bytes shıftıng - Muzeyyen Engin Erim
Transkript
bytes shıftıng - Muzeyyen Engin Erim
ÖRÜMCEĞİN SARAYI VE DİĞER ÖYKÜLER Yazan : RICHARD HUGHES Çeviren : Müzeyyen Engin Erim ( Bu çeviri, kitabın CHATTO ve WINDUS Ltd, Londra, 1961 Baskısından yapılmıştır. ) BAL-NA'DA YAŞAM Bir zamanlar bir adam vardı. İnsanların barındıkları evleri beğenmediğini söyler dururdu. Sonunda kendisi oturdu. Bir site modeli yaptı. Aslında yaptığı bir model site değildi de gerçek insanların yaşayacağı büyüklükteki evleriyle gerçek bir örnek siteydi. Adını da BAL-NA koydu. Gittiği her yerde insanları BAL-NA’da yaşamaya çağırdı. O günlerde Liverpool’da çok cici bir küçük kız yaşardı. Herkes bu adamın peşinden BAL-NA'da yaşamaya gidince o da herkesle birlikte gitti. Ama adam öyle hızlı yürüyordu ki sonunda peşinden gidenlerden bazıları geride kaldılar. Geride kalanlar bu küçük kız, bir Alsaz köpeği, kara boncuk boneli, huysuz, baston gibi dik bir yaşlı kadınla karısını beklediği için geride kalan onun iyi kocasıydı. Bunlar hep birlikte denize ulaşıncaya kadar yürüdüler. Denizde bir balina gördüler. "O adam, bize Bal-na'da yaşamaktan söz ederken her halde bunu demek istedi," dedi küçük kız ,"Ötekiler de umarım bu Balina’nın içindedirler, ya da bunda değilseler başka birindedirler. Biz buna girsek iyi ederiz." Böylece balinaya seslenip içine girebilmek için izin istediler, ama balina onları duymadı. Yaşlı kadının iyi kocası, "Bal-na’da yaşamak bu demekse, ben geri dönerim daha iyi," demeye kalkıştı ama yaşlı aksi karısı, "Saçmalamayı bırak. Ben şimdi gider, onun kulağına söylerim,” diyerek adamı susturdu. Ama yaşlı kadın çok da akılsızdı. Balinanın kulağına söyleyeceğine, gitti püskürtecine söylemeye çalıştı. Balina gene duymayınca büsbütün aksileşti. "Yeter ama, saçmalığı bırak. Bizi hemen içeri al, duyuyor musun? Ben böyle şeylere hiç gelemem," diyerek şemsiyesiyle balinanın püskürtecini dürtmeye başladı. O zaman balina müthiş bir hapşırık gibi öyle bir püskürdü ki yaşlı kadını püskürttüğü suyun tepesinde taa göğe fırlattı. Bu kadın, bir daha yeryüzünde hiç görünmedi. İyi huylu kocası da hiç sesini çıkarmadan Liverpool'a geri döndü. Oysa küçük kız, balinanın püskürtecine bir parçacık bile benzemeyen küçücük kulağına giti. "Lütfen, iyi balina, izin verirsen içine girip orada yaşamayı çok istiyoruz," diye fısıldayınca balina ağzını açtı. Küçük kızla Alsaz köpeği içine girdiler. İçeride elbette eşyaya benzer hiç bir şey yoktu. "O adam haklıymış," dedi, küçük kız, "Burası evlerde yaşamaya hiç mi hiç benzemiyor." İçeride bulduğu tek şey, balinanın daha önceden yemiş olduğu bir devden arta kalan peruktu. Küçük kız, "Bu kapıya iyi bir paspas olur," dedi. Peruğu paspas yaptı. Alsaz köpeği paspasın üstüne yattı, uyudu. Köpek uyanınca yeri eşelemeğe koyuldu: Elbette böylesi kocaman bir köpek tarafından içinin eşelenmesi balinaya korkunç sancılar verdi. Suyun yüzüne çıkarak bir geminin kaptanına seslenip ilâç istedi. Geminin güvertesinde kaptanın yemekten usandığı bir parça koyun budu sövüş duruyordu. Kaptan, "İşte balinaya verilecek âlâ ilâç," diye düşündü, budu balinaya fırlattı. Balina budu yuttu. But daha boğazından inerken aç Alsaz köpeği budu yuttu. Yutunca eşelenmeyi bıraktı. Eşelenmeyi bırakınca balinanın ağrıları dindi. Kaptana, "Çok teşekkür ederim," dedi balina, "İlâcın çok iyi geldi." Kaptan ilâcının balinayı çabucak iyi etmesine çok şaştı, aslında yalnızca soğuk etten kurtulmayı düşünmüştü. Fakat zavallı kız Alsaz köpeği kadar şanslı değildi. Köpeğin üzerinde uyuduğu bir paspası vardı. Karnı toktu. Küçük kızınsa yatacak yatağı yoktu. Yatağı olmadan uyuyamazdı. Yiyecek hiç bir şeyi yoktu. Böylece günler geçti. Bu arada balina da oldukça endişeliydi. İçindekileri pek düşünmeden yutuvermişti. Ama sonradan başlarına neler geldiğini, rahat olup olmadıklarını merak etmeye başladı. Küçük kızlar hakkında hiç bir şey bilmiyordu. Şimdi her halde yemek yemek isterdi diye düşündü ama küçük kızın ne yiyeceğini bilemedi. Kendi içine doğru seslenerek ona sormayı denedi ama bu iş çok güçtü. Ne yaptıysa başaramadı. Sözler içine gideceklerine hep dışarı gittiler. Balina tropik ülkelere kadar yüzdü. Orada, eski tanışı bir papağana ne yapması gerektiğini sordu. "Çok kolay," dedi papağan. Kocaman bir yılanın yaşadığı bir ada biliyordu. Doğru oraya uçtu. Yılanın kafasıyla kuyruğunu kopardı, kalanını aldı, geri döndü. Bir ucu tam balinanın ağzından dışarı çıkacak biçimde, yılanın gerisini balinanın ağzından içeri sarkıttı. "İşte," dedi, "Şimdi bir konuşma borun var. Yılanın bu ucundan sen konuş, sözler aşağıya ulaşacak." Böylece balina yılanın bir ucundan, “Merhaba," dedi, küçük kız öteki uçtan "Merhaba," dendiğini işitti. "Ne istersin?" diye sordu balina. "Yiyecek bir şey isterim," dedi küçük kız. "Yiyecek bir şey istiyor," dedi balina papağana, "Küçük kızlar ne yerler? "Küçük kızlar muhallebi yerler," dedi papağan. Kendisinde kocaman bir kâse muhallebi vardı. Onu yılana boşalttı, öteki uçtan inince küçük kız muhallebiyi yedi. Yedikten sonra yılanı kendi ucundan tutup yukarıya bağırdı. "Merhaba!" "Merhaba? " dedi balina. "Bir yatağım olabilir mi?" "Bir yatak istiyor," dedi balina papağana. "Bunun için Harrod’lara gitmen gerek, Londra’nın en büyük mağazasıdır, " diyerek uçup gitti papağan. Balina Harrod’lara gitti, içeri girdi. Onu satıcılardan biri karşıladı. "Ne emredersiniz?" diye sorarken pek ahmakça bir hali vardı. "Bir yatak istiyorum," dedi balina. "Bay Binks! Yatak!'" diye seslenip saklandı satıcı. Müthiş korkmuştu. Mağazaya daha önce hiç balina gelmemişti çünkü. Bay Binks, yataklara bakan adam, balinanın yanına geldi. Oldukça endişeli görünüyordu. "Size göre bir yatağımız var mı, bilemiyorum bayım," dedi. "Niye olmasın, budala," dedi balina, “Ben herhangi bir yatak istiyorum." "Evet bayım," dedi adam, "Ama her halde büyükçe bir herhangi yatak olmalı, değil mi?” "Değil, değil, ahmak," dedi balina, "Tam tersine, ufakça olmalı." Bir köşeye dayalı çok güzel ufak bir yatak gördü. "Sanırım bu tam bana göre," dedi. "Beğendiyseniz alabilirsiniz," dedi yatak satıcısı, "Ama bana kalırsa asıl ahmak sizsiniz, bu kadar küçük bir yatağın size uyacağını düşündüğünüze göre!" "İçime göre olacak, elbette dışıma göre değil," dedi balina. Ağzını açtı, "İt," dedi. Herkes gelerek yatağı balinanın ağzından içeri itti. Kuşkusuz yatak tamtamına uygun geldi. Sonra bulabildiği bütün yastıkları ve battaniyeleri -aslında gerektiğinden fazlasıylayuttu balina. Hepsi içine gidince, küçük kız kendine bir yatak yaptı, yattı uyudu. Balina denize döndü. Artık küçük kızın da, Alsaz köpeğinin de yiyecekleri ve yatacak yerleri vardı. "Adam haklıymış," dediler, "Gerçekten BAL-NA'da yaşamak, evlerde yaşamaktan çok daha eğlenceli! " Böylece balinanın içinde kaldılar. NOT: Papağan onları beslemeye devam etti, hem de her zaman muhallebiyle de değil, elbette. *** KARANLIK ÇOCUK Bir kasabanın en dışında, kocaman bir evde çok kalabalık bir aile yaşardı. O kadar çok çocukları vardı ki evin kocaman olması büyük şanstı. Garip olan şey, bütün bu çocukların hepsi sarışındılar; olunabileceği kadar sarışındılar, biri dışında. O da hani esmer değil de kapkaraydı. Hem de yalnızca zenci gibi kara değildi. Ondan çok daha karaydı; gece gibi karaydı. Gerçekte öyle karaydı ki, kim onun yakınında bir yerde dursa çevreyi güçlükle görebilirdi. Çocuk etrafa karanlık yayıyordu. Adı da Joey'du. Joey, bir sabah öteki kız ve erkek, bütün kardeşlerinin oyun oynadıkları çocuk odasına girdi. "Oh, Joey canım, ne olursun git. Oyunu göremiyoruz," dediler hepsi bir ağızdan. Bu yüzden zavallı Joey çok üzgün, alt kata, babasının gazetesini okuduğu kitaplığa indi. Başını kaldırıp bakmadan, "Merhaba!” dedi babası, "Ne karanlık bir sabah, değil mi? Okuduğunu görmek güç!” Sonra çevresine bakındı ve Joey'u gördü. "Sen miydin, oğlum? Haydi, iyi bir küçük ahbap gibi buradan uzaklaş. Git. Koş! Şimdi babanın işi var," dedi. Böylece Joey daha da üzgün, bahçeye çıktı. Güzel, güneşli bir sabahtı. Gezine gezine meyve bahçesine indi. Orada düşünmek için durdu. Bu kez de bahçıvanın söylendiğini işitti. "Olur mu ya, Joey Efendi, benim şeftalilerim nasıl olgunlaşır, orada durur da güneşi engellersen, söyle?" Zavallı Joey, kendi kendine sessizce ağlamaya başladı. "Tek yapacak şey, kaçıp gitmek," diye düşündü, "Bunu iyice anladım." Böylece, kasabanın içinden yürüyerek geçmeyi göze alıp evden kaçmaya koyuldu. Ama daha kasabanın öteki ucuna varmamıştı ki, kahverengi, güzel bir İspanyel köpeği, dışarının neden böyle kapkaranlık kesildiğini anlamak için bahçesinden yola fırladı. Ayni anda bir motor yaklaştı. Sürücü, Joey'un karanlığının içine girince köpeği göremedi, üzerinden geçti, öldürmedi onu, yalnızca bir ayağını incitti Motor uzaklaşınca Joey gidip köpeği kaldırdı. Evine kadar taşıdı. "Kabahat benimdi," diye düşündü, "Hep karanlık yapmam yüzünden oldu." Evin kapısını birisi açtı, son derece şaşkın bir halde köpeği içeri aldı. Joey da oradan uzaklaştı. Bütün bunlar olup biterken o evde yaşayan küçük bir kız çocuğu pencereden dışarı bakıyordu. Aşağıda, bahçenin neredeyse geceye dönüşmesine çok şaştı, ama orta yerde kara bir şeyin kımıldadığını görünce: "Gidip o şeyin ne olduğunu anlamalıyım," dedi, "Sihirli pirinç tanemi de unutmamalıyım." Küçük kız duvar saatinin arkasına sakladığı çok gizli kibrit kutusunu çıkardı, açtı. Kutunun içinde tek bir pirinç tanesinden başka bir şey yoktu. Onu aldı, ağzına koydu, tam alt dudağının içine, dudakla diş arasına; öyle ki artık ne söylese sözleri sihirli pirinç tanesinin üzerinden geçecekti. Bunun yararı şuydu: Ne söylemeye çalışsa pirinç tanesinin üzerinden yalnızca gerçek dışarı çıkabiliyordu, hatta küçük kızın bilmediği şeyler için de öyleydi. Ona hiç duymadığı bir şey sorulsun, dudağının iç kısmına pirinç tanesini koymuşsa hep doğru yanıtı veriyordu. Okulda çoğunluk bu yararlı olurdu. Böylece yoldan aşağı (ne olur ne olmaz, kendini yayılan karanlığın dışında tutarak) bir tarlaya varana değin Joey'i izledi. Joey durunca ona seslendi. Aslında şunları söyleyecekti: "Sen kimsin, böyle karanlık yayan kara çocuk? Senden korkuyorum!" Fakat ağzından çıkan sözler şunlardı: "Zavallı Joey! Sana acıyorum!'" Kendisiyle böyle konuşulduğunu duyunca Joey çok sevindi. "Kim olduğumu nereden biliyorsun?" diye sordu, "Daha önce hiç kasabaya inmemiştim, insanların beni görmelerini istemezdim çünkü." Küçük kız, "Ben de bilmiyorum," demek istedi ama söylediği, "Elbette biliyorum," oldu. "Öyleyse bana yardım edebilirsin," dedi Joey, "Söyleyebilir misin, böylesi kapkaranlık olmamak için ne yapmalıyım?" Küçük kız, "Korkarım, edemem," demeye çalıştı ama şunları söyledi: "Elbette ederim. Ayaklarının üzerinde duracağına ellerinin üzerinde durmayı dene." "Nasıl durulur bilmiyorum ki," dedi Joey. Bunun üzerine onun bir saman balyasına dayanarak ellerinin üzerinde durmasına yardım etti küçük kız. Değişim anında ve olağanüstü oldu. Ellerinin üzerinde durmasıyla, bir araba farı gibi parlamaya başladı Joey. Ama tekrar ayaklarının üzerine basınca tıpkı eskisi gibi karanlık yaydı. "Bilmiyorum ki, acaba böylesi daha mı iyi," dedi Joey, "Ama hiç değilse bir değişiklik bu. Keşke herkes gibi normal biri olabilseydim!" "Henüz olamazsın," dedi küçük kız. "Gene de değişikliğe çok teşekkür ederim," dedi Joey. Bütün gün tarlada elleri üzerinde durmayı öğrenmeye çalıştı. Küçük kız da yanında kaldı, onunla konuştu. Gece olduğunda ellerinin üzerinde de ayakları üzerindeki kadar kolay yürüyebiliyordu Joey. "Sanırım, artık gene eve dönmeyi deneyeceğim," diyerek kızla vedalaştı. Kasabadakilerin, pencerelerinden bakıp da, caddede elleri üzerinde giden ve parıl parıl parıldayarak her yeri aydınlatan bir oğlan çocuk gördüklerinde ne denli şaşkınlığa uğradıklarını düşünebilirsiniz. Eve geri geldiğinde annesiyle babası, kasabalılardan da çok şaşırdılar, onu gördüklerine pek sevindiler. Ama zavallı Joey'un yaşamı şimdi de daha mutlu değildi, önceden herkes onu uzağına gönderirdi. Şimdi herkes kendi yanına çağırıyordu. Aslında elektrikler arızalanmıştı ve Joey pek işe yarar olmuştu. "Joey, canım," dedi annesi, “Haydi ellerinin üzerinde önümden üst kata çık, olur mu? Bir kitap alıp gelmek istiyorum.” Ve bu böyle büyüklerin yemek zamanına kadar sürüp gitti. Yemekte her zamanki gibi onu yatağına göndereceklerine, dediler ki, "Joey, şekerim, yemek boyunca masanın ortasında ellerinin üzerinde durur musun? Sofrayı öyle güzel aydınlatacaksın ki!" Bu kadarına dayanamadı Joey, pek gücendi ve ayaklarının üzerinde, kapkaranlık, evden fırladı gitti. Caddeye varınca kendi kendine, "Aklıma yeni bir fikir geldi," diyerek cadde boyunca perende atarak gitmeye başladı. Sonuç, kuşkusuz pek etkili oldu; çünkü tekerlek gibi döndüğü sürece baş aşağıyken parlıyor, başı yukarıdayken kararıyordu. Böylece yoldan aşağı parlayıp parlayıp sönerek gitti. Kasabanın içinden çakıp çakıp geçiyordu. Kasaba polisinin yanından geçerken çaktı (adamcağız şaşkınlıktan neredeyse yere düşecekti), küçük kızın evinin yanında çaktı, küçük kızın mutfağının içine girdi çaktı, hatta perende ata ata mutfağı üç kez dolaştı. O sırada mutfaktaki aşçı bir yılbaşı pastası hazırlıyordu. Çoğu aşçıda olduğu gibi sağduyu sahibi olduğundan yapılması gerekeni hemen bildi. Yeni bir leğeni kavradı, -çok büyük bir leğendi bu- sonra halâ perende atarken Joey'u yakaladığı gibi leğenin içine tıktı. Hemen kocaman bir kaşıkla karıştırmağa başladı: Ve, aydınlıkla karanlığı öyle tam tamına karıştırıp birbirine kattı ki sonuçta leğenin içinden tam normal bir çocuk çıktı. Evin küçük kızı çoktan yatmıştı. Ama zaten onun bir daha Joey'la ilgileneceğini de sanmazdım, çünkü artık normal biriydi Joey. Zaten Joey da yaşamında bir daha o küçük kızı görmedi. Eve gittiğinde kendi büyükleri, babası, annesi, kardeşleri de onu tam anlamıyla normal buldular; her hangi bir başka çocuktan farklı sanabileceğiniz hiç bir şeyi yoktu. Ne kadar çok sevinilirse o kadar çok sevindiler, sevindiler, Joey'un ne akıllı bir çocuk olduğundan sık sık söz ettiler. *** FAYTONLA GİDERKEN Faytonlarıyla giderlerken, her çeşitten insanla karşılaştılar. Bunlardan birisi yaşlı, yorgun bir adamdı. Onu faytona aldılar. Bir diğeri yaşlı, yorgun bir kadındı. Onu da faytona aldılar. Bir ocak çengelini, iki ucu altın bir merdaneyi, bir altın yaygıyla bir gümüş yaygıyı ve bir başka yorgun, yaşlı kadını, hepsini faytona aldılar. Kocaman, güzel iki at buldular. Kendi koşumlarındaki sıradan beygirleri çıkardılar. Bu büyük güzel atları koştular. Gümüş yaygıyı atların üzerine, altın yaygıyı yorgun yaşlı adamla iki yorgun yaşlı kadının ve ocak çengeliyle merdanenin üzerine örttüler. İki değersiz beygiri de hepsinin üzerine koydular. " Hey, beygirler!” diye seslendiler, "Sırt üstü yatmayın, göze güzel gözükmüyor!" Ve onları yüzüstü çevirdiler. "Şimdi," dediler, "Bize saldırmaya kalkışsalar bile kimseden korkmayız. Ne Taş Kafa'lardan, ne Benekli Ana'yla oğlundan, ne Fosil Kardeşlerden, ne Düzce Kardeşlerden, ne Bayan Mogany'den, ne de korkunç Bayan Moffadyke'ten, kimseden korkmayız, " Sonra Kraliçe ile karşılaştılar. Kraliçe çok kaygılıydı. "Bir altın yaygıyla bir gümüş yaygı kaybettim," dedi, "Bulana yüz altın armağan var." "İşte, ---işte," diye bağrışarak altın yaygıyla gümüş yaygıyı Kraliçeye verdiler, "Hepsi o kadar mı?" "Yaşlı, yorgun bir adam kaybettim," dedi Kraliçe. "İşte burada, işte burada!'" "İki de yaşlı kadın." "İşte burada!" "Ve bir ocak çengeli." "İşte burada. Hepsi o kadar mı?" "Dünyanın en iri, en güzel iki atını da kaybettim." "İşte burada." "Altın tutamaklı, dünyanın kuşkusuz en güzel merdanesini kaybettim." "İşte "burada, " "Şimdi, bunları bulmanıza karşılık size ne armağan vereyim?” "Bilmiyoruz," dediler. "Ben biliyorum," dedi Kraliçe, "Bulmanıza karşılık, hepsini size geri vereceğim. İşte merdane, işte ocak çengeli, işte iki eşsiz at." "Bizi verme! Bizi verme!" diye bağırıştılar, yaşlı adamla yaşlı kadınlar, "Bize geri verme!" "Saçmalamayın," diye bağırdı, Kraliçe, "Sizi bulmalarına karşılık, hepiniz onlara verilmelisiniz. Artık faytonla giderken herkes ne kadar zengin olduğunuzdan söz edecek. Herkes, -hatta Bayan Mogany, -hatta korkunç Bayan Moffadyke, - herkes.” Kraliçe böyle söyledi gitti, onlar da faytonlarına binip yollarına devam ettiler. *** BAHÇIVAN VE BEYAZ FİLLER Bir zamanlar bir bahçıvan vardı. Öylesine büyük bir bahçeye bakmak zorundaydı ki sabahleyin saat birde kalkar, gece saat on ikiye kadar yatağına girmezdi. Demek ki, her gece yalnızca bir saatlik uykusu vardı. Çok çalışmaktan, vaktinden önce yaşlanmış, zayıflamış, romatizmaya tutulup topal kalmıştı. Bir gün, güzel bir çiçek yatağı hazırlayıp fideler dikti. Ertesi sabah gelip baktığında, gece ne olmuşsa olmuş, çiçek fidelerinin hepsi yenmiş bitmişti. "Sümüklü böcekler!..” dedi bahçıvan. Yeni fideler dikti, portakal kabuğundan sümüklü böcek tuzakları yaptı, fidelerin etrafına yerleştirdi. Ertesi sabah tuzaklara dokunulmamıştı ama gene bütün çiçek fideleri yenmişti. "Öyleyse sümüklü böcek değil! Acaba ne?” dedi bahçıvan, "Yapacak tek bir şey var. Bu gece bir saatçik uykumu da feda edip oturup beklemeliyim.” Böylece saat on iki olunca gitti, çiçek yatağını gözetlemeğe başladı. Ama gitgide uykusu geldi, en sonunda saat tam bire çeyrek vardı, artık uyanık duramadı, kendinden geçti; uyandığında, gene bütün fideler yenmiş bitmişti. Ertesi gece yeniden gözetlemeye koyuldu. Bu kez yanına sivri uçlu kalemini de almıştı. Uykuya her dalacağı sırada kalemiyle kendini dürterek uykusunu dağıttı. Tam bire beş kala, ne görse beğenirsiniz: Bir tavşan! Öylesine yaşlı ki, kürkü dökülmüş, bıyıkları aklaşmış, en azından kendisi kadar topallayan yaşlı bir tavşan. O kadar yaşlı olmasına karşın, tavşan bir anda bahçıvanın bütün fidelerini yiyip yuttu ve topallaya topallaya uzaklaştı. Bahçıvan yerinden kalkarak tavşanı kovalamaya girişti ama, tavşanın ayağı aksıyorsa onunki de aksıyordu, ikisi de çok yavaştılar, hoplaya hoplaya gül bahçesine vardılar. Tavşan orada bir gül yaprağını dişledi, gül yaprağını dişler dişlemez birden çevik, genç bir tavşan oldu ve zavallı yaşlı bahçıvan daha gözlerini ovuştururken, görülmemiş bir hızla sıçrayıp uzaklaştı; "Vay!” dedi bahçıvan, "Vay, vay, vay, vay!" Üçüncü gece gene gözetlemeye gitti, kendini gene sivri uçlu kalemiyle dürterek uyanık tuttu, tavşan gene gül yaprağını yemezden önceki yaşlı haliyle geldi, küçük çiçek fidelerini yedi, yuttu. Bahçıvan gene tavşanı kovaladı; elinden geldiğince hızlı gitti ama gül bahçesine varan tavşan ondan epey ilerideydi. Orada gül yaprağını dişleyerek şimşekten daha hızlı fırladı kaçtı. Ama, bu kez bahçıvan da bir gül yaprağı yedi. Yer yemez de genç, güçlü kuvvetli bir adam oldu. Bütün çabasıyla tavşanın peşine düştü. Bu kez tavşan gözden yitemedi, ama yuvasına ulaştığında halâ bahçıvandan ilerideydi. Hızla yuvasına daldı, bahçıvan da peşinden daldı. Tavşan gitti, bahçıvan gitti, ama ne bahçıvan tavşanı yakalayabildi, ne de tavşan gözden kaybolabildi. Hayır. Tavşan deli gibi tünel kazıyor ama bahçıvandan bir türlü kurtulamıyordu. Derken kocaman kara bir çukuru tavşan bir sıçrayışta atladı geçti, tam arkasındaki bahçıvan kendini paldır küldür aşağı yuvarlanır buldu. Çok yuvarlanmadı ama ayağa kalktığında artık tavşan görünürlerde yoktu. Bahçıvanın bulunduğu yer zifiri karanlıktı. Gene de bazı kocaman beyaz şekiller seçiliyordu. Görebilmek için bir kibrit çaktı. Kendini, yerlere serilmiş uyumakta olan yirmi otuz kadar beyaz filin arasında buldu. Fillerden bir tanesi uyanarak kim olduğunu, orada ne aradığını sordu bahçıvana. "Tavşanı kovalayarak geldim," dedi bahçıvan. Beyaz fil neredeyse şok geçirdi: "Ne?" dedi, "Sen bizim sahibimizi, Müthiş Efendimizi, Kimsenin Karşı Gelmeyi Göze Alamayacağı Tavşan*ı kovaladın ha?” "Gerçekten öyle yaptım," dedi bahçıvan, "Ama sen, hepinizin, koskoca beyaz fillerin, yaşlı bir tavşanın tutsağı olduğunuzu mu söylüyorsun?" "Elbette tutsağız," dedi beyaz fil. "Ve o ne dese yapıyorsunuz?" "Elbette yapıyoruz." "'Diyelim ki yapmadınız," dedi bahçıvan, "O zaman ne olur?” "Bilmiyoruz," dedi fil, "Hiç kimse hiç bir zaman denemeğe cesaret etmedi." "Öyleyse deneyin!" dedi bahçıvan, "Hiç bir şey olmaz! Bir kez sözünü dinlemeyin ve görün." "Fakat dinlemeyeceğimiz ne var ki?" dedi fil. "Bu mağaranın çıkışı var mı?" diye sordu bahçıvan. "Evet, var. Ama Müthiş Tavşan çıkmamamızı söyledi." “Öyleyse çıkalım!” dedi bahçıvan, "Bana yolu gösterin, hep birlikte çıkalım.” Böylece ilk fil öteki filleri uyandırarak ne yapacaklarını anlattı. Sonra hep birlikte mağaranın dışına giden tüneli tırmanmaya başladılar. Fakat henüz pek az gitmişlerdi ki tavşanı önlerindeki yola dikilmiş buldular. "Dönün geri!” dedi tavşan. Fillerin hepsi yüz geri edip söyleneni yapmaya hazırdılar. Fakat bahçıvan ileri atıldı: "Ben senden korkmuyorum! Sen aptal bir ihtiyar tavşandan başka bir şey değilsin!” dedi. Tavşan, son derece ürkütücü bir sesle, "Yaa, öyleyim ha? Öyleyim ha?" diyerek hepsinin gözleri önünde kabarmağa, irileşmeğe başladı. Dişleri kaplan dişi gibi keskinleşti. Gözleri alev alev parladı. Vahşi bir kükreme ile öndeki file saldırarak dişlerini hortumuna geçirdi. "İşte bana karşı gelmenin sonu!" dedi. Ama bahçıvan korkmadı. Tavşan şimdi korkunç derecede vahşi ve öfkeli olduğu halde, onun üzerine atılarak boğazından kavradı. Bahçıvanla tavşan arasında dünyanın en korkunç dövüşü başladı. Bazen bahçıvan üstün gelerek tavşanı altına aldı. Bazen tavşan üstün gelerek bahçıvanı boğazından ısırmağa çalıştı. Ama en sonunda bahçıvan kazandı. Onu cansız bırakıncaya kadar tavşanın boğazını sıkmayı başardı. Bundan sonra beyaz filler uygun adımla yürüyüşe geçtiler, tüneli aşarak açık havaya ulaştılar. "Artık benim fillerim olur musunuz?" diye sordu bahçıvan. Beyaz filler hep bir ağızdan haykırarak, "Oluruz, elbette oluruz!" dediler. Şimdi bütün bu beyaz fillerin hepsi onun olunca bahçıvan elbette zengin oldu, artık bahçede çalışmasına gerek kalmadı. Onun yerine kendine küçük ama rahat bir ev, beyaz fillere de çok geniş bir ahır satın aldı, orada hep birlikte mutlu yaşadılar. Garip olan şey şuydu: Tavşanın yediği gül yaprağı tavşanı yalnızca bir gece için genç yapmışken, bahçıvanın yediği gül yaprağı onun hep genç kalmasını sağladı, bir daha hiç yaşlanmadı. ******** YEŞİL YÜZLÜ ADAM Vaktiyle yeşil yüzlü bir adam vardı. Yalnızca yeşil olsaydı neyse, yüzü karanlıkta yeşil bir lâmba gibi parıldardı. Böyle olunca, geçinmek için bir sirke katıldı ve hemen hemen dünyadaki bütün insanlar onu görebilmek için yirmi beşer kuruş ödediler. Ama sirkin sahibi çok kötü bir adamdı. Yeşil yüzlü adamı çok mutsuz yapmıştı. Aslında yeşil yüzlü adam böyle gülünç gözükmekten utanç duyuyor, halkın gelip onu seyretmesinden nefret ediyor, dahası bütün yirmi beşlikleri sirk sahibi topluyor ve ona yalnızca yüzünün yeşil rengini kaybetmesini önleyecek kadar yiyecek veriyordu. Sirk hayvanlarının en akıllısı fildi. Sirk sahibinden ve bu sirkte bir file azıcık bile yaraşmayan ahmakça numaralarından o da nefret ediyordu. Bu nedenle fille yeşil yüzlü adam çok iyi dosttular, sık sık dertleşirlerdi. Ama hayvanların en kurnazı, filden de akıllısı, fareydi. Kötü sirk sahibi, oraya buraya gizlice sinen, öteki hayvanlar bir yaramazlık yaptılar mı kendisine yetiştiren bu hayvana iyi davranırdı. Fille yeşil yüzlü adam bir gün birlikte kaçmayı tasarladılar. Ama fare onları duydu, koştu kötü adama yetiştirdi. O da geldi, ikisini de hapsetti. Fili büyük ambara, adamı da çadırlardan birine kilitledi. Hapsedilmiş olduğunu düşündükçe, fil huysuzlaştı. Huysuzlaştıkça etrafını itip kakmaya başladı. Sonunda ambarı devirip yerle bir etti. Yeşil yüzlü adamın kilitli olduğu çadıra kadar gitti. Onu da devirdi. Adam filin sırtına tırmandı, birlikte kaçtılar. Kaçtılar, kaçtılar, bir demiryolu geçidine gelince fil biraz düşünmek için durdu. O sırada ön ayakları tren yolunun bir tarafında, arka ayakları öteki tarafında duruyordu ve de bu fil, yeryüzünün en kocaman filiydi. O düşüne dururken bir tren geldi. Makinistin tüm görebildiği, adamın yeşil ışığa benzeyen yüzüydü. Demir yollarında da, nasıl kırmızı ışık ‘dur’ demekse, yeşil ışık da ‘geç’ demektir. Onun için makinist yoluna devam etti ve tren doğruca filin altından geçti. Bir filin altından geçtiğini anladığı zaman makinist öylesine korktu ki trenden yere düştü. O zaman fil düşünmeyi bıraktı. Makiniste baktı, "İyisi mi, sen de bizimle gel," dedi. Bunun üzerine makinist filin üzerine bindi ve bundan sonra tren yerine fili sürdü. Trense dosdoğru yoluna devam etti. Gitti gitti, demiryolu bitinceye kadar gitti, daha da gitti, gitti, gitti, sirke vardı. Dosdoğru sirkin içinden geçti, çadırların çoğunu devirdi, sirk sahibini uyandırdı. Sirk sahibi onun başıboş bir tren olduğunu kavrayacak kadar erken uyanmadı, tren sirki arkada bırakarak geçip gitmişti. "Demek o edepsiz fil kurtuldu, patırtı yapıp duruyor," dedi, "Fare! Git ona bak, ne yapıyor, gel bana söyle." Fare bakmaya gitti. Geri geldi. "Fille yeşil yüzlü adam, ikisi de kaçmışlar," dedi. "Lanet olsun," dedi kötü adam, "Gidip onları yakalamalıyız. Fareyle kötü adam yola koyuldular. Yolda, taş kırmakla uğraşan yaşlı bir adama rast geldiler. "İyi kalpli efendi," dedi yaşlı adam, "Bu taşları kırmakta bana yardım et." "Yardım edersem, şeytan çarpsın," dedi kötü adam. Gerçekten de çarpıldı. Rüzgâr bir esti, onu otuz kilometre öteye çarptı. Orada taş kırmakta olan başka bir yaşlı adam vardı, "İyi kalpli efendi," dedi o da, "Bu taşları kırmakta bana yardım et." "Yardım edeceğime boynum kopsun," dedi kötü adam. "Kopacak hale gelecek," dedi yaşlı adam, "Upuzun uzayacak, hem beneklerin de olacak." Ve kötü adamı, boynu ağaç kadar uzun bir zürafaya çevirdi. O zaman fare zürafaya tırmandı, kulaklarının arasına yerleşti. Yeşil yüzlü adamı, fili ve makinisti bulana kadar gittiler. Onları bulunca, "Şimdi bir zürafaya benzediğime göre benim kim olduğumu bilemezler," diye düşündü kötü adam, yanlarına gidip konuştu. "Ben bir zürafayım," dedi, "O kötü sirkten henüz kaçıp kurtuldum.” "Öyleyse sen de "bizimle gel," dedi fil. Bir portakal ağacına varıncaya kadar hep birlikte gittiler. Orada, zürafa, boynunu uzatıp bir portakal kopardı. Ama, bunlar sihirli portakallardı. Portakaldan bir kez ısırınca, kötü adamın zürafa boynunun ucundaki başı, yeniden kendi kafasına döndü. Bir kez daha ısırınca, zürafa boynu, kendi boynu oluncaya kadar kısaldı. Fil, "Bakın," diye bağırdı, "Zürafa falan değil, kötü adam bu!” Hemen hortumuyla sihirli portakalı kaptı, nehre fırlattı. Kötü adam bir portakal daha koparmaya çalıştı ama şimdi boynu çok kısaydı, portakallar ise çok yukarıdaydılar. Artık bundan böyle zürafa bedenli ve insan kafalı olarak kalmak zorundaydı. Fil ile makinist, "Ona ne ceza verelim?” dediler. "Ben buldum,” dedi yeşil yüzlü adam, "Biz bir sirk kuralım, onu seyrettirelim." Öyle yaptılar. Kötü adamı bir kafese koydular. Herkes onu görmeye geldi, adam başına birer bütün lira ödediler. Kısa zamanda liralar öyle çok birikti ki yeşil yüzlü adam, fil ve makinist gerçekten çok zengin oldular ve hep mutlu yaşadılar. Fareyi bir daha hiç görmediler. O, sessizce sıvıştı gitti, geçimini başka yollardan sağladı. **************** TELEFONLA GEZİ Bir zamanlar, yüksek, iç sıkıcı bir evde yaşayan küçük bir kız vardı. Henüz beş yaşında olduğu için gerçekten minik bir küçük kızdı. Yanlarında kaldığı üvey büyükleri ona hoşgörüsüz davranırlardı. Sevdiği şeyleri yaptıkları ya da onu sevindirmek zahmetine girdikleri pek sayılıydı. Bu yüzden küçük kız onları pek aramazdı. Bir kaç tane oyuncağı vardı. Onlar da çoğunlukla bir dolapta kilitli dururdu. Yapabildiği, gerçekten eğlenceli tek bir şey vardı: Üvey büyüklerinin bazı arkadaşları, arada eve telefon ederlerdi. O zaman, eğer telefonu o alıp cevap verebilmişse, küçük kız usulca telefon telinin içinden telefon edenlerin evlerine süzülür, gününü onlarla geçirirdi, (Pek çok çocuğun bunu yapamadığı bir gerçektir, ama o yapabiliyordu.) Akşam olunca, gene evine telefon edilirdi ve küçük kız geldiği gibi usulca kordondan geri süzülür, kimse de bir şey bilmezdi. Bir sabah tam da sıkıntıdan patlıyordu ki telefon çaldı, hemen açmaya koştu ve daha kimin aradığını bile sormadan telefon kordonuna geçiverdi. Ama korkunç bir şey olmuştu: Telefon edenler üvey büyüklerinin arkadaşları değildiler, yanlış numara çevirmiş büsbütün yabancı kişilerdi. Kulak dibinden pat diye telefonun kulaklığından fırlayıverip yere indiği zaman bunların ne denli şaşırdıklarını düşünebilirsiniz. Gözlerine inanamıyorlar, "Aman, Tanrım!” deyip duruyorlardı. "Boyuna 'Aman, Tanrım!” diyeceğinize, beni eve göndersenize! Evime gene telefon edin," dedi küçük kız. “Yapamayız ki!" dediler, "Numarayı bilmiyoruz. Yanlış numara düşmüştü. Peki sen numaranızı bilmiyor musun?" Fakat küçük kız kendi telefon numaralarını bilemeyecek kadar ufaktı. Üvey büyüklerinin isimlerini bile tam bilmiyordu ki rehberden baksınlar. "Öyleyse yapacak bir tek şey var," dedi küçük kız, "Ben de burada kalıp sizinle yaşarım." Sonra, kendini içinde bulduğu odaya şöyle bir göz gezdirdi. Büyük, güneşli, güzel bir konuk odasıydı burası. "Sanırım," dedi küçük kız, "Bu oda güzel bir çocuk odası olur. Bu saçma sapan, yaldızlı eşyaları güzelce dışarı taşırsınız; işe yarar, insanın üzerinde zıplayabileceği sağlam bir masa alırsınız. Her şeyiyle eksiksiz bir iki de bebek evi konunca ben burada çok rahat ederim." Küçük kız eğer göze alabilse kendi büyükleriyle işte hep böyle konuşmayı isterdi, hazır buradakiler onlar değilken, nasıl bir sonuç alacağını denemek için tam fırsattı bu. Bu insanlar, konuk odasındaki eşyayı çatıdaki odalardan birine taşıdılar, ellerinden geldiğince orada yaşamaya çalıştılar ve büyük güneşli odayı çocuk odası yapıp küçük kıza bıraktılar. İşler bir parça yolunda gider gibiydi. Fakat küçük kız başka çocuklarla tanışınca bu güzel çocuk odasını ufak bulmaya başladı. Bir kere tek bir odanın içerisinde saklambaç oynayamazdınız. O zaman evdekilerden, öteki bazı odaları da boşaltmalarını istedi, kırılmasınlar diye bütün çin porselenlerini de alıp götürmelerini öğütledi. Kısa süre içinde, iyi kalplilik göstererek ev halkına bıraktığı bir tek çatı odası dışında bütün ev oynaması için onundu. Donanma bayramı geldiğinde elbette o da havai fişek fırlatmak istedi. Hava oldukça soğuk olduğundan, evdekilere çatıyı açabilirler mi diye sordu, "O zaman hem evin içinde dururum, hem de roketlerimi fırlatabilirim, sanırım bahçe oldukça rüzgârlı,” dedi. Evdekiler ellerine çekiçleri aldılar, çatıyı açmak üzere tavana vurmaya başladılar. Kısa sürede adamakıllı büyük bir delik açmışlardı. Komşular elbette bu olanlara çok şaştılar, ne biçim bir iş yaptıklarını sormaya geldiler. Komşulara, kendileriyle birlikte yaşayan küçük kızın bahçeye, ceryana çıkmadan roketlerini uçursun diye böyle yaptıklarını anlattı evdekiler. "Anlarsınız," dediler, "Bunu bizden istedi. İsteyince yapmalıyız, değil mi? En önce çocuklar gelir, büyükler değil! İnsan çocukları mutlu etmek için her şeyi yapmalıdır, öyle değil mi?" Böyle diyerek deliklerini büyütmeğe devam ettiler. Komşular bu insanlar için pek üzüldüler. Ama içlerinden biri güzel bir çare buldu. Evin ardından dolanarak döndü geldi, küçük kıza bir armağan getirdiğini söyledi. "Bari güzel bir şey olsa," dedi küçük kız, "Bir şeye benzemiyorsa teşekkür ederim dememe değmez." "İki buçuk liralık bir roket!” dedi komşu. "Eh," dedi küçük kız, "Tam teşekküre değmez, ancak yarı yarıya değer." Ve komşuya yalnızca, "Teşekkür!" dedi, "ederim" demedi. Her neyse, sonunda donanma bayramı geldi. O zamana kadar, gerektiğinden de çok, neredeyse bütün çatıyı kaldırmış olduklarından, küçük kız evin içinde oturduğu yerden hava fişeklerini göğe fırlatmağa başladı. Komşunun verdiği iki buçuk liralık roketi en sonraya saklamıştı. Onu, evdeki en güzel altın başlı bastona bağlarken, huysuz huysuz, "Bu sopa da amma da ağır, ne yapalım, her halde iş görür," diye söyleniyordu. Sonra roketi salıverdi. Ama roket fırlarken, bastonun kıvrık sapı pantolonunun askısından yakalayarak kızı da beraber göğe çekti. "Eyvahlar olsun!" diye haykırdı evdekiler, "Bu ne mutsuz bir kaza! Ne olacak şimdi ona?" "Hiç bir şey olmayacak," dedi roketi veren komşu, "Ben, bilerek verdim. Sihirli bir rokettir o; kızın yaşadığı yeri ancak o bilir. Onu doğruca evine götürecek." Ki olan da tam buydu. Roket karanlık göğün içinden yıldız gibi kayarak geçti, küçük kızın üvey büyüklerinin çatı sarnıcına kondu. Üvey büyükler küçük kızı sarnıçtan bulup çıkardılar. Ona gene çoğu kez soğuk et ve tapyokalı mahallebi yedirdiler. Onunla gene konuşmadılar, saçlarını çok sık fırçaladılar. ********** CAM KÜRE ÜLKESİ Bir zamanlar gezmiş olduğum bir ülkede, bir kayalığın tepesinde büyük bir şato vardı. Baştanbaşa yıkıntı kalmıştı. Çevresindeki kayalara tırmanmak çok güçtü ve şatonun içine girmeyi zorlaştıran yeterince duvar, halâ yerinde duruyordu. Bu duvarların arasına bir kömürcü, karısı ve küçük kızıyla yaşamak üzere bir kulübe yapmıştı. Kömürcü bu kulübeyi yaptığı sırada o yörede bir sürü savaş vardı. Günümüzde olduğu gibi tek bir büyük savaş değil, hepsi ayni zamanda ve hepsi ayni ülkede sürüp giden, ufak ufak, sayısız savaş olmaktaydı. Öyle ki ayni ovada orduların birbirine karışarak kendi düşmanlarını aradıkları üç ayrı savaş görebilirdiniz. Yaşlı kömürcü savaşlardan hoşlanmıyordu. Kulübesini şato yıkıntısının içine yaparken, orduların onu bulamayacağı bir yerde, bütün bu savaşların dışında kalacağını düşündü. Kulübesini yapınca, gidip ordulardan birine haber verirler diye, nerede yaşadığından kimseye söz etmemeye çok dikkat etti. Fakat bir gece geç vakit kasabadan dönerken, şosede yaşlı bir gezgin satıcıya rastladı. Satıcı çok yaşlıydı, ayaklarının üzerinde duramıyordu. Kasabanın ne kadar uzaklıkta olduğunu sordu kömürcüye. "On kilometre," dedi kömürcü. "Yaşlı satıcı inledi, "Aman Tanrım!" dedi, "Tek bir adım daha atacak gücüm kalmadı." Şimdi kömürcü güç durumda kalmıştı. Yaşlı satıcıyı kendi haline bıraksa, daha kasabaya varmadan ölebilirdi; alıp kulübesine götürse, yaşadığı yeri ordulara haber verecek bir casus çıkabilirdi. Ama gene de tehlikeyi göze alarak, yaşlı adamı evine götürmenin daha iyi olacağını düşündü. Böylece onu kulübesine götürdü. Akşam yemeği yedirdi. Sonra çok yorgun olan yaşlı satıcı, yattı. O yatağa girer girmez, kömürcünün karısı durmadı, kavgaya başladı. "Seni sersem budala!" dedi, "Kuşkum yok o satıcı falan değil, bir casus! Gidip ordulara haber verecek, hepimizi öldürecekler. " "Odasına gidelim, ona bir bakalım,” dedi kocası. Satıcının odasına gidip baktılar; hiç kuşku yoktu, ak sakalını çıkarmış, yatağının baş ucuna asmış, gerçekte çok genç bir adamdı. "Şimdi ne yapacağız?" dedi kömürcü. "Onu öldürmeliyiz,” dedi karısı, "Git baltanı al, onu uykusundayken ikiye biç." İhtiyar kömürcü gidip baltasını getirdi, ama yabancıyı uyur gördükçe yapacağı işe kalkışmak pek güç geldi. "Baltam bilenmek ister," dedi. "Öyleyse bile," dedi karısı. Kömürcü bileyi taşına gitti, baltayı bileye bileye ustura kadar keskin yaptı. Geri döndü. "Hadi vur," dedi karısı. "Yapamayacağım, sen yap," dedi kömürcü. O zaman kömürcünün karısı baltayı aldı. Ama bir şey yapmasına vakit kalmadan yabancı uyandı. Ona görünmeden ancak odadan çıkacak zaman buldular. "Ziyanı yok," dedi yaşlı kadın, "Yeniden uykuya dalar dalmaz yaparım." Ama bu dediğini yapacak yerde, beklerken kendisi uyuya kaldı ve sabaha kadar, satıcı kalkıp, sakalını takıp, yola çıkmaya hazır oluncaya kadar uyanmadı. Satıcı gitmeden önce torbasından bir futbol topundan büyük, kocaman cam bir küre çıkardı. "Küçük kızınıza bir armağan! Teşekkür ederim, bana karşı çok iyiydiniz," dedi. "Eyvah!" dedi karısına yaşlı kömürcü, "Şimdi ordulara haber verecek, gelip bizi öldürecekler.” Onlara aldırmayan küçük kız cam küreyi aldı, ocağın rafına koydu. Onu öyle çok sevdi ki, gözü gibi baktı. Gerçekte yabancı casus falan değildi ve kömürcülerin onu öldürmemeleri şanstı. Fakat gelin görün ki: bir kaç gün sonra, çevrede savaşan ordulardan birinden eski şatoyu gördüler. "Oraya çıkalım. Düşmanın bizi bulamayacağı bir yer. Biraz dinlenelim,” dediler. Bunun üzerine çok sayıda asker kayalığa tırmanmaya başladı. Onları görünce, "İşte, geliyorlar!" dedi yaşlı kadın, "Şimdi hepimiz öldürüleceğiz. Ah, nereye saklansak?" "Görmüyor musunuz? Cam kürenin içinde bir ülke var,” dedi küçük kız, "Küçücük bir ülke, boyu bir uçtan bir uca ancak bir parmak, ama orada saklanabiliriz.” “İyi fikir," dedi babası. Böylece üçü birden kendilerini mini mini yaptılar ve cam kürenin içindeki ülkeye girdiler. Kendilerini o kadar ufaltmışlardı ki tam o ülkeye uygun boydaydılar. Bu sırada askerler kulübeye varmışlardı. Bütün yiyecekleri yediler, içtiler, güldüler, çamurlu ayaklarını yataklara dayadılar, tam anlamıyla kötü davrandılar. Sonunda içlerinden biri "Şu cam küreye bakın," dedi, "Ne eğlence olur! Onu kayalardan aşağı atalım; aşağıda vadide parçalanıp dağılmasını görelim." Asker cam küreyi, içindeki ülkeyle ve o ülkedeki üç kişiyle birlikte eline aldı, kayanın kıyısına gitti, tepeden aşağıya fırlattı. Küre yuvarlandı, yuvarlandı, aşağıda vadide kocaman bir taşa çarptı ve paramparça atomlarına dağıldı! Ama küre parçalandığı zaman içindeki ülke de dışarıya, yere düştü. Ufacık bir kurbağa büyüklüğündeydi. İlk önce bir yaprağın altında saklı kaldı. Sonra büyümeğe başladı. Bu ilginç bir olaydı. Öğleden sonra ülkenin tam bir metre boyu vardı. Elbette içindeki insanlar da ülkeyle birlikte büyümekteydiler. Bu nedenle, olmakta olanın farkına varmadılar. Yalnız, ilk önceleri üzerlerindeki bütün dünyalarını örten yaprak, şimdi küçülmüş, ancak iki ovayı örtüyordu. Bütün gece süresince ülke büyüdü, sabaha kadar içinde bulunduğu bütün çayırı kapladı. O sırada yaralı bir asker, peşinde onu öldürmek için kovalayan başka bir askerle, sendeleye sendeleye ülkenin kıyısına geldi. "Buraya gel,'" diye çağırdı küçük kız. O zaman yaralı asker ülkeye girdi, ama onu kovalayan öteki asker de girmeye çalışınca, o giremedi. Ve, yaralı asker kimdi biliyor musunuz? Küçük kıza cam küreyi verenden başkası değildi. "Bu ülke ne ülkesi?" dedi küçük kız. "Barış ülkesi!" dedi o, "Bu ülkenin içinde kimse dövüşemez." Gerçekten orada kimse dövüşemedi. Savaşların yolu üzerinden kaçmaya çalışan çiftçiler içeri girebildiler ama ordular ülkeye giremediler. Ve ülke hep büyümeğe devam etti. Yörenin bütün kırlarını kapladı. Ordular dövüşecek alan bulmakta güçlük çektiler ama gene de dövüşlerini sürdürdüler ve ülke gene büyümeğe devam etti. Sonunda ordulara hiç yer kalmadı, hepsi denize döküldü, boğuldu. Barış ülkesi, eski savaş ülkesinin bütününü kaplayıncaya kadar büyüdü. Orada çiftçiler ve diğer kavga sevmeyen bütün insanlar hep birlikte, mutlu yaşadılar. Kömürcüyle karısını Kral ve Kraliçe, küçük kızı Prenses yaptılar. "Şimdi bir Prensesim," dedi küçük kız, "Bana o güzel küreyi veren yabancıyla evleneceğim!" Ama o yabancı, temelli ortadan kayboldu. ********** HİÇ Hizmetçi sabahleyin yemek odasına girdiğinde, "Aman, Tanrım!" dedi, "Şu çocuklar masayı ne hale sokmuşlar.'" "Eeee, masada ne bırakmışlar?" diye seslendi aşçı mutfaktan. "Eh, bir damla süt kalmış," dedi hizmetçi. ""Söylenip durman için çok bir şey değil," dedi aşçı, "Ölü bir Çinli var ama,” dedi hizmetçi. "Aldırma," dedi aşçı, "Daha beteri olabilirdi. Yeni mi ölmüş, yoksa hep ölü müydü?” "Sanırım," dedi hizmetçi, "Bu ölü doğmuş, küçük bir çocukken de ölüymüş, sonunda ölü büyümüş." "Daha başka ne var?" diye sordu aşçı. "Bir diş var. Sanırını buradan geçen bir köpek balığından düşmüş." "Aman, aman," dedi aşçı, işte çocuklar böyle saldırgan oluyorlar." "Hem de," dedi hizmetçi, perdeleri açıp masaya daha dikkatli bakarak, "Eğer hepten yanılmış değilsem, bir de canlı Çinli var." "Tçk- tçk- " dedi aşçı, "Amma da telaşa veriyorsun. O Çinli hep canlı mıydı ki?" "Bilmiyorum," dedi hizmetçi, "Bir de nuh nebiden kalma çorap var." "Aman, Tanrım," dedi aşçı, "Başka ne var?" "Hiç!" dedi hizmetçi. “İyi!" dedi aşçı, "Sakın Hiç'e dokunma.'" Böylece hizmetçi hiçe dokunmadı. Süt damlasını temizledi, ölmüş Çinliyi, köpek balığı dişini, canlı Çinliyi, nuh nebiden kalma çorabı topladı, ama hiçi masanın ortasında bıraktı, kahvaltıyı onun çevresinde kurdu. Tam bu sırada evdeki yedi çocuk kahvaltıya indiler. "Aaaa! Masanın ortasındaki ne?” dedi en küçükleri, dokunup oynamak istedi. "Hiç işte," dedi en büyüğü, "Dokunma, bırak." Sonra anneyle baba kahvaltıya geldiler. "Kahvaltıda ne var?" dedi babaları. "Her zamankinden başka ne olsun, hiç!" dedi anneleri, "İster misin?" "Hayır, teşekkür ederim," dedi baba, "Sucuk yesem daha iyi.” Kahvaltıda baba sucuk yedi, anne sucuk yedi, çocuklar yumurtalarını yediler. Kahvaltı bitince anne aşçıyı çağırttı. "Sana kaç kez söyledim," dedi, "Sofra böyle ıvır zıvırla hiçle kurulmayacak." Aşçı söz dinler bir tavırla masaya gitti. Hiç'i aldı, pencereden fırlattı attı. Ama ne süt damlasının, ne ölü Çinlinin, ne nuh nebiden kalma çorabın, ne köpek balığı dişinin, ne canlı Çinlinin, hiç sözünü etmedi. Onları önlüğüne sakladı, anneyle baba gidince hepsini çocuklara geri verdi. İyi bir aşçıydı o. “Oh, teşekkür ederiz," diye haykırıştılar, yedi çocuk birden. Aşçı her birini öptü, sonra gene mutfağa döndü. ********** CANI TEZ AŞÇI Bir zamanlar, biraz yaramazca bir küçük oğlan vardı. Bir gece, yatağına gireli daha yarım saat bile olmamışken, uyuyamadı diye yataktan kalktı, kendi kendine: "Usulca mutfağa insem, kimse beni duymadan kendime yiyecek bir şey pişiririm," dedi. Pantolonunu pijamasının üzerine çekti, usul usul mutfağa indi. Büyüklerin yemek vakti neredeyse gelmişti ama aşçı köşe başına kadar bir arkadaşını görmeğe gittiğinden, ortalıkta kimsecikler yoktu. Küçük oğlan, “Bakalım, kilerde ne varmış,” diye önce kilere gitti. Kilerde kocaman bir kâse kesme şekerle, zavallı ölü bir kırlangıçtan başka bir şey yoktu. Gidip kap kacak dolabına baktı: Hepsi hepsi raflardan birinde kocaman bir saplı tencere vardı. "Bu işime yarar her halde," dedi. O böyle der demez, saplı tencere raftan atladığı gibi güm pat çat küt, küçük oğlanın arkasına takılarak mutfağa geldi. "Heey, merhaba, ne yapıyorsun?" dedi küçük oğlan. "Eee, beni istedin ya! İstemedin mi?" diye sordu saplı tencere. "Tamam,” dedi küçük oğlan, "Hadi ocağın üzerine çık.” "İçim boşken çıkarsam, kendimi yakıp delinirim," dedi saplı tencere, îçime bir şey koymayacak mısın?” "Olur, koyarım," dedi küçük oğlan, kilere giderek ölü kırlangıçla kesme şekeri getirdi, saplı tencereye koydu. Tencere ateşin üzerine hopladı. Az sonra, tencerenin içinden tıkır mıkır sesler duyuldu. "Güzel!" dedi küçük oğlan. Tam o anda, pantolon askılarını tutan biricik düğme koptuğu gibi odanın öteki köşesine fırlayınca, düğmeyi arayıp bulmak zorunda kaldı. Fakat ne oldu, biliyor musunuz? Düğmesini ararken, kendi düğmesi yerine başka bir düğme buldu. Bu başka düğme sihirliydi, ama elbette çocuk bunu bilmiyordu. Sağlam bir sicim parçası aldı. Düğmeyi sicime geçirdi. Sonra pantolonunun bel arkasını kümeleyip sicimi sıkıca sardı, bağladı, sonra askısını düğmeye ilikledi, gidip yemek pişirme işine devam etti. “Seni karıştırayım mı?" diye sordu tencereye. “Hayır, sakın!" dedi tencere mırıl mırıl, “Pek güzel başarıyorum, teşekkür ederim." Bu arada pek tuhaf bir şey oluşmağa, pantolonun arkasındaki yeni düğme, büyümeğe başladı. Küçük oğlan farkına vararak eliyle yokladığında bir fincan tabağı kadar büyümüştü. "Tuhaf,” diye düşündü küçük oğlan, “Düğmemin bu kadar büyük olduğunu anımsamıyorum.” Fakat düğme durmadan büyüyordu. Kısa sürede o kadar kocaman oldu ki, bir kenarı ayaklarının arkasında yere değdi, diğer kenarı başının tepesine ulaştı. Tam bu sırada büyükler yemek zilini çaldılar.Küçük çocuk aşçının koşarak geldiğini duydu, korktu, kaçmaya çabaladı ama düğme öyle büyük ve ağırdı ki, kaçmayı başaramadı, ancak kocaman mutfak masasının üzerine, kımıldayamayacak biçimde sırt üsttü devrildi, o anda aşçı içeriye daldı. "Ammaaaan, amma da acele ediyorlar!” dedi aşçı. Yemek zilinin devamlı çaldığını işitirken ne yaptığına bakmadan, üzerine bir sahan kapağı oturttuğu gibi, küçük oğlanı düğmesinin üzerinde götürüp yemek masasına koydu. Sonra gene ne yapmakta olduğuna bakmadan, saplı tencereyi bir başka tabağa boşalttı, onu da masaya götürdü. Baba, kapağı kaldırıp da, yemek yerine kocaman bir düğmenin üzerinde yatan küçük oğlunu görünce öyle şaşırdı ki, ne yapacağını bilemedi. Fakat düğmenin gittikçe büyüdüğünü hemen fark ettiler, şimdi neredeyse bütün masayı kaplamaktaydı. “Çabuk!” dedi anne, “Kaybedecek zaman yok." Oyma bıçağını kaptığı gibi düğmeye bağlı sicimi kesti, küçük çocuğu kurtardı. Sonra büyük güçlükle dev düğmeyi kavrayarak babayla birlikte evden dışarı, sonra da tepeden aşağı yuvarlamayı başardılar, bir daha hiç görmediler onu. Geri döndüklerinde, anne, "Bakalım, öteki tabakta ne var?” dedi. Öteki tabağa baktılar, içinde şekerden yapılma bir kuşla gene şekerden yapılma bir kuş kafesi bulunca çok şaşırdılar. "Çok güzel! Ama yemek yerine geçmez." dediler. O gece lokantada yemek için dışarı gittiler, şekerden yapılmış kuşla kuş kafesini küçük oğlana vererek onu yukarı, yatağına gönderdiler. ********** ÜÇ KOYUN Bir zamanlar kocaman bir kaya ve bu kayanın tepesinde yaşayan üç tane koyun vardı. Bir gün, içlerinden biri, ötekilere şöyle dedi: "Kardeşlerim, bu kayayı sevmiyorum! Ben gidip, otların yemyeşil büyüdüğü, göllerin şarapla dolu olduğu bir ülke bulacağım." "îyi!” dedi kardeşleri. Bunun üzerine, koyun kayadan aşağı indi, ovaya vardı, ovayı rüzgâr gibi geçti, yedi gün, yedi gece gitti, bir fildişi kuleye ulaştı. Kulenin kapısında tepeden tırnağa silahlı bir şövalye duruyordu. "Hey, koyun!” dedi şövalye, "Nereye gidiyorsun?" "Öyle bir yer arıyorum ki," dedi koyun, "Gölleri şarapla dolu, otları yemyeşil büyümüş olsun!” "Öyleyse, gel benimle," dedi şövalye, torbasından yedi tane kurdele çıkardı, biri kırmızı, biri mavi, biri sarı, biri portakal kabuğu, biri mor, biri yeşil, biri de beyaz; bu yedi kurdeleyi koyunun boynuna bağladı, onu şatoya götürdü. Avluyu geçtiler. Kralın, şölen sofrasında, kızıl ağaçtan tahtında oturmakta olduğu büyük hole vardılar. "Kralım," dedi şövalye, "Otların yemyeşil büyüdüğü, gölleri şarapla dolu olduğu bir yer arayan bir koyun getirdim." "Öyleyse, o da beklemeli," dedi Kral. O zaman koyun, çevresine bakındı, uzun bir masanın kenarlarına dizilmiş oturan her türden hayvan ve insan gördü. Beyaz derililer, kara derililer, sarı derililer, Fransızlar, İspanyollar, Çinliler, pigmeler, Almanlar, İngilizler vardı. Bir hipopotam, bir keçi, bir at, bir tepe boynuz, bir sansar, bir kedi, bir kocaman boz ayı vardı. Her biri öbüründen sessiz hiç kıprtısız oturuyorlardı. Şövalye, koyunu yedi kurdeleli bağından tuttu, boş bir sandalyeye oturttu. Koyun orada bir gün oturdu, bir ay oturdu, bir yıl oturdu, îkî yıl oturdu, on yıl oturdu, yüz yıl oturdu. Yüz yılın sonunda bir boru sesi duydu, şatoya güzel bir kız geldi. "Soylu Kralım, bir dileğim var," dedi güzel kız. "Söyle kızım,” dedi Kral. "'Bana can yoldaşı olacak bir insan ya da bir hayvan ver. Bunu duyan koyun yerinden kalktı, kız onu yedi kurdeleli bağından tuttu, dışarıya geceye çıkardı. "Beni nereye götürüyorsun?” diye sordu koyun. "Seninle yedi kıtayı, yedi denizi aşacağız,” dedi kız. Böylece, rüzgâr gibi, yedi kıtayla yedi denizi arkalarında bırakarak yemyeşil bir tepeye vardılar. "Görüyorum ki burada otlar yemyeşil, göller şarap dolu," dedi koyun, "Peki, senin için ne yapmamı istiyorsun?" "Tepenin aşağısında bir kara şato var," dedi kız, "O şatoya git. Her odada ayağını üç kez yere vur, bir kez de mele." Koyun tepeden aşağı indi, şatoyu buldu, ilk odaya girdi, ayağıyla bir kez yere vurdu, sesin yankısı bütün dehlizlerde dolaştı. Sonra ikinci kez, üçüncü kez vurdu, sonra meledi, duvarlara asılı bütün silâhlar titreştiler. Sırayla her birinde üç kez ayağıyla vurup, bir kez meleyerek bütün odaları dolaştı. Sonuncu odaya girdiğinde, tüm şato birden yıkıldı, duman olup dağılarak yok oldu ve koyun kendini eskisi gibi, kayanın üzerinde, likenleri ve yosunları kemiren kardeşlerinin yanında buldu. "Kardeşlerim," dedi, "Çok tuhaf serüvenler geçirdim.'" "Ama, kardeş," dediler ona, "Sen bu kayanın üzerinden hiç ayrılmadın ki!.." Aradan bir yıl geçti, ikinci koyun dedi ki: "Kardeşlerim, bu kayayı sevmiyorum! Gidip, ırmaklarından bal akan, ağaçları ekmek veren bir ülke arayacağım." Böylece o da ovaya indi. Fildişi kuleye varıncaya değin, yedi gün yedi gece rüzgâr gibi koştu, birinci koyunun başından geçenlerin hepsi onun da başından geçti. Kral onu da boş sandalyeye oturttu. Orada bir gün, bir ay, bir yıl, iki yıl, on yıl, yüz yıl oturdu. Sonra kocaman borunun sesini duydu. Hole bir cüce girdi. Küçücüktü. Sırtında bir kamburu, kafasında üç boynuzu vardı ve kapkaraydı. "Kralım," diye yalvardı cüce, "Benimle gelmesi için bir adamını ver yanıma, ya da bir hayvanını ver bana." Koyun kalkarak cüceyle gitti. "Beni nereye götürüyorsun?" diye sordu cüceye. "Yerin merkezine götürüyorum," dedi cüce. Böyle der demez toprak yarıldı, cüceyle birlikte koyunu yuttu: Karanlığın içinde üç gün üç gece, yerin merkezine kadar, tümseklerinden dil dil alevler uzanan boşluğa kadar düştüler. Burada pek çok cüce, ellerinde çekiçler, pirinç levhalara çeşitli biçimler veriyorlardı. Kimi elindekine insan biçimi veriyor, kimi bir ejderha, kimi bir haç, kimi bir koyun, kimi bir aslan, kimi de bir çeşit makine yapıyordu. "Burada ne nehirler bal akıtıyor, ne de ağaçlarda ekmek büyüyor, “ dedi koyun, "Peki benden ne istiyorsun?” Cüce onu tümseklerden dil dil uzanan alevlerin yanına götürdü. Alevlerin üzerinde, içinde kaynar pirinç eriyiği bulunan kocaman, cam bir kazan vardı. "Bu kazanın içine atlamalısın,” dedi cüce. “Ama, yanarım," dedi koyun. "Yanmazsın," dedi cüce, koyunu yedi kurdeleli tasmasından tutarak kazana atlayabileceği bir yüksekliğe çıkardı. Ve, koyun atladı. Eriyiğin içine atlar atlamaz kazan dağıldı. Alevler kuvvetle fışkıran bir kaynak gibi, uçlarında koyunu iterek yükseldiler, üzerlerindeki yer açıldı ve koyun kendini kayaların üzerinde, yosunları kemiren kardeşlerinin yanında buldu. "Kardeşlerim," dedi, "Müthiş serüvenler geçirdim!” Ona, "Kardeş," dediler, "Sen bu kayanın üzerinden hiç bir yere ayrılmadın.” Sonra aradan bir yıl daha geçti ve üçüncü koyun dedi ki: "Bu kayadan usandım! Ben, kuşların çiçekler gibi saçıldığı, yıldızların halka halka dans ettiği bir ülkeye gideceğim.” O da tepeden aşağıya ovaya inerek rüzgâr gibi koştu ama diğerleri gibi fildişi kuleye değil, tam aksi yöne gitti. Yedi gün, yedi gece sonra, çok hızlı akan, kapkara bir ırmağa geldi. Irmaktan aşağı kara bir kayık gidiyor, kayığın içinde ak sakalı suya değen yaşlı bir adam ayakta duruyordu. Koyun adamı görür görmez, onun peşinden gitmesi gerektiğini hissetti, suya atladı. Gün boyu suyun akıntısıyla sürüklendiler. Gece olunca kayık sığ bir koya ulaştı, yaşlı adam karaya çıktı, koyun da çıktı; yaşlı adam geldi, koyunun sırtına bindi. O zaman koyun dedi ki: "Ey benim efendim! Avucunla bir şamar vur bana." Yaşlı adam koyuna bir şamar vurdu ve koyun adamla birlikte, rüzgârdan daha hızlı, güneşin ışığından daha hızlı ileriye fırladı, gitti, gitti, bir ara dedi ki: "Ey, efendim, bana bir daha vur!” Yaşlı adam avucuyla koyuna bir kez daha vurdu. Koyun o zaman gök yüzüne doğru şahlandı. O hızla, gökte kuşların çiçekler gibi saçıldığı, yıldızların halka halka dans ettiği yere değin yükseldi. Orada, yaşlı adama, "Burada dinlenelim," dedi koyun. Ama yaşlı adam koyuna bir kez daha vurdu ve işte o zaman koyunun bütün gücü tükendi, kayan bir yıldız gibi gökyüzünden aşağı inmeğe başladı ve kurşun gibi yeryüzüne, tam öteki iki koyunun yosunlarla likenleri kemirdiği kayanın üzerine düştü. "Kardeşlerim," diye haykırdı, "Çok garip serüvenler geçirdim.!” O zaman, öteki iki koyun ona şaşkınlık ve kızgınlıkla baktılar: "Kardeş," dediler, "Sen bu kayanın üzerinden hiç ayrılmadın!” ********** ÖRÜMCEĞİN SARAYI Bir zamanlar balta girmemiş bir ormanda yalnız başına yaşayan küçük bir kız vardı, korktuğu tek şey yılanlardı. Onun için, yuvasını bir kaç sürgün sapının taa en tepesine kurmuştu, sürgünler öylesine inceciktiler ki, kızı sokmak isteyen yılanlar tırmanamazlardı. Küçük kız yuvasında oturur, dikişlerini diker ya da elindeki bir kitaptan derslerini öğrenir, bazen de bir ağız mızıkasıyla küçük parçalar çalardı. Bu sırada ormanın bütün yılanları göze alabildiklerince uç dallara çıkarak kızgın kızgın tıslasalar bile ona erişemezlerdi ve küçük kız korktuğu halde korkusunu hiç belli etmezdi. Özellikle güzel ve güneşli bir gündü. İşte böyle şunu bunu yaparak oyalanırken, aniden bir konuğu oldu. Kocaman, kahverengi bir örümcekti bu. İpliğinin ucunda kendini gökten salıvermişti, ya da öyle sanılırdı, çünkü küçük kız ipliğin nereden sarktığını göremedi. Örümcek, bütün ayaklarıyla ipinin ucuna tutunmuş durumda, kızla nazik bir tavırla konuştu: "İster miydin?" dedi, "Çevrede bunca yılanın kaynaştığı küçük yuvanı bırakıp, gelip benimle sarayımda yaşar mıydın?" "Çok sevinirdim.” dedi küçük kız, "Ama oraya nasıl gidebilirim?" "Kolay! Sıkıca tutun bana. Seni yukarı çekeceğim." Böylece küçük kız örümceğe sıkıca tutundu. O da ayaklarıyla ipini yukarı doğru dolamaya koyuldu. Çok geçmeden bütün yılanlar küçük kızı büsbütün ellerinden kaçırdıkları için her zamankinden on kat daha kızgın, tırmandıkları ağaç tepelerinden kafalarını sallaya sallaya tıslarlarken, onlar gökyüzünde salınmaya başladılar. Ama örümcek halâ ipini doluyor,gökyüzünde daha da yükseliyor, daha daha yükseliyordu. Sonunda, "İşte, geldik!" dedi ve kendilerini sarayın eşiğinde buldular. Küçük kız şaşırdı kaldı. Çünkü saray gerçekten çok güzeldi. Büyüklüğünün dışında (ki gelmiş geçmiş sarayların en büyüğüydü) ve de gökyüzünde kurulmuş olduğundan başka (en alt katı en yüce dağlardan çok çok yüksekteydi) daha da olağanüstü bir yanı vardı: Bütünüyle saydamdı. Yani ne yana baksanız, içeriden dışarıyı görebilirdiniz, hem de en temiz camdan daha berrak. Diyelim ki çatı katındasınız, yalnızca yerdeki halıyı kıvırmak yetiyordu en azından on kat aşağıdaki yemek odasında olanları görebilmek için. Küçük kız, "Ne eğlenceli olacak!" diye düşündü, öyle de oldu, özellikle gece yatağa yatınca: Çünkü örümcek kapısını kapatıp ışığını söndürse bile, uyumaktan başka yapacak hiç bir şey olmayacağı yerde, yatağından sarkıp taaa, taaa, taaa aşağıda, örümceğin geç vakit tek başına kocaman ve görkemli bir masanın başına oturarak kendi kendine enfes bir akşam yemeği yemesini, yemeğini bitirdikten sonra kitaplığa geçerek piposunu tüttürmesini seyredebiliyordu; dumanın yükselmesi ve sanki hiç orada yokmuş gibi ötesini görebildiğiniz bir tavana varınca yassılaşması öyle eğlenceli oluyordu ki! Geçekte evin içinde bütün ışıklar söndürülünceye kadar uyuduğu pek yoktu. O zaman bile çoğunlukla aşağıda, yeryüzünde bakabileceği ışıklar oluyor, ya da sırt üstü yatıp tavandan yıldızları ve ayı seyredebiliyordu. Fakat tam sarayın ortasında, içini her zaman göremediği bir oda vardı; nedeni de odanın her yanının perdelerle örtülebilmesiydi. Odanın duvarlarında perdeler vardı, tavanı perdeyle kapatılmıştı, dahası biri mahzene iner de yukarıya bakmaya kalkışır diye odanın yeri bile perdeyle örtülmüştü. Küçük kız bu odaya girip çıkıyordu ve bu da öteki odalar gibi bir odaya benziyordu ama gene de odada bir sır olduğunu biliyordu, çünkü haftada bir, akşam yemeğini yedikten sonra geceleyin, örümcek kendini odaya kilitleyip perdeleri çekiyor, tam bir saat içeride kalıyordu ve onun o sırada ne yaptığını, küçük kız, yeryüzünün en meraklı küçük kızı olduğu halde bir türlü bulamamıştı. Fakat örümcek küçük kıza karşı her zaman o kadar iyiydi ki ve küçük kız onu öyle çok seviyordu ki, aşırı sorularla canını sıkmak istemiyordu. Örümcek, o ne isterse yapmasına izin veriyordu. İçeride oynamaktan sıkılınca dışarıya çıkıyor, bulutların üzerinde koşup oynuyordu. Bazan örümcek onu ararken bulutlara gömülüp saklanırdı: ama asıl eğlencesi dik bir buluta tırmandıktan sonra tostoparlak olup aşağıdaki buluta yuvarlanmaktı, bulut parçacıkları boynundan içeri kaçınca deli gibi gıdıklıyordu insanı. Ama havada hiç bulut olmadığı güzel günlerde içeride kalmak zorundaydı, ----yerde yaptığımızın tam tersine! Bazen, bulutlar çok inceyken de, içlerine batıp düşmemek için dışarıya çıkamazdı. Bazen bulutlar çok hızlı giderlerdi ki üzerlerine bir çıksa, bir daha geri dönme olanağı kalmazdı. Bu yüzden çoğu zaman içeride kalmak zorundaydı, o zaman oturur, örümceğin haftada bir kez o gizli odada ne yaptığını nasıl keşfedeceğini kurardı. Gene de onu kızdıracak bir şey yapmayı gerçekten istemiyordu. Sonunda yapacağı şeyi buldu. Örümceğin odaya gideceği gece gelince, usulca yatağından inerek merdivenlerden aşağıya süzüldü. İçinden öteyi görebildiğiniz duvarlar yüzünden çok, çok zordu bu, örümcek yemeğinden başını bir kaldırıp yukarı baksa onu görüverirdi. Fakat nasılsa başardı ve odaya girip sedirin altına gizlendi: Orada yalnızca bir kaç dakika kalmıştı ki örümceğin geldiğini duydu. Nefes almaya ancak cesaret ederek yere iyice yapıştı. Örümcek içeri girince, küçük kız gözünü uydurup odaya bakmayı da başardı: Hiç ummadığı bir şeydi gördüğü. Örümcek artık hiç de bir örümcek değildi, bir adamdı! Örümcek olarak gözükürken neydiyse, insan olarak görünümünde de tıpkı ona benzer bir adamdı. Küçük kız, adama bakarken, acaba, diye düşündü, bir daha inanabilecek miydi onun aslında bir örümcek olduğuna, örümceğe dönüşen bir adam olmadığına. Sonuç olarak: üzgündü. Bütün bir saat, örümcek adam olarak kaldı, sonra tekrar örümceğe değişti, yatmağa gitti; küçük kız da dışarıya süzüldü, o da yatmağa gitti, Fakat yattığı yerde henüz uyanıkken ve olanları düşünürken tuhaf bir şey oldu. Sarayın bütün saydam duvarlarında ve tavanlarında sütümsü bir oluşum başladı: Sabah uyandığı zaman, duvarların içinden ötesini göremiyordu artık, hepsi ak mermere dönüşmüştü. Kalktı, örümceği aradı ve düşünebileceğiniz gibi, her şeyle birlikte o da değişmişti: şimdi bir adam olmuştu. Ne adam, ne küçük kız, birbirlerine hiç bir şey söylemediler, hatta, sarayı yeryüzüne inmiş ve bir vadinin ortasına konmuş buldukları zaman bile değişikliğin hiç sözünü etmediler. Küçük kız eskisi gibi sarayda yaşamını sürdürdü. Nice saraylar gibi bu da çok güzel bir saraydı. Fakat, yeryüzündeki mermer saraylar, bir tarafından taa öteki tarafı görebildiğiniz gökyüzü saraylarından çok daha olağandır. Sonuç olarak, daha önce de dediğim gibi, küçük kız, üzgündü. ********** KARINCALAR Büyük bir ormanın yakınında, küçük bir çiftlikte bir çiftçi yaşar. Çok şişman, yaşlı bir adamdır. En sevdiği şey geceleri ocak ateşinin başında oturup uyuklamaktır. Oysa oğullarının en çok sevdikleri şey, geceleri ormanda kaçak avlanmaktır. Oğullarından birinin adı Harry, diğerinin adı Will’dir. Bir gece Harry avdan oldukça geç vakit, tek başına döndü. “Will nerede, Baba," diye sordu, "Daha gelmedi mi?" "Hayır," dedi yaşlı, şişman çiftçi, "Seninle beraber değil miydi?" "Evet," dedi Harry, "Ama onu kaybettim." İkisi de yatmaya gittiler. Ertesi sabah Will daha dönmemişti, bütün gün de gelmedi, çok endişelendiler, O gece Harry her zamanki gibi ormana gitti; zavallı yaşlı çiftçi gece yarısına kadar oturdu, bekledi. Ama bu kez Harry de geri gelmedi. Bunun üzerine ertesi gece yaşlı çiftçi, "Gidip iki oğlumu kendim aramalıyım," diye düşündü. Ormana gitmek üzere yola koyuldu. Oğlanlar kaçak avlanmakta ustaydılar, geceleyin ormanda ses çıkarmadan yürümeyi bilirlerdi ama çiftçi bilmiyordu, kuru dallara basarak, çalıları iterek öyle çatırtı patırtı yaptı ki, hemencecik korucuya yakalandı. "Burada ne yapıyordun?" dedi korucu. "İki oğlumu arıyorum," dedi yaşlı çiftçi, "Bu ormana avlanmaya gelirlerdi; yakalamış olmayasın?" "Hayır," dedi korucu, "Çoktan beri kimseyi yakalamadım." "Öyleyse onları aramama yardım eder misin?" "Elbette!" dedi korucu ve birlikte Harry'yi aramaya başladılar. Ormanın orta yerindeki, üzerinde dört çam ağacı yetişmiş kumluk tümseğe çıktılar. Orada durup kilometrelerce yayılan ağaç tepelerini gözden geçirdiler. Fakat kayıp iki kardeşten hiç bir iz bulamadılar. Tümseğin ötesinde ufak ama kenarları oldukça dik ve içine inilmesi güç, koruluk bir çukur vardı. "Ben inip kuytulara bakayım," dedi korucu, "Sen burada bekle. Beş dakika sürmez." Çiftçi beş dakika bekledi, sonra on dakika bekledi, korucu halâ dönmemişti. Yirmi dakika bekleyince: "Oof, of," dedi, "Her halde bu korkunç çukura benim inmem gerekecek." Dik yardan aşağı inmeye çalıştı ama daha ilk adımında kayarak taa en dibe kadar yuvarlandı. Bir yeri incinmedi. Fakat başına çok müthiş şeylerin gelmesini bekleyerek çok korktu. Başlangıçta sanki hiç bir şey olmadı, ama sonra çevresindeki her şeyin büyümekte olduğunu fark etti. Ağaçlar sanki doğruca gök yüzüne fırlıyor, gövdeleri kuleler gibi kalınlaşıyordu. Otlar dizine kadar uzadı, sonra gözüne kadar yükseldi ve kısa zamanda gerçek ormanmış gibi başının üzerinden aşıp büyüdüler. Yolu üzerindeki kocaman bir çam iğnesi dizini kötü sıyırdı. Elbette, işin aslında çiftçinin kendisi küçülüyordu: çok geçmeden boyu artık elinizin üzerindeki ufacık tüylerden daha uzun değildi. Çiftçi, ölü bir örümceğin kabuğunun altına sığınmış, ne o1acağını bekliyordu. Birden karşıdan bir karınca çıktı geldi. Çiftçiyi görür görmez, kocaman çeneleriyle onu pantolonunun arkasından kaptığı gibi aldı götürdü. Karıncaların ne biçim hızlı gittiklerini bilirsiniz, yolları üzerine çıkan şeylerin etrafından dolanacaklarına, dosdoğru en yüksek yerini tırmanarak aşarlar. İşte bu karınca da şimdi zavallı çiftçiyi iki yana sallaya sallaya, iniş çıkışlarda fena halde çarptırarak boyuna koşturuyordu. Karınca en sonunda yuvasına ulaşarak içeriye daldı. Zavallı yaşlı adamı yuvanın kumlu tünellerinden birinde sürükleyerek taşırken, kocaman kayalara benzeyen kum taneleri çiftçiye fena halde sürtünüp batıyordu. Sonunda bir çeşit büyük hole geldiler. Burası çok karanlıktı. Ama çiftçi, hastane yatakları gibi ya da beyaz torbaların içine konmuş adamlar gibi sıra sıra dizili karınca yumurtalarını görebiliyordu. En uzak köşede kraliçe oturuyordu ve de karınca, zavallı çiftçiyi müthiş bir koşuyla doğruca ona götürüyordu. "Zamanım yok! Zamanım yok!" diye haykırdı bütün ayaklarını hamaratça oynatarak kraliçe: "Şimdi onu yemek için zamanım yok! Ötekilerin yanına kapat.'" Bunun üzerine asker karınca çiftçiyi başka bir geçitten taşıyarak ufak karanlık bir odaya götürdü bıraktı, dışarı çıkmasını engellemek için kapısını bir ot dilimiyle kapattı. Harry, Will ve korucu da bu odanın içindeydiler, üçü de, kraliçenin onları yemek için vakit bulacağı anın dehşetini, o çenelerin ne denli keskin ve kuvvetli olduğunu düşünmekten bitkin durumdaydılar. Fakat yaşlı adam akıl küpüydü: "En önce, hepiniz tek sıra olun," dedi, “Sonra hepimiz kafalarımızı şu paltonun altına sokacağız ki kocaman bir tırtıl gibi görünelim." Onun dediği gibi yaptılar ve pek dehşet bir tırtıla benzediler. “Haydi, ot dilimini devirelim," dedi çiftçi. Hep beraber ota yüklendiler, sonunda engeli parçalayarak geçide çıktılar. Seslerinin var gücüyle 'Tanrı Kralı Korusun' şarkısını söyleyerek geçitten aşağı yürümeye başladılar. Karıncalar, bu olağanüstü görünüşlü hayvanın gelişini gördüklerinde, merak ve korkudan birbirlerinin üzerine yığıldılar. Onları durdurmaya kalkışmadılar. Takım böylece büyük hole kadar ilerledi. Orayı da dadı karıncaları devirerek, yumurtalara toslayarak ve halâ 'Tanrı Kralı Korusun'u söyleyerek rap rap aştılar. “Biçin onu ikiye! Biçin onu ikiye!" diye haykırdı kraliçe. Bir kaç asker karınca söyleneni yapmak için koştu. Fakat bizimkilerin bütün yaptığı, karıncalar ısıracağı zaman birbirlerinden ayrılmak, sonra becerebildikleri kadar çabuk yeniden birleşmekti. "Hiç yararı yok!" diye bağırdı asker karıncalar, "Koparır koparmaz gene bitişiyor." "Yaa, öyle ha! Bakalım siz de aynı şeyi yapabilecek misiniz?" diye bağırdı kraliçe, çok kızgındı. O hırsla tahtından fırladı, zavallı asker karıncaları kendisi çenesiyle ikiye biçmeye taşladı. Ama kraliçe bunu yaparken, çiftçi, oğulları ve korucu, hole getirildikleri geçidi de aşmışlardı. Ama ne yazık! Yuvadan çıkış yolunu bulamadılar. Her yöne uzanan geçitler, dönemeçler, köşeler vardı. Az sonra umutsuzca kayboldular. "Eyvaah, eyvah!” diye çaresizlik içinde bağırdı korucu, “Bizi şimdi yakalayacaklar." Çünkü arkalarındaki geçitten gelen, peşlerindeki bütün bir karınca ordusunun kızgın uğultusunu işitebiliyorlardı. Sonra -ve neden böyle olduğunu kimse açıklayamaz ama gerçekten çok büyük şanstı - yeniden büyümeğe başladılar. Kısacık bir süre içerisinde bulundukları geçite göre fazlasıyla uzamışlardı, tavanı parçalayarak üzerindeki odaya çıktılar. Gittikçe daha çabuk ve daha daha çabuk, taa karınca yuvasının tepesini delinceye ve yuvayı her yöne darmadağın edinceye değin büyümeğe devam ettiler. Çok geçmeden, zavallı karıncalar saraylarının yıkıntısı içinden kraliçeyle beyaz kılıflarındaki yavruları kurtarmak için ayakları dibinde koşuşurlarken, eski alışılmış boylarında orada ayakta duruyorlardı. "Çabuk, gene bir şey olmadan eve gidelim," dedi çiftçi. “İyi geceler!” dedi korucu. "İyi geceler!" dediler, iki kaçak avcıyla çiftçi ve evlerine gittiler. Bir daha elbette o tehlikeli çukurdaki koruluğun yakınına kimse gitmedi. O günden bu güne iki oğul gene her gece kaçak avlanmaya devam ettiler ama ormanın başka yerlerinde başlarına bir şey gelmedi. Şimdi o yörenin bütün öteki çiftçilerinden daha şişman olan yaşlı çiftçi, gecelerini istediği gibi sessizlik içinde ateşin başında kestirerek geçirebiliyor. Görseniz, bir zamanlar onun, bir karıncanın pantolonunun oturacak yerinden kavrayıp taşıdığı minicik bir boya kadar ufalmış olduğuna, dünyada inanmazsınız. *********** DAVETİYE Bir zamanlar küçük bir kız vardı. Tek başına kocaman bir odada uyurdu. Bazen geceleyin uyanır, yeniden uyumaktan başka yapacak şeyi olmaması yüzünden kendini pek anlamsız bulurdu. İşte böyle gecelerden birinde uyandı, yatağında oturdu, pencereden giren ay ışığına baktı. Bakarken -hop- pijamasının en üst düğmesi kopuverdi. Düğme, yatağının üzerine düşeceği yerde odada usul usul süzülüp pencerenin dışına uçtu, orada, erişilebilecek bir uzaklıkta havada asılı kaldı. Küçük kız yatağından kalktı, pencereye gitti ama düğmeyi yakalamak için ne kadar çabaladıysa ona yetişemedi. O zaman az daha uzanabilmek için pencerenin kenarına tırmandı. Bunu yaparken de bir takla atarak doğruca dışarıya uçtu. Usul usul yere doğru inerken çevresine bakındı, şimdi düğme hiç bir yerde görünmüyordu. Yalnızca garaj yolunun kıyısındaki ağaçlardan süzülen ay ışığı parıldıyor, rüzgâr, yaprakları hafif hafif sallıyordu. Yerde bir an ne yapacağını bilemeden durdu; sonra yoldan gelen adım seslerini duydu, kimin geldiğin anlamak için bir ağacın arkasına gizlendi. Ama çok şaşırdı. Çünkü adım sesleri önünden geçerken, yalnızca bir adam boyu yükseklikte giden bir postacı kasketinden başka bir şey göremedi. Gayet mantıklı: “Sanırım bu postacı görünmez adam,” diye düşündü, “Görünmez bir üniforması var. Ama yanlışlıkla başka birinin kasketini almış.” Küçük kız postacının kendisini görebileceği ay ışığına çıktı, ona mektup var mı diye sordu. "Evet," dedi postacı, "İşte." Ve küçük kızın eline görünmez bir mektup bırakarak yoldan aşağı doğru uzaklaştı. Elbette görünmez bir mektubun getirdiği sorun okunamayışıdır, onun için küçük kız ne yapacağını bilememekten oldukça kaygılıydı. En sonunda gidip, araba yolunun sonundaki kapı süvelerinden biri olan en iyi arkadaşını görmeğe karar verdi. Mektubu sıkı sıkı tutarak (çünkü bir düşerse bir daha hiç bulamazdı) postacının ardından yürüdü ve arkadaşına tırmandı: "Sevgili kapı süvem, yardım et de bu mektubu okuyayım," dedi. Der demez; mektup okunur oldu, okudu: "Sevgili küçük kız," diyordu mektup, "Bu gece şatomuzda bir parti veriyoruz. Gelir misin?" Hepsi buydu. Kimden geliyor, ya da şato nerede, ya da herhangi başka bir şey demiyordu. Hem küçük kız etraftaki kırları iyi bilirdi. Çevrede hiç şato yoktu. Yani yerde yoktu. Gökte bilmediği bir şato olabilirdi belki. Şöyle bir kez bakmak için yüksek bir ağaca tırmandı. Ağacın tepesinde bir tren istasyonu ve hemen harekete hazır bir tren vardı: Trene bindi, tren gökte uzaklaştı. Başka bir istasyona vardığında indi. İstasyon Şefine, "Lütfen şatoya giden yolu bana gösterir misiniz," dedi. "Hangi şato? Bu istasyona yakın dokuz şato var," dedi istasyon şefi. Küçük kız mektubu gösterdi. İstasyon şefi başını kaşıdı. "Eh," dedi, "Bu gördüğüm en acayip mektup, sanırım en acayip şatodan geliyordur. O da hemen köşeyi dönünce." Küçük kıza yolu anlattı, böylece o da çabucak şatoyu buldu Bu gerçekten bütün şatoların en acayibiydi, çünkü tepetaklak duruyordu. En tepede kapı, onun altında büyük kuleler, en dipte bayrak vardı. "Şimdi," diye düşündü, "Sanırım içeri girmenin de en iyi yolu baş aşağı durmak." O da baş aşağı durdu ve hemen kolaylıkla kendini bahçe kapısından geçer buldu. İçeride büyük holde verilen parti çok güzeldi. Davetliler baştan ayağa kadar her biri tek renkte giyinmişlerdi. Biri parlak leylak rengi, bir başkası mavi, öteki horoz ibiği, öteki yeşil, öteki sarı, öteki portakal rengi, öteki al, öteki kızıldı. Hepsi küçük kızı başlarıyla selamladılar, geldiğine çok sevindiklerini söylediler. Aralarında konuşan guruplar yerde geziniyorlardı. Ama dans etmek isteyince daha bol alan bulunan tavanda dans ediyorlardı. Bir şey yemek istediklerinde, duvarlarda öteye beriye çakılmış küçük masalara tırmanıyorlardı. Küçük kız dans edeceği iyi bir kavalye buldu ve elbette onlar da tavana gittiler, tepe lambasının çevresinde dönerek dans ettiler sonra duvarın yüzündeki ufak masalardan birinde dondurma yediler. "Özel Lisans verilince ne yapacaksın?" diye sordu dans eşi. "Özel Lisans nedir?" diye sordu küçük kız. "Bir çeşit sihir," dedi eşi, "Şatonun tepetaklak durmasına son verecek. Saat birde başlıyor. Aaaa! Saat neredeyse bir olmuş!" Çok mantıklı: "Oh, bekleyip olanı biteni göreceğim," dedi küçük kız ve vakit varken acele bir dondurma daha yemeye koyuldu. Saat biri çalınca, ilk olarak davettekiler ufaldılar. Ufaldılar, ufaldılar, birer fare oldular. Ama gene o güzelim renkleriyle kaldılar. Göze pek hoş görünüyorlardı. Küçük kızın çevresinde halka yaparak birbirlerinin peşinde döndüler. Daha sonra şato küçüldü. Küçüldü, küçüldü, parçacıklar haline geldi ve en sonunda tek bir kırık porselen parçasından başka ortada hiç bir şey kalmadı, bütün fareler kaçıştılar. "Çok teşekkür ederim," diye arkalarından seslendi onlara küçük kız, "Çok, çok eğlendim." Sonra kendini evde buldu. Mutfak masasının altında duruyordu. Usulca, sessizce yatağına gitti. Şansına evde kimse bir şeyin farkına varmadı. ********** ÜÇ HANCI ya da KRALIN BACAKLARI Bir zamanlar, çiftçilik yapmaktan usanmış bir çiftçi, “Köye yerleşerek bir han işletsem daha iyi olacak,” diye düşündü. Köye geldiğinde orada zaten iki tane han bulunduğunu gördü. Bu hanlardan birinin adı ‘Kralın Başı’, diğerinin adı 'Kralın Kolları'ydı. "Çok iyi," dedi, "Ben de kendi hanıma 'Kralın Bacakları' adını koyarım." Böylece üzerine kralın bacaklarının resmini yaptırdığı güzel bir tabelâyı kapısına astı. Bu, çok iyi sonuç verdi. Daha önce kimse 'Kralın Bacakları' diye bir yer duymamıştı. Bütün yabancılar, bir hana dünyada ne diye böyle bir acayip ad konduğunu sormak için meraklarından hana geldiler. Geldiklerinde en azından bir içki istemek zorundaydılar. Arkadaşlarına mektup yazarken böylesine çekici adresi olan mektup kağıtlarından kullanabilmek için bazı geceleri de handa kalıyorlardı. Böylece Kralın Bacakları köyün en çok tanınan hanı oldu. Yeni hancı zenginleşirken eski hancılar fakirleşmeğe başladılar. O zaman, eski han sahipleri kafa kafaya verip acaba bunu nedeni nedir diye araştırdılar. 'Kralın Kolları'nın sahibi, "Ben biliyorum, hanına böylesine komik bir isim taktığı için işleri iyi, benimkinin de adını değiştireceğini," dedi. Ve hanına 'Kralın Midesi' adını koymaya karar verdi. Yeni bir resim yaptırmak için eski tabelâyı indirdi. Tabelâ ressamına, "Büyük bir mide yap, yoksa saraylı birine ait olduğu belli olmaz," dedi. Ama gerçekte ülkenin kralı hiç de şişman değildi. Hancı yeni tabelâyı asıp ne olacağını beklemeye başladı, Hiç de umduğu çıkmadı. Kralın yargıçları tam da o yol üzerinde bîr gezideydiler. Tabelâyı görünce çok kızdılar, adeta şok geçirdiler. "Ne!" diye bağırdılar, "Küstah yaratık! Düşünün hele, bu koca mide Kralınmış. Sanki herkes bilmez mi, krallığın en seçkin ve narin midesi Kralımızındır!" "Ne yapacağız?" diye sordu yargıçlardan biri, "Vatana hıyanetten tutuklatarak kafasını uçuralım mı?" "Öyle de yapabiliriz. Ama bütün pencerelerini taşlasak daha eğlenceli olmaz mı?" dedi yargıçlardan bir başkası. Hepsi ona uydular. Atlarından inerek 'Kralın Midesi* hanının pencerelerini tek bir kırılmamış cam bırakmayıncaya kadar taşladılar. Sonra da atlarına binip gittiler. Han sahibi 'Kralın Başı' hanının sahibine gitti. "îşte böyle," dedi, "Benim planım iyi işlemedi, senin bir planın var mı?" "Evet, var. Ben çok parlak bir fikir buldum," dedi öteki. Gitti, altın renkli, göze çarpıcı bir kuş satın aldı. Onu cam bir kafese koydu. Üzerine 'Bu rüzgar horozu mu?..’ yazılı bir etiket iliştirip hanın penceresine yerleştirdi. Hanın önünde bir kaç kişinin birikmesi çok zaman almadı. "Merhaba," dediler, "Amma acayip iş. Rüzgar horozunu rüzgarı esmediği cam bir kafese koymuş. Acaba neden böyle yapmış?" Bunu sormak üzere içeri girdiler. Biralarını ısmarladıkları zaman, "Cam kafesteki o tuhaf altın kuşa neden 'rüzgar horozu mu' diyorsun?" diye sordular. "Çünkü," dedi han sahibi, "Tamtamına horoz mu, tavuk mu henüz karar veremedim." Pek çok kişi ayni soruyu sormak için hana geldi. Han sahibi hepsine ayni cevabı verdi. 'Kralın Bacakları'nın sahibi baktı ki şimdi herkes 'Kralın Başı'na gitmekte, kendisi daha fazla zenginleşememekte. O zaman kocaman bir altın kuş yumurtası satın aldı, gitti geceleyin usulca cam kafese, altın kuşun yanına bıraktı. Ertesi gün hancıya her zamanki soruyu soran müşteriler gene her zamanki cevabı alınca, "Seni sersem koca eşşek," diye bağırdılar, "Kim olsa artık kuşun dişi olduğunu anlar, baksana, yumurtlamış." Müşteriler öyle kızgındılar ki buldukları kocaman bira maşrapalarını kaptıkları gibi han sahibinin kafasına çaldılar. Kafasını pek fazla acıtamadılar, doğrusu adam azıcık kalın kafalıydı. Ama bütün cam maşrapalar kırıldı. Hancı olanları arkadaşına anlatmaya koştu. "Garip şey," dedi arkadaşı, "Ne yapsak, sonuç camların kırılmasıyla biteceğe benziyor." "Demek ki bu işte bir çeşit büyü var. Öyle olmalı,” dedi öteki. "O halde," dedi birincisi, "Köyün büyücüsüyle görüşüp öğüt istesek iyi olacak." Böylece, ayni zamanda bölge sağlık hemşiresi olan köyün büyücüsüne gittiler. "Yapılacak bir tek şey var," dedi büyücü, "Onu öldürmeliyiz." "Peki, sana para versek bu işi bizim için yapar mısın?" diye sordu hancılar. "Elbette yaparım!” dedi büyücü. Hastabakıcı giysilerini giydi. Bisikletine bindi, gitti, 'Kralın Bacakları’ hanının çevresinde bir tur attı. Han sahibini arka girişte buldu. "Vah vah!" dedi adama, "Senin çok ağır hasta olduğunu işittim." "Öyle mi?" dedi hancı, "Ama ben öyle bir şey işitmedim." "Belki sen işitmedin ama ben işittim," dedi büyücü dikleşerek, "Hemen yatağa girsen iyi edersin." Böylece hancı yatağına girdi. Hastabakıcı azıcık adamın başında oyalandı, hastalığına baktı. Sonra ertesi sabah nasıl olduğunu görmeye geleceğini söyleyerek gitti. Ertesi gün sabah sabah gelerek pek üzgün bir yüzle hancının odasına çıktı. "Bilemezsin, dün gece senin ölmüş olduğunu işitince ne üzüldüm," dedi. Bunu duyan hancının yüzünde renk kalmadı. Korkmuş göründü. "Ne! Geceleyin öldüm ha!" dedi, "Emin misin? Kimse bana söylemedi." "Ama bana söylediler," dedi hastabakıcı sert sert, "Bu akşam üzeri tabutunun ölçüsünü alsın diye mezarcıyı gönderirim.” İşe bakın ki mezarcının başka işi vardı. O akşam üzeri gelemedi. Ertesi sabah geldi. "Günaydın," dedi, "Sizi gömmeye geldim." "Nee?" diyerek şaşkınlığını belirtti hancı, o da büyücü kadın kadar kurnazdı, "Yoksa sen işitmedin mi?" "Neyi işitmedim mi?" dedi mezarcı. "Ama ben dün akşam üzeri gömüldüm! Sen gelmeyince komşu köydeki mezarcıyı getirttim, beni o gömdü." Mezarcı çok üzüldü. Elindeki işi kaçırmaktan hiç hoşlanmadı. Ama hancı zaten gömüldüğüne göre burada yapılacak şey kalmamıştı. Onun için çekip gitti. O gidince hancı kalktı, giyindi, aşağıya indi. Barda içki servisine başladı. O sırada büyücüyle öteki iki hancı içleri rahat etsin diye onun gömülüp gömülmediğine bakmaya geldiler. Hancıyı tamamiyle iyi ve içki servisinde görünce çok bozuldular. Büyücü, "Aman Allahım! Burada ne yapıyorsun?" diye bağırdı. "Anlamadım!” dedi hancı, "Ben 'Kralın Bacakları’nın yeni sahibiyim. Kuşkusuz işitmişsinizdir. Öncekini dün akşam gömdüler, zavallı adam!.." Bunu duyan büyücüyle öteki hancıların kızgınlıktan gözleri karardı. Tek kelime söylemeden el ele tutuştular. Köyün sokaklarından köyün gölüne kadar koştular. Göle düşüp kendilerini boğdular. Kralın Bacakları'nın sahibi eline küçük bir boya fırçası aldı. Tabelâsının altına beyaz boyayla şöyle yazdı: "BÜTÜNÜYLE YENİ YÖNETİME GEÇMİŞTİR." ********** BUĞU ÇEKMEK Bir gün iki çocuk kendi başlarına yürüyüşe çıkmışlardı. Çok iri bir polise rastladılar. Dünyadaki öteki polislerden en azından altı kat kocamandı. "Polis neden böylesine büyümüş, ben biliyorum," dedi kız olanı, "Çok buğu çekmiş." "Buğu çekmek nedir?" dedi oğlan. "Biliyorsun," dedi kız, "Üşüttüğümüz zaman sıcak su dolu kaba tuhaf kokulu bir ilaç boşaltıp bize üzerinde nefes aldırırlar. Buğu çekmek odur." Onları dinleyen polis, herkesinkinden altı kat kuvvetli bir sesle, "Çok doğru küçük hanım, çok fazla buğu çektim. Pek çok fazla! Siz de biraz ister miydiniz?" diyerek onlara küçük bir cam şişe verdi. "Teşekkür ederiz," dedi kız, "Biz çok ufağız, görüyorsunuz, azıcığını denemekten bize zarar gelmez." Şişeyi alıp eve döndüler. O gece ikisi birlikte banyodayken sıcak suya bir parça ilaç boşalttılar ve hemen buğusunu koklamaya başladılar. "İşte bu güzel!" dedi küçük oğlan, "Ne güzel büyüyoruz değil mi?" Gerçekten öyleydi. Çok kısa bir süre içerisinde büyüklerin boyuna ulaşmışlardı. Biricik aksilik, banyolarını yaptıran dadının da onlarla birlikte büyümesiydi. Dadı önceden de zaten iri bir hanım olduğu için birdenbire çok kocaman olmuştu. "Başını pencereden dışarı çıkar," diye bağırdı oğlan. Dadı öyle yaptı, elbette ilacı koklamaz oldu, büyümesi de durdu. Fakat çocuklarınki durmadı. Onlar banyoda kaldılar ve git gide daha fazla uzadılar, uzadılar. "Bu tavan başımı acıtıyor," dedi kız. Şaşacak bir şey yoktu, çünkü başlarıyla fena halde tavana dayanmışlardı. Birden çatır -----tavan parçalandı ve hop ----kafaları tepelerindeki odaya çıkıverdi. Bu oda babalarının çalışma odasıydı. Kendisi masasında oturmuş çalışıyordu. "Allah Allah, çocuklar, bakalım bir dahaki sefere ne yaramazlık yapacaksınız," dedi babaları. "Bilmiyorum, babacığım," dedi küçü kız. O sırada yüzü yazı masasının hizasına geliyordu. "Allah Allah, ne garip bir koku," dedi babası bu kez. Çünkü ilacın kokusu döşemedeki delikten içeri dolmaya başlamıştı. Elbette, baba da büyümeğe başladı. "Allah Allah," dedi baba, "Benim yaşımda yeniden büyümeğe başlamak --olamaz!" Ama gerçek şu ki kısa sürede normal boyunun iki katı oldu babanın boyu. Tam o sırada oğlan kardeşin ayağı banyo küvetindeki tıkacın zincirine takılıp tıkacı açtı. Banyodaki bütün su içindeki sihirli ilaçla birlikte boşaldı. Böylece kimse daha fazla büyümedi. Şimdi asıl büyük sorun baş göstermişti. İçlerinde yalnız anneleri normal boyunda kalmıştı. Çünkü o sırada yanlarında değildi. Başını pencereden dışarı çıkarmadan önce dadının da öyle fazla büyümeğe zamanı olmamıştı, gene de bu haliyle bile dünyadaki en uzun askerden daha uzundu boyu. Babalarıysa öncekinin tam iki katı olmuştu. Çalışma odasında rahatça oturamıyor, kapılardan zorlukla sığıyordu. Çocuklara gelince o kadar büyüktüler ki ayakları küvetteyken banyonun tavanı bellerine geliyordu, başlarıysa çatının tavanına dayanıyordu. "Amma komik aileyiz," dediler, "Çocuklar anne babadan daha büyük!" "Artık ayni evin içinde yaşamayı sürdüremeyiz, bu kesin.'" dediler. Böylece yeni bir ev yaptırdılar. Pek değişik bir yeni ev oldu bu. Çocuk odası elbette olağanüstü boyutlardaydı. Bodrumdan başlıyor, ta çatıya ulaşıyordu. Masası, normal bir oda yüksekliğindeydi. Artık tabak yerine çamaşır leğenleri kullanıyorlardı. Banyo yapmak için göle giderek soğuk suda yıkanmak zorundaydılar. Evde yıkansalar çok fazla sıcak su harcanacaktı. Babalarının çalışma odası, büyüklükte ikinci sırada geliyordu. Eskisinin tam iki katı kadardı: İki kişilik bir çalışma masası, iki kişilik tek iskemle, iki misli büyük kitaplar, iki misli büyük kağıtlar, çift ölçüde pipo, kibrit ve tütün kutuları, iki misli büyültülmüş fotoğraflar, dahası iki misli büyüklükte bir kağıt sepeti vardı şimdi. Fakat zavallı küçük annecik. Onun ancak olağan boyutta bir oturma odasıyla yatak odası vardı. Çocuk odasına girdiği zaman çocukların ayakları altında kalmamak için hep çok dikkatli davranmak zorundaydı. Kocaman dadıya gelince, onun işine son verip yeni bir dadı getirtmek çok daha kolay olacaktı. Onlar da öyle yaptılar. ********** ÇİN KÖPEĞİ Vaktiyle, oldukça kasvetli ve can sıkıcı bir özel okul vardı. Yaşlı bir kadın tarafından yönetilirdi. Her nasılsa, bu okuldaki öğrencilerden biri bir Çin köpeğiydi. Boynunda altın zinciri olan, pek aklı yokmuş gibi görünen çeşitten bir Çin köpeği. İşin doğrusu şu ki, köpeğin hemen hemen hiç aklı yoktu. Bütün okulun rahatça en aptal öğrencisiydi, derslerini hiç doğru olarak öğrenemezdi. Bir gün bütün çocuklara ev ödevi olarak ezber verilmişti. Çin köpeği gerçekten elinden geleni yaptı: ama ertesi gün okula geldiğinde bir satırını bile hatırlayamadı. Söylemek için aklına gelen tek dize şuydu: Pembe yeşil gümüş kâğıt karemelâ kâğıdı! Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı! Pembe yeşil .... "Ne!" diye çığlığı bastı yaşlı kadın, "O benim size ödev verdiğim ezber değil." Ama söylenmiş sözcüklerde bir çeşit sihir olmalıydı. Çünkü hemen, okuldaki bütün çocuklar, iyi çocuklar da, akıllı çocuklar da, hepsi; sıralarından kalktılar ve hep birden olanca sesleriyle söylemeye başladılar: Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı! Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı! ------Ve hepsi birden dans ede ede ve olanca sesleriyle şarkısını söyleyerek dışarıya caddeye fırladılar, "Bu ne bu? Ne bu?" dedi bir polis memuru, "Nedir bütün bu patırtı?" "Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı!" diye bağırdı çocuklar. Oracıkta polis memuru da dans etmeye, çocuklarla birlikte sözcükleri tekrarlamaya başladı. Oradan geçmekte olan polis şefi, "Nedir bu? Nedir bu?" diye haykırdı, "Memurlarımdan biri dans etsin? Ne demek bu, efendim!" "Pembe yeşil gümüş kâğıt karamelâ kâğıdı!” diye yanıtladı polis memuru. Bunu işitir işitmez Polis Şefi de bütün öteki kalabalıkla birlikte şarkıyı tekrarlamaya başladı. Çünkü o zamana kadar bu alaya kasaba halkından hayli kişi katılmıştı. Her şeyi başlatan ve şimdi başlarında gururla yürüyen Çin köpeğiyle birlikte söyleyerekten gidiyorlardı: Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı! Sonunda Kralın sarayına vardılar. Kral, hemen oracıkta bir nutuk vermeye hazır, balkona çıktı: "Benim sadık kullarım, görüyorum ki çok sayıda sarayımın önüne toplanmışsınız. Bilirsiniz, ben iyi bir kralım ve her zaman dilediğinizi vermek isterim. Şimdi söyleyin, dileğiniz nedir?” "Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı!" diye bağırdı halk; "Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kağıdı!" "Ne dediler, ne istiyorlarmış?" diye fısıldadı Başbakan Kralın dirseğinin dibinden, azıcık sağırdı. "Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı mı?" diye sordu Başbakan yardımcısı saygılı bir şaşkınlık içinde. Ama, sonra bir anda tıpkı dışarıdakiler gibi, sarayda kim varsa dans etmeye, şarkı söylemeye, haykırmağa başladı: Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kağıdı, Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı, Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı, Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı, Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı, Pembe yeşil gümüş kâğıt karamela kâğıdı! Çok geçmeden bütün ulus ayni şarkıyı söylüyordu. O sırada şehri kuşatmış bulunan düşmandan şarkıyı işitenler, kendileri de söylemeye başladıklarını fark edene kadar, onu ülkenin ulusal marşı sandılar. Kısacası, bütün dünyanın ayni şarkıyı söylemesi çok vakit almadı. Bütün dünya derken, okulu yöneten yaşlı kadının dışında: "Beni keçi gibi dans ettirmek için bütün dünyanın keçileri kaçırması yetmez," dedi o, kesinlikle. Bunak yaşlı kadın, okulunu tıpkı eskisi gibi yönetmeye çabaladı. ********** SİHİRLİ CAM Kağıt sepetlerinin içini büyük bir dikkatle gözden geçiren küçük bir oğlan çocuğu tanırım. "Çünkü," der o, "Akılsız büyükler, ne değerli şeyleri fırlatıp atarlar, bilemezsiniz." Bir gün elektrik fenerlerinin ucundaki cama benzer bir cam buldu. "İşte, ne güzel bir büyüteç olur," dedi, cebine koydu. O gece bir ara uyandı. Uyuyamayınca camıyla bir iki şeye bakmak aklına geldi. İlk baktığı, yatağının ayak ucunda duran tahta tavşanıydı. Fakat tuhaf şey, camla bakarken oyuncak yerine orada gördüğü, arka ayakları üzerine oturmuş, ona burnunu oynatan, canlı, gerçek bir tavşandı: Camı gözünden çekti ve hop, tavşan gene tahtadan oldu. "Bu çok tuhaf bir cam," diye düşündü oğlan. Sonra şöminenin üzerinde duran porselen ördeğe baktı: Kuşkusuz orada, eğer hemencecik camı gözünden çekerek onu tekrar bibloya dönüştürmese, neredeyse yere atlayıverecek sahici bir ördek vardı. Küçük oğlan sahip olduğu bu cam nedeniyle öyle heyecanlandı ki, yatağından indi, usulca annesiyle babasının uyudukları odaya gitti. "Çünkü," diye düşündü, "Bu cam madem oyuncakları sahiciye çeviriyor, bakalım gerçek insanları da oyuncağa çevirecek mi?" ve camı gözüne yerleştirip annesiyle babasına baktı. Aklından geçirdiği oldu: Annesiyle babası, o anda, Nuh’un Gemisi oyuncağındaki tahtadan Bayla Bayan Nuh oluverdiler. Emin olmak için bir iğne aldı. Camı gözünden oynatmadan iğneyi annesine batırmaya çalıştı. Oysa batamazdı ki. Annesi kaskatıydı çünkü. İğne yalnızca biraz boya sıyırdı. Camı gözünden çekince tahta oyuncaklar gene annesiyle babası oluverdiler. Kuşkusu kalmasın diye iğneyi bir daha batırdı. Bu kez iğne batıverdi, annesi korkunç bir çığlıkla yatağına oturdu. "Seni kötü çocuk seni," dedi, "Yatağından çıkmış ne yapıyorsun? Hem bana niye iğne sapladın?" "Bağışla, anneciğim," dedi oğlan, "Ama seni Nuh’un karısı sandım. Az önce öyleydin, biliyorsun!" "Nuh’un karısı mı?” dedi annesi, "Saçmanın da saçması! Rüya görmüşsün. Derhal yatağa." Böylece çocuk gene yatağına girdi ve az sonra uyudu. Sabahleyin cam parçası cebinde okula gitti. Okul yolu üzerinde küçük oğlanın tam anlamıyla nefret ettiği bir köpek vardı. Bu köpek, her gün, onun geçtiğini görür görmez burnunu bahçe kapısının parmaklığına sokar, havlayıp hırlamaya başlardı. Köpeğin ne zaman dışarı atlayıp kendisini ısıracağını hiç bilemezdi. Şimdi ona yaklaşırken köpek gene havlamaya başlayınca ona da camıyla baktı, bakar bakmaz köpek, hani bazı köy evlerinde ocakların üzerinde gördüğünüz o komik porselen biblolardan biri oluverdi. Küçük oğlan bibloyu aldı, yere çaldı, kırıp tuz buz etti. Şimdi böyle param parçayken camı gözünden çekince ne olacaktı acaba? Olan şuydu: Köpek gayet güzel kürkten bir yaygı olmuştu. Kürk yaygıyı alıp parmaklığın arkasına sakladı. "İyi!" diye düşündü: "Eve dönerken alır, iğne batırdığımı bağışlatmak için anneme götürürüm." Okula gidince dersin yarısına kadar cam parçasını unuttu. Aklına geldiğinde cebinden çıkararak öğretmene baktı, bayan öğretmen o anda bir zenci bebek oluverdi. Küçük oğlan bu işe şaşmamıştı ya, öteki çocukları düşünebilirsiniz. Şaşkınlıklarından öyle bir gürültü kopardılar ki baş öğretmen çıktı geldi. Onun geldiğini fark eden küçük oğlan camı cebine soktu. "Haylazlar sizi!" dedi baş öğretmen, "Ne bu gürültü?" (Bu okul, iyi bir okul sayılmazdı.) "Öğretmenimiz zenci bebek oldu," diye bağırıştı çocuklar. "Saçma," diye bağırdı çok aksi bir yaşlı kadın olan baş öğretmen, ama o ara küçük oğlan öğretmene camıyla yeniden bakarak onu gene zenci bebeğe çevirdi. "Aman Allahım! Bu ne?" diyen baş öğretmen zenci bebeğe dokunmak için yanına gidince elbette küçük oğlan camıyla onu da görebildi ve baş öğretmen, bir gamlı baykuş oluverdi. Elbette sınıftaki çocuklar bu işten dehşetli hoşlandılar. Oyuncakları ellemek, onlarla oynamak istediler: Fakat küçük oğlan olmaz dedi, onlara yaklaşmamalıydılar, yoksa hepsi birer oyuncak bebek oluverirlerdi. Öteki çocuklar, bütün bunları yapabildiği için ona ne akıllısın dediler. Böylece küçük oğlan ders bitinceye kadar öğretmenlere camıyla baktı. Sonra eve gitti, annesine götürmek üzere kürk yaygıyı almayı da unutmadı. O gece küçük oğlan yatağındayken annesi oğlunun pantolonunda dikilecek bir düğme olduğunu hatırladı, yukarıya çıkıp pantolonu aldı. Cebinde cam parçasını buldu. Yanında aşağıya getirdi "Ne tuhaf cam,” dedi, gözüne tutarak aynada kendine baktı. Olacak şeylerin en korkuncuydu bu, çünkü yalnızca kendisi tahtadan bir Bayan Nuh’a dönmekle kalmadı, cam da oyuncak Bayan Nuh’un gözünde herhangi bir boyalı cam parçası oluverdi. Tahta Bayan Nuh elbette kımıldayamadı, öylece oturmak zorunda kaldı. Kımıldayamadıkça aynada kendine baktı. Baktıkça olduğu gibi tahtadan kaldı. Çaresiz bütün gece Bayan Nuh olarak oturdu. Sabahleyin hizmetçiler odayı süpürmeye geldiklerinde halâ Bayan Nuh'tu. "Bak, o yaramaz çocuk oyuncaklarından birini konuk odasında bırakmış," dediler, alıp kaldırdılar. Ama elbette, aynanın önünden çeker çekmez oyuncak yeniden insana dönüştü, "Amanııın," dediler, "Bu bizim hanımefendi!" Bütün geceyi oturarak geçirdiği için çok uykusu gelen annesi gözlerini ovuşturdu. O zaman cam parçası gözünden düşüp bir köşeye yuvarlandı, kimse de onu bir daha aklına getirmedi. Öğleden sonra annesinin çaya gelecek pek çok konuğu vardı. Bunlar küçük oğlanın pek sevmediği ağırbaşlı, saygın kişilerdi; ama gene de inip konuk odasının kapısından konuklara usulca bir bakmak istedi. Fakat tek meraklı bizim küçük oğlan değildi. Tam ayni anda bir fare, deliğinin başına geldi, o da içeridekilere bir göz atmak gereğini duydu. Deliğin tam karşısında sihirli cam duruyordu, böylece fare camdan bakmış oldu. Birdenbire bütün insanlar görebileceğiniz en acayip çeşitten türlü biçimde bir sürü oyuncağa dönüştüler. Hollanda bebekleri, mum bebekler, bez bebekler, hatta porselen bebekler. Bu kadar da değil. Duvarlarda farenin görebildiği fotoğraflar vardı. Gerçek kişiler oyuncağa dönüşürken, fotoğraflardaki kişiler bütün o tuhaf eski zaman giysileri içerisinde canlandılar, odaya atladılar, çay sofrasından yiyip içmeye başladılar. Küçük çocuk o kadar eğlendi ki, gülerek ellerini çırptı, gürültü fareyi korkuttu, yuvasına kaçtı ve her şey eskisi gibi oldu. Fakat fare yeniden gelip odaya bir kez daha bakmak gereğini duydu. Tam o sırada küçük çocuğun babası işinden dönmüştü. Tam da çaya gelenlerin hepsi oyuncak olmuş, resimlerdeki kişiler çerçevelerinden çıkmışken konuk odasının kapısında duruyordu. Bu arada fare öylesine heyecanlıydı ki, bu gördüklerini öteki farelere haber vermek için boyuna bir ardına dönüyor, bir dönüp odaya bakıyordu, böylece oğlanın babası göz kırpıncaya kadar çabuk, bir insanların oyuncak, bir oyuncakların insan oluşunu gördükçe neredeyse aklını oynatıyordu. Ama sonunda fare dönüp gitti: O zaman artık herkes insan olarak kaldı. Çay partisi bitince, hiç bir şey olmamış gibi evlerine dağıldılar. Ama küçük çocuğun babası adamakıllı korkmuştu. Kendi kendine, "Bu evde bir çeşit büyü var," dedi; bir başka ev bulur bulmaz oraya taşındılar. Eski evlerini boşalttılar. Fare deliğinin ağzına sıkışmış duran cam parçasına kimse dikkat etmedi. Fakat eğer başka insanlar gelip o evde yaşamağa başlarlarsa ve de fare bu kez onlara bakmak için deliğinin ağzına yaklaşırsa, sanırım onların başına da ayni şeyler gelecek! ********** NOEL AĞACI Noel gecesiydi. Noel ağacı Noel günü için baştan aşağıya süslenmiş, hazırdı. Herkes yatağa girdikten az sonra, ağaçta asılı duran oyuncaklar aralarında konuşmaya başladılar. "Ağaçtan aşağı inerek saklansak, ne eğlenceli olur," dediler. Böylece kararlaştırıp indiler; mutfak dolaplarına, sıcak su borularına, kütüphane raflarında kitapların arkalarına, düşünebildikleri her yere saklandılar, ağacı bomboş bıraktılar. Sabahleyin çocuklar birbirlerine Mutlu Noeller dileyerek aşağıya indiler. Ama sevgili ağaçlarını tek bir şekerleme bile bırakılmamışçasına bomboş gördüler, ağlamaya başladılar. Ağlamaları dinmedi. Çocukların ağlamalarını duyunca, oyuncaklar yaptıkları yakışıksız şakadan çok utandılar ama gene de çevrede insanlar varken saklandıkları yerlerden çıkmak istemediler. Herkes kiliseye gidene kadar bekleyip ortaya öyle çıktılar. Nuh’un gemisi, içindeki yaratıkların hepsinin sesiyle konuştu: "Şimdi ne yapacağımızı biliyorum," dedi, "Benim güzel bir fikrim var!" Bütün öteki oyuncakları önüne kattı. Kente götürdü. Orada birbirlerinden ayrıldılar. Ne kadar oyuncakçı ve ne kadar şekerlemeci varsa, arka kapılarından içeri girmenin bir yolunu buldular. Girdikleri dükkânlardaki bütün oyuncaklarla bütün şekerlemeleri verecekleri büyük partiye davet ederek çocukların evine götürdüler. Noel ağacını gösterdiler: "İşte partiyi bunda veriyoruz," dediler. Böylece bütün yeni oyuncaklarla birlikte ağaca tırmanarak dallara yerleştiler. Öncesine göre şimdi on kat çoğalmış olduklarından, gerçekte hepsine birden güçlükle yer vardı. Çocuklar kilisede dua kitaplarının arkasında sessiz sessiz ağlamışlardı. Hep öyle üzgün halde eve döndüler. Ama Noel ağacını, öncekinden on kat çoğalmış armağanlarla dolu, her şeyi aydınlatan on kat fazla mumla donanmış görünce, hemen yüzleri güldü, el çırptılar, neşeyle haykırdılar, hiç böylesine güzel bir Noel ağacı görmemiştik, dediler. ********* YAŞLI KRALİÇE Görebildiğiniz en uzak dağların ötesinde, tam orta yerindeki tek dağıyla (ki bu dağ bir zamanlar orada yoktu) tek ufak tepesi dışında dümdüz uzanan bir ülke vardır. Ufak tepenin üzerinde bir saray durur, bu sarayda bir Kraliçe yaşar. O kadar yaşlıdır ki kocası olan Kralın ne zaman öldüğünü kimse anımsamaz. Kraliçeliği böyle sürer gider. Kraliçenin neden hiç ölmediğinin öyküsüdür bu: Bir varmış bir yokmuşken, o çok çok eski zamanda, Kraliçe gençti. Kocası Kralla sarayın bahçesinde konuşuyorlardı. "Sana bir armağan vermeme izin ver," dedi Kraliçe, bir elma kopardı, Krala verdi. "Şimdi ben sana bir armağan vermeliyim," dedi Kral, kümese koşarak oradaki biricik yumurtayı aldı, "İşte armağanım," dedi Kraliçeye. "Güzel bir armağan," dedi Kraliçe, "Onu yüreğimin üstünde saklayacağım." Yumurtayı aldı. Sıcak tutmak için giysisinin içine koynuna soktu. Gece yatağına götürdü. Sabahleyin giyinirken gene koynuna aldı. Böylece sonunda yumurta çatladı. Fakat içinden bir civciv çıkacağına, olağan dışı bir kuş çıktı. Ayakları gri taştan, tüyleri yeşil yapraktan, gagası parlak ve su gibi saydamdı. Kraliçe onu aldı, götürdü Krala gösterdi, "KralIığımdaki en büyük harika," dedi Kral. "İyi ki bana o yumurtayı verdin," dedi Kraliçe. "İyi ki bana o elmayı vermişsin," dedi Kral. "İyi ki bahçede dolaşmışız," dedi Kraliçe. ""Öyleyse gene dolaşalım," dediler. Kraliçenin omzuna tünemiş kuşla birlikte bahçeye çıktılar. Kuş güneşi görünce ötmeye başladı. Dünyadaki bütün akar sular dünyadaki bütün kayalıklarda çağıldıyormuş gibiydi ötüşü. Onu dinlemek Kralla Kraliçeyi öyle mutlu etti ki: "Hadi kulenin çanlarını çalalım," dediler. Kuleye giderek çanın iplerine asıldılar. Fakat ne kadar asıldıysalar hiç ses işittikleri yoktu. "Garip," dedi Kral ve neyin yolunda gitmediğini anlamak iç yukarıya baktı, hayret, çan kulesinin tepesini göremedi, taaa gökyüzüne ulaşıyor ve gözden kayboluyordu kule. "Ben küçükken," dedi Kraliçe, "Dadım bana dedi ki: Eğer bir çanın ipini çeker de çalmağa başladığı zaman salıvermezsem, ip beni havaya kaldırırmış. Hadi, deneyelim bakalım ne olacak. Bunun üzerine her biri kendi ipine iyice asıldıktan sonra ipleri salıvereceklerine sıkıca tutundular ve ipler onları havaya kaldırdı. Fakat tekrar yere indireceğine gittikçe daha yükseğe çıkardı. Sevgili kuşları kâh başlarının çevresinde, kâh ayaklarının etrafında öte öte uçup dolanırken böylece üç saat yükseldiler. Önce uzaktan gelen çan seslerini hafiften duydular. "Onlara yaklaşıyoruz," dedi Kral. Sonra yaklaştıkça ses kuvvetlendi, kuvvetlendi, sonunda öylesine arttı ki güzel kuşun sesini duyamaz oldular, fakat ayakları yere basar basmaz çan sesleri kesildi. Derken çanlara vardılar. Kulenin en tepesine tırmandılar. Şimdi öylesine yüksekteydiler ki ülkelerini göremiyorlardı: Aşağısı gökyüzü gibi masmaviydi, taa aşağıda, ayaklarının altında bulutlar gidiyordu. Kulenin ucu iğne gibi sipsivriydi. En tepesinde bir rüzgar fırıldağı vardı. Kral BATIyı gösteren kolun üzerine oturdu. Kraliçe DOĞUyu gösteren kola oturdu, kuş GÜNEYİ gösteren kola kondu. "Keşke Kuzeyi gösteren kola da oturacak biri olaydı," dedi Kraliçe: Der demez orada da, sanki hep oradaymış gibi, yeşil, parlak ve kuşun gagası gibi saydam bir peri gördüler. "Gelin, ülkemi görün," dedi peri. Taa aşağıdaki bir bulut ayaklarının altına kadar yükseldi. Bulut gibi gözüküyordu ama üzerinde yürüyünce yer kadar katıydı. Perinin evine kadar yürüdüler, ev de yeşil buluttandı, içeride ocaktaki ateş sarı ya da kırmızı yerine parlak mavi renkte yanıyordu. "Şimdi," dedi peri, "Her birinize sihirli birer elbise yapacağım, onu bir kez giyince bir daha hiç ölmeyeceksiniz. Fakat ben yaparken biriniz ateşi körüklemelisiniz." "Ben körüklerim," dedi Kraliçe ve körüğü aldı. Bu körükteki acayiplik de şuydu: Bastıkça hava yerine su püskürtüyordu. Yine de bu su ateşi söndüreceğine, büsbütün parlatıyordu. "Ama biri biçmekte bana yardım etmeli," dedi peri, "Makas tek başıma kullanamayacağım kadar büyük.” Gerçekten öyleydi. Makasın bir kenarı kocaman bir adam boyundaydı. "Ben edeyim," dedi Kraliçe, "Biçki işinden kocamdan iyi anlarım." "Öyleyse ateşi o körüklemeli," dedi peri, "Ben yalnızca ateş körüklenirken çalışabilirim." Bunun üzerine Kral körüğü aldı ve yaptığı işe bakmadan, Kraliçeyle periyi seyrederek ateşi körüklemeye başladı. Peri bir askıdan bir parça kumaş aldı, sihirli bir kumaş ki hiç anlatmaya girişmemeliyim, ve Kraliçe bir sapından, peri öteki sapından makası tuttular, Kraliçeye bir elbise yaptılar. Kraliçe üzerine giydi. "Şimdi bir tane de Krala yapalım," dedi peri. Onunkini yapmaya başladılar. Fakat tam o sırada Kral şimdiye kadar ilk olarak yapmakta olduğu işe döndü, körükten su fışkırdığını görünce de "Eyvah," diye düşündü, "Su ateşi söndürecek." O yüzden körüklemeyi bıraktı. Körüklemeyi bırakır bırakmaz, altlarındaki bulut parçalandı, hem Kral hem Kraliçe düşmeye başladılar. "Korkmayın," dedi kuş altlarında uçarak, "Sırtıma oturun.” Kuşun dediğini yaptılar, sırtına binince kuş bir dağ oldu, şimdi orada bulunan dağ O’dur; tüylerinden ağaçlar oldu, ayaklarından kayalıklar, gagası bir çağlayan oldu. Kralla Kraliçe dağın yamacından inerlerken Kraliçe dedi ki, "Şimdi ben hiç ölmeyeceğim, sen ise öleceksin. Bu, şimdiye kadar bizim başımıza gelen en üzücü olay." Ama onlar her yıl o dağa tırmandılar, dağın tepesine sevgili kuşlarının anısına çiçekler diktiler. Kırk yıl geçti, Kral yaşlandı, Kraliçe yaşlandı, sonunda Kral öldü ama Kraliçe ölmedi, yalnızca daha daha yaşlanmaya devam etti. Ve şimdi halâ yaşamakta. ********** OKUL Vaktiyle okulları olmayan bir kadın öğretmenle bir de erkek öğretmen vardı. Bir gün, "Anlamsız bir şey bu," dediler, "Bizim bir okul açmamız gerek." Gidip bir pirinç levha satın aldılar, üzerine 'OKUL' sözcüğünü yazdırdılar, bahçe kapılarına astılar. Ertesi gün sabah saat dokuzda ders zilini çaldılar, elbette kimse gelmemişti. Sabah saatlerinin ilk yarısında bay öğretmen bayan öğretmene ders verdi, öteki yarısında bayan öğretmen bay öğretmene ders verdi. Daha ertesi gün, bay öğretmen, "Okulumuzda okuyacak birilerini bulamaz mıyım, gidip bir bakayım," diyerek sokağa çıktı. Yolu üzerinde bir oyuncakçı dükkânının önünden geçti. Vitrinde bir Nuh’un Gemisi duruyordu: Kocaman, güzel bir gemi. Onu satın aldı. Eve getirdi. İçinden Nuh'la karısını, üç oğlunu ve bütün hayvanları çıkardı, sınıfın sıralarına dizdi. "İşte," dedi, "Şimdi ders verecek güzel bir sınıfımız oldu. Bütün gün gemiden çıkanlara ders verdiler. "Bu sınıfın çok terbiyeli bir sınıf olduğunu söyleyebilirim, dedi bayan öğretmen, "Hepsi çok uslu, çok sessiz oturuyorlar, hiç gürültü yapmıyorlar." Ki tam anlamıyla doğruydu. Hiç birisi en ufak bir ses bile çıkarmıyordu. Tek sakınca, onlara bir soru sorduğunuzda da sesleri çıkmıyor, öylece sessizce duruyorlar, yanıt ta vermiyorlardı. "İki kere iki kaç eder, Nuh?" diye sordu bayan öğretmen. Ama Bay Nuh hiç bir şey söylemedi. "Yanındaki!” dedi öğretmen. Bayan Nuh da hiç bir şey söylemedi. "Yanındaki! Yanındaki!" Yanındaki!.." dedi bayan öğretmen. Fakat Nuh’un üç oğlu da, iki aslan da, iki fil de, iki fare de, öteki bütün hayvanlar da hiç bir şey söylemediler. "Düşünüyorum da," dedi bayan öğretmen, "Bu bizim sınıf, gelmiş geçmiş en ahmak sınıf!" Sonra hepsini toplayıp geminin içine geri tıktı. Başkalarını aramaya dışarı çıktı. Gide gide, kapısında Tren Şemsiyeleri yazılı bir dükkâna geldi. Burası insanların trenlerde bıraktıkları ve bir daha da aramadıkları eşyaların satıldığı yerdi: Şemsiyeler, el çantaları, muzlar, bebekler, akordiyonlar, paketler falan. Dükkâna girdi. Pencerenin içinde oturan güzel, küçük, kara bir kedi yavrusu gördü. "Bu da mı tren kedisi?" diye sordu adama. "Evet, hanımefendi," dedi adam, "Daha evvelki gün biri sepet içinde trende bırakmış." Bayan öğretmen, "Peki öyleyse, onu satın alıyorum," deyip kediyi satın aldı, eve getirdi. Ders vakti gelince gemideki bütün yaratıkları yeniden çıkarıp sıralara dizdiler, kediyi de ortalarına oturttular. "İki kere iki kaç eder, Tren Kedisi?" diye sordu bayan öğretmen. «Miyav!" dedi kedi. "Hayır, değil, dört eder," dedi öğretmen, "İtalya’nın başkenti nedir?" "Miyav!" dedi kedi. "Yanlış! Roma'dır. Magna Karta'yı kim imzaladı?" "Miyav!" dedi tren kedisi. "Gene yanlış," dedi öğretmen, "Kral John'du! Bay Miyav diye birinin ben adını bile işitmedim." Ve arkasını dönüp tahtaya bir toplam yazmaya başladı. Ama o sırtını döner dönmez yaramaz tren kedisi gemiden çıkan tahtadan yaratıklarla pek keyifli bir oyuna girişti. Onları yere devirdi. Kaydırıp döşemenin her yanına dağıttı. Bayan öğretmen sınıfa yüzünü dönünceye kadar gene sırasına çıkmış, kuyruğunu mürekkep hokkasına daldırmış, şimdi odayı baştan aşağı mürekkeple batıracak şekilde kuyruğunu sallamaktaydı. "Seni gidi yaramaz kedi!" diye bağırdı bayan öğretmen, "Madem sen iyi bir kedi değilsin, ben de seni trenine geri gönderirim." Kediyi aldı, götürüp mutfağa kapattı. Tam o sırada ön kapının zili çaldı. Bay öğretmen kimin geldiğine bakmaya gitti. Dışarıda, koltuğunun altına sıkıştırdığı okul kitaplarıyla küçük bir kız vardı. "Lütfen," dedi küçük kız, "Okulumun yolunu şaşırdım. Onun yerine sizinkine gelebilir miyim?” "Kuşkusuz! Kuşkusuz!" dedi bay öğretmen. Böylece küçük kız içeriye girdi. Paltosunu, şapkasını askıya astı. Ayakkabılarını değiştirdi. Sınıfa girip oturdu. Şimdi, bu kız çocuğu yalnızca gemi yaratıkları kadar uslu, tam anlamıyla kıpırtısız ve sessiz oturmakla kalmıyor, soru sorulduğunda karşılığını da veriyor, hem de soruları her zaman doğru yanıtlıyordu. Derste bir kerecik bile tren kedisinin oyun oynamasına izin vermedi. Elbette ders arasında kediyle bol bol oynadı, sütünü o içirdi. Gece olunca küçük kız, "Bu okul yatılı mıdır?" diye sordu, "Eğer yatılıysa, ben hiç eve gitmek zahmetine kalkışmayı düşünmüyorum.” "Oldu," dediler ve kızı okulda yatırdılar. Şimdi, dediğim gibi bu kız bütün gün, iyi bir çocuğun olabileceği kadar iyi bir çocuk olmuştu. Ama yatmaya giderken yalnızca bir konuda yaramazlık etti. Banyodan çıkması söylendiğinde söz dinlemedi. Yıkanması bittikten sonra banyo küvetinde sırt üstü yattı, kımıldamayı reddetti. Zavallı bayan öğretmen onu yerinden kıpırdatamadı. Küçük kız sıcak suyun içinde ıstakoz gibi pembeleşinceye kadar yattı. Su buz gibi soğumadan suyun içinden çıkmadı. O zaman elbette üşüdü. Yatağına girerken titremekten dişleri birbirine vuruyordu. Ertesi gün gene o tam anlamıyla iyi çocuk oldu. Ama gece olunca yeniden ayni şeyi yaptı. Bir kez banyoya girdikten sonra çıkmamakta inat etti. "Bak, üçe kadar sayacağım," dedi bayan öğretmen, "Bir iki üç deyince tıkacı çekeceğim. BİR! İKİ! ------Ama ÜÇ demeden küçük kız büyük bir korku içinde banyodan fırladı. "Bu iyi bir yol," diye düşündü bayan öğretmen, "Hep böyle yaparım.” Öyle yaptı. Her gece küçük kız küvetten çıkmak istemeyince BİR, İKİ, diye saydı. ÜÇ demeden kız dışarı fırladı. Bu bütün hafta böyle gitti. Ama cumartesi gecesi gelip de BİR, İKİ diye saydığında küçük kızın bütün yaptığı, "Çıkmıyacağım işte!” demek oldu. Küvetin dibine öylesine dümdüz yapıştı ki ancak burnu suyun yüzünde kaldı. O zaman, "ÜÇ!" dedi bayan öğretmen ve tıkacı çekti! Su, boşalma deliğinden aktı gitti, ne kadar yazık: küçük kız da suyla birlikte aktı gitti! İlk önce ayakları deliğe kapıldı. Sonra bacakları, sonra bedeni, ve bir dakika içinde bütünüyle delikten kayboldu gitti. "Eyvah, ne yaptın!” diye haykırdı bay öğretmen, "Biricik çocuğumuzu kaybettirdin bize." "Ne yapsaydım yani!" dedi bayan öğretmen ters bir sesle, "Banyodan çıkması söylendiği zaman o da söz dinleseydi!” **********