Makalelerle Muş - Muş Alparslan Üniversitesi
Transkript
Makalelerle Muş - Muş Alparslan Üniversitesi
MAKALELERLE MUŞ Editör Ercan ÇAĞLAYAN Muş Alparslan Üniversitesi Yayınları Muş Alparslan Üniversitesi Yayınları-1 Kitap Adı Makalelerle Muş Editör Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Yayın Kurulu Yrd. Doç. Dr. Yusuf BATAR [Müdür] Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ Yrd. Doç. Dr. M. Kamil COŞKUN Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Yrd. Doç. Dr. Kasım MOMİNOV Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM Yrd. Doç. Dr. Nurullah ULUTAŞ Ar. Gör. Âdem PALABIYIK Hakem Kurulu Prof. Dr. Hasan ÇİFTÇİ Muş Alparslan Üniversitesi Doç. Dr. Abdullah KIRAN Muş Alparslan Üniversitesi Doç. Dr. Abdulcelil BİLGİN Muş Alparslan Üniversitesi Doç. Dr. Metin YİĞİT Dicle Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Muş Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Fariz FARZALİ Muş Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Halil GÜNEK Fırat Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Kadir ÜÇAY Muş Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Macit BALIK Bitlis Eren Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Naim ÜRKMEZ Erzurum Teknik Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nurdan KESER Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ Muş Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM Muş Alparslan Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Zülfiye KOÇAK Bitlis Eren Üniversitesi 1. Baskı Mayıs 2014 Bu eserin bütün hakları Muş Alparslan Üniversitesi'ne aittir. Kurumun izni olmaksızın, kitabın tümünün ya da bir kısmının elektronik, mekanik veya fotokopi yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve dağıtımı yapılamaz. İÇİNDEKİLER TAKDİM Prof. Dr. Nihat İNANÇ EDİTÖRDEN Ercan ÇAĞLAYAN MUŞ OVASI'NIN TARIMSAL POTANSİYELİ VE ARAZİ KULLANIMI ARASINDAKİ İLİŞKİLER Mehmet Emin SÖNMEZ ÖZGÜN BİR KENTSEL MEKÂN OKUMASI: MUŞ ÖRNEĞİ Âdem PALABIYIK MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ`NİN İLİN SOSYO- EKONOMİK GELİŞMESİNDEKİ ETKİLERİ ÜZERİNE TEORİK BİR İNCELEME Veli SIRIM&Mücahit ÇAYIN MUŞ ESNAFININ SOSYO-EKONOMİK DURUMU ÜZERİNE SOSYOLOJİK BİR ÇALIŞMA Reşat AÇIKGÖZ İSMET ÖZEL'İN 'MUŞ'TA BİR GÜZ İÇİN PRELÜDLER' ADLI ŞİİRİNDE DEVRİMCİ BİR ÖZNENİN MUHASEBE MEKÂNI OLARAK MUŞ Ferhat ÇİFTÇİ TBMM'DE MUŞ MİLLETVEKİLLERİ [1923-1943]: BİYOGRAFİK BİR DENEME Ercan ÇAĞLAYAN MUŞ'TAN TARİHİ BİR PORTRE: İLYAS SAMİ [MUŞ] BEY İrşad Sami YUCA MOLLA ZAHİR TENDÜREKÎ VE ARAPÇA DİVÂNI (186-204) Sadrettin BUĞDA ŞEYH ABDULMELİK VAKFI, MEDRESESİ, CAMİSİ VE ZAVİYESİ Bilal YILMAZ MUŞ DEPREMLERİ (EYLÜL 2013) ve MUŞ İLİNİN DEPREMSELLİĞİ İskender DÖLEK TAKDİM “Varlık” ve “Vizyon” ! Bir durumu ifade ederken, kimi zaman orantısız kullanılan iki önemli kavram. Bazen “var” olursunuz ancak sizden başkası varlığınızın farkında olmaz. Bazen de aslında yok gibisiniz ancak herkes sizin büyük varlığınızdan bahseder. Anadolu'ya açılan kapının şehri: Medreseler Şehri Muş! Varlığıyla vizyonu ters orantılı bir şehir. Birçok önemli değer ve avantajına rağmen hak ettiği yeri alamayan, çoğu zaman satır aralarına sıkıştırılan bir şehir: Muş. Şimdi bu durumu tersine çevirme zamanı. Herkes ama sorumluluk sahibi herkes, Muş'u hak ettiği yere taşımak için yüreğini ortaya koyarak çalışmalıdır. Öyle çalışıyor gibi görünerek, fotoğraf karelerinde yer alarak, kameralara gülümseyerek değil! Medeniyetin köklerinin olduğu bu şehrin, şehrin sancısıyla kıvranan sahiplerine ihtiyacı vardır. Öncelikle Muş'un resmini çekip sonrasında da politikalar geliştirmeyi hedefleyen Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi (SOSPOL) Müdürünü ve ekibini tebrik ediyorum. Umuyorum ki çektikleri bu resim; yeni politikalar geliştirip, uygulamalarına zemin hazırlar. Diğer paydaşlarımızın da ilgi ve hassasiyetlerinin artmasına vesile olur. Unutmayalım ki önemli olan husus “kendi çalıp, kendi oynamak” değil. Eğer “siz çalarken, başkaları oynuyorsa” asıl başarı budur! “Makalelerle Muş” adlı bu güzel çalışmanın; Muş'un derdiyle dertlenenlerin sayısını artırması temennisiyle… Saygılarımla… Prof. Dr. Nihat İNANÇ Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü 1 EDİTÖRDEN Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Murat-Van Bölümü'nde yer alan Muş, coğrafi konumu ve tarihi bakımdan önemli bir yerleşim birimidir. İlkçağlardan itibaren önemli bir güzergâh üzerinde olan Muş, tarih boyunca çok sayıda kavim ve medeniyetin egemenliğinde kalmıştır. İslam öncesinde Urartu, Pers ve Roma gibi devletlerin egemenliğinde kalan Muş ve çevresi Hz. Ömer döneminde İslam'la tanışmıştır. Bir süre Müslüman Araplar ile Bizans arasında el değiştiren Muş, 1071 Malazgirt Savaşı'ndan sonra Selçukluların eline geçmiş; daha sonraki dönemlerde Beylikler ve Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Coğrafi olarak Türkiye-İran transit yol güzergâhı üzerinde olması; tarihi çok eski zamanlara dayanan Diyarbakır, Elazığ, Erzurum ve Van gibi kadim şehirlerin ortasında yer alması Muş'un coğrafi önemine dair en belirgin özelliklerindendir. Diğer taraftan Muş'un sahip olduğu zengin su kaynakları, otlak, mera ve dağ çayırları ile geniş ve verimli arazisi, yörede tarım ve hayvancılığın önemli bir geçim kaynağı olmasını sağlamıştır. Tüm bunların yanı sıra günümüzde yarım milyona yakın bir nüfusa sahip olan Muş'ta etnik olarak Kürtler, Türkler, Araplar, Çerkezler yaşamakta; buna bağlı olarak şehirde Türkçe, Kürtçe [Kurmanci-Zazaki] ve Arapça konuşulmaktadır. Bunların yanı sıra, vilayette Hanefi ve Şafii nüfusun dışında Varto'da önemli oranda Alevi nüfus da bulunmaktadır. Kuşkusuz bu durum Muş'un etno-dinsel yapısını ortaya koyması açısından önem taşımaktadır. Yukarıda zikredilen coğrafi, tarihî, iktisadî, toplumsal, demografik ve kültürel tüm bu zenginliklere rağmen Muş, günümüzde bilimsel anlamda yeterince tetkik edilmemiş ve bunun bir neticesi olarak Muş'un söz konusu zenginliği ortaya konulmamıştır. Bu gerçekten hareketle Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi olarak Muş'un coğrafî, tarihî, siyasî, sosyal, dinî, kültürel ve iktisadî yapısı gibi farklı yönlerini Makalelerle Muş kitabında bir araya getirdik. Bu çalışmanın, bir yandan Muş'un entelektüel müktesebatına dair mütevazı bir fotoğraf sunacağı, öte yandan Muş ile ilgili bilimsel ve akademik çalışmalar yapacaklara yeni bir perspektif kazandıracağı kanaatindeyiz. Son bir not olarak, yaklaşık bir yıl süren bu çalışmanın ortaya çıkmasında birçok kişinin emeğinin ve katkısının olduğunu hatırlatalım. Bundan ötürü başta üniversitemiz rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç olmak üzere, çalışmaya katkı ve destek sunan araştırma merkezi müdürü ve üyeleri ile kitabın yazar ve hakemlerine çok teşekkür ederiz. Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Editör 3 MUŞ OVASI'NIN TARIMSAL POTANSİYELİ VE ARAZİ KULLANIMI ARASINDAKİ İLİŞKİLER Doç. Dr. Mehmet Emin SÖNMEZ Kilis 7 Aralık Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Özet Muş Ovası sahip olduğu verimli tarım arazileri, zengin su kaynakları ve çevresine göre kışları nispeten ılık olması nedeniyle Doğu Anadolu Bölgesi'nin önemli yerleşme alanlarının başında gelmekte ve bu avantajlardan dolayı yerleşme tarihi oldukça gerilere gitmektedir. Bu çalışmaya göre çalışma sahasının fiziki ve beşeri koşullarının yüksek potansiyeline rağmen Muş Ovası ve çevresindeki sahalarda tarımsal açıdan gerekli gelişmenin kaydedilemediği görülmektedir. Özellikle su kaynaklarının çok kısıtlı kullanıldığı ve sulamaya yönelik projelerin hayata geçirilmede geciktiği, hatalı arazi kullanımının yaygın olduğu, ürün çeşidinin yetersiz olduğu ve tarımsal faaliyetlerde gerekli atılımların yapılamadığı tespit edilmiştir. Çalışma sahasının toprak, arazi kullanım kabiliyeti ve fiziki coğrafya haritalarının çiziminde Coğrafi Bilgi Sistemleri kullanılmıştır. Muş Ovası'nın güncel arazi kullanımı ile 1989 ile 2011 yılları arasındaki dönemde arazi kullanımında meydana gelen değişimleri belirlemek için uzaktan algılama tekniğinden faydalanılmıştır. Anahtar Kelimeler: Muş Ovası, tarımsal arazi potansiyeli, arazi kullanımı, uzaktan algılama. 5 1. Giriş Özellikle hızlı nüfuslanma ve şehirleşme ile beraber tarım alanlarının sürekli daraldığı günümüzde tarımsal potansiyeli yüksek sahaların doğru şekilde değerlendirilmesi zorunluluk haline gelmiştir. Bir alandaki tarımsal potansiyelin harekete geçirilmesi için tarım arazilerin ıslah edilmesi, sulama şebekesi ve uygun sulama sistemlerinin geliştirilmesi, uygun tarımsal ürünlerin tercih edilmesi ve çeşitlendirilmesi, gübre, ilaç kullanımı, toprak bakımı ile arazinin doğru planlanması (Bulut, 2006; Doğanay, 2007) gibi beşeri ve fiziki unsurların aynı anda hayata geçirilmesi gerekmektedir. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye'de de ovalık alanlar tarımsal potansiyeli yüksek sahaları oluşturmaktadır. Ovaların Türkiye'de kapladığı alan ise çok az olup, ülke arazisinin ancak % 8'i kadardır (Tunçdilek, 1985). Bu nedenle bu alanlardaki arazi kullanımının doğru olması ve tarımsal üretime uygun şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde tarımsal üretime uygun olmayan arazilerde üretim yapmak zorunlu hale gelmektedir. Bu durum ise tarımsal üretimdeki maliyetin artmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Çalışmaya konu olan Muş Ovası sahip olduğu geniş, düşük eğimli araziler ile su kaynakları sayesinde kuşkusuz Türkiye'nin tarımsal potansiyeli yüksek ovalarından biridir. Gerçekten de Erinç (1953) Muş Ovası'nı, sahip olduğu verimli toprakları nedeniyle Yukarı Murat Bölümü'nün1 en önemli tarım sahası olarak tanımlamaktadır (Erinç, Doğu Anadolu Coğrafyası, 1953). Fakat yaptığımız değerlendirmelerde Muş Ovası'nda belirlenen tarımsal potansiyelinin çok altında tarımsal üretim yapıldığı belirlenmiştir. Hâlbuki özellikle su kaynakları bakımından daha kısıtlı veya benzer şartlara sahip birçok alanda tarımsal ürün çeşidi ve üretiminde çok ciddi artışların yaşandığı tespit edilmiştir. Örneğin sulama imkânlarının artmasıyla Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin genelinde (Karadoğan, 2006), Kızıltepe (Sönmez, 2012) ve Kadirli (Karagel, 2009) gibi daha dar alanlarda da hem sulama yapılan tarım alanlarında hem de tarımsal üretimde çok yüksek oranlarda artış meydana geldiği tespit edilmiştir. Bu çalışmaya göre ise Muş Ovası'nda sulamalı tarımda bir durağanlığın ve nispeten bir gerilemenin yaşandığı belirlenmiştir. Ovada tarımsal üretimdeki bu durağanlığın ovanın fiziki çevre şartlarından ziyade sulama şebekesine yönelik altyapı hizmetlerinin yapılamamış olması, çiftçinin bilinçlendirilmesindeki eksiklikler ve yürütülen tarımsal politikalarla yakından ilgili olduğu kanısındayız. Bu nedenle, bu çalışma Muş Ovası'nda tarımsal faaliyetlerdeki durağanlığın, ovanın fiziki çevre koşullarıyla ilgili olup olmadığı üzerine odaklanmıştır. Bunun için ovanın tarımsal potansiyelini belirleyen toprak, toprak derinliği, drenaj, eğim, erozyon, su imkânları, toprak sorunları ve toprağın tarımsal açıdan uygunluğunu belirleyen toprağın arazi kullanım kabiliyeti gibi fiziki çevre şartları detaylıca ele alınmıştır. Ayrıca Muş Ovası'ndaki tarımsal üretim değerleri ile ovanın 1989-2011 yılları arasındaki dönemde arazi kullanımındaki değişimleri değerlendirilmiştir. 1Erinç (1953), bu çalışmasında günümüzde Yukarı Murat Van Bölümü olarak bilinen alanı Yukarı Murat ve Van bölümleri olmak üzere iki farklı bölüm olarak ele almıştır. 6 2. Amaç ve Yöntem Çalışma Türkiye'nin önemli ovalarından biri olan Muş Ovası'nın tarımsal potansiyeli ile arazi kullanımı arasındaki ilişkiler üzerinde odaklanmıştır. Bunun yanında 1989 ile 2011 yılları arasında arazi kullanımında meydana gelen değişimler belirlenmiş ve bu değişimlerden hareketle Muş Ovası'nda ekonomik (özellikle tarımsal kökenli) ve sosyal anlamda meydana gelen değişim ve dönüşümler ele alınmıştır. Muş Ovası'nın arazi potansiyelini ortaya koymak amacıyla Coğrafi Bilgi Sistemleri kullanılmış ve Muş ili arazi varlığından faydalanılmıştır. Ovanın arazi kullanımında meydana gelen değişimleri belirlemek için ovanın 1989 ve 2011 yıllarına ait Landsat TM uydu görüntüleri kullanılmıştır. Elde edilen uydu görüntüleri uzaktan algılama tekniği ile kontrollü sınıflandırmaya tabi tutularak işlenmiştir. Bunun yanında ova alanı belirlenirken 1300 m izohipsi ovanın en yüksek sınırı olarak kabul edilmiştir. Nitekim Ardos (1995) ovanın ortalama yükseltisini 1250-1300 m olarak belirtmektedir (Ardos, 1995). 3. Çalışma Alanı, Jeomorfolojisi ve İklim Özellikleri Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Murat Van Bölümü sınırları içinde bulunan Muş Ovası aynı zamanda Türkiye'nin Doğu Anadolu Fayı ve Kuzey Anadolu Fayı gibi iki önemli aktif ana fayının kesişme alanın güneyinde yer almaktadır. Ovanın kuzeyinde Şerafettin ve Otluk dağları güneyinde Bitlis Masifi (Muş Güneyi Dağları) doğusunda ise Nemrut Volkanik dağı yer alır. Ova her taraftan dağlık alanlarla çevrelenmiştir. Ovanın ortalama yükseltisi 1280 m civarındadır. Ortalama eğim değeri ‰6 civarındadır. Ovanın belirlenen sınırlar dâhilindeki alanı ise yaklaşık 950 km² dir. Yükselti değerleri ise ovanın merkezinden çevresine doğru yükselmekte; doğuda 2900, güneyde 2700 ve kuzeybatıda 2500 m nin üzerine çıkmaktadır (Şekil 1). Muş ve Hasköy ova yüzeyindeki önemli şehir;2 Yaygın, Kızılağaç, Sungu ve Korkut ovadaki önemli kasaba yerleşmeleridir. Ovanın doğu sınırının bitiminde ise Göroymak (Bitlis) şehri yer almaktadır. 2 Çalışmada on bin nüfus ve üzeri şehri olarak kabul edilmiştir. 2000-10000 arsında nüfusa sahip yerleşmeler ise kasaba olarak kabul edilmiştir. 7 Şekil 1. Muş Ovası ve yakın çevresinin fiziki haritası. Muş Ovası'nın jeomorfolojik gelişimi ile ilgili en detaylı çalışma Atalay (1983) tarafından yapılmıştır. Adı geçen yazara göre; ova Pliosen sonlarına kadar kapalı bir havza durumundadır. Fakat Kuaterner başlarında Murat Nehri'nin yatağını geriye doğru aşındırmasıyla havza batıdan kapılmış ve böylece dış drenaja bağlanmıştır. (ATALAY, 1983). Aynı yazara göre Muş Ovası'ndaki bu boşalma dört safhalı3 olmuş ve ovanın bugünkü görünümü ortaya çıkmıştır. Nitekim yazarın Muş Ovası'nda yaptığı araştırmada yaklaşık olarak 300 m kalınlığında Neojen dolgusuna rastlanmıştır. Bu durum ovanın Miosen sonlarından beri göllerle işgal edildiğine kanıt olarak gösterilebilir. Nitekim ovada Neojene ait genellikle kireçli, killi, kumlu, marnlı depolarla beraber Murat ve Karasu Vadileri boyunca alüvyonlar bulunmaktadır. Gerçekten de ovanın deniz seviyesinden yüksekliği her yerinde aynı değildir. Ova kademelidir, yer yer yüksekliği değişir. Ana çizgileriyle Muş Ovası'nda iki büyük düz saha görülür. Birincisi Murat Nehri ve kolları boyundaki geniş düzlüklerdir ki; yüksekliği 1250- 1300 m arasındadır. Bu arazinin bazı 3 “Muş Havzası dış drenaja bağlanmadan evvel, muhtemelen 1350 m yükseklikte olup yer yer göllerle kaplı bulunuyordu. Bu seviye ilk safhada 1350 m den 1300 m ye; ikinci safhada 1300 m den 1270–75 m ye; üçüncü safhada 1270–75 m den 1240 m ye ve dördüncü safhada ise 1220 m ye kadar inmiştir. Böylece ova yüzeyi sırasıyla 40–50 m, 25–30 m, 20–25 m ve 15–20 m boşalmıştır. Özellikle Murat Nehri'nin ova yüzeyinde açmış olduğu yatak boyunca boşalma miktarı ise 100 m den fazladır” (Atalay, 1983). 8 bölümleri zaman zaman sular altında kalır (Sönmez, 2005). İkinci kademe ise yaklaşık 1350–1400 m yüksekliğe sahiptir. İzbırak (1951)'e göre bu kademelenme ova olma niteliğini değiştirmez (İzbırak, 1951, s. 8). Fakat bu çalışmada özellikle ova yüzeyine göre oldukça yüksek eğimli, taşlık, sel ve birikinti koni ve yelpazelerinin yer aldığı 1300-1400 m aralığındaki bu alanlar ova sınırları dışında tutulmuştur. Muş Ovası Doğu Anadolu Bölgesi'nin çöküntü ovalarından biri olmakla (Ardos, 1995) beraber genel olarak Muş Ovası'nın batısında epirojenik karakterlerli bir yükselme, doğuda ise bir çökme olayı görülmektedir (Atalay, 1983). Gerçekten de ovanın doğusundaki sazlık bataklık alanlar ovanın doğudan çökmesi ve bu alanlarının sularını drene edememesi ile yakından ilgili görünmektedir. Dağlık sahaların Kuaterner'de yükselmesi, fluviyal aşındırmayı hızlandırmış ve bu sebepten dağlık alanlardan taşınan materyaller dağ eteklerinde birikerek birikinti yelpazelerini oluşturmuşlardır (Atalay 1983). Çalışma sahasında, Bitlis Dağları'nın kuzey kesimlerinde, Muş şehrinin batısı ile Genç Boğazı arasında birikinti yelpazesi şekillerine rastlanmaktadır. Sonuç olarak Üst Miyosen'deki Tektonik hareketlerle ovanın kuzeyindeki dağlık alanlar yükselirken, ova kesiminde çökme gerçekleşmiştir. Pliıosen'deki dikey hareketlerle ova kenarındaki faylar yeniden oynamış ve ova yeniden çökmüştür. Neojende göl haline gelen Muş Ovası meydana gelen tektonik gençleşmelerle sürekli sedimantlerle dolmuş ve yaklaşık 300 m lik bir Neojen dolgusu oluşmuştur. Kuaterner'de Murat Nehri'nin ovayı dış drenaja bağlamasıyla önce göl suları boşalmış daha sonrasında ise ova akarsular tarafından yarılmıştır (Atalay, 1983, Ardos, 1995). Muş Ovası'nda ortalama sıcaklık değerlerinin en düşük olduğu ay -7,4 °C ile Ocak ayıdır. Ovada kış aylarında (Aralık, Ocak ve Şubat) sıcaklık değerleri 0 °C'nin altındadır. Mart ayından itibaren aylık ortalama sıcaklık değerleri yükselmekte ve yaz mevsiminde 20 °C'nin üzerine çıkmaktadır. En sıcak ay Temmuz olup ortalama aylık sıcaklık değeri 25,2 °C dir. Ovanın yıllık ortalama sıcak değeri ise 9,6 °C dir (Tablo 1). Tablo 1. Muş Ovası'nda sıcaklığın ve yağışın aylara göre dağılımı. 9 Çalışma alanının jeomorfolojik özellikleri, özellikle dağların uzanışı, bakı ve yükseltinin yağışın şiddeti, dağılışı ve süresi üzerinde önemli etkileri görülmektedir. Ovanın çevresindeki dağlık sahalar ovaya nazaran daha fazla yağış almaktadır. Bunun sebebi ise özellikle kuzey ve güneyden gelen hava kütlelerinin yağışlara yol açan cephelerin ilerlemesine engel teşkil etmeleri ve orografik yağışlar olması ile ilgilidir. Buna rağmen ova Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki birçok alana göre daha fazla yağış almaktadır. Ovanın yıllık toplam yağış miktarı 764,5 mm dir (Tablo 1). Yağışın mevsimlere göre dağılışına bakıldığında yazların genelde kurak geçtiği kış ve bahar aylarının yağışlı geçtiği görülmektedir. Ovada yağışlar kurak geçen yaz aylarından sonra Ekim ayından itibaren (64,3 mm) artar. Bundan sonraki aylarda da yağış değerleri artmaya devam ederek Nisan ayında (108,1 mm) en yüksek seviyeye ulaşır. Muş ovasının en yağışlı devresi (370,7 mm) ilkbahardır. Bu mevsimi kış (275,4) ve sonbahar (171 mm) takip eder. Yaz mevsimi (37,4 mm) en kurak geçen devre olup yıl içindeki toplam yağışın ancak % 4'ünü oluşturmaktadır (Tablo 1). Yıllık ortalama nispi nemin % 64 olduğu Muş Ovası'nda, bulutluluk oranının 7'inin üzerinde olduğu gün sayısı 87,4, karla örtülü gün sayısı 100,6 ve donlu gün sayısı 145'tir (Sönmez, 2005) . Yukarıdaki verilerden hareketle Muş Ovası'nı; Türkiye'nin makroklima tiplerinden, şiddetli kontinental, donlu, soğuk ve uzun kışlar ile karakterize edilen “Doğu Anadolu” iklim tipine (Erinç, 1996) dâhil etmek mümkündür. 4. Muş Ovası'nın Tarımsal Arazi Potansiyeli Tarımsal faaliyetlerin temelini oluşturan toprak (Doğanay, 2007) bitkilerin başlıca yaşam kaynağı olup, tarımsal üretimi etkileyen fiziki koşulların başında gelmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2009). Öyle ki toprak tarımın temel sermayesi ve yanı zamanda tarımsal üretimin yapılabilmesi için mutlak gereklidir (Bulut, 2006). Bunun yanında arazinin tarımsal yönden değerlendirilmesi ve kullanma kabiliyet sınıflarının tespiti için yapılması gerekli en önemli araştırmalardan biri de toprak etütleridir. Arazinin tarımsal açıdan değerlendirilmesi ve araziyi kullanım kabiliyetine göre ayırmak ise ancak detaylı bir toprak araştırmasıyla mümkündür (Mater, 1982). Dolayısıyla bu çalışmada Muş Ovası'nın tarımsal potansiyelini belirlemek için ovanın toprak özellikleri detaylıca ele alınmıştır. 4. 1. Büyük Toprak Grupları Bizim çizdiğimiz sınırlar dâhilinde yaklaşık 950 km² alan kaplayan Muş Ovası'nda farklı özelliklerde toprak tiplerine rastlanmaktadır. Çalışma sahasında % 51 ile en geniş yer kaplayan toprak çeşidi Vertisollerdir (Tablo 2, Şekil 3). Bu topraklar yarı kurak, tropikal ve subtropikal bölgelerin siyah ve koyu gri, killi topraklarıdır. Kurak dönemlerde su kaybeden toprakta, kil tanecikleri kurur ve böylece toprakta derin çatlakların oluşmasına neden olur. Nemli dönemlerde şişerek geçirimsiz ve kaygan zeminler meydana getirirler. Aynı özelliklerinden dolayı “gilgai” denilen mikrotopografya yüzeyleri oluştururlar (Mater, 1998). Kurak mevsimi bulunan, yıllık ortalama 500- 750 mm yağışa sahip iklimlerde görülen Vertisollerin üzerinde daha çok ot formasyonu görülür. Vertisoller ovanın özellikle kuzey kesimlerine doğru geniş yer kaplar (Şekil 2). 10 Çalışma alanındaki akarsu boyları ve taşkın yatakları ile yakın çevrelerinde alüvyal topraklar yoğunluk kazanırken, Bitlis dağlarının kuzey yamaçlarının ovaya açılan kesimlerinde kolüvyal topraklar ön plana çıkmaktadır. Muş Ovası'nın yaklaşık % 30'unu kaplayan alüvyal topraklar, ovanın doğusundaki bataklık alanın kenarlarında, ovanın kuzey ve güneyinde devamlı taşkın ve siltasyona uğrayan sahalarda ve ince bir şerit şeklinde Murat ile Karasu nehirleri boyunca gelişmişlerdir (Tablo 2, Şekil 2-3). Killi topraklar genellikle Murat ve Karasu'nun taşkın alanlarında yer alır. Atalay ovada bulunan alüvyal toprakları, farklı alanlarda farklı özellikler göstermelerinden dolayı 4 gruba ayırmıştır. Bunlar; ovadaki alüvyal topraklar, taşkın ve milllenmeye uğrayan topraklar ile taban suyu seviyesini yüksek olduğu bozuk drenajlı topraklar ve iyi drenajlı topraklardır (Atalay, 1983). Fakat çalışma alanında daha önce geniş bir toprak araştırması yapmış olan Acarla'ya göre buradaki alüvyal topraklar yaşlı ve genç alüvyal topraklar olmak üzere ikiye ayrılır. “Sırtlardaki gevşek materyal kolüvyal tesirlerle daimi suretle ovaya nakledilmektedir. Bu suretle ova tabanı üzerinde kalın bir kolüvyal paketi meydana gelmiştir. Bu kolüvyon paketi müteaddit erozyon yamaçları, dereler, Karasu ve Murat nehri ile kesilmekte ve bunların etrafında genç alüvyonlara tesadüf edilmektedir. Genç alüvyonların profilinde yalnız sedimantasyon seyrini içeren horizonlar mevcut olduğu halde, yaşlı alüvyonlarda toprak tekamülünden mütevellit horizonlar mevcuttur.” (Acarla, 1955) Çalışma sahasındaki diğer bir toprak çeşidi de Hidromorfik topraklardır. Ovanın yaklaşık % 5'ini kaplayan bu topraklar A ile C horizonları bulunan genç topraklardır (Tablo 2, Şekil 3). Bünye itibari ile genellikle ağır olan bu topraklar, kil, killi balçık ve nadiren de balçıktır. Fakat ovanın doğusunda bulunan hidromorfik alüvyal toprakların hâkim tekstürü kildir (Şekil 2). Özellikle kuzeydeki dağlık alanlardan sellerle gelen killi, kireçli materyallerin birikmesinden dolayı toprak ağırlaşmıştır (Atalay, 1983). 11 Şekil 2. Muş Ovası'ndaki toprak grupları ve dağılışları (Topraksu 2002'den üretilmiştir). Ovanın % 5,3'ünü kaplayan (Tablo 2, Şekil 3) Kolüvyal topraklar A ve C horizonlu olup, sahanın nisbeten fazla yağışlı olması nedeniyle yıkanmışlar ve böylece toprakta serbest durumda bulunan kireç ortamdan uzaklaşmıştır (Atalay, 1983). Ovanın doğusunda, ova ile dağlık alanlar arasındaki eteklerde ince bir şerit halinde uzanan kolüvyal topraklar, dereler tarafından yarılan eski birikinti yelpazelerinin üzerinde bulunur ve ova yüzeyine doğru da yer yer çıkıntı yapar (Şekil 2). Ovanın yaklaşık % 5'ini kaplayan kireçsiz kahverengi orman toprakları esas olarak yaprağını döken orman ağaçlarının altında gelişmiştir (Tablo 2, Şekil 3) (Topraksu, 2002). Bu toprak çeşidi ovanın güneyinde, Muş ile Kızılağaç arasındaki alanda ve ovanın doğusundaki sazlık bataklık alanın çevresinde geniş yer kaplamaktadır (Şekil 2). Muş Ovası'ndaki yaşlı alüvyonların, zaman ve iklim tesiri altında bir oluşum devresi geçirmesiyle kestane renkli topraklar oluşmuştur. Bu topraklar step ikliminde yağışın nispeten fazla olduğu sahalarında meydana gelir (Acarla, 1955). Çalışma sahsındaki kestane renkli topraklar ovanın en kuzey sınırında çok dar bir alan (‰ 4) kaplamaktadır. 12 Tablo 2. Muş Ovası'ndaki toprak çeşitleri kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Şekil 3. Muş Ovası'ndaki toprak çeşitlerinin ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Muş Ovası'nda Kızılağaç kasabası ile Murat Nehri arasında kireçsiz kahverengi topraklar geniş yer tutar (Şekil 2). Ovanın yaklaşık % 2,2'sini kaplayan (Tablo 2, Şekil 3) bu topraklar asıl olarak meşe örtüsü altındaki aşınmadan korunmuş sahalarda bulunur (Atalay, 1983). Çalışma sahasında bu toprak türleri yanında yaklaşık ‰ 6'lık yer kaplayan Regosoller ile ‰ 8'lik yer kaplayan Bazaltik topraklar bulunur (Tablo 2, Şekil 2-3). 4. 2. Toprak Derinliği Toprak derinliği, sulu tarım yerine kuru tarım yapılması gibi tarımsal üretimde bazı kısıtlamalara neden olmaktadır. Bunların başında ise toprağın taşlık olması gelmektedir. Bu durum ise işlemeli tarımın yapılmasını engellemektedir. Diğer faktörler uygun olduğunda toprak derinliğinin derin ve orta derin olduğu alanlar işlemeli tarıma uygun olup tarımsal potansiyelleri yüksektir (Karaca, 2008). Muş Ovası'na baktığımızda topraklarının büyük bir kısmının derin ve orta derin olduğu göze çarpmaktadır (Şekil 4). 13 Şekil 4. Muş Ovası'ndaki toprakların derinlik haritası (Topraksu 2002'den üretilmiştir). Çalışma sahsındaki toprakların % 80,7'si gibi büyük bir kısmı derin iken, % 11,5 ise orta derinliktedir. Buna karşılık ovada toprakların % 3,2'si sığ ve % 1,2'si çok sığdır. Bunların dışında ovadaki arazilerin % 3,4'ü yerleşim ve akarsu yatağı olup tarımsal kullanımın dışında kalmaktadır (Tablo 3, Şekil 5). Tablo 3. Muş Ovası'ndaki toprakların derinliklerine göre kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Şekil 5. Muş Ovası'ndaki toprakların derinliklerine göre ova genelindeki yüzdelik dağılımları. 14 4. 3. Eğim Durumu Eğimin tarımsal üretim ve verimlilik üzerinde önemli bir etkisi vardır. Hem çok düşük hem de yüksek veya çok yüksek eğim değerleri tarımsal üretimi önemli ölçüde olumsuz etkilemektedir. Yüksek eğimli sahalar erozyon ile toprağın taşınmasını arttırırken, nemin toprakta kalmasını kısıtlamaktadır. Buna karşılık eğimi az, düz ve düze yakın alanlarda özellikle Muş Ovası gibi toprak tekstürünün killi olduğu alanlarda toprağın geçirgenliği düşmekte ve böylece drenaj sorunu ortaya çıkabilmektedir. Doğanay (2007) % 2 ile 5 arasındaki eğimli alanların tarımsal üretim için ideal olduğunu belirtirken (Doğanay, 2007), Topraksu (2002) tarım arazilerini sınıflandırırken % 2'den düşük tarım arazilerini I. sınıf tarım arazileri grubuna dâhil etmektedir. Tunçdilek (1985) ise % 0-5 arasındaki eğimli alanların diğer şartlarda uygunsa tarımsal açıdan sorunsuz olduğunu, % 5-10 arasındaki eğimli alanlarda çeşitli tedbirler alınarak rahatlıkla tarım yapılabileceğini belirtmektedir. Aynı yazara göre % 10-15 eğime sahip alanlarda ancak kuru tarım yapılabileceği, % 15'in üzerinde eğim değerlerine sahip sahalarda ise erozyonun toprak oluşumunun önüne geçmesinden dolayı tarıma uygun olmadığını belirtmektedir. Bu çalışmada farklı eğim değerlerini bir arada değerlendirdiği için Tunçdilek (1985)'in kullandığı eğim kriterleri kullanılmıştır. Şekil 6. Muş Ovası ve yakın çevresinin eğim haritası. 15 Muş Ovası'nda bulunan toprakların (287,8 km²) % 30,3'ü, % 0-5 eğim değerlerine sahip ve düz denecek kadar pürüzsüzdür. Bu alanlar çökme eğiliminde olan ovanın doğu kesimleri ile Murat ve Karasu nehirlerinin yatak kesimlerine yakın taşkın alanlarında yoğunluk kazanmaktadır (Tablo 4, Şekil 6-7). Tunçdilek (1985)'e göre tarımsal potansiyeli yüksek olan bu alanlar dolgu sahaları ile yeni ve eski taşınmış malzemelerin biriktiği ovalık alanlara denk gelmektedir (Tunçdilek, 1985). Muş Ovası'nda eğim değerleri % 5-10 arasında olan alan miktarı ise 366,6 km² olup, ova yüzeyinin % 38,5'ini kaplamaktadır (Tablo 4, Şekil 7). Toprak derinliğinin tarıma uygun olduğu bu sahalar ovanın doğu ve batısından ziyade merkezinde yoğunluk kazanmaktadır (Şekil 6). Tablo 4. Muş Ovası'ndaki alanların eğim değerleri, kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Şekil 7. Muş Ovası'ndaki alanların eğim değerleri ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. 16 Ovada % 10-15 eğim değerlerine sahip alanlar genelde ovanın kenar kısımlarında yoğunluk kazanmaktadır (Şekil 6). Ova alanının 181,3 km²'si (%19) bu eğim değerlerine sahiptir (Tablo 4, Şekil 7). Nispeten yüksek eğim yüzünden erozyonun da şiddetlendiği bu sahalarda toprak derinliği de azdır. Ayrıca bu arazilerin su tutma kapasitesi de düşüktür. Dolayısıyla yaz kuraklığı yüksektir. Bu nedenle bu tür araziler ancak kuru tarım için uygundur. Muş Ovası'nda eğim değerlerinin % 15-40 arasında olduğu sahaların oranı (114,7 km²) % 12'dir. Bu eğim değerlerine sahip sahalar Korkut kasabası ve çevresinde yoğunluktadır. Bu alanlarda genelde yüksek eğim değerleri yüzünden şiddetli erozyon görülür. Dolayısıyla bu sahalarda erozyon toprak oluşumunun önüne geçmiştir. Bu nedenle bu araziler tarımsal üretime uygun değildir. Ova yüzeyinde % 40'ın üzerinde eğim değerlerine sahip alanların miktarı (1,9 km²) çok düşük olup, ovanın ancak ‰ 2'sine denk gelmektedir (Tablo 4, Şekil 7). Yüksek eğim nedeniyle toprak oluşumunun gerçekleşmediği bu alanlarda tarımsal üretim gerçekleştirmek olanaksızdır. 4. 4. Erozyon Durumu Arazinin erozyon durumu tarımsal faaliyetlerin yoğunluğu ve verim durumu üzerinde etkili olan parametrelerin başında gelir. Yüksek erozyon riski taşıyan sahalar zamanla verimsizleşir ve üretim değerleri iyice düşer. Kaldı ki bu gibi alanlarda tarımsal faaliyetler toprak kaybını da hızlandırmaktadır. Dolayısıyla yüksek erozyon tehlikesi altında olan sahaların tarımsal potansiyelleri de son derece düşüktür. Şekil 8. Muş Ovası'nın erozyon durumu (Topraksu 2002'den üretilmiştir). Muş Ovası'ndaki arazilerin çok büyük kısmında erozyon çok düşüktür. Toplam arazinin % 89,5'inde (845,4 km²) erozyon çok düşüktür. Düşük erozyon tehlikesi altında olan arazi miktarı ise 56,1 km² (% 5,5) dir. Ovada orta ve yüksek derecede erozyona maruz kalan alan miktarı ise ova yüzeyinin sadece % 1,6'sını (15,3 km²) oluşturmaktadır. Geriye kalan arazinin % 3,4'ü ise yerleşim alanı ve akarsu yatağından meydana gelmektedir (Tablo 5, Şekil 9). Ovanın düşük, orta ve yüksek eğimli sahaları ovanın kuzey ve güney etekleri ile Murat Nehri'nin yatağına yakın kesimlerinde yoğunlaşmaktadır. Ovanın geri kalan kısımlarında ise erozyon derecesi çok düşüktür (Şekil 8). Bu çalışmaya göre Muş Ovası'nda erozyon tehlikesi yüksek alanların oranı oldukça düşüktür. Bu durum, diğer koşullar da uygun olduğunda ovanın tarımsal potansiyelinin yüksek olduğunu göstermektedir. 17 Tablo 5. Muş Ovası'ndaki alanların erozyon durumu, kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Şekil 9. Muş Ovası'ndaki alanların erozyon durumları ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. 4. 5. Toprak Sorunları Çalışmanın bu kısmında Muş Ovası'ndaki arazinin önlem alınmadığında, tarımsal verimi kısıtlayacak çeşitli fiziki sorunları ele alınmıştır. Bunlar toprak yetersizliği, drenaj sorunu, su erozyonudur. Bu üç sorun bir harita üzerinde gösterilmiştir. Buna göre çalışma sahsında hiçbir tehlikesi olmayan ve hiçbir 4 önlem alınmadan tarımsal üretim yapılabilinecek alan miktarı da ortaya çıkmıştır. Buna göre ova yüzeyinin % 18,3'ünde (173,9 km²) hiçbir bakım ve önleme gerek duyulmadan tarımsal amaçlı üretim yapılabileceği ortaya çıkmaktadır (Tablo 6, Şekil 11). Bu değerli tarım arzileri Sungu kasabası ve yakın çevresi, Hasköy şehri ve çevresi ile Murat Nehrinin yatağı boyunca yoğunluk kazanmaktadır (Şekil 10). 4Bu araziler içinde % 3,4 oranında yerleşme ve su yüzeyi bulunmaktadır. 18 Şekil 10. Muş Ovası'nda tarım arazileri ile ilgili çeşitli sorunları gösteren harita (Topraksu 2002'den üretilmiştir). Muş ovasında arazinin büyük kısmında eğim değerlerinin düşük olması ve toprak içindeki kil ve mil oranının yüksekliği, toprağın nem kapasitesini yükseltmekte ve arazide drenaj sorununa neden olmaktadır. Karasu ile Murat nehirlerinin yatağı boyunca ve ovanın doğusundaki bataklık alanın çevresinde drenaj sorunu ile karşılaşılmaktadır. Şekil 10'a göre Muş Ovası'ndaki arazilerin %16,3'ünde (154,6 km²) drenaj sorunu bulunmaktadır. Muş ovasında karşılaşılması muhtemel bir diğer sorun da su erozyonudur. Özellikle ovanının etek kesimlerinde yer alan irili ufaklı derelerin yoğun ve sağanak yağışlı dönemlerde sürekli taşmaları ve bu alanlarda yüzeysel akışın da yüksek olması bu sahaların su erozyonuna maruz kalmasına sebep olmaktadır (Şekil 10). Çalışma sahsında su erozyonuna maruz kalabilecek alan miktarı oldukça düşük olup toplam alanının ancak % 7,3'ünü kaplamaktadır (Tablo 6, Şekil 11). Tablo 6. Muş Ovası'ndaki tarım arazilerinin başlıca sorunları, kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. 19 Şekil 11. Muş Ovası'ndaki tarım arazilerinin başlıca toprak sorunları ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Ovada tarımsal açıdan karşılaşılabilinecek en önemli sorun toprak yetersizliğidir. Şuanda ovada önemli bir sorun olmamakla beraber önlem alınmadığı takdirde ve özellikle mera alanlarının sürekli otlatılması halinde ileride sorun olarak karşımıza çıkabilecektir. Çünkü toprak yetersizliği ile karşılaşma ihtimali olan alanların büyük kısmı günümüzde mera veya kuru tarım amaçlı kullanılmaktadır (Şekil 18). Ovadaki arazilerin yarıdan fazlası (% 52,8) gerekli önlemller alınmadığı takdirde ileride topraksızlaşma ile karşı karşıya kalma tehlikesi taşımaktadır (Tablo 6, Şekil 11). Bu alanlar ovanın orta ve kuzey kesimlerinde geniş yer kaplamaktadır (Şekil 10). Muş Ovası'nın doğu kesiminde ise hem drenaj sorunu hem de toprak yetersizliği bulunmaktadır (Şekil 10). Bu nedenle bu alanın tarımsal potansiyeli yok denecek kadar azdır. Nitekim bu alanın büyük bir kısmı bataklık olup tarım dışı arazileri oluşturmaktadır. Muş Ovası'nda işlemeli tarıma uygun olmayan bu tür araziler toplam arazinin ancak % 5,3'ünü (50,5 km²) oluşturmaktadır (Tablo 6, Şekil 11). 4. 6. Su Potansiyeli Çalışma sahası bir dağ içi ovası olup dört bir yanından gelen küçük derelere sahip olmanın yanında Fırat'ın en büyük kollarından biri olan Murat tarafından drene edilmektedir. Yaklaşık 600 km uzunlukta olan Murat Nehri Muş Ovası'na kuzeydoğudan girer. Çatbaşı Köyü Kurt İstasyonu yakınlarında Karasu ile birleşerek yeniden batıya yönelir ve dar ve derin Genç boğazına girer. Genişliği 50- 80 m yi bulur. Derinliği 2- 3 m dir (İzbırak, 2001). Yıl içindeki günlük ortalama debisi 200- 300 m3 civarında olan ırmağın, kabardığı zamanlarda ise debisi 700 m3'ü bulmaktadır. Nisan-Mayıs aylarında günlük ortalama debisi 550,2 m3 olan ırmağın, suyun azaldığı yaz aylarında ise ortalama 50- 70 m³'e kadar düşmektedir (Şekil 12) (E.İ.E, 1994). 20 Şekil 12. Murat Nehri'nin günlük akım değerlerinin değişimi (Sönmez, 2005'ten alınmıştır). Çalışma sahsının diğer önemli akarsuyu Karasu'dur. Muş ovasına doğudan girer. Uzunluğu 68 km kadar olan ırmak, kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda akarak Murat Nehri'ne katılır. Yıl içerisindeki günlük ortalama debisi 15-20 m3 olan ırmağın, Nisan-Mayıs aylarında günlük ortalama debisi 52,5 m3 civarında, suyun azaldığı yaz aylarında ise 2-3m³'e kadar düşmektedir (Şekil 13) (E.İ.E, 1994). 21 Şekil 13. Karasu ırmağının günlük akım değerlerinin değişimi (Sönmez, 2005'ten alınmıştır). Yukarıda görüldüğü gibi Türkiye'nin en büyük akarsularından bir olan Murat ve onun kolu olan Karasu önemli bir su potansiyeline sahiptir. Bunun yanında Muş Ovası'nın genelinde ova yüzeyinde su seviyesi de yüzeye çok yakındır. Ova kesiminde görüşmelerde bulunduğumuz kişiler “5-10 m derinlikten suyun çekilebildiğini” belirtmişlerdir. Fakat ovada yer altı suyundan faydalanma yok denecek kadar azdır. Nitekim yaptığımız arazi çalışmasında böyle bir uygulamaya da rastlanmamıştır. 4. 7. Arazinin Kullanım Kabiliyeti Bir alanın tarımsal potansiyelini belirleyen temel fiziki faktörlerin bir araya getirilip değerlendirilmesiyle o yörenin arazi kullanım kabiliyeti haritası oluşturulmaktadır. Bu nedenle bir yerin arazi kullanım kabiliyeti haritası bizlere o yörenin tarımsal potansiyelinin ne derecede olduğu hakkında önemli fikirler vermektedir. Çalışmaya konu olan Muş Ovası'nın arazi kullanım kabiliyeti haritası incelendiğinde arazinin büyük kısmının işlemeli tarıma uygun olduğu görülmektedir. Nitekim düz ve erozyon zararı yok denecek kadar az olan, drenajları iyi, tuzluluk ve taşlılık sorunu bulunmayan ve aynı zamanda verimlilikleri yüksek olan I. sınıf tarım arazilerin oranı % 14,8 (140,5 km²) kadardır (Tablo 7, Şekil 15). Hiçbir sorunu bulunmayan bu araziler şekil 11'de de gösterilen tarımsal açıdan problemsiz olan sahalara karşılık gelmektedir (Şekil 11, 14). 22 Şekil 14. Muş Ovası'ndaki arazilerin kullanım kabiliyet sınıfları (Topraksu 2002'den üretilmiştir). Kültür bitkileri, çayır, mera ve orman için kullanılabilir olan II. sınıf arazilerdir Muş Ovası'nda en fazla alan kaplayan arazi sınıfıdır. Hafif eğimli, orta derecede su ve rüzgâr erozyonuna maruz kalan, idealden daha az toprak derinliğine sahip, kolayca düzeltilebilen fakat yine de görülebilir tuzluluk veya sodiklik ve çok az da drenaj sorunu olan bu topraklar toplam alanının % 64,1'ini (609,4 km²) oluşturmaktadır (Tablo 7, Şekil 14-15) (Topraksu, 2002: 18). Çalışma sahasında işlemeli tarıma uygun olan ve ovanın % 7,2'sini (68,5 km²) kaplayan III. sınıf topraklar, II. sınıf arazilerden daha fazla yayılıma sahiptir. Bu araziler; orta derecede eğime sahip olup, daha fazla erozyona maruz kalıp, erozyonun şiddetinin daha fazla hissedildiği topraklardır. Ayrıca bu arazilerde sık taşkınlar yüzünden tarımsal ürünler daha fazla zarar görmektedir. Bunların yanında III. sınıf arazilerde nem tutma kapasitesi düşük olduğundan alt toprakta geçirgenlik azalmakta ve drenajdan sonra yaşlık ve göllenmeler meydana gelmektedir. Orta derecede tuzluluk veya sodiklik ile kolayca düzelmeyen düşük verimlilik gibi olumsuzluklardan dolayı tarımda verimlilikleri çok yüksek değildir. Bu arazi sınıfı kültür bitkileri tarımına alınabileceği gibi mera ve orman arazisi olarak da kullanılabilirler (Topraksu, 2002). Muş Ovası'nda tarımsal amaçlı kullanılabilecek bir diğer arazi grubu ise IV. sınıf olanıdır. Bu arazi sınıfında; dik eğim, şiddetli su veya rüzgâr erozyonuna maruzluk, geçmişteki erozyonun şiddetli olumsuz etkileri, sığ toprak, düşük nem tutma kapasitesi, ürüne zarar veren sık taşkınlar, uzun süren göllenme veya yaşlık, şiddetli tuzluluk ve sodiklik gibi sorunlar nedeniyle kültür bitkileri için kullanımları sınırlıdır. Mera ve orman arazisi olarak kullanılabilecekleri gibi, gerekli önlemlerin alınması halinde iklime adapte olmuş tarla veya bahçe bitkilerinden bazıları için de kullanılabilirler (Topraksu, 2002). Bu araziler ovada 23 Muş ile Hasköy şehirleri arasındaki nispeten eğimli ve yüksek olan kesimler ile ovanın etek kesimlerde yoğunlaşmaktadır (Şekil 14). IV. sınıf olan bu araziler ovada % 3 (29,1 km²) gibi bir alan kaplamaktadır (Tablo 7, Şekil 15). Tablo 7. Muş Ovası'ndaki arazilerin kullanım kabiliyetleri, kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. Şekil 15. Muş Ovası'ndaki tarım arazilerinin kullanım kabiliyetleri ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları. 24 Çalışma sahasının ancak ‰0 6'sı (0,6 km²) gibi çok dar bir alanında bulunan V. Sınıf araziler yetişecek bitki cinsini sınırlayan ve kültür bitkilerinin normal gelişimlerini engelleyen sınırlandırmalara sahiptir (Tablo 7, Şekil 15). Özellikle taşlık, kayalık olan ve drenaj sorunları nedeniyle göllenmenin yaşandığı alanlardır. Çalışma sahsında oldukça dar alan kaplayan bir diğer arazi grubu ise VI. sınıftır. Bu sınıftaki toprakların; dik eğim, ciddi erozyon zararı, geçmişteki erozyonun olumsuz etkileri, taşlılık, sığ kök bölgesi, aşırı yaşlık veya taşkın, düşük nem kapasitesi, tuzluluk veya sodiklik gibi düzeltilmeyecek sürekli sınırlandırmaları vardır. Bu sınırlandırmalardan bir veya birden fazlasının bulunduğu topraklarda kültür bitkilerinin yetişmesi uygun değildir. Ancak çayır-mera ve orman için kullanılabilirler (Topraksu, 2002). Çalışma sahasında tarımsal kullanıma uygun olmayan bu araziler ova alanının ‰8'i (7,5 km²) gibi küçük bir kısmında yer almaktadır (Tablo 7, Şekil 15). Bu araziler, ovanın doğusundaki bataklık alan çevresinde ve Murat Nehri'nin ovayı terk ettiği genç boğazı civarında yer almaktadır (Şekil 14). Muş Ovası'nda önemli yer kaplayan arazi sınıflarından biri ise VII. sınıf olanıdır. Bu sınıfa giren topraklar; çok dik eğim, erozyon, toprak sıklığı, taşlılık, yaşlık, tuzluluk ve sodiklik gibi, kültür bitkilerinin yetiştirilmesini engelleyen çok şiddetli sınırlandırmalara sahiptir. Mera ıslahı için kullanılma olanakları oldukça sınırlıdır. Toprak muhafaza önlemleri almak veya alttaki arazileri korumak için ağaç dikimi veya ot tohumu aşılaması yapıldığı ve hatta istisnai bazı durumlarda kültür bitkileri yetiştirildiği olursa da, bu durumlar VII. sınıf araziler için genel bir özellik sayılmaz (Topraksu, 2002). Ovanın % 6,4'ünü (61,2 km²) kaplayan bu araziler genelde doğudaki bataklık alan ve çevresi ile Murta Nehri'nin vadisi boyunca yer yer yoğunlaşmaktadır (Tablo 7, Şekil 14-15). Çok aşınmış araziler, kumsallar, kayalıklar, ırmak yatakları, maden işletmesi yapılan eski ocak ve artık alanları VIII. sınıf arazilere girerler. Ayrıca diğer arazi tiplerinden olan sazlık bataklık, ırmak yatakları, çıplak kayalık alanlar bu sınıf içerisinde yer almıştır (Topraksu, 2002). Muş Ovası'nın yaklaşık % 2,3'ü bu sınıfa giren arazilerden oluşmaktadır (Tablo 7, Şekil 15). Murat nehrinin geniş yatağındaki kumlu çakıllı alanlar ile sazlık bataklıklar ve Muş şehrinin kuzeyinde Karasu boyunca bu araziler geniş yer kaplamaktadır (Şekil 14). 5. Muş Ovası'nın Arazi Kullanımında Meydana Gelen Değişimler ve Güncel Arazi Kullanım Şekli Çalışma sahasının arazi potansiyeli değerlendirildikten sonra arazinin potansiyeline uygun kullanılıp kullanılmadığını belirlemek amacıyla 1989 (geçmiş) ve 2011 (güncel) yıllarına ait arazi kullanım haritaları oluşturulmuştur. Muş Ovası gibi tarımsal potansiyeli yüksek alanlarda güncel arazi kullanımın tespiti ve arazi kullanımındaki zamansal değişimin belirlenmesi, bu gibi sahaların ekonomik ve sosyal gelişmesinde rol oynayan ve/veya oynayabilecek faktörleri ve problemleri tespit etmek ve ileriye yönelik çözüm üretebilmek açısından son derece önemlidir. Bu haritaların oluşturulması için öncelikle Landsat TM uydu görüntüleri temin edilmiş ve bu görüntülere kontrollü sınıflandırma uygulanmıştır. Böylece çalışma 25 sahasının arazi kullanımındaki değişimler de kolayca izlenmiştir. Her iki haritanın hatasız denebilecek kadar doğru sonuçlar vermesi değerlendirmenin doğru yapılmasına katkı sağlamıştır. Murat ve Karasu nehirlerinin bu kadar net ortaya çıkması, elde edilen görüntünün ne kadar doğru işlendiğini de ortaya koymaktadır. Muş Ovası'nın 1989 yılının Ağustos ayına ait uydu görüntüleri kullanılarak elde edilen haritaya göre çalışma sahasında yoğun bitki örtülü alanların % 16,2 (157, 1) gibi oldukça geniş yer kapladığı göze çarpmaktadır (Tablo 8, Şekil 17). Özellikle ovanın doğusundaki bataklık sazlık alanlar ile yakın çevresinin tamamen bitkiyle kaplı olduğu görülmektedir. Bunun yanında ovanın batısında Yaygın kasabasının batısı ve kuzeyindeki alanların da yoğun bitki örtülü olduğu göze çarpmaktadır (Şekil 16). Şekil 16. Muş Ovası'nda arazi kullanım durumu (1989). 1989 yılında Muş Ovası'nda sulu tarım yapılan alan miktarı % 16,2 (154,5 km²) gibi yüksek bir değerdedir (Tablo 8, Şekil 17). Ovada sulu tarım yapılan araziler genel olarak Murat ve Karasu nehirlerinin vadi tabanlarına yakın kesimler ile ovanın güneyindeki Muş ile Hasköy yerleşmeleri arasındaki alanlarda yoğunluk kazanmıştır (Şekil 16). Ovada, 1989 yılında en fazla alanı mera-çıplak yüzey ve yerleşme alanları kaplamaktadır. Ovanın % 34,6'sını (328,5 km²) kaplayan bu alanlar, yoğun olarak Hasköy ile Korkut yerleşmeleri arasındaki alanda göze çarpmakta, fakat bu alanlar ovanın doğusundaki çöküntü alan ile akarsu vadilerine yakın kesimlere pek sokulamamaktadır (Tablo 8, Şekil 16-17). 26 Tablo 8. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli, kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları (1989). Şekil 17. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları (1989). Çalışma sahasında yoğun olarak göze çarpan bir diğer arazi kullanım şekli ise kuru ve nadaslı tarım alanlarıdır. Muş Ovası'nda özellikle yüzeysel suların bulunmadığı veya mevsimlik akarsuların olduğu alanlarda farklı bir sulama yöntemi geliştirilmediğinden kuru tarım yapılmaktadır (Şekil 16). Bu sahaların büyük bir kısmı 2 ya da 3 yılda bir ekilip biçilmektedir. Çalışma sahsında, 1989 yılında kuru tarım yapılan arazi miktarı ova yüzeyinin % 27,1'i (257,8 km²) gibi yüksek bir kesimini oluşturmaktadır (Tablo 8, Şekil 17). 1989 yılının ağustos ayında, Muş Ovası'nın % 5,9'u (52,7 km²) gibi önemli bir kısmı ise su yüzeyinden meydan gelmektedir (Tablo 8, Şekil 17). Murat ve Karasu nehirleri ile ovanın doğusundaki bataklık alan su yüzeyi ile kaplı alanları oluşturmaktadır (Şekil 16). Muş Ovası'nın 2011 yılındaki arazi kullanım değerlerine baktığımızda, özellikle yoğun bitki ile kaplı alanların miktarında önemli bir azalma meydana geldiği göze çarpmaktadır. 2011 yılı verilerine göre Muş Ovası'nın % 5,2'si (48,9 km²) yoğun bitki ile kaplıdır (Tablo 9, Şekil 19). Bu alanlar ise büyük oranda ovanın doğusundaki bataklık ve sazlık alanın olduğu kesimlerde bulunmaktadır (Şekil 18). 27 2011 yılı verilerine göre en geniş alanı mera-çıplak yüzey ve yerleşim alanları kaplamaktadır. Nitekim ovanın 2011 yılındaki arazilerinin yarıdan fazlası (% 51) bu alanlardan meydana gelmektedir (Tablo 9, Şekil 19). 485,3 km² alan kaplayan bu işlemeli tarım dışı sahaları ovanın her kesiminde görmek mümkündür (Şekil 18). Yoğun otlatma baskısı altında bulunan bu alanların bir kısmı erozyona maruz kalma ve toprak tabakasında incelme riskiyle karşı karşıyadır. Şekil 18. Şekil 16. Muş Ovası'nda arazi kullanım durumu (2011). Muş Ovası'nda 1989 yılına göre alanı önemli ölçüde daralan arazilerin başında sulu tarım alanları gelmektedir. 2011 yılı verilerine göre Muş Ovası'nın ancak % 8,1'inde (77,5 km²) sulu tarım yapılmaktadır. Sulu tarım yapılan alanlar yüzeysel akışa sahip büyük nehirlerin olduğu vadi tabanlarına yakın yerlerde yoğunlaşmıştır (Şekil 18). Bu değerlere göre ovadaki sulu tarım alanlarının yaklaşık 20 yıllık sürede yarı yarıya azaldığı görülmektedir. Çalışma sahasında kuru tarım yapılan sahalar 1989 yılında olduğu gibi 2011 yılında da geniş yer kaplamaktadır. Toplam arazinin % 29,5'ini (280,2 km²) kaplayan bu alanlar 1989 yılındaki dağılışlarının yanında 2011 yılında 1989 yılındaki sulu tarım alanlarına doğru da sokulmuştur (Tablo 9, Şekil 18-19). Bunun yanında bu alanların yer yer 1989 yılında mera olan arazilere doğru kaydığı da görülmektedir (Şekil 16-18). 28 Tablo 9. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli, kapladıkları alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları (2011). Tablo 19. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları (2011). Çalışma sahasının 1989 ve 2011 yılları arasındaki dönemde kullanımında önemli bir değişiklik yaşanmayan alanları su yüzeyleri oluşturmaktadır. 1989 yılında toplam ova alanının % 5,9'unu kaplayan su yüzeyleri, 2011 yılında çok az artarak % 6,2 (58,6 km²) olmuştur (Tablo 9, Şekil 19). Ovanın 2011 yılında su ile kaplı yüzeyleri, 1989 yılında olduğu gibi akarsu yatakları ve ovanın doğusundaki bataklık alan ve çevresinde bulunmaktadır. Fakat 2011 yılında ovanın doğu kesimlerindeki bataklık alanın çevresinde su ile kaplı alanının 1989 yılına göre daha geniş yer kapladığı görülmektedir (Şekil 16-18). Muş Ovası'nın güncel arazi kullanımı ve arazi kullanımındaki değişimlerin çok net olarak gösterildiği haritaların yanında TUİK'e ait bitkisel üretim verileri de bu çalışmada kullanılmıştır. Her ne kadar ova yüzeyinde yapılan üretimi kesin olarak belirlemek mümkün olmasa da bu çalışmada çok büyük kısmı ova yüzeyinde bulunan Muş (Merkez ilçe), Hasköy ve Korkut ilçelerinin verilerinden faydalanılmıştır. Çalışmada kullanılan bu veriler hem uzaktan algılama yöntemiyle çizilmiş olan haritaların güvenirliklerini test etmekte hem de tarımsal ürünlerin ekim alanları ve üretimine ışık tutmaktadır. Gerçekten de Tablo 10'daki veriler dikkate alındığında; Muş Ovası gibi verimli bir ovada sulu tarım alanlarının hızlı bir şekilde daraldığı görülmektedir. Ovada sulama ile üretimi yapılan ürünlerin başında şekerpancarı, tütün ve mısır gelmektedir. Bu ürünlerin yıllara göre üretim alanlarına baktığımızda 1991 yılından günümüze doğru genel 29 MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ bir gerilemenin yaşandığı görülmektedir. 1991 yılında 37.940 dekar alanda üretimi yapılan tütün, 2000 yılında 17.450 dekara ve 2012 yılında 2.118 dekara gerilemiştir. Benzer bir düşüşü mısır üretiminde de görmek mümkündür. Ovada, 1991 yılında 6.160 dekarlık alanda mısır üretimi yapılmıştır. Bu değer 2000 yılında 1.350 dekara gerilemiş ve 2012 yılında ancak 1.100 dekarlık alanda mısır üretimi yapılmıştır. Sulama ile üretimi yapılan bir diğer ürün olan şekerpancarı üretim alanında ise 1991 yılına göre bir durağanlık fakat 2000 yılına göre bir gerileme yaşanmıştır. 1991 yılında 26.980 dekarlık alanda şekerpancarı üretimi yapılırken, bu alan 2000 yılında önemli ölçüde artarak 35.820 dekara çıkmıştır. Fakat daha sonra şekerpancarı üretim alanında da gerileme yaşanmış ve 2012 yılında 29.340 dekara düşmüştür (Tablo 10). Tablo 10. Muş Merkez ilçe'de üretilen bazı ürünlerin yıllara göre ekim alanları ve üretim miktarları. Muş Ovası'nda sulu tarım alanında yaşanan gerileme kuru tarım alanında da yaşanmıştır. Çalışmada kuru tarım arazilerinin hala yüksek oranda olması ise her yıl nadasa bırakılan araziler ile beraber gösterilmesinden kaynaklanmaktadır. Ovada kuru tarımı yapılan ürünlerin başında gelen buğday ve arpa 1991 yılında, 490.910 dekarda üretilmiştir. Bu ürünlerin 2000 yılındaki üretim alanları önemli oranda artarak 688.590 dekara yükselmiştir. Fakat 2012 yılına gelindiğinde bu ürünlerin de üretim alanlarının önemli ölçüde daraldığı ve 291.192 dekara gerilediği görülmektedir (Tablo 10). 6. Sonuç Çalışmada Muş Ovası'nın arazi potansiyeli ve arazi kullanımı detaylı şekilde ele alınmıştır. Buna göre ovanın tarımsal potansiyeli oldukça yüksektir. Nitekim sadece ovadaki I. sınıf arazi miktarı ova alanının % 15'i civarındadır. Su kaynaklarına da çok yakın bulunan bu sahalarda arazinin potansiyeline uygun kullanılmadığı görülmektedir. Gerçekten de Muş Ovası'nda sulamalı tarım yapılan alan miktarı % 8 civarındadır. Bu durum I. sınıf tarım arazilerinin büyük kısmının işlenmediği veya nadasa bırakıldığını göstermektedir. 30 Muş Ovası'nda kabaca işlemeli tarıma uygun alan miktarı ise oldukça yüksektir. Toplam arazinin yaklaşık % 90'ı işlemeli tarıma uygundur. Hâlbuki nadasa bırakılan alanlarla beraber 2011 yılında, ova alanının yaklaşık % 35'inde işlemeli tarım yapılmıştır. Kaldı ki nadasa bırakılan alanlar da çıkarıldığında bu oranın % 20 civarında olması muhtemeldir. Bu durum tarımsal açıdan verimli arazilerden yeterli derecede faydalanılmadığını ortaya koymaktadır. Bunun yanında sulu tarım yapılan alanların 1991 yılına göre yarı yarıya gerilediği de göze çarpmaktadır. Hâlbuki 2000'li yıllardan itibaren Türkiye genelinde sulamalı tarımda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Bu nedenle ovadaki sulamalı tarımda yaşanan düşüşün detaylı araştırılması ve sulamalı tarımın geliştirilmesi için gerekli çalışmaların acil olarak yapılması gerekmektedir. Muş Ovası'nda, 20 yıllık süre zarfında arazi kullanımı ve arazi örtüsü miktarında önemli değişimler yaşanmıştır. Bu çalışmada elde edilen bulgulara göre ovada mera-çıplak alan ve yerleşme alanlarında 1989 yılına göre önemli artışlar meydana gelmiştir. Özellikle kuru tarım yapılan sahaların mera olarak kullanılmaya başlandığı gözlemlenmiştir. Bu durum tarımsal ürünlerin düşük gelir getirmesiyle yakından ilgilidir. Muş Ovası sahip olduğu iki önemli akarsu ve bunların yan kolları sayesinde önemli bir su potansiyeline sahiptir. Fakat bu suyun kullanımı akarsu vadisi ve yakın çevresiyle sınırlıdır. Hâlbuki Murat Nehri'nin kuzeyden ovaya girdiği Elçiler ve Şerafettin dağları arasındaki noktada tarımsal amaçlı gölet ve ya baraj inşa etmek mümkün görünmektedir. Yörede tamamlanmış olan Alparslan I barajı Bulanık Ovası'na büyük faydalar sağlayacaktır. Varto yakınlarında inşa aşamasında olan Alparslan II'nin ovaya katkısı olup olmayacağı bilinmemektedir. Dolayısıyla Muş Ovası'ndaki verimli toprakların sulanabilmesi için sulama ile ilgili baraj, gölet ve su kanalları gibi projeler geliştirmek şarttır. Bunun yanında ova yüzeyinde taban suyu seviyesi bazı yerlerde yüzeye çok yakın (2-3 metre) ve ova genelinde 5-10 m civarındadır. Bu durum sulama için önemli bir potansiyel oluşturmaktadır. Fakat ovada sondaj ile su çekme kültürü bulunmamaktadır. Bunun teşvik edilmesi ovanın tarımsal üretiminde sıçrama yapmasını sağlayacaktır. Muş Ovası'nda var olan tarımsal potansiyelin değerlendirilemediği ve tarımsal üretimde bir gerilemenin meydana geldiği görülmektedir. Bu durum ovadaki tarımsal üretimin çok ciddi sıkıntılar içinde olduğunu da göstermektedir. Bunun önündeki engellerden biri de yürütülen tarımsal politikalar olduğu kanaatindeyiz. Örneğin 1990'lı yıllarda devlet desteği ile ekim alanı hızlı bir şekilde genişlemiş olan tütün, günümüzde Tekel kurumunun özelleştirilmesiyle ovadaki tarımsal önemini kaybetmiştir. Dolayısıyla tütün üretimi yapılan alanların büyük bir kısmı günümüzde tarımsal üretimin dışında kalmıştır. 31 Bütün bunların yanında arazi çalışmalarında yaptığımız gözlemlere göre yöredeki çiftçilerin tarımsal faaliyet yapmak için devletten düşük oranda da olsa bir destek aldığı fakat birçoğunun tarımsal üretimde bulunmadığı gözlenmiştir. Dolayısıyla devlet desteğinin üretim yapmak şartıyla çiftçiye verilmesi ve bunun yerinde kontrol edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde bu uygulamanın başarılı olması mümkün görünmemektedir. Ovada tarımsal üretimi kısıtlayıcı tek faktör olarak iklimden bahsetmek mümkündür. Ovada kış sıcaklıklarının düşük olması kış mevsiminin tamamında ve bahar mevsimlerinin belli aylarında topraktan faydalanmayı dolayısıyla ekipbiçme faaliyetlerini durdurmaktadır. Fakat Tablo 1'deki sıcaklık verileri de dikkate alındığında, ovada Nisan-Ekim ayları arasındaki 6 aylık dönemde rahatlıkla topraktan faydalanılabileceği görülmektedir. Bunun yanında ovada sonbahar ve ilkbahar aylarındaki sıcaklık değerlerinin çok düşük olmaması seracılık faaliyetlerinin de yapılabilineceği izlenimi vermektedir. Dolayısıyla ovada seracılıkla ilgili uygulamalar yapılmalıdır. Sonuç olarak bu çalışmada Muş Ovası'nın tarımsal potansiyelinin oldukça yüksek olduğu tespit edilmiştir. Fakat bu potansiyel yeterince değerlendirilememiş ve hatta tarımsal üretimde bir gerileme yaşanmıştır. 32 Acarla, A. (1955). Gelemen ve Alpaslan Devlet Üretme Çiftliklerinin Toprakları ve Bunların Islahı. Ankara: Ankara Güzel Sanatlar. Ardos, M. (1995). Türkiye Ovaları'nın Jeomorfolojisi. İstanbul: Çantay Kitabevi. Atalay, İ. (1983). Muş Ovası ve Çevresinin Jeomorfolojisi ve Toprak Coğrafyası. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını. Bulut, İ. (2006). Genel Tarım Bilgileri ve Tarımın Coğrafi Esasları (Ziraat Coğrafyası). Ankara : Gündüz Eğitim ve Yayıncılık. Doğanay, H. (2007). Ekonomik coğrafya 3: Ziraat Coğrafyası. Erzurum: Aktif Yayınevi. Erinç, S. (1953). Doğu Anadolu Coğrafyası. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü. Erinç, S. (1996). Klimatoloji ve Metodları. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım. İzbırak, R. (1951). Muş Ovasında Morfolojik Müşahedeler. Türk Coğrafya Kurumu , 115. Karaca, S. (2008). Amasya-doğantepe Beldesi ve Yakın Çevresinin Kırsal Arazi Değerlendirmesi . Ankara: Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Toprak Anabilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi. Karadoğan, S. (2006). Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Tarımsal Üretimin Niteliği, Değişimi ve Dağılışının CBS Ortamında Analizi. 4. Coğrafi Bilgi Sistemleri Bilişim Günleri, 13 - 16 Eylül 2006 . İstanbul: Fatih Üniversitesi . Mater, B. (1982). Urla Yarımadasında Arazinin Sınıflandırılması ile Kullanılışı Arasındaki İlişkiler. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası. Sönmez, M. E. (2005). Muş Ovası ve Çevresinin Arazi Kullanımı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. Sönmez, M. E. (2012). Kızıltepe İlçesinde Bitkisel Ürün Deseninde Meydana Gelen Değişimler ve Olası Olumsuz Sonuçları. Coğrafi Bilimler Dergisi , 10 (1), 39-62. Topraksu. (2002). Muş İli Arazi Varlığı. Anakara: T. C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı. Tunçdilek, N. (1985). Türkiye'de Relief Şekilleri ve Arazi Kullanımı . İstanbul: İ. Ü. Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü Yayınları. Tuik, 2013. http://tuikapp.tuik.gov.tr, http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?bitkisel_uretimdb2=&report=BARAPOR50.R DF&p_yil1=2012&p_kod=1&p_il1=49&p_ilce1=0&p_mad1=111130000&p_dil=1&p_ sec=1&desformat=html&ENVID=bitkisel_uretimdb2Env Tümertekin, E. ve Özgüç, N. (2009). Ekonomik Coğrafya Küreselleşeme ve Kalkınma. İstanbul: Çantay Kitabevi. Üçeçam Karagel, D. ve Karagel, H. (2009). Kadirli İlçesi'nde Tarımsal Arazi Kullanımı ve Üretimi. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 19 (2), 1-24. 33 ÖZGÜN BİR KENTSEL MEKÂN OKUMASI: MUŞ ÖRNEĞİ* Arş. Gör. Adem PALABIYIK Muş Alparslan Üniversitesi FEF Sosyoloji Bölümü Özet Küreselleşme ve postmodernizm süreçlerinin etkilerinin en yoğun gözlemlendiği mekânlar, kentlerdir. Kentlerin özel alanları olan mekânlar ise bir kentin ne kadar modernleşebildiğinin ya da postmodernizme ne kadar ayak uydurabildiğinin en iyi gözlemlenebileceği yerlerdir. Dolayısıyla kent mekânları, çoklu sosyal görüngülere sahiptirler. Bu görüngüler bir anlamda sınıf eşitsizliğinin de göstergelerinden biriyken aynı zamanda kente, kentliliğe ve toplumsal olana dair derin yansımalar da taşır. Parklar, kafeler, restoranlar, pastaneler, eğlence yerleri vb. mekânlar, kentin gündelik yaşamına sahne olan, kentin nabzının attığı yerlerdir. Kentsel mekânların oluşumu, kentteki mekânsal temsiller, toplumsalın mekân üzerindeki dağılımı vs. gerçekte, mekân ile toplumsal/politik olan arasındaki ilişkiyi de açığa vurur. Mekânların belli bir kimlik geçmişine sahip olması bu toplumsal ya da politik olguları da farklılaştırabilmektedir. Modernizmin kucağından gelen bir kent mekânı ile modernizmi reddetmiş bir kentin mekânlarından aynı yanılsamaları beklemek ne kadar doğru değilse bölgesel anlamda da farklılık gösteren kent ve mekânlardan da böylesine bir gerçekliği beklemek doğru olmayacaktır. Bunu ülkemizin doğusu ile batısı arasındaki niceliksel ve niteliksel farklılıklardan da kolayca anlayabiliriz. Çünkü bazı mekânların “yapı” bazı mekânların ise “tasarım” ile izahatı mümkündür. Bizim de bu çalışmada izlediğimiz yol “yapı” izahı olacaktır, çünkü yaşanan iç göçler bir kentin “planlanmadan yapılanmasında” en önemli faktördür. Göç sürecinde yaşanan iskân ve ikamet sorunları belli siyasi, ideolojik ve kimliksel yapıyı da inşa etmektedir. İşte bu inşanın kendini gösterdiği yerler kentlerin farklı yerlerine konumlanmış mekânlarda kendini analiz ettirme fırsatları sunmaktadır. Kent, toplum ve mekân üzerine düşünmeyi gerektiren kentsel tasarım pratiklerinin bu açığı kapatacak şekilde; demokratik, katılımcı ve bütünsel yaklaşımlar geliştirmesi gerekmektedir. Bizim de bu çalışmada temel vurgumuz, mekân retoriği üzerinden, Muş kentinin kamusal mekânlarının taşıdıkları toplumsallık ardalanı, buna dayalı kimlik inşa süreçlerine açıklık getirmek, göçün yarattığı karmaşık ilişkiler ağını izah etmek, Muş ilinin sosyo-kültürel yapısı üzerine bazı gözlemlerimizi paylaşmak; eğitimden kadına, inançtan güncelik hayata, yaşam biçiminden insanlar arası ilişkilere, eğitimden üniversite hayatına, sosyal mekânlardan alışveriş-eğlence mekânlarına kadar birçok somut ve soyut gözlem ve önerilerimizi ortaya koymaktır. Anahtar Sözcükler: Küreselleşme, Post-modernizm, Modernizm, Mekân ve Muş. *Bu makale, 2012 yılında Hece Yayınlarından çıkan Kent Sosyolojisi adlı kitapta yayınlanan metnin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş halidir. 34 Mekân ve insan. biri olmadan diğeri anlamsız. Büyük düşünür Farabi'ye göre ikisi de aynı. Yanlızca görüntüleri farklı. Mekânı en geniş anlamıyla ele alıp, kâinata götüren Farabi "insan" diyor "küçük kâinattır, kâinatsa büyük insan." 1 "Şöyle güzel bir ev düşlüyorum diyecek düşünüz olmadı mı hiç"? 2 1. Giriş 21. yüzyılda küreselleşme; ekonomiden, siyasetten, kültürel yaşama kadar toplumsal yapının tüm düzlemlerinde meydana gelen değişimleri ifade etmek için kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Küreselleşme sürecinin etkilerinin en yoğun gözlemlendiği mekânlar, kentlerdir. Küreselleşme sürecinde kentlerde farklı toplumsal grupların yaşam alanları, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmaya başlamıştır. Bu durumun iki temel sebebi bulunmaktadır: kentlere yönelen yoğun insan akışına paralel olarak üst-orta gelir gruplarının kent merkezinin olumsuz yaşam koşullarından uzak bir yaşam alanı arayışları ve kentsel mekânın tüketim toplumunun ideolojik yapısına uygun olarak biçimlenmesidir. Küreselleşme sürecinde kent mekânın şekillenmesini etkileyen diğer unsur, kentin tüketim mekânı olarak algılanmasıyla birlikte kentsel makro formda tüketim mekânlarının sayısının artmasıdır. Küreselleşme sürecinde kentlerde, sosyal ve kültürel dönüşüme de rastlanılmaktadır. Kentlerdeki sosyal ve kültürel dönüşüm, tüketim toplumu anlayışı çerçevesinde şekillenmiştir. Tüketim toplumu anlayışının yansımaları; kişilerin birbirleriyle ve kentle ilişkilerinde, kent kültürünün yeniden yapılanmasında, vb. kentsel yaşamın tüm düzlemlerinde gözlemlenebilmektedir. Küreselleşme süreci, Muş kentinin mekânsal, sosyal ve kültürel yapısını da etkilemiştir. Küreselleşme sürecinde, Muş'ta, meydana gelen mekânsal değişimin izlenebileceği iki temel oluşum söz konusudur: yerleşim bölgelerinde ortaya çıkan yeni oluşumlar ve tüketim mekânlarındaki yapılanmalar. Muş'ta kent nüfusunun göçlere bağlı olarak hızla artması sonucunda; farklı gelir gruplarının yaşam alanları birbirlerinden ayrılmaya başlamıştır. Böylece Muş'ta farklı toplumsal gruplar arasında mekânsal ayrımlaşma belirginlik kazanmıştır. Tüketim toplumu anlayışının yansımaları neticesinde kentsel mekânda sayısı hızla artan alışveriş merkezlerine bağlı olarak, Muş'un geleneksel tüketim mekânı olan eski Muş çarşısı cazibesini yitirmiştir. Tüketim toplumu anlayışının yansımaları, hem Muş'un kentsel makro formunun şekillenmesini etkilemiştir hem de kentsel yaşamda geçmiş dönemlerden farklı bir sosyal ve kültürel yapılanmayı ortaya çıkarmıştır. 2. Kent ve Kentsel Mekânın Algılanması Kent; sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidiş-geliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinimlerinin 1 Şenol 2 Göka, Göka, İnsan ve Mekân, Pınar Yayınları. İstanbul, s, 7. a.g.e., 29. 35 karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşılarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşim birimleridir. Tarih içinde çeşitli nedenlerle kentlerin taşıdıkları anlamlar ve fonksiyonları sürekli olarak değişikliğe uğramıştır. Bulundukları dönemin siyasal, ekonomik ve kültürel yapısı kentlerin geçirdikleri değişim sürecinde önemli bir yere sahiptir. Bu alanlarda tanık olunan olaylar dolaylı veya dolaysız olarak kentsel yönetim tarzını, kentsel mekânın kullanım biçimini, kentteki kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini etkilemekte ve yön vermektedir (Karakurt, 2006: 1). Kent mekânları, kentin gündelik yasam kültürünün orta yerinde yer alırlar. Sadece işlevsel yanları ile değil, taşıdıkları simgesel, göstergesel kodlar ile de kentin yaşanması, yeniden üretimi ve dönüşümünde merkezi rol oynarlar. Modernite ile birlikte kent mekânlarının önemi ve temsiliyet dereceleri büsbütün artmış, adeta, kent yaşamının ayrılmaz bir parçası, modern kentliliğin sembolik bir göstereni haline gelmişlerdir. Kent mekânları derken, kentli yurttaşların, gündelik yaşamlarını sürdürmelerine aracılık eden, kentin ve kentliliğin inşasında aracı rol üstlenen minör kurumlar akla gelir. Bu kurumlar, kentin politik/iktisadi coğrafyası dışında yer alan, daha açık bir şekilde kentin kültürel yüzeyini yansıtan mekânlardır. Örneğin, sinemalar, tiyatrolar, restoranlar, pastaneler, müzeler, galeriler, kütüphaneler, oteller, bar'lar, birahaneler, kafeler, kahvehaneler, parklar vs. kentin gündelik yaşamının üzerine bina edildiği yerler olarak modern yasamın odak kurumları arasında yer alırlar. Buralar, yeme/içme, eğlenme, vakit geçirme, gösteri, moda, yürüme, bakma, kendini salıverme, özgürlük, boşalma, kaçış, spontanelik vb. yaşamsal durumlara/aktivitelere karşılık gelirler (Aytaç, 2007: 200). Gerçekte, kentsel mekânlar, kentlilerin karsılaşmaları ve bu karsılaşmalardan “birlikte üretimler” oluşturdukları, kentin ortak kamusal benliğinin inşa olduğu yerlerdir. Kent dokusu içerisinde sadece bir sekil/dekor değil, aynı zamanda yasayan bir organizmadırlar ve özellikle de, sosyal iletişim ve özgürlük duygusunu teşvik ettikleri gibi, sosyal etkinlik/katılma olanaklarının sürekliliğini de sağlarlar. Mekânı paylaşanların alışkanlıkları, kültürel özellikleri, profilleri vs. büsbütün, mekânın yeniden inşasında belirleyici rol oynar (Ergin, 2001:233-4). Kenti okumak, kentin bileşenlerinin birbiriyle ilişkilerini kavramayı; bir yerin hem tarihsel hem çağdaş, hem işlevsel hem simgesel, hem resmi hem de gündelik yaşamına dair katmanları ayrıştırarak bunların ilişkilerini anlamayı içerir. Bir başka deyişle, bir kenti okumak; kente bakmak, kentteki ilişkileri araştırmak, hemen fark edilemeyenleri görünür kılmak, örüntüleri okumak ve bunlardan mekâna dair anlam çıkarma yöntemidir. Bir kenti okumak, o yerin geleceğine dair kestirim yapabilmek, herhangi bir müdahalede bulunabilmek için gereken ön adımdır. Kentin farklı katmanlarının birbirleriyle nasıl örtüştüğünü anlamadan o katmanlardan herhangi birine dair bir değişiklik ya da yenilik önerisinde bulunmak insan anatomisini bilmeden ameliyat yapmaya benzetilebilir. Kentin katmanları çoğunlukla durağan şeylerden oluşmaz; kent, oluşum ve dönüşüm halinde olanla, sabit olan parçaların bileşkesidir. Karmaşık ilişkiler ağı kenti bir yandan cazip kılar ama bir yandan da onu anlamamızı 36 zorlaştırır. İlişkileri anlamak için sadeleştirdikçe indirgemecilik ve nedenselcilik tehlikesi araştırmacıyı bekler; olduğu gibi anlatmak ise ancak sinema sanatının alanına girer (Çil, 2006: 219). Kent kimliği, onun belirleyicisi olan kentsel mekânların niteliğiyle kolaylıkla ölçülebilir. Çünkü bu mekânlar yerel kültürü ve yaşanan zamanı yansıtır, sosyal ve ekonomik durum ile ilgili bilgi verir. Sahibini ele veren evler gibi kentsel mekânlar da onların sahibi olan kenti tanıtır. Kenti tanımlayan tüm öğelerin örgütlenme mantığında gizli olan kent kimliği gibi, kentsel mekânın kimliği de onu oluşturan elemanların örgütlenme biçiminde saklıdır. Ancak bu mekânları sadece dört boyutla (en, boy, yükseklik, zaman) betimlemek yetersizdir. Çünkü kentsel mekânlarda insanın algı ve sezgileri ile kavradığı; bilgi birikimi, deneyimi ve kültürü ile değerlendirdiği mesajlar ve farklı algılar vardır. Kentsel mekân, genel anlamda yerleşim yerlerindeki yapılar arasında kalan tüm mekânlar olarak tanımlanabilir. Farklı cephelerle geometrik olarak sınırlandırılmış alanlardır; ölçeklerine göre farklı adlandırılırlar. Kentsel mekânlar çeşitli boyut ve özellikte bileşenlerle donatılır. Noktasal, çizgisel, düzlemsel ve/veya üç boyutlu olarak bulunan bu bileşenler; bileşenlerin yarattığı denge, doku, tekrar, ritm, egemen olma, süreklilik, kademelenme olgularıyla irdelendiğinde kent mekânının okunabilirliğini sağlar. Herhangi bir dış mekân, biçimsel ve estetik niteliklerinin okunabilirliği ölçüsünde kentsel mekân olarak algılanabilir (Besim, 2007: 9-10). 3. Mekân Kavramı Mekân kavramı Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlüğü'nde en genel ifade ile ''yer, bulunulan yer'', ''ev, yurt'', ''uzay, feza'' olarak tanımlanmaktadır. Mekân kavramının, tarih boyunca çeşitli ilgi alanlarından pek çok kuramcı ve düşünür tarafından değişik tanımları yapılmıştır. Bilimsel çalışmalarca da ele alınan mekân kavramı özellikle felsefe alanında birçok anlam ifade etmekte, farklı biçimlerde yorumlanmaktadır. Mekân kavramını ilk olarak tanımlayan Aristo mekân'ı, ''nesnelerin birlikteliği olarak ya da başka bir deyişle, en genelinden en ayrıntılısına kadar birbirini kapsayan tüm olguların birlikteliğinin bir başarısı'' olarak görmektedir (von Meiss, 1990). İnsanı bu denli etkileyen mekân Franz Kafka'nın evi olduğu gibi, Ahmet Hamdi Tampınar'ın sözünü ettiği şehirler, Nabizade Nazım'ın keleme aldığı köyler, Yörük çadırları, deniz kenarı, dağ doruğu, ova, yayla, dünya ve kâinat olabilir. Mekân, Arapça'dan dilimize geçen ve “kevn” yani olmak kökünden türeyen bir kelime. Genellikle oturulan yer anlamında kullanılmakla birlikte, bulunulan çevre, ortam, yaşanan dünya ve kâinat anlamlarını da içeriyor. Gerçekten de kelimenin sözlük anlamı biraz zorlanıp, ayrıntıya girildiğinde “mekân bir bakıma varolmaktır” denilebilir. Diğer anlamlara ek olarak varolmak anlamını da yüklenen mekânın insan için taşıdığı önemse kanımızca kendiliğinden ortaya çıkacaktır (Göka, 2001: 8). Mekân, hangi ölçekte olursa olsun, sosyal yapının sadece temsili ya da yan ürünü değildir. Mekân kurgusu, sosyal yapıyı ve hatta onu oluşturan farklı katmanları da etkileyen bir boyuttur. Dolayısıyla, sosyal yapı ile mekân arasındaki ilişki karşılıklıdır. Lefebvre, her toplumun kendi mekânını ürettiğini, her toplumsal kuruluşun aynı zamanda mekânsal bir kuruluş da olduğunu belirtir. Lefebvre'e göre mekân, 37 toplumun hem ürünüdür hem de onu sürekli dönüştüren bir mekânizmadır. Lefebvre'in üçlemesi, algılanan/fiziksel mekân, zihindeki soyut mekân ve yaşanan mekân bir yerin farklı katmanlarını açıklamak için kullanılabilir (Lefebvre, 1995). Lefebvre'in amacı mekâna yöntem olarak diyalektik bir çerçeveden yaklaşmak ve mekânın aynı zamanda politik bir kavram/durum/olgu olduğunu ispatlamaktır. Urry ise “Mekânları Tüketmek” kitabında, mekânın tek basına genel etkiler taşımadığını; ancak, nesnelerin özel karakterleri, ayırt edici özellikleri ve güçleri sayesinde mekânsal etkide bulunduğunu belirtmektedir. Salt mekân yoktur; farklı türde mekânlar, mekânsallaşmalar ve mekânsal ilişkiler vardır. Bu mekânsal ilişkiler, toplumsal nesneler üzerinden kurulmaktadır. Urry mekânı, ilişkide bulunduğu toplumsal nesnelerden ayrı, mutlak bir şey olarak görmeyi reddederken; salt toplumsal nesnelere indirgeyip, mekânsal etkiyi tümüyle gözardı etmenin de yanlış olacağına dikkati çekmektedir (Urry, 1999). Mekân kavramı modern dünyada, Einstein'dan bu yana ''zaman'' ile birlikte ''maddenin, birbirinden ayrılması söz konusu olmayan, iki varoluş biçiminden biri'' olarak kabul edilmekte; daha çok sınırsız bir Mekân olarak ''evren''i anlatmaktadır (Kahvecioglu, 1998-Hançerlioglu (1976) ''Felsefe Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar'' adlı çalışmasında Mekân kavramını en temel anlamda ''evren'' olarak tanımlamaktadır. ''Arapça Mekân sözcüğü varolma anlamındaki kevn sözcüğünden türemiştir, içinde bulunulan yer demektir. …Felsefe terimi olarak Mekân fiziksel bir anlam taşır ve uzay deyimiyle dile getirilir.'' (Hançerlioglu, 1976) Felsefe alanında ele alınan Mekân kavramı ortaya koyduğu düşüncelerle mimari Mekân kavramını da içermektedir. Mimari Mekân kavramında ele alınan Mekân ''sınırlılık'' özelliği ile felsefi anlamda ele alınan mekândan ayrılmaktadır (Kahvecioglu, 1998). Mimarlığın temel konusu olan mekân, özellikle mimarlık disiplininden pek çok araştırmacı tarafından yorumlanmış, çeşitli sınıflandırmaları yapılarak, farklı boyutlarıyla açıklanmıştır. Bu çalışma kapsamında, mekânın sınıflandırılmasından çok, tanımlanması üzerinde durulmakta ve mimari mekânın çeşitli tanımları incelenmektedir. Mimarlığı ''bir Mekân yaratma sanatı'' olarak tanımlayan Tanyeli'ye göre mimarlığın özünü oluşturan mekân, en yalın ifade ile ''uzayın insan eliyle sınırlanmış parçası'' olarak açıklanmaktadır (Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, 1997). Benzer bir yaklaşımla ''Mimarlıkta Süreç: Kavramlar İlişkiler'' adlı çalışmasında İzgi (1999) mekân'ı en geniş anlamda ''insanın bir amaca yönelik olarak doğal çevrede gerçekleştirdiği bir sınırlama, yapay bir değişim'' olarak ifade etmektedir. Gür (1996) mekân'ı, ''insanın, insan ilişkilerinin ve bu ilişkilerin gerektirdiği donatıların içinde yer aldığı, sınırları kapsadığı örgütlenmenin yapı ve karakterine göre belirlenen bir boşun'' olarak tanımlamaktadır. Hasol (1998) ise ''Mimarlık Sözlüğü''nde Mekân kelimesini, ''insanı çevreden belirli bir ölçüde ayıran ve içinde eylemlerini sürdürmesine elverişli olan boşluk, boşun'' olarak açıklamaktadır. Hasol'a göre mimari bir Mekân yaratmak, geniş anlamdaki doğadan veya peyzaj mekânından insanın kavrayabileceği bir bölümü sınırlamaktır (Hasol, 1998). Kuban'a (1998) göre ise sadece boşluk değerleri ya da sadece sınırlarıyla bir mekânı tanımlamak mümkün değildir: ''Mimari mekânın tanımı, onun biçimsel olduğu kadar insan yaşamına ilişkin özelliklerini de 38 MAKALELERLE MUŞ içermelidir. …Boşluğun mimarinin ayırıcı öğesi olması onun en gerçek yasam değerlerinin ifadesi olmasındadır. Canlı varlık hareketlidir. Hareket ise ancak boşlukta olabilir. Böylece Mekân içindeki potansiyel hareket olanaklarına göre tanımlanacaktır. …Işık yapıda mekânın var olusunu belitleyen doğal bir özelliktir. Aydınlık yasamın vazgeçilmez bir öğesi olduğu kadar sınırlanan boşluğun niteliklerini görmeğe olanak vermesi bakımından da, yapı mekânının ayrılmaz bir parçasıdır.'' (Kuban, 1998; Aktaran Eken, 2008: 17-18). Ayrıca Lefebvre mekân temsilinde üç önemli aktörün bulunduğunu söyler: Lefebvre bunların, bilgi biçimleri, planlama teknikleri ve devlet imkanları aracılığıyla mekânı örgütlemeye çalıştıklarını söylemektedir. Birinci grup, bilim adamları, kent plancıları, mimarlar, mühendisler, toplum mühendisleri, sanatçılar, felsefeciler ve diğer akademik disiplinlerden oluşmaktadır. Bu grup, mevcut kent sorunları karsısında, liberal bir hümanizmin izinde, geçmişi nostaljik bir bicimde anarak, ideal bir kent yaratmaya ve mekân aracılığıyla toplumsal sorunlara çözüm bulmaya çalışmaktadırlar. İkinci grup, devlet içinde ve etrafında yapılanan planlama kurumudur. Kentin mal ve bilgi akısından oluşan rasyonel bir sistem olduğunu öngören bu grup, kentsel yasamın insan boyutunu görmezden gelmektedir. Üçüncü grupta ise, kentsel taşınmazların değerini arttırmaya çalışan müteahhitler ve benzeri türden piyasa aktörleri bulunmaktadır. Piyasa içinde kentsel büyümeyi hedefleyen bu grup, değişim değerini maksimize etmenin yollarını aramakta ve planlama aracılığıyla tüketim toplumu yaratmaya çalışmaktadır. Bu grubun bir bolumu, alışveriş merkezleri, ticaret ağırlıklı kültür ve dinlenme tesisleri inşa ederken; diğer bir bolumu ise, kentsel sistemi denetleyip yönlendirmeyi sağlayacak karar merkezleri kurmaya çalışmaktadır. Mekânın temsillerini oluşturan bu üç farklı grup, bazen yardımlaşarak, bazen çatışarak, kent mekânlarında kendi yaklaşımlarını uygulamaya çalışmaktadırlar (Sengul, 2007; aktaran Çetin, 2008: 13). 3.1. Kentsel Mekânın Bileşeni: Binalar ve İnsanlar Kişi yaşamının yaklaşık 2/3 ünü konutlarda ya da onun yakın çevresinde geçirir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, kişi sağlığını etkileyen parametrelerin basında, konutların ve binaların niteliği ve niceliği gösterilmektedir. Çünkü konutun değişik nitelikleri ile ilgili etmenler canlı sağlığını çeşitli sekilerde etkilerler. Örneğin, temizlenmesi güç, hacim ve alan bakımından yetersiz, içinde şebeke suyu ve ıslak Mekân birimleri olmayan, yemek pişirme kolaylıkları ve saklama olanakları bulunmayan konutlarda yasayanlarda sindirim ve solunum sistemi hastalıkları daha sık görülmektedir. Aydınlatması iyi olmayan konutlarda yasayanlar arasında ev kazalarına uğrayanların ya da görme bozukluğu olanların sayısı fazladır. Yeterince güneş ışığı almayan konutlardaki çocuklar arasında kısa boyluluk ya da raşitizm hastalığına yakalananlara daha sık rastlanılır. Kalabalık halinde yaşanan konutlarda enfeksiyon hastalıklarının bulaşma olasılığının artması, bireylerin özel yaşamlarının sınırlanması ve gençlerle yaslılar arasında sürtüşmelerin daha yoğun olması gibi sorunlar sık görülür. Ait oldukları toplumun sosyal ve kültürel standartlarına uygun olmayan konutlarda yasayanlar sosyal ve 39 ruhsal yönden kendilerini iyi durumda hissetmeyebilirler. Niteliksiz konut koşullarının hemen her zaman yoksulluk, bilgisizlik, yetersiz beslenme, tıbbi bakım eksikliği vs. gibi sağlığı olumsuz yönde etkileyen etmenlerle birlikte oluşu ve bu etmenlerin her birinin sağlığı etkileme derecesinin saptanamaması konut koşulları ile sağlık arasındaki ilişkinin tam olarak belirtilmesini olanaksız kılar (Ekinci-Ozan, 2006: 3). Yapılar, sokaklara kimlik kazandıran en önemli bileşenlerden biridir. Sokak ve meydanlar binalara erişebilirliği sağlarken; binalar da yükseklikleri, cephe oranları, kütle hareketleri, çatı biçimleri, kullanılan malzeme ve detaylarıyla birlikte onları biçimlendirir (Kılıçarsalan 1996). Bu biçimlendirmenin Muş'a yansıması oldukça farklı. Başka bir yerde de değindiğimiz gibi, çalışmak için yurt dışına gidilen yıllarda Muş'tan gidenler de oldukça fazla. Bu kişiler yatırımlarını kendi memleketlerine yapmaktadırlar. Bu yatırımlar daha çok site şeklinde kendini göstermektedir. Yapılan sitelerin, büyük şehirlerdeki yapılardan hiçbir farkı yoktur, hatta daha da lükstür. Evlerin çift banyolu ve çift WC'li olması, mutfakların bar tipi bir dekor izlemesi ve dış cephelerin sürekli olarak kaplama ile bitirilmesi, bu yapılan uzaktan görünümünün bir tatil köyü havası vermesine sebep olmaktadır. Muş ilinde özellikle göç ile birlikte oluşan eşitsizlikler kent içi mekânlarda da kendini göstermektedir. Hiyerarşi ve dolayısıyla eşitsizlik ilişkileri sadece mekânların birbirlerine göre ilişkilerinde açığa çıkmamakta, ayrıca 'zaman-Mekân sıkışması' olarak tanımlanan süreçte aynı Mekân üzerinde yaşayanlar açısından da güç ilişkileri belirleyici durumdadır. (Ercan, 2000: 225) “Yaşadığımız kentte kalemle çizilmemiş, görünmez bir sınır başka insanları sizlerden ayırmaktadır. Ne denli kolay aşılabilir görünse de bu sınırların aşılmadığının, aşılamadığının en büyük kanıtı da gündelik yaşamın ta kendisidir”(Işık, 1994: 64). Kentteki görünmeyen duvarlar nedeniyle teknolojinin sağladığı olanaklarla dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen olaylardan anında haberdar olan birey hemen yanı başında yaşananlardan uzakta kalabilmektedir. Bu anlamda, kültürel farklılıkların toplumlar arasından daha ziyade toplumlar içinde bulunabileceği savı geçerlilik kazanmaktadır. Kentlere yönelik olarak yoğun bir şekilde gerçekleşen insan akışı, kentsel mekânın bu parçalanmışlığının açıklanmasında en önemli faktörlerin başında yer almaktadır. Göçlerle birlikte kentte bilinmeyen olgusu giderek artmıştır. Bu bilinmeyen olgusu ise insanları korkutarak kamusal alandan çekilmelerine ve özel yaşamın yüceltilmesine neden olmuştur. Sennett'in “Kamusal İnsanın Çöküşü”adlı kitabında belirttiği gibi; kentler insanlarla doldukça bu insanlar birbirleriyle işlevsel bağlarını yitirmeye başladırlar. “Bu yoğun insan akını ile kentsel yaşam gittikçe renksizleşmekte ve nihayet kamusal alan ortadan kaybolmaktadır” (Sennett,1996:176). Kent merkezinde yer alan ve daha çok üst gelir grubuna hitap eden konutlar, sınırlı orandaki arazilerin üzerinde dikey bir yapılanmaya sahiptirler. Rezidans ve / veya yalıtımlı yapı olarak tanımlanan bu dikey yerleşmelerde; mimari tasarımla simgeselleştirilerek birer seçkinlik ve kalite imajı olarak kentsel mekânda varlık bulmaya çalışmaktadırlar. Rezidans/yalıtımlı yapılar olarak adlandırılan bu yaşam alanları, genellikle her 44 türlü işlevi kendi içinde toplayan çok katlı tek bir bina şeklindedir. (Gökgür, 2006:144) Rezidansların/yalıtımlı yapıların hedef kitlesi zamanı kısıtlı, gelir düzeyleri yüksek serbest meslek sahipleri, üst düzey yöneticiler, yalnız yaşayanlar, kent dışında yaşayan ama sık sık kente gelip burada kalmak zorunda olan kişilerdir. (Bali, 2002:122) Muş'ta ise bu durum daha yeni yeni başlamış sayılmaktadır. İlin almış olduğu göç ve tayinlerle buraya gelen memur kesimleri için yeniden oluşturulmaya başlanan kentsel yapı, özellikle siteler ile kendisini göstermektedir. Evlerin artık tek haneli değil de site şeklinde yapılması ve bu yapıların “tatil evleri” gibi bir dış yapı ile benzetilmesi, kentsel dönüşümden binalarında pay aldığını göstermektedir. Böylece kente/kentliliğe ait ortak paylaşımlar miadını doldurmuşlardır. Orta ve üst gelir grupları yerleşim bölgelerinin kentin geri kalanından ayrılmasına etki eden bir diğer unsur ise, tüketim toplumu felsefesi çerçevesinde iletişim olanaklarının yaygınlaşmasıyla kişilere bir “ev” düşletilmiş olmasıdır. Televizyonlardaki, gazetelerdeki ve dergilerdeki ilanlarda, yayınlanan broşürlerde kentin keşmekeşinden uzak, tertemiz, geniş, huzur dolu bir ortam yaratılmıştır. Artık sadece bir ev değil aynı zamanda bir yaşam tarzı pazarlanan reklamlar oldukça sık rastlanır olmuştur. “Görüntüler piyasasında üretilen “idealinizdeki ev” mitolojisinin İstanbul'un apartman yaşamına alışkın üst ve orta sınıfları için en kışkırtıcı yönü, kentin dağınıklığından, kalabalıklığından, pislikten, trafikten uzak, steril sosyal mekânlarda, homojen bir yaşama biçimi oldu. İdealinizdeki ev görüntüleri, kentin içinde apartman yaşamının ne denli sağlıksız olduğunu ortaya koydu, yepyeni bir dizi özlem oluşturdu”(Öncü,1999: 30). Reklamlar aracılığıyla yaratılan bu 'ideal ev' kurgusu orta ve üst sınıfın kenti terk ederek kent etrafında oluşturulan 'adacıklara' taşınmalarının nedenlerinden birisi olmuştur ve bu da kentsel mekânsal ayrımlaşma yolunda önemli adımlardan birisi olmuştur. Özellikle binaların dış yapılarının reklamların doğrultusunda gidiyor görünmesi özellikle dikkat çekicidir. Bu binaların orta sınıf insanlara hitap ediyor görünmesi ve binalar aracılığıyla “sınıf” hiyerarşisinin de yavaş yavaş başladığı söylenebilir. İnsanın mekân ile ilişkisi, günlük hayatın içinden sürekli beslenen acık uçlu bir sarmal ilişki halinde evrimleşmektedir. Bu yaklaşım, mekân kavramının karmaşık ve çok katmanlı yapısını algılamayı ve mekânsal deneyimi olanaklı kılmaktadır. Mekânsal deneyim, özneyi etkin, mekânı ise edilgen bir nesne konumuna itmek yerine; özne, mekân, zaman ve yasam boyutlarının karşılıklı etkileşiminin bir bütün olarak algılanmasıyla gerçekleşmektedir. Mekânsal deneyimin doğasında var olan olasılık potansiyeli, deneyimin yeniden ve yeniden kurulmasına olanak vermektedir (Aydınlı, 2008). Bu durum, yeniden kurulan küçük ilişkilerin sonucu büyük oranda değiştireceği ilkesi ile beraber düşünüldüğünde, mekânsal deneyim olasılıklarının nasıl çoğaldığını açıklamaktadır (Çetin, 2008: 3-4). 41 3.2. Kentsel Mekânın Bileşeni: Bahçeler Kentsel mekân tanımında, doluluklar kadar boşlukların da varlığı ve önemi yadsınamaz. Bu anlamda avlu ve bahçeler, kentsel mekânın bileşenleri olarak algılanır. Avlu, bir yapının veya yapı grubunun ortasında kalan, duvarla çevrili alandır (Erdoğan 1996). Bahçe ise içinde çiçek, ağaç ve sebze yetiştirilen topraktır (Hasol 1995). Avlu ve bahçeler, yarı kapalı mekânları ve dam, depo, hayvan barınakları gibi ek servis yapılarını da barındırır. Ayrıca içlerinde yetişen bitkisel elemanlarıyla kentsel mekânlara kütle, renk ve doku açısından katkıda bulunurlar. Muş'taki evlerin avlu özelliğine sahip olduğu pek söylenemez, nadir olarak bazı mahallelerde avlulu evler olsa da, avlunun Muş evlerinde yer alması pek mümkün görülmemektedir. Bunun temel sebebi ise iklim olabilir, çünkü karasal iklim ve soğuk havanın etkili olduğu Muş'ta, eve gidiş yolunda oluşturulabilecek ya da yazın altında oturulabilecek bir avlunun olması pek mümkün görülmez. Mekânsal olarak avlu, bütünü ya da kısmen yapı veya yüksek duvarlarla çevrili, üstü açık, yer aldığı yapı bütününün form ve Mekân karakteri ile uyumlu olarak genelde dörtgen ya da kare biçimli, bina içindeki yaşamı kısmen açık mekândaki yaşamla bütünleştirmek gereksinmesininin oluşturduğu bir Mekân çözümüdür (Erdoğan 1996). Kavramsal olarak ise avlunun hem yapısal hem de kullanıma yönelik bir boyutu vardır. Yapısal olarak bakıldığında genelde merkezde yer alan avlu, konumu ne olursa olsun yapının tüm birimlerine geçişin sağlandığı toplayıcı ve dağıtıcı mekândır. Yapısal olarak içe dönüklüğü getirirken, özellikle iç avlu niteliğinde yapının ayrılmaz bir parçası ve çekirdeğidir. Kullanıma yönelik 'sosyal' boyutu ile bakıldığında ise mahremiyeti sağlanmış, kapalı hacimlerle bağlantılı bir dış mekândır. İçinde doğal öğelerin de yer aldığı açık bir odadır (Erdoğan 1996). Tabi Muş için böylesine bir mahremiyet oldukça önemlidir. Evlerin bahçe duvarlarının yüksek olması, belki de bu mahremiyetin bir kanıtı sayılabilir. Bahçelerinde meyve ağaçları bulunduran Muş'lu aileler oldukça fazladır. Özellikle sokak aralarında yer alan müstakil evlerin bahçeleri buna oldukça müsaittir. Ev, doğurmanın, beslenmenin, uyumanın, şefkatin, korunmanın, içsel olanın; bahçe ve sokak da dışa açılmanın, hayatı öğrenmenin yeridir. Bu yüzden işlevine uygun düzenlenmeli, işlevlerine uygun davranış biçimlerine sahne olmalıdır. Bu işlev ise insanlara hizmet verme ile alakalıdır. Çünkü bu tür evlerde yaşayan ailelerde, içinde yaşayan yaşlı amca ve teyzelerin, sabahın erken saatlerinde bahçenin içinde dolaştıklarını ve bir oturağın üzerinde oturarak güneşin doğuşuna kadar orda kaldıklarını görebilirsiniz. Kahvaltı için yakılan semaverin dışında, bu yaşlı aile bireyleri yorgunluk sonrası ya da yemek sonrası da bu tür semaver çayı uygulamasını diğer aile bireylerine aşılamak istercesine alışkanlıklarına devam etmektedirler. Bir de buna akşam çayı eklenebilir. Normalde İngilizlerin yaşam tarzı içerisinde yer alan “beş çayı”, özellikle Doğu ve G.Doğu illerinde akşama doğru süregelen bir adet niteliğine kavuşmuştur. Yeni yürümeye başlayan çocuklar için de müstakil evler bulunmaz bir nimet gibidir, kapının sıkı sıkı kapatılması ile güvenliği sağlama alan anne ve baba, çocuklarını bahçe içerisinde gönül rahatlığıyla serbest bırakmaktadırlar. Bahçeli evlerin diğer bir özelliği ise odunluk türü yapılan da bu sınırlar içerisinde yer almasına olanak sağlamasıdır. Kışlık ihtiyaçların giderilmesinde ve kümes 42 hayvanlarının yetiştirilmesinde bu tür yapılan önemi, müstakil evler için büyüktür. Yaz aylarında, güzel bir sabah kahvaltısı için taze yumurtadan daha güzeli yok gibidir (Besim, 2007: 10-11). 3.3. Kentsel Mekânın Bileşeni: Camiler Dini ritüellerin süreklilik arz etmesi ve bunun günlük hayatın bir parçası haline gelmesi nedeniyle camilerin Muş halkı içersinde büyük bir önemi vardır. Kırsal kesimde dinsel törenler ve ibadetler (Ritüeller) topluluğu birleştirici, bütünleştirici bir işlevi yerine getirmektedir. Birlikte camide kılınan namaz, yağmur duasına çıkma, kurban kesme ve dağıtma, mevlit okutma, sünnet töreni, kız isteme, düğün töreni, cem töreni, hacı uğurlaması ve karşılaması doğum ve ölüm törenleri, hep tüm köylünün birlikte katılımıyla gerçeklesen dinsel ya da dinsel katkılarla donanmış törenlerdir. Bireylerin bir topluluğa, bir dine ait olma duygularını pekiştirici ve birlikte sorun çözme, paylaşma işlevlerini yerine getiren özellik taşırlar. Özer Ozan kaya'nın köy araştırmasına göre, İslam'ın temel direkleri arasında sayılan namaz, oruç, zekât, kurban kesilmesi ve Kur'an veya mevlit okutulması gibi önemli sayılan bes ibadetten hiç birini yerine getirmediğini söyleyen hiç bir kadın çıkmamıştır. Bu konuda köyler arasındaki farklar önemli olmadığı gibi bu ibadetler gelişmiş bölgelerde de aynı hatta daha büyük yaygınlıktadır (Ozankaya, 1971: 256). İslâm dininin temel kaynağı durumunda olan Kur'an-ı Kerim'i Arapça'sından okumayı bilmek ve Kur'an'ı zaman zaman okumak, Muş ilinde ve çevresinde bir ibadet olarak telakki edilmektedir. Okul çağındaki çocuklar yaz tatillerinde mutlaka camilerde veya Kur'an kurslarında açılan yaz Kur'an kurslarına gönderilir, Kur'an'ı Arapça'sından okumak öğretilir, namaz için gerekli olan sure ve dualar ezberletilir ve diğer bazı dinî bilgiler verilir. Cami bu iletişim için en uygun mekândır. Ayrıca Muş'ta cami yaptırmak da oldukça önemli ama maddi yükümlülük isteyen bir gelenektir. “Öbür dünya”, “Ölümden sonraki hayat” seklinde tanımlanan ahret inancı kadın dindarlığında önemli bir güdülmeyici özelliğindedir. Çeşme, cami, okul yaptırma ya da yapımına yardım etme gibi kalıcı hayır isleri ahret inancının şekillendirdiği etkinliklerdir. Dünyada yapılan her türlü iyi ya da kötü davranış biçiminin ahrette karşılığını bulacağına inanılmaktadır. Tabi kadınlar açısından da camilerin önemi büyüktür. Çünkü Muşlu genç kızlar ramazan ayı boyunca ev işlerinde annelerine yardım etmekte, aynı zamanda oruçlarını tutup anneleriyle birlikte ibadetlere özellikle de teravih namazına ve Kur'an okuma toplantılarına iştirak etmektedirler. Ramazan ayının kadınların cami ve cemaat ibadetlerine katılımını artırdığı gözlenmiştir. Kadınlar ramazan ayı dışında cami ibadetlerine katılmamakta, ramazan ayı süresince de camiye ancak, erkeklerden ayrı bir yerde ve örtülü olarak girmektedirler. Farz bir namaz olmayışına ve yılda bir ay kılınmasına karsın teravih namazına duyulan yoğun ilgi, ramazan ayında toplumsal dindarlığın artısında etkili olmaktadır. Kadınların teravih namazına katılım düzeyi oldukça yüksektir. Son olarak ise küçük erkek çocukların açısından caminin önemine değinmek gerekir. Küçük yaslardaki çocuklara İslam'ın ve imanın şartları aile büyükleri tarafından ezberletilmektedir. Allah, melek, peygamber, kitap inancı yerleştirilmeye, ibadet esasları anlatılarak beraber tatbik edilmeye çalışılmaktadır. Erkek çocukları küçük yaşlarda dedeleri tarafından camiye götürülmekte ve dinî 43 hayatın pratik boyutuna alışması sağlanmaktadır. Aile içinde çocuğun dinî hayata olan ilgisini artırmak için bazı teşviklere de başvurulmaktadır. Hatta Muş'ta bazı ailelerde aile büyüklerince çocuğa oruç tuttuğu gün sayısınca para verilmekte, böylece çocuk oruç tutmaya teşvik edilmektedir. 3. 4. Kentsel Mekânın Bileşeni: Alışveriş Merkezleri Temelleri üretilen malın değiş tokuşuna dayanan insanlığın en eski faaliyetlerinden, bir malın el değiştirmesi ile oluşan alışveriş eylemi, günümüze kadar planlı ve plansız pek çok mekânda gerçekleşmiş, yaşanan toplumsal, ekonomik ve teknolojik değişiklikler alışveriş merkezlerini oluşturmuştur. Türkiye'de alışveriş merkezleri, 1990'larda küreselleşme sürecinin yoğunlaşmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Alışveriş sürecini hızlandırıp akılcılaştıran teknolojilerin yaygınlaşması, batı türü bir alışveriş biçiminin gelişmesine yol açmıştır. Genellikle kent merkezinin dışında ana ulaşım aksları üzerinde yer alan, alışveriş ve sosyal faaliyetleri bünyesinde barındıran ve yeni teknoloji olanaklarından kaynaklanan bu merkezler, öncelikle kent merkezinde daha sonraki yıllarda ise kent dışında yer almaya başlamıştır. (Akbalık 2004: 92) Batı tarzı alışveriş biçiminin bir örneği olan alışveriş merkezleri, Türkiye'de ilk olarak İstanbul'da ortaya çıkmıştır. İstanbul'da modern anlamda ilk alışveriş merkezi, 1988 yılında açılan Ataköy Galleria'dır. İstanbul'dan sonra kısa süre içinde Ankara, İzmir, Adana ve diğer kentlerde de alışveriş merkezleri açılmaya başlamıştır. 2000'lerin sonlarından itibaren Muş'da da geleneksel alışveriş mekânı olan bazı mağazaları dışında çağdaş tüketim mekânları olan alışveriş merkezleri tek tek ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu alışveriş merkezlerinin, kişilerin boş zamanlarını geçirebilecekleri çeşitli aktiviteleri bünyesinde barındırdığı pek söylenemez, diğer büyük alışveriş merkezleri gibi aktivitelerden yoksundur. Sadece Sinema salonları, restoran ve kafeyi bünyesinde bulunduran alışveriş merkezi, Muş'un yeni kamusal mekânları olarak kentsel mekânda önemli bir yere sahip olmaya başlamış ve Muş kent makro formunun şekillenmesinde etkili olmuşlardır. Muş'da alışveriş merkezlerinin sayısının artması ve kişilerin, bu mekânları tüketim yapmak dışında boş zamanlarını geçirebilecekleri mekânlar olarak algılamaya başlanması ile birlikte, kentte sosyal ve kültürel yaşamda da önemli dönüşümlere yavaş da olsa tanık olunmaktadır. Neticede kentte, tüketime dayanan yeni bir sosyal ve kültürel yaşam şekillenmeye başlamıştır. Bugün Muş'da modern denemeyecek ama yeni atılan bir adım olarak alışveriş merkez örneği Ceylan Plaza Alışveriş Merkezidir. Ceylan Plaza Alışveriş Merkezi, kentin merkezinde ve Muş merkezin kuzey doğusunda yer almaktadır. 2010 yılında açılmıştır ve Muş'un modern ilk alışveriş merkezidir. Alışveriş merkezinde yaklaşık 30 mağaza vardır. Araçlar için kapalı bir otoparkı yoktur. Alışveriş merkezinde mağazalar dışında, sinema salonları, restoran ve kafe vardır. Ceylan Plaza'nın, kent merkezinde yer alması nedeniyle ulaşım problemi yoktur, Bu durumun bir sonucu olarak her yaş, her meslek, her sosyal ve ekonomik yapıdan kişilerin uğrak yeri olmaktadır. Ceylan Plaza, hem yerleşim mekânlarına hem de geleneksel alışveriş mekânlarına çok yakındır. Muş'da nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu merkezde yürüme 44 mesafesinde bir sorun yoktur. Dolayısıyla Ceylan Plaza alışveriş Merkezi, kentteki trafik yoğunluğunun yüksek olduğu bir bölgede yer almaktadır. Bu durum, özel araç sahipleri için bir dezavantaj oluşturmaktadır; fakat toplu taşıma araçlarının güzergâhı üzerinde yer alması nedeniyle araç sahibi olmayan ev kadınları, öğrenciler ve gençler açısından önemli bir avantajdır. Ceylan Plaza'nın belki de em önemli özelliği bütün dükkân sahiplerinin birbirini tanıyor olmasıdır. Muş, yerleşim yeri itibariyle küçük bir şehir ve buradaki insanlar genel itibariyle birbirlerini tanışmaktandırlar. Bu tanışıklığı şehrin her yerine görebilirsiniz. Ceylan Plaza'da bu tanışıklıktan pay almış gibi, hemen her dükkân sahibi birbirini tanımaktadır ve pasaj çerisinde birbirlerini her gördüklerinde selamlaşmaktadırlar. Bu duruma şahit olunca, neredeyse, bu dükkan sahiplerinin bir araya gelip, anlaşarak bu alışveriş merkezini yaptığını zannedersiniz. Ceylan Plaza'ya ulaşımın rahat olması nedeniyle buraya gelen kişiler, sadece alışveriş amacını taşımamaktadırlar; aynı zamanda mağazaları dolaşmak, vitrin bakmak, kötü hava koşullarından korunmak, sinemaya gitmek, yeme – içme, randevulaşmak, fast – food bölümünde oturmak, zaman geçirmek ya da sadece içinden geçmek amacıyla Ceylan Plaza'ya gitmektedirler. CEYLAN Plaza'nın beraberinde Muş'ta, BİM, AKSA ve MUGİ alışveriş merkezleri mevcuttur, fakat bu marketler alışveriş dışında farklı bir sosyal imkân sahip değillerdir. 3. 5. Kentsel Mekânın Bileşeni: Sokaklar Aslında kentin kimliğini belirleyen veya kente kimlik kazandıran en önemli kentsel mekânlardan biri sokaklardır (Krier 1990). Genel bir tanımla sokaklar, doğrusal gelişmiş kamusal alanlardır. Sokakların ilk görevleri kentiçi “ulaşım ve servis” imkânlarını sunmaktır (Köroğlu 1999). Ancak sokaklar, sadece kent erişebilirliğini sağlayan fiziksel mekânlar değildir. Aynı zamanda toplumsal bir iletişim ortamıdır (Kılıçarslan 1996). Sokaklar, sosyal yaşamın geçtiği, konutların veya kentsel yapıların açıldığı, yaya ve taşıtın ortaklaşa kullandığı kentsel mekânlardır (Bakan ve Konuk 1987). Bu özelliklerinden dolayı toplumsal değerlere ve ihtiyaçlara uygun biçimlenirler. Kendilerine özgü yapılarıyla toplumsal değerleri yansıtır hatta yönlendirirler. Sonuçta sokaklar, insanlarla görsel teması ve pasif iletişimi olanaklı kılan; aynı zamanda korunmalı bir ortam olarak yarı kamusal alanlardır. Ancak günümüzdeki sokaklar, geçmişten miras kalan sokak kavramından kullanım biçimi ve amaçlarına göre çok farklıdır (Krier 1990). İnsan ve motorsuz taşıma biçimlerine uygun olarak doğal bir şekilde gelişmiş olan sokaklar, artık hem yaya hem de motorlu araçların dolaşım ve aktivitelerini içlerinde barındırmak zorundadır. Muş'ta, Muş Alparslan Üniversitesi'nin açılmasıyla birlikte ana cadde olan ve şehrin merkezinde yer alan Cumhuriyet Caddesi önem kazanmıştır. Zamanla buralarda çeşitli dükkânlar ve mağazalar da ortaya çıkmış ve bu hat önemli bir alışveriş güzergâhı haline gelmiştir. Bu bölgede giyim mağazalarından, kafe – restoranlara, kitapevlerine kadar çok çeşitli hizmetlere ulaşmak mümkündür. Böylece Alparslan Heykel'inden başlayarak, Eski Muş Çarşısı'na kadar uzanan bölge, kentin en önemli mekânlarından birisi olmuştur. Fakat Muş kentinin topoğrafik yapısının da bir yansıması olarak bu bölge, araç ve insan yoğunluğunu 45 taşımakta zorlanmaya başlamıştır. Bugün hem İstiklal Caddesi hem de Cumhuriyet Caddesi'nden başlayarak uzanan hat boyunca yer alan dükkân ve mağazalar, bu bölgelerde yoğun trafik ve park problemi nedeniyle, bazen sıkıntı yaratmaktadır. İstiklal Caddesi, Cumhuriyet Caddesine göre daha fazla işlek olan ve daha konforlu mekânlara sahip olan bir cadde niteliğindedir. Yeni kurulan Muş Alparslan Üniversitesi Fakültelerinin bu cadde üzerinde olması, bu konforlu mekânların burada toplanmasının en önemli sebebidir. Hem öğrencilerin ve öğretim elemanlarının ihtiyaçlarını karşılama hem de onların zaman geçirebileceği alanlar için bu cadde üzerinde seçenekler arttırılmıştır. Ayrıca İstiklal Caddesi, cadde üzerinde yer alan ve daha çok orta ve orta – üst gelir gruplarına hitap eden mağazalar ve benzeri yapılara sahiptir. Cumhuriyet Caddesi ise tam olarak böylesine bir durum arz etmemektedir, bu cadde üzerindeki yapılar daha çok orta sınıfın altındaki gelir gruplarına hizmet vermektedirler. Cadde üzerinde işletme yerleri olan hemen herkes birbirini tanımaktadır. Muş'un yerlisi olan biriyle bu caddeleri dolaştığınız zaman hemen her dükkan sahibine selam verildiğini görürsünüz. Bu olgu, Muş ilinin hala göç almadığını ve Muş'un yerlilerinin birbirlerini hala iyi tanıdıklarının bir göstergesidir. Muş sokakları ise diğer büyük illerle karşılaştırıldığında tabi ki büyük farklılıklar taşımaktadır fakat kendi içerisinde bu tür bir farklılık yoktur. Sokaklar genellikle asfalt yada parke taşları ile döşenmiştir. Merkeze takın olan sokaklar, daha doğrusu İstiklal ve Cumhuriyet Caddelerine yakın olan sokaklar, kentin diğer sokaklarına göre daha düzenli ve temizdir. Fakat merkezden uzaklaştıkça sokakların toprak olduğu görülmekte ve yağmur aylarında bu sokaklarda yürümek oldukça zorlaşmaktadır. Her şeye rağmen, sokakların gülen yüzü olan çocuklar, buralara ayrı bir renk katmaktadır. Hemen her sokakta top oynayan çocuk kalabalığı bulabilirsiniz. Çocukların o cıvıl cıvıl neşesi, onları da izleyenlerin yüzünü gülümsetmektedir. Sokakların diğer bir ev sahipliği ise evlenen çiftlere sağladığı “düğün mekânı” özelliğidir. Muş'ta özellikle yaz aylarında sıklaşan düğünler, genellikle sokak aralarında yapılmakta, sokaklar trafiğe kapatılmakta ve çocukların şu bağırışı bunu size haber vermektedir: “Mahlede düğün var”. Muş'ta sokakların son bir özelliği ise kadınların dedikodu alanı olmasıdır. Akşam vakitlerin, mahallenin kadınları bir araya gelip uzun bir süre sohbet etmektedirler. Bu da “sokakların dili olsa da konuşsa, bakalım bize neler anlatacak” demenin gereğini oluşturmaktadır. 4. Kentsel Mekânın Bitmeyen Derdi: Siyaset Siyasetin kentler üzerindeki etkilerini kavrayabilmek ise öncelikle iyi bir siyaset tanımlamasını ve siyasetin konusunu iyi bilmeyi gerektiriyor. Genellikle siyaset denildiğinde ilk çağrışım yapan kavram hiç kuşkusuz yönetim sanatıdır. Yani siyasetle uğraşanlar yöneticilik yapmaktadır veya o konumu elde etme savaşı vermektedirler. Lakin siyasetin yanında bir diğer kurumunda büyük önemi vardır. Bu kurumun adı ise ekonomidir. Siyaset ve ekonominin iç içe geçmişliği, iktidarı ve uygulamalarını etkileyen ve biçimlendiren bir etkendir. Bu biçimlenme temelinde iki türlü kent oluşmuştur. Birincisinde kent mekânı bir yaşam mekânı olarak algılanan ve kenti kullanım değeri etrafında toplayan bir örgütlenme ağıdır. Bu tür kentlere sosyalist sistemlerde rastlıyoruz. İkincisinde ise kent mekânı bir sermaye birikimi ve rant aracı olarak algılanan ve kenti değişim değeri etrafında 46 kavrayan bir örgütlenme ağı oluşturmuştur (Kaval, 2005: 20-21). Bu kapitalist sistemlerde rastlanan bir biçim olup, kapitalist kent değişim değerinin kullanım değerine baskın olduğu bir kenttir. Bu iki kurgu arasındaki denge de siyasal mücadeleler tarafından belirlenecektir. Çünkü bazen belli bir topluma ait belli bir siyasal sistemde bile bu iki kurgu için farklı eğilimler oluşmakta ve belirlenmiş çizgiden sapılmaya çalışılmaktadır. Burada bütün olarak siyasal sistem değil bir kişinin siyasi eğilimi bile önem kazanabilir. Ama değişmeyen tek gerçek vardır, o da siyasi grupların başarısının kentlerde elde edilen başarıyla bir tutulmasıdır. Bu da siyasi politikaların kentsel mekânlar üzerinden üretilen bir biçim almasına neden olur. Muş kentini biz de bu iki yaklaşımın perspektifinde okuyabiliriz. Ama bizim seçebileceğimiz okuma tarzı ikinci yaklaşım olacaktır. Kentleşmeye yeni başlayan bu memlekette, alanların bir rant mücadelesi haline geldiği söylenebilir. Özellikle kent merkezine yakın arsaların, site inşaatlarının hayata geçtiği bir dönemde prim yapması, bu kapitalist düzenin bir getirisi olarak algılanabilir. Tabi kapitalizmin çarklarının dönemsi beraberinde bir siyasi mücadeleyi de getirmektedir. Muş'ta ise iki tür siyasi çekişmeden söz edilebilir. Siyasetin gösterdiği yolda ilerleyen kentleşme, buraların değişim ya da gelişiminde oldukça etkili olmuştur. Muş'un siyasi çizgisinde ise bu yol gösterimin bir tarafı AK Parti, diğer tarafı ise BDP'dir. Seçim dönemlerinin en ateşli geçtiği dönemlerde özellikle kahvehanelere büyük paylar düşmektedir. Kahvehanelerin bir kemsi AK Parti flamaları asarken, diğer kesim kahvehaneler ise BDP flamaları ile donatılmaktadır. “Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü” sözü işte tam bu siyasi tablo için geçerli bir olguyu temsil eder. Gün ne bayram ne de bir kutlama günüdür, gün seçim günüdür. Siyasi partilerin şehrin göbeğinde yer alan mekânlarda kendilerini halka sürekli hatırlatmaları ve bunu görünür kılmak için ellerinden gelenleri yapmaları sadece bu günlere mahsustur. Yine bu günlere mahsus olan uygulamalar arasında o mekân içerisindeki dükkanların ya da alışveriş yerlerinin bizzat siyasete aday olanlar tarafından gezilmesidir. Siyasi seçimlerden sonra ise bu turlara artık son verilmekte, mekânlar yine eski konumlarına geri döndürülmektedir. Unutulmamalıdır ki Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri, Kürt nüfusunun dinamiklerini içinde barındıran bir yapıya sahiptir. Bu dinamiklerin biri de Kürtlerin kendi aralarında önemli bir yere sahip olan iktisadi birlikteliktir. Kürtler, akrabalık ya da aşiret bağlarının getirdiği yakınlıklar sayesinde kendi aralarında bir ekonomik dinamizm oluşturmuşlardır. Bu her ne kadar Muş için geçerli olmasa dahi Muş'u da içine alan bu coğrafya için, bu iddia ileri sürülebilir. Bugüne kadar Kürt ya da Güneydoğu meselesi olarak gündemden düşmeyen tartışmada imparatorluk dahilindeki iktisadi bölgelerin parçalanmasıyla çok yakından bağlantılıdır. Ulusal olmayan bir iktisadi alanın (Osmanlı İmparatorluğu) yerine üç farklı ulusal bütünün (Türkiye, Suriye ve Irak) geçmesiyle Kürdistan olarak adlandırılan bölge parçalanmış ve Kürtler arasında iletişim yolları nerdeyse tamamen ortadan kalmıştır. Netice de Türkiye, Irak ve Suriyeli Kürtleri birbirinden ayıran ulusal sınırlar Kürtler arasında iktisadi etkinliğin kaçakçılığa, yani yasal olmayan bir eyleme dönüşmesine yol açmıştır. Bu durumda Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti tarafından hayata geçirilen ulusal projeye mekânsal dinamikler aracılığıyla direndiğini söylemek mümkündür. Bu da mekânın modern bilimsel 47 paradigmalarca resimlendirildiği gibi sabit ve durağan bir sahne olmayıp toplumsal ve siyasal dinamiklerin aktörleri arasında yer aldığını göstermektedir (Özkan, 2002: 151). Muş, böylesine bir yapıyı yukarıda belirttiğimiz gibi pek temsil etmez ama özellikle göç ile mekânın sabitliğini kırmış gibidir, çünkü göç edenler genellikle Kürt ailelerdir ve bu aileler ayrılmamış sınırlar içinde ekonomik dinamiklerini beslemişlerdir. Bu ya yakın dükkanların birbirleriyle olan ilişkilerle ya da aynı iş merkezinde satın alınan dükkanlarla sağlanmaktadır. Zaten aynı aşiret mensuplarının yaptırdığı binalara yerleşmeleri ve köylerindeki komşuluk ilişkilerini siteleri içerisinde devam ettirmeleri, Kürtlerdeki akrabalık ilişkilerinin, mekân düzemlinde devam ettiğinin de önemli kanıtıdır. Muş, göç alan bir yer olduğu için göç edenler siyasetin dengesini değiştirebilmektedir. Kentin yenisinin, kentin yerlisine (Torlak-Polat, 2006: 171) olan etkisi siyasetin şehirleşmesinde etkisini göstermektedir. Bu etkinin neticesi olarak Muş'un merkez kesimlerinde AK Parti daha güçlü görünmekteyken, ilçelerinde BDP'nin şansı daha fazla görünmektedir. Aslında temel sorun biraz da hizmet ile alakalıdır. Belediye hizmetlerinde aranan kalite anlayışı, hem yerel hem de genel seçimlerde oldukça etkilidir. Sadece bir husus bu seçimlerden farklı bir gerçekliğe sahiptir. O da AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a duyulan ilgidir. Başbakan'ın şehri ziyaretinde belediye binasından Alp Arslan Heykeli'ne kadar olan mesafenin dolu olması, Weber'in bahsettiği anlamda karizmatik otoritenin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Lakin Başbakan'ın bu özelliğinden ziyade, kendisinin dindar olması Muş halkı tarafından sevilmesindeki en önemli faktördür. Çünkü Muş halkı geleneklerine bağlı, muhafazakâr ve dindar bir yapıya sahiptir. Bu özellikleri kendisinde barındıran siyasilerinde burada başarılı olma imkânları oldukça yüksektir. Buna karşın ise BDP'nin de kent siyasetine etkisi söz konusudur. Özellikle ilçelerde (BulanıkVarto-Malazgirt) başarılı olan BDP, hemen her seçimde Sırrı Sakık'ı buradan aday göstermektedir. Buradan anlaşılan merkezi yerlerdeki konforizmin biraz daha yüksek olduğu yerlerde merkezi siyaset takip edilirken, biraz daha kent dışı yerlerde ise merkezi siyasetin muhalifi desteklenmektedir. Siyasette olan bir gerçek burada da söz konusudur. Kentlere göç edenler sosyal ve kültürel faaliyetlerin yanı sıra siyasi partiler ile etkileşime girerek, seçim zamanları milletvekili adayları ile temas kurarak kendi çıkarlarını korumak ve siyasi girdi yapabilmek için faaliyete geçtiler. Bireyler hemşehri dernekleri vasıtasıyla siyasal sistemden taleplerde bulunabilmekte, siyasal yaşama daha yoğun biçimde katılabilmektedirler. Hemşehriler bir dernek etrafında kümelendiklerinde önemli bir siyasal kaynak oluşturmaktadırlar. Bu kaynak dolayısıyla çeşitli istek, dilek, şikayet veya kısaca talebin siyasi otoritelerce ve mercilerce algılanabilecek biçimde ifadesi mümkün olmaktadır. Bir siyasi partiye destek verme karşılığında hemşehri dernekleri klientalistik bir ilişki zinciri içinde üyelerine bazı imkanlar sağlarlar (Narlı- Narı, 1999: 176-184). Bu durumun özellikle Muş için geçerliliği oldukça yüksektir. Milletvekillerinin bir siyasi akraba olarak görülmesi, “sizdeniz” kabullenmesi ve kimliği, siyasetin güncel hayat mücadelesi içindeki önemini arttırmakta ve özellikle de küçük yerleşim yerlerindeki gücünü gözler önüne sermek için iyi bir anlatımdır. Siyasetin, kentsel mekâna dahil olmasının bir 48 diğer sebebi ise yeni kurulan Muş Alparslan Üniversitesi'dir. Üniversitenin yarattığı ortam, siyasal düşünüşün penceresini genişletmiş ve böylece farklı düşünce yaklaşımları burada da görülmeye başlanmış hatta siyasi protestolar üniversite öğrencileri ile aktif bir hal almıştır. Bu aynı zamanda kentsel mekâna postmodern bir tavırda kazandırmıştır. Çünkü kimliklerin bu denli açık bir biçimde ifade edilebilmesi için bir zeminin olması gerekmektedir, işte bu zeminin bir parçası kurulan yeni üniversite ile elde edilebilmiştir. 5. Kentsel Mekânın Farklı İki Yüzü: Kadınlar ve Çocuklar Mekânın, toplumsal cinsiyet rejiminin ve toplumsal cinsiyet rollerinin birbirlerini nasıl yapılandırdıklarına ve yeniden ürettiklerine bir başka deyişle mekân ile cinsiyetin ilişkiselliğine dair çalışmaların tarihi görece yenidir. Batı'da mekânı araştırma konusu yapan şehircilik, şehir planlama, mimarlık, coğrafya gibi disiplinlerin analizlerine toplumsal cinsiyet ilişkilerini dâhil etmeleri ancak 1980'lerde mümkün olmuştur. Türkiye'de ise, mekân ile cinsiyet arasındaki rabıtayı gören akademik literatürün oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Yakın zamanlarda yayınlanan bir iki çalışma istisna tutulursa Ayten Alkan'ın çalışmaları bu alanda öncü rol oynamıştır. Akademik/teorik üretiminin temeline Serpil Sancar'ın “sosyal bilimlerin bütün disiplinlerinin kendi kavram ve yönteme dair araçlarını cinsiyet perspektifinden yeniden okumayı/kavramayı deneme” önerisini yerleştirerek kente ve feminizme metinler arası okumalar yapmış olan Alkan, yerel yönetimler ve cinsiyet üzerine kaleme aldığı doktora tezinde kadınların kentteki görünmez varlığını görünür kılma çabasına girişmiştir (Altunpolat, 2009: 187-188). Muş'ta göçün kadınlar ve çocuklar üzerindeki etkisi çok büyüktür. Çünkü Göç süreci bireylerin uyum sorunlarıyla karsı karsıya gelmelerine neden olmaktadır. Özellikle kadınların ve yaşlıların çoğunun Türkçe'yi bilmemesi, kapalı bir aile yapısı içerisinde yasamaları, onların bu yeni durumdan nasıl etkilendiklerini bir problematik haline getirmektedir. Göç öncesinde eğitim olanaklarından yeterince yararlanamayan kadınlar, sosyal ve kültürel olarak oldukça geri kalmışlardır. Bunun yanı sıra aynı sebepten dolayı Türkçe'yi de öğrenememişlerdir. Sağlık olanaklarının yeterli olmaması ve geleneksel değerlerin hâkim olması nedeniyle kadınlar çok sayıda çocuk sahibi olmaktadır. Bu durum da var olan yoksulluğun giderek artmasına neden olmaktadır. Geleneksel yaklaşımların hâkim olduğu bu yerlerde kadınlar dini ve muhafazakâr bir yasam sürmektedir. Kapalı bir aile yapısı içinde, belli rolleri yerine getirerek yasayan bu kadınlar üretimden tüketime, bos zamanları değerlendirmeden çocuk doğurmaya kadar her alanda modern öncesi bir hayatı sürmektedirler. Yine aynı şekilde kontrolsüz bir biçimde ve oldukça hızlı artan nüfus olgusunun yol açtığı beslenme, sağlık ve eğitim olanaklarındaki yetersizlikler ile birlikte azalan gelir düzeyi ve yoksulluk da en çok kadınlar ve çocukları etkilemektedir. Göç öncesi yasadıkları yerlerde yukarıda sayılan çok sayıda sorunla bas etmek zorunda kalan kadınlar, göç ettikleri yeni yerlerde de benzer sorunları yasamanın yanı sıra daha pek çok yeni sorunla karşılaşmaktadırlar. Alıştıkları hayatı yasamaya devam etmek isteyen bu kadınlar kendilerini zorlayan değişimlere çoğu zaman ayak uyduramamaktadırlar. Okuma-yazmanın yanı sıra dil bilmiyor olmaları kent 49 yaşamında kendilerine büyük zorluklar çıkarmaktadır. Göç edilen bu yerlerde hem ekonomik hem de sosyal olarak bambaşka bir bilgi gerekmektedir. Oysa kadınlar bu bilgi ve becerilerden yoksun olmalarının yanı sıra eskiden bildiklerini de uygulayacakları bir alan bulunmamaktadırlar. Böylece kadınların nasıl değerlendireceklerini bilmedikleri kocaman ve yepyeni bir bos zamanı olmuştur. Kadınların yasadıkları ailelerinde genel olarak evlilikler eski alışkanlıklara göre devam etmektedir. “Kuma” adı verilen ve doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde uygulamalarına sıkça rastlanan evlilik türleri görüşme yapılan ailelerde de görülmektedir. Evliliklerin erken yaslarda yapıldığı bu ailelerde kadınlar erken ve geç yaslarda doğum yapmaktadırlar. Kadınların genel olarak doğum kontrol yöntemlerini kullanmamaları ailelerdeki çocuk sayısının oldukça fazla olmasına neden olmaktadır. Özellikle erkek çocuk yerine getirdiği işlevler açısından oldukça kıymetlidir. Emeğe dayalı bir aile ekonomisi içinde çocuk emek süreçlerine katılımı açısından değerlendirilmektedir. Özellikle erkek çocuk aynı zamanda ailenin korunup kollanmasında bir güç kalkanı görevi görmektedir. Ayrıca ata soyuna dayalı bir aile yapısı içinde erkek soyun devamı anlamına da gelmektedir. Bunun yanı sıra çocukların Kürt soyunun devamcısı olarak algılanması çocuk sahibi olmaya politik bir de anlam yüklenmesine neden olmaktadır. Tüm bu nedenler yüzünden çocuk ama özellikle erkek çocuk kadınların da çevrelerinde sosyal statülerinin artmasına neden olmaktadır. Çocuk sahibi olmak konusunda yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra kadınların doğum kontrol yöntemlerinden faydalanmamalarının özel nedenleri de bulunmaktadır. Öncelikli olarak bu kadınların resmi kurum ve kuruluşlardan yardım alacak bilgi ve deneyimden yoksun olması, bu kurumlarla iletişime geçebilmek için gerekli olan Türkçeyi bilmiyor olmaları onların buralardan uzak durmasına neden olmaktadır. Bu kurumlara başvurmada gerekli olan belgelerden ya da paradan yoksun olmaları da bir diğer nedendir. Kadınların toplumsal alanda varoluşları başlı başına bir sorun iken, varoluşsal bir eylem olarak bir kadın için politika yapmak ve politik düşünebilmek daha derin bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çağdaş, demokratik toplumlarda siyasal karar verme aşamasına dahil olmak ya da karar verme mekânizmalarının içinde olmak bir vatandaşlık hakkıdır ve bu hak hiçbir fark gözetilmeksizin tüm vatandaşlara eşit bir biçimde tanınmıştır. Fakat bu eşit haklar eşit bir biçimde kullanılamamıştır. Bu eşitliğin Muş kadınları için de geçerli olmadığı söylenebilir, çünkü kadınların esas görevi “ev işleri” ile sınırlı görünmektedir. Muş, kadınlar açısından oldukça kozmopolit bir yapı da barındırmaktadır. Özellikle cemaatlerin etkin olduğu bir yer olan Muş'ta, kadınların giyimleri bile bu dini yaşam tarzının belirtilerini ortaya koymaktadır. Çarşaflı, peçeli, türbanlı ve başları örtük olmayan kadınların hepsinin bir arada bulunabileceği bir yer olan Muş'ta, ili temsil eden kadınların geneli türbanlı olarak görülmektedir. Türbanlı olamayan bayanlar ise daha çok il dışından gelen, çalışan ve orta sınıfı temsil eden kadınlar olarak görülmektedir. Bu kadınlar Türkiye şartları içinde “ortasınıf” olarak kategorilendirilebilirken, Muş için bu değerlendirme farklılaşmaktadır. Çünkü bu sınıf, Muş için elit kesimi temsil edebilmektedir. Devlet işinde (kamuda) çalışan kadınların, yerliliği temsil eden kadınlarla aralarındaki en bariz fark ise giyiniş 50 tarzıdır. Muhafazakar ve dindar bir görüntü veren Muşlu kadınların giyimleri daha çok örtülü olarak ifade edebileceğimiz türden iken, çalışan kadınların kıyafetleri hem daha modern hem de daha modavari görünüm sergilemektedir. Muşlu kadınların bir diğer niteliği de siyasetin alanına dahil olamamalarıdır. Muş ilinden kadın bir milletvekilinin olmayışı hatta milletvekilliğine adaylığın bile söz konusu olmaması, kadınların aktif siyasette pek de yer almadıklarının göstergesidir. Ataerkil bakışa göre siyasetle ilgilenmek, iktidar sahibi olmak, yönetmek gibi kavramlar erkeklere daha uygun görülmüş, kadınla özdeşleşen kavramlar toplum ve siyaset dışı olmuştur. Özellikle aile yapısının Ataerkil olması kadınların ikinci planda kalmasındaki diğer faktör olarak görülebilir. Yolda yürürken bile önden erkeğin, arkadan da kadının yürümesi toplumsal analiz açısından yeterli sayılabilir. Erkeğe, etken, güçlü, yöneten, rasyonel, dayanıklı, koruyan, kollayan gibi özellikler yüklenirken; kadına, edilgen, güçsüz, yönetilen, duygusal, dayanıksız, korunmaya muhtaç gibi özellikler yüklenmiştir. Bu bakış açısından dolayı kadınlar toplumsal ve siyasal hayatta erkeğe göre daha düşük statüde olmuştur. Toplumsal cinsiyet rollerinden ötürü kız ve erkek çocuklar küçüklüklerinden itibaren farklı ilgi alanlarına ve meslek kollarına yönlendirilmiştir. Erkekler çoğunlukla karar verici rollere sahip iken, kadın, ikincil, edilgen, bağımlı roller içerisinde olmuştur. Bu sebeplerden dolayı kız çocuklarının ilgileri de daha çok ev içinde kalmıştır. Evi ve aileyi yücelten söylemleriyle gelişen burjuva kültürü de bu savın yüzyıllar boyu yeniden üreticiliğinde rol oynamıştır. Kadını ev, aile gibi kavramlarla tanımlamak, çocuk bakımı gibi sorumlulukları salt kadının görevi sayan toplumsal yapıdan ötürü birçok kadın siyasal etkinlikten uzak kalmakta ya da bu tarz etkinlikleri çocuklar büyüdükten sonra düşünmektedir. Aile yapısı da ataerkil, babasoylu, baba-yerli, aile içi evlilik ve kısmi olarak çokeşli bir temele dayanır. Birçok temele dayalı bu yapı cemaatlerin haneye dair konularını düzenlemenin yanında, mensup olunan dini ve etnik cemaatin siyasi ve iktisadi yapılanmasını belirler (Moghadam, 2003). Bu etki, aileyi toplumun merkezine oturturken, aile üyelerine kendilerini kamusal ve özel alandaki yaşamlarında statü ve kimliklerini tayinde belli bir dayanak oluşturur. Bu dayanağın kendisi aile üyelerinin geniş bir grubun üyesi olarak kadından kocasına, çocuktan anne ve babasına, erkek çocuktan kız kardeşi ve annesine, aileden diğer akraba üyelerine kadar bir dizi sorumluluk ilişkisini düzenler (Nas, 2007: 6). Mesela yedi yaşındaki küçük bir erkek çocuk bile, güzel bir genç kıza bekçilik yapmak üzere yetiştirilir ve onu ne tür tehlikelerin beklediğini çok iyi bilir. İşte bu tehlike çocuğa, namuslu bir ailenin tümünü yerin dibine sokacak, hatta şerefli ataların bile mezarlarında dönmelerine yol açacak kadar korkunç bir utanç kaynağı olarak anlatılmıştır. Ve onun burnunu bile silmekten aciz oğlan, aile efradına karşı, biraz hizmetçisi, biraz annesi, sevgisinin, tiranlığının, kıskançlığının nesnesi –kısacası kız kardeşi- olan güzel genç kızın küçük ve mahrem sermayesini korumaktan kişisel olarak sorumludur (Tillion, 2006: 128–129). Ayrıca Muşlu ailelerde çocuk, saflığı ve masumiyeti sembolize etmektedir. İlk çocuğun doğumu, yeni evli bir çiftin tam anlamıyla aile olmasının 51 sembolik göstergesi olarak kabul edilmektedir. İlk çocuğun doğumuyla, kadın farklı bir statü kazanmakta ve her bir erkek çocuğun doğumuyla bu statü artmaktadır. Erkek çocuklarla ilgili kutlamalar ve törenler daha kalabalık ve parlak olmaktadır. Ancak bunun yanında kız çocuğun olması da istenmektedir, kız çocuk anne için bir yardımcı ve arkadaştır, ayrıca anne-babalarına daha çok özen gösterdikleri, ilgilendikleri düşünülmektedir (Yount, 2005: 410; Amin ve AlBassusi, 2004: 1287'dan aktaran: Aksoy-Gür, 2008: 50). Çocuklar arasında yaş ve doğum sıralaması oldukça büyük bir önem taşımaktadır. En büyük ve en küçük çocukların ailede ayrı bir yeri bulunmaktadır. İlk doğan çocuk diğer kardeşlerinden saygı görme gücünü elinde tutmaktadır. Saygı konusunda cinsiyet de önemli bir faktör olmaktadır. Her zaman olmamakla birlikte çoğunlukla erkek çocuk ablasını yönetmektedir. En küçükler ise her zaman daha çok korunmakta ve ilgi görmektedir. Çocukla yakın ilişkilerde anne tarafı hakimdir. Aile geniş olduğu için bazı ailelerde anneanne ve babaanne de birlikte yaşamaktadır. Babaanne kendi kızının çocuklarına daha çok ilgi göstermektedir. Anneanne ve teyze, babaanne ve halaya tercih edilmektedir (Wikan, 1996:149'dan aktaran: Aksoy-Gür, 2008, 50). Çocuğun sevgiye boğulduğu yaşamın altın yılları olmaktadır. Çocuk sürekli olarak kucakta, ten teması-dokunulma ile büyütülmektedir. (Wikan, 1996:146'dan aktaran: Aksoy-Gür, 2008: 51). Yaşamın ilk yıllarında; disiplin yok gibidir. Eğer çocuk, ailenin en son doğan çocuğu ise bu aşırı ilgi ve bakım daha uzun sürmekte, bu süreç 4 yıla çıkabilmektedir (Wikan, 1996:148'dan aktaran; Aksoy-Gür, 2008: 51). Bebeği beslemek için çalışan bir annenin orada bulunmamasından kaynaklanan zorunluluk dışında, biberon hiçbir zaman kullanılmamaktadır. Annenin sütü olmadığı durumlarda çocuğunu beslemek için başka bir arkadaşını süt anne olarak kullanmakta veya bir süt anne bulmaktadır. (Wikan, 1996:150'dan aktaran; Aksoy-Gür, 2008: 51). Özellikle çalışan kadınların çocukları için özel kreşler tercih edilmekte ve çocukların eğitimi küçük yaşlardan itibaren başka ellerden sağlanmaktadır. Buna karşın geleneksel yerli aileler için ise bu durum pek geçerli değildir. Bunun iki sebebi söz konusudur. İlk sebep ekonomik yetersizlikken ikinci sebep ev erkeklerinin buna izin vermemesidir. Ataerkil düzenin hakim olduğu illerde, kadın yani anne en iyi öğretmendir ve çocuğun onun yanında öğrendiğinin başka yerde öğrenilmesi mümkün görülmemektedir, özellikle de kız çocuklar için (Palabıyık, 2010). 6. Kentsel Mekânın Düşünce Dünyası: Üniversite ve Üniversite Gençliği Diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de üniversiteler ilk olarak büyük ve gelişmiş kentlerde kurulmuştur. Zamanla gelişmişlik düzeylerine göre diğer kentlere de kurulması devam etmiştir. Ülkemiz açısından günümüzü değerlendirecek olursak 1992 yılından itibaren çok sayıda özel ve devlet üniversitesi açılmıştır. Özellikle bu süreçte kurulan devlet üniversiteleri gerek fiziki gerekse de akademik şartlar bakımından hâlâ oluşumunu yeterli hâle getirememişlerdir (Çitil, İspir, Söğüt, Büyükkasap, 2006: 70). Üniversite, “gerçekleri arayan, 'bilim' üreten ve onu yayan” bir kurumdur. Bilgiyi belli bir kurumsallık içinde üreten, arayan, geliştiren ve çeşitli imkanlara 52 dönüştürme çabasında olan bir etkinliktir. Kurumsallığı nedeniyle bilgi, yüksek düzeyde bir uğraşı alanına dönüşmektedir. Birçok uzmanlık disiplinleri olarak örgütlenerek hem araştırma hem de öğretim boyutları biçiminde somutlaşır (Şahin-Yıldırım, 2006: 21). Araştırmacı bilim adamları, yöneticililer, öğrenciler, vb. gruplardan oluştuğu için, üniversite aynı zamanda bir “bilim topluluğu” özelliğine sahip bulunmaktadır. Bu özellikleriyle, genel toplumsal bağlamdan ayrışarak özerk bir dünya meydana getirmektedir. Bu nedenle P. Bourdieu, üniversiteyi “homo academicus” olarak adlandırır (Bourdieu, 2006: 2003). Üniversite kavramını daha iyi anlayabilmek amacıyla, üniversitenin fonksiyonlarına bakmak yaralı olacaktır. Bu bağlamda sosyolog Parsons'a göre üniversitenin üç temel işlevi vardır: a-Yeni bilimleri ve bilim adamlarının eğitimi ile bunların araştırma faaliyetleri; b- Mesleklerin teknik öğretimi için akademik çalışmalar; c- Genel eğitim konuları; d-Entelektüel aydınlanma (Şahin-Yıldırım: 2006: 22). Yukarıda anlatılanların yanında sanayileşme ile hız kazanan toplumsal değişmeler, bilim ve bilimsel bilginin toplumda en üstün değer olarak benimsenmesini sağlamıştır. Bilimsel bilgiye ve bu bilgiyi temin eden eğitim kurumlarına böyle bir ilginin başlangıcı, sanayileşmeyle birlikte doğan kalifiye işgücü ihtiyacı ile açıklanabilir. Eğitim sürecinin önem kazanması, gençlerin yetişkinler arasına ya da iş yaşamına katılma sürelerini uzatmış; kadınların da çalışma yaşamına yoğun katılımıyla birlikte gençler, ev dışında daha fazla vakit geçirmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler o zamana kadar gencin sosyalleşmesinde birincil sosyalizasyon aracı olma özelliği taşıyan ailenin önemini azaltmış ve eğitim kurumları ile arkadaş gruplarını gencin topluma hazırlanmasında temel referans noktaları haline getirmiştir (Poyraz, Zorlu, Gökçen, Arıkan, 2003: 1). Eğitim-öğretim programları, demokratikleşme, evrensel ve ulusal kültür bileşimi oluşturabilme, hukukun üstünlüğünü sağlayabilme, insan özgürlüğünün ve bilginin değerini yerleşik kılabilme bu noktada her toplum için önem kazanmaktadır (Tüzmen-Meder, 2002: 129). Çünkü kendi kendisini yönetmek isteyen bir halkın, kendisini bilgiden gelen güçle donatımı şarttır ve bilgi her zaman cehaleti yönetir (Keane, 1991:156). Şüphesiz "bilgi", belirli müştereklerin bileşkesidir ve ayrıca bir toplumun eğitim düzeyi, maddi kaynakları, yasal ve politik düzeni vb. birbirleri ile tutarlı bir bütün oluşturur (Öncü, 1976: 60). Nitekim toplumsallaşma sürecinde bilgi, değer, duygu ve davranış kalıplarının bir kuşaktan diğerine aktarılması, toplumlar için son derece önemlidir. Ancak toplumların varlığı kadar eski olan bu olgunun bilimsel yöntemlerle incelenmesi ise yenidir (Alkan, 1979: 18). Buradan hareketle ülkelerin geleceklerini özellikle entelektüel bireylerin şekillendirdiği ve bunların da, üniversitelerden çıkacağı görüşünden hareketle bu "genç kuşak" ayrı bir değer taşımaktadır. Muş Alparslan Üniversitesi de işte böylesine bir yapıyı temsil etmektedir. Üniversitenin kente kazandırdığı genç nüfus ya da genç kuşak Muş şehri için olumlu anlamda bir katkı sunmaktadır. Bu katkı sadece bir yönden değil, birden fazla açıdan devam etmektedir. Genç kuşağın şehir merkezinde olması tüketimin artması ve ticaretin canlanması anlamına gelmektedir. Nüfusu genç olan bir kentin 53 de bu ihtiyaçları karşılamak için cazip bir Pazar yaratması gerekmektedir. İşte bu Pazar anlayışı Muş ilinde yeni yeni oturmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Muş esnafının üniversite öğrencileri gelmeden böylesine bir pazara hazırlık yaptıkları söylenemez. Çünkü görüştüğüm esnaflar ürünlerinin kısa sürede bittiğinden şikayetçi. Sohbet faslında “ağabey, mal yetiştiremiyoruz” diyorlar. Üniversitenin ekonomik işlevi doğrudan ve dolaylı katkılar biçiminde şekillenmektedir. Üniversitenin yerel ekonomiye doğrudan katkıları, üniversitenin istihdam yaratması; dolaylı katkıları ise, üniversitenin, çalışanlarının ve öğrencilerin yerel ekonomiyi oluşturan unsurlardan mal ve hizmet talebinde bulunmaları olarak sıralanabilir. Üniversitenin ekonomik işlevinin yanı sıra, sosyal gelişme hedeflerinden biri olan bölgelerarası farklılıkları da azaltacağı, bu hizmetin ülkenin az gelişmiş bölgelerinde gerçekleştirilmesi ile düşük gelirli grubun eğitim ve kültür düzeyinin yükseleceği görüşü de dillendirilmektedir. İlde, önceki yıllarda tüketim yönü daha çok öğretmenler, askerler ve polislere yönelikken şimdi öğrencilerin sunduğu cazip tüketim alışkanlığı, esnafları da hareketlendirmiş durumda. Şu an rekabet daha yeni yeni başlamakta ve kent esnafının buna ayak uydurması için biraz zamanın geçmesi gerekmektedir. Muş Alparslan Üniversitesi'nin yeni kurulan bir üniversite olmasından dolayı binalarının şehir içinde olması da ayrıca bir avantajdır fakat rektör Nihat İnanç'ın, üniversiteyi 2012 yılı içinde kampus alanına taşıyacağını söylemesi, esnaflar açısıdan tedirginlikle karşılanmıştır. Çünkü yaklaşık iki yıldır üniversite öğrencileri merkezdeki alışveriş yerleri ya da kafeleri kullanmaktaydılar, hatta bazı esnaflar bunun için yeni dizaynlar bile gerçekleştirmişti, fakat öğrencilerin kampus alanı içinde olması, buraların bir anlamda kazanç azalımı yaşayacağını da göstermektedir. Şunu kabul etmek gerekir ki üniversite öğrencisi ne yetişkindir ve ne de çocuktur. Çocukluktan yetişkinliğe geçme döneminin sıkıntılarını taşımaktadır. Kendi kimliğini bulma, toplumsal yönden yerel ve çocukluk döneminin değerlerini daha geniş toplumun ulusal ve evrensel değerlerini benimseme ve uzlaştırma, toplum değerlerine uyum sağlama, sosyal olgunluğa erişme durumundadır. Üniversite gençleri, sosyal olgunluğa erişmenin iki önemli boyutu olan "bağımsızlık" ve "cinsel" kimliğine uygun olan davranışları kazanmak zorundadır. Bağımsızlık, kişinin otonom hale gelebilmesi, kendi kendini yönetmesi, toplumun genel ve evrensel değerlerine, kişisel niteliklerine, mevcut durum ve koşullara uygun bağımsız ve gerçekçi kararlar alabilmesi anlamına gelir. Bazen yanlış yorumlandığı şekilde, bağımsızlık, kişinin aklına estiği gibi davranması, toplumun, diğer insanların ve ailesinin aksine düşünce üretmek ve davranmak değildir. Aksine bağımsızlık, rasyonel düşünme, topluma karışma ve onunla başkalarının özgürlüğünü sınırlandırmama anlamına gelmektedir. Ama gençlerin bu tür hususlarda pek de istenildiği gibi davrandığı söylenemez. Bunu ancak bir toplum içerisinde yaşamayı öğrenerek yenebilecektir. Çünkü "genç" farklılıklara, değişik düşüncelere, aykırı fikirlere hoşgörü ve tahammülü ile birlikte kendi ilkeleri ve bilimsel bilgisindeki ısrarını da bu yolla pekiştirecektir. Çünkü genç bilecektir ki, düşüncenin varlık koşulu, kendisi değil, karşı düşüncelerdir (Tüzmen&Meder, 2002: 130). Düşüncenin varlığı yetmez, karşı düşüncelerin de özgür olması gerekir. Karşıtına var olma hakkı tanımayan 54 düşünce, güçlü olsa da özgür sayılmaz (Güvenç, 1996, 66). Şüphesiz genç bunu kazanırken "kimlik" kazanması ve kültürel devamlılık konusunda da farklı algılamalarla karşı karşıyadır. Nitekim Bilgin'e göre, kimlik duygusu zamansal bir boyut içerir. Böylece birisi olmak, bir geçmişi "olmak" değer ifade eder ve süreklilik kazanır. Ayrıca bu kişisel kimlik bir birlik ve tutarlılık duygusu içermekte ve çok sayıda kimliği bütünleştiren bir sistem olarak kendini ortaya koymaktadır. Yine her kişisel kimlik bir değer olarak yerleşir ve her birey, bir öz –saygı ihtiyacı duyar (Bilgin, 1994: 240-241). Aslında bu saygı bireysellik içermekle beraber, toplumsal yapıda "birlikte yaşamak" ve "bir kültürü" farklılıkları ve çeşitlilikleri ile birlikte üretebilmek içinde gereklidir. Çünkü insanların topluma bağlanmaları sürecince "kimlik" birincil bir süreçtir. Muş Alparslan Üniversitesi gençliğinin bir üniversite kimliği yansıttığı söylenebilir mi, orası tartışılır fakat yeni kurulan bir üniversitenin, üniversite öğrencisi kimliği oluşturması biraz zaman alabilir. Tabi ki bu kimlik oluştuktan sonra yeni ideolojik oluşumlar başlayabilir. Muş Alparslan Üniversitesi üçüncü yılını doldurmakta ve bu kimlik yavaş yavaş oluşmaktadır. Bunun bir belirtisi siyasi kimliğe sahip olan öğrencilerin, kimlikleri gereği davranmalarında aranabilir. Çünkü sosyalist ilkeleri benimsemiş bazı öğrenciler, kapitalizmi protesto için pahalı elbiselerin bulunduğu yerlerden kıyafet almanın yanlış olduğunu diğer arkadaşlarına anlatmaya çalışmaktadırlar, radikal Kürt hareketine gönül veren bazı öğrencilerin çay içmek için Sırrı Sakık'ın genel seçimlerde konuşma yaptığı kahvehaneleri tercih etmektedirler ya da sömürü düzeninin zirveye çıktığı ve öğrencilerin ekonomik anlamda sömürüldüğü kafelere gitmemektedirler. Aynı tür yaklaşımların muhafazakâr ve dindar öğrencilerde de görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu öğrencilerin inanç biçimlerine göre mekân seçimi yaptıkları ve onlar göre “günah” ya da “israf” sayıldığı için bu tür mekânlardan uzak durulduğunu belirtebiliriz. Bunların beraberinde özellikle batı illerinden gelen öğrencilerin, yöre öğrencilerine göre daha rahat olduklarını ve kendilerine daha fazla güvendikleri söylenebilir. Düzgün Türkçeleri ve giyinme biçimleri, onları diğerlerinden farklı kılmaktadırlar. Bu öğrencilerin alışveriş mekânları, diğer öğrencilere nispeten daha pahalı ürünlerin olduğu mekânlardır. Örneğin bu öğrencilerin israf sayılacak miktarda bir çay parası vermeleri, onlar için çok da önemli bir şey değildir. Mekânın sunduğu konforun derecesi arttıkça, bu tür öğrencilerin o mekânları tercih etmesi de artmaktadır. Bunun yanında her tür sınıf içerisinde değerlendirdiğimiz öğrencilerin Muş gençlerine yönelik etkileri de oldukça fazladır. Muşlu gençler, üniversite öğrencilerinin gittikleri mekânlara artık rağbet göstermektedirler. Onların giyindikleri gibi giyinmek, onların konuştukları gibi konuşmak ve onlar gibi davranmak, bir taklit kültürünü de beraberinde getirmektedir. Tabi durum böyle olunca, önceki yıllarda normal görüntü veren mekânlar kendilerini, bu yeni kuşağı cezp etmek için sürekli yenilemek zorunda kalmaktadırlar. Ürün çeşitlerinin artması, sunum hizmeti ve görsel açıdan doyurucu olabilmek, bu tür mekânların yaşadıkları yeni sorunların başında gelmektedir. Fakat her ne olursa olsun, üniversite personeli ve öğrencisinin Muş iline getirileri şimdilik olumsuz bir tablo yansıtmamaktadır. Oluşturulan tablonun kalitesi her geçen gün artarken, Muş Alparslan Üniversitesi'nin, kent için oluşturacağı yeni dinamiklerin ileri ki yıllarda da daha 55 fazla artacağı söylenebilir. Ve yarıca bu tür işaretler, üniversiteli kimliğinin yavaş yavaş oluştuğunun belirtileri olabilir, şehrin muhafazakarlığına verdiği tahribatı saymazsak… Kişinin toplum yapısının neresinde yer aldığı, buna göre hangi davranışları benimseyeceği (Mardin, 1992, 149) ciddi bir tavır almıştır. Ayrıca bu süreç içerisinde görülen toplumsal değişme, mevcut biçimdeki rollerin, kodların veya normların yapısı ve doğasındaki değişikleri içermektedir (Smith, 1996: 30). Ancak toplumsallaşma sürecinde akran grupları ile birlikteki iletişim ve etkileşimde önemlidir. Nitekim bu süreç esnasında alkol, uyuşturucu vb. alışkanlıklar da kazanıldığı, siyasal ve kültürel etkilenmelerde ciddi ölçekte gerçekleştirilmektedir. Ne var ki bu durum "genç" kavramı ile açılanabilir. Çünkü genç, toplumun en dinamik ve hareketli kesimidir (Gökçe, 1984: 2). Bireylerin gençlik dönemlerinde bulundukları üniversite ortamı, onların yeni bir dönemde farklı etkileşimlerle beraber ve iç içe oldukları alandır. Ayrıca insanların düşünebilme, düştüğünü karşısındakine anlatabilme yeteneği, insan ancak ilişkileri içinde var olabilen bir yaratık olduğundan, toplumsal yaşamın temelini oluşturur (Cüceloğlu, 1987: 285) ve sadece bir "kültür" taşıyıcısı değil, yaratıcısı olarak da insan kendi önemini kavrar. Tüm bunlara rağmen hızla ve mevcutların gelişmesi yeterince desteklenmeden yeni üniversitelerin kurulması sorununun yanı sıra bu üniversitelerin nerede ya da bir diğer ifade ile hangi kent sınırları içinde kurulacağı hala tartışılmaktadır. Bu konuda da yeterince planlı davranılmadığına ilişkin ciddi eleştiriler vardır. Özellikle yer seçim kararlarının uzun vadeli bir planlama eşliğinde yapılmadığı ve üniversitelerin sınırları içerisinde kurulduğu kent ile etkileşimi üzerine çalışmaların yapılmadığı bu eleştirilerin içerisinde yer almaktadır. Kaldı ki kurulma aşamasından sonra özellikle gelişmemiş kentlerde bulunan üniversitelerin gerek kentle ilişkileri, gerekse üniversite gelişimi açısından yaşadığı sorunlar bu eleştirileri haklı çıkarır niteliktedir. Bu noktada yapılan tartışmalardan birisi de üniversitelerin kurulacağı kentin kalkınmasını sağlayacak bir kurum olmasının gerekliliği üzerinedir. 7. Kentsel Tasarım Açısından Toplum ve Mekân İlişkisi Mekân, hangi ölçekte olursa olsun, sosyal yapının sadece temsili ya da yan ürünü değildir. Mekân kurgusu, sosyal yapıyı ve hatta onu oluşturan farklı katmanları da etkileyen bir boyuttur. Dolayısıyla, sosyal yapı ile mekân arasındaki ilişki karşılıklıdır ve her mekân örgütlenmesinin ise kullanıcılarını birbirleriyle kaynaştırıcı ya da birbirlerinden koparıcı bir etkisi vardır. Bu neden-sonuç ilişkisi bağlamında katı bir ilişki olmasa da, mekân kurgusu, sosyal katmanda ve gündelik yaşamda insanların birbirleriyle karşılaşmasında önemli bir etki yapar. Bu etkinin en net şekilde görünür olduğu yerler kentsel açık alanlar, bir başka deyişle, sosyal mekânın ya da kamusal alanın oluşmasına imkan veren yerlerdir. Şüphesiz, sosyalleşme ne sadece kentsel açık alanlarla ne de internet siteleriyle sınırlıdır; kamusal bina olarak adlandırdığımız ve bu ikisinin dışında kalan binalar da buna dahil edilebilir. Burada, 'kamusal' terimini resmi ya da devlete ait olan mekân parçalarıyla sınırlı tutmamak; devlete ait olanı da içeren ve herkesin teklifsizce bir araya gelebileceği mekânlar olarak düşünmek gerekmektedir. 56 Yirminci yüzyılda bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, insan toplumlarının yasam şartlarını hem iyileştirici hem de bozucu yönde büyük ölçüde değiştirmiştir. Çağımız insanı, mekân, enerji ve hammadde sorununa çözüm getirmek ve gereksinimleri karşılamak amacıyla, doğal ortamlardan aşırı yararlanma yoluna gitmiştir. Bu aşamada, doğaya bağımlılığın bilincinde olmayan insan gelişmesinin ürünü olan yapay yasam ortamları çoğalmıştır. Yoğun yapılaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan tomografik yapıdaki değişmeler, su, toprak ve bitki arasında var olan dengeyi bozmaktadır. Öte yandan, gerek konutlardan kaynaklanan, gerekse çeşitli teknolojik ürünlerin kullanımı ve üretimi sırasında ortaya yayılan zararlı maddeler, ortam kirlenmesi ya da baksa bir ifade ile çevre kirlenmesi denilen sorunları yaratmaktadır. Konut sosyal bir olaydır. Konutların niteliğini belli eden, toplumun psiko-sosyal yapısı olup, konutların ve kentlerin nitelikleri ülkenin uygarlık düzeyini belli eden en önemli göstergelerindendir. Barınma koşullarını belirleyen konut nitelikleri; konutun sağlamlılık durumu, sahip olduğu teknik özellikler, barınma yoğunluğu, oda sayıları ve hane halkının özellikleri seklinde sıralanabilir (Ekinci-Ozan, 2006: 3). İkamet edilecek konutlarda barınma koşulları, konutun, özellikle fiziksel çevre koşulları, es zamanlı olarak ele alınması gereken hususlar arasındadır. Muş'ta yapılan planlarda, sadece yapı adasının sınırları belirlenmekte ve ada içinde yapılabilecek toplam inşaat alanı verilmektedir. Gerekli görüldüğünde, yapıların yola yaklaşma mesafeleri kontrol altına alınmaktadır. Artık Muş'ta konut yapıları, ada içerisine; otopark, yeşil alan ve oyun alanı gibi altyapılara yer ayrılarak ve komşuluk iliksilerini güçlendirici çevre düzenlemeleri öngörülerek yerleştirilmektedir. Muş halkının önceki yıllarda yurt dışına göç etmiş olması, Fransa ve Almanya gibi ülkeler yerleşmeler, onların, memleketlerine dönüklerinde farklı yapıları tasavvur etmelerine neden olmaktadır. Özellikle tatil beldelerinde görülen yapılan Muş'un yeni yerleşim yerlerine inşası da bu durumu göstermektedir. Artık evler dıştan kaplamalı, geniş ve ahşap parke döşeli bir biçimde yapılmaktadır. Siteleşmenin yavaş yavaş başladığı Muş'ta, site içerisine park alanı, çocuk parkı, vb., gibi günlük hayatı kolaylaştıran alışkanlıklar da site alanına dahil edilmektedir. Büyüklükle ilgili karar verirken, kentin yakın gelecekteki konut gereksinimi ve bunun ne kadarının proje içinde karşılanacağı hususu önem taşımaktadır (Ekinci, 2005). Kişi yaşamının büyük bölümünü konutlarda ya da onun yakın çevresinde geçirir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, kişi sağlığını etkileyen parametrelerin basında, konutların ve binaların niteliği ve niceliği gösterilmektedir. Kalabalık halinde yaşanan konutlarda enfeksiyon hastalıklarının bulaşma olasılığının artması, bireylerin özel yaşamlarının sınırlanması ve gençlerle yaşlılar arasında sürtüşmelerin daha yoğun olması gibi sorunlar da (Dirican, 1993) kentleşmenin bir etkisi olarak görülmeye başlanmıştır. 8. Sonuç Bugüne kadar, kentsel ortak kullanım alanları üstüne yapılan çalışma ve tartışmaların ortak argümanı, kentsel mekânlardaki bireylerin -birbirleriyle doğrudan iletişimde bulunsunlar ya da bulunmasınlar- bir araya gelme olanağının olmasının sağlıklı bir toplum için gereken en önemli faktörlerden biri olduğudur. Çok kabaca tanımlanacak olduğunda sağlıklı bir toplumun içermesi gereken asgari 57 özelliklerin başında, demokratik yapı, suç oranının azlığı ve ekonomik dengenin varlığı gelir. Ancak, tüm bunların mekânsal düzenlemeler ile sağlanabileceğini zannetme gafletine düşülmemesi gerekir; dahası, mekân dizimsel analizin bu sosyal olguları mekânda okuyabildiğini farz etmek yanıltıcı olur. Mekân dizimsel analizin argümanı, kentlilerin etkileşim potansiyelinin dolaylı da olsa fiziksel çevrenin ürünü olduğudur. Ancak bu noktada, insanların bir araya gelişlerinde, önceden anlaşılarak olanla, kendiliğinden olan arasında da ayrım yapmak gerekir, zira birincisi herhangi bir yerde olabilecekken, ikincisi mekânın örgütlenmesinden doğar (Çil, 2006: 222-223). Mekân üretiminde, her toplum kendi yeniden üretimine uygun mekânı üretmektedir ve bu süreç, Lefebvre'nin tanımıyla, “mekânın temsilleri - temsilin mekânları” diyalektiğinin bir sonucu olan “mekânsal pratikler” üzerinden gerçekleşmektedir. Toplumsal deneyim sonucu oluşan somut mekânlar ile projelerin soyut mekânları, mekânsal pratikler içinde karsı karsıya gelmekte; toplumsal aktörler ve tasarım sureci acısından çatışmalı bir durum ortaya çıkmaktadır. Günümüz kentsel sistemini oluşturan kent dinamikleri, karşılıklı etkileşim halinde bulunmakta ve bu etkileşimleri ile sistemin sürekli değişim ve dönüşüm sureci içinde bulunmasına neden olmaktadır. Bu dönüşüm sureci, sayısız bileşenin beklenmeyen yeni sonuçlara yol açtığı karmaşık bir yapı içinde gelişmektedir. Kentsel sistemdeki bütün değişimler, toplum ve mekân iliksisine yansımakta ve bu iliksiyi dönüştürmektedir. Günümüz kent dinamikleri içinde toplum ve mekân iliksisine bakıldığında, ayrışmaya ve kutuplaşmaya meyilli bir toplumsal ve mekânsal yapı ile karşılaşılmaktadır. Bu yapı içinde, toplumsal aktörlerin uzlaşmaz tavırları sonucunda parçalanmanın hızla devam ettiği ve “birliktelik” olgusunun yitirilmekte olduğu gözlenmektedir. Modernistlerin kente bakışları hep işlevsel olmuş ve modernist reformcular her zaman kenti kendi idealleri doğrultusunda, ihtiyaçlarına göre biçimleyebilecekleri bir mekân olarak görmüşlerdir” (Işık, 1993: 30). Modernleşme sürecinde kentlere bakıldığı zaman, kentsel mekânın kapitalizmin ilkeleri çerçevesinde yeniden şekillendirildiği görülmektedir. Sermayenin akışkanlığını kolaylaştırmak ve birikimini arttırmak yönündeki eğilim beraberinde yeni mekânsal düzenlemeler getirmekte, eski çevreler sürekli olarak bir değişim döngüsü içine girmektedir. Eski çevrelerin değişime ayak uyduramadığı yerlerde ise bir çarpıklık yaşanmaktadır. Muş bu çarpıklığın yavaş yavaş içine gömülüyor gibidir, çünkü üniversitenin açılmasından sonra üniversite personeline ve öğrencilerine “ev yetiştirme” çabası, bu çarpıklığın hızlı bir biçimde ilerlemesine vesile olmuştur. Olup olmadık yerlere dikilen binalar, estetik anlamda da görüntü bozukluğuna sebep olmaktadır. Yan taraflarındaki tek katlı evlerle birlikte verilen pozlar, niteliksiz yapılaşmanın örneklerini gözler önüne sermektedir. Mekânın, kapitalist ekonominin gereklilikleri doğrultusunda bir değişim geçirerek niceliksel değerlerinin ön plana çıkması, bulunduğu yer ve coğrafyayla arasındaki bağların gevşemesi modern zamanlara özgü bir mekân olgusu olarak kendisini göstermektedir. Mekânsal süreksizliklerin yapısı sermaye tarafından belirlenmekte; sermaye, mekânın bu özelliğini kullanarak, kendi karlılığını arttıracak yeni düzenlemeler ve tanımlamalar yapmaktadır. 58 Geçmişten kalma görüntülere, geleneksel yaşamın el aletlerine, alışkanlıklarına, şivelerine, giysilerine daha çok tepelerde rastlanır (Braudel, 1990) diyor Braudel. Aslında Doğu'ya batlığımızda pek haksız sayılmaz. Geçmişin izlerinin en çok görüldüğü yer Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dur. Çünkü buralar Türkiye'nin en dağlık ve yüksek bölgeleridir. Fakat kentleşme sistemi bunu da zaman için içerisinde değiştirmektedir. Günümüz kentsel sistemini oluşturan kent dinamikleri, karşılıklı etkileşim halinde bulunmakta ve bu etkileşimleri ile sistemin sürekli değişim ve dönüşüm sureci içinde bulunmasına neden olmaktadır. Bu dönüşüm sureci, sayısız bileşenin beklenmeyen yeni sonuçlara yol açtığı karmaşık bir yapı içinde gelişmektedir. Bu karmaşık yapının Muş için gereçli olduğu da söylenebilir. Özellikle kent indeki sistemsiz yapılanma ve ulu orta yerlere dikinle binalar bunların en somut örneğidir. Ayrıca kentin genelensel mekân yapısına da ters düşmektedir., bu tür yapılanmaların sonucu mahallelerin yok olmasıdır. Kentsel sistemdeki bütün değişimler, toplum ve mekân ilişkisine yansımakta ve bu ilişkiyi dönüştürmektedir. Günümüz kent dinamikleri içinde toplum ve mekân ilişkiyi bakıldığında, ayrımsaya ve kutuplaşmaya meyilli bir toplumsal ve mekânsal yapı ile karşılaşılmaktadır. Bu yapı içinde, toplumsal aktörlerin uzlaşmaz tavırları sonucunda parçalanmanın hızla devam ettiği ve “birliktelik” olgusunun yitirilmekte olduğu gözlenmektedir. Postmodern dünyada; özneler ve nesneler parçalanmakta, dağılmakta, her seferinde yeniden tanımlanmayı gerektirmekte, yeniden kurulmakta ve yeniden bozulmaktadır. Postmodern dünyada kentsel tasarım; kent, toplum ve mekân ilişkileri bağlamında birçok küçük değişkenin varlığının bastan kabul edilmesini ve tasarım süreçlerinin her aşamasında bu değişkenlerin ilişkilerinin dikkate alınmasını gerektirmektedir. Toplumsal ve mekânsal ilişkilerin ayrışma ve parçalanma eğiliminde olduğu, her olgunun her an bozulup yeniden kurulduğu günümüz dünyasında, tasarım olgusu karmaşıklaşmakta ve zorlaşmaktadır. Toplumsal deneyim içinde şekillenen somut mekân karsısında kentsel tasarım pratikleri, Lefebvre'nin tanımladığı mekânın temsilleri projeleri içinde yer almakta ve soyut mekânlar üretmektedir (Çetin, 2008: 123-124). Bu durumda projeler, çeşitli otoritelerin kent mekânına atfettikleri değer ve işlevler üzerinden geliştirilmektedir. Toplumsal deneyim sonucu oluşan somut mekânlar ile kentsel tasarım projelerinin soyut mekânları, mekânsal pratikler içinde karsı karsıya gelmektedir. Bu durum, toplumsal aktörler ve tasarım sureci acısından çatışmalı bir durum ortaya çıkarmakta; aynı zamanda uzlaşma zeminini de kendi içinde taşımaktadır (Çetin, 2008). Türkiye'deki kentsel/kamusal ortamın parçalanmaya meyilli yapısının, toplumsal ve mekânsal sorunlar hakkında tartışma ve uzlaşma zemininden yoksun olduğu görülmektedir. Kent, toplum ve mekân üzerine düşünmeyi gerektiren kentsel tasarım pratiklerinin bu açığı kapatacak şekilde; demokratik, katılımcı ve bütünsel yaklaşımlar geliştirmesi gerekmektedir. Bütünsel yaklaşımı geliştirirken, farklı disiplinler ile diyalog içine girerek dinamik ve çok boyutlu bakış acıları kazanmak ve ortak açılımları demokratik ve uzlaşmacı tartışma ortamlarına taşımak gerekmektedir. Bu bağlamda kentsel tasarım pratikleri, toplumsal ve mekânsal ilişkilerin karşılıklı etkileşimlerini dikkate alacak şekilde, dinamik ve çok boyutlu bir model oluşturmalıdır. 59 KAYNAKÇA Akbalık, E. (2004) Tüketim Kültürünün Etkisinde Değişen Kentsel Yaşam Biçimleri ve Küresel Kentler: İstanbul Örneği, İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. Aksoy, A. B. – Gür, Ç. (2008) “Ortadoğu Ülkelerinde Aile Yapısı ve Çocuğa Bakış”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt: 16, No: 1, Mart, ss, 49–60. Alkan, T. (1979). Siyasal Toplumsallaşma. Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Altunpolat, R. (2009) “Mekânda Cins(iyet)in İzini Sürmek ya da Cins Cins Mekân”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 26, Bahar, s, 187-196. Amin, S.ve AL-Bassusi, N.H. (2004) Perspectives of Egyptian Working Women, Journal of Marriage and Family, Vol.66, Issue 5, pp, 1287–1299. Aytaç, Ö. (2007) “Kent Mekânlarının Sosyo-kültürel Coğrafyası” FÜ Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 2, s, 196-226. Bakan, K. ve Konuk G. 1987. Türkiye' de Kentsel Dış Mekânların Düzenlenmesi, TÜBİTAK: Yapı Araştırma Enstitüsü Yayın No:U5, Ankara. Bali, R. (2002) Tarz-ı Hayat'tan Life Style'a: Yeni Seçkinler, Yeni Mekânlar, Yeni Yaşamlar, İletişim Yayınları, İstanbul. Besim, D. Y. (2007) “Özgün Kentsel Mekânların Okunması ve Belirlenmesi Üzerine Analitik Bir Çalışma: Bodrum Türkkuyusu Örneği” Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Peysaj Mimarlığı Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ankara. Bourdieu, P. (2003) Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, çev: Nazlı Öktem, İletişim Yayınları. İstanbul. Braudel, F. (1990) Akdeniz Mekân ve Tarih, çev: A. Derman-N. Erkurt, Metis Yayınları. İstanbul. Bütüncül Yaklaşım, Çevre Planlama ve Tasarım Haftası' 96 Etkinlikleri Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü, s. 38-50, Ankara. Cüceloğlu, D. (1987) İnsan İnsana. İstanbul, Altın Kitaplar Çetin, D. (2008) Toplum ve Mekân İlişkisinin Kent Dinamikleri İçinde İncelenmesi ve Tarlabaşı Örneği, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Disiplinler Arası Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Çil, E. (2006) “Bir Kent Okuma Aracı Olarak Mekân Dizim Analizinin Kuramsal ve Yöntemsel Tartışması”, Mugaron YTÜ Mimarlık Fak. E-Dergi, Cilt:1, Sayı: 4, ss, 218-223. Çitil, M. İspir, E. Söğüt, Ö. Büyükkasap, E. (2006) “Fen Edebiyat Fakültesi Öğrencilerinin Profilleri ve Başarılarını Etkilediğine İnandıkları Faktörler; K. S. Ü. Örneği” Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 2, ss, 69-81. Dirican, R. (1993) Sağlığı Etkileyen Önemli Fiziksel etmenler ve Bunların Zarar Vermesini Önleme Yöntemleri (Halk Sağlığı,2. Baskı). Uludağ Üniversitesi Basımevi. Bursa. Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, (1997). Cilt 2, YEM Yayınları, İstanbul. Eken, M. (2008) Kültürel ve Sosyal Mekânlara Dönüşen Alışveriş Merkezleri: Günümüz Kentlisinin Yeni Yerlileri, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul. Ekinci, C. E.- Ozan, S. S. (2006) Yapı-Çevre ve İnsan-Mekân İlişkileri”, 4. Cografi Bilgi Sistemleri Bilisim Günleri, 13 – 16 Eylül 2006 / Fatih Üniversitesi / İstanbul-Türkiye. Erişim: http://dis.fatih.edu.tr/store/docs/ekinci_yapcevinsnYdrhpMe.pdf 60 Ekinci, C.E- Ozan, S. S. (2006) “Yapı-Çevre ve İnsan –Mekân İlişkisi”, 4. Coğrafi Bilgi Sistemleri Bilişim Günleri, 13 – 16 Eylül, Fatih Üniversitesi, İstanbulTürkiye. Ekinci, C.E, (2005) Bordo Kitap: Yapı ve Tasarımcının İnşaat El Kitabı. Üniversite Kitapevi. Elazığ Ercan, F. (1996), “Kriz ve Yeniden Yapılanma Sürecinde Dünya Kentleri ve Uluslar arası Kentler: İstanbul”, Toplum ve Bilim Dergisi,Ankara,Sayı:71,s, 61-95. Erdoğan, E. 1996. Anadolu Kültür Mozaiğinde Avlu, Çevre Planlama ve Tasarımına Göka, Ş. (2001) İnsan ve Mekân, Pınar Yayınları. İstanbul. Gökçe, B. Ortaöğretim Gençliğinin Beklenti ve Sorunları. Ankara. MEB Yayınları. Göktur, P. (2006) “Rezidanslar ve Gentrified Konutlar”, İstanbul'da Soylulaştırma: Eski Kentin Yeni Sahipleri, der. David Behar – Tolga İslam, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s, 143-146. Gür, S.Ö. (1996) Mekân Örgütlenmesi, Gür Yayıncılık, Trabzon. Güvenç, B. (1996) Kültür ve Demokrasi. Ankara, Gündoğan Yayınları. Hasol, D. (1998) Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, YEM Yayın, İstanbul. Hasol, D. 1995. Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, İstanbul. Işık, O. (1993) “Modernizm Kenti/Postmodernizm Kenti”,Birikim Dergisi, İstanbul, Sayı: 53, s,27-34 İzgi, U. (1999) Mimarlıkta Süreç: Kavramlar-İlişkiler, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul. Kahvecioğlu, H.L. (1998) Mimarlıkta İmaj: Mekânsal İmajın Oluşumu ve Yapısı Üzerine Bir Model, Doktora Tezi, İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. Karakurt, E. (2006) “Kentsel Mekânı Düzenleme Önerileri: Modern Kent Planlama Anlayışı ve Postmodern Kent Planlama Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı 26, Ocak – Haziran, s, 1-25. Kaval, B: (2005) “Siyaset Bilim ve Planlama-Kentleşme İlişkisi: Burhan Özfatura Dönemi İzmir Örneği”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Şehir ve Bölge Planlama Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir. Keane, J. (1991). Medya ve Demokrasi ( çev.H.Şahin). İstanbul, Ayrıntı Yayınları. Kılıçarslan, T. (1996) Kent Sokakları, Yapı 175, s, 81-86. Köroğlu, A. (1999) Kent İçi Sirkülasyon ve Peyzaj Mimarlığı, Bornova Örneği'nde İrdelemeler, Yüksek Lisans Tezi, İzmir. Krier, R. (1990) Urban Space, Rizzoli, Inti Publisher. Kuban, D. (1998) Mimarlık Kavramları: Tarihsel Perspektif İçinde Mimarlığın Kuramsal Sözlüğüne Giriş, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul. Lefebvre, H. (1995) The Production of Space. Cambridge: Blackwell. Mardin, Ş. (1992) Siyasal ve Sosyal Bilimler. İstanbul, İletişim Yayınları. Moghadam, V. M. (2003) Modernizing Women: Gender and Social Change in the Middle East, 2nd ed., Boulder CO: Reinner. Narlı, N.- Yaşar, N, (1999) “Türkiye'de Hemşeri Derneklerinin Siyasete Katılması ve Demokratikleşme Sürecine Etkileri: Bursa Örneği”, Yeni Türkiye, Yıl 5, Sayı 29, Eylül/Ekim, Cilt I: 176-184. Nas, M. F. (2007) Bölgesel ve Küresel Dinamikler Bağlamında Ortadoğu'da Kadın Hareketleri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara. 61 Öncü, A. (1976). Örgüt Sosyolojisi. Ankara, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları. Öncü, A. (1999) “ 'İdeal Ev' Mitolojisi Sınırları Aşarak İstanbul'a Ulaştı”, Birikim Dergisi, İstanbul,Sayı: 123, s, 26-34. Özkan, H. (2002) “Tek Parti Dönemi Coğrafya ve Mekân Anlayışları”, Toplum ve Bilim, Güz, Sayı: 94, ss, 143-174. Birikim yayınları. İstanbul. Palabıyık, A. (2010) “The Conditions of the Middle East: A Sociological Approach to Social Gender”, Arab-Turkish Conferences of Social Sciences: Culture and Middle Eastern Studies, TOBB University Conference Halls, 10-12 December 2010, Ankara, TURKEY. Poyraz, T, Zorlu, A., Şahin, B., Arıkan, G., (2003) “Üniversite Gençliğinin Sosyal Sorunlara Bakışı” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:20, Sayı: 1, ss, 1-32. Sennett, R. (1996) Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev:S.Durak ve A. Yılmaz,İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Smith, A. D. (1996) Toplumsal Değişme Anlayışı (çev.Ü.Ozkay). Ankara, Gündoğan Yayınları. Şahin, M.-Yıldırım, E. (2006) Küreselleşen Dünyada Üniversiteler, Şelale Yayıncılık. İstanbul. Tillion, G. (2006) Harem ve Kuzenler, çev: Şirin Tekeli-Nükhet Sirman, Metis Yayınları. İstanbul. Torlak, S. E. – Polat, F. (2006) “Kentlileşme Sürecinde Kimlik Farklılaşması Açısından Denizli'de İki Mahallenin Karşılaştırmalı Analizi”, GÜ İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 8/2 (2006), s, 167-186. Tüzmen, H. Meder, M. (2002) “Pamukkale Üniversitesi Öğrencilerinin Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Eğilimleri Üzerine Bir Araştırma”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi Yıl:2002 (1) Sayı:11, ss, 128-149. Urry, J. (1999) Mekânları Tüketmek, çev: R. G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. Von M. P. (1990) Elements of Architecture: From Form to Place, Van Nostrand Reinhold Pub., New York. Yount, K.M. (2005) “Women's Family Poweer and Gender Preference in Minya- Egypt”, Journal of Marriage and Family, Vol.67, Issue 2, pp, 410–428. 62 MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ`NİN İLİN SOSYO- EKONOMİK GELİŞMESİNDEKİ ETKİLERİ ÜZERİNE TEORİK BİR İNCELEME Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM Muş Alparslan Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü Arş. Gör. Mücahit ÇAYIN Batman Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü Özet Üniversiteler kuruldukları şehirlerin sosyo-ekonomik gelişmesinde önemli yere sahiptirler. Kısa dönemde bulundukları şehrin gelir ve istihdamını artırırlar. Uzun dönemde de yaptıkları Ar-Ge harcamaları, oluşturdukları inovasyon ve teknoloji sayesinde şehrin sosyo-ekonomik gelişmesine katkıda bulunurlar. Bu çalışmamızda uzun bir geçmişi olmayan Muş Alparslan Üniversitesinin kurulduğu yıldan itibaren ilin sosyo-ekonomik gelişmesindeki katkıları teorik bir şekilde incelenmiştir. Üniversitenin yıllar itibariyle gelir ve istihdamı artırmadaki katkısı, yaptığı bilimsel ve sosyo-kültürel etkinlikler sayesinde şehrin sosyo-ekonomik gelişmesinde tuttuğu önemli yer hakkında bilgi verilmiştir. Anahtar kelimeler: Muş, Muş Alparslan Üniversitesi, Gelir, İstihdam Sosyo-Ekonomik Gelişme. 63 1.Giriş Sosyo-ekonomik gelişme, kişi başına gelirin artırılması şeklinde özetlenebilecek ekonomik büyüme tanımıyla birlikte, yapısal ve insani gelişmeyi kapsayan sosyal değişkenleri de içermektedir (www.dpt.gov.tr). Özellikle yapısal ve insani gelişmeyi kapsadığı içindir ki, sosyo-ekonomik gelişme, ekonomik, sosyal, ahlaki, kültürel ve politik çağrışımlı bir içeriğe sahiptir. Ekonomik ve ekonomik olmayan faktörlerin birbiriyle etkileşimlerini bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde barındırmakta olup, bir ülkenin ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal yapılarındaki ilerlemeyi göstermektedir (Karataş, 2002:7). Diğer bir ifadeyle sosyo-ekonomik gelişme; sanayileşme, çağdaşlaşma, ilerleme, büyüme ve yapısal değişme ya da ekonomik, sosyal ve kültürel yapının değiştirilmesi olarak bilinmektedir. (Ada ve Bilgili, 2007:2). Bu nedenle çok boyutlu ve çok geniş yönlü bir kavramdır (Karataş, 2002:7). Zira ülkemizde 2011 yılında ilçelerin, illerin ve bölgelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik endeksi araştırması yapan Kalkınma Bakanlığı birçok değişken kullanmıştır. Bu değişkenler; Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ Demografik Göstergeler İstihdam Göstergeleri Eğitim Göstergeleri Sağlık Göstergeleri Rekabetçi ve Yenilikçi Kapasite Göstergeleri Mali Göstergeler Erişilebilirlik Göstergeleri Yaşam Kalitesi Göstergeleridir. Kısacası sosyo-ekonomik gelişmişlik endeks değerleri demografik yapı, eğitim ve sağlık hizmetleri, sanayileşme düzeyi, işgücü kompozisyonu, altyapı olanakları ve gelir düzeyi gibi etkenlere bağlıdır (Albayrak vd., 2013:32). Bir ilde veya ülkede bu etkenlerin değişmesi ve iyileşmesi de değişik faktörlere bağlıdır. Bu faktörlerden en önde gelenlerinden birisi eğitim kurumlarıdır. Bu nedenle tüm dünyada eğitim ile sosyo-ekonomik gelişme arasındaki bağıntı kurulmaya çalışılmış ve bu kurumların işlevleri üzerinde durulmuştur (Ada ve Bilgili, 2007:2). Yani sosyo-ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için gerekli toplumsal değişimde, eğitim sistemi ve eğitim kurumlarının önemli yer tuttuğu söylenilmektedir (Çınar ve Emsen, 2001:93). Toplumsal eğitim düzeyinin yükseltilmesi ve bilimsel araştırmaların yapılması ise, günümüzde ağırlıklı olarak eğitim kurumlarının üst kademesi olan üniversiteler sayesinde gerçekleşmektedir. Hatta son zamanlarda üniversitelerden bu geleneksel işlevleri yanında, ülkelerin ekonomik ve sosyal kalkınmalarına katkı sağlamaları da beklenmektedir (Sürmeli vd., 2008:2). Bir diğer ifadeyle üniversiteler bilimsel araştırma yapma, kültür aktarma, meslek edindirme gibi geleneksel işlevlerinin yanı sıra topluma iktisadi, sosyal, kültürel, siyasal ve sağlık alanında bilimsel öncülük yapmaktadır. Özellikle son yüz yılda üniversiteler faaliyetlerinde hukuki, ekonomik sosyal, sağlık ve teknik konulara öncellik vererek toplumların ilerlemesinde katkıda bulunmuşlardır (Karataş, 2002: 210). Nitekim 2547 sayılı YÖK kanununda yükseköğretimin amaçları arasında bulunan; 64 “Ülkenin bilimsel, kültürel, sosyal ve ekonomik yönlerden ilerlemesini ve gelişmesini ilgilendiren sorunlarını diğer kuruluşlarla işbirliği yaparak, kamu kuruluşlarına önerilerde bulunmak suretiyle öğretim ve araştırma konusu yapmak, sonuçlarını toplumun yararına sunmak ve kamu kuruluşlarınca istenecek inceleme ve araştırmaların sonuçlandırarak düşüncelerini ve önerilerini bildirmek” “Yörelerindeki tarım ve sanayinin gelişmesine ve ihtiyaçlarına uygun meslek elemanlarının yetişmesine ve bilgilerinin gelişmesine katkıda bulunmak, sanayi, tarım ve sağlık hizmetleri ile diğer hizmetlerde modernleşmeyi, üretimde artışı sağlayacak çalışma ve programlar yapmak, uygulamak ve yapılanlara katılmak, bununla ilgili kurumlarla işbirliği yapmak ve çevre sorunlarına çözüm getirici önerilerde bulunmak” şeklindeki ifadelerde üniversitelerin bulunduğu bölgenin sosyo-ekonomik gelişmesinin katkıda bulunması gerekliliği vurgulanmaktadır. Üniversitelerin bulunduğu ilin sosyo-ekonomik yapısının gelişmesinde önemli katkılarda bulunduğu gerçeğinden hareketle, bu çalışmada Muş Alparslan Üniversitesi`nin (MŞÜ) Muş ilinin sosyo-ekonomik gelişmesine etkileri örnek alınarak ortaya konulan teori somutlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu etkiler incelenmeden önce Muş ilinin bazı sosyo-ekonomik göstergeleri sunulmuştur. Kalkınma Bakanlığı`nın 2011 yılında yaptığı “İllerin sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralaması araştırmasına” göre Muş ili Türkiye`nin 81 ili içeride 81. sırada yer alarak sonuncu olduğu tespit edilmiştir (www.dpt.gov.tr). Bu bağlamda söz konusu üniversitenin Muş ilinin sosyo-ekonomik gelişmesinde şu ana kadar yaptığı katkı ve bundan sonra sağlayacağı katkıların önemi daha açık bir şekilde görülecektir. Hazırladığımız bu makalenin bahsettiğimiz katkının daha belirgin hale gelmesine hizmet edeceğini umuyoruz. 2. Muş İlinin Sosyo-Ekonomik Durumuna İlişkin Bazı Göstergeler Doğu Anadolu Bölgesinde yer alan Muş ili, doğudan Ağrı ve Bitlis, kuzeyden Erzurum, batıdan Bingöl, güneyden ise Diyarbakır ve Batman illeri ile çevrilidir. Muş ilinde iklim karasal olup, kışları soğuk ve kar yağışlı, yazları ise çoğunlukla kısa ve serin geçmektedir. İl, alanı yaklaşık 1650 km^(2 )ve Türkiye'nin en büyük ovalarından birisi olan Muş Ovasına sahiptir (www.mus.gov.tr). Şehirde kırsal nüfus yoğunluğu fazla olup, sürekli göç olmaktadır. Ancak son yıllarda ilin net göç hızı azalmıştır. ilin 2007-2008 döneminde net göç hızı %-38,4 iken 2011-2012 döneminde %10`dan fazla azalarak %-25,6 olmuştur (www.tuik.gov.tr). İlde göçen genç nüfus nedeniyle çalışma çağı nüfusu oldukça düşüktür. Yine ilden batı bölgesindeki illere süregelen göçün hızı azalsa da, hala yüksek olmasından dolayı Muş, Türkiye'de şehir nüfusunun ve şehirleşmenin en düşük olduğu illeri arasındadır. Şehirleşmenin düşük olması da ilin eğitim potansiyelini olumsuz etkilemiştir. Örneğin Muş kadın okur-yazar oranı ve yüksekokul veya fakülte mezunu nüfusu itibariyle en düşük iller arasında iken, şehirleşmenin yüksek olduğu Ankara ve İzmir gibi kentlerde bu oranlar en yüksek olmuştur (www.kalkınma.gov.tr). 65 Ancak son yıllarda şehir merkezine olan göç artmaktadır. Dolaysıyla ilde sağlık altyapısı bakımından yeni yatırımlar yapılmasına rağmen, göçün oluşturduğu hızlı şehir nüfusu artış hızı bu altyapıyı yetersiz bırakarak ilin kişi başına düşen uzman hekim, diş hekimi, yatak sayısı ve eczane oranında Türkiye ortalamalarının altında kalmasına neden olmuştur (www.daka.gov.tr). Doğu Anadolu Bölgesi Türkiye'deki sanayi işletmelerinin sayısında sadece %2 pay alırken, Muş ili de ancak bu bölgedeki sanayi işletmelerinden sadece %2 pay almaktadır. Yani ilin sanayisi yok denecek kadar az olup, ekonomisi daha çok tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Dolayısıyla, yerel hammadde kaynaklarına bağlı olarak ildeki sanayinin büyük bir bölümü de gıda sanayinde faaliyet göstermektedir. İlde ticaret, tarım ve Devlet hizmetlerinden sonra gelmektedir (www.sanayi.gov.tr). Kente sektörlere göre istihdam oranlarına bakıldığında, 2006 yılına kadar istihdamda hakim sektör tarımdır. Öyle ki nüfusun %50`sinden fazlası bu sektörde çalışmaktadır. 2007 yılından itibaren istihdamda hakim sektör olan tarımın payı azalmıştır. 2008 yılına gelindiğinde ise istihdamda hizmetler sektörü hakim sektör olup, tarım sektörünün payı %35`lere kadar gerilemiştir. Bundan sonra da yıllar itibariyle hizmetler sektöründe çalışanların sayısı gittikçe artmışken, tarım sektöründe çalışanların sayısı ise azalmıştır (www.daka.org.tr). Tarım sektöründe istihdam oranının azalması ve hizmet sektöründe istihdam olunanların sayısının artmasına rağmen sosyal güvenlik kapsamı dışında kalan nüfus oranı bakımından Muş Türkiye`de ilk sırada bulunmaktadır (www.kalkınma.gov.tr). İlde tarım da yeterince gelişmemiştir. Toplam 819.600 hektar olan il yüzölçümünün 342.198 hektarı tarım arazisidir. Tarım arazisinin 335.049 hektarı tarla arazisi, 7.149 hektarı da bağ-bahçe'dir. Diğer bir ifadeyle Muş Türkiye'nin en büyük ovalarından birisine sahip olmasına rağmen, ovadan yeterince fayda sağlanamamaktadır. Sert iklim koşulları, Muş Ovası'nın drenaj sorunu, biriken suların taşkın ve erozyon tehdidi oluşturması gibi nedenler, ovada tarımsal faaliyetleri sınırlayan faktörlerin başında sayılmaktadır (www.mus.gov.tr). Muş'ta hayvancılık, tarım kesiminin en önemli alt sektörüdür. Hatta Türkiye'nin en büyük canlı hayvan depolarından biri olmasıyla hayvancılıkta Türkiye'de önemli bir yere sahiptir. Şehir hem kişi başına canlı hayvanlar değeri bakımından hem de kişi başına hayvansal ürünler bakımından ilk sıralarda yer alarak Türkiye ortalamasının üzerindedir. Buna karşın az sayıda süt ve süt ürünleri imalathanesi haricinde ilde et sanayii, gübre sanayii, süt sağım sistemleri sanayii gibi hayvancılıkla ilgili yatırımlar mevcut değildir (www.daka.org.tr). Büyükbaş hayvan sayısı bakımından önde bulunan il, süt verimi ve et verimi açısından gerilerde kalmaktadır. Sağılan hayvan başına süt ve kesilen hayvan başına et miktarları Türkiye ortalamasının altındadır (www.serka.gov.tr). 66 Muş, Kalkınma Bakanlığınca illerin sosyo-ekonomik durum analizlerinde değişken olarak kullandığı erişilebilirlik göstergeleri itibarıyla ele alındığında ise, asfalt-beton köy yolu oranının iklim ve coğrafya koşullarının da etkisiyle, Türkiye ortalamasının çok gerilerindedir. Kişi başına düşen GSM abone sayısı ve geniş bant internet abone sayılarında Muş Türkiye`de son sıralarda yer almaktadır. İlin internet erişim durumu teknoloji altyapısını ve dışa açıklığını yansıtırken ilin GSM kullanım yoğunluğu, iletişim imkânlarını ve altyapı yeterliliklerini göstermektedir. Böylece kent altyapı, teknolojik altyapı ve iletişim imkânları noktasında çok yetersizdir. Tüm bu nedenlerdendir ki Muş ili 2003 yılında Devlet Planlama Teşkilatı ve 2011 Kalkınma Bakanlığı tarafından yapılan “İllerin sosyoekonomik gelişmişlik sıralaması araştırmasında” Türkiye`nin sonuncu ili olmuştur. Aslında tarihsel olarak daha gerilere gidildiğinde de Muş kenti sosyoekonomik gelişmişlik kıstasların çoğunda geri kalmış ve bu geri kalmışlığın giderilmesi için halk nezdinde “Alparslan Üniversitesi” adında bir üniversitenin kurulması gerektiği vurgulanmıştır (Ekici, 1995:14). Çünkü bu kurulan üniversite ilin eğitim seviyesini yükseltecek, tarımsal eğitim düzeyine katkı sağlayacak ve kültürel mirasını koruyacaktır. Kısacası kurulacak üniversitenin, ilin sosyoekonomik gelişmesinde temel aktör olacağı beklenilmiştir (Ekici,1998:42-43). 3. Muş Alparslan Üniversitesi ve İlin Sosyo-Ekonomik Gelişmesine Etkileri Muş Alparslan üniversitesi 29 Mayıs 2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Kanun ile kurulmuş 17 yeni Üniversiteden birisidir. Üniversite bünyesinde; Eğitim Fakültesi, Fen Edebiyat Fakültesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İletişim Fakültesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi ile İslami İlimler Fakültesi olmak üzere altı fakülte, Fen Bilimleri Enstitüsü ve Sosyal Bilimler Enstitüsü olmak üzere iki enstitü, Meslek Yüksekokulu ve Malazgirt Meslek Yüksekokulu olmak üzere iki meslek yüksekokulu ile bir yüksekokul (Sağlık Yüksekokulu) bulunmaktadır. Daha önce söz konusu akademik birimlerin tamamının şehir merkezinde farklı yerleşkelerde bulunması nedeniyle “Şehir Üniversitesi” olarak adlandırılan üniversite 2012 yılından itibaren akademik birimlerinin çoğunun kampüs yerleşkesine taşınmasıyla “Kampüs Üniversitesi” unvanını almıştır. 2007 yılında “Şehir Üniversitesi” olarak adlandırılan üniversite, beş yılın sonunda “Kampüs Üniversitesi” kimliğine kavuşuncaya kadar pek çok yatırım gerçekleştirilmiştir. Zira kampüsü oluşturmak için fakülte binaları, spor tesisleri, araştırma laboratuarı, merkezi derslikler ile lojman ve sosyal tesisler gibi onlarca bina yapılmıştır. Bununla beraber üniversiteye kayıt olan öğrencilerin sayısı yıllar bazında sürekli artmıştır. (www.alparslan.edu.tr). 67 «Bu büyük yatırım harcamaları ile öğrenci harcamaları ilin ekonomisini canlandırarak Muş iline gelir katkısı oluşturmuştur. Aslında üniversite sadece gelir katkısı değil, çalıştıranları sayesinde de istihdam etkisini meydana getirmiştir (Çayın, 2012:2). Bir üniversitenin mal ve hizmet alımları için yaptığı harcamaların, öğrenci ve ailelerin harcamaları ile kurumda çalışanların maaş ve ücretlerin tüketim harcamalarında kullanımının bölge halkının gelirini artırdığı, yeni iş sahaları ve olanakları oluşturduğuna (Hoffman, 2008:2) dair Batılı akademisyenler tarafından önemli araştırma ve tespitler söz konusudur. Örneğin Pastor vd (2008) Valencia`daki devlet üniversiteleri üzerinde yaptığı çalışmalarında şehirdeki üniversitelerin oluşturdu gelir katkısının yanında çalıştırdığı 16124 kişiyle direk istihdam sağladığını ve bu istihdamın Valencia istihdamının %0,72 tekabül ettiğini söylemişlerdir. Ayrıca üniversite, öğrenci, üniversiteden dolayı şehre gelenler ile üniversitelerdeki konferanslara katılmak için gelenlerin harcamalarıyla oluşan gelir katkısı bazı sektörlerdeki talebi etkileyerek bu sektörlerdeki istihdamı artırmıştır. Böylece hesaplamalarına göre üniversiteler sayesinde istihdam olanların sayısı Valencia`da istihdam olanların %2.43`ne denk gelmiştir. Yine Robert ve Philip (1996) Güney Doğu Galler'deki Cardiff Üniversitesi ile bölgesel kalkınma arasındaki ilişkiyi incelerken bahse konu üniversitenin o bölgede sadece yılda yaklaşık olarak £100 milyon gelir değil, bunun yanında 3000`nin üzerinde istihdam sağladığını da vurgulamışlardır. Kısaca üniversitelerin kuruldukları yerlere olan ekonomik katkıları, üniversite sayesinde yapılan harcamalar ve oluşturulan istihdam olarak değerlendirilebilir. Bu tespitlerden hareketle MŞÜ'nün Muş iline gelir katkısı tahmini üniversite harcamaları ve öğrenci harcamaları üzerinde yapılmıştır. Aslında üniversitelerin, personellerinin, öğrencilerinin yaptıkları harcamalar şehrin ekonomisinde doğrudan veya dolaylı, uyarılmış etkiler oluşturur (Ceyhan ve Güney, 2011:183). Ancak çalışmamızda amaç üniversitenin yıllar bazında yaptığı etkiyi tahmin etmek olduğundan ya da sadece bir akademik dönem baz alınmadığı için üniversitenin oluşturduğu gelir etkisi bir bütün olarak ele alınmıştır. Bu nedenle üniversitenin bütün harcamaları (Personel Giderleri, Sosyal Güvenlik Kurumlarına Devlet Primi Giderleri, Mal ve Hizmet Alım Giderleri, Cari Transferler ve Sermaye Giderleri) için Tablo:1 ve üniversite öğrencilerinin harcamalarını tahmin için ise öğrenci sayılarını gösteren Tablo:2 oluşturulmuştur. 68 Tablo:1- Üniversitenin Yıllar Bazında Harcamaları TL. Yıl Üniversite harcamaları 2009 11.372.367,84 2010 28.426.782,00 2011 42.062.410,00 2012 60.743.050,00 2013 27.966.950,00* Kaynak: Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı *2013'teki harcama veri yetersizliğinden dolayı sadece Ocak-Haziran dönemindeki harcamayı kapsamaktadır. Tablo:1 incelendiğinde üniversite harcamalarıyla oluşan gelir katkısı 2009 yılından itibaren büyük oranlarla sürekli arttığı gözlemlenmiştir. Çünkü 2009 yılında 11.372.367,84 TL olan üniversite harcaması yaklaşık 2,5 kat artarak 2010 yılında 28.426.782,00 TL olmuştur. Keza diğer yıllardaki artışlarında büyük oranlı olduğu anlaşılmaktadır. Yıllar bazında bu harcamaların tamamının il ekonomisine yansımadığı düşünüldüğünde dahi gelir katkısının yüksek olduğu aşikârdır. Üniversitenin şehre olan gelir katkısını oluşturan önemli etkenlerden birisi de öğrenci harcamalarıdır. Öğrenci sayısının yıllar bazında sürekli artığı Tablo:2`den anlaşılmıştır. 2009 yılından itibaren öğrenci sayısının artması harcamalarında arttığı anlamına gelmektedir. Zaten Mayıs 2011 yılında söz konusu üniversitenin öğrencilerine uygulanan anket neticesinde bir öğrencinin aylık ortalama harcaması 460,30 TL olduğu anlaşılmıştır (bkz. Çayın,2012: 71). 2011 yılında öğrencilerin ortalama 8 ay şehirde kalmaları göz önünde bulundurarak bu değeri 2011 yılındaki öğrenci sayısı olan 4215 ile çarptığımızda 2011 yılında 15.521.316,00 TL gelir katkısı öğrenci harcamaları neticesinde oluştuğu görülmektedir. Bu çalışmanın verilerinin güncelleştirilmiş değerlerle ele alınması ve 2012 ile 2013 yılındaki öğrenci sayıları ile düşünüldüğünde söz konusu yıllarda bu katkının daha fazla arttığı ortaya çıkmaktadır. Yani gerek kurumun yaptığı harcamalar gerekse öğrenci harcamaları neticesinde olsun üniversitenin şehre olan gelir katkısı sürekli artmıştır. Diğer taraftan bu harcamalar neticesinde il ekonomisinde yüksek talebin oluştuğu ve bu talebin karşılanması için ekonomisi tarım ve hayvancılığa bağlı bulunan bölge halkını farklı ekonomik faaliyetlere yönlendirdiği söylenilebilir. 69 Tablo:2- Üniversitenin Yıllar Bazında Öğrenci Sayıları. Yıl Öğrenci Sayısı 2009 1570 2010 2920 2011 4215 2012 6246 2013 7494 Kaynak: Öğrenci İşleri Dairesi Başkanlığı MŞÜ'nün şehirdeki istidama katkısı da doğrudan ve dolaylı bir şekilde gerçekleşmektedir. Üniversitede doğrudan çalışanların yanı sıra üniversite öğrencileri, üniversite çalışanları ve ziyaretçiler tarafından yapılan mal ve hizmet harcamalarının etkisi ile dolaylı olarak oluşturulan bir istihdam söz konusudur (Ceyhan ve Güney, 2011:201). Yani üniversite bünyesinde çalışan akademik personel, idari personel ve güvenlik temizlik, kantin çalışanları üniversitenin direk istihdam katkısını oluştururken, üniversite sayesinde yapılan toplam harcamalarla yerel iş yerlerinde oluşan istihdamda dolaylı istihdam katkısını oluşturur. MŞÜ'nün ilde oluşturduğu direk istihdam katkısı Tablo:3`ten de görüldüğü gibi 2009 yılından itibaren sürekli artış göstermiştir. Tablodaki rakamlar küçük gibi görülse de Muş ilindeki en büyük bir işletmede dahi 400`ün üzerinde çalışan olmaması nedeniyle üniversite, 2011, 2012 ve 2013 yıllarında şehir için büyük bir işletme veya fabrika niteliği taşımıştır. Bununla birlikte üniversitenin dolaylı olarak meydana getirdiği istihdam da düşünüldüğünde üniversitenin şehir için önemini daha da artırmaktadır. Tablo:3- Üniversitenin Yıllar Bazında Personel Durumu. Yıl Akademik Ders 2009 115 2010 244 2011 325 2012 363 2013 422 İdari Personel Diğer Pers* 77 60 113 42 142 97 171 130 220 140 Toplam 252 399 564 664 782 Kaynak: Personel Dairesi Başkanlığı *Güvenlik ve temizlik hizmetinde çalışanları kapsamaktadır. Üniversitenin dolaylı şekilde oluşturduğu istihdam katkılarından bir diğer kurum örneği olarak Muş Havalimanını gösterebiliriz. Zira Sürmeli vd (2008) çalışmalarında Sarılgan (2007) Avrupa'daki araştırmalar sonucunda havaalanlarındaki her 1.000 yolcunun ortalama 4 kişiyi istihdam ettiğini belirtmesine istinaden Anadolu Üniversitesi`nin 2007 yılı için 63 kişiye dolaylı olarak yeni iş imkânı sağlayarak yerel istihdama katkıda bulunduğunu söylemişlerdir. Keza MŞÜ de Muş Havalimanında istihdam olanların sayısını artırarak yerel istihdamda dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Şöyle ki Tablo:4'te Muş Havalimanına gelen-giden yolcu sayıları incelendiğinde 2007 yılında 23.905 70 olan yolcu sayısı yaklaşık olarak dört kat artarak 2008 yılında 88.875`e ulaşmıştır. Yolcu sayısı yıllar bazında sürekli artarak 2013 yılının on ayında 218.577 yükselmiştir ki bu rakam 2007 yılının neredeyse on katı olmuştur. Ortalama 1000 yolcunun dört kişiyi istihdam ettiği (Sarılgan, 2007, Akt: Sürmeli) düşüncesinden hareketle yolcuların istihdam katkısının 2013 yılında 872 kişi olduğu görülmüştür. Muş Havalimanı Personel Şefliğin`den alınan bilgilere göre havalimanında bilfiil çalışanların 200`den fazla olduğu ve her bir kişinin ortalama dört kişiye bakmasından ötürü bu katkının 800`ü aştığı düşünülmüştür. Nihayetinde yolcu sayısındaki artışların tamamının üniversite sayesinde olmasa dahi büyük bir kısmının üniversite çalışanının, öğrenci ve öğrenci yakınlarının sürekli artmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Yani havalimanındaki artan istihdamın tamamı olmasa da çoğunluğun üniversitenin il ekonomisinde oluşturduğu dolaylı istihdam olarak değerlendirilebilir. Tablo:4- Muş Havalimanı Gelen- Giden Yolcu Sayıları. Yıl 2007 2008 2009 2010 2011 2012 2013 Gelen-Giden Sayısı 23.905 88.875 115.795 179.808 196.543 207.248 218.577* Kaynak: Devlet Hava Meydanları İşletmesi İstatistikleri *2013 yılının ilk on ayın verisidir. Üniversitenin dolaylı olarak yerel istihdama katkı oluşturduğu kurumlardan bir diğeri bankalar olarak değerlendirilmiştir. Nitekim İlde yeni açılan banka şubeleri olmuş ve bu bankalarda istihdam olanların sayısı artmıştır. Tablo:5`den de görüldüğü gibi 2007-2012 döneminde 4 yeni banka şubesi açılmıştır. Bu bankalar 2007 yılında 97 kişiye iş kapısı olurken, 2012 yılında 35 kişiyi daha istihdam ederek 132 kişiye iş kapısı olmuştur. Buna karşılık 2002 yılından 2007 yılına kadar banka şube sayısında herhangi bir değişim olmadığı görülmektedir (www.tbb.org.tr). Üniversitenin kuruluş tarihi olan 2007 yılından sonra şube sayılarının ve bu nedenle de istihdam oranının artması bütünüyle olmasa da büyük çoğunluğunun üniversiteden kaynaklandığı söylenebilir. 71 Tablo:5- Yıllar İtibariyle Muş'taki Banka Şube ve Çalışan Sayısı. Yıl Banka Şube Sayısı Çalışan Sayısı 2007 9 97 2008 9 110 2009 11 127 2010 12 140 2011 12 138 2012 13 132 Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği Diğer taraftan üniversitenin kuruluş tarihinden itibaren şehir merkezinde kurulan işletme sayısı da gittikçe artmış ve bu işletmelerde yüzlerce kişi istihdam edilmiştir. Nitekim üniversiteden dolayı açılan işletmeler ve bu işletmelerde istihdam edilenler için oluşturulan Tablo:6 incelendiğinde 2007 yılından itibaren açılan yeni işletme sayısında artış yaşanmış, açılmış işletme sayısının en az olduğu yıl olan 2009`da dahi 110 kişi çalıştırılmıştır. 2011 yılından itibaren ise bu işletmelerde çalışanların sayısı 200`ü geçmiştir. İlde üniversitenin sayesinde meydana gelen doğrudan gelir etkisiyle yükselen talebi karşılamak amacıyla faaliyette bulunan işletmelerinin bu faaliyetlerini yürütmek amacıyla insan gücü istihdamına gitmeleri, üniversitenin bölge halkına gelir ve istihdam noktasında ne denli önemli katkı sağladığına işaret etmektedir. Her ne kadar hala göç veren bir il konumunda olsa bile verilen göçün yıllar bazında azalması üniversitenin direk ve dolaylı olarak oluşturduğu istihdam katkısının bir yansıması olarak da algılanabilir. Yine ilin tarım sektöründeki istihdam payının yıllar bazında azalması ve hizmetler sektöründeki istihdam payının yıllar bazında artması üniversitenin il ekonomisinde oluşturduğu gelir ve istihdam katkısından kaynaklandığı söylenilebilir. Tablo:6- Muş'ta Üniversiteden Dolayı Açılan İşletme Sayısı ve Çalışanları. Yıl Açılan İşlet. Say. İşlet. Çalış. Say. 2007 85 107 2008 102 180 2009 65 110 2010 122 190 2011 135 200 2012 156 210 2013 108 190 Kaynak: Muş Esnaf ve Sanatkârlar Odası Başkanlığı 72 Aslında üniversitelerin kuruldukları yerlerde sadece gelir ve istihdamı artırma fonksiyonu olmayıp, bunun yanında üniversitedeki veya toplumdaki insanları eğiterek beşeri sermaye stokunu artırmak, Ar-Ge faaliyetlerinde bulunmak ve teknoloji ile inovasyonu sağlamakla sosyo-ekonomik gelişmeye etki etme fonksiyonu da bulunmaktadır (Hoffman, 2008:2). Oluşan beşeri sermaye stoku sosyo-ekonomik gelişmeye kısa dönemde pozitif etki oluştursa da Ar-Ge harcamaları ve teknoloji oluşturmanın da sosyo- ekonomik gelişme üzerindeki etkileri ancak uzun dönemde belirlenir (Dutch vd, 2011:12). Bu bağlamda Muş Alparslan Üniversitesi tarafından yapılmış olan proje ve bilimsel etkinlikler (çalıştay, konferans, kongre ve sempozyum gibi) ile sosyal ve kültürel etkinlikler (şenlik, yürüyüş, ve konser gibi) de ilin sosyo-ekonomik gelişmesinde önem arz ettiği düşünülerek incelenmiştir. Muş Alparslan Üniversitesinin 2011, 2012 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel ve sosyal-kültürel etkinlileri için Tablo:7 oluşturulmuştur. Tablo:7- Üniversitenin Yaptığı Bilimsel ve Sosyo-Kültürel Etkinlikleri. Yıl 2011 2012 2013* Bilimsel Etkinlikler 7 24 18 Sosyo- Kültürel Etkinlikler 14 7 17 Projeler 4 6 4 Kaynak: Üniversitenin Faaliyet Raporları ile Sağlık Kültür ve Spor Dairesi B. *Bu yıla ait veriler Ocak-Ekim dönemindeki verilerdir. Tablo:7 incelendiğinde üniversite tarafından 2011 yılında 7 bilimsel etkinlik, 14 sosyo-kültürel etkinlik ve 4 proje gerçekleştirilmiştir. Hazırlanan projelerden iki tanesinin Kalkınma Bakanlığı SODES tarafından desteklenen “Gençler İş İstiyor” ile “Sağlıklı Yaşam Güvenceli Gelecek” projeler olması söz konusu projelerin ilin sosyo-ekonomik gelişmesiyle doğrudan ilgili olduğu görülmüştür. (www.alparslan.edu.tr). Üniversite 2012 yılında ise 24 tane bilimsel etkinlik gerçekleştirmiştir. 2012 yılında bu etkinliklerin çoğalması hem eğitim açıdan hem de etkinlikler için şehir dışından gelenlerin yaptığı harcamalar neticesinde üniversitenin şehrin sosyo- ekonomik gelişmesine daha fazla katkı sağladığı söylenilebilir. 2013 yılında yapılan sosyo-kültürel etkinlikler sadece yılın on ayını kapsamasına rağmen toplamda 2012 yılına göre artmıştır. Bilimsel etkinlikler ise 2012 yılına göre azalmış ancak on ayın verileri olması nedeniyle bu etkinliklerin de artabileceği tahmin edilmektedir. Netice itibariyle üniversite tarafından yapılan etkinlik ve projelerin genel olarak artığı görülmüştür. Bu nedenle üniversitenin ilin sosyo-ekonomik gelişmesine katkısı sadece gelir ve istihdamı artırmak olmayıp, bunun yanında ilin teknik konularda eğitimini sağlamak ile sosyal ve kültürel aktivitelerini de artırmak olarak ele alınabilir. 73 4. Sonuç ve Öneriler Üniversiteler kuruldukları illerin sosyo-ekonomik gelişmesinde hem kısa dönemde hem de uzun dönemde önemli yer tutarlar. Kısa dönemde şehrin istihdam ve gelirinde önemli derecede artışlar meydana getirmektedirler. Çünkü üniversite ve öğrencilerin yaptığı harcamalar şehirdeki talebi artırarak yerel halkı bu talebi karşılamak için farklı ekonomik faaliyetlere yönlendirir. Özellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşan halkı bu sektörlerin yanı sıra giyim, kırtasiye, barınma, yiyecek, içecek, sağlık, ulaşım, barınma ve bankalar gibi hizmetler sektörüne yönlendirmektedir. Böylece yeni istihdam alanları açılmakta ve yerel halkın geliri artmaktadır. Yine üniversiteler uzun dönemde de yaptıkları Ar-Ge harcamaları, oluşturdukları yenilik ve teknolojilerle şehrin sosyo-ekonomik gelişmesinde görevler üstlenmektedir. Çalışma konusu olan MŞÜ de daha 6 yıllık bir geçmişe sahip olmasına rağmen gerek yaptığı harcamalar sayesinde olsun gerekse istihdam ettiği personel sayesinde olsun şehrin sosyo-ekonomik gelişmesinde önemli etkilerde bulunmuştur. Öyle ki sanayii gelişmemiş Muş ili için büyük bir endüstriyel kurum fonksiyonunu üstlenmiştir. Çünkü kurulduğu yıldan itibaren öğrenci ve çalışan sayısını artırarak şehrin gelir ve istihdamına çok büyük katkılarda bulunmuştur. Halkın büyük çoğunluğu tarım sektöründe istihdam olunan Muş`taki hizmet sektörünü geliştirerek halkın büyük kısmının hizmetler sektöründe istihdam edilmesine kapı aralamıştır. Muş ilinin hala göç veriyor olmasına rağmen son yıllarda net göç hızının azalması üniversitenin şehre getirdiği ekonomik canlılık sayesinde olduğu düşünülmektedir. Yine ilin kalkınması için verilen eğitim, düzenlenen konferans ve gerçekleştirilen projeler de ilin sosyo-ekonomik gelişmesinde üniversitenin etkilerinin boyutunu göstermektedir. Bununla birlikte Muş ili sosyo-ekonomik gelişmişlik kıstaslarının çoğunda Türkiye`nin hala sonuncu ili olması üniversiteye daha fazla görev yüklediği düşüncesinden hareketle bazı öneriler sıralanmıştır. a) İlin ekonomisinin daha çok tarım ve hayvancılığa dayanması sebebiyle üniversite bünyesinde Ziraat Fakültesi ve Veteriner Fakültesinin açılması veya en azından Meslek Yüksek Okulu bünyesinde tarım biyoteknolojisi, bitkisel ve hayvansal üretim ve hayvan sağlığı ile ilgili programların açılması düşünülmektedir. Böylelikle Türkiye`nin en büyük ovalarından birisi olmasına rağmen tarımın bilinçsiz olarak yapıldığı ve verimin düşük olduğu Muş ovasındaki verim ve toprağın getirisi olan rant artacaktır. Keza açılan Veteriner Fakültesi sayesinde hayvancılıkta sayı olarak Türkiye ortalamasının üzerinde olan, ancak hayvancılık getirilerinde son sıralarda olan kent halkı daha bilinçli ve verimli bir şekilde hayvancılık yapma imkânı bulacaktır. 74 b) Sanayisi yok denecek kadar az olan Muş`un sanayi bakımından gelişimine daha fazla katkı sağlanması için üniversite bünyesinde yine akademik birim olarak “Üniversite-Sanayi İşbirliğini Geliştirme ve Araştırma Merkezi” kurulması faydalı olacaktır. c) İldeki merkezi ve yerel yöneticiler ile sivil toplum kuruluşlarının ilin sosyo-ekonomik gelişmesinde temel aktörlerinden birisinin MŞÜ olduğunun farkına varmalarının, böylelikle üniversite ile işbirliğinin daha sıkı ve güçlü hale getirmelerinin sağlanması şarttır. Örneğin üniversiteden teknik konularda yardım almak, üniversite ile birlikte ortak projeler hazırlamak ve yerel halkı teknik konularda eğitmek üzere üniversitenin akademik kadrosundan faydalanmalarının önü açılmalıdır. Diğer yandan ilgili dış paydaşların, üniversitenin uzun bir geçmişinin olmaması hasebiyle üniversitenin kurumsal yapısını tamamlamasında üniversiteye yardımcı olmayı bir gereklilik olarak görmeleri gerekir. d) Üniversitenin kurumsal altyapısının tamamlamasında Muşlu büyük girişimci kesimlerin ve iş adamların da büyük görevler üstlenmesi gerektiği düşünülmektedir. Bunlar tarafından üniversiteye yapılacak nakdi yardımlar, üniversite kampüsünde oluşturulan laboratuar ve araştırma merkezleri sayesinde üniversite kurumsal yapısını daha hızlı tamamlayacak, böylece ilin sosyoekonomik gelişmesine daha çok katkı sağlayacaktır. 75 KAYNAKÇA Ada, Şükrü; Bilgili, A. Sinan, “Üniversitenin Şehrin Sosyo-Ekonomik Kalkınmasına Etkisi: Atatürk Üniversitesi Örneği”, www.deu.edu.tr/userweb/iibf_kongre/dosyalar/ada.pdf, Erişim Tarihi: 25.10.2013 Albayrak, A. Sait (Proje Yöneticisi), Türkiye`de İllerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Düzeylerinin En Önemli Belirleyicileri ve İllerin 2012 Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Rize, 2013. Ceyhan, M. Said; Güney, Gül, “Bartın Üniversitesi`nin Bartın İli`nin Ekonomik Gelişimine 20 Yıllık Projeksiyonda Katkılarının Değerlendirilmesi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21 (2), 2011, s. 183-207. Çayın, Mücahit, Muş Alparslan Üniversitesi`nin İl Ekonomisindeki Yeri, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Erzurum 2012. Çınar, Recai; Emsen, Ö. Selçuk, “Eğitim ve İktisadi Gelişme: Atatürk Üniversitesi`nin Erzurum İl Ekonomisi ve Sosyal Yapısı Üzerindeki Etkileri”, .Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 15(1-2), 2001, s. 91-104. Duch, Néstor; García-Estevez, Javier; Parellada, Martí, “Universities and Regional Economic Growth in Spanişh Regions”, Documents de Treball de l'IEB, 6, 2011, 1-22. Ekici, M. Sena, Alparslan Üniversitesi ve Barajının Muş İli Kalkınmasına Muhtemel Katkıları, Şanlıurfa 1995. Ekici, M. Sena, Muş Dosyası, Muş Eğitim ve Kalkındırma Vakfı Yayınları, İstanbul 1998. Hoffman, Dennis, The Contribution Of Universities To Regional Economies, Arizona State University, 2008. Karataş, Muhammed, Üniversitelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmedeki Rolü ve Önemi: Muğla Üniversitesi Örneği, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmış Doktora Tezi), Muğla 2002. Pastor, J. Manuel; Pérez, Francisco; Guevara, J. Fernández, “Measuring the Local Economic İmpact of Universities: An Approach that Considers Uncertainty”, www.2010.economicsofeducation.com/user/.../048.p... Erişim Tarihi: 28.10.2013 Robert, Huggins; Philip, Cooke, “The economic impact of Cardiff University :innovation, learning and job generation”, GeoJournal, 41 (4), 1997. Sarılgan, A. Emre, Bölgesel Havayolu Taşımacılığı ve Türkiye'de Bölgesel Havayolu Taşımacılığının Geliştirilmesi İçin Yapılması Gerekenler, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Eskişehir 2007. Sürmeli, Fevzi (Editör) Anadolu Üniversitesinin Eskişehir'e Etkileri ve Şehrin Üniversiteyi Algılayışı” Anadolu Üniversitesi, Eskişehir 2008. www.alparslan.edu.tr www.daka.org.tr www.dpt.gov.tr www.dhmi.gov.tr www.kalkınma.gov.tr www.mus.gov.tr www.sanayi.gov.tr www.serka.gov.tr www.tbb.org.tr www.tuik.gov.tr 76 MUŞ ESNAFININ SOSYO-EKONOMİK DURUMU ÜZERİNE SOSYOLOJİK BİR ÇALIŞMA* Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ Muş Alparslan Üniversitesi FEF Sosyoloji Bölümü Özet Bu çalışmada Muş esnafının sosyo-ekonomik durumu ele alınmaktadır. Çalışma, Muş esnafına yönelik yapılan uygulamalı bir araştırmaya dayanmaktadır. Çalışmada öncelikle esnaflık mesleği ve lonca teşkilatı tarihsel olarak ele alınmakta, esnaflığın Doğu (Osmanlı) ve Batı toplumlarındaki özelliklerine ve tarihsel süreçte geçirmiş olduğu gelişim ve dönüşümlerine değinilmektedir. Esnaflığın el becerilerine dayalı kadim bir meslek olduğu ve sanayi öncesi dönemde toplumların iktisadi hayatlarında önemli roller yerine getirdiği vurgulanmaktadır. Ayrıca, esnafların hem iktisadi faaliyetlerini düzenlemek hem de iç ve dış tehlikelere karşı kendilerini korumak için dinî ve ahlâkî bir özelliğe sahip olan lonca teşkilatını kurduklarına, ama bu teşkilatın esnaflık meslekleri gibi değişen koşullara ayak uyduramayıp ortadan kalktığına değinilmektedir. Çalışmanın ikinci bölümünde Muş esnafıyla yapılan araştırmanın bulguları ele alınmaktadır. Araştırma, yirmi farklı meslekten 35 esnafla görüşme tekniği kullanılarak yapılmıştır. Araştırmanın demografik soruları SPSS programı frekans dağılımı tekniğiyle hesaplanmış, diğer sorular ise verilen cevaplara göre kategorize edilerek yorumlanmıştır. Araştırmanın temel amacı, Muş esnafının sosyo-ekonomik sorunlarını tespit etmektir. Bunun yanında, esnafın sosyal hayatı, yaşanılan şehirden memnuniyet ve ilde yeni kurulan üniversiteyle ilgili bilgi elde etmek amacı da güdülmüştür. Araştırmanın bulgularına göre, Muş esnafı sosyoekonomik açıdan ciddi sorunlar yaşamaktadır. Yaşanılan sorunların başında elverişsiz iklim koşulları ve şehrin altyapı yetersizliği gelmektedir. Bunlardan başka çalışma saatlerinin düzensizliği, belediyecilik hizmetlerinin yetersizliği, deneyimli eleman bulma sıkıntısı, büyük market ve marka firmalarla rekabet edememe gibi birtakım sorunlar da vardır. Esnafın büyük çoğunluğunun yaşadığı şehirden memnun olmaması dikkat çekici bir bulgu olarak görülmüştür. Üniversiteyle ilgili olarak da hem olumlu hem de olumsuz görüş bildiren esnaflar olmuştur. Anahtar Kelimeler: Esnaflık, Muş, Muş esnafı, esnafın sosyo-ekonomik durumu, lonca teşkilatı. *Bu çalışmanın uygulama kısmı 2012 yılında sosyoloji bölümü 2. sınıf öğrencileri tarafından yapılmıştır. Verdikleri destek için öğrencilere teşekkür ediyorum. 77 1. Giriş Esnaflık, hemen hemen bütün toplumlarda görülen tarihsel bir olgudur. Hem Doğu hem de Batı dünyasında esnaflık, oldukça eski bir tarihe dayanmaktadır. El sanatlarına dayanan ve kişinin mesleğiyle bütünleşmesini sağlayan esnaflık, uzun yıllar fazla bir değişime uğramadan varlığının devam ettirebilmiştir. Esnafların kendi aralarında kurdukları “lonca” tipi örgütlenmeler de esnaflığı iç ve dış tehlikelere karşı korumuş ve adeta bir zırh vazifesi görmüştür. Lonca tipi örgütlenmelerle esnaflar sadece iktisadi hayatı düzenlemekle kalmamışlar, aynı zamanda, başta kendi üyeleri arasında olmak üzere, birtakım ahlâkî ve mesleki değerlerin toplumda yerleşmesini de sağlamışlardır. Bu açıdan, esnaflığa sadece iktisadi bir kurum olarak değil, toplumsal bir müessese gözüyle de bakmak gerekir. Zanaata dayalı iktisadi bir meslek olarak esnaflık, toplumların ekonomik hayatını düzenlemede oldukça önemli roller yerine getirmiştir. Bir toplumun iktisadi hayatı için tarım ve ticaret ne kadar önemliyse, zanaatkârlık mesleği olan esnaflık da o denli hayati bir öneme sahiptir. Hatta bazı dönemlerde esnaflık tarım ve ticaretten daha önemli ve etkili bir konuma gelmiştir. Özellikle, tarımın henüz yapılmadığı veya gelişmediği toplumlarda çeşitli esnaflık mesleklerinin (terzilik, çömlekçilik vb.) çok daha önceden ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla, esnaflığın en kadim mesleklerden biri olduğunu söylemek mümkündür. Endüstriyel çağdan önceki dönemlerde iktisadi hayatı, temel olarak tarım, ticaret ve zanaatkârlık meydana getirmekteydi. Her biri her toplumda görülmekle birlikte, yerine getirdikleri işlevleri ve sahip oldukları önem bakımından toplumdan topluma farklılık göstermekteydiler. Örneğin, Ortaçağda hem Avrupa'da hem de Osmanlı İmparatorluğunda zanaatkârlık (esnaflık) benzer bir öneme sahipken, tarım ve ticaret ise farklı nitelikler sergilemekteydi. Bunun yanında, iktisadi hayatın düzenleme biçimi de (ki bu da toplumlara göre farklılık göstermektedir) bu üç iktisadi dal üzerinde etkili olmuştur. İktisadi hayatın devlet kontrolünde olması veya rekabete dayalı olması, sınırlı/kontrollü üretim veya serbest üretim, malların ülke içinde serbest dolaşımı veya belirli sınırlamaların olması, ithalat ve ihracatın serbest veya yasak olması gibi hususlar iktisadi hayat üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Bununla birlikte, iktisadi hayatın da kendine özgü örgütlenmeleri olmuştur. Bu noktada, özellikle esnafların oluşturmuş olduğu birlikleri ve örgütlenmeleri zikretmek gerekir. Esnaf birlikleri ve örgütleri devlet müdahaleleri, iktisadi krizler ve doğal afet gibi durumlara karşı esnafları korumak ve iktisadi faaliyetlerin yürütülmesini sağlamak için çeşitli önlemler almışlardır. Bu önlemler sadece dışarıya karşı değil, içeriye (kendilerine) yönelik de olmuştur. Bu amaçla esnaflar arasında birliği ve düzeni sağlamak için ciddi yaptırımlar konulmuştur. Kuralları çiğneyen esnaflar için idam cezasından toplum önünde teşhir edilmeye kadar çeşitli cezalar öngörülmüştür. Sıkı örgütlenmeyle güçlü bir birlik meydana getiren esnaflar, ağır yaptırımlarla da bu birliğin uzun yıllar bozulmadan hayatta kalmasını sağlayabilmişlerdir. 78 Ancak, 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren çeşitli gelişmelere bağlı olarak hem Avrupa'da hem de Osmanlı'da esnaflıkta birtakım değişmeler meydana gelmiştir. Ticaretin gelişmesi, sanayileşmeye yönelik adımların atılmaya başlanması, ehil olmayanların esnaflık mesleklerine girmeleri, esnafa yönelik artan devlet müdahaleleri gibi hususlar, hem çeşitli esnaf ayaklanmalarına yol açmıştır, hem de esnaflığın giderek gerilemesine ve önem kaybetmesine sebep olmuştur. Bu süreçte esnaf birlikleri ve örgütleri de güçlerini giderek kaybetmişlerdir. Bunlara ek olarak, 18 yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da (başta İngiltere'de) başlayan sanayileşme hareketi de esnaflığı olumsuz etkilemiştir. Gerçi sanayileşmeyle birlikte birtakım yeni meslek dalları ortaya çıkmıştır; fakat bir bütün olarak bakıldığında sanayileşmenin esnaflığı oldukça olumsuz etkilediği görülmektedir. Zira sanayileşme, iktisadi hayatı baştan aşağıya dönüşüme uğratmıştır. Serbest piyasanın gelişmesi, kapitalist değerlerin iktisadi sahaya egemen olması, kâr ve kazanç önündeki engellerin ortadan kalkması yeni bir ekonomik insan tipini ortaya çıkarmıştı. Eskiyle olan bağlar kopmaktaydı. Sombart'ın (2008: 31) belirtmiş olduğu gibi, kapitalist zihniyet (girişimcilik ve burjuva zihniyeti) eski dünyayı paramparça etmişti. İktisadi zihniyetteki değişime paralel olarak yeni iktisadi kurumlar da doğmaya başlamıştı. Atölyenin yerini fabrika, ustanın yerini patron, çırak ve kalfanın yerini ise işçi almıştı. Kısacası, eski toplum kurum ve değerleriyle birlikte çözülmekteydi. Bu yeni gelişmelere ayak uyduramayan esnaf örgütlenmeleri de (loncalar) yavaş yavaş ortadan kayboldular. 2. Esnaflık ve Lonca Teşkilatı Sınıf kelimesinin çoğulu olan esnaf, sözlük manasıyla küçük sermaye ve sanat sahibi anlamına gelmektedir. Esnaflık, temelde zanaata dayalı küçük mesleklere karşılık gelen bir kavramdır. Esnaflığın özünde el becerileriyle imal edilen mallar (ürünler) ve bunların satışı bulunmaktadır. Bir esnaf aynı dükkânda hem mal üretimini yapar hem de ürettiği malını müşterilere satar. Yani esnafın dükkanı hem bir atölye hem de bir satış yeridir; esnafın kendisi de hem bir üretici hem de bir satıcıdır. “Fazla sermayeye gerek yoktu. Oturduğu evin bir odası zanaatkârın atölyesi olabiliyordu. İşini iyi bilmesi, bir de yaptıklarını satacak müşteri bulması yetiyordu” (Huberman, 2012: 67). Esnaflık birden çok meslek ismini içinde barındıran bir kavram olduğu için, başlangıçta meslek gruplarını birbirlerinden ayırt eden farklı isimler kullanılmıştır. Evliya Çelebi 17. yüzyılda Osmanlı'da halkın kazanç gruplarına göre sınıflara ayrıldığını beyan etmektedir. Örneğin, farklı meslek grupları olarak şunları zikretmektedir: Esnaf-ı Reisan-ı Bahr-i Sefid (Akdeniz armatörleri), Esnaf-ı Tüccaran-ı Kahveciyan (Kahve ithalatçıları), Esnaf-ı Bezirgan-ı Pirinççiyan (pirinç tüccarları), Esnaf-ı Karhane-i Şem-i Asel-i Sultani (Beyaz bal mumu fabrikatörleri), Esnaf-ı Emin-i Darbhane-i Al-i Osman (Osmanlı Devlet darphanesi sanatkarları), Esnaf-ı Katiban-ı Kütüp, (Yazma kitap kopya edenler). Fakat daha sonra bu isimlerdeki zorluk ve kullanışsızlık yüzünden, esnaf kelimesi 79 h e p s i n i k a p s a y a c a k ş e k i l d e k u l l a n ı l m a y a b a ş l a n m ı ş t ı r. (http://tarih.sitesi.web.tr/esnaf-nedir.html). Esnaflar, oldukça farklı meslekleri çarşı ve hanlar gibi mekânlarda icra etmekteydiler. Barkan'ın belirttiğine göre, aynı meslekten olan esnaf, genellikle aynı çarşıda ve diğerlerini kontrol ederek çalışmaktaydı. Çırakların sayısı, çalışma saatleri, üretim kuralları ve tekniği, malların cinsi ve şekli hep aynıydı. Ham madde ihtiyaçları hep beraber aynı pazardan ve aynı şekilde sağlandığı, yeni modalar çıkarmak ve reklam yapmak yasak olduğu, icat ve yenilik imkânları ortadan kaldırıldığı için, aynı meslekten olanlar arasında rekabet ve farklı kazanç imkânları en aza indirilmişti (Barkan, t.y.: 39-40). Esnaflık, temelde çırak-kalfausta şeklinde hiyerarşik bir kademeye dayanmaktaydı. Fakat hiyerarşik bir yapılanma olmasına rağmen, bütün çalışanların hakları loncalar tarafından güvence altına alınmıştı. Huberman'ın (2012: 68) belirttiği gibi, “Aynı işi yapan herkes -çırak, kalfa, usta- aynı loncadandı. Hem ustalar hem de yardımcılar aynı örgütten olup aynı şeyler için mücadele edebiliyorlardı. Mümkündü bu, çünkü işçiyle patronun arasında fazla fark yoktu. Kalfa ustayla birlikte oturup kalkar, aynı yemeği yer ve aynı şeylere inanırdı; aynı eğitimi görmüşlerdi, fikirleri aynıydı. Çırak ya da kalfanın zamanla kendi başına buyruk usta olması istisna değil kuraldı. Bu geçerli kaldıkça, işverenle işçi aynı loncanın üyeleri olabiliyorlardı.” Esnaflık tarihsel süreçte, esas olarak, toplumların ekonomik, siyasal ve toplumsal koşullarına göre şekillenmiştir. Her toplum kendine has esnaflık meslekleri ve örgütleri meydana getirmiştir. Esnaflığın tarihsel gelişiminde ise şehirlerin payı büyük olmuştur. Hatta Pirenne'ye (2011: 100) göre, zanaatkârlık ve ticaretin gelişimi kentlerin gelişimiyle birlikte olmuştur. Esnaflık, özünde bir şehir mesleğidir. Şehirlerin oluşumundan önce zanaatkârlıktan söz edilse bile, zanaata dayalı mesleklerin asıl gelişimi şehirlerle birlikte olmuştur. Bu noktada, Ortaçağ Avrupa ve Osmanlı şehirleri özellikle zikretmeye değerdir. Bir bütün olarak iktisadi hayat ve özel olarak esnaflık açısından Ortaçağ'daki Avrupa ve Osmanlı şehirleri birbirlerine benzemekteydiler. Barkan'ın belirttiği gibi, Ortaçağ'da Batı Avrupa şehirlerinde görülen iktisadi zihniyetin ve teşkilatın bir benzeri Osmanlı İmparatorluğu'nda da bulunmaktaydı (Barkan, t.y.: 39). Bu benzerlik, sadece iktisadi hayatın işleyişinde değil, esnafların örgütlenmesi ve dayanışmasında da görülmekteydi. Hem Avrupa'da hem de Osmanlı'da esnaflar, hem kendi iktisadi faaliyetlerini güvenli bir şekilde yürütmek hem de devletle olan ilişkilerini makul düzeyde tutmak için lonca tipi örgütler kurmuşlardır. Çarşı ve hanlarda iktisadi faaliyetlerini yürüten esnaf için örgütlenmek zorunlu bir ihtiyaçtı. Çünkü doğal afetlere, kıtlık ve üretim azlığı gibi ekonomik buhranlara, devletten gelebilecek tehditlere ve dış ekonomik baskılara karşı ancak bu şekilde kendilerini koruyabilirlerdi. 80 Bir esnaflık örgütlenmesi olan loncalar, kökenleri daha eskiye dayanmakla birlikte, esas olarak 11. yüzyılda ortaya çıkmışlardır. Ülgen'in (2013: 473) belirttiği gibi, loncalar 11. yüzyıl boyunca kasabaların gelişimine bağlı olarak Avrupa'da etkili olmuşlardır. Zira kentlerde üretimin kaliteli olmasını sağlamanın en iyi yolu, zanaatkârları mesleklerine göre ayırmak ve onları denetlemekti. Loncalar böyle bir işleve hizmet etmekteydiler. “Loncalar, özgür insanların ve zanaatkârların oluşturduğu ve birbirlerini destekleyen insanların kurduğu birliklerdir. Bunlar, Ortaçağ İngiltere'sinde karşılıklı yardımlaşma ve karşılıklı disiplin esasına dayalı zanaatkâr gruplarıydılar. Ancak bunlar, yapı ve işleyiş yönünden komün değillerdi; çünkü her bir grubun başında bir efendi ya da bir usta bulunmaktaydı” (Ülgen, 2013: 473). Zanaat ve ticaret alanında birçok lonca vardı. Zaten loncalar, Ülgen'in (2013: 474) belirttiğine göre, zanaatkâr loncalar ve tüccar loncaları olmak üzere iki ayrılmıştı. Tüccar loncaları sayıca az ama zengindiler; buna karşılık zanaatkâr loncaları ise sayıca fazla ama zengin değillerdi. “Tüccar loncaları, zanaatkâr loncalarından önce kurulmuş olmalarına rağmen, her ikisi de XII. yüzyıla kadar Avrupa'da var olmuşlardır. Bu loncaların her ikisi de XVI. yüzyılda güç kaybetmeye başlamıştır. Ancak Fransa, Almanya'nın büyük bir kısmı, İtalya, İskandinavya ve İberya Yarımadasında varlıklarını XVIII. yüzyıla kadar devam ettirmişlerdir” (Ülgen, 2013: 474). Burada şunu da belirtmek gerekir ki, loncalar sadece tüccar ve zanaatkârlarla sınırlı değildi. Huberman'ın (2012: 70) belirttiğine göre Ortaçağ Avrupa'sında Basle ve Frankfurt gibi şehirlerde dilenciler bile lonca kurmuş ve yabancı dilencilerin, yılda iki kez hariç, bu şehirlerde dilenmelerine izin vermemişlerdir. Zira o dönemde genel bir kural şuydu: Bir şehirde herhangi bir zanaatta çalışmak için esnaf loncasından izin almak gerekiyordu. Lonca dışından biri, loncadan izin almadıkça o zanaatta çalışamıyordu. Esnafların kurmuş olduğu örgütler (loncalar) Barkan'a göre, serbest rekabet prensibi yerine, karşılıklı kontrol ve yardım esasına ve imtiyaz ve inhisar usullerine dayanmaktaydı. Liberal ekonomik düzenin aksine herkesin istediği mesleği istediği yerde ve istediği şekilde yapmasına, fiyatların serbest pazar şartlarına ve arz-talep kanunlarına göre oluşmasına izin verilmemekteydi (Barkan, t.y.: 39). Dolayısıyla, loncaların esnaflar arasında bir otokontrol mekanizması olarak işlev gördüğünü söylemek mümkündür. Loncalar esnaf örgütleri olmalarına rağmen, örgütlenme biçiminden dolayı, devlet yararına olacak birçok hizmeti de ifa ediyorlardı. Bunun farkında olan devlet loncaları hem desteklemiş hem de kontrol etmiştir. Loncalar sayesinde devlet, iktisadi hayatın canlılığını sağlamakta, dış ticaret imkânlarını genişletmekte, kentlerin ve devletin birtakım ihtiyaçlarını karşılamakta, vergilendirme yoluyla kendisi için gelir kaynağı oluşturmakta, üretimi ve yabancıların faaliyetlerini kontrol etmekte, kent nüfusu ve ekonomisini denetleme imkânı bulmaktadır (Pamuk'tan akt. Özgen, 2000: 104; Cem, 2010: 60). 81 Loncalar sadece ekonomik örgütler değillerdi. Ahiliğin temel prensiplerini benimseyen loncalar dinsel ve toplumsal bir kurum niteliğindeydiler. Sadece ekonomik hayatı tanzim etmemekte, aynı zamanda birtakım dini ve ahlâki değerleri benimsemekte ve üyeleri arasında güçlü bir toplumsal dayanışma da öngörmekteydiler. Örneğin, Barkan'ın belirttiğine göre, esnaf birlikleri muhtaçlara yardım etmek ve sermaye tedarik etmek, arkadaşlarının cenaze merasimlerini düzenlemek, dul ve yetimlerini korumak, vermek zorunda oldukları ortak vergileri toplamak gibi hususlarda, yardımlaşma işlerine ayrılmak üzere, yardım sandıkları, vakıf paraları ve birtakım eşyaya da sahiptiler. Ayrıca, diğer sınıfların rekabetine ve devrin asayiş ve güvenlik zaaflarına karşı kendi imtiyaz ve tekellerini koruyabilmek için, aralarında dayanışma esasına dayanan bir meslek ve sınıf düzeni meydana getirip muhafaza etmişlerdi (Barkan, t.y.: 40). Bu ve benzeri toplumsal, ekonomik ve yardımlaşma faaliyetleri yerine getiren loncalar, kendi içlerinde sıkı bir şekilde örgütlenmişlerdi. Loncalarda farklı görevleri farklı kişiler yerine getirmekteydi. Cem'in (2010: 60) belirttiğine göre, lonca örgütü içinde ahi babası, ihtiyarlar heyeti, kethüda ve yiğitbaşları gibi görevli kişiler bulunmaktaydı. Bunlar hem çalışanları sıkı bir disiplin altında tutmakta hem de vergi ve asayiş gibi devlete ait işlerin yürütülmesinde dolaylı olarak devlete yardımcı olmaktaydılar. Örgütlenme sıkı bir disiplini gerektirince, haliyle disiplin dışı davranışlar da sert bir şekilde cezalandırılmaktaydı. Osmanlı devleti için söylemek gerekirse, gerek Osmanlı hukuk sistemi gerekse de loncaların örgütlenme biçimi, Osmanlı esnafı üzerinde güçlü bir denetim mekanizması oluşturmuştu. Bu mekanizmanın bir yönünü de kurallara uymayan esnaflara verilen cezalar meydana getirmekteydi. Çapacı'ya (2013) göre, Osmanlı devletinde esnafa verilen cezalar şunlardı: 82 Ÿ Uyarı cezası: Kurallara uymayan esnafa önce uyarı cezası verilirdi. Burada Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ Ÿ özellikle ceza konusunda esnafı uyarmak ve bir daha yapmamasını tavsiye etmek esastı. Teşhir cezası: Bu ceza, hileli mal üreten esnafa uygulanırdı. Bu cezayla hem esnafın ürettiği hileli mal teşhir veya yok edilirdi, hem de esnafın kendisi, başına tahta külah konularak, eşek üzerinde dolaştırılırdı. Burada asıl amaç, esnafı pişmanlığa sevk edip caydırmaktı. İşyeri kapatma cezası: Bu ceza, özellikle çevreye zarar ve halka rahatsızlık veren esnafa uygulanırdı. Bozahaneler buna örnek verilebilir. Bazı bozahaneler içki sattıkları ve çevreye rahatsızlık verdikleri için kapatılmıştır. Meslekten çıkarma cezası: Bu ceza; iş yapmamak, ödenmesi gereken vergileri vermemek, fitneye sebebiyet vermek, sahtekârlık yapmak, ahlâksızca davranışlar sergilemek ve diğer esnafa kötü söz söylemek gibi durumlarda verilirdi. Mala el koyma cezası: Bu ceza, özellikle İstanbul'a getirilmesi gereken zahirenin yabancı tüccarlara yüksek fiyatla satılması durumunda uygulanırdı. Bu tip durumlarda esnafın hem parasına hem de malına el konulurdu. İdam cezası: Bu ceza, sık olmamakla birlikte, özellikle ekmeğin gramajıyla oynayan esnafa ibretlik maksadıyla verilirdi. Bunların yanında, yine çok sık görülmeyen bir ceza yöntemi de esnafı kulağından duvara çivilemekti. Bu da daha çok fırıncı esnafa uygulanan bir cezaydı. Benzer şekilde, esnaf cemiyetlerini inceleyen Barkan da şunları ifade etmektedir: Esnaf örgütlerinde önemli görevleri olan kâhya ve yiğitbaşılar, çarşı ve pazarları dolaşır ve ölçüleri, fiyatları ve imal edilmiş malın vasıflarını kontrol ederek mevcut kurallara aykırı hareket etmiş olanlara dayak, para cezası, dükkânını kapatmak, hapis ve teşhir etmek gibi cezalar verirlerdi. Esnaf grupları da bu gibi yaptırımların daha tesirli bir şekilde uygulanması için, aralarında verdikleri kararları kadı mahkemesindeki defterlere tescil ettirirler ve genellikle kadıdan “nizam-ı umuru cumhur için” istekleri “kabul edildi” şeklinde bir karar alırlardı (Barkan, t.y.: 42). Görüldüğü üzere, esnaflık serbest piyasa kurallarına göre değil, hem devlet tarafından konulan hem de esnafın kendisinin koymuş olduğu birtakım disiplin ve ahlâk kurallarına göre işlemektedir. Sanayi dönemi öncesi esnaflığın belki de en önemli özelliği buydu. Bu yönüyle esnaflık, uzun yıllar değişmeden varlığını koruyabilmiştir. Fakat kuralların sıkılığı ve devletin esnaflara müdahalesi, zaman zaman esnaf isyanlarına yol açmıştır. Barkan, özellikle 17. ve 18. yüzyıllarda İstanbul'da meydana gelen ve çoğu zaman vezirlerin azli veya katli ve hatta padişahların tahttan indirilmesiyle sonuçlanan isyan ve karışıklıklarda esnaf takımının büyük payı olduğunu ifade etmektedir. Esnaf özellikle, Barkan'a göre, piyasaya ayarı düşük para sürüldüğünde ve devlet adamları bazı malları zorla atmak istediğinde ayaklanmaktadır (Barkan, t.y.: 44). 83 3. Günümüzde Esnaflık Ortaçağ'ın sonlarından itibaren ticaretin canlanması ve buna bağlı olarak pazarların genişlemesi, yerel olarak faaliyet gösteren tüccar ve zanaat esnafını oldukça olumsuz etkiledi. Lonca teşkilatının hayat bulduğu Ortaçağ toplumu farklı koşulların bir arada bulunmasıyla hızlı bir şekilde değişmekteydi. Zira pazarlar genişliyor, şehirler büyüyor, ticaret gelişiyordu… Eski toplumun kökleri sarsılırken yeni toplumun temelleri atılıyordu. Bir Ortaçağ esnaflık örgütü olan lonca teşkilatı, bu yüzden, yeni koşullara ayak uyduramadı. Yeni durumu Huberman (2012: 126), şu şekilde dile getirmektedir: “Esnaf loncası kuruluşu küçük mahalli pazara uygun bir kuruluştu; Pazar ulusal ve uluslararası olunca lonca buna uymaz oldu. Mahalli zanaatkâr bir şehrin zanaatını anlayabiliyor, yürütebiliyordu, ama dünya ticareti apayrı bir sorundu.” Huberman (2012: 126-127) ayrıca, lonca ustası zanaatkârın sadece mal üreten bir kişi olmadığını, bundan başka dört işlevi daha yerine getirdiğini belirtmektedir. Zanaatkâr usta, tek başına beş kişilik bir iş yaptığı için aynı zamanda bir işçiydi; kullandığı hammaddeyi arayıp bulduğu ve pazarlığını yaptığı için bir tüccardı; yanında kalfa ve çıraklar çalıştırdığı için bir işverendi; çalışanları denetlediği için bir formendi; üretilen malı tezgâhta müşteriye sattığı için bir dükkâncıydı. Aracı kişinin ortaya çıkmasıyla zanaatkâr ustanın işlevleri üçe indi (işçi, işveren, formen). Zanaatkâr usta zamanla diğer işlevlerini de yitirdi ve ücretli işçi konumuna geldi. Zanaatkâr usta gibi, ait olduğu lonca teşkilatı da işlevini yitirmişti. “Sayısız kuralları ve yönetmelikleriyle lonca kuruluşunun modası geçmiş, günü dolmuştu- endüstrinin daha fazla gelişmesine ayak bağı oluyordu. Yıkılması gerekti. Yıkıldı” (Huberman, 2012: 128). Başta İngiltere olmak üzere Avrupa'da başlayan sanayileşme süreci bu çözülmeyi daha da hızlandırdı. Ancak, esnaflığın ve lonca teşkilatının birden ortadan kalktığını düşünmemek gerekir. Zanaatkâr ustalar bir bir mesleklerini kaybettiler ve çoğu ya ustabaşı ya da fabrika işçisi oldu. Zaman fabrika zamanıydı ve en çok ihtiyaç duyulan şey de fabrikada çalışacak elemandı. Bu elamanların büyük çoğunluğu da lonca üyesi olan çırak, kalfa ve ustalardı. Ustalar eski önemlerini kaybetmişlerdi; ama onları koruyan teşkilatları hemen yok olmadı ve önemini kaybetmedi, aksine yeni sistem içinde uzun yıllar yaşadı. Hatta bazı loncalar 19 yüzyılın sonlarına kadar ayakta kaldılar. Fakat sonuçta kaderlerine razı oldular ve tarih sahnesinden çekildiler. Sanayileşmeyle birlikte başlayan yeni dönemde genişleyen pazarın ihtiyaçlarını karşılamak için seri ve kitlesel üretime geçmek gerekiyordu. Fabrikalar bu ihtiyacı gidermek için meydana getirildi. El becerisine dayalı esnaflık meslekleri önemlerini yitirmişlerdi; çünkü yeni koşullarda rekabet etme şansları kalmamıştı. Bu tip esnaflık meslekleri tamamen ortadan kalkmamış ve dünyanın değişik yerlerinde küçük çaplı üretim yapıyor olsalar bile, artık yeni dünyada ayakta kalamazlardı. Dönüşüm geçirmeleri gerekiyordu, nitekim onlar da dönüştüler. 84 Sanayileşen dünyada yeni bir esnaflık modeli ortaya çıktı: başkaları tarafından üretilen malları satan dükkâncı esnaf. Esnaf artık üreten değil sadece bir satıcıydı; esnafın (zanaatkâr ustanın) el becerisine dayalı hüneri gitmiş, yerine başka şeyler gelmişti. Bununla birlikte, el becerisine dayalı bütün mesleklerin ortadan kalktığını düşünmek hatalı olur. Zira terzilik ve bakırcılık gibi meslekler, özellikle sanayileşmenin henüz girmediği ya da az olduğu yerlerde, el becerisi temelinde varlıklarını devam ettirmektedirler. Bu noktada hem sanayileşmiş ve yeterince sanayileşmemiş ülkeleri, hem de büyük ve küçük şehirleri karşılaştırmak mümkündür. Sanayileşmiş bir ülkedeki meslek dalları sanayileşmemiş veya az sanayileşmiş bir ülkedeki meslek kollarından farklı olduğu gibi, metropol kentlerdeki meslekler de nispeten daha küçük şehirlerdeki mesleklerden farklılık göstermektedir. Zira kentlerin sadece ekonomik yapıları değil, tarihsel-kültürel yapıları, coğrafi konumları vb. özellikleri de oradaki mesleklerin mahiyet ve biçimini belirlemektedir. Bu çalışmanın uygulama kısmı da, nispeten küçük bir şehirde yapıldığı için yukarıdaki hususların dikkate alınması gerekmektedir. Şehrin küçüklüğü ve dolayısıyla iktisadi faaliyetlerin sınırlı olması esnaflığa ve esnaf ilişkilerine de yansımaktadır. Bu çalışmanın yapıldığı Muş şehri de böyle bir özelliğe sahiptir. 4. Muş Esnafıyla İlgili Araştırma Muş Doğu Anadolu Bölgesinin ortasında yer alan bir şehirdir. Dağ eteğine kurulan şehir büyük bir ovaya sahiptir. Murat ve Karasu nehirleri Muş ovasında akmaktadır. Tarıma elverişli ovasıyla Muş, bu ova her ne kadar yeterince verimli kullanılmasa da, Türkiye'nin istisnai yerlerinden biridir. Diyarbakır, Erzurum ve Van gibi büyük şehirlere komşu olan ve yakınlığı bulunan Muş şehri, ulaşım açısından da önemli bir kavşak noktasında bulunmaktadır. Bu olumlu özelliklerine rağmen, Muş ili iktisadi ve kültürel açılardan fazla gelişmemiştir. Bu gelişmemişliğin nedenleri arasında elverişsiz iklim koşulları (sert karasal iklim), şehre fazla yatırım yapılmaması, ilin dışarıya fazla göç vermesi, birtakım geleneksel yapılar ve 1990'lardaki çatışma ortamı gösterilebilir. Buna başta altyapı eksikliği olmak üzere belediyecilik hizmetlerinin yetersizliği de eklenince, şehrin oldukça olumsuz bir görünüm sergilediği görülmektedir. Dolayısıyla, şehrin geleneksel bir şehir ve/veya modern bir kent görüntüsüne sahip olduğunu söylemek mümkün değildir. İkili yapıların bolca bir arada bulunduğu bir şehirdir Muş. Bir tarafta eski taş ve kerpiç yapılı müstakil evler, diğer tarafta modern apartmanlar ve siteler; bir yanda küçük çaplı geleneksel işyerleri, diğer yanda büyük ve modern alışveriş merkezleri; bir tarafta geleneksel değerlerle yaşamak isteyenler, diğer tarafta modern bir hayat sürmek isteyenler… Şehir küçük olunca ilişkiler de ona göre biçim almaktadır. Muş'ta, halkın deyişiyle, herkes birbirini tanır. Şehirde hukuki kurallardan ziyade toplumsal normlar, resmi (ikincil) ilişkilerden çok yüz yüze (birincil) ilişkiler egemendir; çatışmadan ziyade yardımlaşma ve dayanışma esastır. Kentsel ilişkilerden ziyade köysel ilişkiler ağırlıktadır. Bu yüzden, Muş'a köy görünümlü bir şehir gözüyle bakılabilir. Fakat bu yapının hızlı bir şekilde değişmekte ve dönüşmekte olduğunu önemle belirtmek gerekir. 85 Muş'ta esnaflık ve esnaflık ilişkileri de şehrin genel yapısıyla (toplumsal, kültürel, mekânsal vb.) uyumludur. Şehirde irili ufaklı birçok esnaflık mesleği (dükkâncı esnaf) vardır. Muş gibi küçük ve gelişmemiş bir şehirde esnaflık mesleklerini icra eden esnaflar, tabiri caiz ise, kendi yağlarında kavrulmaktadırlar. Şehirde üretici esnaf oldukça azdır. Esnafın genelinde kâr etmekten ziyade geçinmek esastır. Hatta denilebilir ki, büyük alışveriş merkezleri ve marka mağazalar karşısında esnafın temel derdi ayakta kalabilmektir. Bu araştırmada, Muş esnafının sosyo-ekonomik durumu genel hatlarıyla saptanmak istenildiği için, her meslek grubundan esnafla görüşmek amaçlanmıştır. Bu amaçla görüşmeler çok çeşitli mesleklerden ama az sayıda kişiyle yapılmıştır. Görüşülen esnaflardan hareketle Muş esnafının sosyoekonomik durumuyla ilgili genel değerlendirmeler yapmanın mümkün olduğu düşünülmektedir. Görüşülen esnafın demografik yapısıyla ilgili veriler tablolar halinde gösterilecek; esnafın diğer konulardaki görüşleri ise kategorize edilerek sunulacaktır. 86 4. 1. Görüşülen Esnafın Mesleklere Göre Dağılımı Tablo 1: Görüşülen Esnafın Mesleklere Göre Dağılımı. Esnaflık mesleği Sayı % Eczane 4 11.4 Bakkal 3 8.6 Ayakkabı 3 8.6 Fırın / Tandır 3 8.6 Giyim 2 5.7 Terzi 2 5.7 Çay Ocağı 2 5.7 Kuaför 2 5.7 Otogar 2 5.7 Kozmetik 2 5.7 Kuyumcu 1 2.9 Manav 1 2.9 Lokanta 1 2.9 Hal Esnafı 1 2.9 Pastane 1 2.9 Çiçekçi 1 2.9 Otel 1 2.9 Kırtasiye 1 2.9 İnternet Kafe 1 2.9 Fastfood (Pizzacı) 1 2.9 87 Tabloda görüldüğü gibi, 20 meslekten esnafla görüşülmüştür. Görüşülen esnafın % 11.4'ünü eczacılar oluşturmakta, % 8.6'sını ise aynı orana sahip 3 esnaf grubu (bakkal, ayakkabıcı ve fırıncı/tandırcı) meydana getirmektedir. Diğer esnaflardan giyim, terzi, çay ocağı, kuaför, otogar ve kozmetikçi esnafın oranı % 5.7 iken, geriye kalan esnafın (kuyumcu, manav, lokanta, hal esnafı, pastane, çiçekçi, otel, kırtasiye, internet kafe ve pizzacı) oranı ise % 2.9'dur. 4.2. Görüşülen Esnafın Cinsiyet Dağılımı Tablo 2: Görüşülen Esnafın Cinsiyet Dağılımı. Cinsiyet Sayı % Erkek 32 91.4 Kadın 3 8.6 Toplam 35 100.0 Tablodan anlaşıldığı üzere, görüşülen esnafın büyük çoğunluğu erkeklerden meydana gelmektedir (%91.4). Buradan hareketle esnaflığın bir erkeklik mesleği olduğu yorumu yapılabilir. Ancak, kadınların oranı da azımsanacak kadar az değildir. Günümüzde kadınların giderek artan oranda meslek hayatına atıldıkları gözlemlenen bir durumdur. Hatta tamamen erkeklere özgü olarak görülen mesleklerde bile kadınlara rastlamak mümkündür. Örneğin, bu araştırmada görüşülen kadın esnaflardan biri, otogar gibi erkeklerin yoğunlukta olduğu bir alanda çalışmaktadır. Dolayısıyla, esnaflıkta, özellikle cinsiyet bağlamında, erkek hâkimiyetinin giderek azalmakta olduğunu söylemek mümkündür. 4. 3. Görüşülen Esnafın Medeni Durumu Tablo 3: Görüşülen Esnafın Medeni Durumu. Medeni Durumu Sayı % Evli 18 51.4 Bekâr 16 45.7 Dul 1 2.9 Toplam 35 100.0 88 Görüşülen esnafın yarıdan fazlası (%51.4) evli olmakla birlikte, bekâr olanların oranı da (%45.7) oldukça dikkat çekmektedir. Dul olan esnafın oranı ise %2.9'dur. Bu verilerden hareketle, bir sonraki tablodan da anlaşılacağı üzere, esnafın genç ve orta yaş grubundan yer aldığını söylemek mümkündür. Genç oldukları (30 yaş altı) hesaba katılırsa, bekârların oranının fazla olması ise iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi, gençlerin girişimci bir ruha sahip oldukları ve dolayısıyla erken yaşta meslek hayatına atılmak istediklerini söyleyebiliriz. İkincisi, işsizlik nedeniyle başka yapacak bir iş bulamadıkları için mecburiyetten babalarının yanında çalıştıkları veya baba mesleğine yöneldiklerini söylemek mümkündür. Sebep ne olursa olsun ve veriler nasıl yorumlanırsa yorumlansın, sonuçta bekâr erkek ve kadınların meslek dallarında önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. 4. 4. Görüşülen Esnafın Yaş Durumu Tablo 4: Görüşülen Esnafın Yaş Durumu. Yaş durumu Sayı % 19-29 14 40.0 30-39 14 40.0 40-49 4 11.4 50 ve üstü 3 8.6 Toplam 35 100.0 Tablodan anlaşılacağı üzere, görüşülen esnafın büyük çoğunluğu (%80) genç yaş diyebileceğimiz 19-39 yaş grubunda yer almaktadır. 19-29 ile 30-39 yaş gruplarının oranı aynıdır (%40). 40-49 yaş grubunda yer alanların oranı %11.4 iken 50 yaş ve üstünde olanların oranı ise %8.6'dır. Buradaki veriler tablo 3'teki verilerle uyumluluk göstermektedir. İki tablodaki verilerden hareketle, esnafın çoğunun orta yaş grubunda yer aldığı rahatlıkla söylenebilir. 89 4. 5. Görüşülen Esnafın Eğitim Durumu Tablo 5: Görüşülen Esnafın Eğitim Durumu. Eğitim Durumu Sayı % Okuryazar değil 1 2.9 İlkokul mezunu 3 8.6 Ortaokul mezunu 7 20.0 Lise mezunu 16 45.7 Üniversite mezunu 5 14.3 Üniversite terk 3 8.6 Toplam 35 100.0 Tabloda görüldüğü üzere, görüşülen esnafın önemli bir kısmı (%45.7) lise mezunudur. Türkiye'deki okuryazarlık oranı ve eğitim düzeyi dikkate alındığında (TÜİK 2013 verilerine göre Türkiye'de 15 yaş üstü nüfusta lise mezunlarının oranı %22'dir), esnafın eğitim düzeyi oldukça dikkat çekicidir. Görüşülen esnaftan üniversite mezunu olanların oranı ise %14.3'tür. Bu oran da, üniversiteyi terk edenlerin oranı da (%8.6) göz önünde bulundurulursa, oldukça dikkat çekmektedir. Ortaokul mezunlarının oranı %20'dir. Eski sistemde ortaokul kritik bir öneme sahipti; zira erken yaşta meslek hayatına atılmak isteyenler ortaokuldan sonra öğrenimlerine devam etmiyorlardı. 90'lı yılların sonunda bu sistem değiştiği için, ortaokul mezunu oranlarında bir azalma yaşandı. Sonuçta esnafın büyük çoğunluğunun ortaokul ve üstü bir eğitim seviyesine sahip olduğu görülmektedir ki, bu da oldukça önemli bir göstergedir. Okuryazar olmayan ile ilkokul mezunlarının oranı ise oldukça düşüktür (sırasıyla %2.9 ve %8.6). 5. Yaşanılan Şehirle İlgili Görüşler Görüşülen esnafın büyük çoğunluğu yaşadığı şehirden şikâyetçi olmasa da, olumsuz iklim koşullarından, şehrin gelişmemişliğinden, belediye hizmetlerinin yetersizliğinden, şehrin sahipsiz olmasından vs. dert yanmaktadır. Bir esnaf, Muş'taki en temel sorunun “kalkınma” olduğunu söylemekte, ayrıca “sosyal ve kültürel olmak üzere her türlü zihniyet ayrımcılığının” bulunduğunu ve bunun değişmesi gerektiğini belirtmektedir. Bir başka esnaf ise Muş'un “unutulan bir şehir” olduğunu dile getirmekte ve şunları söylemektedir: “Servis ve yol sorunları var. Altyapı yetersiz. Ekonomik olarak küçük ve kendi kendine yeten bir 90 şehir değil. Yatırım olmadığı için bir gelişme olmuyor.” Başka bir esnaf da, “sanayi bakımından sıkıntı yaşandığını, şehirde çok fazla kahvehane bulunduğunu ve işsizlikten dolayı gençlerin hep kahvehanelerde” vakit geçirdiklerini belirtmektedir. Görüşülen esnaf, şehrin gelişmemişliğini çeşitli faktörlerle açıklamaktadır. Örneğin, bir esnaf şunları dile getirmektedir: “Bana göre Muş'un az gelişmesinin en büyük nedeni, bu toprakların insanlarının dışarıya yatırım yapmasıdır. Para Muş'ta kalmıyor; ya başka şehirlere yatırım yapılıyor ya da para öylece yastıkların altında kalıyor. Yatırımların dışarıya yapılmasının en büyük nedeni de, Muş halkının birbirlerini çekememesidir. Bizim dedelerimizin güzel bir lafı var: 'Muş'un aklı mideye, Batının aklı kafaya çalışıyor.'” Muş'un kalkınması hakkında bir başka esnaf da şunları söylemekte: “Muş'un hırsızı olmazsa kalkınacak. Muş aslında fakir bir yer değil, yoktır diyisen x5 binmeyi bilisen, bu nasıl iştir?” Bir diğer esnaf, yaşanılan bir çelişkiye dikkat çekmektedir: Muş'ta yeterli iş imkânları yok, ama Türkiye geneline bakıldığında en fazla araba kredisi çeken il yine Muş'tur. Aynı esnaf, belediye hizmetlerinin yetersiz olduğunu ve çevrelerinin çok kirli olduğunu da dile getirmektedir. Bir başka esnaf ise, Muş'taki en büyük sorunun “işsizlik” olduğunu ve bunun da çeşitli sorunlara yol açtığını dile getirmektedir. Örneğin, esnafa göre, işsizlikten dolayı insanlar kahvehanelerde oturmakta, gençler sokaklarda gezmekte ve aslında paraları olduğu halde kendi memleketlerine yatırım yapmamaktadırlar. “İnsanların tarlaları var, ama değerlendirmiyorlar. Çiftçinin yazın ektiği şeyler genelde elinde kalıyor. Eskiden pancar ve tütün satışları iyi bir şekilde yapılırdı. Şu an hepsi devlet tarafından kapatıldı.” Az da olsa, yaşanılan şehirle ilgili olumlu görüş bildiren esnaf da vardır. Örneğin bir esnaf, aslında memleketlerinin güzel olduğunu ama insanlarının gelişmesi ve modernleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kendileriyle görüşülen esnafın yaşadıkları şehirle ilgili beyan ettikleri görüşlerinden anlaşılacağı üzere, esnafın geneli yaşadığı şehirden memnun değildir. Esnafın, başta şehrin coğrafi yapısı ve iklim koşulları olmak üzere, şehrin gelişmemişliği, iş imkânlarının kısıtlı olması, altyapı sorunları, belediye hizmetlerinin yetersizliği gibi pek çok konuda muzdarip olduğu görülmektedir. 6. İcra Edilen Mesleğin Sosyal Hayata Etkisi Esnaflık yorucu ve sabır gerektiren bir meslek olduğu için, ister istemez esnafların sosyal ve aile hayatını etkilemektedir. Zira esnaf memur ve işçilerden farklı olarak belli bir zaman diliminde değil, kendilerinin ya da çevrenin belirlemiş olduğu zaman aralığında (çoğunlukla sabah erken saatlerden akşam geç saatlere kadar) çalışmaktadır. Çalışma saatlerinin düzensizliği, haliyle sosyal hayatı ve aile ortamını olumsuz etkilemektedir. Verilen cevaplarda bu açıkça görülmektedir. 91 Her meslek dalında aynı sıkıntılar olmasa bile, çoğu esnaf sosyal hayat konusunda benzer sorunlar yaşamaktadır. Örneğin, kırtasiyecilik mesleğini icra eden genç bir esnaf şunları söylemektedir: “Ne sosyal hayatı! O dediğinden bizden hiç kalmadı. Sabah 8, gece 11. Geri kalan zamanda uyumaktan başka bir etkinlik kalmıyor ki. Sosyalite sıfır. Hayattan yoksun kaldım artık.” Bir başka esnaf ise ilginç bir duruma dikkat çekmektedir. “Ailemize yeteri kadar zaman ayıramıyoruz. Ailemizden çok bu mesleğe zaman ayırıyoruz (fırın). Yaptığımız bu meslekten dolayı ailemizle olan ilişkilerimiz biraz zayıf.” Esnaflıkta sosyal hayatın en çok olumsuz etkilendiği meslekler fırıncılık ve çay ocağı gibi mesleklerdir. Zira bu tür mesleklerde işin yapısı gereği sabah erkenden işe gitmek ve akşam geç saatlerde dükkânı kapatmak gerekmektedir. Görüşülen esnaflardan biri şunları söylemekte: “Hiç sosyal hayatım olmadı. Fırsatım olsa da sosyallik nedir bilmem. Zaten sabah 4,5 gibi kalkıp gece 11'e kadar çalışıyorum.” Bir başka esnaf, hafta sonları tatillerinin bile olmadığını ve günde 12-13 saat ayakta kaldıklarını ifade ederken, diğer bir esnaf ise zamanının hepsinin işyerinde geçtiğini, sosyal hayatının hiç olmadığını ve ancak bayramdan bayrama tatil yapabildiğini belirtmektedir. Verilen cevaplardan anlaşıldığı kadarıyla esnafın sosyal hayatının oldukça sıkıntılı olduğu görülmektedir. Birçok esnaf yaptığı işten ötürü ailesine yeterince vakit ayıramamakta, sosyal etkinliklere katılamamakta ve dinlenmek için yeterli vakit bulamamaktadır. Çalışma saatlerinin belirsiz veya uzun olması ve hafta sonu tatillerinin olmaması da bu durumu tetikleyen unsurlardır. 7. Esnaflararası İlişkiler Muş şehrinde geleneksel yapı egemen olduğu için (yüz yüze ilişkiler ön planda ve toplumsal normlar daha bağlayıcı olduğu için) esnaflar arasında rekabet ve çatışmadan ziyade dayanışma ve yardımlaşmanın esas olduğu görülmektedir. Ancak bu, esnaflar arasında hiç rekabetin ve çatışmanın olmadığı anlamına gelmemektedir. Az da olsa hem aynı meslekten hem de farklı meslekten esnaflar arasında rekabet görülmekte; fakat esnafın çoğu birbirini tanıdığı için, işbirliği ve dayanışma rekabet ve çatışmaya üstün gelmektedir. Esnaf dayanışmasını güçlendiren önemli bir unsur da, büyük alışveriş merkezleri ve marka mağazalar karşısında esnafın ayakta durmasının giderek daha zorlaşmasıdır. Görüşülen esnafın da belirttiği gibi esnaflar arasında ciddi bir rekabet ve çatışma bulunmamaktadır. “Muş'ta esnaf olmak zor mu?” sorusuna bir esnaf “her yerde esnaf olmak zordur. Muş'ta da zor. Özellikle ikliminin soğuk olması işlerimizi etkiliyor.” Esnaflığın zor bir meslek olduğunu belirten esnaf, bunun sebebi olarak esnaflararası ilişkileri değil de iklim şartlarını göstermesi oldukça dikkat çekmektedir. Aslında bu, Muş esnafıyla ilgili genel bir durumdur. Zira çoğu esnaf, aralarındaki ilişkilerden ziyade iklim koşullarını sorun olarak görmektedir. 92 8. Mesleğe Dair Sorunlar Her mesleğin kendine has sorunları ve sıkıntıları vardır. Örneğin, fırıncılık mesleği için sabah çok erken kalkmak, eczacılık mesleği için ilaç sıkıntısı çekmek, ayakkabıcılar için kış ve yaz sezonları için uygun ayakkabı bulmak, berberler için müşteriyi memnun etmek vs. bir sorundur. Her mesleğin kendine özgü sorunları olduğu gibi bütün esnafların birtakım ortak sorunları da bulunmaktadır. Şehrin coğrafi, kültürel ve ekonomik yapısı, dükkân açma ve vergi vermeyle ilgili sorunlar, eleman çalıştırma ve ücret gibi konular ortak sorunlara örnek verilebilir. Bir esnaf yaşadığı bazı sıkıntılarını şu şekilde dile getirmektedir: “zaman zaman hırsızlık ya da küfür gibi kötü durumlar oluyor. Gece onda adam bir liralık mala yüz lira veriyor, git bozdur bakalım nerede bulacaksın? Bu bize işkencedir.” Bir başka esnaf, mesleklerinin (fırıncılık) zor bir meslek olduğunu, sabah ezanıyla kalkıp gece geç saatlere kadar çalıştıklarını, uyku düzenlerinin bozulduğunu ve herhangi bir sosyal ortama katılamadıklarını belirtmektedir. Birkaç esnaf ise müşterileriyle herhangi bir sorun yaşamadıklarını, en büyük sıkıntılarının deneyimli personel bulmak olduğunu söylemektedir. Ayakkabıcı esnafı farklı bir sıkıntı çekmektedir. Bir ayakkabıcı esnafı, “ara sezonlara (ilkbahar ve sonbahar) giremiyoruz. Ya kış ya da yaz sezonuna giriyoruz, çünkü ara sezonlar elimizde kalıyor ve bunu zararına veriyoruz. En kârlı sezonlar ara sezonlar görülmesine rağmen, aslında en çok zarar ettiğimiz aylardır” demektedir. Farklı sorunlar yaşayan bir başka esnaf da otogar esnafıdır. Otogar esnafı, zor bir meslek icra ettiklerini, bu yüzden de çeşitli sıkıntılar yaşadıklarını, örneğinyazıhane çalışanları pek etkilenmese de- özellikle araç personellerinin ciddi zorluklarla (uzun süre aileden uzak kalma, sosyal etkinliklere katılamama, uykusuzluk vb.) yüzleştiklerini beyan etmektedir. Bununla birlikte, mesleğin birtakım güzel yönlerinin (yeni yerler görmek ve yeni kültürlerle tanışmak gibi) bulunduğunu da söylediler. Market (bakkal) ve manav gibi küçük dükkân sahibi esnaf ise bir başka sorunla karşı karşıya kalmıştır. Aslında bu sorun bütün esnafı etkilemekte, ama bu sorundan en çok “bakkal” ya da “market” diye tabir edilen esnaf etkilenmektedir. Sorun ise kentleşmeyle ilgilidir. Kentler büyüdükçe giderek daha fazla çekim gücüne sahip olmaktadırlar. Muş da son yıllarda, özellikle nüfusça ve yapıca, büyümektedir. Bu da ister istemez büyük alışveriş merkezlerinin ve marka firmaların şehre gelmelerinin önünü açmaktadır. Bu durum da küçük esnafı oldukça olumsuz etkilemektedir. Zira küçük esnafın çoğu, müşterinin ihtiyacı olan her şeyi kendi dükkânında bulunduramamak ve müşteriye kredi kartı gibi imkânları sunamamak gibi birtakım sorunlar yaşamaktadır. 9. Üniversiteyle İlgili Görüşler Üniversiteler kuruldukları şehirleri toplumsal, ekonomik ve kültürel açılardan etkilemektedirler. Özellikle, Muş gibi geleneksel yapının egemen olduğu ve kentleşmenin yeni başladığı şehirlerde üniversitelerin etkisi daha fazla 93 olmaktadır. Başta öğrenciler olmak üzere, üniversitenin açılmasıyla birlikte Muş'a önemli oranda bir nüfus akışı olmuştur. Bu nüfusun, başta esnaf olmak üzere, şehirde ekonomik faaliyet gösteren kesimlere önemli katkılar sağladığı göz ardı edilemez. Ülkenin değişik yerlerinden gelenler, kendileriyle birlikte kültürlerini, âdet ve göreneklerini, toplumsal ilişki biçimlerini vs. de getirmektedirler. Dolayısıyla, şehir halkıyla şehre gelen nüfus arasında ister istemez toplumsal ve kültürel bir etkileşim de meydana gelmektedir. Bu yüzden, esnaftan yeni kurulan üniversiteyle (Muş Alparslan Üniversitesi 2007 yılında kurulmuştur) ilgili düşüncelerini öğrenmek önemli görülmüştür. Burada son olarak esnafın üniversiteyle ilgili görüşlerine değinilecektir. Genel olarak bakıldığında, esnafın Muş'ta üniversitenin kurulmasını olumlu bulduğu görülmektedir. Çoğunluk üniversitenin şehre bir canlılık getirdiğini, şehrin ekonomisine katkı sağladığını, farklı kültürlerin etkileşime girdiğini, şehre yatırım yapmayı teşvik ettiğini, okuryazarlık oranını etkilediğini vs. belirtmektedir. Bunun yanında, birtakım olumsuz görüşler de ifade edilmiştir. Bazı esnaflar üniversitenin yanlış bir yere kurulduğu ve toplumdan kopuk olduğu, toplumun ahlâkî yapısını dejenere ettiği, geleneksel değerlere zarar verdiği ve kültürel bir ikilik meydana getirdiğini beyan etmişlerdir. Üniversite hakkında olumlu görüş bildirenler özellikle şu hususlara dikkat çekmişlerdir. Bir esnaf “hayatımıza renk geldi. Monoton hayatımız renklendi, hayatımız daha eğlenceli hale geldi. Ahlâkî açıdan da bozulduğunu düşünmüyorum.” derken, bir başka esnaf “üç kişi üç ekmek yer, beş kişi beş ekmek yer. Üniversiteye gelen kitle tüketimini burada yapıyor. Her sektör de bundan faydalanıyor” demektedir. Bir diğer esnaf ise, üniversitenin Muş için bir velinimet olduğunu beyan etmektedir. Başka bir esnaf, farklı bir konuya dikkat çekerek üniversitenin kurulmasıyla öğrenci endeksli işyerlerinin (kafe, kafeterya, kırtasiye, fastfood vb.) açıldığını ve bunların şehrin ekonomisini olumlu yönde etkilediğini belirtmektedir. Bu olumlu etkiyi bir esnaf, satışlarının iki katına çıktığını söyleyerek dile getirmiştir. Benzer şekilde bir başka esnaf, üniversitenin şehrin gelişmesine katkı sağlayan en büyük “işletme” olduğunu vurgulamaktadır. Bir esnaf meselenin eğitim boyutuna dikkat çekmekte ve “iyi bir eğitim olursa geleceğin yön vericisi olabilir. Geleneklerin değişmesinde de önemli rol oynayan bir kurumdur” demektedir. Bir esnaf da üniversitenin toplumsal hayata olan etkisini şu şekilde dile getirmekte: “Halk biraz daha anlayışlı oldu. Bakış açıları değişti. Kılık kıyafetlerinde değişiklik oldu.” Bir başka esnaf, üniversitenin açılması hususunda “kesinlikle çok faydası vardır. Hem ekonomik hem de kültürel anlamda bizi ilerletecektir. Bazı insanlar üniversitenin çocuklarımızı yoldan çıkardığını savunur, ama o üniversitenin etkisinden dolayı değil kişinin kendisinden kaynaklanır.” demektedir. Bir diğer esnaf da şu ifadeleri kullanmaktadır: “İlimizde üniversitenin açılması çok faydalı oldu. Çocuklarımız okuyan kesimi gördükçe okumaya heveslenir, ne çektikse 94 cahillikten çektik çünkü. Ekonomik ve kültürel anlamda ilimize katkısı oldu. Muşlu hemşerilerimizin üniversite öğrencilerinin geleceğimiz olduğunu bilmesi ve onlara yardımcı olması gerekiyor.” Üniversitenin açılmasıyla ilgili olumsuz görüş bildirenlerin görüşleri ise şu şekilde özetlenebilir: Bir esnaf, üniversite öğrencilerinin insanlara kötü örnek oluşturduğunu savunmakta ve “keşke açılmasaydı!” diye bir dilekte bulunmaktadır. Bir diğer esnaf ise, üniversitenin olumsuz yönlerinin olumlu yönlerinden daha çok olduğunu söylemekte, örnek olarak da gençlerin açılmasını göstermektedir. “Ben çocuklarımı dışarı çıkarmaya korkuyorum.” Bir başka esnaf da şunları dile getirmektedir: “Farklı kültürler bir araya gelince insanlar bunu benimseyemiyor. Şunu da itiraf etmeliyim ki, üniversitenin açılmasıyla ahlâkî anlamda bir zayıflama oldu.” Bir diğer esnaf da maddi ve manevi açıdan bir karşılaştırma yapmakta ve üniversitenin maddi getirisi olduğunu ama manevi götürüsünün de bulunduğunu söylemektedir: “Ahlâk olarak insanlarımız bozuldu. Gençlerin giyim kuşamı değişti. Erkekler düşük bel pantolon giymeye başladı. Ben olsam böyle birini sınıfa almam.” Bir esnaf ise dolaylı bir olumsuz etkiye dikkat çekmektedir. Üniversitenin açılmasıyla büyük işyerlerinin de Muş'ta açıldığını, bunun da hem müşteri açısından hem de satış noktasından kendilerini olumsuz etkilediğini belirtmektedir. Büyük işyerleri “işimizin % 60'ını öldürdü. Nakitleri kendi yanlarına çektiler. Milletin cebinde para kalmadığından bizden borç alıyorlar. Peşin için ise büyük marketlerden alışveriş yapıyorlar. % 70 veresiye, % 30 ise nakit çalışıyorum.” 10. Sonuç Şehrin kentleşme sürecinde geleneksel yapıyla modern yapının çatıştığı bir ortamda mesleklerini icra eden Muş esnafı, ciddi sorunlarla yüz yüze bulunmaktadır. Hem şehrin geleneksel yapısından, hem şehrin ikliminden, hem şehrin kentleşmesinden, hem de üniversitenin kurulması gibi birtakım yeni gelişmelerden kaynaklanan sorunlar mevcuttur. Esnafın çoğu ne yaşadığı şehirden ve sosyal hayatından memnundur ne de belediyecilik hizmetlerini beğenmektedir. Sorunlarının farkında olan esnaf, çözüm noktasında ise bir şey yapamamaktadır. Zira koşulların değişmekte ve yeni şeylere gebe olduğunun bilincindedir. Büyük alışveriş merkezleri karşısında hayatta kalma mücadelesi veren esnaf, geleneksel yapının getirmiş olduğu saikle birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içine girmektedir. Bu yüzden, Muş esnafı arasında fazla bir rekabet ve çatışmanın bulunmadığı görülmüştür. Yeni şeyler (örneğin üniversite) karşısında esnafın ikiye bölündüğü, bir kısmının yeni gelişmeleri olumlu karşıladığı, bir kısmınınsa olumsuz gördüğü sonucuna varılmıştır. Özellikle bazı esnafın ahlâk ve kültür noktalarından birtakım kaygılar taşıdığı gözlenmiştir. Sonuç olarak, toplumsal, ahlâkî, kültürel ve mekânsal alanda görülen ikiliklerin Muş esnafını derinden etkilediğini ve endişelendirdiğini söylemek mümkündür. 95 KAYNAKÇA BARKAN, Ömer Lütfi (T.Y.), “Osmanlı İmparatorluğu'nda Esnaf Cemiyetleri”. CEM, İsmail (2010), Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, 3. Baskı, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. ÇAPACI, Fikret (2013), “Osmanlı'da Esnaflık Anlayışı ve Verilen Cezalar”, http://www.fibhaber.com/osmanlida-esnaflik-anlayisi-ve-verilen-cezalarmakale,103.html, (Erişim Tarihi: 18 Haziran 2013). ÖZGEN, Ferhat B. (2000), “Osmanlı Devletinin Diğer Devletlerle İktisadi İlişkileri”, Yeni Türkiye Osmanlı Özel Sayısı II, 6 (32), S. 101-111. PIARENNE, Henri (2011), Ortaçağ Kentleri- Kökenleri ve Ticaretin Canlanması, 10. Baskı, (Çev: Şadan Karadeniz), İstanbul: İletişim Yayınları. SOMBART, Werner (2008), Burjuva- Modern Ekonomi Dönemine Ait İnsanın Ahlâkı ve Entelektüel Tarihine Katkı, (Çev: Oğuz Adanır), Ankara: Doğu Batı Yayınları. ÜLGEN, Pınar (2013), “Geç Ortaçağ Avrupa'sında Lonca Teşkilatı”, History Studies, 5 (2), 471-487. http://tarih.sitesi.web.tr/esnaf-nedir.html (Erişim Tarihi: 15 Eylül 2013). 96 İSMET ÖZEL'İN 'MUŞ'TA BİR GÜZ İÇİN PRELÜDLER' ADLI ŞİİRİNDE DEVRİMCİ BİR ÖZNENİN MUHASEBE MEKÂNI OLARAK MUŞ Okt. Ferhat ÇİFTÇİ Muş Alparslan Üniversitesi MYO Özet Barındırdığı yargılar bakımından bir edebiyat eserinin değişken algılara ve yorumlara olanak sağlaması, edebiyat incelemelerinde oldukça mühim bir yer tutmaktadır. Nesnel ve öznel yaklaşımların farklı şekillerde sergilendiği bu durum, eleştirel çoğaltımın gerçekleşmesini sağlamaktadır. Bu, daha çok sanatsal bir nesnenin farklı metotlar eşliğinde ele alınmasıyla söz konusu olmaktadır. Bu bakımdan edebi incelemelerde bağlam, kurguyu sağlayan en önemli unsurlardandır. Alımlayıcı okur veya eleştirmence tespit edileceklerin ve verilecek hükmün tuttuğu reel karşılıklar buraya dayanmaktadır. İsmet Özel'in “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” adlı şiirine, yukarıda zikredildiği şekilde çözümleyici bir gözle baktığımızda, devrimci bir özne olarak şairin iç muhasebesi yanında, buna olanak sağlayan güçlü bir mekân unsurunun varlığı dikkatleri çeker. Bu şiirde Muş, doğasıyla şairin iç dünyasının somutlaşma imkânı bulduğu önemli, güçlü bir mekân olarak bizleri karşılar. İsmet Özel ve Muş arasında şiirsel özne açısından rollerin zaman zaman değiştiği görülür. Bu bakımdan, daha çok şairin yaşam tecrübesi ve ilk zamanlardaki ideolojik tercihlerinin anlam belirleyici olarak ön plana çıktığı bu şiirde, Muş ve tabii görüngüleri, yüzeyde bir nesne, arka planda ise şair kadar olmasa da estetik bir özne olarak okunabilmektedir. Bu anlamda Muş'un poetik malzeme boyutunu aşarak tabii özellikleriyle şairin ideolojik çıkarımlarının sağlayıcısı olduğu görülür. Bu makalede, devrimci bir özne olarak vasıflandırılan şair İsmet Özel'in muhasebe mekânı olarak Muş irdelenmiş ve şiire sunduğu katkılar söz konusu edilmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Şiir, mekân, İsmet Özel, Muş'ta Güz İçin Prelüdler, Muş. 97 1. Giriş Edebi esere anlam katan birtakım unsurlar vardır. Bunlar, edebiyat alanına dair incelemelerin konusu iken, genel olarak daha kendinden sanatsal görünümler ve algılarla da anlaşılabilecek bir özellik gösterirler. Herhangi bir esere yönelik beğeniler ve kabuller, sıkılıkla bunlar üzerinden söz konusu olur. Bu açıdan, bir esere değer atfetmek, edebi eleştirinin konusu olduğu gibi popülist tercihlerin etkisiyle de açıklanacak bir şeydir. Bu anlamda “beğeni”nin mantığı ve gerekçesi, estetik bir mevzu olarak değişkendir. Öznelliği işaret eden bu durum, sanat eserine yönelik kuramsal belirlemelerin de oluşmasına olanak sağlamıştır. Herhangi bir kuramı, sosyal ve psikolojik bağlardan bağımsız düşünmek, bu yüzden pek sağlıklı bir durum değildir. Değişken algılar ve yorumlarla farklı açıların söz konusu olmasını sağlayan eleştirel dilin, edebi incelemeler için önemli kayıtlar barındırdığı muhakkaktır. Bugün herhangi bir metni anlamanın üç ayrı yolu olduğunu belirten Berna Moran, bunları, yazar, metin ve okur odakları olarak sıralar (2012:135). Şüphesiz her üçünün de sanatsal okumayı zenginleştiren boyutları vardır. Farklı kuramsal tartışmalara girmeden, bu incelemede her üçünün de vazettiği genel ilkeler çerçevesinde bir söylem tutulabileceği düşünülmüştür. Ayrıca İsmet Özel'in “Muş'ta Bir Güz İçin Prelüdler” şiiri, mekânın ön planda olduğu bir şiir olması bakımından, incelemede mekânı merkeze almanın böyle bir gereklilik oluşturduğu düşünülmektedir. Söz konusu yöntemlerin karşıt değillemeleri dışında, ortaya koydukları belirlemelerin kısmi gerçekliklere sahip olduğu söylenebilir. Verilecek hükümler ve sonuçlar; okurun, şairin, bazen de metnin tetiklediği bir şey olarak düşünülmelidir. Şiirde güçlü bir özne olarak şair, bu özneyi konuşturan ve adeta şiiri mayalayan Muş şehri ve bu ilişki üzerinden anlam yüklemelerinde bulunacak okur, dengeleyici roller içerisinde görülmüştür. Moran, önemli bir kişinin biyografisini ele almanın dışında, sanatçı ve eseri arasında ilişki kuran, önemli bağları söz konusu eden yazara dönük biyografik eleştiri üzerinde durur (2012: 131). Buna, sanatçı ve eseri arasındaki bağı kuran bu yaklaşımın iki amaçla kullanılabileceğini ekler. Bunlar, a. Eserleri aydınlatmak için sanatçının hayatını, kişiliğini incelemek, b. Sanatçının psikolojisini, kişiliğini aydınlatmak için eserlerini bir belge gibi kullanmak, şeklinde karşımıza çıkar. “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirine ilişkin bu incelemede, daha çok birinci ilkenin söz konusu olabileceği görülmektedir. Çünkü eserde yer alan bir unsur olarak mekân ve mekâna yüklenen anlam, bu durumun gerçek öznesi olarak İsmet Özel'i işaret eder. Öte yandan, İsmet Özelin hayatı ve mücadelesine dair bu yaklaşımlar, bu şiirde güçlü bir kullanım alanı bulan Muş'a da anlam katacak bir bileşen olarak görülür. Dolayısıyla bu şiir özelinde, İsmet Özel ve Muş arasında karşılıklı bir ilişkiden, etkileşimden bahsetmek mümkündür. Bu bakımdan şairin hayatını ve mücadelesini, şiirini anlamak noktasında önemli bir kaynak olarak almak gerekir. Çünkü Özel'e kendi şiirinin karakteri olarak bakmak mümkündür (Çıraklı, 2006: 114). Buna, yukarıda zikredilen okuma biçimlerini de eklediğimizde, bu makalenin amaçladığı mekân merkezliliğin sınırlarının çizileceği düşünülmektedir. 98 2. Şiir-Mekân İlişkisi Zaman ve mekânın, insan yaşamı için anlam boyutu oldukça geniştir. Bu yüzden zamanı ve mekânı, yaşamsal her türlü durumun ve değininin temel kavramları arasında görmek gerekir. Bu önemlilik, edebi eser için de geçerlidir. Gerek içerik gerekse teknik olarak zamanın ve mekânın edebi incelemelerde söz konusu olduğu bilinmektedir. Bu ikiliden mekâna, edebi eserlerden ise şiire odaklandığımızda, mutlaka bazı estetik karşılıklar söz konusu olacaktır. Fakat mekânın, şiirde tuttuğu karşılıklar, roman türü kadar geniş değildir. Bu açıdan şiir, roman kadar mekân sanatı olarak görülmez (Narlı, 2007: 9). Yine de şiirin mekânla kurduğu ilişkiyle mekânın yaşanılan bir yer olmanın ötesine geçip genişlediği görülür (Narlı, 2007: 9). Çünkü şiir, farklı duyguların yoğun temsiller yaşadığı bir tür olarak kullanım alanına soktuğu her türlü kavram için bu genişletmeyi sağlayacak bir etkiye sahiptir. Bu boyutuyla düşünüldüğünde, mekânın şiirde teknik bir unsur olarak söz konusu edilmesinden ziyade, daha önemli, kopmaz ilişkiler içerisinde değerlendirilmesi anlaşılabilir bir durum olacaktır. Mehmet Narlı, şiir-mekân ilişkisinde herhangi bir tasnife gidilecekse, düzenlenmiş yerler, doğal yerler, kozmik yerler, mitolojik yerler, var olduğuna inanılan kutsal yerler ve hayal edilen yerlerden bahsedilebileceğini ifade eder (2007: 14-15). Şiirsel mekân olarak şehirler, bu tasnifte “düzenlenmiş yerler” olarak geçer. Dolayısıyla şairin bakış açısına ve yüklediği anlama göre şehirlerin çeşitli özellikleriyle ya da bütüncül bir imge etrafında şiirde güçlü bir yer ettiğini söyleyebiliriz. Hatta birçok şairin şehirlerle edebi varlığı arasındaki ilişkisi, şiirinin karakterini belirleyecek boyuttadır. Gerek medeniyet görüngüsü olarak büyük, kadim şehirler gerekse kırsal yaşamın özlendiği daha küçük yerleşim birimlerinin şiir ve şair için önemli olduğu görülmektedir. Bu açıdan genelde şiir ve mekân, özelde ise şehir ve şiir ilişkisinden bahsedilmesi bir edebi mevzu olarak mümkündür. Özel'in önemli bir yapıtı olan Erbain'deki (1993) şiirleri tek bir anlatı olarak gören Mehmet Zeki Çıraklı, bunu şiirlerdeki aynı sesle beraber zamanmekân-kahraman örgüsünün izdüşümlerine bağlar (2006: 112). Aynı şekilde, hangi duygunun nerede, ne zaman gerçekleştiğinin belirsiz olduğunu vurgulamasına rağmen bu anlatının zamanını mekânsal olarak görür (2006: 114). Bu belirlemeler doğrultusunda düşünüldüğünde, mekânın şiir için ne denli önemli olduğu anlaşılacaktır. İncelediğimiz “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri de, gerek başlık gerekse içeriğinden anlaşılacağı üzere, şairi İsmet Özel ve Muş arasında kurulacak ilişki açısından bazı karşılıklara sahip görünmektedir. Şairin bir mekân olarak anlam yüklediği Muş ve özelliklerinin, şiirsel söylemin gerçekleşmesinde büyük bir rol oynadığı görülmektedir. Muş'un, bu şiirde poetik bir etki göstermesi bu şekilde mümkün olmaktadır. 3. İsmet Özel ve Poetikası İsmet Özel, düşünce ve sanat anlayışıyla edebiyat dünyasında önemli bir yer edinmiştir. Güçlü şiiri, düşünsel derinliğiyle fikir ve sanat çevrelerinin vazgeçilmezi haline gelen şair, aynı zamanda ideolojik değişimleri ve politik çıkışlarıyla da gündem konusu olmuştur. Bu açıdan şairi, Türkiye'nin yakın zaman içersindeki siyasal, fikri hareketliliğinin önemli takipçilerinden ve taraflarından biri olarak görmek mümkündür. Reşit Güngör Kalkan da, Özel'i, Türkiye'nin son 99 otuz yıllık düşünsel dokusunda önemli açılımlar sağlayan biri olarak görür (2010: 12). Fakat onun bütün yönleri içerisinde şiirin oldukça önemli bir konuma sahip olduğunu belirtmek gerekir. O, içinde olduğu siyasal durumlara mukabil, kendisinde şiirin hep özge bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır. Şair, şiiri kendisi için gerçek kılan şeyin şiirin üstün, ince, yüksek düzeyde bir söz sanatı oluşu değil, ona tutunma tercihi olduğunu belirtir (Özel, 2007: 17). Bu anlamda İsmet Özel'de şiirin hayatla kopmaz bir bütünlük içerisinde düşünüldüğü rahatlıkla söylenebilir. Yine, toplum olaylarına bakarken işlekliğinden istifade edilecek özsuyun şiirde olduğunu belirten şair, (Özel, 2007: 68) şiirle mümkün olacak bir mücadelenin ve idealin peşinde olduğunu göstermektedir. Fakat şiir, İsmet Özel tarafından, bu ifadelerin akla düşüreceği muhtemel, basit bir işlevsellik içersinde değil, doğrudan bu ideal çerçevenin olmazsa olmazı olarak görülmektedir. Dolayısıyla şiir ve fikir, İsmet Özel poetikasında önemli karşılıklara sahip olmakla beraber, şairin mücadeleci kimliğinin belirlenmesinde önemli bir yer tutmaktadır. Özel şiirini önemli kılan birçok unsur bulunmaktadır. Çatışmanın beslediği kavgacı bir üslubun belirgin olduğu Özel şiirinde, itici bir güç olarak inanç kavramının da büyük bir yer tuttuğu görülmektedir. Şiirin kendisi için uğraş verilecek bir şey olduğunu söyleyen Özel, sonuç almada inancın önemli olduğunu belirtir (2007: 65). Bu açıdan Özel'in şiirinde, doğru bilinende gösterilen ısrar, poetik çerçeveyi belirleyen önemli bir gösterendir. Kendisini şair sanarak değil, şair olmanın gereğine inanarak ve şiirin gereğini yerine getirmeksizin bu alanda gerçek bir çalışma yürütülemeyeceğini kabul ederek işe başladığını belirten şair, “yolumun her durağında, yürüdüğüm mesafenin, göze aldığım mesafe yanında kısa kaldığını anlayacak bir hazırlığım vardır” (Özel, 2007: 19) ifadesini kullanmaktadır. Dolayısıyla Özel şiirine, gerçekliğin ideal olan peşinde olduğu şiirsel bir mümkünlük arayışı olarak bakmak gerekir. Karşılaşılan bunalımlı durumlara, “bunların hepsi masal” denilemeyeceğini, fizikçilerin masalının atom bombası olduğunu ve bu masalın patladığını söyleyen Özel ( 2007: 12) gerçeklik ve ideallik arasında kesişmesi beklenilen düşünsel bir çizgi ortaya koymaktadır. Bu çaba, onun kendisini, zaman içerisinde, topluma ilişkin bir ayrımın birimi olarak değil, “iyilerin” savunmasını bile isteye seçtiği gözü pek ve tavizsiz bir tarzda yapmaya aday biri olarak görmesini mümkün kılmıştır (2007: 22). Bu durum, onun farklı düşünsel yönelimler içerisinde olduğu zamanlarda bile hep bir mücadele vermesini sağlayan önemli bir özelliktir. Özel'in, ilk gençlik yıllarında eylem yönü belirgin bir entelektüel olduğunu söyleyen Selahattin Yusuf, (2005: 13) şairin Sosyalizme girişinde isyancı kişiliğinin önemi olduğu gibi, Müslüman olmasında da aynı şey geçerlidir, demektedir (2005, 34). Kalkan da, Özel'in şahsiyetinin en belirgin özelliği olan itaatsizliğini erken çocukluk döneminde de görmek mümkündür, der (2010: 32). Tüm bunlar, şairin ne düşündüğüyle değil, düşünüyor olmakla bir meselesi olduğunu göstermektedir. Bu da, doğru bilinenler için verilmesi gereken mücadeleyi ve şairin bunu şiirle ilişkilendirmesinin mantığını ortaya koymaktadır. Yukarıda zikredilen mücadelecilik vasfı yanında, Özel şiirinin birtakım açmazları olduğunu da söylemek mümkündür. Özel, şiirlerini kaleme alırken, şiir 100 üzerine söz söyleyen ve böylece kendi poetikası hakkında beyanda bulunan ender şairlerdendir (Tüzer, 2008: 69). Bu açıdan kendi poetikası hakkında müdahil olan şairin, şiiri için ileri sürülen şüphelere karşı savunmacı, karmaşık bir dil ürettiği de söylenebilir. Şiirlerin ve ileri sürmüş olduğu düşüncelerin oluşturduğu tartışmalarda sürekli olarak bir izahatın gerekli olması, onu, kendisi hakkında konuşturmaya zorlamıştır. Sanat eseri, sanatçının “nasıllığını” değil, “niçinliğini” düşündürür ve ifşa edilen bir şey varsa o bizim de kendimizin, kendimize, kendimiz hakkındaki ifşaatını içine alır, (Özel, 2007: 25) diyen şair, şiirle ontolojik bir ünsiyet kurar. Fakat bu ontolojik ünsiyet, kimi zaman öznel yüklemelerin olduğu ve dinleyici veya okuyucuya karmaşık ve çelişik bir içerikle yansımaktadır. Bu, onun şiirsel gerçeklik ile siyasal ve düşünsel gerçeklik arasında kurmaya çalıştığı sıradışılığı daha belirgin kılmaktadır. Asım Öz, şairin kimi zaman anlaşılamamasındaki en önemli unsurun gösteri olduğu, hatta Hüseyin Su'nun deyimiyle “konuyla, kendisiyle, izleyicilerle ve sözcüklerle oynaması olduğu” aktarımında bulunur (Öz, 2008). Gerek fikir gerekse şiir kavramı etrafında, alışılmış izahatların dışına çıkarak kendine seçkin bir konum arayan şair, bu çabaları doğrultusunda özelleşmiş ve fakat aynı zamanda yalnızlaşmıştır. Bu açıdan uçlarda gezinmenin huzurunu ve huzursuzluğunu bir arada yaşayan bir şair olarak Özel, cesur ifadelerin, protest çıkışların adresi haline gelmiştir. Bu durum, Özel'de, hükmün altında kırılmaya matuf bir şiir üretmekle sonuçlanmıştır. Hükmün, önce ve sonraya dair muhtemel boşlukları dolduracak bir akışkanlık göstermesi kimi zaman zordur. Bu bakımdan, fikri çıkışların ahlaki çeperi gözetmesi, hayati bir önem arz etmektedir. İddia edildiği gibi Özel'in, kazanmaktan çok haklı olmak ve insan kalmak derdinin (Çıraklı, 2006: 117), bunu göz önünde bulundurması elzemdir. Özel'in inandığı değerler için gösterdiği kararlığın kuşatıcı olamamasının nedenlerini burada aramak gerekir. Bu durum, daha çok şairin kendi kabulleri ve beyanları üzerinden söz konusu olmuştur. Çünkü Özel'in poetikası ve üslubu, ilk zamanlardaki edebi, düşünsel değerden ziyade politik mevzulara dair yıkıcı çıkışlarla varlık bulmuştur. Bu bakımdan, Özel nezdinde konuşmanın gereği düşünce ve düşünce arayışıyken; bu, okur nezdinde kaleyi korumak olarak da algılanabilmektedir. Özel'deki düşünsel temayüller, sahip olduğu güçlü poetik yapıyı hasara uğratmıştır. Bu durumu, Özel şiirinin düşünce arayışındaki uslanmazlığının bedeli olarak görmek gerekir. Bunu Asım Öz, sanat ve siyaset pratiklerinin aynı olması üzerinden anlayıp İsmet Özel'in “tükenerek çoğaldığı” şeklinde (2008), Ali Emre ise, “matarasındaki suya sürekli tuz ekleyen adam” olarak beyan eder (2008). Gelinen noktada, Özel'in şiirine bir konum biçmek oldukça zor görünmektedir. Bu durum, onun poetik malzemesine mercek tutulduğunda çözümleyici ama uzlaşmaz fikirlerin oluşmasına kapı aralamıştır. Cemal Süreya, fikri değişimlerine rağmen onun şiirinin değişmediğini ileri sürerken (Akt. Kalkan, 2010: 173) ve bu konuda Özel de dâhil olmak üzere birçok benzer görüş ileri sürülürken, Özel'in şiirini birçok bakımdan ele almanın mümkün olduğunu belirten Hakan Arslanbenzer, solcu dönemi-Müslüman olduktan sonrası şeklindeki dönemleştirmeleri kuşkulu bulduğunu belirtir (2012: 180-181). Özel'in bütün şiirlerini anlama noktasında kilit rolde olduğunu düşündüğü “Zalim Şüphe” 101 şiiri üzerine bir değerlendirmede bulunan Arslanbenzer, bu şiirde farklı olarak asrısaadete dönüşün izlerini bulur. Şairin arayışlarının yeni bir öneriyle sonuçlandığı şiirin bu şiir olduğunu dile getirir. Bu bakımdan Özel'in şiirinin Müslüman olduktan sonra değişmediği fikrinin reddedilmesi gerektiğini söyler (2012: 182-185-186). Fakat Arslanbenzer de, Hz. Ömer'in “öfkesi” ile Özel'in şiiri arasında bağdaşık bir durumu izah ederken, Ömer'in Resulullah'a kılıç çekmesiyle, sosyalist ateizmi arasında bir akrabalık olduğu açıktır, demektedir. İkisinin de bir öneriye, öğretiye meydan okurken o öneri ve öğretinin de üzerinde kendini ihdas etmek istediği temellere dayanmaktadır, şeklinde bir açıklamada bulunur (2012: 191). Bu belirlemenin, şairin şiirinin hiç değişmediğini ileri sürenler için temel saik olduğu görülmektedir. Ayrıca “Ömer öfkesi” üzerinden Müslümanca bulunan Özel şiirinin, diğer Müslüman şahsiyetlerin meşreplerini atlaması doğru olamaz. Yapılan yanlışlara karşı “öfke”nin gerekliliği, başta Peygamber olmak üzere diğer sahabe, âlim ve düşünürlerin gösterdikleri hikmeti kuşatacak bir bütünlükle ancak makul bir durum alır. Bu nedenle Özel şiiri üzerinden Müslümanlık vasfını “öfke”ye endekslemek doğru değildir. Hz. Ömer'in “öfke”sinin bir de çok önemli bir kurucu rol üstlendiği düşünüldüğünde, bunu sadece “öfke”nin başarısı olarak görmek mümkün değildir. Öfkeyle beraber gizil başka tutum ve taktiklerin tarihsel genişleme gerçekleştirildiğinde düşünülmesi son derece makuldür. Diğer türlü bir Ömer'in mitolojik bir etkiyle ele alındığı çok açıktır. Özel'de Waldo Sen Neden Burada Değilsin (2007) adlı eserinde Che ve Fidel Castro arasındaki tercihini, mitolojik kurguyu dışlayarak inşa edici vasfıyla Castro'dan yana kullanır (2007: 57). Bu bakımlardan, Özel şiirinde tebarüz eden ve üzerinde düşünülen “öfke”nin, Özel'den beklenen poetik ve düşünsel uzama varamadığını söylemek mümkündür. 4. Devrimci Bir Öznenin Muhasebe Mekânı Olarak Muş İsmet Özel, hayatındaki tüm açılım ve yönelimi şiir merkezli olarak yaşamıştır ve ilk şiir kitabından son şiir kitabına dek hayat-şiir serüveni hep söz konusu olmuştur (Tüzer, 2008: 135). Şairin askerlik dönemi, bu serüvenin bir parçasıdır. Zorlu bir yaşam ve kavgacı kişiliğin şiirine yansıdığı İsmet Özel, 1967 yılının Ekim ayında askerlik durum belgesi almak için gitmiş olduğu askerlik şubesinde beklenmedik bir şekilde askerliğe alınır ve tam yirmi dört ay askerlik yapar. Bu dönemde şairin adresi, sırayla Sivas, Konya, Elazığ ve Muş'tur. On sekiz ayla askerliğinin çoğunu Muş'ta geçirir (Tüzer, 2008: 46). “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirini Özel, 1968 yılında askerliğini yapmak üzere Muş'ta bulunduğu sırada yazmıştır (Özel, 1993: 144). Bunu, şiirin bazı göndermelerinden de anlamak mümkündür. Şiir, 1969 yılının Ocak ayında, Yeni Dergi'nin 52. sayısında yayımlanır (Tüzer, 2008: 590). Ayrıca şair, söz konusu şiirin de içinde olduğu Şiir Sanatı, Papirüs, Yeni Dergi ve Halkın Dostları gibi dergilerde yayımladığı on dört şiirini, Evet, İsyan adıyla kitaplaştırır (Tüzer, 2008: 146). “Evet, İsyan”, şairin ikinci kitabıdır. Dolayısıyla “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, şairin ilk şiirleri arasında yer alır. İsmet Özel'in yaşam tecrübesinde üç dönem oldukça belirgindir. Bu dönemleri fikri yönelimi çerçevesinde ele almak mümkündür. İlk zamanlardaki 102 düşünsel tercihlerini, daha çok sosyalist görüşlerden yana koyan Özel, daha sonra İslâmî tercihlerin belirlediği bir düşünsel yönelme yaşamış ve en nihayetinde bu yöneliminden bağımsız düşünülemeyecek milliyetçi tezler ortaya koymuştur. Bu, onun şiirle olan ilişkisini de belirleyecek önemli bir durumdur. Çünkü Özel'de şiir ve hayat, bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Şairin şiirlerine bakıldığında, İbrahim Tüzer'in belirlediği şekilde altı safhayı görmek mümkündür (2008: 136-137). Bu safhalar başlıklar halinde şunlardır: “Serbest bırakılan zihin: Şiire başlaması, ilk şiirler ve Geceleyin Bir Koşu / 1954-1965”, Gırtlaktan taşan şiir: Evet, İsyan / 1965-1970”, Geçiş sürecinin işareti: Cinayetler Kitabı / 1971-1975”, 'Yeni Hayat'ın içinden verilen poz: Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar / 19811993”, Yarım kalmış bir metin: Bir Yusuf Masalı /1993-1999” ve “Kırılan kalp, 'azalan yaratıcı güç': Of Not Being A Jew /2003-2006” “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, şairin ikinci safhası içinde yer almaktadır. Dolayısıyla şairde Evet, İsyan, Tüzer'de ise “gırtlaktan taşan” şeklinde karşılıklar bulmaktadır. Tüzer, şairin, “Partizan” şiiriyle yeni bir safhaya geçtiğini, ilk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu dolduran bireysel duyarlılıkla kaleme alınan şiirlerin dışına çıkarak toplumsal şiire yöneldiğini söyler (2008: 146). Ayrıca, şairin, şiirlerinde ben'inden hareket ettiğini ve bu ikinci safhayla ben'inin bu seferki dayanağının çocukluğu ya da geçmiş yaşantılara ait birtakım anılar değil, bizzat içinde yaşanılan hayatın kendisi olduğunu ileri sürer. “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirine bakıldığında, zor bir coğrafya olarak Muş, şairin askerliğin vermiş olduğu sıkıntılar ile hayatın kendi zorluklarının örtüştüğü bir kullanım içerisindedir. Bu durum şairin, ideal olan için bir muhasebe içine girmesine olanak sağlamış ve şiirde ideal iç dünya ile reel dış dünyanın çatışması söz konusu olmuştur. Ahmet Örs'ün haklı tespitiyle, şairi, çalkantılı bir dünyanın ortasından “kapı kulunun rezil tel örgüsü” içine hapseden hayatın, bu eşsiz ovanın şaşırtıcı oyununu, oyun dengesi belki de iyice sarsılmış dünyasına bir armağan olarak sunduğu gözlerden kaçmayacaktır (2009: 5). Şiiri, “sağlam bir kalkan” olarak gören Özel, şiirin düşünsel kararlığını pekiştirdiği üzerinde durur (2007: 80). Şiir, birçok dönemde şair için kurtarıcı bir rol üstlenmiştir. Şairin, “yolumun her durağında, yürüdüğüm mesafenin, göze aldığım mesafe yanında kısa kaldığını anlayacak bir hazırlığım vardır” sözünün bu şiir için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Muş, askerliğini yaptığı bir yer olarak şairin bahsettiği duraklardan biridir. Şair, sonu gelmez fikri rahatsızlıklarının fakülteyi bırakmasına, askere alınmasına, hem politik alanda hem şiir sebebiyle ilintili olduğu kişilerle arasına bir mesafe koymasına sebep olduğunu söyler (Özel, 2007: 67). Bu mesafeliliğin askerlik döneminde de sürdüğü ve şairin arayışlarının, fikri bir muhasebe içerisine girmesinin nedeni olduğu görülmektedir. Zor bir coğrafya olarak Muş'un, şairin yaşadığı fikri zorluklarla kesişim yaşadığı nokta burasıdır. Bu açıdan, şiirde ortaya konan muhasebenin, şairin ifade ettiği “yolun ileride kalan kısmıyla ilgilenmek” amacıyla gerçekleştiği bütüncül bir okuma sonrasında rahatlıkla görülmektedir. 103 Şiir, dural bir yapıda “dışarıdaki yağmur”a dair izlenimci bir aktarımla başlar. Durum tespitlerinin yer aldığı şiirde şair, şiirsel söylenin öznesi olarak bir muhasebe içindedir. Bu muhasebe, “yağmur”un kendisine ettiklerinden haberdar olduğu bir duruma işaret etmektedir. Şair için yeni bir arayışın ilk vuruşları aşağıdaki dizelerde belirir: “1. bütün renklerimi siliyor dışardaki yağmur derin bir bıçak izi olduğum için artık beyaz bir yumruk gibi kaldım diye hayatın karşısında bütün kurnazlığımı siliyor dışardaki yağmur. …” (Özel, 1993: 78). Tüzer'e göre, bu ilk bölümde hayat “dış” (renkli) tır, şairin kendisi ise “iç” (beyaz) tir. Yağmur yağdıkça hayattaki renkler dağılmakta ve hayat ile şairin içi arasında bir benzeşim gerçekleşmektedir (2008: 266). Muş'a veya tabii özelliklerine dair belirgin bir kullanımın burada yer aldığı söylenemese de, bu ilk bölümün sonraki mekânsal göndermeler için bir başlangıç olduğu söylenebilir. Özellikle “dışarıdaki yağmur”un, şairin mekânsal seyre iştirakini sağlayan önemli bir alıcı olduğu görülmektedir. Şiirde mekânın ve yaşanan tabii olayların, şiirsel anlatımı başlatması bu şekilde vuku bulmuştur. Ali İhsan Kolcu, anlatımcılığı “sanatçının iç dünyasına, ruhuna açılan bir pencere” olarak görerek dış dünya, doğa ve çevrenin sanatçıya etki ettiğini, onun ruhunun biçimlenmesine katkıda bulunduğunu ileri sürer (2008: 91-92-93). Bu belirlemenin, yukarıdaki dizeler için de söz konusu edilmesi mümkündür. Burada dışsal etkinin şiirde belirleyici bir rolde olduğu söylenebilir. Karşıt bir duruma, Moran'ın biyografik eleştiri kapsamında dile getirdiklerinde rastlıyoruz. Moran, bu yaklaşımı benimseyenlerin “eserin gerçek anlamı yazarın kafasında düşündüğü, tasarladığı, dile getirmek istediği anlamdır” şeklinde düşündüklerini belirtir (2012: 132). Dolayısıyla içsel etkinin ön planda tutulduğu görülmektedir. Her iki belirleme doğrultusunda söylenecek olunursa, Özel ve Muş arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Fikri rahatsızlıkların yoklamalar, belirlemeler ve kararlılığa dönüştüğü bir seyrin hâkim olduğu şiir, Muş ve görüngüleri üzerinden şairin muhasebesinin devamına tanıklık etmektedir. Çünkü sonda söylenecek olan “beyaz bir şiir için artık / tüfeğimi doğrultuyorum” dizeleri, yeni bir zamana kapı aralamanın kararlılığına odaklanmıştır. Bu odaklanma, reel duruma karşı verilmesi gereken mücadeleyi mümkün kılacaktır. Fakat savaşımın verilmesindeki buruk tat gizlenemeyecektir: “… 8. kirpiklerimin ucundaki bulutlar muş'ta güzün artık son kelimeleridir yüzümde serin soluğunu duyuyorum dünyalı meleklerin kar düşmeye başladı tepelerimize beyaz bir şiir için artık 104 tüfeğimi doğrultuyorum.” (Özel, 1993: 85). Muş'ta hayat bulmuş bu son dizelerde, Ataol Behramoğlu'yla beraber ülke şiirine açtığı savaşın işaretlerini görmek mümkündür. Bu savaş, Halkın Dostları dergisi hakkında verdikleri bir röportajla ilan edilir (Kalkan, 2010: 108). Özel, bu röportajda “Bize kaynaklık edecek şeylerin başında halkımızın değerleri gelmektedir.” şeklinde bir beyanda bulunur (Kalkan, 2010: 112). Bu bakımdan, ortaya konacak çabanın kış mevsimiyle çetin bir görünüm kazanması ile beyaz renk üzerinden umudu imlemesi oldukça önemli bir kullanım olarak kaydedilmelidir. İsmet Özel, eğilmiş olduğu medeniyet mevzuu bağlamında şehre dair bilindik yüceltmeler veya olumlamalar karşısında farklı bir düşün ortaya koymuştur. Bu, onun şehre olumsuz bir bakış yöneltmesiyle sonuçlanan bir durum oluşturmuştur. Bu yüzden erken dönem şiirlerinden başlayarak şehir imgesi İsmet Özel'in şiirinde hep olumsuz çağrışımları barındırır (Tural, 2010: 1350). Fakat bu olumsuzluğa mukabil, şehrin, şairin poetik malzemesi olarak şiirlerinde bu kadar fazla yer etmesi de düşünülmesi gereken bir husustur. Erbain'de mekânın önemli bir yer tuttuğunu belirten Mehmet Zeki Çıraklı, özellikle şehrin belirginliği üzerinde durur (2006: 112). Ona göre Özel, Erbain'de, dağı olumlayan bir seyir ortaya koysa da, mücadele veren anlatıcı şehirlidir ve bu mücadeleyi şehirde vermektedir (2006: 113). Bu nedenle Özel şiirinin şehirle ilişkisi, karşıtlığın kuruculuk etkisi bağlamında düşünülmelidir. Bu açıdan, şiirin düşünceyle değil, kelimelerle yazıldığını varsayan bir anlayışın, kelimelerin estetik potansiyellerini merkeze alarak şiirde kuruculuk rollerini ön plana çıkarması muhtemeldir. Buna göre şehrin, olumlanmasa da, Özel şiirini ayakta tutacak önemli etkiler gösterdiğini söyleyebiliriz. Nitekim “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirinde, şairin şehre dair olumsuz sayılabilecek düşüncelerinden ziyade, reel durumun kendisine yaşattığı zorluğun ön plana çıkarıldığı görülür. Bu zorluğun şiire kattığı tat, mücadeleci şiir anlayışının estetik boyutuyla ilgilidir. Bu yüzden Muş'un, tabii özellikleriyle şaire adeta bir sunuda bulunduğu söylenebilir. Ayrıca, Muş'un burada bir kent olmaktan çok, dönemin olumsuzluklarını taşıyan bir taşra şehri olduğu unutulmamalıdır. Bu belirleme, şairin medeniyet eksenli olumsuz şehir algısı ve anlayışının bu şiir ekseninde Muş için geçerli olamayacağını göstermektedir. Bakir, çetin ve bir o kadar da anlam yüklü olan Muş, şairin çalkantılı dünyası ve arayışları için adeta bir elbisedir. Ova, sis, dik bayırlar, Zülküf, Zülküf'ün anasının… bu hissin yüklenicileri olduğu görülmektedir. Muş, dik bayırlı dağların eteğinden ovaya doğru yayılan bir şehirdir. Bu bayırlarda üzüm bağları bulunmaktadır. Muş'un herhangi bir noktasından bakıldığında, bu dik bayırları görmek mümkündür. Bu yüzden Örs, “Dik bayırların üstündeki bağlar” mısrası, şair için zor olmayacak bir “geliş”le söylenmiştir şeklindeki bu ifadelere yer verir (2009: 4). Bu mısralara odaklandığımızda, şiirin arka planında yatan çetin durumun Muş'un “dik bayırlar”ı ve “gökgürültüsü” ile ilişkilendirildiği görülür. “Kızıl, kahverengi, ıslak yapraklar”ın, “titrek öpücükler gibi” kendini “gökgürültüsüne doğru serme”si, masumiyetin tehlikeye duçar 105 kalması anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır. “Muş'un ve mezarlığın uğultusu”, yaşanmış ya da yaşanacak olan ölümler üzerinden geleceği düşünülen kıyımı hissettirmektedir. “Kargalar” uzun yaşamlarıyla şiirde kötü durumlar için önemli bir tanıktır. Ayrıca şairin burada, Âdem'in çocuklarından Kabil'e bir göndermeyle ölümü imleyip imlemediği tartışılabilir. Bu zor durum, Muş gibi mekânlarda hayatın devamı ve akışı anlamına gelen “çorap örmek”le ilişkilendirildiğinde, Zülküf'ün anası “dağlı kadınlardan uzakta”, içli bir hal içindedir. Çünkü ölüm haberi ya da tedirginliği, bu sınanmanın ağırlığını kendisine hissettirmektedir. “Evine bir kumru tadı bırakarak” dizesi ise, “kumru”ya odaklanmamız gerektiğini göstermektedir. Kumru, eşi öldükten sonra eşleşmeyen ve yuvayı tek başına bekleyen bir kuştur. Dolayısıyla Zülküf'ün anası, evden uzaklaşmış ya da ölmüş eşinin veya birinin yokluğuna katlanmaktadır. Bu yüzden normal hayat akışı içerisindeki çatışmanın, zorluğun adresi olarak belirmektedir. Örs, bir arkadaşından hareketle, şiirde geçen Zülküf'ün şair gibi solcu, hareketli bir adam olduğunu ileri sürer (2009: 5). Zülküf'ün anasının da, siyasal süreçlere tutsak oğlu üzerinden yeni bir dert sahibi olmasının yeni bir dönemi işaret ettiğini belirtir. “Evet, İsyan” şiirinin “vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa/zülküf de vursun” (Özel, 1993: 96) dizlerinde de “Zülküf” geçer. “Zülküf”ün burada da belli bir misyonu destekler konumda olduğu görülür. Dolayısıyla Muş'ta, şairin kendisiyle özdeşlik kuracağı kişiler bulunmaktadır: “… 2. dik bayırların üstündeki bağlar titrek öpücükler gibi yapraklarını kızıl, kahverengi, ıslak yapraklarını gökgürültüsüne doğru sermektedir kargalar muş'un ve mezarlığın uğultusunu tartarken kanatlarıyla çoktan çorap örmeye başlamış dağlı kadınlardan uzakta evine bir kumru tadı bırakarak zülküf'ün anası düşünmektedir. …” (Özel, 1993: 79). “… 3. güzdür ama avanti popolo şarkısı değildir bir ağızdan günler ellerimi sildiğim birer üstüpüdür buralarda kapıkulunun rezil tel örgüsü içinden ve şakrak dostlarımdan uzakta. …” (Özel, 1993: 80). Yukarıdaki dizelere baktığımızda, şiirde güz mevsiminin önemli bir yer tuttuğu görülür. Bu öneme Özel'in diğer şiirlerinde de rastlamak mümkündür. Çıraklı'ya göre güz, Erbain'de önemli bir zaman olup genel olarak özlenen hasat mevsimine (gelecek) işaret eder (2006: 114). Dolayısıyla olumlanan bir kullanıma 106 sahiptir. Fakat “güz” ve “avanti popolo şarkısı”nın “bir ağızdan” söylenişi “ama” bağlacıyla ayrılmaktadır. Bu, şiirde değişen ve yeni bir zamanı işaret eden önemli bir kırılmadır. Ayrıca “hep bir ağızdan” söylenme durumu, yerini yalnızlığa ve “zor zaman”a bırakmıştır. İçinde olunan zaman, devrimci ruhun silikleştiği ve anlamsızlaştırdığı bir zaman olarak “günlerin ellerini sildiği bir üstüpü” olarak mekâna yansır. “Buralarda” geçirdiği zaman “kapıkulunun rezil tel örgüsü içinden / ve şakrak dostlardan uzakta” bir zamandır. Hem zorlu bir süreci hem de muhasebeyi dayatan bir halde şair, zaman ve mekânın nabzını tutmaktadır. Dolayısıyla “Muş” ve “güz”, şairin devrimci duygularının, içinde olduğu durumun özetleyici iki kavramı olarak bizleri karşılamaktadır. Dostlarla geçirilen günlere bir özlemin de aktarılmak istendiği bu dizeler, şair yalnızlığının ve acısının göstereni olarak okunabilir. Acının, bir tür şiirsel arzu olarak bulduğu karşılık, edebi çerçeve için oldukça anlamlıdır. Dolayısıyla bu dizeler için bunu da söylemek mümkündür. Zihni bir faaliyet olan düşünme, insanda bir takım gerekler üzerine gerçekleşir. Bu, kimi zaman bir durumla ilgili sonuç, kimi zaman da bir sonuca ilişkin konum elde etmek için söz konusu olur. Her iki halde de zihni bir hareketlilik ve akışkanlık vardır. Özel'in bu tarz bir düşünsel mücadeleye giriştiği mekânlardan biri Muş'tur. Aşağıdaki dizelere, bu gözle baktığımızda önemli ipuçlarının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Taşrada, “şakrak dostlardan uzakta” olmanın getirdiği bir gözlem ve gerçeklik durumu, şairin farklı duygu ve düşünceler içine girmesini mümkün kılmıştır. Şairin yalnızlığının, mekânın kuruluğu ve yavanlığıyla gün yüzüne çıktığı bir muhakemeyi, aşağıdaki dizelerden okumak mümkündür: “… 4. Şayaktan bir sabah örtüsü takılıyor aklıma kağnılar ve mali sermaye üstüne düşündüklerim halkın alkışlarıyla kuracağı dünya üstüne düşündüklerim ve artık sarışın olmayan gövdemi dünyaya bulayan sevgilim sarışın yapraklarıyla dökülüyor aklıma. …” (Özel, 1993: 81). “Şayaktan bir sabah örtüsü”nün bütün taşralılığıyla, şairin düşünü kurduğu ideale dönüşümünün zorluğu kendini dayatır. Çok önceden birikmiş ve gerçekleşmesinin güç olduğu bir ekonomik değişimin, kendini dizelerde şiir hüznü ve burukluğuyla hissettirdiği gözlerden kaçmaz. Bu, Özel'in, devrimci bir düşünür olarak reel durumu sürekli gözeten ve yanlış bir pozisyona düşmeme hesabı olarak görülebilir. Ayrıca şair, Tüzer'in belirttiği üzere, bu şiiri nişanlıyken yazmıştır ve bu durum şiire cinsel bir gönderme şeklinde sirayet etmiştir (2008: 207). Nişanlılık kararını, kendi düşünsel mücadelesini yönlendirecek bir girişim olarak şairin çatışmalar içersine girmesine neden olacak şekilde okumak mümkündür. Çünkü “kağnılar ve mali sermaye üzerine düşündükleri”ne, bir de “artık sarışın olmayan gövde”sini dünyaya, yani devrimdışılığa bulayan bir sevgili vardır. Muş'ta bir güz 107 mevsiminin baskın bir şekilde gözü doldurduğu sarı rengin, sarı saçlı sevgiliyi andıracak bir geçiş sağlaması bu nedenledir. Muş'un en önemli tabii özellikleri bu şiirde geçmektedir. Bu yüzden şiiri, mekânsal açıdan ele almanın okuru veya eleştirmeni önemli bulgulara ulaştıracağı söylenebilir. “Sis”, “yamaç” ve “ova”nın ilk iki dizede güçlü bir karşılık barındırdığı görülmektedir. “Sis”teki hareket unsurunun, “yamaç” gibi zorluk yüklü bir kelimeyle “ayaklandırma”/isyan kurgusu içinde düşünülmesi; yine “sis”le “böğür”lerdeki “ova”nın “çalkalanıyor” olması, devrimci bir özne olarak şairin şiiriyet atfettiği mekânın ön plana çıkmasını sağlamaktadır. Muş ve tabii özellikleri olan “sis”, “ova” ve “yamaç”ın burada güçlü mimetik bir kullanım bulduğu görülmektedir. Bu yüzden mekân üzerinden bir mümkünlük durumu gözetilmekte ve bu çaba hem düşünsel bir konum hem de şiirsel bir malzeme ortaya çıkarmaktadır. Özel'in şiir ve düşünce arasında kurduğu bağlam, burada güçlü bir şekilde hissedilebilir: “… 5. Sis sanki ayaklandırıyor yamaçları sisle çalkanıyor böğrümüzdeki ova bana çarpıp kırılıyor mahpusluk düşüncesi ben güya şiirler yazdığım için mahpusmuşum mahpus olduğu için şiirler yazarmış Ho amca. …” (Özel, 1993: 82). Muş'un bir şiir mekânı olarak tabii özelliklerinin güçlü karşılıklar barındırdığı ifade edilmişti. Bu güçlülüğün, Muş'un şiire söylem düzeyinde zemin hazırlayan bir mekân oluşuyla gerçekleştiği söylenebilir. Başka bir açıdan, Muş'a dair farklı çıkarımlar içine girilmesi mümkündür. Yavan, kuru, uzak bir yer olarak Muş, şiirde düşünsel ve siyasal durumun zor tarafını temsil etmektedir. Fakat yer yer de bu zorluğun aşılması yönünde şehre bir yüceltme kazandırıldığı görülmektedir. Bu açıdan olumlu-olumsuz bir kurgu içersinde, anlam belirleyici mekân parçalarına rastlamak mümkündür. Muş'un halk nezdinde “gariban” olduğuna dair bir yaklaşımın olduğunu söyleyen Örs, bu şiirde geçen “karga, bağlar, ova ve ovanın etrafındaki dağları ayaklandıran sis”le, bu garibanlığın yerini sonsuz bir heybete bıraktığını ifade eder (2009: 5). Aşağıdaki dizelerde ise Muş, olumsuz bir tablo içersindedir. “Güz güneşi” “toprak damlara değ”mekte ve bu “nafile” olarak görülmektedir. Çünkü güz, Özel'de olgunlaştırıcı ve tamamlayıcı bir dönem (Çıraklı, 2006: 114) olmasına rağmen, etki gösterdiği yüzey “toprak damlar”dır ve bu çoraklığı artırmaktadır. “Yaşanılan”ın “Nafile bir zamanın takvimi” olarak görülmesi bundandır. Bu yüzden şairin içinde bulunduğu zaman için, amaçsızlık, hiçlik hissi, Muş'ta “güz güneşi” ve “toprak damlar” üzerinden söz konusu olmaktadır. “Çekiç örse var gücüyle vurmazsa neye yarar / Partizan varlığımı dünyaya çakmadıkça” dizeleriyle bu hiçliğin devam ettirildiği görülür. Dördüncü kıtada yer alan “Günler ellerimi sildiğim birer üstüpüdür buralarda” dizesi de benzer anlama sahiptir. Ayrıca “sabahın bekâreti karşısında kargalar” dizesi de, aynı koşutluk içerisindedir. Bu koşutluğu sağlayan bir unsur 108 olarak “karga”nın, mekânsal bir karşılığa sahip olduğu görülmektedir. Çünkü Muş, halkın dilinde kargasının bol olduğu bir şehir olarak bilinmektedir. Muş'un neyle hatırlanacağı sorusunun cevabını Ahmet Örs, “ova”, “karga” ve artık “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri olarak vermektedir (2009: 4). Yine bu son dizeye ilişkin olarak şairin muhalif duruşuyla çığırtkan “kargalar” arasında ince bir ilişkinin varlığından bahsedilebilir. Bu, şair için bir temkin durumu oluşturmuştur. Ayrıca, küçüklüğünde karga beslemiş bir çocuk olan Özel (Kalkan, 2010: 32)'de kargaya dair gözlemlerin Muş'la tazelendiğini düşünmek mümkündür. Şiirin farklı anıştırmalar ve göndermelerle çoklu okumalara kapı aralayan bir metinsellik içerdiği düşünüldüğünde, bu anlamlara varmak mümkündür: “… 6. Nafile bir zamanın takvimidir güz güneşi toprak damlara değince yaşanılan çekiç örse var gücüyle vurmazsa neye yarar partizan varlığımı dünyaya çakmadıkça sabahın bekâreti karşısında kargalar. …” (Özel, 1993: 83). Şiirin yedinci bölümünde, devrimci duygunun ve düşüncenin kendini yokladığı ve verilen sözler ve ortaya konan çabalarla bir kararlılığın söz konusu edildiği görülmektedir. Bu açıdan bu bölümde, şiirin mekânı olarak Muş'un temsiliyetine ilişkin herhangi bir durum yoktur. Fakat şiirin varlık bulmasının en önemli etkenlerden birisini, şairin söz konusu ideolojik bilenmişlik durumunun oluşturduğunu belirtmek gerekir. İsmet Özel'in, modernizmin önemli itici güçlerinden ve aynı zamanda sonuçlarından biri olan kapitalizmi, kapitalizmin toplumda yarattığı sınıf farklılıklarını, bu farklılıklar sonucu ezilenler sınıfının oluşmasını, modernliğin getirilerini insanlığın aleyhine kullanan zihniyeti kabullenmediğini, tüm bunlara başkaldırdığını belirten Sevda Geçen, bunların Özel şiirlerinde eleştirel söylem ve mücadeleyi imleyen bir başkaldırıyla aşılmaya çalışıldığını söyler (2012: 1217). Geçen'in ayrıntılı şekilde sıraladığı Özel karşıtlığının, bu şiirde oldukça belirgin olduğu söylenebilir. Muş'un, bu dizelerde ismen geçmese de, bir mekân olarak bu karşıtlığı doğuran, besleyen bir etki gösterdiği açıktır. Şiirde son kıta, zamanı da, mevsimi de kapatan ve her şeye rağmen ideal olan şiirin aranması gerektiğine hükmeden bir içeriğe sahiptir. Şair için ideal olan şiir, ideal olan hayattır. Bu, o zamanda, şair için Muş'ta beliren bir gerçekliktir. Bu nedenle mekânın zamanla olan kopmaz ilişkisini aşağıdaki dizelerde görmek mümkünüdür. Zaman, mekân ve ideolojinin güçlü bir şekilde mezcolduğu bu şiire, Özel'in şiiri yüceltişi de dâhil olmaktadır. Yüceltilen bu şiir, “beyaz bir şiir”dir: “… 8. Kirpiklerimin ucundaki bulutlar Muş'ta güzün artık son kelimeleridir yüzümde serin soluğunu duyuyorum dünyalı meleklerin 109 MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ kar düşmeye başladı tepelerimize beyaz bir şiir için artık tüfeğimi doğrultuyorum. …” (Özel, 1993: 85). Kış ve sonbahar arasındaki geçişgenliğin Muş'ta çok kısa olduğunu belirten Örs, şairin bu son dizelerde geçen “beyaz bir şiir için tüfeğini doğrultma”sını, kışın sessiz beyazının içindeki okyanusu biçimlendirmesine bir karşılamayı haber vermek olarak yorumlar (2009: 6). Güz sonrası beklenen kış, “karın düşmeye başlaması”yla yeni bir duruma işaret eder. Buruk bir mevsim olan güz ile uzak bir mekân olan Muş'un, devrimci bir şairin kaleminden hem bir muhasebeye hem de bir kararlığa dönüşmesi açısından bu dizeler oldukça anlamlıdır. Özel'in başka şiirlerinde de kar, benzer ilişkiler içersinde düşünülmüştür. “Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm” (Özel, 1993: 45), “Kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum” (Özel, 1993: 69) dizelerini, diriltici etkiyi aramak olarak görmek mümkündür. Kelimelerin şiirsel düşünme içersinde kurduğu ilişkilerin somutlaştığı bu örnek dizelerin, özellikle mekâna dair gözlemlerle gerçekleştiği açıktır. Bu açıdan “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, zaman ve mekân vurgusu güçlü bir şiir olarak görülmelidir. Bu şiirin mayalanmasında Muş ve tabii özellikleri önemli bir kullanım alanı bulmuştur. 5. Sonuç “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, İsmet Özel'in ilk dönem şiirleri arasında yer alır. Bu şiirde şairin, zaman ve mekân kullanımları çerçevesinde devrimci düşüncenin olanaklarına odaklandığı görülür. Güz mevsimi, Muş ve tabii özellikleri şiire bu anlamda önemli katkılar sunar. Bu bakımdan devrimci bir özne olarak şairin yanında, Muş'un da poetik kurguyu sağlayacak bir rol aldığı görülür. Böylece Muş ve tabii özelliklerinin, şairin içinde bulunduğu durumu ve varmak istediği ideali dillendirecek bir imkân oluşturduğunu söylemek mümkündür. Şair, bu anlamda tam bir muhasebe içerisindedir. Söz konusu muhasebenin yapıldığı bir edebi eser olarak “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirine, mekân merkezli bir yaklaşım sergilendiğinde, Muş'un estetik karşılıklara sahip olduğu görülmektedir. Bu durumun, “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri özelinde, şair İsmet Özel ve Muş arasındaki karşılıklı ilişkiyi ortaya çıkarması açısından önemi büyüktür. 110 KAYNAKÇA Arslanbenzer, Hakan (2012), Neo-Epik Şiir, Okur Kitaplığı, İstanbul. Çıraklı, Mustafa Zeki (2006), “Şiir Versus Anlatı: Erbain'de Mekân, Zaman, Kahraman”, Hece, Y.10. S. 113, Ankara. Emre, Ali (13 Temmuz 2008), “Matarasına Sürekli Tuz Ekleyen Adam: İsmet Özel”, http://www.haksozhaber.net. Geçen, Sevda (2012), “İsmet Özel Şiirlerinde Başkaldırı / Modernizmin Yozlaştırdığı Düzene Başkaldırı”, Turkish Studies International Periodical Forthe Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/3. Kalkan, Reşit Güngör (2010), Ben İsmet Özel Şair…-Bir Portre Denemesi-, Okur Kitaplığı, İstanbul. Kolcu, Ali İhsan (2008), Edebiyat Kuramları Tanım-Tenkit-Tahlil, Salkımsöğüt Yayınları, Ankara. Moran, Berna (2012), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul. Narlı Mehmet (2007), Şiir ve Mekân, Hece Yayınları, Ankara. Örs, Ahmet (2009), “İsmet Özel'in “Muş'ta Bir Güz İçin Prelüdler” Şiiri”, Tasfiye, Y.5, S.20, Tokat. Öz, Asım (17 Mayıs 2008), “İsmet Özel Dosyasında Bir Şeyler Anlatılıyor mu?” http://www.haksozhaber.net. Özel, İsmet (2007), Waldo Sen Neden Burada Değilsin, Şule Yayınları, İstanbul. Özel, İsmet (1993), Erbain Kırk Yılın Şiirleri, Çıdam Yayınları, İstanbul. Tural, Secaattin (2010), “İsmet Özel Şiirinde Şehir Algısı”, Turkish Studies International Periodical Forthe Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 5/1. Tüzer, İbrahim (2008), İsmet Özel Şiire Damıtılmış Hayat, Dergâh Yayınları, İstanbul. Yusuf, Selahattin (2005), Bir Masal İsmet Özel'i, Şule Yayınları, İstanbul. 111 TBMM'DE MUŞ MİLLETVEKİLLERİ [1923-1943]: BİYOGRAFİK BİR DENEME Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Muş Alparslan Üniversitesi FEF Tarih Bölümü Özet Türkiye'de parlamento tarihi, siyasal elitler ve seçimler üzerine çok kıymetli çalışmalar yapılmışsa da aynı konularda lokal düzeyde yeterli çalışmaların yapıldığı pek söylenemez. Bu çalışmada, söz konusu alanlara lokal düzeyde bir katkı sağlamak gayesiyle, 1923-1943 dönemi seçimlerini Muş milletvekilleri örnekliğinde ele alacağız. Esasında bu çalışmada, 1923-1943 yılları arasında TBMM'de Muş'u temsil eden milletvekillerinin biyografileri ortaya konmaya gayret edilecektir. Çalışma, Muş milletvekillerinin biyografilerine yoğunlaşmakla birlikte Muş milletvekillerinin yerellik, eğitim ve meslek gibi sosyo-ekonomik profillerine de odaklanacak ve böylece tek partili dönem boyunca Muş'u temsil eden milletvekillerinin Muş'u ne kadar temsil ettikleri de masaya yatırılacaktır. Ancak, çalışmanın daha iyi anlaşılabilmesi için dönemin milletvekili seçimleri ile milletvekili adaylarının belirlenmesi hakkında genel bilgi vermenin daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmanın birinci bölümü, tek partili dönem seçimleri ve milletvekili adaylarının belirlenmesi konusuna ayrılırken, ikinci bölümü ise esas konumuz olan Muş milletvekilleri konusuna ayrılacaktır. Kısacası bu çalışma, bir nebze de olsa, bir taraftan tek partili dönemin seçimler ve adaylar bağlamında siyasal biçimlenişini, diğer taraftan Muş milletvekillerinin sosyo-ekonomik profilini daha yakından tanıma gayretinin bir ürünü olarak kaleme alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Tek Partili Dönem, TBMM Seçimleri, Muş Milletvekilleri. 112 1. Giriş İmparatorluk bakiyesi üzerine kurulan Cumhuriyet Türkiye'sinin temelleri 23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılması ile atılmıştır. Kuşkusuz, TBMM'nin açılması Türkiye siyasi tarihinde önemli bir kilometre taşı olup, Birinci TBMM 1923 yılına kadar çalışmalarını sürdürmüştür. Aynı yıl Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası adıyla partileşmiş ve ikinci dönem TBMM seçimlerini gerçekleştirerek Cumhuriyet'i ilan etmiştir. Fırka, Cumhuriyet'in ilanından sonra Cumhuriyet Halk Fırkası, 1935 yılında yapılan dördüncü kurultayda ise Cumhuriyet Halk Partisi [CHP] adını almıştır. 1923-1946 yılları arasında Türkiye'de mevcut tek siyasi parti olan Cumhuriyet Halk Partisi ve onun hükümetleri bulunduğundan söz konusu dönem “Tek Partili Dönem” olarak adlandırılmaktadır.1 Bu dönemde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası [TCF] ve Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF] deneyimleri gerçekleşmişse de, CHP'nin kendi iktidarını pekiştirme adına mezkûr iki partiyi kapattığı bilinmektedir. Söz konusu iki partinin kapatılması Türkiye demokrasisi adına önemli bir kayıp olmanın yanı sıra otoriter tek parti iktidarının pekişmesine de büyük ölçüde katkı yapmıştır. Türkiye tarihinde TCF deneyiminden ancak yirmi iki, SCF deneyimden ise on altı yıl sonra, CHP'nin dışında bir partinin kurulmasına izin verilmiştir. 1946 yılında Demokrat Parti [DP]'nin kurulmasıyla Türkiye, Cemil Koçak'ın yerinde tanımlamasıyla iki partili hayata geçebilmiştir.2 Türkiye'de parlamento tarihi, siyasal elitler ve seçimler üzerine çok kıymetli çalışmalar yapılmışsa da aynı konularda lokal düzeyde yeterli çalışmaların yapıldığı pek söylenemez. Bu çalışmada, söz konusu alanlara lokal düzeyde bir katkı sağlamak gayesiyle, 1923-1943 dönemi seçimlerini Muş milletvekilleri örnekliğinde ele alacağız. Esasında bu çalışmada, 1923-1943 yılları arasında TBMM'de Muş'u temsil eden milletvekillerinin biyografileri ortaya konmaya gayret edilecektir. Çalışma, Muş milletvekillerinin biyografilerine yoğunlaşmakla birlikte Muş milletvekillerinin yerellik, eğitim ve meslek gibi sosyo-ekonomik profillerine de odaklanacak ve böylece tek partili dönem boyunca Muş'u temsil eden milletvekillerinin Muş'u ne kadar temsil ettikleri de masaya yatırılacaktır. Ancak, çalışmanın daha iyi anlaşılabilmesi için dönemin milletvekili seçimleri ile milletvekili adaylarının belirlenmesi hakkında genel bilgi vermenin daha doru olacağını düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmanın ilk bölümü, tek partili dönem seçimleri ve milletvekili adaylarının belirlenmesi konusuna ayrılırken, çalışmanın ikinci bölümü ise esas konumuz olan Muş milletvekilleri konusuna ayrılacaktır. Kısacası bu çalışma, bir nebze de olsa, bir taraftan tek partili dönemin seçimler ve adaylar bağlamında siyasal biçimlenişini, diğer taraftan Muş milletvekillerinin sosyo-ekonomik profilini daha yakından tanıma gayretinin bir ürünü olarak kaleme alınmıştır. 1Tek parti hakkında ilk ve mühim çalışmalardan biri için bkz. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması [1923-1931], [4. Baskı], Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2005. 2Konu hakkında geniş bilgi için bkz. Cemil Koçak, İkinci Parti: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları [1945-1950], c. I, İletişim Yayınları, İstanbul 2010; Cemil Koçak, İktidar ve Demokratlar: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları [1945-1950], c. II, İletişim Yayınları, İstanbul 2012. 113 2. Tek Partili Dönemde Seçimler ve Milletvekili Adaylarının Belirlenmesi Türk tarihinde ilk parlamenter rejim uygulaması 1876 yılında ilan edilen Kanun-i Esasi ile başlamış ve yapılan seçimler neticesinde Mebusan Meclisi açılmıştır. Ancak Mebusan Meclisi açıldıktan kısa süre sonra padişahın kararıyla kapatılmıştır. Uzun bir süre kapalı kalan Mebusan Meclisi 1908'de yeniden açılmıştır. Bu tarihten itibaren, 1908, 1911-Ara seçimler-, 1912, 1914 ve son olarak 1919 seçimleri olmak üzere toplam beş genel seçim gerçekleştirilmiştir.3 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgal edilmesi ve akabinde Mebusan Meclisi'nin kapatılması üzerine Nisan 1920'de yapılan seçimlerle Türkiye'nin ilk meclisi açılmıştır. Birinci TBMM 1 Nisan 1923'te 120 milletvekilinin imzaladığı bir önergeyle milletvekili seçimlerinin yapılmasını talep etmiştir. Bunun üzerine TBMM'ye verilen bir kanun teklifi ile seçimlerin yenilenmesine karar verilmiştir.4 3 Nisan 1923 tarihinde İntihabat-ı Mebusan Kanunu'nda bazı değişiklikler yapılmıştır. Yapılan değişikliklere göre her yirmi bin erkek nüfusun bir milletvekili seçmesi, seçme yaşının yirmi beşten on sekize indirilmesi ve birinci, ikinci seçmen ile milletvekili olmak için vergi verme şartının kaldırılması kararlaştırılmıştır. İki dereceli ve mutlak çoğunluk esasına göre yapılan seçimler Halk Fırkası adaylarının kesin zaferiyle sonuçlanmış, sadece Gümüşhane'den Zeki [Kadirbeyoğlu] Bey ile Eskişehir'den Emin [Sazak] Bey bağımsız milletvekili olarak TBMM'ye seçilmiştir.5 Şüphesiz, Türkiye demokrasi tarihi açısından 1923 seçimlerinin en önemli özelliği İkinci Grup'un tasfiye edilmiş olmasıdır. İkinci Grup'un tasfiye edilmesiyle birlikte ülkede hızla “otoriter bir tek parti yönetiminin” temelleri atılmıştır.6 Türkiye siyasal hayatında tek parti olarak CHP'nin bulunduğu 1923-1943 yılları arasında dört yılda bir olmak üzere toplam altı genel seçim yapılmıştır. Seçimler iki dereceli, açık oy-gizli sayım ve çoğunluk esasına göre yapılmaktaydı. Bu sistemde seçim gününe bir hafta kala, merkezden aday listeleri ilan edilir ve seçmenler de sonucu baştan belli olan adaylara oylarını verirdi. İki dereceli seçim sisteminde birinci seçmenler [müntehib-i evvel], yani halk, ikinci seçmenleri [müntehib-i sani] seçiyor; ikinci seçmenler de milletvekillerini seçiyordu. Ancak burada belirtilmesi gereken önemli bir husus şudur: İkinci seçmenler CHP üyesiydiler ve parti tüzüğü gereği parti üyelerine oy vermek zorundaydılar. Bu durumda yapılan, seçimden ziyade iki dereceli bir onaylamadan ibaretti. Mete Tunçay'ın “oybirlikli demokrasi” dediği bu sistemde milletvekilleri müttefikan 3Osmanlı dönemi seçimleri için bkz. Fevzi Demir, Osmanlı Devleti'nde II. Meşrutiyet Dönemi Meclis-i Mebusan Seçimleri 1908-1914, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2007. 4TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: I, c. 28, s. 283-293. 5 Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [1923-1946], İletişim Yayınları, İstanbul 2013, s. 35. 6Ahmet Demirel, Birinci Meclis'te Muhalefet İkinci Grup, [5. Baskı], İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s. 598. 114 [oy birliğiyle] seçiliyordu.7 Aslında iki dereceli seçim sistemi, genel oya duyulan güvensizliği yansıtmaktaydı.8 İki dereceli seçim sistemiyle ilgili önemli bir husus da, bu sistemde birinci seçmenlerin seçimlere katılımı çok düşük olduğundan seçimlere katılım oranı ikinci seçmenler üzerinden hesaplanıyordu.9 Tek partili dönemde yapılan seçimlerde bağımsız olarak ikinci seçmenliğe ya da milletvekilliğine soyunanların şansı yoktu. CHP'li ikinci seçmenler, partinin olur verdiği “müstakil” milletvekili adaylarına oy verebiliyordu.10Ancak tek partili dönemde ilk kez 1931 seçimlerinde bazı seçim bölgelerinde CHP dışında “müstakil” adaylar seçime girmiş ve milletvekili seçilmiştir. 1935 seçimlerinde de “müstakil mebusluk” uygulaması devam etmiştir. 1939 yılına gelindiğinde ise tek parti yönetimi, meclisi ve hükümeti murakabe etmek [denetlemek] amacıyla CHP'ye bağlı “müstakil” bir grup kurmuştur. “Müstakil grup”, 1939 ve 1943 seçimlerine girmiş, 1946'da çok partili sisteme geçilmesiyle kaldırılmıştır.11 Tek partili dönem boyunca genel seçimler dışında, vefat, istifa, milletvekilliğinin düşmesi ve benzeri durumlardan dolayı ara seçimler yapılmıştır. Tek partili dönemde milletvekili adaylarının belirlenmesi büyük bir önem arz etmekteydi. Tek partili dönem boyunca yapılan iki dereceli seçimlerde ikinci seçmenleri ve milletvekili adaylarını CHP genel başkanı belirlemekteydi. Alkan'ın dikkat çektiği üzere, bu durumda seçmene yüklenen tek misyon, seçimlere katılmak, sistemin meşruluğunu devam ettirmekti.12 Tek partili dönemde milletvekili adaylarında, “milliyetperver olması, beynelmilel cereyanlara aleyhtar olması, CHF'ye ve onun bütün prensiplerine, akidelerine, hareketlerine tam sadakat sahibi olması, Milli Mücadele'de bir lekesi olmaması, mütegallibe 7 Tek parti seçimleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [1923-1946], İletişim Yayınları, İstanbul 2013; Hakkı Uyar, “Tek Parti Döneminde Seçimler”, Toplumsal Tarih, S. 64, [Nisan 1999], s. 21-31; Cemil Koçak, “Parliament Membership during the Single-Party System in Turkey [1925-1945]”, [Erişim Tarihi: 12 Nisan 2011], European Journal of Turkish Studies [Online], S. 3, [2005], http://ejts.revues.org/index497.html; Mehmet Ö. Alkan, “Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, Mayıs 1999, ss. 48-61. 8 Mehmet Ö. Alkan, “Türkiye'de Seçim Sistemi Tercihinin Misyon Boyutu ve Demokratik Gelişime Etkileri”, Anayasa Yargısı Dergisi, c. XXIII, [2006], s. 153. 9Konu hakkında bkz. Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım [1923-1945], Gündoğan Yayınları, Ankara 1992. 10 Tek parti yönetiminin sona erdiği 1946 yılına kadar yapılan yedi genel seçimde seçilen 1.037 milletvekilinden sadece beşi Meclis'e bağımsız olarak girmeyi başarabilmiştir. Söz konusu beş kişi, 1923 seçimlerinde Gümüşhane'den seçilen Zeki Kadirbeyoğlu ile Eskişehir'den seçilen Emin Sazak; 1924-25 ara seçimlerinde Kayseri'den seçilen Zeki Karakimseli, Kırklareli'nden Şevket Ödül ve Bursa'dan [Sakallı] Nurettin Paşa'dır. Geriye kalan 1.032 aday ise ya CHP adayı ya da CHP'nin desteklediği “bağımsız” adaylardır. Bkz. Demirel, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [1923-1946], s. 18. 11 Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Murat Yılmaz, Tek Parti Döneminde Müstakil Mebuslar ve CHP Müstakil Grubu [1931-1946], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2002. 12Alkan, “Türkiye'de Seçim Sistemi Tercihinin Misyon Boyutu ve Demokratik Gelişime Etkileri”, s. 157. 115 olmaması, Fırka'ya hizmet etmiş olması veya muhalif olmaması” aranan temel şartlardandı.13 Tek parti döneminde milletvekili adayları arasında daha ziyade, asker, bürokrat, çiftçi, yazar, gazeteci ve tüccar gibi adayların tercih edildiği görülmektedir. Tek parti döneminde milletvekilleri merkezden belirlendiği için milletvekillerinin büyük çoğunluğu Kemalist harekette yer alan asker ve bürokratlardan oluşmaktaydı. Elbette, bu durum Muş için de geçerli bir durumdu. Tek parti iktidarı boyunca asker ve bürokrat kökenli milletvekillerinin, dört dönem gibi uzun bir süre Muş milletvekilliği yaptıkları görülmektedir. Bu da, tek parti dönemi boyunca milletvekilliğinin belirli kişilerin tekelinde olduğuyla ilgili yerinde bir eleştiriye yol açmıştır. 3. Tek Partili Dönemde Muş Milletvekilleri Cumhuriyet'in ilk yılarında bir vilayet statüsünde olan Muş, 30 Mayıs 1926 tarihinde kabul edilen 877 sayılı Teşkilat-ı Mülkiye Kanunu ile ilçe statüsünde Bitlis vilayetine bağlanmıştır.14 Tek partili dönemde her il bir seçim çevresi olarak belirlendiğinden ve 1927 yılında Muş ilçe statüsünde olduğundan 1927 seçimlerinde Muş TBMM'de doğrudan temsil edilmemiştir. 8 Haziran 1929 tarihinde kabul edilen 1509 sayılı Muş Vilayeti Teşkiline Dair Kanun ile Bitlis vilâyeti ilga olunarak Bitlis, Varto, Bulanık, Malazgirt ve Mutki kazaları ile Elaziz [Elazığ] ve Siirt vilâyetlerinden irtibatları kesilen Çapakçur, Genç ve Sason kazalarından mürekkep Muş vilayeti kuruldu.15 Bu tarihten itibaren Muş tek partili dönemde yapılan diğer seçimlerin tamamında TBMM'de doğrudan temsil edilmiştir. Bu durumda, 1923, 1931, 1935, 1939 ve 1943 genel seçimlerinde TBMM'ye seçilen Muş milletvekillerini ve biyografilerini konu edineceğiz. Çalışmanın başında da belirttiğimiz üzere, Osmanlı Mebusan Meclisi'nin dağılmasıyla birlikte Ankara'da bir meclisin açılması için çalışmalara başlanmış ve meclise seçilecek milletvekillerinin belirlenmesi için seçim kararı alınmıştır. Seçim kararının alınmasından sonra tüm seçim bölgelerinde Nisan ayı içerisinde seçimler yapılmış ve sonuçlanmıştır. Konumuz olan Muş'un bağlı olduğu Bitlis vilayetinde ise seçimler Bitlis, Siirt, Muş ve Genç [Bingöl] olmak üzere dört merkezde yapılmıştır. Bitlis valisi tarafından 12 Nisan 1920'de Heyet-i Temsiliye Riyaseti'ne çekilen telgrafta Bitlis vilayetine ait seçimlerin sonuçlandığı, Muş livasında 15 Nisan'da, Siirt ve Genç livalarında ise 20 Nisan'da sonuçlanacağı belirtilmekteydi.16 Muş vilayetinde yapılan ilk Meclis seçimlerinde Muş'u temsilen Abdulgani [Ertan] Bey, Ahmet Hamdi [Bilgin] Efendi, İlyas Sami [Muş] Efendi, 13Hakkı Uyar, Türkiye'de Tek Parti Dönemi'nde İktidar ve Muhalefet [1923-1950], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir 1998, s. 191-193. 14 Bkz. Resmi Gazete, 26 Haziran 1926, Sayı: 404. 15 Bkz. Resmi Gazete, 11 Haziran 1929, Sayı: 1213 16 Bkz. Sedat İşık, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Bitlis Milletvekilleri [Biyografileri ve Faaliyetleri], [Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2011, s. 44. 116 Kasım [Dede] Bey, Mahmud Said [Yetgin] Bey, Osman Kadri [Bingöl] Bey ve Rıza [Kotan] Bey olmak üzere yedi milletvekili Meclis'e girmiştir.17 1923-1943 yılları arasında yapılan seçimlerde Muş'u temsilen toplam on beş milletvekili seçilmiştir. 1923 [ikinci dönem] seçimlerinde Muş'u temsilen İlyas Sami Bey, Osman Kadri Bey ve Rıza Kotan Bey olmak üzere üç milletvekili seçilmiştir.18 Mezkûr üç mebus aynı zamanda birinci TBMM'de de Muş milletvekilliği yapmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, 1927 [üçüncü dönem] seçimlerinde Muş kaza statüsünde olduğundan TBMM'de doğrudan temsil edilmemiştir. 1931 [dördüncü dönem] seçimlerinde Muş'tan TBMM'ye İsmail Hakkı Bey, Hasan Reşit Bey ve Muhittin Nami Bey olmak üzere üç kişi seçilmiştir. Ancak Muhittin Nami Bey'in 18 Şubat 1932'de vefat etmesi üzerine 20 Şubat 1932'de yapılan ara seçimle Naki Bey Muş milletvekili olarak seçilmiştir.19 1935 [beşinci dönem] seçimlerinde Muş'tan İsmail Hakkı Kılıçoğlu, Naci Yücekök, Şevki Çiloğlu ve Ahmet Şükrü Ataman olmak üzere dört milletvekili seçilmiştir.20 1939 [altıncı dönem] seçimlerinde Muş milletvekilliğine Ahmet Şükrü Ataman ve İsmail Hakkı Kılıçoğlu seçilmiştir.21 1943 [yedinci dönem] seçimlerinde Muş milletvekilliğine İsmail Hakkı Kılıçoğlu ile Kamil Kotan seçilmiştir.22 Tablo 1. Tek Partili Dönemde Muş Milletvekilleri [1923-1943]. Seçildiği Dönem Adı-Soyadı Doğum Yeri Eğitimi Mesleği Müderris Eğitimci Eğitimci 1923 İlyas Sami Muş Muş Medrese 1923 Osman Kadri Bingöl Muş 1923 Rıza Kotan Muş Rüşdiye Mektebi/Medrese Rüşdiye Mektebi 1931 1931 1935 1939 1943 1931 1931 1935 1935 1939 1935 1943 Hasan Reşit Tank ut İsmail Hakkı Kılıçoğlu Elbistan Niş Mülkiye Mektebi Harbiye Mektebi Çiftçi Tüccar Bürokrat Asker Muhittin Nami Basay Mehmet Naki Yücekök Ahmet Şükrü Ataman Bitlis Nasliç-Makedonya Erkan-ı Harbiye Harbiye Mektebi Asker Asker Rodos Mülkiye İdadisi Bürokrat Ahmet Şevki Çiloğlu Kamil Kotan Zarayatak Muş Atina Dişçi Mektebi Ortaokul Diş Hekimi Memur 17TBMM Albümü [1920-2010], [Ed. Sema Yıldırım-Behçet Kemal Zeynel], [2.Baskı], TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, c. I, [1920-1950], Ankara 2010, s. 52-53. 18TBMM Albümü, s. 113-114. 19TBMM Albümü, s. 218. 20TBMM Albümü, s. 281. 21TBMM Albümü, s. 348-349. 22TBMM Albümü, s. 419. 117 Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, 1923-1943 yılları arasında yapılan altı milletvekili genel seçiminden beşinde Muş TBMM'de doğrudan temsil edilmiştir. Beş dönemde Muş'tan toplam on beş milletvekili Meclis'e girmiştir. Bu durumda her dönem için Muş'tan üç milletvekili seçilmiştir. Ancak birçok milletvekili birkaç dönem seçildiğinden 1923-1943 dönemi boyunca Muş'tan TBMM'ye giren milletvekili sayısı toplamda on olmuştur. Söz konusu dönemde Muş'tan üç milletvekili iki ve daha çok kez milletvekili seçilmiştir. Muş'tan bir kereden fazla milletvekili seçilen milletvekillerinden İsmail Hakkı Kılıçoğlu dört kez, Mehmet Naki Yücekök ile Ahmet Şükrü Ataman ise ikişer kez seçilmiştir. Muş'tan birkaç kez seçilen mezkûr milletvekillerinin üçü de bugünkü Türkiye sınırlarının dışında doğduğu, ikisinin asker ve birinin bürokrat olduğu görülmektedir. Bu durum, tek parti iktidarının güvenlikçi ve elitist yaklaşımının somut bir tezahürüdür. Yukarıdaki tabloyu esas alarak tek partili dönemde Muş milletvekillerinin yerellik, eğitim ve meslek profilleri üzerinde durmaya çalışacağız. Burada üzerinde durmamız gereken ilk şey milletvekillerinin yerellik profilidir. Zira demokratik toplumlarda milletvekillerinin yerellik durumu büyük önem arz etmektedir. Siyaset biliminde lokalite veya bölge köklülük olarak da ifade edilen bu kıstas ile milletvekilinin seçildiği seçim bölgesinin aynı zamanda doğum yeri olması kastedilmektedir. Bir seçim bölgesinde yerellik oranı arttıkça, siyasî temsil oranı da artacaktır. Bu bağlamda, yukarıdaki tablo dikkate alındığında, tek partili dönemde 1923-1943 arasında Muş'u temsilen TBMM'ye seçilen toplam on beş milletvekilinden sadece dördünün Muş doğumlu olduğu görülmektedir. Bu durumda 1923-1943 tarihleri arasında Muş'un yerellik oranı % 26,66 düzeyinde kalmaktadır. Bu da Muş'un temsil oranının oldukça düşük olduğunu göstermektedir. Muş'u temsilen TBMM'ye seçilen söz konusu dört milletvekilinden üçü 1923 seçimlerinde, biri ise 1943 seçimlerinde seçilmiştir. Daha açık bir biçimde ifade edersek, tek parti iktidarının iyice pekiştiği 1927-1943 yılları arasında Muş'u temsilen TBMM'ye giren milletvekillerinden sadece birinin Muş doğumlu olması dikkat çekicidir. Bu durumda, 1927-1943 tarihleri arasında sadece 1943 seçimlerinde TBMM üyeliğine Muş doğumlu olarak seçilen Kamil Kotan dışında, Muş'u temsil eden milletvekillerinin hiçbiri Muş doğumlu veya Muşlu değildi. 1923-1943 yılları arasında görev yapan altı mecliste bulunan milletvekillerinin eğitim düzeyi oldukça yüksekti.23 Buna bağlı olarak Muş milletvekillerinin eğitim düzeyi de büyük oranda eğitim seviyesi yüksek kişilerden oluşuyordu. Muş milletvekillerinin üçü askeri mektep, üçü Rüşdiye Mektebi/ortaokul, ikisi Mülkiye Mektebi, ikisi medrese ve biri de Dişçi Mektebi'nden mezundu. Bu bölümde, 1923-1943 arasında Muş milletvekillerinin biyografileri ele alınacaktır. 23Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı, s. 326. 118 3.1. Hasan Reşit [Tankut] Bey 1891 yılında Reşit Bey ve Fatma Hanımın oğlu olarak Elbistan'da doğmuştur. Mülkiye Mektebi'ni bitiren Hasan Reşit Bey az düzeyde Almancanın yanı sıra Fransızca ve Arapça bilmekteydi. Çeşitli kurumlarda memuriyetinin yanı sıra ilkokullar müfettişliği, mülkiye müfettişliği ve kaymakamlık gibi görevlerde bulunmuştur. İstiklal Madalyası sahibi olan Hasan Reşit Bey Kemalist rejimin yerleştirilmeye çalışıldığı dönemde Türk Ocakları Genel Müfettişi, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi öğretim görevlisi, Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesi, Etimolojik-Lenguistik-Filoloji kolları başkanı, ikinci başkanı ve genel sekreteri görevlerinde bulunmuştur.24 Hasan Reşit Bey, Türk Ocaklarında görevliyken Şark vilayetleri hakkında çeşitli araştırmalar yapmıştır. Bu bağlamda, 1926 yılında Ankara'da Türk Ocakları Genel Merkezi'nde Doğu vilayetlerinin sorunlarıyla ilgilenmek üzere kurulan “Şark Bürosu”, Doğu'yla ilgili teftiş çalışmalarını arttırarak Diyarbakır, Malatya ve Van'da üç şube açmıştır. Büronun Diyarbakır şubesine atanan Hasan Reşit Bey, bölgede etno-dilsel çalışmalar yaparak Diyarbakır'ın Türklüğünü ispat için Diyarbakır Adı Üzerinde Toponomik Bir Tetkik adıyla bir kitap yayınlamıştır.25 Daha açık bir ifadeyle Hasan Reşit Bey, Türkiye'nin etnik, dini, kültürel ve dilsel yapısıyla ilgili yaptığı araştırmalar ve hazırladığı raporlarla tanınmaktadır. Hasan Reşit Bey, Türk Ocakları'ndaki görevi sırasında ve milletvekili olduğu dönemlerde Dersim, Bingöl ve Muş gibi Alevi ve Kürt nüfusun yoğun olduğu yerleri dolaşarak raporlar ve kitaplar hazırlamıştır. Nusayriler ve Nusayrilik Hakkında ile Zazalar Hakkında Sosyolojik Tetkikler konuyla ilgili en mühim çalışmalarıdır. Hazırladığı raporlardan birinde Doğu ve Güneydoğu'yu Kuzey'de Zaza Kızılbaşlar, Batı'da Alevi-Kızılbaş Kurmançlar ve Doğu'da Şafii Kurmançlar olarak üçe ayıran Hasan Reşit Bey, bu unsurları birbirinden ayırmak için aralarına 'Türklük barajı' konulmasını önermiştir: “Kurmançlıkla Zazalığın arasında bir Türklük barajı kurmak. […] Erciyes'ten Tunceli yakınlarına kadar uzanan bir hattın güneye doğru elli kilometre derinliğinde bir yerleştirme bölgesi saptamak amaca çabuk ve kolay varmak bakımından gerekli görünür. Bu yerleştirme, bölgeyi ikiye bölen Türk barajı olacaktır.”26 Etno-mühendislik alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Hasan Reşit Bey, aynı zamanda Güneş-Dil Teorisine Göre Toponomik Tetkikler (1936), Güneş-Dil Teorisine Göre Dil Tetkikleri (1936), Dil ve Irk Münasebetleri Hakkında Tetkik (1937), Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Geçerli İzahlar (1938) adlı eserler yazarak Güneş-Dil Teorisinin önemli savunucuları arasında yer almıştır. 24 TBMM Albümü s. 326. 25 Bkz. Ercan Çağlayan, Tek Parti Döneminde Diyarbakır [1923-1950], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2012, s. 224-227, 257. 26 Mehmet Bayrak, [Haz.], Açık-Gizli/Resmi-Gayriresmi Kürdoloji Belgeleri, Özge Yayınları, Ankara 1994, s. 220, 230. 119 Hasan Reşit Bey dördüncü dönem Muş, beş, altı, yedi ve sekizinci dönemlerde Maraş milletvekilliği yapmıştır. Evli ve üç çocuk babası olan Hasan Reşit Bey 18 Şubat 1980 tarihinde vefat etmiştir.27 3.2. İsmail Hakkı [Kılıçoğlu] Bey Kılıçzade Hakkı Bey olarak bilinen İsmail Hakkı Bey 1872 yılında Sırbistan'ın Niş şehrinde Ali Bey ve Nazife Hanım'ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Mühendishane-i Berri-i Hümayun [Kara Harp Okulu] mezunudur. Topçu Binbaşılık, yazarlık, Bağdat Askeri İdadisi Kitabet öğretmenliği, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliği, İstanbul Sütlüce Silah Deposu Müdürlüğü, Merkez Komutanlığı Divan-ı Harp Üyeliği, İçtihat, Hürriyeti Fikriye, Serbest Fikir mecmuaları yazarlığı, Çanakkale Göçmen Kâtipliği, İzmit Göçmen Müdürlüğü, Avukatlık, İzmit Hür Fikir gazetesi sahipliği ve yazarlığı yapmıştır.28 İsmail Hakkı Bey, eğitim hayatının ilk kademesini Manastır'da İbtidâî, Askerî Rüşdîye ve İdâdî tahsil ederek tamamladı. İlk eğitimini aldığı ve gençliğini geçirdiği Manastır, İsmail Hakkı Bey üzerinde derin siyasi ve fikri tesirler bıraktı. Abdullah Cevdet ve Celal Nuri [İleri] ile birlikte pozitivizm, biyolojik materyalizm ve sosyal darwinizm fikirlerinden etkilenen İsmail Hakkı Bey II. Meşrutiyet döneminde İçtihad mecmuasında daha ziyade siyaset, askerlik, eğitim, kadın, ekonomi, din, dil, hukuk, mahallî idare ve kılık kıyafet gibi konular ile ilgili yazılar kaleme alarak Batılılaşmayı hararetle savunmuştur.29 Bilhassa Latin alfabesi ve kadın konusunda çok sayıda yazı yazarak Latin harflerinin kullanılmasının ve kadının modernleşmesinin elzem olduğunu belirtmiştir. Kendi tabiriyle, “Softa Efendilere” cevap olarak kaleme aldığı bir risalesinde Latin harfleri ile ilgili olarak şunları söylemiştir: “Latin hurûfâtı hurûf-ı munfasıladır; hurûf-ı munfasılanın kıraate suhulet bahş olmaktaki mucizesini ancak softalar veyahut onlar gibi nakıs ve karanlık düşünenler inkâr edebilir. Hurûf-ı munfasılanın fazileti teslim olunduktan sonra Latin hurufatını kabul etmek en doğru harekettir. Zira o hurufatın fevkinde kıraati teshile kabiliyetli yeni hurufat icadı mümkün değildir. Latin hurufatı beşeriyet-i mütefekkirenin asırlarca süren bir tecrübesi mahsulüdür.” Abdullah Cevdet ve Selahaddin Asım gibi İsmail Hakkı Bey de kadın ve tesettür konusunda dönemine göre çok radikal yazılar kaleme almıştır. İsmail Hakkı Bey İçtihad'ta yayınlanan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı makalesinde, kadınların istediği kıyafetleri giymeleri, sosyal hayatın her alanında varlık göstermeleri, kızların eğitim süresince ve evleninceye kadar tesettürlü olmamalarını savunmuştur.30Ancak, bu yazı aynı zamanda İçtihad mecmuasının kapatılmasına neden olmuştur. İsmail Hakkı Bey'in “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı 27 TBMM Albümü, s. 491. 28 TBMM Albümü, s. 418. 29 M. Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma [Garplılaşma]”, Osmanlı Araştırmaları Ansiklopedisi, www.osar.com. [Erişim Tarihi: 1 Eylül 2013]. 30 Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Melek Öksüz, “Tesettür Tartışmalarının Dünü: II. Meşrutiyet Dönemi”, Turkish Studies, Volume 7/4, [Fall 2012], p. 477-487. 120 yazısı Şeyhülislam tarafından “hissiyat-ı diniyyeyi rencide ettiği” gerekçe gösterilerek İçtihad mecmuası kapatılmıştır.31 İsmail Hakkı Bey İçtihad'ta yayınlanan yazılarının bir kısmını daha sonra İtikad-ı Batılaya İlan-ı Harb adlı kitabında bir araya getirmiştir. Söz konusu kitabında dini tezyif ettiği için mahkemeye sevk edildiyse de beraat etmiştir. Milli Mücadele yılarında Mustafa Kemal'in yanında yer alarak halkı Yunan işgaline karşı örgütlemiştir. Cumhuriyet'in ilanından sonra Mustafa Kemal'in isteği üzerine 11 Ocak 1924 tarihinde Hür Fikir gazetesini kuran İsmail Hakkı Bey, inkılâbın felsefesine dair yazılar yazarak Garpçı ve Türkçü bir ideolojinin yerleşmesi için mesai harcamıştır. “Katı kuralları nedeniyle” İslam'ı, toplumsal gelişmenin önünde bir engel olarak gören İsmail Hakkı Bey, Mustafa Kemal'in isteği üzerine siyasete atılarak 1927 seçimlerinde Kocaeli'den milletvekili seçilmiştir. 1931-1943 yılları arasında dört dönem CHP Muş milletvekili olarak görev yapmıştır. Yaklaşık yirmi yıl TBMM'de milletvekili olarak görev yapan İsmail Hakkı Bey, bu sürede dinin kamusal alanda yer almamasını ve laik bir yönetim biçimini savunmuştur.32 Evli ve sekiz çocuk babası olan İsmail Hakkı Bey 14 Nisan 1960 tarihinde hayatını kaybetmiştir.33 3.3. İlyas Sami [Muş] Bey İlyas Sami Bey, Abdulhamit Bey ile Hatun Hanımın oğlu olarak 1879 yılında Muş sancağında dünyaya gelmiştir. İlk eğitimini Muş'taki medreselerde aldıktan sonra Mısır'da Şark İlimleri konusunda ihtisas yaparak Müderris olmuştur. Bir süre Muş'taki medreselerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul'da Murat Paşa Camisi'ne müderris olarak atanmış ve ayrıca Dârülfünûn [İstanbul Üniversitesi] Edebiyat Fakültesinde Arapça dersler vermiştir. Bir müderris olarak İlyas Sami Bey, anadili Kürtçenin yanı sıra Türkçe, Arapça, Farsça, Ermenice ve İngilizce bilmekteydi.34 İlyas Sami Bey ilmi kişiliğinin yanı sıra geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde önemli politik bir figür olarak boy göstermiştir. İlk olarak II. Meşrutiyet döneminde politikaya atılan İlyas Sami Bey Osmanlı Mebusan Meclisi'nde birinci, ikinci ve üçüncü dönemlerde Muş mebusu olarak görev yapmıştır. İlyas Sami Bey, Osmanlı Mebusan Meclisi'ndeki milletvekilliği görevi devam ederken, “Ermeni kırımı ve tehciri” suçuna iştirak etmekten dolayı İngilizler tarafından tutuklanarak Ağustos 1920'de Malta'ya sürgüne gönderilmiş ve 30 Ekim 1921 tarihinde Malta'dan dönen son sürgünler arasında yer almıştır. 31 Bkz. Mustafa Gündüz, II. Meşrutiyet'in Klasik Paradigmaları: İçtihad, Sebilü'r-Reşad ve Türk Yurdu'nda Toplumsal Tezler, Lotus Yayınları, Ankara 2007, s. 71. 32 İsmail Hakkı Bey hakkında önemli bir çalışma için bkz. Celal Pekdoğan, Batıcı Bir Düşünür Olarak Kılıçzade Hakkı [1872-1960], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara 1999. 33 TBMM Albümü, s. 418. 34 TBMM Albümü, s. 52-53. 121 İlyas Sami Bey, Malta'da sürgündeyken, TBMM'de 5 Haziran 1920 tarihinde yapılan toplantıda, İstanbul Meclisi Mebusan azasından iken İngilizler tarafından tutuklanarak Malta'ya gönderilmiş olan Muş Mebusu İlyas Sami Bey'in Büyük Millet Meclisi azası addolunması kararlaştırılmıştır.35 İlyas Sami Bey, Malta'dan döndükten sonra siyasi hayatına kaldığı yerden devam ederek TBMM'de sırasıyla 1920 ve 1923 seçimlerinde Muş, 1927 seçimlerinde Bitlis ve 1935 seçimlerinde ise Çoruh [Artvin] milletvekilliği yapmıştır. İlyas Sami Bey, TBMM'de milletvekilliği görevi sırasında Müdafaa-i Hukuk Grubu Yönetim Kurulu üyeliği ve ikinci dönem Tetkik-i Hesabat Encümeni Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Milletvekilliği sırasında İlyas Sami Bey, verdiği kanun teklifleri ve soru önergelerinin yanı sıra çeşitli konularda söz alarak Meclis kürsüsünde görüşlerini açıklamıştır. Evli ve iki çocuk babası olan İlyas Sami Bey 27 Aralık 1945'te vefat etmiştir.36 3.4. Osman Kadri [Bingöl] Bey Osman Kadri Bey, 1881 yılında Talip Bey ile Dilber Hanımın oğlu olarak Muş'ta dünyaya gelmiştir. Medrese eğitimi gören Osman Kadri Bey, birçok kurumda memur olarak görev yapmıştır. Osman Kadri Bey, Liva Tahrirat Kalemi, Kâtip ve Başkâtip, Tahrirat Müdürü ve Göçmen İşleri memurluğu görevlerinin yanı sıra Varto, Sason, Çölemerik [Hakkâri] ve Mahmudiye kaymakam vekilliği görevlerinde bulunmuştur. Eğitimci kimliği de olan Osman Kadri Bey Muş İdadisi'nde tarih ve coğrafya öğretmenliği, Diyarbekir [Diyarbakır] Yetim Yurdu'nda öğretmenlik ve başöğretmenlik yapmıştır. Osman Kadri Bey, bürokrat ve eğitimci kimliğinden çok siyasetçi kimliği ile bilinir. Elbette bunda, Osman Kadri Bey'in biri Osmanlı Mebusan Meclisi, ikisi de TBMM'de olmak üzere üç dönem milletvekilliği yapmış olması belirleyici olmuştur. Osmanlı Mebusan Meclisi'nde dördüncü dönem Muş mebusu olan Osman Kadri Bey, birinci ve ikinci dönem TBMM'de Muş milletvekilliği yapmıştır. Milletvekilliği sırasında Osman Kadri Bey, Muş'taki bulaşıcı hastalıkların yaygınlığından ve doktor eksikliğinden dolayı yöre halkının büyük zorluklar yaşadığını bu nedenle Muş'a acilen bir doktorun atanması hakkında TBMM'ye önerge vermiş ve konuyla ilgili söz almıştır.37 Evli ve dört çocuk sahibi olan Osman Kadri Bey 8 Ağustos 1930 tarihinde vefat etmiştir.38 35Bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: I, c. 2, s. 73-74. 36TBMM Albümü, s. 52-53, 113, 139, 251. 37TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: I, c. 27, s. 308 38TBMM Albümü, s. 113. 122 3.5. Rıza [Kotan] Bey Ali Galip Bey ile Hırma Hanım'ın oğlu olarak 1890 yılında Muş sancağında dünyaya gelmiştir. Rüşdiye mektebinden mezun olduktan sonra ziraat ve ticaretle uğraşmıştır. Belediye Meclisi, Liva Genel Meclisi ve Liva Daimi Encümen üyeliği yapmıştır. Nisan 1920 tarihinde Muş sancağında yapılan TBMM birinci dönem milletvekili olarak Meclise girmiştir. Birinci dönem TBMM'de Muş milletvekilliği yaparken Batı cephesinde Yunanlılarla yapılan savaş nedeniyle üç ay izin alarak cephede görev yapmıştır. Bu hizmetinden dolayı, TBMM'nin 21 Kasım 1923 Çarşamba günü altmış beşinci toplantısında aralarında Rıza Bey'in de bulunduğu yirmi beş kişiye kırmızı-yeşil şeritli istiklal madalyası verilmiştir.391923 yılında ikinci dönem TBMM Muş milletvekili olarak görev yapmıştır. Rıza Bey, TBMM'de birinci ve ikinci dönem milletvekilliği sırasında çeşitli konularda üç kez söz almıştır. Evli ve iki çocuk sahibi olan Rıza Bey 20 Ekim 1951 tarihinde vefat etmiştir.40 3.6. Kâmil [Kotan] Bey 1886 yılında Muş'ta doğmuştur. Babası Sincar Bey, annesi Yadigâr Hanım'dır. Rüşdiye mektebi mezunu olan Kamil Bey, Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk yıllarında devletin çeşitli kurumlarında memurluk yapmıştır. Kamil Bey'in görevleri arasında, Muş Evkaf komisyonu başkanlığı, Muş Ziraat Bankası muavin vekilliği, Muş Ziraat Bankası sandık başkanlığı ve Himaye-i Etfal Cemiyeti başkanlığı gibi mühim görevler bulunmaktaydı. Mütareke döneminde Muş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığı görevinde bulunan Kamil Bey, Cumhuriyet döneminde de çeşitli mühim görevlerde bulunmuştur. Bu görevleri arasında Muş Halkevi başkanlığı, Muş Umumi Meclis ve Daimî Encümen üyeliği, Muş Tayyare Cemiyeti üyeliği ve Millet Mektepleri Tedrisat Meclisi üyeliği yer almaktaydı. Muş Belediye başkanlığı görevinde de bulunan Kamil Bey yedinci dönem Muş milletvekili olarak seçilmiştir. TBMM Tutanakları'nda yaptığımız tarama neticesinde Kamil Bey'in, TBMM'deki dört yıllık milletvekilliği sırasında ne Muş ile ilgili ne de herhangi başka bir konuda çalışması [soru önergesi, kanun teklifi, vs] olmamıştır. Evli ve dört çocuk sahibi olan Kamil Bey 12 Aralık 1952 tarihinde vefat etmiştir.41 3.7. Muhittin Nami [Basabay] Bey 1884 yılında Bitlis'te İbrahim Bey ile Fatma Hanım'ın oğlu olarak dünyaya gelen Muhittin Nami Bey, Harbiye Mektebi'nden mezun olmuştur. Erkân-ı Harbiye'de Askerlik Sevkiyat ve Nakliyat Umum müdürlüğü ve Erkan-ı Harbiye Talim ve Terbiye Dairesi ikinci başkanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuştur. 39TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem II, c. 1, s. 494. 40TBMM Albümü, s. 113. 41TBMM Albümü, s. 419. 123 Muhittin Nami Bey, Birinci Dünya Savaşı sırasında 29 Ağustos 1914 ile Şubat 1916 tarihleri arasında, İran Sefer Ordusu ile Kerbelâ, Bağdat, Hankın, Mutki dolaylarında görev yapmıştır. 1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer alan42 Muhittin Nami Bey, daha sonraki yıllarda Kemalist harekette önemli görevlerde bulunarak üç dönem milletvekilliği yapmıştır. TBMM'nin ikinci döneminde yapılan ara seçimle Bitlis milletvekili seçilen Muhittin Nami Bey, üçüncü dönemde Bitlis ve dördüncü dönemde Muş milletvekilliği yapmıştır. Kürtçe ve Türkçenin yanı sıra Fransızca, Almanca ve İngilizce bilen Muhittin Nami Bey, evli ve bir çocuk sahibiydi. Muhittin Nami Bey 19 Kasım 1932 tarihinde zatürreden vefat etmiştir.43 3.8. Ahmet Şükrü [Ataman] Bey 1882 yılında Rodos'ta Mustafa Lütfü Bey ile Hatice Hanım'ın oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İzmir Mülkiye İdadisi'nden mezun olan Ahmet Şükrü Bey, Tire Maârif komisyonu kâtipliği, Bayındır ilçesi tahsil memurluğu, Aydın vilayeti Muhasebe Kalemi Hesabı Cari kâtipliği, Divan kâtipliği, Maliye müfettiş muavinliği, Maliye müfettişliği, Taahhüdat murakıbı, Türkiye Ziraat Bankası Umûm Müdür muavinliği ve Türkiye Kredi Bankası ve Genel Sigorta kurucu ve yönetim kurulu üyeliği gibi görevlerde bulunmuştur. Fransızca bilen Ahmet Şükrü Bey, beşinci dönem Muş milletvekili olarak seçilmiştir. Evli ve iki çocuk babası olan Ahmet Şükrü Bey, 19 Mart 1955 tarihinde vefat etmiştir.44 3.9. Ahmet Şevki [Çiloğlu] Bey 1876 yılında Mehmet Bey ile Zeliha Hanım'ın oğlu olarak Zarayiatik'te doğdu. Çocukluk yıllarında özel eğitim alan Ahmet Şevki Bey, daha sonra Atina Dişçi Mektebi'nden mezun oldu. Ahmet Şevki Bey, Berlin'de diş hekimliği ihtisası yaptıktan sonra bir süre serbest diş hekimi olarak çalıştı ve akabinde üçüncü ordu karargâhı diş tabipliğine atandı. Söz konusu görevinin dışında Darü'l-Eytam Mektepleri ve Haseki Kadın Hastanesi'nde diş tabibi olarak çalıştı. Hilal-ı Ahmer [Kızılay] üyesi olan Ahmet Şevki Bey, aynı zamanda beyaz kurdeleli istiklal madalyası sahibi olup beşinci dönem milletvekili genel seçimlerinde Muş milletvekili olarak seçilmiştir. Evli ve dört çocuğu olan Ahmet Şevki Bey 10 Mart 1970 tarihinde vefat etmiştir.45 3.10. Mehmet Naki [Yücekök] Bey 1866 yılında Makedonya Nasliç'te doğdu. Babasının adı Ahmet Bey annesinin adı Penbe Hanım'dır. Harp Okulu mezunu olan Mehmet Naki Bey, Selanik Askeri Rüşdiye Mektebi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı. Fransızca ve Rumca bilen Mehmet Naki Bey, kırk ikinci Selanik Redif Alayı Kumandanlığı, Selanik Jandarma Alayı Komutanlığı, elli birinci Alay Komutanlığı, Giresun Reji 42 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler-Mütareke Dönemi [1918-1922], c. II, [3. Baskı], İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 198. 43TBMM Albümü, s. 218; Cumhuriyet, 20 Kasım 1932. 44TBMM Albümü, s. 281. 45TBMM Albümü, s. 281. 124 Müdürlüğü, İstanbul İnhisarlar Baş müdüriyeti Birinci Şube Müdürlüğü ve kaymakamlık görevlerinde bulundu. Daha sonra siyasete atılan Mehmet Naki Bey, üçüncü dönem Elaziz [Elazığ] milletvekilliği yaptıktan sonra dördüncü dönem ara seçimleri ve beşinci dönem seçimlerinde Muş milletvekilliği yapmıştır. Mehmet Naki Bey, evli ve iki çocuk babası olup 2 Şubat 1947 tarihinde vefat etmiştir.46 4. Sonuç Tek partinin olduğu otoriter rejimlerde iktidarın meşruluğu açısından seçimler önemli bir yere sahiptir. Bu önemine rağmen bu tür rejimlerde seçimler, tek partinin adaylarını onaylamaktan öteye geçmemektedir. Türkiye'de, 19231943 dönemindeki seçimler, siyasal hayatta sadece CHP'nin bulunduğu tek partili bir siyasal atmosferde gerçekleşti. Söz konusu dönemde dört yılda bir yapılan seçimler, iki dereceli, açık oy-gizli sayım ve çoğunluk esasına dayanıyordu. Kuşkusuz, tek partili dönem genel seçimleriyle ilgili olarak söylenmesi gereken en mühim şey, milletvekillerini seçen ikinci seçmenlerin CHP üyesi olması ve parti tüzüğü gereği parti adaylarına oy vermek mecburiyetinde olmaları gerçeğidir. Bu durum CHP için seçimlerin baştan garantiye alınması demekti. Tek partili dönemde milletvekili adaylarının belirlenmesi büyük bir önem arz etmekteydi. Bilhassa, CHP'nin iktidarını pekiştirmek için adayların seçimine büyük özen gösterilmekteydi. Aday belirleme CHP genel başkanının inisiyatifinde olduğundan, adaylar Atatürk döneminde Atatürk tarafından, İnönü döneminde ise İnönü tarafından belirleniyordu. Adayların merkezden belirlenmesi nedeniyle seçimler, milletvekilleri aday listelerinin halk tarafından onaylanmasından ibaret olmaktan öteye bir anlam taşımıyordu. Bu sistemin bir neticesi olarak milletvekillerinin önemli bir kısmı kendi seçim bölgelerinden olmadıkları gibi, birçok milletvekili de kendi seçim bölgesini dahi görmemişti. Bu durum, yerellik düzeyinin düşük olmasına ve dolayısıyla milletvekillerinin temsil oranının oldukça düşük bir düzeyde kalmasına neden oluyordu. Bu da milletvekillerinin seçim bölgelerinin sorunlarını tespit etmede ve mevcut sorunları çözmede yetersiz kalmalarına sebebiyet veriyordu. 1923-1943 döneminde yapılan altı seçimin beşinde Muş TBMM'de temsil edilmiş, 1927 seçimlerinde ise Muş ilçe statüsünde Bitlis'e bağlı olduğundan TBMM'de doğrudan temsil edilmemiştir. Söz konusu beş seçimde Muş'u temsilen TBMM'ye on milletvekili seçilmişse de bazı milletvekillerinin birden çok kez seçilmesi nedeniyle toplamda Muş'tan on beş milletvekili TBMM'ye seçilmiştir. Tek partili dönemde seçilen on beş milletvekilinden sadece dördü Muş doğumlu 46TBMM Albümü, s. 281. 125 olduğundan Muş milletvekillerinin yerellik ve temsil oranı oldukça düşük kalmıştır. Mesleki bakımdan Muş milletvekillerini birinci sırada askerler, ikinci sırada bürokratlar ve üçüncü sırada eğitimciler oluşturuyordu. Muş milletvekillerinin eğitim durumuna baktığımızda ise milletvekillerinin büyük bir çoğunluğunun Harbiye, Mülkiye, İdadi, Rüşdiye ve Medrese mezunu olduğu görülmektedir. Son bir hatırlatma olarak, tek partili dönemde Muş milletvekilliği yapan Hasan Reşit Tankut, İsmail Hakkı Kılıçoğlu, Ahmet Şükrü Ataman ve İlyas Sami Muş gibi isimlerin, Kemalist ideolojinin ve hareketin önemli simaları arasında yer aldığını belirtmek gerekir. Mezkûr milletvekilleri bir taraftan siyasal, toplumsal ve iktisadi alanlarda Batılılaşmayı/modernleşmeyi savunurken, diğer taraftan Türkçülüğü esas alan bir milliyetçilik fikrini savunuyordu. Elbette bu durum, Kürt, Arap ve muhafazakâr nüfusun yoğun olduğu Muş'ta yeni bir toplum mühendisliğinin icrasının habercisi anlamına geliyordu. 126 KAYNAKÇA Arşivler , Gazeteler ve Resmi Yayınlar Cumhuriyet Gazetesi Resmi Gazete TBMM Arşivi Kitap, Makale ve Tezler Alkan, Mehmet Ö., “Türkiye'de Seçim Sistemi Tercihinin Misyon Boyutu ve Demokratik Gelişime Etkileri”, Anayasa Yargısı Dergisi, c. XXIII, [2006], ss. 133-165. ________________, “Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, Mayıs 1999, ss. 48-61. Bayrak, Mehmet, [Haz.], Açık-Gizli/Resmi-Gayriresmi Kürdoloji Belgeleri, Özge Yayınları, Ankara 1994. Çağlayan, Ercan, Tek Parti Döneminde Diyarbakır [1923-1950], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2012. Demirel, Ahmet, Birinci Meclis'te Muhalefet İkinci Grup, [5. Baskı], İletişim Yayınları, İstanbul 2009. _____________, İlk Meclis'in Vekilleri Milli Mücadele Döneminde Seçimler, İletişim Yayınları, İstanbul 2010. _____________, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [19231946], İletişim Yayınları, İstanbul 2013. Gündüz, Mustafa, II. Meşrutiyet'in Klasik Paradigmaları: İçtihad, Sebilü'rReşad ve Türk Yurdu'nda Toplumsal Tezler, Lotus Yayınları, Ankara 2007. Hanioğlu, M. Şükrü, “Batılılaşma [Garplılaşma]”, Osmanlı Araştırmaları Ansiklopedisi, www.os-ar.com. [Erişim Tarihi: 1 Eylül 2013]. İşık, Sedat, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Bitlis Milletvekilleri [Biyografileri ve Faaliyetleri], [Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2011. Koçak, Cemil, “Parliament Membership during the Single-Party System in Turkey [1925-1945]”, [Erişim Tarihi: 12 Nisan 2011], European Journal of Turkish Studies [Online], S. 3, [2005], http://ejts.revues.org/index497.html. ____________, İkinci Parti: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları [1945-1950], c. I, İletişim Yayınları, İstanbul 2010. ____________, İktidar ve Demokratlar: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları [1945-1950], c. II, İletişim Yayınları, İstanbul 2012. Öksüz, Melek, “Tesettür Tartışmalarının Dünü: II. Meşrutiyet Dönemi”, Turkish Studies, Volume 7/4, [Fall 2012], p. 477-487. Öz, Esat, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım [1923-1945], Gündoğan Yayınları, Ankara 1992. Pekdoğan, Celal, Batıcı Bir Düşünür Olarak Kılıçzade Hakkı [1872-1960], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara 1999. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyasal Partiler-Mütareke Dönemi [1918-1922], c. II, [3. Baskı], İletişim Yayınları, İstanbul 2008. Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması [19231931], [4. Baskı], Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2005. Uyar, Hakkı, “Tek Parti Döneminde Seçimler”, Toplumsal Tarih, S. 64, [Nisan 1999], s. 21-31. Yılmaz, Murat, Tek Parti Döneminde Müstakil Mebuslar ve CHP Müstakil Grubu [1931-1946], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2002. 127 EKLER Ek 1. Osman Kadri Bingöl'ün Hal Tercümesi. 128 Ek 2. İlyas Sami Muş'un İkinci Dönem Seçim Mazbatası 129 Ek 2'nin Devamı. İlyas Sami Muş'un İkinci Dönem Seçim Mazbatası 130 MUŞ'TAN TARİHİ BİR PORTRE: İLYAS SAMİ [MUŞ] BEY Arş. Gör. İrşad Sami YUCA Muş Alparslan Üniversitesi FEF Tarih Bölümü Özet Beşeri ilgilendiren ve etkileyen her türlü olay tarih ilmine konu olmaktadır. Tarihçilerin geliştirdikleri özgün araştırma yöntem ve tekniklerin kullanımıyla bu olaylar kronolojik bir dizge içerisinde incelenir. Tarihte özgün bir yöntem olan biyografi çalışmaları, kimi tarihi olayların oluşum ve gelişim süreçlerinde önemli bir özne olan bireylerin vakıalar arasındaki rolleri ve sonuçlara olan etkilerinin bilinmesine olanak sağlar. Biyografi çalışmalarına örnek teşkil eden bu makale, 20. yüzyılın başlarında çöken Osmanlı Devleti yerine kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti'nde geleneksel tutum ve düşüncelerden kopup çağdaş tutum ve düşünceleri benimsemeye geçişte önemli bir şahsiyet (Hacı) İlyas Sami Muş'un biyografisi ele alınmaktadır. Tarih ilmine yardımcı olan diğer ilimlerin sağladığı bazı olanaklar ile (Hacı) İlyas Sami Muş'un yaşam öyküsü, siyasal ve sosyal görevleri, içinde yaşadığı devrin ve toplumun önemli tarihi tecrübeleri ekseninde şekillenen fikir dünyası ve tercihleri belirlenmeye çalışılacak. Dolayısıyla bu yazıda bir birey üzerinden yakın dönem Cumhuriyet tarihinin siyasal ve toplumsal özelliklerinin bazı yönleri de incelenecektir. Anahtar Kelimler: Osmanlı, Cumhuriyet, Seçimler, TBMM, Muş ve İlyas Sami. 131 1. Giriş Tarihin ana öznesi olan birey, tarihin yazımında önemli bir yöntem olan biyografik çalışmalarla çok yönlü bir araştırmaya tabi tutulur. Biyografik çalışmalar, bireyin yaşadığı dönem içerisinde anlaşılmasına gayret eder. Ayrıca biyografik çalışmalar, bireyin yaşadığı dönemde toplumsal olaylar arasındaki rolleri ve bağlantılardaki varlığının daha iyi anlaşılmasına da imkân sağlar. Tarihin bir ilmi disiplin kabul edildiği modern asrın başlangıcından daha önceki asırlarda tarihçilerin önemli şahsiyetlerin biyografilerini kaleme aldıkları bilinmektedir. Tarihin bu realitesi hem doğu toplumlarında hem de batı toplumlarında süre gelen bir tarih yazım tekniği olarak günümüze değin ulaşmıştır.1 Biyografi yazımının, hangi sosyal bilim dalına ait bir yöntem olduğuna dair tartışmalar güncelliğini günümüze değin korumaktadır. Biyografi çalışmaları bir yandan tarih ilminin bir yöntemi olarak kabul edilirken diğer taraftan edebiyatın bir yöntemi olduğu fikri de kabul görülmektedir. Bu tartışmalar beraberinde farklı biyografi tanımların doğmasına neden olmuştur. Genellikle ilmi, askeri veya siyasal bir konumda kayda değer işlevler görmüş önemli kişilerin hayatının tamamı, ya da bir bölümü derli toplu ve bir bütün halinde tanıtan yazılara biyografi adı verilmektedir. Başka bir görüşe göre biyografi; edebiyat, siyaset, sanat, spor gibi alanlarda başarı göstermiş veya önderlik etmiş kişilerin yaşamının anlatıldığı kısa veya uzun metinlere verilen tanımdır. Diğer bir tanıma göre biyografi; yaşayışları ve yaptıklarıyla ün kazanmış önemli kişilerin yaşamlarını kanıtlara dayalı olarak inceleyen yöntemdir. Farklı bir tanımlamayla biyografi; toplumların çeşitli alanlardaki gelişim ve değişiminde önemli roller üstlenmiş olan kişilerin, yetişme tarzları, yaşadıkları olaylar, bu olaylardaki lider veya grup üyesi olarak etkinliği, fikirleri, duygu ve hayal dünyalarını konu edinen bir edebiyat türüdür.2 Biyografinin yukarıdaki genel tanımlarına bağlı olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Devleti'nin toplumsal hayatında büyük değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçer. Bu değişim ve dönüşümlerin yaşanması, hem ülke hem de dünya konjonktürlerinin ortak bir neticesi olarak okunabilir. Söz konusu zaman diliminde meydana gelen askeri, politik, bürokratik ve entelektüel değişimlerin sürekliliği, bireyleri yeni tutum ve tercih almalarında bir değişime doğru sürüklemiştir. 1Mehmet Çoğ, “Biyografi Çalışmaları İçin Önemli Bir Kaynak: Emekli Sandığı Arşivi”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 9/2, 2004, s. 69-74. 2Şahin Oruç, Rıfat Erdem, “Sosyal Bilgiler Öğretiminde Biyografi Kullanımının Öğrencilerin Sosyal Bilgiler Dersine İlişkin Tutumlarına Etkisi”, Selçuk Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 30, 2010, s. 215-229. 132 Geleneksel Osmanlı yönetim tarzında olduğu gibi, modern Cumhuriyet'e de bir miras şeklinde geçen tepeden inme ve dar bir ideoloji kadrosunca yönlendirilen yeniliklerin etkisi, somut bir şekilde bireylerin hayat öykülerindeki keskin kırılmalarda görülmektedir. Yakın dönem Türk tarihinde yaşamış önemli bazı şahsiyetlerin biyografileri Türk tarihsel sosyolojisinde önemli bir çalışma alanı olarak göze çarpmaktadır. İlyas Sami Bey şahsında taşıdığı yerellik, geleneksellik ve dini yaşayış unsurlarını Osmanlı dönemindeki hayatında belirgin olarak gözükürken, Cumhuriyet döneminde çağdaş batı menşeli tutumlara, düşüncelere ve tercihlere bıraktığı görülmektedir. Yakın dönemin bireylerindeki bu değişimi anlamak, aslında Osmanlı-Cumhuriyet arasındaki hayatın her bir alanında sürekliliğinin ve kopuşlarının sağlayıcı unsurlarının benzerlikleri ve çelişkileri görülebilir. Şüphesiz Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki kopuşlar, çekişmeler ve devamlılıklar günümüze değin Türk tarihsel sosyolojisinin baş tartışma alanlarından birisi olmaya devam etmektedir. 2. Hayatı İlyas Sami mütevazı bir ailenin çocuğu olarak 1879 yılında Bitlis Vilayetine bağlı olan Muş Sancağı'nda dünyaya gelir. Babası bugün Muş'ta “Toplu Ailesi” olarak bilenen aileden Abdülhamit Bey, annesi ise Hatun Hanım'dır.3 İlyas Sami, Şarki Anadolu'da sancak statüsünde küçük bir yerleşim birimi olan Muş'ta, dini yaşamın ve gelenekselliğin belirgin olduğu bir çocukluk ve gençlik dönemi geçirir. Dini ve geleneksel yapıların Muş gibi Osmanlı Devleti'nin merkezden uzak ve birincil yerel ilişkilerin baskınlığı İlyas Sami'nin karakterinde etkiler bırakır. Uzun yıllar yerel kültürden edindiği bazı tutumlarını Cumhuriyet dönemine değin devam ettirecektir. İlyas Sami'nin gençlik yıllarında Muş şehir demografisinde Kürtler, Türkler ve Ermeniler bulunmaktadır. Bu etnik unsurlar kendi dilleri ve kültürleri ile bir arada yaşamaktaydılar. Bu kozmopolit yapı içinde İlyas Sami'nin kişiliği ve ilerdeki siyasal tutumlarına dair ilk etki bu esnada gerçekleşir.4 3 TBMM Albümü (1920-2010), TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, Ankara, Nisan 2010, s. 52.; Muş 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılın başlarında Bitlis'e bağlı bir sancak konumundadır. Muş 1973 il Yıllığı, Bingöl Matbaası, Muş, 1973, s. 26.; Kamil Erdaha, Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, s. 157. 4 Sami YUCA, “Cumhuriyet Döneminin İlk Nüfus (1927) Göre Muş İlinin Nüfus Özellikleri”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 24, Nisan-Mayıs-Haziran 2010. 133 İlyas Sami, yetişme evresinde Muş'ta bulunan çeşitli medreselerde dersler alır. Eğitim sürecini I. TBMM'de Muş mebusluğunda bulunan Osman Kadri Bey ile beraber Muş'un eski camilerinden olan Alâeddin Bey Cami'sine bağlı medresede 1900'lerin başlarında tamamlar. Dini eğitiminin geri kalanını tamamlamak ve öğrendiği Arapçasını ilerletmek amacıyla Mısır'a gider. İslam'a ve Şark'a ait ilimler üzerinde ihtisaslar yapar. Arapça ve Farsçasını geliştirir. Ana dili Kürtçenin yanı sıra Türkçeyi ve yörede bulunan Ermeni nüfusuna bağlı olarak Ermeniceyi de hayatının bu ilk devresinde öğrenmeyi başarır.5 İlyas Sami, artık bir zamanlar talebesi olduğu Muş'un medreselerinde “hoca” unvanını almıştır. Arapça, İslami ilimler ve İslam edebiyatı üzerine dersler verir. Muş yöresinde birçok ilim erbabının yetişmesinde ilmi gayretleri olur. Bu zamanda Muş'ta bulunan Mahsut Paşa Medresesi, Osmanlı döneminde Muş ilinin en büyük medresesi olup, yörenin bilenen diğer meşhur müderrislerinin arasında genç yaştaki Hoca İlyas Sami de bu mezkûr medresede dersler verir. Mahsut Paşa Medresesi bu dönemde genel olarak İslam Hukuku, Meal, Sarf, Mantık Beyan, Hesap, Hadis, İçtimaiye gibi ilimlerin ağırlıklı olarak okutulduğu bir medrese olarak bilinmektedir. Hoca İlyas Sami, Muş'taki ilmi mesaisine 1908 devriminden sonra ara verip İstanbul'a yerleşerek devam eder. Hoca İlyas Sami, İstanbul'da bulunduğu yıllarda, Murat Paşa Camii Medresesi'nde ve Darü'l Fünun Edebiyat Fakültesi'nde Arapça ve İslami ilimler müderrisi olarak dersler verir. Bu dönemde İslami ilimler hakkında çeşitli çalışmalar yapar. Eğitimci kimliği zamanla ona kuvvetli bir belagat ve hitabet yeteneği kazandırır.6 Milli Mücadele yıllarında Siirt mebusu Hoca Halil Hulki ve Antalya mebusu Hoca Rasih ile beraber bir reddiye kitapçığı yayınlar. Eser, Türk milli tarihinde önemli bir kaynak sayılıp, cumhuriyet dönemi hakkında yapılan birçok özgün çalışmada sıkça başvurulan bir eser olarak bilinir. Eserin yazılış amacı, Hoca Şükrü Efendi imzasıyla yayınlanan “Hilâfet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” eserinde geçen Millî Mücadele karşıtı fikirlerine karşı bir cevap vermektir. Ayrıca kitapta yer alan ve Kuvay-i Milliye'ye atfen yapılan irtica nitelemesine özellikle bir cevap olma niteliğini taşımaktadır. Kur'an'ı Kerim'den ayetlerin referans kılınmasıyla, Milli Mücadele'ye yöneltilen ithamlara açıklık getirilerek Milli Mücadele'yi dini referanslarla meşru bir konum verilmekte olduğu anlaşılmaktadır. Böylelikle, Anadolu kamuoyunda Milli Mücadele'ye karşı doğabilecek her hangi bir olumsuzluğun önüne geçmek ve ayrıca Anadolu'nun Müslüman halklarını Milli Mücadele ekseninde doğru bir noktada tutmaktır.7 TBMM Albümü (1920-2010)…, s. 52. TBMM Albümü (1920-2010)…, s. 52. 7 Mehmet Akif Tural, Hilâfet Sevdası Karşısında Milli Hâkimiyet Mücadelesi, Ankara, 2005, s. 21-49. 5 6 134 Hoca Şükrü Efendi'nin saltanatın kaldırılması akabinde bir tepki olarak kaleme aldığı eserinde genel olarak şeriat, irticaya âlet edilmiştir diyerek Kuvay-i Milliye'yi irtica olarak tanımlar. Eserde geçen bu ithama verilen cevapta saltanatın: “doğrudan doğruya Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve dolayısıyla milli hâkimiyet düşüncesiyle” çatışır olduğundan kaldırıldığı söylenmektedir. Reddiye eserinde verilen bir diğer cevap ise: “Milli hâkimiyetimiz şeriat ışıklarından, inkılâp konusundan, tabii hukuktan ve yaşanan durumdan doğmuş; kan dökülerek alınmış ve Allah yolunda Türk milletinin savaşımıyla, zafer ve galibiyetiyle kazanılmıştır” denilerek, Milli Mücadele'nin haklılığının dayandığı siyasal zemine vurgu yapılmaktadır. Bu çerçevede, içtihat hakkı TBMM'ye ait olduğuna göre, verilen karara halk nezdinde itaati meşru olarak görülür. Ayrıca eserde uzun bir giriş yazısından sonra, İslam'da Hükümet Nedir? ve Nasıl kurulur? şeklindeki sorulara da çeşitli yanıtlar verilir. Müslüman halkın şeriata uygun bir hükümet kurması kabulünden yola çıkarak, hükümet kurmanın maddeleri sıralanır. Bu maddeler ayrıntılı bir şekilde örneklerle açıklanır. Sonuç olarak dört halife döneminden sonra şeriata en uygun hükümetin Büyük Millet Meclisi'nce kurulduğu ifade edilir.8 Eser, yazıldığı dönemin olağanüstü koşulları içerisinde ses getirmiş. Hoca İlyas Sami Efendi'nin de yazarları arasında bulunduğu bu eser Ankara Hükümeti'nin siyasal meşruiyetine önemli bir değer atfetmiştir. Anadolu Müslüman halkların düşüncelerinde, Ankara Hükümeti aleyhine oluşmuş bazı siyasal meşruiyet sorularının izalesini, İslam'ın temel referansları merkeze alarak gidermeye çalışırlar. 3. Bir Siyasi Portre Olarak İlyas Sami Bey 3.1. Osmanlı Dönemi Hoca İlyas Sami, Muş'ta müderrislik yaptığı zaman zarfında II. Abdülhamid yönetimine karşı tıbbiye öğrencileri arasında başlayan ve zamanla diğer kurumlarda da kuvvetli bir muhalif taraftar kitlesi oluşturan Genç/Jön Türk hareketine ilgi duyar. Hareketin yazılarını ve öncü şahıslarını Jön Türklerin yayın organlarının vasıtasıyla takip eder.9 1908'de gerçekleşen II. Meşrutiyet Devrimi ile beraber yeniden açılan Meclis-i Mebusan'da Muş mebusu olarak siyasi hayata aktif olarak dâhil olur. Mebus oluşu artık kendisini uzun bir siyasi hayatın bekleyeceğine işaretti. II. Meşrutiyet Dönemi'nde uzun yıllar Meclis-i Mebusan'da İttihat Terakki Fırkası'nın ateşli bir üyesi olarak birinci, ikinci ve üçüncü dönemlerde Muş Mebusu olarak siyaset yapmaya devam eder.10 I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin parçalanmış siyasi görüntüsü içerisinde, Wilson Prensipleri'nin maddeleri nazara alınarak etnik 8Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İletişim Yay., İstanbul, 2006, s. 370. 9Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, s. 371. 10Osman Demirbaş, “Liderlerinin Yurt Dışına Kaçması Üzerine İttihat Ve Terakki İçinde Meydana Gelen Tepkiler”, İstanbul Üniversitesi AİİTE Dergisi, Sayı: 1, Yıl: 1/2002, s. 131-145. 135 devletin unsurları bağımsızlıkları için cemiyetler kurma yoluna giderler. Bu cemiyetlerden birisi olan Kürdistan Teali Cemiyeti, İstanbul'da bulunan bir grup Kürt aydını tarafından kurulur. Cemiyet, Cağaloğlu'nda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Umum Müdürü Dr. Abdullah Cevdet Bey'in apartmanında, Seyit Abdülkadir ve arkadaşlarınca 30 Aralık 1918'de resmi kuruluşu gerçekleştirilir. Cemiyetin kuruluşunda üye olarak yer alan isimlerden birisi ise Muş mebusu İlyas Sami Efendi'dir. Ancak, cemiyetin siyasi gelişim ve eylemleri sürecinde pek iştirak etmez. Kürdistan Teali Cemiyeti'yle olan ilişkisini zayıf bir bağ şeklinde tutar.11 Aslında kendi siyasi çizgisini İttihat Terakki Fırkası ekseninde hala devam etmekte karalı olup Türkçülerle beraber hareket etmeye devam eder. İlyas Sami Efendi, Meclis-i Mebusan'da bulunduğu zaman zarfında siyasi ve sosyal konularda birçok kanun maddesinin görüşülmesinde ve yapılmasında ilgili komisyonlarda encümen üyeliklerinde vazifeler alır. Meclis bünyesinde güncel toplumsal ve siyasal sorunlar hakkında birçok takrir verip, söz aldığı görülmektedir. Ancak Meclis-i Mebusan zabıt ceridelerinden görüldüğü kadarıyla, bilhassa Ermeni olayları hakkında meclis genel kurulunda çeşitli oturumlarında söz alıp kendi düşüncelerini bu tarihin tartışmalı konusu hakkında bulmaktayız. Ermeni olayları karşısında aslında Müslüman halkın eziyet ve katliamlara maruz kaldığını meclis kürsüsünde tartışmaya açar. İlyas Sami Efendi, meclisin dikkatini özellikle Şarki Anadolu'da Ermenilerin gerçekleştirdiği bazı olaylara çekmeye çalışır. Meclis-i Mebusan'da Ermeni olayları hakkında Ermeni ve Müslüman mebuslar arasında çıkan bir tartışmada meclis kürsüsünden şunları ifade eder: “Bendeniz de bir hakikati tarihiyyenin yanlış olarak zapta geçtiğini gördüm. Bütün katliamların “Muş” da olmayıp “Erzurum” da olduğunu söyledim. Yani vesikalar, Erzurum'da olduğu müspettir. Ermeniler tarafından İslamlara yapılan katliamın “Muş'ta değil “Erzurum”, “Erzincan” ve “Van” da olduğunu söyledim.”12 Meclis-i Mebusan'da bir başka tarihte, Halep mebusu Artin Boşgezenyan Efendi'nin, İttihat ve Terakki yönetimini silahlı bir çeteye benzeterek İttihat Terakki döneminde Ermenilere yönelik gerçekleşen bazı politikaları sert ifadelerle eleştirir. Paris Konferans'ından önce bütün bu işlenmiş olayların faillerinin cezalandırılarak, ilgili konferans masasına eli boş bir biçimde gitmemeyi önerir. Bu öneri mecliste büyük bir tartışmaya neden olur. Tartışma esnasında Sivas Mebusu Dikran Barsamyan Efendi yeni hükümetin bir an önce “kılıç artığı” olarak adlandırılan Ermeniler için bir şeyler yapılmasını talep eder. Meclis-i Mebusan'da gerçekleşen bu hararetli tartışmalar içerisinde, Muş Mebusu İlyas Sami Efendi meclis başkanından söz talebinde bulunarak bütün bu olan bitenlerin ne anlama geldiğini şu ifadeleriyle açıklamaya çalışır: “Efendiler; bu mesele bir kâtl mi idi, yoksa bir mukatele (karşılıklı öldürme) mi idi? Bunu huzurunuzda tespit edeceğim. 11Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925, Tekin Yay., İstanbul, 1991, s. 10. 12Meclis-i Mebussan Zabıt Ceridesi, Cilt: 1, Devre: 3, 14 Kânunuevvel 1918, s. 326. 136 (Artin Boşgezenyan Efendi) Türkleri tenzih ettiler. Bütün efradı milleti tenzih ettikleri o cinayeti azimeyi, resmi bir ağızla ben de tekrar ile tespitini rica ediyorum. Bu cinayet mi idi, yoksa mukatele mi idi? Bendeniz bütün vicdanımın sedasıyla bütün bütün beşeriyete hitap ederek diyorum ki, talî mesaili (ikincil meseleleri), fürüatı (teferruatı), tafsilatı acı, elim, feci olmakla beraber, bunun mebadisini (başlangıcını), zannederim ki kimse parmak basarak kayıt etmedi. Bu ahval mebdeinde (başlangıcında) bir mukatele idi. Efendiler, bunları bilmek Meclis ve Hükümeti hazıraya ve bütün beşeriyete lâzım ise müsaadenizle bendeniz de bu hakikatleri bütün açıklığı ile şurada arz edeyim. Yani sinirlenmeyin.”13 İlyas Sami Efendi, bu ifadeleriyle Osmanlı Devletinde ortaya çıkmış olan Ermeni milliyetçiliğinin gelişimini özetledikten sonra, I. Dünya Savaşının başında Şarki Anadolu'da vuku bulmuş olan “Van İsyanına” sözü getirir. Van'da Müslüman nüfusun %70'nin yaşam koşulları açısından mahvolduğunu anlatır. İlyas Sami Efendi'ye göre; Ermeni komitelerinin giriştikleri isyanlar sonucunda: “Ermenilerin Hükümet-i Osmaniye'nin kalb ve canına sapladığı şu silah, kendisi için de nefret ve istikrah ettiğini(tiksindiğini) feci şekilde neticelenmiştir.” diyerek ayaklanmaya karşılık olarak, Müslüman halkların maruz kaldıkları bu tarz katliamlara haklı bir cevap verdiğini belirtir. Kısacası, İlyas Sami Efendi'ye göre, Şarki Anadolu'da karşılıklı katliamlar olmuş, fakat bunu ilk olarak Ermeniler başlatmış olduğu düşüncesindedir. Mecliste bahsettiği olaylar iddiasını desteklemeye yönelik açıklamalar niteliğindedir. İlyas Sami Efendi, ayrıca Hükümet-i Osmaniye ve Müslüman halka karşı bu küstahlığa girişen “Müslüman, Ermeni kim olursa olsun, ejder gibi başı kesilecek, ezilecek adamdır, böyle kaydedilsin” diyerek, iki taraftan da bu katl ve isyan işlerine karışanların cezalandırılmasını da önerir.14 Sait Halim ve Talat Paşa kabinelerinin devleti harbe soktukları bunun yanı sıra ülkede baskı, sansür ve tehcir oluşturdukları gerekçesiyle Divan-ı Ali'de yargılanmaları için Divaniye mebusu Fuat Bey tarafından meclise bir takrir verilir. Bu takririn görüşülmesi esnasında, Ermeni mebusların İttihat Terakki yönetimine tekrar ağır ithamlar yöneltmesi üzerine, İttihatçı mebus İlyas Sami Efendi cevaben söz alarak şunları söyler: “Atiye ait, mevcudiyeti milliyyeyi lekeleyen, bir milyon nüfusun bilasebeb Türkler tarafından canavarca kati edildiğini söylüyorlar. Kırk asırdan beri memlekette medeniyetin amili hakikisi yalnız Rum unsuru olduğunu 13Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İletişim Yay., İstanbul, 2006, s. 370. 14Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, s. 371. 137 söylüyorlar. Hükümet bunlara cevap verdi. Ben de Meclisi Âlinin nazarı dikkatini bu töhmetlere celp ederim.”15 İlyas Sami Efendi, Meclis-i Mebusan'daki bir diğer konuşmasında ise şunları dile getirir: “İngiltere'de benzer bir isyan hareketi olsa ve İngiliz hükümetine karşı bir unsur ihanet etse, (İngiliz Hükümetinin) yapacağı şey taş, demir gülleler yağdırarak onu tedip ve imha etmek olurdu” diyerek yapılanların haklılığını savunmaya çalışır. İlyas Sami Efendi'nin verdiği cevapta İngiltere'yi örnek vermesi çok anlamlıdır. Çünkü İngiltere Anadolu'da vuku bulan Ermeni olaylarının bir siyasal destekçisidir. 1916 yılının Paskalya yortusunda, İrlanda Bağımsızlık Hareketi'nin başlattığı bir ayaklanma sonucunda, Dublin'in yönetimi bir süreliğine bağımsızlık hareketinin eline geçer. Ancak daha sonra ayaklanma, İngiliz askeri kuvvetleri tarafından kanlı bir biçimde bastırılmıştır. İlyas Sami Efendi'nin konuşmasının bu bölümünde, meclis sıralarından hararetli bir şekilde “İrlanda'da olduğu gibi” sedaları yükselir.16 I. Dünya Savaşı'na İttifak Kuvvetleri'nin bir müttefiki olarak Osmanlı Devleti'ni savaşa sokan İttihat ve Terakki iktidarı, müttefiklerinin 1918'de teslimiyeti sonucu savaşta yenilen taraf olur. Alınan yenilginin tüm sorumluluğunu İttihat ve Terakki Fırkası yönetimince üstlenilir. Bu süreçte Osmanlı Devleti'nin daha sağlıklı koşullarda bir barış yapabilmesinin önünü açmak için Talat Paşa Hükümeti 8 Ekim 1918'de istifa edip hükümetten çekilir.17 Ancak İttihat ve Terakki Fırkası, Osmanlı toplumu nezdinde büyük bir tepki ve muhalefetten kurtulamaz. Bu tepkilerin şiddeti fırkayı bir anlamda son kongresini yapmaya mecbur bırakır. Fırkanın üst yönetimince alınan karara bağlı olarak, son kongresini 1 Kasım 1918'de fırkanın genel merkez binasında yapar. Kongrede yaklaşık 120 kişi hazır bulunur. İttihat ve Terakki Fırkası'nın bundan sonraki siyasal yaşamının ne olacağını belirlemek için birçok mülahaza yapılır. Kongredeki tartışmalardan iki ana görüş ortaya çıkar. Birinci görüşe göre, İttihat ve Terakki'nin tamamen fesh edilmesi gerektiğine karar verilmesini isteyenler bulunmaktadır. Bu görüşü savunanlardan Ertuğrul mebusu Şemseddin (Günaltay) 15 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 3, Devre: 1, İçtima: 5, 4 Teşrinisani 1334 (1918), s. 111. 16 Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, s. 371. 17 Osman Demirbaş, “Liderlerinin Yurt Dışına Kaçması Üzerine İttihat Ve Terakki İçinde Meydana Gelen Tepkiler”, İstanbul Üniversitesi AİİTE Dergisi, Sayı: 1, Yıl: 1/2002, s. 131-145. 138 Bey, “… aslında cemiyetin Meşrutiyet'i kurduktan sonra işlevinin sona erdiğini” söyleyerek feshini savunur. Kongrede Muş mebusu İlyas Sami Efendi de İttihat ve Terakki erkânının I. Dünya Savaşı'nda izlediği bazı iç ve dış siyasetlerini eleştirerek, feshinden yana görüşünü belirtir.181 Kasım 1918 gecesi İttihatçıların önde gelen liderleri Enver, Talat ve Cemal Paşalar gece vakti yurdu terk ederler. Fırka ciddi bir siyasi meşruiyet bunalımının yanı sıra liderlerini de kaybetmekle çalkalanır. 14 Kasım 1918'de fırka resmen kendini fesheder ve Teceddüt Fırkası adıyla siyasi teşkilatlanmasına yeni bir isimle devam etmeye başlar.19 Diğer taraftan ülkede Mondros Muahedesi'nce başlayan işgaller, yerel ve ulusal direniş örgütlerinin doğmasına sebep olur. Anadolu'da Türk milli şuuru ekseninde organizeli hareket eden ve Erzurum Kongresi'nde siyasi hayata kavuşturulan Heyet-i Temsiliye, ülkenin içinde bulunduğu bu olağanüstü koşullar içerisinde siyasi ve askeri faaliyet halindedir. Yürüttüğü bu faaliyetler sonucunda Meclis-i Mebusan yeniden açılır. İlyas Sami Efendi'nin Muş mebusu olarak bulunduğu bu olağanüstü mecliste 28 Ocak 1920 tarihinde siyasi bir kurtuluş planı olan Misak-ı Millînin kabulü gerçekleşir. İtilaf kuvvetlerinin, Misak-ı Millîye karşı tavrı siyasi ve askeri açıdan sert olup, itilaf kuvvetleri Meclis-i Mebusan'ı dağıtırlar. Türk Milliyetçisi aydınların bir kısmı İngilizlerin adli kovuşturmalarına maruz kalır. Bu süreçte sürgünler önce Mısır ve daha sonra Malta'ya yapılmaya başlar. Sürgünler İngilizler tarafından Mart 1919'da ilk kez başlatılıp, Ekim 1920'ye değin devam ettirilen bir süreç olarak tarihe geçer.20 İlyas Sami Efendi, ülkenin bu olağanüstü tarihi sürecinde ittihatçı olmak suçuyla suçlanır. Bunun yanı sıra Sevr Antlaşması'nın 10 Ağustos 1920 günü imzalanmasından, IV. Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin son bulduğu 16 Ekim 1920 gününe kadar iddia edilen “Hıristiyan Kırımı” suçuna iştirak etmek, ayrıca Meclisi Mebusan'da Misak-i Milli lehinde oy kullanıp, çalışmış olmaktan suçlarından dolayı hakkında arama emri çıkartılır. İtilaf kuvvetlerinin askerleri tarafından tutuklanır. İstanbul'da bulunan Britanya Yüksek Komiserliği'nce kendisine verilen 2810 tutuklu numarası ile 29 Ağustos 1920'de tutuklanarak Malta'ya siyasi sürgüne gönderilir.21 18 Osman Demirbaş, “Liderlerinin Yurt Dışına Kaçması …, s. 131-145. 19 Tarik Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, Cilt: 1, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul, 1988, s. 37.; Görsel Köksal, “1 Kasım 1918'den Bir Anı: Talat, Enver ve Cemal Paşa'nın Romantik Sonu”, Bianet, 7 Mayıs 2005. 20 Mesut Çapa, “Sakarya Savaşından Sonra İmzalanan Türk-İngiliz Esir Mübadelesi Anlaşmasının Uygulanması ve Belgeler”, Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3, 1989, s.399-418.; Pelin Böke, “Son Osmanlı Meclisi'nde Yunan İşgaline Dair Tartışmalar”, ÇTTAD, Sayı: VI/15, Güz 2007, s. 309-323. 21Bilal Şimşir; Malta Sürgünleri, Bilgi Yay., Ankara, 1985, s. 194.; Binnur Kurt, Malta Sürgünleri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tez), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2008, s. 106. 139 İlyas Sami Efendi, Meclis-i Mebusan'da Muş mebusu olarak bulunduğu üç dönem boyunca, Muş ve Şarki Anadolu ile ilgili sosyal, iktisadi ve idari sorunları ve merkezi idarenin yatırımlarına dair konularda, devletin diğer genel siyasi ve sosyal sorunlarına nazaran nispeten daha az değindiği görülür. Seçim bölgesi ile alakalı önemli sayılabilecek şu konuları farklı tarihlerde meclisin gündemine taşır. Muş Mebusu İlyas Sami Efendi'nin, Muş arazisinin irva ve iskası (ıslah ve sulanması) hakkında bir takrir verir. Takririn görüşülmesi esnasında Muş mebusu Keygam Efendi: “Muş ovasından Murat ve Karasu ırmaklarının sularını çıkarmak ve bu ovaya sevk etmek için refikimin takriri faydalı ise de, Muş Sancağında şimdiki zaruri ihtiyacata şümulü yoktur” der. Bu çerçevede Meclis tarafından takrir tartışılıp meclisin gündeminden çıkarılıp, Nafia Nazırlığına havale edilir.22 Muş mebusu İlyas Sami Efendi ve Keygam Efendi; “Muş'ta leylî ve neharî bir idadi mektebinin tesisi ve küşadı ve Müslim ve Gayr-i Müslim mekteplerin tamiri ve tezyidi” hakkında takriri. Mecliste görüşülerek Maarif Encümenliğine havale edilir.23 Muş mebusları İlyas Sami Efendi ve Keygam Efendi yine Muş Sancağı'nın içinde bulunduğu zor ekonomik koşullardan kurtulması için demiryolunun Muş'a ulaştırmasını önerirler. Mecliste bu konunun iktisadi ve sosyal önemi üzerinde dururlar. Muş ve Genç sancaklarına demiryolu ve şose yapılmasına dair takrirleri, mecliste görüşülüp, alınan karar gereği takrir nazarı itibara alınarak Nafia Encümeni'ne havale olunur.24 3.2. Cumhuriyet Dönemi 16 Mart 1920'de İstanbul resmen İtilaf Kuvvetleri tarafından işgal edilir. Bu süreçte Meclis-i Mebusan feshedilip, dağıtılması üzerine, Anadolu'da faaliyet halinde bulunan Türk milliyetçileri Ankara'da yeni bir milli meclis açarlar. 23 Nisan 1920'de açılmış olan I. TBMM, dağıtılan son Osmanlı Meclisi'nin bir kısım mebuslarından ve Anadolu'da zor güvenlik şartlarına rağmen gerçekleştirilen seçimlerin sonucunda seçilen bazı mebusların Ankara'ya ulaşması ile açılır. Bu dönemde yapılan seçimler formalite olup, demokratik ve nizamî değildir.25 Ancak işgal altındaki vatanın kurtuluşu için güçlü bir ülküye inanmışlıkları bulunan 22Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 2, Devre: 1, İçtima: 1, 11 Şubat 1324, s. 40. Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 1, Devre: 1, İçtima: 2, 25 Teşrin-i Sani 1325, s. 227. 24Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 2, Devre: 1, İçtima: 1, 25 Şubat 1324, s.235-237. 25Sadi Irmak, “Atatürk ve Meclis”, ATAM Dergisi, Sayı: 8, 1986, s. 247-286.; Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Kemal ve Birinci Büyük Millet Meclisi Tarihçesi, Ülkemiz Matbaası, Ankara, 1969, s. 11-12. 23Meclis-i 140 kurucu meclis kimliğini toplumun farklı kesitlerini bünyesinde bulundurmasıyla göstermekteydi. TBMM'nin açılmasından sonra 5 Haziran 1920 tarihinde mecliste alınan karar gereği, Malta'da sürgün bulunan İlyas Sami Bey, Muş mebusu olarak meclise intihabı kabul edilir.26 Malta sürgününde bulunanları kurtarmak amacıyla, Ankara Hükûmeti ile İngilizler arasında uzun bir müddet esirlerin mübadelesi konusunda birçok defa görüşmeler gerçekleşir. Nihayet, iki taraf arasında varılan mutabakat metni 16 Mart 1921 günü imzalanır. Anadolu'da bulunan bütün İngiliz savaş tutsakları ve diğer sivil İngiliz tutsaklarına karşılık Malta'da sürgün olarak bulunan ve yargılanmayacak olan Türk tutsaklar ile değiş tokuş yapılacaktır. Ortaya çıkan bu mutabakata göre İngilizler, Malta sürgününde geride kalanları, bir İngiliz gemisiyle İnebolu'ya getirebileceğini kabul eder.27 30 Ekim 1921'de aralarında İlyas Sami Efendi'nin de bulunduğu sürgünün son kafilesi olan 59 kişi İnebolu'ya getirilir ve burada İngiliz esir tutsaklar ile mübadele edilerek yurda dönüşleri başarılı bir şekilde sağlanmış olunur.28 İlyas Sami Efendi, yurda dönüşünden sonra aktif siyasi hayatına kaldığı yerden devam eder. Siyasi hayatının geri kalan zaman zarfında TBMM'de, sırasıyla I. ve II. dönemlerde Muş mebusu, III. dönem Bitlis ve V. dönemde ise Çoruh (Artvin) mebusluklarında bulunur.29 Mecliste bulunduğu sıralarda resmi Kemalist iktidara veya hükümetlerinin aleyhine her hangi bir muhalif grup içerisinde bulunmayıp, siyasi hayatının geri kalanını İttihat ve Terakki Fırkası'nın ideolojik bir devamı niteliğinde olan Halk Fırkası'nın bir mebusu olarak devam eder.30 26TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 2, Devre: I, İçtima: I, 5 Haziran 1920, s. 73-74.; Mecliste alınan karar gereği, İlyas Sami Bey'in meclis azalığından doğan tahsisatı, kendisi sürgünde bulunduğundan dolayı ailesine verilmesi kararı onanır. TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 4, Devre: I, İçtima: I, 21 Eylül 1920, s. 241. 27Binnur Kurt, Malta Sürgünleri…, s. 145. 28Bilal Şimşir. Malta Sürgünleri…, s. 501-505.; Ayşe Hür, “Malta Sürgünlerini Nasıl Bilirsiniz”, Taraf Gazetesi, 28 Şubat 2010. 29Fahrettin Çiloğlu, Kurtuluş Savaşı Sözlüğü, Doğan Kitap, İstanbul, 1999, s. 99-100.; Kazım Öztürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü…, s. 59.; İhsan Ezherli, Türkiye Büyük Millet Meclis 1923-1992, Osmanlı Meclisi Mebusanı 1877-1920, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yay., Ankara, 1993, s. 188.; Cemal Avcı, III. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Yapısı ve Faaliyetleri 1927-1931, A.K.D.T.Y.K. Yay., Ankara, 1920, s. 27.; Erol Şadi Erdinç, Haluk Oral, Meclis-i Mebusan Birinci Seçim Dönemi, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2008, s. 7. 30BCA, 490.01.518.2078.5.4., (5 Eylül 1941).; Emel Akal, Millî mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, Türkiye Sosyal tarih Araştırma Vakfı Yay.,İstanbul, 2008, s. 26. 141 İlyas Sami Bey, Malta'dan yurda dönüşünden sonra meclis tarafından kabul edilmiş olunan intihabının, gecikmiş olan mebus yemini ve takdimi yapılır. Bu esnada meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasında şu satırlar ile o dönem sahip olduğu düşünce ve duygularına tarihi tanık kılar: “Arkadaşlar sakın doymayınız, Milleti Osmaniye ikbal ve istikbal hususunda doymayacaktır. Efendiler üç senedir mütareke devresinin her Türk kalbinde hakaret yaraları öyle az şey ile doymaz. Sakın doymayalım. Cenabı hakkın eltafı mütevaliyen gelecektir. Benim ve mazlum arkadaşlarımın huzurunuzda ispatı vücut etmesi, o tevali edecek naam ve muvaffakiyeti illâhiyenin birer numunesidir. Cenabıhakk'a hepimiz birden teşekkür edelim Ve hepinize sarihi- ve derâguş ederim. İstikbal ve ikbal bizimdir. Yei'se meydan vermeyiniz, istiklâl İslamiyet'in ve Türk'lerinedir.”31 Bu ifadelerinden anlaşılıyor ki Milli Mücadele'nin ilk zamanlarında İlyas Sami Efendi'de birçok mebus gibi Anadolu'da verilen bağımsızlık mücadelesinin nedeni İslam ve Türk milletinin istiklali içindir. Genel olarak, I. TBMM'de bulunmuş olan mebusların ortak mefkûresi memleketin işgalden kurtarılması yönündeydi. Ancak kurtuluşun zaferle sonuçlanması zamanla siyasal gücün iplerini ellerinde tutan milliyetçi liderleri ülke gündemine yeni siyasi süreçler sokacaklardı. Batılılaşma ideolojisi ekseninde birtakım kültür devrimleriyle güncel siyasetin ve yaşamın değişimini zorlamaktaydılar. Bu beklenmedik gelişmeler mecliste bulunan bazı üyeler için sürprizdi. Çünkü yukardan aşağıya doğru gelişen bu yeni siyasal hareketler yeni politik durumları ve tasfiyelerini içinde barındırmaktaydı. Batılaşma ekseninde vuku bulacak yeniliklerin ve değişimlerin kapısını aralayan sürecin mefkûresi geleneksel toplum algısı ile çatışmakta ve daha sancılı sosyal ayrışmaların ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktaydı. I. TBMM'nin genel yapısına bakıldığında mebusların geneli askerlerden, okumuş kişilerden, eşraf sınıfından ve ilmiye mensuplarından olması çoğulcu bir yapıyı resmetmekteydi. İstiklal Harbinin bitiminde ilan edilen Cumhuriyet rejimiyle Kemalistler bütün idari ve siyasi kuvveti tekelleştirmek için çalışmaktaydılar. Kuşkusuz bu dönemin renkli kişilerinden birisi İlyas Sami Bey'dir. Kemalist'lerin ülkede uyguladıkları ulusçu ve çağdaş toplumsal politikaların yarattığı değişimlerin keskin hatlarını İlyas Sami Bey'de görmek mümkündür. Ancak sahip olduğu ilmiye sınıfı geçmişiyle bir anlamda geleneksel olanla modern olan arasında bir kişi olması kendisinde birtakım tercih zıtlıklarını meydana çıkarmaktaydı.32 31TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 14, Devre: I, İçtima: II, 1 Aralık 1921, s. 417-418. 32Sadi Irmak, “Atatürk ve Meclis”, ATAM Dergisi, Sayı: 8, 1986, s. 247-286.; Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Kemal ve Birinci Büyük Millet Meclisi Tarihçesi…, s. 36.; Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler, İstanbul, 1969, s. 109 142 Kürt kimliğine sahip olmak ile Kemalist ideolojinin bir siyasal plan şeklinde yürüttüğü Türkçü ideoloji arasında zihinsel ve davranışsal köprüler kurmada dönemin şartlarında bazı bireyler için bu durum bir hayli zor kalırken, İlyas Sami Bey için bu durumun pek bir engel teşkil etmediği görülmektedir. Muhtemelen, İttihatçı geçmişinde edindiği düşünceler Kemalist ideolojinin kurulmaya başlandığı Cumhuriyet dönemiyle siyasi bağlar kurmak ve devrimlere adaptasyon sağlamada kolaylıklar sağlamaktaydı. Mecliste yaptığı bir konuşmasında İlyas Sami Bey'in Kemalist devrimlerin arifesinde sahip olduğu düşüncelerin anlaşılmasına ışık tutar: “Muhterem arkadaşlar, milletler kuvvet ve kudretlerin hazinesidir. Yeter ki, bunlar kendi harekâtlarında basiretkâr, bir nâzım ve müdür bulsunlar. En güç şey onu bulmaktır. Fert için de böyledir. Bulursa feyzi rehber-i basiret bir kemalinden, çıkartır bir hükümet bir avuç millet, hayalinden. Hakkı hayatı uğrunda son merdaneyi gösteren milletler, harikalar icat ve ibda etmişlerdir.”33 Görüldüğü üzere İlyas Sami Bey, Mustafa Kemal'in yeni ülkenin rehber lideri olarak görmektedir. İlyas Sami Bey'in, TBMM'de bulunduğu süre zarfında birçok kanun maddesi ve siyasi konularda önerileri ve söz almaları olduğu görülmektedir. İlyas Sami Bey'in, TBMM'deki bütün çalışmalarına yer vermek bu çalışmanın imkânları ölçüsünden uzak kalmaktadır. Ancak, Türk toplumsal belleğinde önemli bir yer tutan ulusal konulardaki meclis çalışmalarına ve seçim çevresi Muş ile ilgili meclis çalışmaları ele alınacak. Ayrıca ülkenin Kemalist devrimler sürecinde toplumun bazı kesitlerinden gelişen tepkilere karşı İlyas Sami Bey'in düşünce ve tutumlarının anlaşılmasına çalışılacak. Böylelikle, İlyas Sami Bey'in, Cumhuriyet Türkiye'sindeki toplumsal değişimlere bağlı olarak, düşünce algısının hangi etkenler bağlamında nasıl değiştiğinin anlaşılmasıyla Cumhuriyet döneminin bir bireyi üzerinden bir tarih okuması yapılmış olacak. Böylece ele alınan dönemin bazı siyasi ve kültürel yönlerinin anlaşılmasına bir katkı sağlayabilir. Milli Mücadele sürecinde Mustafa Kemal Paşa Başkumandan olarak meclisten aldığı yetki çerçevesinde, Büyük Taarruz hazırlıklarını yapmakta idi. Mustafa Kemal Paşa, bu hazırlıklar çerçevesinde meclisteki bazı mebusları da vazife-i milliye ile görevlendirir. Bu görevlendirilen isimlerden birisi de Muş mebusu İlyas Sami Bey'dir. “Mebuslardan yedi zatın vazaif-i vataniyeye memur edildiklerine dair Başkumandanlık tezkeresi Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine … Muş Mebusu İlyas Sami Bey. Balâda muharrer-il esami zevat vazaif-i mühime-i vataniyeye memur edilmişlerdir. Arzı malûmat eylerim efendim.” Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan Mustafa Kemal34 33TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 14, Devre: I, İçtima: II, 1.12.1921, s. 417. 34 TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 18, Devre: I, İçtima: III, 6 Mart 1922, s. 73.; TBMM Gizli Zabıt Ceridesi, Cilt: 3, Devre: I, İçtima: III, & Mart 1922, s. 41. 143 Milli Mücadelenin akabinde İtilaf kuvvetleriyle Lozan'da barış masasına oturulur. İlk seferinde kesintiye uğrayan görüşmelerin ikinci sürecinde varılan antlaşmanın meclisteki onaylanması esnasında İlyas Sami Bey genel olarak antlaşmanın lehinde kabul oyu kullanır.35 Bu dönemde Muş mebusları İlyas Sami Bey, Osman Kadri Bey ve Ali Rıza Bey meclis başkanlığına verdikleri bir takrir ile: “Muş - Hınıs arasında (Aras) nehri 'üzerimdeki köprünün Muş-Erzurum, Muş-Diyarbakır arasındaki şoselerin tamirimi Nafıa Vekâletinden rica eylemiş.” olduklarını ve takrirlerine meclis tarafından bir cevap arzu ederler. Nafia Vekili Muhtar Bey, ilgili takrire cevaben; evvelden beri Şarki Anadolu'da yolların bozuk olduğunu ve verilen takrir üzerine Muş-Erzurum ve Muş-Diyarbakır şoseleri yatırım planına dâhil edilmiş olduğunu ifade eder.36 Lozan görüşmelerinin ilk aşamasında İngiliz Baş Murahhasası Lord Curzon'un Türk delegasyonunda yer alan bazı Kürt üyelerine yönelik hakaret içeren sözler sarf etmiş olması, Lozan'a giden üyelerin Kürtleri temsil etmediğini ve bilakis onların Mustafa Kemal Paşa tarafından bilinçli olarak Lozan'a gönderildiğini dair iddiaları mecliste sert yankı bulur. Şarki Anadolu'nun Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri ve Ergani illerinin mebusları Lord Curzon'un bu sözlerine verdikleri tepkiler; Türkiye'nin tevhidi birliğine ve Türk-Kürt milletleri arasında her hangi bir ayrılığın olmadığı aksine kader birliği yapmış iki milletin teşrik-i mesaileri ve atileri var olduğu ve aynı olduğunu dile getirirler.37 Mecliste vuku bulan bu tepkilerden birisi de Muş mebusu ve Kürt kimliğine sahip olan İlyas Sami Bey tarafından yapılır. Meclis kürsüsünde yaptığı uzun hitabında şu sözleriyle Lord Curzon'a cevaben Kürtlerin statüleri konusundaki kendi ama aslında yeni milliyetçi karakterli resmi ideolojinin bakışını genel itibariyle dile getirmekteydi: “Şimdi cahillerden daha büyük cahil olmak sıfatını kabul eden İngiltere kendine mahsus bu cehaletin muannidi fitne ve fesad siyasetini yaydığı sahalarda çıkardığı ateşler bombalar yetişmiyormuş gibi bu sahaya da hücum ediyor. Ve Kürd, Türk ve muhtelif namlar altında müttehit bir kitlenin, bir milleti vâhidenin bulunduğundan çoktan haberdar olduğundandır ki, bunları da tefrikaya, ihtilâle, ihtilâfa sevk etmek istiyor. (Edemez sesleri) Efendim, İngiltere mümessili siyasisi olan Curzon fesat ve fitne silâhını kadimen istimal ede geldiği için bugün de vahdeti katiye ile tecelli eden hududu