İFSAK Aralık 2015 Bülteni
Transkript
İFSAK Aralık 2015 Bülteni
Hoş Geldin Bültenciğim Bir süredir kendini özleten İFSAK bülteni; tekrar aramıza hoş geldin. Sen elle tutulur, gerçek, sanal olmayan zengin bir kaynaksın. Bir daha aramızdan ayrılma e mi!… Yıllar geçtikçe değerin, daha da önemli bir belge olarak sürecek; bundan şüphen olmasın. İFSAK’ın, gittikçe insanın göğsünü kabartan, fotoğrafla sinema alanındaki faaliyetleri, senin sayende tarihe mal olacak. Gelecek kuşaklar, senden aldıkları bilgilerle beslenerek, bilinçli, aydın bireyler olacak, güneş gibi doğacak ve sanat ortamında yer alacak. Sen bu günlere tanıklık eden bir bülten olarak, ne güzel bir görev üstlendiğinin farkında mısın? Bayrağını 50 yılı aşkın bir süredir elden ele taşıyan, gelişip büyüyerek koca bir kurum haline gelmiş İFSAK seni, sen de İFSAK’ı bırakma. İstikrarlı ve daima heyecan tazeleyen İFSAK’ın yapısı, senin ilan ettiğin sayfalarındaki etkinlikler, sunumlar, yönetimler değişse de, sen gelişerek yoluna devam et. Fotoğrafa değin haberlerle, bir fotoğraf misyoneri gibi taraftar toplaman dileğiyle seni kutluyor ve alnından öpüyorum bültenim. Ömrün uzun, bilgilerin zengin olsun. İbrahim ZAMAN Not: Bak görüyorsun, sevgili başkanım bile senin değerini teslim etmiş olmalı ki, bülten giriş yazısında Kasım 2016’da çıkacağını beyan ettiği bülteni, 1 yıl öne almıştır. Kıymetini ve sevildiğini bil. İfsak Bülteni aylık yayımlanır ve ücretsizdir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. 1 Kasım 2015 Seçilen Fotoğraflar Konu : Diyafram ile “Zamanın İzi” Seçici : Ercan Arslan Özden ÖZTÜRK Yurdal BİLGİÇ Rasim RASİMOĞLU 2 Lewis HINE Fotoğrafçının Adabı, Fotoğrafın Erkanı Özcan YURDALAN Olağan ‘İnsani-Vicdani-Demokratik’Haller Tam bir şuursuzluk hali yaşandığından kimsenin kuşkusu yok aslında, lakin herkes ötekine yakıştırıyor durumu. Bir şeyin, her şey halinde tanımlanır olmasından beri hayatlarımızda değişen tek şey, adını koymaya, tanımaya, aslını anlamaya çalıştığımız sırada kayıp giden hakikat hissinden başkası değil. Hızlı gidiyoruz, ama bir o kadar da ağır aksak. Fütursuzluk şanımızdandır sanıyoruz, ancak sinik bir hesapçılığın kuyruğunda sıramızın gelmesini bekliyoruz. Çılgınlıklar yaptığımızı, daha da yapabileceğimizi vehmediyoruz, hâlbuki sağlama almadan bir adım bile atmaz, sığ sulardan bir kulaç olsun uzaklaşmayız. Bize gerçeğin en doğru tarihini de coğrafyasını da öğretmiş olduklarından hiç kuşkumuz yok, gel gör ki ne kendimize ne ötekine asla güven duymadığımız için, geçmişimize dair ölümcül bir kuşkunun ruhumuzu kemirmesini engelleyemiyoruz. Köklü bir mirastan beslendiğimizi zannederken her yalpalamanın ardından “ben kimim?” sorusuyla karşı karşıya kalıyoruz. Aslında biliyoruz, bilmesek bile seziyoruz. Yapmış olduğumuz ve yapabileceğimiz fenalıkların farkında olmakla birlikte, onları yapmadan bugünkü hayatı kurmanın imkansız olduğunu düşünerek sürekli kâbus içinde yaşamayı tercih ediyoruz. Korktuğumuz için yokmuş gibi davranıyoruz. En kolayımıza bu geliyor. İnkar etmek. Hiç olmamış, yapılmamış, kimse görmemiş, söylememiş gibi yapmak. Yok sayarken densizliğimizi çoğaltıyor, bu sayede kişi başına düşen ahlaksızlık payını azaltmaya çalışıyoruz. Hafızamızın bize oynadığı en makbul oyunun unutmak olduğunu şehvetle kavramış olmamız yetmiyor, unutulanların yerine hemen yeni bir münasebetsizlik yerleştiriyoruz ki ara soğumasın, her birimize edindirilmiş “sıradan olağan şeyler” algısı değişmesin, kimse nefes almasın. Nefes alsak ne olacak ki? Kirli bir atmosferden zehir soluyoruz, ciğerlerimizin hak etmediği kadar kötü bir hava. 3 Kanıksamışlığın zehirli havası. En kötüsü. Toplumun olağan insani-demokratik-vicdani hallerinden sanıyoruz her başımıza geleni. İnsani, demokratik, vicdani, adil, hakkaniyetli olmayan, şiddet içeren, ayrımcılık barındıran, ötekileştiren ne varsa hepsi günlük hayatımızın sıradan tezahürleri arasında halbuki. Arada bir isyan ettiklerimizin aslında çoktan beri olağan sayıldığını neden sonra fark ediyoruz, iş işten geçtikten sonra. Endişemiz asıl buradan doğuyor galiba. Belki de bu yüzden tam bir şuursuzluk hali yaşadığımızdan kimsenin kuşkusu yok, lakin herkes ötekine yakıştırıyor durumu. Kendi cemaatini, cemaatinin içindeki daha küçük cemaatini, onun da içindeki daha küçük olanı ayrık tutarak daha fazlasını istiyor, herkes kendisine istiyor, ötekine karşı işlenen her haksızlığı sadece öteki olduğu için mubah görerek. Böyle bir toplumsal hayat yarattık kendimize el birliğiyle. Hangi toplumsal yapının daha farklı olduğunu soranlara artık kendimizden bile emin olmadığımız cevabını veriyoruz ki umut da tam burada yaşıyor. Kendinden emin olmayanlar ülkesinde. Ne yaptığını bilmeyen, niye yaptığını anlamayan, farkına bile varmadan ellerini ovuşturarak önüne atılacak parsadan kapmaya çalışanların âleminde. İki alkışlık şöhret için arenada birbirini parçalayanlarla aynı duruma düşürüldüğümüzü fark etmiyoruz bile. Kalabalık. Toz duman içinde ve kalabalık bir arenadayız. Kah tribünde kah dövüş alanında. Hoyratlığımızı, gözü kara saldırganlığımızı, hatta vahşetimizi takdir edip alkışlayanların ağzından sızan salyaları seyrederken kendimizden geçiyoruz. Böyle bir gaddar gladyatör psikolojisi, ayrıca bir buldumcuk ruh hali. Kim olursa olsun, tesadüfen karşılaştığımız ötekinin üstünden var olabilme arzusuyla kıvranıyoruz. Görünür olabilmenin tek yolu bu, birinin üstüne basarak tribündeki izleyicilerin göz hizasını tutturabilmek. Tribündekiler için aranan koşul ise en acımasız olanı ister bağırtıyla ister sessiz kalarak, ama mutlaka teşvik etmek. Olağan durumlar yaşıyoruz aslına bakılırsa, dünyanın hallerinden ayrı değil içinde bulunduğumuz iklim. Kaçınılmaz bir sonucun mağdurlarıyız bir yerde. Bunca yıl, hem de bu zamanda, erişkin çağına geldiği halde kundağı çözülmemiş bir toplumun insanlarıyız. Güneşi görmesin diye gözü bağlı tutulmuş bir toplumun. Olacağı budur. Ne bir nefeslik taze hava ne bir nebze ışık giren ortamda insanın içi nasıl çürürse öyle çürür kapalı tutulmuş toplumun değerleri. Ruhu, bir çocuğun acımasızlığıyla toptan gaddarlaşıverir. Böyle bir durum işte. Kamusal alanda varlık gösteren ne bir ses, ne bir nefes, ne de bir görüntü muaf bu çürümeden, hepimiz hem sorumlusu hem mağduruyuz. Bir ayrım koymak gerekirse, küçük bir ayrım, bu durumun farkında olanlar var aramızda, bir de olmayanlar. Hepsi bu. Bir adım olsun dışına çıkmamıza izin verilmeyen bu atmosferin, ister politikada, ister ekonomide, ister kültürün verili bir alanında fark etmez, sıkça karşılaştığımız tezahürleri arasında yaşıyoruz. Bir itirazı dile getirmek üzere davranıp “Öyle değil de böyle mi acaba?…” diye bir cümle kurmaya niyetlenenler daha söze başlamadan, popüler kültürün TV jürisi sığlığı tarafından susturuluyor, duruma el konuyor. Pişkin yarışmacının riyakâr ruh halini insanın biricik duygu boyutu sananlarla birlikte ortamı gürültüye boğup kendi zihniyet dünyalarını tek kılıyorlar. 4 Buraya kadar takati kesilmeyip de okumayı sürdürebilenler için meselenin aslına geçiş yaptığımı belirten bir not düşmeli ve birkaç açıklama yapmalıyım. Konu aslında belgesel fotoğraf, alt başlık ise belgeselin etiği ve fotoğrafçının zihniyeti. Bu yazının kaleme alınmasına sebep olan olay ise, memleketin fotoğraf ortamına son dönemde belirgin şekilde nüfuz eden ve egemen olan zihniyet dünyasının basit bir yansımasından ibaret olan vaka. Genelevlerde ve engelliler hakkında yapılan iki fotoğraf çalışmasının ardından adli süreç de dâhil olmak üzere yaşananlar. Ayrıca geçerli itirazlara kulak asmadan bildiğini okumayı sürdüren tutum ve bu tutumun yaygınlaşmasına imkân veren mecralar. Estetik ve Kaybolan Gerçeklik Birtakım vicdani yargıları, insani dayanışma değerlerini, yoz zamane değerleriyle birbirine karıştırarak yapılan haksızlığı tanımlanamaz hale getirmek yaşadığımız ortamın doğası gereği vakayı adiyeden. Böylece gözden gizlenen kusur hakkında en ufak bir nedamet belirtisini bir tarafa bırakın, yapıp edilenin haklılığı üstünden mağduriyet dili kullanmak için de imkân yaratılıyor. Hangi özel olaydan yola çıkarak bu yazıyı kurduğumu merak edenlerin belgesel fotoğraf ve etik bağlamında süren tartışmadan ayrıntılı biçimde haberdar olmaları çok da elzem değil. Yasadışı genelevleri fotoğraflayan, çektiği fotoğraflara belgesel diyerek inandırıcı bir kanıt şeklinde sunan, öte yandan belgeselin etiği, estetiği, yaradılış süreciyle hiç ilişkisi olmayan “canlandırma” diye manası muğlâk tanımlara sığınan, konu seçtiği insanı nesneleştirerek amacına matuf kullanan zihniyete her alanda bolca rastlandığından dolayı, etrafına az çok bakanlar için bu vaka çok da yabancı sayılmaz. Antoine D’AGATA İşte bu yüzden zaten etik-estetik falan diye laf çevirip, saldırgan bir vahşeti evcil zeminlere taşımanın manası yok. Toplumsal hayatta ötekini araç kılarak kişisel fayda sağlamak ve ulvi amaçlara sığınarak kıyıcı ruh hallerini döküp saçmak sıradan davranış biçimi oldu. Arada bir sanat cilasına, fotoğraf mecrasına da sirayet ediyor haliyle. Fotoğraf icat edileli şunun şurasında yüz küsur sene geçti ama bu süre içinde şiddeti araçsallaştıran güçlü etkisi ayan beyan ortaya çıktı. Bununla kalmayıp en masum kullanımlarda bile mahremi faş eden bir yapıya sahip olduğu biliniyor. Gerek şiddeti, gerek acıyı, gerekse mahremi inandırıcı tanıklıklarla gözümüze sokan en etkili araç fotoğraf artık. 5 Malum ki bu alan resim gibi, heykel gibi, şiir gibi, edebiyat gibi kadim sanatlara içkin köklü bir geçmişe, soylu bir birikime, süzülmüş bir adap erkân silsilesine sahip değil. Hal böyle olunca ortalıkta yaygın olan şuursuz fiillerden fotoğraf alanı da heveskâr fotoğrafçılar marifetiyle bolca nasipleniyor. Marazlı bir alandan söz ediyoruz. Bu alan, yıllardan beri, yaşını başını almış, olgunluğundan sual olunmaz bir dolu kişinin gayretiyle sirklerde pire yarıştırma ortamına çevrildiği için, popüler kültürden, egemen zihniyetten beslenen bir zemin zaten yaratılmıştı.Bu zemin, sayısal ortamda yaygınlaşan fotoğraf siteleri aracılığıyla yepyeni ve çok daha sıcağı sıcağına yaşanan bir uygulama alanı buldu. “Her an yarışma, yarıştırma ve değerini yarıştırarak ölçme” imkânı. Kuşatıldığımız kültür, sesi biraz yüksek çıkabilen herkese anında müritler peydahlama imkanı veriyor malum. Bu sayede, çekici bir mecra ile birlikte, gladyatörler ve tuttukları tarafı anlık histerilerle teşyi eden taraftarlar da yaratılıveriyor. Ancak seyirlik alanın ortasında görünenler, teşbihin gerçeğinde olduğu gibi, az çok eşit koşullarda var olma mücadelesi veren iki savaşçı değil, tam tersine, biri son derece donanımlı, ayrıcalıklı, üstün olan fotoğrafçı ile karşısında, bütün zayıflığı ve korunmasızlığıyla görünür kılınmış “öteki”. Hem fotoğrafçısı hem izleyicisi tarafından nesneleştirilerek suistimale açık hale getirilmiş öteki. Aslında insan yani. Lewis HINE Bruno BARBEY Bu yeni durum, 1980’den beri Türkiye fotoğrafında yaygınlaşan zihniyetin yani hayatı estetize etme kaygısıyla icra edilen görüntüleme biçiminin, belgesel fotoğrafa yansımasıydı. Belgesel fotoğrafın adabıyla, belgeselcinin zihinsel donanımı ve etik duruşuyla hiç ilişkisi olmayan bir çalışma tarzının ve aklın ürünü olarak sonuçta belgesel çalışma değil, bir insani araz çıktı ortaya. İlk değil, son da olmayacak besbelli. Bilenler bilir ki, tabiattaki öteki varlıkların fotoğrafını ya da gezi halindeyken görebildiklerini çeken fotoğrafçının zihniyeti ile belgeselin mahrem veya netameli alanlarında çalışan fotoğrafçının zihniyeti birbirine benzemez. Her iki halde de aklın işleyişi, etik yaklaşım ve gösterme biçimleri birbirinden farklıdır. Fotoğrafçının amaçları ve beklentileri de öyle. Bir manzaranın, bir çiçeğin bir güzelliğin görüntüsünü oluşturmak için davranan fotoğrafçı farklı saiklerle eyler, toplumsal bir sorunu, ötekileştirilmiş bir grubu, risk altındaki hayatları görünür kılmaya çalışan fotoğrafçı farklı saiklerle, sansasyon peşinde koşan fotoğrafçı ise tamamen farklı saiklerle. 6 Bütün bunları bilmeden, farkında olmadan belgesel fotoğraf alanında faaliyet gösterilmez mi, gösterilir elbet. Bir şeyin her şey halinde tanımlanabildiği ortamlarda bu da mümkündür, olur. Lakin hem kendi aldığı risklerin, hem de görüntülediği insanları maruz bırakabileceği mağduriyetlerin bile farkına varmadan çektiği fotoğraflar ortaya çıkınca, “ben bilmiyordum bu işin böyle olduğunu, meğer insanın hayatını, kariyerini tahrip edebilecek tehlikeli bir alanmış fotoğrafçılık” mealinde sirkatin söyletir insana. Olabilir, hangimiz her yaptığımızı bilerek ve isteyerek, tam bir bilinç açıklığı ve doğruluk kıstaslarıyla yaptık ki bu güne kadar, yapıyoruz ki. Mesele yanlış yapmakta değil, yapılan yanlışın farkında olmamakta ve hâlâ hiçbir şey yaşanmamış gibi model sözleşmeleri önerip işi pişkinliğe vurmakta. İnsani bir duruma ilişkin sorunların giderilmesini, fotoğrafın devreye girmesiyle birlikte çok daha karmaşık hale gelen yeni ilişkilenme biçimlerine dair problemlerin çözümünü, üç beş maddelik sözleşme ve iki imzada aramakta… Halbuki mesele fotoğrafçının tarzında, tutumunda ve fotoğraflama yönteminde düğümleniyor ki göz ardı edilen de bu. Adap erkân meselesi yani. Tam bir şuursuzluk hali yaşandığından kimsenin kuşkusu yok aslında, lakin herkes ötekine yakıştırıyor durumu. Benimki de öyle bir şey zahir. Belgesel Fotoğraf Neyin Aracı Değildir? Fotoğraf alanında süregelen tartışmaların içeriği ve yaygın fotoğraf beğenisinin işaret ettiği estetik düzey bu yazının konusu değil, başka münasebetle ele alınması gerektiği ise âşikar. Yine de aşağıda söyleyeceklerimi anlaşılır kılabilmek için birkaç cümleyle gönderme yapmak istiyorum. 70’lerin ikinci yarısında hareketlenen, Türkiye fotoğrafı, hararetli bir tartışma ortamına sahipti. Kısa süren bu canlı dönem, 80 askeri darbesiyle birlikte kesintiye uğradı. Fotoğrafın hem dili hem içeriği açısından kuramı-felsefesi-ideolojisi olmadan yapılamayacağı, yapılanın 1930-40’larda tüketilmiş fotoğrafçılıktan öteye gidemeyeceği gün gibi ortadaydı. Nitekim öyle oldu. Doğrudan fotoğraf alanında camianın bugün sahip olduğu düzey, yaşamı estetize etme çabasından muzdarip biçare pitoresk görüntülerden mek parmak öteye gidebilmiş değil. Fotoğraf kartının üstüne düşürülecek görüntülerin nasıl istif edileceği ile yakından ilgilenildiği halde “ya peki niye?” sorusunun cevabı bugün de pek az aranıyor. Çünkü amaç güzel bir fotografik görüntü yaratmak. Hayatı estetize etmek. Bir fotografik görüntünün üretim sürecinde karşılaşılan olasılıklar, seçmeler, düzenlemeler, fotoğraf makinesinin teknik ayarlamalarıyla sınırlı tutulduğu için asıl mesele ihmal edilmiş durumda. Yani görüntülerin ne münasebetle çekildiği, neden ve nasıl ortaya çıkarılacağı, neyi nasıl söyleyeceği. Bu basit sorulara sahip olmak, fotoğrafçının deklanşöre basmadan önce edinmesi gereken zihinsel donanımı, bütünlüklü bir anlamlar dünyasını, entelektüel birikimi gerekli kılıyor. Olmadan olmuyor. 7 Fotoğrafın yaygınlaştığı yıllarda aranan vasıf iri yarı olmaktı. Ama aradan çok zaman geçti. Fotoğrafın teknik süreç sonunda ortaya çıkarılacak bir amaç olmadığı anlaşıldıktan sonra fotoğrafçılarda başka vasıflar da aranmaya başlandı. “Güzel” görüntü yerine o görüntünün içindeki “anlamı” arama kaygısı entelektüel vasıf aramanın ilk alametiydi. Beraberinde görüntünün estetiği kadar “üretim sürecinin” ve “gösterilmenin” etiği de gündeme geldi. Gerek sanat fotoğrafı gerekse fotoğrafın sanatsal kullanımı bu sözlerin kapsamı dışında. Bizim muradımız toplumsal konuları elen alan fotoğrafçının tutumu, donanımı, zihniyetine ilişkin. Bu nedenle fotoğraf camiasının ortak hafızasındaki yaygın sanat anlayışı ile buradan sonra sözü edilecek fotoğraflama biçiminin, yani toplumsal belgeci tarzın birbiriyle alakası olmadığını belirtmeliyim. Peki neyin aracı değildir bu tarz fotoğraf? Toplumsal konuları ele alan ve kamusala dair söz kuran fotoğraf ile verili tanımı içindeki sanat, saikleri itibariyle pek alakalı olmadığına göre, toplumsal belgeci fotoğraf “sanat” yapmanın aracı değildir. Çünkü belgeselcinin böyle sıfatlara ihtiyacı olmadığı gibi, gerek üretim motivasyonunda, gerek konusuna yaklaşımında, gerekse dağıtım ve sunum mecralarında, sanat ortamında var olanlardan başka kanallara ihtiyaç duyar. Belgeselcinin ilgi ve iş alanı, sanatın zemininden farklı olarak enformasyonun, tanıklığın, iradi müdahalenin, taraf olmanın, değiştirme tavrının vb. alanıdır. Fotoğrafçı ele aldığı konuya dair toplumsal-kişisel kaygı taşımak, sorumluluk duymak, öznesine dürüst yaklaşmak, nesneleştirmemek gibi bağlayıcı koşulları gözetir. Bu tarz fotoğrafın değerlendirmesinde ise sanatsal kriterlerden önce geçilmesi gereken bir dolu başka merhale mevcuttur ki en sonlara doğru sıra sanatsal olanlara gelir. Yani maksadı sanat yapmak olan bir fotoğrafçının maksuduna ermek için belgesel fotoğraftan başka seçebileceği daha isabetli alanlar mevcuttur. Bugün bir güzellik yakalamak ya da hayatı estetize ederek bir güzellik yaratmak gayretiyle helak olmuş camiamızın bir de belgeseli aynı mecrada harcederek kendine yeni eziyetler yaratmasına gerek yoktur. Belgesel fotoğraf, bazı maceracı-savaş fotoğrafçısı-angaje belgeselci-foto aktivist-mit-kahraman gibi fotoğrafçı kişilerin namından istifade ederek gösteriş yapma aracı değildir. Belgeselci kendi varlığını geride tutmayı, mümkünse görünmez kılmayı beceren fotoğrafçıdır. Ürünü ortaya çıktığında gündeme gelecek olan kendisi değildir. Konusu ne kadar riskli, alengirli, maceralı, heyecanlı, zorluklar içinde gerçekleştirilmiş olsa da, gündeme fotoğrafçının değil, öznesinin hikayesi taşınmalıdır. Fotoğrafçının kahramanlıkları bizi ilgilendirmez. Konuyu neden anlattığı, nasıl anlattığı ve ne söylediği önemlidir. Dolayısıyla toplumsal konular fotoğrafçısını gündeme getirmez, gösteriş, şan şöhret vesilesi yapmaz, konuyu tartıştırır. Fotoğrafçı toplumun kıyısında duran, risk altında olan, dezavantajlı kesimleri fotoğraflayacaksa adap erkan sahibi olmakla kalmamalı, hayat bilgisi, dünya görgüsü de edinmelidir ki şan şöhret mevzularıyla hesaplaşmasını yapabilsin. Belgeselci olmak için fotoğrafçı olmak yetmez vesselam. 8 Belgesel fotoğraf, heveslilerin merak saikiyle el attıkları, onu çektik, bunu yaptık, biraz da toplumsalından bulunsun diye ilgileneceği bir alan değildir. Zaten bu nedenle her fotoğraflama alanının kendini tanımlayacağı, derinlemesine bilgisiyle birlikte pratiğini yaratacağı zamanın eşiğindeyiz. Yarışmalardan, ödüllerden, kifayetsiz sergileme, sunum pratiklerinden, vasatı bir türlü aşamayan estetik kifayetsizlikten, sıkıcılıktan kendini kurtaracak olan Türkiye fotoğrafı o zaman manalı bir hat yaratabilir kendine ve bu hat üstünden alıp başını dünyanın öte ucuna kadar gidebilir. Rene BURRİ W.Eugene SMITH Meraklısı İçin Okuma Önerisi - Ali Saltan, Sosyal belgesel fotoğraf alanında etik ve yeni bir dil üzerine notlar, Evrensel Kültür Kasım 2008 -Murat Germen, Koyun olmayan Yarde Keçi Abdurrahman Çelebi, (http://www. hezarfen.net/paralx) Mayıs 2011 -Kemal Cengizkan, Fotoğrafçılar İçin Bir ‘Model Sözleşmesi’ Önerisi, 1 Aralık 2008 Birgün - Murat Yaykın, Fotoğrafçının tutumu, 14.08.2008 Birgün - Ken Light, Çağımızın Tanıkları / Belgesel Fotoğrafçılar Anlatıyor, Fv Yayınları 2006 - Özcan Yurdalan Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, Agora Kitaplığı-20 9 Sezai Gülşen’le İstanbul Kültür Gezileri Sezai Gülşen ile her ay İstanbul’un değişik bölgelerinde geziler düzenliyoruz. Yaşadığımız kentin aslında nasıl sırlar sakladığını, neleri bilmeyip, neleri yanlış bildiğimizi Sezai Gülşen’in anlatımlarında bulmaktayız. Sokakların, semtlerin, sivil ve dini yapıların gerçeklerini, tarihlerini, bıraktığı izleri her ay yaptığımız bu engin yolculukta yaşayabilirsiniz. 8 Kasım 2015 Pazar günü 26 katılımcı ile “Aksaray’dan Yedikule’ye” Kültür Gezisini tamamladık. Sabah saat 09.00’da Aksaray Murat Paşa Camii Avlusunda buluşup gezimize başladık. Murat Paşa Camii, Haseki Sultan Camii, Cerrah Paşa, Fındıkzade, Bayram Paşa Külliyesi, Arcadius Sütunu, Hekimoğlu Ali Paşa Camii, Kumkapı, Meryem Ana Ermeni Kilisesi, Kumkapı Surp Harutyun Ermeni Kilisesi, Aya Mina Rum Ortodoks Kilisesi, Samatya Meydanı, Konstantin Eleni Kilisesi, Yedikule Hisarı ve Zindanları, Altın Kapıyı Sezai Gülşen’in hoş anlatımıyla gezdik. 10 Sezai Gülşen Kimdir? 1950 yılında doğan Sezai Gülşen, İstanbul Belediyesi Konservatuarı Tiyatro, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümünde Lisans eğitimini ve Mimar Sinan Üniversitesi Sahne ve Görüntü Sanatları Tiyatro Bölümünde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. Öğretim Görevlisi olarak değişik üniversitelerde kültür, tiyatro, dinler tarihi, mitoloji gibi konularda dersler verdi. Radyo ve televizyon kanallarında, kültür ve İstanbul’da yaşam ile ilgili programlar yaptı. 1998 yılında “Türkiye’de Yılın Rehberi” seçilerek ödül alan Gülşen’in “Anadolu’da İlkler” adlı yayınlanmış bir kitabı ve İstanbul, Sanat, Dinler ve Mitoloji üzerine çok sayıda makalesi vardır. 11 Kadın Hakları ve Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Projesi Röportaj : Zeynep Seda Çakır / www.fotografhaberleri.net 25 Kasım 2015’te İFSAK bünyesinde gerçekleşecek olan Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü ve Kadın Hakları Günü Etkinliklerinin Proje Koordinatörü Esin Koç ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Proje kapsamı hakkında bilgi veren, İFSAK 2015-2017 dönemi Yönetim Kurulu üyesi ve Eğitim Birimi Koordinatörü Esin Koç, aynı zamanda ülkemizdeki kadına yönelik şiddet, erkeğe biçilen toplumsal rollerin ağır sonuçları, kadın hakları ve son günlerde yaşanan davalarda görülen ceza indirimleri üzerine bir fotoğraf sanatçısı gözü ile görüşlerini dile getirdi. Başarılı olacağına inandığımız ve yürekten desteklediğimiz projenin detaylarını röportajımızda okuyabilirsiniz… -Proje nasıl başladı? İFSAK olarak amacımız sosyal sorumluluklarımızı ve bu konuda ki görevlerimizi sanatımızla yerine getirebilmek ve ifade edebilmek. Bu nedenle, 2011-2012 yılları arasında, önemli günler ve haftalar da bir takım etkinlikler ve projeler yapmıştık. Engel Tanımayanlar, İnsan Hakları ve Dünya Barış Günü gibi projelerimizi hayata geçirmiştik. Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü ve Kadın Hakları Günü Projesinde de yine bu çalışmaların aktif edilmesi düşüncesi ile yola çıkıldı. Yönetim Kurulu Toplantılarımızda sıklıkla üzerinde durduğumuz bu konuları üyelerimize açarak çalışmalarımızı başlattık. Bu yıl aynı zamanda Çocuk Hakları Günü ile ilgili yaptığımız bir çalışma da gerçekleşti. Bu projede şiddete uğramış kadınların fotoğraflarını çekmek yerine ve onlara yaşadıkları acıları tekrar hatırlatmamak için daha çok kurgu ve kavramsal fotoğraflarla çalışmayı seçtik. Amacımız farkındalık, bilinç ve bir şekilde tepkimizi ortaya koymak olduğu için yaralanmış, bir gözü mor kadınların fotoğraflarını sergileyerek insanlara bu konunun 12 sadece ajitasyon kısmını yüklemek istemedik. Aynı zamanda çalışmada yer alacak arkadaşlarımız için de biraz hayal gücünün kullanılması, algımızın somutlaşması adına yaratıcılığın öne geçmesini istedik. -Fotoğraf üretme süreci nasıl gelişti? Arkadaşlarımız daha önce kavramsal-kurgu fotoğraflar üzerine çalışmamışlardı. Derneğimizde bu konudaki çalışmaların hız kazanması ve üyelerimizi de yeniliklere ve düşünmeye sevk etmek için biraz da özellikle böyle bir tercihte bulunduk. Sokakta insanlarla röportajlar yaptık, kadınlara ve daha çok erkeklere, kadına yönelik şiddetle alakalı bir takım sorular sorduk. Bu röportajlar gösterimizde video olarak değil, fotoğrafların arkasında konuyu fotoğrafla güçlendirmek için ses kaydı olarak yer almasını istedik. Sokağın fotoğrafa yansıyan sesi nasıldı peki? Aldığımız sonuçlar çok ilginç oldu. İnsanların çoğu “kadına şiddete karşıyız” demekle birlikte maalesef ki, “kadın kendini bildiği sürece, şiddete ihtiyaç yoktur” gibi ortak bir kanı olduğunu gördük. -Yani şiddete karşı bir eğilim hep var öylemi? Evet. Mesela bir tokadı çok önemli bulmuyorlar. Tabi ki çok bilinçli olanlar vardı içlerinde, daha mantıklı cevap verebilenler de oldu. Yaptığımız çalışmalar, insanlara ulaştırmaya çalıştığımız mesajın çok yerinde olduğunu görmemizi sağladı. -Proje ekibi hakkında bilgi verir misiniz? Destek aldığınız kurum ve kişiler arasında kimler var? Kurgu ve kavramsal fotoğraflar üzerine bir eğitim sürecimiz oldu öncelikle. Eğitimler ve çalışmalar esnasında birçok konuk ağırladık. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan Gülsüm Kav, Umut Vakfı’ndan Sevim Ertemur, Psikolog Serap Alptekin, Bilgi üniversitesi Öğretim Üyesi İdil Elveriş, Sosyolog ve Maltepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Mehmet Bozok, Kavramsal Fotoğraflar üzerine bilgilerinden faydalanmak üzere Orhan Cem Çetin gibi birçok isim her toplantımızda bizlere eşlik ederek projemize destek oldular. Projede; Ayten Ünal, Damla Atak, Hakan Gönüllü, Kamuran Aksüt, Kumral Kepkep, Kerem Ocak, Özden Öztürk, Selda Öztürk, Sultan Güner, Yavuz Yaman, Hülya Üçpınar, Gülizar Aktaş, Zeliha Çengerme gibi fotoğrafa gönül vermiş, içlerinde erkeklerin de olduğu çok değerli arkadaşlarımız yer alıyor. -Projenin devamı olacak mı? Olacaksa neler planlanıyor? Projeye ilk çalışmamızın sonuçlarına göre biraz daha genişleterek devam etmeyi düşünüyoruz. Üyelerimizde bu konuda çok istekliler. Hatta sadece kadın teması olarak değil, genel anlamda toplumsal şiddet üzerinde bir çalışmaya da dönebilir. 13 -Türkiye’de kadına yönelik şiddetin zeminini biraz da kadınların oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Birçok kadın bu konuda sessiz kalmayı seçerek erkeğe bu hakkı kendisi veriyor bir bakıma. Bu konuda düşünceleriniz nelerdir? Elbette ki hiçbir kadın böyle bir yaşamı tercih etmez. Bunu kadının kendine biçtiği değer olarak düşünmüyorum. Çünkü ülkemizde ve hatta dünyada sadece eğitim seviyesi düşük insanlar şiddete maruz kalmıyor. Belli bir statüye gelmiş her türlü imkâna sahip kadınlarla, ev hanımlığı yapan, ilkokul mezunu kadınlar aynı şiddete maruz kalabiliyor. Kimisi çaresizliğinden, kimisi haklarını bilmediğinden veya mevcut hakların yetersizliğinden kaynaklanan güvensiz ortamdan dolayı sessiz kalabiliyor. Şu ana kadar bahsettiğimiz konular hep fiziksel şiddet ile ilgi ancak şiddetin birçok çeşidi var. Biz kadınlar olarak toplum içeresinde birçok anlamda şiddet görüyoruz. Çalışma hayatımızda, aile yaşantımızda, toplu yaşam alanlarında şiddet maalesef bizlerle birlikte. Bazılarını o kadar kanıksıyoruz ki, şiddete maruz kaldığımızı fark etmediğimiz zamanlar oluyor. -Kadın sanatçı gözüyle erkeğin şiddete eğilimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben bu konuda bir bilim insanı değilim. Ancak kendi gözlemlerimden yola çıkarak yorumlayabilirim. Bunun bir güç ilişkisinden kaynaklandığını ve erkeklerin toplumda daha güçlü olduğu kanısı, aileyi yöneten kişi olduğu düşüncesi ile toplumsal rollerin biçtiklerini gerçekleştiremediğini düşünen ya da düşündürtülen erkeklerin, kadının hem aile içinde hem de sosyal anlamda kendisinden öne geçmesi ve kendisinin güç kaybedeceğine dair korkularının şiddete ittiğini düşünüyorum. -Peki, son yıllarda özellikle sevgi! ile yükselen bir şiddet var. “Çok sevdiği için karısını öldüren, eski karısını tehdit eden, yakaladığı yerde döven erkek” ve bu sebeple hâkim karşısında ceza indirimi almasını görüyoruz. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşananlar maalesef ki hepimizin canını acıtıyor. Evet, kadınlara yönelik suçları işleyen erkeklerin, hiç mantığa uymayan, kafanızda bir yere yerleştiremediğiniz bir nedenle ceza indirimi alması, caydırıcılıktan da ziyade teşvike neden oluyor. Tahrik indirimlerinin kadınlara yönelik şiddetle ilgili davalarda uygulanmaması, yasalarda bu suçun cezasının artırılması ve acil olarak düzenlenmesi mutlaka gereklidir. Bizler de bu konuda bireysel ve kurumsal olarak projelerimizle, tutarsızlıkların ve haksızlıkların derhal düzenlenmesi ve yaptırımların ağırlaştırılması çalışmalarını destekliyoruz. Etkinliğimiz içerisinde yine bu konularda aktif olarak çalışan, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan Gülsüm Kav ile yapacağımız söyleşide de ele alacağız bu konuyu ve Filmmor Kadın Kooperatifi tarafından hazırlanan bir kısa filme de yer vereceğiz. Projemiz şu aşamada sadece İFSAK çatısı altında gösterime sunulacak. Daha sonra ileri bir aşamaya taşıdığımızda yine asıl amacından çıkmadan, fotoğraf sanatımızla farkındalık ve bilinç yaratmak düşüncesi ile farklı mecralarda ve coğrafyalarda da yer almasını isteriz. 14 İfsak Belgesel Proje Grubu, İfsak Galeri’de Fikirtepe Sürgünde Yeni Perde sergisini açtı. Proje Editörlüğünü Altan Bal’ın yaptığı serginin fotoğrafları Murat Şensu veMetin Ofluoğlu’na aitti. Serginin ve broşürün grafik tasarımını yapan Yavuz Dürüst’ü de anmadan geçmeyelim. Devlet eliyle sürgünde yeni perde, Fikirtepe! Aslında devrin asilzadelerinin av köşklerinin bahçelerinde kestane ağaçları olan bir yermiş, çok eski zamanlarda Kurbağalı Dere hemen oralardan denize karışırmış. Ne zamanki İstanbul’a göç başlamış, bu kuş uçmaz kervan geçmez tepede bulduğu yere yapıvermişler gecekondularını. O zamanlar ilk gelenler hep Sivaslı imiş. Her gelen bir hemşerisini, köylüsünü çağırmış, gel, hâlâ boş yer var burada diye! 1950 li yıllarda başlayan göç artık yer kalmayana kadar devam etmiş Fikir Tepe’de. İlk zamanlar ne su nede elektrik varmış, mahallenin yaşlıları nedense pek bir gururla anlatırlardı, Göztepe’den sırtlarında su taşımalarını. İmarı da iskânı da planı da kafalarına göre yapmışlar. Bir göz oda ile başladıkları gecekonduları, zaman içinde nüfus artıkça çok odalı ve çok katlı olmuş. Başlarını zor soktukları gecekondularına tapu da alınca mal sahibi de olmuşlar. Alt katlarını kiraya verip üst kata taşınmışlar. Göç ettikleri memleketlerinin kültüründen hiç taviz vermemişler, aralarına pek yabancı da kabul etmemişler. Günümüzde modern! Yaşamda yok olan komşuluk, mahalle kültürü, Fikirtepe de hala eskisi gibi sürmekte. 15 Fikirtepe gençlerinin her ortamda birbirine sahip çıkması ve kavgaları ile ünlenen mahalleye dışarıdan gelip racon kesmek pek mümkün olmamıştır. Meşhur Fikirtepelilik kavramı da bu şekilde ünlenmiştir. Bu eski gecekonduların etrafında gelişen şehir, mahallenin ana arterlerin ortasında kalmasına yol açtı ve böylece rant peşindekilerin çekim merkezi oldu. Fikirtepe sakinleri ve mahallesi için sonun başlangıcı Kadıköy Belediyesinin 2010 yılında başlattığı imar düzenlemesi ile başladı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile devam edip Çevre ve Şehircilik Bakanlığı eliyle sürüyor. İmar düzenlemesinin o’nlar için hangi tuzaklarla dolu olduğunu bilmedikleri ilk zamanlarda gecekondularının yerine dikilecek gökdelenlerin rantı ile kurdukları zenginlik hayalleri bugün biraz sönmüş gibi görünse de umutla inşaatların başlamasını beklemekteler. Yeni yaşam alanları kendi mahallelerinde kurulsa da artık orada eskisi gibi yaşamayacaklarını biliyorlar artık. Hobi olarak kuş kafesi yapan Fikirtepe’li kuşçunun dediği gibi; Artık bize burada kül tablası bile silkelettirmezler birader! 16 İFSAK Ocak Ayı Eğitimleri ADOBE LIGHTROOM CC/6 Eğitmen: Nezihi Gözen Başlama tarihi : 08 Ocak 2016 Süre: 4 hafta 19.30-21:30 İFSAK 16. Doğa Kültürü ve Fotoğrafı Semineri Eğitmen: Ali İhsan Gökçen Başlama tarihi: 11 Ocak 2016, Süre: 5 Hafta + 1 Gezi DSLR Fotoğraf Makinesi İle Video Çekim Teknikleri Eğitmen Sadık İncesu Süre: 5 Hafta Toplam 12.5 Saat Ders Saatleri: 19.30-22.00 Başlangıç Tarihi: 05 Ocak 2016 bir tasarımcı olarak; YÖNETMEN’in YOL HARİTASI Eğitmen : Filiz Kaynak K. Başlangıç Tarihi : 06 Ocak 2016, 19:30 Atölye Süresi: 10 Hafta (Haftada 3 Saat) Pinhole Eğitmen: Taylan Bağcı Başlangıç Tarihi : 16 Ocak 2016 Süre : 2 Gün, 5 saat Sokak Fotoğrafçılığı Eğitmen : Koray Akten Başlangıç Tarihi : 8 Ocak 2016 Süre : 8 saat + 2 şehir içi gezi 17 İFSAK SEMİNERLERİ İFSAK’taki seminerler fotoğraf, sinema ve sanat dalları altında sürdürülmektedir. Aşağıda detayları bulunan eğitimler dışında bu üç alanda farklı seminerler de düzenlenmektedir. Fotoğraf Seminerleri -Temel Fotoğraf Semineri : 6 haftada bir düzenli olarak açılan seminerlerde, bir şehir içi ve bir de şehir dışı olmak üzere iki fotoğraf gezisi de yapılmaktadır. Katılımcılara seminer sonrasında bir danışman eşliğinde ücretsiz olarak proje yapma ve sonunda sergi imkanı sunulmaktadır. -Belgesel Fotoğraf Atölyesi : Belgesel fotoğrafın ne olduğuna dair teorik bilgilerin sunulduğu, çekimlerle pratik yapma imkanı sunulan ve değerlendirmelerle desteklenen bu atölye Belgesel Fotoğrafçılık konusunda deneyimli eğitmenler eşliğinde sürdürülmektedir. -Proje Geliştirme Atölyeleri : İFSAK Proje Geliştirme Atölyeleri ismiyle açılan bu seminerler fotoğrafta farklı bakış açılarına yönelik çalışmaları içeriyor. Fotoğraf dünyasında yer edinmiş farklı isimlerle gerçekleştirilmektedir. -Basın Fotoğrafçılığı Atölyesi : Seminerin amacı, ülkemizde Basın fotoğrafı alanında kendine geliştirmek isteyen tutkulu fotoğrafçılara mesleğin inceliğini, disiplinini ve çalışma koşullarını anlatarak Türk Basınında yaşanacak bilinçli bir değişim ve dönüşüme katkıda bulunmaktır. -Doğa Fotoğrafçılığı Semineri : Doğaya merak duyan, makro fotoğrafın sınırlarını görmek isteyen kişilerin tercih ettiği bu atölye için İFSAK’ın yıllık seminer planı içersinde dört veya beş Doğa Semineri planlamıştır. -Stüdyo Fotoğrafçılığı : Stüdyo fotoğrafçılığı konusunda bilgi ve deneyim kazanmak isteyen herkese açık olan seminerde; Workshops Ürün Çekimi, Portre Çekimi, Pack-shot, Still- Life çalışmaları yapılmaktadır. Bu seminer temel fotoğraf bilgisi olanlara yöneliktir. 18 Photoshop Atölyesi : Sayısal fotoğrafa yönelik açılan atölyede katılımcılara sayısal fotoğrafçılık ve giriş seviyesinde fotoğraf işleme teknikleri gösterilmektedir. Atölyenin ileri düzey bölümü ikinci kur olarak yapılmaktadır. -Sinema Seminerleri -Kısa Film Atölyesi : Teorik bilgilerin yanı sıra fikir aşamasından başlayarak bir filmin hayata geçirilmesine kadar geçen tüm sürecin yaşanacağı bir çalışma yapılmaktadır. Üç aylık seminerin ardından, katılımcıların ortak bir çalışma ile üretecekleri kısa filmin gösterimi, İFSAK’ta düzenlenecek sertifika töreni ile birlikte yapılmaktadır. -Senaryo Semineri: Senaryo yazımı ile ilgili teknik bilgilerin verilmesinin yanı sıra; katılımcılara özgün, yaratıcı bir bakış açısı kazandırmayı hedeflemektedir. Her katılımcı 8 haftalık sürenin sonunda kendi senaryosunu tamamlamaktadırlar. -Film Analizi Semineri : Türk ve dünya sinemasının önde gelen birçok yönetmenin filmleriyle birlikte detaylı olarak incelenip değerlendirildiği İFSAK film analizi seminerleri sinema meraklılarına yeni bir bakış açısı kazandırmayı hedeflemektedir. Sanat Seminerleri -Sanat Tarihi Semineri: Estetik anlamda “güzel”, estetik kavramlar, sanat kuramları, sanat-bilim ilişkisi, sanat ve beğeni, sanatsal yaratma, sanatsal algılama, günümüz sanat anlayışları, sanat eleştirisi ve türleri, sanat eleştirisi uygulamalarını içerir. 19 Ümit Kıvanç 20