My Blueberry Nights
Transkript
My Blueberry Nights
Wong Kar-wai ile röportaj Dondurmayı eritmek 2001 yılında, Cannes film festivalinde “Sinema Dersleri” başlığında, In the Mood for Love’ın kısa metrajını göstermiştiniz. Bu, My Blueberry Night’ın çıkış noktası mıydı? Evet. Başlangıçta In the Mood for Love üç bölümden oluşuyordu. Bir tanesi şimdiki zamanda geçiyordu, mekan da snack bar’dı. Çekimi asla tamamlayamadık, çünkü şu an izlediğiniz film oluşturan kısım (My Blueberry Nights) çok hoşumuza gitti ve tamamlanması bayağı uzun sürdü. Sonuç olarak, üç hikayeden sadece birinde karar kıldık. Modern zamanda çektiğimiz bölümden yola çıkarak, ben daha sonra 6 dakikalık kısa bir metraj çektim. Bu fikir hoşuma gitmişti, My Bluebery Nights’ta Norah Jones kişiliği bir şekilde Maggie Cheung karakterinin geliştirilmiş haline döndü. Filmi Hong Kong’ta Çince çekmek yerine, ülkeyi ve dili değiştirdim, ama öyküyü başka bir bağlama taşımam yeni bir hikayenin çıkış noktası oldu. My Blueberry Nights’ta iki karakter de lokantada çalışıyor ve müşterilerle farklı ilişkiler kuruyor. Garsonluk, filmlerinizde sık sık karşılaştığımız bir meslek. Tezgâhın iki insan arasında yarattığı uzaklığı her zaman sevdim. Bu, belirli bir ilişki kurma tarzını vurguluyor. Arkasındayken, size belli bir otorite sağlıyor; sonuçta ortamı çekip çevirmekle uğraşıyorsunuz, gözlem yapıp sorular sorabiliyorsunuz. Bu tür gece büfelerini seviyorum. Đnsanlar buraya yalnız ve aç geliyor, kendileriyle baş başa kalıp biraz mahremiyet arıyor. Bazen fikirlerini değiştirmek bazen de futbol maçlarını izlemek için uğruyorlar. Çözülmesi gereken ve aileleriyle paylaşmak istemedikleri sorunları yabancılarla paylaşan insanlar, acılarını azaltarak ya da kafasını boşaltarak evlerine dönebiliyor. Öyle ki, barmen veya patronun müşterisiyle olan ilişkisi ayrıcalıklı bir hale geliyor. Büfe müşterilerinin Jude Law’e verdiği anahtarlar, önceki filmlerinizdeki hotel müdürlerini çağrıştırıyor ama bu filmdeki ilişki daha samimi. In the Mood for Love’la bir bağlantı kesinlikle var. Büfe ve Jude Law karakteri, sırların fısıldandığı ağaçla aynı anlama geliyor, ki Elizabeth de onlara içini döküyor. Bu kadının ne geçmişi ne de ailesi hakkında bir şey biliyoruz, bildiklerimiz bardaki varlığıyla sınırlı. Eğer büfeye sık sık geliyorsa, sorunlarını yakınlarıyla paylaşamadığına eminim; muhakkak ailesi vardır ama onlara içini dökmek istemiyor. Çok inatçı. Büfe, onu teskin edecek tanıdıklarının olmadığı tek mekân. Bir hotelden fazlası, büfe havaalanlarının transit yolcu salonlarına benziyor, sadece Norah için değil Jude için de: bir sonraki durağın neresi olduğunu bilmeden mola veriyorlar. 1 Lawrence Block’un senaryo yazımındaki rolü tam olarak neydi? Gerçek anlamda onunla iş birliğim oldukça kısıtlıydı. Kendisi tecrübeli bir yazar ve bu insanları iyi anlıyor. Onunla New York’ta, yıllar önce hayal ettiğim kısa filmi anlatırken tanışmıştım. Bu öyküyü Đngilizce anlatmak istiyordum ve diyaloglar için ona ihtiyacım vardı. Kafamda bir sürü bölüm yer etmişti, ondan bu yolculuğun etaplarının nasıl gerçekleşebileceğini kafasında canlandırmasını istedim; çünkü Larry’nin durmadan yolculuk yaptığını biliyordum. Đlk başta bunu çok belirsiz buldu, ben de öyküyü ve karakterlerleri özetleyen senaryo taslağını elden geçirdim. Đşe koyuldu ve dört buluşmayı içeren senaryoyu bana hemen yolladı. Çok uzundu, Elizabeth karakterine kattığımız parçaların oluşturduğu “Yürüyüşçü” bölümünü eledik. Çekim senaryosu olarak ele aldığım ikinci bir versiyonu hazırladı, onu da düzenledik ve oyuncularla beraber sette tekrardan yazdık. O halde bu, gerçek bir senaryoyla çektiğiniz ilk film mi oluyor? Hayır, çünkü senaryo bir eskizdi. Film ondan yumuşakça uzaklaştı. Bu anlamda, metodum önceki filmlerimden farklı değildi. Tek fark, tartışabileceğimiz yazılı bir kısmın bulunmasıydı. Öncesinde her şey kafamdaydı, kağıda dökülmüş hiçbir şey yoktu. Aktörlerin hiçbirinde senaryo bütünüyle bulunmuyordu. Norah da sadece yolculuk temasından haberdardı, her sahneden sonra ona bir sonraki adımı anlatıyordum. Niçin Norah Jones’u tercih ettiniz? Yıldız bir şerkıcıyı ilk defa oynatmıyosunuz. Mantıklı bir sebebi yok. Sezgiseldi: bir insanı inceleyerek onunla çalışmanın ilginç olacağını düşünebilirsiniz. Her ne kadar profesyonel bir oyuncu olmasa da potansiyelini ortaya çıkardım. Bir çeşit meydan şarkıcı okumaya dönüştü: imajının arkasındaki görülmeyen kişiliğini keşfetmek ilgimi çekti. Öyküyü ona anlatırken oynayabileceğinden emindim. Spontane bir yönü var ve kendine gerçekten güveniyo. Bu kız, sorunları olasaydı bile kendine saklar ve kimseye mızmızlanmazdı diye düşünürdüm. Onu sette görünce kendi kendime şöyle dedim: “Meseleyi çözmeden önce işi biraz zamana bırakmalı”. Elizabeth karakterinin somutlaşması hayalimdeki Norah resminden geldi. Oyunculuktaki tecrübesizliği sizin için bir koz muydu yoksa engel miydi? Tecrübesizliği sadece ilk gün belli oldu. Ertesi günden itibaren, sinemaya ve onun kamerayla ifade edilişine hâkim olmuştu bile. Çekimlere hazırlık sırasında bir köşede duran annesiyle sık sık konuşma fırsatım oldu. Bana Norah’ın küçüklüğünden beri çok dışa dönük olduğunu ve kameradan korkmadığını söyledi. Sekiz yaşındayken kameranın önünde dans edişini izledim! 2 Đlk defa Đngilizce bir film çektiğiniz gibi, çalıştığınız oyuncuları da tanımıyordunuz. Bu durum size bir zorluk çıkardı mı? Zorluk çıkarttığını söyleyemem. Çinli aktörlerle kendimi kesin bir biçimde ifade edebiliyorum ve beni anlamaları daha kolay oluyor. Đngilizce ise, bana özgürlük sağladı ve aynı şekilde oyuncularıma bu serbestliği verebildim; işlerine hiç karışmadım çünkü onlar bu dili benden daha iyi tanıyordu. Kendilerini ifade etme tarzları Çinceden farklı; böylece oyuncuları yönetmekten çok onlarla iş birliği halinde çalıştım. Her zamankinin tersine onlar beni yönlendirdi. Bir arkadaşım bana, Đngilizcenin filmi kurma üslûbunu değiştirdiğini söyledi. Çince bir filmde birçok şey söylenmeden kalır. Norah karakteri de Çin’e yolculuk yapmış gibi, yaşadıklarını kimseye anlatmıyordu. Film Amerika’da geçtiği için, onları belli davranış kalıplarına itmek istemedim. Duygularını gösterme şekilleri daha net ve açık; hiç karışmadım. Filminizi bir “yol filmi” olarak tanımlayabilir misiniz? Hiç de bile. Başlangıçta ben de böyle olacağını sanmıştım, çünkü filmin ana karakteri ülkeyi baştan başa geçiyordu. Bir yol filminde esas olan yolculuktur, oysa ki burada önemli olan yolculuk değil uzaklık. Bu, daha önce Happy Together ve 2046’da işlediğiniz bir temaydı, ve diğerlerinde... Evet ama her seferinde yoldan çıktı. 2046’da özellikle zamansal uzaklık söz konusuydu, My Blueberry Nights’ta ise mesafeler arası. New York, tanıştığı kişi hariç Norah için bir anlam ifade etmiyordu; zaten filmde gerçek bir fiziksel uzaklıktan bahsedilemez. Sorun, onun New York’tan ne kadar uzak olduğu değil, iki kişinin birbirlerinden ne kadar uzakta olduğuydu. Filmde ikisini ayıran bar tezgâhıydı. Birbirlerine fiziksel olarak yakınlaştıkları tek geçiş noktası o öpüşmeydi; ki tezgâh yine aralarındaydı. Aslında fiziksel uzaklıklıları Norah Jones’a ilişkisine dışarıdan bakma imkanı verdi. Sonuçta da ona geri döndü. Filmin gerçek teması fiziksel mesafeyle birebir örtüşmeyen duygusal mesafe. Norah Jones, önceki kadın kahramanlarınıza benzemiyor. Öte yandan Sue Lynne (Rachel Weisz) ismi ve ağır melankolik kişiliğiyle In the Mood for Love ve 2046’daki Su Li-zhen’i çağrıştırıyor. Larry Block’un fikriydi Sue Lynne karakteri. O “Su” hastası bir insan. Bilinçli olarak diğer filmlerime gönderme yapmaya çalışmadım. Norah’a gelince, sürekli olarak başkası olmaya çalışıyordu. (Senaryonun ilk versiyonunun adı: Elizabeth’in farklı kimlikleri) Elizabeth kendisi olmaktan memnun değil; uzaklara gitmeye, başka kimlikleri özümsemeye çalışıyor. Aslında hepimiz gibi, başkası olmayı hayal ederken kendine yakalanıyor. Sonunda kendisini daha iyi tanımış ve biraz zaman alsa da olduğu gibi kabul etmiş oluyor. Elizabeth artık, her şeye sıfırdan başlamaya hazır. 3 Filmin çekim aşamasından önce baş kemaranla ayrıntılı bir yer-mekân incelemesi yaptınız. Bu çalışma filmin iskeletini ve kurgusunu nasıl etkiledi? Zor bir süreç olduğu söylenebilir. Bu filmi çekmek istememenin bir nedeni de seyahat etmek arzumdu. Amerika’nın dört bir yanını keşfedebilmem için iyi bir bahaneydi. Yolda çok eğlendik ve bir dünya fotoğraf çektik. Örneğin on sekiz saat yolculuk yaptıktan sonra, harika bir manzarayla, bu bazen sokak lambalarıyla aydınlanmış bir cadde oluyordu, karşılaşıyorduk. Orada durmuş, fotoğraflanmayı bekliyorlardı. Sadece yüz kişilik bir ekiple doğru zamanda deklanşöre basabilmek neredeyse imkansız. Şip-şak fotoğraflarla yetinmek sinir bozuydu! Bu yolculuk boyunca, filmi oluşturan öyküleri nasıl ve nerede anlatacağımı düşündüm. Memphis’e gittiğimde bir lokanta ve barın karşı karşıya olduğu köşe başını gördüm. Đşte orada Norah’nın iki mekânda da, gündüz lokantada gece de barda garsonluk yapabileceği fikri aklıma geldi. Güney’in bu derin coğrafyasında, gece Memphis’in kıvrımlı caddelerine ve uzayan tramvay raylarına bakınca insan kendini Tennessee Williams’ın öykülerini hatırlamaktan alamıyor. Bu durum, size Chungking Express’teki üniformalı ve üniformasız haliyle Tony Leung’un iki farklı yüzünü David tarafından oynanan poliste gösterme imkanı verdi. Larry, bu kişiliğin iki uyuşmaz yönünü göstermenin ilginç olacağını düşünüyordu. Geçmişteki filmlerinizin çoğunda her sahnede farklı bir renk ağır basıyordu. Bu son filminizse, ara tonlarla alacalı bir renk yelpazesinde çalışılmış izlenimi veriyor. Renklerin sahneleri belirlemesi gerçek dekorlarda çalışma tarzımızın bir yansıması. Renkler, hâlihazırda orada bulunuyordu. New York’taki büfenin devasa yeşil tabelası gibi. Dolayısıyla orada geçen sahnelerin hâkim rengi de yeşil. Aynı şekilde Memphis’teki bar çekimlerinde bölümün tamamına rengini veren şu ünlü kırmızı neon: rengini hafifletip yumuşatmaktan veye bütünüyle etkisizleştirmektense, -üstelik bu fazladan iş demekti- kırmızı ışığı kuvvetlendirmeyi tercih ettik. Neonları sevmiyorum: kurtulması teknik açıdan neredeyse imkansız olan o sağır uğultuları yayarak ses kaydının netliğini hayli düşürüyorlar. Nihayetinde doğal dekorun bir parçasıydılar, onları oldukları gibi kabullendim. Güvenlik kamerasını kullanma fikri, aklınıza nereden geldi? Bir bakış açısı, bir tanık gözü yaratmak istiyordum. O büfede olağan bir açı bulmakta zorlandım, sonra kendimi o kameranın yerine koydum. Temeldeki fikir, o kameranın üçüncü sahış gözüyle her şeyi izlemesiydi. Filmdeki özel durumda Jude Law tarafından yerleştirilen kamera kayda alınmadı, bir nev’i video günlüğe dönüşerek kendi görüşünü yansıttı. Günlük formundaki uzun hikayelerden hoşlanıyorsunuz. “Kısık Ses” uygulamanızdan da belli oluyor bu. Kendi günlüğümü tutmuyorum. Herhangi bir günlük okuduğumda ama, betimlenen detayların önemsiz görünmesine rağmen yazar için büyük anlamlar taşıdığını hayal etmek çok hoşuma gidiyor. Oturup düşündüğümüzde, bütün yaşamlara sahip olduğumuzu veya hayat çizgilerimizin birbirlerine benzediğini göreceğiz. Bizi başkalarından ayıran varoluşun küçük detaylarıdır. 4 Bu, çizdiğiniz karakterlerin düşündüklerini kelimelere dökmeden ifade etme biçimi ayrıca. Sadece benim karakterlerime has değil. Bu çağda, insanların düşüncelerini yazarak kaydetme alışkanlıkları yok. Video kameralar veya cep telefonlarıyla özel yaşamlarımızı kayıt altına alıyoruz. Teknoloji ilerliyor, görsel bir dönemde yaşıyoruz. Kelimeleri yüz üstü bıraktık biraz, ama ben kelimelere sadık biriyim. Yazılana saygı gösterip, okumaya bayılırım. Leslie’nin Elizabeth’e önerdiği “insanların ne düşündüğünü okuma” oyunu, karakterlerinize sıkça yönelttiğimiz “aslında ne düşünüyor” sorusunun oyun kılıfına sokulmasıydı. Gerçekten samimi miydi, bu oyun? Bence Lislie’nin ona gösterdiği; kendisi henüz küçükken babasından öğrendiği “insanların ne düşündüğünü bilmelisin” dersiydi. Oysa bu ders kolay değildir, bildiklerimiz bizi tuzağa düşürür. Kafamızdaki ilk fikirlere göre, bu bölüm ahlâkla ilişkiliydi. Norah’ın aptal olduğunu sanmıyorum, başına ne gelebileceğini bilmeyecek kadar tecrübesiz de değil. Arabayı ve Leslie’nin teklifini bir oyun gibi görerek kabul etti ve “risk almaktan çekinmiyorum” dedi. Hiçbir şeye aldırış etmek istemiyordu, o kişi ve teklifi hakkında daha çok bilgiye sahip olmaktansa, yola çıkmayı kabul etti. Buna cesurluk denir, aptallık veya saflık değil. Bazen yolculuk yapmanın en iyi biçimi; her şeyden haberdar olup hiçbir şeye güvenmemektense, oluruna bırakmaktır. Bu yolculuktan yarar sağlaması için önyargılarından kurtulup, dünyaya ve bilinmeyene açılması gerekti. Yolculuğu ve riski paylaşacağı kişiyi seçerken; mantığın sesini dinlemeyip içgüdülere güvenmeliydi. Norah bu kişiye güvenebileceğini biliyordu. Leslie bu oyunu ona önerdiğinde, birçok New Yorklu kız “salla gitsin” diyecekti. Elizabeth masumluğundan değil, oyunun tadından kabul etti ve neler olacağını gördü. Ry Cooder'ın orijinal şarkıları, niçin farklı bir orkestra şekliyle In the Mood for Love'daki Shigeru Umebayashi'nin melodilerine uyarlandı? Melodinin Amerikanlaştırılmış bu versiyonu, 2001'deki In the Mood for Love'ın kısa metrajı için yazılmıştı. Senaryonun oradan çıkması gibi, müziği de uyarladım. Üstelik, hareketin yol aldığı her şehirde yerin ruhunu tercüme eden müzik önceden bulunuyordu: New York'ta Cat Power, Memphis'te Otis Redding... Farklı bölümler ile yolculuğun müziği arasında bağ kuracak bir temaya ihtiyacımız vardı. Burada Ry Cooder araya girdi ve müzik New York'tan sonra çalmaya başladı. Pasta çekimleri ve akan krem çok şehvetli, neredeyse erotik... Görüntülerdeki fikir, erime eylemiydi. Đki baş oyuncu çok sertti. Norah kendini koruyor, duvarlar örüyordu. Akan dondurma, birbirlerini ayıran mesafenin erimesi anlamına geliyor. Çeviri: Yedinci Gemi Kaynak: Positif dergisi Aralık ‘07 Gilles Ciment ve Yann Tobin 5