SÖZCÜKLER 9
Transkript
SÖZCÜKLER 9
1 ‹K‹ AYLIK EDEB‹YAT DERG‹S‹ OCAK - fiUBAT 2008 ISSN: 1306-634X Sahibi ve Yaz›iflleri Sorumlusu: A. Turgay Fiflekçi Kapak ve Sayfa Tasar›m›: Hakk› M›s›rl›o¤lu Yönetim Yeri: Neyzenbafl› Halilcan sok. 42/7 Üsküdar 34668 ‹stanbul Telefon ve Faks: 0216 495 88 65. Yaz›flma adresi: P.K. 57 Üsküdar-‹stanbul tfisekci@gmail.com; www.sozcuklerdergisi.com fi‹‹R Nâz›m Hikmet, 6-7; Cevat Çapan, 8; Ali Püsküllüo¤lu, 20-21; Süreyya Berfe, 29-30; Refik Durbafl, 42; Ahmet Erhan, 47; Ferruh Tunç, 55-58; Salih Ecer, 63; Hakan Savl›, 68-70; Bedrettin Ayk›n, 80; Nazmi A¤›l, 90; Mete Özel, 97; Selahattin Yolgiden, 102; Mehmet Y›ld›r›m, 110; Pelin Özer, 113-115; fiaban Baflçall›, 116; Hüseyin Y›lmaz, 122; Ela Atakan, 127. ÖYKÜ DÜfiEfi 9 S‹NEMA ÖNÜ fiENL‹⁄‹ 43 ISLIK 71 SALINIM EFEKTLER‹ 78 ACIYI ANLAMAK 103 Tahsin Yücel Cemil Kavukçu Hürriyet Yaflar O¤uzhan Akay Ahmet Murat DENEME, ELEfiT‹R‹, ANI TÜRKÇEN‹N GECES‹ RESSAM AB‹D‹N D‹NO BERL‹N GÜNCES‹, 2002 1917 UNUTULMAMALI D‹LENC‹ Z‹YAFET‹ B‹R ‹STANDOLLU’NUN NOTLARI SAVAfi SÜRÜYOR ÇEV‹R‹B‹L‹M VE ÇEV‹R‹ ELEfiT‹R‹S‹ GURBET TV ONAT KUTLAR, ZEK‹ ÖKTEN... SPOR ADAMI MEMET FUAT YÜZÜM B‹R KENT‹N ANI DEFTER‹ ARTIK O ESK‹ BAHÇELERDE DE⁄‹L‹Z PS‹KANAL‹Z VE EDEB‹YAT GÖÇLER‹N D‹NAM‹⁄‹ TAR‹HTE B‹R GÜN XI 22 31 48 53 59 64 81 91 95 98 111 117 123 128 133 139 Emin Özdemir Ferit Edgü Demir Özlü Server Tanilli fiavkar Alt›nel Alova Mehmet Serdar Ayfle Banu Karada¤ Nihat Ziyalan Salih Ecer Kenan Bengü Ali Asker Barut Mukadder Özgeç Barıfl Özkul Besim Dalg›ç Aliflan Çapan Bask› ve Cilt: Yaz›n Bas›n Yay›n Matbaac›l›k Turizm Ltd. fiti. Çiftehavuzlar mah. Prestij ‹fl Merkezi 27/806 Zeytinburnu-‹stanbul. Tel.: 0212 5650122 Yay›n Türü: Yerel Süreli Yay›n. Da¤›t›m: Yay-Sat. Fiyat›: 6 YTL, K›br›s için 7 YTL. Bir y›ll›k abonelik için Ahmet Turgay Fiflekçi ad›na Yap› Kredi Bankas› Levent Çarfl› fiubesi 60469735 nolu hesaba, ya da 5519864 nolu posta çekine 36.-YTL yat›r›ld›ktan sonra dergilerin gönderilece¤i posta adresine mektupla ya da tfisekci@gmail.com’a bildirilmelidir. Yurtd›fl› için abone ücreti 60 Euro’dur. Merhaba, 11. sayımız yeni bir y›l›n da bafllang›c›. Yeni y›l›n ülkemiz ve insanl›k için bar›fl içinde geçmesi en büyük dile¤imiz. Nâz›m Hikmet’in, 15 Ocak’ta 106. do¤um y›ldönümünü kutlanacak. Büyük ozan›m›z› hiç yay›mlanmam›fl bir fliiriyle selaml›yoruz. Nâz›m Hikmet’in ilk kez yay›mlanan bu fliirine, Yeflim ve Kenan Bengü’de bulunan Piraye Koleksiyonu aras›nda rastlad›k. Kapak sayfas›nda da görüldü¤ü gibi 1938’de flairin tutuklu olarak kald›¤› ‹stanbul Tevkifhanesinde yaz›lm›fl. fiairin, tutukluluk günlerinde yazd›¤› “Dört Güvercin” adl› fliiri efli Piraye'ye gönderdi¤i, olas›l›kla bir kopyas›n›n kendinde bulunmamas› ya da unutkanl›k nedeniyle sonradan düzenledi¤i kitaplar›na alamad›¤› anlafl›l›yor. Yine Piraye’den kalanlar aras›nda, Nâz›m Hikmet’in bafllan›p yar›da kalm›fl üç ayr› yay›mlanmam›fl roman› da ortaya ç›kt›. Bu ürünlerin de k›sa sürede yay›mlanaca¤›n› umuyoruz. Sak›p Sabanc› Müzesi’nde “Abidin Dino / Bir Dünya” bafll›kl›, sanatç›y› tüm yönleriyle (karikatürist / sinemac› / yazar / illüstratör / ressam) kuflatan büyük bir sergi yer al›yor. Ferit Edgü’nün, Sergi Katalo¤undaki Abidin Dino’nun ressam kiflili¤ini ele alan yaz›s›n›, sanatç›n›n desenleriyle birlikte sunuyoruz. Tahsin Yücel, “Düflefl” adl› yeni öyküsünde Hayristan ülkesindeki trajikomik geliflmeleri, kendine özgü ac› ironisiyle, anlatmay› sürdürüyor. Emin Özdemir, “Türkçenin Gecesi”nde, dilimiz üzerindeki kara bulutlara, an›lardan yola ç›k›p tarihsel bir yaklafl›mla de¤iniyor. Ça¤dafl edebiyat›m›z›n en ilginç kifliliklerinden Memet Fuat, 16 fiubat’ta, 82. yaflgününde an›lacak. O¤lu Kenan Bengü, “Sporcu Memet Fuat”› yazd›. Mehmet Serdar’›n “Savafl Sürüyor”u, günümüz dünyas›nda sürüpgiden küresel vahflet üzerine, çok boyutlu düflündürücü bir yaz›. Yeni y›l›n okurlara, ülkemize ve insanl›¤a mutluluk getirmesi dile¤iyle. ‹yi y›llar, iyi okumalar. 5 6 7 Cevat Çapan AY K‹MLERE GÜLÜMSER Her zaman bir görüntüden ç›karm›fl yola; örne¤in, duvardaki soluk bir resimden. Birden ete kemi¤e bürünürmüfl o çizgiler ve her birinin ayr› yazg›s› bu insanlaflan gölgelerin bir gerilim, bir çat›flma yarat›rm›fl derinden. Belki de bir ortaoyunu bafllar›ndan geçenler. Ac›kl› bir güldürüyse anlatmak istedi¤i, bir kanaat önderini dolarm›fl diline, alçakgönüllü bir megaloman! Bir harika çocuk baflar›ya doymayan! ‹flte iyimser bir tragedya size. Dekor yal›n: ›fl›klar yand›¤›nda, bir sahne olur dünya ve ay gülümsermifl herkese. KES‹N DÖNÜfi Okudu¤um kitapta Polonyal› bir iflçi, Paris’ten dü¤ün için do¤du¤u kasabaya dönüyor bir y›ld›r birlikte yaflad›¤› sevgilisiyle. Çocuklar› da onlara kat›lacak dü¤ünde. Giderken bofl b›rakt›¤› evinin odalar›n›, dolaplar›n›, çekmecelerini elden geçiriyor çalg›c›lar gelmeden. Eski gömlekler, yamal› pantolonlar, gazete kesikleri ve birden zarf içindeki foto¤raflar aras›nda Rosa Luxemburg’un resmi. 8 DÜfiEfi Tahsin Yücel Toplumsal yaflam aç›s›ndan bak›l›nca, Hayristan’›n baya¤› ileri bir ülke oldu¤u, hiç de¤ilse bu aç›dan sömürgelik dönemini geride b›rakt›¤› söylenebilirdi: ‹ngilizler’in döneminde ülke kad›nlar›n›n en fazla yüzde befli soka¤a bafl› aç›k ç›karken, ba¤›ms›zl›k döneminin otuz dördüncü y›l›nda bu oran yüzde yirmilere ulaflm›flt›. Üstelik, baflkent sokaklar›nda darac›k pantalonlarla dolaflan kad›nlara bile rastlanmaktayd›. Daha da ilginci, en az›ndan büyük kentlerde, evlilik d›fl› iliflkiler kuran erkekler ve kad›nlar vard›. Yasalar erke¤in ayn› zamanda üç efli birden bulunmas›na izin verdi¤ine, boflanmak da özellikle erkek için çok kolay oldu¤una göre, bu tür iliflkilere gerek kalmayaca¤› düflünülebilirdi. Ama mant›¤› aflan durumlarla karfl›laflmak Hayristan’da ola¤an bir fleydi: kimi adamlar üç han›m›n üstüne yasad›fl› han›mlar eklemeyi bir zenginlik ve seçkinlik kural›na dönüfltürürken, kimileri de, Avrupal›lar’a özendiklerinden olacak, bir yandan tek bir eflle yetiniyor, bir yandan da sevgili üstüne sevgili de¤ifltiriyorlard›. Ama ünlü köfle yazar› Mecid Elfahri, baflkan Eltalib de iflin içinde olmak üzere, bu konuda herkesi geride b›rakmaktayd›. Neden? Çok mu zengindi? Hay›r, gazeteden ald›¤› dolgun ayl›k yan›nda babadan kalma büyük bir evi ve birkaç dükkân› bulunmakla birlikte, zengin bir adam say›lmazd›. Çok mu yak›fl›kl›yd›? Gene hay›r, orta boylu ve koca kafal› bir adamd›. Üstelik, hem çirkin ve kal›n bir sesi vard›, hem de a¤z›ndan ç›kan her sözcük karfl›s›ndaki kifliye hat›r› say›l›r oranda bir tükürük eflli¤inde ulafl›rd›. Çok mu ak›ll›yd›? Gene hay›r. Yak›n çevresinde hiçbir zaman böyle bir izlenim uyand›rmam›flt›. Ancak, güncel olaylar› yak›ndan izledi¤inden olacak, s›radan insanlarda her fleyi anlarm›fl ve her konuda kendine özgü düflünceleri varm›fl gibi bir izlenim uyand›r›rd›. Bir biçem ustas› oldu¤undan m›? Gene hay›r, kimileri bu soruyu “Evet, kesinlikle!” diye yan›tlasalar bile, yaz›lar›n› süsleyen “kadife sesli”, “çikolota renkli” türünden beylik benzetmelerin, bu arada ‹ngiliz krallar›n›n ve Osmanl› padiflahlar›n›n yaflamlar›n›n gülünç ya da ac›kl› oluntular›na, bakanlar›n›n birbirinden ilginç nükte ve davran›fllar›na iliflkin yorumlar› baflta kad›nlar olmak üzere okurlar›n› fazlas›yla e¤lendirmekte, zengin kiflileri çok sevmesine ve onlar gibi yaflay›p onlar gibi görünmeye çal›flmas›na karfl›n, “demokrasi”, “sosyalizm”, hatta “komünizm” gibi birtak›m tabu sözcükleri çekinmeden kullanmas› bir yana, ta9 n›mlar›n› da vermesi, bu arada, Hayristan’›n bas›n tarihinde ilk kez ve en az dört yaz›da, Karl Marx’›n ad›n› anmas›, özellikle de kendini ortan›n solunda bir politikac› olarak niteleyecek kadar ileri gitmifl olan Elekber’in k›sa sürmüfl baflkanl›¤› s›ras›nda, iflin içine dünyay› kar›flt›rmadan, “Hayristan iflçileri, birlefliniz!” diye yazabilmifl olmas› “ince ayar” bir solcu yazar olarak tan›nmas›na yol açm›flt›. Ne olursa olsun, kad›nlar› bafltan ç›karmas›n› iyi biliyor ya da bafltan ç›kmaya haz›r han›mlar onu buluyorlard›. Örne¤in bir çalg›l› gazinoda, sesi kadar güzelli¤iyle de ünlü bir flark›c› olan Sümmiye han›m›n, tan›flmalar›ndan en fazla iki saat sonra, hem de izlencesini yar›da b›rakarak, onu al›p evine götürmesi, bundan sonra da tam on üç gün süresince, bir saatli¤ine bile gazinoya u¤ramamas›, ünlü yazar›m›z›n da y›ll›k izninin bir bölümünü kullanma bahanesi alt›nda köfle yaz›lar›na ara vermesi bugün bile a¤›zlar sulanarak anlat›lan serüvenlerinden yaln›zca biriydi. Ülkenin o dönemdeki devlet baflkan› ünlü flark›c›y› birkaç ay süresince say›s›z yazl›k saraylar›ndan birinde a¤›rlamaya karar vermifl olmasa, iki sevgilinin birlikteli¤i aylarca, hatta y›llarca sürerdi belki. Ama evlilikle sonuçlanmas› olanaks›zd›. Y›ld›r›m aflklar›n›n gücünü yads›yacak de¤iliz, Sümmiye han›m›n yüzünün güzelli¤ini de, b›ng›l b›ng›l bedeninin karfl› konulmazl›¤›n› da yads›yamay›z. Ne var ki, daha yirmi üç yafl›nda, s›radan bir gazeteciyken, güzel olmas›na güzel, ama “kara kuru” dedikleri türden, hem de yoksul bir genç k›zla, Ziyneti han›mla dünya evine girmifl olan Mecid Elfahri, çapk›nl›klar›na daha o dönemde bafllam›fl olmas›na karfl›n, evlili¤inin ilk y›llar›nda da, çok ünlü bir gazeteci ve efline az rastlan›r bir çapk›n olduktan sonra da ondan ayr›lmay› usundan bile geçirmemiflti, en ateflli aflklar›n› yaflad›¤› dönemlerde bile hiçbir zaman yata¤›n› ay›rmay› düflünmemifl, tam tersine, evdeki cinsel yaflam›na küçümsenemeyecek bir yer ay›rm›flt›. Uzun sözün k›sas›, Mecid Elfahri’nin her fleyine kuflkuyla bak›labilirdi, ama, kendisini yata¤›na alm›fl olan tüm kad›nlar, içi s›rada da Ziyneti han›m, onun ola¤anüstü cinsel gücüne tan›kl›k edebilirlerdi. Ne var ki, kendisi inanmasa bile, bu güç s›n›rs›z oldu¤u kadar da verimsizdi: Hayristan’›n dillere destan çapk›n›, evindeki seviflmelerinde, boflalman›n efli¤ine geldi¤i her seferde, “Ziyneti, haberin olsun, bizim o¤lan için yeni bir zar at›yorum”, demesine karfl›n, y›llard›r hep gele at›yor, gene de kendisinin ya da Ziyneti han›m›n k›s›r olabilece¤ini düflünmüyor, aylar boyunca yat›p kalkt›¤› bunca güzel ve sa¤l›kl› kad›ndan hiçbirinin hiçbir zaman “Galiba ben hamileyim”, dememifl olmas› da içine en ufak bir kuflku düflürmüyordu. Gerçek bir Hayristanl› olarak umudunu hep koruyor, “Allah büyüktür, kar›c›¤›m, ben bunu bilirim, bunu söylerim: göreceksin, eninde sonunda bir o¤lumuzla bir k›z›m›z olacak”, di10 yordu. Tanr› da küçük bir de¤ifliklikle hakl› ç›kard› kendisini: iki y›l arayla iki o¤ul verdi. O da o¤ullar›n› çok sevdi, ikinci çocu¤unun k›z olmamas›ndan hiç yak›nmad›. Yak›nmak flöyle dursun, sanki tans›¤›n tek öznesi kendisiymifl gibi her f›rsatta övündü bu gecikmifl do¤umlarla, “Erkek adam›n erkek çocu¤u olur. Görüyorsun, tam iki kez düflefl att›m”, deyip durdu kar›s›na. Düflefllerin neden bu denli gecikti¤ine gelince, hiç üzerinde durmad›. Oysa durmak gerekirdi: Evvel do¤du¤unda kendisi k›rk dört, Ziyneti han›m otuz alt› yafl›ndayd›, Sani do¤du¤undaysa, kendisi k›rk alt›, Ziyneti han›m otuz sekiz yafl›nda. Bir baflka hesaba göre, Evvel evliliklerinin on yedinci y›l›nda do¤mufltu, Sani’yse on dokuzuncu y›l›nda: at›lan düflefl de olsa, bu büyük gecikmenin bir anlam› bulunmas› gerekirdi. Vard› da: Evvel’in do¤umunda da, Sani’nin do¤umunda da, hastane masraflar› bir yana, Mecid Elfahri’nin en ufak bir katk›s› yoktu. Y›llar y›l› Mecid Elfahri d›fl›nda hiçbir erke¤e al›c› gözle bakmam›fl olan Ziyneti han›m›n bir anl›k bir zay›fl›¤›yla bafllam›flt› her fley. Ünlü yazar, u¤rafl›yla ilgili bir görevle ve son sevgilisiyle birlikte on günlük bir Londra yolculu¤una ç›kaca¤› sabah, kendisine en çok yak›flacak giysileri seçece¤im diye evin alt›n› üstüne getirmifl, bu kargafla içinde son sevgilisinin pasaportunu cebinden düflürmüfl, Ziyneti han›m pasaportu yerden al›p bakt›ktan sonra, genç kad›n›n foto¤raf›n› göstererek “Bu kim?” diye sorunca en do¤al sesiyle “Kim olacak, son sevgilim”, diye yan›tlam›fl, Ziyneti han›m›n “Olur fley de¤il! K›z o kadar genç ki!” demesi üzerine de önce gevrek bir kahkaha atm›fl, sonra da pasaportta genç han›m›n do¤um tarihini göstermifl, “Görüyorsun, tam senin benimle evlendi¤in yaflta!” deyip pasaportu cebine koymufltu. Ziyneti han›m böyle durumlara al›flk›nd›, ne k›zm›fl, ne bir fley söylemiflti. Bununla birlikte, kocas› dudaklar›n› uzun uzun, hem de büyük bir istekle öperek valizini al›p asansöre bindikten sonra, bir tür giysi dolab› olarak kulland›klar› küçük odaya girip de kimi giysilerin çok düzensiz bir biçimde yerlefltirilmifl, kimilerinin yere at›lm›fl oldu¤unu ve say›lar› nerdeyse yüze ulaflan bu tak›mlar içinde kahverengilerin ezici bir ço¤unluk oluflturdu¤unu görünce, birden bafl› dönmüfl, “Çok kötü, çok kötü!” diye söylenmiflti. Neden? Eflinin giysilerinin büyük ço¤unlu¤unu kahverengilerin oluflturmas›nda ne kötülük vard›? Bilmiyordu, anlamaya da çal›flm›yordu, ama bunu düflündükçe bafl› dönüyordu iflte, bunalacak gibi oluyordu. Pencereyi açt›, açmakla da kalmayarak yar› beline kadar d›flar›ya sarkt›, derin derin soluk ald›. Tam bu s›rada, soka¤›n sol ucundan gür mü gür bir ses geldi kulaklar›na: “Eskici! Eskici! Eskiler al›r›m! Eskici!” Çok tuhaf, flafl›lacak ölçüde gür bir sesi vard› adam›n, kendisi de flafl›lacak ölçüde iriydi. Adam›n tam pencerenin alt›na geldi¤i anda, ne yapt›¤›n› hiç mi hiç düflünmeden, “Eskici! Eskici!” diye seslendi. Eskici bafl›11 n› kald›r›p “Buyur, abla!” deyince de “Yukar› gel, on iki numaraya, dördüncü kata. Burada eski çok!” diye yan›tlad›, sonra da dairenin kap›s›n› aç›p beklemeye bafllad›. Eskici, nerdeyse bafl› tavana de¤ecek kadar uzun, ayn› oranda da kal›n, ama baya¤› genç bir adam, aradan bir dakika bile geçmeden karfl›s›nda belirdi, s›rt›nda torbas›, “Geldim, han›m abla”, dedi, Ziyneti han›m›n incecikten gülümsemekte oldu¤unu görünce, kendisi de gülümsedi, “Eskiler nerede?” diye sordu. Ziyneti han›m bu gövdesi kendi gövdesinin en az dört kat›, yüzü tahtadan oyulmufl gibi köfleli genç adama bakarak bir an duralad›, sonra gene gülümsedi, “Buyur, içeriye gel”, dedi, sonra dosdo¤ru ünlü yazar Elfahri’nin baflkentin en iyi terzisinin elinden ç›km›fl giysilerinin bulundu¤u küçük odaya getirdi onu, sonra, adam, s›rt›nda torbas›, flaflk›n m› flaflk›n, bu yepyeni giysilere bakarken, o tüm kahverengi tak›mlar› ask›lar›ndan ç›kar›p kuca¤›na atmaya bafllad›. Adam önce bir ikisini havada yakalad›, sonra yakalamaktan vazgeçerek görülmedik giysi ya¤murunu izlemekle yetindi, sonra “Dur, han›m abla, dur art›k! Bu kadar›n› alamam, nerede bende o para!” dedi, sesini her seferinde biraz daha yükselterek dört befl kez yineledi ayn› sözleri. Ziyneti han›m da, kahverengi giysilerin en iticilerini bitirdi¤inden mi, yoruldu¤undan m›, yoksa bu kadar›n› yeterli buldu¤undan m›, bilinmez, en sonunda durdu. Durdu¤unda, eskicinin sa¤›nda, solunda, önünde, arkas›nda, en az iki düzine tak›m vard›. Eskici, tüm flaflk›nl›¤›na karfl›n, gülümsemeye çal›flt›. “Ablac›¤›m, bu kadar giysiye param yetmez benim”, dedi. “Param›n yetmesini b›rak, tafl›yamam bile”. Ziyneti han›m, yüzünde gizemli bir gülümseme, a¤›r a¤›r gelip flaflk›n eskicinin önüne dikildi. “Senden para isteyen mi oldu? Hepsini bedava veriyorum. Torba da veririm, doldurup götürürsün”, dedi. Eskici flaflk›n flaflk›n bakarken, o öyle durup gülümsedi bir süre daha, sonra, birdenbire, ete¤ini göbe¤inin üstünde toplayarak varla yok aras› pembe külotunu ç›kard›, yüzünde hep o gizemli gülümseme, bir çiçek uzat›r gibi eskiciye uzatt›. “Bunu da ister misin?” diye sordu. Eskici de gülümsedi o zaman, küçücük külotu avcuna ald›, burnuna götürüp koklad›, sonra öpüp cebine koydu, sonra Ziyneti han›m› belinden kavray›p kuca¤›na ald›, sonra, kuca¤›nda küçücük Ziyneti han›m, yakalad›¤› av› gönlünce yiyebilece¤i bir yer arayan bir kedi gibi, gözleriyle çevresini tarayarak onu yat›racak bir yer arad›, sonra “Boflver!” dercesine omuz silkti, sonra da av›n› büyük yazar Mecid Elfahri’nin giysilerinin üzerine yat›rd›, kendisi de aç bir kedi gibi onun üzerine kapand›. 12 Yaklafl›k bir saat sonra, s›rt›nda üç koca torba dolusu giysiyle kap›ya gelmiflken geri döndü, Ziyneti han›m› bir kez daha öpmek istedi, ama “Hay›r, olmaz!” yan›t›n› al›nca üstelemedi. Bir süre öylece dikildi kap›da, sonra, birdenbire, “Abla, bana bir emrin var m›?” diye sordu. “Evet, var”, dedi Ziyneti han›m. “Buradan çok fazla geçmeyeceksin, ben seni pencereden ça¤›rmad›kça da evime gelmeye kalkmayacaks›n; bir de bu yapt›¤›m›zdan da hiç kimseye söz etmeyeceksin”. Bir doksanl›k eskici küçücük kad›n›n önünde sayg›yla e¤ildi. “Emrin olur, ablac›¤›m; anam›zdan helal süt emdik, bizden iyilik edene kötülük gelmez, a¤z›m›zdan da s›r ç›kmaz”, dedi, sonra asansöre girip dü¤meye bast›. Ziyneti han›m içini çekti, “Helal olsun, dürüst bir adama benziyordu, ne yapt›ysa iyi yapt›, çenesini de tutar herhalde”, diye geçirdi içinden. Eskici gerçekten dürüst adamd›, Ziyneti han›m kendisini ça¤›rmad›¤› sürece kap›s›n› çalmad›, çenesini de tuttu bir ölçüde, ama Servet Apartman›’n›n dördüncü kat›nda yaflad›¤› serüven yüzde yüz kendine saklayamayaca¤› kadar ola¤anüstüydü: arkadafllar›na yaln›zca soka¤›n ad›n› vererek anlatt› yaflad›klar›n›. Böylece, gidiflinden bir iki saat sonra, koca sokak görülmedik bir eskici ak›n›na u¤rad›: en az üç saat süresince, kimi zaman bir, kimi zaman iki, kimi zaman üç eskicinin art arda ve g›rtlaklar›n›n var gücüyle “Eskici! Eskici! Eskiciiii!” diye ba¤›rd›klar› iflitildi ve, gittikçe azalarak da olsa, bu durum bir hafta boyunca sürdü. Bir doksanl›k eskici de arada s›rada geçti buradan, s›rt›nda torbas›, bir an durup karfl› kald›r›mdan Servet Apartman›’n›n dördüncü kat›n›n pencerelerine bakt›, bir kez daha “Eskiciii!” diye ba¤›rd›ktan sonra, içini çekerek yürüyüp gitti. Ziyneti han›ma gelince, eskiciyi her an›msay›fl›nda yüzünün k›zard›¤›n› duyuyor, onu böyle ikide bir an›msamak kocas›n› afla¤›lamakm›fl gibi bir duyguya kap›l›yordu. Bereket, birkaç ay sonra nerdeyse tümden unuttu onu: flimdi Servet Apartman›’n›n dördüncü kat›nda an›msanacak, düfllenecek, düflünülecek ve konuflulacak çok önemli bir konu vard›: gerek ünlü yazar Mecid Elfahri, gerekse kendisi her gün, her sabah, her akflam, do¤acak çocuklar›n›, onun için yap›lm›fl ve yap›lacak haz›rl›klar›, hatta ileride seçece¤i u¤rafl› konufluyor, bunca y›ll›k bekleyiflten sonra ana baba olman›n efli¤ine ulaflman›n mutlu¤uyla coflup duruyorlard›. Bebek anas›n›n karn›nda k›m›ldamaya bafllay›nca daha da artt› mutluluklar›. Arada bir, Ziyneti han›m “Bak, iflte gene bafllad› tekmelemeye!” deyince, ünlü yazar saniyesinde yerinden f›rlayarak elini eflinin karn›n›n üstüne koyuyor, yüzünde mutlu mu mutlu, hatta nerdeyse göksel bir gülümseme, “Evet, evet, tekmeliyor, tekmeliyor, tekmeliyor iflte, çok da 13 güçlü, kesinlikle o¤lan olacak, evet, o¤lan olacak elbette! O kimin çocu¤u!” diyor, sonra, tekmeler kesilince, önce Ziyneti han›m›n ete¤ini kald›r›p art›k baya¤› büyümüfl göbe¤ini, sonra do¤rulup yanaklar›n› öpüyor, sanki dünyaya bir çocuk getirecek ilk Hayristan kad›n› oymufl gibi, “Sen bir tanesin, kar›c›¤›m: en sonunda do¤uracaks›n o¤lumu!” diyordu. Söylemek bile fazlayd›, tekmelerinin de mufltulad›¤› gibi o¤lan gelmek üzereydi. Geldi de: bir nisan sabah› saat alt›y› on sekiz geçe Ziyneti han›m›n kuca¤›na verdiler. Ziyneti han›m, hiç usunda yokken, birdenbire, hem de tüm somutlu¤u ve tüm canl›l›¤›yla, ad›n› bilmedi¤i, kocaman eskiciyi görür gibi oldu, gözlerini yumdu, “Bir seferde att› düflefli”, diye geçirdi içinden. Alt›y› otuz dört geçe de genç ve güzel bir baflhemflire çocu¤u ünlü yazar›n kuca¤›na verdi, boyunun elli iki santim, a¤›rl›¤›n›n üç kilo yedi yüz k›rk gram oldu¤unu söyledi. Ünlü yazar birden sarard›, çocuktan önce hemflireye bakt›. “Ve… ve…”, diye kekeledi. Baflhemflire gülümsedi. “Ve aslan gibi bir o¤lan”, diye ekledi. Elfahri, kuca¤›nda çocuk, havaya s›çrad› o zaman. “Evet, aslan gibi”, diye onaylad›. Sonra, gözleminin gerçe¤e uyup uymad›¤›n› denetlemek istercesine, gözlerinde, dudaklar›nda, tüm varl›¤›nda mutlu mu mutlu bir gülümseme, bebe¤in üzerine e¤ildi, onun yüzünde birden kendi bebekli¤indeki yüzü görüyormufl gibi bir duyguya kap›ld›, uzun süre öyle durup bakt›; evet, yan›lmas› olanaks›zd›, kendi bebek yüzüydü gördü¤ü; gözlerinin yaflard›¤›n› duydu. Kalkt›, bebe¤i hemflireye yaklaflt›rd›. “Bana ne kadar benziyor, de¤il mi?” diye sordu. Baflhemflire bir ona, bir bebe¤e bakt›, incecikten gülümsedi. “Evet, çok benziyor, efendim”, diye onaylad›. “Benzemez mi, babas›n›n o¤lu o”, dedi Mecid Elfahri. Ayn› sözcükleri her gün yirmi kez, otuz kez yineledi belki. Üstelik, yaz›lar›nda da kulland›. Ama, baflta çocu¤un anas› olmak üzere, gündelik yaflamda da, bas›nda da hiç kimse karfl› ç›kmad› bu saptamaya. Öylesine mutluydu ki, o¤lunu da öyle çok seviyordu ki hovardal›¤› tüm olarak b›rakmam›fl olmakla birlikte, en çekici ve en yeni sevgililerine bile eskisi kadar zaman ay›rm›yor, buna karfl›l›k, geç de olsa kendisine böyle aslan gibi bir o¤ul verdi¤i için kar›s›na sevgisini nas›l gösterece¤ini bilemiyor, çevresinde dört dönüyordu. Do¤rusunu söylemek gerekirse, Ziyneti han›m da fazlas›yla hoflnuttu durumdan, ne istese dakikas›nda yerine getiriliyor, hem o¤lunun varl›¤›, hem eflinin bu coflkulu, bu ola¤anüstü yak›nl›¤› karfl›s›nda kendinden geçiyor, yaflam›nda hiçbir zaman bu denli mutlu olmad›¤›n› düflünüyor, zaman zaman da bir doksanl›k eskiciyi 14 an›msayarak kendi kendine gülümsüyor, “Ey eskici, seni bana Allah gönderdi”, diye söyleniyordu. Bu tozpembe mutlulu¤un üzerine düflen bir gölge varsa, o da kocas›n›n her yata¤a giriflinde ellerini hemen gö¤üslerinde, bacaklar›n›n aras›nda dolaflt›rmaya bafllayarak “S›ra minik k›z›m›za geldi: bir düflefl de onun için atmam›z gerekiyor”, demesiydi. Ziyneti ister istemez bir doksanl›k eskiciyi an›ms›yordu o zaman, okflamalar baya¤› keyfini kaç›r›yordu. Ama, ne olursa olsun, seviyordu kocas›n›, sonunda “minik k›zlar›” için de bir çaba harcad›: Mecid Elfahri’nin “yirminci yüzy›l devrimleri”ne iliflkin konuflmalar yapmak üzere birkaç günlü¤üne taflrada bulundu¤u bir s›rada, art›k bir yafl›n› çoktan doldurmufl olan Evvel’i uyuttuktan sonra, birden anlat›lmaz bir s›cakl›k sard› bedenini. Biraz serinlemek düflüncesiyle salonun pencerelerini açmak istedi ve daha ilk pencereyi açarken, karfl› kald›r›mda, torbas› s›rt›nda, gözleri yukar›larda, o¤lunun kocaman babas›n›n “Eskici! Eskici! Eskiciii!” diye ba¤›rmakta oldu¤unu gördü. Ayn› anda, bafl›n› pencereden d›flar› ç›kard›, nerdeyse hiçbir fley düflünmeden, yaln›zca ona öykünmek istermifl gibi, “Eskici! Eskici!” diye seslendi. Koca adam var h›z›yla koflarak karfl› kald›r›ma geçti o zaman, Servet Apartman›’na dald›, o anda k›m›ldamadan duramayaca¤›n› anlad›¤›ndan olacak, asansöre binmedi, var h›z›yla dört kat›n merdivenlerini ç›kt›. Ziyneti han›m kap›y› açt›¤›nda soluk solu¤ayd›. Aln›nda boncuk boncuk terler, “‹flte geldim!” diyerek içeriye dald›, çevreyi flöyle bir kolaçan etti, sat›l›k giysiye benzer hiçbir fley göremedi, mutlulukla gülümsedi. Ziyneti han›m da konunun eski giysi satmak olmad›¤›n› hemen belli etmek istercesine elini tuttu, “O günün tad›n› oralar›mda hâlâ duyuyorum”, dedi, koca adam› elinden tutup yatak odas›na götürürken, “Aman, yavafl olal›m, elimizi de çabuk tutal›m, içeride çocuk uyuyor”, diye f›s›ldad›. Ellerini çabuk tuttular. Eskici hem çok duygusal, hem de an›lar›na çok ba¤l› bir adama benziyordu: Ziyneti han›m›n minicik donunu kendi eliyle ç›kard›, önce koklad›, sonra öpüp cebine koydu, sonra üstüne kapand› ve, flaflk›nl›ktan m›, yorgunluktan m›, özlemden mi, coflkudan m›, bilinmez, her fley çabucak bitiverdi. Ziyneti han›m kocas›n›n giysi odas›na kofltu, dört befl kahverengi tak›m al›p geldi, flaflk›n flaflk›n, hayran hayran kendisine bakmakta olan kocaman adama verdi. “Hadi, sa¤ol, sana iyi ifller”, dedi. “Her fley aram›zda kalacak, geçen seferki gibi”. Eskici içini çekti. “Tamam, geçen seferki gibi”, diye yineledi. Sonra usulca ç›k›p gitti. 15 Birkaç saat sonra, sokakta eskici say›s› flafl›lacak oranda artt›, sesleri de daha bir yüksek ç›kt›. Ama, öyle anlafl›l›yordu ki, dev eskici arkadafllar›na gene yaln›zca olay› ve soka¤› anlatm›fl, evi ve kad›n› belirtmemiflti. “Ne tuhaf, ad›n› bile bilmiyorum; ama baflka türlü bir adam bu eskici, her fleyi iyi yap›yor, her fleyi, her fleyi, her fleyi”, diye m›r›ldand› Ziyneti han›m. “Ölçüyü kaç›rm›yor hiç”. Alt› ay iki hafta sonra, çocuk karn›n› tekmelemeye bafllad›¤› zaman da, dokuz ay on gün sonra, sanc›lar› tuttu¤u zaman da ilk düflündü¤ü bu oldu. Ancak, dört saat sonra, her fleyi tam gerekti¤i gibi yapmayabildi¤ini gördü: kendisi de, kocas› da güzel bir k›z bebek beklerken, bir o¤lan daha do¤urdu, t›pk› kardefline benzeyen bir esmer o¤lan. “Mecid üzülecek”, diye düflündü. Ama, aylard›r inançla k›z beklemifl olmas›na karfl›n, Mecid Elfahri çok da üzülmedi bu ifle, “Ne yapars›n, erkek adam›n erkek çocu¤u olur, düflefl atmaya al›flm›fl›z bir kez”, dedi. Sonra, yafllar› da birbirine yak›n oldu¤una göre, iki erkek kardefl çok daha iyi anlaflacakt›. Üstelik, küçük o¤lan a¤abeyine, dolay›s›yla da kendisine çok benzemekteydi. Dokuz on y›l sonra, sa¤›nda büyük, solunda küçük o¤luyla yürüdü¤ünü görenler onlar› hayranl›kla izleyecekler, “fiunlara bak›n, flunlara: t›pk› babalar›! Benzerlik dedi¤in ancak bu kadar olur vallahi!” diyeceklerdi. Bu da çok güzel bir fleydi. Ne var ki, y›llar geçtikçe, Evvel’le Sani aras›ndaki benzerlik daha bir belirginlefltiyse de Elfahri’yle o¤ullar› aras›nda varsay›lan benzerli¤in bir yan›lsamadan baflka bir fley olmad›¤› iyiden iyiye kesinleflti: o¤lanlar kimi yanlar›yla annelerini and›r›yorlard›, ama bedensel yap›lar›ndan yüz çizgilerine, tenlerinin ve gözlerinin renginden devinilerine kadar her fleyleriyle babalar›n›n tam karfl›t›yd›lar. Mecid Elfahri tüm suçu Tanr›’ya yükledi o zaman: “Benim çizgilerim hep e¤ril, onlar›nkilerse hep köfleli, Tanr›’n›n iflleri iflte”, dedi. Baba olarak Tanr›’ya bir pay b›rakt›ysa da solcu olarak iyimserli¤i hiç b›rakmad›. Çocuklar›n daha ilkokulun beflinde kendisine yedi sekiz santim yukar›dan bakmaya bafllamalar›n› bile olumlu biçimde de¤erlendirdi, “Dünyam›z ve do¤am›z gittikçe geliflip ilerliyor; bundan daha do¤al bir fley olamaz; ayr›ca, senin ve benim de bir pay›m›z var bunda, onlar› bizim kanlar›m›z böyle güzel gelifltirdi”, dedi kar›s›na, o da hiç duralamadan onaylad› gözlemini. Ayr›ca, flimdi çocuklarla büyükler aras›ndaki gerçek yak›nl›k duygusal ve düflünsel yak›nl›kt› ona göre. Duygusal yak›nl›k daha flimdiden ve kendili¤inden kurulmufl bir fleydi aralar›nda, bunu fazlas›yla göstermekteydiler; düflünsel yak›nl›¤a gelince, o da bafllam›fla benziyordu, ikisi de ulusal bayram günlerinde cofluyor, ülke tarihinin ac› dönemlerinden söz aç›ld› m› üzülüyor, halktan, eflitlikten, ça¤c›ll›ktan yana ç›k›yorlard›. Babalar›n›n o¤ullar›yd›lar 16 iflte, bilgilerini geniflletip derinlefltirdikleri, babalar›n›n yaz›lar›n› okuyup konuflmalar›na kulak verdikleri ölçüde bu yak›nl›k daha bir köklenecek, kan ba¤› da süreci iyice h›zland›racakt›. Bu amaçla, daha küçük yaflta kendi yaz›lar›n› okuyup aç›klamaya zorlad› onlar›. Anlamad›klar›n› gördü¤ü her seferde uzun aç›klamalara giriflti, önemli sol terimleri örneklerle somutlaflt›rmaya çal›flt›. ‹kisini de ülkenin en iyi liselerinde okuttu. ‹kifler y›l arayla liseyi bitirdiklerinde de “gerçek bir solcu olarak” tüm ça¤lar›n, özellikle de bizim ça¤›m›z›n en belirleyici bilim dal›n›n ekonomi oldu¤una inand›¤›ndan, Evvel’i ‹ngiltere’ye, Sani’yi Fransa’ya ekonomi okumaya yollad›. Ne var ki, en sonunda ö¤renimlerini bitirip eve döndükleri zaman, bir sekseni aflan boylar› kendisinin “k›san›n uzunu” diye niteledi¤i orta boyu, yüzlerinin ve bedenlerinin tahtadan yap›lm›fl izlenimini uyand›ran sert ve köfleli biçimleri kendi yüzünün ve kendi bedeninin e¤ril çizgileriyle karfl›tlaflt›¤› gibi, özellikle politika ve ekonomiye iliflkin görüflleri de sürekli karfl›tlaflmaktayd›. Sanki Evvel ‹ngiltere’den, Sani Paris’ten gelmemifl de alt› y›l süresince hep ayn› yerde, ayn› ba¤naz profesörün derslerini dinlemifller gibi en küçük ayr›nt›larda bile anlafl›yor, babalar› herhangi bir görüfl belirtti mi birbirlerine göz k›rparak gülümsüyorlard›. Belli etmemeye çal›flt›ysa da çok k›zd› buna, o¤ullar›yla bir daha politika konuflmamaya karar verdi. Ama bunun olanaks›z oldu¤unu çabuk anlad›: bu tür konular› kendisi açmasa da onlar aç›yor, örne¤in gazetede ç›kan her yaz›s›n› elefltiriyor, hatta bununla da yetinmiyor, günlük yaflam, moda, al›flverifl merkezleri, sinema, tiyatro, yaz›n konusunda söylediklerini bile hep yukar›dan bakarak, ba¤›fllay›c› bir gülümsemeyle, arada s›rada birbirlerine göz k›rparak dinliyor, kimi zaman da kendilerini tutamayarak kahkahalarla gülüyor, “Baba, sen hangi dünyada yafl›yorsun?” diyorlard›. “Bu dünya senin dünyan de¤il; dünyam›z küreselleflti art›k”. Küreselleflmifl dünyaysa, o¤ullar›n›n konuflmalar›ndan anlad›¤› kadar›yla, ekonominin, dolay›s›yla paran›n, dolay›s›yla güçlülerin egemen oldu¤u dünyayd›. Bu anlay›fla göre, sanki ulusal kahraman Elhalas Hayristan’› ‹ngiliz boyunduru¤undan kurtarmam›fl, sanki binlerce Hayristanl› bofl bir düfl u¤runa ölmüfltü. Mecid Elfahri derin derin içini çekti. “Biriniz Oxford’da, biriniz Sorbonne’da okudunuz, ama sizi dinleyenler sanki bu dünyadan bir Karl Marx, bir Friedrich Engels geçmemifl, sanki bir Vladimir ‹lyiç Lenin Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni, bir Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmam›fl, büyük Elhalas ‹ngilizleri ülkeden kovup Hayristan Cumhuriyeti’nin temelini atmam›fl, sanki Küba’y› nicedir Fidel Kastro yönetmiyor”, dedi, daha da art›rmak düflüncesindeydi örneklerini, ama küçük o¤lu Sani sözünü kesti. 17 “Babac›¤›m, senin tüm bu söylediklerin çoktan gününü doldurmufl, yani gerçekli¤ini yitirmifl fleyler; flimdi küreselleflim dönemi: ülkeler aras›nda s›n›r diye bir fley yok art›k, ulus sözü de palavradan baflka bir fley de¤il”. Mecid Elfahri sinirleniverdi birden: “Ama ben daha geçen ay Almanya’ya pasaportumda yeni al›nm›fl bir vizeyle gittim, gene de giriflte yar›m saat bekletti herifler”, diye at›ld›. “Pasaportumun üstünde de, biliyorsun…” Evvel anlay›flla güldü. “Biliyorum, gazeteci oldu¤un yaz›l›”, diye tamamlad›. “Pasaportlar insanlar için, ama para, ifl gücü, yat›r›m…” Bu kez de Elfahri güldü. “Onlar paralar› var diye kap›y› kapatacaklar bize, ama bizim kap›lar›m›z da, k›çlar›m›z da onlara aç›k olmak zorunda, öyle mi?” Bu kez de yan›t› Sani verdi: “Evet, öyle, babac›¤›m, aç›k, her zaman da aç›k olmak zorunda”. Mecid Elfahri flafl›rmakla sinirlenmek aras›nda bocalar gibi oldu bir süre, sonra sesini yükseltti. “Peki, biz bu ‹ngilizler’i yurdumuzdan kovmak için binlerce Hayristanl›’y› bofluna m› kurban ettik?” Sani anlaml› bir biçimde gülümsedi. “Ben bofluna ölmüfl olmalar›n› öpüp bafl›ma koyard›m. Ama yaln›zca ölmekle kalmad›lar, ülkemize ve halk›m›za da çok büyük zararlar verdiler. Bize de adamlar›n geri dönmeleri ve ülkeye yön verip durumunu biraz olsun düzeltmeleri için elimizden geleni yapmak düflüyor, ama bu ifl hiç de kolay olmuyor, çünkü önyarg›lar elimizi kolumuzu ba¤l›yor”, dedi. “Anl›yorum, sen devrimi yads›yorsun”, diye gürledi Elfahri. “Bireylerin ve halklar›n eflitli¤ini de yads›yorsun. Ama devrim bu ülkenin insanlar› için bir ölüm kal›m sorunu. Benim o¤lum bunu nas›l unutur, bunca y›ld›r yazd›¤›m yaz›lara nas›l böyle rahatl›kla boflverir, anlayam›yorum”, dedi. Baya¤› sinirlenmifle benziyordu, biraz daha üzerine gelecek olurlarsa, tart›flma zorlu bir kavgayla sonuçlanabilirdi. Ama Sani dingin bir sesle ve hiç ödün vermeden konufltu gene. “Hay›r, baba, devrimci olan onlar de¤ildi, Elhalas da de¤ildi, sen de de¤ilsin”, dedi. “Devrimci olan bizleriz. Her dönemin devrimi kendine göredir; bizim dönemimizin devrimi de küreselleflme”. “Peki, benim pasaport sorunum ne oluyor bu geliflmenin içinde?” “O tümüyle kiflisel bir sorun. Biliyorsun, Avrupa’da bizim kötü bir ünümüz var. Bu da senin ulusçuluk, halkç›l›k, ba¤›ms›zl›k, devrim gibi 18 adlar verdi¤in kötü e¤ilimlerden kaynaklanmakta. Ayr›ca, önemli olan bizim onlar›n ülkelerine rahatl›kla girebilmemiz de¤il, onlar›n bizim ülkemize girebilmeleri”. Mecid Elfahri derin derin içini çekti. Ziyneti han›ma döndü. “O¤lunun söylediklerini duydun mu?” diye sordu. Ziyneti han›m gülümsedi. “Evet, duydum, kafas› da, çenesi de makine gibi çal›fl›yor: Hayristan’›n ünlü yazar› Mecit Elfahri’nin o¤lu o!” dedi. “Ama… ama… tarih… gerçek… tüm yaflad›klar›m›z”, diye kekeledi Mecid Elfahri, ama arkas›n› getiremedi: kar›s›n›n verdi¤i yan›t, o¤luyla kendisi aras›nda kurdu¤u bu ba¤›nt› içinde bir yerleri titretmifl, kafas›n› allak bullak etmiflti. Gözlerini Sani’ye dikti, hiçbir fley söylemeden bakt›, anlat›lmaz bir sevgi köpürmesi içinde, “Alçak herif! Alçak herif! Öyle coflkulu, öyle inançl› ki! T›pk› benim gibi, t›pk› Mecid Elfahri’nin gençli¤i! K›sacas›, Mecid Elfahri’nin o¤lu”, diye geçirdi içinden. Gene de direnmek istedi. Bir Evvel’e, bir Sani’ye bakt›. “Peki, yan›l›yor olamaz m›s›n›z?” diye sordu. “Bu söylediklerinizden hiç kuflku duymuyor musunuz?” Sani oturdu¤u yerde flöyle bir do¤ruldu. “Hay›r”, dedi. “Hay›r, babac›¤›m. Ben Paris’te bunca y›l ekonomi okudum. Karfl› görüflleri de çok dinledim. ‹fl olsun diye konuflmuyorum. Kesinlikle inan›yorum söylediklerime”. Mecid Elfahri son bir umutla büyük o¤luna döndü. “Peki, sen, Evvel?” dedi. “Sen de hiç kuflku duymuyor musun bu söylediklerinizden? Bunlara gerçekten inan›yor musun?” Evvel Sani’den de rahatt›. “Hay›r, babac›¤›m, kuflku duymuyorum”, dedi. “Bu bir inanç sorunu de¤il, bir bilgi sorunu”. Mecid Elfahri hiçbir fley söylemedi. Bir Sani’ye, bir Evvel’e bakt›. Birden gülümsemeye bafllad›, “‹kisi de öyle coflkulu, öyle inançl› ki! T›pk› benim gençli¤im!” diye geçirdi içinden. “Tanr›m, kan kan›ts›z kayn›yor, en de¤iflik görünüfller alt›nda bile belli ediyor kendini!” Ünlü yazar o günden sonra Elfahri görüfllerini de, gazetesini de de¤ifltirdi. fiimdi, yeni gazetesinde, ülkenin maden yataklar›n›n, göllerinin, ›rmaklar›n›n, topraklar›n›n yok pahas›na Bat›l› dostlara sat›lmas›n› ça¤c›ll›¤›n zorunlu koflulu olarak de¤erlendiriyor, ilericilik diye bilinen her fleyi gericilik, gericilik diye bilinen her fleyi ilericilik say›yor, bu yüz seksen derecelik dönüflü o¤ullar›n›n etkisiyle yapt›¤› söylenince de anlay›flla gülümsüyor, “Evet, do¤ru, her fley bir kan ve zaman sorunu”, diyordu. 19 Ali Püsküllüo¤lu SOR, EY fi‹‹R Buldu¤umda yitirdi¤im bir güz yelidir o, eskide kalan. Eskide kald› düfller ve bütün güz yelleri! fiimdi ve ilerde, daha ilerde. Görüyorum olaca¤›, ama bilsem de de¤il o deprem, içimdeki. Ne ifli vard› Cadde-i Kebir’de ‹ngiliz askerinin? Sor bunu ve hiç unutma yok kimsenin an›msayaca¤› ama sen an›msa. Ürpersin bedenin. Yeter ki sor yani, ey fliir! Sor, yan›ts›z da kalsa! Güz her zaman sar› yapraklarla m› gelir? Gözyafl› bu denli çok mudur bu ülkenin? ‹ncirlik nereye düfler, sora sora Ba¤dat bulunur mu? Ve daha niceleri, niceleri. Sorulabilir. Bu da bir soru: Ne diyor bu adam yahu? B‹R fiARKI ‹fiTE Ve sen yoksun diyor o flark› y›kanm›yorsun ay›fl›¤›nda. Çok duygusal bir flark› ama hofluma gidiyor, ben de bir roman kahraman›y›m yani bütün insanlar nas›lsa. Bulamad›m arad›¤›m› hiçbir zaman (yaflad›m böyle bir dalg›nl›¤›n içinde) 20 ya zaman yoksa diye düflündüm, dalg›nca; o zaman yar›n da yok demektir, dün de. fiimdiyse yaflanan, aptalca evet, aptalca yafl›yoruz öyleyse. As›l soru da flu (ve sorulmal› burada) aflktan ve ondan geriye kalan ne? SOLUKSUZ Soluksuz kald›m, bir soluk ver desem incecikten ya¤an kara. Havadaki bir kufl bile imrendiriyor beni. Desem. Bir ben miyim flimdi, böyle gözlerini kar örten, yaln›z ben olsam da, bir soluk ver! fiaflars›n, flaflmak istersen flu sonsuz gö¤e, y›ld›zlara. Her fleye. Sonsuzluktur, seni de al›r içine flaflars›n. Kimse söylemez ki sana sevginin kaç rengi var, yüce da¤lara neden hayran oluruz falan... Yine de ald›rma, yaflam› bir kez de sen düflün, solu flu havay› her fleyi, herkesin yerine! Büyü art›k ey çocuk! ‹çimdeki. 21 TÜRKÇEN‹N GECES‹ Emin Özdemir Dil Derne¤i, “Türkçenin Ustalar›na Sayg›” bafll›¤› alt›nda bir dizi etkinlik düzenliyor. ‹lkini, “Emin Özdemir’e Sayg› Gecesi” ad›yla bana ay›rd›lar. Sözcüklere dökülmesi güç duygular içinde, konuflmalar› dinliyorum. Gecenin kap›s›n›, flu sözleriyle aç›yor Sevgi Özel: “Dil devriminin ›fl›¤›nda Türkçenin özleflip geliflmesinde, serpilip güçlenmesine yaflam›n› adayan, katk›da bulunan ozan, yazar ve dilcilerimizin düflüncelerini, eme¤ini kamuoyuna duyurmak, Türkçe sevdal›lar›na sayg›lar›m›z› sunmak için düzenliyoruz bu etkinlikleri...” ‹çimden etkinli¤in ad›n› iki sözcü¤e indirgiyorum: “Türkçenin Gecesi.” Gece sözcü¤ünü ikili anlam›yla düflünüyorum, hem bir konuda düzenlenen toplant› hem de karanl›k... Toplant›n›n söz ve düflünce sarkac›, bu iki uç aras›nda sal›n›p duracak. Bir yanda y›llar y›l› Türkçenin topra¤›na çöken kör karanl›k; bir yanda bu karanl›¤› silme, da¤›tma çabalar›... Bir yanda Türkçenin sesini, solu¤unu kirleten, kendi öz dilinin de¤erlerine yabanc›laflma yönsemesi içinde olanlar, bir yanda bu yönsemeyi k›rma, Türkçeyi yabanc› ö¤elerden ar›nd›rma savafl›m›n› sürdürenler. Türkçenin topra¤›n› iflleme, yabanc› ö¤elerden ar›nd›rma savafl›, kuflkusuz yeni de¤ildir; y›llar›n ötesinden sürüp geliyor. Anadili bilincini diri tutma sevdal›lar›n›n sürdürdü¤ü bir savafl. Bugüne de¤in kimler kat›lmad› ki bu savafla... Ad say›p dökecek de¤ilim. Ben, bunlardan biriyim, s›radan bir dil iflçisi, dil emekçisi, anadilini, gerçek yeri yurdu sayanlardan biri. Gece sürüyor, bir senaryo biçemi, ak›fl› içinde yaflamöyküm anlat›l›yor. Söylenenler, arada bir yans›t›larla görsellefltirilmeye çal›fl›l›yor. Bak›yorum bebeklik, çocukluk dönemimden tek bir foto¤raf bile yok; çünkü foto¤rafla nice y›llar sonra tan›flt›m. Senaryoyu seslendirenler, benim ilkokul y›llar›mdan kesitler sunuyorlar. “Okuma kitaplar›nda gördü¤üm çocuklar›n, bizim dünyam›zdan olmad›¤›n›, bizlere hiç benzemedi¤ini, bak›ml› bedenleriyle, tertemiz giyimleriyle bir baflka gezegenin çocuklar› oldu¤unu” düflündü¤ümü anlat›yorlar. K›tl›k y›llar›nda arpa, dar›, g›lg›l unundan yap›lm›fl ekme¤i bile doyunca bulup yiyemedi¤imi dile getiriyorlar; seslerinin dikenlendi¤ini, ac›laflt›¤›n› duyumsuyorum. 22 Söylenenler, o y›llara do¤up büyüdü¤üm köye götürüyor beni. ‹lkokulun dördüncü ya da beflinci s›n›f›nday›m. Kocalar› gurbette, askerde olan kad›nlar›n mektuplar›n› yaz›yorum. Diyebilirim ki saman sar›s› defterimden kopard›¤›m yapraklara yazd›¤›m o mektuplarla bafllam›flt›r benim dil ve yazma e¤itimim. Söyleyeceklerini öylesine yal›n, öylesine örtmecesiz anlat›yorlar ki... Bende dil sevgisinin, dil tutkusunun oluflmas›nda bunlar›n da pay› vard›r belki de. Bunca y›l geçti aradan, unutamam, kocas› ‹stanbul’a giden bir kad›n›n mektubunu yazm›flt›m. Bizim oralarda (E¤in yöresinde) insan›n de¤iflik duygu hallerini yans›tan deyifller vard›r. Bunlardan birini mutlaka mektubun bitimine yazd›r›rlard›. Duygular›n, ac›lar›n yo¤unlaflt›¤› deyifllerdi bunlar. Kad›n da flu deyifli yazd›rm›flt› bana: ‹plik e¤irmiflim, kime dokutam, A¤am deliysen, üsten okutam Bir okka ya¤ almadan gittin gurbete Eller yemek piflirir öldüm kokudan. Nas›l içten, saydam bir söyleyiflle yak›n›s›n› dile getiriyor kad›n; ya bu dizelerdeki somutlama, yo¤unlaflt›rma gücü... Bu türden düflünceler gelip geçiyor içimden; bir yandan da sunucular› dinliyorum. Sözü, Türk Dil Kurumu’ndaki çal›flma y›llar›ma getiriyorlar; Türkçenin özleflmesine yanl›fl anlamlar yükleyen dil tutucular›na karfl› yazd›¤›m elefltirel yaz›lardan al›nt›lar yap›yorlar. Bunu yaparken Adnan Binyazar’›n tan›kl›¤›na da baflvuruyorlar. Ne diyor Binyazar? Önce bu dil tutucular›n›n ilkel, yoz, dil d›fl› yaklafl›mlar›n›, sonra da diyecekleri olmad›¤› için yalana, karalamaya nas›l s›¤›nd›klar›n› anlat›yor. (...) Onlar›n karfl›s›nda Emin Özdemir’i sayg›l› dili, sa¤lam mant›¤›, pürüzsüz Türkçesi, köklü bilgisiyle kurtlar›n aras›na düflmüfl körpe kuzulara benzetirdim ben. Tart›flmalar hep bu körpe kuzunun kazan›lar›yla son buluyordu. Bozkurt Güvenç’in Kültür Müsteflar› oldu¤u s›ralardaki bir Dan›flma Kurulu toplant›s›nda karfl› görüflte olmas›na karfl›n, Mehmet Kaplan, Özdemir’in öz Türkçeyi kullanmadaki do¤all›¤› dile getirmekten kendini alamam›flt›. Görünüm, a¤z› bozuklarla erdemli olan›n savafl›m› gibiydi. Adnan’›n sözleri bir ak›fl içinde perdeye yans›t›l›yor, bu yans›t›m› hem okuyor, hem de onun seslendiriliflini dinliyorum. Dinlerken gözlerimin önünden ço¤unun bafl›nda profesör, doçent, doktor gibi bilimsel sanlar bulunan adlar geçiyor: Faruk Timurtafl, Muharrem Ergin, Necmet23 tin Hac›emino¤lu, Ahmet Temir, Emin Bayraktaro¤lu (Nihat Sami Banarl›), Orhon Seyfi Orhon, Ahmet Kabakl›, Nazl› Il›cak, Tekin Erer, Osman Turhan, Mehmet Kaplan... gibi. Kimlerdir bunlar? Türkçenin özlefltirmesine karfl› ç›kma eyleminin öncüleri, yönlendiricileri. O y›llarda Türk Dil Kurumunu da, özlefltirmecileri de yayl›m atefline alanlar. Toplumun dil duyarl›¤›n› köreltmek için her yola baflvuran, anadilini sevenleri bir kafl›k suda bo¤maya çal›flanlar... Neler demiyorlard› ki! Dile dokunulmazm›fl, onu kendi ak›fl›na b›rakmak gerekirmifl. Dilde devrim mi olurmufl, bunu yapmaya kalkanlar, ulusu içten çökertmeye çal›flan y›k›c› kiflilermifl. Özlefltirmecilik, geçmiflle ba¤›m›z› koparmay›, babalarla çocuklar› birbirini anlayamaz duruma düflürmeyi amaçlayan komünistlerin ifliymifl. Yeni türetilen sözcükler kökü, kökeni belirsiz “piç” sözcüklermifl... Daha neler, neler... Bunlarla da yetinmez, daha çirkin yollar› denerlerdi. Kendi aralar›nda, saçma sapan sözcükler uydurur, bunlar› Türk Dil Kurumu’na, özlefltirmecilere mal ederlerdi. “‹stiklal Marfl›” yerine ulusal düttürü, “hostes” için gök konuksal avrat, “otomobil” karfl›l›¤›nda özittirimli götürgeç türünden saçmalar›, yandafllar› gazete ve dergilerde yay›mlar, bu yolla özlefltirmecili¤i toplumun gözünden düflürmeye, halk›n dil belle¤ini kirletmeye çal›fl›rlard›. Öyle ki bunca zaman geçmesine karfl›n, dil belle¤ini ar›nd›ramam›fl olanlardan, bugün bile bu saçmal›¤a inananlar vard›r. Profesör Doktor Faruk Timurtafl’›n ad›, özlefltirmeciler aras›nda “Terzi Necip”ti. Nereden geliyordu bu ad? Yunus Emre Divan› haz›rlarken, sahibini a¤›rl›¤› alt›nda ezecek türden korkunç bir yanl›fl yapm›flt› Timurtafl: Terzi biçip dikmemifl donunu Muhammet’in dizesini, Terzi Necip dikmemifl donunu Muhammed ’in diye göstermiflti. Besbelli Arap harfleriyle yaz›lm›fl “biçip” sözcü¤ünü “Necip” olarak okumufltu. Bu yanl›fl, Timurtafl’›n oldu¤u kadar, onun sestefllerinin bilgi düzeylerinin de bir göstergesiydi. Bu anadilini sevmezlerin yanl›fllar›n›, yan›lsamalar›n› örneklere ba¤layarak Türk Dili dergisinde göstermeye çal›fl›yordum. Severek, inanarak yapt›¤›m bir iflti bu. Karfl›c›lar, söylediklerimizi bir yana b›rak›yor, tart›flmay› yörüngesinden sapt›r›p dil d›fl› alanlara kayd›r›yorlard›. Akl›ma, Timurtafl’›n bir yaz›s› geliyor, dil devriminin ve öz Türkçecili¤in ö¤retmeni Ömer As›m Aksoy’a çok a¤›r bir dille sald›ran yaz›s›. Yaz›y›, ben yan›tlam›fl, ondaki dilsel, düflünsel tutars›zl›¤›, sözdizimsel yanl›fllar› örnekli bir yöntemle göstermifltim. Küplere binmiflti Timurtafl, “Bilimsel sandan yoksun bir Türkçe ö¤retmeni, bir dil profesörünün karfl›s›na nas›l ç›kar, yanl›fllar›n› nas›l gösterebilirmifl? Hem sonra o, efle24 ¤i dövüyormufl; ama ses, semerinden geliyormufl.” diye a¤z› bozuk söylemli, yanl›fllarla yüklü bir karfl›l›k vermiflti. San›r›m bu karfl›l›¤› verdi¤i için, sonralar› bin piflman olmufltur. Çünkü Ömer As›m Aksoy, o so¤ukkanl›, bilimsel mant›¤›yla Timurtafl’›n yaz›s›n› de¤erlendirmifl, sözcüklerin i¤neli f›ç›s›na sokmufltu onu. fieyhülislam Yahya’n›n Âdeme cübbe vü destâr keramet mi verir? (Cüppe ve sar›k kifliye de¤er mi kazand›r›r?) sözünü an›msat›p yanl›fllar›n›n üzerinde durmaya, düflünmeye ça¤›rm›flt›. Ortada da¤ gibi yanl›fllar› durup dururken onun bu övüngenli¤ini bir tür Donkiflotluk diye nitelendirmiflti. Sunucular›n söylediklerine dönüyorum yeniden. Türetti¤im, dilin çevrimine girmifl yeni sözcükleri s›ral›yorlar: direnti, düfllem, örüntü, saptay›m, seçenek, sözel... gibi. Bu sözcüklerin benim oldu¤unu söylüyorlar. Bunlar›n hiçbiri, benim de¤ildir bugün; Türkçenin ortak söz de¤erleri olmufllard›r art›k. Dilin sözvarl›¤›nda bulunmayan, üretilmifl her yeni sözcük için böyledir bu. Yeni türetilmifl bir sözcük, baflkalar›n›n duda¤›na de¤er, kullan›ma girerse türetenin de¤il, sözlü¤ün mal› olur. Perdeye Türk Dil Kurumu’ndaki çal›flmalardan görüntüler içeren foto¤raflar yans›t›l›yor. Bunlar, Türkçelefltirme çabalar›n›n h›zlan›p yo¤unlaflt›¤› günlere götürüyor beni. Hemen her alanda anadili bilinci uyanm›flt›. Yazarlar, ozanlar, bilim insanlar›, Türkçenin sözvarl›¤›n› gelifltirme, zenginlefltirme yönsemesi içindeydiler. Türkçenin do¤urganl›¤›n› sa¤layan yazma, yaratma olanaklar› ç›km›flt› ortaya. Bu olanaklar iflletiliyor, anadilimiz, damarlar›n› t›kayan p›ht›lardan ar›t›l›yordu. Öyle ki kimi yaz›nsal yap›t ve yarat›larda Türkçe sözcük oran› yüzde doksanlar›n üstüne ulaflm›flt›. De¤iflik bilim, bilgi dallar›n›n terimlerini Türkçelefltirme çal›flmalar› da bafllam›flt›. Bat› kökenli sözcüklere yeni karfl›l›klar yarat›l›yor, toplumun kullan›m›na sunuluyordu. Nerdeyse Türkçenin gecesi ›fl›mak üzereydi. Özlefltirmecili¤in coflkulu günleri yaflan›yordu. Ne var ki birden duruverdi tüm çal›flmalar. Ülkenin üzerine, 12 Eylül’ün zehirli karanl›¤› çöktü. Dil devrimi düflmanlar›na, anadilini sevmezlere gün do¤mufltu, özlefltirmecilerden öçlerini alabilirlerdi flimdi. Ald›lar da. Atatürkçülü¤e ihanetin eylemsel uygulamalar› bafllam›flt›. Önce anadili bilincinin ›fl›k kayna¤›, Atatürk’ün Türk Dil Kurumu’nu kapatt›lar; sonra Dil devriminin getirdi¤i ulus, ulusal, eylem, örgüt, özgür türünden sözcükleri sak›ncal› buldular. Türkçeyi afla¤›lama, hor görme e¤ilimi geniflledi, güçlendi. Yazarken, konuflurken Türkçeleri olmas›na karfl›n yabanc› sözcükleri ye¤leme bir tür seçkinlik göstergesi oldu. Bu bir yana yabanc› dilde ö¤retim yapan kurulufllar›n say›s› artt›; k›sacas› yeniden bir kirlenme evresine girdi Türkçe, bugün de sürüp gidiyor bu kirlenme. 25 Sunucular›n aç›klamalar›n›, yorumlar›n› dinlerken, bir yandan da Türkçenin içine girdi¤i bu yeni evreyi düflünüyorum. ‹çimdeki burukluk artt›kça art›yor, yoksa özlefltirmecilerin, Türkçeye gönül verenlerin bunca emekleri bofla m› gitti? Y›llar boyunca ak›nt›ya kürek mi çektik? Sunucular susuyor. fiimdi konuflanlar, eski ö¤rencilerim, ‹letiflim Fakültesi’ndeki ö¤retmenlik günlerimden izlenimlerini aktar›yorlar dinleyenlere. Prof. Dr. Haluk Geray, Yazar Ifl›k Kansu, TRT yap›mc›s› Sibel Nart, Doçent Abdülrezzak Altun konufluyor; onlar› dinliyorum, dinledikçe içimdeki buruklu¤un yerini mutluluk duygusu al›yor. Demek, hiç de bofla gitmemifl emeklerim. S›ms›cak, ›fl›lt›l› bir Türkçeyle konufluyorlar eski ö¤rencilerim. Söylediklerinin odaklafl›p örtüfltü¤ü nokta: Benim derslerimde izledi¤im yol; Türkçe düflündürme, Türkçe anlatt›rma tutkum. ‹çlerinden biri, benimle yüz yüze geldikleri ilk dersimi anlat›yor, flunlar› söylüyor afla¤› yukar›: “... Fakültede ilk dersimizdi. Heyecanl›yd›k. Hoca, koltu¤unun alt›nda birkaç kitapla geldi, kitaplar› kürsüye koydu, ‹letiflim Fakültesi’ni kazand›¤›m›z için önce kutlad› bizi. Sonra en son hangi yazardan, hangi kitab› okudu¤umuzu sordu. Yan›tlar› dinledi. Okuman›n, yeme içme, soluk al›p verme gibi yaflam›m›z›n bir parças› olmas› gerekti¤ini belirtti. Türkçenin bir insan›n, özellikle iletiflimi seçmifl birinin yaflam›ndaki önemini aç›klad›. ‘Ama, hangi Türkçe’ diye sordu. Bunun yabanc› ö¤elerden ar›nm›fl bir Türkçe oldu¤unu söyledi. Yazarken, konuflurken yapt›¤›m›z yanl›fllar›n Türkçe sözcükleri kullanmamaktan kaynakland›¤›n› gösterdi. ‘Unutmay›n,’ dedi, ‘insan bir dilde, anadilinde aç›k seçik düflünür, aç›k seçik anlatabilir.’ O derste hiç unutamad›¤›m iki atasözü kulland›: Biri, Bofl çuval dik durmaz./ Öteki, Tarlada izi olmayan›n harmanda yüzü olmaz. ‹lk atasözünün ‘bilgi, birikimiyle’, ikincisinin de ‘emek”le ilgisini belirtti. Sonraki derslerinde de s›k s›k duyduk bu atasözlerini. Okuyarak, çal›flarak kendimizi, kendimiz yaratacakt›k...” Bunlar› dinlerken fakültedeki derslerimi düflünüyorum. Türkçe düflünme, Türkçe duyma, Türkçe anlatma konusunda çok zorlar, çok s›k›flt›r›rd›m onlar›. Yabanc› sözcüklerden kaç›n›n, “Bana küfrederken bile Türkçe sözcük kullan›n.” derdim. K›zd›¤›m, öfkelendi¤im anlar olurdu. Ama demirbafl o iki atasözü, yard›m›ma yetiflir, baflar›s›zl›klar›n›n nedenlerini onlara buldurtmaya çal›fl›rd›m. Emeklilik törenimi an›ms›yorum. Törenin bitiminde ö¤renciler bana bir anmal›k verdiler. Elde dokunmufl bir çuvald› bu; üzerinde benim derslerimde s›kl›kla kulland›¤›m “Bofl çuval dik durmaz” atasözüne gönderme yapan “Bu çuval dolu!” tümcesi yaz›l›yd›. Çuval› açt›m, içinden bir bak›r levha ç›km›flt›, levhaya Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens adl› yap›t›ndan uzunca bir al›nt› ifllenmiflti. “Sevgili Emin Hoca, 26 ad›n›z gibi emin olun ki (“ad›m gibi eminim” kal›b›n› çok kullan›rd›m, buna bir an›flt›rma), gökyüzüne bak›p gülmek için pek çok nedenimiz var,” girifliyle bafll›yor al›nt›; benden ders alm›fl 3462 ö¤renci ad›na yap›lm›flt›. Bir küçük bölümünü aktaray›m buraya: (...) ‹nsanlar›n y›ld›zlar›ndan hiçbiri birbirinin ayn› de¤ildir. Kimileri örne¤in yolculuk eden insanlar için, y›ld›zlar birer yol göstericidir. Baflka birtak›mlar› için küçük birer ›fl›ktan baflka bir fley de¤ildir. Kimileri, örne¤in bilginler için y›ld›zlar, birer sorundur. Benim ifladam›m için y›ld›zlar alt›nd›. Ama bu y›ld›zlardan hiçbiri bir fley söylemez. Senin öyle y›ld›zlar›n olacak ki, baflka kimsede bulunmayacak… Ö¤rencilerim sürdürüyor konuflmalar›n›. Onlar›n söylemlerinde kendi sesimden t›n›lar buldukça anlat›lmaz bir mutluluk duyuyorum. Benimle ilgili son konuflmay› yaflam›n› Cumhuriyet’in de¤erlerini savunmaya adam›fl Prof. Dr. fierafettin Turan yap›yor. Türkçeyi sevmenin, bunu eyleme dönüfltürmenin önemini anlat›yor. Söz s›ras› bana geliyor. Denir ya afl›r› duygulanma insan› dil tutulmas›na u¤rat›rm›fl. Ben de böylesine bir dil tutulmas› içindeyim. Bu tutuklu¤u k›rmay› deniyor, k›sa da olsa flunlar› dile getirmeye çal›fl›yorum: “Bir insan›n kendi eylemi üzerine konuflmas› güçtür. Ancak yaflamöykümü dinlerken, ö¤rencilerimin, dostlar›m›n de¤erlendirmelerini izlerken bir gerçe¤in ay›rt›na vard›m. Ben, geride kalan y›llar›m› düflündükçe, hep Karacao¤lan’›n flu iki dizesiyle özetlerdim yaflam›m›: Ömrüm bir tepeye vurmufl gün gibi fiöyle böyle derken geçti neyleyim. Bu akflam, burada benim için söylenenler do¤ruysa kendime haks›zl›k ediyormuflum. Hiç de “flöyle böyle geçmemifl ömrüm.” Ö¤rencilerimin belle¤inde, yüre¤inde bir iz b›rakm›fl›m: Anadilim Türkçenin topra¤›nda bir iz b›rakm›fl›m. Bunlar da küçük bir yaflam› anlamland›rmaya yetmez mi? fiunu da söyleyeyim, bir da¤ köyünde ö¤retmenken de, üniversitede çal›fl›rken de hep kendimi Türkçenin yurttafl› sayd›m. Türkçenin yurttafl› olma, onun sesini duyma, onu koruma ve savunma yükümlülü¤ünü yükler bize; onun inceliklerini, güzelliklerini çocuklar›m›za ö¤retme, sezdirme sorumlulu¤unu da... Bu yükümlülü¤ü her koflulda yerine getirmeye çal›flmal›y›z. Bunu yaparsak Türkçenin topra¤›na çöken karanl›¤› ›fl›taca¤›m›za, Türkçenin gecesini, Türkçenin gündüzüne dönüfltürece¤imize inan›yorum.” 27 Dedim ya, duygulanman›n verdi¤i dil tutuklu¤u içinde ç›km›flt›m kürsüye. As›l söyleyeceklerimi söyleyemeden indim. Oysa Türkçenin yurttafl› olman›n yükledi¤i dildafll›k görevlerimizi anlatacakt›m. Bu görevleri yerine getirmekten kaç›n›rsak ulusal varl›¤›m›z›n nas›l tehlikeye girece¤inden; dilimizi, dilimizle birlikte her fleyimizi yitirece¤imizden söz edecektim. Sonunda da söyleyeceklerime tan›kl›k edecek bir fliir okuyacakt›m. Sicilyal› ozan, dilci Ignazio Butt›ta’n›n flu fliirini: Bir halk zincire vurulmufl, Kuflat›lm›fl, susturulmuflsa, Özgürdür daha. Her fleyini al elinden, Yemek yedi¤i masay›, Uyudu¤u yata¤› Vars›ld›r hâlâ. Bir halk hem yoksul hem tutsakt›r, Dili çal›nd›¤› zaman. Ve o, yitiktir art›k… fiiiri okuyamad›m, ama Türkçenin Gecesi’nde, sözcüklere dökülmese de dinleyenlerin kafas›nda flu düflüncenin olufltu¤unu duyumsad›m: ‹çine düflürüldü¤ümüz dilsel yabanc›laflman›n etkisiyle Türkçemiz çöllefliyor. Bugün buna karfl› ç›kma, bununla savaflma dildafll›k duygusuyla yüklü, Türkçenin yurttafl› herkes için bir görev, görevden de öte bir ödevdir... 28 Süreyya Berfe ‹LKYAZIN GÜNEfiLER‹ delili¤i, önüme y›¤d›klar›.. Çal›s› ç›rp›s›.. Yelde¤irmenlerinin nesi var? Bizim neyimiz.. Yonttum. Bilmem ki neye çevirdim rüzgârs›zl›¤›? Zorakî canl› olan ölgünleriz. Aflk denecek bir fley kalmad›. GÖ⁄Ü ulafl›lamayacak olan› ulaflamayaca¤›m›z› hayal etti¤imizi yere, yeryüzüne tafllarla, mermerlerle indirip tap›naklar, sunaklar yapt›k! Topra¤› gelece¤e kalacak hayat› ve ölümü herfleyleriyle avuçlar›m›z›n aras›na s›k›flt›r›p lâhitler, mezarlar yapt›k. Denizi hiç eskimeyecek tutkumuzu çoluk çocuk, ölülerle beraber kucaklad›k, tafl›d›k: Gemiler, yelkenliler limanlar, mendirekler yapt›k. 29 2. Onlar bugünkü akl›n ermedi¤i eremeyece¤i yetene¤iyle, yetenekleriyle taklit edilemeyen yarat›c›l›klar›yla sikkeler, tabletler, grifonlar sütun bafll›klar›, sütunlar seramikler, heykeller yapt›lar. Onlar ölümlü insana ölümsüzlü¤ü b›rakt›lar ve bugüne kalacak olan zaman›.. 30 RESSAM AB‹D‹N D‹NO Ferit Edgü Karikatürcü, sinemac›, dekoratör, afiflçi, illüstratör, yazar... Abidin, tüm bu alanlarda ürünler verdi. Ama mesle¤i soruldu¤unda “Ressam” derdi. Corbusier gibi zaman›n› örgütleyen, sabah ressam, akflamüstü mimar olanlardan de¤ildi Abidin. Tüm bu etkinlikleri (buna politikay› da ekleyin) ço¤u kez bir arada yürütürdü. Gelece¤in insan›n›n, tek bir alanda uzmanlaflaca¤›na de¤il, zaman bunun aksini gösterse de birçok alanda at oynataca¤›na inananlardand›. Her sanatç› gibi dile getirmese de, gelece¤e kalmak kayg›s› Abidin için de geçerli olsa gerekti. Ama flu ya da bu resmiyle de¤il, bir bütün olarak kalmak isterdi gelece¤e. Resim yap›yor, kendini, her fleyden önce bir ressam olarak görüyordu, ne var ki, yaln›zca ressam olmak yetmiyordu ona. Ya resmin içine s›¤am›yordu, ya da resim, onu tüm kiflili¤i içinde kuflatam›yordu. Bunda dünya görüflünün bir pay› var m›d›r? Hiç kuflkusuz. Ama yaln›zca dünya görüflünün de¤il, çok yönlü yetene¤inin de. Önünde sonunda, her sanatç›, içinden gelen sesi dinler. Abidin’in bu kadar genifl ve çeflitli alana yay›lmas›, onun resim sanat›nda yo¤unlaflmas›na engel olmufl, daha aç›k bir deyiflle, “büyük” bir ressam olmas›n› engellemifl midir? Sanm›yorum. Büyük ya da küçük her sanatç›n›n sanat›, kiflili¤inin bir uzant›s›, hattâ tâ kendisidir. Abidin, atölyesine kapan›p sabahtan akflama de¤in sehpas›n›n bafl›nda terebentin kokular› içinde gününü tuvaliyle baflbafla geçirecek biri de¤ildi. Her fleyle, herkesle ilgileniyor, bunlara zaman ay›r›yor ve bu arada resim yap›yordu. Resimlerinin büyük bir ço¤unlu¤unu desenlerin, guafllar›n oluflturmas›n›n bafll›ca nedeni de budur: zamans›zl›k. Ressamlarda “el” dedi¤imiz ola¤anüstü bir çizgi yetene¤i vard›. Böylesi yeteneklerin sa¤lad›¤› kolayl›klar, her zaman Picasso’daki gibi mutlu sonuçlar vermez; çünkü “el”in bu kolayl›¤›, ressam› ustal›¤a, ustal›k da kolayl›¤a götürür: tam bir k›s›rdöngü. 31 Matisse’in sözünü an›msayal›m: “Sa¤ elime söz geçiremedi¤imde, f›rçay› sol elime al›yorum.” Abidin’in resimlerine topluca bakt›¤›m›zda, f›rçay› ya da kalemi hiçbir zaman sol eline almad›¤›n› görürüz. Ben, bunun nedenini, onun resminin illüstratif diliyle aç›kl›yorum. Abidin, çizgileriyle d›fl dünyaya ait bir nesneyi ya da figürü kuflatmak istemiyor. Çizdi¤i nesneyi ya da insan figürünün gerçekli¤ine, bir Cézanne, Matisse ya da Giacometti örne¤inde oldu¤u gibi, kendi resim dilinde ulaflmak gibi bir amac› da yok. Kafas›ndaki düflleri, düflünceleri d›fla vurmak için “kullan›yor” onlar›. Bu da, gerçe¤in evrenselli¤ine olan inanc›ndan kaynaklan›yor olmal›. Bu küçük giriflten sonra, bak›fl›m›z› ressam Abidin Dino’nun resimlerine çevirebilir, onlar›, elimizden geldi¤ince do¤ru okumaya çal›flabiliriz. Abidin denildi¤inde ilk akla gelen onun el resimleridir. Tüm yaflam› boyunca, yüzlerce, binlerce el deseni çizmifltir. Gençli¤inden itibaren, her gitti¤i yerde, her koflulda, elinin alt›nda hangi malzeme varsa onu kullanarak binbir çeflide sokarak eller yaratm›flt›r. Parmaklar, elleri öylesine yo¤urmufl, sonra da öylesine do¤urmufltur ki sonunda, El sözcü¤üyle Abidin imzas› özdeflleflmifltir. Resim tarihinde, bir nesneye, bir organa böylesi bir tutkuyla (saplant› desem daha do¤ru olacak) pek s›k karfl›lafl›lmaz. Tüm yaflam› boyunca, çanak, çömlek ve fliflelerden oluflan naturemorte’lar resmeden Morandi’den farkl› olarak, Abidin, bir insan organ›n› fetifllefltirmifltir. Yaflam›n›n sonlar›na do¤ru Frans›zca yazd›¤› Les Mains (Eller) kitab›nda bu tutkusunu flöyle dile getirir: “El kendi imgesini yans›t›yor: Özportre. Bir el? Befl parmak, her parmakta üç ba¤lam, salt baflparmakta iki büküm var. Boyunun k›sal›¤›na bakmadan baflparmak kal›n ve güçlü. Hem çengel, hem kral. Dr. Lotte Wolf’a bak›l›rsa baflparmak kiflinin ‘manevi ve ahlaki düzeyine’ tan›kl›k eder (Gel de inan!). Hele el çizgilerini yorumlamaya kalk›fl›nca Chirognomie (El Bilimi), büsbütün bofluna zahmet. Bana göre avuçta hayat, yürek, kader çizgisi ad› ile an›lan esas ve yan çizgiler, uzay dürbünleri ile en yitik y›ld›zlarda görülen kanallar kadar anlafl›lmas› zor iflaretler. Mars, Ay, Venüs denen y›ld›z isimli tümsekleri ile, yatay ya da dikey ›rmak yollar› ile – ki bunlar yer yer birincil ve ikincil kanallarla kesiflip çeflitli boyda y›ld›zlar› olufltururlar – insanlar›n 32 avuçlar›, uzaysal görüntülerle örtülüdür. Sanki gizli bir iç atefl ürünü olan bu ince yar›klar, yeryüzü de¤il, gökyüzü bilginlerini ilgilendirmeliydi daha çok.” Kitab›n sonlar›na do¤ru Rimbaud’yu anar, (“Bu ne eller yüzy›l› böyle! Elime asla sahip olamayaca¤›m!..) ve “Bense ressam olarak ça¤›m›n ellerini çizmekle yetiniyorum” der. “El üstü, elo¤lu, elalt›, el koma, eller yukar›, sakar el, el çabuklu¤u, eli silahl›, tatl› el, eli torbada, elden ne gelir, elden gitmek, elhas›l elden de, y›ldan y›la eller belle¤imin su yüzüne ç›kacaklard› durmadan. Ömrümün su yüzüne, yüzüme gözüme, sürecin çarklar›na kap›lan parmaklar, kap›p koyuveren parmaklar, veren parmaklar, varla yok aras› eller, son iz’ler.” Abidin, tüm yaflam› boyunca, insan› insan yapan, üreten, yaratan, öldüren, okflayan, dokunan elleri çizip boyad›. Çünkü resim yoluyla dile getirmek istedi¤i her fley ellerde vard›. Abidin, portreler yaparken, Adana’da Partizanlar, Yörükler/A¤›tlar dizilerini çizerken, Sovyetler Birli¤i’nde, Lenfilm stüdyolar›nda “sinemac›l›k” ö¤renirken, Savafl›n Vahfleti ya da Çiçek dizilerini gerçeklefltirirken, arada, mutlaka bir-iki el deseni çiziyordu. Bunlar kimi zaman, geçmiflte, y›llar önce çizdi¤i bir desenin benzeri, hattâ kimi zaman ayn› oluyordu. Önünde sonunda çizdi¤i el, kendi eli, hattâ özportresi de¤il miydi? Her sabah, t›rafl olurken aynaya bakar gibi, önüne bir k⤛t kalem al›p, binlerce elden bir el çiziyordu. Hem düflsel, hem gerçek. Abidin’in eller kadar de¤ilse de yakas›n› b›rakmayan baflka konular da vard›r. Örne¤in, Yüzler, Esrarkefller. 1930’larda Tophane’deki esrar tekkelerinde tan›flt›¤› insan yüzleri de (kad›n, erkek kar›fl›k) onun sürekli ele ald›¤› konulardan biridir. O y›llar›n sanat dergilerinden Servetifünun’da yay›mlanan Yeditepe Öyküleri ’nin kiflileridir bu insanlar. Yosmalar, mamalar, b›çk›nlar, kabaday›lar... Yani lumpenler. Onlar›n yüzleri Abidin’in desenlerine, hayatlar› da öykülerine konu olmufltur. Öyküleriyle ilgilenmeyi b›rakm›flsa da, Tophane’nin esrar tekkeleri kapand›ktan, oran›n “ahalisi” da¤›ld›ktan y›llarca sonra, Abidin, bir tür nostaljiyle o insan yüzlerini resmetmeyi sürdürmüfltür. Do¤rusu, bu desenlerin, y›llar içinde, biçimsel olarak hemen hemen hiç de¤iflmeden ya da çok az de¤iflerek yinelenmesini pek aç›klayam›yorum. O insanlar›n ak k⤛t üzerine izini düfltü¤ü yüz çizgilerini unutmamak için mi sürekli çizdi bu desenleri? Yoksa, kendi çizgileri (yani deseni) mi büyülercesine onu bu insan yüzlerine do¤ru çekiyordu? 33 Abidin, yazd›klar›na, çizdiklerine hayran olan biri de¤ildi. Gene de, eline hayran oldu¤unu, onu yaflam› boyunca, dur durak bilmeksizin el resmi yapmaya zorlayan itkinin temelinde, bu hayranl›¤›n yatt›¤›n› söylemek için ruh hekimi olmak gerekmez. San›r›m, bu aflamada, ressam›n yaflam›/kiflili¤i ile resmi aras›ndaki iliflkiye de¤inmem gerekiyor. Picasso’nun yak›n dostu ve son y›llarda onun yaflam ve sanat öyküsünü yazan Amerikal› sanat yazar› John Richardson, Sabanc› Müzesi’ndeki Picasso sergisi dolay›s›yla ‹stanbul’a geldi¤inde, Picasso üzerine kendisiyle yapt›¤›m uzun söyleflinin bir yerinde flöyle demiflti: “Picasso’nun yaflamöyküsü, yap›tlar› y›l y›l izlenerek yaz›labilir.” Biz yazarlar›n yap›tlar›ndan yola ç›karak bir yaflamöyküsü yazmak her zaman karfl›lafl›lan bir durumdur. Ama bir ressam›n resimlerinden yola ç›karak yaflam›n›n izini sürmek, pek öyle kolay olmasa gerek, diye düflünmüfltüm. John Richardson, örnekler vererek beni yöntemine inand›rd›. Çok geçmeden, Abidin’in bu sergisini tasarlarken ve sergide yer alacak ve almayacak resimler (yüzlerce... yüzlerce...) belirmeye bafllad›¤›nda, John Richardson’a hak verdim. Abidin’i pek yak›ndan tan›mayanlar bile, bu resimleri tarihsel olarak kurgulayarak bir yaflamöyküsü yazabilirler, diye düflündüm. Daha da ileri gidece¤im: Gerçek yaflamöyküsü, takvim yapraklar›n›n arkas›na düflülen notlardan de¤il, söz konusu insan›n, kendi elinden ç›km›fl, iyi kötü kendine, yaflam›na, içinde yaflad›¤› topluma, inançlar›na, inançs›zl›klar›na tan›kl›k eden, onun bire bir benzeri yap›t›ndan yola ç›k›larak yaz›labilir. Ve bu çok daha anlaml›, hattâ gerçe¤e yak›n olur. Eller ’i bir k›y›ya koyal›m. Ama Adana’daki sürgün y›llar›nda (1940’lar) gerçeklefltirdi¤i resimlere (hemen hemen tümü desen) bakal›m: Çukurova köylüleri, Yörükler ve Partizanlar. 2. Dünya Savafl›’n›n en ateflli günlerinde Adana’da gündüzleri sokaklarda, çarfl›-pazarda gördü¤ü insanlar›; geceleri ise küçük radyosunun bafl›nda çeflitli dillerde dinledi¤i haberlerle savafl›n geliflmesini izleyip, Rus kentlerinde ortaya ç›kan direnifli düflleyip, Çukurova insan›yla, Sovyet Partizanlar›n› ayn› anda resmediyordu. Abidin, o y›llarda, kaç›n›lmaz olarak toplumcu ve gerçekçi bir sanat›n gereklili¤ine inan›yordu. Partili ya da partisiz tüm ilerici yazarlar gibi. Ne var ki, gerçekçili¤in bir sanat yap›t›nda belirmesi, her ülkede ayn› biçimde olmuyordu. Y›llar sonra, dostu Melih Cevdet Anday’la tart›flt›¤› bir yaz›s›nda, resim sanat›n›n ülkeden ülkeye, hattâ kentten kente, hattâ hattâ semtten semte de¤iflebilece¤ini ileri sürmüfltü. Kuflkusuz, bir 34 abart› vard› bu sözlerinde. Çünkü, 1940’larda Adana’da çizdi¤i desenlerle dünyan›n dört bir yan›ndaki toplumcu gerçekçi çizgiyi sürdüren ressamlar aras›nda bir hayli yak›nl›k vard›. Sanatç›n›n toplumsal kiflili¤i de¤il, bireysel kiflili¤idir onu baflkalar›ndan ay›ran ve tekil k›lan. Eller ’in ressam› Abidin’de oldu¤u gibi. Önünde sonunda konu de¤il, birbirinden ayr›lmas› olanaks›z öz ile biçimdir belirleyici olan. Abidin, kuflkusuz, bunu biliyordu. Zaman zaman bu gerçe¤i umursamaz gibi davran›fl›, politik yandafllar›yla zamans›z buldu¤u bir tart›flmaya girmemek içindi, diye düflünüyorum. Belki de yan›l›yorum. Abidin’in resimlerinde toplumsaldan siyasala yönelifl, ‹flkence desenleriyle bafllar. Ender tarihli resimlerinden birinin (belki de ilk ‹flkence deseni), tarihi Haziran 1954’tür. TKP üyelerinin topluca tevkif edildikleri y›l 1951’dir. O s›ralarda Abidin, Paris’te, Nâz›m, Moskova’dad›r. 2. Dünya Savafl› s›ras›nda Amerika’da bafllayan komünizm av› k›sa bir sürede tüm dünyaya s›çram›flt›. Türkiye’de zaten varolan komünizm düflmanl›¤›n› körükleyen Menderes hükümeti ve onun bafl›ndaki yandafllar›n›n sald›¤› korku, hattâ terör öylesine bir boyuttayd› ki, yaln›z say›lar› pek az (birkaç yüz) partili komünist de¤il, soldaki tüm ayd›nlar, yazar çizerler a¤›r bir bask› alt›ndayd›lar. Ressamlar›n resimlerinde orak-çekiç aramak moda olmufltu. ‹flte bu ortamda tutuklanarak TKP üyelerinin sorgular› s›ras›nda iflkence gördükleri haberleri Türkiye s›n›rlar›n› afl›yordu. Tutuklanm›fl, iflkence gören militanlar›n büyük bir ço¤unlu¤unu tan›yor olmal›yd› Abidin. Dolay›s›yla iflkenceyi resmederken, Partizanlar dizisinden ister istemez farkl› bir yol izleyecekti. ‹flkence, tarih boyunca hemen tüm toplumlarda (ilkel ya da geliflmifl, Do¤ulu ya da Bat›l›) uygulanagelen, insanl›k d›fl› bir eylemdir. Abidin, Türkiye’de iflkence gören dostlar› için yeni bir diziye bafllad›¤›nda, yepyeni bir resim diline gereksinimi olacakt›. Eller ’in, Partizanlar ’›n, Yüzler ’in, bir ç›rp›da ç›km›fl duygusu veren çizgileri, yerini, siyahbeyaz lekelere b›rakacakt›. Eller ’de, Partizanlar ’da, Yörük/A¤›t desenlerinde hiç karfl›laflmad›¤›m›z dramatik ö¤e bu yeni resimlerin dilini oluflturacakt›. Çizgi safl›¤›n› yitirdi¤i için de¤il, yetersiz kald›¤› için. Abidin, çizgisini Osmanl›-Türk hat sanat›na borçlu oldu¤unu söylerdi. fiair dostu André Velter’le yapt›¤› uzun söyleflinin bir yerinde, “[Küçük] yafllarda duydu¤um bir ilgi var ki, hayat›m boyunca san›r›m yolumu çizen o oldu. Bu, Türk minyatürlerine ve hat sanat›na duydu¤um ilgiydi.” 35 Tüm El desenlerinde, hattâ Partizanlar ’da, hat sanat›n›n büyük ustalar›na, fieyh Hamdullah’lara, Haf›z Osman’lara, Dervifl Ali’lere, Râk›m’lara, Mahmud Celâleddin’lere duydu¤u hayranl›k, görmesini bilen gözler için aç›k seçik ortadad›r. ‹flkence konusu gündemine gelip oturdu¤unda, dramatik bir görselli¤i yap›s› gere¤i dile getirmesi olanaks›z (bu nedenle de, birçoklar›n›n sand›¤› gibi resim sanat›n›n bir uzant›s› olmayan) hat sanat›n›n çizgilerinden uzaklaflacak ve bak›fllar›n› Do¤u’dan Bat›’ya çevirecektir. Tüm Bat› sanat›, her döneminde, baflta çarm›ha gerilme olmak üzere, ac›lar›n, dramlar›n, hattâ vahfletin sanat›d›r. Abidin, bu zengin kal›t›m içinde, vahfleti, dinselli¤e bulaflt›rmadan dile getirmeyi baflarm›fl, bir ressam›, ‹spanyol Goya’y› seçecektir. Goya’n›n Kara Dönemi ’ni. Abidin, Madrid’de Prado’da de¤ilse de, Paris’te, Ulusal Kitapl›¤›n o zengin Estampes bölümünde Goya’lar› inceleme olana¤›n› bulmufl olabilir. Sanat konusundaki görüfllerine önem verdi¤i André Malraux’nun, bol resimli Saturne bafll›kl› “Goya Üstüne Denemesi” de yay›mlanal› çok olmam›flt›r. Sanat›nda, belli bir ressam›n etkisinden söz edilemeyecek Abidin, ilk kez bu desenlerinde, Bat›l› büyük bir ustaya bakmaktad›r. ‹flkence ne yaz›k ki evrenseldir. Türkiye’deki iflkenceleri, ba¤›ms›zl›k savafl› veren Cezayirli yurtseverlerle onlar› destekleyen ilerici Frans›z ayd›nlara uygulanan iflkenceler izleyecek, Abidin’in ‹flkence dizisi böylece geçerlili¤ini koruyacakt›r. Sanatç›n›n içinde yaflad›¤› günlere tan›kl›k etmesi gerekti¤ine inanan Abidin’in, bu dramatik dönemi, daha sonra (Goya’n›n dizisine bir gönderide bulunarak) Savafl›n Vahfleti dizisiyle sürmüfltür. Savafl›n Vahfleti, zamanla Atom Korkusu ad›n› alm›flt›r. Hiroflima’dan beri insanlar›n yüre¤ine yerleflmifl olan bu korkuyu, Abidin, gene Goya’y› an›msatan sahnelerle resmetmifltir. Ayn› y›llarda gerçeklefltirilmifl olmalar›na karfl›n, ‹flkence dizisiyle Atom Korkusu aras›nda çok büyük bir fark vard›r. Atom Korkusu ’nda, tuval ve ya¤l›boyaya yönelmifl ve Abidin için bir hayli büyük say›lacak boyutlarda resimler ortaya ç›km›flt›r. Bu resimlerde de çizgi, yerini aç›k-koyu lekelere b›rakm›flt›r. Çok renkli olmamalar›na karfl›n, yo¤un, dramatik bir renk duygusu yaratan resimlerdir. Abidin’in sanat›nda birbirini izleyen bu iki konu, ac› çekme, ac› çektirme, ölüm ve insano¤lunun yaflam›n›, özgürce yaflayamamas›na bir baflkald›r› olarak yorumlanabilir. Abidin, kendi deyifliyle, bu “kötümserlerin en iyimseri” uzun zaman, bu bo¤ucu havay› soluyamazd›. 36 1955 y›l›nda, Paris’te ‹flkence desenleriyle Atom Korkusu tuvallerini sergiledikten k›sa bir süre sonra, St. Paul de Vence’da Uzun Yürüyüfl dizisini sergiledi. Bu diziyle Abidin geçmifle do¤ru bir yolculu¤a ç›k›yordu. ‹flkence ve Atom Korkusu ’ndan sonra, rahat bir soluk alma, gelece¤e umutla bakmak gereksinimini duymufl olmal›. Çin’in sonsuz uzam›, Mao’nun utkuyla sonuçlanan Uzun Yürüyüfl’ü iyi bir esin kayna¤› olmufltu Abidin’e. Uzun Yürüyüfl dizisinin, ad›n›n d›fl›nda ne kadar Çin’le, Mao’yla ve onun Uzun Yürüyüfl’üyle ilgisi vard›? Do¤rusu bir fley söylemek zor. (Y›llar sonra Amerika’da sergilendiklerinde birçok ziyaretçi bu resimleri bir beyzbol maç› sanacakt›r.) Uzun Yürüyüfl ’te, ‹flkence desenlerinde Atom Korkusu tuvallerindeki dramatik ö¤e yok. Bana karfl›l›k uzam (espace) var. Özellikle lavis ’lerde. Çizgi yerini lekeye b›rakm›fl. Her fleyden önce bir figür ressam› olan Abidin’in bu resimlerinde insan figürleri birer leke. Zaten, lavis ’den tuval resmine döndü¤ünde, çok az renkle yetindi¤i görülüyor: sar›, toprak rengi, k›z›l. Ama Çin mürekkebinin “suland›r›lm›fl hâli”, olan lavis ’lerde Abidin’in samur f›rças›, Çin ve Japon eski Uzakdo¤u ustalar›n›n diliyle konufluyor ve bu resim dili Uzun Yürüyüfl ’e daha uygun düflüyor. Garip çeliflki: Mao’nun Çin’inde ressamlar, militan gerçekçili¤in gere¤i olarak eski ustalar›n sanat›na s›rtlar›n› dönüp Bat› resminin tekni¤ini, perspektifi, anatomiyi keflfediyorlard›. Uzun Yürüyüfl, Eller, Çiçekler, Yüzler gibi süreklilik gösteren bir dizi olmad›. 1955’de ilk kez, St. Paul de Vence’de, bir y›l sonra Paris’te, 1957’de New York’ta sergilendi. 1964’de Zürich’te sergilenen resimler daha önceki resimler miydi, yoksa yenileri mi eklenmiflti, hiçbirinde tarih olmad›¤› için, bilemiyoruz. Yaln›z flunu söyleyebilirim ki, Uzun Yürüyüfl resimleri, özellikle lavis ’ler, Abidin’in “bildik” resimleriydi. Bu resim diliyle y›llar sonra, Deniz Küstü için gerçeklefltirdi¤i lavis ’lerde karfl›laflaca¤›z. Ya¤l›boya tuvallerdeki az renkli lekeci anlay›fl› ise bir daha görmeyece¤iz. Uzun Yürüyüfl’ün hemen ard›ndan gelen Antibes resimleri de çok az renkli, leke de¤erleri öne ç›kan resimlerdir. Ne var ki bu kez, düflsel bir uzam de¤il, Antibes’teki atölyesinin penceresinden bakt›¤›nda “gördü¤ü” do¤a söz konusudur. Bu resimlerde (birkaç kroki d›fl›nda hemen hemen tümü ya¤l›boyad›r) illüstratif dil, tümüyle b›rak›lm›flt›r. 1950’lerin Paris’inde, genç ya da Abidin gibi ortayafll› bir ressam›n, soyut, non-figüratif resmin çekicili¤ine karfl› koymas› hemen hemen olanaks›zd›. 37 Savafl sonras› Paris Okulu soyut sanat›n çeflitlemelerinden olufluyordu ve sanki figüratif resim yapmak, geçmiflin diliyle konuflmakt›. Figüratif resmin, gerçeküstücülü¤ün büyük ustalar› hayattayd›, ama öylesine bir kan› yarat›lm›flt› ki figüratif sanat Picasso’larla, Matisse’lerle, Giacometti’lerle; gerçeküstücülük de Miro’lar, Max Ernst’ler, Magritte’lerle sona erecekti. Günün sanat›, d›fl dünyaya s›rt›n› dönmüfl, figürü d›fllam›fl resmin salt bir renk ve biçim sanat› oldu¤unu savunan, Kandinski’lerin, Maleviç’lerin, Mondrian’lar›n yolunda yürüyenlerin sanat›yd›. Paris’teki Türk ressamlar›ndan Avni ve Abidin’den baflka figüratif resimde direnen yaln›z Fikret Muallâ vard›. Ama bu üç Türk sanatç› içinde, soyut resme ilgi duyup da, ona yönelemeyen yaln›zca Abidin’di. Avni’nin ve Fikret Muallâ’n›n figüratif resimde direnmeleri, Abidin gibi dünya görüfllerinden kaynaklanm›yordu. Onlar›n resim anlay›fl› buydu; kendilerini en iyi, nesneler, figürler dünyas› ve do¤a içinde dile getirdiklerine inan›yorlard›. Abidin, 1956 y›l›nda Antibes’e gitti¤inde, 1940 sonras› Paris Okulunun kuflkusuz en önemli ressam› Nicolas de Staël’in atölyesine yerleflti. De Staël bir y›l önce, ününün doru¤undayken bir gece yar›s› deniz k›y›s›ndaki bu atölyenin teras›ndan, kendini kayal›klara b›rakm›flt›. Son y›llar›nda, resimlerinde yavafl yavafl d›fl dünyaya, figüre dönerek sanki soyut-somut kavgas› yapan sanatç› ve elefltirmenlere, resmin kaç›n›lmaz olarak bir soyutlama oldu¤unu, mavi, yeflil ya da k›rm›z› soyut bir biçimle mavi bir deniz, yeflil bir çimenlik, k›rm›z› bir tekne aras›nda hiçbir ayr›m olmad›¤›n› göstermiflti. De Staël’e burada özel olarak de¤inmek gere¤ini duydum, onun atölyesine yerleflen Abidin, ister istemez, o mekânda bu soylu sanatç›n›n bunal›m› üzerinde düflünmüfltür, diye düflünüyorum. Niçin? Çünkü Abidin, Avni, Fikret Muallâ ve Nicolas de Staël’den farkl› olarak siyasal aç›dan bir partiye ba¤l›d›r ve bu partinin her konuda oldu¤u gibi, kültür ve sanat alan›nda da, ba¤lay›c›, hattâ buyurucu görüflleri vard›r. 20. yüzy›l modern sanat›n›n filizlendi¤i topraklarda, modernizmin her türünü yasaklayan, sanatç›lar› toplumcu gerçekçi (réaliste socialiste) bir sanat anlay›fl›yla yap›t üretmeye zorlayan Parti sanat›n›, Abidin, aç›kça karfl› ç›kmasa da, hiçbir zaman benimsememiflti. Ama Parti’nin, soyut, non-figüratif sanat› kökten mahkûm etmifl olmas›, onun Nejad, Mübin, Selim, Hakk› Anl› gibi, tümüyle soyut resme yöneliflini engelliyordu, sanki. 38 Antibes’te denize, sonsuz bir ufka aç›lan Nicolas de Staël’in atölyesinde bu soyut-somut ikilemini yaflamam›fl olabilir mi? Yaflad›ysa, De Staël’in an›s› ve son resimleri ona arad›¤› yan›t› vermede yard›mc› oldu mu? O günlerden, Abidin’in elinden ç›km›fl hiçbir yaz›, hiçbir not bulunmad›¤› için bir fley söylemek güç. Ama Antibes resimlerine bakarak, bir varsay›mda bulunabiliriz: Abidin, Antibes’de, soyut sanat›n çekicili¤ine, bak›fllar›n› do¤aya, karfl›s›ndaki manzaraya çevirerek ve “görüfl alan›na girenleri”, do¤ay›, soyut bir biçimde resmederek, evet demifltir. Nicolas de Staël’in bu atölyede gerçeklefltirdi¤i çok renkli resimlerine karfl›, Abidin’in Antibes resimleri az renkli resimlerdir. Uzun Yürüyüfl’ün ya¤l›boyalar› gibi, bu resimlerde de, çizgi de¤il, leke egemendir. Denizi ve gökyüzünü, Akdeniz’in ›fl›¤›n› de¤il, k›y›lar›, kaleyi, dalgak›ran› resmetmifltir. Tüm resimler (özellikle krokilerde bu daha aç›k görülür) soyut sanat›n s›n›r›ndad›r. Abidin’in Antibes ’leri, resmini derinlefltirmek yerine de¤ifltirme yolunu seçen bir sanatç›n›n ürünleridir. ‹flkence, Atom Korkusu dizilerinin a¤›r yükünden, sanki do¤aya ç›karak derin bir soluk almak istemifltir. Bu resimler ba¤›ml› oldu¤u halde ba¤›ms›zl›¤›n› koruyan bir sanatç›n›n ürünleridir. Sanatç›n›n, yaratmak için güdüme de¤il özgürlü¤e gereksinimi oldu¤unun her zaman bilincindedir Abidin. Ard›nda b›rakt›¤› yap›tlar, hangi dönemde olursa olsun, bunun kan›t›. Abidin, Antibes resimlerini 1958’de Avni Arbafl’la birlikte Antibes Grimaldi Saray›’nda sergiledikten tam bir y›l sonra, Paris’te Galerie Schöller’de Uzay resimlerini sergiler. Onun ilk “kay›ts›z flarts›z” non-figüratif resimleridir bunlar. Bu resimlerde yepyeni bir uzam düzenlemesiyle karfl› karfl›yay›z. Boflluk duygusu veren bir uzam. Ve hareketli lekeler. Ancak bunlara tachiste (lekeci) yak›flt›rmas› yanl›fl olacakt›r. Peki, soyut resmin hangi türüne giriyor Abidin’in bu resimleri? Lirik soyut ya da informel. Uzaya at›lan (1957) ilk uydu Sputnik’in etkisiyle Uzay Resimleri olarak adland›r›lan bu resimlerin de devam› gelmeyecektir. Abidin, bu sergisinden befl y›l sonra, Paris’te Galerie Casanova’da Adalar ad›n› verdi¤i guafl ve ya¤l›boyalar›n› sergiler. Düflsel, lirik, renkli resimlerdir bunlar. 1967’de sergileyece¤i Ac›n›n Resimleri ’ne de¤in, biraz da sa¤l›k nedenleriyle, belli bir temada yo¤unlaflmaz; her zamanki konular›n› yeniden ele al›r, yüzler, eller çizer. 39 Ac›n›n Resimleri, yukarda sözünü etti¤im, özyaflam›n›n dile getirilmesinin çok aç›k kan›tlar›d›r. 1967 y›l›nda önemli bir böbrek ameliyat› geçiren Abidin, hastal›¤› süresince ve ameliyat›n› izleyen dinlenme döneminde, desen çizmifltir. Bu desenlerinde, gençlik y›llar›ndaki karikatürist Abidin’i an›msam›fl olmal›. Bu ac›l› konu, onun, dünyaya, insanlara, özellikle de kendine alayc› çizgilerle bak›p öyle dile getirmesini engellememifltir. Sa¤l›¤›na, Paris’e ve Güzin’e kavufltu¤unda, yaflad›¤› bu ac›y› tuvallerine tafl›m›flt›r. Bunlar, do¤al jüt üzerine, siyah çizgilerden ve beyaz renkten oluflan resimlerdir. Jütün do¤al rengini de, ona dokunmadan, bir astar olsun çekmeden, renk olarak kullanm›flt›r. Abidin’in bu resimlerine topluca bak›ld›¤›nda flu özellik hemen göze çarpar: Tema, kendi medium’unu beraberinde getiriyor. Örne¤in, Uzun Yürüyüfl ve Atom Korkusu büyük boyutlu tuvaller, ya¤l›boya ve pek zengin olmayan bir renk çeflitlili¤ini; Çiçekler, k⤛d›, guafl›, özgün bask›y› ve çok renklili¤i; Ak La Ka Ra (Çernobil resimleri) pres tuvali, siyah-beyaz› ve grafik bir dili; Biçimden Öte tuvali ve dokuyu. Ac›n›n Resimleri ’ni, y›llar sonra kaleme ald›¤› hastal›k günlü¤ü diye adland›rabilece¤im metinle birlikte okudu¤unuzda, bu resimleri niçin sanatç›n›n özyaflamöyküsü olarak okuyaca¤›m›z› daha iyi anlar›z. Abidin, Picasso’dan daha dolays›z bir biçimde, resim yoluyla, yaflad›klar›n› bizlerle paylaflmaktad›r. Yaflam› boyunca önemli hastal›klarla bo¤uflan Abidin son demlerinde, Ville Juif hastanesinde, elinde küçük bir defter, kendisiyle ve ölümle alay eden desenler çiziyor, notlar düflüyordu. Bunlardan biri küçücük bir k⤛da, art›k titreyen çizgileri ve yaz›s›yla, bir desen çizip alt›na düfltü¤ü not: Ku¤unun biri Kelebe¤i yuttu. Shakespeare’in bir oyunundan ç›k›p Türkçeye konmufl gibi duran bu dört sözcükle, Abidin, ard›nda b›rakt›¤› bizlere ne demek istemiflti? Resimden mi söz ediyordu, yaflamdan m›? Zamandan m›, mekândan m›? Bilmiyorum. Bildi¤im, El kitab›n›n o ola¤anüstü metninin ilk cümlesi: “Bana ayr›lan zaman› çizmek.” Bir baflka yerde, baflka bir çeflitlemesi var bu deyiflin: “Bana ayr›lan boyutu çizmek:” 40 Bu sözlerinde, t›pk› kelebe¤i yutan ku¤u örne¤inde oldu¤u gibi, metafizik bir anlam görmüyor de¤ilim. Ama Mevlânâ’n›n, Yunus’un, tüm Anadolu erenlerinin, tekke ozanlar›n›n hayran› olan Abidin’in öte dünyada bile bu “metafizik” sözcü¤ünden rahats›z olaca¤›n› bildi¤im için, böylesi bir yorumdan kaç›n›yorum. Asl›nda, kim yazarsa yazs›n, ressam›n resimleri karfl›s›nda bizim sözcüklerimizin, yorumlar›m›z›n ne anlam› var? Anlam, resmin içinde gizli. Söz konusu Abidin oldu¤unda, Cemal Süreya’n›n deyifliyle, resim onun hayat›na dahil; hayat› da resme. 11.l0.’07 41 Refik Durbafl M‹SAF‹R Duda¤›n›n gölgesi kalbime düfltü¤ü gün memelerinin menekflesinde nihayet bulur ömrüm Misafirimdir o gün ölüm SERAP Bekledim, bunca y›l gençli¤imi misafir olas›n diye ömrüme Adafl›m idi mehtap yoldafl›m, ad›n gibi serap ‹htiyar ça¤›mda flimdi hangi bahtiyar iklime misafir edeyim seni? MEÇHUL Hasretine ba¤›fllay›p ömrümü gurbetine geldim, s›lana iki kafl›n›n aras›nda uyumaya sana özge ne varsa, bana hicran bana, seni görmek ne meçhul ömrümü yakmaya sana geldim Ömrümün niflanesi sana geldim 42 S‹NEMA ÖNÜ fiENL‹⁄‹ Cemil Kavukçu ‹lçemizde iki k›fll›k, bir de yazl›k sinema vard›. Biz çocuklara “Atatürk’ten sonra en önemli kifli kimdir?” diye sorulsa, hiç düflünmeden Sinemac› Niyazi, derdik. Uzun boylu, as›k yüzlü, kal›n ve gür sesli bu adamdan çekinirdik. Babalar›m›z yafl›nda olmas›na karfl›n hiçbir çocuk ondan söz ederken abi, amca, day› gibi sanlar› kullanmazd›. O, Niyazi’ydi. Y›ld›z ve Marmara Sinemalar›’n›n (yazl›k sineman›n da ad› Marmara’yd›, sezon bafl›nda o aç›l›nca k›fll›k kapan›rd›) patronuydu. Kesilmifl eski biletleri birbirine ekleyip yasal olmayan yollarla sinemaya girmeye çal›flan çocuklar› yakalad›¤›nda gözlerinin yafl›na bakmadan öyle bir tokatlard› ki, gözümüzde daha da ürkütücü olurdu. Sayg›, korku ve hayranl›¤›n simgesiydi o. Pazartesiler d›fl›nda her gün bir gösterim olurdu. Y›ld›z Sinemas›’nda, sal› ve cuma günleri 14.15 kad›nlar matinesinde ilçe kad›nlar›na, onlar› gözyafllar›na bo¤an yerli filmler gösterilirdi. Öyle ki, kad›nlar hamam›nda oldu¤u gibi, art›k okula bafllam›fl biz erkek çocuklar›na bu matineler Niyazi taraf›ndan yasaklanm›flt›. Ayn› salon perflembe günleri saat 12’de köylülere (o gün ilçenin pazar›yd›), yine yerli filmlerle hizmet ederdi. Çarflamba ve cumartesi günleri ise Marmara Sinemas› 14.15 matinesi ile ö¤rencilere açard› kap›lar›n›. K›zlar balkonda, erkekler de salonda otururdu. Yaln›zca yabanc› filmler olurdu ö¤renciler için. Pazar günleri ise Y›ld›z Sinemas›, çal›flan çocuklar›nd›. Hem de, üç, bazen de dört film göstererek. Niyazi, kimin neden hofllanaca¤›n› bilir, kendince sosyal adaleti sa¤lamaya çal›fl›rd›. Pazar günleri Y›ld›z Sinemas›’n›n önünde büyük bir pazar kurulurdu. Asl›nda buna mini bir panay›r da denilebilir. Turflu suyu, simit, kaymakl› (beze), pandispanya, fiam tatl›s› ve kaynam›fl yumurtan›n yan› s›ra ikinci el çizgi romanlar sat›l›rd›. Asl›nda bu pazar kitaplar içindi, g›da ve e¤lence sektörü de bundan yararlan›rd›. Yumurtalar›n kabuklar›, so¤an kabu¤u ile kaynat›ld›¤›ndan k›rm›z› olurdu. Bunlar, dayan›kl›l›klar› ile yar›flt›r›lan oyun araçlar›yd›. “Yumurta tokuflturmak” küçük çapta bir kumard›. Kabu¤un dayan›kl›l›k testi (bunu hiçbir zaman ö¤renemedim) üst ön difllerden birinde yap›l›yordu. Yumurta difl üzerinde küçük vurufllarla denenirken sol avuç içiyle de sol kulak kapat›l›yordu. Çok ilkel bir sismik yöntem uygulan›yordu asl›nda. Hastas›n›n kalp at›fllar›n› ya da ak43 ci¤erini dinleyen bir doktorun ciddiyeti olurdu o anda yüzlerde. Bütün m›z›klamalara karfl› bir önlemdi bu durum ayn› zamanda. Konunun uzman› Kakles Hakk›’yd› ki, onun yumurtas›n› k›rmay› kimse baflaramam›flt›. Kakles’in yenilgi tan›mayan k›r›lmaz yumurtas›n›n yumurta olmay›p benzerlerinden ay›rt edilemeyecek denli ustaca yontulmufl (tabii Kakles taraf›ndan) bir alç› oldu¤u söylentileri bile kulaktan kula¤a yay›lm›flt›. Kimse bunu Kakles’in yüzüne söyleyemiyordu, çünkü k›sac›k boyuna ve çelimsiz bedenine karfl›n son derece kavgac›yd› ve baflta “iyi aile çocuklar›” olmak üzere birçok çocuk ondan çekinirdi. Kaybedeceklerini bile bile (onun ›srar› üzerine) oyuna kat›lmalar› da bu yüzdendi. Onun için bir av oldu¤umu düflünür ve yakalanmamak için Kakles’i kollayarak sürekli yer de¤ifltirirdim sinema önündeki panay›rda. O bir yumurta efsanesiydi. Üst ön difllerinden ikisinin tavflan difli gibi uzun ve öbürlerini iteleyip öne ç›km›fl olmas›n›n da bu efsanede bir pay› olmal›yd›. Yumurta kabuklar›n›n dayan›kl›l›¤›n› anlayan, onlar› dinleyen sihirli bir güç vard› bu ön difllerde. Yar›flacak yumurtalar burada denenirken kavgac› ve ürkütücü görünümünden ar›n›p bir bebek gibi masum olurdu Kakles. Bu oyuna kat›lmamak için kaçsam da, kimi günler annemin sabah kahvalt›s›nda hafllad›¤› yumurtalar› kardefllerimle tokuflturmaktan, yar›flma öncesi, anl›yormuflum gibi ön diflimde test etmekten büyük keyif al›rd›m. Bunu yaparken Kakles Hakk›’n›n yerine koyard›m kendimi ve çarp›k ön difllerimin Tanr› taraf›ndan bana verilmifl bir ayr›cal›k oldu¤unu düflünürdüm. Cepleri yumurta dolu çocuklar dolafl›rd› sinema önünde. Sa¤lam yumurtalar yirmi befl kurufla sat›l›rken, oyunda kazan›lan kabu¤u çatlam›fl yumurtalar on kurufla al›c› beklerdi. Bir de, has›r bir sepette kabuklar› k›rm›z›ya boyanm›fl yumurta satan –küçük kumarbazlara arac›l›k eden, bu arada para kazanan– gözlerinin feri sönmüfl, sürekli sigara içen canl› cenaze gibi bir adam olurdu o alanda. Bütün yaflam enerjimi alan, beni umutsuzlu¤a sürükleyen bir görünüflü vard› adam›n. Babam böyle bir ifl yapsayd› sinema önüne gelemem diye düflünürdüm. Yumurta tokuflturmak gibi h›zl› kazan›l›p h›zl› kaybedilen bir oyuna cesaret edemeyen çocuklar için “flans-talih” oyunu vard›. A4 boyutunda bir kartonun üzerine s›ra s›ra befl kurufl çap›nda delikler aç›lm›flt› ve alttaki kartonla bunun aras›na bir varak konmufltu. Delikleri bir toplu i¤ne ile kaz›man›n bedeli befl kurufltu. Bofl ç›karsa, amorti olarak küçük bir gofret al›yordun. Oysa de¤iflik rakamlarla kotlanm›fl, aynadan tara¤a, balondan çikolataya birçok ikramiye vard›. Büyük ikramiye, el büyüklü¤ünde, markas› bilinmeyen bir çikolatayd›. Ondan sonra ise yuvarlak cep aynas› geliyordu. Cin fikirli baz› çocuklar, flans-talih paketini sat›fla sunma44 dan önce kartonlar› ustaca aç›p büyük ikramiyenin yerini sapt›yor, yeniden monte edip o deli¤i kaz›yor ve çikolatay› yiyorlard›. Büyük ikramiyenin ç›kt›¤› belli olmas›n diye de i¤nenin ucuyla o rakam› okunamaz hale getiriyorlard›. En masum oyun buydu. Karamela ka¤›tlar›yla oynanan oyun ikiye ayr›l›yordu: Tek tek kazan›l›p kaybedilen ürkek çocuklar›n tercih etti¤i “aç›k-kapal›” ile, daha iddial› olan “alt-üst”. “Aç›k-kapal›” bir duvar ya da kap› üzerinde oynan›yordu. Resimli karamela ka¤›d› duvara yaslan›p parmak ucuyla tutuluyor, öbür oyuncu aç›k ya da kapal› dedikten sonra yukar› do¤ru bir hareketle serbest b›rak›l›yordu. Yaz›-tura gibi bir fley. Resim üste gelecek biçimde yere düfltüyse ve oyuncu da “aç›k” dediyse o ka¤›t onun oluyordu. Bilemediyse kendi destesinden bir ka¤›t veriyordu. Sinema önünde oynanamayacak kadar küçümsenen, basit, bebe ifliydi. “Alt-üst” riskli bir oyundu. Karamela ka¤›tlar› iskambil destesi gibi kar›l›yor ve avuç içinde saklan›yordu. Öbür oyuncunun iki seçene¤i vard›; alt ya da üst demek. Ka¤›tlar numaral›yd›, genellikle birden yüze kadar seriler olurdu (Türk Büyükleri, Hayvanlar Alemi, Mesleklere vs.). Örne¤in, oyuncu alt dedi. Önce alttaki ka¤›d›n numaras›na bak›l›rd›. Diyelim 11, iki rakam toplan›r ve “‹ki,” denirdi. Sonra destenin en üstteki ka¤›d›na bak›l›rd›; diyelim 49, onlar da toplan›r, “On üç” denirdi. Kaybeden, aradaki fark kadar ka¤›d›, yani on bir karamela ka¤›d›n› karfl›s›ndakine verirdi. Bu oyunun seyircisi kalabal›k olurdu ve say›lar topluca, hatta makaml› bir biçimde yüksek sesle söylenirdi. “‹kiyeee!” diye ba¤›r›l›r, nefesler tutulur, üstteki ka¤›d›n aç›lmas› beklenir, sonra da “On üüüüç!” diye 盤l›k at›l›rd›. Herkes kazanan›n yan›ndayd›. Karamela ka¤›d› deyip geçmemek gerek, çünkü bu oyun da o kadar masum de¤ildi. Ka¤›tlar her an paraya dönüfltürülebiliyordu. Ütülmüfl ve yenilgiye doymam›fl çocuklar tanesi bir kurufltan, bütçelerine göre diledikleri kadar karamela ka¤›d›n› flansl› çocuklardan sat›n alabiliyordu. Sat›fl yapanlar ise desteyi ceplerinden bir banker edas›yla ç›kar›r, yetiflkinlerin para saymas› gibi (arada baflparmaklar›n› yalayarak) sayarlard› ka¤›tlar›. fiam tatl›c›n›n ruleti ise daha gözü kara, kavgac› ve b›çk›n çocuklar›n alan›na giriyordu. Marka yerine on kuruflluk tatl›lar ortaya konuyordu ve yana¤›nda zeytin çekirde¤i gibi beni olan tatl›c› oyuncak ruletin dü¤mesine bas›yordu. Birçok izleyicinin topland›¤› bu çekiflmeli alan sinema önünün en ilginç yeriydi. Yumurtada oldu¤u gibi, o günün flansl›s› avcuna doldurdu¤u tatl›lar› üçü ya da dördü on kurufla sat›fla sunard›. Tatl›c› bu “korsan tatl› sat›fl›na” kar›flmazd›. Sonuçta ortada dönen bütün tatl›lar onundu. Sinema önünün en ciddi çocuklar›, ellerinde çizgi romanlar olanlard›. Özenle okunmufl, yeni al›nm›fl gibi duran kitaplar›n fiyat› baflkayd›, 45 kapaklar› y›pranm›fl, y›rt›lm›fl, hatta kapaks›z kitaplar›n baflka. K›yas›ya pazarl›klar yap›l›rd›. Al›flveriflin yan› s›ra de¤ifl tokufl da olurdu. En s›k› didiflmeler de burada yaflan›rd›. Kendine has bir kokusu olan Y›ld›z Sinemas›’n›n içi ise bambaflka bir dünyayd›. Niyazi, her isteyene bilet kesti¤i için birçok çocuk oturacak yer bulamazd›. Ayakta kalanlar duvar boyu dizilip s›rtlar›n› yaslayacak bir yer bulduklar› için kendilerini flansl› sayarlard›. Kimse oturdu¤u yerden kalkmazd›. S›k›flan, oldu¤u yerden önündeki sandalyenin alt›na do¤ru iflerdi. Bir süre sonra, perdeye do¤ru e¤imli salonda bir çifl deresi akard›. Bütün bu eziyetleri göze alan pazar sinemas› çocuklar› için en büyük ceza s›k s›k kesilen elektriklerdi O zaman salonda herkes çileden ç›kar ve bunun sorumlusu Niyazi’ymifl gibi 盤l›k 盤l›¤a, küfürlü tepkisini ona yönlendirirdi. Davudi sesli Niyazi salonun kap›s›nda bir gölge gibi belirip “Susun lan kopiller!” diye ba¤›r›nca bütün sesler kesilirdi. Çünkü taflk›nl›k yapanlar› tekme tokat sinemadan atma hakk› vard› Niyazi’nin. Sinema önü flenli¤inde kendinden geçmifl çocuklar› Niyazi’nin gür sesi toparlard›: “Az sonra film bafll›yooor!” Pazar sabahlar› yasad›fl› bir çocuklar kolonisine dönüflen Y›ld›z Sinemas›’n›n önü birden boflal›rd›. D›flar›da yaln›zca fiam tatl›c›, yumurtac›, simitçi, bezeci, turflucu kal›rd›. Onlar çocuk de¤illerdi ve sab›rl›yd›lar, üç film bitene dek bekleyebilirlerdi. 46 Ahmet Erhan BÜYÜK ‹LÂN Sahibinden sat›l›k Hasarl› Bir Hayat 1958 model Kaç›nc› el oldu¤u bilinmiyor Bana geldi¤inde bundan beterdi Yedirdim içirdim giydirdim Alkolle çal›fl›r- ÖTV hariç S›rt›nda flifle tafl›maktan beli büküldü Ha, bir de egzoz niyetine cigara içer Kanserli Bir de ülser Tekerleri laçka, benden söylemesi Memleketin bütün yollar›nda Bunun yaz›s› var Sahibinden sat›l›k Markas› silik, okunmuyor Antika niyetine Ama niye ‹çi temiz olmasa da¤larda b›rak›rd›m Bir kötülü¤ünü görmedim, yalan olur Bir hayr›n› da ‹çi temiz dedim ya, has deri kaplama Amerikal› de¤il, sanki dünya k›rmas› Uçurumdan atard›m, üstüme kay›tl› Devlet mal›na zarar vermekten filan Korktum aç›kças› Üçe befle bakmam Hasarl› bir Hayat- 1958 model Sahibinden sat›l›k Alacaksan Al, art›k... 47 BERL‹N GÜNCES‹, 2002 Demir Özlü 18 Ekim, cuma Amerika mutlulu¤un roman› ya da içinde yaflad›¤›m›z dünya ile ince bir alay denemesi... olabilmeli. Sabahleyin uzun yürüyüfllerden sonra gene Café Wellenstein’a gittim. Saat 12’ye gelmiflti. Gözlüklü k›z bana servis yapt›. Bir filtreli kahve, bir de cappiccino içtim. Hesab› öderken onunla konuflmak zorunlulu¤unu duydum. Burada misafir oldu¤umu, Almanca bilmedi¤imi söyledim. (Ben bir gäste ’yim). ‹lgilerinin alan›n› bilmiyordum. En çok dans› m› seviyor? Çok centilmendi. Böyle oturup günlük yazmak, iyi vakit geçirmek iste¤inden gelmiyorsa, bir sorumluluk duygusundan geliyor. Ama ne tür bir sorumluluk duygusu? Bir yanda yaflam, bir yanda insanl›¤›n durumu böylesi bir sorumluluk duygusuna de¤er mi? Ben bu günlük notlar› uzak y›llar sonra okuyacak biri olursa, ona bugünün bir insan›ndan birtak›m küçük renkler kals›n diye de yaz›yorum. Bu sat›rlar›n herhangi bir de¤eri oldu¤unu da sanmam. Notlar, içinde yaflad›¤›m›z günlerin profilini de yeterince çizmiyor. Ama kendime karfl› da bu kadar ac›mas›z olmamal›y›m. Yazma ya da yazmaya devam etme al›flt›rmalar›d›r belki bunlar. Nietzsche’nin hastalanma süresince de almay› sürdürdü¤ü notlar... Dostoyevski’nin ‘Bir Yazar›n Notlar›’... Bunlar› okumak kökten sars›yor insan›. Ben çok yal›n fleyler yazabiliyorum. Burada kendi yaflam›mdan memnunum. Kuflkusuz Ionesco’nun “solitaire”i de¤ilim. Robbe-Grillet’nin “voyeur ”ü de. ‹nsanl›¤›n Mars’a, daha baflka bir gezegene ya da günefl sisteminin d›fl›ndaki bir sisteme gidebilip yaflayabilmesinde büyüleyici bir fley yok. Tersine yeryüzünde kendi seçebildi¤i k›rsal bir yere giderek yerleflebilmesi, her zaman çok daha büyüleyici. San›r›m dünya yüzündeki yaflam en önemlisidir, hem de en güzeli. Bunun zorlaflmas› felaketlerin en büyü¤ü. Uzayla ilgili bilgiler artt›kça dünya basitlefliyor, insan hayat› küçülüyor. Böylece yeni bir nihilizm ortaya ç›k›yor. Bu nihilizm kötümserlik verici. Ama bunun insana zevk veren yanlar› da bulunabilir belki. Günlerini planlayabilen insanlara ne mutlu: “Pazartesi gecesi misafirler gelecek. Perflembe akflamüzeri buluflmalar var. Cuma gecesi arka48 dafllarla lokantaday›z. Pazar günü evde temizlik, banyo... vb. ifller var.” San›r›m büyük aile halinde yaflarken bu daha kolayd›. ‹nsanlar daha mutluydular. Çünkü bofl vakit kadar insan› öldürücü bir fley yok. Bugün bunlar›n hepsi kayboldu. 19 Ekim Aceleye hiç gerek yok. Aylar›n hayalgücü, haftalar›n akla getirdikleri konacak içine. Hayalgücünü yakalamak için zorlamaya da gerek yok; geçen aylarla akla gelenler zaten hayalgücünün ta kendisi olacak. Çünkü yar›dan çok hayaller içinde yafl›yorum. Bugün bir cumartesi günü. O geçmifl mutlu günlerde cumartesi günleri ne yapard›k? Beyo¤lu’na ç›kard›k. Lisedeyken, Dolmabahçe taraf›ndan arkadafllarla. Üniversite’deyken ö¤leden sonra Malta dura¤›ndan bindi¤im bir dolmuflla. Atlas sinemas›n›n mermer döfleli, süslü girifli, Melek, Yeni Melek sinemalar› vard›. Baylan Pastanesi vard›. fiarapç› Panayot ya da Lefter’in meyhanesi. Kald›r›mlarda dolaflmak. Hepsi bu kadard›. Ne kadar da çok fley varm›fl! 20 Ekim, pazar Amerika Son bölüm: Harun’un bir güncesi olabilir mi? (Yaflanm›flla, yaflanmam›fl aras›nda bir parçalanma). ‹nsan›n yaflad›¤› hayat› gizlice rahats›z eden bir yaflanmam›fl hayat› da var m›d›r? Güner Sümer’in an›s›na yaz›yorum bu roman›. O öldü¤ü, ben hayatta kalm›fl oldu¤um için. Bu hayallleri o yazmak isterdi. Çok erken öldü: 27 Nisan 1977. fiimdi: Ekim/Kas›m 2002. fiu içinde yaflad›¤›m›z dünyada geceleri içkiyi iyice yüklenip yatmaktan daha do¤ru bir fley yap›lamaz. Hele CNN haberlerini dinledikten sonra. Her yerde bombalar patl›yor, insanlar ölüyor, “terör” diyorlar. “Terör”ü kendileri yaratt›, yayg›nlaflmas› için her fleyi yap›yorlar. Tam bir dünya savafl› öncesi. ‹yi makyaj yapm›fl, yaflla olgunlaflm›fl TV spikerleri de bu haberleri okuyorlar. Ard›ndan da stüdyolar›ndan ç›k›p evlerine dönüyorlar. Makyajlar›n› silip gündelik hayatlar›n› yafl›yorlar. 49 25 Ekim Dün akflamüzeri gördü¤üm Hackescher Markt’la çevresi bir rüya kadar güzel. Bir büyük flehir rüyas›. Bir eski Berlin rüyas›. Hele bu eski Yeni Berlin’e döflenmifl olan modern tramvaylar. Onlar›n dizayn›. Böyle fleyler yapt›¤› zaman Alman teknolojisine hayran olmamak elde de¤il. Caddeler, kald›r›mlar, sokaklarda flimdiden gözönünde tutulmufl perspektifler, tramvaylar... Meydanl›k yerin hemen köflesinde, biraz ötedeki pasaj›n yan›ndaki Hackescher Hof Restaurant-Café’ye oturdum. Kapka’ya onun mahallesine geldi¤imi bildirmek için telefon ettim. Hackescher Hof karfl›daki S-Bahn istasyonunu, alan›, bütün yol kavflaklar›n› gören genifl camlar›yla, yüksek tavan› ve geniflli¤iyle nefis bir kahveydi. ‹stanbul’da kahve kültürü ölüyor, burada devam ediyor. Camlardan her üç yöne de giden o uzun tramvay vagonlar› görünüyordu. Bu vagonlar›n renkleri de çok güzel. Kapka geldi. Çok sade ve güzeldi. Özellikle a¤z›yla çevresi çok güzeldi. “Ben filme biletleri alay›m” dedi. “Erken geldim. Pasaj›n içindeki o kültür merkezi olan binada sinemay› bulamad›m.” “Sinema en üst katta” dedi. Biletleri o almak istedi. Kendi biletim için izin vermedim. Döndü¤ünde kahve paras›n› ödemek istedi. Israrla ona da izin vermedim. Kendi bilet paras›n› ödemiflti. Kahvede küçük bir kahve içmiflti. Film Polanski’nin Piyanist filmiydi. ‹çinde bilmedi¤imiz fley yoktu. Biraz da uzundu. Film Almanca ç›k›nca Kapka telaflland›. B›rak›p ç›ksak m›, diye düflündü. Hepsini anlayaca¤›m›z› söyledim. Onu yat›flt›rd›m. Gerçekten de öyle oldu. Berlin’in en büyük sinegogunun bulundu¤u caddeye do¤ru yürüdük. Die Neue Synagoge Berlin. Kristal geceden sonra, biraz ayakta kalm›fl, sonra da restore edilmifl tek sinagog buydu. Oraya kadar uzanmad›k. Ö¤rencilerin devam ettikleri küçük kahvelerden birine gittik. Bafllang›çta daha dar olan sokakta s›ra s›ra bekleyen orospular içinde çok güzelleri vard›. Bu fuhufl flafl›rt›c›yd›. Hangi kaostan do¤an bir erotikti bu? Küçük, bas›k tavanl› kahvedeki konuflmalar›m›zla Kapka’n›n musevi kimli¤ine çok ba¤l› oldu¤unu farkettim. Ard›ndan Kapka, bir arkadafl›n›n çalaca¤› müzi¤i dinlemek için sokak aras›ndaki bir kahveye gitti. ‹spanya’dan gelmifl bir yazarla s›k s›k tango yapmaya gidiyormufl. O yazar›n da musevi as›ll› oldu¤unu tahmin ettim. Bugün akflamüzeri ya¤mur ya¤d›. Oysa ö¤leden önce hava müthifl güneflliydi. fiimdi gecenin içinde, hafif, güzel bir ya¤mur ya¤›yor. 50 26 Ekim, cumartesi Sonbahar yapraklar› alt›nda. Bu olanaks›z. “Sonbahar Y›ld›zlar› Alt›nda.” Dün küçük kahvede Kapka, benle okunmas› gereken kimi romanc›lar üzerine konuflmak istedi. Knut Hamsun’un yafll›l›k döneminde Nazi oldu¤unu ö¤renince, onun ad›n› notetmekten vazgeçti. Güntzelstrasse’deki dairede, çok rahat olan yatak odas›nda geceleri uyan›nca s›k s›k nerede oldu¤umu bilmiyorum. Istanbul’da m›? Stockholm’da m›? Baflka bir yerde mi? Fakat bu sabah, saat 9’dan sonra yaz› odas›nda daktiloyla yazarken, kendimin nerede oldu¤unu düflünmeden, kendi evimde hissettim. D›flar›da sonbahar›n solgun günefli var. S›cakl›k 11 derece kadar olacak. Sabine Vogel* çok centilmendi. Literaturhaus’da. ‹ngiliz edebiyat› okuyan garson k›z Demet’in bir kitab›n üzerinde benim ad›m› görünce gösterdi¤i davran›fl çok ilgi çekiciydi. Tezer’i ve beni okumufl. Burada beklenmedik fleyler oluyor. Alis Harikalar Diyar›nda. ‹nan›lmaz fleyler. Alman topra¤›na ayak bast›¤›mdan beri... Bu gece heyecanlara kap›l›p “gerçe¤i arayan” birfleyler yazmak için kendimi zorlamaya (onlar da zorlama de¤ildi ya, sadece coflku k›p›rt›lar›yd›) gerek yok. Bu rastlant›lar çok daha ilgi çekici ve insanl›¤a karfl› yap›lan bütün tehditlere karfl›n dünyan›n dönmekte oldu¤unu gösteriyor. Demek istiyorlar ki, insan yaflam›nda, hep birbiri ard›na s›ralanan mutlu, taze, insana birfleyler veren dönemler vard›r. Bu olas›l›klar varken de, yaflamaya de¤er. 27 Ekim Tam bir pazar günü. Sessiz. Sürekli ya¤mur ya¤›yor. Saatler bir saat geriye al›nm›fl. Ama her fley güzel. Bu sessizlik de, ya¤mur da. Çal›flabiliyorum. Manus yazarken hep unutulan bir fleyi kendi kendime tekrarlamam gerekli: Manus yaz›l›rken, yer yer, baflar›l› görünmez insana. Oysa bu sonradan anlafl›labilecek bir fleydir. As›l önemlisi manus’un sonradan, her zaman gelifltirilebilir, k›rp›labilir, mükemmellefltirilebilir bir fley olmas›d›r. ‹lk yaz›l›flta bu yazar›n akl›na gelmez. hep unutulur. Saatin bir saat geri al›nd›¤› bugün, ne kadar da yorucu oldu. Fakat yorulman›n ne önemi var. Zihin dinç ve herfleyin daha güzel olaca¤›na 51 inan›yor. Elbette küçük güzellikler bekledi¤im. Dünyada büyük güzellikler kalmad›. 28 Ekim Zor geçen bir gün. Ama hiçbir fleye ald›rmamak gerekli. Onlar hiçbir fley olamayacaklar. Yalanc›n›n mumu yats›ya kadar yanar. 29 Ekim, sal› ‹çki içmeyip, iki gece birer tane trankilizan tablet almak uykular›m› yoluna soktu. Böylece vücut güçlerimin de, zihin güçlerimin de yerine geldi¤ini hissediyorum. Sabahleyin çal›flt›m. Sonra iki mektup att›m. Kurfürstendamm’a uzand›m. Literaturhaus’un kahvesi çok tenhayd›. Böylesine tenhayken tad›na doyulmaz gibiydi. Günefl vard›, hava ›l›kt›. Eve döndükten sonra, ö¤le yeme¤inden önce de çal›flt›m. Bu gidiflle yapabilece¤im bunu: Amerika ilk elyaz›lar›ndan sonra zenginleflebilecek. 31 Ekim Tanr› bana yard›m ediyor. Uzaklara gittim. Friedrichstrasse’de Lafayette ma¤azas›n›n bodrum kat›nda bana Samuel Fuller’›n kitab›n› buldurdu. Kitap orada Proust’un kitaplar›n›n yan›nda sanki benim bulmam için tek bafl›na bekliyordu. Beni bekliyordu. Bir örne¤i daha yoktu. Tam Manhattan üzerine yazd›¤›m s›rada, Manhattan üzerine s›cak m› s›cak bir an› kitab›. Akflam Wellenstein kahvesinde Güner Yüreklik ve Jülide ile akflam yeme¤i. Jülide de edebiyat seviyor. (*) Berlin’de gazeteci. 90’l› y›llarda ‹stanbul’da bulunmufltu. (y.n.) 52 1917 UNUTULMAMALI, UNUTULMAZ... Server Tanilli 7 Kas›m, bir büyük devrimin, Rusya’da ünlü 1917 Sosyalist Devrimi’nin 90. y›l›yd›. 1789 Frans›z Devrimi, nas›l bir ilkse, o da bir ilkti; yeni bir 盤›r aç›yordu. Bu çapta bir y›ldönümü unutulmazd›. Ne var ki, gazetemizde güzel bir yaz›, dev olay› hat›rlat›yordu; ama öteki gazetelerde, o gün ve izleyen günlerde, ne bir ses, ne bir nefes! Oysa, o devrim, tarihimizden bir parçad›r. Bir de bu nedenle, 1917 unutulmamal›, unutulmaz. Bu yaz›m›z› bu bilinçle yaz›yoruz... * Klasik tipteki devrimler, yaln›z “siyasal de¤iflikliklerle” yetinirler; yani sadece iktidardaki kiflileri de¤ifltirirler. 1917 Ekim Devrimi, bu tür bir devrim de¤ildir; o daha “köklü” bir dönüflümü hedef alm›flt›; Rusya’da iktisadi ve sosyal temelleri de de¤ifltirmek istiyordu. Bu niteli¤iyle yeni bir uygarl›k yaratmak istiyordu, yaratm›flt›r da. Böylesine bir de¤ifliklik, her fleyden önce, “burjuva devleti”nin bütün dayanaklar›n›n ortadan kald›r›lmas›yla mümkündü. Lenin, bunu Devlet ve Devrim adl› eserinde aç›klar. Geriye, bu kurumsal verilerin somut hale getirilmesi kal›yordu. 1917’de o yap›l›r... Ortada yeni bir siyasal rejim vard›r: Sovyetler Birli¤i, “çok uluslu” federal bir devlettir; bu, ayn› zamanda, tek partili bir “sosyalist demokrasi”dir. Sistem, faflizmin de karfl›s›ndad›r. Sosyal tabloda görünen, “s›n›fs›z bir toplum”dur: En de¤erli sermaye insand›r; insan da, baflta “özgürlü¤ünü kazanm›fl” kad›n ve “e¤itimi önde gelen” çocuktur. Ülkenin iktisadi yaflam›nda, “befl y›ll›k planlar”›n damgas›n› vurdu¤u dev bir kalk›nma süreci bafllar; topraklar da kolektiflefltirilir. Edebiyat ve sanatta geliflmeler de çarp›c›d›r: Edebiyat, Lenin’in deyimiyle “ulusal bilincin aynas›” olmufltur. 1932 y›l›ndan beri kullan›lan bir deyimle, “sosyalist gerçekçilik”, – zaman zaman hayli dar bir biçimde yorumlanm›fl da olsa – özellikle romanda büyük eserlerin ortaya ç›k›53 fl›n› haz›rlam›flt›r. Sovyetler Birli¤i’nde aç›kça bir kitle sanat› olan sinemada, gerçekten de seçkin eserler ortaya konmufltur. Lenin, “Sinema sanatlar aras›nda en fazla iflimize yarayacak oland›r” diyordu. Geliflme ve evrim, mimarl›k ve flehircilik alan›nda en belirli biçimde kendini gösterdi. Özetle, yeni rejim, ülkeyi, çok önceden bafllam›fl bir çözülüflten kurtard›; savafl› bitirdi ve ülkesine sahip ç›kt›; bir sanayi sistemi kurdu, eme¤i kutsad› ve halk›na – her derecesiyle – bir e¤itim sa¤lad›. Bütün bunlar, eski Rusya’ya oranla dev ilerlemelerdir; Sovyet Rusya’n›n – inifl ve ç›k›fllar›yla – 20. yüzy›l›n tarihinde büyük bir yeri vard›r. Çöküflü beklenmiyordu, birden oldu. Y›k›l›fl›n›, sosyalizme ba¤lamak inand›r›c› olmaz; nitekim, koskoca Çin ayaktad›r, Komünist Parti’nin yönetimindedir ve kapitalist sistemin düfllerini kaç›ran bir ülkedir. Bir de flunu söylemeli: Sovyet Rusya y›k›lmasayd›, ABD’nin dizginsiz emperyalizmi, bugünkü kadar insanl›¤› tedirgin edici olmazd›. Onun yapt›klar›, kapitalizmin kara kitab›nda bafl köflededir ve çevresinde hempalar› vard›r. Olan biteni, liberalizm öyküleri ile geçifltirmek aldat›c›d›r; insanl›¤›n üstüne çullanan kapitalizmdi, bugün de odur. Gelece¤i kurtaracak ise sosyalizm olacakt›r. * 1917 Devrimi’nin, tarihimizin bir parças› oldu¤una gelince... 1915 tarihindeki – o dev – Çanakkale Savafllar›n› anlat›rken, çokça unutulan bir fley vard›r; ‹ngilizler, Frans›zlar o bo¤az› almakta niçin öyle ›srarl› idiler? fiundan: Baflar›rlarsa ‹stanbul Bo¤az› afl›lacak, Bolfleviklerin karfl›s›nda direnen Çarl›k Rusya’n›n yard›m›na gideceklerdi. Ne var ki olamad›. 1917 Devrimi’nin zaferinde, bizim Çanakkale zaferimizin pay› unutulmamal›! Bitmedi: 1919’da emperyalizm Anadolu’ya sald›rd›¤›nda, arkam›zda baflta Sovyetler Birli¤i oldu; maddi ve manevi bizi destekledi. Sonunda bizim zaferimizde onun pay›n› da biz unutmad›k. Her fley bir yana, Lenin’le Mustafa Kemal’in mektuplaflmalar›ndaki içtenlik ve sevgi, çok fley anlat›r. Özetle, 1917 unutulmamal›, unutulmaz!.. (Cumhuriyet, 16 Kas›m 2007) 54 Ferruh Tunç Majestic Barriere Oteli (Cannes) Not K⤛tlar›ndan Peflrevler: Peflreve Peflrev 1. Cannes’da tan›flt›¤›m bir kad›na göre; ‹nsan din de¤ifltirmiyor doyas›ya seviflince Da¤a filan ç›km›yor Mezhebini ya da etnik kimli¤ini durduk yerden keflfetmiyor Köfle yazar› olup ahkâm kesmiyor – Kurula baflkan, kongreye üye, apartmana yönetici de?.. – C››››k! olmuyor... Futbol yorumculu¤una soyunmuyor, Cumhurbaflkanl›¤›na aday olmuyor... – It’s a sexy world dear! diyor yana¤›m› okflay›p vars›n beflinci kurdan terk sekreter ingilizcesiyle 2. Çünkü – diyor – Tarih koptu! Ucu ucuna eklenmeyen sicimlerle tutunuyoruz birbirimize Öyle ki; tafl›nabilir bir köprüyle (geçiyoruz) ›rmaklar› yollar› kiral›k otomobillerle – Ve ayr›lm›fl oluyor bize yazdan K›fll›k Saray’›n en uygun odalar› SEVG‹L‹YE NOT Dün kap›nda zebun olan ben Majestik’te 407 numaraday›m. 55 fiehirde Ne Var? 1. Birtak›m markalar var, onlar› tan›yal›m: Çok tanr›l› federasyonun üyeleri; Örne¤in, ad›n› tek tanr›l› eski zamanlardan alan H›ristiyan Dior (fiair burada çok tanr›l›l›¤a döndü¤ümüzü söylüyor) Kad›nlar, bizleri bafltan ç›kars›nlar diye sutyenlerini ç›kar›yor Meflin bir kemer ba¤l›yorlar ç›plak ve kara (kapkara...) tenlerine Ve biz nüfuz ettikçe içlerine (ipiçlerine...) tanr›lar›m›z ço¤al›yor... 2. fiehirde ne var? Elmas ifllemeli saatler var; geceleriunutturup, sabahlar› an›msatmak için fiehirde ne var? Süslü, alt›n haçlar var; geceleri sokup, gündüzleri ç›karmak için (fiair burada günahlar› kastediyor) Renkli tabelalar, neonlar var; gündüz yalanlamaya, gece anlatt›klar›n› Binlerce tarzan, onbinlerce Jane, cang›l›n sarmafl›klar›nda sarmalanan fiehirde ne var? Göbeklerden söz etmifltik; gö¤üslerden – upuzun bacaklar›ndansa hiç söz etmeyelim ki gecem, gündüzüm, yaz›m turam, akla-karam... akl›m, karmakar›fl›k telefon çal›yor: – Antalya’ya k›fl geldi ner’de kald›n? (Cengiz Bulut) – Ölmedin ya!... Kan’day›m! (Ben) 56 3. Döndüm; ölmüfl... Cengiz Bulut, 6 Fen-C’den arkadafl›md›r... AÇ BÜYÜK PARANTEZ Cengiz Bulut: Devrimci mi, solcu mu? Akflamc› m›, alkolik mi? Serseri mi, yolcu mu? Memur mu, (bafl) müfettifl mi? Dul mu, bekâr m›? Bas gitarc› m›, oyun kurucu mu? Mektupla Berkeley’den terk mi, mezun mu? Mustafa’n›n m›, Muvaffak’›n m› amcao¤lu? Gece bir iki aras› telefon çalarsa, o mu? Teksasl› biri gibi ‹ngilizce konuflursa, o mu? Bob Dylan söylerse, o mu? Pul kolleksiyonunu hediye ederse, o mu? Posta koyarsa, o mu? Unutursa, o mu? Ba¤›fllarsa, ihmal etti¤imiz halde, o mu? (“Albay” da ölmüfl, 5 Fen E’den, hat›rlar m›s›n? Birlikte SeGeBe’den ayr›l›p DeKa’l› omufllard›.) Onunla anlaflmak gerekmiyordu Onu dinlemek, ona sormak Onunla tart›flmak, ona k›zmak Onu yok saymak, onu keflfetmek... Yet(mi)iyordu. O öldü... Ya ötekiler? Hilenin sessizli¤ine çekildiler... KAPA BÜYÜK PARANTEZ 57 HERKESE NOT: 1989 duvar y›k›ld› 1991 tanklar K›z›l Meydanda 2011...? Cenova, Gothenburg, Prag, Seatle Kas›m 29: “Buy Nothing Day” Niye Yazm›yor Gazeteler?!! 58 D‹LENC‹ Z‹YAFET‹ fiavkar Alt›nel Swarkestone yol atlas›nda o kadar küçük bir noktayd› ki uzun ad›n›n ortas›ndaki “e” harfinin alt›nda neredeyse kaybolmufltu. Hakk›nda tek bildi¤im de ‹ngiltere’nin ikinci dereceden nehirlerinden Trent’in üzerindeki eski bir tafl köprünün çevresinde kümelenmifl bir avuç evden olufltu¤uydu. Derbyshire ilindeki eski kapl›ca kasabas› Buxton’da iki gece kald›ktan sonra flimdi de içinde oldu¤umuz cuma gününün kalan k›s›m›yla hafta sonunu Derby’nin hemen güneyindeki bu ufac›k yerleflim yerinin yak›nlar›nda Tarihi An›tlar Vakf›’ndan kiralad›¤›m›z bir tatil evinde geçirecektik. Kendimizi, üçten önce devralmam›za izin verilmeyen eve fazla erken varmayacak flekilde ayarlad›¤›m›zdan yolun son aflamas›na saat gerçekten de neredeyse tam üçe gelirken ulaflm›flt›k. Ocak ortas› oldu¤u için pudra flekeri gibi ince bir karla örtülü bir ovan›n içinden Derby’i Birmingham’a giden M42 otoyoluna ba¤layan, küçük ama ifllek A514 karayolundaki kamyonlar›n aras›nda bir süre Swarkestone’a do¤ru ilerledik. Sonra, “Old Hall Çiftli¤i” yazan bir iflarete var›p, lastiklerin pat›rt›s›ndan kar›n alt›nda pürüzlü toprak bir zeminin oldu¤u anlafl›lan, daha da küçük baflka bir yola sapt›k. Bafl›m› kald›r›nca ileride solda, yar›m so¤an biçiminde birer kurflun kubbeyle sona eren iki kulesi, bunlar›n aras›ndaki sur difli gibi diflleri ve küçük karelere bölünmüfl yüksek pencereleriyle bir flato ya da kaleye benzeyen kalaca¤›m›z yeri gördüm. Üstelik bu, yola dik olan yap›n›n yaln›zca arka yüzüydü. Birazdan S. arabay› park edince birden çöken sessizlikte alçak bir duvar›n içindeki parmakl›kl› kap›dan geçerek girdi¤imiz, uzun kenarlar› en az yetmifl, k›sa kenarlar› da en az elli metre olan dev bahçeye çevrili ön yüz o kadar daha çarp›c›yd› ki on-on befl ad›m gerileyip uzaktan bakmadan edemedim. Dikkat edilince, üzerinde sur diflleri olan bölümün gerçekte iki kule aras›nda bir geçit oldu¤u görülebiliyordu. Ama geçidin alt› önde üç kemerle desteklendi¤i, arkada da bütünüyle örülüp kapat›ld›¤› için, “H” biçiminde de¤il yekpare duran yap›, önündeki genifl alanla bu aç›dan daha da fazla bir flatoyu and›r›yordu. Tabii bu yaln›zca yetenekli bir mimar›n neredeyse dört yüz y›l önce yaratmay› becermifl oldu¤u bir yan›lsamayd›. Tarihi An›tlar Vakf›’n›n 59 gönderdi¤i bilgilerden “flato”nun bizi buraya getiren yolun biraz daha afla¤›s›nda, flimdi Old Hall ya da “Eski Malikâne” Çiftli¤i’nin oldu¤u yerde bir zamanlar duran malikânede yaflayan Harpur-Crewe ailesi taraf›ndan yak›n dostlar›na ziyafet vermek için yapt›r›lan ve bu nedenle de “Ziyafet Köflkü” denilen küçük bir köflkten baflka bir fley olmad›¤›n› biliyordum. Köflkü yirmi y›l kadar önce harap bir halde edinen Vak›f en büyük bölümü oluflturan geçide hem oturma, hem yemek, hem de yatak odas› olarak kullan›lacak bir oda, bunun yan›na da sa¤daki kulenin içine bir mutfak yerlefltirmifl, bu katta yer kalmayan banyoyu da üst katta ayn› kuleye koymufltu. Soldaki kulenin içindeyse yaln›zca, tek odayla mutfa¤›n yer ald›¤› birinci kata ve ancak sur difllerinin aras›ndaki aç›k bölgeden geçerek eriflilebilen banyonun bulundu¤u en üst kata ulaflmak için bir merdiven vard›. Her fley en fazla iki kiflinin rahatl›kla yaflayabilece¤i bir alan›n içindeydi. Bütün bunlar karfl›mdaki kulelerin, kubbelerin, kemerlerin bu k›fl ö¤lesonras›nda neden bana bu kadar tan›d›k göründü¤ünü aç›klam›yordu. Elbette Vak›f katalo¤unda köflkün bir foto¤raf›n› görmüfltüm, ama önünde durmufl bakarken içime sanki çok daha önce baflka bir yerlerde de karfl›ma ç›km›fl oldu¤u duygusu dolmufltu. Gene de, flimdi bu s›rr› çözmeye vaktim yoktu. Hava kararmadan nehre kadar yürüyüp eski köprüyü görmek istedi¤imden, bize söylendi¤i gibi giriflte bir saks›n›n alt›nda olan anahtar› bulup merdivenli kulenin kap›s›n› açm›fl olan S.’ye yard›mc› olup eflyalar›m›z› bir an önce içeriye yerlefltirmem gerekti. Arabaya gittim, bagajdan el çantam›zla yolda gelirken bir marketten ald›¤›m›z yiyeceklerin durdu¤u mukavva kutuyu al›p yukar› ç›kard›m. Difl f›rçalar›m›zla macunumuzu ve sabunumuzu banyoya götürdükten sonra sur difllerinin aras›ndan geçerken ifllek flehirlereras› yolda trafik hâlâ u¤ulduyor, uzakta da karl› ovan›n içinde Derby’nin banliyöleri seçilebiliyordu. Tekrar afla¤› indim, dar odada el çantam›z› boflaltan S.’nin etraf›ndan dolafl›p mukavva kutunun içindekileri raflara ve buzdolab›na koymak için mutfa¤a girdim. Ziyafet Köflkü’nü nereden tan›d›¤›m, böyle bir ada sahip olan bir yerin bu kadar küçük bir yemek piflirme bölümünün olmas›n›n garip oldu¤unu düflünürken akl›ma geldi. Bir anda, kafamda bir pencere aç›lm›fl gibi, hâlâ harap olan yap›n›n önünde bahçenin dizboyu otlar› aras›nda on yedinci yüzy›l k›yafetleri içinde oturan genç adamlar› yeniden gördüm. Rolling Stones grubu 1960’l› y›llar›n sonlar›nda “Beggars Banquet” adl› bir albüm ç›karaca¤›n› duyurmufl, ama plak flirketi kapakta duvar yaz›lar›yla kapl› bir tuvalet foto¤raf›n›n yer almas›na itiraz edince uzun süre geciken albüm sonunda düz beyaz bir kapakla ç›km›flt›. Bu arada öneri60 len bir dizi baflka kapaktan birisi de flu anda akl›ma gelen, Ziyafet Köflkü’nün bahçesinde çekilmifl foto¤raf›n olaca¤› kapakt›. “Beggars Banquet” ad› “Dilenci Ziyafeti” anlam›na geldi¤inden, Mick Jagger ve arkadafllar› Ziyafet Köflkü’nün, milyoner yirminci yüzy›l pop müzisyenleri de¤il de, on yedinci yüzy›l dilencileriymifl gibi poz vermeleri için uygun bir yer oldu¤unu düflünmüfl olmal›yd›lar. Ama o dönemde daha Vakf›n eline geçmedi¤inden bugün oldu¤u kadar bile bilinmeyen yap›n›n varl›¤›ndan nas›l haberdar olduklar›ndan emin de¤ildim. Garip olan baflka bir fley de, içerdi¤i “Ziyafet” kelimesiyle köflkü nereden tan›d›¤›m› hat›rlamama yol açan “Dilenci Ziyafeti” ad›n›n iflin bafl›ndan bu ba¤lant›y› unutmam›n da nedeni olmas›yd›. Albümün tafl›d›¤› bafll›k, kullan›lmas› düflünülen kapak foto¤raflar›ndan çok daha fazla ilgimi çekmifl ve sonradan y›llarca, beraberinde herhangi bir görüntü getirmeksizin arada bir akl›ma gelip beni anlam›n› sökmeye çal›flmaya zorlam›flt›. “Dilenci Ziyafeti” hiçbir fleyin baflka bir gözle d›flar›dan bak›ld›¤›nda s›radan olmad›¤›n› (“Bir dilim ekmek dilenciye ziyafettir”) ya da, belki gene en iyi d›flar›dan bakanlar›n görebildi¤i gibi, dünyan›n, evet, büyülü ama ayn› zamanda da geçici olup bize verilenlerin yoksullar› doyurmak için düzenlenen bir yemek gibi bir an için verildi¤ini (“Hayat k›sac›k bir dilenci ziyafetidir”) söyleyen bir deyimden geliyormufl gibiydi. Ama böyle bir deyimi ne herhangi bir sözlükte bulabilmifl, ne de duymufl olan birisine rastlam›flt›m. Belki de ortada Jagger’›n, ya da daha büyük olas›l›kla Keith Richards’›n LSD ya da eroin alm›fl oldu¤u bir anda akl›na gelen anlams›z bir sözden baflka bir fley yoktu. Bir an bütün bunlar› S.’ye anlatmay› düflündüm, ama vakit olmad›¤›ndan vazgeçtim. Mukavva kutuyu boflaltmay› çabucak bitirdim, Vakf›n iflletti¤i bütün tatil evlerinde oldu¤u gibi duvarda as›l› olan ayr›nt›l› yerel haritadan nehrin tam olarak nerede oldu¤una bakt›m ve paltomu giyip merdivenlerden indim. D›flar›da, akflam›n yaklaflt›¤›n› söyleyen bir ayaz ç›km›flt›. Solu¤um bu¤ulanarak toprak yolun öbür taraf›ndaki tarlan›n flehirleraras› asfalta komflu olan k›y›s›na kadar yürüyüp arad›¤›m “Aç›k Patika” yazan ahflap iflareti buldum. K›rsal kesimde yaflayanlar›n bir yerden bir yere gidebilmesini sa¤lamak için ç›kar›lan eski yasalar uyar›nca ‹ngiltere’de tarlalar›n bir yan› boyunca uzanan, herkesin kullanabildi¤i bu patikalara al›flk›nd›m. Her zaman oldu¤u gibi, tarlay› toprak yoldan ay›ran çitin bir taraf›ndan bafllay›p diklemesine olarak alt›ndan geçerek öbür taraf›na uzanan bir basamak da yap›lm›flt›. Buna ç›k›p bacaklar›m› s›rayla çitin üzerinden afl›rd›m ve basma¤›n öbür k›sm›ndan tekrar afla¤› inip tarlan›n içinde yürümeye bafllad›m. 61 Sa¤daki yüksek çal›lar asfalt›n gürültüsünü büyük ölçüde emdi¤i için neredeyse hiçbir fley duyulmuyordu. Yukar›da gök kül ve gümüfl tozu kar›fl›m› bir renkteydi. Çaprazlama olarak tarlan›n öbür köflesine bakt›¤›mda bir grup k›fl a¤ac›n›n ince dallar›n›n oluflturdu¤u kusursuz danteli görebiliyordum. Patikan›n dibinde çit yerine alçak tafl bir duvar vard›; ama, gene tarlaya girip ç›kacaklar düflünülerek, bir noktada daha da alçalt›l›p öbür yan›na, kar alt›nda olmayan bölümlerinin y›llar önce yosun ba¤lam›fl oldu¤u görülebilen bir dizi basamak yap›lm›flt›. Bunlardan inip baflka bir toprak yola girdim. Az önce uzaktan gördü¤üm a¤açlar ilerideki küçük bir kilisenin bahçesindeydi. Altlar›nda duran, baz›lar› yan yatm›fl mezar tafllar›n›n önünden geçip bombofl yolda akflam sessizli¤inde ince kar›n üzerinde kendi ayak seslerimi duyarak ilerledim ve biraz ötede bafllayan köyün ilk evlerinin aras›ndan nehir k›y›s›na ç›kt›m. H›zla akan suyun ötesinde, herhangi bir yap›n›n bulunmad›¤› karfl› yakada yaz aylar›nda sazlar›n aras›nda bal›k tutanlar olacakken flimdi kimse yoktu. Bu yakada duvars›z büyük bahçelerinin ard›nda yoldan bir hayli içeride duran beyaz evlerde de herhangi bir hareket görünmüyordu. Ama tam karfl›mda eski tafl kemerleriyle asfalt› bir yakadan ötekine tafl›yan köprünün ard›ndan bat›dan yay›lan son ayd›nl›k, nehrin yüzeyinden yans›y›p her fleyi kaplam›fl gibiydi. Görmek için yola ç›kt›¤›m yer buras›yd›: bir defa daha ‹ngiltere’nin pek az insan›n ad›n› bile duymufl oldu¤u bir köflesindeydim. Bir iki ad›m daha at›p durdum; art›k gümüflün daha da parlak bir tonuna bürünmüfl olan gö¤e, kemerlerin kararan sudaki belli belirsiz yans›malar›na, hâlâ Birmingham’a do¤ru akan kamyonlara, asfalt›n ötesindeki küçük puba, sona ermek üzere olan k›sa k›fl gününün içinde dünyan›n garip güzelli¤ine bakt›m. 62 Salih Ecer ‹Ç‹MDE DER‹N B‹R ÖRGÜTLENME DUYGUSU VAR Ben sana Sat sav Demedim ki. Nihayet bir erik. Yürüyelim dedim, yüzüne bakmaya cesaretim yok. Öyle f›r f›r ediyor ki sa¤›m solum ceddimin yedi kumafllar›n› sererim caddelerine; yedi solcuyu ayakland›r›r ülkenin en flahanesinden gözünde bam teli sektiririm. Yang›n›n sönecek hali yok, f›rla Kastamonu’da çal›flmal›y›z Telaffuz cesaretin yar›s›d›r. ‹steyerek yar›m b›rakt›m Biterse uydururum. Ömrümün ah, Saf tebessümleri. 63 B‹R ‹STANDOLLU’NUN NOTLARI Alova Mistik Pythagoras - matematikçi Pythagoras yap›fl›k ikizi öteden beri kafam› kurcalayan bir sorun olmufltur. Evrensel dik üçgen formülünün sahibi; bir bak›ma, matemati¤in kurucusu bu ola¤anüstü adam, öte yanda, saçma sapan nice kat› kural›n egemen oldu¤u bir dinsel disiplinin yar›-tanr›sal önderiydi. Bertrand Russell’›n Pythagoras üzerine yazd›¤› ünlü denemesi, bir ölçüde ayd›nlat›c› oldu benim için. O kadar karanl›k görünen zihinsel bir deneyim, bu garip psikoloji, bir yönüyle gündelik düflünce ak›fl›n›n flimflekli ›fl›¤›yla bir ayd›nlan›p sönüverdi gözümde. Pythagoras Anadolu’nun bir parças› olan Samos adas›nda do¤du. ‹Ö 6. yüzy›l›n ikinci yar›s›nda ünlendi. Tiran Polykrates’le anlaflamay›nca, Güney ‹talya’ya göçtü ve orada, önce Kroton’a, daha sonra da Metapontion’a yerleflti. Hem bir matematik okulu kurdu, hem de mistik bir ak›m›n dillere destan önderi oldu. Russell’›n, “düflünce alan›nda gelmifl geçmifl en etkili insan” olarak nitelendirdi¤i Pythagoras’›n okulunun baflta gelen ilkeleri ruh göçüne inanmak ve fasulye yemeyi günah saymakt›! Kimi bilginler Pythagorasç›l›¤›n fasulyeyi yaflam›n ana tohumu, dolay›s›yla, dünyevîli¤in bir tür simgesi sayd›¤›n› ve mistik tilmizlerinin bu bitkiyi yememe kural›na titizlikle uydu¤unu yazarken; kimi yazarlar, mizahl› bir dille, ruhun göçmesi s›ras›nda, gaz halinde yanl›fl bir delikten ç›kmas›n› önlemek için fasulyenin yasakland›¤›n› belirtirler! Söylentiye göre, düflmanlar›nca k›st›r›lan Pythagoras bir fasulye tarlas›na dal›p gözden kaybolma olana¤› bulmuflken, inanc› yüzünden tarlaya girmeyip yakalanm›fl ve öldürülmüfltür. Bu mistik hareketin beyaz horoza dokunmama, k›rlang›çlar›n çat›da yuva yapmalar›n› engelleme, ›fl›k arkadayken aynaya bakmama, ekme¤i koparmama, anayolda yürümeme gibi garip kurallar› vard›. Pythagoras’›n ö¤retisi, birbirine z›t iki zihinsel deneyimi, rasyonel olanla mistik olan›; daha somut deyiflle, matematik kesinlikle tabu-kavramlardan kaynaklanan, kat› dinsel ilkeleri bir arada bar›nd›r›r. Pythagoras yalvaçl›kla matematikçili¤i birlikte yürüten bir düflünürdü. Böylece, yüzlerce y›l sürecek olan teoloji-matematik birlikteli¤inin temelini atm›fl oldu. Yaz›n›n bafl›nda söz etti¤im sorunun ayd›nlat›lmas› bak›m›ndan, Russell’›n denemesinde yer alan bir bölümü aynen çeviriyorum: “Söz64 cüklerdeki anlam de¤ifliklikleri son derece ayd›nlat›c›d›r. Daha önce ‘orji’ sözcü¤ünü and›m. fiimdiyse ‘kuram-teori’ sözcü¤üne de¤inmek istiyorum. Bu bafllang›çta, Orfik bir sözcüktü; ki Cornford’un yorumuna göre ‘tutkulu, duygudaflça tefekkür’ anlam›na geliyordu. Ona göre, bu durumda, ‘izleyici, Tanr›’yla özdeflleflir, ölümünü ölür ve yeni do¤umunda bir daha do¤ar.’ Pythagoras için, ‘tutkulu, duygudaflça tefekkür’ zihinseldi ve matematiksel bilgiden kaynaklan›yordu. Pythagorasç›l›k yoluyla ‘kuram-teori’ kavram› modern anlam›na kavufltu; ama Pythagoras’tan esinlenen herkes için vecde dayanan bir ayd›nlanma ögesini bar›nd›rd›. Okulda, istemeye istemeye, az buçuk matematik ö¤renenler için bu durum tuhaf görünebilir; ne ki matemati¤in sa¤lad›¤› apans›z kavray›fl›n insan› kendinden geçiren hazz›n› yaflayanlar, zaman zaman, matemati¤i sevenlere Pythagorasç› görüfl tümüyle do¤al gelecektir, yanl›fl da olsa. Ampirik filozof, maddesinin kölesi gibi görünebilir, ama kat›ks›z matematikçi, t›pk› müzikçi gibi, düzenli güzellik dünyas›n›n özgür bir yarat›c›s›d›r.” ◊ Makedonya. Güzel yurt, güzel insanlar. Dolar daha bozamam›fl buralar›. Ama eli kula¤›nda. Bu topraklar› görmeden, Yahya Kemal’in fliirini tam olarak duyamaz insan, diye geçirdim içimden. Üstad Üsküplü oldu¤u için filan de¤il. Bambaflka bir duygu bu, bir tür yitiklik. Ancak o kuflaklar›n tepeden t›rna¤a duyabilece¤i, sonrakilerin yaln›zca sezebilece¤i bir yitim. ◊ Kitap okurunun ortalamas› fuarlardaki kuyruklardan belli. En uzun kuyruklar, de¤me yazarlara fark atan, TV programc›lar›n›n imza standlar›nda olufluyor. Bu “yazar”lar programlar›nda söylediklerini yaz›yorlar genellikle. ‹yi ifller de yap›yorlar. Benim as›l merak etti¤im, kuyruklarda bekleflen onca genç, evet, ço¤u apolitik, medyatik gençler! Bunlar›n haleti ruhiyelerini merak etmeden geçemiyorum. Acaba o kitaplar› imzalatt›klar› anda TV’ye mi ç›km›fl san›yorlar kendilerini? Yaln›zca TV’cilerin kitaplar› için geçerli de¤il bu olgu. TV’de boy gösteren kimi bilimadamlar› da ayn› ra¤bette. Burada baflka bir psikolojik-sosyolojik boyut var. ◊ 65 PAZARDAN B‹R ÖDÜL ALDIM HER YANIM PAMUKÇUK OLDU! ◊ fiiirin dik merdiveninin ilk basamaklar›n› t›rmanan flair adaylar›n›n hiçbir zaman ak›llar›ndan ç›karmamas› gereken yapyal›n bir gerçek var: fiiir yazar› en ‘uçtu¤unu’ sand›¤› anda bile, bir fliir iflçisi oldu¤unu unutmamal›. ◊ fiiirimi ›s›rmaya çal›flanlar çevirmenli¤imi ön plana ç›kard›lar; flairli¤ime dil uzatamayanlar fliir çevirilerimi çizmeye kalk›flt›lar. Bense hem fliir çevirisinin, hem flairlik u¤rafl›n›n bir tek genifl çal›flman›n iki yönü oldu¤unu bilmenin iç rahatl›¤›yla sesimi ç›karmaya gerek bile duymad›m. Ama bir gerçek var ki, çeviriye a¤›rl›k vermek, bir bak›ma, flairlikten bir tür kaç›flt›r. Yani, çocuk do¤uraca¤›na, komflunun çocu¤unu sevmek gibi bir fley. ◊ fiaire mistik bir giysi giydirmek, sahte fliirin k›yafet balosunda geçerli olabilir, olsa olsa. ◊ Köylüler tarlalar›na korkuluk yerine, seçimden kalma parti bayraklar› asm›fllar. Kurdu, kuflu ara ki bulas›n! ◊ ‘Marksizm öldü’ laf›na can yele¤i gibi sar›lan konformist-dönek bir kesim var ki, bir zamanlar arkadafllar›n›n cenazelerini tafl›maktan yorulan bu zavall›lar faflist-demokrat-liberal bir düzenin kör-öpüflünde o duvardan bu duvara çarp›yorlar kendilerini, yaflamlar›nda üç-befl kurufl görmenin verdi¤i, y›k›ld› y›k›lacak bir sarhoflluk girdab›nda. Marksizmi ekonomizme indirgeyecek kadar (yaln›zca kitaplar› atlayarak okuman›n de¤il, yaflam› da atlayarak yaflaman›n verdi¤i kör-topal cesaretle) cahil olabilen bu sonradan-gurme zevat, Marks’›n her fleyden önce bir filozof ol66 du¤unu, ilk yap›t›n› Epiküros-Demokritos üzerine yazd›¤›n›; Frans›z toplumsal savafl›mlar›, ‹ngiliz ekonomi politi¤iyle birlikte Marksizmin en derin kaynaklar›ndan birinin klasik Alman felsefesi oldu¤unu duymazlar m›, duymufllard›r elbet! Ama ne gam! Parametreler elbette çok de¤iflti. Ama Marks’› iyi okuyanlar kendi ö¤retisinin de zaman içinde diyalektik olarak yenilenebilece¤ini yazm›fl oldu¤unu bilirler. ◊ Antik Ça¤’›n kad›n flairi Sappho’dan bir dize: ‹yilik ettiklerim yaral›yor beni en çok. ◊ 67 Hakan Savl› AVN‹ USTA Sermifller bedenini Hevsel Bahçelerine kad›nlar kufllar bakm›fl uzaktan “Avni Usta gitti” demifller … Adana, eski Viyana’yla birleflmifl o gece Küçüksaat’te köprüler, tafl sokaklar do¤mufl ve ç›rak kalabal›k bir salonda odun sobas›n›n uza¤›nda ya da sigaras›n› saklay›p ölünün baflucunda “demek öldün ha usta” demifl …derler ki, Mozart, Arzu sinemas›na kadar yürümüfl o gece afifllere bakm›fl, flalgam içmifl. “Avni Usta gitti” demifller bafl›n› al›p ç›nar altlar›ndan beklemedi Castro’nun ziyaretini… Merzifonlu Karamustafapafla Yan›kkale’ye geçmifl o gece kuflatman›n son günleriymifl yanlar›nda bir kemanc› ç›ra¤› Habsburg imparatoruyla hayattan filan konuflmufllar kendi ibrettafl›n› okflar dururmufl Nazl› Tuna yavafl yavafl akarm›fl o gece yeniçeriler bir nur âlemine dalm›fl Tafl Viyana hiç durmadan a¤larm›fl dur demifl usta yorgun bir göçmen kuflun çaresizce denize indi¤i yere yak›n bir yerde, evlat, onurlu bir yerde dur göm diflleri sökülmüfl fil lefllerini ustan› bile göm bu dümbük dolu dünyan›n dibine sus, baflucumda bana h›çk›r›klar›n› dinletme “Avni Usta gitti” demifller günefl nas›l oynat›rsa rüzgarda perdeleri turuncu bir ›fl›k nas›l ç›rp›n›rsa kumaflta gitti bir duman›n kayboluflu gibi yetimler tafl›s›n nemli topra¤a beni dedi ölü ö¤renciler, hayalciler tafl›s›n 68 cenazede yüzbin kifli toplanm›fl, Aziz Stefan Katedraline götürmüfller onu bin tonluk çanlar çalarm›fl gökte uçaklar devrim flark›lar›yla it dalafl›nda imam sormufl kurflun yaras› m›, aflk belas› m›, siyaset meselesi mi? cemaat bir a¤›zdan hepsi demifl iflte Mozart, Türk Marfl›n› o gün yazm›fl. H. Tabakan’a 2007 A¤ustos-Umuttepe SEN EL‹M‹ TUTUNCA sen elimi tutunca kalbi kar›fl›yor içimdeki adam›n sen elimi tutunca iki küçük asker cennette kap›lar› çal›p çal›p kaç›yorlar sen elimi tutunca leylekler uyumufl burunlar› nemlenmifl, maskeli süvariler damlarda açm›fllar rak›lar›, atlar› peynir kesiyor sen elimi tutunca Çinli bir flairin yama¤› dizeleri mutfakta b›rak›p orman yoluna ç›k›yor kirazlar açm›fllar çiçekleri, ilkyazm›fl sonunda sen varm›fls›n yaral› ülkemizin sen elimi tutunca sonunda dediklerini anl›yorum denizin sen elimi tutunca bana geldim de sen olmasan ben kimsesizim sen elimi tutunca akl› dolafl›yor içimdeki adam›n iki küçük asker cennette kurflunkalemle mektup yaz›yor sen elimi tutunca mahallenin k›zlar›na görülmemifl mektuplar getiriyor postac› postac›n›n flapkas›nda kar var, kar›n kalbinde gökyüzü Çin’den biri gelmifl, turflucular fliire bafll›yor sen elimi tutunca sonunda kadrosu tamamland› meyhanemizin Mesut Cemil Bey, Vaftizci Yahya elini öpüyor hanfendimizin Todori’nin köpe¤i Filozof Necla Diyor ki neyim eksik benim bir turflucudan 69 Sen elimi tutunca Afliyan tepeleri boydanboya erguvan sen elimi tutunca iki küçük asker cennetten kesip kesip at›yor tepeme fliirleri sen elimi tutunca ben hülyal› bir muaviniyim Hong-Kong’da bir minibüsün sen elimi tutunca bütün sureler akl›ma geliyor ezberletti¤i lise müdürümüzün sensiz sarsak sepelek bir tavuskufluyum bilgisizim, yorgunum, çaresizim ben yaln›z bir flairim sen elimi tutunca sadece bir flairim sen elimi tutunca yan›mda Çinli sad›k bir yamak erguvanlardan… erguvanlara … S‹LENZ‹O unut… unut art›k... tepeyi t›rman bir k›z var orda gölgelerin dilinde gözlerinde ölez ›fl›k… ad›n› kimse bilmez sen ona Silenzio de orda uyku yeflil ipek bir flehir tanr› oturmufl yoksul çat›lar yapar bir k›z onu izler kuzularla sen ona Siu de ›slak yollar› yapraklar› geç için ç›rp›n›p durur tepeye dek komflusu köylülere sor ayakizlerini ormandan geçen yavru derelere sen k›r saçl› flair, uyumak için beklersin onun kardeflli¤ini ›fl›¤›n flakalar› dolafls›n a¤açlar› yat›fls›n tepelerden gelen alk›fllar sen ona silenzio de baflucunda uyur seni o sen ona Siu de sana Siu, da¤›fl›¤›, ama gizlice derin yokluk, k›rg›n ku¤u, gün›fl›¤› do¤arken sana Siu, ac› bir borç, çok eski çok sessizce bir fliir, ama sen, silenzio de 70 ISLIK Hürriyet Yaflar Oldum bittim çalamad›m böylesini!.. Dudaklar›n› çekip çevirmenin güçlükleriyle de¤il de, üflemeli bir çalg›n›n kolayl›klar›yla çal›yor sanki... Aç›lmalar›, kapanmalar›, inifl ç›k›fllar›, pesleri tizleri nas›l da hakk›yla, hiç atlamadan veriyor... Görmeden, arkas› dönük dinleyen biri, elinde o küçük kavallardan var da onu çal›yor san›r. Çocukken, kavalc›lar geçerdi mahalleden. Kucaklar›nda, omuzlar›nda boy boy kavallar... ‹ki kalem boyunda olan en k›salar›n›n sesini, inceli¤iyle ›sl›¤a benzetirdim. Benim de vard›. Bir türlü çalamam›flt›m. Üflerken, hep istemedi¤im sesler ç›kard› parmaklar›m deliklere inip kalkt›kça. Bu öyle de¤il. Her parmak hangi deli¤e inece¤ini, orada ne kadar duraca¤›n›, kaç kez vuraca¤›n›, ne zaman kalkaca¤›n› biliyor. Kufl gibi konup konup kalk›yor olmal›lar deliklerin üzerine. Hiçbir yerde yanl›fl ç›km›yor ses. Ne rengi, ne de uzunlu¤u... Ben de flafl›rd›m iflte!.. Görmeyip, salt sesi duymak için baflka yere bakarken, o küçük kavallardan var sand›m elinde. Nas›l da al›p götürüyor buralardan insan›... Yaln›zca buralardan m›? Bugünlerden... Omuzuyla yaslan›yor kap›ya, bir dizini k›r›p aya¤›n›n burnunu öbür aya¤›n›n d›fl yan›ndan dikiyor yere, bafll›yor ›sl›¤a. “Umut!” diye ça¤›rd›lar m› içerden, dönüp bak›yor bir, sonra yanlar›na gidiyor. Elinde örtüyle, servis tabaklar›yla, küllüklerle, peçetelikle geliyor; d›flar›ya masa haz›rl›yor. Bu iflleri yaparken, ›sl›kla çald›¤› o türküyü m›r›ldand›¤› da anlafl›l›yor ama, ›sl›k gibi de¤il. Çekinik sesi uçufluyor rüzgârda. ‹yi duyamad›¤›m için, seçemiyorum sözcüklerini. Çok iyi bildi¤im bir fley hem de... Yine de an›msayam›yorum!.. Örtüyü serip elindekileri yerlefltirince yaslan›yor öylece... Tanr›m, ne güzel çal›yor!.. Gelmeyecek mi? Yar›m saati geçti. Telefon da etmedi; ben de... Bizim yapt›¤›m›z da!.. Bu zamanda bu iletiflimsizlik!.. Aç, de ki, gecikiyorum, iflim var, gelemiyorum... Ne bileyim... Ne olduysa söyle. Bulaca¤›m. Dilimin ucunda. Müzi¤inde, içimden ona efllik edebiliyorum. Hattâ onu duymad›¤›mda, sürdürebiliyorum da. Nakarat yerleri, 71 yinelemeleri... Hepsini yakalad›m. Bugünkü gibi akl›mda. Sözleri?.. Bir onlar kald›. Naynanaynay naynaynana Nananaynay nanaynana Nefleli de¤il ama! A¤›t gibi. Ruhi Su’nun türküsü. Sesi bile kula¤›mda. Dört art› dört halk fliiri biçiminde. Ama halk türküsü de¤il ki! Bu çocuk nerden biliyor öyleyse? Bunlar arabeskten baflka fley dinler miydi?.. Halk türküsü olsa neyse; evden, memleketten biliyor dersin. Sormayaca¤›m. Bir zamanlar sazla çal›p söyledi¤im, otobüslerde ayakta giderkenki trafik t›kan›kl›klar›nda patlamamak için içimden bafltan sona tümünü söyledi¤im kasetlerden hangisinin neresinde oldu¤unu bile bildi¤im türkünün nesini soracakm›fl›m! Bugün müzi¤ini m›r›ldan›r›m meraktan çatlaya çatlaya, yar›n koyar›m kaseti müzik setine, dinlerim. Gelmeyecek mi? Böyle yapt›¤› olmazd›. Bir saati de geçiyor. Telefonu kapsam d›fl›. Bir fley mi oldu? Bafllad›m da. Otur, tek bafl›na iç flimdi. Yok yok... Gelen o. Yumuk elinde de telefonu... Kalkt›m, öpüfltük. Terli... Sinirli... Telefonu sertçe b›rak›yor masaya. De¤ifltirmifl yine. Bu yenisi. Konuflacak. Arabay› servise b›rakm›fl. “Trafik kilit”mifl... “fiurdan fluraya bile taksiyle yar›m saatte” gelmifl... “Ad›m ad›m...” Haber verecekmifl ama, telefonunun flarj› bitmifl. Umut gelip rak›s›n›, suyunu doldurdu, bardaklar›na buz koyup gitti, omuzunu duvara verdi, bir dizini k›r›p aya¤›n›n burnunu dikti. “Dinlesene,” dedim gözümle göstererek. “Neyi?” “Isl›¤›...” “Ne var ›sl›kta?” “Neydi bu?” “Buuu... fiey iflte...” “Ne?” Dilinin ucundaym›fl da söyleyemiyormufl gibi sab›rs›zca burufltu yüzü. Söyleyecekmifl gibi parmaklar›n› k›r›p masaya t›kt›klad›. An›msayamay›nca, uzak an›lardan çekip ç›karacakm›flças›na bofllu¤a bakt›. Olmuyor. Omuzunun sallan›fl›ndan, dizini titretti¤i anlafl›l›yor. Yenik... Gülüyor. “Ulan neydi!” “Ç›karabilsem... Çatlayaca¤›m bir saattir. Öyle de güzel çal›yor ki velet.” Bafl›, boynu ezgiye uyarak sallanmaya, topu¤u yere vurmaya bafllad›. 72 “Çok yapt›m ben,” dedim. “Söyledim de içimden... Nay nay nay nay... Ama sözleri gelmiyor.” Rak›m›n bitti¤ini görünce, yenilemeye geldi Umut. “O çald›¤›n türkü kimin biliyor musun?” dedim. “Bir May›s m›?” der demez, arkadafl›m a¤z›ndaki rak›y› masaya püskürtmemek için yan döndü, öksürdü. Rahatlay›nca su içti. Közde piflmifl sivri biberi dibinden ›s›rd›. Çi¤nerken birden uzun uzun soluklar al›p, elini a¤z›ndan içeri esinti olsun diye sallamaya bafllad›. Çocuk, onun bunlar› kendi söyledi¤ine mi yapt›¤›n›, yoksa biberin ac› m› geldi¤ini anlamak için gülümsemeli bir merakla bak›yor. Ben de kendimi tutamay›p gülmeye bafllay›nca, bafl›mla, teflekkürlü bir ‘yeter’ iflareti yapt›m, gitti. Arkadafl›m toparland›. “Tu Allah kahretsin! An›msayamad›¤›m›z parçaya bakar m›s›n?” Ben m›r›ldan›rken kat›l›yor: “fiiflli Meydaan›’nda üç k›z Birii Çi¤deem, birii Nergis” Umut duyunca flaflk›n, gülümseyerek bak›yor: “Gel gel,” diyorum, geliyor. “Bir May›s de¤il bu türkünün ad›.” “Bugün Bir May›s ya abi. Yürüyüfltekiler söylüyordu televizyonda.” “Bir fley de çal›yorsundur sen. Saz m›?” Gururla toparlan›yor. “Evet.” “Ruhi Su’yu duydun mu hiç?” An›msamaya çal›flan gözleri bofllukta... Dönüyor sonra, kafas›n› sall›yor: “Duymuflum...” “Sözlerini biliyor musun?” diyor arkadafl›m. “Biliyorum. Çalan var kursta. Orda duydum ben de.” “Nakarat›n› biliyor musun?” diyorum, bu kez ben. Çapraz sorguda Umut. Düflünüyor. “Çalsam söylerim de... Akl›ma gelmiyor flimdi böyle.” M›r›ldan›yorum, an›msas›n diye: “Sabaah›n biir sahibii var Sorarlar biir gün sorarlar...” Arkadafl›m benden al›yor: “Biter buu deertler aac››lar Sararlar biir gün sararlar” Yinelerken Umut’un dudaklar› da oynuyor: 73 “Sararlar biir gün sararlaar” Hah iflte buydu der gibi gülümsüyor Umut. “Sözlerini tam bilsem, çal›fl›r söylerim sazda,” diyor. “Umut!” diye sesleniyorlar içerden. “Geldim,” deyifliyle kopmas› bir oluyor. “Umut ha!..” diye m›r›ldan›yor arkadafl›m arkas›ndan. “Bizimki ne âlemde?” diye bana dönüyor. “Bizim Umut?..” Bak›fllar› ›fl›lt›l›. “Üniversite s›navlar›na haz›rlan›yor,” diyorum. “Dün gibi daha,” diyor. Bafl›mla eflikteki Umut’u gösteriyorum: “Nerdeyse bunun kadar.” Derin bir soluk al›p veriyor. “Bu kadar oldu ha?..” “Bu ondan çok çok iki üç yafl büyüktür.” Saçlar›ma bak›yor. Aklara... Bafl›n› yana çeviriyor. Derin bir soluk al›p veriyor. Döndü¤ünde, gözlerinin suyu artm›fl, parlam›fl, kirpik diplerine az›c›k taflm›fl. “Yaflland›k ulan.” Barda¤›n› kald›r›p bekliyor. Vuruyorum barda¤›m›. “Bilmedi¤imiz Umutlara...” “Yeni Umutlara...” Ne kolay yumruk oturuyor bo¤az›m›za art›k. Tan›yoruz o halimizi. Seslerin titreyip çatlay›fl›ndan anlafl›l›yor. Atlatana de¤in konuflmadan, baflka yerlere bakarak bekliyoruz, birimiz öyle olunca. “Yine yapt›lar yapacaklar›n›,” diyor konuyu de¤ifltirmek için. “Gördün mü televizyonda? Sald›rtt›lar polisi.” Sesi kendini buluyor böylece. Öfke geliyor bak›fllar›na. “Her Bir May›s’ta böyle,” diyorum. “Varsa yoksa Taksim Alan›.” Ertesi sabah kaseti ar›yorum evde. Okula giden okula, ifle giden ifle gidince... O kaseti bulmam gerek. “Ben bugün ifle geç gidece¤im,” diyorum onlarla birlikte ç›kmay›nca sorular› engellemek için. “Arabay› sen al,” diye ekliyorum ard›ndan. “fiirketin bir ifliyle ilgili görüflmem var saat onda.” Al›fl›k olduklar› için sormuyorlar bir fley. Kolayca yarat›yorum bana gerekli yaln›zl›¤›. Geçiyorum müzik setinin dolab›ndaki kasetlerin, CD’lerin karfl›s›na. Kaset yap›lan uzunçalar›n ad› da o de¤il miydi? “Sabah›n Sahibi Var.” Dinlemeyeli kaç y›l oldu¤unu düflünüyor, ç›karam›yorum. Kasetlerin kutular›, dolab›n içinde bile tozlanm›fl. Umut küçükken aç›p da kasetlerin içlerinden bantlar› bal›k oltas› gibi sonuna kadar çekiyor diye yap›fl74 t›rd›¤›m›z biçimde duruyor kutular›n kapaklar›. Tanr›m, y›llard›r aç›lmam›fl. Bulamayaca¤›m onu böyle. Hepsini al›yorum dolaptan d›flar›. Gezgin kasetçi arabas› gibi oluyor hal›n›n üzeri. Onu tan›yorum renklerinden, onlarca kasetin aras›nda. Kapa¤›ndaki yap›flkanl› band› ç›kar›yorum, tak›yorum müzik setine, bas›yorum dü¤mesine... Dönmüyor. Setin ›fl›klar›n›n da yanmad›¤›n› o zaman ayr›ms›yorum. Kablosuna bak›yorum, fifli boflta. Prize de uzak. Peki ne olmufl bunun uzatma kablosu? Televizyonunkini getirip gelifligüzel uzat›yorum prizle fiflin aras›na. fiimdi dönüyor kaset. Bofl dönüflün h›fl›rt›s›n› daha duymadan, derinlerde gömülü uzak ça¤r›fl›mlar›n üstü k›p›rdan›yor. Ama ses yok!.. Gümbürdemiyor Ruhi Su. Yandaki kolonun arkas›na bak›yorum, kablosunun ucu ç›k›k. U¤rafl›p tak›yorum, gelmiyor ses. Uzaktaki kolona gidiyorum, o da uykuda. Onda hiç yok kablo. Nerde bu kablolar! ‹ki kolon daha olacak. Birini buluyorum salonun kuytu bir köflesinde. Kablosu tak›l› ama ses yok. Gidip kasete bak›yorum, dönüyor. Neden ses gelmiyor? Kabloyu izliyorum, sete gelmeden bir yerde kesiliyor. Sonuncu kolonu bulam›yorum. Deli olaca¤›m. Bu sette biz hiç müzik dinlememifliz sanki! Ya da uzun süredir bu evde oturmam›fl›z da yeni gelmifliz... Bu eflyalar, bu ev de baflkas›n›n... Gözüme, en çok müzik dinledi¤imiz yafllar›m›z›n emektar kasetçalar› tak›l›yor. Kaseti setten ç›kar›p ona... Takam›yorum. Üstüne konmufl süslerin sarkan uçlar› kapatm›fl önünü. Kapa¤› örtenleri koltu¤un üzerine at›yorum. Kaseti tak›p bas›yorum dü¤mesine... Dönmüyor. Kablosuna bak›yorum, fifli boflta onun da. Herhangi bir prize yetiflebilecek yerde de de¤il. Kald›r›p prize yak›n bir yere götürsem, üstü incik boncuk süs dolu hâlâ. Ucuz taklit heykelcikler, cam biblolar... Hepsi, hepsi gereksiz flimdi. Hepsi fazla. Setteki uzatmay› getirip kasetçalara ba¤l›yorum, dü¤mesine bas›yorum. Çal! Çal art›k... Çalmak de¤il, patl›yor. K›s›yorum, kesiliyor. Aç›yorum, patl›yor. Bunun sesi, dü¤meyi soldan sa¤a, sa¤dan sola çekerek ayarlan›yor...du. Ayarlanm›yor flimdi. Peki ne zaman bozuldu? U¤rafl›p bir yerini buluyorum dü¤menin. Orda patlam›yor ses. Çok k›s›k da de¤il. Duyabiliyorum. Bo¤uk... Ne bir fley anlafl›l›yor ne bir zevki var böylesinin. Nerde gözlerimi kapat›p dinledi¤im dupduru sular gibi Ruhi Su ça¤lay›fl›, nerde bu bo¤uk homurtu. Birden an›ms›yorum. Okuyucunun üstüne pas birikirdi. Bir çöpün ucundaki kolonyal› pamukla silerdim, aç›l›rd› ses. Demek, o günlere, tüm koflullar›yla o günlere gitmeden olmayacak. Banyodaki kulak temizleme çubuklar›ndan birinin ucundaki pamu¤a kolonya damlat›p s›k›yorum iki parma¤›mla hafifçe, ›slak pamukla siliyorum okuyucunun pas›n›. Pamu¤un beyaz› kahverengiye dönüflüyor. Öbür uçtaki pamukla kuruluyorum. 75 Aç›ld› ses. Dü¤menin yeriyle hiç oynam›yorum. ‹leri geri alarak o parçay› buluyorum, bafl›na getiriyorum band›. fiimdi k⤛t kalem haz›rlamal›. Durdura durdura yaz›yorum sözlerinin hepsini. Bin dokuz yüz yetmifl yedi Unutulmaz y›l›n ad› Bir May›s bayram› idi Sorarlar bir gün sorarlar Çalard›m da ben bunu. Söylerdim de... Arkadafl buluflmalar›nda ne güzel söylerdik. Bir denesem... Ama ba¤laman›n telleri kopuk. Çok y›llar var elimi sürmeyeli. Sap› bile atm›flt›r. Saate bak›yorum. Daha çok geç kalmamal› ifle. A¤›z tad› için dinlemeye zaman yok flimdi. K⤛d› çantama koyup üstümü giyiniyor, f›rl›yorum. Kravat›m?.. ‹flyerindekilerden ba¤lar›m. Peki biz onca müzi¤i dinlemeye nas›l zaman bulurduk? Yaln›zca dinlemeye de¤il, aralar›ndan çok sevdiklerimizi çal›p söylemek için çal›flmaya?.. Akflam iflten ç›kmadan önce parçan›n sözlerini bilgisayara aktar›p yaz›c›dan ç›kt›s›n› al›yorum. “Umutlar›n ›sl›k sanatç›s› Umut’a...” diye yaz›p imzal›yorum. Keflke el yaz›s›yla m› yazsayd›m güzelce? Zaman yok flimdi. Bugün vermeliyim. Nedense bir sab›rs›zl›k var içimde. Sanki bugün vermezsem, küllenecekmifl gibi. Eflimi aray›p, biraz gecikece¤imi söylüyorum. Yol daha uzunmufl, trafik daha t›kal›ym›fl, kald›r›mlar daha kalabal›km›fl gibi geliyor. Dünkü masam›z bofl. Oturuyorum. Yönüm kap›ya dönük. Umut yine yaslan›p ›sl›k resitaline bafllarsa eflikte, hem duymal›, hem görmeliyim. Meyhanenin sahibi geçerken “Hofl geldin,” diyor. Tokalafl›yoruz. Hal hat›r sorup içeri gidiyor. Gelir flimdi Umut. D›flardaki masalardan birini, eski garson düzenliyor. ‹fli bitince yan›ma gelip iste¤imi soruyor. Rak›, kavun, peynir, pilaki söylüyorum. Umut’u soray›m m›? Sormuyorum. Gelir. Art›k s›cak söyleyece¤im zaman, patron yan›mdan geçerken dayanamay›p, “Umut nerde?” diyorum. “Umut?..” diyor anlamam›flça. “Hani dünkü çocuk... Isl›k çal›yordu flurda...” “Haa, o Umut mu? Onu gönderdik abi.” “Niye? Bir fley mi yapt›?” Alçak sesle konuflmak istedi¤ini, öteki çocuklar duyuyor mu diye içeriye bak›fl›ndan anlay›nca, karfl›mdaki sandalyeyi gösteriyorum, oturuyor. 76 “Abi daha ne oldu flurda o bafllayal›, sigortal› olmak istiyor. Hele bir y›l, iki y›l çal›fl, ne oldu¤unu görelim de¤il mi? Burda ye¤enlerim, köylülerim var benim. Daha onlardan bile sigortal› yapmad›klar›m var. O da yabanc› diyemem, memleketlimiz say›l›r ama ben adil patron olmak isterim. Ondan öncekiler dururken onu sigortal› yapmak... Sen söyle adalete s›¤ar m› abi?” Yan›t vermek yerine rak›mdan yudum almay› seçince, beklemeyip sürdürüyor: “Ötekiler ne der bana sonra? Biz burda ne zamand›r çal›fl›yoruz, dünkü gelen sigortal› oluyor demezler mi?” Allahtan, “Hesap al!” diye ça¤›r›yorlar içerden de, hepsi onay isteyen bu soru ya¤muruna yan›t verme s›k›nt›s›ndan kurtuluyorum. “Böyle abi. O kendinden öncekilere haks›zl›k etmemi istedi, ben de kusura bakma, yapamam dedim,” diyor giderken. S›cak yemekten vazgeçiyorum. Rak›n›n kalan›n› dolduruyorum. Akrabas› olan çocuk yan›mdan geçerken su koyuyor bofl barda¤›ma. Bugün annesini ya da babas›n› topra¤a vermifl de, mezarl›ktan buraya gelmifl bir yüzle çal›fl›yor hep bu da. ‘Isl›k çal’ desen, anlamaz önce, ‘Efendim abi?’ der. Birkaç kez söylemen gerekir. ‘Isl›k çal ›sl›k! Isl›kla bir fley çal. Yüzün güler o zaman.’ Ben çalabilir miyim acaba? Hiç yönetemem dudaklar›m›. Ne zaman çalsam kötü çalm›fl›md›r. Hem de çok yorulur dudaklar›m, çenem... Sürdüremem. Nas›ld›?... Patron geldi, yüzü flaflk›n. “Sizin masan›n bu yan› kasadan görünmüyor ya, Umut geldi sand›m,” dedi, “Isl›k çal›yordu biri.” Ben ne oldu¤unu anlamay›nca, “Tamam tamam, yokmufl. Keyfinize bak›n,” dedi, gitti. Ba¤lamay› m› onartmal›, bir nefesli mi çalmaya bafllamal›? Önce müzik setini adam edip, eski kutular›n a¤›zlar›ndaki bantlar› açmal›. 2007 77 SALINIM EFEKTÖRLER‹ O¤uzhan Akay Foto¤raf: Michel Bosquet Sal›n›m sadece maddenin karakteriyle mi ilgilidir yoksa madde-ötesiler de sal›n›m yapar m›? Biz bu sal›n›mlar› nas›l hissederiz? Daha çok eflyalar›n ç›kard›¤› seslere odaklanman›z gerekir bunlar› anlamak için. Çünkü o sesler, madde-ötesilerin maddi dünyaya tafl›d›¤› gerçekli¤in habercidir. Bu sesleri efektlere benzetebilirsiniz. Efekt bir görüngü müdür peki bu durumda? Bir mesaj tafl›r m› yoksa madde-ötesilerin sal›n›m›ndan ç›kan bir s›z›nt› m›d›r? ‹ki taraf aras›ndaki koflullar, istisnalara izin verse de asl›nda sadece fark›ndal›k anlamland›rmay› sa¤layabilir. 78 Bu efektlerin kayd› ve sesin görsel tan›mlamas› yap›ld›¤›nda, madde-ötesileri de görme, tasarlama olana¤›na sahip olaca¤›z. Bunun için de ses eflik alg›lay›c›lar›n›n duyulmazl›¤› ortadan kald›r›p, sessizli¤in sesini kaydedece¤i bir teknolojik geliflimi beklemeliyiz. Belli ki orada bizi bekleyen baflka dünyalar, varl›klar var. Hem de uzay yolculu¤u yap›lmas›na gerek b›rakmayan... Amelie, Paris’te Eyfel’i gören küçük dairesinde, bir pazar günü yukardaki sat›rlar› yazd›. S›radan bir fizikçiden beklenmeyecek nitelikte bir öngörü vard› yaz›s›nda. Ö¤rencilere yar›n bu yaz›y› verecek ve üzerinde düflünerek bir de¤erlendirme yaz›s› yazmalar›n› isteyecekti... Noel’e do¤ru sanki Paris, sevgilisiyle buluflmaya giden bir kad›n gibi kokuyordu. Amelie’nin ise bu y›l da bir sevgilisi yoktu. Sigaras›ndan bir nefes daha çekti. Madeleine Peyroux’nun Half the Perfect World albümü dönüyordu CD-çalarda. Bakal›m çocuklar hissedebilecek miydi yaln›zl›¤›n ve hüznün fark›ndal›¤›n›? Bütün büyük kentlerin içinde, yar› mükemmel bir dünya var m›yd› gerçekte? Amelie, müzi¤e uygun bir ritm tutturdu bafl›yla gözlerini kapat›p. – Bu dans› bana lütfeder misin Amelie? – Zevkle, dedi Amelie. Devasa boyutta bir avizenin, tavana uzanan uzun bordo perdelerin oldu¤u bofl ve büyük bir salonda Patrice’le birlikte dönmeye bafllad›lar. Onlar döndükçe Paris de de¤iflti. Baflka bir Paris mümkündü iflte. Yaln›zlar›n, hüznün de¤il âfl›klar›n flehri Paris, dönmüfltü. Hayalde olsa bile... O anda tek gerçek, Amelie’nin sal›nan etekleriydi. 79 Bedrettin Ayk›n O⁄UL ACISI – o¤lum Özgür’e a¤›t ölüm u¤rad› evime o¤ul dal›m› k›rd› tüm ac›lar› tatt›m san›rd›m yan›ltt›n bizi ey o¤ul apans›z gidiflinle düflürdün yafll› yüre¤ime onulmaz bir o¤ul ac›s› acelen neydi ey o¤ul s›ra benimdi neden sen çok mu yordu seni k›y›larda soluk solu¤a her gün biraz daha tükenerek yaflamak dizelere s›¤m›yor o¤ul ac›s› gittin yak›nmas›z sessizce gittin biraz daha eksilterek bizi kucaklad›n ölümü hiç de adil olmayan bu yaflamla alay ederek ac›lar›m›n tarihine bir de o¤ul ac›s› ekledin 23 Haziran 2007 80 SAVAfi SÜRÜYOR Mehmet Serdar 11 Eylül’le bafllayan dehflet dönemi, her türlü öngörüyü aflan vahflet gösterileriyle sürüyor. Saddam’›n gerçekleflmesinden befl saat sonra bütün dünya televizyonlar›nda, internet sitelerinde ayr›nt›lar›yla gösterime sokulan idam›, fliddetin art›k hiçbir engel tan›madan alabildi¤ine genifl bir yatakta doludizgin akaca¤›n›n en aç›k kan›t›yd›. Ayn› gün Irak’ta art›k iç savafla dönüflmüfl çat›flmada 70 kifli öldü. Amerikal›lar›n Irakl›lar› öldürmesine gerek kalmad›. Saddam’›n idam› da bu çat›flman›n taraflar›ndan biri taraf›ndan gerçeklefltirildi ve taraftarlar›nca da büyük sevinç gösterileriyle karfl›land›. Arkas›ndan Saddam döneminin önde gelen yöneticilerinin idamlar› s›ras›nda as›lanlardan birinin kafas›n›n koptu¤u aç›kland›. Irak’ta ölen Amerikan askerinin say›s› 11 Eylül’de ölen Amerikal›lar›n say›s›n› çoktan geçti. Amerika, 11 Eylül’ün arkas›ndan giriflti¤i savaflta Afganistan’› yak›p y›kmakla yüre¤indeki intikam duygusunu tatmin edemedi. Dindiremedi¤i ayn› intikam h›rs›yla Irak’a sald›rd›. Sald›r› gerekçesi olarak ortaya att›¤›, Irak’›n nükleer silah yapmaya çal›flt›¤›na iliflkin bütün iddialar›n›n geçersizli¤i a盤a ç›kmas›na karfl›n savafl› sürdürdü. Amerikan›n sald›r›s› sonucu Irak’ta alt› yüz elli bin insan öldü. Amerikan›n verdi¤i kay›p ise flimdilerde üç bin befl yüz oldu. Amerika, 11 Eylül’den dolay› vermeyi düflündü¤ü dersin çok ötesine geçti¤inin fark›nda. Ancak bu kez ani bir kararla Irak’› b›rak›p gidemiyor. Irak’ta kalmas›n› bile isteyenler var. Amerika’n›n savafl› sürdürebilmek için gereksindi¤i kamuoyu deste¤i, birkaç kez çok zay›flad›, iflgalin meflruiyeti devrilme noktas›na çok yaklaflt›. Amerikan askerleri, iki y›l önce Felluce’de bir camide ölülerin aras›nda k›p›rdayan bir yaral›y› kameralar›n önünde kafas›na kurflun s›karak öldürebildiler. Bütün dünya televizyonlar› bu canavarl›¤› gösterdi. Dünya kamuoyu, yaralanm›fl, etkisiz hale gelmifl, teslim olmufl askerin anlaflmalara göre esir muamelesi görmesi gerekir diye fliddetli tepki gösterdi. E¤er iki taraf da savafl›yorsa, karfl›l›kl› olarak birbirlerine savafl ilan etmifllerse, ellerinde silahlar varsa birbirlerini öldürmeleri do¤al say›l›yor. En az›ndan ahlaki kabul ediliyor. Ama yerdeki yaral› askerden ölümcül bir tehdit gelebilir mi? 81 Ebu Gureyb’teki iflkence görüntülerine savafl› ç›karanlar bile inanam›yordu. Ama sald›rganl›klar›ndan bir ad›m bile geri kalmad›lar. Savafl makinesi bir an bile duraksamadan çaresiz Irak halk›n› katletmeye ve ülkesini de yak›p y›kmaya devam etti. Amerikan Baflkanl›k seçimlerine giden günlerde zay›f da olsa bir umut vard›. Dünyan›n savafl› durduramayaca¤› anlafl›lm›flt›. Dünya kamuoyunun çok büyük ço¤unlu¤u savafla karfl› oldu¤u halde, ellerinden bir fley gelmedi¤i için seyretmekle yetindiler. ‹flgal insanl›¤›n vicdan›nda kesin biçimde mahkûm edilmifl bir eylem olsa da yap›labilecek bir fley yoktu. Kimi ülkeler, yönetimleri Amerika’dan korktuklar› ya da Bush’a yaranmak için, kimileri de, ülkemizde de görülen “önleyemedi¤imiz bir savafla kat›l›rsak süreci etkileyebiliriz” türünden görüfllerle Irakl›larla çarp›flmadan savafla kat›ld›lar. Sonuçta Dünya, bu ac›mas›z savafl›n hiçbir gerekçesini kabul etmemesine karfl›n Amerika’n›n gücüne boyun e¤di. Geçen Amerikan Baflkanl›k seçimlerinde bu savaflç›, gözü dönmüfl, kendi egemenli¤i için bütün insanl›¤› atefle atmaktan bir an bile çekinmeyece¤i anlafl›lm›fl çetenin küçük bir farkla da olsa düflürülmesi bekleniyordu. Zaten ilk seçimde k›l pay› bir farkla yönetime gelmifllerdi. Ama Amerikal›lar, Irak halk›n›n çekti¤i ac›lara duyars›z kald›lar. Irak’a sald›ranlar› yeniden seçerek, yap›lanlar› desteklediklerini gösterdiler. Oysa Amerika’da, savafl›n dehfleti herkes için görülebilecek, ac›lar paylafl›labilecek kadar somutlaflt›kça, giderek ölüm ve felaket daha genifl kesimlere bulaflt›kça, savafl karfl›tl›¤›n›n güçlenmesi beklenirdi. Savafl yanl›s› propagandan›n etkiledi¤i insan say›s›n›n bir aflamadan sonra az›nl›¤a düflmesi umulurdu. Ama bu noktan›n o günlerde ne kadar uzak oldu¤unu görmek umutsuzluk verici oldu. ‹kinci dönemde de Baflkanl›k Seçimlerini savafl çetesi kazand›. Kendi içlerinde daha savaflç› bir yap›lanmaya gittiler. Savafl›n Ortado¤u’da daha da yayg›nlafl›p derinleflme olas›l›¤› belirdi. Kendi egemenli¤ini sa¤lamlaflt›rmak için bütün araçlar›, yöntemleri ve silahlar› kullanmay› akl›na koymufl bir ekip yönetimdeydi. Ortado¤u’da izlenecek strateji ve hedefteki ülkeler daha önceden aç›klanm›flt›. fiimdi o ülkelerin Afganistan ve Irak örneklerinden ders ç›kararak Amerikan yönetimine sald›r› için en ufak bir bahane vermemeleri gerekiyordu. Burada her türlü duygusall›ktan ar›nmak önemliydi. Yoksa savafl bir kez ortaya ç›kt› m›, bafllang›çta kim hakl›yd› kim haks›zd› tart›flmas›n›n hiçbir anlam› kalm›yordu. Savafl koflullar› önceki meflruiyet ölçütlerini tümüyle de¤ifltiriyordu. Nereye varaca¤› bafllang›çta kestirilemeyen dizginsiz bir süreç bafll›yordu. Bu yüzden hedefteki ülkeler ne olursa olsun savafl›n ç›k›fl›n› önlemeliydiler. Savafl›n ç›k›fl nedeni olarak Amerikan yönetimini göstermenin y›k›m› önlemek aç›s›ndan pratik hiçbir anlam› yoktu. 82 Amerika’da en son baflkanl›k seçimi de¤il ama senato ve temsilciler meclisi seçimleri, Irak savafl›n›n sona ermesi gerekti¤ini Bush’un önüne koydu. Baflkanl›k seçimlerine ise daha bir y›ldan fazla bir zaman var. Belki Irak’ta da hemen savafl durmayacak ama Bush’un savafl› derinlefltirmek, ‹ran ve Suriye’ye do¤ru yaymak plan› art›k bu noktadan sonra zorlaflacakt›r. Bu bile çok önemli bir nokta. Üstelik Irak’ta, Amerika’n›n iflgali sonucu hiç umulmad›k biçimde ‹ran’›n coflkuyla destekledi¤i güçler, yönetim konumlar› elde ettiler. ‹flgalin hemen ortadan kalkmas›n› ‹ran’›n da istemedi¤i yolunda belirtiler var. *** Dünya kamuoyunun gözünde Amerikan Yönetimi ahlaki bak›mdan sorumlu olsa da, b›rak›n cezaland›r›lmas›n›, etkisi on y›llarca sürecek maddi, manevi y›k›m› durdurmak mümkün olam›yor. Amerika Irak’tan kovulsa bile, Irak’›n kaybetti¤i insanlar geri gelmeyecek. U¤rad›¤› y›k›m› birkaç kuflakta gideremeyecek. Hedefteki ülkeler savafl› daha bafllang›çta önlemeliydi. Bu ülkelerin yapmas› gereken, uluslararas› kamuoyunun, Birleflmifl Milletlerin do¤rudan rol ald›¤› süreçlerde politika yapmak, onlara güvenmek; Amerika’yla gerginlik konumunda yaln›z bafl›na kalmamakt›. Hele uluslararas› örgütlerin, öteki büyük devletlerin hareketsiz ve nötr kald›¤› ortamlar›n oluflmas›na hiç f›rsat vermemekti. Uluslararas› kamuoyunun önerilerini yerine getirmekti. Kendilerine yard›m etmek isteyen bütün ülkelerin arabuluculu¤unu kabul etmeleri, her türlü denetime aç›k olduklar›n› göstermeleri gerekirdi. Gerginli¤in t›rmanmas›na f›rsat vermeden, k›flk›rtmalara kap›lmadan Amerika’n›n niyetini sezdi¤i anda deyim yerindeyse kendini insanl›¤›n vicdan›na teslim etmeli, uluslararas› kamuoyuna güvenmeliydi. E¤er Irak, BM’nin silah denetçileriyle aç›k, içtenlikli bir iliflkiye girseydi yaflad›¤› bu felaketi önleyebilirdi. Hiç ilgisi olmad›¤› halde 11 Eylül sald›r›s›n›n bedelini ödemek durumunda kalmazd›. Amerika’n›n Irak’a sald›r›s› kaç›n›lmaz bir yazg› de¤ildi. Irak insanl›¤›n bar›fl gelene¤ine güvenseydi bu sald›r›y› engelleyebilirdi. Bu kadar haks›z bir savafl nas›l devam edebiliyor? Haks›z ve insanl›k d›fl› da olsa, kuflkusuz bu savafl›n bile ikna etti¤i baz› kesimler var. Sald›rgan›n dayand›¤› bir temel var. Bu temeli bütün dünya ret etse de sald›rgan, özellikle kendi kamuoyunun gözünde savafl› meflrulaflabiliyor, ço¤unlu¤u sa¤layabiliyor. Sald›rgan›n bütün iddialar› çürütülmüfl, ahlaki aç›dan mahkûm edilmifl olmas›na karfl›n savafl durdurulam›yor. Savafl karfl›t› güçler etkili olam›yor. Asl›nda insanl›¤›n ortak vicdan› ve bar›fl bilincinin bugüne kadar bir sonuç vermesi beklenirdi. 83 Bizi yeni bir fliddet ça¤›na sokan 11 Eylül sald›r›s› hiçbir ülke için mutlak huzurun olmayaca¤›n› gösterdi. 11 Eylül’e karfl› gösterilen tepkinin temelinde Amerika’n›n orant›s›z güç kullan›m› var. 11 Eylül’de yaklafl›k üç bin kifli ölmüflken bu sald›r›ya verilen yan›tta Afganistan ve Irak’ta toplam alt› yüz elli bin kifli öldürüldü. Amerikan yönetimi, befl yüz milyar dolar para harcayarak bu ülkeleri boydan boya yak›p y›kmas›na ve yüz binlerce kifliyi öldürmesine karfl›n içindeki intikam ateflini söndüremiyor. ‹ntikamc› ruhu akl›n›n mant›¤›n›n önüne geçiyor: Gelifltirdi¤i önleyici savafl doktrini ile kendisine sald›r› daha yönelemeden hatta böyle bir tehdit hem uzakl›k hem de güç fark› nedeniyle neredeyse olanaks›zken, bir tehdit ve risk saptamas›nda bulunabiliyor; bu konuda kimseyi ikna etmek gereksinimi de duymadan sald›r› düzenleyebiliyor. Amerika, elindeki s›n›rs›z gücü kendince suçlu ilan etti¤i insanlar›n baflkalar›yla birlikte bulundu¤u alanlara yöneltiyor. Kulland›¤› bombalar›n her fleyi yak›p y›kmas›ndan suçluluk duymuyor, kendisi için hiçbir tehdit oluflturmayacak çocuklar›n, yafll›lar›n, kad›nlar›n, sivillerin yok edilmesini kendi savunma hakk›n›n kapsam›nda de¤erlendiriyor: E¤er insanlar, teröristlerin aralar›na girmelerine isteyerek ya da istemeden olanak veriyorlarsa, aralar›na s›zanlar› bir an önce bulup d›flar› atm›yorlarsa bir iflbirlikçi olarak ölümü hak etmifllerdir. Kentlerin yak›l›p y›k›lmas›, yaflam alanlar›n›n ateflle kavrulmas› binlerce suçsuz insan›n k›r›lmas› vicdanlar› s›zlatm›yor. Irak Savafl›yla bir kez daha görüldü ki insanl›k için en büyük felaket savaflt›r. Savafl ve fliddet yoluyla hiçbir insanc›l, bar›flç›l amaca ulafl›lamaz. Savafl, her zaman yok edece¤ini ilan etti¤i ölümcül tehlikeden çok daha büyük tehlikeye, kurtaraca¤›n› ileri sürdü¤ü insan say›s›ndan çok daha fazla insan›n ölümüne yol açar. Etkisi on y›llarca sürecek ac›ya ve y›k›ma neden olur. *** Her çeflit savafl kötüdür. Yasal savunma hakk› da içinde fliddet kullan›m›, hiçbir zaman belirli s›n›rlar içinde tutulamaz, denetlenemez. Ölçülü fliddet kullan›m›, ancak hukuksal süreçlerde, yasalara göre çok iyi tan›mlanm›fl yarg›lama ve ceza verme süreçlerinde gerçekleflebilir. Savafl, meflru bir cezaland›rma yolu de¤ildir. Savafl, suç iflledi¤i herkes taraf›ndan kabul edilmifl tarafa bile yöneltilse, yasal bir cezaland›rma yolu olarak kabul edilemez. Çünkü ceza, suçun karfl›l›¤› olarak bireysel olmal›d›r; savafl yoluyla cezaland›rmada suçla hiç ilgisi olmayan yüz binlerce, bazen milyonlarca insan ölebilir. Kendisine savafl aç›lan taraf, bunu varl›¤›n›n tümüyle yok edilmesi giriflimi olarak alg›lar ve kendini korumak 84 için bütün gücüyle fliddete baflvurur. Bu ise gene ölçünün kaç›r›lmas›, bu kez sald›rgan taraf›n yok edilmesi giriflimidir. Hukuksal cezaland›rmada suçla ceza aras›nda bir orant›, bir karfl›l›kl›l›k iliflkisi vard›r. Hukuksal yarg›lamada suçlu taraf›n yok edilmesi gibi ceza söz konusu olamaz. Yarg›lamada herkesin kabul etti¤i kurallar, normlar geçerlidir. Oysa savafl tan›mlanan suçla ilgili ya da ilgisiz insanlar›n kitleler halinde yok edilmesi demek. “Kendimi korumak benim hakk›md›r” diyen gücün, karfl›s›ndaki insan toplulu¤unu toptan yok etmeye kalkmas› kabul edilemez. Bu nedenle her çeflit savafl gayri meflru say›lmal›. Taraflardan biri bile savafl› istemese, savafl olmaz. Savafl, ancak her iki taraf savafl› isterse, silah kullanmay› kendine verilmifl mant›ksal bir hak sayarsa, savafl yoluyla bir sorunu çözece¤ine inan›rsa ç›kar. Peki ama kendisine aç›k bir silahl› sald›r› yöneltilmifl ülke ne yapacak, silahla kendini savunmayacak m›? Baflka bir kendini savunma biçimi var m›? Elbette var. Dünyada savafl› önleyebilecek bir insanl›k vicdan›n›n olufltu¤unu art›k kabul etmeliyiz . Yeter ki bu güce inan›ls›n, bu güce güvenen bir yol izlensin. Onun kendini ortaya koyabilmesine f›rsat tan›ns›n. Kuflkusuz ki o, haz›r, organize ve her an kullan›labilecek fiziksel bir güç durumunda de¤il henüz. Bar›fl, vicdanlarda boy veren bir harekettir, her bunal›mda yeniden canland›r›lmal›, yaflama geçirilmelidir. Gizli amac› ne olursa olsun sald›r›da bulunan her güç, kendini özsavunma, varl›¤›n› koruma konumunda gösterir. E¤er silaha baflvurmazsa ölümcül bir tehdide boyun e¤mifl olaca¤›n› ileri sürerek kendi kamuoyundan onay almaya çal›fl›r. Dolay›s›yla sald›r› tehdidine u¤rayan ülke, sald›rgan›n kendi kamuoyundan onay almas›na olanak veren eylemlerden, k›flk›rtmalardan kaç›nmal›; tam tersine dünya kamuoyuna, insanl›¤›n vicdan›na güvenmeli, genifl kesimlerin deste¤ini alacak bar›flç› giriflimlerde bulunmal›d›r. Sald›rgan› silahla yenmeye çal›flmak, bütünsel ve genifl çapl› bir savafla giden uçuruma yuvarlanmak, k›sa bir süre sonra kimin hakl› kimin haks›z oldu¤unun anlams›z oldu¤u bir kaos ve y›k›m ortam›na sürüklenme demek. Sald›r›ya u¤rad›¤› için bafltan hakl› say›lmak, sonunda da her zaman hakl› ç›k›laca¤› anlam›na gelmez. Sonuçta yüz binlerce insan›n öldü¤ü bir k›r›m ve y›k›mdan sonra hakl› olmak ya da kazanmak ne anlam gelir? Ölüm geri dönüflü olan, onar›labilecek geçici bir olgu de¤il ki. fiiddet her zaman bafllang›çtaki korunma amac›n› çok aflan ac›lara neden olur. fiiddetin sonuçlar›n›n herkese, özellikle fliddeti uygulayanlara ve fliddete e¤ilimli olanlara çok aç›k biçimde gösterilmesi gerekir. fiiddeti uygulayan kurban›na verdi¤i ac›y› bilmeli. Nas›l insanl›k d›fl› ve ac› verici bir eylemde bulundu¤unu görmeli. Çektirdi¤i ac›y› somut olarak karfl›s›nda bulmal›d›r. fiiddeti kullanmay› kendine hak sayan, parçalad›85 ¤› bedenle bir süreli¤ine de olsa bafl bafla kalmak zorunda b›rak›lmal›. Hangi amaçla bu ifle giriflmifltir, flimdi elde etti¤i sonuç bu amaçla uyuflmakta m›d›r? ‹flkencecilerin varl›¤› bu tezi çürütmüyor mu? ‹flkencecileri normal insan sayabilir miyiz? ‹flkenceci, ac› verdi¤i savunmas›z bedenle karfl› karfl›yayken ne hisseder? Cesetlerin yan›nda poz veren asker görüntüleri nas›l aç›klan›r? fiiddetin k›sa dönemde insanl›¤›n gündeminden ç›kmas› kolay de¤il elbette. Varl›¤›n› tehdit alt›nda duyumsayan insan›n tarih boyunca baflvurdu¤u bir araç olmas›, fliddeti neredeyse insan do¤as›n›n bir parças› yapm›flt›r. fiiddet kültürünü gündelik yaflamdan kaz›mak için çok kapsaml› bir mücadele yürütülmezse baflar› elde etmek kolay de¤il elbette. Öte yandan fliddet tümüyle ortadan kald›r›l›ncaya kadar bir yasal fliddet tan›m› yapmak da kaç›n›lmaz. Yasayla tan›mlanm›fl nötr bir gücün insanlar›n can güvenli¤ini korumak amac›yla tan›ml›, ölçülü, s›n›rl› ve denetime aç›k bir meflru fliddet kullan›m› olmazsa, tüm toplum olarak fliddeti uygulayanlar›n, fliddet eylemcilerinin tutsa¤› durumuna düflmez miyiz? Toplum böyle nötr bir gücü haz›rda tutabilmeli. fiiddetin bireysel düzeyde bütün biçimleri gayri meflrudur. Çünkü birey, korunma amac›yla baflvursa da fliddetin ölçüsünü tutturamaz. fiiddete maruz kalan ölçülü ve orant›l› bir karfl› fliddet uygulamas›nda bulunamaz. fiiddete u¤ram›fl birinin savunma fliddeti s›ras›nda akl› devre d›fl›d›r. Bütünüyle içgüdüsel bir savunma düzene¤i harekete geçmifltir. Birey, maruz kald›¤› fliddetin boyutu ne olursa olsun kendini ölüm tehlikesi içinde duyumsar. Gövdenin alarm düzene¤i, biyolojiktir ve akl›n denetiminin d›fl›ndad›r. Tümüyle bedensel olan alarm düzene¤inin tarihi, bilincin geliflimine göre çok eskidir. fiiddet an›nda bilinç devre d›fl› kal›nca, sa¤l›kl› de¤erlendirme olana¤› ortadan kalkar. Maruz kal›nan fliddeti ölçmek ve onu dengeleyecek karfl› fliddetin s›n›rlar›n› saptamak, ancak d›flar›dan baflka bir oda¤›n yapabilece¤i bir de¤erlendirme. Bu odak öncelikle nötr bir nitelikte olmal›. Toplum ad›na davranan güvenlik örgütü ile yarg› düzeni bu görevi yerine getirebilir. Yaln›zca bu yap›, yak›n tehlikeye karfl› güvenlik için kulland›¤› fliddetin ölçüsünü tutturabilir. Ayr›ca bu uygulama da sürekli bir gözlem, elefltiri ve denetime tabii olmal›. Bu alanda özne güç, devlettir. Devletler aras› iliflkilerde de s›k s›k fliddete baflvurulur. Devletin de savunma içgüdüsü harekete geçti¤inde ölçü, s›n›r ve orant› yoktur. Dolay›s›yla bu türden güçleri de dizginlemek ancak nötr, üzerinde herkesin mutab›k kald›¤› her aflamada sorgulanabilen, kendini meflrulaflt›rmak, ak›lc›laflt›rmak durumunda olan uluslararas› bir güç yoluyla olabilir. Nötr güç gereksinimi, t›pk› ulus ölçe¤inde oldu¤u gibi uluslararas› alanda da geçerlidir. 86 Savafl, vicdan›m›z› köreltti¤i gibi beynimizi de zehirliyor. Herkese kötü örnek oluyor. ‹flgalin bu kadar pervas›z, engelsiz yap›labilmesi baflka iflgal niyetlilerini de heveslendiriyor, cesaretlendiriyor. Sald›rgan gücün do¤al hak sayd›¤› iflgal ve katliam hakk›n›n kendilerine de tan›nmas›n› talep edenler s›raya diziliyor. “Amerika nas›l kendisine zay›f bir düflman seçip sald›r›yor, yak›p y›k›yorsa, ayn›s›n› yapmak bizim de hakk›m›z, sald›rd›¤›m›zda bize de kimse kar›flmamal›. Ama bizi engellemeye çal›fl›yorlar. Bu çifte standart de¤il mi? Kendileri as›yorlar, bizim asmam›za izin vermiyorlar. Böyle adalet olur mu?” sorular›, yaln›zca kahvede okey oynarken siyasi fikir gelifltirenlerin, yay›lmac›l›k hayalleri görenlerin de¤il. Irak Savafl›, fliddeti kullanmak isteyen herkese kötü örnek oldu: “Bak›n Amerika hiçbir engellemeye, sorgulamaya, elefltiriye u¤ramadan kendi ç›karlar›na uygun davran›yor; yasa, hukuk, ahlâk tan›m›yor ve hiçbir yerden de yapt›r›m görmüyor. Böyle bir ortamdan, bölgedeki bu kaostan kendi ulusal ç›karlar›m›z do¤rultusunda sonuna kadar yararlanal›m. Hem ulusal ç›karlardan daha üstün bir de¤er mi var?” Geçmifl hatalardan ar›nma u¤rafl› yerine bugünkü iflgali örnek göstererek geçmiflte yap›lanlar› hakl› ç›karma çabas› yayg›n bir e¤ilim durumunda. Bu, yaflad›¤›m›z ortam› daha çok zehirliyor. Herkes fliddeti kullanmak için kendini daha çok hakl› say›yor: “Bizi geçmiflimizle yüzleflmeye ça¤›ranlar Irak’a baks›nlar. Öncüleri bugün neler yap›yor?” Diyelim yeni bir terörist sald›r›y› engellemek ve daha önce de ans›z›n sald›rarak sizi gafil avlam›fl bir düflman›, bu kez siz erken davranarak yuvas›nda yok etmek istiyorsunuz. Düflman, sizi bofl bulundu¤unuz bir anda, evinizde, kendinizi güvende hissetti¤iniz bir s›rada kalbinizden vurmufl. Onu bofl b›raksan›z ilk f›rsatta bu darbeyi yineleyecek. Bu kez sald›r›y› beklemiyor, siz sald›r›yorsunuz. Terörü bar›nd›ran topraklara giriyor, teröristleri koval›yorsunuz. “‹nsan›n kendisini savunmas›ndan daha do¤al ne var?” Düflünüyorsunuz ki ölümüne bir savaflsa söz konusu olan, kendini savunmak için ön almak meflru hak. Hukuksuz say›lsan›z da, iflgalci, istilac› olarak suçlansan›z da kendinizi savunacaks›n›z. Yaflama hakk›n›z için baflkalar›ndan izin alacak de¤ilsiniz. Siz onu vurmazsan›z, o sizi vuracak. Yabanc› topraklara dald›n›z ama savaflacak düflman nerede? Kime atefl edeceksiniz? “Hey bak! Senin düflman›n olan ben buraday›m, gel beni öldür” diye görüntü verecek olan kim? Karfl›n›zdakilerin yapaca¤›, üstün bir askeri güç karfl›s›nda vur kaç takti¤i uygulamakt›r. Onlar, sizin düzenli ordunuza karfl› gerilla takti¤i kullanacak, size sald›rd›ktan sonra silah›n› b›rak›p sivil halk›n aras›na kar›flacakt›r. Siz ne yapacaks›n›z? 87 Karfl›n›zdaki grup aras›nda size sald›ran da var ama hangisi? Düflman›n bu grup içinde oldu¤unu biliyorsunuz ama ay›rt edemiyorsunuz. En kestirme yol, karfl›n›zdaki, içinde teröristlerin sakland›¤› grubu ve yerleflim bölgesini tümüyle imha etmektir. Böylelikle teröristleri de, teröristlerin sakland›klar› mekanlar› da, asl›nda teröristlerin yetiflti¤i toplumsal ve fiziksel alanlar›n›n tümünü yok etmifl olursunuz. Bütünüyle yabanc› olan alanlarda ince ayr›mlar yapmaya, suçluyu suçsuzdan ay›rmaya, evrensel hukuk ilkelerini uygulamaya f›rsat m› var? Yap›lacak en “ak›ll›ca ifl”, k›p›rdayan her canl›ya kurflun s›kmak. Ne yapal›m ki savafl böyle bir fley. Yoksa düflman, ilk f›rsatta, aç›k verdi¤iniz anda, size ölümcül darbeyi indirir. Üzerine do¤ru gelen, hareket eden her fleye atefl etmezseniz varl›¤›n›z büyük bir tehdit alt›ndad›r. Bombay› atacaks›n›z ama kime? Bomba düfltü¤ü yerdeki her fleyi yok eder. Eli silahl› suçluyu öteki insanlardan ay›rt etmez ki. Silahl› adam sald›r›r, ama sonra hemen sivillerin aras›na saklan›r. Onlar› aramaya giriflmek, zaman kaybetmek, düflmana yeniden sald›rmas› için f›rsat vermek anlam›na gelir. Bu durumda siz de can güvenli¤ini sa¤lamak için herkesi öldürmek zorunda kal›rs›n›z. Sonuçta en masum savafl bile sivillerin, çocuklar›n, yetiflkinlerin ayr›m gözetmeksizin toplu öldürülmesi demektir. “Benim amac›m eli silahl› olanlar, canl› bombalar, teröristlerdi” demek sonucu de¤ifltirmez. Düflmanlar›n›z ise bu durumu özellikle yaratmak isterler. Sizin ne kadar vahfli bir sald›rgan, ac›mas›z bir istilac› oldu¤unuz tüm dünyaya gösterilir. ‹kinci olarak sizin amaçlar›n›z aras›nda sivil halk› öldürmek de oldu¤u bölge halk›na anlat›larak silahl› direniflçilerin say›s› art›r›lmaya çal›fl›l›r. Böylece savaflt›kça düflman›n›z› ço¤altm›fl olursunuz. K›sa dönemde düflman› sindirmek konusunda at›lan ad›mlar›n baflar›s› yan›lt›c›d›r. ‹flgalcinin en sonunda bulundu¤u topraklar›n sahipleri taraf›ndan kovulmas› kaç›n›lmazd›r. *** Sald›rgan›n ülkesinde de bir savafl karfl›t› hareket var. Uluslararas› sayg›n isimlerden olufluyor. Bu hareket Bush’un ilk döneminde özellikle Michael Moore’un 9/11 filmiyle doruklaflt›. Önce Cannes Film Festivalini kazanarak kendi dal›nda rekor izleyiciye ulaflt› ama sonuçta bir filmdi. Dünyadaki bütün insanlar›n Bush ve ekibine karfl› nefret duygular›n› dile getirmesine karfl›n Amerika’da savafl› durduracak ölçüde dengeleri de¤ifltiremedi. ‹flgalin son iki y›l›nda ise savafla karfl› en kararl› ve etkili mücadeleyi sürdüren bar›fl aktivisti Chindy Shedeen o¤lunu savaflta yitirmifl bir anne. Fakat onun eylemi bile s›n›rl› kald›. Shedeen’le simgelenen bar›fl ha88 reketi, zaman zaman yükselse de Bush ve ekibini durdurabilecek bir güce eriflemedi. Bunda savaflta ölen evlatlar›n› “ifli savaflmak olan ücretli profesyoneller” olarak gören anlay›fl›n Amerikan toplumunda a¤›r basmas›n›n etkisi vard›. Askerler, ülkesi için can›n› feda eden vatanseverler olmaktan önce ald›klar› risklerin karfl›l›¤› toplum taraf›ndan dolgun ücretlerle karfl›lanan ücretli elemanlard›. Sonunda Shedeen da kamuoyunun savafl konusundaki duyars›zl›¤› karfl›s›nda büyük bir umusuzlu¤a düflerek suskunlu¤u seçti. Bütün dünya insanlar›n›n tepkilerine karfl›n Amerika’da kamuoyu, ikincil say›labilecek skandallarla oyaland›. Beyaz Saray’›n Irak’›n Nijerya’dan nükleer madde sat›n almak için çal›flt›¤›n› kan›tlamas› için görevlendirdi¤i bir D›fliflleri görevlisinin araflt›rmalar› sonuçsuz ç›kt›¤› için rapor vermemesi üzerine kar›s›n›n haber alma görevlisi oldu¤unun bas›na s›zd›r›lmas›yla patlak veren skandal çok etkili oldu Bugün Irak’ta iflgale karfl› farkl› tutumlar alan iç güçler, en sonunda birbirlerine düflman oldular birbirleriyle savafl›yorlar. ‹flgale karfl› yürütülen mücadele kadar sert bir mücadele de iç savaflta yaflan›yor. 89 Nazmi A¤›l HOfi GELD‹N, çantan› girifle f›rlatarak hemen koflma odana, kampanyadan kazand›¤›n hediye kontörler, b›rak, yanarsa yans›n. Kendilerini ancak bir erke¤in anlayaca¤›n› düflündükleri anlar› olur babalar›n. Yan›ma gel, yan›mda dur: Ö¤len günefline tutsak tozlu çamlar aras›ndan, uzak denize benimle bak. ‹lk insandan bafllay›p birbiri içinden ç›karak uzayan teleskobik kozmik göz olmay›verelim, öyle yan yana dururken ikimiz. Her fleyin müthifl bir h›z içinde akt›¤› otoban üstünde bir araba bir arabay› geçerken durur gibi olduklar› ‹nanmazl›¤›n ask›ya al›nd›¤› o ayr›cal›kl› an içinde kalal›m, ortak haf›zay› besleyen damarda bir kopufl, bir göz k›rp›fl, unutufl, unutulmufl olal›m, babayla o¤ul, iki arkadafl. Gel, sokul, hat›r›m› sor, hüznümü paylafl. 90 ÇA⁄DAfi SOSYAL B‹L‹MLER, ÇEV‹R‹B‹L‹M VE ÇEV‹R‹ ELEfiT‹R‹S‹ Ayfle Banu Karada¤ Çeviri elefltirisine iliflkin tart›flmalar birçok yönüyle hâlâ zihinleri meflgul etmektedir. Tart›flmalar, elefltiride benimsenecek yöntem(ler) üzerinde yo¤unlaflmaktad›r. Y›llar boyunca edebiyat elefltirisi ile bir tutulan ve bu alandakilere benzer, hatta ayn› yöntemlerle yap›lmas› uygun görülen çeviri elefltirisinin özelde kendisinin, genelde ise çeviri alan›n›n geliflimine katk›da bulun(a)mad›¤› gözlemlenmifltir. Çeviri alan›n›n geliflimine pek katk›da bulunamayan baflka bir çeviri elefltirisi türü de ço¤unlukla öznel be¤eniler üzerine temellenen kiflisel de¤erlendirmelerden oluflmaktad›r. Bu tür çeviri elefltirisi alan›nda yöntemde nesnellik aray›fl›n› h›zland›rm›flt›r. Hiç kuflku yok ki, ba¤lamdan tümüyle soyutlanm›fl hata/yanl›fl listelerinin sunulmas›, okurlar taraf›ndan be¤enilerek okunan güzel çevirilerin çeviri dergilerinde “çevrilmemifl yap›tlara önsözler” bafll›¤› alt›nda “yok-çeviriler” olarak de¤erlendirilip yok say›lmas› bu aray›fl›n ç›k›fl noktas›n› oluflturmufltur. Bu aray›fla kat›lan çeviri uzmanlar›n›n sorunun çözümünü çeviri kuramlar›nda aramas› flafl›rt›c› de¤ildir. Afl›r›-öznellikten vazgeçilmek üzere nesnelli¤e dört elle sar›l›rken temel dayanak bilim olarak görülmüfltür. Kuramlarda çeviri elefltirisine iliflkin neler den(me)di¤i çeviri uzmanlar› taraf›ndan yorumlanarak çeflitli çeviri elefltirisi yöntemleri ileri sürülmüfltür. Çeviri elefltirisinde benimsenen yöntem(ler)in nesnelli¤i/öznelli¤i çerçevesinde de bilimsellik gündeme gelir; çünkü bilimsel bir yöntemle yap›lacak çeviri elefltirisinin genel olarak çeviriye katk›da bulunaca¤› iddia edilir. Çeviribilim ba¤lam›nda bu iddian›n do¤rulu¤u tart›fl›lmaz niteliktedir. Ancak çeviri elefltirisinde bilimsel bir yaklafl›m›n benimsenmesi bile birbirinden tümüyle farkl›, hatta birbirine z›t yorumlarla sonuçlanabilir. Birbirinden farkl›, hatta z›t yorumlar farkl› “bilimselliklerin” söz konusu olabilece¤inin alt›n› çizer. Bu olas›l›k, bilimsel do¤rulu¤un biricikli¤ini tart›flmaya açar. Çeviri elefltirisinde yönteme iliflkin ikircikli birçok durumun yaflanmas›nda da kendini gösteren çeviribilimin do¤as›na iliflkin temel sorun kan›mca budur. Bu nedenle, yaz›mda çeviri elefltirisinde yöntem üzerinde de¤il de, özellikle bu yöntem sorununun temelinde yatt›¤›n› düflündü¤üm temel etmen(ler) üzerinde durmaya çal›flaca¤›m. 91 Ülkemizde, gerek pozitif bilimlere genel yaklafl›m›n gerekse bu akademik disiplin için Türkçe’de kullan›lan terim içerisinde yer alan “bilim” sözcü¤ünün etkisiyle bu tart›flmadan rahats›zl›k duyanlar, öncelikle bu akademik disiplin hakk›nda kuflku duymaya bafllam›fl olabilir. Kuflkunun temelinde çevirinin ve çeviribilimin do¤as›na iliflkin farkl› görüfllerin yatt›¤› aç›kt›r. Gerçekte, çeviri ile ilgili her türlü çal›flmay› ele alan çeviribilimin ortaya ç›k›fl flekli ve zaman›n›n, bu bilim dal›n›n do¤as›na iliflkin belli öngörüleri beslemedi¤i söylenemez. Çeviribilimin, ilk zamanlarda, kendi oluflumuna temel ald›¤› ve uzun zaman kendisinin bir alt dal› oldu¤u (o dönemdeki) dilbilim gibi belli yasalar/kurallarla iflleyece¤i düflünülmüfltür. Sözü edilen dönemde yasa/kural koyma durumunun dilbilimde, dolay›s›yla da çeviribilimde kendini göstermesinde etkili olan yap›salc› yaklafl›md›r. Bu yaklafl›m ba¤lam›nda, bir göstergenin yerine baflka bir göstergeyi koyarken tikel (addedilen) bir gösterilenin dokunulmazl›¤›n›n korunmas› üzerine temellenmifl kuramsal görüfllerin, çeviri uygulamalar›yla örtüflmedi¤i, hatta çeviri gerçekleriyle belli noktalarda çeliflti¤i anlafl›l›nca çeviribilimin do¤as› daha da tart›fl›l›r hale gelmifltir. Her tart›flmada oldu¤u gibi – hatta konu “bilim” oldu¤undan, her tart›flmadakinden daha da üst seviyede –, bu tart›flmada da konuya çeflitli çekincelerle yaklafl›lm›flt›r. Dilek Dizdar “Çeviribilim: Konular, Sorunlar, Aray›fllar”1 bafll›kl› yaz›s›nda bu çekincelerin nedenlerini ve sonuçlar›n› çarp›c› dille kaleme al›r: “Çeviribilimde tan›m›n s›n›rlar›n› gevfletme konusunda çekinceler oldu¤unu gözlemliyoruz. Örne¤in Vermeer’in devingen ve de¤iflken süreçler üzerine kurulu, göreceli¤i ve öznelli¤i öne ç›karan, kaynak metnin kutsall›¤›n› y›kan yaklafl›m›na getirilen elefltirilerin hemen hiçbiri kuram›n öncüllerine ya da yap›s›na yönelik de¤ildir; genelde elefltirmenlerin en çok rahats›zl›k duydu¤u nokta, kaynak metne sadakatin yok oldu¤u görüflüdür. Uçlar›n aç›lmas›yla çeviri ele avuca s›¤mayacak, nerden tutaca¤›m›z› bilemeyece¤imiz bir fley olacak, çeviribilim y›k›lacak, çeviri e¤itimi yolunu flafl›racak, hatta çevirmenler çeviri yapamayacaklarm›fl gibi bir korku yayg›n.” (2004: 5) Ayr›ca Dizdar, çeviribilimcilerin bir yanda kültür, ideoloji gibi çeviri kavramlar› üzerinde çal›fl›rken, öte yanda geleneksel çeviri anlay›fl›n› kulland›klar›n›, bunlar›n birbirleriyle iliflkisini ya da birinden öbürüne geçifli sorgulamad›klar›n› ve sorgulama yap›lmamas›n›n çeviri e¤itimi, çeviri elefltirisi, çeviri uygulamalar›na olumsuz yans›d›¤›n› belirtir. 92 Dizdar’›n sözünü etti¤i olumsuz yans›malarda kaynak metne sadakat üzerine temellenen soru(n)lar öznellik/nesnellik, görecelik/bilimsellik tart›flmas›n› yeniden tetikler. Bu flekilde, çeviribilim ve alt-alanlar›nda bilimsellik aray›fl› çark› yeniden ifller hale gelir. Bilimsel onanma iste¤iyle iflleyen büyük bilimsellik çark›n›n dönmesinde en önemli rolün, nesnellik küçük çark›na düfltü¤ü fleklinde yorumda bulunulabilir. Nesnellik çark›n›n ifllemesine, öznellik çark›n›n karfl› ç›kt›¤›/ç›kaca¤› da aç›kt›r. Burada önemli ve tehlikeli olan nokta, bu karfl› ç›k›fl(lar)›n bilim dal›nda bir k›s›r döngüye girilmesine yol açma olas›l›¤›d›r; çünkü bu k›s›r döngü etkisini elbette tüm bilim dal›nda kendini gösterecek ve bu bilim dal›nda çal›flan kiflileri aray›fla de¤il de, bir ç›kmaza yönlendirecektir. Ç›kmaza girmemek için bence öncelikle yap›lmas› gereken – çeviribilim üzerine düflünmeden/çal›flmadan önce –, ça¤dafl sosyal bilimler üzerine düflünmek/çal›flmakt›r. Ça¤dafl sosyal bilimlerin do¤as›n›, iflleyifl biçimini, baflka bir deyiflle ça¤dafl sosyal bilimler felsefesini anlam›fl olmak, kiflilerin ilgili bilim dal›na yaklafl›mlar›n› bafltan etkileyerek, ileride bilim dal›n›/kiflisini ç›kmaza götüre(bile)cek olas› olumsuz/yarars›z yarg›lar›n, görüfllerin ortaya ç›kmas›n› belli bir oranda engelleye(bile)cektir. Ça¤dafl sosyal bilimler felsefesi bu yaz›n›n s›n›rlar›n› aflmaktad›r. Ne var ki k›saca sorunun çözümünü neden burada gördü¤ümü aç›klamak ad›na önemli gördü¤üm birkaç noktaya Brian Fay’in Ça¤dafl Sosyal Bilimler Felsefesi. Çokkültürlü Bir Yaklafl›m2 adl› kitab›na de¤inerek k›saca aç›kl›k getirmek istiyorum. Farkl› olan› anlamaktan yola ç›karak anlam›n do¤as›, yorumun niteli¤i, nesnelli¤in olabilirli¤i gibi önemli konular› irdeleyen Fay, bu kitab›nda, sosyal bilimler alan›nda günümüze dek ikili karfl›tl›klar fleklinde ele al›nan baz› kavramlar aras›nda gerçekte yüzeysel bir karfl›tl›k oldu¤unu ileri sürer. Fay’e göre, aralar›nda kesin s›n›rlar bulunmayan bu karfl›t kavramlar birbirileri taraf›ndan beslenir. Her kavram, zaman içinde tepki fleklinde, karfl›t kavram›n› oluflturur. ‹kici düflünme biçimi sosyal bilimlerde çal›flan insanlar› bu kavramlardan birini seçmeye zorluyor görünür. Bu çerçevede ikili karfl›tl›klar aras›nda gerilimin bulunmas› ola¤an bir durumdur. Sosyal bilimler alan›nda çal›flan kiflilerin gerek bu gerilime gerekse bu ikili karfl›tl›klara özellikle dikkat etmeleri gerekir. Bu “tehlikeli” kavramlara, “ya o ya da bu” de¤il de “hem o hem de bu” fleklinde yaklaflman›n ise sosyal bilimlere aç›l›m sa¤layaca¤› aç›kt›r. Çeviribilime, çevirmene, genel olarak çeviri eylemine bu flekilde yaklafl›ld›¤›nda flu an tart›fl›lan/sorunlu görülen bilgikuramsal, ontolojik, yöntemsel vb. birçok konunun birçok yönüyle çözüme ulaflabilece¤i iddia edilebilir. Ayr›nt›ya girmeden, son bir gözlem olarak, Fay’in önerdi¤i 93 bak›fl aç›s› çerçevesinde – ne mutlu ki – çeviribilime, çeviri eylemine, çeviri elefltirisine yaklaflanlar oldu¤unu söylemek istiyorum. Bu noktada ça¤dafl çeviri kuramc›s› Hans J. Vermeer örnek olarak gösterilebilir. Vermeer’in çeviri elefltirisine yaklafl›m›, öznellik/nesnellik ve görecelik/bilimsellik kavramlar› üzerine temellenir; insan›n do¤as›nda var olan bu kavramlar birbirleri için her zaman bütünleyici nitelik tafl›r. Örne¤in, bu konudaki kapsaml› çal›flmas›nda Banu Tellio¤lu-Altu¤3 kuramc›n›n yaklafl›m›n› flu flekilde özetler: “Vermeer’in bilimselli¤i göreceli¤i d›flar›da b›rakmaz, çeviri eyleminin bir parças› olarak göreceli¤i içine al›r. Öte yandan, görecelik kavram› onun için tek dayanak noktas› olmam›fl, bilimsel yöntemle birleflen, onunla çeliflmeyen bir ç›k›fl noktas› olarak kullan›lm›flt›r.” (2004: 166) Sonuç olarak, çeviri elefltirisi alan›nda yöntem üzerinde tart›flmaya girmeden önce, çeviribilimin do¤as› üzerine konuflman›n, bu alan› sosyal bilim ba¤lam›nda de¤erlendirmenin daha yerinde, daha yararl› olaca¤› kan›s›nday›m. Bu içerik çerçevesinde sözü edilen konularda yap›lacak gerek disiplin-içi gerekse disiplinler-aras› önsel sorgulamalar›n, çeviri elefltirisine olumlu yans›yabilece¤ini, önerilecek yöntem(ler)de niteli¤i artt›rabilece¤ini düflünüyorum. Notlar: (1) “Çeviribilim: Konular, Sorunlar, Aray›fllar”. Varl›k. 2004. 1155. 3-8. (2) Ça¤dafl Sosyal Bilimler Felsefesi Çokkültürlü Bir Yaklafl›m (Contemporary Philosophy of Social Science. A Multicultural Approach. Çev. ‹smail Türkmen). Ayr›nt› Yay.. ‹stanbul. 2005. (3) “Hans J. Vermeer’in Skopos Kuram›nda Görecelik Kavram›n›n Yeri ve Bu Kavram›n Çeviri Elefltirisine Yans›malar›: ‘Görece Görecelik’ ”. Çeviribilim ve Uygulamalar›. 1998. Hacettepe Üniversitesi. Ankara. 159-167. 94 GURBET TV. Nihat Ziyalan 1980 y›l›nda sevgili Türkan fioray’›n yönetti¤i Azap filmini bitirmifl yeni bir ifl beklerken birdenbire seks filmleri furyas› bafllad›. Öyle teklifler geliyordu ki, paras›zl›ktan kabul ederim diye kendimden korkmaya bafllam›flt›m. En do¤rusu kaçmak diyerek yollara düflüp kanguru ülkesine s›¤›nd›m. O s›ralar Türklerin oturdu¤u semtlerdeki video dükkânlar› Yeflilçam filmlerinin video kasetlerini getirtip kiraya veriyordu. Videoculuk neredeyse kebapç›l›k gibi bir ifl koluydu. Bafllarda artist gelmifl diye bir havam oldu Sydney’de. Sonra ‹spanyol dizileri havam› ald›. ‹stanbul’dan Sydney’e gelen uçaklar Türk gazetelerini buraya tafl›rken, oradaki televizyonlarda boy göstermeye bafllayan ‹spanyol dizilerinin video kasetlerini de tafl›yordu. ‹spanyol dizilerine gösterilen ilgi futbol maçlar›n›n video kasetlerine gösterilen ilgiden fazlayd›. Futbol maçlar›n› genellikle erkekler, ‹spanyol dizilerini belki de kundaktaki bebe¤e dek herkes izliyordu. Diziler baz› seyircilerde öyle bir al›flkanl›k yapm›flt› ki, telefonla Türkiye’deki akrabas›na ba¤lan›yor, o s›rada oynayan diziyi anlatt›r›yordu. Sonra, aile içi fliddet olaylar›na yol açan telefon faturalar› konufluluyordu toplumumuzda. “Ne yaps›n zavall›lar” deniliyordu “gurbet her fleyi yapt›r›r insana.” Çok flükür yerli diziler baflta ‹spanyol dizileri olmak üzere yabanc› dizilerin pabucunu dama att› da, yabanc› dizi seyretme ay›b›m›zdan kurtulduk. fiimdilerde yerli dizilerin ço¤u Yeflilçam filmlerinin devam›. Seyirci ayn› olduktan sonra yol niçin ayn› olmas›n? Amerikan Filmleri’nden, yabanc› dizilerden, Yeflilçam filmlerinden kopye edilen diziler hayat›m›za el koymufl durumda. Zaman›nda küçük görülen Yeflilçam filmlerinin en kötüsü bile hayat üstüne bir fleyler söylemeye çal›fl›rd›. Bugünlerin dizileri hayat› kendilerine göre düzenliyor. Dizilerin öyküleri, senaryolar›, edebiyat› bilen ak›ll› yazarlar taraf›ndan yaz›l›yor. Ama kendi istediklerini de¤il, kendilerinden istenileni ya95 z›yorlar. Toplumun belle¤ini gelifltiren de¤il, toplumun belle¤iyle kedinin fareyle oynad›¤› gibi oynayan konular. Televizyon kanallar›n›n bir tek derdi var: paray› nas›l götürürüz? En çok reklam› ald›ran dizi onlar için tutan dizi. Ak›ll› yazarlar da en çok reklam› ald›racak dizi öyküleri, senaryolar› yazmak için her yola baflvuruyor. Zaman›nda ifl yapm›fl yerli, yabanc› fimlerden - dizilerden konu yürütmek onlar için yüz k›zart›c› bir durum de¤il. Çünkü geçinmek için para kazanmak zorundalar. Para-güç. ‹yi kullan›lmad›¤› zaman insanl›¤› felakete götüren iki fley. Atatürk’ün ölümünden sonra bireysel bellekle toplumsal belle¤in geliflmesine ne yaz›k ki nokta konuldu. Bunu yapan halka hizmet vermesi gereken siyasetçiler. Atatürk ilkeleri yoksullar› koruyan ilkelerdi. Ondan sonra gelenler vars›llar› korumay› ilke edindiler. Bu kurnaz siyasetçiler onlar› sorunsuz güdebilmek için bireyi koyun, toplumu sürü haline getirmeyi amaçl›yor. Baflar›l› da oluyorlar. Çünkü art›k ne birey ne de toplum kendi göbe¤ini kendi kesemiyor. Bunun en son örne¤ini Kurtlar Vadisi Terör’de gördük. Ad› R’yle bafllayan bir kurum zararl›d›r diyerek Terör dizisini yasaklad›. Hiçbir demokratik ülkede böyle bir yasak uygulanamaz. Çünkü geliflmifl ülkelerin demokratik yap›s›nda bunu halk yapar. Kurulufllar o diziye reklam vermeyerek, halk da o diziyi seyretmeyerek. Halk›n belle¤ini gelifltirmeyi de¤il halk›n belle¤iyle oynamay› ifl edinmifl dizilerden bizi kim koruyacak? Elbette kendi göbe¤ini kendi kesebilen, belle¤i geliflmifl birey. Avustralya kültürünün korumas› alt›nda yaflad›¤›m halde, geldi¤im yerin sorunlar›yla içli-d›fll›y›m. Çünkü Blacktown’daki evimde Türk televizyon kanallar› 24 saat aç›k. Kendim de dahil çeliflkiler içinde bir hayat. Futbol seyrederken haydi Befliktafl. Dizi seyrederken abart›l› oyunculu¤a alk›fl. Kim daha çok rol keserek oynarsa ona da alk›fl. Sydney.2007 96 Mete Özel DA⁄ I II III – Da¤ ölümün bafl›n› vurduk eteklerin basmalans›n – ... – analarla gelinlerle öldürdük ölümü karanl›k sular›na oraklar sallad›k kestik onun flah damar›n› hey eteklerin dalgalans›n – ... – ölüm ölmez mi hiç ne susars›n Da¤ – ... – sevgilim pek içli pek genç daha anlatmam laz›m ona aç›kça ölmez mi ölüm yal›n orakla çekiçle t›rpanla ölmez mi – ... – susma Da¤ bir ses ver yank›la beni – ... – teni ›l›k bu¤ulu nergistir sevgilim bilmez o her bahar coflan manisa lalelerini sen anlat ona Da¤ – ... * Karpatlar 97 ONAT KUTLAR Salih Ecer O’nu erteliyorum. Gümüfl kahkahas›n›, flahlanan akl›n›, zekâs›n›, gençlere verdi¤i önemi – sözümü tutuyorum Onat abi –. Mustafa Göçmen’i, Hüseyin Bafl’› bafl›m›n tac› yapt›. ‹yi ki yapt›. Onat’la beni Hüseyin Bafl tan›flt›rd›. Türkiye ‹flçi Partili bir velettim. “Ben Nato’nun tersiyim,” dedi bir toplant›da Onat. Bir akl› misafir edebildik ancak. Sinematek an›lar›n› Mustafa Göçmen anlat›r. 22, 23 yafllar›nda yazm›fl ‹shak ’›. Antepli. Bu a¤›r bir yetenek ister. A¤›r bir hüzün. Yer yer büyük Türkçe k›vrakl›¤›. Sakin bir hikâye kitab› gibi görülmüfltür. Yak›n zamanlarda Can Yay›nlar› bast›. Benim bildi¤im befl senaryosu var. Önemli olan sinemayla olan derdiydi. Ulusal sinema - Yeflilçam ya da buna benzer bir oturum kasetlerini-bantlar›n› çözüyorum. Tart›fl›yorlar. Ne gerek varm›fl, düflünürüm hâlâ. Aziz büyü¤üm, biricik dostum, dünyan›n mal›n› ö¤rendi¤im Duygu Sa¤›ro¤lu ile Onat Kutlar merhaba desinler diye ç›rp›n›yorum. Acemilik iflte; iki dakikada anlaflt›lar. Sonra görüfltüler mi bilmem. *** Ülke sinemas› yap›lamaz gibi gelir bana. Bitmeyen Yol, muhteflem bir romantiktir. Metin Erksan ›fl›¤›n, oyuncu yönetiminin, mizansenin, kokulu filmin büyük ustas›d›r. Semih Evin. Taklalar att›r›r filme, oyuncular›na de¤il. Att›rm›flt›r rahmetli. Yenice mi, gelincik mi, öyle bir sigara içerdi. O karton paketin üzerine not al›r, senaryosuz iki film çekerdi iç içe. Yan›lm›yorsam Mine Mutlu, bir gün flöyle demiflti: “Ben böyle bir filmde oynad›¤›m› hat›rlam›yorum.” Ama prodüktör de hat›rlamazd› ki. Herkes bir filmde oynad›¤›n› düflünürken Semih bey iki film çekerdi çakt›rmadan. Böyle bir zekâ var m›d›r ve ak›l, bilmiyorum. Angelopulos, Cunta döneminde bile anlat›c›, ülke sinemas› denebilecek filmler yapm›flt›r. 98 Onat, Yusuf ile Kenan, Hazal, güzel bir Ferit Edgü hikâyesi (Hakkâri’de Bir Mevsim) ve bir iki zorunlu (mang›r) senaryo daha yazm›fl olabilir. Ali Özgentürk’ün Hazal ’daki asistanlar› iyi sinemac› arkadafllar›m geliyor akl›ma. Onlara hasretlerimi gönderiyorum: fiahin Gök, Jan Birindizi. Yetenekli, gözü kara iki sinemac›. Has sinema adamlar›. S›rt›mda film tafl›rken, Ilg›n Su ve ben aç›k oturum yönettirmiflti. Can›m›n içi Zeynep’le, Ahmet’le, Ömer Kavur, Yaflar Kemal, Can Yücel ve daha kimler... Onat abinin gençleri dikkate ça¤›rmas›n› daha iyi anlad›m sonra. Yaflar Kemal de bir gün Mehmet Ali Aybar’a götürmüfltü. Rak› içmifltik Bebek’te. Bir velet için ne büyük zenginlik. Do¤an H›zlan’› bu arada anmadan geçemem. Onat Kutlar’›n edebiyat dostu, A dergisi yan›lm›yorsam. Ve Do¤an Beyin ak›l öneren yüce gönlü. Alt›n Kitaplarda Selim ‹leri’yi, Tomris Uyar’› ve sevgili patronum Doktor beyefendiyi tan›d›m. Cumhuriyet gazetesinin Oktay Kurtböke’den bafllayarak bütün kadrosunu, Hasan Cemal, Çetin Özbayrak, Okay Gönensin, Ergun Balc›, Turhan Ilgaz. fiiir duygular›m› söylemiyorum: Büyülü bir sürü kad›n ile adamlar. Kemal Özer, Konur Ertop, Refik Durbafl, Adnan Özyalç›ner, Atilla Özk›r›ml›, Hülya Karadeniz, Emine Uflakl›gil. Gönlümde film oynat›r›m. Ama oynat›r›m. Maltepe Ses Sinemas›, nas›l unuturum seni. ZEK‹ ÖKTEN Diyelim ki aynaya aksi düflüyor. Tesadüfen. Bakmaz ki Zeki abi. Sedas› düflse kulak vermez. Utan›r. Ve fakat bile¤inin hakk›yla sinemac›d›r. Güler! Toplasam on kere merhaba demiflimdir. Zeki abi kocas›d›r. Öfkeli ve sert oyunculuklar biçmifllerdir Güler’e. Ya da yumuflaksert. fiu karakter oyuncusu dedikleri. Karakter oyunculu¤u tuhaf ça¤r›fl›mlar savurur oyuncuya. Savurur. 99 Karaktersiz oyuncu mu olunur? Güler doruklarda dolan›r, dolanm›flt›r. Birkaç tuhaf ustam›z vard›r. Kimliklerini zorlamazlar, laf yerindeyse. Ömer Kavur, At›f Y›lmaz, fierif Gören ilk akl›ma gelenler. “Ömer Kavur Sinemas› ve Ömer Kavur” yaz›s› yazmak istiyordum yirmi y›l önce. Ömer abimle uzunca dertlefltik, bir set dönüflünde. Akl› s›ra s›r vermedi. Ben s›rr› bilmifltim oysa. Bir de Zeki Ökten. Güzel ve modern bir Türk a¤z›yla sinema yapar Zeki abi. Oyuncular kolayca buluflurlar mizansenlerinde. Mekân filmi hemen eleverir. Romantik, tutumlu, iddialar peflinde olmayan, önerilerde bulunmayan. Sadece sayg›y›, dürüstlü¤ü ve çekicili¤in verdi¤i o küçük hay›flanmalar› önerdi. Koca bir emek sonucudur sinemas›. Alçakgönüllü. Ama dikkatle bak›n›z: Kamera yerini bilir Zeki Ökten eserlerinde. AR‹F KESK‹NER APO AB‹. Arif abi, Bir flunu sormal›y›m sana: Minnac›k hayatta insan›n beyni hava al›rsa Arif abi komünist yan› kaçar m› yay›l›r m› kar›fl›r m› soluduklar› havaya. Abdurrahman Keskiner, izin verirse Apo Gardafl, sezgisi en kuvvetli, tafl çatlasa üç prodüktörümüzden biridir. Y›lmaz Güney’in Umut ’u onundur. Ali Özgentürk’ün Hazal ’›. Seks(!) filmi çekmifltir belki, dayan›flma icab›yla. Dönemin prodüktörlerine bak›yorum. Cesur. Keflke gene yapsa. Belki yap›yordur. Koku almas› gerekiyor kim bilir. Yol verici, cesur. 100 Bir de benim Arif abim var. Özenli, titiz yüre¤iyle fele¤in çemberinden geçmez, fele¤i geçirir. Kitaplar› flahittir, Türkçe konuflur. Farkl› ama en ufak bir olumsuzluk tafl›mayan hayatlar› o buluflturmufltur. Ufuk açm›fl, yol göstermifltir. Yaz›s› güzel, türküsü güzel, ezbere bildi¤i fliirler biraz hüzne gönderir. ‹çinde titiz bir mutluluk olan adamdan ne zarar gelir. Sevgilisine, iyi kalpli arkadafl›ma mutluluk veriyor. Onat Kutlar ve sinema sayesinde tan›flt›k. Olabilecek en büyük huzurla yaflas›n. En iyi film onun olsun. AZM‹ Artistler kahvesine gelelim. Galatasaray Liselilerin en az yar›s›n›n arkadafl›d›r Azmi abi. Arif Keskiner’in orta¤›, gül bir âdemdir. Nas›l da esirgemez dostlu¤unu sinemac›lardan. Türk sinemas›na bir an› notu düflmüyoruz. Bir parça an› ve ama mutlaka, iki sat›r da olsa gözüpek bir yorum: Her filmin bir merkez hatt› vard›r, yandafl› vard›r. Yoksulluk giderici bir çay› vard›r. Dünyada da böyledir. Unutmay›n›z, sinema ve tiyatro, resim ile fliir, befl para etmez meslek tutkunlar›n›n iflidir. Sinema kadar s›cakt›r buluflma yeri. Arif abiye, Azmi’ye selamlar›m›, sayg›lar›m› gönderiyorum. 101 Selahattin Yolgiden HAYAT “eleni karaindrou için…” portakal bahçeleri, palmiyeler, masmavi deniz, uçsuz bucaks›z deniz, üç befl tekne… bu yolda yürüdüm, dalgalar›n izlerinden uzak flehirler gördüm, sabahlar› günefl uzak yerlerden dönenler gibi hevesle kente inerken. akflamüstleri gelinlik k›zlar taze fasulye ay›klarken sedirlerde, köylere girdim apans›z y›rt›k resimler tafl›d›m ceplerimde nereye gitsem: atalar›m, gördü¤üm yerler, ölmüfl flairler… küçücük ahflap bir kutuda ilk diflim, kendime a¤lad›m ya¤murda ›slan›rken ibriflim. ölümü sevdim, uzun zamand›r beklenen bir dost gibi, gelse vaktinde, kollar›nda eski dostlar›m, ninelerim, dedelerim… usulca f›s›ldasalar kula¤›ma: zaman› de¤il daha! ne yollar gördüm, ne kadar dolansa da hep denize ulaflan. deniz, k›y›s›nda dolaflan âfl›klar› delirtirken kokusuyla, burada, akflam, içinde deniz geçen fliirler okusam. bu yolda yürüdüm, izlerinden bal›kç› teknelerinin köprülerde dolaflt›m, rastgele dedim yüzlerce kez. bir ö¤le kendimi buldum o duvar›n dibinde, ilk bafllad›¤›m yerde. bir rüyadan uyand›n›z m› yabanc› bir flehirde, daha önce hiç yatmad›¤›n›z bir yatakta? ben uyand›m, bulut oldum. ya da önceden tatmad›¤›n›z bir ac› gelip sizi buldu mu ans›z›n? beni buldu, sarard›m soldum. 102 ACIYI ANLAMAK Ahmet Murat “Yaflad›¤›n ac›y› baflkas›n›n anlamas› mümkün mü?” Volkan oturdu¤u yerden, sönmeye yüz tutan atefle bir kütük daha att›. Çam sehpay› boydan boya kesen damar›n ortas›ndaki buda¤a baflparma¤›n› bast›rd›. Kafas›n› toplamaya çal›fl›yordu: “Peki” dedi, “Ac› çeken bir kad›nla seviflebilir misin?” Odunun menevifllenen alevi gizem dolu k›vr›mlarla dalgaland›. Salondaki eflya her an k›sal›yor, uzuyor, duvarda, tavanda hangi eflyaya ait oldu¤u anlafl›lmayan gölgeler aral›ks›z yer de¤ifltiriyordu. Ucu çatal uzun demir çubukla atefli kar›flt›r›rken, gözleri zonklayan bir yara gibi için için devinen közlere dald›. Said, ucu kömürleflmifl tahta bir sopa ile dalg›n, atefli kurcal›yordu: “Umudun güçlüyse, felaketten sana s›n›rs›z sevgi kal›r” demiflti. Sonra üstüne bir battaniye serdi¤i tahta flezlongda geriye yaslanarak sürdürmüfltü konuflmas›n›: “Ama e¤er umudun zay›fsa, geriye yaln›zca felaketin kendisi kal›r, yok olursun.” Sa¤ aya¤›ndaki eski sandal terlikle yere basarken, sol baca¤›, ucu torba gibi dikilmifl pantolonun içinde flezlongdan sark›yordu. Ekim ay›n›n ayaz, kristal bir gecesinde, çak›r y›ld›zl› gökyüzünün alt›nda, Said’in koyu gözleri, yan›k yüzüne vuran gölgelerde parlay›p sönüyordu. Teknik ofiste çal›flan baflka bir M›s›rl› anlatm›flt›: Al-Azhar’da teoloji okurken okulu b›rakm›fl, Filistin’de en militan gruplardan birinde, George Habbafl’›n Filistin Halk Kurtulufl Partisi’nde e¤itimci olarak çal›flm›flt›. Dizden afla¤›s› olmayan sol baca¤›n› Tel-Al Zaatar kamp›nda, Falanjist milislerle çarp›fl›rken kaybetmiflti. Pek konuflmaz, bütün bir günü a¤z›n› hemen hiç açmadan geçirirdi. Bir akflamüstü, flantiyeden ç›k›nca Volkan’la Basra’ya inmifller, eski çarfl›da dolaflm›fllard›. fiatt-ül Arab’›n k›y›s›ndan birkaç yüz metre öteden girdikleri eski çarfl›n›n dar sokaklar›, ilerledikçe ara yollara ayr›l›yor, dallan›yordu. Kü103 çük dükkânlar›n önü ile sokak ortas›ndaki iflportac›lar›n tezgahlar› rengârenk plastik, metal, cam eflyalarla doluydu. Baharatç›lar, flerbetçiler, kuyumcular iç içeydi. Siyah çarflafl› kad›nlar, bafllar›n›n üstünde mavi, k›rm›z› plastik sepetlerle acele etmeden bir fleyler tafl›yorlard›. Her yandan 盤›rtkanl›k yapan esnaf ile pazarl›k yapan müflterilerin gürültüsü yükseliyordu. Ad›m bafl› Said gibi koltuk de¤nekli ya da bastonlu, kolu baca¤› olmayan erkekler de olmasa, insanlar›n alt› y›ld›r savafl›n içinde olduklar›na inanmak zordu. Hava kararmadan fiatt-ül Arab’›n k›y›s›na inmifllerdi. Nehrin k›y›s›nda yer yer patlam›fl kum torbalar› ile örülmüfl adam boyundaki duvarda belli aral›klarla b›rak›lm›fl geçitlerden su k›y›s›na ç›k›l›yordu. Nehir kenar›na ç›k›nca gördü¤ü manzara Volkan’› flafl›rtm›flt›: küçük çocuklar ve yafll› adamlar bal›k avl›yor, ço¤u bafl› ba¤l› genç k›zlar k›y›da hurma a¤açlar›n›n alt›nda yürüyor, siyah çarflafl› kad›nlar k›y›da öbek öbek oturuyorlard›. Durgun su, k›y›daki hurma a¤açlar›, akflamüstünün en ufak konuflmay› duyulur k›lan sessizli¤i, rüya gibiydi. Said, ‹ran topçusu atefle bafllay›nca herkesin kum torbalar›n›n arkas›na kaçt›¤›n› söylemiflti. Akflam karanl›¤› çökünce k›y›da bir meyhanede oturmufllar, bir flifle de arak söylemifllerdi. Sohbet uzay›p vakit ilerleyince, meyhaneci yeni bir flifle arak ile tavada tazeledi¤i bir kâse s›cak f›st›¤› masaya koymufl, gece yar›s› dükkân› kapat›p gitmiflti. Ay, neredeyse yuvarlak, iyice yükselmifl, y›ld›zlar palmiye dallar›n›n aras›ndan koyu lacivert kadife üstünde inci taneleri gibi ›fl›ld›yordu. “Bizim red cephesi küçük bir gruptu. 1976 y›l›n›n yaz aylar› idi. FKÖ’nün* 1500 adam› ile birlikte kamp› koruyorduk. D›flar›da Lübnan ordusu, H›ristiyan milisler, falanjistler… Aylard›r muhasara alt›ndayd›k. Açl›k, hastal›k… Çok zor günlerdi. A¤ustos’ta kamp düfltü. Barakalar›, çad›rlar› yerle bir ettiler. Makineli tüfek, tabanca, süngü, b›çak… Ellerine hangi silah geçtiyse, koyun, keçi dahil, hareket eden her canl›ya sald›rd›lar… Kad›nlara tecavüz ettiler. O yaz, birkaç ay içinde, iki bin, belki üç bin kifli öldü kampta…” Derin bir iç geçirdi. Kederli gözlerle, akm›yor gibi duran ›fl›lt›l› suya bakt›. Said’i ilk kez bu kadar konuflmaya istekli görüyordu. ‹lerde hurma a¤açlar›n›n sessizce uyuyan siluetinin ard›nda, Anadolu’yu, Mezopotamya’y› geçip gelen büyük nehir, binlerce y›ld›r, tan›kl›k etti¤i onca savafla, k›y›ma, felakete karfl›n, dingin ak›yordu. “Kamp düflecek olursa, üç kifliyi, hangisi sa¤ kalm›flsa art›k, kazd›¤›m›z tünelin en dibindeki cephaneli¤i havaya uçurmakla görevlendirmifl104 tik. Bir gece önce, iyi hat›rl›yorum 11 A¤ustos’tu, durum çok kötüydü. Savunmam›z hemen hemen çökmüfltü, oturup konufltuk. Görevlendirdi¤imiz üç kifliden bir tek Mahmud kalm›flt›. O gece cephaneli¤e fitil döflemesini, ucunu tüneldeki son köfleye kadar uzatmas›n› söyledim.” “Ertesi gün ö¤lene do¤ru, art›k yapacak fazla bir fley kalmam›flt›. Mahmud’u bir saattir göremiyordum. Barakalardan, çad›rlardan dua eden kad›nlar›n, erkeklerin, a¤layan bebeklerin sesleri geliyordu. En son, kazd›klar› hendekten “Allah-u ekber” diye ba¤›rarak f›rlayan Abdullah’› gördüm. Gözleri kan çana¤› gibiydi, hiçbir fley görmüyordu. Tuttu¤u el bombas›n› savuramadan tarad›lar, iki büklüm k›vr›ld›, bir a¤aç gibi devrildi, benden birkaç metre öteye düfltü. Bomba hende¤in içinde patlad›. Çal›lar› ittirip sürünerek yandan tünele girdim. Sonra kalk›p cephaneli¤e kofltum. Fitili arad›m, yoktu. Köfleyi döndü¤ümde cephaneli¤in kap›s›nda Mahmud’un dehfletle aç›lm›fl gözlerini gördüm. A¤z› aç›kt›, ba¤›r›yordu, ama sesi ç›km›yordu. Eliyle ‘kaç’ dedi ve bana do¤ru kofltu ama köfleyi tam dönemedi… Kulaklar› sa¤›r eden bir patlamayd›. Ama ben patlaman›n gürültüsünden çok, alevin, tozun, topra¤›n birbirine kar›flt›¤›, bizi duvara yap›flt›ran o cehennemî bas›nc› hat›rl›yorum. Cephaneli¤in tepesi yanarda¤ gibi aç›ld›. Mahmud üstüme düfltü, yüzünün sol taraf› parçalanm›fl, bir kolu kopmufltu. Bedeni kas›lmalarla sars›l›yordu. H›r›lt›l› bir sesle konuflmaya çabalad›. ‘Fitil söndü’ dedi¤ini anlayabildim: Fitil uç taraf›nda tutukluk yapm›fl, o da içeri girip iyice k›salan yerden yeniden atefllemiflti.” “Tünelin kap›s›na süründüm. Sol baca¤›m hurda gibiydi, tutmuyordu ama ac› da duymuyordum. Belimden afla¤›s› uyuflmufl gibiydi, midem fliddetle kas›l›yordu. Daha fazla gidemedim. Katliam bafllam›flt›. Ürkmüfl bir tavu¤un ba¤›rarak üstümden geçip tünele kaçt›¤›n› hat›rl›yorum. Ben o son sahneleri yaln›zca seyrettim, sonra kustum. Bay›lm›fl›m...” Yumdu¤u göz kapaklar›n›n aras›ndan birkaç damla yafl süzüldü. Yüzü gergindi. Bak›fllar›na derin bir ac› sinmiflti. Birkaç dakika dirse¤i masada, eli çenesinde öne arkaya sallanarak nehre bakt›. ‹kisi de susuyordu. Said yasland›¤› yerden do¤ruldu, yana do¤ru e¤ilip bir odun parças› ald›, atefle att›. fiezlongdan sarkan sol baca¤›n›, pantolonundan çekerek toplay›p yan›na ald›. Sonra geriye yaslan›p gümüfl tütün tabakas›n›n kapa¤›nda, ince kahverengi plakalardan birini çak›yla ufalamaya bafllad›. Küçük k›r›nt›lar› çak›s›yla bir araya toplad›, tömbekinin içine yerlefltirdi, özenle nargilenin üstüne koydu. Sa¤ aya¤›na yüklenip e¤ildi, mafla ile ald›¤› bir közü tütünün üstüne bast›r›rken, marpucu a¤z›na götürüp iki de105 rin nefes çekti. Her çekti¤inde tütünün orta yeri korlafl›yordu. Gözleri yar› kapal›, duman› havaya üfledi. Geceyi tömbeki kokusu sard›. Vahfli bir kufl sesi karanl›¤› iki yerinden y›rtt›. Bir süre konuflmad›lar. Gecenin sessizli¤inde do¤u ufkunda flimflekler çak›yor, derinden gök gürlemesine benzer sesler geliyordu: fiatt-ül Arab’›n körfeze aç›ld›¤› yerde, Fao yar›madas›nda ‹ran - Irak savafl› alt›nc› y›l›nda tam yol sürüyordu. Akflamüstü Basra’dan dönerken Az-Zubair’deki k›fllan›n önünde, koltuklar› sökülmüfl, mezbaha arabas›na çevrilmifl üç otobüs dolusu cesetleri düflündü: Neden flu son y›llara kadar ölümün hayat›n bu kadar içinde oldu¤unu fark etmemiflti? Bu topraklar kadar ölümün yak›nda oldu¤u baflka bir yer var m›yd› acaba? O gece Said’in gözlerinde, daha önce hiç görmedi¤i baflka türlü bir ›fl›lt› vard›. Çelik hatl› yüzüne dingin, hülyal› bir gülümseme yerleflmifl, hep kas›lm›fl duran boynu, s›rt› gevflemiflti. Volkan’›n alg›layamad›¤› baflka bir gerçekli¤in içindeydi sanki. Duman› havaya üflerken gözleri aralan›nca bak›fllar› karfl›laflt›. Ne düflündü¤ünü anlam›fl gibi, sa¤ elinin iflaret parma¤›yla havada bir daire çizdi, k›r›k ‹ngilizce’siyle: “fiu gerçe¤in d›fl›nda düflünmeyi, yüre¤inin sesini dinlemeyi ö¤reneceksin” dedi. Sol elini Volkan’›n yüzüne do¤ru açarak befl parma¤›n› gösterdi: “Çünkü hakikati görmek için befl duyun her zaman sana yetmez.” “Bu” diye devam etti, nargiledeki tömbekiyi gösteriyordu, “içindeki sesi yüre¤ine getirir. Orada kula¤›n ve gözün bir ifle yaramaz.” fiaflk›nl›kla bakan Volkan’a marpucu uzatt›. O da ald›, arka arkaya birkaç derin nefes çekti, bafl› döndü. Said onu gülerek durdurdu: “Yavafl” dedi, “acelemiz yok.” Sa¤ elini, parmaklar›n› birlefltirerek sallad›. Bu Araplarda sab›r anlam›na geliyordu: “Hayat›n h›z›n› aflmayacaks›n.” Sacaya¤› üzerindeki isle kararm›fl çaydanl›ktan metal bir maflrapaya çay doldurdu. Volkan, serin havaya ra¤men üst duda¤› ile burnunun aras›nda damla damla biriken teri elinin tersi ile sildi. Aya¤›n›n dibindeki bardakta arak yar›lanm›flt›. Arada bir, sol iflaret parma¤›n›n tersi ile burnunun üstüne kayan gözlü¤ünü yukar› ittiriyordu. Said gözlerini Volkan’a dikti: “Biraz da sen anlat bakal›m” dedi, “senin derdin ne?” Volkan, flöminede, ›fl›lt›s› nefes al›r gibi gidip gelen közlerden gözünü kurtard›, duda¤›ndaki teri avuçlayarak silerken: 106 “O soruyu Said’e sordum” dedi. “Ne dedi?” “Cesaretini toplay›p itiraf etmelisin, anlatmal›s›n” dedi. “Anlatt›n m›?” Evet anlam›na bafl›n› sallad›, sonra gene atefle dal›p gitti. “Sevdi¤in kad›n ölüyorsa, sevgin baflkalafl›yor, yerini baflka bir duygu al›yor. Doktorlar bedenini parça parça kopar›p al›yorlard›: Önce memesini, sonra aya¤›n›, baca¤›n› ald›lar. Daha sonra gözü ve nihayet beyni onun olmaktan ç›kt›… Psikiyatrist, ürolojiden gelen benim raporu inceledikten sonra empotans demiflti ve anti depresanlarla birlikte birkaç baflka ilaç da yazm›flt›… Evet, do¤ru, o benimle seviflmek istedi¤inde, bunu art›k yapamayaca¤›m› hissediyordum… Tamam ama, bu kadar basit miydi?” ‹çkisinden büyük bir yudum ald›, gözlü¤ünü düzelterek Said’e bakt›. Gözleri yar› kapal›, uzaklarda bir yere dalm›fl dinliyordu. “O gece, ö¤rencili¤imden beri bildi¤im meyhaneyi garsonlarla birlikte kapatt›k. Sürekli konufluyordum. Karadenizli baflgarson koluma girip beni taksiye kadar götürdü. Nas›l oldu bilmiyordum, sabaha karfl› kendimi Bent Deresi’nde büyük bir demir kap›n›n önünde genelevin bekçisi ile konuflurken buldum… Kendimden, içimdeki hayvandan tiksindim.” Volkan gözleri kapal›, difllerini s›karak sa¤ yumru¤unu dizine vurdu ve aya¤a kalkt›. Ateflin bafl›na gitti, iki eli cebinde bir süre konuflmadan atefle bakt›. Kenardaki bir odunu aya¤› ile atefle ittirip, tekrar yerine oturdu. Sesli bir nefes al›p devam etti: “‹kimiz için de gölgesiz, kuflkusuz bir sevgiydi bizimki. Son zamanlara kadar, onun bende uyand›rd›¤› cinsel istek de hep sevgiye dayanm›flt›. Ama flimdi, sanki napalm bombas› ile yanm›fl, tahrip olmufl bedenine bakmak beni derinden sars›yordu. Ac› çeken, ölmekte olan bir kad›na cinsel istek duyamad›¤›m› fark ettim. Kendime tarif edemedi¤im, kahredici bir duyguydu: Acaba flimdi sevginin yerini ac›mak m› al›yordu? Sevdi¤in insan derin ac› çekiyor, sözünü etmesek de ölüm az ötede görünüyor, buna ra¤men o umudunu, yaflama arzusunu kaybetmiyor, ama sen onun çekti¤i ac›y› seyrederek çöküyorsun.” 107 Volkan flimdi monoton bir sesle neredeyse rüyada say›klar gibi konufluyor, giderek artan duygu yo¤unlu¤u, konuflmay› kutsal bir ayine dönüfltürüyordu. Said sayg›l› bir sessizlikle nargilenin marpucunu tekrar uzatt›. Volkan bir nefes çekip bafl›n› kald›rd›. Duman› üflerken, flimdi iyice alçalm›fl, gökyüzünde iri közler gibi duran y›ld›zlara bakt›. ‹çkisinden büyük bir yudum daha ald›. Montunun fermuar›n› yukar› çekti. Çölden esmeye bafllayan rüzgâr havay› so¤utmufltu. Buna ra¤men duda¤› terliyordu. “Ölüme yaklaflt›kça, ölümün karanl›k, zehirli atmosferine girdikçe, insan›n duygular› renk de¤ifltiriyor, baflkalafl›yordu. fiimdi içimde, daha önce tan›mad›¤›m, vicdan›ma doyurucu bir aç›klamas›n› da yapamad›¤›m bir dürtü, baflka bir duygu vard›: Ona karfl› hislerimi art›k sevgi sözcü¤ü tek bafl›na tarif etmiyordu. Belki biraz ac›ma, biraz da flefkat giriyordu araya. Ama söyler misin, ac›mak da, flefkat de karars›z, gelip geçici duygular de¤il midir? De¤er verdi¤in birine ac›yabilir misin? Ac› çeken, ölüme giden birisiyle, ac›ma ve flefkat üzerinden kurdu¤un iliflki, olsa olsa, çaresizlik ve itiraf edilmemifl bir suçluluk duygusuna karfl› bencilce korunma çabas›d›r: Din görevlisinin infazdan önce idam mahkûmuna gösterdi¤i flefkat, merhamet gibi. Ac›ma, flefkat duygular› bizi rahatlat›r, çünkü olan bitene ilgisiz kalmad›¤›m›z› göstermeye yarar. Ama en vahfli, en ac›mas›z duygularla akrabad›r, el eledir. Gözümün önüne hep eski bir film sahnesi gelir: Nazi toplama kamp›n›n komutan›, yüzlerce insan› f›r›na gönderdi¤i yorucu bir günün akflam›nda, bir eliyle köpe¤inin bafl›n› okflarken, gramofonda çalan Beethoven’› dinler, gözleri dolar. Tiksindirici, de¤il mi?” “Onun bu kaç›n›lmaz gidifle karfl› var olufl flekli, duruflu, böyle duygusall›klar›n baya¤›l›¤›n› gösteren bir hayat dersi idi. Eflyan›n tabiat›n› anlam›fl bir bilgelik vard› bunda. Bedeni yavafl yavafl ölürken, onun insan ruhu, do¤an›n bu so¤ukkanl›, ac›mas›z ama ola¤an gidifline direniyordu. Yap›labilecek en insani fleyi yap›yordu: severek, arzulayarak, isteyerek o ân› yaflayabilmek. Evet, onun yaflamla ba¤›, umudu güçlü oldu¤u için yaflad›¤› felaketten hâlâ sevgi üretebiliyordu. Oysa ben ona ayak uydurmakta iflte böyle tökezledim.” Volkan sustu. Eliyle önce duda¤›n›n üstünde toplanan teri sildi, sonra burnuna düflen gözlü¤ünü yukar› ittirdi. Bardakta kalan son yudumu dikti. Yanan odunlardan biri tok bir sesle düfltü, közler parlad›. Sönmeye yüz tutmufl atefl, küçük yal›mlarla, gizemli hatlar vererek yüzlerini ayd›nlat›yordu. 108 Said flezlongda a¤›rlaflm›fl hareketlerle do¤ruldu, sarkan baca¤›n› düzeltti. Gözlerinde derinleflen hülyal› bak›fllarla düflünüyordu. Neden sonra: “Suçluluk duymadan yolunu kaybetti¤ini anlayamazs›n” dedi. “Çünkü suçluluk duygusu, yapt›¤›n ile yapman gereken aras›ndaki fark› anlamakt›r. Ama herkes bu fark› anlama cesaretini gösteremez. Kendine ac›madan itiraf etmeye cesaret edebilirsen, yüre¤indeki yara iyileflir” dedi, ekledi: “Önemli olan baflkas›n›n ne anlad›¤› ya da anlayaca¤› de¤ildir: Yaflad›¤›n ac›y› senin anlatabilmendir. Seni tekrar aya¤a kald›rabilecek olan da budur.” Kendine bir çay daha koydu. fiezlongun alt›ndaki içkiyi pet flifledeki suyla birlikte Volkan’a uzatt›. Geriye yasland›, yüzünde rahat, dingin bir gülümseme, nargileden derin bir nefes çekti, havaya üfledi. Geceye yay›lan tütün kokusu Volkan’a iyi geldi. Suyu barda¤a yavaflça dökerken, arak k›vr›m k›vr›m dumanland›, s›v› beyazlaflarak barda¤› doldurdu. ‹lk defa görüyormufl gibi barda¤a hayretle bakt›: Suyu nereye döksen yerini buluyordu. Gecenin içinden bir kufl 盤l›k att›. Derinden top sesleri geliyordu. (*) FKÖ: Filistin Kurtulufl Örgütü 109 Mehmet Y›ld›r›m SÜREYYA S‹NEMASI ‹lk sende gördüm militan aflklar› En arkada, iki kiflilik lofl bölmelerde Senin meleklerinin kanatlar›nda uçtuk ilk sevgilimle. Koltuklar›nda okul kaçk›n› arkadafllar›m ‹lk liman›m›zd›n Süreyya Sinemas› Dorat›n›n dizginleri elimde Mavi bak›fllar› kemik kabzas› Y›ld›z›n›n çengelinden “Onlar› Yükse¤e As”›yor Clint Estwood Art›k onlar yok. Sen yoksun Bahariye’de ahflap, bekâr odam yok Deniz kenar›nda lisem yok Yel inmifl sevgilimin dizlerine Sa¤lamlaflan temelinle Süreyya Operas› oldu ad›n Çocuklar senin olsun Mevlana, Pir Sultan, Yunus Gö¤e ç›ks›n sesleri Da¤›ls›n ülkemin üstündeki kara bulutlar. 110 SPOR ADAMI MEHMET FUAT BENGÜ Kenan Bengü Memet Fuat gençli¤inde, spora çok düflkün bir insand›. O zaman›n ‹stanbul yap›s› içerisinde bofl arazilerde kurulu futbol, voleybol, basketbol alanlar›nda sürekli top peflinde koflar ve özellikle futbola ayr› bir ilgi duyard›. Gençlik y›llar›nda geçirdi¤i a¤›r akci¤er rahats›zl›¤› ve o y›llardaki tedavi flartlar› sebebiyle akci¤erinin biri büyük ölçüde ifllevini yitirdi. Dolay›s›yla doktorlar taraf›ndan yasaklanan spora, iyi bir izleyici olarak devam etti. Daha sonralar› Altunizade mahallesinde, kuruluflundan beri içinde oldu¤u Alt›nyurt Spor Kulübü’nde gençlere futbol antrenörlü¤ü yapmaya bafllad›. Kitaplardan ö¤rendi¤i ‹ngiliz Futbolu ekolünü bu gençlere ö¤retti, epey de baflar›l› oldular. Ancak futbolun sertli¤i ve seyirci olaylar› sebebiyle daha çok zekâ ve yetene¤in ön planda oldu¤u, itiflme kak›flman›n ve kasti faullerin olmad›¤› bir spor dal› olan voleybolu tercih etti. Gene futbolu ö¤rendi¤i gibi voleybol ile ilgili birçok kitap okuyarak antrenörlü¤ünü gelifltirdi ve alan›nda en üst seviyede milli tak›m antrenörlü¤üne kadar ulaflt›. Memet Fuat’› spor alan›nda ve belki edebiyat alan›nda da baflka insanlardan ay›ran en önemli özelli¤i, ilgilendi¤i konuda çok titiz araflt›rma yapmas›yd›. Spor ile ilgili konularda da pek çok farkl› düflünce karfl›s›nda hiç telafla ve pani¤e kap›lmadan büyük bir so¤ukkanl›l›k ile araflt›rmalar›n› yapar, kitaplar getirtip okur ve inand›¤› en do¤ru sonuca ulafl›rd›. Bana göre en büyük talihsizli¤i o dönemde, internet gibi bilgiye çok h›zla ulafl›labilen bir arac›n olmamas›yd›. E¤er 1970’li y›llarda internet ve bilgisayar bu denli yayg›n olabilseydi herhalde pek çok konuda kendini daha da h›zl› gelifltirirdi. 70 yafl›nda internet ile tan›flt›, 76 yafl›nda vefat etti¤inde www.nazimhikmetran.com ve www.memetfuat.com web sayfalar›n› internet üzerinde hayata geçirmiflti. Mehmet Fuat Bengü’nün bir ilginç yan› da, spor alan›nda Mehmet Bengü, edebiyat alan›nda Memet Fuat olarak tan›nmas›yd›. Pek çok insan bu iki ismi ayr› birer insan olarak alg›lar ancak gerçekte tek bir kifli oldu¤unu anlad›klar›nda flafl›r›rlard›. Ölümünden sonra, beni ve Mehmet 111 Bengü’yü tan›yan pek çok insan›n Memet Fuat senin baban m›yd› diye hayrete düfltüklerini an›ms›yorum. Spor alan›ndaki en büyük özelliklerinden biri de ayn› edebiyat alan›nda oldu¤u gibi gençlere önem vermesi, önlerine olanaklar sunmas› ve onlar› desteklemesiydi. Sab›r ve büyük bir gayret ile voleybolcu olmas› imkans›z olan bir çok kifliyi desteklemifl, moral vermifl, e¤itmifl, onlar ile sonuca ulaflm›flt›r. Bunun yan›nda Alt›nyurt Spor Kulübü’nde amatör bir zihniyet ile insanlar›n sadece sportif yanlar›n› de¤il, dünya görüfllerini, insani de¤erlerini; kiflili¤i, düflünce yap›s› ve davran›fllar› ile etkilemifltir. Bugün, onun spor tezgah›ndan geçmifl olan her sporcu, kazanm›fl oldu¤u bu de¤erlerin fark›ndad›r. Bu sebeple hayatlar›nda Mehmet Fuat Bengü’nün yeri ve sayg›nl›¤› daima ön plandad›r. 112 Pelin Özer ONUN A⁄IR A⁄IR RÜYASINA YAKLAfiTI⁄INI GÖREN‹N fi‹‹R‹ (III) 1. A¤›r bir uykuda dönüflünle senin, dal üstündeki sabah ›fl›¤› oluyorum ben Ad›n› kula¤›na nefesimle ifllemeliyim Bozmadan bulutlar›n dengesini Ve görünmez kanatl›lar›n bizi birlefltirmesi mümkünmüfl gibi 2. Yosunlu gövdede k›r›lan damla Aln›ma ak›p sabah oluyor Güneflle yazaca¤›m rüyam› A¤›r a¤›r s›yr›l›p giysilerden, suya girece¤im Ay göründü¤ü zaman gece çekilir içimizden Uzaktaki sevgililer bilir bunu Acele etmeden, sessizce Böyle fleyler anlataca¤›m sana 3. Tenine dokunurken da¤›ld› mürekkep Sana benzeyen bir harfe doland› K⤛t üstünden k›vr›lan yaprak Uçufluyor k›zaran yana¤›m› çizerek Rüyas›n› yüzümde okusun diye günefl 113 4. Nisan bafl›yd› Yürüyorduk uçarak kalabal›kta Kula¤›na tak›lm›fl bulut olurum dansederken Yere düflerken k›r›lan bir denizminaresi Dünyan›n düfl gördü¤ünü söylemiflti biri Uyuruz demifltin sen de, uyuruz ayakta bazen Oyalans›n diye göklerin dalg›nl›¤› gövdemizde 5. Sevgilim, rüzgâr seni bahar›n gölgesine b›rakm›fl Beni uyutmufl ateflin ç›t›rt›s›nda Sevgiliyi rüyada görmek Yapra¤›n ›fl›kla ilk seviflmesidir 6. Bak›r taslardan so¤uk ayranlar içtik Hem birlikte hem yaln›zd›k Bana bakt›¤›nda duran saat oldu gülüflün Akflam›n gelifli ayr›l›¤›n tafl›d›r Uzaydan gözlerimize düfler 7. Bir da¤a bir yank› saklayan m›yd›n sen Bir çukur kaz›p bekleyen rüzgâr›n kuytusuna Yoksa gökler oyun mu oynuyor bana Dönerek dansediyorum adadaki ormanda Dalgalara t›rmanarak sevifliyor mart›lar Ceylanlar a¤açlar›n içinden ses veriyor geceye Ad›m›n hecelerini diline çevirsen Toprak göz k›rpar sana Yaran› iyilefltirecek ezgi, yaprak olup k›vr›l›r dudaklar›n›n ucuna 114 8. A¤aç e¤ilince bak, içi geniflliyor orman›n Nemlenen a¤›zdan su içiyor kufllar Oradan dinleriz birbirimizi B›rak›r›z, Gecemiz kendini yazar karanl›kta Sevgilim seni ben mi do¤urdum yoksa? 9. Bekliyorum öylece, Dokunmadan zaman›n ritmine De¤ifltirmeden eflyalar›n yerini Beklerken, nefesini tutmufl bir oda yap›yorum sana 10. Serinlik bir hat›ra da¤lardan inen Ç›ng›rakl› bir örtüye dolar›m ürpertimi Buldu¤unda vadiye da¤›tman için beni Ve sevgilim, bundan sonra kimse k›p›rdatamaz yerinden ‹çimde yosun tutmadan kayalaflan, Titreyen gölgelerden yap›lm›fl resmini 8-29 Nisan 2007, fiirinevler 115 fiaban Baflçall› GÜNEfiE GÜZELLEME Nereye koyacaks›n Yüzünde kalan gülümsemeyi Mevsimlerden yollardan insanlardan kalan Ço¤ul bir yerden gelmiflsin kuyulardan çekim eklerinden Ellerin havada teslimsin flimdi Pencereden gelen ›fl›¤a Ey serseri gündüzler ey a¤aç gölgeleri Ey insan› çocuk yapan günefl Beni al vücudumun s›cakl›¤›n› sözcüklerimi al Al bütün insanlar›m› Güzel günlere götür güzel yollardan Üzümlere dokun sarars›n alt›n olsun Da¤lara dokun ›s›ns›n Ah bu senin haytal›¤›n yok mu Kemiklerime dokunan uysall›¤›n Nereye koyaca¤›m seni Bak yükseliyor gölgemiz Ey sen ey ›fl›k yontucusu El ele tutmufllu¤umuz ey oyunlar yorgunu Topra¤›m›z› yeflert havam›z› tazele Hemen gitme biraz daha oynayal›m Ey insan› çocuk yapan günefl 116 YÜZÜM B‹R KENT‹N ANI DEFTER‹ Ali Asker Barut Galiba farketmeden yaflad›klar›m›, yafl›yor olduklar›m›, yaflayacaklar›m› Karanfil K›r›klar› adl› kitab›mda yer alan fliirin de al›nl›¤›na konan o tek dizede özetlemiflim: Yüzüm bir kentin an› defteri... Yüzüm Bir Kentin An› Defteri “kimli¤imi kaybettim hükümsüzdür” diyen bir küçük kay›p ilan›na inat “Kaybedildim, asla hükümsüz de¤ildir, kullanabilirsiniz” diyen bir flehrin fliirinin flairlerle tutulmaya çal›fl›lm›fl bir defteri olacak. Siz “flairler resim geçidi” de diyebilirsiniz bu deftere... 2001, Gece Ercüment Uçar›: En gerçek ‹kinci Yeni flairi. Üçüncü Yeni diyenler de oldu. 1986’da Maslakta’ki Adam Yay›nlar›’na u¤rar, Memet Fuat ile sohbet eder, gelecek say› için o ay›n fliirini b›rak›rd›. Kitab›n›n ç›kmas› için Adam Yay›nlar›’na teklifi oldu. Israrc› olmad›, ama ç›ksa çok sevinecekti. Memet (Fuat) Abi onunla voleybol üzerine konuflur ve bu konuflmalardan büyük haz al›rd›. Ercüment Uçar›, Adalet Partisi üyeli¤ini, Beykoz’da çal›flt›rd›¤› voleybol k›z tak›m›n›, 16 yafl›ndaki oyuncu k›z›n, ba¤lamakta zorland›¤› ayakkab›s›n›n ba¤c›klar›n› nas›l ba¤lad›¤›n› büyük zevkle, tad›n› ç›kara ç›kara konuflurdu Memet Abi’yle. Memet Abi, “Uslanmaz Çocuk” derdi, onun için. 1986 Maslak Maslak’ta Adam Yay›nevi. Turgay Fiflekçi, Memet Fuat’la ayn› odada ben de hemen odadan ç›karken sa¤da olan öteki odada Cevat Çapan ile oturuyorum. ‹lhan Berk geldi ö¤lene do¤ru. ‹nce, albenili ve büyük ‹ harfi gibi bir adam. Memet Fuat’›n odas›na bir ara ‹nci (Asena) Han›m girip “Hofl geldin” diyor ‹lhan Berk’e. Konu tabii ki fliir. Ö¤le yeme¤i için yemek kantinine do¤ru ayakland›¤›m›zda ‹lhan Berk kolumu tutup “Günden Güne fliirini okudum, ‘Günden güne biraz daha / Oturdu¤u eve benziyor herkes’ dizesi çok güzel bir dize” diyor. Bir ara f›rsat›n› bulup Memet Abi “Ne dedi ‹lhan Berk sana” diye sordu bana. Ben de “fiiirimde bir dizeyi sevdi¤ini söyledi” deyince Memet Abi biraz bozul117 mufl, “Bu flairler ne kadar sahtekâr oluyorlar. Bu dizene dikkat etmesini daha demin odada ben söyledim” dedi. Ben büyük bir flair dizemi okudu¤u ve büyük bir elefltirmenin de o dizemi o büyük flairin dikkatine sunmufl olmas› ile mutlu, ayn› masada aralar›nda yedim yeme¤imi. 1987, A¤ustos Adam Yay›nlar›’nda Arif Damar ile ilk karfl›laflmam›z. fiiirimi izledi¤ini, hapisaneye düflüp düflmedi¤imi sordu. Yan›t›m “hay›r” olunca, biraz da küçümser bir havayla, “Hapiste yatmam›fl flair, gerçek flair say›lmaz” dedi. Sonraki aylarda (Adam Yay›nlar›’na fliir vermek için gidip gelirdi aralarda), gene bir karfl›laflmam›zda cebinden ç›kard›¤› bir deniz kabu¤unu, “Bunu yaln›z sevdi¤im dostlar›ma yapar›m” sözünü de ekleyerek, hediye etmiflti. Bir yanda iyi fliir için hapisaneyi öneren bir flair abi, öbür yanda deniz kabu¤u hediye eden ince bir flair: Hangisi daha flair?! 1987 sonlar› Maslak Bir sevdayla kalbim kar›flt›, kendimi ‹lhan Berk’in yard›m› olur diye Yüksel Pazarkaya’ya yazd›¤› bir mektupla Almanya’da buldum. 1988’de düfltü¤üm bu iki ak›nt› aras›nda Memet Abi (Fuat), Cevat Abi (Çapan), ‹nci Han›m (Asena), Turgay (Fiflekçi), Erdal (Alova) hat›rlad›klar›m oldu sürekli. Onlar› hat›rlad›kça güç buldum, iki ak›nt› aras›nda. 1990, Lahnstein Lunaparkta o¤lum Andaç ile dolafl›rken, tüfeklerle at›fl yap›lan tezgah›n önünde buluyoruz kendimizi. “Ben de atefl edece¤im” diye tutturuyor Andaç, da¤ maketinin önünden h›zla geçen demir maket adamlar› iflaret ederek. Saçmalar›n› elimle a¤z›na verip o¤lumun eline uzatt›¤›m tüfe¤in demir borusunun ucunda yaln›z bir hedef olarak kendimi buluyorum. Saçmalar›n, gö¤üslerindeki k›rm›z› noktaya yani kalplerine isabet etti¤i her demir maket adamla birlikte ben de düflüp yuvarlan›yorum maket da¤lardan. Yere düflürdü¤ü demir maket adam say›s› karfl›l›¤›nda aç›lmam›fl bir paraflüt kazan›yor o¤lum, tüfe¤i geri verdi¤i sakal› köpüklü biras›n›n içindeki Alman’dan. Lunaparktan elimi s›ms›k› tutmufl o¤lumla ç›karken plastik bir elma flekeri uzat›yor lunapark›n k›rm›z› burunlu palyaçosu, dosdo¤ru içimdeki çocu¤a! 1993, ya¤murlu bir Lahnstein 118 Üzerinde “Transplantation Laboratory, POBox 21 (Haartmaninkatu 3) FIN 00014 UNIVERSITY OF HELSINKI, FINLAND” adresi yazan, arkas›na küçük kalp çizilmifl bir kart ald›m Hakan Savl›’dan. Adresimi Turgay’dan (Fiflekçi) alm›fl. Yemek yedi¤imiz akflamla ilgili (Kitap Fuar› ç›k›fl› Hakan Savl›, küçük ‹skender, ben, Mehmet Yafl›n, Ferruh Tunç, Turgay Fiflekçi, Semih Gümüfl, ‹skender’in bir dönem oturdu¤u Çiçek Pasaj›’ndan Cumhuriyet Meyhanesi’ne varmadan içe dönülen sokakta Manokyan’›n evinin karfl›s›ndaki restoranda oturmufltuk) ‹skender’in bir fliir yazd›¤›n› haber veriyor ve flöyle devam ediyor: “Yap›-Kredi’nin ç›kard›¤› dergide yay›mlanacakm›fl. Almanya da so¤uktur herhalde ama burada – 15 derece oldu¤u oluyor. Yine de buralara gelirsen sana s›cak bir köflemiz var. Yeni y›l›n›n güzel geçmesini dilerim.” 1995, Kas›m Roni (Margulies) fliir okurken ciddi ciddi sesi titrer. Bu özelli¤ini, fliir okumaya bafllamadan dinleyiciye itiraf eder. Frankfurt’ta da öyle oldu. Haziran, Frankfurt Ara ara not almalar›m devam ediyor. Ald›¤›m notlar ilerde hayatta kimleri hakl› ç›karmak için: Bilmiyorum! Yaz›yorum ve galiba hakl› ç›kmak istiyorum zamana ve hayata karfl›. Geçmiflin özlemi, flimdinin karamsarl›¤›, gelece¤in belirsizli¤i... Bunlar (m›) oluflturuyor fliirlerimi?! 03. 04. 2000 Refik Durbafl ile Almanya’n›n Frankfurt kenti yak›nlar›ndaki Walldorf’ta buluflup kucaklafl›yoruz. Sohbet uzun sürüyor. Adam Yay›nlar›’nda ç›kan Kimse Hat›rlam›yor kitab›n›n içine geç kalmam›n hesab›n› o veriyor Eser’e: Eser Kardeflim Ali Asker “Barut” misali Kalbimde, “mermi” misali sevgimde “tüfek” misali sevincimde, Türkiyeli 119 hasretimdeydi. Bu akflam Türkiye saatiyle 03.15’e kadar bu hasretin barutunu ateflledik. Sevgiyle – Selamlar Ekim 2000 Frankfurt fiehir Kütüphanesi’nde internet üzerinden yay›n yapan Ayr›nt› dergisinin birinci kurulufl y›l› nedeniyle düzenlenen etkinlikte Berlin’den Gültekin Emre, Londra’dan Roni Margulies ve Türkiye’den küçük ‹skender ile bir araya geldik, fliirler okuduk, söylefltik. Roni de ‹skender de içinde “Tunceli” geçen fliir okudular. Benim için hofl bir sürpriz oldu. Etkinlikten sonra ‹skender ile eve döndük. “O¤luna eflcinsel oldu¤umu söyleme” dedi. ‹skender Andaç’›n odas›nda bir hafta bizde kald›. Sabahlar› bahçede kofluflturan sincaplara bay›ld›. Do¤um günü 28 May›s. Kutlanmas›na iki gün kala ‹stanbul’a Eser’le Frankfurt Havaalan›’ndan yolcu ettik ‹skender’i. 19 May›s 2001 Gravenbruch Sunay Ak›n: fiovmen flair. Hollanda’daki okumas›yla ilgili Avrupa Hürriyet Gazetesi’nde ç›kan ilan birbiri ard›na dizilmifl s›fatlar geçidi: flair yetmemifl, yazar, gazeteci, televizyoncu... Sunay’›n önüne yak›flan en iyi s›fat flair s›fat›d›r ve bu öteki s›fatlar›n hepsinin üstündedir. ‹lan için ne yaz›laca¤›n› sorsalar, eminim flair Sunay Ak›n der, önce. Duygular›n antikac›s›d›r. Oyuncakç› Müzesi ‹stanbul’a yazd›¤› son büyük fliiri olmufltur! 2002 Ekim, Frankfurt Daha önceden ‹fl Bankas› Yay›nlar›’na art›k piyasada olmayan “Afla¤› Üsküdar” kitab›m için yapt›¤›m ve reddedilen teklifi bu kez Can Yay›nlar›’na yapt›m, e-mail’le. ‹fl Bankas›’n›n ret sebebi daha genel ve nazikti. Can Yay›nlar›’ndan gelen e-mailde teklif için teflekkür ediliyor ve kitab› basmama gerekçesi olarak, “Sadece kendi yay›nevimizin flairlerinin kitaplar›n› bas›yoruz” gösteriliyor. Her yay›nevinin flairi ayr› ayr›ym›fl gibi. Arif Damar’›n 1987 y›l›nda Adam Yay›nlar›’nda koltu¤unda reddedilmifl dosyas›, bize (Memet Fuat, Turgay Fiflekçi ve ben vard›k odada) “iyi bir flairin kitab›n› da reddedebiliyorlar, bunu unutmay›n” deyiflini ve 120 sesindeki ac› tonu hat›rlad›m. Yak›nlar›na deniz kabu¤u verirdi! Ben Arif Damar’›n verdi¤i deniz kabu¤unu yaklafl›k 10 y›l tafl›d›m, sonra düflürdüm. Ama Arif Damar hep yak›n›m kald› benim için. 1 A¤ustos, Cuma 2 bin 3 19 Aral›k 2002. Gece saat 2.30 - 3.00 civar›nda hayata gözlerini yuman Memet (Fuat) Abi’ye 24 Temmuz 2003’te www.memetfuat.com sayfas›n› ziyaret edip “Çok özledim” diye bir e-mail att›m. Veysel geldi. Bir karton 2000 sigaras› ve Faz›l Say’dan “Metin Alt›ok A¤›t›” getirmifl ‹stanbul’dan. Bir flair bundan daha güzel onurland›r›lamaz! Metin Abi için bir tespit yaparken Faz›l Say, Niçe’nin (Nietzsche) flu sözünü aktar›yor: “Savaflç› insan, savaflacak bir fley bulamad›¤› zaman kendine sald›r›r.” Metin Abi, kendine sald›rmad›, Sivas ona sald›rd›!.. 10 A¤ustos iki bin üç Amin Maalouf’un Semerkantl› Hayyam Ömer’i flöyle konufluyor: “Yaral› kufllar ölürken saklan›r!” fiairler... diyorum: fiairler ölürken fliirlerine saklan›r! Eylül 2003 ‹stanbul ilk gün... Üsküdar’da bindi¤im motorda güzel bir tesadüfle yan›ma oturdu Cevat Abi ve Gönül Abla (Çapanlar). Onlar için de benim için de hofl bir sürpriz oldu! (Birimiz Almanya’dan birimiz ‹stanbul’dan bu motor gezisi için sözleflmifliz gibi.) Gönül Abla Al Pacino’ya benzetti beni. (40 yafl›nda Al Pacino’ya benzedim demek.) Yemek üzere ald›¤›m simidi poflete koydum. Nas›ls›n, iyi misin fasl›ndan daha çok konuflacak fleyler vard›. Hasret gidermekten onlara s›ra gelmedi. Cevat Abi biraz dalg›n, Gönül Abla c›v›l c›v›ld›, eskisi gibi. Sevdi¤im flehirde sevdi¤im iki güzel insanla karfl›ya Befliktafl’a böyle geçtik denizden. 24 Ekim Cuma, 2003 121 Hüseyin Y›lmaz NE GÜZEL fiEY çürüyoruz odalarda kuflat›lm›fl her yan meydanlar dar ve renksiz düflleri esir yeryüzünün barbarl›¤›na uygarl›¤›n ürüyoruz üreyerek yürüyoruz bütün zincirler bizim için oysa ne güzel fley flu insan olmak umars›zca kar›n dolusu gülmek yüzünü yüzüne dayay›p derinin alt›ndaki can› duymak ne güzel NASIL OLSA en çok suya düflmekten korkar›m kanyonlar›ndan rem uykumun ölecekmiflim gibi hemen uyan›nca irk/ilipte bofl ver derim su’dan gelmedik mi? nas›l olsa 122 ARTIK O ESK‹ BAHÇELERDE DE⁄‹L‹Z Mukadder Özgeç Cemil Kavukçu’nun okurlar› iyi bilirler ki onun yaratt›¤› evrende içki önemli bir yer tutar. Önceki bir yaz›mda, yazar›n kiflilerinin sözlerine de bafl vurarak, “bu evrende insanlar ‘her fleyi anlamak için içkiye sar›l›r’, içki bir filmde gerçe¤in de¤iflmesini sa¤layan müzik gibidir. Ortalamadan sap›ld›¤› an girer öykülere, ya da ortalamadan sapt›r›r” demifltim.1 Bu belirlemeyi uzun bir aradan sonra bir kez daha somutlaflt›rmak, öykülerden örnekler bulup ç›karmak hiç zor de¤ildir gerçekten de. Ama son öykü kitab› Mimoza’da Elli Gram’›n2 içinde içkiyi aramaya bile gerek duymay›z, çünkü art›k içki ne anlamay› kolaylaflt›rmak, ne de ortalamadan sapt›rmak için vard›r; – zaten ortalamadan çoktan sap›lm›flt›r bile –, bu öykülerde içki; uzam›yla, kiflilerin ba¤›ml›l›¤›yla, yaln›zca “vard›r” art›k. ‹çki, kitab›n ad›ndan bafllayarak belirir; Mimoza bir meyhanedir; yoksul üç befl kiflinin bir araya geldikleri ancak alt› masal›k bir meyhane. Müflteriler de ço¤unlu¤un sürdürmekte oldu¤u yaflam› sürdürememifl, ama öte yandan kendileri de yaflamlar›na istedikleri biçimi verememifl, hatta belki biraz da amaçs›z kiflilerdir ço¤unlukla. Mimoza’da onlara her fley öyle bir uyum içinde görünür ki, anlat›c›, “(b)elki de buraya yak›flmayan tek fley, kap›n›n üzerindeki M‹MOZA yaz›s›” der. Cemil Kavukçu’nun önceki öykülerinden bir kifli, “Duymuyor kimse. Kar›, kocaya yabanc›, kardefl kardefle. Sa¤›rlar… sa¤›rlar… Evet bu nedenle içki bardaklar›n› koltuk de¤nekleri gibi kullan›yoruz. Gün bat›nca yük daha da a¤›rlafl›yor. ‹çmesem olmuyor. Olmuyor. Rahatlaman›n soysuz yolu.”3 diye yak›n›yordu. Mimoza’n›n ba¤›ml›lar›ysa, bu evrenin y›llar öncesinin bir öykü kiflisi gibi, “yak›nmadan ve piflmanl›k duymadan”4 sürdürmekteler yaflamlar›n›. Ressam Rasim, “Anlafl›lmak, kabul görmek ve paylaflmak. Herkesin derdi buydu” dese de dertleflmek istedi¤inde, bir insana de¤il, “beni yaln›z sen anlayabilirsin” dedi¤i bir mefle a¤ac›na anlat›r her fleyi. Genellemelerimize karfl›n, Mimoza’n›n “sad›k müflterilerine” Ressam Rasim’in* gözüyle bakmaya bafllad›¤›m›zda, her birinin içimize iflleyen, anlat›lmaya de¤er yanlar›n› görür, nas›l da birbirlerine benzemediklerine flafl›r›r›z. Yitirecek fleyi kalmam›fl insan›n saydaml›¤› içinden bakar›z onlara. Anlat›lmaya de¤er öykülerinin bollu¤unun nedenini ise gene bu evrenin bir baflka öykü kiflisi söyler: “Yitiren insanlar›n yüzlerinde ya123 flam›n çözülememifl gizlerinden biri olufluyor; çünkü h›zla de¤iflip prizman›n öbür yüzünü görüyorlar” der.5 Mimoza’n›n patronu Ender, yard›mc›s› Zeki, Tufan Abi, Doktor, Aykan Hoca, Taksici Baba Hasan, Seyhun, Cevat Bey hepsi kendilerine özgü tutumlar›yla, geçmiflleri, al›flkanl›klar›yla Ressam Rasim’in sözleri ve çizgilerinde ayr› ayr›, özgün kifliler olarak belirirler. Kitab›n kapa¤›ndaki resimle birlikte, Mimoza’n›n kiflilerini ço¤unlukla masan›n çevresinde oturmufl olarak gösteren 28 resme, öykülerle iliflkilendirilerek yer veriliyor.** Foto¤raf ya da resmin yaz›nla yan yana getirildi¤i örnekler vard›r. Tahsin Yücel, Andre Breton’un, Nadja adl› anlat›s›n› resim ve foto¤raflarla birlikte yay›mlamas›n› konu ald›¤› yaz›s›nda, bu iki alan›n (görsel ve dilsel) yan yanal›k iliflkisini, foto¤raf ya da resmin metnin “ayr›lmaz bir ö¤esi” olup olmamas› aç›s›ndan ele al›r. Yaln›zca resimlenmifl metinler vard›r ve bu durumda resimsiz ya da baflka resimlerle yay›mland›¤›nda metnin niteli¤inde bir de¤iflme olmaz. Öte yandan ayn› kitapta yer alan resim ya da foto¤raflara göndermeler yapan metinler vard›r ki o resim ya da foto¤raflar birer “al›nt›”ya dönüflürler. Bu yüzden de art›k metnin “ayr›lmaz ö¤eleri” olarak kitab›n içinde yer al›rlar.6 Mimoza’da Elli Gram’da metinlerle resimler aras›nda “ayr›lmazl›k” iliflkisi oldu¤unu, ikinci duruma uyan bir ba¤ kuruldu¤unu görürüz. Resimlerin altlar›nda uzam ad› “Mimoza” yer al›r; kifli adlar› geçer; kimi kez resim alt›na yaz›lm›fl fliirsi notlar öykülerdeki kimi oluntular›, uçuk düflleri an›msat›r. Örne¤in, 19. 05. 02 tarihli, Baba Hasan’›n çizildi¤i resmin alt›ndaki, “so¤uk karl› bir / ayazda, Uluda¤ yolunda / ulu bir ç›nar›n alt›nda / kalabiliriz içerken ikimiz / kimsesiz, ama sonsuza kadar özgür” sözleri Ressam Rasim’le taksici Baba Hasan’›n “beyaz ölüm” olarak adland›rd›klar› tuhaf bir ölüm düflünü an›msat›r. Gene bir baflka resmin alt›ndaki “G-S Akçaabat maç› hat›ras›” notu, maç oldu¤u günlerde televizyondan maç izlemeye gelen müflterilerle Mimoza’daki o güne özgü de¤iflikli¤i görsellefltirir. Gene Tahsin Yücel’in yukar›da sözünü etti¤imiz yaz›s›ndan ö¤reniyoruz ki, Andre Breton betimlemeyi küçümsedi¤i için ve bu yüzden metninde (Nadja’da) betimlemeden kaç›nmak için foto¤raf ve resimlere yer verir. Cemil Kavukçu’nun betimlemeyi horgördü¤ünü de söyleyemeyiz, kitab›nda bu nedenle resimlere yer verdi¤ini de. Ama resimlerle metindeki betimlemeleri birlikte ele al›p neyi, nas›l betimledi¤ine bakabiliriz. Cemil Kavukçu’nun kurdu¤u evrende k›sac›k anlar›, kiflilerin tuhaf al›flkanl›klar›n›, ya da sözle anlatmaktansa öykünerek göstermeye yöneldi¤imiz küçük devinimleri bir ç›rp›da, en az sözle bir sinema karesi gibi nas›l betimleyiverdi¤ini okurlar› bilirler. Bu öykülerde de benzer durum anlat›mlar›n›n yetkin örneklerini bol bol bulabiliriz. 124 Kiflilerin görünüfllerinin nas›l betimlendi¤ine bakt›¤›m›zdaysa, durumlar›n anlat›m›ndaki ayr›nt› bollu¤unun kiflilerin görünüflleri için de geçerli oldu¤unu söyleyemeyiz. Çünkü tam olarak göz önüne getirebilece¤imiz biçimde anlat›lmaz hiçbiri. Tufan Abi’nin sonradan kesti¤ini bildi¤imiz “(i)nce, seyrek, uzun saçlar›” vard›r; patron Ender her akflam ayn› giysiyle gelir Mimoza’ya: “hiç de¤iflmeyen oduncu gömle¤i ve kafle avc› yele¤i(yle)”. Ama gene de “sol elmac›k kemi¤inin biraz üzerinde, sol kafl›n›n ucunun hemen alt›ndaki iki buçuk santimetrekarelik siyah beni(yle)” öteki kiflilere göre, görünüflünden biraz daha söz edilmifl say›labilir. Cevat Bey’inse, Ender’de oldu¤u gibi, abart›l› bir yüz çizesi vard›r: sol gözüne göre sa¤ gözü epeyce büyüktür. Zinnur “kirli sakall›, derin çizgili” yüzlüdür ve onun “kocaman nas›rl› elleri” vard›r; Baba Hasan’›n yaln›zca “ince, zay›f biri” oldu¤u söylenir; Aykan Hoca “ancak alkoliklerde rastlanacak ve her canl›da görülmesi mümkün olmayan k›rm›z› ile kiremit rengi aras› bir tondaki yüzü”, ve “(f)utbolculu¤undan kalma çarp›k, flimdilerde ise bir hayli güçsüz kalan bacaklar›yla” betimlenir. Bütün öykü kiflilerinin görünüfllerine iliflkin betimlemeler ancak bunlar oldu¤una ve bu anlat›mlar›n, kiflileri düfllememize yeterli oldu¤unu söyleyemeyece¤imize göre Cemil Kavukçu da Andre Breton gibi resimlere mi b›rakm›flt›r eksikleri bütünleme görevini? Bafltan söyleyelim, hay›r. Mimoza’l›lar›n öykülerini yazd›ran›n da, portrelerini çizenin de ayn› kifli; Ressam Rasim olmas› ilk anda bu olas›l›¤› yak›n gösterse de gene Rasim’in sözlerinden anlar›z ki yüzler de yaflam öyküleri gibi de¤iflir, türlü biçimlere girer, istenirse yeniden çizilir. Rasim, “yüzünü yeniden ve istedi¤i gibi çizen bir adam!” dedi¤i Baba Hasan’› flöyle anlat›r: “Kim, yüzünden b›kar da ondan kurtulmak için yeni çizgiler icat eder, sonra da o çizgilerin arkas›na gizlenip kendinden kurtuldu¤unu san›r? Bana bir fley sa¤layaca¤›ndan pek emin olmasam da böyle bir gücümün olmas›n› isterdim. Belki de bütün Mimoza sakinleri, belki Faruk, belki babam ya da herkes bunun peflindeydi de, neyi arad›¤›m›z› bilmiyorduk. Bunu bilen var m›yd›? Vard›. Kim? Baba Hasan tabii.” Belki bu yüzden ressam, yaln›zca “(k)alemimi bafltan ç›karan, sarhofl eden bir yüzdü” dedi¤i Baba Hasan’›n “onlarca resmini” çizdi¤ini söyler. Belli ki, resimler ancak bir an›n, belki de yaln›zca ressam›n görebildi¤i bir an›n resimleridir. Ve onlar›n Mimoza’n›n duvarlar›na as›lmak için patron Ender’in, resimlerin gerçe¤e benzerli¤ini onaylamas› gerekti¤i biliniyorsa da; Ressam Rasim’in, Mimoza’l›lar›n olduklar› gibi de¤il, olmak istedikleri gibi göründükleri anlar›n›n ard›nda oldu¤unu da anlar›z. Gene bir gün, “kalemi(n)e tak›lacak bir yüz ararken” Doktor’a iliflir gözü, “ daha önce hiç görmedi¤im bir yüzüyle karfl›lafl›nca, ‘ahha’ demifltim. Olay buydu iflte. Nas›l da heyecanlanm›flt›m. O gün onun resmini çi125 zebilece¤imi anlam›flt›m” der. “Duruflu, bak›fl›, ruhunun co¤rafyas› da her zamanki gibi de¤ildi. Çok aç›kt›,” diye sürdürür yakalad›¤› an› anlatmay›. Öyleyse resimlerini yapmak için onlar›n gözden kaçan bir anl›k görünüfllerini kollar. Anlat›lar/› gibi resimler/i de birer yorumdur yaln›zca. Resimler kiflilerin görünüfllerini okur için tek biçime indirgeyip kesinlemekten çok, “prizman›n öbür yüzlerini” de düflletmeyi sa¤larlar. Ve iflte bu yüzden de iyiden iyiye öykülere ba¤lan›r, onlar›n “ayr›lmaz birer ö¤eleri” konumuna ulafl›rlar. Mimoza’da Elli Gram’›n diline gelince; yapt›¤›m›z birkaç al›nt›dan bile anlafl›labilir ki, Ressam Rasim Mimoza’dan biri oldu¤u ve oray› anlatt›¤› için, seçilen dil de oraya özgü, argoya yak›n, içinde kaba cinselli¤i de bar›nd›ran özel bir dildir. Öykü kiflilerinin, “sövmesini, sigaray›, içkiyi, kavgay› ve yar›m yamalak da olsa ‘hakk›n› arama’ kötü al›flkanl›klar›n› edin(diklerini)”7 de göz önünde bulunduracak olursak onlar›n da, gene bu öyküler evreninin y›llar öncesinin bir kiflisi gibi, art›k çocukluklar›n›n eski bahçelerinde olmad›klar›n› söyleyebiliriz. Ama Mimoza da t›pk› “bahçeler” gibi ne sokakt›r ne de ev. Ad›n› bir konsomatrisden ald›¤› söylenen, öte yandan bir çiçek ad› olan Mimoza bir zamanlar›n eve girmek istemeyen “elleri sokak kokan” çocuklar›n›, kovulduklar› bahçeler gibi, bir ara uzam›n ayk›r›l›¤›yla, uyum sa¤layamad›klar› ev içlerinden de, sokaklardan da koruyup sar›p sarmalar. Dipnotlar * Mimoza’da Elli Gram’›n, öyküleri sözle ve yaz›yla anlatan iki anlat›c›s› vard›r: ilk öyküde Ressam Rasim’in, arkadafl›na “yaz o zaman,” deyiflinden anlar›z bunu. ‹lki; yani Ressam Rasim dile getirir, öteki; onun arkadafl› biçimler. Yaz›c›n›n kendinden bir fley kat›p katmad›¤› konusunda bilgilendirilmez okur. Bu yüzden iki anlat›c›y› tek bir anlat›c› gibi de¤erlendirmek sözle yaz›y› birbirine kar›flt›rmak olur. Ama öyküler, öyküler bütününden kopar›l›p, tek tek ele al›nd›¤›nda elbette ilk ve son öykünün d›fl›ndakilerin anlat›c›s›n›n yaln›zca Ressam Rasim oldu¤unu söyleyebiliriz. ** Resimler: Cemil Küçükfilibe Kaynakça (1) Mukadder Haydari Özgeç. “Bir Öyküler Evreninin Eksik Tarihi”. Virgül 46 (Aral›k 2001): 52-54 (2) Cemil Kavukçu. Mimoza’da Elli Gram. ‹stanbul: Can Yay›nlar›, 2007. (3) ______. “‹flsizli¤in Uzun Günlerinden Biri”. Temmuz Suçlu. ‹stanbul: Can Yay›nlar›, 1998. (4) ______. “Eyyup”. Yaln›z Uyuyanlar ‹çin. ‹stanbul: Can Yay›nlar›. 1996. (5) ______. “Ben Poyraz”. Uzak Noktalara Do¤ru. ‹stanbul: Can Yay›nlar›. 1997. (6) Tahsin Yücel. “Foto¤raf, Yaz›nla ya da Yaz›nda”. Kitap-l›k Dergisi 32 (Bahar 1998): 138-141 (7) Cemil Kavukçu. “fiimdi Öldün Sen”. Temmuz Suçlu. ‹stanbul: Can Yay. 1998. 126 Elâ Atakan KASIMPATI GÜN KIRI⁄I Kas›mpat› gün k›r›¤› Dudak bükümü Kirpik dü¤ümü Ayr›l›k tohumu çoktand›r bedenlerde. Haresi sar› irisin Yapraklar› kapanal› Küstüm otuna dokunal› Gece rengiydi art›k ay. Duygular›n ortas›nda kalm›flt›k. Kuytu baharlara gebe. Buruk ›rmaklarla yorgun. Saçlar›na dokunmufltum. Çoktan gitti¤ini bilerek. Hüzünle kararm›flt› avuçlar›m. Gözyafllar›m›n y›kad›¤› Tutufltu düfl k›r›kl›klar›m Cam›n vurdu¤u ›fl›klara ve kenar›na düfltü yapraklar› kas›mpat›lar›n›n. 11.11.07 127 PS‹KANAL‹Z VE EDEB‹YAT: FREUD, JUNG, LACAN Bar›fl Özkul Psikanaliz, ilk baflkenti Viyana’dan yak›n geçmiflimize kadar sanat ve edebiyat çevrelerinin yo¤un biçimde ilgisini çekti. Bu ilginin psikanalizin tarihsel geliflimine yön verdi¤i söylenebilir. Sanat ve edebiyat çevreleri psikanalizi do¤umundan itibaren basit bir tedavi tekni¤inden ziyade kültürel alanda ciddi aç›l›mlara olanak tan›yan bir kuram olarak alg›lad›lar. Bunun da gerek edebiyata gerekse edebiyat elefltirisine önemli yans›malar› oldu. Gerçeküstücü fliirin “otomatik yaz›m” tekni¤iyle psikanalizin yap› tafllar›ndan “serbest ça¤r›fl›m” aras›ndaki ba¤lant›, sanat ve edebiyat›n diliyle bilinçd›fl›n›n dilini özdefllefltiren çevreler vb. bunlardan yaln›zca birkaç›. Yunanistan’›n ilk psikanalisti Andreas Embiricos’un (1901-1975) flair olmas› da ayn› ba¤lamda ilginç bir örnek. Psikanalitik edebiyat elefltirisine geçti¤imizde ise Freud’dan Lacan’a belli bafll› psikanalistler çeflitli paradigmalar içerisinden edebiyat yap›tlar›na e¤ilir. Psikanalitik edebiyat elefltirisinin tarihçesi ç›kar›lacak olursa Freud’dan yola koyulmak gerekir. Edebiyata öncelikle kendi kuram›n› do¤rulamak amac›yla yaklaflan Freud, psikanaliz terminolojisini olufltururken edebiyat yap›tlar›ndan da yararlan›r. Bunun akla gelen ilk örne¤i psikanalizin temel kabullerinden olan Oedipus karmaflas›. Oedipius karmaflas›na göre erkek çocuklar› cinsellik k›v›lc›mlar› da tafl›yan ilk aflklar›n› annelerine duysalar da zamanla babalar›n›n aile içi hiyerarflideki hâkim konumunu kabul etmeleriyle bu aflk› bast›r›r, ötelerler; böylelikle karmafla sonlan›r. Freud bu evreyi adland›r›rken Sofokles’in oyunundan esinlenmifltir: Bir kâhinden babas›n› öldürüp annesiyle evlenece¤ini ö¤renen Oedipus, yazg›s›ndan kurtulmak için ailesinden kaçar, ama nafile. Tebea flehrinde karfl›laflaca¤› baflka bir çift, bebekli¤inde yanlar›ndan ayr›ld›¤› öz ebeveynleridir. Oedipus öz babas› Laius’u öldürüp, öz annesi ‹okaste ile evlenecektir. Freud oyunun yüzy›llar boyunca toplad›¤› ilgiyi evrensel ölçekte tabulaflt›r›lan bir arzunun – ensest arzusunun – kurgusal düzlemde canland›r›lmas›na ba¤lar. Hamlet okumas› da ayn› eksendedir. Freud’a göre Hamlet’in babas›n›n intikam›n› almakta gecikmesinin nedeni, katilin asl›nda vaktiyle Hamlet’in de niyetlendi¤i cinayeti ifllemesidir. Örnekler ço¤alt›labilir, Freud yaln›zca klasik edebiyat yap›tlar›n› de¤il E. T. Hoffmann gibi ça¤dafl› say›labilecek edebiyatç›lar›n metinlerini de benzer aç›lardan inceler. (Hoffmann’›n 1816 tarihli 128 “Kum Adam” adl› öyküsünde otorite arzusunun, had›m edilme – kastrasyon – karmaflas›n›n, eflcinsel itkilerin izini sürer.) Böylelikle edebiyat elefltirisinde yeni bir ekolün ilk tohumlar› at›lm›flt›r. Öbür yandan Freud metin odakl› edebiyat elefltirileri yapmakla yetinmez, edebiyat›n temel dinamiklerini de hayli genelleyici ve tart›flma götürür varsay›mlarla yorumlar. Freud’a göre edebiyat yap›tlar›, yazarlar›n hastal›k belirtilerinin d›flavurumlar›d›r; dolay›s›yla bilinçd›fl› itkiler yap›tlarda su yüzüne ç›kmaktad›r. Bu varsay›m›n do¤al sonucu ise yap›tlara bakarak yazarlar›n ruh hallerinin saptanmas› olmufltur. Freud, bu perspektifin s›n›rlar›n› sonuna kadar zorlayarak Dostoyevski’nin yap›tlar› ve yaflam öyküsü ›fl›¤›nda mazoflistli¤ine kanaat getirmifltir. Bu bak›fl aç›s› pek çok yönden sorunludur. Yap›tlar yaln›zca yazarlar›n›n psikolojik durumlar›n›n anlamland›r›lmas› için verilefltirildi¤inde özerklikleri ister istemez yads›n›r. Dahas›, böyle bir elefltirel yaklafl›m›n ürününün edebiyat elefltirisi de¤il, modern psikolojinin ilkeleriyle çeliflen bir psikoloji incelemesi olmas› kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü sanatsal yarat›m gibi karmafl›k bir psiflik süreç, yap›tlar› yazarlar›n yaflam›na indirgeyen Freudyen bak›fl aç›s›yla aç›klanamaz. (Freud’un yap›t-yazar denklemi psiko-biyografi gibi görece genç bir yaz›n türünü de do¤urdu. Bu türün en bilinen örne¤i herhalde Marie Bonaparte’›n The Life and Works of Edgar Allen Poe (Edgar Allen Poe’nun Yaflam› ve Yap›tlar›) bafll›kl› kitab›d›r.) Analitik psikoloji okulunun kurucusu Carl Gustav Jung ise söz konusu Freudyen bak›fl aç›s›n› ayaklar› üzerine oturtmufltur. Jung, edebiyat yap›tlar›n› yazarlar›n bilinçd›fl› itkilerinin yans›mas› olarak görmez, yap›tlar›n k›smi özerkliklerini tan›r: “Sanat eserini inceleyerek, sanatç› hakk›nda baz› bilgiler edinmek mümkündür. Sanatç› hakk›ndaki bilgilerden kalkarak sanat eseri hakk›nda bilgilere varmak da mümkündür. Ama bu yollarla elde edilen bilgiler hiçbir zaman kesin de¤ildir. Bu çeflit bilgilerin en iyisi bile, olas› san›lardan ve do¤ru ç›kabilen tahminlerden baflka bir fley de¤ildir… Sanat incelemesinde psiflik ürünün ( ister sanat eseri, ister sanatç›n›n kendisi söz konusu olsun ) kendinde ve kendisi için bir fley olarak görülmesi önemli bir ilkedir. Göreli olmalar›na ra¤men bu ilkenin her ikisi de geçerlidir.”1 Genellikle Jung ile an›lagelen arketipçi edebiyat elefltirisi psikanalize tarihsel bir üst bak›fl sa¤lar; özgün kavramsal aç›l›mlar›yla psikanalizin da¤arc›¤›n›, kuramsal s›n›rlar›n› epeyce geniflletir. Jung’un kuram›n129 da bilinçd›fl› iki kategoride tan›mlan›r: kiflisel, kolektif. Kiflisel bilinçd›fl› kiflilerce bast›r›lan arzu, imge ve yaflant›lardan; kolektif bilinçd›fl› ise tarih boyunca toplumlar›n sonraki kuflaklara aktarmak üzere bast›rd›klar› köklü arzu, imge ve yaflant›lardan oluflmaktad›r. Jung’un terminolojisinde kolektif bilinçd›fl›ndaki imgeler ve yaflant›lar – Yunanca bafllang›ç anlam›ndaki arche ve mühür anlam›ndaki typos sözcüklerinden oluflan – “arketip” kavram›nda toplan›r. Jung’a göre arketipler tarih boyunca din, mit, edebiyat gibi simgesel dizgeler içerisinde aray›fl, yolculu¤a ç›kma, ölümle yüzleflme vb. motifler vas›tas›yla ifllenerek gerçeklik yan›lsamas› yaratm›fllard›r. Bu kabuller psikanalitik edebiyat elefltirisini kolektif bilinçd›fl›n›n incelenmesine yönlendirmifltir. Böylelikle elefltirinin perspektifi kiflisellikten toplumsall›¤a do¤ru genifllemifl, yazarlar›n yaflamlar› ve yap›tlar› aras›nda kurulan basit denklemden s›yr›lm›flt›r. Lacan’a geçmeden, Jung’un sanatsal üretim konusunda yapt›¤› ayr›ma da de¤inelim. Jung’a göre iki tip sanatsal üretim vard›r: içe dönük, d›fla dönük. ‹çe dönük üretimde sanatç›, yap›t›n›n içeri¤ini üretim sürecinin bafl›ndan sonuna kadar yönlendirir, yo¤urur, kendine tabi k›lar. D›fla dönük üretimin temel özelli¤i ise yap›t›n içeri¤inin sanatç›n›n iradesinden gitgide ba¤›ms›zlaflmas›, kendi yata¤›n› bulmas›d›r.2 Jung içe dönük üretimi Schiller, Shelley, Blake gibi romantiklerle örneklerken, Goethe’nin Faust ’u ve Nietzsche’nin Zerdüflt ’ünü d›fla dönük üretim kategorisinde tan›mlar. Bu ayr›m oldukça öznel, s›nanmas› güç ölçütlere dayan›r. Dolay›s›yla polemi¤e aç›kt›r. Lacan, yap›salc›l›k sonras› düflün ak›mlar›n›n en “flifahi” düflünürü olarak tan›mlanabilir. Yaratt›¤› bunca etkiye karfl›n kitap format›nda haz›rlanm›fl tek yap›t› 1932 y›l›nda yay›mlanan doktora tezidir. 1966’da yay›mlanan baflyap›t› Ecrits (Yaz›lar) ise k›sa yaz›lar›ndan ve uzun seminer konuflmalar›n›n metinlerinden oluflur.3 Gelgelelim Lacan’›n flifahili¤i üflengeçli¤inden de¤il, yaz›n›n karfl›s›nda sözün gücüne duydu¤u inançtan kaynaklan›r; bu inanc› o denli güçlüdür ki yay›n sözcü¤ünün Frans›zca’daki karfl›l›¤› “publication”u h›nz›rca “poubellication”a çevirir. (Poubelle, Frans›zca’da çöp sepeti anlam›na gelir.) Bu özelli¤ine koflut olarak Lacan’›n konuflulan dille ve dilbilimle aras› iyidir; öyle ki öne sürerek psikanalizin verili paradigmalar›n› derinlefltirmeye bilinçd›fl›n›n dil gibi yap›land›¤›n› öne sürerek bafllar. Lacan’a göre bilinçd›fl› t›pk› dil gibi aralar›ndaki karfl›tl›k, farkl›l›k vd. özelliklerle birbirlerini belirleyen göstergelerin konumland›¤› bir “anlamland›rma” alan›d›r. Lacan, dil ve bilinçd›fl› aras›nda kurdu¤u özdeflli¤i bilinçd›fl› mekanizmalarla dilsel mekanizmalar›n benzer yap›lar›yla örnekler: Freud’un birincil süreçler olarak tan›mlad›¤› “yo¤unlaflma” ve “yer de¤ifltirme”, Lacan’a göre “metafor “ve “düzde¤iflmece (metonimi)” ile özdefltir. Yo¤unlaflma bilinçd›fl› semp130 tomlar›n oluflum süreçlerinde iki veya daha fazla imgenin tek bir sembolle temsil edilmesidir. Bu sembolü – göstergeyi – gülle örneklersek rüyada yo¤unlafl›lan gül, muhtemelen hofl/al›ml› kad›n imgesinin sansüre u¤rat›lm›fl halidir; bu durumda t›pk› metaforda oldu¤u gibi bir ya da birden fazla göstergenin yerini bir baflka gösterge alm›flt›r. Benzer bir özdefllik, düzde¤iflmece ile yer de¤ifltirme mekanizmalar› aras›nda da mevcuttur. Düzde¤iflmecede bir gösterge baflka bir göstergeyi parça bütün iliflkisiyle temsil eder. Bir düzde¤iflmece örne¤i olarak Paris’te geçen y›l yak›lan arabalar, kentteki Ma¤ribi ayaklanmalar›n›, Ma¤ribi ayaklanmalar› hükümetin az›nl›klara yönelik politikalar›n›, az›nl›klara yönelik politikalar ise Fransa Cumhuriyeti’nin vatandafll›k tan›m›n› parça bütün iliflkileri zincirinde simgelemektedir. Bunun psikolojideki özdefli yer de¤ifltirme ise bir dürtünün ya da duygunun bir çat›flmay› çözmek amac›yla as›l nesnesinden aralar›nda parça bütün iliflkisi olan bir baflka nesneye yönlendirilmesidir. Lacan görüldü¤ü gibi modern dilbilimin kuramsal modellerini – Saussure ve Jakobson’dan esinlenerek – kendi psikanaliz paradigmas›na uyarlarken “gösterenler” aras›nda kurdu¤u hiyerarfliyle yap›salc› dilbilimden ayr›l›r. Lacan’a göre tüm göstergeleri belirleyen aflk›n bir gösteren mevcuttur: “fallus”. (Bu kavram ortalama bir sözlükçü mant›¤›yla Türkçe’ye penis olarak çevrilebilir. Ne var ki ileride de¤inilece¤i gibi ima etti¤i içerik çok daha genifl.) Lacan, fallus kavram›n›n içeri¤ini erkek egemen düzenden türeyen güç, sosyal statü ve cinsiyet iliflkileriyle doldurur. Çocuklar fallusun üstünlü¤ünü kabullenerek yerleflik kültüre ve dile ilk ad›mlar›n› atar, bu “evrensel” ve “birincil” gösterenin kuflat›c›l›¤› alt›nda göstergeleri anlamland›rmaya bafllarlar. Oedipus karmaflas› da fallusun üstünlü¤ünün çocuklar taraf›ndan kabullenilmesiyle afl›l›r. Çocuklar için fallus babalar›n›n simgesidir. Fallusun üstünlü¤ünün dolafl›ma sokuldu¤u aile içi hiyerarfli ise erkek egemen sosyo-politik düzenin ürünüdür, yani bir bak›ma fallus düzenin kendisiyle özdefltir. (Düzenin temel yasalar› baban›n ad› – le nom du pére – ile baban›n hay›r›.– le non du pére – iken, hay›r denilerek yasaklanan ensest arzusudur.) Lacan’›n kültür ve dil dizgesinde fallusu evrensel, birincil gösteren olarak konumlamas› Helene Cixous, Luce Irigaray gibi feministlerin tepkisini çekti. Feministlere göre fallusun birincilli¤i, kad›nlar› ister istemez ikincil konuma itmekteydi. Bu noktada flunu netlefltirmek gerekir: Lacan’›n kad›n›n erkek egemen toplumda ve ailedeki ikincil konumunu meflrulaflt›rmak gibi bir çabas› yoktur. Kad›nlar›n sosyal ve ailevi statüsünün ne olmas› gerekti¤iyle de¤il ne oldu¤uyla ilgilenir, cinsiyet rollerinin hangi verili flartlarda flekillendi¤ini analiz eder. Dolay›s›yla Lacan’›n ç›karsamalar› olgusald›r. Sözkonusu olgunun etik yönden elefltirisi de aile 131 kurumunun tarihsel geliflimini içeren kapsaml› bir sosyolojik bak›fl gerektirir. Lacan, Edgar Allen Poe’nun Araklanan Mektup’u (The Purloined Letter) üzerine verdi¤i dersle kendi kuram›n› ilk kez bir edebiyat yap›t›na dolays›zca uygular. Öykünün olay örgüsünde çal›nan bir mektubun pefline düflen karakterler yer al›r. Kurgu, karakterlerin mektupla iliflkileri üzerinden flekillenirken, öykü boyunca mektubun içeri¤ine ve karakterlerin geliflimine neredeyse hiç de¤inilmez. Lacan öyküdeki karakterleri olay örgüsünde durmadan tekrarlanan “birincil” gösterenle, yani mektupla iliflkileri çerçevesinde anlamlanan bilinçd›fl› itkiler olarak tan›mlar. Lacan’a göre karakterlerin – bilinçd›fl› göstergelerin – varl›klar› mektuba – birincil gösterene – ba¤l›d›r, kurgudaki konumlar› onun taraf›ndan belirlenmektedir; (T›pk› çocuklar›n kültüre ve dile ad›m atmalar›n›n ön koflulunun fallusu tan›malar› olmas› gibi.) Dolay›s›yla Lacan bilinçd›fl›n›n dil gibi yap›land›¤› kabulünden hareketle öyküyü bir psikanaliz alegorisi olarak okumakta, böylelikle psikanalitik edebiyat elefltirisi da¤arc›¤›na yeni bir bak›fl aç›s› katmaktad›r. Psikanaliz yirminci yüzy›lda iz b›rakan düflünce ak›mlar›n›n hemen hepsince tart›fl›lm›flt›. Bu tart›flmalar›n ço¤u psikanalizin bilimsel konumuna odaklanmakta, dolay›s›yla epistemolojik düzlemlerde yürümekteydi. Psikanalizin ilgi çekici hipotezlerinin, önermelerinin pek ço¤unun pozitivist mant›kla do¤rulanmalar› ya da yanl›fllanmalar› olanaks›zd›r. Hatta s›nanamazlar bile. Öbür yandan psikanaliz insan psikolojisinin farkl› katmanlar›n› anlamland›rmaya çal›flan hermeneutik (yorumsay›c›) bir bilim olarak görülebilir. Bunun sa¤lamas›n› yapmak için baflvurulacak dizgelerden biri de kuflkusuz psikanalitik edebiyat elefltirisi. Psikanalizle neredeyse yafl›t bir disiplin olarak psikanalitik edebiyat elefltirisi yüz y›ld›r okurlar› edebiyat yap›tlar› vas›tas›yla insan psikolojisinin derinliklerini anlamland›rmaya davet ve teflvik ediyor. Not: Bu yaz›n›n s›n›rlar› ölçüsünde yaln›zca üç kuramc›ya de¤inildi. Psikanalizin ça¤dafl düflünce ak›mlar› içerisindeki disiplinleraras› konumunun eni konu anlafl›lmas› için Melaine Klein, Julia Kristeva, Judith Butler, Jurgen Habermas gibi düflünürlerin psikanaliz üzerine yazd›klar› mutlaka okunmal›d›r. Türkiye’deki yazarlar aras›nda O¤uz Cebeci’nin ‹thaki Yay›nlar›ndan ç›kan Psikanalitik Edebiyat Kuram› bafll›kl› kitab› da yön göstericidir. (1) Psikanaliz ve Edebiyat, Karl Gustav Jung, Çeviren: Selahattin Hilav, Dost Kitabevi Yay›nlar›, 1964. (2) On Carl Gustav Jung, Vincent B. Leitch, The Norton Anthology of Theory and Criticism, 2001 (3) Ecrits: A Selection, Jacques Lacan, Translated by Bruce Fink, W.W Norton & Company, 2002 132 GÖÇLER‹N D‹NAM‹⁄‹ VE SA‹T MADEN Besim Dalg›ç ‹stanbul’dan kalkan uça¤›m›z, Türkiye’nin Ege k›y›lar›n› izleyerek deniz üzerinden süzülüp Girit adas›n›n Heraklion havaalan›na indi. Yaklafl›k 1 saat 20 dakika süren bir yolculuktu. Ege adalar›n› binlerce metre yükseklikten güneflin bat›fl›yla birlikte izlemek muhteflemdi. Günümüzde çok k›sa süren bu yolculuklar, 19. yy sonu ve 20. yy bafllar›nda kolay de¤ildi. Sanayi devrimi ile birlikte bu tip yolculuklar, bat›l› ayr›cal›kl› s›n›flar›n dünyay› gezip görme ve yeni pazarlar bulma iste¤iyle yayg›nlaflm›flt›. Lüks gemilerle denizafl›r› ülkelere gitmek haftalar al›yordu. Tren yolculuklar› bile yeteri kadar h›zl› de¤ildi. Dünya edebiyat› ve sinemas› bu döneme ait gezileri anlatan zengin örneklerle dolu. Polisiye roman yazar› Agatha Christie’nin fiark Ekspresinde Cinayet, Lawrence Durrell’in “‹skenderiye Dörlüsü” (Can Yay.) ve Labirent (Telos Yay.) romanlar› ve Bernardo Bertolucci Çölde Çay (1990) filmi örneklerden birkaç›. Günlerce süren yolculuklar›n insanlar üzerindeki izleri edebiyat› ve öteki sanat dallar›n› zenginlefltiren konular› yaratmas› bak›m›ndan kaç›n›lmaz. Günümüzde bu gezilerin anlam› pek kalmad›. En uzak mesafelere bile gün içinde ulafl›labiliyor. Geziler turizm ad› alt›nda bir sanayiye dönüfltü. Frans›z ünlü tarihçi Fernand Braudel’in haz›rlad›¤› Akdeniz, ‹nsanlar ve Miras (Metis Yay., 1991) adl› kitab›nda yeralan Maurice Aymard’in “Göçler” bafll›kl› yaz›s›nda, “Akdeniz herkesin gözünde günefl ülkesi, tembeller ülkesi görünümünü kazanm›flt›r. Yaz mevsiminin gelmesiyle birlikte charter uçaklar›na doluflup ya da otoyollara dizilip dalgalar halinde k›y›lar›na koflan Kuzeyli insan y›¤›nlar›n›n ülkesi. Bu insanlar k›m›ldamazlar; bir baflka yaflam ritminin kendilerinde yaratt›¤› hayranl›k ya da yorgunlukla birkaç hafta boyunca çak›l›p kal›rlar.” (Çev. Aykut Derman) Bu niteleme günümüz gezilerinin ne kadar ruhsuz oldu¤unu kan›tl›yor. 1977’de Fransa’da yay›mlanan bu kitapta yüzy›l›n bafl›nda bir avuç ayr›cal›kl› zengin az›nl›¤›n yararland›¤› bu haktan, II. Dünya savafl› sonras› özellikle 1960’lardan sonra kuzeylilerin tüm dünyay› turizm hareketiyle yeniden iflgal etmelerine olanak sa¤lad›¤›n› ve bu say›n›n 60 milyorlara kadar ulaflt›¤›n› yaz›yor. Günümüzde ise bu say› 200 milyonu aflm›fl görünüyor. Yaz günlerinde dünyan›n bir çok yerine binlerce uçak milyonlarca insan› tafl›yor. Ad› geçen kitapta bu insan hareketleri yeni bir tip iflgal ordular› olarak gösteriliyor. Emperyalistler, 20. yy’›n baflla133 r›nda topla tüfekle girdikleri ülkelere, günümüzde turizm ad› alt›nda gönüllü birliklerini gönderiyorlar. Turizm gerekçesiyle gidilen ülkeler de gelenlere kap›lar›n› aç›yor. Turizm dünyada yaklafl›k 300 milyar dolarl›k bir pazar. Maurice Aymard, “Kuzey’deki bürolarda ya da fabrikalarda mesai yeniden bafllad›¤›nda bu insan y›¤›nlar› geldikleri ülkelere düzenli bir biçimde geri dönerler. Öyleyse bar›flç› bir istila söz konusudur, ama yine de masum bir istila de¤ildir bu...” diyerek turizmin olumsuz bu yap›s›na da de¤iniyor. Dünyan›n bir çok yerinde turizm hizmeti, gelecek kuzeylilere göre çözümlenmifl. Benzer kahvalt›lar, aç›k büfeler, tatil köyleri, içkiler... Ne gidilen ülke tan›n›yor, ne de kültürleraras› iliflki kuruluyor. *** Günümüzde turizmin k›sa süreli gönüllü göçlerine karfl›n, 20. yy’da bir çok ülkede zorunlu göçler olmufl. Osmanl› ‹mparatorlu¤u’nda da zorunlu göçler yaflanm›flt›. I. Dünya Savafl›’nda iktidarda bulunan ‹ttihat ve Terakki F›rkas›, Alman emperyalistlerinin yürüttü¤ü bir program do¤rultusunda, yüzlerce y›ll›k imparatorluk ahalisi Ermenileri tehcire zorlad›. ‹mparatorlu¤un do¤u s›n›rlar›nda ‹ngiliz ve Çarl›k Rusyas› destekli Ermeni ayaklanmas›n›n yaratt›¤› kanl› savafl, cephe gerisinde bulunan Ermenilere zorunlu göç uygulamas›, sonuçlar› çok dramatik olsa bile savafl›n ac› gerçeklerinden biri . Tarihte bu uygulamay› bir çok ülke yapm›fl. Geçen ay bir televizyon kanal›nda yönetmen Anne Wheeler’in Aram›zdaki Savafl isimli bir filmi oynad›. Bay Kawashima 1. Dünya Savafl›’nda Kanada ordusunda yer alm›fl bir gazi ve baflar›l› bir ifladam›d›r. II. Dünya savafl›nda Japonlar’›n Pearl Harbor’da ABD donanmas›n› yok etmesi sonucu Kanada hükümeti ülkede yaflayan Japon kökenli tüm vatandafllar›na zorunlu göç uygular. Bay Kawashima ve ailesi de bir madenci kasabas›na gönderilirler. Orada zor flartlar alt›nda yaflarlar. Savafl bitti¤inde bütün varl›klar› ellerinden gitmifltir. Film böyle bir trajediyi anlat›yordu. Do¤udaki savafl koflullar›n›n yaratt›¤› ortam dolay›s›yla Osmanl›’n›n do¤u vilayetlerindeki Ermenileri tehcir etmeleri anlafl›labilir. Ancak bat›daki vilayetlerde Ermenilere zorunlu göç uygulamas›n› anlamak gerçekten zor. Eskiflehir, Bal›kesir, Edirne, Kütahya, Fethiye gibi yerler, do¤udaki savafl›n cephe gerisi nas›l olabilir? Buralarda yaflayan Osmanl› Ermenileri’nin do¤udaki savafla olumsuz etkileri nedir? Bu bölgelerden göç ettirilmifl Ermenilerin mallar›na kimler el koymufl? Ermenilerin kaç› geriye gelebilmifl? Türk Tarih Kurumu baflkan›n›n bu konularla ilgili kitaplar›nda bir çok fley aç›k de¤il ne yaz›k ki. Tart›flmal› bu konunun tarihçilere b›rak›lmas›, k›s›r politikalardan, yetersiz politikac›lar›n elinden kur134 tar›lmas› her bak›mdan do¤ru bir düflünce. Ama Osmanl› sonras› kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasal olarak ba¤lamasa bile e¤er burada bir insanl›k trajedisi varsa Türkiye’den ve dünyadan olufluturulacak ba¤›ms›z tarih bilimcilerinin bu konuya aç›kl›k getirmesi gerek. Kendi ülkemizin insan› ayd›nlat›l›rsa, tüm insanl›k da ayd›nlat›labilir. Bu konudaki aç›l›m, baflka ülkelerden fazla bir fley beklemeden kendi ülkemizin demokratik bir hukuk devleti olmas›n›n gere¤idir. Bunu yaparken inand›r›c›l›ktan en ufak bir kuflku uyand›rmamal›. ‹nsanlar›n yaflad›klar› yerleri zorunlu olarak terk etmeleri kadar büyük bir ac› olamaz. Göç edilen yer ne geride kalanlar aç›s›ndan, ne de gidenler bak›m›ndan ayn› yer. ‹nsanlar aras›nda kurulan dostluklar›n, birlikte oluflturulan ortak kültürün yok olmas›n›n, toplumlar› ço¤ulculuktan, demokratik yap›dan uzaklaflt›rd›¤› bir gerçek. Ne yaz›k ki Kurtulufl savafl› sonras› mübadele uygulamas› milyonlarca Anadolulu Rum’un, hiç ilgileri olmad›¤› bir baflka ülkeye gönderilmeleri sonucunu do¤urmufl. Benzer bir flekilde Bat› Trakya’dan, Ege adalar›ndan Türkiye’ye de mübadiller gelmifl. Girit adas› da mübadil yap›dan etkilenmifl. “Babaannem sadece Rumca konuflurdu” Laf laf› açm›fl. Berlin’de biri Rum, öbürü Türk iki kad›n aralar›nda benzer ama birbirinin z›dd› iki olay› anlat›yorlard›. Mübadele’de Do¤u Karadeniz’den Dedea¤aç’a gönderilmifl olan anneanne Rum olmas›na karfl›n, hiçbir zaman Rumca konuflmay› ö¤renememifl sadece anadili Türkçe konuflabiliyormufl. Rumca konuflan Türk babaanne ise Girit’ten ‹zmir’e gelmifl. Bir çok kiflinin buna benzer an›s› vard›r mutlaka. Ama yine de Türkiye’ye gelenlerin kendi anavatanlar›na gelmeleri nedeniyle, yaflad›klar› yerleri terketmelerinin yaratt›¤› ac›y› hafifletmifl oldu¤unu düflünüyorum. Kendi anavatanlar›ndan gönderilen Rumlar ise gittikleri ülkeye yabanc›, dilleri ve dinleri d›fl›nda kültürel yap›lar›na uzak. Bu nedenle giden Rumlar’›n yaflad›klar› ac›n›n onlar üzerinde daha büyük tahribatlar yapm›fl oldu¤u gerçe¤i daha akla yak›n. *** Zorunlu göçlerin toplumsal yap›y› zedeledi¤i bir gerçek. Dostluklar kopar›l›yor, kentlerde yaflam koflullar› de¤ifliyor. Toplumsal farkl›l›klardan ortaya ç›kan ortak kültüre büyük bir darbe indiriliyor. ‹zmir’in kent kimli¤ini orada birlikte yaflayan Türkler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler oluflturuyordu. Bunu yüzlerce y›l birlikte baflarm›fllard›. Emperyalist tuzaklar nedeniyle Rumlar kendilerine ait olan› sorumsuzca harcad›lar. Hem kendilerine, hem de ‹zmir’e yaz›k oldu. Benzer bir durum ‹stanbul için de geçerli. Büyük ay›p, 6-7 Eylül olaylar› ve K›br›s harekat› dolay›s›yla Rumlar’›n terketti¤i ‹stanbul da o eskisi gibi olamaz. 135 Yeni bir ülke bulamazs›n, bir baflka deniz bulamazs›n. Bu flehir arkandan gelecektir. Sen ayn› sokaklarda dolaflacaks›n gene. Ayn› mahallede kocayacaks›n; ayn› evlerde k›r düflecek saçlar›na. Dönüp dolafl›p bu flehre geleceksin sonunda. Baflka bir fley umma (Kavafis, “fiehir”, Çev. Cevat Çapan) “Bir baflka ülkeye, bir baflka denize giderim” dedin, “bundan daha baflka flehir bulunur elbet...” ile bafllayan “fiehir” fliirinin flairi Kavafis, baflta ‹skenderiye olmak üzere Akdeniz’de bir çok flehirde bulunmufl. Onun fliirlerinde yaflad›¤› yerlerin izlerini hissetmemek olas› de¤il. Toplumsal göçler gibi çeflitli zorunluluklardan, aray›fllardan, bireysel yer de¤ifltirmeler insan hayat›nda çok görülen bir olay. Ço¤umuzun geçmifli bu tip an›larla dolu. Bazen e¤itim, bazen ifl bulma zorunlulu¤u, töreler, ülke içinde nüfus hareketlerine neden olur. Yeni bir kente göç eden kifli (aile) orada var olma mücadelesi verir. Bu iflin do¤as›. Ama ço¤u zaman tutunabildi¤i bu yeni yaflam alan›n› benimsemekte zorlan›r. Törelerin etkisi kuflaklar boyu sürer. Yaflad›¤› kente ait olamazlar bir türlü. Konufluldu¤unda flural›y›m demek, bir bak›ma kaybetmek istenilmeyen kimliklere sahip ç›kma iste¤inin son direnmeleridir. Kavafis’in yazd›¤› gibi daha önce yaflad›klar› yerler arkalar›ndan gelir, onlar› b›rakmaz. Semih Kaplano¤lu Yumurta filmini böylesine bir yap› üzerine kurmufl. Genç yafllarda büyük umutlarla ‹zmir’in Tire kasabas›ndan ‹stanbul’a gelen Yusuf (Nejat ‹fller) “Bal” isimli fliir kitab›yla önemli bir ödül almas›na karfl›n ‹stanbul’daki yaflam koflullar›na bir türlü ayak uyduramam›fl, kendine ve her fleye yabanc› eylemsiz bir adam portresi çiziyor. Annesinin ölüm haberini al›nca y›llard›r gitmedi¤i Tire’ye geri döner. Bu dönüfl bir bak›ma kendini bir türlü b›rakmayan geçmifline de geri dönmektir. Annesinin evinde yaflayan Ayla (Saadet Ifl›l Aksoy) ise tüm varl›¤›yla gerçek bir kiflilik. Saadet Ifl›l Aksoy, Ayla rolüyle iyi bir oyunculuk baflar›m› gösteriyor. Nejat ‹fller ise foto¤rafç›da poz veren, elini kolunu nas›l kullanaca¤›na bir türlü karar veremeyen bir oyunculuk örne¤i gösteriyor. Nejat ‹fller’in oyunculuk yönetiminde Semih Kaplano¤lu pek baflar›l› de¤il aç›kças›. Filmde güzel görüntüler var. Ama sinema tek bafl›na güzel görüntülerden ibaret de¤il elbet. Görüntünün esiri olmak bir yönetmen için büyük tehlike. Semih Kaplano¤lu, Yumurta filminde anlatmak istedi¤i konunun entelektüel a¤›rl›¤› alt›nda eziliyor, anlams›z k›l›yor. Eylemsiz bir kiflili¤in sinamas›n› yapmak kolay de¤il. Visconti, A. Camus’nin Yabanc› kitab›n› filme çekmiflti. Elefltirmenler bu filmi pek baflar›l› bulmam›fllard›. Kitab›n etkisini filme yans›tmak her zaman mümkün olam›yor. Gerçi Semih Kaplano¤lu’nun bir önceki filmi Mele¤in Dü136 flüflü’nün de entelektüel anlat›m dili alt›nda anlams›z bir film haline geldi¤i hissediliyordu. Bu durum Yumurta için de geçerli. Buna karfl›n Fatih Ak›n’›n filmi Yaflam›n K›y›s›nda usta ifli bir yap›m. Tuncel Kurtiz ve Hanna Schugula sinema oyunculu¤unun nas›l bir fley oldu¤unu bize tekrar gösteriyorlar. Türk sinemas›n›n tv dizilerine bulaflm›fl oyuncular›n›n oradan kazand›klar› olumsuz al›flkanl›klardan kurtulmalar› pek kolay olmayacak san›r›m. *** Bazen istekli, zorunlu göçler insan yap›s›n› etkiledi¤i gibi göç edilen yerleri de baflkalaflt›r›yor. Hatta ‹stanbul gibi büyük kentlerde semtler aras› yer de¤ifltirmeler o semtin dokusuna zarar veriyor. ‹stanbul’un Ca¤alo¤lu semti bu talihsizli¤i yaflayan yerlerden. Bir zamanlar tüm gazetelerin, önemli yay›nevlerinin bulundu¤u bu semt 1990’l› y›llarda terk edildi. Gazeteler büyük holdinglerin mal› oldu. Kent d›fl›nda büyük medya plazalara tafl›nd›lar. Yay›nevleri de baflka semtlere tafl›nd›. Ca¤alo¤lu mahsun kald›. Gerçek gazeteciler yok oldu. Bir zamanlar Ca¤alo¤lu Yokuflu Memet Fuat’›n De Yay›nlar›, Fethi Naci’nin Gerçek Yay›nlar›, May, Cem gibi yaz›n hayat›m›za önemli katk›larda bulunan yay›nevleriyle doluydu. fiimdi hepsi geçmiflte kald›. Ancak semtteki bu de¤iflime tek bafl›na direnen, y›llard›r ayn› mekânda hem yay›nc›l›k, hem grafikerlik yapan flair, çevirmen Sait Maden var. Sahibi oldu¤u Çekirdek Yay›nlar›’nda Pablo Neruda, Mayakovski, Lorca, Baudelaire gibi dünyaca ünlü edebiyatç›lar›n önemli eserlerini dilimize kazand›rm›fl. Bu bak›mdan onun bu çabas› Ca¤alo¤lu’nun terkedilmiflli¤ini gönençlefltiriyor. Sait Maden 1932 Çorum do¤umlu. 1956’da Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümünü bitirmifl. O tarihten bu güne Ca¤alo¤lu’na yerleflip, çeflitli yay›nevi ve gazetelerde çal›flm›fl. Kitap kapaklar›, logolar›n birço¤unda onun imzas› var. Sait Maden, yapt›¤› ifller kadar kiflisel hayat›ndaki titizli¤iyle de ünlü. Onu yak›ndan tan›mayanlar bile giyiminden bu zerafeti hissedelebilirler. K›talararas› büyük göçlere yol açan Kristof Kolomb’un, Avrupa’dan Amerika’ya yapt›¤› keflif gezilerini anlatt›¤› Seyir Defterleri’ni (Çekirdek Yay. 1999) çevirmifl Sait Maden. Özenli bir çal›flma. Bilinmeyene yap›lan yolculu¤un gerilimi, ulafl›lan yerlerin heyecan vericili¤i; gidifller, dönüfller, umutlar, umars›zl›klar... Bu türe ilgi duyan okurlar için Sait Maden’in çevirisiyle Kristof Kolomb’un bu gezi-keflif yaz›lar›n› okumak ilginç. Sait Maden Ca¤alo¤lu’nda duruyor. Çal›flmalar›n› büyük bir heyacanla sürdürüyor. Bir zamanlar Memet Fuat, Fethi Naci gibi Ca¤alo¤137 lu’nun mitolojisini oluflturan yazarlar›n gelene¤ini tek bafl›na sürdürüyor. Onun bu direnci, Ca¤alo¤lu’nun geleneksel anlam›n› yitirmesini engelleyebilir mi? Sait Maden, Ca¤alo¤lu’na hayat verenlerden. O bu semti terketmedi. Ancak yaz›lar›, çevirileri yay›mlar›yla bizleri düflünsel gezilere götürdü, kültürler aras› yolculuklar yapt›rd›. Yaflad›¤› semtin sorumlulu¤unu tek bafl›na yükleniyor... Semih Poroy’un peçete üzerine çizimiyle Sait Maden (2000) 138 TAR‹HTE B‹R GÜN XI Aliflan Çapan Carlos kap›n›n efli¤inde durup beni tepeden t›rna¤a flöyle bir süzdükten sonra arad›¤› t›ls›ml› sözcü¤ü bulman›n sevinciyle iflaret parma¤›n› dostça sallayarak dile geliyor: Petar Naumoski! ‹kimiz de kahkahay› bas›yoruz. “Ama o Makedon!” diye itiraz edecek oluyorum k›smen Makedon kan› tafl›yan bir T.C. vatandafl› olarak. “Efes Pilsen’de oynam›yor mu, daha ne o zaman?” diyerek balkan milliyetçili¤ime son noktay› koyuyor Carlos. Birbirinin dilinden bir kelime bile anlamayan bir ‹spanyolla bir Türk’ü, ilk karfl›laflmalar›nda birbirine ba¤layan Naumoski oluveriyor. El Greco Soka¤› 12 numaraday›z. Bir süre burada kalaca¤›m, Carol’le Carlos’un evinde. Eve ad›m›m› att›¤›mda henüz iki haftal›k olan o¤ullar› Carlos’u da unutmamak laz›m. En küçü¤ümüz oldu¤u için kendisine Carlitos diye hitap ediliyor. Carol aflç› ama yeni do¤um yapt›¤› için o dönemde çal›flm›yor. Carlos ise ilkokul ö¤retmeni o da çevre okullarda kadro olmad›¤›ndan bir Çin lokantas›nda garsonluk yap›yor. Her türlü yoklu¤a ra¤men kurmufllar yuvalar›n› bir de Carlitos’u peydahlam›fllar ben de kirac›lar› olarak aralar›na kat›l›nca mürettebat tamamlan›yor. Naumoski’yle bafllayan Salamanca serüvenimin daha ikinci gününde Salamanca nefesleri kesen bir maçtan sonra tarihinde ilk defa Barcelona’y› 4-3 yeniyor. Yeni arkadafllar›m memnun, aya¤›n u¤urlu geldi diyorlar. Madrid otobüsünde edindi¤im arkadafllar›m ‹zaskun ve Coflkun’la maç› barda seyrediyoruz, ben de bu arada ilk ‹spanyolca dersimi al›yorum: F›ç› bira istersen “una cana por favor!” diyeceksin. Hay hay, “una cana por favor!” Pepe ›fl›k h›z›yla buz gibi biray› önüme koyunca, Izaskun’a dönüp “kolaym›fl yahu sizin ‹spanyolca” diyorum. “Kolay, kolay” diyor Izaskun Göreme’de ö¤rendi¤i k›r›k dökük Türkçesiyle “do¤ru yere geldin Turco! ” Kadehlerimizi Salamanca’n›n ve yeni bafllayan dostlu¤umuzun flerefine kald›r›yoruz. Ertesi gün ‹spanyolca kursuna bafll›yorum. ‹lk ö¤retmenim Pilar harika bir ö¤retmen, bulunmaz bir dost. Hem dersi hem hocay› sevmek bir Türk ö¤rencisinin bafl›na ender gelen mutlu kazalardan. Kendimi ‹spanyolcaya veriyorum, bir iki hafta içinde dilim çözülmeye bafll›yor, hatta ‹spanyollar›n siesta düzenine bile ayak uyduruyorum. Geceleri on birde yemek yenen, akflam gezmelerinden sabaha karfl› dönülen bir toplumda si139 estas›z yaflamak mümkün de¤il. Zaten adamlar zevk için uyumuyorlar, ö¤leden sonra geldi mi kimsenin ayakta duracak hali kalm›yor. Siestay› hep s›cak iklimlerle, duvar dibinde uyuklayan sombrerolu Meksikal›larla özdefllefltirmifl biri olarak hafif hafif kar serpifltiren bir ö¤leden sonras› giderek ›ss›zlaflan Salamanca sokaklar›n› flaflk›nl›kla arfl›nl›yorum. Sabahtan ö¤lene kadar dersimiz var. Ö¤len yeme¤inden sonra zorunlu istirahat. Çay saatindeyse ödevlerimi yapmaya koyuluyorum. O s›ralarda yeni kalkm›fl olan Carlos arada ödevlerimi kontrol ediyor, “aferin turco çok çabuk k›v›racaks›n sen bu ‹spanyolcay›” diyor gülerek. Çay saatinde ço¤u zaman yafll› akrabalar geliyor yeni do¤an bebe¤i görmeye. Çaylara sakarin at›l›yor, dolaptan diyabetik kurabiyeler ç›k›yor, hoflsohbet teyzeler k›sa sürede koyu bir muhabbete dal›yorlar, arada Carlitos’un yanaklar›n› m›nc›kl›yorlar, bana bak›p içinde Turco geçen cümleler kurup gülüyorlar. Hiçbir fley anlamamama ra¤men ben de gülüyorum. Ne kadar da babaanneme benziyorlar, utanmasam sizde bir Giritlilik var m› diye soraca¤›m. Salamanca yüz elli bin nüfuslu küçük bir flehir. Sakinlerinin büyük bir k›sm› ö¤renci, ortaça¤dan beri ülkenin en önemli üniversite flehirlerinden biri olmufl. Günümüzdeyse ayn› zamanda ‹spanyolca ö¤renmek isteyenlerin kâbesi. Ö¤renci nüfusunun yo¤unlu¤u gece hayat›n› da etkilemifl, hemen hemen her üç binadan birinin alt› bar olarak hizmet veriyor. Barcelona hariç ‹spanya’n›n her flehrinde yer alan flehir meydanlar›ndan Plaza Mayor, Salamanca’n›n en flöhretli mekân›. O günlerde cep telefonu yayg›nlaflmad›¤› için herkes birbirine Plaza Mayor’daki saatin alt›nda randevu veriyor. ‹lk gitti¤imde k›sa süreli bir flaflk›nl›k geçiriyorum saatin alt›nda. Yaklafl›k befl yüz kifli var buluflmak üzere sözleflmifl. Ço¤unun elinde biralar, flaraplar sanki arkadafllar›yla buluflmaya gelmemifller de bütün geceyi orada geçireceklermifl gibi bir halleri var. K›sa sürede yan›ld›¤›m› anl›yorum. ‹spanya’da geceler en az›ndan befl alt› mekâna u¤ramadan bitmiyor. Bir mekânda en fazla iki üç içki içip, fazla sallanmadan bir baflkas›na geçiyor ‹spanyollar. La marcha ad›n› takm›fllar bu hareketlilik haline, biz Beyo¤lu çocuklar›n›n “akmak” dedi¤imiz eylemin karfl›l›¤›. ‹lk dura¤›m›z Cuba küçücük bir bar. Kap›dan girildi¤inde sa¤da dükkân›n neredeyse üçte birini kaplayan dev bir f›ç› var, mekân›n ad› da buradan geliyor zaten. Tuvalet olarak kullan›lan f›ç›n›n d›fl›nda, en kalabal›k oldu¤unda bile tafl çatlasa on, on befl kifli oluyor, a¤›rl›kl› olarak Çingene serseriler. Barda gününe göre ya çalçene Marcos ya da titrek Angel duruyor. K›rk y›lda bir yanl›fll›kla kap›dan sar›fl›n bir kuzeyli kafay› uzatt›¤›nda müstehzi gülümsemelerle püskürtülüyor. Biz Türklerse yabanc› olarak görülmüyoruz. Sanki insan de¤il de baflka bir türüz. Gözlerini açarak Los Turcos diye hitap ediyorlar bize korkuyla kar›fl›k bir 140 sayg› içinde. En büyük yazarlar› Cervantes’i esir al›p forza olarak çal›flt›rmam›zdan m› kaynaklan›yor acaba bu korku diye düflünüyorum. Cuba’dan sonraki duraklar›m›z ‹guana ve Rivendel. Rivendel kirli uzun saçl›, deri ceketli rockç›lar›n mekân›. Kap›dan içeri girince Amerikan filmlerindeki Harley Davidson çetelerinden biriyle karfl›laflm›fl gibi oluyor insan. Bar sahibi Rafael bir u¤rad›¤›mda bira fliflesini uzat›rken “Dinle turco” diyor, “Birazdan çalacak flark›y› senin için koydum.” Merakla bekliyorum, uzun bir ezandan sonra gürültülü bir elektro gitar sesi kapl›yor mekân›, niyet güzel, flark› boktan, Latin rockunu ask›ya al›p s›v›fl›yorum çok geçmeden. Son dura¤›m›z genelde Tal Cual’›n yan›ndaki Potemkin diskosu oluyor. Potemkin’i fazla anlatmaya gerek yok, simsiyah duvarlar›, cay›r cay›r çalan müzi¤i sert biralar›yla tam Potemkin iflte. Yerde, içlerinde s›kça k ve z harfi geçen Baskça sloganlar›n yer ald›¤› k⤛t parçalar› gözüme çarp›yor. Baskl› gençler biz gelmeden önce kufllama yapm›fllar anlafl›lan. Gecelerden bir gece çak›r keyif bir halde eve döndü¤ümde Carol ile Carlos’u hararetli bir flekilde tart›fl›rlarken buluyorum. Konu Carlitos’un vaftizi. Carol pazar ayinlerini kaç›rmamaya çal›flan saf bir Katolik. Carlos’un ise o taraklarda hiç bezi yok. ‹badete en yaklaflt›¤› anlar hafta sonlar› soka¤›n köflesindeki barda seyretti¤imiz Barcelona maçlar› oluyor. Carol’ün iyi niyetli iste¤ine Carlos’un karfl› ç›kma sebebi gayet basit vaftiz töreni sonras› davetlilere yemek vermek âdetten. Böyle bir ziyafetin maliyeti ise bizimkileri afl›yor. Bana soruyorlar sen ne dersin vaftiz konusuna diye. Hiç iflim olmaz diyorum dinle mezheple, Bunuel’ciyim ben. Carlos bir imdat simidine yap›fl›r gibi sar›l›yor sözlerime. “Bak, diyor, elin köktendinci müslüman› bile aflm›fl bu konular›, sen hâlâ diretiyorsun vaftiz de vaftiz diye!” Gözlerimizden yafllar gelene kadar gülüyoruz. Dolaba zulalad›¤›m rak› fliflesini ç›kar›yorum, birer tek atarak vaftiz karar›n› kutluyoruz. Carol istiyor; tabii ki vaftiz edilecek çocuk. Vaftiz töreninden sonra bir k›r lokantas›nda yemek veriliyor. Carol’ün kardefli Dany piyanist flantör. Nino Bravo flark›lar›yla “renklendiriyor” geceyi. Dany’nin bir de kankas› var, geçkince bir flark›c›, ad› Sofia. Dibinden boyas› ç›km›fl kabar›k sar› saçlar›, görmeyen gözlerini örten büyük siyah gözlü¤üyle tam bir diva. fiark›lar çal›n›yor, danslar ediliyor. Köktendincili¤imin hakk›n› vermem laz›m; Sofia’n›n yan›na gidip “dans edelim mi?” diyorum. “Memnun olurum Turco” diyor, “çok centilmensin.” Carlos kenarda purosunu yakmaya çal›fl›rken muzip gözlerinden gecenin hesab›n› denklefltirme s›k›nt›s›n›n gölgesi geçiyor. Göz k›rp›yorum, arkadafl›na haz›rl›ks›z yakalanman›n safl›¤›yla gülümsüyor. “Hangi berbere gideyim?” diye soruyorum Carlos’a, “saçlar›m uzad› da.” “Valla benim saçlar›m› yengem kesiyor, hafta sonu köye gitmeyi 141 düflünüyoruz. ‹stersen sen de gel, arada t›rafl› da ç›kar›r›z” diyor Carlos. Ailenin büyükleriyle tan›flma fasl›ndan sonra avluda tabureye kurulup saçlar›m›z› kestiriyoruz. Kad›nlar yemek haz›rlayacaklar iflleri uzun. Carlos, kuzeni Isodoro ve ben arada vakit öldürmek için Portekiz Fransa karayolunun üzerinde bir otelin bar›na gidiyoruz. Ana k›z Maria ile Paloma iflletiyorlar oteli. Çok geçmeden keçi peyniri ve domuz past›rmas› konuyor önümüze. Jamon iberico çok lezzetli, kamyon floförleri a¤›zlar›n›n tad›n› biliyorlar. Ekranda Barcelona Dortmund maç› var, süper kupa finali. Barcelona’n›n zaferiyle eve dönüyoruz. Teyzeler simsiyah etekleri, gömlekleri ve bafl örtüleriyle heyecan içinde bizi bekliyorlar. Yemeklerini be¤endirmenin heyecan›yla, “Ye evlad›m ye, aç kalma!” diye ›srar ediyorlar. Domuz etinin her türlüsünü silip süpürüyorum hepsi hofluma gitmese de. K›fl yavafl yavafl geride kal›yor. Havan›n güzelleflti¤i bir akflamüstü Carlos beni eski bir uzun yol kaptan› olan Juan’›n mekân›na götürüyor. Juan tam bir caz âfl›¤›, üç katl› bar›n ad› da do¤al olarak Birdland. Türk oldu¤umu duyunca bir Khaled flark›s› koyuyor, kusura bakma elimin alt›nda Türk flark›s› yok bununla idare ediver diyor. Fonda Khaled “Ayflaa, Ayflaa” diye 盤l›klar atarken ikinci kat›n balkonuna yöneliyoruz. Elimizde birer bira balkonun korkuluklar›na yaslan›p soka¤› seyre dal›yoruz. Tam önümüzde trafik ›fl›klar› var. Carlos efle dosta laf at›yor. Salamanca küçük, hava k›r›lm›fl, keyfimiz yerinde. Çin lokantas›ndaki garsonluk yetersiz kal›nca Carlos kendine yeni bir ifl buluyor. Daha çok arka mahallelerdeki salafl barlarda müdavimlerin jeton at›p camekân›n arkas›ndaki eflantiyonlar› bir k›skaçla yakalamaya çal›flt›klar› aletlerden sorumlu art›k. Haftada iki barlar› dolafl›p jetonlar› topluyor eksilen eflantiyonlar›n yerine yenilerini koyuyor. Ayr›lma zaman› geldi¤inde son bir tura ç›k›yoruz. Önce depoya u¤ray›p bir çuval eflantiyon yüklüyoruz arabaya. Sonra ver elini kenar mahalleler. Her u¤rad›¤›m›z barda köpek öldüren flaraplar içip iyice kafay› buluyoruz. Otobüs terminalinin önüne geldi¤imizde vedalaflma fasl›n› k›sa tutuyoruz, hayat uzun nas›l olsa karfl›lafl›r›z bir daha. Carlos beni kucaklay›p elime dandik bir Real Madrid saati tutuflturuyor babana verirsin diyerekten, benimse gözüm arka koltu¤a saç›lm›fl oyuncak ay›larda. fiimdi elimde bir kutu, oturmufl vaftiz foto¤raflar›na bak›yorum uzun uzun, Carlitos’un sünnet ça¤› geçmeden gidip kap›lar›na dayanmak laz›m diyor içimdeki köktendinci fleytan. 142