öteden beri ait olan bir parça olduğunu görür.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:32 “Çıkışta, Jacques kendisine ‘gözde’ diyenin kim olduğunu sormuştu..... Munoz, ender olarak ortaya çıkan, ama Jacques’tan hoşlanmadığını her zaman göstermiş olan, oldukça ağır ve renksiz, iri bir sarışın oğlan, ‘Ben,’ demişti. ‘Güzel, demişti Jacques. Öyleyse sen de orospu analısın.’ Anaya ve ölülere sövme Akdeniz’de öteden beri sövgülerin en ağırı olduğundan, bu da savaşa yol açan töremsel bir aşağılamaydı.” (A. Camus, “İlk Adam”, sa:123) “Yazı düzeltme konusunda öteden beri büyük bir ustaydı, yazdığı her harfin hesabını verebilirdi. Ama gene alt tarafı bir cinayet için, onca dilbilimsel titizlik gösterdiğine bayağı hayıflandı.” (E. Canetti, “Körleşme”, sa:307) “Aksi halde - aksi halde öz babalarını bıçaklayabilirler. Zaten babası sarhoşun, sefihin biri; öteden beri ölçü, karar nedir bilmezdi. Dayanamazlar, ikisi de uçuruma yuvarlanırlar.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:116) “Kniep’le konsolos, bu maceranın bizi düşürebileceği sıkıntıdan bahsederlerken, bekçi, iyi korunmuş hazinelerden dem vuruyordu. Ben’se, katmerli bir sevinç içindeydim: Bir yandan, işin içinden sıyrılmış olduğuma sevinirken, bir yandan da Sicilya dağlarının beni öteden beri meşgul eden taşlarının mimariye nasıl uygulandığını görmek bana büyük bir haz veriyordu.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:201) “‘Merhametli Tanrı’m. Sen her şeyi görüyorsun!’ dedi ve göğsüne öyle kuvvetli bir vuruş indirdi ki, keyfimi bozdu. Zaten Tanrı’ya dua ediş biçimini öteden beri beğenmezdim. Onun önünde daima bir övünme tavrı takınırdı.” (M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:159-60) “... eski kocası, sonunda ona belirsiz erotik önerilerde bulunuyordu, karısı da Chantal’ı, dilini onun dudakları arasına kaydırmaya çalışarak, ağzından kuvvetle öptü. Birbirine değen iki dil öteden beri içini kaldırırdı. Aslında, onu uykusundan uyandıran, bu öpücük oldu.” (M. Kundera, “Kimlik”, sa:10) “Marinyan, öteden beri yeğenini rahibe yapmayı düşünürdü, ama kız hoppa ve uçarıydı; kendini Tanrı’ya adayıp dünya nimetlerinden yoksun kalmayı aklının ucundan bile geçirmiyordu.” (G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:38) “GÜNAHKAR KADIN Ben, bir günahkar kadınım işte. Söylüyorum ne gelirse aklıma, İstediğim dudakları öpüyorum öteden beri ve saçıyorum ta dibine dek ortalığa o göl rengi gözlerle fındık rengi gözleri.” (Vanya Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 16.08.07) “Sisto Quint konuşurken sesine nasıl bir uyum verirse versin, garip biçimde etkili olurdu. Fakat öfkeli ve herkesin gözünü korkuttuğu zamanlarında, gözlerinden sanki yıldırımlar saçardı. Gerçek olan bir şey varsa, o da, öteden beri papaları korkutmuş olan Paolo Orsini’nin, papanın on üç yıldan beri eşini asla işitmediği biçimdeki bu seslenişi üzerine, sağlam bir düşünceye varmış olmasıdır.” (Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:35-6) Öteden beriden (bahsetmek, konuşmak, söz etmek) : Şundan bundan konuşmak, geyik muhabbeti yapmak “İhtiyar adam, biraz öteden beriden bahsettikten sonra, sözü Ferhunde’ye getirdi: ‘Allah şahittir Şevket,’ dedi, ‘karına senin yokluğunu duyurmamak için annen de, ben de elimizden geleni yapıyoruz.’ ” (R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:102) “Bu, insanları çok iyi tanıyan ve suçlularla çok, hem de yakından karşılaşmış olan yaşlı bir din adamıydı, Şaşkın, üzülmüş, endişeli görünüyordu. Bir iki dakika öteden beriden söz ettikten sonra ansızın ayağa kalkarak bana: -İmparatorluk savcısı bey, dedi, Moiron’un boynu vurulursa siz bir suçsuzun idamına izin vermiş olacaksınız.” (G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:63) “Yemekten sonra bir iki saat kadar büyük odada oturduk, öteden beriden konuştuk.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:56) Öteki : Diğer; Rakip (Evli ya da sevgili durumunda, iki taraftan birinin, diğerinin karşıt cinsten biriyle gizli ilişkide bulunduğu yahut bulunduğunu varsaydığı kişiye yapılan gönderme <Not: Çoğu zaman, özellikle spordaki bilinen kişilerle olan rekabette, iki kısa hece olan ‘ra-kip’, ‘raa-kip’ olarak telaffuz edilmektedir ki bir dil hatasıdır.> “Birkaç gün sonra grup yeniden toplandığında Semiramis arkadaşlarından biriyle beraber gelmişti. Tüm davranışlarından ‘birlikte’ oldukları anlaşılıyordu. Adam gözlerini onların birbirine kenetlenmiş ellerinden ayıramıyordu. Daha fazla acı çekmemek için, kızın, ‘öteki’ ile bir süredir beraber olduğuna, dolayısıyla onu öpmeye kalkışmamakla doğru yaptığını, yoksa tersleneceğine kendini hemen inandırdı. Ama durum hiç de öyle değildi. İşin aslı, ‘öteki’ onu kollarına alma cesaretini gösterirken, kendisi bunu göze alamamıştı.” (A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:105) Öteki(nin) beriki(nin); Ötekiyle berikiyle : Olur olmaz kimseler, çeşitli nesneler “Tam manasıyla dürüst, temiz çocuk,karşılaştığı rezaletlere katlanamadıkça, oradakileri küçümsemeden, ayıplamadan sessizce çekilip gidiyordu. Ötekinin berikinin sığıntısı olarak yetişen babası duyguları incelemiş, hakareti çabuk sezen bir adamdı. Oğlunu ‘pek içinden pazarlıklı şey…’ diye güvensizlikle, soğukça karşıladı.” (F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:21) “MEPHISTOPHELES - Hele düşünün bir kere: İnsan dalgalarının ülkeleri ve milletleri yuttuğu o korkunç devirlerde, öteki beriki dehşete kapılarak en çok sevdiği şeyini, nasıl şuracıkta veya ötede her hangi bir yerde, saklamıştır.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:12-13) “SIMON - Evet, pantolonlarını kendi kendilerine giyebildiler mi, hemen ötekiyle berikiyle ahbaplığa koyulurlar. LUNARDO - Onlara bunu kim öğretiyor, biliyor musun? SIMON - Fazla söze gerek yok. Öyle şeyler işittim ki, tüylerim diken diken oluyor.” (C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:63) Öte(ki) dünya : Ahiret, cennet, ölümden sonraki hayatın dünyası “BEN ÖLÜNCE -----------------Ben ölünce bırakın şamanlar, üfürükçüler tütsüler yaksın ruhları için vahşilerin. bırakın şarkılar söylesinler, şairler, davullarla, omuzlarında tırunlarını taşıyan yaşlı-şefler dans ediyorlarken çığlık çığlığa kutsal dansını Öteki Dünya’nın (Angifi Proctor Dladla<d.1950>-İlyas Tunç”, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.08) “EVE -... Eğer anahtar deliğinden bakıp, beni yamaciyle birlikte testiden içerken görseydin bile demeliydin ki: ‘Eve namuslu kızdır. Bundan da yüzünün akı ile çıkar elbet.’ Eğer sağlığımızda değilse öteki dünyada mutlak! Bir gün olup mezardan kalkacağız ya.” (H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:55) “Sergey Yesenin’e <1926> Siz gittiniz, söz gelişi, öteki dünyaya. Boşluk... Uçuyorsunuz çarpıp yıldızlara. Ne avans var artık, Ne de birahane. Hayır, Yesenin, alay değil bu.” (Vladimir Mayakovskiy<1893-1930>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.02.04) “Sonunda, alnın ta tepesinde, Agnes bir bulut içinde, göğe kabul edilir; nişanlısı İsa, onunla ufacık ve çok genç olduğu halde evlenir; onu, öte dünya mutluluklarını müjdeleyen bir öpüşle öper.” (E. Zola, “Hulya”, Cilt:I, sa:16-7) Ötesin(d)e berisin(d)e; Ötesini berisini : Şurasın(d)a, burasın(d)a; Şurasını burasını “Eskiden Bn. Ezra, kocasının, arasında bulsun diye evin ötesine berisine ekmek parçaları saklardı. Sanki hizmetçilerden utanıyormuş gibi bu işi alaya boğmayı adet edinmişti. Şakayık’la David de küçükken bunu kendilerine bir eğlence yaparlar, o gün evde bulundurulması yasak olan ekmek parçalarını arayanlarla alay ederler, kendileri de onların arasına katılarak kırıntıları nerede görseler gösterirlerdi.” (P.S. Buck, “Şakayık”, sa:10-11) “İMPARATOR -... ve hemen hemen, sanki Plüto benmişim gibi geldi bana. Karanlıklar ve kömürler arasında bulunan kayalıklı bir zemin, küçük alevler saçan bir harlı ateş haline gelmişti. Ötesinde berisinde açılan deliklerden, binlerce azgın alev döne döne yükseliyor, uçları titreşerek birleşiyor ve bir kubbe oluşturuyordu.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:53-4) “Naim Efendi, yanındaki çekmecenin üzerinden bir uzun kutu aldı, içinden gözlüklerini çıkardı. İki eliyle uçlarından tuttu, büyük bir dikkatle kulaklarına taktıktan sonra, mektuplardan birini açtı, bir süre sessiz sessiz kendisi okudu, tekrar yerine koydu; bunları izleyerek bir diğerini aldı, ötesine berisine göz gezdirdi...” (Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:75) “Ötesini berisini doldurduğu iki çıkınının arasında kendisi de üçüncü bir çıkın gibiydi Eski Lloyd yolcu gemisinde üçüncü mevki yolculuğuna katılarak, tozlu bir sabah Recife’de karaya çıktı.” (J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33) “Kız bayılmamıştı bile. Ayağa kalktı, ötesini berisini yokladı, acıyan diz kapaklarına bakmak için, etekliğini, fütursuzca, butlarına kadar sıvadı; hala, öyle soluk soluğa idi ki, konuşamıyordu. -Bakın, şurası işte, acıyor... Ama, kımıldatabiliyorum, bir şey olmamış... Aman ne korktum! Yol üstünde olsaydım pestilim çıkardı!” (E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:7) Öte yandan : Diğer açıdan, başka bir bakışla; tüm bu olanların üstüne, üstüne üstlük “Öte yandan, sağduyulu olmayan herhangi bir iş yaptığı da görülmemişti. Kendi çalışanlarının gözünde kahin gibi bir şeydi - ama ne yazık ki (içlerini çekip omuz silkiyorlardı) hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Para kazanmayı umursamamak, işte buna İskenderiye delilik derdi.” (L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30) “Öte yandan halktan kızları tavlamak da o kadar kolay bir iş değildi ve uzun süre peşlerinden koşmayı (dersleri asma pahasına) ve ayrıca günlerce pencereden gözetlemeyi gerektiriyordu, bu da çok sıkıcıydı. Bu nedenle kızları tavlama hayalleri bir kenara bırakılır ve yoldan geçenlere su atılır ya da kadınlar hedef alınarak ağza yerleştirilen bir boruyla bezelye fırlatılırdı.” (U. Eco, “Baudolino”, sa:74-5) “Öte yandan bu ölen kültürün, batan imparatorluğun hüznü her yerdeydi. Batılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmişti bana..” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:36) “Prenses Şçerbatskaya çeyizin yarısı yetiştirilmeyeceği için, düğünün beş hafta sonraki yotudan önce yapılamayacağı görüşündeydi. Öte yandan, düğünü yortudan sonraya bırakırlarsa bu kez de çok geç kalmış olabileceklerini söyleyen Levin’e hak vermemek de elinde değildi.” (L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:5) Öteye beriye : Şuraya buraya “ODUN YARICILAR, Kaba saba tavırlarıyla içeri girerler. - Çekilin bakalım! Adamakıllı açılın! Bize geniş alanlar lazım. Bizim devirdiğimiz ağaçlar, çatırdayarak yıkılırlar. Bunları taşırken de, öteye beriye çarparız.” (J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:24) “Kır gazinosu kapalıdır. Çarpışmalar orada da iz bırakmış. Kırılmış camlar göze çarpıyor. Duvarlar mermilerden hasara uğramış, kopan dallar dans pistini ve parkın tarhlarını örtmüş. Masalarla sandalyelerin bir kısmı alelacele kümelenmiş, bir kısmı da öteye beriye devrilmiş. Uzaktan hala tektük silah sesleri geliyor.” (J.-P. Sartre, “İş İşten Geçmiş”, sa:140) Ötmek : İtirafta bulunmak, konuşmak (Argo) “ROSA - Kapa çeneni! Pis.. Gargara surat .. Her şeyi mahvettin! Pis güvercin , öttün değil mi?” (D. Fo, “Yüzsüz”, sa:73) “Çelkaş sert bir sesle: -Ee? Öt bakalım! dedi. Öfkeden tir tir titriyordu. Bu köylüoğlunun kendisiyle böyle konuşabilmesi fena halde ağrına gitmişti.” (M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:70) Öve öve bitirememek : Çok methetmek, erdemlerini saya saya bitirememek Bk.: Övgü yağdırmak “Bunlar ulu Tanrı’ya verilen özelliklerden aşağı olmakla birlikte diğer Yahudilerin dilinden çok farklıdır. Bu adam Ben Salem ülkesini öve öve bitiremiyordu...” (F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:60-1) “Sıcak tiyatro dostları olan bizler, Angelika’yla olan konuşmalarımızda, sanatçıların sevimliliklerini ve hünerlerini, Cimorosa’nın müziğinin hoşluğunu öve öve bitiremiyor ve bu hazdan kendisinin de pay almasını arzu ettiğimizi yineliyorduk.” (J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:50) “Pisboğaz karı koca hala ‘etli çorba’ adını taktıkları maydanoz haşlamasını öve öve bitiremiyorlardı.” (M. Tevfik, “Bir Çlgıcının Seyahati”, sa:379) Övgü düzmek; Övgü yağdırmak : Çok övmek, övgü yağmuruna tutmak “Kapıda durakladılar, ölü evini ziyarete gelen kadın ve erkeklerin oluşturduğu uzun kuyruğa afallayarak baktılar. Onları gören papaz yanlarına geldi ve binanın kısa arka duvarını kaplayan bitmemiş duvar resmi için kıza övgüler yağdırdı. Bu sarı ışıkta, olgun renkleriyle çok çarpıcı ve güçlü görünüyordu, kızın kendisi de bundan övünç duymaktaydı.” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:299) “‘Zaten Rus prenslerinin çoğu sanatla uğraştıklarında, işin biraz da ruhani ya da ortodoks yanına eğilim gösterirler -ev döşemek, eşya düzenlemek gibi şeyler de Kotschukoff’un hiç anlamadığı işler arasındadır. Alaca bulaca görünen ve çok paraya mal olan her eşyasına övgüler düzdürecek kadar konumu yerindedir.’ ” (Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:1, sa:137-8) “Hiç kuşkum yok: Geçmişte, ne sivri akıllılar Senden değersizlere övgüler yağdırdılar.” (W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:59, sa:159) Öykünmek : Arkasından konuşmak, dedikodu etmek, hikaye söylemek “Böylece adımları tıpatıp uyuşan iki koşucu gibi yan yana ilerliyorlar. İskenderiye’ye herkesin kıskandığı, ama hiç kimsenin öykünmeye cesaret edemeyeceği, kusursuz gibi görünen bir ilişkinin örneğini veriyorlar.” (L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:106) Öyle bir geliş gelmek : Tantanayla, davul zurna ile gelmek; rezil kepaze bir konumda kendini takdim etmek “THERESE - Saat dokuzda zilzurna sarhoştunuz! Ama daha yıkanmamış, üstünüzü başınızı değiştirmemiştiniz! HIDOUX - Varsayalım ki... THERESE - Buraya öyle bir geliş geldiniz ki... gören dokuz günlük yere kaçardı.” (Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:9) Öyle (böyle) bir lüksü olmamak : Mali-parasal gücünün ötesinde “Gökyüzünde kurşuni bulutlar toplanmıştı, dışarıda rüzgarın esip gürlediğini duyuyordum. Tam da evde oturup sıcacık battaniyelere sarınacak gündü. Ne yazık ki, böyle bir lüksüm yoktu.” (J. Bowen, “Bob’un Dünyası”, sa:119) Öyle diyelim öyle olsun : Faraza öyle olduğunu kabullenelim, ama esas problem bu değil “‘Söylesene bana, bu Vasili Mihayliç güvenilir bir insan mıdır?’ ‘Öyle diyelim öyle olsun, yalnız çok cimridir. Ayda en azından üç yüz ruble alır, ama sen de gördün ya, bir domuz gibi yaşar. Hayır, benim dayanamadığım şu levazım subayı. Elime geçse bir güzel kırbaçlatırdım.” ......Kozeltsov tefecilik hakkında atıp tutmaya başladı. Bu konuda için için kaynayan öfkesinin nedeni, itiraf edelim ki tefeciliği hor görmesinden çok, durumdan yararlanıp kazanan bu gibi insanların varlığına katlanamamasıydı.” (L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:52) Öyle ki : O şekilde, o yolla “... birkaç dinleyici, bir saniyelik bir duraksamanın ardından, oturdukları yerden dua taburesine doğru kendilerini kayarcasına bıraktılar. Ötekiler bu örneği izlemek gerekir diye düşündüler, öyle ki birkaç sandalye çıtırdısı dışında hiç bir ses çıkmadan tüm dinleyici topluluğu çok geçmeden diz çöktü.” (A. Camus, “Veba”, sa:89-90) Öylesine : Amaç gütmeden; Bir hedef, bir amaç gözetmeksizin “Köylerden söz ettiler ve Cate Dino’yu bu yaz köye götüremediği için üzüldüğünü söyledi öylesine. -Hiç dert etme, -diye sözünü kesti Pippo,- daha dün oğlan bana çok sıkıldığını ve okula gitmek istediğini söyledi. Çocuktur bunlar...” (C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:190) Öz be öz : Gerçek, kan bağıyla, asıl, halis “EMEL - Aferin.. (Pencereden dışarı bakmakta olan halayı süzer.) Hala sen demin ne demek istemiştin? Ben Tekin’in öz be öz anasıyım.. Onu senden daha çok severim.. HALA - Şüphesiz. Ama kimi zaman çok sevenler, sevgilerinin etkisi altında kalarak olayları büyütür, kaş yapayım derken göz çıkarırlar..” (S. Engin, “Suçlu”, sa:50) “Bu dükkanda bir adam vardı. Bu adam, bu satıcı, kalpsiz olabilir miydi? Bundan kuşku duyacak kadar ileri gittim. Canlı ve becerikli, kunt ve çevik, kalın kara bıyıklarla çizili yağız yüzlü, piposu dudaklarının ucunda, kasketi çit gibi sık kaşların üstüne inmiş: Bu özbeöz bizim tarafların çingenelerinden biriydi.” (P. Istrati, “Sünger Avcısı-Bakır”, sa:33) Özemek : Pekmez, ayran gibi içecek sıvıları suyla daha seyreltmek, sulandırmak “Haymanın direğinde asılı olan bir torbadan kadın ayran çıkarıp özedi. Hepsi içtiler. Ayrılırken adam: ‘Eksik olmayın,’ dedi. ‘İnşallah iş bulursunuz.’ ” (Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:27 Özen(e) bezen(e); Özen göstererek : Özene bezene, Büyük birdikkat ve itina ile “Yaşadığın, ikinizin de yaşadığınız devir işte öyle bir dönem. Kartları sıraya koymamı söylüyor, bunu becerememeni nasıl da canı yürekten istediğini, işe başvurunu reddetmekten ne kadar memnun olacağını seziyorsun ve o seni işe almamayı ne kadar istiyorsa sen de işe girmeyi o kadar istediğin için hiç yanlış yapmamaya özen gösteriyorsun.” (P. Auster, “Görünmeyen”, sa:79) “YOLCULUK IV --------------------Büyür müsün hep, selviden çok yaşayan, taze Kalan dev ağaç? - Ama, özene bezene biz, Birkaç taslak derledik doymaz defterimize Uzaktan gelen şeye hayran kardeşlerimiz!” (Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:261) “Genç er ayağa kalkıyor, tek eşyası olan, ceviz tetirine <ceviz yaprağı ya da meyvesinin yeşil kabuğu> boyanmış, metal kulplu kontrplak kutuyu özene bezene indiriyor fileden ve dışarı çıkıyor, az sonra İtalyan da çıkıyor, askerle karşıt yönde ilerliyor.” (Michel Butor, “Değişme”, sa:121-2) “İlk günlerde özene bezene her gün yenilenmiş olan, aç kalma günlerinin sayısını gösteren tabela, ne zamandır el sürülmeden öylece duruyor, hep aynı sayıyı gösteriyordu.” (F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:88) “Dona Lucrecia, kırkına bastığı gün, yastığının üzerinde, çocuk elinden çıkmış, her harfi özene bezene büyük bir coşkuyla kaleme alınmış bir pusula buldu: Doğum gününüz kutlu olsun, üveyanneciğim. Alfonso.” (M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:9) “Amaurote’a geldiklerinden iki gün sonra elçiler, kendi memleketlerinde bunca değer taşıyan altını Utopia’lıların hiçe saydıklarını anladılar. Baktılar ki bir kölenin üstünde kendi altın ve gümüşlerinden daha fazla bulunabiliyor. O zaman, akılları başlarına gelerek, özene bezene takındıkları süsleri çıkarıp attılar.” (Th. More, “Utopia”, sa:93) “Sözcük <Evohé-1971> Sözcüğe göz gezdirirken yeni bir sözcük buluyorum: keyifle, alaycı alaycı sesletiyorum; elliyorum, karara bağlıyorum sözle, örtülere sarıyorum özen bezen kopyalıyorum, nabzını tutuyorum,” (Cristina Peri Rossi<d.1941>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap, 01.02.07) “Özellikle bu mukavva kutu, ya da herhangi başka bir nesneyle ilgili, dün değil önceki gün duyduğum izlenimi yeniden duyabilirim şüphesiz. Her zaman hazırlamalıyım kendimi buna, yoksa yine kayabilir parmaklarımın arasından. Kaçınmalı ama, öte yandan, bütün olup bitenleri, en ince ayrıntılarına dek özene bezene not etmeliyim.” (J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:5) “Mösyö Darbédat gözlerini kaldırdı, kızının akıllı ve ince çizgilerini yeniden görmek istiyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı: Eskiden o kadar anlamlı ve açık seçik olan bu yüzde bulanık ve donuk bir şeyler vardı. Eve her zaman çok güzeldi. Mösyö Darbédat kızın özene bezene, hatta fazlasıyla boyanmış olduğunu fark etti.” (J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:53) “Tartışmadan vazgeçmişti, gökte pazar günlerinin güler yüzlü, babacan aydınlığı vardı, sokaklar özene bezene pişirilmiş yemek, bademli krema, kızarmış piliç ve ev kokuyordu.” (J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:213) “Kadın, öfkeyle sözümü kesti : -Aman Bayım, kendi elceğizimle özene bezene pişirdiğim yemeği beğenmediniz mi ? -Hayır, Bayan! Onun için değil.” (M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:373) “Özene bezene giyinmiş, taranmış, genç, al yanaklı bir huhafız subayı olan diğeri, kehribar çubuğu ağzının ön tarafında tutuyor, pembe dudaklarıyla dumanı hafifçe çekerek, güzel ağzından buram buram savuruyordu.” (L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:136) “Piyotr İvanoviç pufa otururken İvan İlyiç’in bu odayı yeni baştan özene bezene düzenlediğini, yeşil yaprak desenli pembe duvar kağıdını almadan önce bu desenin odaya yakışıp yakışmayacağını ona sorduğunu anımsadı.” (L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:28) “... tatlı sesli, oldukça iyi piyano çalan, karşısındakine gözlerini dikmek alışkanlığı bulunan bir kimseydi. Çok temiz giyinir, giysilerini yıllarca eskitmezdi. Geniş çenesini büyük bir özenle tıraş eder, saçlarını özene bezene tarardı.” (I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:23) Özgecilik : (PSYCH.) Bk.: ALTRUISM, Ego’nun Savunma Mekanizmaları Özgüven : Bir kişinin kendine olan güveni “......Bunları, Sir Walter Raleigh’i sekiz yaşındaki oğlu Wat’la birlikte gösteren <sanatçısı bilinmiyor!> 1602 yılında yapılmış ve Londra’daki National Portrait Gallery’de bulunan bir portre izliyor: Verdikleri pozların gizemli benzerliği dikkat çekiyor. Baba da oğul da öne bakıyorlar, sol elleri kalçalarında, sağ ayakları kırk beş derecelik bir açı oluşturmuş, sol ayakları öne doğru, oğlanın yüzündeki koyu kararlılık, babasının özgüvenli, buyurgan bakışını yansıtıyor. Raleigh, Londra Kulesinde on üç yıl tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılıp (1618) adını temizlemek üzere Guyana’ya yapacağı o kötü yazgılı yolculuğa başladığında Wat’ın da onunla birlikte olduğunu anımsamak. Wat’ın, İspanyollara karşı korkusuzca bir askeri saldırıya girişmişken, vahşi ormanlarda öldüğünü anımsamak. Raleigh karısına şöyle demişti: “Bu ana kadar acı çekmenin ne olduğunu hiç bilmiyordum.’ Böylece İngiltere’ye döndü ve başının, kral tarafından uçurulmasına izin verdi.” (P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:119) Özsu : Bitkilerin gövdelerinde, dallarında mevut, dolaşan su; Vücutta, dokuları yıkayan lenf, organik sıvı “KANCA 2 ----------ıslaktı bıçak ağzı özsuyla. İkiye bükülmüş öne eğik, tırmanıyorum çayın tüm sıcak öğleden sonrası” (Duncan Bush<d.1946>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.09.07) “Dışarıda gün ağarıyordu bile. Yorgunluktan canı çıkmıştı. Rahip çağırmalıydım, diye düşündü. Sağ eliyle bellir belirsiz istavroz çıkardı, odadan çıktı. Grenouille ise ölüden başka her şeye benziyordu. Sadece derin bir uykuya dalmıştı ve vücudunun özsuyunu topluyordu yeniden. Derisindeki kabarcıklar kurumaya, irin kraterleri tıkanmaya, yaraları kapanmaya başlamıştı bile. Bir hafta içinde iyileşti.” (Patrick Süskind, “Yara”, sa:110) Özür dilemek : Kabul edilmeyen bir davranış ya da yaratılan bir rahatsızlık için söylenen nezaket sözcüğü “-Kimi aradınız efendim? -Şehvar hanım burada oturmuyor mu? Kadın şöyle bir düşündükten sınra: -Yoo, dedi. -O halde özür dilerim. Demek çıkmışlar?” (O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:138) Özürlü : Engelli (Fiziksel: görme, işitme, yürüme vb.) ya da ruhsal (otistik, geri zekalı, şizofrenik vb.) yetersizliği bulunan kişi, çocuk veya ergin. Yıllardır, çok daha saygın ve tarifsel olan ‘Engelli’ sıfatını buluncaya kadar, türlü isimlerle aşağılanan by saygın gruba, sosyal atalet ve bencilliğimizin doğal bir sonucu olarak nerdeyse toplum dışı, zavallı vb tariflerinden kurtarıp onlara insancıl ve sosyal yardımlarda bulunarak, onların da en aşağı bizler kadar şerefli ve yararlı unsurlar oldukları muamelesini uygulamak, sanırım Cumhuriyetimizin en insani ve sosyal gelişmelerinden birini kaydetmekten,bu grup hastalarım dahil, 55 yıl hizmet vermiş bir psikiyatr olarak gurur duymaktayım. “Dehşete kapılmıştık. Özürlülere ayrılmış bir vagonda bulunduğumuzu düşünerek, bir başka vagona kaçmaya çalıştık, ama bütün trende durum aynıydı: üstü başı paramparça, pislik içinde ve karanlığa mahkum hayvanımsı insanlardan oluşan büyük bir konvoy. Mısır’da sefaletin ancak geceleri dolaşabildiğini anladığımızda, yedi saattir kabus görüyorduk.” (P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:66) Öz(ü)rü kabahatinden büyük : Suçunu affettirmek için söylediği neden-özürün, kabahatinden büyük olması “Ama özrü kabahatinden büyük olanlar, yalan da olsa suçunu hafifletecek bir bahane uydurmayanlar, uydurmaya bile üşenip dayağı tercih edenler...” (O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123) Özü sözü bir : Kişiliği, karakteri; İçindekini, sansürden geçirmeden aynen yansıtma “Rahmetli rahip Chapeloud ile papaz yardımcısının arasında şu fark vardı ki, biri, zeki, usta bir bencil; ötekiyse özü sözü bir, beceriksiz bir bencildi. Rahip Chapeloud, Matmazel Gamard’ın yanına pansiyoner olarak girdiği zaman, ev sahibesinin huyu suyu konusunda, dosdoğru bir akıl yürütmesini bilmişti.” (H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:49) -Tüm Hakları Saklıdır-