PDF İndir - toplum ve demokrasi dergisi
Transkript
PDF İndir - toplum ve demokrasi dergisi
TOPLUM ve DEMOKRASİ 6 Aylık, Hakemli Sosyal Bilimler Dergisi Yıl 9, Sayı 19-20, Ocak-Aralık, 2015 ISSN: 1307-4687 4 SEÇİM 1 TÜRKİYE Sayı Editörleri Yrd. Doç. Dr. Hakan Mehmet Kiriş Prof. Dr. Hüseyin Gül Süleyman Demirel Üniversitesi Dergi Sahibi Yayın Kurulu: Mehmet Albayrak (SDÜ), Ayşe Ali Kamalak Alican (Kırklareli Üni.-Sosyoloji), Murat Altun (Uni. of Minnesota), İbrahim Arap (DEÜ-İİBF), Mustafa Kemal Bayırbağ (ODTÜ-İİBF), S. Ulaş Bayraktar (Mersin Üni.-İİBF), Ruhi Demiray (ODTÜ-İİBF), H. Haluk Erdem (Ankara Üni.Eğitim Bilimleri Fak.), Ayşe Dercioğulları Ergun (MAKÜ-SYO), Cem Ergun (MAEU-FEF), Aykan Erdemir (ODTÜ-Sosyoloji), Hüseyin Gül (SDÜİİBF), Özlem Gölgelioğlu (ODTÜ-İİBF), Mahmut Güler (Trakya Üni.-İİBF), Atilla Güney (Mersin Üni.-İİBF), H. Eylem Kaya (SDÜ-FEF), Hakan M. Kiriş (SDÜ-İİBF), Yasemin Sarıkaya Levent (Mersin Üni.-Mimarlık Fak.), Çağlar Özbek (Muğla Üni.-FEF), Zülfikar Özdoğan (ODTÜ), Umut Rıza Özkan (ODTÜ-İİBF), İbrahim Sarıtaş (Gazi Üni.İİBF), Ümit Sönmez (London School of Econ.), Hasan Engin Şener (Yıldırım Beyazıt Üni.), Merih Taşkaya (Akdeniz Üni.-İletişim Fak.), Hamdi Turşucu (Gazi Üni.-İİBF), Koray Tütüncü (AİBİİBF), Ümit Yazmacı (CRPS-Panthéon Sorborne), Bediz Yılmaz (Mersin Üni.-İİBF), Cevdet Yılmaz (SDÜ-FEF), Levent Yılmaz (DEÜ-İİBF) Danışma Kurulu: Prof. Dr. Muhittin Acar (Hacettepe Üni.-İİBF), Prof. Dr. Şinasi Aksoy (ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Adalet Alada (İ.Ü.-SBF), Doç. Dr. Metin Altıok (Mersin Üni. İİBF), Prof. Dr. Ayşe Güneş Ayata (ODTÜ-İİBF), Prof. Noorjahan Begum (Haydarabat Üni., Hindistan), Aydın Cıngı (SODEV Başkanı), Doç. Dr. Koray Çalışkan (Boğaziçi Üni.-İİBF), Prof. Dr. Oya Çitçi (TODAİE), Doç. Dr. Cem Deveci (ODTÜİİBF), Prof. Dr. Murat Ali Dulupçu (SDÜ-İİBF), Prof. Dr. Hayriye Erbaş (Ankara Üni. DTCF), Prof. Dr. Ercan Eyüboğlu (Galatasaray Üni.), Prof. Dr. Atilla Göktürk (DEÜ-İİBF), Prof. Dr. Korel Göymen (Sabancı Üni.), Prof. Dr. Songül Sallan Gül (SDÜFEF), Prof. Dr. Birgül Ayman Güler (AÜ-SBF), Prof. Dr. Firdevs Gümüşoğlu (MSGSÜ-FEF), Prof. Dr. Muharrem Güneş (Mustafa Kemal Üni), Prof. Dr. Nazife Güngör (Gazi-İletişim Fak.), Prof. Dr. Hasan B. Kahraman (Sabancı Üni.), Ercan Karakaş (Eski Kültür Bakanı-SODEV Onursal Başkanı), Prof. Dr. Raşit Kaya (ODTÜ-İİBF), Prof. Dr. Fuat Keyman (Sabancı Üni.), Prof. Dr. Kemal Kocabaş (DEÜ-FEF), Prof. Dr. Aziz Konukman (Gazi Üni.İİBF), Prof. Dr. Meryem Koray (YTÜ), Prof. Dr. Oğuz Makal (Beykent Üni.), Dr. Philippe Marliere (University College-London), Doç. Dr. Mehmet Okyayuz (ODTÜ-İİBF), Yrd. Doç. Dr. Engin Önen (Ege Üni.-FEF), Prof. Dr. Levin Özgen (AİB-İİBF), Doç. Dr. Metin Özuğurlu (AÜ-SBF), Prof. Dr. Yeşim Ediz Şahin (DEÜ-İİBF), Prof. Dr. Burhan Şenatalar (Bilgi Üni.), Doç. Dr. Mihriban Şengül (Malatya Üni.-İİBF), Prof. Dr. Muammer Tuna (Muğla Üni.FEF), Erol Tuncer (Eski Milletvekili, SDD Başkanı), Prof. Dr. Utku Utkulu (DEÜ-İİBF), Doç. Dr. Yılmaz Üstüner (KKTC-Lefke Üni.), Prof. Allan Williams (London Metropolitan Üni.), Doç. Dr. Onur Yıldırım (ODTÜ-İİBF), Doç. Dr. Hüseyin M. Yüceol (Mersin Üni-İİBF) Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ali Kamalak Tlf. (Phone): +90 542 524 49 36 E-mail: toplumvedemokrasi@gmail.com Editör Doç. Dr. İhsan Kamalak Adres: Mersin Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Mersin Tlf. (Phone): (324) 361 00 01/5368 E-mail: ihsanmersin33@gmail.com URL: www.toplumvedemokrasi.org Editör Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. İbrahim Arap Adres: Dokuz Eylül Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü, İzmir GSM: +90 505 673 11 69 E-mail: ibrahim.arap@deu.edu.tr İletişim Doç. Dr. İhsan Kamalak Adres: Mersin Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Çiftlikköy Merkez Kampusu, Mezitli, Mersin Tlf. (Phone): (324) 361 00 01/5368 GSM: +90 534 307 14 20 E-mail: toplumvedemokrasi@gmail.com URL: www.toplumvedemokrasi.org Abonelik: Tek dergi fiyatı 15 TL’dir. Üç sayı içeren yıllık bireysel abone ücreti 40 TL’dir. Yurtdışı için dergi fiyatı 15 € ve yıllık abonelik fiyatı da 40 €’dur. Kurumsal abonelik ücreti ise yıllık 100 TL’dir. Havale: Akbank, Mersin Üniversitesi Şubesi (Şube kodu: 956); Hesap No: 4556; Hesap Sahibi: Ali Kamalak Yayın Türü: Yaygın süreli yayın Dergi Kapak Tasarımı: Öğr. Gör. Murat Çeliker Dergi Web Tasarımı: Dizgi: Öğr. Gör. Harun Çakır Bu sayı Aralık 2015’te basılmıştır. ii İçindekiler Yazarlar Çalışmalar Sayfa Hakan Mehmet Kiriş & Hüseyin Gül Sunuş: 4 Seçim 1 Türkiye v Tanju Tosun & Gülgün Erdoğan Tosun Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri 1 Hakan Mehmet Kiriş Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları: Seçime Katılma Oranlarının Anlamı ve Önemi 25 Songül Sallan Gül & Yonca Altındal Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi: 2015 Seçimlerini Kota Uygulamaları Üzerinden Yeniden Düşünmek 51 Evren Haspolat ‘Kadın, Anne, Yurttaş’ Ana Akım Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı (1 Kasım 2015 Genel Seçimleri Örneği) 73 Nigar Değirmenci & Büşra Kaya 2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm: Genç Diyojenlerden Genç Vatandaşa 109 İhsan Kamalak & Hüseyin Gül & Songül Sallan Gül Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Karşılaştırmalı Bir Analizi 127 Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor? 149 Ferihan Polat Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi 177 Esra Vona Kurt Medya ve Kutuplaşma: Kutuplaşmanın Medyaya Yansımalarının, ‘Gezi Parkı Eylemleri’ Üzerinden Değerlendirilmesi 193 Hüseyin Gül & Niran Cansever & Mustafa Turhan 2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta’da Seçmen Davranışı Analizi 225 Onur Sungur 2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi: Büyüme, Enflasyon, İşsizlik, Borçlanma ve Dış Ticarette Gelişmeler 243 Bülent Özgül iii iv Sunuş: 4 Seçim 1 Türkiye Hakan Mehmet Kiriş Hüseyin Gül Yrd. Doç. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: hakanmkiris@yahoo.com Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: gulhuseyin@yahoo.com Türkiye, son birkaç yılı çok hızlı yaşadı. Siyasette bazı yılların sıcak ve hareketli olması normal kabul edilebilir. Ama 2014 yılında yerel seçimlerle başlayan maraton, Cumhurbaşkanlığı seçimi, iki seçimle ve ilk kez kurulan seçim hükümeti dönemleriyle 2015 yılı Kasım ayına kadar devam etti. Bu süreçte, siyasetin yoğun ve çetrefilli meseleleriyle seçimler iç içe geçti. Seçimlerin yanı sıra, eski meseleler yeni bileşenlerle ve yeni yönelim ve boyutlarla konuşulmaya devam edildi. Şu an okumakta olduğunuz bu satırlar ile Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin 4 Seçim 1 Türkiye konulu bu sayısının içeriği, her ne kadar söz konusu birkaç yıla yoğunlaşsa da, daha geniş ve derin bakış açılarıyla dönemi değerlendirmeyi ve katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. 4 Seçim 1 Türkiye sayısı üzerinde çalışmaya başladığımızda aklımıza takılan temel soru, bu dönemin nasıl ele alınabileceğiydi. Gerçekten 2002 seçimlerinde Türk siyasetinde yaşanan kırılmanın pekiştiği ve yerleşik bir hal aldığı bu dönemi değerlendirirken, hâlihazırda elimizde bulunan eski altyapıyı mı kullanmak gerekliydi yoksa yeni bir temelde mi bu tartışmaları yürütmek gerekiyordu? Şimdilik kesin ve keskin bir tercih yapmak oldukça zor görünüyor; zira bu dönem de aslında çok partili hayatın bir evresini oluşturuyor ve ana akımların devam ettiği söylenebilir. 2002’de oluşan Mecliste bir önceki dönemde yer almayan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) bilindik merkez sağı ondan daha geniş bir yelpazeye yayılarak kapsayıp çoğunluğu sağlarken, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de ana muhalefet olarak ve yine eski deyimle merkez solu temsilen TBMM’deki yerini almıştı. Şüphesiz siyasal aktörlerin konumu, kadroları ve taban destekleri bu dönemin önde gelen belirleyicilerinden biridir. 2002 seçimlerinden bu yana Türkiye, tek partili bir siyasal iktidar tarafından yönetiliyor. AK Parti, güçlü bir liderlikle birleştirilen icraatçı bir kadro olarak Türk siyasetinin yöneten sağ partisi konumuna yerleşmiş görünüyor. Bir diğer ana akım tarihsel süreçte çoğunlukla olduğu gibi, bugün de CHP tarafından temsil ediliyor. CHP, Cumhuriyet döneminin en eski ve kurumsal partisi olarak bu konumda Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s.v-xi. 4 Seçim 1 Türkiye sağlamış olduğu seçmen desteğiyle sabit ve daimi ana muhalefet partisi oluyor. Bu devamlılık görünümüne rağmen, 2002 ve sonrası dönemin kendine has bir yapısı ve özellikleri de var ve bunlar yeni kavramları, durumları ve gerçeklikleri beraberinde getiriyor.1 Aslında CHP’nin sabitliğini (son dönemde %25 oranında seçmen desteğine sahip) biraz da kurumsallığına bağlamak mümkün; zira CHP’nin karşısındaki yöneten sağ partide sürekli bir değişim ve yenilenme var. Demokrat Parti küçük bir fasıla ile yerini Adalet Partisi’ne bırakıyor, Adalet Partisi’nden (AP), Anavatan Partisi’ne (ANAP) liderlik, kadrolar, politikalar ve dönemsel koşullar da dâhil olmak üzere bir dönüşüm ve yenilenme var. Anavatan Partisi’nden de, her ne kadar Refah Partili daha genç ve dinamik bir kadronun öncülüğünde ve 2000 krizinin Türk siyaset sahnesinde yarattığı etkiyle de olsa, AK Parti’ye de benzeri bir dönüşüm ve yenilenme var. Bu bir yandan eskinin denenmişliğini, yıpranmışlığını ve gerileyişini gösteriyor. Diğer yandan ise yeninin denenmemişliğinden doğan cazibesini içeriyor. İktidar adayı olarak beliren bu konumdaki partiler, güçlü ve karizmatik liderleriyle ortaya çıkıyorlar ve dönemin konjonktürünü kendi vizyonlarıyla birleştirip seçmene sunuyorlar. Buna karşın CHP, tarihsel ve kurumsal bir parti olarak liderinin kolayca sürükleyebileceği bir yapı değil. 1980 sonrası dönemde CHP’de güçlü, sürükleyici ve karizmatik bir liderin çıkmamasının bir nedeni de, öncesinde Atatürk, İnönü ve Ecevit gibi güçlü ve karizmatik liderlerin var olmasıdır. “Çınardan fışkıran yeni filiz” sloganına rağmen bugün CHP eskinin gölgesinde kalmaya devam ediyor. Bu nedenle de, hızlı ve değişken gündeme yanıt vermesi ve güçlü liderliğe dayanan dinamik bir siyasal hareketle rekabet etmesi güçleşiyor. Söz konusu dört yöneten sağ parti iktidarları dışında çok partili dönemde herhangi bir parti ki, burada akla yine CHP geliyor, kendi başına iktidara gelebilmiş değil. Bu dönemlerde ya koalisyon hükümetleri ya da darbe veya muhtıra hükümetleri var. Koalisyonlar, yöneten sağ parti zayıfladığı ya da dışarıdan müdahale gördüğü zamanlarda ortaya çıkıyor. Koalisyonlar; 1961 – 1965 dönemi, 1973 – 1980 dönemi ve 1991 – 2002 dönemi olarak yaşanmıştır. 1 2009 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi’nde olmanın verdiği şans ile bulunduğumuz bir ortamda 9. Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel ile Türkiye siyasetini konuşma fırsatı bulmuştuk. Konu “merkez sağ” siyaset anlayışına gelince biz de o dönem bizim alanda popüler olan “acaba AK Parti, yeni merkez sağ partisi mi?” sorusunu belki de en yetkili ve ehil kişiye yöneltmiştik. Demirel, “o bir devirdi, geldi geçti, şimdi başka şeyler konuşmak lazım” demişti. Demek ki, klasik anlamda merkez sağ denilen siyaset anlayışının devri sona ermişti ve AK Parti de klasik bir merkez sağ partisi değildi. Aradan geçen dönem AK Parti’nin bilindik bir merkez sağ partisi olmadığını gösterdi. AK Parti kendisi de merkez sağ konumu klasik kalıpla sahiplenen bir söyleme sahip olmadı. Ancak iktidara gelen bu partiler, tek başına yöneten parti olarak isimlendirilebilirler ve bunların hepsi de tarihsel süreçte karşımıza sağ partiler olarak çıkmıştır. ii Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s. v-xi. 1960’ların ilk yılları 1960 darbesinin gölgesinde geçerken, 1960’ların ikinci yarısı 1960 Anayasası’nın özgürlükçü havasının ve ABD başta olmak üzere artan gelişmiş Batı ülkelerinde yaşanan özgürlükçü hareketlerin artan etkisinin hissedildiği yıllar olmuştur. Meclise seçilerek giren bazı sol partiler ve milletvekilleri bu dönemin rengini oluşturmuş, toplumsal hareketler artmaya başlamıştır. 12 Mart 1971 tarihinde Süleyman Demirel başbakanlığındaki AP Hükümeti askeri muhtıra ile görevden ayrılmış ve Nihat Erim hükümeti kurulmuş, 1960 Anayasası’nın temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümleri kısıtlanırken, yürütmenin eli güçlendirilmiştir. 1970’li yıllar CHP’nin, toplumsal ve sendikal hareketlerin yükselişte olduğu dönemdir. Bu yükseliş, rakamsal açıdan iki değişkene bağlı görünmektedir. Bunlardan birisi CHP’nin 1973 ve 1977 seçimlerindeki sandık başarısıdır ki, CHP oyları 1977’de %41,4’e kadar yükselmiştir. İkinci unsur ise, Adalet Partisi’nin tek başına yerleştiği tabanı 1970’lerle birlikte Demokratik Parti, Milli Selamet Partisi (MSP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) gibi partilerle paylaşmasıdır. Türk siyasal hayatında ilginç ve özellikli koalisyonlara da rastlanmıştır. CHP – MSP Koalisyonu, Doğru Yol Partisi (DYP) – Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) Koalisyonu ve Demokratik Sol Parti (DSP) – MHP (ve ANAP) Koalisyonu bunlar arasında önde gelenlerdir. Bugün Türkiye’de koalisyonun istikrarsızlık ve kriz anlamına geldiğine dair yaygın ve neredeyse genel kabul gören bir görüş var. Buna karşın tek partili bir yönetimin istikrar sağladığı düşünülüyor. Herhalde bu kanaat, türdeşlik beklentisi yüksek, buna karşın çatışmacı siyasal kültürümüzden kaynaklanıyor. Bu kanaat oluşumunda ANAP ve AK Parti hükümetlerinin güçlü ve başarılı tek parti dönemlerinin de katkısı olduğu söylenebilir. Ancak bugün sağ – sol temelli siyasetin çok daha ötesinde olan bir siyasal dönemi yaşıyoruz. Sınıf temelliliğin ve ideolojilerin yerini etnik milliyetçilik, mezhep, din gibi başka değişkenlere bıraktığına ya da en azından bu unsurların etkisinin arttığına tanık oluyoruz. Aslında bu değişimin 1980 sonrasında askeri darbe ile ortamın değişim için uygun hale getirildiği dönemde başladığını söylemek gerekir. Bu dönemde başlayan liberalleşme, piyasalaşma, AB ve küresel sistemle entegrasyon politikaları, hızlı kentleşme dinamikleri, dinsel grupların ve dinin siyasette artan önemi, ayrılıkçı PKK terörünün yaygınlaşması bugünlerin işaretlerini vermişti. Devamında 1990’lı yıllarda Refah Partisi’nin yükselişi, siyasal Kürt hareketinin SHP’den koparak ayrı bir hareket olarak siyaset sahnesinde yer alması ve 1990’ların koalisyonlarla anılması bugünleri etkileyen diğer önemli gelişmeler oldu. 2000’li yıllarda AK Parti merkez sağa ve 2010 referandumu ile de sisteme egemen hale gelmesi, Tayyip Erdoğan’ın AK Parti lideri olarak sergilediği başarılı liderlik bugünkü siyasal gündemi belirleyen unsurlar olarak öne çıkmaktadır. 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi, milletvekili genel seçimi ve referandumunun ardından siyaset ve akademya bu tartışmaları, başkanlık iii 4 Seçim 1 Türkiye sistemi, siyasal partiler ve seçim sistemi ile yeni anayasa odaklı olarak yürütüyor. İşte 4 Seçim 1 Türkiye bu tartışmalara odaklanan bir tema başlığı olarak düşünüldü. Kısaca hatırlayacak olursak, gerçekten de 30 Mart 2014’teki yerel seçimlerin konjonktürü, olağandışı olmuştu. Mayıs sonunda ortaya çıkan Gezi Olayları, basit bir çevreci eylem olarak başlamış, ancak bir anda hükümetin protesto edildiği kitlesel gösterilere ve ardından da radikal göstericilerle emniyet güçlerinin çatıştığı eylemlere dönüşmüştü. 2014 yerel seçimlerinde de, tek istisnası 1989 yerel seçimleri olan, “Türkiye’de tek başına hükümetteki parti yerel seçimleri kazanır” kuralı değişmedi ve AK Parti, yerel seçimlerden birinci parti olarak çıktı. Bu yerel seçimlerle birlikte Türkiye, 1860-1870’li yıllardan bu yana gerçekleştirilen en önemli ve geniş erimli idari reformla, otuz ilinde büyükşehir / bütünşehir sistemine geçiş yaptı. 2014 yılı Ağustos ayında, Türkiye ilk defa Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçileceği bir seçimde oy kullandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AK Parti lideri Recep Tayyip Erdoğan aday oldu ve ilk turda seçimi kazandı. CHP ve MHP, çatı adayı adı verilen ortak aday gösterme yoluna gitti. Halkların Demokrasi Partisi (HDP) de kendi adayını gösterdi. Ancak başarılı olamadılar. Bu seçimler döneminde, ama özellikle sonrasına etkili olan olaylar silsilesi, paralel yapı olarak isimlendirilen cemaatin faaliyetleriydi. Bu arada AK Parti’de Cumhurbaşkanlığı’na seçilen Tayyip Erdoğan’ın yerine genel başkanlık görevine Ahmet Davutoğlu geldi. Son olarak 2015 yılı ise, milletvekili seçimi zamanıydı. 7 Haziran 2015 seçimleri, tek parti çoğunluğundan koalisyona giden bir sonuç ortaya çıkardı. Bu sonuç üzerine AK Parti ve CHP, uzun süren müzakerelerde bulundular. Bu müzakereler, Türkiye’de iki ana akım parti arasındaki diyalog yollarının açılması adına umut verici bir gelişme oldu. Hatta CHP, uzun yıllar sonra ilk kez kendisinin de iktidar potansiyeli olduğunu ve koalisyonla da olsa iktidara gelebileceğini kamuoyuna gösterme fırsatı buldu. Bununla birlikte anayasal süre içinde hükümet kurulamadı. Ülke 1 Kasım 2015 tarihinde yeni bir seçimle karşı karşıya geldi. Haziran ve Kasım ayları arası, Türkiye için zor geçirilen bir dönem oldu. Gerek Ortadoğu’da gerekse de Güneydoğu Anadolu’da yaşanan kritik gelişmeler, Kasım seçimlerinin öncelikli konularının, 7 Haziran seçimlerinin iş ve ekmek sloganlarının aksine, güvenlik ve istikrar olmasını beraberinde getirdi. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yoğunlaşan terör, şiddet ve çatışma sarmalı, bütün ülkeyi etkiledi. Ankara Garı önündeki miting için toplanan göstericilere yönelik bir terör eylemi gerçekleştirildi. Türkiye tarihinin bu en kanlı terör eyleminde, 102 kişi hayatını kaybetti, 300 civarı kişi yaralandı. Bunun sonucu olarak partiler seçim mitinglerini iptal ettiler. Böylece 1 Kasım seçimlerine gidildi ve seçmenler AK Parti’ye tek parti hükümeti kurma yetkisini tekrar verdi. 1 Kasım 2015 seçimleri, ilginç bir aritmetiği ortaya çıkardı. AK Parti, almış olduğu %49,5 oy oranı ile 317 milletvekili kazandı ve tek başına iktidar iv Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s. v-xi. oldu. Ancak temel olarak parlamenter demokrasi olarak nitelenen Türk siyasal sistemini başkanlık sistemi yönünde değiştirebilecek yeni bir anayasayı tek başına hazırlayabilme gücünü elde edemedi. Böyle bir girişim için mecliste başka bir parti grubuyla ya da en azından referandum aralığını aşmak için bir milletvekili fraksiyonuyla uzlaşması gerekiyor. CHP, sabit konumunu sürdürürken, diğer muhalefet partilerinin durumu CHP’nin daimi ana muhalefet rolünü pekiştiriyor. İki muhalefet partisi MHP ve HDP, 7 Haziran’dan 1 Kasım’a yaşanan süreçte seçmen desteklerinin önemli bir kısmını yitirerek neredeyse marjinalize oldular. Bunun arkasında yatan temel nedenlerin MHP koalisyona girme konusunda gösterdiği direnç ile HDP’nin terör ve şiddet karşısında takındığı pasif tutum gösterilebilir. Ancak, 1 Kasım sonrası MHP ve HDP, küçük meclis gruplarına rağmen, AK Parti’nin anayasayı değiştirebilmek için Mecliste ihtiyaç duyduğu çoğunluğu sağlayabilmek adına halen müzakere potansiyellerini belirli ölçüde de olsa koruyorlar. Bir diğer ilginç aritmetik; mecliste temsil edilen üç muhalefet partisinin toplam oyları, iktidar partisinin oy oranına erişemiyor, iki küçük muhalefet partisinin oyları da ana muhalefet partisinin oy oranına erişemiyor. İktidar partisi ile ana muhalefet partisi arasındaki makasın çok açık olmasına, ana muhalefet partisi ile diğer muhalefet partileri arasındaki makasın açılmasının da eklendiği ilginç bir tablodan söz edilebilir. Bu da beraberinde ne iki partili ne de çok partili bir sistemi net olarak tanımlamamıza olanak veriyor. Bu noktadan hareketle birbiriyle de ilişkili beş tartışma konusu ortaya çıkıyor: Türkiye hangi hükümet sistemiyle yoluna devam edecek? Yeni anayasa yapılabilecek mi? Siyasal parti sistemi nasıl olacak? İki partili yapı mümkün mü? Seçim sistemi nasıl yeniden düzenlenecek? Bu süreçte hangi aktörler, ne ölçüde, nasıl ve hangi biçimde rol alacak? Önümüzdeki dönemde bu tartışmalarla sıklıkla karşılaşacağımız açık. Yeni AK Parti hükümeti bu konuları, özellikle bir başkanlık sistemi öngören anayasa değişikliğini önceliği olarak ortaya koyarak, muhalefet partileriyle görüşmelere başladı bile. Bu durum gösteriyor ki, bu konular önümüzdeki birkaç yılın en önemli siyasal ve yönetsel tartışma konuları olacak. Belki bir referandum karşımıza gelecek belki yeni bir erken seçim. Dolayısıyla yukarıdaki sorulara daha çok kafa yormamız ve tartışmamız gerekecek. Gerçekten Türkiye’de hâlihazırda işleyen hükümet sistemi hangisidir? Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan kendisinin bilinen türden bir cumhurbaşkanı olmayacağını, sorunlu işlediğini ileri sürdüğü mevcut parlamenter sistemi Türkiye’ye uyacak bir başkanlık sistemine dönüştürmek gerektiğini açıklamalarında belirtti. AK Parti temsilcileri de bu açıklamalara destek verdi. Genel olarak 1982 Anayasası’nın orijinalinin dahi klasik parlamenter sistemin ötesinde olduğu kabul edilmektedir. Üstelik şimdi halk tarafından seçilen ve doğrudan halka karşı sorumlu konumda bulunan, ayrıca ikinci dönemi için v 4 Seçim 1 Türkiye yine seçime gidebilecek bir Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan, bu konuların tartışılmasını istiyor. Dolayısıyla bu konular akademya ve siyasetçiler kadar, vatandaşlar tarafından da tartışılmaya devam edecektir. 1982 Anayasası en çok eleştiri konusu olan sistemik çerçeve olarak aradan geçen otuzu aşkın yılda büyük ölçüde değişime uğramış bulunuyor. 1982 Anayasasını mecliste bulunan bütün partiler eleştirmeye devam ediyor. Ancak aynı partiler bu anayasa yerine başka bir metin üzerinde de uzlaşamıyor. Daha önce anayasa değişikliği konusunda partiler arasında yaşanan görüşmelerde başarı elde edilemedi. Partiler şimdiye kadar yeni anayasa konusunda uzlaşmacı bir tutum sergileme ve bir anayasa yapabilme sorumluluğunu gösterebilmeyi değil, masayı terk etmeden diğerlerini terk ettirerek haklı bir pozisyonda kalabilmeyi benimsediler. Türkiye’de siyasal elitin istediği bir sistem olsa da, etkin işleyen iki partili bir sisteme erişmek şimdilik kolay görünmüyor. İlk iki parti arasındaki mesafe (ideolojik uzaklık) ve asimetri oldukça büyük. Dahası güçlerini yitirseler de diğer iki muhalefet partisi halen etkili olabilme potansiyellerini koruyorlar. İktidardaki tek partinin diğerlerine göre dominant olduğu seçim sonuçları var. Bu durum da ister istemez siyasal sistemin ve anayasanın yeniden tasarımında AK Parti’nin kendini güçlü hissederek, başkanlık sisteminde ısrarcı davranmasına, diğerlerininse buna karşı durmasına yol açıyor. İşte Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin 4 Seçim 1 Türkiye adını taşıyan bu sayısında, birbirlerini bütünleyen konular olarak Türkiye’de siyasal sistem ve hükümet sistemi, demokrasi, siyasal katılım ve temsil, son dönemdeki seçimler, siyasal liderlik, siyasal güven ortamı, siyasal ve ekonomik durum gibi konuları ele alan yazılara yer verdik. Bu içeriğin oluşmasında pek çok yazarın katkısını almaya özen gösterdik. Bu sayının ilk makalesi Tanju Tosun ve Gülgün Erdoğan Tosun’a ait. Yazarlar makalelerinde, partilerin programları ve seçmenlerinin davranış analizi ve oy kaymaları çerçevesinde 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Milletvekili Genel Seçimlerini kazananları ve kaybedenleriyle ele alıyor ve analiz ediyorlar. İkinci makalede Hakan Mehmet Kiriş, Türkiye’de seçim sandığı kavramını ve seçime katılma ve siyasal temsil oranlarının anlamı ve önemini, farklı demokrasilerle karşılaştırmalı şekilde ele alıyor. Dergide yer alan üçüncü ve dördüncü makaleler, son dönemin siyaset sahnesine toplumsal cinsiyet ekseninden bakıyorlar. Songül Sallan Gül ve Yonca Altındal, Türkiye siyasetinin eril anatomisini çıkarıyorlar, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerini kota uygulamaları üzerinden ve tarihsel bir perspektiften değerlendirerek kadın temsilini tartışıyorlar. Hemen ardından Evren Haspolat ise kadın, anne, yurttaş niteleyenleri çerçevesinde ana akım siyasal partilerin kadın algısını değerlendirerek, partilerin söylemlerindeki benzeşme ve farklılaşmaları sorguluyor. vi Kiriş, H. M. & Gül, H. 2015, “Giriş: 4 Seçim 1 Türkiye”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), s. v-xi. Beşinci makale Nigar Değirmenci ve Büşra Kaya’ya ait. Değirmenci ve Kaya, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde üniversite gençliğinin siyasal sisteme bakışını güven ve sinizm çerçevesinde araştırıyorlar. Onları izleyen İhsan Kamalak, Hüseyin Gül ve Songül Sallan Gül’ün ortak eseri olan makale, siyasal rejim ve hükümet sistemi tartışmalarını ele alan bir içeriğe sahip. Yazarlar, çalışmalarında Türkiye’de demokrasi, siyasal rejim ve başkanlık sistemi tartışmalarının, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa siyasal sistemleri temelinde karşılaştırmalı bir analizini yapıyorlar. Bülent Özgül, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” sorusuna verdiği karşılıkta, ülke çapında yürüttüğü alan araştırmasının en çarpıcı sonuçlarını bizimle paylaşıyor. Mecliste temsil edilen dört partinin liderlerinin nasıl algılandığını ve halkta nasıl bir liderlik beklentisi olduğunu ele alarak tartışıyor. Sekiz ve dokuzuncu makaleler, bugün Gezi Parkı olayları olarak adlandırılan süreci ele alıyor. Ferihan Polat, Gezi Parkı olaylarının sadece muhalif bir gösteri olarak adlandırılmasının yetersiz olduğu görüşünde ve bu görüşünü gerekçelendirerek açıklıyor makalesinde. Esra Vona Kurt ise, kutuplaşmanın Gezi Parkı olayları ile medyaya yansımasını ele alarak, medya gruplarının tavır ve söylemlerinin öngörülebileceğini iddia etmektedir. Onuncu makalede bu kez seçmen davranışı ile ilgili bir alan araştırmasının bulguları ve tartışması yer almaktadır. Hüseyin Gül, Niran Cansever ve Mustafa Turhan, Isparta’da 2011 milletvekili ve 2014 yerel seçimlerinde seçmen yönelimleri araştırmalarının verilerini ortaya koyuyorlar. Son olarak bütün bu tabloya etki ettiği düşünülen ve değerlendirmemizi tamamlayıcı role sahip makalesinde Onur Sungur, 2000’li yıllarda Türkiye ekonomisini büyüme, enflasyon, işsizlik, borçlanma ve dış ticaret rakamlarıyla ortaya koyuyor. Toplum ve Demokrasi Dergisi’nin Ocak – Aralık 2015 sayısını oluşturan 4 Seçim 1 Türkiye teması, yakın gelecekte de tartışılmaya devam edecek konu başlıklarıyla içinde bulunduğumuz dönemin temel özelliklerini değerlendirmekte ve tartışmaktadır. Elbette, derginin oluşmasında pek çok kişinin katkısı var. Temamızı bütünleyen değerli çalışmaları için yazarlarımıza, derginin yayına hazırlanması sürecinde bizlere destek olan ve katkı veren teknik ekibimize teşekkürü borç biliriz. Bir teşekkür de dergiyi takip eden, okuyan, değerlendiren size, okuyucularımıza. vii 4 Seçim 1 Türkiye viii Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri Tanju Tosun Gülgün Erdoğan Tosun Prof. Dr. Ege Üniversitesi, İ.İ.B.F Uluslararası İlişkiler Bölümü. E-posta: tanjutosunege@gmail.com Prof. Dr. Ege Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü E-posta:gulgun.tosun.erdogan@ege.edu.tr Özet: Bu çalışmada, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri çerçevesinde partilerin parti programları ve seçmenlerinin davranışı analiz edilmektedir. Partilerin parti programlarında yer verdikleri vaatleri ve öngördükleri politikalar ortaya konularak çözümlenmektedir. Bunun yanında, 7 Haziran ve 1 Kasım seçim sonuçları üzerine karşılaştırmalı bir değerlendirme yapılarak, bu iki seçimde partilerin seçmenlerinin davranışları irdelenmektedir. Partiler arasındaki oy kaymaları ve sandığa yansıyan seçmen iradesine ilişkin düşünceler belirtilerek tartışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: Genel Seçimler, Siyasi Parti Programları, Oy Kayması, Oy Oynaklığı, Seçmen İradesi November 1 General Elections with Its Losers and Winners Abstract: This study focuses on June 7 and November 1 general elections and anlayzes political party programs for these two elections. In this respect, the promises and prospective policies of the political parties as declared in their party programs are presented and examined. Besides, the results of June 7 and November 1 general elections are analyzed comparatively and discussed. Moreover, voter attitudes in the two elections are explored and analyzed. Finally, a discussion on vote slide among political parties and the will of voters as reflected by the ballot results are presented. Keywords: General Elections, Political Party Programs, Vote Slide, Vote Elasticity, Will of Electorate Giriş 1 Kasım seçimi gerek nedenleri, gerekse sonuçları bakımından Türkiye siyasal hayatında uzun süre tartışılacak özelliklere sahip. 7 Haziran seçimiyle oluşan parlamenter çoğunluktan tek parti hükümetinin çıkmaması, ardından yürütülen partiler arasındaki koalisyon görüşmelerinin sonuçsuz kalması, aynı süreçte artan terör ve şiddet eylemleri mevcut istikrarın süratle aşınmakta Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.1-23. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. olduğuna işaret eden gelişmelere ilişkin tipik örneklerdi. 2002‟den 2015‟e AK Parti‟nin tek parti hükümetiyle tesis edilen hükümet istikrarının ardından 7 Haziran sonrası yaşanan hükümet kurma odaklı uzlaşmazlığa ekonomik ve siyasi belirsizliğin eşlik etmesi doğaldır ki Türkiye toplumunda endişelere yol açtı. Özellikle 90‟lı yıllardakine benzer terör eylemleri, kitlesel katliamlar toplumda 90‟ların alacakaranlık kuşağına geri mi dönüyoruz şeklinde bir soru işaretine yol açmıştı. Bu süreçte MHP lideri Devlet Bahçeli‟nin herhangi bir parti ya da partilerle kurulacak koalisyona yanaşmaması, CHP-AK Parti arasındaki koalisyon görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanması ve Cumhurbaşkanı Erdoğan‟ın ülkeyi yeniden bir seçime götürme tercihiyle birleşince seçmenin önüne kaçınılmaz olarak 1 Kasım‟da yeni bir seçim sandığı kondu. Aynı süreçte artan terör eylemlerine yanıt olarak AK Parti hükümetinin izlediği güvenlikçi politikalar karşısında, HDP‟nin ülke genelinde siyasal meşruiyetini pekiştirmeye yönelik Türkiyelileşme projesini başaramaması, CHP‟nin ise izlediği uzlaşmacı söylem ve tavırları, 1 Kasım‟a uzanan süreçte Türkiye siyasetinin hal-i pür melaline ilişkin karakteristik görünümlerdi. Bu çalışmada önce partilerin 1 Kasım bildirgeleri, ardından seçimde sandıktan çıkan seçmen iradesi çeşitli boyutlarıyla değerlendirilmektedir. Siyasi Partilerin Seçim Bildirgelerine Yansıyan Tahayyülleri CHP Seçim Bildirgesinin Şifreleri 7 Haziran seçiminin ardından altı ay dahi geçmeden gidilen seçimler, siyasi partilerin seçmen tercihlerine mazhar olmak için yeniden az zamanda çok mesai harcamalarını zorunlu kıldı. Önce milletvekili adayları belirlendi, ardından partiler 1 Kasım seçimine yönelik bildirgelerini seçmenle paylaşmaya başladılar. Seçim bildirgelerinin seçim kazandırma etkilerinin fazla olmadığı bilinse de, partilerin iktidara gelmeleri durumunda neyi, nasıl yapacaklarına dair önemli metinler olduğu da bir gerçek. 7 Haziran seçimine iddialı bir bildirgeyle hazırlanan, ideoloji ve siyaseti ekonomik olanın sosyal boyutuyla birleştiren CHP‟nin benzer çabasını 1 Kasım için kaleme aldığı bildirgede de görüyoruz1. Bildirgede yer alan partinin siyaset tahayyülünde özgürlük, demokrasi ve hukuk devletinin kurumsallaşmasının ekonomik gelişmenin, sosyal adaleti tesis etmenin ve bilgi toplumuna ulaşmanın anahtarı olduğu daha başlangıçta dile getirilirken, bunun ancak demokratik değerler ve hukuk devleti ilkelerinin bir norma dönüşmesiyle mümkün olacağı iddia edilmiştir. Adeta demokratik ve günışığında devletin kapılarını açan üç altın anahtar şeklinde kurgulanan özgürlük, hukuk devleti ve demokrasinin pekişebilmesi ise CHP‟ye göre kurumsal yeni düzenlemelerle mümkündür. Demokrasi ve hukuk devletinin tesisini önemli ölçüde yürütmenin yasama organı tarafından etkin denetiminde gören CHP için aslolan dengelenen ve denetlenen bir demokrasi 1 2 CHP 1 Kasım Seçim Bildirgesi, chp.org.tr Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” olup, bunun ise ancak siyasal çoğulculuk ve kurumsal özerklikle mümkün olabileceği düşünülmekte. Bildirgede çoğulculuk ve kurumsal özerkliğin hayat damarları ise siyasal süreçlerin tüm aşamalarında siyasal tarafsızlık, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, meclis üstünlüğü ve yargı bağımsızlığıdır. Bildirgede temel önceliğini “Haklar ve Özgürlükler Cumhuriyeti”ni kurmak olarak açıklayan parti, bunun da ancak hukukun üstünlüğü ve temel hakların yeniden tesisi ile gerçekleşeceğine inanmaktadır. İçselleştirdiği siyaseti “Hak ve Özgürlükler Siyaseti” şeklinde tanımlayan CHP, bunun yurttaşlığı güçlendireceği, özgürlükleri teminat altına alacağı düşüncesindedir. Tahayyül edilen siyaset anlayışı; etnik, dinsel, sınıfsal, cinsiyetçi tahakkümlere karşı koruyucu tahakkümsüz demokratik yurttaşlığı besleyecek olan yegâne damardır. Demokratik yurttaşlığa sosyal bir öz de katarak, sosyal devlete yakışan “sosyal yurttaşlık anlayışı”nı dillendiren CHP, bunun siyasa destekleyicileri olarak başta aile sigortası olmak üzere, adil asgari ücret hakkı, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim hakkını toplumsallaştırma iddiasında bulunmakta, bildirgede bunun araçlarını tek tek saymaktadır. Laikliği, demokrasiyi pekiştirici siyasal mekanizma olarak takdim eden CHP demokrasiyle laikliği devletin tüm inançlara, bireysel tercihlere eşit mesafede durma, Diyanet İşleri Başkanlığı‟nı bu düzene göre çoğulcu, kapsayıcı bir yapıya kavuşturma sözü de vermektedir. Vaatler ise zorunlu din derslerinin kaldırılmasından, cemevlerinin diğer ibadethaneler gibi yasal statüye kavuşturulmasına kadar uzamaktadır. CHP‟nin birkaç seçim öncesine dek bildirgelerinde dışlayıcı vatandaşlığın ürünü olarak kaleme alınan, hatta “Kürt sorunu” yerine salt “Güneydoğu sorunu” şeklinde tanımlanan Türkiye‟nin en temel sorun boyutlarından biri olan Kürt meselesine bildirgede ayrı bir özenle yer verilmiş, sorunun çözümünün Tam Demokrasi ve Eşit Vatandaşlık ile mümkün olacağı vurgulanmıştır. Kürt sorununa bakışını temel insan hakkı tanımlamasından yola çıkarak kurgulayan CHP, bu sorunu bir demokrasi eksikliği sorunu olarak tanımlamaya gitmekte, bunun ancak daha fazla özgürlük, demokrasi ve hukuk devleti anlayışı ile çözülebileceğinin altını çizmektedir. Sorunun çözümünün metodolojik olarak salt siyasal olana da indirgenmediği, bölgede işsizlik ve yoksullukla mücadelenin öneminden, sosyal ve ekonomik kalkınmanın gerekliliğini dillendirmesinden de anlıyoruz. Kürt sorununun çözümüne yaklaşımında güvenlik, ekonomik kalkınma, insan hakları, hukuk devleti ya da eşit vatandaşlıktan birini değil, tümünü birarada çözümün anahtarı olarak görmektedir. Sorunun tanımı ve teşhisinin adresinin Meclisten geçtiği, yasama organında kurulacak mekanizmalar (Toplumsal Mutabakat Komisyonu gibi) ve topluma uzanacak kurumsal yapılar (Ortak Akıl Heyeti) ile meselenin barış, demokrasi ve ekonomi boyutlarıyla bütünleşik biçimde ele alınması gerektiği inancındadır. Sorunun çözümüne yönelik somut önerileri ise idari sistemde yerinden yönetim ilkesinin hayata geçirilmesinden, anadili Türkçe olmayan yurttaşların kamu hizmetlerinden eksiksiz yararlanmasının sağlanmasına, sorunun çözüm yönteminde şeffaf ve hukuka uygunluğun esas alınmasına kadar uzanmaktadır. 3 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. CHP‟nin özgürlük-demokrasi-hukuk devleti ekseninde “Haklar ve Özgürlükler Cumhuriyeti”ne giden yolda özenle altını çizdiği kurumsal özgürlük alanları, bildirgede toplantı ve gösteri özgürlüğünden özgür ve çok sesli medyaya, örgütlü toplumdan bilgi toplumu ve demokrasi ilişkisine kadar uzanır. Bu alanların ancak “özgürlükçü bir anayasa” ile açılacağının dillendirilmesi bildirgedeki gözalıcı vaatler olarak dikkat çekmekte. Tasarlanan bu yeni anayasa demokrasi, hukuk devleti, sosyal adalet ve insan haklarına saygı üzerinde yükselip, tüm toplumu kucaklayacak bir anayasa olarak tahayyül ediliyor. Bildirgedeki tüm bu vaatlerle varılmak istenen hedefin ise Türkiye‟de yeni “sosyal demokratik bir uygarlık” olduğunun altı özenle çizilmektedir. Bu uygarlığın inşasını sağlayacak koşullar şunlardır; güçlendirilmiş bir parlamenter sistemde etkin (yasa tasarıları ve tekliflerini yasama organı ve kamuoyunda yeterince tartışıldıktan sonra kabul edilmesi, torba kanun uygulamasının sona erdirilmesi vb.), yürütmeyi denetleyen bir Meclis (araştırma komisyonlarının çeşitlendirilmesi, Meclisin mali, denetim işlevlerinin güçlendirilmesi), yurttaşın demokratik temsiline dayanan siyasi partiler ve seçim yasası (%10‟luk ulusal barajın kaldırılması, memurların siyasi partilere üye olma yasağının kaldırılması), partiler arasında adil rekabeti yaratacak finansal açıdan şeffaf ve hesap verebilir siyaset (seçim yolsuzluklarının etkin biçimde cezalandırılması), dürüst ve katılımcı siyaset (siyasi ahlak yasasının çıkarılması), devlet otoritesi karşısında yurttaşı devletin hukuksuzluklarına karşı koruyan düzenlemelerin yapılması (kolluk kuvvetlerinin keyfi uygulamalarına son verilmesi), hukuk devleti ve yargı reformuna yönelik kurumsal düzenlemelerle hukuka ve hukukçuya bağımsız yargının inşası ile yeniden itibar kazandırılması (yüksek yargı organı üyelerinin seçim yönteminin değiştirilmesi, gizli tanık uygulamasına son verilmesi, HSK‟nın yeniden yapılandırılması, hakim ve savcıların bağımsızlığa kavuşturulması), Cumhurbaşkanının klasik demokratik parlamenter sistemdeki tarafsız konumuna çekilmesi (Cumhurbaşkanın yargı ve üst bürokrasideki atama yetkilerinin kısıtlanması), medyayı çoğulculaştırma ve siyasetin vesayetinden kurtarma, üzerindeki baskılara son verme (TRT‟yi iktidarın siyasi aracı olmaktan çıkarma, medya çalışanlarına iş güvencesi sağlama), sosyal medya kullanımını özgürleştirme. Bildirgede örgütlü toplum ve demokratik siyasetin de altı özenle çizilirken, bu düzenin tesisi yolunda iktidar olunması durumunda atılacak adımlar bildirgede tek tek sayılmaktadır. Bu adımların başlıcaları; sendikal hakların genişletilmesi, dernekler yasasının gözden geçirilerek, örgütlenme özgürlüğü aleyhindeki düzenlemelerin kaldırılması, meslek örgütleri üzerindeki baskılara son verilmesidir. CHP‟nin bildirgeye yansıyan tüm saptanmış sorunlar, bunları çözmeye yönelik geliştirdiği öneri ve vaatler veri alındığında, “Önce Türkiye” diyen CHP‟nin Türkiye için bir hayali olduğunu anlıyoruz. Bu; “günışığında bir devlet” ve “yurttaş için siyaset”tir. 4 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” AK Parti’nin 1 Kasım Mesajı: “Yaptıklarımız Yapacaklarımızın Teminatıdır” 13 yıllık tek parti iktidarının ardından 7 Haziran‟da sandıkta hükümet kuracak çoğunluğunu kaybeden AK Parti, yeniden iktidara ulaşmak için 1 Kasım bildirgesinin neredeyse her satırında geçmişte yaptıklarına dayanma ihtiyacı duymuş, bunu detaylandırarak seçmene hissettirmeye çalışmıştır. Bildirgenin partinin yaptıklarından yola çıkılarak yapacaklarına dair bir manifesto olduğunu söyleyebiliriz2. Türkiye‟nin partisi olma iddiasıyla yola koyulduklarını, ülkenin birikmiş ve kronikleşmiş pek çok meselesini de bu anlayışla çözdüklerini iddia eden AK Parti, bildirgeye yansıyan biçimiyle varlık sebebini vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini genişletmek şeklinde tanımlamakta. Yeni dönemde makro siyaset tahayyülünde ilk göze çarpan; demokratikleşme ve yönetim kalitesini arttırmaya devam etme iddiasıdır. 1 Kasım sonrası yeni anayasa ile birlikte yapacakları reformlarla demokrasinin ilerlemesi, yönetim kalitesinin daha da iyileşmesine; bunun bir yandan ekonomik gelişmeyi hızlandıracağına, insani kalkınmaya hız vereceğine, diğer yandan uluslararası alanda Türkiye‟yi daha saygın ve cazip bir ülke haline getireceğine ilişkin vurgu dikkat çekmektedir. Bildirgede AK Parti‟nin arzu ettiği toplum biçimi; herkesin inandığı gibi yaşayabildiği, fikirlerini özgürce ifade edebildiği, refaha katkıda bulunduğu ve refahtan hak ettiği payı aldığı, emniyet ve huzur içerisinde yaşayan bir toplumdur. Sözü edilen toplumun nasıl inşa edileceği ise sıralanan vaatlerle kurgulanıyor. Bu süreçte atılması planlanan ilk adımın temel hak ve hürriyetler alanında olduğunu anlıyoruz. Hak ve hürriyetlere yaklaşımında ise, bunların garanti altına alınması, kullanımını kısıtlayan engellerin ortadan kaldırılması, klasik bir iddia olarak gözlenmekte. Toplum-devlet ilişkisi konusundaki tahayyülü bildirgede şöyle dile getiriliyor: “Tüm toplumsal kesimlere eşit mesafede durma anlayışımızla, milletimizin temel değerlerine dayalı birlikteliğimizi ve vatandaşlık bağını benimsiyoruz. Devlet ile vatandaş ilişkilerinin adalet ölçüsünde ve demokratik bir temelde sağlanması gerektiğini düşünüyor ve tüm vatandaşlarımızı çoğulcu bir yaklaşımla kucaklamaya devam ediyoruz”. Vatandaşlık anlayışı ise etnik kimliği, mezhebi ve inancı ne olursa olsun herkesi bağrına basan, onları eşit vatandaşlık ile evrensel ilke ve değerler temelinde demokratik bir ortak yaşam bilincine ulaştıran bir anlayış şeklinde tanımlanmaktadır. Temel hak ve hürriyetler alanında iktidarları döneminde neler yaptıkları ayrıntılı biçimde sayıldıktan sonra, sıra vaatlere gelmekte. Temel hak ve hürriyetler alanında geçmişte sağladıkları kazanımların kararlılıkla korunacağı belirtildikten sonra, geçmişte olduğu gibi ikinci atılım döneminde de topluma kimlik ve yaşam tarzı dayatılmasının karşısında olacakları, tüm vatandaşların birinci sınıf olarak muamele gördüğü ve özgür fertler olarak yaşadığı bir ortamın tesis edilmeye devam edileceği vurgulanmakta. Vatandaşlık anlayışını kapsayıcı ve evrensel değerlere dayalı bir temelde, birlik ve 2 AK Parti 1 Kasım Seçim Bildirgesi, akparti.org.tr 5 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. bütünlüğü pekiştirme odaklı, tüm etnik, mezhebi ve dini kesimlere, başörtülü veya başı açık, köylü veya şehirli, kadın veya erkek, yoksul veya zengin, şu veya bu siyasi görüşten tüm vatandaşlara eşit mesafede duruma odaklı ilan eden AK Parti‟nin hedefinin her bir bireyin, temel hak ve özgürlüklerden en ileri derecede yararlanacağı bir Türkiye olduğunu anlıyoruz. Bu düzeni inşa etme adına bildirgede Alevilerden (cemevlerine hukuki statü kazandırılması) Romanlara (eğitim, istihdam, iskan sorunlarının çözülmesi) ve azınlıklara kadar (ayrımcılığın önlenmesi) uzanan vaatlere yer verilmektedir. Ayrıca, hak ve hürriyetlerin kurumsallaştırılması için hukuki alanda atılacak adımlar da tek tek bildirgede sayılmakta. Örnek vermek gerekirse; TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, Kamu Denetçiliği Kurumu ve Türkiye İnsan Hakları Kurumunun etkinleştirilmesi, ceza ve tutukevlerinin etkin bir şekilde denetlenmesi, kolluğa yönelik şikâyetlerin üzerine kararlı bir şekilde gidilmesi. Çözüm sürecine de ayrıntılı biçimde yer verilirken, nelerin yapıldığından, sürecin niçin tıkandığından bahsedilmiş, ülkede birlik ve kardeşliği tesis etmeyi amaçlayan, dönemsel bir mesele olarak bakmadıkları Çözüm Sürecinin kararlıkla sürdürüleceği iddiasına yer verilmiştir. Burada altı çizilmesi gereken husus; demokratikleşme ile eş zamanlı olarak yatırım, üretim ve istihdam imkânlarının geliştirilmesi başta olmak üzere, terörden etkilenen yörelerin ekonomik ve sosyal rehabilitasyonuna dönük çalışmaların hızlandırılarak devam ettirileceği vaadi, AK Parti‟nin Kürt sorununa sosyal ve ekonomik bir perspektifi de eklediğini göstermektedir. “Yeni Bir Toplumsal Sözleşme” olarak tanımlanan yeni anayasanın partinin ikinci atılım döneminde yapılacağının altı çizilirken, anayasanın, Cumhuriyetin insan hakları ve demokrasi konularındaki kazanımlarını geleceğe taşıyacak; vesayetin izlerini tamamen silecek, insan onurunu, bireysel hak ve özgürlükler ile toplumsal meşruiyeti, sistemin ahlaki ve demokratik temeli kabul edecek; bireyin ve toplumun geleceğe dair beklentilerini karşılayacak bir sözleşme olacağı iddia edilmiştir. Aynı belgenin milletin kültürel ve toplumsal çeşitliliğini tanıyan, herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alan, toplumun herhangi bir kesiminin dışlanmasına yol açacak değer yargıları ve siyasal tercihler barındırmayan, demokratik denge ve denetim ilişkisini esas alan bir içerikte hazırlanacağını satır aralarında görüyoruz. Hükümet sistemi tercihinin başkanlık sistemi olduğu açıkça şu sözlerle ilan edilmekte; “Yeni Türkiye vizyonumuzun ihtiyaç duyduğu etkin ve dinamik yönetim dolayısıyla, başkanlık sisteminin daha uygun bir yönetim modeli olduğuna inanıyoruz… Başkanlık sisteminin, Türkiye’nin siyasal tecrübesine ve gelecek vizyonuna daha uygun olduğuna inanıyoruz”. Bildirgede iddialı olunan alanlardan biri de adalet sistemidir. “Adalet Sisteminde Dönüşüm” başlığı altında nelerin yapılacağı sıralanmış (yargıda etkinlik, hızlılık, hesap verebilirlik, ekonomiklik ve şeffaflığın sağlanması, anayasal değişikliklere bağlı olarak yüksek yargıda içtihat düzeyinde dağınıklığın giderilmesine yönelik düzenlemeler), ve dönüşümün amacının hukukun üstünlüğüne dayalı, herkesin güven duyduğu, her türlü güç odağından bağımsız, tarafsız, 6 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” vatandaş taleplerine hızlı cevap verebilen bir yapıyı inşa etmek olduğu görülüyor. Adalet sisteminde dönüşüme yönelik kurumsal düzenleme temelli vaatler arasında en sorunlu olan, kanımızca yargı üst yönetimi ile temyiz mahkemesinin oluşumunda TBMM‟nin rolünü güçlendirerek, yargının toplumsal meşruiyetini arttırma tasavvurudur. Bu tür bir düzenleme çoğunlukçu sonuçlara yolaçıp, kaçınılmaz olarak yargının mevcut halinin daha da siyasallaşmasına neden olabilir. Bildirgeye yansıyan siyasi tahayyül bağlamında değinmemiz gereken diğer öncelikli hususlar; güvenlik, yönetişim ve şeffaflığa ilişkin vaatleridir. Güvenlik ve asayiş ortamını bozarak, vatandaşların anayasal hakkı olan özgürlüklerini yaşaması açısından baskı ve tehdit oluşturabilecek tüm yapıların üzerine kararlılıkla ve ödün vermeden gitmeye devam edeceğini açıklayan parti, uluslararası ve bölgesel teröre destek veren çevre ve odaklarla, mücadelesini sürdüreceğinin altını çizmiş, güvenlik hizmetlerini şeffaflık, katılımcılık ve hesap verebilirliği artıracak mekanizmalarla daha fazla destekleyecek, vatandaşların güvenlik birimlerine olan güvenini daha da pekiştireceğini vaat etmiştir. Terörizm, örgütlü suçlar, siber suçlar, narkotik suçlar ve kaçakçılıkla mücadelede ulusal ve uluslararası kuruluşlar arasındaki işbirliğini güçlendireceğini, bu suçlarla mücadeleye devam edeceğini açıklaması da dikkate değerdir. Kamu yönetiminde vatandaşlara daha kaliteli hizmet sunma vaadinde bulunulurken, yeni dönemde de kamu hizmetlerinin adil, etkili ve verimli, süratli, kaliteli sunumunu sağlayacak şekilde merkezi birimleri daha küçük ama daha etkin bir yapıya dönüştürme, performanslarını arttırma sözü verilmektedir. Şeffaflığın altı önemle çizilirken, şeffaflık, demokratik bir ortamda yönetimlerin hesap verme sorumluluğu açısından vazgeçilmez kabul edilmekte, bunun için şeffaflık paketinin süratle hayata geçirileceği vaadinde bulunulmakta. Siyasette şeffaflığı tesis etmeye yönelik kurumsal düzenlemeler ise bildirgede kapsamlı biçimde dillendirilmektedir (Siyasi partilerin ve seçim kampanyalarının finansmanının şeffaflaştırılmasına yönelik Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun ile Siyasi Partiler Kanununda değişiklikler yapılması, Milletvekili ve belediye başkan adaylarına yapılacak nakdi yardımların kendi adlarına açılmış seçim hesaplarına yatırılması ve şeffaflığın sağlanması, adaylara ve siyasi partilere yapılacak ayni ve nakdi yardımlara bazı sınırlamalar getirilmesi gibi). Sonuç olarak, bildirgede ülkenin 13 yıl içinde AK Parti iktidarıyla nereden nereye taşındığının ve bulunulan noktadan nereye ulaşılmak istendiğinin altı ayrıntılı biçimde çizilirken, kanımızca geçmişin referansları üzerinden gelecek inşasına yönelen tek partili iktidar adayı bir parti portresi resmedilmektedir. 7 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. MHP’nin 1 Kasım İddiası: “Geleceğinizin Teminatı Biziz” 1 Kasım seçim kampanyasına diğer partiler gibi ayrıntılı bir bildirgeyle başlayan MHP3, bildirgesinin başlangıcında ayrıntılı olarak AK Parti iktidarına yönelik eleştirilere yer vermiştir. 13 yıllık tek parti iktidarında milletin desteği, adalet, huzur ve refah için kullanılmak yerine, gerilim, kutuplaşma ve çatışma ekseninde heba edildiği, “milli irade”nin yolsuzluk, adaletsizlik ve bölücülük için kılıf yapıldığını, Türk milleti ve devletinin beka sorunu ile yüz yüze bırakıldığı iddia edilmektedir. MHP çözüm sürecine de çok sert eleştirilerde bulunarak, sürecin sonunda gelinen terör ortamının yegâne sorumlusu olarak AK Parti‟yi işaret etmektedir. Kendisini “Ülkenin Geleceği” olarak tanımlayan parti, hem meselelere bakışında, hem de çözüm önerilerinin temelinde; Türk milletine millî, manevi ve insanî açılardan seslenen; sevgiyi, adaleti, özgürlüğü, barışı ve güven içinde bir gelişimi amaçlayan Türk milliyetçiliği anlayışının yattığı düşüncesindedir. Adalette, demokraside, güvenlikte, kardeşlikte, ahlakta, kalitede, güvende, itibarda ve ekonomide ortaya çıkan fiyasko, çöküş ve bozulmaları yok etme, açıkları kapatacak program ve projeleri ile Türkiye‟yi içinde bulunduğu kısır döngüden kurtarma iddiası, “geleceğin teminatı olma” şeklindeki mega iddia ile örtüşüyor denilebilir. Refah içinde bir toplum inşa etmeye yönelik reformist bir anlayış içinde uygulayacağı politika ve projeler ile; ekonomide toparlanma ve canlanma, devlet ve yönetimde onarım ve yeniden yapılanma, uluslararası düzeyde saygınlık ve sözü dinlenir olma, karşılıklı güveni esas alan vatandaş odaklı bir yönetim bu iddiaya yönelik makro tahayyül şeklinde okunabilir. MHP‟nin makro vaatler bütününde öne çıkanlar; adaletine inanılan bir yargı sistemi, devlet ve toplum hayatında ahlak ve kalite, üniter milli devlete yönelen bölücü saldırıların hak ettiği karşılığı aldığı, terörün son bulduğu ve asayişin sağlandığı güvenlikli bir yaşam, temel hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir düzen tesisidir. Temel proje alanlarını Toplumsal Onarım Sürecinde Devlet ve Yönetim Reformu, Üreten Ekonomi Programı, Yoksullukla Mücadele Projesi, Terörle Mücadele ve Milli Birlik Projesi, Yolsuzlukla Mücadele, Ahlak ve Kalitenin Tesisi Projesi şeklinde takdim eden MHP‟nin siyasete dair tahayyülünde keskin bir millilik ve milli olana atıf öne çıkıyor. Varolan devlet düzenini “Akıl Tutulması” şeklinde tanımlayan partinin hedefi ise “Akıllı Devlet”tir. Bu devlete ise ancak sayılan bu projelerin hayata geçirilmesiyle ulaşılacağına inanılmaktadır. Çözüm sürecini liderinin söylem ve diğer programatik belgelerde olduğu gibi yine bir ihanet ve bölünme süreci olarak tanımlayan MHP, milli birlik ve beraberliğin tesisinin ancak ortak değerler ve geçmiş üzerinde inşa edilen bir millet anlayışıyla ve müşterek bir gelecek yürüyüşü ile mümkün olabileceği düşüncesine sahip. Siyasal konumlanma iddiası bildirgede “toplumsal merkezi hem inşa hem de temsil” olarak belirtilirken, ülkenin içinde bulunduğu acil 3 8 MHP 1 Kasım Seçim Bildirgesi, mhp.org.tr Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” durum ve krizden kurtulabilmesi için teröristlerle işbirliği yapanların cezalandırılacağı, çözüm sürecine son verileceği, üniter yapı, millî ve manevî değerler ile Cumhuriyetin temel niteliklerinin tahribine ve tehdidine yönelik düzenlemelerin kaldırılarak, devletin ve milletin bekasına yönelik tehditlerin giderileceği açıklanmıştır. Ayrıca, hukuk devletinin tesisine yönelik olarak anti demokratik, vesayetçi, kayırmacı, hukuk tanımaz, kişi güvenliğini ihlal edici, temel insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı her türlü iş, işlem, kural ve kurum bütün unsurlarıyla ele alınarak bozuk düzene son verileceği, hukukun üstünlüğünün hâkim kılınacağı vaadinde bulunmaktadır. Bildirgede “Çağın Dinamiklerine Milli Bakış” başlığı altında küreselleşmenin sorun alanlarına ilişkin tespitler yapıldıktan sonra, küreselleşmenin insani bir mecraya sokulabilmesi ve küresel adaletin tesisi için atılması gereken adımlar (insanların temel hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması, terörizmle mücadele için ortak bir tavır geliştirilmesi, açlık ve yoksulluğun önüne geçilmesi vb.) tek tek sayılmaktadır Bildirgede öne çıkan “Küresel Güç Türkiye” vizyonu ise Türkiye‟nin imkân ve kabiliyetleri ile sahip olduğu potansiyelin, gerçekçi bir şekilde değerlendirilmesi esasına dayanmaktadır. Partinin 1 Kasım‟a yönelik vaatleri ise “İktidar Anlayışımız, Temel Görüş ve Hedeflerimiz” başlığı altında ayrıntılı biçimde sunulmuştur. Somut öneri ve vaatlerin “Politikalarımız” başlığı altında seçmene takdim edilmesi dikkat çekicidir. Vaatlerini Adalet, Yolsuzlukla Mücadele, Siyasi ve Ahlaki Yozlaşmanın Önlenmesi, Kamu Yönetimi temel alanlarında somutlaştıran MHP‟nin seçim vaatlerinin bir hayli ayrıntılı oluşu göze çarpıyor. Adalet alanında adalet sisteminin güçlüyü değil haklıyı koruyacak temelde inşası (erişilebilir, adil, fiziki ve teknolojik imkanların arttırıldığı bir sistemin oluşturulması), hukukun üstünlüğünün hakim kılınması (temel hak ve özgürlüklerin güvenceye alınması, mahkemelerin bağımsız, hızlı ve doğru karar vermelerinin sağlanması), reformlarla adalete güvenin arttırılması (hukuk ve adalet alanında evrensel normların dikkate alınması), milli ve manevi değerleri tehdit ve tahrip eden yasal, idari düzenlemelerin kaldırılması (bölünmezliği tehdit eden, yolsuzluk ve usulsüzlüğü teşvik eden yasal ve idari düzenlemelerin kaldırılması), yargı hizmetlerinde etkinliğin sağlanması, yargı bağımsızlığının teminat altına alınması (hiç kimse ya da organın yargı denetimi dışında bırakılmaması) gibi düzenlemeler MHP‟nin Türkiye‟de yargı sistemini topyekün etkin işleyen, adil bir sisteme dönüştürme arzusuna yönelik düzenlemeler olarak dikkate değerdir. Bildirgede yolsuzlukla mücadeleye özel bir önem verilmiş, siyasi ve ahlaki yozlaşmanın önüne geçilebilmesi için somut vaat ve öneriler sıralanmıştır. Kurumsal yozlaşmayla mücadele için bağımsız ve etkin bir denetim yapısı (etkin bir hukuka uygunluk denetimi dışında performans denetiminin yapılması) öngörülürken, yolsuzlukla mücadelede yolsuzluk yapanlardan hesap sorulacağının altı özenle çizilmiştir. Buna yönelik olarak bir yolsuzlukla mücadele kurulunun oluşturulması, her alanda etik kuralların hakim kılınması, yolsuzluğa karşı eğitim yoluyla bilinçlendirme, sağlıklı işleyen 9 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. sivil toplum ve medya yapısının (hür ve bağımsız medya yapılanması) tesisi, elektronik oy kullanımına geçilmesi, siyasetin finansmanının şeffaflaştırılması, harcamaların denetlenmesi bu alanda dikkat çekici vaat ve öneriler arasındadır. Bildirgede üzerinde önemle durulan bir diğer konu kamu yönetiminin yeniden yapılanmasına ilişkindir. Yapılacak reformlarla bu alanda demokratik meşruiyetin güçlendirilmesi ve devlete duyulan güvenin arttırılması hedeflenirken, bunun yolsuzlukla mücadele ve hukuk devlerinin güçlendirilmesiyle gerçekleştirileceği düşünülüyor. Katılımcı bir yönetim, kamunun düzenleme ve denetleme yetkisinin güçlendirilmesi, hizmet sunumunda vatandaş memnuniyetinin esas alınması, performans esaslı yönetim başta olmak üzere kamu yönetiminde yeni bir yaklaşımı benimseyen MHP, yerel yönetimlerin hizmet kapasitesinin arttırılmasına yönelik vaatlerde de bulunmakta (büyükşehir sınırını mülki sınır yapan düzenlemenin kaldırılması, kapatılan belde belediyeleri, özel idare ve köylerin yeniden kurulması v.b düzenlemelerle yerel yönetimleri güçlendirme), bunun karşılığında ise hizmet yönünden yerel yönetimin federasyon ve benzeri bölgesel yönetimlere dönüştürülmesine izin verilmeyeceğinin altını çizmektedir. Genel olarak bakıldığında milli temeli çok güçlü, birlik, bütünlük referanslı vaatleriyle MHP, bildirgesi aracılığıyla siyasi kimliğini de net olarak tanımlarken, bildirgesindeki tüm öneri ve vaatleri, kimliğiyle örtüşen bir görünüm arzetmektedir. HDP’nin 1 Kasım İnadı: “Büyük İnsanlık, Büyük Barış” Seçim bildirgelerinin mantığı; siyasi partilerin bir tarihsel bağlamda daha önceki seçim dönemlerinden biriktirdikleri sözlerinin, önlerindeki seçime yönelik gelecek tasavvuru çerçevesinde yeni şeylerle zenginleştirilmesine ve güçlendirilmesine dayanır. HDP bildirgesine4 dair söylenebilecek ilk şey; partinin de dahil olduğu Kürt siyasal hareketinin zengin politik mirasının başatlığının HDP‟nin seçim bildirgesinde, çok yakın bir zamanda kurulmasına ve henüz bir seçim geçirmesine rağmen kendisini göstermiş, bunu güncel gelişmeler doğrultusunda bir gelecek projeksiyonu ile birlikte yapmış olduğudur. “Büyük İnsanlık Büyük Barış” başlığı hem ulusal hem uluslararası gelişmelere dönük referanslar taşıdığından, geçmiş, bugün ve Kürt siyasal hareketinin olası gelecek senaryoları göz önünde bulundurulmadan anlaşılamaz. 7 Haziran seçimleri için hazırlanan bildirgeye benzer biçimde „Halk‟ların değişimin temel aktörü olarak kodlanması ve değişimin hedefi ile yönünün HDP‟ye göre gerçek demokrasi olan „Radikal Demokrasi‟ yoluyla elde edilecek bir „Demokratik Cumhuriyet‟ nam-ı diğer „Yeni Yaşam‟ olarak belirlenmesi, 4 HDP 1 Kasım Seçim Bildirgesi, hdp.org.tr 10 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” bildirgeler arası paralelliği ortaya koyması açısından önemlidir. Bu hareket alanı doğrultusunda temel ihtiyaçların barış, adalet ve demokrasi olduğu vurgusu HDP‟nin taşıyıcısı olduğu toplumsal taleplerin yanı sıra, 7 Haziran sonrası hızla tırmanan çatışma ortamı ve ülkenin bir kısmını esir alan şiddet sarmalının da özellikle barış vurgusunda kendine yer bulduğunu göstermektedir. Post-modern dönemin toplumsal fay hatlarına uygun biçimde ifade edildiği şekliyle, farklı kimliklerin eşit yurttaşlık temelli birlikte yaşama iradesinin restorasyonu ve güçlendirilmesi „inadına çoğulcu ve radikal demokrasi‟ mottosuyla sağlanmaya çalışılmış ve çatışma ortamının hızla tırmandırılmasının Cumhurbaşkanı Erdoğan‟ın Başkanlık „hırsı‟ ile açıklanmıştır. Bunun yanınsıra, her ne koşulda olursa olsun müzakerenin barışa giden yolda tek meşru yöntem olarak görülmesi ve Selahattin Demirtaş‟ın „Bundan sonra yola HDP ile devam edeceğiz‟ ifadesi, siyasetin silah karşısında alan kazanması açısından değer arzetmektedir. Bildirgede yönetim sistemi bahsinde, üniter devlet yapısı ve demokratik parlamenter sistem içerisinde kalarak bir özyönetimin inşasının mümkün olduğu iddiası, Kürt siyasi hareketinin uzun yıllardır farklı isimlerle dile getirdiği yerinden yönetim fikrinde „bölünme‟ye yönelik korkuların teskin edilmesi açısından bir dönüm noktası oluşturuyor. Daha önce bölgedeki farklı belediye başkanlarının da dile getirdiği şekliyle bu yönetim tahayyülü merkezi yönetimce sağlanan hizmetleri belediyelere devretmeye ek olarak, valilerin seçilmesinden, yerellerin bölgeleri, doğal varlıkları ve kaynakları üzerinde doğrudan yetki, karar ve söz sahibi olmasını ve gençlik, işçi, kadın gibi tanımlanmış kategorileri bu yetkilerin kullanımında işlevselleştirmesini gerekli görmektedir. Burada sorulacak temel soru HDP‟nin güçlü olduğu seçim çevrelerine yönelik uygun gördüğü çözümlerin Türkiye sathında ne kadar fonksiyonel olabileceğidir. Aynı bildirgede ana başlık altında ele alınan konulardan biri olarak „Demokratik Cumhuriyet‟, çoğulcu yasama (alınan oy oranı doğrultunda temsil), bağımsız yargı ve demokratik yürütme ilkeleri ile desteklenmiştir. 7 Haziran seçimleri öncesinde „Seni başkan yaptırmayacağız!‟ ifadesi etrafında örgütlenen ve „Seni başkan yaptırmadık‟ ile pekişen tüm ulusal destek yine HDP‟nin açık şekilde başkanlık sisteminin karşısında konumlanmasıyla elde tutulmak istenmiştir. Bu karşıtlık bildirgedeki ibarelerden anlaşıldığı kadarıyla sisteme içkin değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan‟ın ortaya koyduğu ve yeniden ürettiği yönetim pratiğine yöneliktir. Yine, bir siyasi vaat olarak parti içi demokrasini gelişmesinde engel olarak gördüğü Siyasi Partiler Yasası‟nı demokratikleştirme sözü veren HDP, bu anlamda yasanın mevcut haliyle değiştirilemeyeceğini ve kaldırılacağını söyleyen CHP ve AK Parti‟nin gerisine düşmüştür. Bildirgenin „İnsan Hakları‟ başlığı altında ele alınan konularına göre cezaevleri, geçmiş ve hakikatlerle yüzleşme, zorla yerinden edilenler ve zorunlu göç, koruculuk sistemi, vicdani red hakkı, nefret suçları, halklara eşitlik ve inançlara özgürlük, sığınmacı ve mülteciler meseleleri ayrı ayrı ele alınmıştır. Burada dikkat çeken bir ayrıntı; 7 Haziran seçimleri öncesinde 11 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. Diyanet İşleri Başkanlığı‟nın kaldırılacağı beyanının bu bildirgede Diyanet İşleri Başkanlığı‟nın yeniden yapılandırılacağı biçiminde değiştirilmiş olmasıdır. Bu durum, parti içinden ve AK Parti‟den konuya dair gelen eleştirilerin karşılık bulduğunu düşündürtmektedir. Ayrıca, sığınmacı ve mültecilerin daha önce birkaç beylik cümle ile geçiştirilmiş durumlarına dair bu kez sayısal verilerden de yararlanılarak entegratif politika önerileri geliştirilmiştir. Oy verme yaşını 16‟ya, seçilme yaşını 18‟e çekmek isteyen HDP de tıpkı CHP gibi yeni yaşamı kurma sorumluluğu bağlamında gençliği öne çıkarmıştır. Apolitik gençlik miti yıkılırken, her siyasal kanat kendi sembolleri ve referans noktaları ışığında gençliğe rol biçmekte ve bu kitleyi bir „paylaşılan ortak kanı‟ etrafında seferber etmeye çalışmaktadır. Yine, LGBTİ bireyler ve çocuklar da dezavantajlı toplumsal kesimler olarak bildirgede kendilerine yer bulmuşlardır. Genel olarak bakıldığında, barajı geçip geçmeyeceğinin bilinemediği 7 Haziran seçimleri öncesinde çok daha heyecanlı ve etkili bir seçim kampanyası götüren HDP‟nin bu kez sönük bir başlangıç yaptığı göze çarpıyor. Her ne kadar toplum ve özellikle emanet oy veren HDP seçmeni „İnadına Barış‟ sloganın hakkını verircesine barış yolunda HDP‟nin öncelikle PKK üzerinde pro-siyaset eksenli nasıl bir baskı unsuru olabileceğini görmek, örgütü kısa vadede ateşkese uzun vadede silah bıraktırmaya götürebilme kapasitesinin olup olmadığını anlamak açısından en azından bir seçim daha HDP etrafında kenetlenecek gibi dursa da, bu bildirgede HDP‟nin kendine biçtiği „Yeni Yaşam Mimarı‟ rolünün hakkını vermeyecek şekilde kısık sesli kaldığı söylenebilir. 7 Haziran ve 1 Kasım Seçim Sonuçları Üzerine Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme 1 Kasım‟da sandığa yansıyan seçmen iradesi, seçim öncesinde partilerin oy oranlarına ilişkin beklentiler anlamında ciddi sürprizlere yolaçtı. AK Parti %49,5 oy oranı ile 317, CHP % 25,3 ile 134, MHP % 11,9 ile 40 ve HDP % 10,7 ile 59 milletvekilliği elde etti5. Partilerin 1 Kasım‟daki oy güçleri, 7 Haziran seçimiyle karşılaştırmalı olarak ele alındığında, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır: CHP 1 Kasım‟da 28 ilde kendi ülke oy ortalamasının üzerinde oy oranına ulaşırken, en yüksek oyu Edirne (%55,9), Kırklareli (%54,6), Muğla (%47,5), İzmir (%45,9) ve Tekirdağ‟da (%44,8) almıştır. Ülke ortalamasının altında ise 53 ilin olması dikkat çekicidir. En düşük oy aldığı 5 il sırasıyla Şırnak (1,4), Ağrı (%1,5), Batman (%1,6), Hakkâri (%1,6) ve Muş‟tur (%1,7). Bu illerin tümü Güneydoğu Anadolu‟da yer almaktadır. CHP‟nin oy artışı, oy grupları ve iller örneğinde ele alındığında, oylarını en fazla 7 puan civarında arttırdığını görüyoruz. Bu artış bağlamında tek il dikkat çekmekte: Tunceli (%7,3). 41 ilde oy artışı, 40 ilde ise 7 Haziran‟a göre oy kaybı 5 ysk.gov.tr 12 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” yaşamıştır. Oylarını Türkiye oy artışı ortalamasının üzerinde arttırmayı başardığı 33 il mevcut. En yüksek artışın yaşandığı 5 il sırasıyla Tunceli, Ardahan (%6,4), Kırklareli (%4,5), Kilis (%4,5) ve Artvin‟dir (%3,8). En fazla oy kaybına uğradığı iller ise Ordu (-%4,2), Rize (-%4), Bolu (-3,1), Zonguldak (-3,1) ve Samsun‟dur (-%2,7). 7 Haziran‟da ülke oy ortalaması üzerinde oy topladığı 29 ilin 9‟u Marmara, 6‟sı Ege, 2‟si İç Anadolu, 5‟i Akdeniz, 6‟sı Karadeniz, 1 tanesi Doğu Anadolu‟daydı. 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy almaya başardığı 28 ilin 9‟u Marmara, 6‟sı Ege, 2‟si İç Anadolu, 4‟ü Akdeniz, 4‟ü Karadeniz ve 3‟ü Doğu Anadolu‟dadır. Her 2 seçimde de CHP‟nin en yüksek oy aldığı 10 il değişmiyor. Bu iller Edirne, Kırklareli, Muğla, İzmir, Tekirdağ, Aydın, Çanakkale, Eskişehir, Zonguldak ve Hatay. Buna karşılık, 7 Haziran‟da ortalamasının üzerinde oy aldığı Burdur ve Amasya ortalama altına düşerken, aynı seçimde ortalamasından daha az oy aldığı Ardahan ve Tunceli bu kez aynı kategoriye dâhil olmuştur. Parti oylarının bölgesel dağılımına son iki seçim için karşılaştırmalı olarak baktığımızda, 7 Haziran‟da oy ortalaması en yüksek Marmara‟da (% 34,35), en düşük Güneydoğu Anadolu‟dadır (% 4,94). 1 Kasım‟da oylarını en fazla Doğu Anadolu‟da artırırken (1,54 puan), en fazla kaybı Karadeniz‟de yaşamıştır (-1,13). Akdeniz, İç Anadolu ve Karadeniz‟de 0,10-1,13 arasında oy kaybederken, Ege, Güneydoğu Anadolu ve Marmara‟da 0,38-1,54 arasında oy artışı sağlamış görünüyor. 7 Haziran seçimine göre oylarını çok sınırlı arttırabilen CHP‟nin oy artışı 0,03 (Antalya) ile 7,32 puan (Tunceli) arasında gerçekleşti. CHP oylarının en yüksek olduğu illerin ortak özellikleri; 90‟lı yıllarda merkez sağın güçlü olması, batıya açık olma, sosyolojik anlamda seküler hayat tarzlarının ama iktisadi anlamda tarımsal yapıların egemen olmasıdır. Ayrıca, 2000‟lerin başında merkez sağın tükenişi ile birlikte CHP etrafında yeniden mevzilenen seçmenleri barındırmasıdır. CHP‟nin Trakya ve Kıyı Ege‟de çeyrek asırdan beri seçmenlerle kurduğu aidiyet ilişkisi 1 Kasım‟da da sürmüş görünüyor. Fakat Batı Anadolu‟dan Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟ya, hatta Karadeniz‟e gidildikçe oy gücünü arttırmayan CHP ile bu seçimde de karşılaştık. Orta Anadolu‟dan Doğu‟ya doğru adeta seçim haritasına aralıklı olarak serpiştirilmiş biçimde yerel görünümde bazı illerde (Tunceli %27,9, Hatay %35,6, Tokat %22) oy gücünün yüksekliği, muhtemeldir ki buralarda yerleşik ağırlıklı olarak Alevi seçmenin partiye olan teveccühünden kaynaklanıyor. Bursa, Çanakkale, Manisa, Uşak gibi seçim çevrelerinde kendi ülke ortalamasının üzerinde oy alması, Marmara ve İç Ege‟de de klasik merkez sağ seçmenin batılı/seküler kesimlerinin CHP ile özdeşleşmesiyle ilintilidir. CHP; İstanbul, Adana, Ankara, İzmir gibi büyük kentlerde oylarını yaklaşık 1 puan arttırırken, aynı illerin gelişmiş ilçelerinde diğerlerine kıyasla daha güçlüdür (İzmir Karşıyaka %66,5, Ankara Çankaya %55,9 ve İstanbul Beşiktaş %62,9 gibi). Düşündürücü olan ise yoksul ilçelerde CHP‟nin 1 Kasım‟da da pek fazla varlık gösterememesidir. Ankara Pursaklar (%9,3), İstanbul Sultanbeyli (%7,8) konuya ilişkin tipik örnekler olarak dikkat çekiyor. Bu seçimde Güneydoğu‟da yine varlık gösteremeyen bir CHP ile 13 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. karşılaşmamız, Kürtlerin bu partiyi 2000‟li yıllarda topyekün terkettiğinin kanıtıdır. Şırnak, Batman, Muş, Van gibi illerde %2‟ye bile ulaşamayan sosyal demokrat bir partinin Kürt seçmenler örneğinde sosyolojik unsurlarından biri eksiktir diyebiliriz. 1 Kasım‟daki seçim haritasinın bizlere sunduğu politik sosyoloji, partinin bu seçimde de Türkiye‟nin Kürtleri, ılımlı muhafazakârları ve yoksulları ile temsiliyet ilişkisi kurma konusunda sıkıntı yaşadığı, bu veri koşullar altında da seçim kazanamadığıdır. 7 Haziran‟a göre 100 seçmenden 8‟inin parti değiştirdiği, bu değişimin ya da oynaklığın Doğu Anadolu‟da %12, İç Anadolu‟da %10, Güneydoğu‟da %11 ve Karadeniz‟de %10 düzeyinde olduğu bir seçimde CHP oyları 1 puan bile artamıyorsa, kendisine oy vermeyen seçmenleri yanına çekemediğine, bu anlamda bir politik kilitlenme sorunu yaşadığına şüphe yok. Tablo 1. Partilerin 7 Haziran 2015 Oylarının Bölgesel Dağılımı BÖLGE Akdeniz Doğu Anadolu Ege Güneydoğu Anadolu İç Anadolu Karadeniz Marmara Türkiye CHP MHP HD P AK P 24,78 8,32 31,56 4,94 16,49 21,79 34,35 24,90 24,44 10,26 21,64 7,93 24,68 20,32 18,31 16,20 7,26 46,46 4,90 50,69 2,45 1,32 5,09 13,10 39,43 31,12 37,98 32,17 51,92 51,36 37,85 40,80 CHP‟nin rakibi AK Parti ise 7 Haziran‟la karşılaştırıldığında 1 Kasım‟da azımsanmayacak bir oy artışı sağlamıştır. Nitekim 45 ilde kendi ülke oy ortalamasının üzerinde oy oranına ulaşırken, en yüksek oy ortalamasını Rize (%75,3), Konya (%73,9), Bayburt (%72,9), K.Maraş (%71,3) ve Aksaray‟da (%71,2) elde etmiştir. Oylarının ülke ortalamasının altında kaldığı 36 il vardır. En düşük oy aldığı 5 il Şırnak (12,3), Tunceli (%12,8), Hakkâri (%13,7), Diyarbakır (%22,3) ve Ağrı‟dır (%27,3). CHP‟ninkine benzer biçimde bu illerin de tümü Güneydoğu Anadolu‟da, ardından gelen iki il Edirne (%27,7) ve Kırklareli‟dir (%28,4). AK Parti‟nin oy artışı, oy grupları ve iller örneğinde incelendiğinde, oylarını en fazla 20 puan arttırmıştır. Bu artış örneğinde tek il dikkat çekmekte: %20,8 ile Iğdır. 7 Haziran‟la karşılaştırıldığında AK Parti‟nin tüm illerde %2 ile %20 arasında oylarını arttırdığı anlaşılıyor. Oylarını Türkiye oy artışı ortalamasının (%8,5) üzerinde arttırmayı başardığı 49 il mevcut. En yüksek artışın yaşandığı 5 il sırasıyla Iğdır (%20,8), Şanlıurfa (%17,6), Kilis (%16,1), Erzurum (%15,7) ve Gaziantep‟tir (%14,4). 7 Haziran‟da ülke oy ortalaması üzerinde (%40,8) oy toplamayı başardığı 45 ilin 16‟sı Karadeniz, 11‟i İç Anadolu, 3‟ü Akdeniz, 4‟ü Marmara, 2‟si Ege, 5‟i Doğu Anadolu, 4‟ü Güneydoğu Anadolu illeriydi. 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy almaya başardığı 44 ilin 15‟i Karadeniz, 10‟u İç Anadolu, 3‟ü Akdeniz, 3‟ü Marmara, 2‟si Ege, 5‟i Doğu Anadolu, 4‟ü 14 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” Güneydoğu Anadolu illeridir. Her 2 seçimde de oy ortalamasının en yüksek olduğu bölge İç Anadolu‟dur. En düşük oyu % 31,1 ile 7 Haziran‟da Doğu Anadolu‟da alırken, 1 Kasım‟da da aynı bölge oylarının en düşük düzeyde kaldığı seçim coğrafyasıdır (%42,14). Önceki seçime göre tüm bölgelerde oylarını 7,59 ile 11,24 puan arasında arttırmış olup, bu artış 11,24 puan ile en yüksek Güneydoğu Anadolu‟da, en düşük Ege‟de (7,55 puan) gerçekleşti. Tablo 2. Partilerin 1 Kasım 2015 Oylarının Bölgesel Dağılımı BÖLGE Akdeniz Doğu Anadolu Ege Güneydoğu Anadolu İç Anadolu Karadeniz Marmara Türkiye CHP 24,68 9,86 31,94 5,75 16,04 20,66 35,30 25,41 MHP 19,49 6,65 15,51 4,34 16,56 13,54 11,89 11,94 HDP 6,19 39,16 4,18 44,55 2,05 1,28 4,27 10,69 AKP 47,02 42,14 45,53 43,40 61,67 61,18 45,66 49,38 Tablo 3. 7 Haziran’a Göre Partilerin 1 Kasım’daki (2015) Oy Artış ve Azalışlarının Bölgesel Dağılımı BÖLGE Akdeniz Doğu Anadolu Ege Güneydoğu Anadolu İç Anadolu Karadeniz Marmara CHP MHP HDP AKP -0,10 1,54 0,38 0,81 -0,45 -1,13 0,94 -4,95 -3,61 -6,12 -3,59 -8,13 -6,77 -6,42 -1,07 -7,31 -0,73 -6,13 -0,40 -0,04 -0,82 7,59 11,02 7,55 11,24 9,74 9,82 7,81 MHP‟nin 1 Kasım performansına baktığımızda ise ilk göze çarpan; 47 ilde kendi ülke oy ortalamasının üzerinde oy oranına ulaşmasıdır. En yüksek oy ortalamaları Osmaniye (%33,6), Kırşehir (%23,8), Gümüşhane (%22,5), Çankırı (%21,3) ve İçel‟de (%20,9). 34 ilde ise oyları ülke ortalamasının altında kalmıştır. En düşük oyunun bulunduğu 5 il Batman (%0,8), Diyarbakır (%0,8), Mardin (%0,9),Van (%1,3) ve Şırnak‟tır (%1,4). 7 Haziran‟la karşılaştırıldığında, sadece Ardahan‟da %1 oy arttırabilen MHP, en fazla oy kaybına şu 5 ilde uğramıştır: Kilis (%17,5), Yozgat (%16,4), Iğdır (%14,5), Aksaray (%12,4) ve Bilecik (%11,9). 7 Haziran‟da ülke oy ortalaması üzerinde oy toplamayı başardığı 54 ilin 2‟si Güneydoğu Anadolu, 13 il İç Anadolu, 4 il Doğu Anadolu, 14 il Karadeniz, 7 il Ege, 7 il Marmara, 7 il Akdeniz bölgesindeydi. 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy aldığı 47 ilin 8‟i Akdeniz, 10‟u İç Anadolu, 11‟i Karadeniz, 1‟i Güneydoğu Anadolu, 4‟ü Doğa Anadolu, 7‟si Ege, 6‟sı Marmara‟dadır. Bu partinin 7 Haziran (%7,93) ve 15 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. 1 Kasım‟da (%4,34) en düşük oy aldığı bölge Güneydoğu Anadolu. 7 Haziran‟da en yüksek oyu %24,68 ile İç Anadolu‟da elde ederken, son seçimde bölgesel oy ortalaması en yüksek Akdeniz‟dir (%19,49). Diğer yandan, 7 Haziran‟a göre tüm bölgelerde (3,6 ile 8,8 puan arasında) oy kaybına uğramıştır. En yüksek kayıp (8,13) İç Anadolu‟da yaşanmıştır. HDP‟nin 1 Kasım performansına bakıldığında, ancak 21 ilde kendi ülke oy ortalamasının üzerinde oy toplayabildiğini görüyoruz. En yüksek oy ortalamalarına ulaştığı ilk 5 il Şırnak (%83,6), Hakkâri (%81,9), Diyarbakır (%71,2), Ağrı (%67,3) ve Mardin‟dir (%67). 60 ilde ülke oy ortalamasının altında oy alan HDP‟nin en düşük oy aldığı 5 il Kastamonu (%0,8), Bayburt (%0,8), Çankırı, Ordu ve Afyon (%9,0). 7 Haziran seçimleri veri alındığında, 14 ilde oy artışı sağlasa da, bu artışlar %0,4 ile %0,02 arasında değişiyor. Oy artışının en fazla olduğu 5 il Hatay (%0,4), Sinop, Kastamonu, Bartın ve Çankırı (%0,1). 67 ilde son seçime göre oy kaybeden HDP‟nin buralardaki kaybı 0,01 ile 11,7 arasında. Bitlis‟te %11,7, Bingöl‟de %11,1, Ağrı‟da %10,8, Muş‟ta %10,6 ve Van‟da %10,5‟tir. 7 Haziran‟da ülke oy ortalaması üzerinde oy toplamayı başardığı 22 ilin 8‟i Güneydoğu Anadolu‟da, 12‟si Doğu Anadolu‟da, 2‟si Akdeniz‟de iken, 1 Kasım‟da ülke ortalamasının üzerinde oy aldığı 21 il mevcut. Bu illerin 7‟si Güneydoğu Anadolu‟da, 12‟si Doğu Anadolu‟da, 2‟si Akdeniz bölgesindedir. HDP‟nin bölgesel oy dağılımı incelendiğinde, her 2 seçimde de en güçlü oy tabanı Güneydoğu Anadolu‟da. Buna rağmen, 7 Haziran‟a göre 1 Kasım‟da oyları %50,69‟dan %44,55‟e gerilemiştir. Her 2 seçimde de en düşük oy aldığı bölge Karadeniz olup, oy oranı %1,32‟den son seçimde %1.28‟e düşmüştür. Bir diğer önemli husus; 7 Haziran‟a göre tüm bölgelerde oy kaybına uğrayan partinin, en fazla kaybının Doğu Anadolu (%7,31) ve Güneydoğu Anadolu‟da (%6,13) gerçekleşmesidir. Parti Sisteminde Oy Oynaklığı ve Oy Kaymaları 7 Haziran seçiminden 5 ay gibi kısa bir süre sonra gidilen seçimde AK Parti oylarında yaşanan belirgin artış, buna karşılık MHP ve HDP oylarındaki azalış parti sisteminde oy oynaklığının yüksek düzeyde gerçekleşmiş olabileceğini düşündürtmekte. Fakat yaptığımız oynaklık hesaplamasına göre, Türkiye parti sisteminde oynaklığın yüzde 10‟un altına düştüğü anlaşılıyor. 2011 ve 2015 seçimlerinde oynaklık yüzde 10,2-10,3 düzeyindeydi6. Bunun anlamı; seçmenlerin parti tercihlerinin parti sisteminde kademeli olarak konsolide olmasıdır. Oynaklığa coğrafi bölgeler itibarıyla bakıldığında, 7 Haziran‟da en yüksek Doğu Anadolu‟da (%22,3), en düşük Marmara‟da (%8,2) gerçekleşmiştir. 1 Kasım‟da ise oynaklığın yüzde 8,3 olarak gerçekleşmesi, 7 Haziran‟a göre 100 seçmenden 8‟inin parti değiştirdiğini gösteriyor. Bu seçmen hareketliğinin hangi partiler arasında yaşandığı 6 Türkiye Parti sisteminde oynaklık için bkz; Tanju Tosun, Gülgün Tosun, Yusufcan Gökmen; Türkiye‟de Parti Sisteminde İstikrar Sorunu: Oynaklık, Oy Esnekliği ve Parti Değteği Değişkeni, ozgurlukarastirmalari.com, Ekim 2015. 16 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” konusunda ilk söylenebilecek olan; HDP ve MHP seçmeninden AK Parti‟nin 1 Kasım‟da azımsanmayacak ölçüde oy almış olabileceğidir. Kimi araştırmacılar7 AK Parti‟nin oy artışında 7 Haziran‟da sandığa gitmeyip, daha önce AK Parti‟ye oy veren Kürtlerin 1 Kasım‟da yeniden AK Parti‟ye yönelmelerinin etkili olduğunu iddia etse de, partilerin oy artış ve azalışları ve iller bazındaki oynaklık değerleri karşılaştırıldığında, 7 Haziran‟da HDP‟ye, 1 Kasım‟da ise AK Parti‟ye oy veren azımsanmayacak bir kitle olduğunu düşünüyoruz. Tabii ki 7 Haziran‟da sandığa gitmeyip, bu seçimde AK Parti‟ye yönelen Kürt seçmenleri de yok saymama koşuluyla böyle bir değerlendirmede bulunuyoruz. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟da HDP‟nin oy oranındaki düşüşü belirleyen ana unsurun HDP-AK Parti arasındaki oy kayma ya da geçişlerinin, sandığa gitmeyen seçmen olduğu şeklindeki görüşe ise önemli ölçüde katılıyoruz. Tablo 4. 1 Kasım’da Parti Sisteminde Coğrafi Bölgelere Göre Oy Oynaklığı Bölge Akdeniz Doğu Anadolu Ege Güneydoğu Anadolu İç Anadolu Karadeniz Marmara Türkiye 7 Haziran Oynaklık Ortalaması 8,5 22,3 9,7 18,1 10,1 8,7 8,2 10,3 1 Kasım Oynaklık Ortalaması 7,7 12,3 7,9 11,1 10,1 9,9 8,8 8,3 7 HAZİRAN-1 KASIM 2015 FARKI -0,8 -10,1 -1,8 -6,9 0,0 1,2 0,6 -2,0 Çilek Ağacı araştırmacıları, geçen seçimde oy kullanmayan 1.6 milyon seçmenin büyük bir kısmının oyunu AK Parti lehine kullandığı görüşündedir. İstanbul‟da geçerli oy sayısındaki yüksek artışın büyük çoğunluğunun AK Parti‟ye eklendiğini, burada belirleyici olanın ilk defa sandığa giden seçmenlerin oyu olmayıp, Haziran‟da geçersiz sayılan oylar olduğunu belirten bu araştırmacılar AK Parti‟nin oy artışını şu gerekçelere dayandırıyor: MHP‟den AK Parti‟ye geçen seçmenler, Saadet ve BBP bloğundan büyük miktarda oyun AK Parti‟ye eklenmesi, geçen seçimde oy vermeyen büyük bir çoğunluğun sandığa gidip AK Parti‟ye oy vermesi, İstanbul‟daki geçerli oy sayısındaki muazzam artışın büyük çoğunluğunun AK Parti‟ye eklenmesi 8. Bu savlarını da öncelikle AK Parti oylarındaki ortalama artışın diğer partilerin oylarındaki ortalama azalıştan daha fazla olmasına dayandırıyorlar. Diğer partilerin oy sayısındaki azalış AK Parti‟nin artışını açıklamaya yetmemesi, diğer partilerin geçerli oy sayısı ortalama bir azaldığında AK Parti‟nin 7 8 http://cilekagaci.com/2015/11/05/kasim-2015-secim-analizi-ve-oy-gecisleri/ A.g.e. 17 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. neredeyse iki geçerli oy artması, bu oranın büyük seçim bölgelerinde artarken, İstanbul‟un ilçelerinde neredeyse üç katına çıkmasıdır. Ayrıca pek çok ilçede muhalefetin toplam oy kaybının AK Parti‟nin oylarındaki artışın altında kalması nedeniyle, en mantıklı senaryo AK Parti seçmeninin katılımını artırması, diğer parti seçmenlerinin katılımını ise düşürmesi olarak ileri sürülebilir. Katılımdaki değişim dinamikleri AK Parti‟nin oy artışının en önemli nedenlerinden biri iken, burada seçmen davranışları açısından üstünün çizilmesi gereken husus; seçmenin memnuniyetsizliğini oy tercihini değiştirmek yerine sandığa gitmeyerek göstermesi. Araştırmacılara göre, Türkiye siyasetindeki alternatifsizlik ve kutuplaşma olgusunun seçmeni böyle bir davranışa itme ihtimali kuvvetle muhtemeldir. Nitekim en çok seçmene sahip 5 seçim çevresindeki ilçelerde muhalefet ve AK Parti oy sayılarındaki değişimler, bazı ilçelerde muhalefetin toplam kaybettiği her bir oya karşılık AKP‟nin üç oya yakın kazanması bunu desteklemektedir. Ayrıca, HDP‟nin en yüksek oy oranına ulaştığı beş ilin ilçelerinde, ülkedeki genel eğilimin aksine, AK Parti‟nin oylarındaki artış muhalefetin oylarındaki azalışın çok gerisinde kalmıştır. Bunun anlamı; muhalefetten ayrılan oyların ciddi bir kısmının sandık dışında kalması, AK Parti‟ye yönelmemiş olmasıdır. Bu tablonun, kimlik siyasetine dayalı bir ortamda tepkisini parti değiştirerek değil, ama partisine oy vermeyip sandık dışında kalarak gösteren bir seçmen profiliyle de uyum içerisinde9 olduğu söylenebilir. Bekir Ağırdır‟a göre bu tablo, HDP‟ye “emanet oyu” verenlerin Türkler değil, Kürtler olduğuna işaret etmekte. Ona göre, insanlar teröre, çatışmaya dönüş olunca frene basmış ama AK Parti‟ye geri dönmemiştir. AK Parti diyen Kürtler ise 7 Haziran‟da sandığa gitmeyenlerdir. 7 Haziran öncesinde Kürtlerin içinde AK Parti yüzde 50, HDP yüzde 40‟tı. Fakat, çözüm süreci, süreçteki aksaklıklar, Kobanê, Irak ve Suriye‟de olanlardan sonra - dindar Kürtlerde bir hayat tarzı veya fikir değişikliğinden dolayı değil ama - ilk kez şimdiye kadar önce Müslümanım diyenler, şimdi “Kürt Müslümanım” diyor. Kürt kimliğinin yükselişi HDP‟nin 13 puanının 11 puanının sebebidir. Ağardır‟a göre AK Parti‟ye „geldi-gitti‟den ibaret olmayan gelecekteki risk veya fırsatları ima eden bir eğilim bu. Türkiye‟de genel olarak yüzde 3 mertebesinde geçersiz oy bulunmakta olup, 7 Haziran‟da da böyle çıktı ve İstanbul‟da daha yoğundu. 1 Kasım‟da İstanbul‟daki geçersiz oylardaki ve partilerdeki değişime bakıldığında, AK Parti geçersiz oylardan da çok ciddi, Türkiye genelinde neredeyse bir puana yakın oy aldı10. Özellikle 7 Haziran‟daki geçersiz oylar ekseninden bakıldığında, Ağardır‟a katılmamak mümkün değil. Yapılan bir başka çalışmada AK Parti‟nin 7 Haziran‟dan sonra MHP‟den 4,42 puan, HDP‟den 2,28 puan, CHP‟den 0,72 puan ve diğer siyasi partilerin seçmenlerinden 3,4 puan oy aldığı ileri sürülmüştür. Aslan ve Kurtaran‟a göre bu durum HDP‟den CHP‟ye kayda değer oranda oy kayması yaşanmamış 9 A.g.e. Bekir Ağırdır‟la Söyleşi, 10 Kasım 2015, t24.com.tr 10 18 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” olduğunu, 7 Haziran sonrası emanet oyların, beklenenin aksine CHP‟den değil AK Parti‟den HDP‟ye gittiği yönündeki iddiaları doğrular nitelikte olduğunu gösteriyor. HDP‟den kopan seçmenlerin ise büyük oranda 7 Haziran‟da AK Parti‟den kopan grup olduğu söylenebilir. Nitekim HDP‟nin önemli ölçüde oy kaybettiği Muş, Ağrı, Van, Diyarbakır gibi illerde AK Parti‟nin oylarının benzer oranda artış göstermesi bu bağlamda değerlendirilmelidir. Şunu da belirtmek gerekir ki, AK Parti‟nin oy sıçramasını açıklamak için sadece farklı siyasi partilerden kayan oylara bakmak yeterli olmayıp, katılım bu partinin yükselişini açıklayan nedenlerden bir diğeri. Nitekim AK Parti seçmeninin yoğun olarak yaşadığı Orta ve Doğu Karadeniz illerinde seçime katılımın artmış olması dikkate değerdir11. Sandığa Yansıyan Seçmen İradesine İlişkin Düşünceler 1 Kasım‟da sandığa yansıyan seçmen iradesi, seçimin tek galibinin AK Parti, mağluplarının ise MHP ve HDP olduğunun kanıtı olarak ileri sürülebilir. CHP‟yi de oylarını artıramama anlamında başarılı saymak mümkün değil. Başta siyasi analizciler olmak üzere, toplumun büyük bir kesimi sandıktan böyle bir sonucun çıkacağını beklemediği için, 1 Kasım‟da ciddi bir sürpriz yaşandı diyebiliriz. Fakat Türkiye gibi sürprizlerin bol olduğu bir ülkede seçmenin tercihlerinde keskin bir değişim ve kırılmanın olması anlaşılabilir bir şey. Seçim sonuçları herşeyden önce Türkiye‟de seçmenin 2000 sonrası retrospektif, yani işbaşındaki iktidarın ekonomi politikalarının kendi yaşam koşullarında geçmişte nasıl etki yaptığına ilişkin kararıyla parti tercihinde bulunmasıyla örtüşmektedir. Etnik, dinsel kimlik, katı ideolojiler partilere yönelimde halen pay sahibi olsa da, seçmen için baskın tercih kriterinin iktidar alternatifi olmak isteyen partilerin merkezde konumlanması olduğu son seçimde bir kez daha anlaşıldı. Merkezde konumlanıp, güçlü iktidar alternatifi olmanın koşulu ise, toplumun ortalama değerlerini temsil etme, seçmenin ekonomik beklentilerine yanıt vermek olduğu anlaşıldı. Seçim sonuçları özellikle sağ seçmenlerin tercihlerinin bir hayli esnek ve hareketli olduğuna işaret ediyor. CHP‟nin yüzde 25‟lik oy bandına yerleşmesi sosyolojik tabanını koruduğunu, fakat bunu genişletemediğini göstermesi anlamında dikkate değerdir. HDP bağlamında bakıldığında ise, oy kaynağı büyük ölçüde Kürtlere dayalı olan bu partinin homojen bir sosyolojiye sahip olmadığı, Kürtlerin arasında siyasete, iktidara bakış, bugüne ve geleceğe ilişkin faklı algı ve beklentilerin varolduğu 1 Kasım‟da anlaşıldı. MHP ve HDP‟nin seçim sürecindeki belirsizlik siyasetlerine rağmen, seçmen bu seçimde “kimseyi küstürmemiş, hiçbir partiyi marjinalleştirip barajın altında bırakmamış; ancak verdiği onayın rahatlıkla geri alınabilecek bir özelliğe sahip olduğunu da oldukça kısa süreli bir zaman aralığı üzerinden yaptığı tercih değişikliğiyle 11 Emrah Aslan, Batuhan Kurtaran; “Kazananlar, Kaybedenler ve CHP”, yeniarayis.com, 11 Kasım 2015. 19 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. göstermeyi başarmıştır”12. AK Parti‟nin 1 Kasım‟daki başarısının ardında büyük ölçüde toplumun taleplerini iyi okuması yatıyor. Seçmenle kurmuş olduğu temsiliyet ilişkisi tek boyutlu olmayan AK Parti, bu süreçte yaşanan istikrarsızlık ve belirsizlik ortamında toplumun talep ettiği meşru siyasetin yanında durma, sorunların çözümünü siyasette arama, birinin yanlışını bir başkasının doğrusu olarak görmeme13 mesajını çok iyi alıp, bunun üzerinden istikrar, güven, refah, kalkınma, çözüm temelli bir siyaset diliyle seçmene seslenmiş ve başarılı olmuştur. Kampanya sürecinde seçmene ilettiği “Ben olmazsam diğerleri bu ülkeyi yönetemez” mesajı karşısında, muhalefet partilerinin dillendirdiği “tek başına iktidar olursa otoriterliğe gidecekler, yolsuzluk artacak” 14 mesajı karşısında seçmenin yönetebilir bir Türkiyeyi yeğlediği açıktır. Kimliklere sıkışma nedeniyle düzen talebinin kuvvetlendiği15 bir ülkede bu tercihi anlamak zor değil. Burada gözardı edilememesi gereken bir diğer husus; kampanya sürecinde AK Parti‟nin medya üzerinden seçmene ulaşma konusunda sahip olduğu avantajlardı16. Önümüzdeki süreçte AK Parti için önemli olan; son yıllarda içine girdiği otoriterleşme girdabından kurtularak, oyunu nasıl oynaması gerektiğine karar vermesidir. Bu anlamda yapması gereken; sosyal barışı tesis etmek için fabrika ayarlarına dönmesi17, yani 2000‟lerin ortasındaki demokratikleşme, AB yanlısı çizgisine yeniden yerleşmesidir. Kılıçdaroğlu ile birlikte CHP‟nin iktidar olmak isteyen bir partiye dönüştüğü açık. Bunu, 7 Haziran ve 1 Kasım‟da Kılıçdaroğlu‟nun kişisel performansı, seçim kampanyalarında toplum adına söylenen yeni şeyler, koalisyon görüşmeleri sırasındaki yapıcı tavırları ile göstermiştir. Fakat bütün bunların, sözkonusu CHP olduğunda yeterli olmadığına yaşayarak tanıklık ediyoruz. CHP‟nin oylarını 1 puan dahi arttıramaması şeklinde görünür olan politik kilitlenmesinin nedenlerini başka yerde aramak durumundayız ki o da öncelikle toplumda CHP‟ye ilişkin tarihsel olarak varolan algı ve bunun kırılamamasıdır. Bu algı CHP‟nin icraatçı, işbilen, toplumun değerlerini temsil eden bir parti olmadığına ilişkin sayısız imgeyi barındırmakta. Bunda CHP‟nin rakipleri kadar, CHP‟nin tüm kademelerdeki örgütsel yapı etkilidir. CHP halen topluma dokunamayan, toplumla ilgisi, teması kendi klasik tabanı dışında zayıf olan bir partidir. CHP‟liler tarafından partili olarak kabullenilmek kolay değil. Bu yönüyle de toplumun çeşitli kesimlerine karşı dışlayıcı bir partiden sözetmek gerekir. Tavan yönetiminden aşağıdaki taban teşkilatlara kadar, örgütsel değişime kapalı bir CHP, toplum nezdinde itibarsız olmasının temel nedenlerinden bir diğeridir. Hal böyle olunca, kendisine karşı varolan algı teşkilat yöneticisi aktörlerle kırılamamakta, CHP söylem düzeyinde 12 13 14 15 16 17 Necdet Subaşı; “Kendini „el‟e Vermeyen Millet”, Star, Açık Görüş, 7 Kasım 2014. Tuncay Önder; “1 Kasım‟ın İmkân ve Sınırları”, Star, Açık Görüş, 14 Kasım 2015. Bekir Ağırdır‟la söyleşi, t24.com.tr, 10 Kasım 2015. A.g.e. Ali Çarkoğlu ile Söyleşi, todayszaman.com, 8 Kasım 2015. A.g.e. 20 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” yenilenmeye çalışırken, gündelik siyasette eski dışlayıcı-dar kadrocu kimliğiyle algılanmaktadır. CHP‟ye ilişkin bu algı partinin inandırıcı olamamasına, sonuçta seçmenlerin CHP‟ye yönelmemesinde etkili oluyor. 7 Haziran‟da da, 1 Kasım‟da da olan buydu. MHP‟nin 7 Haziran sonrası ortaya çıkan süreci yönetememesi, ülkede bir hükümet istikrarsızlığı yaşanırken Bahçeli öncülüğünde koalisyon hükümetinde yer almayı reddetmesi, AK Parti‟nin artan aeterörle mücadele etmesi seçmen nezdinde, hükümete dahi girmeyen bir MHP‟ye oy vermenin bu ülkenin sorunlarını ertelemekten başka bir işe yaramayacağı şeklinde bir algıya neden oldu. Aslında özellikle Orta ve Doğu Anadolu‟da seçmenin ortalama değerleri, milliyetçilik ve muhafazakârlıkla iç içe girmiş durumdadır. Bu muhafazakâr seçmen aynı zamanda milliyetçidir. Çünkü Türkiye‟de tarihsel olarak milli görüş hareketinden gelen, ama bu hareketi estetize eden AK Parti‟nin tarihsel köklerinde her zaman için İslamcılıkla milliyetçilik kaynaşmış durumda. 1 Kasım sürecinde Erdoğan‟ın da katkılarıyla yeri geldiğinde milliyetçi bir söylemle seçmene seslenilmesi, MHP seçmeninde “MHP olmadıktan sonra rahatlıkla AK Parti iktidar olabilir” şeklinde bir kanaat doğurmuştur18. MHP‟nin oy kaybı anlamında bakıldığında, milliyetçiliğin de tek tip, homojen bir karaktere sahip olmadığı görülüyor ki tarihsel olarak bu anlaşılabilir bir durum. Milliyetçi seçmenin azımsanmayacak bir kesiminin AK Parti‟ye yönelerek, MHP‟ye kan kaybettirmesi 7 Haziran sonrası MHP‟nin izlediği istikrarsızlığı neredeyse umursamaz tavrıyla açıklanabilir. Türkiye‟de geçmişten bugüne milliyetçi ideolojinin kutsal ideolojik ortağı muhafazakârlık olup, çoğu önermelerinde iki ideoloji birbiriyle başta güçlü devlet, kutsal millet-ümmet anlayışıyla buluşabilmektedir. Bu anlamda, seçim coğrafyasında kademeli olarak seküler milliyetçi sosyolojinin yerini milliyetçi muhafazakâr sosyolojiye terketme süreci yaşanıyor diyebiliriz. Hayat tarzları, devlet, din algısı neredeyse eşitlenen kitlenin muhalefette etkisiz MHP karşısında tek parti hükümetiyle muktedir olacak AK Parti arasında tercihini AK Parti lehine yapması anlaşılabilir bir pozisyon alıştır. 7 Haziran sonrası bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakan Davutoğlu birlikteliğinde başarılı biçimde güvenlikçi parti kimliğiyle terör sorununu çözebilecek tek parti/AK Parti algısı yaratılmıştır. Bu durumda da güçlü devletin ancak AK Parti iktidarıyla mümkün olduğunu düşünen seçmen MHP‟yi terketmeye başlamıştır. MHP seçmeninin partisinin iktidar ilgisizliği karşısında iktidarın fırsat maliyetlerinden yararlanma adına AK Parti‟ye yönelmiş olması olasıdır. HDP‟nin oy kaybında ise muhafazakâr Kürtlerden AK Parti‟ye geri dönüş gözardı edilemez. Muhafazakâr Kürtlerin özellikle büyük kentlerde yerleşik olan yoksul seçmen kitlesiyle ve orta sınıfa mensup olan küçük esnafın da 18 Bu bağlamda Tayfun Atay‟ın MHP‟li bir seçmenle yaptığı görüşmede seçmenin söyledikleri dikkate değerdir: “Ben MHP‟ye oy veriyordum hep, ama son seçimde mührü AKP‟ye bastım... İkisi arasında fark yok ki artık. Ama MHP‟de başkan da yok”. Nakleden Tayfun Atay; “Siyasette Üç Kimliğe Doğru”, Cumhuriyet, 5 Kasım 2015. 21 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. istikrar saikiyle AK Parti‟ye yönelmiş olması olasıdır. Türkiye‟de ortalama seçmenin en temel özelliklerden biri, konformist olmaları, statükonun radikal biçimde değişmesini istememeleridir. Seçmenin tahammül edemediği konulardan bir tanesi belirsizlik olup, siyasal ve ekonomik belirsizliğe tahammülü yoktur. HDP‟den geri çekilmenin ardında böyle bir belirsizliğin kendilerine ekonomik ve siyasal risk olarak yansıyacağı düşüncesi de etkilidir. HDP‟nin oy kaybında 7 Haziran sürecindeki Türkiyelileşme iddiasının hayat bulmaması, azımsanmayacak ölçüde bir kısım Kürt seçmende ve HDP‟ye oy veren sınırlı sol kesimde kanımızca soru işaretleri yarattı. Şunu da belirtmek gerekir ki, HDP eşyanın doğası gereği kendisini PKK‟dan kolaylıkla ayrıştıramazdı. Çünkü sosyolojik dokusu aynı zamanda PKK‟nın çok farklı dinamiklerinden beslenen bir HDP gerçeği mevcut. HDP‟nin sosyal tabanını PKK‟dan ayrı tutup HDP‟yi anlamaya çalışmak mümkün değil. Bu yüzden HDP‟nin PKK ile arasına bariyer koyması olamayacak bir şeydi. Fakat HDP, özellikle seçim sürecinde PKK‟nın eylemlerini şiddetle kınama yoluna gidebilirdi. Bu riski göze almadı. Bir anlamda 1 Kasım‟a giden süreçte çok pasif konumda kaldı. Dolayısıyla, HDP oylarının azalmasında bu partinin 7 Haziran‟ın ardından girilen süreci iyi yönetememesinin payı yüksektir diyebiliriz. PKK eylemlerinin toplumda yol açtığı düşkırıklığı ve tepki karşısında HDP‟nin edilgen konumu, öncelikle sol, sosyalist seçmenin bu partiden geri çekilip, oylarının azalmasına neden olmuş gibi görünüyor. Fakat oy kaybında asıl belirleyici olan; Kürt seçmenlerin özellikle muhafazakâr kanadının partiden kopmasıdır. Burada güvenlik endişesinden ziyade siyasi belirsizliğin yolaçtığı ekonomik kaygıların hâkim olduğunu yukarıda ifade ettik. Bu durumda, ağırlıklı olarak en yoksul Kürtler ile varlıklı, fakat siyasete katı ideolojik pencereden bakmayan muhafazakâr Kürtlerin AK Parti‟ye yeniden yönelmesinde tayin edici dinamik ekonomik kaygı ve belirsizliklerdir demek yanlış olmayacaktır. Sonuç Türkiye siyasetinde 7 Haziran seçimlerinin ardından başlayan hükümet arayışları 1 Kasım‟da sandıktan tek parti hükümetinin çıkmasıyla sona erdi. 7 Haziran‟da 13 yıllık AK Parti‟nin tek parti hükümetlerinin sona ermesinin ardından partiler arasındaki koalisyon görüşmelerinin sonuçsuz kalması ülkeyi 1 Kasım‟da yeniden seçime taşıdı. Bu süreçte kamuoyu ve siyasal gözlemcilerin zihnini meşgul eden sorulardan biri; bu seçimde de 7 Haziran‟a benzer bir tablonun çıkıp çıkmayacağıydı. Seçim öncesinde yayınlanan kamuoyu araştırma bulguları 1 Kasım‟da farklı bir tablo çıkmayacağını yansıtsa da, beklenmeyen oldu ve AK Parti neredeyse her 2 seçmenden 1‟inin oyunu alarak yeniden tek başına iktidara geldi. AK Parti‟nin elde ettiği sonuç sürpriz olmakla birlikte, asıl sürpriz MHP ve HDP oylarındaki kayıptır. Seçim sonrası yapılan analizler AK Parti‟nin oy artışında 7 Haziran‟da sandığa gitmeyen seçmenler ile MHP ve HDP seçmeninin etkili olduğuna işaret ederken, CHP‟nin 7 Haziran‟a göre oylarını ancak yarım puan arttırması 22 Tosun, T. & Erdoğan Tosun, G., 2015, “Kazananı ve Kaybedenleriyle 1 Kasım Seçimleri” seçimin bir diğer sürprizidir. Çünkü partinin seçim bildirgesinin toplumun taleplerine seslenen özelliği, liderin kampanya performansına rağmen CHP‟nin bir siyasi kilitlenme yaşadığı belirgindir. AK Parti‟nin seçimden güçlenerek çıkması büyük ölçüde 7 Haziran sonrası ülkede yaşanan siyasi ve ekonomik belirsizliği seçmenin kabullenmemesi, güven ve istikrar arayışıyla yeniden bu partiye yönelimiyle ilgili. MHP‟nin, liderinin öncülüğünde koalisyon hükümeti ortaklığına yanaşmaması, HDP‟nin Türkiyelileşme arayışının sonuçsuz kalması gibi etkenler iki partinin başarısızlığını açıklıyor. CHP Kılıçdaroğlu ile birlikte son seçimlerde seçmene “değiştim” mesajı vermesine rağmen oy arttıramama temelli bir politik kilitlenme yaşıyorsa, bunun muhtemel nedenlerinin başında seçmenin bu partiye ilişkin olumsuz algısı gelmekte. Partinin tavandan tabana doğru geniş seçmen kitleleri nezdinde yaşadığı inandırıcılık sorunu ile partiye dair olumsuz imajlar CHP‟nin farklı partilerin seçmenlerini yanına çekememesinin nedenidir. Önümüzdeki süreçte muhalefet partileri kendilerini ideolojik, örgütsel temelde yeniden yapılandırmadıkları takdirde, AK Parti‟nin hâkim parti statüsünü kaybetmesinin zor olacağı anlaşılıyor. Kaynakça Aslan, Emrah, Kurtaran, Batuhan; “Kazananlar, Kaybedenler ve CHP”, yeniarayis.com, 11 Kasım 2015. Önder, Tuncay; “1 Kasım‟ın İmkân ve Sınırları”, Star Açık Görüş, 14 Kasım 2015. Subaşı, Necdet; “Kendini „El‟e Vermeyen Millet”, Star Açık Görüş, 7 Kasım 2014. Tosun, Tanju, Tosun Gülgün, Gökmen, Yusufcan; Türkiye’de Parti Sisteminde İstikrar Sorunu: Oynaklık, Oy Esnekliği ve Parti Değteği Değişkeni, ozgurlukarastirmalari.com, Ekim 2015. İnternet Kaynakları www.akparti.org.tr www.chp.org.tr www.cilekagaci.com www.cumhuriyet.com.tr www.hdp.org.tr www.mhp.org.tr www.t24.com.tr www.todayszaman.com www.ysk.gov.tr 23 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.1-23. 24 Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları: Seçime Katılma Oranlarının Anlamı ve Önemi Hakan Mehmet Kiriş Yrd. Doç. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: hakanmkiris@yahoo.com Özet: Serbest ve adil seçimler, çağdaş demokrasilerin ayırt edici özelliklerinden biridir. Seçmenlerin sandık başına gelmeleri, siyasal sistemin meşruiyetini onayladıkları anlardan biri olmaktadır. Bununla birlikte yerleşik demokrasilerde seçime katılma oranlarının giderek gerilediği görülmektedir. Bu durum, günümüzde demokrasinin yaşadığı krizlerden birini oluşturmaktadır. Oysa seçmenler, siyasal sisteme yabancılaştıkları için olduğu kadar memnun oldukları için de sandık başına gitmiyor olabilirler. Dolayısıyla seçime katılma oranlarının değerlendirilmesi bakımından bazı ortak konu ve etkenlerden söz edilebileceği gibi, her ülkenin öznel koşullarının oluşturduğu unsurlar da tartışılmalıdır. Bu makalede Türkiye’de seçime katılma oranları 1950 sonrasında, karşılaştırma amacıyla seçilen demokrasilerle de kıyaslanarak ele alınmaktadır. Türkiye’de yapılan milletvekili seçimleri, bu çalışmada geliştirilen katılma ve temsil indeksleri yoluyla değerlendirilmektedir. Genel olarak makalenin en çarpıcı sonuçlarından biri ise, batı demokrasilerinde neredeyse istikrarlı şekilde düşen katılma oranlarına karşın 1960 ve 1970’li yıllarda Türkiye’de de benzer bir görünümün olması ancak 1980 sonrasında Türkiye’de katılma oranlarının yükseldiği bir seyrin ortaya konmasıdır. 1969 seçimleri Türkiye’de gerçekleşen en düşük katılım oranına sahne olurken 1980 sonrasındaki en düşük katılma oranı 2002 seçimlerindedir. Yine 1980 sonrasında temsil bakımından seçim barajının ortaya çıkardığı dengesizlik indekslerde ölçülen skorlara yansımaktadır. Anahtar Kelimeler: Seçimler ve demokrasi, seçime katılma, oy verme, temsil. ‘Ballot Box’ Arguments in Turkey: The Meaning and Importance of Voter Turnout Rates Abstract: Free and fair elections are one of the distinctive properties of contemporary democracies. That the voters go to polls is one of the moments when they confirm the legitimacy of the political system. Furthermore, it is apparent that voting turnout rates are gradually regressing in consolidated democracies. This case results in one of the crisis the democracy has faced today. However, the voters may not be going to polls because of the fact that they both alienate and are pleased to the political system. Therefore, on one hand, some common issues and factors can be mentioned in terms of the evaluation of voting turnout rates. On the other hand, the elements that the Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları: Seçime Katılma Oranlarının Anlamı ve Önemi”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.25-49. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 subjective conditions of each country have formed must be discussed. In this article, voting turnout rates in Turkey after 1950 are dealt by comparing with the selected democracies with the purpose of comparison. Parliamentary elections in Turkey are evaluated via participation and representation indexes developed in this article. To summarize, one of the most dramatic results of the article is that in spite of the almost steadily decreasing voting turnout rates in western democracies, Turkey had a similar perspective in 1960s and 1970s; however, a period with the increasing voting turnout rates after 1980 has become clear. While 1969 elections are witnessing the lowest voting turnout in Turkey, the lowest voting turnout after 1980 is in 2002 elections. In addition, as a result of the electoral threshold in terms the representation after 1980, the instability reflects on the evaluated scores in indexes. Keywords: Elections and democracy, voter turnout, voting, representation. “Milli irade tecelli etmiştir, Sandıktan çıkan sonuca saygılıyız” Giriş Kullandığım epigraf, Türkiye’de muhtelif seçimlerde muhtelif siyasetçiler tarafından yapılan ve kamuoyunun da çok alışık olduğu bir beyanattır. Bu ise, seçim sandığı kavramı ve ona yüklenen işlev ve anlamlar üzerine daha çok kafa yormak gerektiğini ortaya koymaktadır. Kavramın, hükümet ve muhalefet eden partiler arasındaki tartışmalarda çok partili hayat boyunca neredeyse her zaman öne çıkarılan bir konumda olduğu görülmektedir. Bu, bir yönüyle demokrasinin “doğası gereği” olduğu kadar, diğer yönüyle de “manipülasyon öğesi” olma özelliği taşımaktadır. Son birkaç yılda yaşanan siyasal gelişmeler bu kavramı her iki yönüyle de tekrar ele almayı gerektiren bir içeriğe sahiptir. Zaten son birkaç yılda da bu tartışmalara siyasette sıklıkla rastlanmaktadır. Hatırlanacağı üzere Türkiye son birkaç yılda hızlı, şaşkınlık verici ve sarsıcı bir siyasal süreç yaşamıştır. Bu sürecin içinde bir yerel seçim, bir cumhurbaşkanlığı seçimi, iki de milletvekili genel seçimi yapılmıştır. Seçim sandığı tartışmaları da bu dört seçim döneminin odak noktasında yer almıştır. Günümüzde demokrasi pek çok, farklı ve çeşitli değerlendirme ölçütleriyle birlikte ele alınmaktadır. Siyasal eşitliğe dayalı, halk denetiminin olduğu, vatandaşların katılımına ve bu katılma sonucunda yetkilendirilen temsilci ve görevlilerin hem halka hem de yasal kurumlara karşı hesap verebilir olduğu, farklı vatandaş gruplarının temsil edildiği, yönetimin kamusal ihtiyaçlara karşı duyarlı ve yanıt verebilir olduğu, asgari müştereklere dayanan ve çeşitliliğe hoşgörünün olduğu bir içeriğe sahiptir (Beetham vd., 2008: 23; Gül, 2008). Yine de, demokrasilerin değerlendirilmesinde kullanılan en genel ölçütlerden birinin seçimler üzerine kurulu olduğu görülmektedir. Oysa demokrasinin orijininde seçim zorunlu değildir, bunun yerine danışma, veto, mutabakat gibi yöntemlerden de söz edilebilirdi. Bununla birlikte modern demokrasiler seçilmiş temsili yasama meclisleri fikrine dayandığından seçim olgusu neredeyse vazgeçilmez bir ölçüt haline gelmiştir (Ringen, 2010: 46- 26 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” 47). Her şeyden önce seçimler; ölçülebilir, karşılaştırılabilir, rakamsal sonuçlar üretmektedir. Demokrasinin tanımlanmasında kullanılan minimalist çerçevenin yarışmaya dayalı, adil ve serbest seçimlerin düzenlenmesi üzerine kurulu olduğunu belirten Ringen’e göre (2010: 45-46): “Seçim yöntemi, demokrasi açısından parlak bir buluştur ve demokratik düşüncedeki üstün konumunu haklı sebeplerle kazanmıştır. Kararları, tehlikeleri ve güvenceleri açıklığı kavuşturma açısından mahirdir. Halkın oyunu kazanarak karar verme yetkisini elde edenleri anlaşıp kararlar almaya yönelten gerçek bir teşvik unsuru vardır. Bunu oy vererek iktidara gelmelerini sağlayanlara borçludurlar. Oldukça kısa bir süre sonra tekrar seçimlerle karşı karşıya geleceklerini bilirler. Vekilliği seçmenlerden almışlar ve bu durum nelere yetkili olduklarını ve nelerin yetkilerini aştığını hatırı sayılır ölçüde açıklığa kavuşturur… Yurttaşlar, seçtikleri vekillerin meşru yönetimden pek fazla sapmayacaklarına haklı olarak güvenebilirler; çünkü sonraki seçimde onları gönderme güçleri vardır.” Seçimlerin pratik önemi, diğer faaliyetlere göre, büyük vatandaş kitlelerinin yaygın olarak başvurduğu, kolay ve yoğun çaba gerektirmeyen bir eylem olarak öne çıkmasındandır. Oy kullanma faaliyeti, vatandaşın tercihleri bakımından ayrıntı vermemesine karşın siyasal liderler üzerinde baskı yaratan kapsamlı sonuçları ortaya çıkarmasıyla kendine özgü, genel ve hükümeti denetlemek konusunda etkili bir araç haline gelmektedir (Nie, Verba & Converse, 1989: 32). Seçimler yoluyla oylarını kullanan (ve/veya kullanmayan) vatandaşlar, iktidar ve muhalefet kurumlarını oluşturduğu gibi siyasal partilerin, kadroların ve liderin de konumlarını ve kariyerini etkileyen en önemli göstergelerden birini oluşturmaktadır. Yine seçimler, seçenlerle seçilenleri doğrudan buluşturan bir mekanizma işlevi görmektedir. Seçime katılma oranı (“voter turnout” rate ya da “voter participation” rate), seçime katılarak geçerli ya da geçersiz oy veren seçmenlerin sayısının; o seçim için toplam kayıtlı seçmen sayısına bölünmesiyle elde edilen ve genellikle yüzdelik olarak değerlendirilen orandır (www.idea.int). Bu oran, o seçimin kapsama alanında olan ve oy kullanma hakkına sahip bulunan seçmenlerden ne kadarının seçim sandığına gittiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla seçime katılma oranı, parlamentonun, iktidar parti ya da partilerinin, muhalefet parti ya da partilerinin arkasındaki mutabakatın büyüklüğüne doğrudan etki eder. Bu oran temsil olanağına sahip olan seçmenler kadar bu olanağa sahip olmayanların sayısını da ortaya koyar.1 Hatırlanacağı üzere 2002 genel seçimlerinde katılım oranı %79,1 idi. Seçime katılan ve katılmayan toplam seçmen içinde parlamentoda temsil hakkı kazanan iki parti olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin oylarının birlikte %40,8’ine denk gelirken; yine aynı iki partinin oyları toplamı seçime katılan seçmenlerin %51,6’sını oluşturmaktadır. Bu bakımdan 2002 seçimlerinde katılım oranı, görece düşüktür; temsil oranı çok partili dönemin en düşük temsil oranıdır ve her iki seçmenden biri parlamento dışında kalmıştır. Buna karşın 7 Haziran 2015 seçimlerinde seçime katılma oranı %83,9 olmuş ve bu seçimlerde parlamentoda temsil hakkı 1 27 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 Diğer taraftan bireyler için seçimlere katılarak oy kullanmak, siyasal etkinliklerinin bir parçasıdır. Ancak siyasal katılma, seçime katılmaktan daha geniş ve sadece seçim dönemleriyle sınırlı olmayan bir faaliyetler dizisi olmalı ve bu şekilde anlaşılmalıdır. Nie, Verba ve Converse’ün klasik tanımına göre (1989: 1) siyasal katılma, vatandaşların hükümet yetkililerinin seçimini ve onların yaptıkları işleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemek amacıyla giriştikleri yasal eylemlerdir. Bunlar arasında oy vermenin de sayılabileceği, siyasi süreci izlemek, siyasi tartışmaya dahil olmak, amblem, poster, rozet, şarkı gibi araçlarla bir görüşe, partiye ya da adaya desteğini açık etmekten başlayan siyasi toplantı, miting, konser gibi gösterilere katılma, bağışta bulunma, siyasal lider veya bürokratlarla temasa geçmeye uzanan ve en yüksek düzeyde de bir siyasi partiye katılma ve temsil mekanizmalarına aday olma şeklinde bir seyir ileri sürülebilir (Milbrath, 1965: 18). Seçmen katılımını ele alan üç temel yaklaşım bulunmaktadır. Bunlar; rasyonel tercih yaklaşımı, sosyolojik yaklaşım ve siyasal etkinlik yaklaşımıdır. Gerçekten de bu alanda yapılan pek çok araştırma seçime katılmanın ve oy kullanmanın (ve tabii, seçime katılmamanın ve oy kullanmamanın da) yaş, eğitim, meslek, gelir, medeni durum, istihdam durumu, din, dil, mezhep, kimlik, kampanyaya erişim ve fayda – maliyet ilişkisi gibi pek çok açıklayıcı değişkeni olduğunu göstermektedir (Kolovos, Harris, 2005: 3-4; Matsusaka, Palda, 1999: 440). Bununla birlikte söz konusu bu değişkenlerin, farklı ülkelerdeki seçmenlerin oy verip vermeme ya da oylarındaki eğilimin yönü ile ilgili oynayacağı rol farklılaşabilmektedir. Örneğin yaş veya eğitim gibi göstergeler, katılımı arttırıcı işlev görebileceği gibi tersi bir işlev de görebilir (Bkz. Aarts & Wessels, 2005: 71). Türkiye’de güncel siyasette son dönemde tartışılan en önemli konulardan biri, demokrasinin temel ölçütünün seçim sandığına katılma oranı ve bu sandıktan çıkan sonuç olup olmadığıdır. Gerçekten de temsil esasına göre işleyen demokrasilerin sahip olduğu en yaygın ve en kurumsal siyasal katılma yolu olarak seçimlerde oy kullanmayla temsili mekanizmalara gelecek kişileri belirleme/etkileme yetisi ön plana çıkmaktadır. Kalaycıoğlu’na göre seçimler (1984: 254-256); siyasal otoritenin değişimi sorununa kalıcı bir çözüm getiren, hükümetin politikalarını denetleyen ve etkileyen, siyasal sistemin meşruiyetini sağlayan, koruyan ya da ortadan kaldıran bir mekanizmadır. Diğer bir deyişle pek çok ve çeşitli siyasal katılma yoluna karşın, seçim sandığı halen daha gelişmiş ve gelişen olarak sınıflandırılabilecek demokrasiler için kullanılagelen ana gösterge olmayı sürdürmektedir. Bununla birlikte, seçim sandığını yegâne demokratik kazanan dört partinin (AK Parti, CHP, MHP ve HDP), toplam kayıtlı seçmen içindeki oranı %77,6 olurken, seçime katılan seçmenler içinde aynı partilerin sahip olduğu desteğin toplamı %92,5 olmuştur. Bu bakımdan 7 Haziran 2015 seçimlerinde parlamento partilerinin büyük bir kamuoyu desteğine sahip oldukları görülmektedir. Buna rağmen 7 Haziran sonrasında bir hükümet kurulamamış ve ülke 1 Kasım 2015 tarihinde erken seçime gitmiştir. 1 Kasım seçimlerinde katılım oranı artarak %85’e yükselmiştir. 28 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” gösterge olarak görmek ve demokrasiyi seçimlere katılmaya indirgemek çağdaş demokrasilerin yeni içerik ve anlamlarını değerlendirmemektir. Öncesini ihmal ederek Türkiye’de 1908’den bu yana seçimlerin belli aralıklarla yapıldığı, 1946’dan bu yana da çok partili demokrasi deneyiminin esas olarak yaşandığı göz önüne alındığında, Türkiye’nin köklü bir seçim tarihinin ve oy kullanma kültürünün olduğu söylenebilir. 1946’dan 1 Kasım 2015 milletvekili genel seçimlerinin de dahil olduğu on dokuz milletvekili genel seçimiyle birlikte, ara seçimler, yerel seçimler ve referandumlar yoluyla vatandaşlar, sandık başına gelerek ulusal ve yerel yönetim mekanizmalarına yön vermiştir. Türk demokrasisinin, daha uzun kurumsallaşma düzeyine sahip yerleşik demokrasilere göre yüksek düzeyli seçime katılma oranlarına sahip olduğu görülmektedir. Bu durum seçmen kitlelerinin seçime katılmak konusunda oldukça mobilize olduklarını ortaya çıkarmaktadır. Bu çalışma, Türkiye’nin seçime katılma oranları bakımından yerleşik demokrasilerle karşılaştırmalı olarak ele alındığı, yüksek düzeydeki seçime katılma oranlarının nedenlerinin ve anlamının ortaya konduğu ve son olarak Türkiye’de demokrasi için öneminin tartışıldığı bir çerçeve sunmayı amaçlamaktadır. Oyun Kurucu Bir Enstrüman Olarak Seçim Sandığı Seçim sandığında ortaya çıkan sonuç, siyasal iktidarı ve muhalefeti belirler. Lijphart’a göre (2014: 17), bir demokrasinin çoğunlukçu mu yoksa oydaşmacı mı olacağını, yani çatışma ve rekabet üzerine mi, yoksa müzakere ve uzlaşma temelli mi oluşacağını belirleyen teknik araçlardan biri seçimlerdir. Duverger (1993: 273-274) bunu teknik olarak “tek turlu çoğunluk yöntemi, iki parti sistemini; nispi temsil sistemleri ise, çok partili bir sistemi ortaya çıkarmaktadır” şeklinde genellemiştir. Araştırmalar da, seçime katılma oranlarının diğer deyişle seçmenlerin seçime katılma ve oy verme kararlarının seçim sistemlerinden etkilendiğini ortaya koymaktadır. Buna göre, seçime katılma oranları yüksek olan ülkelerin daha çok nispi temsil sistemini kullandığını gösterirken, düşük olan ülkeler ise, daha çok çoğunluk sistemlerini kullanmaktadırlar (www.worldpolicy.org). Seçimlerin önemini ve katılmayı belirleyen koşullar olarak sosyal eşitlik düzeyi, siyasal kültür, temsilin formel ve enformel diğer karar alım mekanizmalarıyla ilişkisi ve siyasal kurumlara güven düzeyi sayılabilir (Nohlen, 2002: 15). Konjonktürel olarak belirli bir seçimin ya da adayın önemine bağlı olarak artan siyasi rekabet de seçimlere atfedilen önemi ve katılımı etkilemektedir. Seçime katılmanın veya katılmamanın anlamları konusunda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Lipset’e göre (1964: 12), istikrarlı bir demokrasi, bir seçim sonucunun toplumda büyük bir farkı ortaya çıkarmayacağı düşüncesine dayandığından batı demokrasilerinde görülen düşük katılma oranları sistemin istikrarının bir ifadesi olabilir. Bunun tersine çok yüksek bir katılma seviyesi her zaman demokrasiye yararlı sonuçlar ortaya çıkarmayabilir. Yüksek orandaki katılma, sosyal birliğin azalmasının ve 29 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 demokratik sürecin çökmesinin göstergeleri olarak da okunabilir. Huntington ve Dominguez (1975), kurumsallaşma olmadığında artan katılım ve hareketliliğin istikrarsızlık doğuracağını iddia etmektedirler. Siyasal rekabetin sınırlanmış olduğu toplumlarda, seçimler iktidarın onaylanması anlamına geldiğinden seçime katılma oranlarının düşük olması genellikle hoşnutsuzluğun göstergesi olabilir (Turan, 1986: 70). Ya da baskı altında yapılan seçimlerde katılma oranının yüksekliği bu baskının basit bir sonucu olarak da ortaya çıkabilir. Buna karşın düşük oy verme oranı ise, yönetimin açık ve özgür katılmayla yetkilendirilmesi, sorumluluk ve hesap verebilirliği üzerinde olumsuz etki oluşturabilir (Beetham vd., 2008: 225). Lijphart’a göre (1997: 1), eşit olmayan bir katılma, eşit olmayan sonucu beraberinde getirir. Düşük katılma oranı, temsilde adaletsizlikleri, eşit olmayan bir siyasal etkiyi ve sosyoekonomik tarafgirliği beraberinde getirir. Nohlen’e göre (2002: 16), siyasal ve toplumsal göstergeler seçime katılma oranı ile seçime katılmanın anlamı üzerinde belirleyicidir. Örneğin, yüksek düzeydeki sosyal eşitsizlik seçime katılmayı yoksun kitleler için anlamsızlaştırabileceği gibi, bunun tersine siyasetten farklı beklentileri beraberinde getireceğinden önemli hale de getirebilir. Toplumdaki farklı katılma ya da temsil mekanizmaları, seçime katılmaktan daha önemli ve daha çok kullanılabilir durumda olabilir. Böylece seçime katılmanın önemi ve oranı görece azalabilir. Siyasal katılmanın güven ve hesap verilebilirliğe dayandığı demokratik sistemlerde seçime katılmanın anlam ve içeriği, yaygın güvensizlik ve sorumsuzluk durumlarına göre farklılaşabilir. Buna ek olarak parlamento temsilinin seçmenlerin parti tercihini yansıtmasının, seçmenlerin sadece partilerden değil adaylar arasından da tercihte bulunabilmesinin seçime katılmayı arttıracağı düşünülse bile; tersine, seçim sistemini oldukça karışık hale getireceğinden seçmenlerin seçimlere katılma yolunda cesaretini de kırabilir (Nohlen, 2002: 17). Kutuplaşmanın yüksek olduğu ülkelerde seçmenler karşıt kutuplarda toplanma baskısı altında kaldığından, seçime katılmak ve aynı kutuptaki güçlü partiyi destekleyip karşıt kutuptaki partiden kaçınmak yaygın haline gelebilir. Bu durumda seçime katılma oranları yüksek seyredecektir. Çünkü liderler özellikle seçimlere yönelik olarak kendi seçmen tabanlarını sıkılaştırıcı stratejiler izleyebilirler ve seçmenler de seçime katılıp kendi kutuplarındaki partiyi desteklemeyi gerekli görebilirler. Böyle seçimlerde seçmenler seçime katılmamayı kolayca göze alamayacaklarından dolayı oy verme oranlarının yüksek olacağı öngörülebilir. Buna karşın kutuplaşmanın sistemin genel karakterini belirlemediği seçimlerde ise, seçmenlerin oy vermekten kaçınabilecekleri, oy vermeyi gereksiz görebilecekleri göz önüne alınabilir. Bu kez kutuplaşmanın olmaması seçime katılmayı azaltan bir etken olarak rol oynayabilir. Bu nedenle aşırı ve sert olmaksızın belirli bir düzeyde kutuplaşma siyasal sistem için doğal bir durum olarak kabul edilmektedir (Kiriş, 2010: 18-24). Seçimlere katılmanın önemi, modern batı demokrasilerindeki seçmenlere göre giderek azalmaktadır. Böylece modern vatandaşın edindiği 30 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” modernlik konsepti gereği kendiliğinden gidip oy vereceği düşüncesinin de geçerliliğini yitirdiği; aksine vatandaşın oy kullanıp kullanmamasının pek çok ve çözümlemesi zor etkene bağlı olduğu görülmektedir (Aarts & Wessels: 2005: 82). Burada şu soruyu sormak yerinde olur: Siyasal sistemi meşru ve iyi işletecek seçime katılma oranı nedir? Veya Seçime katılma, hangi oranlar arasında olursa siyasal sisteme olumlu katkı yapar? Bu sorulara yanıt verebilmek kolay değildir. Bununla birlikte seçime katılmanın niteliğinin önemli olduğu söylenebilir. Seçimlere katılma oranlarının %80’ler hatta %90’lar düzeyinde olduğu örneklere göre, bu oranın %50-60’lar dolayında olduğu demokrasilerin daha sağlıklı olduğu iddia edilebilir mi? Seçmenin oy vermek yoluyla siyasal sisteme yaptığı basit ama önemli etki aynı zamanda onun çıkarlarını da canlı bir şekilde temsil ediyor mu? Seçimlere katılma oranlarını değerlendirirken basit ama etkili olan bir mekanizmayı da hatırdan çıkarmamak gerekir. Eşitsiz ve düşük oranlarla seçime katılmanın ortaya çıkaracağı olumsuzlukları önleme amacıyla, yüksek katılmayı sağlayıcı olacak bir araç olarak zorunlu oy verme (compulsory voting) prensibi gündeme gelmiştir. Zorunlu oy prensibinin en önemli özelliği, eşitlikçi yanı güçlü uygulama olmasıdır (Lijphart, 1997: 2). Böylece oy kullanmanın zorunlu olduğu ülkelerde seçime katılma oranlarının, oy kullanmanın gönüllü (voluntary) olduğu ülkelere göre daha yüksek olacağı beklentisi ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla oy vermenin zorunlu olup olmaması başlı başına bir etken olarak göz önüne alınmalıdır.2 Zorunlu oy kullanmayı savunan görüşler yüksek katılma oranlarıyla seçilmiş yönetimlerin aldığı kararların daha demokratik olduğunu savunurlar. Ayrıca seçime katılanların vatandaşlığa yönelik bir eğitim sürecinden geçtiği de göz önüne alınmalıdır. Diğer taraftan oy kullanmanın zorunlu olması, siyasal partilerin seçmenleri sandık başına çekmek için kaynak harcamasını gereksiz kılar (www.idea.int). Nüfus ve seçim çevresi büyüklüğü ile seçime katılma arasında ilişki olduğunu söyleyen Geys’e göre (2006: 642), seçmen sayısının büyümesi seçmenlerde giderek daha fazla çekimserlik ve kaçınma oluşturacağından geniş topluluklar düşük katılım göstermektedirler.3 Seçim günü hava Zorunlu oy uygulamasının işleyişi de konjonktüre göre değişebilmektedir. Örneğin 1924’te zorunlu oy prensibini kabul eden Avustralya’da bu, göçmenlerden oluşan bu ülkede entegrasyonu sağlayacak bir yol olarak görülmüş fakat seçmenler imzalarını atıp oylarını kullanmadan sandık başından ayrılmayı tercih edebilmişlerdir. (Bkz. http://www.theguardian.com/politics/2005/jul/04/voterapathy.uk). Buna karşın İsviçre’de ise, katılma oranları çok düşüktür çünkü vatandaşlar sistemin işleyişine çok az katkıları olduğunu düşünürler. Bunun yanında İsviçre son derece âdemi merkezileşmiştir, federal hükümet son derece sınırlı yetkilere sahiptir, hükümet değişmeyen koalisyon partileri tarafından oluşturulur ve önemli konular referandumlarla karara bağlanır (Bkz. Franklin, 1999). 3 Bu veriler Nie ve Verba’nın topluluğun çözülmesi modelini akla getirmektedir. Bu modele göre, nüfus ve yerleşim ölçeği büyüdükçe siyasal katılma azalmaktadır. Yerleşim yeri büyüdükçe seçmenlerin ilgisi dağılmakta, yerel yönetimin etkisi ve ulaşılabilirliği azalmakta, siyasal eylem alanı genişlemekte, karmaşık hale gelmekte ve 2 31 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 koşullarının bile, seçime katılma oranları üzerinde etkili olabileceği ortaya konmuştur (Bkz. Matsusaka & Palda, 1999: 438). Gerçekten de pek çok ülkede seçim kararı alınırken mevsim ve iklim koşullarının da düşünüldüğü ortadadır. Son olarak oy kullanmanın bir hak mı bir ayrıcalık mı yoksa bir vatandaşlık görevi mi olduğu konusu demokrasilerin gelişim süreci boyunca oldukça tartışmalı bir konu olmuştur. Dolayısıyla oy kullanmaya bakış açısının da seçime katılmayı belirleyici bir etken olabileceği göz ardı edilmemelidir. Yine günümüzde yerleşik demokrasiler, oy kullanmanın bir vatandaşlık hakkı olduğu yönünde eğilim göstermektedirler. Bu eğilim, oy kullanmayı, aksi durumda yaptırım uygulanan bir zorunluluk olmaktan çıkarmaktadır (Gratschew, 2004: 25). Bunun başlıca iki etkisinden söz edilebilir. Bunlardan birincisi seçime katılma oranlarının genellikle düşmesi iken ikincisi de, seçime katılanların herhangi bir zorunluluk olmadan bu sürece kendi istekleriyle dâhil olmalarıdır. Oysa seçmenler, tabi oldukları siyasal sosyalizasyon süreçlerinde görev ağırlıklı bir oy kullanma şekli benimsemişlerse, o zaman seçime katılmayı bir vatandaşlık görevi olarak kabul edeceklerdir. Siyasal sistemler ve sisteme yön veren elitler, genellikle oy kullanmayı, meşruiyet zeminini sağlamlaştırmak amacıyla hem hak hem de görev olarak tanımlama eğilimindedirler. Seçime katılma oranlarındaki gerileme neredeyse küresel bir eğilim halindedir. Bu durum seçimlere katılma oranlarının demokrasinin kalitesi ile ilgili olmayabileceği tartışmalarını beraberinde getirmektedir. Diğer bir deyişle yüksek katılma oranı mutlaka sağlıklı bir demokrasinin varlığına işaret etmeyebilir (www.worldpolicy.org). Yöntem ve Veri Kaynakları Bu çalışma, Türkiye’de ve çalışma kapsamında incelenen yerleşik yedi demokraside seçime katılma oranlarını karşılaştırmalı olarak ele alarak, seçime katılma oranlarının yüksek ya da düşük olmasının nedenlerini, etkilerini ve anlamını ortaya koyup Türkiye’de bunun demokrasi için önemini tartışmaktadır. Bu doğrultuda, Türkiye’nin farklı demokratik gelişme seviyelerinde bulunan yedi ülke ile 1950 – 2013 arasındaki zaman diliminde seçime katılma oranları çerçevesinde bir karşılaştırması yapılmaktadır. Bununla, son birkaç on yılda özellikle batı demokrasilerinde gerileyen katılma oranlarının yarattığı tartışmalar ekseninde, Türkiye’de genellikle yüksek olarak kabul edilen katılma oranları ve bunun olası nedenleri ve etkileri üzerinde durulmaktadır. Bu yapılırken ülkeler arasında siyasal kültür, siyasal katılım zorlaşmaktadır (Bkz. Nie & Verba, 1989: 44). Kalaycıoğlu (1984: 24), seçime katılma ve oy kullanma bakımından eldeki verilerin topluluğun çözülmesi modelini desteklediğini belirtmektedir. Benzer bulgulara Türkiye’de yerel seçimler üzerine yaptığı çalışmasında Kamalak da (2013) ulaşmıştır. Yazar bu çalışmasında yerel yönetim birimi küçüldükçe yerel unsurların etkisinin arttığını ortaya koymuştur (Kamalak, 2013: 444). 32 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” dönemsel koşullar, seçim sistemleri gibi çeşitli farklılıkların olmasına rağmen bu ülkelerin seçimli demokrasiyle yönetildiği göz önüne alındığında seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan oranların karşılaştırma için elverdiği varsayılmaktadır. Yine oy kullanmanın zorunlu olup olmaması tabloya etki edebilen bir diğer unsurdur. Yedi demokratik ülkede ve Türkiye’de seçime katılma oranlarını karşılaştırmalı bir çerçevede ele alan bu çalışma, Türkiye’de çok partili demokrasinin egemen olduğu döneme ilişkin ikincil veri analizi temelinde bir çözümleme yapmaktadır. Türkiye’de katılmanın somut etkisini ortaya koymak amacıyla katılma ve temsil endeksleri geliştirilmekte ve yorumlanmaktadır. Demokrasi sıralamasını ve ülkelere ait seçime katılma oranlarını gösteren veriler; Economist Dergisi tarafından hazırlanan Dünya Demokrasi İndeksi, Uluslararası Demokrasi ve Seçim Destek Kurumu’nun (IDEA) veri tabanı, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ile Türkiye İstatistik Kurumu’nun veri tabanları kullanılarak elde edilmiştir. Veriler, parlamento seçimlerini esas alırken, çift meclisli ülkelerde doğrudan halkı temsil ettiği düşünülen ve doğrudan halk tarafından seçilen birinci meclislerin (temsilciler meclisleri) verileri değerlendirme konusudur. Ülke Örneklerinde Seçimlere Katılma Bu makalede Türkiye ile birlikte ele alınan farklı gelişmişlik düzeylerindeki yedi farklı demokratik ülke, ağırlıklı olarak Dünya Demokrasi İndeksi verilerine göre seçilmiştir (Bkz. www.eiu.com). Bu indeks, Economist Dergisi tarafından yıllık olarak oluşturulmakta ve 165 ülkede demokrasilerin durumunu ölçüp sıralamaktadır. Bu sıralamada seçim süreci ve çoğulculuk, sivil özgürlükler, hükümetin işlevi, siyasal katılma ve siyasal kültür 5 farklı konu başlığı ele alınmaktadır. Dünya Demokrasi İndeksi, 165 ülkeyi tam demokrasiler, kusurlu demokrasiler, melez rejimler ve otoriter rejimler olmak üzere 4 farklı grup altında toplamaktadır. 2014 Raporu’na göre dünya nüfusunun %12,5’i tam demokrasilerde, %35,5’i kusurlu demokrasilerde, %14,4’ü melez rejimlerde ve %37,6’sı otoriter rejimlerde yaşamaktadır (EIU, 2015: 2). Türkiye ile birlikte seçilen yedi ülke, Dünya Demokrasi İndeksi sıralamasına göre farklı konumlarda yer almaktadır. 2014 yılı raporunda tam demokrasiler içinde ve genel olarak indeks sıralamasında 1. Sırada bulunan Norveç ilk ve bu uygulamadaki en iyiye karşılık gelen örnek olarak seçilmiştir. Bilindik batı demokrasileri olan Almanya 13. Sırada, İngiltere 16. sırada ve Fransa 23. sırada yer alan tam demokrasilerdir. Türkiye’ye benzer bir tarihsel dönemde modernleşme sürecine giren batı dışı bir ülke örneği olan Japonya, 20. sırada yer alan bir tam demokrasi olarak görünmektedir. 29. sırada yer alan İtalya ve 41. sırada yer alan Yunanistan kusurlu demokrasiler grubundan seçilen örnekler olmuştur. Hem İtalya hem de Yunanistan, Türkiye gibi, Avrupa’nın güneyinde yer alan Akdeniz havzası ülkeleridir ve Yunanistan, 33 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 Türkiye’nin batı komşusudur. Türkiye, dünya demokrasi indeksinin 98. sırasında yer alarak melez rejimler arasında gösterilmektedir.4 Söz konusu ülkeler içinde İngiltere, Norveç ve Japonya anayasal parlamenter monarşilerdir. Buna karşın, Almanya, İtalya ve Yunanistan parlamenter modeli uygulamaktadırlar. Fransa, yarı başkanlık sistemidir. Lijphart’ın (2014: 83), incelediği otuz altı demokrasi arasında bu çalışmada yer alan ülke örnekleri de bulunmaktadır. Lijphart’ın ortaya koyduğu verilere göre, Almanya, Fransa ve İtalya yarı çoğulcu; Japonya, İngiltere, Yunanistan ve Norveç ise çoğulcu olmayan toplum örnekleridir. Yasama seçimlerinde Almanya’da karma üyeli nispi temsil, İtalya’da listeli nispi temsil (1946-1992) ve karma üyeli nispi temsil (1994 sonrası), Norveç’te listeli nispi temsil, Japonya’da sınırlı oy (1946), devredilemez tek oy (1947-1993) ve paralel nispi çoğunluk – nispi temsil (1996 sonrası), Yunanistan’da listeli nispi temsil, İngiltere’de nispi çoğunluk ve son olarak Fransa’da çoğunluk – nispi çoğunluk (1958-1981, 1988) ve listeli nispi temsil (1986) uygulanmıştır. Almanya, İtalya, Japonya, Fransa, İngiltere çift meclisli iken Yunanistan tek meclisli, Norveç ise, 2009 sonrasında tek meclisli bir yapıya sahiptir. 2009 öncesinde ise, iki meclisli olsa da pratikte tek meclisli bir işleyişe sahiptir. Türkiye, 1960 – 1980 döneminde çift meclisli, 1950 – 1960 ve 1980 – 2015 döneminde tek meclisli bir yapıya sahiptir. Ülkelerin seçim barajı uygulamalarına bakıldığında, en yüksek seçim barajının %10 ile Türkiye’de olduğu görülmektedir. Almanya’da %5, İtalya ve Norveç’te %4, Yunanistan’da %3 oranında seçim barajları bulunmaktadır (www.venice.coe.int). Bir de Polity IV verilerine göre söz konusu ülkelere bakmak yararlı olabilir. Polity IV’e göre Norveç, İngiltere, Almanya, İtalya, Japonya ve Yunanistan tam demokrasiler arasında; Fransa ve Türkiye ise, demokrasiler arasında gösterilmektedir (Bkz. http://www.systemicpeace.org/polityproject.html). Seçilen ülkelerin ekonomik göstergelerine değinmek de analize yardımcı olabilir. IMF veri tabanında yer alan büyük ekonomiler sıralamasında Norveç’in ekonomik büyüklük bakımından dünyada 27. sırada olduğu görülmektedir. Almanya, Fransa ve İngiltere aynı zamanda dünyanın en büyük 4., 5. ve 6. ekonomileri konumundadır. Japonya, oldukça gelişmiş bir ekonomiye sahiptir ve büyük ekonomiler sıralamasında üçüncüdür. İtalya büyük ekonomiler sıralamasında 8. sıradayken son dönemde ekonomik krizlerin oldukça zorladığı Yunanistan 48. sırada yer almaktadır. Büyük ekonomiler sıralamasında ise, Türkiye’nin sırası 18’dir. Kişi başına düşen gelir bakımından ülkelerin sıralamasına bakıldığında bu kez Norveç, dünyada ikinci sırada yer almakta ve kişi başı gelir 96.930 $ ortalamasında bulunmaktadır. Almanya bu sıralamada 17. sırada yer alırken İngiltere 19. sırada Fransa ise 20. sırada, Japonya 26. sırada, İtalya ise 27. sıradadır. Yunanistan 44. iken Türkiye ise 61. sıradadır (Bkz. http://www.imf.org/external/ns/cs.aspx?id=28). UNDP İnsani Gelişmişlik İndeksi’ne göre ise, Norveç insani gelişmişlik bakımından dünya sıralamasında 1. sıradadır. Bu indekste Almanya 6. sırada, İngiltere 14., Japonya 20., Fransa 22., İtalya 27. ve Yunanistan 29. sırada oldukça yüksek insani gelişmişlik grubu içinde yer almaktadır. Türkiye ise, 72. sırada ve yüksek insani gelişmişlik grubu içinde yer almaktadır (Bkz. UNDP, 2015: 208). 4 34 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” 1945 – 2013 arasında seçime katılma oran ortalamalarına bakıldığında İtalya, Almanya ve Türkiye’nin %80’lerde, Norveç, Yunanistan, İngiltere ve Fransa’nın %70’de, Japonya’nın ise %60’larda olduğu görülmektedir (Bkz. Grafik 1). Grafik 1. 1950 – 2013 Arasında Parlamento Seçimlerine Katılma Oranı Ortalamalarına Göre Ülke Örnekleri İlk olarak zorunlu oy prensibinin olup olmamasının nasıl bir fark ortaya çıkardığı konusuna karşılaştırılan ülkeler bağlamında bakıldığında; zorunlu oy prensibinin genel olarak seçime katılma oranını arttırdığı söylenebilir. Gerçekten de Japonya, Fransa ve İngiltere’de zorunlu oy prensibi hiç uygulanmamış olup, bu ülkeler bu çalışmadaki karşılaştırılan sekiz ülke arasında en düşük seçime katılma ortalamalarına sahip ülkeler olarak görülmektedir. Bununla beraber Almanya ve Norveç’te de zorunlu oy prensibi hiç uygulanmamış olmakla birlikte, seçime katılma oranı ortalamaları zorunlu oy prensibi olan ülkeler gibi oldukça yüksektir. Şüphesiz burada devreye başka değişkenler girmektedir. Zorunlu oy prensibinin asıl etkisini görmek için 1945 sonrasındaki belli bir dönemde bu prensibi uygulamış ülkelerdeki katılma oranının seyrine bakmak yararlı olacaktır. Burada en belirgin örnekler olarak Türkiye ve İtalya öne çıkmaktadır. Türkiye’de, 1983 seçimleriyle birlikte zorunlu oy prensibi getirilmiştir. Bu tarihten sonra seçime katılma oranlarının özellikle 1960 ve 1970’li yıllara göre ciddi bir artış eğilimine sahip olduğu görülmektedir. Buna karşın zorunlu oy prensibinin olmadığı ancak çok partili hayata yeni geçilen 1950’lerdeki seçimlerde de katılmanın yüksek olduğu görülmektedir. Diğer bir örnekte 1946 – 1992 arasında zorunlu oy prensibini uygulayan İtalya’da söz konusu bu dönemde seçime katılma oranları çok yüksektir. Ancak 1992 sonrasında düşüş eğilimi belirgindir. 35 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 Son olarak Yunanistan zorunlu oy prensibini hep uygulamıştır. Hatta Yunanistan’da oy vermemenin sonucunda vatandaşların yeni pasaport ve sürücü belgesi almaları oldukça zorlaşmaktadır (www.theguardian.com). Yine de bu durum Yunanistan’da katılma oranlarının 1990’larla birlikte düzenli düşüşünü engellememektedir. Burada zorunlu oy prensibinin bazı dönemler sıkı uygulandığını bazı dönemler ise kâğıt üzerinde kalan bir kural haline gelmeye başladığını düşündürmektedir. Seçime katılmada zorunlu oy prensibinin etkisinin kendi başına açıklayıcı bir değişken olmadığı söylenebilir. Grafik 2. 1950 – 2013 Arasında Parlamento Seçimlerine Katılma Oranlarının Ülkelere Göre Görünümü Kaynak: Tablo verileri, International Institute for Democracy and Electoral Assistance (IDEA) Web Sitesinden sağlanmıştır. Bkz. http://www.idea.int/vt/ E.T.15.12.2013. Seçilen ülke örneklerinin seçime katılma konusunda bazı belirgin koşullarına kısaca değinmek gereklidir. İlk olarak İngiltere’de göze çarpan, 1950’lerin sonunda başlayan ve sonrasında devam eden seçime katılma oranlarındaki düşüşün seçmenlerin parti bağlılıklarının ve yandaşlığın gerilemesi, sadık tabanlarının dağılmasıyla partilerin seçmenleri harekete geçirmelerinin zorlaşması, seçmenlerin davranışlarında karmaşıklığın artması gibi unsurlar göze çarpmaktadır. 1990’larla birlikte bu kez siyasal güvenin düşmesi ve partilerin ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine yaklaşarak seçmen için katılmayı anlamsız hale getirmeleri rol oynamıştır. 2001’de seçmenler, İşçi Partisi’nin seçimleri kazanacağına kesin gözüyle baktıklarından her iki 36 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” partinin seçmeni de seçime katılmayı gereksiz görmüş, üstelik İşçi Partisi oyları gerilese bile partinin sandalye kaybetmemesine ve merkeze olan yönelimine tepki göstermişlerdir (Kolovos & Harris, 2005: 4-7). Son dönemde ise İngiltere’de yapılan bir araştırma seçime katılmayanların görüş ve düşünüşleri üzerinde veri sunmaktadır. Buna göre oy kullanmayanların %27’ye yakını kullanacakları oy’un herhangi bir değişiklik sağlamayacağını düşünenler, %25’i partilerin ve adayların arasında fark görmediğini belirtenler, %19’u siyasetle hiç ilgilenmeyenler, %18’i seçimler hakkında yeterli, bilgi ve enformasyona sahip olmayanlar, %17’si partilerin ve adayların neyi temsil ettiğini bilmeyenler, %9’u oy kullanmaya gidemeyenler ve son olarak yüzde 3’ü de Birleşik Krallık parlamentosunun işe yaramadığını düşünenlerden oluşmaktadır (Barker, 2015). İngiltere’de seçime katılma oranlarındaki bu düşüşe karşın hafta sonu oy verebilme, oy verme saatlerinin değiştirilmesi, farklı noktalarda oy kullanılabilecek merkezlerin belirlenmesi ve posta yoluyla veya erkenden oy verebilme olanaklarının getirilmesi gibi çözümler düşünülmüştür (www.parliament.uk). Fransa’da gerek cumhurbaşkanlığı gerekse de yasama seçimlerine katılma oranları gerilemektedir. Ancak parlamento seçimlerine katılım düşük seyrederken cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılma oranları daha yüksektir. Bu ülkenin siyasal sisteminden kaynaklanan bir özellik olarak öne çıkmaktadır. Bu bir yandan Fransa’da başkanın kişiliğini, yeteneklerini ve yapabileceklerini somut olarak ortaya koyarken diğer yandan nispi sistemle oluşan parlamentoda kırılgan bir yapı ortaya çıkarmaktadır (Abrial vd., 2003: 6). Diğer bir deyişle Fransa’da parlamento seçimlerine katılmanın düşük olması, genel bir demokrasi krizinden daha çok ülkenin siyasal sisteminin, iki turlu seçim sisteminin ve siyasal kültürünün bir sonucu olarak görülmektedir (Abrial vd., 2003). Almanya’da5 ise, 1970’lerde zirve noktalarına ulaşan seçime katılma oranları, 1980’lerle birlikte giderek büyüyen daimi bir seçime katılmayanlar kitlesi ile karşılaşmıştır. Öyle ki, 1972 Bundestag seçimlerinde yüzde 91,1 olan katılma oranı 2013 seçimlerinde 71,5’e gerilemiştir. Seçime katılmayanlar, oy vermenin fazlaca önemli olmadığını düşünen, önemli bir kısmı siyasal gelişmelerle hiç ilgilenmeyen ve zorunlu oy prensibine karşı çıkan özelliğe sahip olmaları nedeniyle geçici olarak oluşan bir dalgalanma değildirler. Bunun yanında Almanya’da seçime katılma konusunda, ülkenin doğusu – batısı arasında olduğu gibi, bölgesel ve bazı sosyal farklılıklar da söz konusu olmaktadır (Vehrkamp, 2013: 2). 1945 – 1991 döneminde Norveç’te seçime katılmayı inceleyen Midtbø’ya göre (1996), bu ülkedeki yüksek katılma oranı seçime katılmaktan çekinen seçmenlerin mobilize edilmesiyle gerçekleşmektedir. Norveç’te çalışan sınıflar, ülke siyasetinde en belirleyici etkenlerden biridir ve bunlar sendikalar tarafından seçime yönlendirilmektedirler. Buna karşın araştırmalar Norveç’te de, diğer batı demokrasilerinde olduğu gibi, sosyoekonomik oy 5 Almanya’nın birleşmesinden önceki veriler, Batı Almanya’yı esas almaktadır. 37 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 tabanlarının gerilemekte olduğunu göstermektedir. Norveç’te partiler sol ve geri kalanlar olarak ayrılmaktadır. Finseraas ve Vernby (2013: 286), seçime katılmanın artmasının İşçi Partisi’nin ve radikal sağ parti olan İlerici Parti’nin oylarını arttırdığını saptamışlardır. Geleneksel sağın artan katılma oranlarından yararlanamaması; radikal sağın ise, görece zayıf olması katılma oranlarının artmasını İşçi Partisi için avantajlı bir durum haline getirmektedir. Son dönemde Norveç seçimlerinde de gelişmiş diğer demokrasiler kadar olmasa da katılma oranlarında belli bir düşüş eğilimi göze çarpmaktadır. Listhaug ve Grønflaten’e göre (2007: 293), bu gerileme gelişmiş demokrasilerde görülen katılma krizinin Norveç demokrasisinde de ortaya çıktığını göstermemektedir. Tersine seçime katılmak, burada diğer katılma araçlarıyla birlikte önemini korumaktadır. Ancak sınıf temelli siyaset anlayışındaki zayıflama bir yandan sınıfsal organizasyon ve partilerin seçmeni eskisi gibi harekete geçirememesine diğer yandan ise, seçmeni kısıtlayıcı sınıfsal engellerin de ortadan kalkmasına yol açmıştır. Aynı dönemde parti sistemindeki parçalanma, birbirinden farklı azınlık hükümetleri, seçimlerde rekabet edecek net iktidar alternatiflerinin olmayışı gibi nedenler seçime katılma oranlarını gerileten nedenler arasında gelmektedir (Listhaug & Grønflaten, 2007: 294). Japonya, parti sisteminde Liberal Demokrat Parti’nin uzun yıllar süren baskın görünümü özellikle sol partiler ve bu partilerin seçmenlerinin etkinliğini kısıtlamaktadır. Ayrıca Japonya’da da siyasal parti bağlılıklarının çözülmesi ve genç seçmenlerde yaygın olarak görülen oy kullanmama hali gibi nedenler tüm partileri etkilerken, LDP’nin geleneksel seçmen tabanının diğer partilere göre görece daha bütünleşik durduğu da saptanmıştır (Hyde, 2004: 10-12). İtalya’da 1945’ten 1992’ye kadar zorunlu oy prensibi uygulanmıştır. Zorunluluğun da etkisiyle oy vermenin İtalyan toplumunda aksi sosyal yaptırıma konu olan bir norm olarak yerleşmiştir. Bununla birlikte 1992 sonrasında oy verme oranlarının düşmeye başladığı görülmektedir. Tuorto’ya göre (2013: 17), bunun öncelikli nedenlerinden biri de genç kuşakların ilk kez oy kullandıktan sonra seçimlere ve siyasete olan ilgilerini kaybetmelerini göstermektedir. Passarelli ve Tuorto (2014), ekonomik krizlerin hoşnutsuz İtalyan seçmeninde iki farklı davranışı teşvik ettiğini ileri sürmektedirler. Bunlardan ilki radikal partilere yönelmeyken diğeri de oy vermekten kaçınmadır. Maggini’nin (2013: 57), İtalyan siyasetindeki geleneksel partilerin seçmen tabanlarının bu partilere yabancılaşmalarıyla çözülmelerinin, artan oynaklık ve katılmama oranlarında görüldüğünü belirten analizini de bu çerçeveye dâhil etmek gerekir. Yine de İngiltere, Fransa ve Almanya gibi örneklerle karşılaştırıldığında İtalya’da seçime katılma oranlarının halen daha yüksek olduğu söylenebilirse de bu oranlar %90’lardan çok daha geridedir. Yunanistan da seçime katılma oranlarının giderek düştüğü bir ülkedir. Hatta Eylül 2015’te yapılan seçimlerde seçime katılmayan seçmenlerin oranı %44’e yükselmiştir. 1980 sonrasında Yunanistan’da oy vermeyen seçmenlerin düzenli bir artış eğiliminde olduğu dikkat çekmektedir (greekreporter.com). Son dönemde AB ile olan ilişkiler ve ekonomik krizler, Yunanistan seçmeninin 38 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” tepkisine neden olmuştur. 2015 yılında yapılan iki seçimde de oy vermeyenler büyük orandayken her iki seçimi de radikal sol parti Syriza birinci parti olarak tamamlamıştır. Ayrıca Yunanistan’da katılma oranlarının tam olarak gerçek durumu yansıtmadığı, seçmen kayıtlarının güncel ve sağlıklı olmadığı konusu bazı çalışmalarda vurgulanmaktadır (Bkz. Gemenis, 2008: 97-98; Vasilopoulou & Halikiopoulou, 2013: 533). Türkiye’de Katılma ve Temsil İndeksi Bu bölümde yukarıda yer alan verilerden de yararlanarak seçime katılma oranlarını anlamlandırmak, karşılaştırmak ve değerlendirmek üzere bir indeks geliştirmeye çalışılmıştır. Bu indeks, üç farklı formül oluşturularak elde edilmektedir. Bunlardan birincisi alışılmış seçime katılma oranının hesaplanmasıdır ki, katılan seçmenin toplam seçmene bölünmesiyle elde edilmektedir: 𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑚𝑎 𝑜𝑟𝑎𝑛𝚤 = 𝑠𝑒ç𝑖𝑚𝑒 𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑎𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤 𝑡𝑜𝑝𝑙𝑎𝑚 𝑘𝑎𝑦𝚤𝑡𝑙𝚤 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤 İkincisi, parlamentoda temsil edilen seçmenin toplam seçmene bölünmesiyle elde edilen toplamın temsili rakamıdır ki, özellikle Türkiye gibi seçim barajının yüksek olduğu ülkelerde önemi daha da artmaktadır: 𝑡𝑜𝑝𝑙𝑎𝑚𝚤𝑛 𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙𝑖 = 𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙 𝑒𝑑𝑖𝑙𝑒𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤 𝑡𝑜𝑝𝑙𝑎𝑚 𝑘𝑎𝑦𝚤𝑡𝑙𝚤 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤 Üçüncüsü ise, parlamentoda temsil edilen seçmenin, seçime katılan seçmene bölünmesiyle elde edilen katılanın temsili rakamıdır: 𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑎𝑛𝑙𝑎𝑟𝚤𝑛 𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙𝑖 = 𝑡𝑒𝑚𝑠𝑖𝑙 𝑒𝑑𝑖𝑙𝑒𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤 𝑠𝑒ç𝑖𝑚𝑒 𝑘𝑎𝑡𝚤𝑙𝑎𝑛 𝑠𝑒ç𝑚𝑒𝑛 𝑠𝑎𝑦𝚤𝑠𝚤 Her üç formülde de “1” tamsayısına yaklaşılması yani pay ile paydanın farkının azalması katılma ve temsilin arttığını göstermektedir. Örneğin, toplam 100 kayıtlı seçmenin olduğu, 90 seçmenin seçime katıldığı ve 60 seçmenin temsil edildiği bir seçimde bu endeksler; katılma 0.9, toplam temsil 0.6, katılan temsil 0.66 şeklinde oluşacaktır. Bu ise, katılma oranının yüksekliğine karşı toplam seçmen içinde temsil oranının düşük olduğunu hatta seçime katılan seçmenler için de temsil sorununun sürdüğünü göstermektedir. Bu formüller eşliğinde 1950 – 2015 döneminde Türkiye’de yapılan milletvekili genel seçimlerinde katılma ve temsil indeksleri aşağıdaki tabloda ortaya konmaktadır. Türkiye’de seçime katılma oranları bakımından 1950 – 2011 yılları arasında yapılan on altı milletvekili genel seçiminin ortalaması %81,18 olup yukarıdaki endekse göre bu 0,81’e rast gelmektedir. Ancak 2015 yılındaki iki seçim daha eklendiğinde bu rakam %81,56 olmaktadır. Bu ortalama göz önüne alındığında Türkiye’nin yerleşik demokrasilere göre yüksek bir seçime katılma ortalamasına sahip olduğu genel olarak düşünülebilir. Burada bir yandan 1965, 1969, 1973 ve 1977 seçimlerinde 39 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 ortalamanın oldukça altında olan, diğer yandan da 1950, 1954, 1983 ve 1987 seçimlerinde ortalamanın oldukça üzerinde olan katılma oranların nedenleri sorgulanmalıdır. Tablo 1. Türkiye’de 1950 – 2015 Döneminde Yapılan Seçimlerde Katılma ve Temsil İndeksleri Seçim Dönemi 1950 1954 1957 1961 1965 1969 1973 1977 1983 1987 1991 1995 1999 2002 2007 2011 2015/7 HZR 2015/1 KSM Katılma 0,89 0,88 0,76 0,81 0,71 0,64 0,66 0,72 0,92 0,93 0,83 0,85 0,87 0,79 0,84 0,83 0,83 0,85 Toplamın Temsili 0,89 0,88 0,76 0,77 0,68 0,61 0,63 0,69 0,86 0,76 0,80 0,70 0,67 0,42 0,71 0,77 0,77 0,81 Katılanların Temsili 0,99 0,99 0,95 0,95 0,95 0,94 0,96 0,94 0,80 0,96 0,82 0,77 0,53 0,84 0,93 0,92 0,96 Toplamın temsiline ve katılanların temsiline bakıldığında, 1950’li yıllardaki her üç seçimde de katılma oranıyla birlikte görülen rakamlara rastlanmaktadır. Bu durum ağırlıklı olarak iki partili işleyen çoğunluk sisteminin bir yansımasıdır. 1950’li yıllardaki seçimlerde katılan, geçerli oy kullanan seçmen sayıları gibi verilerin bulunmaması ya da çelişkili olması dolayısıyla bu dönem genel bir değerlendirmeyle sonuçlandırılmaktadır. 1961 seçimleri ise, hem 27 Mayısın ardından yapılan hem de nispi temsil, barajlı D’hondt yöntemiyle uygulanmıştır. Bu seçimlere giren dört parti temsil hakkına sahip olmuşlar, bağımsız herhangi bir aday seçilememiştir. Seçime katılma oranı ile toplamdaki temsil oranı arasındaki fark, oy kullanmayan seçmenlerle (2.402.679 kişi) birlikte temsil edilemeyen geçersiz oyları (384.681 kişi) ve yine temsilci çıkaramayan bağımsızlara verilen oyları (81.732 kişi) göstermektedir. 1961 seçimlerinde katılandaki temsil ise, 0,95’tir. Bu durum oyların seçime giren dört partide yoğunlaştığını ve bu dört partinin de temsil hakkı kazandığını göstermektedir. 1965 seçimlerinde nispi temsil, milli bakiye yöntemiyle uygulanmıştır. 1965 seçimleri, küçük partilerin temsilci çıkarması kolaylaştırmış olsa da toplam seçmenin içinde temsil edilenlerin oranı, seçime katılma oranının 40 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” görece düşük ve geçersiz oy oranının yüksek olmasının etkisiyle, 0,68’dir. Bununla birlikte katılanların temsilinin oldukça yüksek olduğu görülmektedir. 1969, 1973 ve 1977 seçimleri ise, nispi temsil sisteminin barajsız D’hondt yöntemiyle uygulandığı seçimlerdir. 1969 seçimleri, çok partili hayat boyunca görülen en düşük katılma oranının gerçekleştiği seçim olmuştur. Bu seçimlerde her on seçmenden altısının temsile eriştiği görülmektedir. Ancak seçime katılan seçmenin temsil oranı çok yüksektir. 1973 ve 1977 seçimlerinde de katılma oranının kısmen arttığı ancak toplamdaki temsilin düşük ancak katılandaki temsilin yüksek olduğu görülmektedir. Bu durum teknik olarak, nispi temsilin barajsız uygulanmasının basit bir sonucu olarak görülmektedir. 1980 sonrası ise, seçim barajı uygulamalarının ve zorunlu oy prensibinin indekslere yansımasının sonuçlarını göstermektedir. Gerek 1983 gerekse de 1987 seçimleri çok partili hayat döneminde Türkiye’de görülen en yüksek katılma oranlarını ortaya çıkarmıştır. 1983 seçimlerinde çifte barajlı nispi sistem D’hondt yöntemiyle uygulanmıştır. 1983’te katılmayan (1.529.004 kişi), katılıp geçersiz oy kullanan (886.852 kişi) sayılarının yanında temsil edilmeyen bağımsızların (195.588) olduğu görülmektedir. Seçime sadece üç parti katılmıştır ve her üç parti de büyük gruplar halinde temsil hakkı kazanmıştır. Dolayısıyla katılma, toplamdaki temsil ve katılandaki temsil oranları yüksektir. 1987 seçimlerinde mevcut sisteme bir de kontenjan adayı uygulaması getirilmiştir. 1987 seçimlerine katılan yedi partiden üçünün temsil hakkı kazandığı görülürken, diğer dört parti baraj altında kalmıştır. Herhangi bir bağımsız aday da seçilememiştir. Türkiye’de katılma oranının en yüksek olduğu bu seçimlerde toplamdaki temsil ve katılandaki temsil rakamları 1983 seçimlerine göre düşüktür. 1991 seçimlerinde de 1987 sistemi devam ettirilmiştir. Ancak bu seçimlerde, indeksler arasında görece daha dengeli bir sonuç göze çarpmaktadır. Seçime katılan altı partiden beşi temsil hakkına sahip olurken diğer bir partinin ve bağımsızların oy oranları çok düşük kalmıştır. Bu da katılma oranında 1980’li yıllara göre yaşanan gerileme ile birlikte toplamdaki temsilin 0,80 olmasına karşın, katılandaki temsilin 0,96’ya ulaşmasına neden olmuştur. 1995 seçimlerinde seçim çevresi barajı ile kontenjan adayı uygulamalarından vazgeçilmiş ve ülke barajlı nispi temsil sistemi D’hondt yöntemiyle uygulanmıştır. Bu sistem 2015 seçimleri de dâhil olmak üzere uygulanmaya devam etmektedir. 1995 seçimlerinde seçime katılan partilerden beşinin temsil hakkı kazandığı görülmektedir. Ancak bu kez temsil hakkı kazanamayan bazı partilerin (MHP, HADEP gibi), almış olduğu oy oranının fazla olması (%8,1 ve %4,1) ve küçük de olsa seçime katılıp %0,5 ile %1 arasında oy alan partilerin artması indekslere yansımaktadır. Yine de bu seçimlerde her on seçmenden 41 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 yedisinin ve seçime katılan her on seçmenden sekizinin temsil edildiği görülmektedir. 1999 seçimlerinde de bu bölünmüş parti sisteminin varlığı göze çarpmaktadır. Bu seçimde de seçim barajının etkisinin indekslere yansıdığı görülmektedir. Meclise giren beş partinin yanında baraj altında kalan partiler arasında büyük oy oranına sahip olanlar vardır. Bunlar arasında tarihinde ilk kez baraj altında kalan CHP (%8,7), HADEP (%4,7) ve BBP (%1,4) gelmektedir. İndeksler, 1999 seçimlerinde ilginç sonuçları beraberinde getirmektedir. Bununla birlikte 1999 – 2002 döneminde yaşanan siyasal gelişmeler indeksler bakımından en ilginç sonucu 2002 seçimlerinde beraberinde getirecektir. 2002 seçimleri ise, katılımın ve temsilin en düşük olduğu sonuçlardan birini beraberinde getirmiştir. 2002 seçimleri 1980 sonrasında katılma ve oranının en düşük olduğu seçimlerdir. Toplamda her on seçmenden sadece dördünün, katılanlar içinde de her on seçmenden beşinin temsil edildiği görülmektedir. 2002 seçimlerinin Türk siyasetinde iki partiyi ve bağımsız adayları meclise taşırken oy oranları %1 ile %9,6 oranında değişen dokuz partinin baraj altında kaldığı görülmektedir. 2007 seçimleriyle başlayan ve 2011 ve 2015 seçimleriyle devam eden bir parti sisteminin varlığına dikkat çekmek gerekmektedir. Buna göre Türkiye siyaseti birbirlerinden farklı güç ve tabanlara sahip dört partili bir görünüm sergilemektedir. 2007 ve 2011 seçimlerinde üç parti ve bağımsızlar grubunun oluşturduğu temsil, 2015’te dört partili bir yapıya dönüşmüştür. 2007 sonrasında katılma, toplamdaki temsil ve katılandaki temsil indekslerinin istikrarlı bir dengeye oturduğu söylenebilir. Türkiye’de Katılma Oranlarına Dair Görüşler Türkiye’de katılma oranları görece yüksektir. OECD ülkeleri içinde yapılan bir karşılaştırma 2010’lu yıllarda seçimlere katılma oranına bakıldığında Türkiye’nin, Belçika’nın ardından en yüksek katılma oranına sahip ikinci ülke olduğunu göstermektedir (www.turkeyandtheworld.com). 1950 – 2015 döneminde Türkiye’de yapılan seçimlerde oluşan katılma oranlarına bakıldığında genel olarak 1950’lerdeki yüksek katılmanın ardından 1980’lere başına katılmanın düşük seyrettiği, 1980’lerde katılma oranının zirveye yükseldiği ve sonrasında göreceli olarak istikrarlı bir çizgide yatay seyrettiği söylenebilir. Bu genellemeyi bozup kırılma yaratan ve dip noktası olan bir anlamda seçimlerin ise, 1969 ve 2002 seçimleri olduğu görülmektedir. (Bkz. Grafik 3) 42 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” Grafik 3. Türkiye’de 1950 – 2015 Arasında Yapılan TBMM Seçimlerinde Katılma Oranları 100 95 90 85 80 75 70 65 60 55 50 89,3 92,3 88,6 81,4 76,6 93,3 85,2 83,9 87,1 85,2 84,2 83,9 83,2 79,1 72,4 71,3 64,3 66,8 Türk (1969: 80), Türkiye’de seçmeninin seçimlerle ilgili kanunlarda sıkça yapılan değişikliklere kayıtsız kalmadığını belirtmektedir. Diğer bir deyişle seçimlere katılma oranları vatandaşa tanınan seçme hakkının genişliğine bağlı olarak yükselmekte ya da gerilemektedir. Örneğin 1950 ve 1954’ün demokratik seçimlerine karşın 1957 seçimlerinde katılma oranının düşmesindeki önde gelen nedenlerden biri de kısıtlayıcı yasal düzenlemelerdir. Abadan ise (1966: 366), 1957 seçimleriyle birlikte seçime katılma oranları bakımından önceki seçimlere göre bir gerileme eğilimi olduğundan söz etmekte ve bunu, seçmenlerin kendi partilerine oy vermek konusunda çekinceli davranmaları ancak bununla birlikte başka bir partiye de yönelmemeleri şeklinde açıklamaktadır. Yine, tercihli oya dayalı nispi temsil sisteminin uygulandığı 1961 seçimlerinde vatandaşın parti listesindeki adaylar arasında tercih hakkı bulunmaktaydı. 1965 seçimlerinde bu tercih hakkı kaldırılmıştır. Türk’e göre, 1969 seçimlerinde katılma oranındaki düşüş, seçmenlerin parti tercihi yanında aday tercihi yapmalarına olanak tanımayan yöntemin kaldırılmasının protestosu anlamındadır (Türk, 1969: 82). Ancak Abadan, 1965 seçimlerindeki birleşik oy pusulası yönteminin ve seçim sistemindeki karmaşıklığın da seçmenin sandık başına gitmek konusundaki çekincesini arttırıcı etkide bulunmuş olabileceğini söylemektedir (Abadan, 1966: 366). Özbudun (1975: 119), 1960’larda Türkiye’nin en gelişmiş illerinde seçime katılma oranının daha düşük düzeyde olduğunu söylemektedir. Bu durumu, ülkenin büyük illerinde modernleşmenin etkisiyle kişisel bağlılığa dayalı olarak oy vermeye yönelmenin etkisini görece kaybetmesine karşın yabancılaşma ve siyasal sinizm gibi siyasal katılmayı engelleyici bazı durumların etkinlik kazanmasına bağlamaktadır (Özbudun, 1975: 120). 43 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 1983 seçimleriyle birlikte Türkiye’de zorunlu oy prensibinin uygulanmaya başladığı görülmektedir. Bu ise, başlı başına seçime katılma oranını arttıran bir gösterge olmuştur. Bu dönemde gerek 12 Eylül askeri darbesinin oluştuğu siyasal ortam gerekse de zorunlu oy ile gelen yaptırım seçmenleri sandık başına yönlendirmiş görünmektedir. Siyasal hayattaki normalleşmeye bağlı olarak 1990’lı yıllarda seçimlere katılma oranları %80’ler düzeyinde olmuştur (Çarkoğlu, Kalaycıoğlu, 2007: 72). Çarkoğlu ve Kalaycıoğlu (2007: 74), Türkiye’de seçime katılma oranlarını bölgesel analize tabi tutmuşlardır. Bu bakımdan 1980 öncesi dönem, görece düşük sosyoekonomik gelişme bölgeleri olan Orta ve Doğu Anadolu Bölgeleri’nin seçime katılma oranları bakımından ülkenin geri kalanından daha yüksek düzeyde olduğu bir özellik sergilemektedir. Buna karşın 1980 – 2002 döneminde bu kez Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde ülkenin geri kalanına göre düşük katılma oranlarının olduğu saptanmıştır. 1990’larla birlikte Ege Bölgesi’nin başı çektiği kıyı şeridi yüksek katılım göstermeye başlamıştır. Bunda nüfus yapısını değiştirecek şekilde 1980’lerden itibaren kıyı şeridine yaşanan yoğun göçün ve buralarda yaşanan yüksek kentleşme oranlarının etkisinin olduğu söylenebilir. Taşkın (2015), Türkiye’de 1950 – 2014 döneminde milletvekili ve yerel seçimlerde seçmen katılımını incelemiş ve ilginç sonuçlara ulaşmıştır. Bunlardan ilki, zorunlu oy uygulamasının Türkiye’deki katılma oranları üzerinde doğrudan belirleyici olduğudur. Bununla birlikte, birinci ve ikinci parti arasında rekabetin olması seçime katılma konusunda tereddüt yaratırken, tek partinin baskın olduğu seçimlerde seçmenin oy vermeye yönelmesi daha fazla olmaktadır. Bu da siyasal rekabetin değil, siyasal istikrarın Türk seçmenini motive ettiğini göstermektedir. Araştırmanın verilerine göre, seçim türü ve seçim sisteminin katılma davranışı üzerinde önemli bir etkisi yoktur. %10’luk seçim barajının ortaya çıkardığı az sayıdaki partinin rekabetinin eşliğindeki yüksek katılma oranının önemli siyasal gündemler oldukça süreceği öngörülmektedir (Taşkın, 2015: 482). Sonuç ve Değerlendirme Son dönemde dünyada demokrasiye yönelim yaygın hale geldiğinden ve ülkeler kendi sistemlerinin demokrasi olduğunu iddia ettiklerinden karşılaştırmalı siyaset çalışmaları demokrasinin kalitesi konusuna eğilmektedir. Bu açıdan da seçimler, seçimlere katılım ve seçmenin meclislerde temsili önemli konular olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de seçim sandığı, siyasette sıklıkla konu edilen önemli bir figür olagelmiştir. Bu bir yandan tüm kesimler için seçim sonuçlarının iktidar değişiminde belirleyici olduğunu göstermesi bakımından yerleşik bir gösterge halindeyken diğer yandan oturmuş ve kaliteli bir demokrasinin gereklerini sadece seçimlere indirgemeci bir bakış açısı oluşturması dolayısıyla kısıtlıdır. Seçim sandığı ortaya gelince seçmenler açısından seçime katılıp katılmamak 44 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” ile kullanılan oyun yönü şeklinde iki boyut ortaya çıkmaktadır. Kurumsal açıdan ise, meşruiyetin sağlanması, iktidarın ve dahi muhalefetin belirlenmesi, elitlerin görevlendirilmesi, temsiliyet ilişkisinin kurulması gibi işlevler düşünülmektedir. Seçime katılma oranları, modern demokrasilerde son birkaç on yılda yaygın bir tartışma konusu haline gelmiştir. Modern demokrasilerde katılma oranlarının gerileyişi üzerine araştırmalar ve değerlendirmeler yapılmıştır. Bu araştırmalarda sınıfsal tabanlı siyasetin geçerliliğini yitirmesi, kentleşmenin kent ölçeğini büyütmesi ve seçime katılma konusundaki toplumsal baskıyı düşürmesi, yeni kuşakların siyasal katılmayı önemsememesi, parti üyeliklerinin ve bağlarının çözülmesi gibi pek çok etken ortaya konmuştur. Yine de seçime katılma oranları konusunda ülke örnekleri, bu şekildeki ortak etkenler üzerinden değerlendirme yapmayı güçleştirmektedir. İdeal bir katılma oranını belirli rakamsal aralıklarla sunmak ve bunun genel geçer ve sağlıklı bir gösterge olacağını iddia etmek zordur. Ülkelerin siyasal sistemlerine ve kendi tarihsel gerçekliklerine göre farklı demokratik gelişim hikâyeleri de bu açıdan oldukça anlatıcıdır. Örneğin, Fransa’da etkili cumhurbaşkanlığı makamı, bu makama yapılan seçimleri daha önemli kıldığından, parlamento seçimleri önemini görece kaybetmiş görünmektedir. Öte yandan Norveç’te sol siyasetin seçmeni mobilize edebildiği buna karşın Japonya’da Liberal Demokrat Parti seçmeninin seçimlere görece motive olduğu görülmektedir. Türkiye, modern demokrasiler arasında seçime katılma oranı bakımından oldukça üst sıralarda yer almaktadır. Ancak asıl çarpıcı nokta, Türkiye’de katılma oranlarının 1980’den günümüze olan görünümünün batı demokrasilerine göre zıt bir seyir izlemesidir. Batı demokrasilerinde 1980’li yıllarla birlikte düzenli bir düşüş eğilimi gözlenirken bunun tersine Türkiye’de 1980 sonrasında seçime katılma oranlarında yükseliş gözlenmektedir. Oysa 1960’lar ve 1970’lerde Türkiye’de de seçime katılma oranları düşük seyretmiştir. Zorunlu oy prensibinin getirilmesi bu durumu kısmi düzeyde açıklasa da, askeri vesayetin ve darbe ortamının oluşturduğu zorlayıcı ortamdan daha serbest bir döneme geçişi işaret eden 1990’ların ve 2000’lerin seçime katılma oranlarının da, 2002 seçimi dışında, %80’lerin altında düşmediği görülmektedir. Bu çalışmada Türkiye’de katılma oranlarını değerlendirmek amacıyla seçilen ülke örnekleriyle yapılan karşılaştırmanın yanında bir de TBMM, 1950 seçimlerinden 1 Kasım 2015 seçimlerine kadar olan dönemde seçime katılma oranlarını, toplam kayıtlı seçmenler içinde mecliste temsil edilenlerin oranlarını ve seçime katılan seçmenler içinde temsil edilebilenlerin oranlarını ortaya koyan üç farklı hesaplama indeksi kullanılmıştır. Bu indeksler, seçime katılma oranlarının düşük olduğu 1960’lar ve 1970’lerde düşük katılma ve toplamdaki temsil oranlarına işaret ederken seçim barajının bulunmaması katılanların temsilinin yüksek olmasına yol açmıştır. 1980’lerle katılma oranları yükselmekte ancak 1987 sonrasında barajın işlemeye başlamasıyla indekslerde dalgalanmalar olmaktadır. Bu barajı aşamayan partilerin temsil 45 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 olanağı yakalayamaması hatta 2002’de %21 dolayında katılmayan seçmene işaret etmektedir. Çalışmada hesaplanan indeksler bakımından 1980 sonrasında 1999 ve 2002 seçimlerinin özel anlamları saptanmıştır. Her iki seçimde de hem toplamdaki temsil hem de katılandaki temsil bakımından en düşük değerler ölçülmüştür. Bu ise, seçim sisteminin işleyişini, seçmenlerdeki arayışı, siyasal aktörlerin ve onların güç dengelerinin değişimini ortaya koymaktadır. 2002 seçimleriyle birlikte oluşan kırılmanın ardından siyasetin oturduğu yeni denge ile birlikte, seçmen desteklerinin dört farklı siyasal parti etrafında toplandığı görülmektedir. Partilerin birbirlerine karşı mesafelerini korumaları, asgari müşterekler üzerindeki tartışmaları ve özellikle seçim döneminde kutuplaşmayı bir enstrüman olarak kullanmaları seçmenler için kendi partilerini desteklemenin ve karşıt partiden kaçınmanın önemli hale gelmesini sağlamaktadır. Böylece seçmenler için her seçim bir tür hayat memat meselesi olarak ısınmakta ve katılma oranları %80’ler düzeyinde yatay bir seyir izlemektedir. 46 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” Kaynaklar Aarts K., Wessels, B., (2005), “Electoral Turnout”, Edt. Jacques Thomassen, The European Voter – A Comparative Study of Modern Democracies, Oxford University Press, Oxford, s.64-83. Abadan, N., (1966), Anayasa Hukuku ve Siyasi Bilimler Açısından 1965 Seçimlerinin Tahlili, AÜSBF Yayını, No.202–184, Ankara. Abrial, S., Cautrès, B., Mandran, N., (2003), “Turnout and abstention at multi-level elections in France”, Centre d’Informatisation des Données Socio-Politiques Centre National de la Recherche Scientifique Grenoble, s.1-32. Barker, N., “Apathy in the UK? A Look at the Attitudes of Non-Voters”, http://survation.com/apathy-in-the-uk-understanding-the-attitudes-of-nonvoters/ Beetham, D., Carvalho, E., Landman, T., Weir, S., (2008), Assessing the Quality of Democracy, International Institute for Democracy and Electoral Assistance (IDEA), Stockholm. Çarkoğlu, A., Kalaycıoğlu, E., (2007), Turkish Democracy Today - Elections, Protest and Stability in an Islamic Society, I.B.Tauris, London. Duverger, M., (1993), Siyasi Partiler, (Çev. Ergun Özbudun), Dördüncü Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara. EIU, Democracy Index 2012 – Democracy at a Standstill. European Commission for Democracy Through Law (Venice Commission), (2010), Report On Thresholds and Other Features of Electoral Systems Which Bar Parties From Access To Parliament (II), (Venice, 12-13 March), http://www.venice.coe.int/webforms/documents/default.aspx?pdffile=CDLAD(2010)007-e Finseraas, H., Vernby, K., (2014), “A Mixed Blessing for the Left? Early Voting, Turnout and Election Outcomes in Norway”, Electoral Studies, Vol.33, s.278-291. Franklin, M. N., (1999) “Electoral Engineering and Cross National Turnout Differences”, British Journal of Political Science, 29/1. Franklin, M.N., (1999), “Electoral Engineering and Cross National Turnout Differences”, British Journal of Political Science, 29/1. Gemenis, K., (2008), “The 2007 Parliamentary Election in Greece”, Mediterranean Politics, Volume 13, Issue 1, s.95-101. Gratschew, M., (2004), “Compulsory Voting in Western Europe”, içinde Voter Turnout in Western Europe, International Institute for Democracy and Electoral Assistance (IDEA), Stockholm. Gül, H., (2008), “Demokrasi Kuramları Bağlamında AKP’nin Yeni Anayasa Girişiminin ve Demokrasi Anlayışının Bir Değerlendirmesi”, Toplum ve Demokrasi, 2 (2), Ocak-Nisan, s. 159- 180. http://greece.greekreporter.com/2015/09/21/voter-turnout-in-greek-elections-dropsto-new-historic-low-infographic/ http://www.eiu.com/public/topical_report.aspx?campaignid=Democracy0115 http://www.idea.int/vt/compulsory_voting.cfm http://www.imf.org/external/ns/cs.aspx?id=28 47 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 http://www.parliament.uk/about/livingheritage/transformingsociety/electionsvoting/chartists/contemporarycontext/el ectionturnout/ http://www.theguardian.com/politics/2005/jul/04/voterapathy.uk http://www.turkeyandtheworld.com/turkey-voter-turnout-second-highest-amongoecd-countries.html http://www.worldpolicy.org/journal/fall2012/democracy-decline Huntington, S. P., Dominguez, J. J., (1975), Siyasal Gelişme, (Çev.Ergun Özbudun), Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara. Hyde, S., (2004), “Low Turnout and Why It Matters. The Case of Japan from Stable Mobilised Voters to Non-participants. An Explanation for Continuing LDP Dominance?”, ECPR Joint Sessions, Uppsala Universitet, Uppsala, 13-18 April, s.1-17. Kalaycıoğlu, E., (1984), Çağdaş Siyasal Bilim, Beta Yayınları, İstanbul. Kamalak, İ. (2013), “Yerelin Yerel Seçimlere Etkisi: Belediye Başkan Adayları Üzerinden Bir İnceleme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 15, Sayı: 3, s. 419-446. Kiriş, H.M., (2010), “Türk Parti Sisteminde 1980 Sonrası Kutuplaşma ve Dinamikleri”, SDÜ SBE Kamu Yönetimi ABD, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Isparta. Kolovos, I., Harris, P., (2005), “Voter Apathy in British Elections: Causes and Remedies”, University of Otago, NZ, s.1-14. Lijphart, A., (1997), “Unequal Participation: Democracy’s Unresolved Dilemma”, The American Political Science Review, Volume 91, Issue 1, March, s.1-14. Lijphart, A., (2014), Demokrasi Modelleri, (Çev. G. Ayas & U. U. Bulsun), İthaki Yayınları, İstanbul. Lipset, S. M., (1964), Siyasi İnsan, (Çev. Mete Tunçay), Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Siyasi İlimler Serisi: 8, Ankara. Listhaug, O., Grønflaten, L., (2007), “Civic Decline? Trends in Political Involvement and Participation in Norway, 1965–2001”, Scandinavian Political Studies, Volume 30, Issue 2, June, s. 272–299. Maggini, N., (2013), “Italian Parties’ Loss of Support and the Success of a New Political Actor”, (eds.) De Sio L., V. Emanuele, N. Maggini and A. Paparo, The Italian General Elections of 2013: A Dangerous Stalemate?, Centro Italiano Studi Elettorali (CISE), Rome, 55-58. Matsusaka, J. G., Palda, F., (1999), “Voter Turnout: How Much Can We Explain?”, Public Choice, V.98, NL, s.431-446. Midtbø, T., (1996), “Voter Turnout in Norway: Time, Space, and Causality”, Scandinavian Political Studies, Vol.4, s.379-400. Milbrath, L. W., (1965), Political Participation: How and Why Do People Get Involved in Politics?, Rand Mc Nally, Chicago. Nie, N. H. & Verba, S. (1989) “Siyasal Katılma”, (Çev. İ. Turan), Siyasal Katılma Kamuoyu ve Oy Verme Davranışı, (Der.) N. H. Nie, S. Verba & P. E. Converse (Çev. İ. Turan & T. Karamustafaoğlu) Siyasi İlimler Türk Derneği Yayınları, Ankara. 48 Kiriş, H.M., 2015, “Türkiye’de ‘Seçim Sandığı’ Tartışmaları” Nie, N. H., Verba S., Converse P.E., (1989), Siyasal Katılma Kamuoyu ve Oy Verme Davranışı, (Çev. İlter Turan, Tunçer Karamustafaoğlu), Siyasi İlimler Türk Derneği Yayınları, Ankara. Nie, N. H., Verba, S. & Converse, P. E. (1989) Siyasal Katılma Kamuoyu ve Oy Verme Davranışı, (Çev. İ. Turan & T. Karamustafaoğlu), Siyasi İlimler Türk Derneği Yayınları, Ankara. Nohlen, D., (2002) “Political Participation in New and Old Democracies”, Edit. Rafael Lopez Pintor, Maria Gratschew, Voter Turnout from 1945 to 1997 A Global Report on Political Participation, International IDEA, Stockholm. Özbudun, E., (1975), Türkiye’de Sosyal Değişme ve Siyasal Katılma, AÜHF Yayını, No.363, Ankara. Passarelli, G., Tuorto, D., (2014), “Not With My Vote: Turnout and the Economic Crisis in Italy”, Contemporary Italian Politics, Volume 6, Issue 2, s.147-158. Ringen, S., (2010), Demokrasi Neye Yarar? Özgürlük ve Ahlaki Yönetim Üzerine, (Çev. Nurettin Elhüseyni), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Taşkın, B., (2015), “Voter Turnout in Turkey’s Parliamentary and Local Elections (1950 – 2014): Does Participation Increase when Competition Decreases?, Turkish Studies, Volume 16, No.4, s.465-486. The Polity Project, http://www.systemicpeace.org/polityproject.html Tuorto, D., (2013), Transition to Adulthood and Turnout - Some Implications from the Italian Case, ECPR General Conference, Bordeaux, 4-7 September, s.1-27. Turan, İ., (1986), Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış, (3. Basım) Der Yayınları, İstanbul. Türk, H.S., (1969), “Türk Seçim Sisteminde Oy Hakkı”, A.Ü. Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XXVI, S 3-4. UNDP (2015), Human Development Report 2015, UNDP. UNDP, Human Development Report 2015, NY. Vasilopoulou, S., Halikiopoulou, D., (2013), “In the Shadow of Grexit: The Greek Election of 17 June 2012”, South European Society and Politics, Volume 18, Issue 4, s.523-542. Vehrkamp, R., (2013), “2013 Bundestag Election – Why the Low Voter Turnout Harms Germany’s Democracy”, Einwurf Future of Democracy, 2, s. 1-8. 49 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.25-49 50 Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi: 2015 Seçimlerini Kota Uygulamaları Üzerinden Yeniden Düşünmek Songül Sallan Gül Yonca Altındal Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi F.E.F. Sosyoloji Bölümü E-posta:songulsallangul@yahoo.com Arş. Gör. Süleyman Demirel Üniversitesi S.B.E. Sosyoloji A.B.D. E-posta:yoncaltindag@yahoo.com Özet: Bu yazı Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği ve ağırlıkla 7 Haziran ve 1 Kasım 2015’de yapılan genel seçim sonuçları temelinde, kadınların siyasete katılımını ve kota uygulamalarını değerlendirilmektedir. Bu çerçevede, kadınları siyasal ve yönetsel mekanizmalardan dışlayan kamusal-özel alan ayrışması ve Türkiye siyasetinin toplumsal cinsiyet bağlamı tarihsel açıdan ele alınarak, kadın hareketinin özeli kamusallaştıran boyutları irdelenmektedir. Ayrıca, siyasette kota uygulamaları incelenmekte ve siyasal partilerin TBMM’de kadın temsil oranları son seçimler de göz önüne alınarak değerlendirilmektedir. Anahtar Kelimler: 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kadın Temsili, Kota Uygulamaları Masculine Anatomy of Politics in Turkey: Winners and Losers of June 7 and November 1 2015 General Elections Abstract: This paper discusses the participation of women and quota policies in politics particularly on the bases of gender equality and the results of June 7 and November 1 2015 general elections in Turkey. In this regard, the dichotomy of public-private space that functions to exclude women from political and decision making mechanisms and gender related context of Turkish politics are evaluated in retrospect. In addition, quota policies in politics are reviewed and woman representation in the Turkish Parliament on the base of political parties and general elections is analyzed. Keywords: June 7 and November 1 2015 General Elections, Gender Equality, Woman Representation, Quota Policies Giriş Türkiye‟de 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan genel seçimin ardından oluşturulan 64. hükümette ve meclis çalışmalarının bir aylık seyrinde, Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi: 2015 Seçimlerini Kota Uygulamaları Üzerinden Yeniden Düşünmek”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.51-71. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 demokratik siyaset bağlamında kadınların eşitlik ve temsil sorununun devam edeceği görülmektedir. Eril medya ve siyaset; ülke siyasetinin demokrasi olduğunu bir anlamda unutarak, seçimin kaybedenlerinin kadınlar olduğunu ilan etmiş durumdadır1. Yeni Mecliste kadın temsil oranı %14,9‟da kalırken, kabinenin 21 bakanının sadece 2‟si kadın olabilmiştir. Oysa ülkemizle aynı gün Kanada‟da yapılan seçimlerde Justin Trudeau Başbakan olmuş ve ülkesinin 30 koltuklu kabinesinde tam denklik ve eşitlik ilkesini, yani cinsiyet eşitliğini sağlamıştır. Kabinesinin yarısını kadınlardan oluşturan Başbakana yöneltilen soruya ise Başbakan, “yıl 2015” diye kısa ve net bir yanıt vermiştir. Bilindiği gibi demokrasi sorunlarından biri olan siyasette ve yönetimde kadınların eksik temsiline karşın, M. Thatcher, H. Clinton ve A. Merkel gibi kadın siyasetçiler, dünya siyasetinde başarılı siyasetçiler arasında görülebilmektedir. Ancak siyasette, üst yönetim mekanizmalarında kadınların yer almaları çoğu kez kadınlar adına değil, genelde neoliberalizmin erkek egemen ideolojisinin devamında ve sürdürücüsü olduklarında gerçekleşebilmektedir. Bir başka ifadeyle, eril siyasetin „makbul kadın siyasetçi‟si olduklarında kadınlar başarılı kabul edilmektedir. Bu anlayışa verilebilecek bir örnek; 9 Aralık 2015 tarihinde Time Dergisi‟nin Almanya Başbakanı Merkel‟in yılın „kişisi‟ olarak seçilmesidir. Aslında Agacinski‟nin (1998) belirttiği gibi, toplumda ve siyasette eşitlik; kadınların kadın olarak siyasal ve yönetsel kurumlara ve süreçlere katılmasına, özellikle de Meclis‟te eşit temsilin sağlanmasına, yani tam denklik ilkesinin gerçekleşmesine bağlıdır. Seçme ve seçilme hakkının 1930‟lu yıllarda tanındığı Türkiye‟de, 2000‟lerde demokrasinin ahlaki ve siyasal bir ilkesi olan (ya da olması gereken) eşitlik, üstelik yasal anlamda meşru olmasına karşın, de facto uygulamalar sonucunda kadınlar siyaset dışı kalmakta ya da eksik temsil edilmektedirler. Bu ise siyasal eşitlik ve temsil açsından adaletsiz bir sonuç ortaya çıkarmaktadır. Siyasetin klientalist yapısı (patron-yanaşma ilişkisi) ve erkekler arası gelişen örüntülerle bezenen siyaset oyunu; erkeklerin ihtiyaç, istek ve beklentilerine göre belirlenmektedir. Türkiye‟de parti içi demokrasi yerine, çoğu kez parti liderinin gücü ve kontrolü ile partinin önemli makamlarını ve araçlarını ellerinde tutan oligarşik yapılar egemen olmaktadır. Siyasal partilerin işleyişi, siyaset anlayışı ve adaylık süreçleri, temelde parti liderleri tarafından tasarlanmakta ve kontrol edilmektedir. Parti liderleri de erkekler olduğudan, kadınlar da siyasetten ve yönetimden kalmakta, inşa edilen cam tavanlar kadınların siyasette aktif olmalarına ve ilerlemelerine engel 1 Birkaç haber örneği vermek gerekirse; “1 Kasım'da kadınlar kaybetti!” – Sözcü Gazetesi,www.sozcu.com.tr/2015/gundem/1-kasimda-kadinlar-kaybetti-975026/2 Kasım 2015; “22 Eksildi, Kadınlar Kaybetti... İşte Meclis'teki Kadın Vekiller”, www.cumhuriyet.com.tr, Türkiye, 2 Kasım 2015; “1 Kasım'da Kadınlar Kaybetti”, Gila Benmayor, Hürriyet, sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/.../1-kasimda-kadinlarkaybetti_40009300, 3 Kasım 2015; “1 Kasım'da Kadınlar da Kaybetti”, DailyTurkiye, www.dailyturkiye.com/haber/1-kasim-da-kadinlar-da-kaybetti.html, 1 Kasım 2015. 52 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” oluşturmaktadır (Unat, 1986; Acuner ve Sallan, 1993; Güneş Ayata, 1995; Altındal, 2007). 2015 yılı “Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurum Raporu”na göre, Türkiye, siyasal güçlenmede 105. sırada, mecliste kadın temsilinde 86. sırada, bakanlık pozisyonlarında ise 139. sırada yer almaktadır. Siyasal ve yönetsel süreçte eşitlik ilişkisi oldukça sorunlu hale gelen Türkiye‟de, kadınların temsilinde siyasal eşisizlik ve adaletsilik sorunu ortaya çıkmaktadır. Ülke siyasetinin gidişatı bakımdan bu durumun sorgulanması gerekmektedir. Bu nedenle demokratik siyasal güçlerin ve ilkelerin yeniden ele alınması, kamusal kararlar ve kamusal mekânlarda gerçekleşme biçimlerinin bakanlardan, parlamentoya hatta komisyonlara kadar irdelenmesi önem taşımaktadır. Bu nedenle demokrasilerde siyasettin her düzleminde toplumsal cinsiyet eşitliği sorunsalı ele alınmalı ve tartışılmalıdır. Bu yazıda 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 genel seçimlerinin sonuçları temelinde ve siyasette kadınların katılımını belirleyen değişkenler bağlamında toplumsal cinsiyet eşitliği sorunu ele alınmakta, eşitliğin sağlanmasında ve kritik temsil eşiğinin aşılmasında önemli bir uygulama olan kota uygulamasının Türkiye‟deki serüveni değerlendirilmektedir. İlk olarak demokrasi-siyaset tartışmalarında kadınları siyaset ve siyasal mekanizmalardan dışlayan kamusal-özel alan ayrışması tartışılmaktadır. İkinci olarak, Türkiye siyasetinin toplumsal cinsiyet bağlamı tarihsel açıdan ele alınarak, kadın hareketinin özeli kamusallaştıran boyutları irdelenmektedir. Üçüncü olarak, siyasette kota uygulamaları incelenmekte ve Türkiye‟deki süreç değerlendirilmektedir. Son olarak, 2000‟ler Türkiye‟sinde siyasal partilerin parlamentoda kadın temsil oranları son seçimler de göz önüne alınarak değerlendirilmektedir. Kamusal-Özel Alan Ayrışmasında Toplumsal Cinsiyet ve Siyaset Demokratik rejimlerde siyasal alanda ya da kamusal alanda yer almanın gerekliliği temelde yurttaş olmaktan kaynaklanmaktadır. Ancak kadınların yurttaşlık statüsü ve onu belirleyen özgürlük ve eşitlik sorunu demokrasinin beşiği kabul edilen eski Yunan‟dan beri sorunludur. Erkek yurttaş, daima ikili bir statü sahibi olmuştur. Öyle ki erkekler, bir yandan siyasal alanın dışında bırakılanların yer aldığı, haneye ve ekonomiye ilişkin etkinliklerin gerçekleştiği özel alanın reisi olarak kabul edilmiş, diğer yandan ise, siyasal alanın öznesi olarak, siyasetin ayrıcalıklı kişileri ve belirleyenleri olmuşlardır. Benzer biçimde kamusal alanda, eşitlik ve özgürlük olguları birbirlerini tamamlarken, özgür olmak, sadece yaşamsal zorunluluklara tabi olmamak ya da bir egemenin buyruğunda olmamayı içermiştir. Aynı zamanda egemen/bağımlı ilişkisinin bulunmadığı, her bir kişinin hem yöneten, hem yönetilen olduğu dünyada yaşanan deneyim olarak siyaset, adeta erkeklere ait bir alan olarak kabul edilmiştir (Arendt, 1958; Çulha Zabcı, 1997). 53 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 Agancinski‟nin (1998) de belirttiği gibi, 1789 İnsan Hakları Bildirgesi‟nde “İnsanlar özgür ve eşit haklarla doğarlar” ifadesine karşılık, eşit haklarla “doğmak” olgusu, doğal bir eşitlik durumunu yansıtmamış, aksine siyasal alan; kamusal ve özel alan arasındaki derin ayrışmanın sonucu hatta özel alanın belirlenimleriyle oluşturulan bir kamusal alan şeklini almıştır. 19. yüzyıldan itibaren ise, özel alan aile yaşamıyla somutlaşmış ve iş yaşamının karşıtı olarak kabul edilmiştir. Cinsiyete dayalı işbölümü ve iktidarın cinsiyete göre dağılımı ve sınıflar arasındaki eşitsiz ilişkiler de politikanın parçası olarak özel alanın sınırlarını belirlemiştir (Phillips, 1995:121-122). „Modern aile‟nin normatif bir ideal olarak kurgulanması ve bu tarz aile yapılanmasına atfedilenler; kadınlara ait mekânlar olarak özdeşleşmeye başlamıştır. Dolayısıyla kamusal alan cinsiyete dayalı ayrımcılığın üzerine kurulduğu bir alan haline gelmiştir (Cohen, 1979; Cohen ve Arato, 1992; Calhoun, 1993). Oysa kadınların siyasal katılım içinde yer almaya başlayışları, 19. yüzyılın ortalarından itibaren gerçekleşerek yasal düzlemde siyasal hakları elde edebilmeleriyle sınırlı kalmıştır. 20. yüzyılın ikinci çeyreğinden sonra ise kadınlar, karar mekanizmalarında etkinlik göstermeye başlamışlardır. Habermas‟ın da ifade ettiği gibi, siyasal kamusal alanın kurumsallaşmasında; kamu, basın, partiler ve parlamento arasındaki karşılıklı ilişkilerin yerleşmesi etkili olmuştur. Kamusal alan; özel alan, yani ev ve ev dışı alan olan sivil toplumun gereksinmelerine karşılık veren devlet iktidarı arasındaki dolayımı sağlama işlevini üstlenmiştir (Habermas, 1989:73-74). C. Pateman, Z. Eisenstein ve I. M. Young gibi pek çok feminist düşünürün dikkat çektiği gibi, liberal demokrasideki kamusal alanın yurttaşı soyut birey olarak görmesi, norm olarak erkek bedenini ve erkek kimliğini temel almasıyla sonuçlanmıştır. Bu yalnızca sınıf farklılıklarını değil, cinsiyet farklarını da görmezden gelmesine, demokrasinin eşit temsil ve denklik ilkelerini zaafa uğratmasına yol açmıştır. Fırsat eşitliği, kadınlara erkeklerle aynı koşullarda oy hakkını tanısa da, gerekli hak ve özgürlükleri tanımamasıyla sonuçlanmıştır (Phillips, 1995). 1960‟lı yıllardan başlayarak pek çok ülkede gelişen ikinci kuşak kadın hareketi, toplumlardaki kadın erkek eşitsizliğinin parlamentoya ve yönetsel mekanizmalara yansıması konusunda gerçekleştirdiği çalışmalarla, kadınların siyasal yapılanmadaki eşitsiz konumuna dikkatleri çekmeyi başarmıştır. Birleşmiş Milletlerin 1975‟te ilan etmiş olduğu „Uluslararası Kadın On Yılı‟na bağlı olarak Meksiko City, Kopenhag ve Nairobi‟de gerçekleştirilen üç dünya konferansında eşitliği sağlayacak kota uygulamalarının yanında, anaakım (gender mainstreaming) politika ve stratejilerin oluşturulmasına kaynaklık etmiştir. Kadın örgütleri Avrupa ülkelerinde kadın-erkek eşitliği konusunda birçok yasal düzenlemelerin geliştirilmesinde mücadele vermişlerdir. Ayrıca Avrupa Konseyi birçok çalışma başlatmış, kadın erkek eşitlik komitesi faaliyet göstermiştir. Birçok ülkede siyasal kontenjan, kota sistemi ve fermuar yöntemi gibi farklı uygulamalarla siyasette toplumsal cinsiyet eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik yasa, program sayesinde kurumsallaşmaların yolu açılmıştır. 54 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” Türkiye Siyasetinde Kadınların Eşit Temsil Arayış Serüveni Türkiye‟de kadının toplum içindeki yerinin sorgulanması Tanzimat dönemi ile başlayan ilk modernleşme çabalarıyla gündeme gelmiştir. Avrupa‟da eğitim görmüş, Fransız İhtilali‟nin eşitlik, özgürlük ve yurttaşlık düşüncelerinden etkilenmiş olan bürokratlar, Osmanlı modernleşmesine öncülük etmişlerdir. Erkek feminizminde kadınlar, anne ve eş olarak, Osmanlı erkeğinin „rahatını ve huzurunu sağlayan‟ ve gelecek nesilleri yetiştiren kişiler olarak görülmüşlerdir (Tekeli, 1982; Berktay, 2003). Aynı zamanda toplumsal sorunların çözümünün geleneksel toplumsal yapı ve değerlerle değil, modern değerlerin temel alındığı modern eğitim yoluyla olduğu anlayışı doğrultusunda, kadınların okur-yazarlığının ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi amaçlanmıştır (Sirman, 1989; Çakır, 1996). Kadınlar, kamusal alana çıkmış, dernekler yoluyla örgütlenmiş, sivil toplumda etkinlik göstererek, taleplerini dile getirmişlerdir. Kadınlar Birliği Cemiyeti, Türk Ocakları, Verem Mücadele Cemiyeti, Türk Tayyare Cemiyeti, Muallim Birlikleri, Himaye-i Etfal Cemiyeti gibi çok sayıda dernekte yardım faaliyetleri içinde yer almışlardır. Yine Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi, Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-u Nisvan Cemiyeti, Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Hanımlar Heyeti, Müslüman Kadın Birliği ve Asri Kadın Cemiyeti, Teali-i Nisvan Derneği, Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyeti, Osmanlı Türk Hanımları Esirgeme Cemiyeti, İnas Darülfununu Mezunları Derneği gibi dernekler de kurarak, kız çocuklarının eğitimine ve iş yaşamına girmelerine yönelik beceri ve mesleki eğitim faaliyetleri düzenlemişlerdir (Tunalı, 1996; Çakır, 2010). Kadın örgütleri bağlamında gelişen bir kadın hareketi, bürokratik devletçilikle gelişen liberal feminizmin odaklandığı kadın hakları gelişmiştir (Arat, 1999; 2009). Cumhuriyetle beraber kadınlar, kamusalın görünürlüğü, medeniyetin ölçütü ve demokrasinin sembolü olarak büyük kabul görmüşlerdir. Gelişen erkek feminizmi ve liberal kadın hareketi, özel alana çok fazla değinmemekle birlikte, Kadınlar Halk Fırkası olarak adlandırılan ilk siyasi partiyi 16 Haziran 1923‟te kurmuşlardır (Baykan ve Ötüş-Baskett, 1999:29). 1920 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nin açılışında ve milletvekili seçilme sürecinde de kadınların siyasal hakları gündeme gelmiştir. 1921 yılında Müdâfaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti programına seçme ve seçilme hakkı talebi eklenmiştir. Aynı yıl şubat ayında Arnavutluk‟ta kadınlara oy verme hakkının tanınması talebini Kadınlar Dünyası Dergisi, sayfalarında okuyucularına şöyle duyurulmuştur; “Türk kadınının zaferini ne vakit ilan edebileceğiz? Bütün münevver kadınlık, hakkının peşinde… Biz daha uyanmayacak mıyız? Mesud ve muzaffer Arnavut hemşirelerime samimi selamlar ve tebrikler…” (Çakır, 1996; 2010). 1930‟larda Avrupa'da yaygınlaşan kadınları kamusal alandan uzaklaştırmaları kadın hareketinin de etkisiyle, siyasal haklar seçme ve 1934‟de seçilme hakkı vermiştir. Türkiye‟de tanınmıştır. Aslında „modern otoriter devletlerin giderek, karşısında Cumhuriyet rejimi, bağlamında kadınlara 1930‟da Bu hak, Fransa‟dan bile önce kadın‟ Cumhuriyet rejimiyle 55 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 somutlaşmış, modernleşmenin kültürel ve siyasal temsili kadınlarla cisimleşmiştir. Nezihe Muhittin‟in Genel Başkanı olduğu „Kadınlar Halk Fırkası‟, kurulduğu tarihten kısa bir süre sonra mevcut anayasaya uymadığı gerekçesiyle kapatılmış ve Türk Kadınlar Birliği adı altında dernek olarak yeniden yapılandırılmıştır (Baykan ve Ötüş-Baskett, 1999:29; Yaraman, 2001). 1923 yılında Cumhuriyet‟in kurulmasıyla birlikte kadın sorunu rejimin önemli bir sorun alanı olarak görülmüş, demokratikleşme ve modernleşmenin bir gereği olduğu düşünülmüştür. Kadın hakları, ulus devletin kurulması sürecinde laik, modernleşmeci ve batılılaşmanın birer göstergesi olarak desteklenmiştir. Kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik yasal reformlara öncelik verilmiştir. Kadınlar için yasal düzenlemeler ve kamusal alana ilişkin özgürleştirici adımlar atılmıştır (Göğüş-Tan, 2000). 1924 yılında „Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla‟ kadınların eğitim olanaklarından yararlanma haklarını, 1926 Medeni Kanunla eşit miras hakkı ve tek eşliliğin kabulü izlemiştir. 1926-1934 yılları arasında oy hakkı için mücadele veren bir grup kadının çabalarının da etkisiyle kadınların siyasal yaşama katılma talepleri günümüze kadar gündemi meşgul etmiştir (Tekeli, 1982; Toprak, 1988; Kandiyoti, 1989; Arat, 2009). Kadınlara oy verme hakkını tanıyan ilk ülke Yeni Zelanda olmuştur. 1883 yılında Yeni Zelanda‟da tanınan siyasal haklar, 1902‟de Avustralya‟da, 1918‟de SSCB‟de, 1920‟de ABD‟de ve 1928‟de Almanya‟da tanımıştır. Türkiye‟de ise, Nisan 1930 tarihinde Belediye Kanunu ile belediye seçimlerine, 5 Aralık 1934 tarihinde de 2598 Sayılı Kanun ile genel seçimlere katılma hakkı elde etmişlerdir. Türkiye‟den sonra ise, Fransa‟da 1945 yılında, Yunanistan‟da 1952‟de ve İsviçre‟de ise 1971 yılında kadınların siyasal hakları tanınmıştır (Unat, 1979). Pek çok Avrupa ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkına kavuşan Türk kadınları, 1935‟te %4,5 gibi bir oranla parlamentoda temsil edilmişlerdir. Atatürk bu kültürel devrimde öncü olmuş, 'modern' batılı kadını simgeleyen kadınlara öncelik verilmekle birlikte Satı Kadın gibi ilkokul mezunu kadınlar da mecliste temsil edilebilmişlerdir (Tekeli, 1982; Durakbaşa, 1988). Bu temsil ve oran ülkemizde 2007 yılına kadar da aşılamamıştır. II. Dünya Savaşı‟nın sonundan itibaren Türkiye‟nin çok partili rejime geçişi, kadınların daha önce oynadıkları “demokratikleşmeyi simgeleme” işlevini ve anlamını yitirmesine yol açmıştır (Tekeli, 1982:382-383). Türkiye‟de parlamento yaşamında zaten az olan kadın sayısı, eril tahakküm alanı olmaya başlamış, kadın vekil sayısı zaman içinde sürekli bir düşüş seyri izlemiştir. Tablo 1‟de de görüldüğü gibi, 1935-39 yılları arasında %4.5 olan kadın parlamenter sayısı, 1946-50 arası %1.9‟e inmiştir. 1950‟li yıllardan başlayarak, kadınlar mecliste neredeyse görünmez olmuşlardır. 1977‟de oran %1‟in (%0.9) bile altına inmiştir. Kadının aile ve toplumdaki rolünün çalışma yaşamını belirlemesi ve kadın adına birçok eşitsizlik doğurması gibi, kadının 56 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” hayatının özel yaşamla kısıtlanması, kamu yaşamından, siyasetten ve yönetimden kadınları uzaklaştırmıştır. Sorun, politikaların belirlendiği, kararların alındığı her alanda, her düzeyde ve her kurumda kadının temsil edilmemesidir (Tekeli, 1982; Koray, 1991). Tablo 1: 1935-1977 Yılları Arasında TBMM’de Kadın Milletvekili Sayı ve Oranları Seçim Kadın Kadın Milletvekili Yılı Milletvekili Milletvekili Sayısı Toplam Sayısı Oranı (%) 1935 399 18 4,5 1939 465 15 3,2 1943 484 16 3,3 1946 497 9 1,8 1950 491 3 0,6 1954 535 4 0,7 1957 602 8 1,3 1961 449 3 0,7 1965 455 8 1,8 1969 450 5 1,1 1973 456 6 1,3 1977 455 4 0,9 Türkiye deneyiminde çok partili hayata geçiş, kadınlar açısından demokrasiyi getirmemiş, fırsat eşitliğini sağlayacak pozitif ayrımcılık olmadan, kadınların karşılaştıkları toplumsal, kültürel ve ekonomik engeller aşılamamıştır. Hatta ideolojik eril bakış, kadınların önüne aşılması zor cam tavanlar inşa etmiştir. Cumhuriyet için simgesel değeri olan kadınların temsil edilme anlayışından kadınsız temsil anlayışına geçiş, demokratik bir sorun olarak görülmemiştir. Demokratikleşme umudu cinsiyet eşitliğini içermemiş, parti içi demokrasi liderlerin oluşturdukları oligarşik yapılarına, basit temsil ve sığ siyaset anlayışına hapsedilmiştir. Böylelikle mecliste tam denklik yerine, erkek iradesinin genel iradeyi temsil ettiği ve tahakküm altına aldığı bir iradeye dönüşmüştür. Bu irade, siyasette kadınları görünmez kılmıştır. Genel olarak muhafazakâr seçmen tabanına sahip olan sağ partiler, kadınların siyasal alanda yer alma biçim ve alanlarını siyasi etkinliklerden çok, sosyal faaliyet alanı olarak kabul etmişlerdir. Kadınlar, partilerin kadın kolları ya da kadın komisyonları içinde tutulmuşlar ya da komisyon çalışmalarına yönlendirilmişlerdir (Güneş Ayata, 1995; Altındal, 2007). Kadınlar, parti içi güç mücadelelerinde yer almamış, daha çok mahalle toplantıları, ev ve hasta 57 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 ziyaretleri, kermes düzenlemeleri ve para toplama gibi uğraşı verilen alanlarda, özellikle de seçim dönemlerinde çalışmalar yürütmüşlerdir. Siyasal partilerin kadın kollarında olduğu gibi kadın komisyonlarında da kadınlar, meşru ve güçlü bir konumda olamamış, partilerin yan kuruluşları olarak işlev görmüşlerdir. Örneğin Adalet Partisi‟nde (AP) kadınlar, kadın kollarında kadınlar arası faaliyet alanlarında, dar alanda, kısa paslaşma olanağına kavuşmuşlardır. Siyasi partilerde ikincil olarak görülen kadın kolları ve/veya komisyonları ya da faaliyetleri zamanla partilerin yerelde halka ulaşmanın önemli araçları haline gelmişlerdir. Bir başka ifadeyle içinde bulunmuş oldukları partiye ya kaynak sağlamak için, ya da özellikle seçim dönemlerinde hemcinslerine daha kolayca ulaşabilecekleri düşünülerek görevlendirilmiş kişiler olarak kadınlar, aslında başka bir politika anlayışı içinde özelin kamusalını keşfetmişlerdir. Ancak, kadın kollarına yönelik olumsuz genel bakış açılarına karşın, kadın kollarının kadınları siyasetle buluşturdukları da kabul edilmektedir (Minibaş, 1996; Sancar-Üşür, 2000). Siyasal yelpazenin solunda bulunan partilerde ise, kadının siyasal yaşama katılımında ve politikaların oluşturulma süreçlerinde, sağ partilere oranla kadınlara daha fazla yer verilmişse de, kritik çoğunluk için olumlu ayrımcılık çalışmaları için uzun yıllar çaba harcamamışlardır. Kadınların siyasal yaşama aktif olarak katılımı konusunda yeterli desteği vermemişlerdir. Solda yer alan kadınların bir kısmı da, kadın hareketi içinde ve bağımsız kadın örgütlerinde yer alarak kadın hakları için mücadele vermişlerdir. Kadın hareketinin gücüyle kadınlar, siyasetteki erkeğe bağımlı ve edilgen konumlarını sorgulamaya başlamışlardır. Kadın dernekleri 1960-1980 döneminde uluslararası platformlarda da temsil edilmeye başlamışlardır. Özellikle askeri darbe sonrası yükselen bağımsız kadın hareketi, Türkiye‟de kadınların toplumsal konumunu, eğitimde, iş yaşamında ve siyasette yeniden tartışmaya açmıştır (Sallan Gül ve Aksu Coşkun, 1998; Talaslı, 1996; Bele, 2001; Altındal, 2007). Apolitik Siyasette Bireyselin Politikleşmesi: Kadının Yükselen Sesi 1980‟de askeri darbeyle siyasi alan bir dönem kesintiye uğramışsa da, siyasal yaşamda kadın varlığı için önem taşıyan bir örgütlenme biçimi olarak partiler, 1983 yılında yeniden sivil hayata geçmiştir. Ancak kadın kollarının faaliyetleri 1980 sonrasında yasaklanmıştır. Bazı siyası partiler kadın komisyonu adı altında kadın örgütlenmesine giderken, diğer bir kısmı gönüllü örgütlerde örgütlenmiş, güç koşullara rağmen kadınlar, 350‟den fazla sivil toplum kuruluşunda ve aktif politika içerisinde yer almışlar, devlette ve toplumda kadınların konumlarını, düşük statülerini sorgulamışlardır (Sallan Gül ve Coşkun, 1993; Arat, 2009). Ancak, siyasi partiler, ne kadınların cinsiyete dayalı ikincil konumlarını değiştirecek ve erkek egemenliğini sorgulayacak bir girişimde bulunmuş, ne de bu tür girişimleri desteklemişltir. Kadınların siyaset içinde alacakları ağırlıklar, büyük ölçüde erkekler tarafından 58 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” belirlenmiştir (Güneş-Ayata, 1995; Sancar-Üşür, 2000). Hatta 1995 yılında ANAP‟ta partinin kadın kolları başkanlığına bir erkek (Yaşar Eryılmaz) atanarak (Yaraman, 1999:59), eril siyaset anlayışı kadın kollarına taşınmıştır. Kadın hareketinin etkisiyle 1985 yılında Türkiye'nin de taraf olduğu Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW Sözleşmesi) siyasal iktidar tarafından imzalanmıştır. Böylece devletin, ailede, toplumsal yaşamda, çalışma, eğitim ve siyaset alanlarında kadın-erkek eşitliğini fiilen sağlama gerekliliğini kabul edilmiştir. Ancak, siyasal alandaki eşit temsil sorunu görmemezlikten gelinmeye devam edilmiştir. Devletin taahhüt ettiği kadın-erkek eşitliğinin fiilen sağlanması ve demokrasinin işlerlik kazanabilmesi için gerekli siyasi partiler ve seçim kanununda yasal değişiklikler göz ardı edilmiştir. SHP gibi çok az sayıda parti, sadece gönüllü cinsiyet kotalarını tanımıştır. Siyasal alanda toplumsal ve kültürel engeller kadar, partilerin yapısı ve siyasal kültür de, kadınların önüne aşılmaz duvarlar örmeye devam etmektedir. Yine demokratik sistemlerde kadın katılımını artırmanın yollarından biri olan siyasi partilerde süreç, demokratik bir biçimde işlememekte, parti meclisleri kadınları kadın kollarına mahkûm etmekte, genel merkezler ve parti başkanları milletvekili adaylarını seçmektedirler. Meclise girebilen kadınlar ise, mecliste genelde izleyici konumda kalmaktadırlar. Kadın sorunlarını dile getirmek yerine, partilerinin temsilcileri olmuşlar, hatta kadınlarla ilgili yasa ve düzenlemelerde pasif kalmayı tercih etmektedirler (Arat, 1987; Sallan Gül, 2007; Altındal, 2009). Siyasette Cinsiyet Kotasının Anlamı ve Yeri Siyasette temsil özünde bir amaç değil, bir araçtır. Ancak kadının siyasete katılımı dünyanın en gelişmiş demokrasilerinde bile kolay ve kendiliğinden gelişmemiştir. Çakır‟a göre partiler, çoğu kez cinsiyetçi ideolojinin taşıyıcısı, hatta kurumsal düzeyde en üst üreticisi ve uygulayıcısı olmuşlardır. Siyasal partilerin örgüt yapısı, parti tüzük ve programları, siyasal reklâmları, siyaset oluşturma tarzı, parti liderlerinin ve parti üyelerinin kadın ve erkek politikacılara bakış ve değerlendirme biçimleri bu durumun somut göstergeleri olmuşlardır (2001:401). Bu da siyasette yer alan kadınların, kadınlar adına politika üretebilecek bir çoğunluğa ulaşmalarını engellemiştir. Çoğu kez kadınlar, biçimsel temsilden gerçek temsile, siyasetin vitrininden mutfağına, yani demokrasinin ve eşitliğin sembolikliğinin ötesine geçememiştir. Dolayısıyla, tüm bu olumsuz tablonun ortadan kaldırılması adına kota uygulamalarının siyasi arenaya taşınması gerekmektedir. Kota uygulaması, siyasal karar organlarına seçilecek kişilerin ya da seçimlerde adayların belirlenmesinde uygulanan seçim yöntemlerine özel hükümler eklenerek kadınlara belli oranda yer ayrılmasını sağlamaktadır. Amaç; kadınların yetersiz temsilini ortadan kaldırmayı ve kadın-erkek eşitliğini sağlamaktadır. Kota sistemlerinin gerisinde yatan temel düşünce, 59 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 kadınların siyaset alanındaki eksik temsillerinin giderilerek, siyasal yaşam içinde daha yüksek oranda temsil edilmelerinin sağlanmasıdır. Kota, kadınların siyasal alanda görünürlüklerini artırmak, yönetim ve karar alma mekanizmalarında yer alabilmelerini sağlamak ve seçilme şanslarını artırmak için kullanılan bir araçtır. Ayrıca, siyasette fırsat ve temsil eşitliğinin önündeki engelleri kaldırılmak ve sonuç eşitliğine ulaşılabilmek için telafi edici önlemleri içerir (Mendez-Montalvo ve Ballington, 2002). Siyasette olumlu ayrımcılık politikalarından olan „kota‟ uygulamaları 1970‟lerde birçok ülkede gönüllü olarak başlamış, 1980 ve 1990‟larda ise yasal ve anayasal düzenlemelerle yaygınlaşmıştır. İlk kota uygulaması 1975 yılında Norveç‟te başlamıştır. Bunu 1985‟de Danimarka, 1986‟da Brezilya, 1987‟de Hollanda ve 1994‟te de Avusturya uygulanmıştır (Kang, 2009:562). 1995 yılında Pekin Deklarasyonu‟nun kabul edilmesi, kadınların siyasette daha fazla yer almalarına yönelik girişimleri artmıştır. Avrupa Birliği ülkelerince imzalanan 1999 Amsterdam Anlaşması ile teşvik ve kota uygulamları AB ve üye ülkeleri bağlayıcı nitelik kazanmıştır. Bunun sonucu siyasette kadın temsilini artırmak için, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kota uygulamaları gibi pozitif ayrımcılık politikaları teşvik edilmiştir. Kota uygulamaları; yasal ya da anayasal anlamda ayrılmış koltuklar, yasal oranlar ya da gönüllük biçimlerinde uygulanabilmektedir. Anayasa ya da yasalarda siyasi partilerin karar organlarında ve milletvekili aday listelerinde uygulanan sabit ya da oranlı kota biçimlerinde de olabilmektedir. Siyasi partilerin kadın üye ya da aday sayısı belirli bir oranın belirlenmesiyle de uygulanabilmektedir. Bazen de milletvekili aday listesi kotası ya da delege kotası türü olabilmektedir. Afganistan, Arjantin, Bangladeş, Fransa, Irak, Hindistan gibi kota uygulaması anayasayla, Bolivya, Bosna Hersek, Brezilya ve Ekvator gibi 27 ülkede cinsiyet kotası seçim yasasıyla düzenlenmektedir. Almanya, Avustralya, Avusturya, Cezayir, Danimarka, Ermenistan ve Etiyopya gibi pek çok ülkede ise, kota siyasi partilerin tüzüklerine konulan özel hükümler çerçevesinde ve seçim adaylarını kapsayacak biçimde hayata geçilmektedir. 2000‟li yıllarda 88 ülkeye yaygınlaşan kota uygulamaları, siyasette daha fazla kadın temsilini artırmaya olanak sağlamıştır (Sayın, 2007a; Altındal, 2007; Sancar, 2008). Günümüz parlamentolarında ise, kadın temsilinin en iyi ve yüksek olduğu ülkeler kota uygulamalarını, özelikle de anayasal kotayı uygulayanlardır (Kang, 2009). Genel olarak İskandinav ülkelerinde kadın milletvekillerinin oranı, %40‟ın üzerindedir. Amerika, Avrupa ve Asya‟daki ülkelerin ortalaması %20 civarındadır. Bölgesel olarak kadınların mecliste temsil oranının en düşük olduğu coğrafya %9 ile Arap ülkeleridir (Aydemir ve Aydemir, 2011:8). 2015 yılına gelindiğinde Dünya Parlamentolarında Kadın Temsil Listesinde (WNP, 2015) birinci sırada olan ülke Ruanda‟dır. Ruanda, 1990‟lı yıllara kadar liberal demokrasinin fırsat eşitliği ilkesi bağlamında siyasette kadın temsiline bakmış, ancak %18‟lik kadın temsil oranını geçememiştir. 60 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” 2003 yılında siyasal partilerde gönüllülük temelinde %50 kotasını (Powley, 2005) benimsemişse de, kadınlar için kararlarda etkili olma oranı olan %33‟lük kritik eşiği aşamamıştır. Anayasal kota uygulamasını ise, 2013 yılında kabul etmiş, Eylül‟de yapılan seçimlerde parlamentoya giren 80 milletvekilinden 51'ini (%63,8) kadınlar oluşturmuştur. İkinci sırada olan Bolivya‟da ise, %48 seçim kotası vardır ve 36 sandalyeli parlamentonun 17‟sini kadınlar oluşturmaktır. Üçüncü sırada olan Küba, %49,8 oranında kadın temsiline sahiptir. Siyasal partiler düzleminde kota uygulayan ülkeler ise, dünya ulusal parlamentolar listesinde ilk 15‟ten sonraya düşmektedirler. Örneğin Belçika 15., Almanya 21., İsveç 28., Avusturya 35. sırada yer almaktadır (WNP, 2015). Türkiye‟de ise, tartışma 1980‟lerle birlikte başlamış, toplumda ve siyasette kadının statüsü ve temsil sorunu, demokrasi sorunu üzerinden yürütülmüştür. Aslında siyasal yaşamını sürdüremeyen birçok partide 1980‟lerde ve 1990‟larda gönüllü kota uygulamaları başlamıştır. Örneğin Doğru Yol Partisi‟nde %10, Anavatan Partisi‟nde %33, Sosyal Demokrat Halkçı Parti‟de %30 ve Özgürlük ve Demokrasi Partisi‟nde cinsiyet kotası %50 olmuştur (Sayın, 2007a). Ancak kadınlar için siyasal temsil eşitliği, gerçek anlamda ne partilerinde ne de mecliste sağlanamamıştır. Tablo 2: 1983-1999 Yılları arasında TBMM’de Kadın Milletvekili Sayı ve Oranları Seçim Milletvekili Kadın Kadın Yılı Sayısı Milletvekili Milletvekili Toplam Sayısı Oranı (%) 1983 410 12 2,9 1987 449 6 1,3 1991 450 8 1,8 1995 550 13 2,4 1999 550 23 4,3 Askeri darbeden sivil hayata geçiş sonrasında 1987 yılında Sosyal Demokrat Halkçı Parti gönüllülük temelinde ilk kez %30 kota uygulamasını başlatmışsa da, etkisi çok fazla olmamıştır. Aktif siyasette kadınlar sınırlı yer almaya devam etmiş ve meclisteki sayıları 1999 yılına kadar 1935 yılı temsil oranına (%4,6‟ya) dahi ulaşamamıştır. 1980 ve 1990‟lardaki bu olumsuz tablo karşısında kadın örgütleri ve özellikle Kadın Adayları Destekleme Derneği olan KA.DER‟in çalışmalarıyla konu gündemde tutulmuştur. Ancak, siyasal partiler ve parlamentodaki seçim dönemlerinde konuya sessiz kalınmış, kotanın kadınlara yönelik bir ayrımcılık yaratacağı bile öne sürülmüştür. Avrupa Parlamentosu‟nun 1996 yılındaki tartışmaları Türkiye‟de de yankısını bulmuş, özellikle CEDAW‟ın kadın ve 61 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 erkeğin eşit temsili ve ayrımcılıkla mücadelede etmede kadınların eşit siyasal temsilini gerekli görmesi, kadın örgütlerinin kota tartışmalarını Türkiye gündemine taşımasına olanak tanımıştır. 1999‟da yapılan seçimlerde %4.3 oranına ulaşılmış, 1930‟ların başarısı kısmen yakalanabilmiştir. 1999 yılında HADEP %25‟lik kotayı benimserken, 2001 yılında kotasını %41‟e yükseltmiştir. Siyasette cinsiyet kotası ve cinsiyet eşitliği konularında en fazla adım atmış olan parti Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), yeni adıyla Halkların Demokratik Partisi (HDP) olmuştur. %40 cinsiyet kotası ve eş başkanlık sistemini uygulayan parti olarak katıldığı seçimlerde bunu parlamentoya taşımıştır (Sayın, 2007a, 2007b). CHP, SHP‟nin %25‟lik kotasını parti birleşiminde benimsemiş, 2012‟deki tüzük değişikliği ile oranı %33‟e çıkarmıştır. Ancak parti, 2014 yılında tüzüğünde yer alan ve kadın temsiliyeti için konan "cinsiyet kotası"nı erkek ve kadın cinsiyetleri net olarak belirtilmediği için parti meclisi seçiminde erkekler lehine bile kullanılmıştır. AKP ise, kota uygulamasına karşı çıkmakla birlikte, 2014 yılına kadar genel başkanlığını sürdüren Sayın Recep Tayyip Erdoğan, lider inisiyatifi ile kadın adaylara yer vermiştir. Son seçimlerde de parti bütününü temsil etmemiş olsa da, kadın parlamenterler seçilme fırsatına erişmişlerdir. Yaraman‟ın (1999: 97) da ifade ettiği gibi “kamusal yaşam-özel yaşam farklılaşmasının cinsiyetler arasındaki hiyerarşik işbölümüne kodlanışı kadınlara karşı ayrımcılıkta kendini göstermektedir. Ataerkil düzenin cinsiyetçi işbölümü, kadını özel alanla ilişkilendirdiği için kamusal yaşam kadını içermemekte, hatta kadına karşı değerleri siyasete atfetmektedir.” Türkiye‟de, siyasetin bir „erkek işi‟ ve erkeklere özgü bir alan olduğu kabul edilmekte, partilerin alt düzeydeki siyasal faaliyetlerine katılabilen kadınlar sayıca çok olsa da, içerik olarak apolitik ve görünmez kalmaktadır (Sancar, 2008:177). Türkiye‟de kadınların siyasal katılımları daha çok pasif, ailesel tabanlı ve istendiğinde siyaset sahnesinde lütufla yer alabilen kimlikler olarak varlığını sürdürmektedir. Siyasal partiler, kendi yönetim ve karar organlarına alacakları kadınları seçerken çoğu zaman kamuoyuna karşı vitrine konacak eğitimli, terbiyeli, bakımlı ve yabancı dil bilen; ancak siyasal deneyimi ve temsil gücü olmayanlar arasından tercih etmektedirler. Liderler tarafından temsilci olarak atanan/seçilen kadınlar ise, genellikle parti örgütlerinden yetişmemiş, kadın kollarında yöneticilik yapmamış, partinin kadın üyeleri ve örgütleri tarafından tanınmayan kadınlar olmaktadır (Sallan Gül, 2007; Sancar, 2008). Benzer biçimde kadın politikacılar ya da bakanlar siyasal rejim meseleleri olan güvenlik, dış politika, ekonomik ve mali politikaların saptanmasıyla ilgili kararların alındığı süreçlerde yer alamamaktadır. Kadın politikacılar çoğunlukla siyasal partilerin kültürel faaliyetlerini yürütmekte, kadınlarla, çocuklarla, yaşlılarla ve sakatlarla ilgili çalışmalarda sorumluluk alabilmektedir (Minibaş, 1996; Sancar, 2008). 62 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” 2000’ler Türkiye’sinde Kota Tartışmalarına Karşı Parti Liderlerinin İnisiyatifleri 2000‟li yıllar siyasette bir yandan ılımlı İslam‟ın ve muhafazakâr değerlerin öne çıktığı yıllar olurken, diğer yandan ise AB uyum sürecinde liberalleşme politikalarının uygulandığı yıllar olmuştur. 2002 yılında yapılan genel seçimde, DSP ve MHP‟nin koalisyon hükümetinin ardından Adalet ve Kalkınma Partisi-AKP, tek başına iktidara gelmiştir. Kota uygulamalarına karşı çıkan AKP, lider inisiyatifinde kadın sayısını belirleyen parti olarak, 2002 yılında aldığı %34,4‟lük başarısında kadın seçmenlerden aldığı desteği, 20022015 arasında AKP standardını meclisteki kadın temsil oranının biraz üstünde, %10-17 arasında tutulan kadın temsiliyle “ödül”lendirmiştir. 24 Kasım 2014 tarihinde yaptığı bir konuşmada Cumhurbaşkanı Erdoğan, kadınların siyasetteki rolünü şöyle ifade etmiştir: “1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde beni de yalnız bırakmadılar kapı kapı dolaştılar. 13 yıllık siyasi parti genel başkanlığı sürecimde kadınların siyasete girmesi için mücadele verdim. Verdiğimiz siyaset mücadelesinin Türkiye‟yi 1994 yılına göre farklı bir yere taşıdığını görüyorum. Anayasada değişiklik yaptık. Cumhuriyet tarihinde yapmış olduğumuz kadınlar lehinde değişikliği hiçbir iktidar yapmamıştır. Bunu referanduma getirdik ve hanım kardeşlerimizle alakalı yasal düzenlemeleri çıkardık. Milletvekilliği konusunda kadınları teşvik edici olduk… Kuşkusuz ideal noktada olduğumuz iddiasında değiliz ama çok umut verici bir noktada olduğumuza inanıyorum…” (24.12.2015, Milliyet Gazetesi). Tablo 3: 2002-2015 Yılları Arasında TBMM’de Kadın Milletvekili Sayı ve Oranları Seçim Yılı Milletvekili Kadın Kadın Toplam Sayısı Milletvekili Milletvekili Sayısı Oranı (%) 2002 550 24 4,4 2007 550 50 9,1 2011 550 79 14 550 98 17,8 550 82 14,9 2015 (7 Haziran) 2015 (1 Kasım) 2007 yılında kadın vekillerin sayısal artışında AB süreci ve KA.DER‟in kampanyalarının yanında DTP‟nin kota uygulamasının rekabetçi bir ortam 63 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 yaratması da etkili olmuştur. 2007 yılında ilk kez mecliste kadın temsil oranı 1930‟ları geçerek, %9,1‟e yükselmiştir. 2007 yılı Türkiye siyaseti bakımından diğer dönemlerden pek çok yönden ayrışmıştır. 2002-2007 arasında AB sürecinde sivil haklar, işkencenin kaldırılması ve ölüm cezasının kaldırılması gibi demokratik parametrelerin yanında, serbestleşme ve piyasa süreçlerinde liberal politikaların ve Kopenhag kıstaslarının uygulamaya konulması bu dönem siyasetini farklı kılmaktadır. Kadın hakları ve cinsiyet eşitliği açısından kadın örgütlerinin baskılarıyla da olsa, 2002 yılında aileiçi şiddetle mücadelede Aile Mahkemeleri kurulmuş, 2003‟de yeni iş kanununda cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele kapsamında “eşit işe, eşit ücret” ilkesi benimsenmiştir. Aynı yasada doğum izni düzenlemesiyle annelik haklar alanı genişletilmiştir. 2009‟da TBMM‟de Kadın Erkek Fırsat Eşitliği ve TBMM “Töre ve Namus Cinayetlerini Araştırma Komisyonları” kurulmuştur. Aynı zamanda AKP, liberal reformların yanında mahremiyetin korunması ve Müslüman kadının mazlumluğu figürüyle geleneksel ve İslami kadınlardan da önemli oranlarda oy almıştır. Özellikle 2002 yılında iktidara gelen AKP, Refah Partisi‟nden devraldığı İslami tabanlı kadın politikasını, yani eğitim hakları bağlamında üniversitelerdeki “başörtüsü” sorununu gündemde tutmuştur. Ayrıca “modern kadın” talepleri olan haklar alanında töre namus cinayetleri ve kadına yönelik şiddetle mücadele yasalarını çıkarmıştır (Arat, 2009;8-12). Benzer olarak, sosyal güvenlik düzenlemeleriyle doğum yardım ve izinleri de artırılmıştır. Yine özellikle yoksul hanelerde yaşayan kadınlara yönelik gelir destek programları oluşturulmuştur. ŞNT gibi çocuk yardım programları, dul kadın aylığı ve engelli yakını bakım ücreti gibi gelir destek programları artırılarak, kadınlardan da önemli destek kazanılmıştır. Kadınların oylarına yönelik tüm bu çabalar seçimlerde etkisini göstermiş ve 2011‟de 79 kadın milletvekilliğiyle TBMM‟deki kadın temsil oranı %14,3‟e çıkmıştır. Bu oran 7 Haziran 2015 genel seçimde 97 kadın milletvekiliyle %17,8‟e yükselmiştir. Kadınların Türkiye parlamentosundaki bu yükseliş grafiği 1 Kasım 2015 seçiminde ise düşüş göstermiştir. AKP ve 2014 yılına kadar partinin lideri olan Cumhurbaşkanı Erdoğan için Başkanlık isteğinin belirlediği, tek başına iktidar olmanın siyasal istikrar talebi doğrultusunda partinin kurucularının tekrar seçim oyununa alınma isteğiyle birleştiğinde, kadınlar yeniden sahne dışına itilmeye başlanmıştır. 2012 yılından beri özel alanına mudehale anlamına gelen kürtaj karşıtı AKP politikalarıyla gün yüzüne çıkmış; ancak özellikle yoksul kadınları sosyal yardımlarla, çalışan kadınları da doğum izinleri konusunda teşvik edilen politikalar da uygulanmıştır. 7 Haziran 2015 seçiminde Meclis‟e 40 kadın milletvekili (%15,5) ile giren AKP, 1 Kasım 2015 seçim döneminde 550 milletvekili adayının 77‟sini kadın aday göstermiş ve beklentileri aşan seçim başarısına rağmen, kadın adayların sadece 33‟ü (%11) parlamentoya girebilmiştir (Sallan Gül, 2015). 64 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” 1 Kasım 2015 Seçiminin Cinsiyet Haritası 1 Kasım 2015 seçiminde tüm siyasi partiler kadınlara yönelik özel vaatler geliştirmişlerdir. AKP, girişimci kadınlara yönelik kredi desteklerini, doğum nedeniyle ücretsiz izin düzenlemelerinin yanında erken yaşta evliliklerin önlenmesi için aile eğitimlerini yaygınlaştıracağı sözlerini vermiştir. CHP; aile sigortası, girişimci kadın teşvikleri, doğum borçlanması, kadına karşı şiddet ve tacizle mücadele ve sığınmaevi vaatlerini sunmuştur. MHP, kadın çalışan ve girişimci sayısının artırılması ve çalışan kadınlara doğuma bağlı haklarla ilgili vaatlerde bulunmuştur. HDP ise, seçim yasasında değişikliğe gidilerek %50 cinsiyet kotasının genel ve yerel seçimlerin tüm aşamalarında konulması, kadın adayların maddi olarak desteklenmesi için bütçe ayrılması sağlanacağını, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı yerine, Kadın Bakanlığı, Eşitlik Bakanlığı ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kurulacağını ifade etmiştir (Atakan, 2015). AKP, 2002-2012 arasında toplumsal cinsiyet ilişkilerinde ataerkil toplumsal kodlarını son yıllarda daha da keskinleştirmiş, 1 Kasım 2015 seçimi öncesinde geleneksel parti taban ve politikalarına daha fazla vurgu yapmıştır. Bunun da kadın seçmen açısından göreli olarak bir azalmaya yol açtığı görülmektedir. Nitekim Siyasal ve Sosyal Araştırma Merkezi (SAMER) tarafından, 5-9 Ekim 2015 tarihleri arasında, Türkiye nüfusunu temsilen 7 bölgedeki 24 il, 142 ilçe ve 233 mahallede ve yarısını kadınların oluşturduğu 4.144 hanede yapılan araştırmada; 7 Haziran 2015 genel seçiminde araştırmaya tüm katılanların %40,6‟sı AKP‟ye oy vermiştir. Ancak bu oran kadınlarda oran %43,1 olmuştur. 1 Kasım genel seçimlerinde AKP‟ye kesin oy veceğim diyenlerin oranı ise %37.6‟ye düşmektedir (SAMER; 2015)2. 1 Kasım genel seçimi sonucunda, AKP bu anket sonuçlarının yansıttığından daha fazla oy almıştır. CHP ise, seçimin sonucuna benzer bir tablo ile seçim yarışına girmiştir. Kendi partisini biraz “maço” bulan genel başkan, bu kez daha cesaretle yaklaşmış, 7 Haziran döneminde 101 olan kadın aday sayısı, Kasım döneminde 127‟ye çıkmıştır. Ama seçilebilirlik şansı çok olmayan sıralamalar nedeniyle kadın vekil sayısı yine 21‟de (%15,5) kalmıştır (Sallan Gül, 2015). 1 Kasım 2015‟te MHP‟nin seçim spotları arasında en çok kadına yönelik şiddetle ilgili olanı dikkat çekmiş, “kadına yönelik şiddeti önleyemediniz” diye, kadınlardan yana bir tavır izleyerek adeta AKP‟ye hesap sormak istemiştir. Üstelik Sayın Bahçeli genel başkan olarak sıralamayı kendisi ekibiyle birlikte yapmakla birlikte, sadece 70 kadın aday gösterilmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi‟nin (MHP) toplam milletvekili sayısı 80‟den 40‟a düşerken, kadın vekil sayısı da 4‟den (%5) 3‟e inerken, kadın oranı %7,5‟e yükseltmiştir. HDP ise son seçimlerde kadınları merkezine almıştır. Ancak 7 Haziran seçimlerine göre 1 Kasım seçimlerinde HDP‟nin kadın aday sayısı 249‟dan 2 SAMER adına verileri yazarlarla paylaşan Sayın Mim Sertaç Tümtaş‟a teşekkür ederiz. 65 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 234‟e düşmüştür. Kadın milletvekili oranı da % 38,9 olmuştur. Partide vekil sayısı 1 Kasımda 80‟den 59‟a, kadın vekil sayısı da 34‟den 22‟ye düşmüştür. Bu dönem parlamentoda kadın sayısı 98‟den 82‟ye inmiş, yani oran %17,8‟den %14,9‟a gerilemiştir. 45 ilde ise, hiçbir kadın vekil olarak seçilememiştir. Sonuç Yıl 2015 ve Türkiye‟de siyasal ve yönetsel alanlarda kadın temsili sorunu tüm boyutlarıyla sürmektedir. Demokrasinin ahlaki ve siyasal bir ilkesi olarak eşitlik sorunu, toplumsal cinsiyet temelinde yeterince önemsenmemektedir. Kadınların demokratik siyaset içinde yer almaları daha çok, pasif siyasal katılım anlayışı içinde beklenmekte, yurttaş olarak iyi birer seçmen olmaları, yani basit temsil anlayışı içinde oy vermeleri ile sınırlandırılması öngörülmektedir. Aktif siyasal katılım boyutunda ise, kadınların kritik çoğunluk temsiline ya da yönetim pozisyonlarına gelmeleri, yani kamusal alandaki görünürlükleri eril siyasete adeta bir tehdit olarak görülmektedir. Parti içi demokratik kültürün egemen olmasının yerine, erkek siyasetini besleyen, toplumsal ve kültürel kodların hakim olduğu, toplumsal ve siyasal alanda oligarşik güç yapıların varlığını korunmakta, ideolojik fark gözetmeksizin tüm partilerde lider sultası belirgin olarak, kimlerin siyasal alanda görünür ve etkin olacağını belirlemektedir. Her ne kadar 1980‟ler apolitikliğin bireysel olanı politikleştirdiği bir anlayışta olsa da, siyaset sahnesine yeniden dönmek isteyen kadınlar, örgütlenerek aktif siyaset içinde yer alma çabalarını artırmışlardır. Demokrasinin bir gereği olarak hesap sormayı ve tam denklik ve eşit temsil hakkını talep etmişlerdir. 1990‟larla ise, kapitalist küresel eğilimler çağında Türkiye için bölgesel güçlenmenin adı olan AB sürecinde kadınlar ve dezavantajlı gruplar için, pozitif ayrımcılık talepleri sesini daha yüksek sesle duyurma olanağı bulmuştur. Ancak bu talepler, daha çok gönüllü kotalarla, siyasi partilerde kısmen karşılık bulmuştur. Parlamentoda kadın temsil oranı, 2007‟de %9‟a, 2011‟de %14‟e, 7 Haziran 2015‟te ise %17,8‟e kadar yükseltmiştir. Ancak kritik önemde olan 1 Kasım 2015‟te ise bu oran %14,9‟a düşmüştür. Bu süreçte kadın temsilinde gözlenen genel artış eğiliminde kadın örgütlerinin, AB ile bütünleşme sürecinin ve HDP‟nin izlediği cinsiyet kotası politikasının etkili olduğu söylenebilir. Ancak Türkiye siyasetinin dış politikası ve bölgesel güç olma talepleri, özellikle Ortadoğu politikaları siyasette yeniden eril zihniyeti pekiştirmiş görünmektedir. Oysa demokrasi daha fazla özgürlük, eşitlik ve katılımla yaşayabilen bir rejimdir. Bu rejimi, sadece biçimsel olarak seçim demokrasisine ve oy vermeye indirgemek, Demokles‟in kılıcını kendine yöneltmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle aileden başlayan ve toplumun her alanına yayılan eşitlikçi bir demokrasinin inşa edilebilmenin temel gereği, kadının siyasette ve yönetim kademelerinde daha fazla temsil edilmesidir. 66 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” Siyasetteki „eril‟ tarzın egemenliğini kırmanın yolu ise temelde evdeki cinsiyet ilişkilerinin demokratikleştirilerek tüm topluma yayılmasıyla olanaklıdır. Evin demokratikleşmesi toplumun ve siyasetin demokratikleşmesine olanak sağlayacaktır (Phillips, 1995:132). Bu nedenle siyasette kadınların giderek artan oranda ve büyük sayılarda (kritik eşik olan %33‟ü geçmesi) siyasal karar süreçlerine katılmasının yolunu açmak, sadece kadınlar için değil tüm toplum için bir gerekliliktir. Demokratik siyasette eşit temsil sağlanmadan ve hak odaklı olmadan toplumsal barışı ve eşitliği yeniden inşa etmek çok da olanaklı görünmemektedir. Bu nedenle toplumun dezavantajlı kesimleri, sınıfları ve cinsiyet(leri)i için koruyucu olumlu ayrımcılık politikalarının geliştirilmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin anaakımlaştırılması temel politika haline getirilmelidir. Devlet ve siyasal partiler başta olmak üzere tüm kurumlarda cinsiyete dayalı bütçeleme ve eşit temsil için Anayasa'da ve/veya siyasi partiler yasasında değişiklikler yapılarak daha yaygın ve yüksek oranlı kota uygulamasına yasal zemin hazırlanmalıdır. Ayrıca kadın örgütlerinin, bağımsız kadın aktivistlerin, gençlik örgütlerinin ve siyasi partilerin kadın kollarının etkin bir şekilde katılımını artıracak yapılanmalar geliştirilmelidir. 67 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 Kaynaklar Acuner, S. ve Sallan, S. (2003), "Türk Kamu Yönetiminde Yönetici Kadınlar", Amme İdaresi Dergisi, Cilt 26, Sayı 3, s. 77-92. Agancinski, S., (1998), Cinsiyetler Siyaseti, Dost, Ankara. Altındal, Y., (2007), Kadınların Siyasete Katılımı Bağlamında Partilerin Kadın Kollarının Sosyolojik Açıdan Değerlendirilmesi, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Aydın. Altındal, Y. (2009), “Erkeksi Siyasetin „Erk‟siz Dublörleri” Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Balıkesir. Cilt 12 Sayı 21, s.351-367. Arat, Y. (1999), “Refah Partisi Hanım Komisyonları”, Bilanço: 1923-1998: SiyasetKültür- Uluslararası İlişkiler, Tarih Vakfı Yayınları: İstanbul. Arat, Y. (2009), “Religion, Politics and Euquality”, Final report, Sep. 2009, UNRUD, Heinrich Böll Stiftung, Geveva, Switzerland. Arendt, H., (1958), Human Condition, The University of Chicago Press, Chicago. Aydemir, D. ve Aydemir, E. (2011), Türk Siyasetinde Kadınlar: Çok Oluyoruz!, USAK Raporları No: 11-05, Haziran, Sosyal Araştırmalar Merkezi. Baş, C., Hasan Kirmanoğlu, L. & Şenatalar, B. (2009), Party Preferences and Economic Voting in Turkey (now that the Crisis is over), Party Politics, Vol. 15. No.3, pp. 377–391. Baykan, A. & Ötüş-Basket, B. (1999), Nezihe Muhittin ve Türk Kadını 1931, İletişim, İstanbul. Bele, T. (2001), Kadın Yazın Siyasa, Pencere, İstanbul. Calhoun, C. (1993), “Civil Society and the Public Sphere”, Public Culture, vol 5. Cohen, C. (1979), “Why More Political Theory?”, Telos, No. 40. Cohen, J. L. & Arato, A. (1992), Civil Soviety and Political Theory, MIT Press, Cambridge. Çakır, S. (2001), “Bir‟in Nostaljisinden Kurtulmak: Siyaset Teorisine Ve Pratiğine Cinsiyet Açısından Bakış”, Yerli Bir Feminizme Doğru, Derl: A. İlyasoğlu ve N. Akgökçe, Sel Yayıncılık: İstanbul. Çakır, S. (1996), Osmanlı Kadın Hareketi, Metis Yayınları, İstanbul. Çakır, S. (2010), “Osmanlı Kadın Hareketi: 20. Yüzyılın Başında Kadınların Hak Mücadelesi”, Türkiye‟de Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları: Eşitsizlikler, Mücadeleler, Kazanımlar, Der. H. Durudoğan, F. G, B. E. Oder ve D. Yükseker, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul. 68 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” Çitçi, O. (1992), “Kadınlar Ve Siyasal Katılma”, Bülten, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara, C. 1, Sayı 11. Çulha Zabcı, F. (1997), “ Siyasal Kuramda Kamusal Alan Sorunsalı: Habermas ve Arendt”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, Ankara. Durakbaşa, A. (1998), “Cumhuriyet Döneminde Modern Kadın ve Erkek Kimliklerinin Oluşumu: Kemalist Kadın Kimliği ve 'Münevver Erkekler'”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Der. A. B. Hacımirzaoğlu, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. Durakbaşa, A. (1988), “Cumhuriyet Döneminde Kemalist Kadın Kimliğinin Oluşumu”, Tarih ve Toplum, Sayı 9, Mart. Güneş-Ayata, A. (1995), Türkiye‟de Kadınların Siyasete Katılımı, 1980‟ler Türkiye‟sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Yayına Hazırlayan Şirin Tekeli, İletişim, İstanbul, 3. Baskı. Habermas, J. (1989), The Structural Transformation of the Public Sphere: An Inguiry into a Category of Bourgeois Society, Polity Press., Londra. Habermas, J. (1995), “ Kamusal Alan: Ansiklopedik bir Makale”, Birikim, No.70. Kandiyoti, D. (1989), “Women and the Turkish State: Political Actors or Symbolic Pawns?”, Women-Nation-State, Eds: Nira Yuval-Davis and Floya Anthias, The Macmillan Press, London, pp. 126-149 Kang, A. (2009), Stduying Oil, Islam and Women as if Political Instıtutuions Mattared, Faculty Bus., Politicak Science Papers 42. Kabasakal, M. (2014), “Factors İnfluencing İntra-Party Democracy And Membership Rights: The Case Of Turkey”, Party Politics, 2014, Vol. 20(5), pp. 700–711. Kovanlıkaya, Ç. (1999), Türkiye’de Politik Alanda Kadınlar ve Kadın Politikası, Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi İstanbul. Koray, M. (1991), Günümüzdeki Yaklaşımlar Işığında Kadın Ve Siyaset, Tüses, İstanbul. Krook, M. L., (2015), Contesting Gender Quotas: A Typology of Resistance, Paper presented at the European Conference on Politics and Gender, Uppsala University, Uppsala, Sweden, June 11-13, 2015. Kovanlıkaya, Ç. (2001), “Erkek Parlamentonun Kadın Siyasetçileri”, içinde Yerli Bir Feminizme Doğru, Derl: A. İlyasoğlu ve N. Akgökçe, Sel, İstanbul. Mendez-Montalvo, M. ve Ballington, J. (2002), Women In Parliament, International Idea: Stockholm (Http://www.İdea.İnt), Erişim Tarihi: 08.01.2007. 69 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 Minibaş, T. (1996), “Siyasal Partiler Yelpazesinde Kadının Konumu”, Türkiye‟de Kadın Olgusu, Der: N. Arat, Say, İstanbul. Powley, E. (2008), “Rwanda: Women Hold Up Half the Parliament” , Women in Parliament: Beyond Numbers, J. Ballington, A.M. Karam (Ed.), World Bank, Washington, DC. Phillips, A. (1995), Demokrasinin Cinsiyeti, Metis, İstanbul. Sallan Gül, S., (2007), “Seçimin Galibi Kim? Bıyıklı Kadınlar Mı Yoksa Eril Siyaset Mi?” , Toplum ve Demokrasi Dergisi, 1 (1), ss.1-26. Sallan Gül, S. (2015), “Meclisin Eril Haritasında İlk Çalışmalar”, Kazete, 02.12.2015. Sallan Gül, S. ve Aksu Coşkun, Z. (1998), “1980‟lerin Sivil Toplum Anlayışı ve Gönüllü Kadın Kuruluşları Üzerine Bir Çalışma”, 20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek Konferansı, Der. Oya Çitçi, Türkiye ve Orta Doğu Enstitüsü Yayın No, 285, İnsan Hakları ve Araştırma Merkezi Yayın No: 16, Ankara, s. 489-504,. Sancar-Üşür, S. (2000), “Siyasal Süreçlere Katılımda Kadın-Erkek Eşitliği”, Kadın-Erkek Eşitliğine Doğru Yürüyüş: Eğitim, Çalışma ve Siyaset, Der: M. Tan, S. Sancar Ve Y. Ecevit, TÜSDAD, İstanbul. SAMER, (2015), Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, Seçim Anketi Sonuçları, Ekim, Yayınlanmamış Çalışma. Sancar, S. (2008), “Türkiye‟de Kadınların Siyasal Kararlara Eşit Katılımı, Toplum ve Demokrasi, 2 (4), Eylül-Aralık. Sancar-Üşür, S. (1998), “Siyasal Alanda Cinsiyetçilik ve Kadınların Söylemsel Kuşatılmışlığı”, 20. Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek, Der: O. Çiftçi, TODAİE, Ankara. Sayın, A. (2007a), Kota El Kitabı, Geçici Özel Önlem Politikası, Ankara: Ka.Der. Sayın, A. (2007b), “Parlamentoya Girmek İçin Erkek Olmak Şart” Toplum ve Demokrasi Dergisi, 1 (1), s.153-160. Siman, N. (1989), “Feminism in Turkey”, New Perspective on Turkey, Vol 3, Fall, pp.134. Talaslı, G. (1996), Siyaset Çıkmazında Kadın, Ümit, Ankara. Tekeli, S. (1982), “Türkiye‟de Kadının Siyasal Hayattaki Yeri”, Türk Toplumunda Kadın, Der:N. Abadan-Unat, Türk Sosyal Bilimler Derneği, İstanbul. Toprak, Z. (1988), “Halk Partisinden Önce Kurulan Parti Kadınlar Halk Fırkası”, Tarih ve Toplum, No. 51. 70 Sallan Gül, S. & Altındal, Y., 2015, “Türkiye Siyasetinin Eril Anatomisi” Tunalı, A. C. (1996), Türkiye’de Feminizm Hareketi, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Antalya. Unat, N. A. (1979), Türk Toplumunda Kadın, Türk Sosyal Bilimler Derneği. Yaraman, A. (1999), Türkiye’de Kadınların Siyasal Temsili, Bağlam, İstanbul. Yaraman, A. (2001), Resmi Tarihten Kadın Tarihine, Bağlam, İstanbul. WNP, (2015), “Women in National Parliament”, Situation as of November 2015, http://www.ipv.rg./wmn-e/classif.htm, Erişim tarihi 1 Aralık 2015. 71 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.51-71 72 ‘Kadın, Anne, Yurttaş’ Ana Akım Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı: 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri Örneği Evren Haspolat Yrd. Doç. Dr. Ordu Üniversitesi Ünye İ.İ.B.F. Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: evrenhaspolat@gmail.com Özet: Modern devlet ile bireyler arısındaki bir statü anlaşması olan yurttaşlığın Türkiye’deki tarihi Osmanlı’nın son yüzyılına kadar götürülebilir. Bu bağlamda Tanzimat Fermanı ile başlayan ve halkın devlet karşısındaki konumunu dönüştüren süreç, getirdiği haklar bakımından erkekler için olduğu kadar kadınlar için de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Erkeklerin biçimsel düzeyde yurttaşlık statüsünde birbirleri ile eşitlenmesi Cumhuriyet’in ilanı ile gerçekleşmişken kadınların erkeklerle bu biçimsel eşitliği yakalamaları ancak 1934 yılında mümkün olmuştur. Oysa aradan geçen 80 yılda kimi ilerlemeler olmakla birlikte bu biçimsel kadın-erkek eşitliği gerçek bir eşitliğe dönüşememiştir. 2015 Türkiyesi’nde Meclis’te yer alan dört partinin seçim bildirgelerinde ise kadın algısı farklılaşmaktadır. AKP’nin kadın algısı “anne-karı-ev hanımı” ile sınırlı iken, MHP’ninki “kadın-yurttaş-anne”, CHP ve HDP’ninki ise “kadınyurttaş” kavramları ekseninde yoğunlaşmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kadın, yurttaş, birey, anne, siyasal parti, seçim bildirgesi. Woman, Mother, Citizen: Perception of Woman in the Election Declarations of Mainstream Political Parties (1st November 2015 General Elections Case) Abstract: The history of citizenship in Turkey can be traced back to the last century of Ottoman Empire. In this context; the process which started with the Tanzimat Edict and transformed the position of people vis-a-vis the state is a starting point for a new era both for men and women in terms of the rights it provided. While the formal equation of men with each other in terms of citizenship status took place with the declaration of Republic, it became possible later for women in 1934 to have this formal equality with men. However, even though there have been some progress in the last 80 years, this formal equality between men and women have not been transformed into a real equality. In addition to that; perception towards women differs from each other in the election declarations of four political parties represented at the Turkish Grand National Assembly. While the perception of ruling AKP is limited to the “motherhood-wife-housewife”, it is related to the concepts of “women-citizen-mother” in the MHP’s declaration. Finally, the perception is concentrated around the concepts of “women-citizen” in both CHP’s and HDP’s election declarations. Keywords: Woman, citizen, person, mother, political party, election declaration. Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akım Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı: 1Kasım 2015 Genel Seçimleri Örneği”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.73-107 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 Giriş Son 40 yıldır kapitalizmin bir üretim biçimi olarak hâkim olduğu ülkeler, uygulamada olan neoliberal politikaların giderek ana akım partileri program düzeyinde aynılaştırdığı ve bu nedenle de iktidardan gelip geçen hükümetler farklı partiler tarafından kurulsa da uygulanan politikaların değişmediği bir süreçten geçmektedir. Partilerin program düzeyindeki bu aynılaşması söz konusu ülkelerde temsil, temsili demokrasi ve yurttaşlık gibi kavramları tartışmaya açmış ve alternatif arayışların, örgütlenmelerin de yolunu açmıştır. Bu bağlamda liberalizmin ve kapitalizmin biçimlendirdiği modern devletin halkı ile yaptığı bir statü anlaşması olarak kanun önünde biçimsel eşitliği ve devlete karşı hakları güvence altına alan yurttaşlık, bugün en önemli siyasal tartışmaların ana maddesini oluşturmaktadır. Yurttaşlık kavramı, daha ileri bir statüye taşınmak üzere dünyada tartışmaya açılmışken, Türkiye kadınların bir kamusal alan statüsü olan yurttaşlık kategorisinden giderek bir özel alan statüsü olan annelik, eşlik/karılık ve ev hanımlığı statülerine doğru sürgün edildiği bir döneme girmiştir. Sözünü ettiğimiz bu tezatın yaşanmasında etkili olan ise, 2001 Krizi sonrasında girilen ve bu güne kadar aralıksız bir tek parti iktidar ile sürdürülen neoliberal döneme eşlik eden ve bu anlamda onu bütünleyen muhafazakâr siyasettir. Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin (AKP) 13 yıllık aralıksız iktidarını kapsayan bu dönem, parti siyasetinin giderek devlet aklı haline gelmesinin ötesinde, toplumun ve giderek siyasal partiler alanının da hegemonik olarak AKP tarafından biçimlendirilmesi ile ülke genelinde dozu giderek artan bir muhafazakârlık ortamı yaratmıştır. Bu ortam ise öncelikle ve temelde kadının yurttaşlık haklarına zarar vermiştir. Bu çalışma kadının değişen yurttaşlık konumunu tam da değişime uğradığı süreç olan 2002-2015 aralığını dikkate alarak incelemektedir. O nedenle de çalışmada 2002 seçimlerinden sonra Türkiye‟de ana akım siyasal partiler haline gelen Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin (AKP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Halkların Demokratik Partisi‟nin (HDP) 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri‟ndeki seçim bildirgelerindeki kadın algısını incelenecektir. Bu çerçevede makalede öncelikle 2015 itibariyle kadının Türkiye‟deki konumu netleştirilecek, ardından ise sırası ile partilerin seçim bildirgelerinin incelenmesine geçilecektir. Ardından makale genel çıkarımların yer verildiği sonuç bölümü ile sonlandırılacaktır. 2015 Türkiye’sinde Yurttaş Kadının Konumu Devlet ile birey arasında 17. yüzyılın sonlarından itibaren gelişmeye başlayan ve karşılıklı olarak hak ve sorumlulukların tanımlandığı bir tür sözleşme olarak karşımıza çıkan yurttaşlığı T. H. Marshall “Yurttaşlık ve Sosyal Sınıflar” başlıklı makalesinde “toplumun üyelerine bağışlanan bir statü” olarak ifade eder ve bu statüye sahip olan herkesin “haklar ve ödevler çerçevesinde tam bir eşitliğe sahip” olduğuna değinir (Marshall, 2006: 19- 74 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” 20). Marshall devlet ile birey arasındaki ilişkiyi ifade eden bir statü olarak yurttaşlığın üç farklı eksen olarak bireysel özgürlük, konuşma özgürlüğü, düşünce ve inanç özgürlüğü, mülk edinme ve sözleşme yapma özgürlüğü ve adalet hakkı gibi hak ve özgürlükleri içeren medeni haklar; siyasal karar alama süreçlerine seçmen ve seçilen olarak katılma hakkını kapsayan siyasal haklar ile yaşadığımız toplumun standartları ölçüsünde ekonomik refah ve sosyal güvenlik gibi haklara sahip olmaktan, çağdaş bir birey gibi yaşayabilme hakkına değin uzanan geniş haklar dizini olarak ifade ettiği sosyal hakların bir araya gelmesi ile oluştuğunu belirtir (Marshall, 2006: 6). Marshall‟ın birbirinden ayrı kurumlar üzerinden farklı gelişim seyirleri izlediğini belirttiği söz konusu bu üç eksenin dünya genelenindeki gelişim seyri ise farklı coğrafyalarda ve farklı siyasal sistemlerde değişiklikler göstermekle birlikte, genel olarak 17. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar bir zaman aralığında gerçekleşmiştir. 17. yüzyılın sonlarına doğru Ortaçağ kentlerinde ortaya çıkan medeni haklar, yeni oluşan burjuva sınıfının, eski rejimin temsilcisi olan feodal gruplara karşı elde ettiği bir kazanım olarak değerlendirilebilirken, 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan siyasal haklarla 20. yüzyılda ortaya çıkan sosyal haklar, orta sınıf reformcularının desteğini alan işçi sınıfı hareketinin hızla yükselmesiyle paralel bir oluşum süreci izlemiştir ki 2. Dünya Savaşı‟nın yarattığı yeni uluslararası dengenin de bu gelişimde etkili olduğu yadsınamaz (Bottomore, 2006: 58). Bu anlamda yurttaşlık haklarının temeli öncelikle burjuva sınıfının aristokrasiye karşı verdiği mücadele çerçevesinde kazanılan medeni haklar ile atılırken, genişlemesi burjuvazi ile işçi sınıfının yer yer ortak yer yer ise çatışan çıkarlarının mücadelesi sonucunda gelişen siyasal ve sosyal hakların kabulü ve tüm ülke çapında yaygınlaştırılması ile mümkün olmuştur. Ancak yurttaşlığın gelişim seyri sınıfların karşılıklı mücadeleleri kadar bir sınıfın kendi iktidarını pekiştirme stratejisi ile de paralel ilerlemiştir. Bu anlamda yurttaşlık her ne kadar bir boyutu ile mücadele ise de diğer boyutu ile de Michael Mann‟ın belirtiği gibi toplumsal uyumu arttırmak için egemen sınıfın hakları yukarıdan verdiği bir “egemen sınıf stratejisi”dir (Mann, 1987). Çünkü ulus devletin Avrupa‟daki gelişim seyri dikkate alındığında mutlak monarşiden meşruti monarşiye, oradan da parlamenter sistemlere geçilirken iktidarın meşruluk kaynağında yaratılan kökten değişim ile birlikte halk ve halkı oluşturan bireyler, devletin asli varlık kaynağı olarak belirdikçe hem yönetme açısından ve hem de ulusal orduların gelişimine paralel olarak bu bireylere duyulan ihtiyaç nedeniyle öncelikle yalnız zengin erkeklere tanınan haklar zamanla alt sınıf erkeklerine, ardından da artan kadın hareketlerinin etkisi ile de kadınlara doğru genişletilmiştir. Türkiye‟de yurttaşlık hakkının gelişim seyri ise Osmanlı‟nın son yüzyılında yapılan reformlar sürecine kadar götürülebilir. Devleti kurtarma stratejisi kapsamında Tanzimat Paşaları tarafından ilan edilen 1839 tarihli Tanzimat Fermanı, Osmanlı uyruklarının yaşam, şeref ve mülkiyet haklarını koruyacak teminatları getirirken, eş zamanlı olarak da Müslüman ve Gayrimüslimlerin eşitliğini sağlamak için Gayrimüslimlere de askerlik ve vergi 75 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 adaleti getirmiştir (Aytekin, 2015: 62). Bu anlamda kişisel özgürlüklere ve kanun önünde eşitliğe dayanan liberal bir belge olan Tanzimat Fermanı ile padişahın iktidar gücü halk ve halkı oluşturan bireyler yararına sınırlandırılmıştır. Bir geleneksel devlet olan Osmanlı Devleti‟nin son yüzyılında Tanzimat Fermanı ile başlayıp Islahat Fermanı, Arazi Kanunu, 2. Meşrutiyet‟in getirdiği haklar ile toplumun geneli için ağırlıkla medeni haklar, dar bir grup içinde ise siyasal haklar boyutunda gelişen haklar, bir modern devlet olarak ulus devlet biçiminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti‟nin ilk 11 yılı içerisindeki gelişmeler ile tamamlanırken, sosyal hakların yurttaşlık hakkı kapsamına dahil edilmesi 1961 Anayasası ile mümkün olabilmiştir. Bu anlamda 1839-1961 hattındaki yurttaşlığa ilişkin tüm gelişmeler dikkate alındığında hem Osmanlı‟da hem de Cumhuriyet‟te yurttaşlık haklarının büyük oranda halkın farklı kesimlerinin örgütlü mücadelesi ve talepleri sonucunda kazanılmış olan haklar olmaktan daha çok, kurulmak istenen devlet biçimine uygun olarak aydın yöneticilerin/seçkinlerin aldıkları kararlar doğrultusunda halka verdikleri haklar olduğu görülür (Arat, 1998: 67-68)1. Bu bağlamda yurttaş kadınların haklarının gelişimi de 1980 sonrasında gelişen kadın hareketinin etkileri dışında, Osmanlı‟dan başlamak üzere başlangıçtan bugüne kadar büyük oranda yönetici seçkinler eliyle ilerletilmiştir. Osmanlı‟da Tanzimat ile başlayan süreç içerisinde 1856 tarihli Arazi Kanunu kadınlara veraset hakkını tanırken, kölelik ve cariyelik kaldırılmış, kadınlara sınırlı da olsa eğitimden yararlanma hakkı tanınırken kılık kıyafet ve sokağa çıkma rahatlığı fermanlar ve sosyal yaşantıda görülen görece rahatlama ile sağlanmış, 1842‟den itibaren Tıbbiye’de ebe kadınların yetiştirilmesi ile kadınlara yönelik mesleki eğitime başlanmış, 1858‟de kız rüştiyeleri kurulmuş, 1869 ve 1870‟te sanayi ve öğretmen okullarına kız öğrenciler kabul edilmeye başlamıştır (Tekeli, 1982: 196). Bu gelişmeler kadının önündeki sosyal engelleri kısmen esnettikçe özellikle üst sınıftan gelen kadınlar arasında kadın dergileri, kadın gazeteleri, konferanslar ve kadın dernekleri eliyle kız çocuklarının okutulması, kadınların iş yaşamına girebilmeleri için mesleki eğitimlerin verilmesi ve erkeklerin kadınlara uyguladığı çifte standardı sorgulayarak 2. Meşrutiyet ile birlikte erkeklerin edindiği hakları talep etmelerinin yolunu açmıştır (Çakır, 2010: 431-435)2. Kadınlarda yükselen bu kadınlık, birey ve yurttaşlık hakkı düzeyindeki bilinç Balkan Savaşları, 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı‟nın yarattığı ortamın kadınları sosyal yaşam ve çalışma yaşamına sürükleyen yapısı içerisinde daha da gelişmiştir. Kadınlar bu on yıllık savaş döneminde bir taraftan kurdukları dernekler aracılığı ile çeşitli sosyal hizmetlerde sorumluluklar üstlenirken, diğer taraftan da dokuma, dikiş, postane, telgraf, hastabakıcı, memur, satıcı 1 Kadından Sorumlu Bakanlığın temelini oluşturan ve 1990 yılında kurulan Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bile kadın hareketinden herhangi birisi ile görüşülmeden Birleşmiş Milletler‟in Nairobi Konferansı‟nda alınan kararlar doğrultusunda kurulmuştur (Yılmaz, 2014: 559). 2 Kadınların Osmanlı döneminde çıkardığı söz konusu gazete, dergi, dernekler ve düzenledikleri konferans ve toplantıların ayrıntıları ve genel olarak söz konusu dönemde kadının konumu için bkz. Tekeli, 1982: 193-218; Güzel, 1985: 858-876. 76 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” gibi işlerle çalışma alanlarına dahil olmuşlardır (Tekeli, 1982: 198-204; Güzel, 1985). Bu anlamda on yıllık savaş döneminde savaşa kadınların fiilen katılımı siyasal ve sosyal hayat içerisindeki yerlerini pekiştirmelerini sağlamış, özellikle şehirli kadınların çalışma yaşamına katılmalarının yolunu açmıştır3. Kadını sosyal yaşamın ve çalışma yaşamının bir parçası haline getiren bu gelişmelerin ardından kadının biçimsel düzeyde yurttaşlaşma süreci aslında üç önemli aşamanın tamamlanması ile gerçekleşmiştir. İlk aşama bir halk rejimi olarak Cumhuriyet‟in ilan edilmesi (1923), bu kapsamda meşruluğunu Tanrı‟dan alan iktidar makamları olarak saltanat (1922) ve hilafetin (1924) kaldırılmasıyla halkın bir yarısı olarak kadınların da genel anlamda devletin meşruluk kaynağı haline gelmesidir. İkinci aşama 1926 tarihli Medeni Kanun‟un kabulü ile kadınların resmi evlilik ve yasal miras haklarını edinmesidir. Üçüncü ve son aşama ise kadınların 3 Nisan 1930‟da kabul edilen Belediye Kanunu ile belediye düzeyinde, 26 Ekim 1933‟te kabul edilen yasa ile köy muhtar ve heyetleri düzeyinde ve son olarak 5 Aralık 1934‟te kabul edilen Anayasa ve Seçim Kanunu‟ndaki değişiklikler ile milletvekili düzeyinde seçme ve seçilme haklarını edinmesidir. Bu üç aşamalı 11 yıllık süreçte Türkiye‟de kadın, biçimsel yurttaşlık boyutunda erkeklerle eşitlenmiştir (Arat, 1998: 68; Tekeli, 1982: 212-216). Bu düzenlemeler ile hayata geçirilen ve biçimsel boyutta kadınların erkekler ile eşitlenmesini sağlayan cumhuriyetin yurttaşlık statüsü, toplumsal cinsiyet rollerine bakmaksızın kadın ve erkeği haklar ve sorumluluklar düzeyinde eşitleyen bir biçimsel yurttaşlık algısına sahiptir. Oysa teoride kadını -tüm eksiklerine rağmen- yasa önünde erkekle eşitleyen yurttaşlık algısı, pratikte uzun yüzyıllar içinde erkek egemen gelenek, din ve yönetsel algılar içerisinde yoğrularak pekişen toplumsal cinsiyet rolleri ile karşılaştığında, pozitif ayrımcılığın da tanınmadığı koşullarda onlarla mücadele edememekte ve yenilmektedir. Bu nedenle Cumhuriyet‟in yasa önünde getirdiği yurttaşlık eşitliği, üzerinden geçen 80 yıla rağmen hâlâ kadınlar açısından gerçek anlamda bir eşitliği sağlayamamıştır. Temsil, üst düzey memuriyet, istihdam oranı, aile ve ev işlerindeki görev dağılımı ve özellikle şiddete maruz kalma başlıkları üzerinden sayısal düzeyde geride kalan 80 yıl dikkate alınırsa, Türkiye‟de „kadın‟ ve „eşitlik‟ kavramlarının yan yana gelebilmesi açısından kat edilmesi gereken daha uzun bir yol vardır. 1934‟te milletvekilliği düzeyinde seçme seçilme hakkını elde eden kadınlar 1935 yılında Meclis‟in %4.5‟ini oluştururken bu oran çok partili hayata geçiş yılı olan 1950‟de 0.6‟ya inmiş, uzun yıllar boyunca yüzde beşin altında seyrederken 2007‟de %14.4‟e çıkmıştır ve 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri‟nde 14.5 olarak gerçekleşmiştir (TÜİK, 2013: 131; Milliyet, 3 Kırsal bölgelerde yaşayan kadınlar ailece işlenen toprakta daima çalışma sürecinin doğal bir parçası iken, şehirde de alt sınıftan kadınlar bohçacı, çamaşırcı ve esnaf olarak çalışma yaşamının bir parçası olmuş, yalnız yönetici sınıflara mensup kadınlar (ağırlıkla da İstanbul‟da) hareme kapatılarak sadece çocuk doğurmak ve yetiştirmekle görevli „evcil kölelikle‟ görevlendirilmiştir. Bu konuda ilgili tarihsel veriler ve belgeler ışığında ayrıntılı bilgi için bkz. Tekeli, 1982: 195 vd. 77 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 02.11.2015)4. Birleşmiş Milletler‟in 2012 yılı verilerine göre bu oran İsveç‟te %44.7‟dir (TÜİK, 2013: 131). Ayrıca kadınların yerel yönetimler ve hükümet düzeyindeki temsilleri milletvekilliği oranının çok daha altındadır5. Kadınların vali, müsteşar, genel müdür, müdür yardımcısı vb. üst düzey memuriyet olarak sayılan görevlerdeki payı 2008‟de %8.7 iken bu oran 2013‟te ancak %9.3‟e çıkabilmiştir6. Diğer taraftan daha çok kadının “annelik” yönünün baskın geldiği bir meslek olarak okul öncesi eğitiminde erkeklerin oranı %5.8 ile sınırlı kalırken kadınların oranı %94.2‟ye çıkmaktadır (TÜİK, 2013: 120). Kadınların iş gücüne katılma oranı 2011 verileri ile OECD ülkeleri arasında en yüksek %77.3 ile İzlanda‟da iken en düşük oran %27.8 ile Türkiye‟dedir. Bu oran 2013 verileri ile %30.8‟e yükselmiş görünmektedir. Ve aynı yılın verileri ile Türkiye‟de kadınların iş gücüne dahil olmamalarının en yüksek oranda nedeni %58.7 ile ev işleriyle meşgul olmalarıyken, erkeklerin dahil olmamalarının en yüksek oranda nedeni %38.5 ile emekli olmalarıdır (TÜİK, 2013: 72, 74)7. Bu bağlamda kadınların çalışmalarının uygun bulunmamasının en yüksek oranda nedeni %56.3 ile asli görevinin çocuk bakımı ve ev işleri olarak görülmesi yer almaktadır (TÜİK, 2013: 101). Söz konusu gerekçe kapsamında kadın ile erkeğin ev işlerine dair sorumlulukları da toplumsal cinsiyet algılarına bağlı olarak ayrışmıştır. 2011 verileri ile kadın (anne) ve kız çocuk büyük oranda ütü, temizlik, yemek, sofra hazırlama gibi işlerle meşgul olurken erkek (baba) ve erkek çocuk da bakım-onarım, fatura ve badana gibi işlerle meşgul olmaktadır (TÜİK, 2013: 97). Yine 2011 yılı verileri ile erkekler aile ile ilgili olarak evin seçimi, tatil ve eğlence gibi konularda kararları almada ağırlıklı olarak belirleyiciliğe sahip iken, kadının ev düzeni, çocuklarla ilgili konular, alışveriş, akraba ve komşular ile ilişkiler konularında ağırlıkla belirleyici olduğu görülmektedir (TÜİK, 2013: 18). 4 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri‟nde toplam 98 olan kadın milletvekili sayısı ile Meclis‟teki kadın oranı Cumhuriyet tarihinin en yüksek düzeyi olan 17.8‟e çıkmışken, 1 Kasım 2015 Erken Genel Seçimi ile sayı 98‟e ve oran ise 14.5‟e gerilemiştir (Milliyet, 02.11.2015). 5 1980-2013 arasında kurulan hükümetlerde kadın bakan sayısı aynı anda en çok 2 olmuştur. Bunun dışındaki sayı ağırlıkla 1 iken, hiç kadın bakanın yer almadığı hükümetler de olmuştur. Ayrıca 1999, 2004 ve 2009 yıllarında yapılan yerel yönetimler seçimlerinde belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği ve il genel meclis üyeliği düzeyinde kadınların temsil edilme düzeyleri sırası ile şöyledir: 0.6, 1.6, 1.4-0.6, 2.4, 1.8 ve 0.9, 4.2, 3.3 (TÜİK, 2013: 131). 6 Kadın büyükelçilerin oranı 2001 yılında %6.2 iken 2013‟te 12.1‟e; kadın savcı oranı 2000 yılında %5 iken 2013‟te %6.6‟ya; kadın hakim oranı 2000 yılında %39.5‟iken 2013‟te 36.3‟e; kadın rektör sayısı 2011 yılında kamuda %4.9‟a özelde 6.8‟e; erkek öğretim üyelerinin sayısı 2000-2001 eğitim öğretim yılında 43.519 iken 2012-2013‟te 76.347‟ye yükselirken kadın öğretim üyelerinin sayısı sırası ile 24.361‟den 54.306‟ya doğru değişim göstermektedir (TÜİK, 2013: 121-129). 7 Kadınlarda işsizlik oranı 2004‟te %11 iken 2013‟te %11.9‟a yükselmiş, erkeklerde ise sırası ile %10.8‟den %8.7‟ye düşmüştür. Yine 3013 verileri ile istihdam edilenlerin işteki durumları da kadın ve erkek arasında oransal olarak farklılık göstermektedir. Erkeklerde sırası ile ücretli/yevmiyeli, işveren, kendi hesabına çalışan ve ücretsiz aile işçisi %67.3, %6.1, %22.1 ve %4.5 iken kadınlarda %56.6, %1.2, %10.7 ve %31.4‟tür (TÜİK, 2013: 77, 75). 78 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” 1935‟te erkeklerin %70.7‟si kadınların ise %90.2‟si okur yazar değilken bu oran 2012 itibariyle erkeklerde %1.4 kadınlarda ise %6.8‟e düşmüştür. Okullaşma oranları ise 2012-2013 veriler ile erkek ve kadınlarda ilkokul, ortaokul, ortaöğretim ve yükseköğretimde sırası ile %98.9, %93, %69.3, %38.6; %98.8, %93.2, %70.8, %38.4‟tür (TÜİK, 2013: 59). Bu anlamda 80 yıllık dönemde erkeklerle kadınların tek eşitlendiği alan eğitim olarak görülmektedir8. Son olarak kadınların şiddete maruz kalma oranları farklılık göstermekle birlikte ve kadınların eğitim düzeyleri değişse de değişmeyen bir „kader‟ olarak karşılarına dikilmektedir. 2008 verileri ile hiç eğitimi olmayan kadınların hayatlarının herhangi bir döneminde erkek şiddetine maruz kalma oranları %52.2 iken lise ve üzeri eğitimlilerde bu oran %25‟tir (TÜİK, 2013: 101)9. Yukarıdaki veriler göstermektedir ki Osmanlı‟nın son yüzyılında dernekler, gazeteler ve ev toplantıları ile başlayıp Cumhuriyet döneminde anayasal yurttaşlık ve yasal düzeydeki hakların gelişimi ile süren, 1980 sonrasında ise bilinç yükseltme toplantıları, cinsel tacize hayır kampanyaları, Anayasa ve yasalardaki kadın-erkek eşitsizliğini pekiştiren maddelere karşı yürütülen protesto kampanyaları10 ve yoğun kadın örgütlüğü ile devam eden 8 Ancak yine de gerek çocuk gelinlik, gerek kırsal bölgelerdeki geleneksel anlayışı ve gerekse de kent yoksulluğu eğitim söz konusu olduğunda erkek çocuktan önce kız çocuklarını vurduğu bilinmektedir. Kaldı ki 2012-13 Eğitim Öğretim yılında uygulamaya giren ve kısaca 4+4+4 Sistemi olarak bilinen yeni eğitim sisteminin eğitimi 4‟lü gruplara bölmesi sonrası kız öğrencilerin ortaokul sonrası eğitimden kopuşları artmıştır. 2014 yılında ortaokuldan mezun olan 36.401 kız çocuğunun açık liseler de dahil olmak üzere hiçbir kuruma kayıt yaptırmadığını açıklanmıştır (Cansu, 30.09.2015). 9 Kadına yönelik erkek şiddeti ile ilgili olarak devletin Emniyet ya da eski adı ile Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı 2011‟den sonraki adıyla Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı gibi birimleri tarafından herhangi bir düzenli kayıt tutulmamaktadır. Bu nedenle Türkiye‟de yıllar itibariyle kadına yönelik şiddetin türlerinin, sayısının ve nedenlerinin tam bir kaydına ulaşmak mümkün değildir. Ancak gerek devletin çeşitli birimlerinin gerekse kadın kuruluşlarının özellikle son yıllardaki açıklamaları üzerinden çeşitli veriler elde edilebilmektedir. Bu konuda bugüne kadar Türkiye‟de yapılan en kapsamlı ve devlet düzeyinde yapılan tek çalışma 2008 yılında bakanlık bünyesindeki Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü‟nce yürütülen Türkiye‟de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması‟dır (Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, 2009). Çalışma gerek bölgeler ve alt bölgeler gerekse farklı şiddet biçimleri düzeyinde kadına yönelik şiddeti incelemektedir. İnsan Hakları Başkanlığı tarafından 2007 yılında hazırlanan Töre ve Namus Cinayetleri Raporu, töre ve namus cinayetlerinin yıllara göre sayısını şöyle belirtmektedir: 2003: 159, 2004: 204, 2005: 201, 2006: 233 ve 2007: 231 (Töre ve Namus Cinayetleri Raporu, 2008). Yine Bianet İnternet Ağı tarafından basında çıkan haberler üzerinden derlenen verilere göre toplumsal cinsiyet temelli olarak işlenen cinayetler 2010‟da 217, 2011‟de 257, 2012‟de 165, 2013‟te 214, 2014‟te 281 ve 2015‟te 277‟dir (www.bianet.org, 16.01.2015 ve tarihsiz). Ayrıca kadına yönelik şiddete ilişkin olarak 2006-2007 yılları arasında daha çok doğu ve güneydoğu illeri ile Ankara‟yı kapsayan 27 ilde 150‟ye yakın kadın ile yüz yüze yapılan görüşmelerden oluşan bir araştırma için bkz. Altınay, Arat, 2007. Paragraf dahilinde söz konusu edilen tüm alanlarla ilgili olarak tüm Türkiye kapsamında olmasa da İstanbul-Ümraniye ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟da 1996-1997 yılları arasında yapılan bir çalışmanın verileri için bkz. İlkkaracan & İlkkaracan, 1998. 10 Kadının ev dışında çalışmasını kocasının izine bağlayan Medeni Kanun‟un 159. maddesi, ırza geçmede kurbanın fahişe olmasını hafifletici neden sayan TCK‟nın 438. 79 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 kadının Türkiye‟deki eşitlik mücadelesi, istenilen düzeyin çok gerisindedir. Dahası kadının 80 yıllık dönüşümler ve mücadeleler silsilesine rağmen temsil, istihdam, aile içi görev dağılımı ve şiddetten korunma konusunda erkeğin çok gerisinde olan bu konumu yetmezmiş gibi, son yıllarda devlet katında Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı çatısı altında bakanlık düzeyinde adına bile tahammül edilemeyen, kadına yönelik şiddeti önlemek için çıkarılan yasanın adının ve içeriğinin bile “Ailenin Korunması”11 kriteri ile biçimlendirildiği yeni bir anlayış yerleşmiştir. Bu anlamda kadın, kendisini yalnız anne, eş ve ev hanımı olarak konumlandıran, ona aile ve evlilik çatısı dışında rol atfetmeyen, organizmacı bir devlet kurumsallaşması ile karşı karşıyadır. Kadına yönelik şiddetin büyük oranda artması12 ve buna karşı bir devlet politikası geliştirilmemesi, kadının toplumsal düzeydeki konumunun gerilemesi ve kadının bakanlık düzeyinde giderek yalnız Aile Bakanlığı‟na sıkıştırılması13 ile karakterize olan bu kurumsallaşmada en önemli faktör ise 13 yıldır aralıksız iktidarda olan ve 2007-8 sonrasında giderek siyasal anlayış düzeyinde devletleşen AKP‟nin uyguladığı neoliberal politikalar ve onunla uyumlu olan İslamcı-muhafazakâr politikasının aile ve kadın algısıdır. AKP, ülkede 2001 Krizi gibi büyük bir ekonomik kriz ve buna bağlı olarak ana akım merkez siyasal seçeneklerin seçmen nezdinde tükendiği, bölgede ise 11 Eylül sonrasında başlayan ABD-Afganistan, ABD-Irak savaşları ve iç savaşları ile seyredecek belirsizlikler sürecinde 2002‟de iktidara gelmiş, Milli Görüş Geleneği‟nin İslamcı söylemini terk ettiğini idea ederek kendisini muhafazakâr demokrat olarak ifade etmiş bir partidir14. Muhafazakârlık, yaygın anlamı ile geçmişin muhafazası ve yeni düzenin reddi anlamını taşımakla birlikte, asıl olarak “modernizasyon sürecinde toplumu bir arada tuttuğuna inanılan aile, gelenek-görenek ve din gibi kurumların korunmasını ve bu kurumların modernlikle bir arada yaşayabileceğini salık verir” (Saraçoğlu, 2014: 257). Bu bağlamda en başından itibaren kendisini muhafazakâr olarak tanımlayan AKP, yine iktidara geldiği tarih ve koşullarda en başından itibaren tereddütsüz olarak uygulamaya koyduğu neoliberal politikaların ortaya çıkardığı yoksulluk, eşitsizlik ve işsizlik gibi sorunların toplumsal düzeni ve bireyi tehdit etmeye başladığı noktada din, aile, gelenekgörenek gibi kavramları neoliberal politikaların yarattığı zarara karşı birer araç olarak öne çıkarmıştır (Saraçoğlu, 2014: 258). Yani neoliberalizm ile din, gelenek ve aileyi bir arada yaşayabilen bir uyum içerisine sokmuştur. maddesine karşı yürütülen ve başarı ile sonuçlanan kampanyalar. Ayrıntı için bkz. Arat, 1998; Yılmaz, 2014; Altınay-Arat, 2007. 11 Yasanın tam adı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’dur. 12 Adalet Bakanının 2009‟da açıkladığı bilgilere göre kadın cinayetleri 2002'den, 2009'a kadar yüzde 1400 oranında artmıştır (www.ntv.com.tr, 24.11.2009). 13 Kadın Türkiye‟de daha önce başbakan (Tansu Çiller), İçişleri Bakanı (Meral Akşener), Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ve Çevre Bakanı (İmren Aykut), Milli Eğitim Bakanı (Nimet Çubukçu), Turizm Bakanı (Güldal Akşit) düzeylerinde temsil edilmiştir. 14 AKP‟nin bir hegemonya projesi olarak örgütlenmesi süreci ve dönemin ekonomik, siyasal, sosyal ve uluslararası koşullarının ve dengelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi için bkz. Yıldırım, 2010. 80 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” Ancak böyle olmakla birlikte AKP aileyi salt neoliberalizmin yarattığı tahribatı ortadan kaldıracak bir enstrüman olarak yansıtmamakta; aynı zamanda organik uyuma dayalı ideal millet tasarımına gönderme yapan bir metafor olarak da kullanmaktadır (Kaya, 2015: 60; Saraçoğlu, 2014: 257260). Yazıcı‟nın da belirttiği gibi (2012: 112) AKP açısından “ailenin çöküşü” retoriği genel olarak “Batı”yı karakterize eden bir olgu olarak ele alınmakta; diğer yandan Türk ailesinin gücü ise Türkiye‟nin karşı karşıya olduğu hemen bütün sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlara karşı birincil çözüm olarak yansıtılmaktadır. Aileye dönük bu referanslar bir yandan AKP‟nin bir siyasal kimlik formüle etmesine temel oluşturmakta; diğer yandan da özellikle sosyal politika ve refah mekanizmaları alanında gerçekleştirilecek somut ve maddi değişikliklerin söylemsel düzeyde meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. AKP‟nin yaptığı gibi aileyi organik toplum ve millet tasavvuru içinde model ya da çekirdek birim olarak konumlandırmak, tarihsel olarak sağ siyaset çizgisinin genel özelliği olarak görülebilir. Bu noktada aile bir yandan “millet”in bütünlüğünü temsil etmekte ve diğer yandan da patriyarkal bir siyaset-toplum hiyerarşisinin yeniden üretilmesinde de kullanılmaktadır. Bu sayede aile gibi bir millet tasavvuru, çatışmacı sosyal-siyasal analizlerin yerine sınıfsız-dayanışmacı tahayyülleri geçirmekte; eşzamanlı olarak da kadını bu bütünlüğün, dayanışmanın, sosyal uyumun sürdürülmesinde sahip olduğu toplumsal cinsiyet rolleri eşliğinde tanımlayarak “aile” içinde konumlandırmaktadır. Kadın yerine “Aile” Bakanlığı kurulması uygulaması da bu anlayışın izinde görülebilir. Bu anlayışın uzantısı olarak bir birey olarak kadın öznenin (yurttaş öznenin) yerini ancak sahip olduğu roller ve topluluk içindeki konumu ekseninde statü kazanan “aile içi yeniden üretim öznesi” almaktadır. AKP‟nin siyasal-sosyal tahayyülüyle uyumlu olarak ilerleyen bu dönüşüm; tarihsel olarak bir sağ parti olarak MHP‟nin de paylaştığı bir anlayışı yansıtmaktadır. Arıkan‟ın da belirttiği üzere (1998: 130); MHP parti programları da tarihsel olarak aileyi Türk toplumunun temel toplumsal birimi olarak görmekte ve “güçlü bir aile”nin Türk kültürünün korunmasını garanti altına alacak yapı olduğunu belirtmektedir. Adanmış ev hanımları olarak anneler bu geleneksel dokunun korunması için eğitim alacaklardır. MHP her ne kadar kadın haklarını savunduğunu belirtse de, Feminizm‟i aileye ve sosyal işlevlere karşı bir tehdit olarak değerlendirmektedir. Ki bu anlayışın iz düşümü aşağıda incelenecek olan partinin 1 Kasım Seçim Bildirgesi‟nde de görünür durumdadır. Sonuç olarak Türkiye‟de Osmanlı döneminde başlayan ve Cumhuriyet döneminde biçimsel düzeyde tamamlanan kadının biçimsel yurttaşlık düzeyinde erkekle eşitlenmesi süreci, tözel eşitlik düzeyinde hiçbir zaman gerçekleşemediği gibi son yıllarda gerek iktidar partisi olarak AKP‟nin gerekse özellikle kadın ve aile konusundaki ikili/ikircikli tutumu nedeniyle AKP ile kısmen benzeşen yer yer de seçmen tabanı için yarışan ve Doğu-İç Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde neredeyse seçmen tabanında eşitlenen, iç içe geçen bir özellik sergileyen MHP‟nin verdiği destek ölçüsünde daha da kötüye gitmektedir. 81 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 Siyasal Partilerin Kadın Algıları Yurttaş kadının Türkiye‟deki konumu yukarıda tespit edilen durumdayken ve Türkiye henüz 1 Kasım 2015‟te yeni bir genel seçimi arkasında bırakmışken, siyasal iktidarı elde etmeyi hedefleyen, bu doğrultuda siyaset yapan ve seçmen olarak kadınlardan oy isteyen ana akım siyasi partiler olarak AKP, CHP, MHP ve HDP‟nin15 yurttaşlar topluluğunun yarısını oluşturan kadına bakışı nedir? Kadının bireysel, toplumsal, siyasal/yönetsel, ekonomik ve ailesel konumunu, sahip olduğu ya da olması gereken haklarını nasıl algılamakta, nasıl anlamlandırmaktadır? Partilerin kadın algılarına bağlı olarak tespit ettikleri kadına ilişkin sorunlar ve bunlara dair çözüm önerileri nelerdir? Makalenin bundan sonraki bölümü tam olarak bu sorulara yanıt aramak üzere ana akım siyasal partilerin 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri‟ndeki seçim bildirgelerine odaklanacaktır. Partilerin kadın algıları incelenirken parti programları değil de 1 Kasım Genel Seçimleri için hazırladıkları seçim bildirgelerinin inceleme konusu edilmesinin nedeni ise farklı tarihlere sahip parti programlarına16 kıyasla seçim bildirgelerinin hem partilerin kadına dair algılarının son halini hem de bu durum üzerinden çözüm önerilerini yansıtabilme açısından parti programlarına kıyasla daha yakın tarihli bir çıkarım yapmamıza imkân sağlamasıdır. Ancak söz konusu incelemeye geçmeden önce belirtilmelidir ki bahsi geçen tüm partiler Türkiye‟de kadınların, kadın olmalarından kaynaklı olarak yaşadıkları çeşitli sorunlar olduğunu peşinen kabul etmektedir. Çünkü bu partilerin seçim bildirgelerinde erkekler için özel bir başlık bulunmamakla birlikte, kadın ayrı bir başlık altında incelenmiştir. Fakat hâl böyle olmakla birlikte, her bir partinin kadına dair algısı dünya görüşüne paralel olarak birbirlerinden ciddi farklılıklar göstermektedir. Bu elbette işaret ettikleri 15 Bu makale kapsamında ana akım siyasi partiler olarak adlandırılan partiler, 2001 Krizi‟nin biçimlendirdiği yeni dönemde (2001-2015) siyasete yönünü veren ana partilerdir. Söz konusu partiler hem 2001 sonrasında düzenlenen her genel ve yerel seçimde aşamalı olarak 2001 öncesinin geleneksel siyasi partilerini siyasal yelpazeden silmiş hem de yapılan seçimlerde halk tarafından en çok desteklenen ilk dört parti haline gelmiştir. Halktan aldıkları destek (oy oranları) birbirlerinden önemli oranlarla farklılaşmakla birlikte, söz konusu partiler bugün genel hatları ile siyasi partiler yelpazesinde İslamcılık-muhafazakârlık, sosyal demokrasi-cumhuriyetçilik, muhafazakâr Türk milliyetçiliği ve radikal demokrasi-Kürt milliyetçiliği olmak üzere dört farklı siyasi konumlanışı temsil etmektedir. 16 AKP‟nin parti programı partinin kuruluş tarihi olan 2001 yılında hazırlanmış ve daha sonra bir değişiklik geçirmemiştir. CHP‟nin programı 2008 tarihinde, MHP‟nin programı 2009 tarihinde ve son olarak HDP‟nin programı 2013 tarihinde hazırlanmıştır. Bu bağlamda, AKP‟nin programının hazırlanış tarihi ile HDP‟nin programının hazırlanış tarihleri arasında 12 yıllık bir zaman aralığı vardır. Bu zaman aralığı hem kadının Türkiye‟deki konumunda yaşanan önemli dönüşümlerin, hem önemli bir gündem maddesi haline gelen kadına yönelik şiddetin, hem de partilerin bu dönüşüme karşı zaman içerisinde geliştirdikleri yeni söylem ve çözüm önerilerinin dönüşüm geçirebileceği kadar geniş bir zaman aralığıdır. Bu nedenle seçim bildirgeleri üzerinden yapılacak bir inceleme, parti programları üzerinden yapılacak bir incelemeye kıyasla gelinen tarih itibariyle partilerin kadına bakış açılarını daha gerçekçi bir karşılaştırmaya tabi tutmamızı kolaylaştırmaktadır. 82 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” çözüm yollarına ve biçimlendirmek istedikleri yeni toplum, devlet, ekonomi ve aile yapısına da etki etmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Kadın Algısı Kuruluş aşamasından itibaren kendisini her koşulda muhafazakâr demokrat17 olarak tanımlamakla birlikte, parti programından hareket edilerek AKP‟yi bir muhafazakâr parti olarak tanımlamak oldukça güçtür. Çünkü eğer partilerin temel kimliğini, bu anlamda dünya görüşlerini tespit etmek açısından parti programları en temel yol gösterici metinler ise, AKP programı genel çerçevesi itibariyle daha çok liberal bir parti portresi çizmektedir. Bu genel liberal söylem içerisinde, programda, partinin muhafazakâr kimliğine işaret edebilecek en önemli ifadeyi ise ancak aile tanımından çıkarmak mümkün olabilmektedir. AKP, parti programında aileyi “toplumun temeli ve toplumsal dayanışmanın oluşmasında rol oynayan önemli bir kurum” olarak ifade etmektedir (AKP Parti Programı, 2001)18. Liberalizmin, her düzlemde ön plana çıkardığı ve geniş haklarla donattığı, bu anlamda düşüncesinin temeline yerleştirdiği birey ve bireyciliğe kıyasla, toplumun temeli olarak aileyi dikkate alıp bireyciliğe karşı da dayanışmacılığı ön plana çıkaran AKP‟nin aileye ilişkin söylemi, tipik bir muhafazakâr duruş göstergesidir. Ancak bunun dışında parti programında özellikle kadın başlığı üzerinden AKP‟nin muhafazakâr dünya görüşünü açığa çıkarmak mümkün değildir. Oysa partinin 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri için hazırlamış olduğu seçim bildirgesi gerek bütünlüklü olarak gerekse kadın başlığı üzerinden incelendiğinde AKP‟nin muhafazakâr kimliğini ve bu kimlik bağlamında kadın algısını açıklıkla yansıtacak bir içeriğe sahiptir. Yeni Türkiye Yolunda Daima Adalet Daima Kalkınma başlığını taşıyan AKP‟nin 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi, sunuş ve ekler dışında 360 sayfalık bir uzunluğa sahiptir. Bu ebatlar içerisinde “Kadın” başlığı beş (5) sayfalık bir uzunluğa sahipken, diğer bölümlere dağılmış olan kadına dair tespitler ve öneriler de yaklaşık bir o kadar uzunluğa sahiptir. Bu anlamda 360 sayfa içerisinde kadının yeri 10 sayfa ile sınırlanmıştır. Bu biçimsel konumlandırmanın ardından AKP‟nin kadın algısına dair öncelikle ifade edilmesi gereken şey partinin kadını her şeyden önce erkeğin „karısı‟19, „anne‟ 17 AKP, kuruluş sürecinde gerek Yalçın Akdoğan tarafından yazılmış olan 2003 tarihli Muhafazakâr Demokrasi kitabı ile gerekse 10-11 Ocak 2004‟te düzenlenen “Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyumu”nda ifade edilen düşüncelerin toplamı olarak kendisini muhafazakâr demokrat olarak tanımlamış, bu çerçevede parti kurucularının önde gelenlerinin siyasi geçmişini karakterize eden Milli Görüş Geleneği ile söylemsel ve tanımlama/tanımlanma düzeyinde bağlar koparılmak istenmiştir. Bu konuda bkz. Akdoğan, 2003; Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyum Kitabı, 2004. 18 AKP Programı partinin internet sitesinde, başlıklarına göre yüklendiği için sayfa numaraları olan bir kitapçık özelliği sergilememektedir. İlgili alıntı 5. 8. Aile ve Sosyal Hizmetler alt başlığında geçmektedir. Bkz. AKP Parti Programı, 2001. 19 AKP kadın-erkek ilişkileri söz konusu olduğunda eşitliğe işaret eden eş kavramı yerine karı-koca kavramlarını tercih etmektedir. Öyle ki bu durum partinin kurucu genel 83 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 ve „ev hanımı‟ olarak algıladığı yönündedir. Bildirgede söz konusu temel anlayış kendisini öncelikle “kadınlar toplumsal hayatın olduğu kadar ailelerimizin de temel direğidir” (s. 109)20, “kadınlarımız için iş ve aile yaşamını uzlaştırma politikalarını hayata geçireceğiz” (s. 113) ve aile içi şiddet bağlamında “hiçbir kadının savunmasız ve sahipsiz kalmaması gerektiği yolundaki temel anlayışımız” (s. 110) ifadelerinde ortaya koymaktadır. Bu kabuller kadının bağımsız bir birey olarak var olamayacağı, kocasının yokluğunda „savunmasız‟ ve „sahipsiz‟ kalacağı için onun „devlet baba‟21 tarafından sahiplenilmesi gerekliliğinden, ailenin temel direği olması nedeniyle ancak ev yaşamı ile uzlaştığı oranda çalışabileceği temel kabulüne kadar, aslında kadının toplumdaki temel konumlanışını belirleyen bir içeriğe sahiptir. Devlet-yurttaş, birey-iş, birey-aile ilişkilerinde kadını ikincil, bağımlı, korunması gereken birisi olarak gören bu anlayış, söz konusu görüşe paralel olarak da kadını öncelikle ev ve evlilik içine anne, karı ve ev hanımı olarak konumlandırmıştır. başkanı olan ve 10 Ağustos 2014‟e kadar da genel başkanı olarak kalan Recep Tayyip Erdoğan tarafından da birçok kez ifade edilmiştir. Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduktan sonra 24 Kasım 2014‟te Kadın ve Demokrasi Derneği‟nin (KADEM) düzenlediği 1. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesi'nde konu ile ilgili şu içerikte bir konuşma yapmıştır: “Burada bazen erkek-kadın eşitliği diyorlar. Kadın-kadına eşitlik doğru olandır, erkekerkeğe eşitlik doğru olandır. Ancak kadının özellikle adalet karşısındaki eşitliği aslolandır. Bunu yerine getirmeliyiz. Mağdur olanın zorla mağdur eden seviyesine çıkartılmasıdır eşitlik ya da tam tersidir. Kadınların ihtiyacı olan eşitlikten ziyade eşdeğer olabilmektir. Yani, adalettir. Buna ihtiyacımız var. Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Çünkü fıtratları farklıdır, tabiatları farklıdır, bünyeleri farklıdır. Örneğin iş hayatında hamile bir kadını erkek ile aynı şartlara tabi tutamazsınız. Bir anneyi, çocuğunu emzirmek zorunda olan bir anneyi bu tür yükümlülükleri olmayan bir erkekle eşit konuma getiremezsiniz. Kadınları erkeklerin yaptığı her işte çalıştıramazsınız, komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazmayı küreği, çalışsın. Olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına bir defa bu ters düşer” (www.cnnturk.com, 24.11.2014). Erdoğan‟ın bu açıklamasının tartışma yaratması sonrasında AKP Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu da benzer anlayışı sürdürerek “Madem ki „bir tarafta şu vardır, diğer tarafta da bu olacak‟ diye mekanik bir eşitliğe soktuğunuzda o zaman hayatı, tamamlayıcılık ilişkisini de yok etmeye başlıyorsunuz” tespiti ile kadın erkek eşitliğini mekanik bir eşitlik olarak gördüklerini ve bu nedenle eşdeğerlik kavramını kullandıklarını belirtmiştir. Üstelik eşdeğerlik kavramını kullanmalarının gerekçesini de yine kadının anneliği üzerinden açıklamıştır: “Mademki kadınlarımız insan neslini devam ettiren o ulvi görevi yürütüyorlar, tabii ki anne olmadan önce ve sonra, dinlenmek ve çocuklarına vakit ayırmak hakkına sahiptir. Bunu vermek hak vermek değil, sadece bir borç ödemektir. Manevi bir borç ödemektir” (www.diken.com.tr, 04.12.2014). 20 Makale boyunca atıflar sıklıkla ve arka arkaya seçim bildirgelerinden yapılacağı için, metnin okunmasını zorlaştırmamak amacıyla her seferinde uzun uzun atıf kuralına uyulmak yerine yalnız sayfa numarası yazılmakla yetinilecektir. Bu nedenle tüm partiler için kendi bölümleri dahilinde yapılacak olan seçim bildirgelerine atıflar, bölüm başında bildirgelerin adı anıldıktan sonra, yalnız sayfa numaraları belirtilerek yapılacaktır. 21 Bu anlayış ile bağlantılı olarak başbakan Ahmet Davutoğlu eşi Sare Davutoğlu ile birlikte katıldığı AKP Kadın Kolları Kongresi‟nde Özgecan Arslan Davası kapsamında katillere verilen ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası ile ilgili olarak yaptığı açıklamada kendisini bütün Türkiye‟de yaşayan kızların manevi babası olarak tanımlamış ve şöyle konuşmuştur: “3 kız babası olarak ve bütün Türkiye‟deki kız çocuklarının manevi babası olarak benim de yüreğim soğumadı” (Hürriyet, 06.12.2015). 84 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” AKP‟nin kadını “anne-karı-ev hanımı” konumuna sıkıştırılan bakış açısı ve kadını bu alanlarla sınırlama yaklaşımı, bildirgede, anne-çocuk dostu sağlık uygulaması (s. 91, 103), evlat edinme ve prematüre doğumlarda izin haklarının genişletilmesi (s. 97), şartlı eğitim desteklerinin annelere verilmesi (s. 98), doğurganlık hızının düşüşü bağlamında 3. çocuğa kadar doğum borçlanması (s. 100, 142), tüp bebek erişiminin kolaylaştırılması (s. 100, 144), kaliteli kreş ve gündüz bakım evleri ve teşvikleri (s. 113, 100)22, doğuma bağlı izin ve hakların güçlendirilmesi için ilgili kanunlarda değişikliklerin yapılması (s. 102), ilk çocuktan itibaren sırası ile 300, 400 ve 600 TL doğum hediyesinin verilmesi (s. 102) ve yine sırası ile 1., 2. ve 3. çocuklarda 2, 4 ve 6 ay süreyle yarı zamanlı/tam ücretli çalışma hakkı (s. 113), eşi vefat etmiş kadına sosyal yardım (s. 106), kadınların sağlık hizmetlerine kolay erişimi için ev ziyareti sistemi (s. 112), ev hanımına isteğe bağlı sigorta (s. 141), evde çocuk bakım hizmetleri yoluyla kayıtlı kadın istihdamının desteklenmesi (s. 146) türünden uygulamalar ve vaatler üzerinden pekiştirilmekte ve ilerletilmektedir. Kadını “anne-karı-ev hanımı” ekseninde algılayan AKP‟nin, aile ve evlilik konusundaki bakışı da kadının bu konumunu pekiştirmektedir. Her şeyden önce parti, Türkiye‟de istikrarlı olarak artan kadına yönelik şiddet konusunu bildirgesinde işlerken bu konuda önemli adımlar olarak iktidarı döneminde İstanbul Sözleşmesi‟ni23 imzaladığını ve Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’u çıkardığını belirtmektedir. Kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan ve AKP tarafından da bildirgede böyle kullanımı tercih edilen sözleşmenin tam adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi‟dir. Sözleşme sadece kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetle mücadele etmemekte, aynı zamanda kadın-erkek eşitliği ilkesinin hayata geçirilmesini amaçlamaktadır. Ve bunu yaparken de genel yönelimi ile tutarlı şekilde kadınları medeni durumlarına göre değil, şiddete uğrama gerçekliklerine göre değerlendirmekte ve korumayı hedeflemektedir. Sözleşme, şiddete uğramış kişilerin haklarını korumaya yönelik önlemler alırken cinsel kimlik ve cinsel yönelim de dahil olmak üzere hiçbir ayrımcılık yapılmamasını öngörmektedir. Sözleşmeyi imzalayıp onaylayan devletler, öncelikle kadına yönelik her türlü şiddeti önlemek ve bununla mücadele etmek için devlet çapında politikaların belirlenmesi ve uygulaması olmak üzere sorumluluklar üstlenmiştir. Sözleşme devletlere yüklenen bu sorumlulukları bütünler biçimde veri toplama ve araştırma yapılmasını 22 Kreş ve gündüz bakım evleri daima kadın/anne ile birlikte anılmaktadır. Erkek/baba ile değil. 23 İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011‟de İstanbul‟da imzalandığı için sözleşme kısaca bu ad ile anılmaktadır. Türkiye sözleşmeyi 25 Kasım 2011‟de TBMM‟de onaylamıştır. Sözleşme yeterli sayıda imzacı ülkenin imzalaması ile 1 Ağustos 2014‟te yürürlüğe girmiştir. Bu konuda bkz. www.kadinininsanhaklari.org, www.sendika7.org, 01.08.2014. 85 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 desteklemeyi de amaçlamaktadır24. Bu anlamda kadın-erkek eşitliğini tesis etmek, her türlü ayrımcılığı kaldırmak ve kadına yönelen şiddeti durdurmak açısından sözleşmenin Türkiye tarafından imzalanması önemli bir adım olmakla birlikte, sözleşmenin temel hedefleri daha en baştan sözleşmenin iç hukukun bir parçası haline getirilmesi sürecinde ortadan kaldırılmıştır. Çünkü sözleşmeyi iç hukuka taşıyan ilgili kanun Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun adını taşımaktadır. Yasa içerik itibariyle kadını kadın olarak korumakla birlikte, adında önceliği aileye vererek, kadının şiddete karşı korunmasını ailenin korunması şartına bağlayan bir genel bakış açısı ortaya koymaktadır. Bu anlamda yasanın evli olan-olmayan kadın ayrımını ortadan kaldırması, şiddete uğrayan kadının başvuru yapacağı makamları açıkça tarif etmesi, şiddet önleme merkezlerinin açılmasını karara bağlaması vb. gibi olumlu yönleri mevcuttur25. Ancak bir yasa tasarısı olarak Meclis‟e getirilmiş olması26 ve adının seçilme biçimindeki tercih dikkate alındığında, yurttaş kadını ve bu bağlamda bireyi ve birey haklarını ikincilleştirdiği rahatlıkla söylenebilir. Kaldı ki, yasaya yansıtılan bu bakış açısı yasadan bir yıl önce, 2011 yılında Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı‟nın kaldırılması ve yerine kurulan yeni bakanlığın adının Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olarak belirlenmesi ile de bir süreklilik arz etmektedir. Bu hali ile gerek yasanın gerekse yasanın öncelikle takipçisi olacak bakanlığın isimlerine ilişkin tercihin, AKP‟nin öncelikli hedefinin İstanbul Sözleşmesi‟nin işaret ettiği kadın-erkek eşitliğini tesis etmek ve her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmakla değil, şiddeti önlemeye dönük bir yasal zemin oluşturmakla ilgili olduğu saptanabilir. Üstelik eldeki veriler dikkate alındığında bu durumun da şüpheli olduğu görülecektir. Mor Çatı Kadın Sığınma Vakfı tarafından hazırlanan izleme raporunda, Yasa‟nın çıkarılmasından sonraki süreçte kadına yönelik şiddetin düzeyinde herhangi bir değişiklik olmadığı ve yaşanan şiddet vakaları karşısında da kanunun oluşturmaya çalıştığı zeminin AKP Hükümeti tarafından devlet kurumları düzeyinde yaratılamadığı görülmektedir (6284 Sayılı Kanun Uygulamaları İzleme Raporu, 2014)27. Yasanın „aileci‟ bakış açısı, bildirgede 24 Sözleşmenin taraf ülkelere yüklediği veri toplama sorumluluğu ile ilgili AKP Hükümeti 2011‟den beri devlet kurumları düzeyinde herhangi bir çalışma yapmamış olmakla birlikte, 2015 Seçim Bildirgesi‟nin 113. sayfasında şiddet istatistiklerinin tutulacağını belirtilmektedir. Bu konuda bugüne kadar Türkiye‟de yapılan en kapsamlı ve devlet düzeyinde yapılan tek çalışma 2008 yılında bakanlık bünyesindeki Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü‟nce yürütülen Türkiye‟de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması‟dır (Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, 2009). 25 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun‟un getirdiği olumlu değişiklikler ve içerdiği eksiklikler ile ilgili olarak bkz. Moroğlu, tarihsiz; Şener, 2012; Özbilen-Arslan, 2012. 26 Kanun‟un Meclis‟e getiriliş ve görüşülme sürecinin ayrıntısı için bkz. https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss181.pdf 27 15 Nisan 2013-15 Nisan 2014 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde Şiddet Önleme ve İzleme Merkezilerinin sayılarının sembolik olmasından saat 17:00‟den sonra uzman olmaması nedeniyle sığınan kadınların geri çevrilmesine, uzman psikolog yokluğundan binaların engelliler için uygun olmadığına, mesleki eğitim ve sağlık desteklerinin sağlanmamasından şiddete uğrayan kadınların başvurularının kovuşturmaya yer 86 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” yer verilen aile eğitim programları, evlilik öncesi eğitim programları ve aile destek programlarının uygulanmakta olduğuna ilişkin beyanlarla da (s. 97) pekişmektedir. Bu anlamda “anne-karı-ev hanımı” ekseninde kurulan kadın imgelemi aile ve evlilik konusundaki bakışla da tutarlı bir şekilde çevrelenmektedir. Seçim Bildirgesi‟nin genel kadın algısı anne-karı-ev hanımı ekseninde olmakla birlikte bildirgenin kadını yurttaş-birey olarak gören maddeleri de yok değildir. Bildirge bu doğrultuda Anayasa‟nın eşitliği düzenleyen 10. maddesinde yapılan değişikliğe atfen kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olmasının anayasal hükme bağlandığını belirterek başlamaktadır (s. 23). Ancak 2010 yılında AKP‟nin Meclis çoğunluğu sayesinde referanduma götürdüğü Anayasa Değişiklik Paketi ile gerçekleşen ilgili düzenleme bir yenilik olmaktan çok Anayasa‟nın ilgili maddesinde “cinsiyet ayrımcılığı gözetmeksizin” ifadesi üzerinden zaten var olan kadın-erkek eşitliği ilkesini “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir” ifadesini ekleyerek açıklığa kavuşturmak olmuştur. İlgili maddedeki asıl yenilik “Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz”28 ifadesi ile devlete bu alanda açık sorumluluk yüklendiği gibi, pozitif ayrımcılık konusunun da anayasal hükme bağlanmış olmasıdır ki bu düzenleme yurttaş kadının konumunu her alanda güçlendirmek açısından gerekli olan anayasal zemini netleştirmiştir. Yine kadın-erkek eşitliği konusu ile ilgili olarak bildirgede yer verilen geçmiş dönem uygulamalarına ilişkin Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu‟nun kurulmuş olması, bu süreci destekler nitelikteki uygulama adımlarıdır29. Fakat olmadığı gerekçesi ile konunun kapatılmasına, karakolda arabuluculuk girişimleri sonrası şiddete uğrayan kadına şiddet uygulayan ile barıştığına dair belge imzalatılmasından tedbir kararlarının çıkarılması için yalnızca ikametgahın bağlı olduğu mahkemeye başvurmaya zorlanmasına, 12 yaşından büyük çocukları olan kadınların sığınağa kabul edilmemesinden gizliliğin ihlaline, ilgili kamu personelinin kuralları bilmemesinden özellikle adli mercilerin yasadan kaynaklı hakları uygulamaktan kaçınmasına kadar yasanın çizdiği çerçevenin her aşamasının ihlal edildiği, kuralların uygulanmadığı görülmektedir (6284 Sayılı Kanun Uygulamaları İzleme Raporu, 2014). 28 Anayasa‟nın eşitliği düzenleyen 10. maddesinin eski hali şöyleydi: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” (Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları, 1994: 75). Yeni hali ise şu şekildedir:“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar” (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 2011: 5). 29 1 Kasım seçimleri sonrasında Meclis‟te komisyonların partilere göre üye dağılımları yapılırken ve sözcüleri belirlenirken Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonu‟na da 20 kadın ve 6 87 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 komisyon ile ilgili söylemin hemen arkasından kadın hakları ve bu anlamda eşitlik örneği olarak sadece “başörtüsü serbestliği”ne yer verilmesi göstermektedir ki AKP kadın-erkek eşitliği denildiğinde yalnız kadının başörtüsü takabilme hakkını anlamaktadır. Çünkü bu ifade “kız öğrenciler, kadın kamu çalışanları ile milletvekillerinin kıyafetlerine ilişkin kısıtlamaları kaldırdık” söylemi eşliğinde aslında kadınların bir bölümünün eğitim, memuriyete giriş ve milletvekilliğinin önünde bir engele dönüşmüş olan başörtüsü engelini kaldırarak kadın-erkek eşitliğinin tesisi yönünde önemli bir engelin kaldırılması anlamında pozitif bir adım olarak olumlanmaktadır. Bir boyutu ile hâl böyle olmakla birlikte, bu söylem başörtüsünün engel olduğu koşullarda başörtüsüz kadınların bakanlık, vekillik, üst düzey kamu yöneticiliği konumlarında önlerinin neden açılmadığını açıklayamadığı gibi, başörtüsü serbestliği koşullarında başörtülü kadınların bakan, vekil, üst düzey kamu yöneticisi konumlarında neden bir artış yaşanmadığını, kadının bakanlık düzeyinde neden istikrarlı olarak yalnız Aile Bakanlığı‟na sıkıştırıldığını da açıklayamamaktadır30. O nedenle eşitlik önünde daha pek çok somut engel bulunurken, kadın-erkek eşitliğinin yalnız başörtüsü serbestliği üzerinden kurulması, kadının yurttaşlık haklarının ilerletilmesi çerçevesinden değerlendirilebilecek bir olgu değildir. Bildirgede yer verilen kız çocuklarının okullaşma oranlarının arttırılması (s. 77, 111), kadının işgücüne katılım oranının % 27.9‟dan % 30.3‟e çıkarılmış olması ve bu oranı % 38 düzeyine taşıma hedefi (s. 111, 192), erken evliliklerin önlenmesi için aileye yönelik eğitim hizmetlerinin yaygınlığının ve etkinliğinin arttırılacağı vaadi31 (s. 112), kadın girişimciliğinin erkek üyesi olmasına rağmen 18 oyla AKP milletvekili bir erkek sözcü seçilmiştir. Komisyonun partilere göre üye dağılımı şöyledir: AKP 15, CHP 6, HDP 3, MHP 2 (www.sol.org.tr, 01.12.2015) 30 2 Kasım 2002‟den beri kurulan AKP Hükümetleri‟nde bugüne kadar kadınların temsil düzeyi şöyledir: 58. Hükümet: 1 kadın bakan (Güldal Akşit-Turizm Bakanı), 59. Hükümet: 1 kadın bakan (Önce Güldal Akşit, sonra Nimet Çubukçu- Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı), 60. Hükümet: 2 kadın bakan (Önce Nimet Çubukçu, sonra Selma Aliye Kavaf-Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı; Önce Hüseyin Çelik, sonra Nimet Çubukçu-Milli Eğitim Bakanı), 61. Hükümet: 1 kadın bakan (Önce Fatma Şahin, sonra Ayşenur İslam- Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı), 62. Hükümet: 1 bakan (Ayşenur İslam-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı), 63. Seçim Hükümeti: 2 bakan (Ayşen Gürcan-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı; Beril Dedeoğlu-Avrupa Birliği Bakanı), 64. Hükümet: 2 bakan (Sema Ramazanoğlu-Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı; Fatma SarıÇevre ve Şehircilik Bakanı). Hükümetlerdeki bakanlıkların dağılımı için bkz. www.wikipedia.org. 31 Erken evlilik ya da çokça „çocuk gelin‟ olarak ifade edilen evliliğe ilişkin Türkiye verileri farklı kurumlar tarafından ve farklı kapsamlar dahilinde yapıldığı için birbiri ile tutarsız, yıllar itibariyle düzensiz olmamakla birlikte elde kimi veriler mevcuttur. Burcu vd.‟nın 2015 tarihli çalışmalarında eldeki veriler şu şekilde aktarılmıştır: “UNICEF‟in (2014) verilerine göre Türkiye‟de 18 yaş altında evlilik yapan kadınların oranı %14‟tür. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından yapılan aile yapısı araştırmaları- nın (2006, 2011) verilerine bakıldığında, 2006 araştırmasında 18 yaşın altındaki kız çocuklarının evlilik oranı %31.7 iken, bu oran 2011 araştırmasında %29.2‟dir. Aile yapısı araştırmaları verilerine göre, Türkiye‟de 18 yaşın altındaki evlilikler daha çok kırda gerçekleşmekte ve bu oran Türkiye‟nin doğusuna doğru gittikçe daha da yoğunluk göstermektedir. 88 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” arttırılması için önlemler ve teşviklere ilişkin vaatler (s. 113, 137), kadının dışlandığı meslek alanlarında pozitif ayrımcılığın uygulanacağı vaadi (s. 110), kadınların bireysel ve toplumsal olarak daha da güçlenmeleri, daha kaliteli eğitim olanaklarına sahip olmaları, karar alma mekanizmalarındaki etkinliklerinin artırılması, işgücü piyasasına girişlerinin kolaylaştırılarak istihdamlarının artırılması, sosyal güvencelerinin sağlanması ve kadın girişimci sayısının artırılmasının temel hedefler olarak ifade edilmesi (s. 112), yurttaş kadının toplumdaki ve devlet düzeyindeki konumunu güçlendirmeye dönük olumlu vaatler olmakla birlikte, AKP‟nin geride kalan 13 yıllık aralıksız iktidarında vaat olarak sıraladığı bu başlıklarda eğitim32-ki eğitimde nitelik sorunu, eğitimin geneli için ayrı bir tartışma konusudur-, hariç ciddi ilerlemeler kaydetmediği gerçeği ile düşünülürse, yurttaş kadının konumunun güçlendirileceğine dair çok umutvar olmak da mümkün görünmemektedir. Çünkü 2003‟te kadın girişimci oranı % 12.0 iken bu oran 2012‟de ancak % 14.9‟a çıkarılabilmiş (Keskin, 2014: 82), kamuda üst düzey yönetici oranı 2011‟de % 9.2 iken 2014‟te 9.4‟e çıkarılabilmiş (TÜİK, 2013: 131; TÜİK, 05.03.2015), kabinede temsil edilme oranları 58. Hükümet‟te % 4 iken (25 üye içinde 1) 64. Hükümet‟te % 7.4‟e (27 üye içerisinde 2)33 çıkarılabilmiş, 18 yaş altı evlilik (erken evlilik) oranları da erkeklerde 2006‟da % 6.5 iken 2011‟de % 5.8‟e indirilirken kadınlarda sırası ile % 31.2‟den % 28‟e indirilebilmiştir (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 2014: 122). Sonuç olarak, AKP Seçim Bildirgesi sadece seçime girecek bir partinin vaatleri olarak değil, aynı zamanda geride kalan aralıksız 13 yıllık iktidar sahipliğinin uygulamaları üzerinden de değerlendirildiğinde ve bu anlamda vaat-uygulama dengesi üzerinden bakıldığında, partinin kadını devlet karşısında erkekle eşit haklara sahip bir yurttaş, iş/istihdam alanında erkekle eşit haklara sahip bir birey, aile içerisinde de aileye ve çocuklara ilişkin sorumlulukları erkekle eşit paylaşan ve eşit karar alma hakkı olan bir aile Ayrıca 2011 yılındaki aile yapısı araştırmasında eğitim düzeyi yükseldikçe evlenme yaşının da yükseldiği belirtilmiştir. Türkiye‟de konuyla ilgili istatistiki verilere ulaşılacak diğer bir araştırma çalışma da Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması‟dır. Bu araştırma 2549 yaşlarındaki kadınların, %25‟inin 18 yaşından önce, %5‟inin de 15 yaşından önce evlendiklerini ortaya koymuştur. Araştırmada Türkiye‟de kadınların ortalama evlenme yaşının 20.8 olduğu tespit edilmiştir” (Burcu vd, 2015: 70). Diğer taraftan 2012 tarihli bir başka çalışma olan ve 2008 Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verisi kullanılarak lojistik regresyon analizi yöntemiyle yapılan bir incelmenin sonucuna göre her 10 kadından 3‟ünün çocuk gelin olduğu tespit edilmiştir (Yüksel Kaptanoğlu & Ergöçmen, 2012: 129). 32 AKP‟nin iktidara geldiği 2002-2003 eğitim öğretim yılında ilköğretim (8 yıl), ortaöğretim (3 yıl) ve yükseköğretim düzeylerindeki okullaşma oranları erkeklerde ve kızlarda sırası ile % 94.49 ve % 87.34; % 55.72 ve % 45.16; % 15.73 ve % 13.53 iken bu oranlar 2014-2015 eğitim öğretim yılında ilkokul (4 yıl), ortaokul (4 yıl), lise (4 yıl) ve yükseköğretim düzeylerinde sırası ile % 96.04 ve % 96.57; % 94.39 ve % 94.30; % 79.46 ve % 79.26; % 37 ve % 41.1‟e yükselmiştir (MEB Örgün Eğitim İstatistikleri, 2015). 33 İlgili veriler söz konusu hükümetlerin üye sayıları üzerinden kadın üye sayısına oranlanarak hesaplanmıştır. 89 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 bireyi olarak görmediği açıktır34. Genel algı düzeyinde AKP, kadını “anne-karıev hanımı” üçgenine hapsetmiştir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Kadın Algısı 2008 tarihli Çağdaş Türkiye İçin Değişim başlığını taşıyan programında ideolojisinin üç ana kaynağı olarak Atatürk‟ün modernleşme devrimi ve Altı Ok, sosyal demokrasinin evrensel kuralları ile Anadolu ve Trakya‟nın tarihsel ve felsefi birikimine işaret eden Cumhuriyet Halk Partisi, kendisini bir sosyal demokrat parti olarak tanımlamaktadır (CHP, 2008: 2324). Bu kapsamda da parti programını şekillendirirken bu üç ana bileşenden oluşan ideolojisine uygun olarak kendisine “kadını erkeği her alanda eşit bir Türkiye hedefi” belirlemektedir (CHP, 2008: 52). Belirtilen bu hedefi belirlerken “kadını özgürleştirmek, çevre baskısından ve feodal yapının etkisinden kurtarmak, sosyolojik kökenden kaynaklanan sıkıntıları gidermek” amacından hareket eden parti, “kadınlara her alanda fırsat eşitliğini, çağdaş laik demokratik Cumhuriyet‟in var olma koşulu olarak” ve “kadın sorununu bir demokrasi, insan hakları ve eğitim sorunu” olarak tespit etmekte ve bu çerçeveden hareketle de programında eğitimden istihdama, yönetime katılımdan aile içi konumlanışa kadar her alanda kadın-erkek eşitliğini tesis edecek düzenlemeler setine yer vermektedir (CHP, 2008: 52 vd.). Bu nedenle parti programı düzeyinde ele alındığında CHP, kadın-erkek eşitliğini Cumhuriyet‟in olmazsa olmazı olarak belirtirken kadını erkekle eşit anayasal ve yasal haklara sahip Cumhuriyet‟in varlık nedeni bir yurttaş olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Partinin program düzeyindeki bu anlayışı Önce İnsan, Önce Birlik, Önce Türkiye başlıklı 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi‟ne de aynen yansımıştır. Giriş, sunuş gibi kısımların dışında 210 sayfalık bir uzunluğa sahip olan bildirgede “Güçlü Kadın, Güçlü Toplum ve Güçlü Kadın, Güçlü Çocuk” başlıkları altında kadına yaklaşık beş (5) sayfalık bir yer ayrılmakla birlikte, bunun dışında bildirgenin demokrasi, özgürlük, eğitim, istihdam-girişimcilik, dış politika, aile, sivil toplum, kalkınma, ekonomi, yönetim gibi tüm başlıklarının da partinin kadın-erkek eşitliği anlayışı uyarınca yurttaş kadın ve kadın hakları çerçevesinden yazıldığı görülmektedir. Bu bağlamda CHP‟nin yurttaşlık kavrayışı önemlidir. Çünkü parti seçim bildirgesinde diğer üç partiden farklı olarak özel olarak yurttaşlıktan ne anladığını belirtmiş konumdadır. CHP “yurttaşlığı sembolik bir hukuki statü olarak değil, bireyleri demokratik dönüşüm ve dayanışma gücüne kavuşturan bir siyasi fırsat” ve “barışçı ve demokratik bir gelecek için dayanışmayı seçen insanların demokratik yönetim iradesine sahip olması olarak tanımlamaktadır” (s. 27). Yurttaşlığı “barışçı ve demokratik bir gelecek için dayanışmayı seçen insanların demokratik yönetim iradesi” olarak değerlendiren bu anlayışın 34 Seçim bildirgesinde annelik görevine karşılık babalık görevi ve konumuna yalnız babalık izni bağlamında yer verilmektedir (s. 97, 137) . Çocuğa ilişkin diğer tüm düzenlemeler ise anne/annelik ile birlikte ele alınmaktadır. 90 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” uzantısı olarak da parti seçim bildirgesinde diğer toplumsal gruplarla birlikte “birinci sınıf demokrasiyi kadın haklarını, kadınlar ile beraber savunarak getireceğini” (s. 21) belirtirken, önceliği olarak belirlediği “Özgürlükler Cumhuriyeti”ni kurmak için de diğer tüm kırılgan kesimlerle birlikte “kadının her türlü baskıcı ve ataerkil güç odaklarına karşı savunulması gerekliliği”ni vurgulamaktadır (s. 27). Bu anlamda CHP seçim bildirgesinde kadını, demokrasinin asli unsuru, anayasal ve yasal düzeyde korunması gereken haklara sahip bir yurttaş olarak görmektedir. CHP‟nin kadını yurttaş, yurttaşı da demokrasinin asli öznesi olarak değerlendiren bu bakışı, bildirgenin ilerleyen bölümlerindeki tespitler ve sorunların çözümüne ilişkin vaatler ile de bütünlenmektedir. Bu kapsamda CHP‟nin kadına ilişkin yurttaşlık ve kadınlığı ön plana alan bakış açısı, bildirgede yer verilen “eşit temsil, eşitlikçi yasalar” için (s. 103) “kadın-erkek eşitliğini yaşamın tüm alanlarında sağlamak için gereken yasal düzenlemeleri yapacağız” (s. 45)35, “Kadın-Erkek Eşitliği Genel Müdürlüğü kuracağız”, “TBMM‟deki Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu‟nu, Kadın-Erkek Eşitlik Komisyonu olarak değiştireceğiz”, “bu Komisyonu asli komisyon haline getirerek, tüm yasaların eşitlik açısından gözden geçirilmesini sağlayacağız”, “toplumsal cinsiyet eşitliğine dayalı bütçelemeyi, hem yerel yönetimlerde hem de genel bütçede zorunlu hale getireceğiz” (s. 103) 36, “kadınların yönetim kademelerinde daha geniş yer almaları için kamuda cinsiyet kotası, özel sektörde ise teşvik uygulamaları getireceğiz (s. 101), “Hâkimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimlerinde kadınların temsilini artırmak için cinsiyet kotası getireceğiz” (s. 39), “her düzeyde eşit katılım” (s. 103) için “kadın örgütlerini ulusal ve yerel düzeyde karar alma süreçlerine dahil edeceğiz” (s. 45), “mahalli düzeyde kadın komisyonları kuracağız. Mahalli kadın komisyonlarına, belediye meclisi toplantılarına katılma hakkı tanıyacağız”, “kent konseyleri kadın meclislerini yaygınlaştırıp güçlendireceğiz”, “kadınların sendikalara ve sivil toplum kuruluşlarına katılımını ve bu kuruluşların yönetimindeki etkinliklerini artırmak için teşvik uygulamaları getireceğiz” (s. 103), “ayrımcılıkla mücadele” için (s. 94) “ücretlerin belirlenmesinde cinsiyetçi ve kimlikçi yaklaşımlarla ve tüm diğer ayırımcılıklarla mücadele edeceğiz”, “kadın istihdamını teşvik edeceğiz”, 35 CHP, bildirgesinin ilerleyen bölümlerinde bir ülkenin dünyada saygın bir yerinin olması için kadın erkek eşitliğinin toplumun en temel değeri haline gelmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. Bu anlamda parti, dünya ülkeleri arasında Türkiye‟nin konumunun yükseltilmesi açısından da kadın-erkek eşitliğini olmazsa olmaz olarak görmekte ve bunun için de kadının hem eğitim oranını hem de işgücüne katılım oranını arttırmayı temel sorumluluğu olarak görmektedir (s. 221-222). Yine parti Türkiye‟yi bölgesinde “kadın eşitliğine önem veren bir ilham kaynağı” haline getirmeyi vaat ederken ve “dünyada kadın haklarını savunan bir düzenin kurulmasını destekleme” sözü vermektedir (s. 204, 203). 36 Bu ifade bildirgede “toplumsal cinsiyete dayalı bütçeleme” olarak geçmektedir. Ancak bildirgenin bütünündeki kadın-erkek eşitliğini sağlama hedefi ve bu bağlamda her alanda toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ile mücadele hedefi dikkate alındığında burada bir yazım yanlışı olduğu sonucuna ulaşmak doğru olacaktır. Bildirgenin bu genel anlayışı doğrultusunda bu kısım toplumsal cinsiyet eşitliği olarak dikkate alınmıştır. 91 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 “kadınların bakım yükümlülüğünü azaltacağız” (s. 94), “ekonomik bağımsızlık için, kadınlara daha fazla ekonomik destek, çalışma yaşamında kadınlara öncelik ve kadına yönelik ayrımcılıkla mücadele” (s. 100-101) için “„Kadın İstihdamlı Büyüme Modeli‟ ile kadınların güvenceli ve nitelikli işlerde çalışmasını sağlayacağız”, “kadınlardan sorumlu olacak bakanlığın çalışanlarının %70‟inin kadınlardan oluşmasını sağlayacağız”, “kadınların iş gücüne katılımını kısa vade %40‟a, uzun vadede %60‟a çıkaracağız”, “kadınlara yönelik mesleki eğitim kurslarını iş gücü ihtiyacı ve bireylerin becerilerini merkeze alarak düzenleyeceğiz” (s. 100), “çalışma hayatında kadınların önündeki engelleri kaldıracak tedbirler alınarak iş gücüne katılımı artıracağız” (s. 50, 51, 54), “İş Yasası‟nda kadınlara yönelik doğrudan ve dolaylı ayrımcılığı net olarak tanımlayacak, etkin yaptırımlar yoluyla ayrımcılıkla mücadele edeceğiz”, “sözel, fiziksel ve psikolojik taciz ve „mobbing‟ kavramlarını İş Yasası‟na ekleyeceğiz”, “kadınların yönetim kademelerinde daha geniş yer almaları için kamuda cinsiyet kotası, özel sektörde ise teşvik uygulamaları getireceğiz”, “kadınların dışlandığı iş alanlarında mesleki eğitimde pozitif ayrımcılık uygulayacağız, bu alanlarda istihdam kotaları ve vergi indirimleri getireceğiz”, “kadınların çalışma yaşamına katılmasının önündeki engellerden biri olan ulaşım ve güvenlik sorunlarını çözeceğiz”37, “„eşit işe eşit ücret‟ anlayışıyla hareket edecek; kadınların, emeğinin karşılığını eksiksiz şekilde almasını sağlayacağız” (s. 101), “kadın girişimcilere verilen şirket kredilerine özel teşvikler sağlayacağız” (s. 56)38, “kamu alımlarında, kamu ihale mevzuatını gözeterek, tedarik bütçelerinin % 15‟inin kadın girişimciler ve genç girişimcilerin kurduğu firmalardan yapılacak alımlar için kullanılması yönünde düzenlemeler yapacağız” (s. 57), “kamu hizmetlerinde kadın, genç ve engelli yurttaşlarımızın istihdam edilme olanaklarını artıracağız” (s. 64) 39, “kadın işsizlere yeni beceriler kazandıracak kısa süreli eğitim programları uygulayacağız” (s. 98)40, “eğitim kadın erkek eşitliğinin en önemli aracı 37 “CHP‟nin ana hedefi Türkiye‟yi yurttaşlarımızın ve özellikle kadınların başta evleri ve yaşadıkları köy ve mahalle olmak üzerinde yurdun her köşesinde kendilerini güvende hissedecekleri bir ülke haline getirmek olacaktır” (s. 121). 38 Bu kapsamdaki teşvikler, krediler bildirgede şu şekilde yer almaktadır: “Kadınların hâkim ortak olduğu şirketlere verilen KOBİ desteklerinde hibe oranını % 50‟den % 67‟ye çıkaracağız. Yeni iş kuracak kadın girişimcilere faturalı harcamaları karşılığında 33 bin TL‟si avans olmak üzere 88 bin TL hibe ödeyeceğiz. Hâkim ortağı kadın olan KOBİ‟lerin işlerini büyütmek için kullanacakları kredilerde faizin % 33‟lük bölümünü Kredi Garanti Fonu‟na ödeteceğiz. Bireysel Emeklilik Sigortası‟nda devletin katkısını kadınlar için % 33‟e çıkaracağız. En az % 33 kadın istihdam eden şirketlere kurumlar vergisinde indirim uygulayacağız. BİST‟e kayıtlı şirketlerin yönetim ve danışma kurullarındaki kadın oranını kota uygulaması ile kademeli olarak % 33‟e çıkaracağız. Kadın kooperatiflerini destekleyecek ve çeşitlendireceğiz” (s. 100). 39 “Tam gün eğitim çerçevesinde tüm öğrencilere sunulacak sıcak öğle yemeği projesini kadın istihdamı ve yerel tarımsal girdilerin kullanılmasını önceleyerek kooperatifler eliyle hayata geçireceğiz” (s. 72). 40 “İŞKUR ile Mesleki Yeterlilik Kurumu iş birliği içerisinde, vasıfsız bırakılmış lise mezunu isçilere beceri kazandırmaya dönük uzun vadeli bir eğitim programı uygulayacağız. Programı bitirdikten sonra yeni işe giren kadınlar ve 18-29 yaş 92 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” olacaktır” (s. 117) ve “eğitimde eşit fırsat” için (s. 102) “kız çocuklarının örgün eğitim içinde kalmasını ve bir yıl okul öncesi eğitim dahil olmak üzere 13 yıllık zorunlu eğitimi eşit koşullarda tamamlamasını sağlayacağız”, “parasız yatılı okullarda ve üniversite yurtlarında, kontenjanları cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldıracak şekilde düzenleyeceğiz”, “eğitim sisteminde kadınların toplumsal cinsiyet rollerine göre değil, bireysel beceri ve isteklerine göre yönlendirilmelerini sağlayacağız”, “eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış her kadına, eğitimini tamamlaması için fırsat tanıyacağız”41, “toplumsal cinsiyet ayrımcılığına yol açan söylemleri eğitim müfredatından kaldıracağız” (s. 102, 132, 134) biçimindeki vaatlerle bütünlenmektedir. Söz konusu vaatlere ek olarak CHP kadını toplumda ve ailede güçlendirmek için aile, sosyal yardımlar ve şiddet konularına da kadın öncelikli bir bakış açısı üzerinden yaklaşmaktadır. Bu çerçevede “demokratik aile anlayışını” (s. 102) temel alan parti, kadını toplumda ve ailede hem ekonomik açıdan hem de söz ve karar hakkı açısından güçlendirme (s. 88, 89) amacı doğrultusunda “Aile Sigortası desteklerini kadınlara yapma” ve “çocuk desteklerinin sürdürülmesini, kız çocuklarının okula gönderilmesi şartına bağlamakta”dır (s. 92). Yine bu kapsamda kadınların aile içindeki bakım yüklerinin azaltılması için bakım hizmetlerinin kurumsal, ücretsiz ve nitelikli olmasının sağlanması, bakım hizmeti verenlerin sosyal güvenlik kapsamına alınması, tarım sektörü, ev hizmetleri, evden çalışma gibi ağırlıklı olarak kadınların çalıştığı alanların kayıtlı hale getirmesi, bu alanlarda sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, kadının işgücünden kopmaması için ebeveyn izninin yaygınlaştırılması, kreş açma yükümlülüğünün yalnız kadınları değil tüm çalışanları temel alacak şekilde düzenlenmesi de partinin düzenlemeleri arasındadır (s. 101). Özellikle kız çocuklarının erken yaşta evliliğinin önüne geçme (s. 110)42 yönündeki vaat de kadını ailede ve toplumda güçlendirmenin önemli bir adımı olarak yukarıdaki diğer vaatleri bütünlemektedir. CHP‟nin kadın yurttaşı merkezine alan bakış açısında son olarak değinilmesi gereken nokta kadına yönelik şiddet konusudur. Bu kapsamda parti şiddetin kaynağı olarak gördüğü “baskıcı ataerkil anlayışla kararlılıkla mücadele edeceğini”,“kadına yönelik şiddete karşı „sıfır tolerans‟ anlayışıyla hareket edeceğini” ve “kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmesine son vermek için gereken tüm önlemleri alacağını” belirtmektedir (s. 45). Söz konusu genel kabulün hayata geçirilmesi için partinin öneri-vaatleri de şunları kapsamaktadır: “İstanbul Sözleşmesi‟nin tam olarak uygulanmasını sağlayacağız”, “kadınlara yönelik şiddeti ağır suçlar kapsamına alacak şekilde Türk Ceza Kanunu‟nda gerekli değişiklikleri yapacağız”, “demokratik aile arasındaki erkekler için 4 yıl boyunca; 29 yaş üzeri erkekler için 3 yıl boyunca sigorta işveren primlerinin kamu tarafından desteklenmesini sağlayacağız” (s. 65). 41 “Eğitimini yarıda bırakan iki milyondan fazla genç kızın telafi eğitimi ve uzaktan eğitim programları ile eğitimlerini tamamlamalarını sağlayacağız” (s. 104). 42 CHP sadece yurttaşların değil aynı zamanda sığınmacı konumda olan Suriyeliler‟de de yaygın olan çocuk evliliklerinin önüne geçeceğini belirtmektedir (s. 207). 93 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 anlayışının yerleşmesi için toplumsal bilinçlendirme çalışmaları başlatacağız”, “şiddete maruz kalan kadınları, hakları konusunda bilgilendirmek amacıyla geniş çaplı kampanyalar yürüteceğiz”, “mağdurlarla ilgilenen kamu görevlilerinin, kadınlara yönelik şiddet konusundaki tutum ve davranışlarını iyileştirmek için eğitimler düzenleyeceğiz. Bu alandaki denetim mekanizmalarını geliştireceğiz”, “kadınlara yönelik şiddetle mücadele için yerel ve ulusal bütçelerden yeterli ödenek ayıracağız”, “şiddet mağdurlarının, öncelikle güvenliğini garanti altına alacağız”, “mağdurların acilen ve maddi yük altına girmeden güvenli bir ortama kavuşmaları için gereken idari ve mali yapıyı oluşturacağız”, “sığınma evlerinin sayısını ve niteliğini artıracağız, sığınma evlerinin, şiddete uğrayan kadınların normal hayata geçişlerindeki işlevini geliştirecek, AB standartları düzeyine gelmesini sağlayacağız”, “karakollar ve aile mahkemelerinde aile içi şiddet birimleri oluşturacağız. Bu birimlerde görev yapacak personelin eğitimli ve donanımlı olmasını sağlayacağız”, “şiddet mağduru kadınlara, barolarla iş birliği içinde, 7 gün 24 saat hukuki destek verilmesini sağlayacağız” (s. 102, 103). Kadını yurttaş olarak yönetime katılımdan istihdama, eğitimden sağlığa43 ve spora44 kadar tüm alanlardaki hakları ve imkânsızlıklarını giderme boyutundan ele alan CHP, kadının anne yönünü de bildirgesinde ele almıştır. Bu kapsamda seçim bildirgesinde “her annenin ihtiyacı olan vitaminlerin ücretsiz olarak sağlanması”, “anne, bebek ve çocuk ölüm oranlarının hızla düşürülerek, bölgesel farklılıkların ortadan kaldırması”, “doğum ve yeni doğan bakım hizmetleri başta olmak üzere, gerekli her türlü hizmetin AB ülkeleri düzeyine getirilmesi”, “tüm yurttaşların bu hizmetlerden eşit şekilde yararlanmasının sağlanması”, “bütün doğumların, her yerde ücretsiz ve sağlık personeli yardımıyla, güven içerisinde gerçekleşmesinin temin edilmesi”, “gebe, lohusa, bebek ve çocukların beslenme ve bebek bezi gibi ihtiyaçları için Aile Sigortası Programı kapsamında yoksul ailelere destek sağlanması, ücretsiz ilaç temin edilmesi”, “tüm büyük işletmelerde emzirme odası ve birinci basamak sağlık hizmeti verebilecek ünitelerin olmasının sağlanması” (s. 145, 146), “doğum borçlanması hakkının, doğum yaptıkları dönemde sigortalı olmayan annelere de tanınması” (s. 100) türünden düzenlemelerin yapılacağına ilişkin kadının annelik özelliğine seslenen vaatlere yer verilmektedir. Ancak söz konusu vaatler “ailelerin istedikleri sayıda çocuk sahibi olmasını destekleyeceğiz”, “aile planlamasına erişimin önündeki engelleri kaldıracak, bu hizmetleri isteyen herkese ücretsiz sunacağız”, “doğum aralıklarının anne ve çocuk sağlığı açısından risk yaratmayacak düzeye getirilmesi için önlemler alacağız”, “özellikle kırsal bölgelerde ve kentlerdeki yoksul semtlerde yurttaşlarımızın cinsel sağlık ile lohusa ve bebek sağlığı konularında bilinçlendirilmesi için çalışmalar yürüteceğiz” (s. 145) biçimindeki aile planlaması, ailelerin devletin ya da hükümetlerin istediği kadar değil kendi istedikleri kadar çocuk yapmalarının desteklenmesi ile ilintili düzenlemeler ve kadının anne olurken çocuk 43 44 “Kadınlara yönelik sağlık taramalarına süreklilik kazandıracağız” (s. 145). “Sporda kadın ve erkeklere fırsat eşitliği sağlayacağız” (s. 156). 94 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” konusundaki karar vericiliğinin yolunu açan, kadının sağlığını bebek ile birlikte değerlendiren vaatlerle birlikte ele alındığında, CHP‟nin kadını eşitlikçi olmayan bir aile düzeninde sadece anneliğe indirgeyen değil, demokratik bir aile düzeninde kadını yurttaş, birey özellikleri temel olmak üzere annelik yanı ile de birlikte değerlendiren ve anneliğe bağlı haklarını da bu kapsamda güvence altına alan, iyileştiren bir yaklaşım sergilediği görülmektedir. Bu kapsamda AKP 3 çocuğa kadar doğum borçlanması uygulaması ile kadını salt anneliğe teşvik ederken, CHP‟nin çocuk sayısı belirtmeden uygulayacağını söylediği doğum borçlanması, tıpkı Aile Sigortası desteklerini kadını ekonomik açıdan güçlendirme hedefi doğrultusunda kadına verme uygulamasında olduğu gibi, kadını ekonomik ve sosyal güvenlik açısından zorda bırakmadan anneliğini yaşayabilir konuma getirmek açısından önemlidir. Sonuç olarak CHP, seçim bildirgesinde kadını yurttaş olarak algılayıp ona eşit yurttaşlığının önündeki engelleri kaldırmayı vaat ederken, yurttaş ve kadın vasıflarını geri plana atmadan, demokratik bir aile yapısı içerisinde ekonomik, sosyal güvenlik ve sağlık boyutlarından desteklenecek annelik haklarını da garanti eden bir anlayış sergilemektedir. Milliyetçi Hareket Partisi’nin Kadın Algısı Parti programında kendisini tanımlarken “Türk milletinin milli ve manevi değerler manzumesinin tamamını esas alarak siyaset yapan” ve “milliyetçiliği hayatın her alanında, uygulanabilir bir siyasal yönetim projesi olarak benimseyen” (MHP; 2009: 15) biçiminde ifadeler kullanan Milliyetçi Hareket Partisi, parti ideolojisi olarak Türk Milliyetçiliği‟ni benimsediğini programında ifade etmektedir. Bu milliyetçilik içerisinde de genel olarak kadın-erkek ayrımı yapmadan milleti oluşturan tüm yurttaşlara seslenmektedir. Bu bağlamda MHP, programında kadın konusunu çok ayrıntılı olarak düzenlememekle birlikte, kadın başlığı altında kadını yurttaş birey olarak gören bir anlayışa sahip olduğunu, “her türlü fiili ve hukuki ayrımcılığa karşı oldukları” ve “kadınların saygınlıklarına gölge düşüren, temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, istismarlarına yol açarak, toplumda geri planda kalmalarına sebep olan her türlü çağ dışı uygulamalara son verileceği” türünden ifadeleri ile ortaya koymaktadır. Diğer taraftan MHP de programında tıpkı AKP gibi aileyi toplumun temeli olarak gördüğünü belirtmektedir (MHP; 2009: 106). Ancak bildirgesinde “Aile, Kadın ve Çocuk” başlıklı bölümünün genel bakış açısı dikkate alındığında, MHP‟nin aile anlayışının, AKP‟nin muhafazakâr bakış açısı gibi kadını aile içinde tamamen anne ve eş olarak eriten bir içeriğe sahip olmadığı görülmekle birlikte, yine de kadına aile-millet ilişkisi üzerinde annelik kapsamında özel bir rol biçildiği aşikârdır. MHP, partinin bu genel ideolojik konumlanışı ve onun içerisine yurttaş birey olarak konumlandırdığı kadın algısını 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri için açıklamış olduğu Huzurlu ve Güvenli Gelecek başlıklı seçim bildirgesine de tutarlı bir şekilde taşımıştır. Sunuş dışında 250 sayfalık bir uzunluğa sahip olan bildirge de tıpkı MHP programı gibi kadına oldukça sınır bir yer ayırmıştır. 95 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 “Aile, Kadın ve Çocuk” bölümü içerisinde kadına yalnız iki (2) sayfalık yer ayrılmış, bunun dışında “Ülkenin Geleceği, Adalet, Çalışma Hayatı” gibi kimi bölümlerde yeri geldikçe kadın ve annelere ilişkin de düzenlemelere yer verilmiştir. Bu anlamda kadın konusu bildirgede de ayrıntılı olarak düzenlenmemekle birlikte, bildirgenin genel bakış açısında kadına biçilen genel kimlik dikkate alındığında MHP‟nin kadın algısına dair öncelikle ifade edilmesi gereken şey partinin kadını, her şeyden önce yurttaş ve kadın olarak algıladığı ve konumlandırdığı yönündedir. Bildirgede söz konusu anlayış kendisini öncelikle şu ifade ile açıklıkla ortaya koymaktadır: “Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalara yerleştirilecek, politika süreçlerinin tüm evrelerinde ve düzeylerinde erkeklerle kadınlar arasındaki eşitlik prensibi dikkate alınacaktır” (s. 197). Kadın-erkek eşitliğine ilişkin olarak partinin genel tavrını yansıtan bu anlayış, ilerleyen kısımlardaki kadının toplumsal konumunu yönetim/temsil, eğitim, çalışma ve aile hayatı boyutlarından da güçlendirmeyi ve desteklemeyi hedefleyen vaatler ile bütünlenmektedir. Bu doğrultuda MHP‟nin kadına ilişkin yurttaşlık ve kadınlığı ön plana alan bakış açısı, bildirgede yer verilen “partimiz kadınlara karşı her türlü fiilî ve hukukî ayrımcılığa ve kadın istismarına karşı durmaktadır” (s. 69, 197), “kadınların saygınlıklarına gölge düşüren, temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan, istismarlarına yol açarak toplumda geri planda kalmalarına sebep olan her türlü çağ dışı uygulamalara son verilecektir” (s. 198), “kadınların eğitim düzeyleri yükseltilecek; kalkınma sürecinde, iş hayatında ve karar alma mekanizmalarında daha fazla rol almaları sağlanarak toplumsal konumları güçlendirilecektir” (s. 197), “kız çocuklarının okullaşma oranını arttırmaya yönelik teşvik politikaları yaygınlaştırılacaktır. Eğitimin tüm kademelerindeki yönetici, öğretmen ve öğreticiler toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda bilinçlendirilecek, ders kitapları ve eğitim materyallerinde toplumsal cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren ifadeler yer almayacaktır” (s. 197), “kadınların istihdamını artırmak için güvenceli esnek istihdam şekilleri yaygınlaştırılacaktır”45 (s. 92), “kadınların 45 MHP, ekonomi konusunda gerek program gerekse seçim bildirgesi düzeyinde neoliberalizmi benimsemiş ve ona uygun bir bakış açısı geliştirmiş durumdadır. Ancak hâl böyle olmakla birlikte 2000‟deki programında Washington Uzlaşmasına uygun olarak neoliberalizm ve yönetişimde sınır tanımayan bir çizgiye oturan parti, 2009 programında Post-Washington Uzlaşısı‟na uygun bir dönüşüm geçirmiş, böylece neoliberal ve yönetişimci duruşunu törpülemiştir (Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Haspolat-Yıldırım, 2016; MHP, 2000; MHP, 2009). Bu yeni uyarlanma kapsamına uygun olarak da seçim bildirgesinin giriş kısmında küreselleşmenin yarattığı kaos, yıkım ve adaletsizlikten söz edildikten ve bu durum eleştirildikten sonra (s. 8), küreselleşmenin insani bir nitelik kazanmasını, adaletsizliklerin azaltılmasını ve milletler arasındaki dayanışmanın artırılmasını talep eden bir hat belirlenmiştir (s. 22). Bu nedenle de seçim bildirgesinde esneklik, kamu-özel ortaklığı, özelleştirme, katılımcı kalkınma, yaşam boyu eğitim ve özel istihdam büroları gibi neoliberalizmin karakteristik özellikleri olan temel kabullere yer verilirken, beraberinde de güvencelilik, kayıtdışı istihdamın önlenmesi gibi çalışanın haklarını da gözeten, bu bağlamda neoliberalizmin yıkımına yol açacak aşırılıkları törpülemeyi hedefleyen düzenlemelere de yer verilmektedir. Bu anlamda MHP‟nin belirttiği “kadınlara güvenceli esnek istihdam” da bir boyutu ile tam olarak bu dengeyi kurmayı hedefleyen diğer boyutu ile 96 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” istihdamını özendirmek amacıyla “istihdam esaslı” teşvik politikası etkin bir şekilde uygulanacaktır” (s. 177), “kadınlara dönük mesleki eğitim ve beceri kazandırma programları yaygınlaştırılacak, kendi işini kuracak olanlara girişimcilik eğitimi verilecektir” (s. 179, 198), “başlangıç kredisi alarak kurdukları işi sağlıklı bir şekilde yürütenlere, işlerini geliştirmeleri için aldıkları kredi tutarında hibe desteği verilecektir” (s. 198), “kadın ve gençler olmak üzere tüm kesimler için nitelikli istihdam imkânları arttırılacak, çalışma şartları iyileştirilecek ve ücret verimlilik ilişkisi güçlendirilecektir” (s. 192), “kadınların şiddete maruz kalmasına yol açan kültürel, sosyal, psikolojik ve ekonomik nedenler ortadan kaldırılacak, sivil toplum kuruluşları ve medyanın bu konuda duyarlı hareket etmesi sağlanacak” ve “toplumsal farkındalık güçlendirilecektir” (s. 198, 197), “şiddet ortaya çıktıktan veya risk oluştuktan sonra mağdurlar için koruyucu hizmetler etkinleştirilecektir” “sığınma evlerinin şartları iyileştirilecek ve personel sayıları arttırılacaktır” (s. 197), “şiddete, tacize ve istismara uğrayan kadınlara, yasal yollardan hak araması sırasında adli yardım desteği sağlanacak, dava zaman aşımından ve mahkeme harç ve masraflarından muaf tutulacaklardır” (s. 78, 198), “yazılı ve görsel medya aracılığıyla çocuk evliliklerinin önüne geçebilecek, töre cinayetlerine mani olacak bir bilinçlendirme yoluna gidilecektir” (s. 200), “kadının aile içindeki konumunu güçlendirmek” (s. 196) “anne ve babaların birlikte devredilmez „ebeveyn‟ izni kullanabilmesi yönünde düzenleme yapılacaktır” (s. 197), “kadınların yoğun olarak karşılaştıkları hastalıklara yönelik olarak sağlık kuruluşlarında özel teşhis ve tedavi birimleri yaygınlaştırılacaktır” (s. 197) biçimindeki tespitler ve vaatler ile tüm boyutlardan bütünlenmektedir. MHP her ne kadar kadın söz konusu olduğunda eşitlikçi ve yurttaşlık temelli bir bakış açısına sahip olsa da “aileyi toplumun temel taşı” olarak kabul eden (s. 196) bir muhafazakâr duruş sergilemektedir. Bu anlayışından hareketle de bildirgede yukarıda yer verildiği gibi kadına yönelik şiddeti aileden bağımsız olarak ele alan yaklaşıma tezat şekilde “ailenin korunması esasından hareketle, aile içi şiddetin önlenmesi, özellikle çocuk, yaşlı ve kadınların korunması” (s. 80) gibi bir ifadeye de yer verebilmektedir. Dolayısıyla bir tek bildirgede bir taraftan kadın-erkek eşitliğini temel alan anlayış ile yurttaş kadının uğrayacağı şiddete karşı tedbir alamaya çalışan anlayışa, diğer taraftan ise ailenin korunması ön koşuluna bağlı olarak kadınların korunması anlayışına eşzamanlı olarak yer verilmesi, çelişki yaratmaktadır. Bu çelişkinin de kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan ve temel siyasal duruşunu buna göre biçimlendiren partinin, Türkiye‟nin yeni dönem muhafazakâr siyasetine uyarlanma stratejisi kapsamında muhafazakâr bir yeni hat ile birleşme çabasından kaynaklandığı rahatlıkla söylenebilir. MHP‟nin söz konusu bu uyarlanma stratejisinin kadını, bağımsız, devlet ve erkek yurttaşlar karşısında yasal-anayasal hakları güvence altına alınmış bir yurttaş birey olarak değerlendiren parti anlayışında açtığı gedik, “ilköğretime de Türkiye‟ye özgü kadının çalışma hayatından dışlanmışlığını ara formüllerle gidermeyi hedefleyen bir esnek formül olarak okunabilir. 97 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 ve ortaöğretime devam eden çocukların annelerine Şartlı Eğitim Yardımı” (s. 184), “hamile veya lohusa annelere şartlı sağlık yardımı” (s. 184), “sigortalılık öncesi doğumlarda doğum borçlanması” (s. 197) türünden anne-çocuk-aile bağını kuran, şartlı eğitim desteğinde olduğu gibi çocuktan yalnız anneyi sorumlu tutan düzenlemeler ve “evlenecek ihtiyaç sahibi gençlere kamu bankaları aracılığıyla 10 bin TL tutarında, 2 yıl vadeli ve faizsiz evlilik kredisi alabilmeleri imkânının sağlanması” (s. 209) biçimindeki evliliği teşvik edici vaatlerle de bütünlenmektedir. Sonuç olarak, kadın söz konusu olduğunda MHP genel olarak kadınerkek eşitliği anlayışı çerçevesinde kadını yurttaş birey olarak değerlendirip, haklarını ve toplumsal konumunu bu çerçeveden iyileştirmeyi kendisine temel hedef olarak belirlemekte ve seçmen kadına bu vaatler üzerinden seslenmekteyken, ideolojisinin içine yedirmeye çalıştığı muhafazakâr anlayış çerçevesinden de yer yer bu genel anlayışını örseleyen, sınırlı da olsa kadını aile-anne hattında bağımlı, ikincil bir konuma yerleştiren çelişkili bir anlayış geliştirmektedir. Halkların Demokratik Partisi’nin Kadın Algısı Halkların Demokratik Partisi, parti programının girişinde bir parti olarak kendi varlık nedenini “kadın erkek eşitliğinin yaşandığı demokratik bir halk iktidarını hedefler” biçiminde ortaya koymaktadır. Ardından her türlü ayrımcılığa karşı, ayrımcılığa uğrayan insan gruplarının demokratik birlikteliğine dair yaklaşımını serimlerken de kadına karşı ayrımcılık ile mücadelenin yolunun demokratik örgütlenmeden geçtiğine vurgu yapar. Kadın-erkek eşitliğinin tesis edilmesi kapsamında da parti tarafından, kadına karşı pozitif ayrımcılık ve özellikle yerel yönetimlerde yerel hizmetlerde cinsiyet eşitlikçi bir yapı kurulması için kadın meclisleri aracılığı ile kadınların yönetime doğrudan katılımı ve kararların denetlenmesi sürecinin de bizzat kadınlar tarafından yapılması uygulamalarını önerir (HDP, 2013). Bu anlamda parti programı dikkate alınırsa HDP temel ayaklarından birisi kadın-erkek eşitliği olan demokratik bir düzen hedefi çerçevesinde, kadını, erkekle eşit haklara sahip bir birey olarak değerlendirmektedir ve bu çerçevede de eşitliğin önündeki mevcut engelleri kaldırmak için kadına yönelik pozitif ayrımcılık kriteri ile tedbir almayı önermektedir. Partinin program düzeyinde kadına bakış açısı Büyük İnsanlık, Büyük Barış başlığını taşıyan 1 Kasım 2015 Seçim Bildirgesi‟nde de aynı eşitlikçi öz ile yansımasını bulmuştur. 30 Word sayfası uzunluğundaki seçim bildirgesinde kadına “Özgürlük ve Eşitlik İçin Kadınlar Kazanacak” ve “Kadın Emeği” başlıkları altında üç (3) sayfalık bir bölüm ayrılırken, ayrıca ilerleyen bölümlerde gerek yönetime katılma, gerek sosyal destekler, gerekse ekonomi başlıkları altında ayrıca kadına ilişkin düzenlemelere de yer verilmiştir 46. 46 HDP‟nin Seçim Bildirgesi, kadına dair bakış açısını ortaya koyarken de haliyle genel siyasal konumlanışına uygun olarak Kürt Sorunu ile bağlantılı bir çerçeveden hareket 98 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” Ayrılan bu bölümlerde de partinin program düzeyindeki kadına bakış açısı korunmuştur. Seçim bildirgesinin kadın bölümü, bir partinin seçim bildirgesindeki seçmen kadınlara dair tespitlerinin ve bunlar üzerinden vaatlerinin sıralanmasından çok, partinin kadın üyeleri tarafından hazırlanan bir “kadın manifestosu” özelliği taşımaktadır47. Söz konusu özelliği dışında, bildirgenin kadına bakış açısını genel olarak değerlendirmek gerekirse HDP Seçim Bildirgesi, “ataerkil sisteme karşı kadını güçlendirmek” (s. 17), “cinsiyetçi işbölümüne son vermek” (s. 23), “toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak” (s. 6, 8, 26), “kadın ve erkek arasında bağımlılığın değil dayanışmanın hüküm sürdüğü yeni bir yaşamı kurmak”tan (s. 23), “her kurum ve kademede eşbaşkanlık”tan ve “bütün kadınların bağımsız yurttaşlar olarak sosyal güvenceye kavuşturulma”sından söz etmektedir. Bu anlamda HDP‟nin kadın algısına dair öncelikle ifade edilmesi gereken şey partinin kadını, yönetsel, toplumsal, ekonomik ve ailevi düzeyde erkekle eşit haklara sahip bir birey, yurttaş ve kadın olarak algıladığı yönündedir. HDP‟nin kadını erkekle eşit haklara sahip bir insan, birey ve yurttaş olarak değerlendiren bu bakışı bildirgenin ilerleyen bölümlerindeki tespitler ve sorunların çözümüne ilişkin vaatler ile de bütünlenmektedir. Bu kapsamda HDP‟nin kadına ilişkin birey, yurttaş ve kadın özelliklerini ön plana alan bakış açısını “hayatımızın her alanında kararı biz veririz”, “eşitlik için mücadele ediyoruz” ve “eşitlik için yapacağız, yapılmalı” temel ifadeleri altında gruplayabileceğimiz tespitler ve vaatler seti üzerinden değerlendirmek mümkündür. Bu çerçeveden yola çıkarsak HDP‟li kadınlar “dünyanın ve yaşamın yarısı olan kadınlar olarak” “bedenimiz, kimliğimiz, emeğimiz bizimdir”, “anadilinde eğitim ve yaşam konusunda ısrarcıyız”, “hayatın her alanında, siyasette istediğimiz an istediğimiz gibi var olacağız”, “çocuk doğurup doğurmayacağımıza, kaç çocuk doğuracağımıza, nasıl doğum yapacağımıza kendimiz karar veririz”, “başörtümüze de, etek boyumuza da kendimiz karar veririz”, “okulumuzu mesleğimizi kendimiz seçmekte kararlıyız”, “düşüncelerimizi, inançlarımızı özgürce ifade etmemiz yasaklanamaz”, “irademiz yok sayılıp ayaklar altına alınamaz” (s. 4) söylemleri üzerinden hayatın her alanında kadının kendisi ile ilgili kararları kendisinin vermesi gerektiği temel anlayışı ile hareket ederek, kadının bağımsız bir insan ve birey olarak olmazsa olmaz haklarına işaret etmektedir. Kadının varlığı için taviz verilmeyeceği belirtilen bu olmazsa olmazların ardından ise kadınların “anadilinde eğitim görebildiği, savaşın ve şiddetin olmadığı”, “evini, köyünü terk etmeden, istediği yaşam alanını seçebildiği”, “şiddet görmediği, kadına yönelik şiddeti daha gerçekleşmeden, tehdit ve fiziki şiddete yeltenme aşamasında ciddi bir suç sayıp, ağır şekilde etmektedir. Ancak çalışma doğrudan Kürt Sorunu ile değil partilerin kadına bakış açısı ile ilgili olduğu için HDP bildirgesi de Kürt Sorunu‟ndan bağımsız olarak kadına dair söylemler, vaatler ve tespitler dikkate alınarak incelenecektir. 47 Nitekim ilgili bölümde tam da bu tespiti doğrulayacak şekilde “dünyanın ve yaşamın yarısı olan biz kadınlar”, “biz kadınlar”, “kadınlar birlikte başaracağız” gibi ön ifadeler eşliğinde çeşitli sorun başlıklarına değinilmektedir. 99 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 cezalandıran”, “şiddet uygulayanları indirimsiz, ayrımcılık yapmadan yargılayan mahkemelere sahip”, “hiçbir yerde tacize uğramadan sokaklarda özgürce dolaşabildiği”, “erkek ve devlet şiddetiyle öldürülmediği”, “hakkı olan ücreti ve sosyal desteği elde edebildiği”, “eşdeğer işe eşit ücret alabildiği”, “çocukların okulundan, dedenin sağlığına, ailenin beslenmesinden sağlığına ve huzuruna bütün sorumlulukların üstlerine yüklenmediği”, “dünyanın bütün kirli çamaşırlarını, bütün kirli bulaşıklarını yıkamadığı”, “bütün dünyayı kendi emekleri ile doyurmak zorunda kalmadığı”, “ev içi çalışmayı da, çocuk, yaşlı ve hasta bakımını da ortaklaştıran çözümler üretmiş”, “çocukların koşuşturduğu yemyeşil parklara, her mahallede güvenle kalabilecekleri ücretsiz kreşlere sahip”, “Meclisi‟nin yarısının kadın mücadelesini temsil eden kadın vekillerden oluştuğu”, “başta erkek egemenliği olmak üzere, hiçbir egemenliğe tabi olmadığı bir Türkiye, bir yaşam kurmak için mücadele edildiği” (s. 4-5) belirtilmektedir. HDP bildirgesinde mücadelesi verilen ve yukarıda temel yönleri belirtilen bu eşitlikçi yeni yaşam ve Türkiye için de hayata geçirilmesi hedeflenen ve bu anlamda seçmen kadınlara vaat edilenler ise “ataerkil toplum yapısını, eril zihniyeti dönüştürmek için birlikte mücadele etmek”, “eşbaşkanlık sistemini her kurum ve kademeye yaymak”, “kadın eksenli yeni anayasayı birlikte yapmak”, “8 Mart‟ı kadınlar için resmi tatil ilan etmek”, “savaşa entegre bütçe değil, toplumsal cinsiyete duyarlı bütçe yapmak”, “kadın istihdamını arttırmak, işsizliği azaltmak, çalışma yaşamındaki cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, eşitsizliklere son vermek”, “mevsimlik kadın işçilerin çalışma ve barınma koşullarını iyileştirmek, mevsimlik gezici işçilere bulundukları yerde iş olanakları yaratmak”, “kadına yönelen şiddeti ortadan kaldıracak her türlü önlemi almak”, “kadının katledilmesine izin vermemek, öz savunma örgütlemek”, “kadın sığınma evi ve özgür yaşam alanlarının sayısını artırmak”, “kadınlarla ilgili tüm sorunlara doğrudan kadınların ve kadın kurumlarının çözüm geliştirdiği „Kadın Bakanlığı‟nı kurmak”, “engelli kadınlara engelsiz özgür yaşam kurmak”, “eğitimde ayrımcılığa ve cinsiyetçiliğe son vermek”, “ekolojik ve kadın merkezli bir yaşamı birlikte kurmak”, “kadınlara eşit, parasız, ulaşılabilir, nitelikli ve anadilinde sağlık hizmeti sağlamak”, “sporda cinsiyetçiliğe son vermek”, “kadınlar çözüm ve müzakere sürecinde taraftır diyerek barışı birlikte inşa etmek”, “ev işleri, bakım emeğini toplumsallaştıracak, ev içi yükü kadın erkek arasında paylaştıracak yeni bir yaşam kurmak”, “ev işçisi kadınların iş yasası kapsamına alınmasını, ev işçilerine sosyal güvence için teşvik verilmesini sağlamak”, “toplumsal cinsiyet eşitliğine hizmet eden sosyal destek mekanizmaları yaratmak, eşi vefat etmiş/boşanmış olan kadınlara ücret desteği vermek”tir (s. 5-6). Söz konusu vaatlerin tamamının hayata geçirilebilmesi için kadının her alanda güçlendirilmesinin şart olduğunu düşünen HDP, “Kadın Emeği” bölümünde kadın-erkek eşitliğine dayanan, bu anlamda kadın ve erkek arasında bağımlılık değil dayanışmanın hüküm sürdüğü bir yeni yaşam için, cinsiyetçi iş bölümünü yıkarak kadının emeğinin yok sayılmasını ortadan kaldırmak için kadının üç aşamada güçlendirileceğini belirtmektedir (s. 23). 100 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” Aşamalardan ilkinde parti kadını mekân olarak eve ve ev içindeki işlere/sorumluluklara/zorunluluklara mahkûm eden geleneksel annelik ve eşliğe ilişkin bağlardan özgürleştirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda ilk aşamada “tüm mahallelerde anadilinde, ücretsiz, erişilebilir, her çocuk için 7/24 hizmet verecek kreşler, yaşlı bakım kurumları, engelli iyileştirme merkezleri sosyal devlet anlayışıyla hayata geçirilecek. Ayrıca kadın ve erkek arasında eşitlikçi görev paylaşımının sağlanması için devredilemez ebeveyn izni gibi gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeler yapılacak” denilmektedir (s. 23). Kadını ev içi zorunluluklardan kurtardıktan sonra ikinci aşama onu çalışma yaşamında var etmekten ve güçlendirmekten geçmektedir. Bunun için de partinin önerisi, “kadınların istihdamı önündeki en önemli engel olan bakım hizmetlerini toplumsallaştırarak ve kadınların eğitime erişimlerini sağlayarak kadın istihdamını arttırmaktır. Kadınların çalışma yaşamında karşılaştığı ayrımcılığa, cinsel saldırılara, mobbinge, düşük ücret uygulamalarına son vermektir” (s. 23). Kadını güçlendirmenin üçüncü ve son ayağı ise “bütün kadınların bağımsız yurttaşlar olarak sosyal güvenceye kavuşturulması ve kadınlara hak temelli destek sağlanmasıdır” (s. 23). Bildiride yer verilen ancak kadının güçlendirilmesi başlığı altında sıralanmayan “kadınlar, yerelde eşit temsil ile oluşan kadın meclisleri aracılığıyla, yerel yönetimlere doğrudan katılacaklar” (s. 8), “kentsel hizmetlerin önceliklerinin cinsiyet eşitlikçi temelde örgütlenmesi sağlanacak ve uygulamalar kadın meclislerince denetlenecek” (s. 8) ve “Hakikat Komisyonlarının oluşumunda kadınların eşit katılımı esas alınacak” (s.13) biçimindeki uygulamaları/vaatleri de bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Sonuç olarak HDP seçim bildirgesinde yer verilen erkek ile eşit haklara sahip insan ve yurttaş kadın algısı eşitlik ve özgürlük için ataerkil ve eril zihniyete karşı kadının eşitliği ve özgürlüğünü şart koşan, bu bağlamda da kadının her türlü şiddete karşı korunması, ev içi zorunluluklardan kurtarılması, ekonomik özgürlüğünün gerçekleştirilmesi, milletin temsilinin nüfusun yarısını oluşturan kadınlarca da yapılması, her kurum ve kademede eşbaşkanlık uygulaması üzerinden eşit söz hakkının hayata geçirilmesi ve bütün bunları takip edecek, koordine edecek bir kadın bakanlığının kurulmasını öneren bir içeriğe sahiptir. Bu anlamda HDP, seçim bildirgesinde, kadını erkekle eşitleyecek bir aile, toplum, ekonomi ve yönetim düzeni önermektedir. Son olarak bu konuda belirtilmesi gereken şey, partinin kadının çocuk doğuran bir insan, bu anlamda annelik özelliği taşıyan bir canlı olarak sahip olduğu vasfını doğal olarak kabul etmekle birlikte, kadını kesinlikle çocuk bakıcılığı anlamında annelik ve ev işlerini erkek ve çocuklar için üstlenen ev hanımı ve eş/karı olarak değerlendirmediği yönündedir. Bu anlayışla bağlantılı olarak da bildirgede kadın-erkek eşitliği kapsamında “devredilmez ebeveyn izni”ne (s. 23) ve “istihdamdan bağımsız, çalışan çalışmayan tüm kadınlar/erkekler için yerel yönetim ve kamu finansmanında kreşlerin desteklenmesi”ne (s. 29) yer verilirken “anne” kavramına hiç yer verilmemiştir. 101 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 Sonuç Batılı demokrasilerde yönetime katılım ve kamusal kararlarda söz hakkının daha işlevsel ve eşitlikçi kullanımı için yurttaşlık kavramının tartışmaya açıldığı, bireylere daha geniş haklar tanıyan bir kamusal statünün talep edildiği ve bu doğrultuda yeni örgütlülüklerin şekillendirildiği bir dönemde, Türkiye, kadının yurttaşlık haklarının geriletildiği bir neoliberalmuhafazakâr dönemden geçmektedir. Söz konusu tezatın nedeni ise Türkiye‟nin neoliberalleşme seyridir. Türkiye, 1980 yılında, neoliberalizm ile yeni muhafazakârlığın evliliği olarak kabul edilen Yeni Sağ siyasete Batılı merkezlerle eşzamanlı olarak geçiş yapmıştır. Ancak gerek 80 öncesinde uygulamada olan ithal ikameci sanayi stratejisinin etkisi ve kurumsallaşma düzeyi, gerekse toplumun ve çalışanların bilinç düzeyi ve örgütlülüğünün yüksekliği nedeniyle Türkiye‟de neoliberalizm, uygulamaya girdiği ilk aşamada Batılı merkezlerde yarattığı dönüşüm düzeyini yaratamamıştır. Bu nedenle Türkiye‟de neoliberalizmin ilk evresi olarak 1980-2001 aralığı daha çok dönüşümün zeminin hazırlandığı bir ön hazırlık evresi olarak yaşanmıştır. Diğer taraftan 2001 sonrasını kapsayan ve halen devam etmekte olan ikinci evre Türkiye‟de neoliberalizmin hayata geçirildiği ve hatta kurumsallaştırıldığı bir dönem olarak yaşanmıştır. Çünkü bu dönem Türkiye‟de hem kamunun ekonomideki payının azaltılması; özelleştirme, taşeronlaştırma ve yeni birikim alanlarının yaratılması yollarıyla ekonomide özele daha çok alan açılması; esnek çalıştırma, güvencesizlik gibi uygulamalar ile çalışanların haklarının kısıtlanması ve fiyatlandırma, özelleştirme, üretimden çekilme gibi uygulamalarla kamusal hizmetlerin geriletilmesi ile karakterize olan neoliberalizmin bütünlüklü olarak hayata geçirilmesi ve hem de bu hızlı dönüşümün bireyler ve toplum üzerinde yarattığı yıkımın eşzamanlı olarak bu dönüşümleri uygulamaya koyan iktidar partisinin İslamcı-muhafazakâr söylemi ile telafi edilmeye çalışıldığı bir dönem olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda Türkiye‟de neoliberalizm, neoliberalmuhafazakâr sentezi bir bünyede buluşturan AKP ile asli aktörünü bulmuştur ki başarısı da buradan gelir. Dolayısıyla Batılı ülkelerin neoliberalizmin yurttaşlık hakları ile kamusal haklarda yarattığı yaklaşık 40 yıllık yıkımı sorgulama aşamasına geldikleri koşullarda, Türkiye, gecikmeli olarak kurumsallaştırdığı neoliberal-muhafazakâr sentezi yaşamaktadır. AKP‟nin sahip olduğu İslamcı geçmiş ile neoliberalizmi uzlaştıran ve kendisi tarafından muhafazakâr demokrasi olarak tanımlanan ideolojisi, partinin ekonomi alanında uygulamaya koyduğu neoliberal politikaların yarattığı eşitsizlik ve işsizlik gibi sorunların toplumsal düzeni ve bireyi tehdit etmeye başladığı noktada din, aile, gelenek-görenek gibi kavramları yardıma çağırmasını mümkün kılan bir içeriğe sahiptir. Tam da sahip olduğu bu içeriği ile ideoloji, AKP‟nin ekonomik alanda dağıttığı yapıyı, aile ve din içi (cemaat) dayanışmaları ön plana çıkarak toparlamasını, bir arada tutmasını sağlamaktadır. Aile ve cemaatlere, yarattıkları dayanışma oranında toplumsal patlamayı önleme işlevi yükleyen bu anlayış, bir taraftan da patriyarkal bir siyaset-toplum hiyerarşisini yeniden üretmektedir. Erillik üzerinde yükselen 102 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” söz konusu hiyerarşi ise toplumsal uyumun sağlanması için kadını yalnız toplumsal cinsiyet rolleri çerçevesinde ailenin ve aile bireylerinin yeniden üretimi çerçevesinde tanımlamakta, dahası bu konuma hapsetmektedir. Bu anlamda yurttaşlığın Batı‟da tartışmaya açıldığı bir dönemde Türkiye‟de kadının yurttaşlık düzeyinde gerilemesinin nedeni de budur. Üstelik AKP neoliberal-muhafazakâr ideolojisi çerçevesinde bunu yaparken yalnız da değildir. Bir sağ parti olarak MHP, oy tabanını genişletme stratejisi kapsamında AKP‟nin muhafazakâr dilini yer yer benimsediği ve seçmene bu dille seslendiği oranda, kadının geriletilen konumu yüzde 60‟lık bir sağ blok tarafından perçinlenmektedir. Bu bağlamda geride bırakılan son genel seçimler olan 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri‟nde, partilerin gerek tüm seçmenlere gerekse seçmen kadınlara seslendikleri birer vaatler silsilesi olarak seçim bildirgeleri incelendiğinde, siyasal partiler yelpazesinin sağına yerleşen AKP‟nin kadını “anne-karı-ev hanımı” olarak konumlandırdığı, yine yelpazenin sağında yer alan MHP‟nin kadını “kadın-yurttaş-anne” olarak konumlandırdığı görülürken, yelpazenin soluna yerleşen CHP‟nin ve HDP‟nin ise kadını “yurttaş-kadın” olarak konumlandırdıkları gözlenmektedir. Dolayısıyla yelpazenin sağındaki partiler olarak iktidar partisi İslamcı-muhafazakâr AKP ile muhalefet partisi olan milliyetçi muhafazakâr MHP‟nin kadın algıları, ailenin ve milletin korunması kriterleri üzerinden “annelik” vasfı üzerinden kesişirken, yelpazenin soluna yerleşen sosyal demokrat CHP ve radikal demokrat HDP‟nin kadın algılarının da “yurttaşlık” ve “kadınlık” vasıfları üzerinden kesiştiği görülmektedir. Yine MHP‟nin kadını “kadın-yurttaş” olarak gören bakış açısı ile eş zamanlı olarak CHP-HDP hattı ile kesiştiği görülmektedir. Bu anlamda MHP‟nin milliyetçi ideolojisi içerisine yedirdiği muhafazakârlık, diğer konularda olduğu gibi kadın konusunda da çelişkili, ikili/ikircikli bir duruş sergilemesine neden olmaktadır. Ana akım siyasal partilerin seçim bildirgelerine yansıyan kadına dair bakış açıları söz konusu olduğunda belirtilmesi gereken bir diğer nokta, AKP, MHP ve HDP‟nin seçim bildirgelerinde kadına ilişkin bakış açıları farklılaşmakla birlikte, yer verdikleri vaatlerin hayata nasıl geçirileceğine dair bilgilere yer verilmediği, bu anlamda daha çok genel geçer vaatler olarak sıralandığı yönündedir. Oysa CHP‟nin oldukça ayrıntılı bir çalışma sonucunda istatistiki ya da ekonomik yardım oranlarından, kadının ülkede ve dünyadaki konumuna, Suriyeli mülteci kız çocuklarının erken evliliklerinin önlenmesinden demokratik aile anlayışına kadar somut çözüm önerileri getiren çok daha ayrıntılı ve partinin kadına bakışını daha ciddiyetle ortaya koyan bütünlüklü bir seçim bildirgesi hazırladığı görülmektedir. Son söz olarak, kadının Türkiye‟deki yurttaşlık konumu gerilerken, bu konumun geriletilmesinde 13 yıllık iktidar partisi olarak AKP‟nin uyguladığı neoliberal muhafazakâr politikaların ve bu politikalar bağlamında kadına toplumsal cinsiyet rolleri ile uyumlu olarak biçtiği “annelik-karılık-ev hanımlığı” rollerine oturan yeni kimliğin etkisi büyüktür. AKP‟nin kadına biçtiği bu yeni kimlik, bir sağ parti olarak MHP‟nin “annelik-millet” ilişkisi üzerinden 103 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 AKP‟ye verdiği destek oranında da perçinlenmektedir. Ve muhalefet partileri olarak CHP ile HDP‟nin kadını “yurttaş-kadın” olarak gören ve önündeki engelleri kaldırmaya çalışan yaklaşımları ise kadının kötüleşen konumunu durdurmakta ve tersine çevirmekte şimdilik yeterli olamamaktadır. Kaynakça “3 Kız Babası Olarak Yüreğim Soğumadı”, 06.12.2015, Hürriyet Gazetesi. “Davutoğlu Erdoğan‟ın İzinde: Kadın Erkek Arasında „Mekanik Eşitlik‟ İstemiyoruz”, 04.12.2014, <http://www.diken.com.tr/davutoglu-erdoganin-izinde-kadinerkek-arasinda-mekanik-esitlik-istemiyoruz/> e.t. 09.10.2015. “Erdoğan: „Kadın ve Erkeğin Eşit Olması Fıtrata Ters‟”, 24.11.2014, <http://www.cnnturk.com/haber/turkiye/erdogan-kadin-ve-erkegin-esit-olmasifitrata-ters> e.t. 24.10.2015. “Erkekler 2014‟te 281 Kadın Öldürdü”, 16.01.2015, <https://bianet.org/bianet/kadin/161558-erkekler-2014-te-281-kadin-oldurdu> e.t. 06.10.2015. “İstanbul Sözleşmesi Yürürlüğe Girdi”, 01.08.2014, <http://sendika7.org/2014/08/istanbul-sozlesmesi-yururluge-girdi/> e.t. 09.10.2015. “Kadın Cinayetleri Yüzde 1400 Artış Gösterdi”, 24.11.2009, <http://www.ntv.com.tr/yasam/kadin-cinayetleri-yuzde-1400-artisgosterdi,gTy3YNnHUkS_bLGuT-XfeQ> e.t. 05.10.2015. “Kadın Milletvekili Sayısı 81‟e Düştü”, <http://www.milliyet.com.tr/kadin-milletvekilisayisi-81-e-gundem-2141969/> e.t. 02.11.2015. “TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu‟na Erkek Sözcü Seçildi”, 01.12.2015, <http://haber.sol.org.tr/turkiye/tbmm-kadin-erkek-firsat-esitligi-komisyonunaerkek-sozcu-secildi-138048> e.t. 12.10.2015 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, <https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss181.pdf>, e.t. 10.09.2015. 6284 Sayılı Kanun Uygulamaları İzleme Raporu 2014 , <https://www.morcati.org.tr/attachments/article/255/6284_Kanun_Uygulamala ri_Raporu.pdf> e.t. 08.10.2015. Adalet ve Kalkınma Partisi (2001), Adalet ve Kalkınma Partisi Parti Programı, <http://www.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi> e.t. 10.07.2015. Adalet ve Kalkınma Partisi (2014), Uluslararası Muhafazakârlık ve Demokrasi Sempozyum Kitabı, Ankara. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, (2009), Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet, <http://www.hips.hacettepe.edu.tr/TKAA2008-AnaRapor.pdf> e.t. 10.10.2015. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, (2014), Türkiye Aile Yapısı Araştırması Tespitler, Öneriler, <http://ailetoplum.aile.gov.tr/data/5550af1d369dc51954e43522/taya2013trk.p df> e.t. 13.10.2015. Akdoğan, Y. (2003), Muhafazakâr Demokrasi, Ankara. 104 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” Altınay, A. G. & Arat, Y. (2007), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, Punto Baskı, İstanbul. Arat, Y. (1998), “Türkiye‟de Toplumsal Cinsiyet ve Vatandaşlık”, içinde 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Der. Artun Ünsal, s. 67-76, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. Arıkan, E. B. (1998), “The Programme of the Nationalist Action Party: an Iron Hand in a Velvet Glove?”, Middle Eastern Studies 34 (4), 120-134. Aytekin, A. (2015), “Kapitalistleşme ve Merkezileşme Kavşağında”, içinde Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat, Haz. Gökhan Atılgan, Cenk Saraçoğlu & Ateş Uslu, s. 39-88, Yordam Yayınları, İstanbul. Bianet, (Tarihsiz), Bianet Erkek Şiddeti-2015 Verileri <https://bianet.org/kadin/bianet/133354-bianet-siddet-taciz-tecavuz-cetelesitutuyor > e.t. 02.01.2016. Bottomore, T. (2006), “Kırk Yıl Sonra Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar”, Çev: Ayhan Kaya, içinde Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Der. T. H. Marshall & Bottomore, T., s. 57-94, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Cansu, B. (2015), “4+4+4 ile Binlerce Kız Çocuğu Okulu Bıraktı!”, 30.09.2015, <http://www.birgun.net/haber-detay/4-4-4-ile-binlerce-kiz-cocugu-okulubirakti-90857.html> e.t. 04.10.2015. Cumhuriyet Halk Partisi (2008), Cumhuriyet Halk Partisi Programı -Çağdaş Türkiye İçin Değişim-. CHP, Ankara. Çakır, S. (2010), “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, içinde Modern Siyasal İdeolojiler, Der. Birsen Örs, s. 413-476, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. e.t. 25.06.2008. Güzel, Ş. (1985), “Tanzimat‟tan Cumhuriyet‟e Toplumsal Değişme ve Kadın”, içinde Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi 3-4, Der. Belge, M., s. 858876, İletişim Yayınları, İstanbul. Halkların Demokratik Partisi (2013), Halkların Demokratik Partisi Parti Programı, <http://www.hdp.org.tr/parti/parti-programi/8> e.t. 12.10.2015. Haspolat, E. & Yıldırım, D. (2016), “Türkiye‟de Ana Akım Siyasal Partilerin Programlarında “Ekonominin Siyasetten Arındırılması” Söylemi Olarak Yönetişim”, Eğitim Bilim Toplum, basım aşamasında. İlkkaracan, İ & İlkkaracan, P. (1998), “Kuldan Yurttaşa: Kadınlar Neresinde?”, içinde 75 Yılda Tebaa’dan Yurttaş’a Doğru, Der. Artun Ünsal, s. 77-90, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. İnsan Hakları Başkanlığı (2007), Töre ve Namus Cinayetleri Raporu, <http://www.tihk.gov.tr/www/files/tore_namus_cinayetleri_raporu_06_08_200 8.pdf> Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, Türkiye’de Kadına Yönelik Aile İçi Şiddet Araştırması, <http://kadininstatusu.aile.gov.tr/data/542a8e86369dc31550b3ac33/ana_rapor _mizan_1.pdf>, e.t. 12.10.2015. Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi), <http://www.kadinininsanhaklari.org/kadinin-insan-haklari/yasalardakihaklarimiz/uluslararasi-sozlesmelerde-kadinin-insan-haklari/kadina-yonelik- 105 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 siddet-ve-aile-ici-siddetin-onlenmesi-ve-bunlarla-mucadeleye-iliskin-avrupakonseyi-sozlesmesi-istanbul-sozlesmesi-2/> e.t. 09.10.2015. Kaptanoğlu, Y. & Ergöçmen, L. İ. (2012), “Çocuk Gelin Olmaya Giden Yol”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi 15 (2 - Güz ), 129-161. Kaya, A. (2015), “Islamisation of Turkey under the AKP Rule: Empowering Family, Faith and Charity”, South European Society and Politics 20 (1), 47-69. Keskin, S. (2014), “Türkiye‟de Kadın Girişimcilerin Durumu”, Girişimcilik ve Kalkınma 9 (1), 71-94. Mann, M. (1987), “Ruling Class Strategies and Citizenship”, Sociology 21, 339-354. Marshall, T.H. (2006), “Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar”, Çev: Ayhan Kaya, içinde Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Der. T. H. Marshall & Bottomre, T., s. 1-56, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Milli Eğitim Bakanlığı (2015), Milli Eğitim İstatistikleri-Örgün Eğitim 2014-2015, <http://sgb.meb.gov.tr/istatistik/meb_istatistikleri_orgun_egitim_2014_2015.p df> e.t. 12.10.2015. Milliyetçi Hareket Partisi (2000), Milliyetçi Hareket Partisi Parti Programı, <https://www.tbmm.gov.tr/eyayin/GAZETELER/WEB/KUTUPHANEDE%20BULUN AN%20DIJITAL%20KAYNAKLAR/KITAPLAR/SIYASI%20PARTI%20YAYINLARI/20 0605071%20MHP%20PROGRAMI%202000/200605071%20MHP%20PROGRAMI %202000%200000_0000.pdf> e.t. 07.07.2015. Milliyetçi Hareket Partisi (2009), Milliyetçi Hareket Partisi Parti Programı, <http://www.mhp.org.tr/usr_img/_mhp2007/kitaplar/mhp_parti_programi_200 9_opt.pdf> e.t. 07.07.2015. Moroğlu, N. Tarihsiz, Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi 6284 Sayılı Yasa ve İstanbul Sözleşmesi, <http://portal.ubap.org.tr/App_Themes/Dergi/2012-99-1169.pdf> e.t. 15.10.2015. Özbilen, A. B. & Soygüt Arslan, M. B. (2012), “6284 Sayılı „Ailenin Korunması Ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un Değerlendirilmesi‟”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 11 (22 – Güz), 365- 387. Saraçoğlu, C. (2014), “Türkiye Sağı, AKP ve Kürt Meselesi”, içinde Türk Sağı –Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri-, Der. Özkan Kerestecioğlu, İ. & Öztan, G. G., s. 243282, İletişim Yayınları, İstanbul. Şener, Ü. 2012, “6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun Ne Getiriyor?”, <http://www.tepav.org.tr/upload/files/13330268091.6284_Sayili_Ailenin_Korunmasi_ve_Kadina_Yonelik_Siddetin_Onlenmesine_D air_Kanun_Ne_Getiriyor.pdf> e.t. 14.10.2015. Tekeli, Ş. (1982), Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat, Birikim Yayınları, İstanbul. Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası (2011), Ekin Yayınları, Bursa. Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları -1924, 1924, 1961 ve 1982- (1994), Erzincan. Türkiye Hükümetleri, <https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_h%C3%BCk%C3%BBmetleri_list esi> e.t. 10.10.2015. Türkiye İstatistik Kurumu, (2013), İstatistiklerle Kadın-2012, <http://kasaum.ankara.edu.tr/files/2013/02/%C4%B0statistiklerlekad%C4%B1n-2012.pdf> e.t. 01.10.2015. 106 Haspolat, E., 2015, “„Kadın, Anne, Yurttaş‟ Ana Akın Siyasal Partilerin Seçim Bildirgelerinde Kadın Algısı” Türkiye İstatistik Kurumu, (2015), TÜİK Haber Bülteni, İstatistiklerle Kadın-2014, S: 18619, 05 Mart 2015, <http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=18619> e.t. 10.10.2015 Yazıcı, B. (2012), “The Return to the Family: Welfare, State, and Politics of the Family in Turkey” Anthropological Quarterly, 85 (1 – Winter), 103-140. Yıldırım, B. E., Sırma, F. & Sanıyaman, Ç. S. (2015), “Çiçeklerin Kaderi: Türkiye‟de Kadınların Erken Evliliği Üzerine Nitel Bir Araştırma”, Bilig/Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi (73 – Bahar), 63-98. Yıldırım, D. (2010), 2001 Krizi Sonrasında Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP’nin Doğuşu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara. Yılmaz, İ. (2014), “Hareket ve Kurumsallaşma Arasında Türkiye‟de Kadın Mücadelesi: Eşitlik, Özgürlük, Farklılık”, içinde Toplumsal Hareketler-Tarih, Teori ve Deneyim- Der. Çetinkaya, Y. D. , s. 533-575, İletişim Yayınları, İstanbul. 107 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.73-107 108 2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven Ve Sinizm: Genç Diyojenlerden Genç Vatandaşa Nigar Değirmenci Büşra Kaya Yrd. Doç. Dr. Pamukkale Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi E-posta: ndegirmenci@pau.edu.tr Yüksek Lisans Öğrencisi Pamukkale Üniversitesi SBE Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi E-posta:busra.kaya89@hotmail.com Özet: Her geçen gün daha çok insan siyasetten ürkmekte ve bunların çoğu herhangi bir katılma olanağı bile kullanmamaktadır. Dahası, birçok insan ne siyasete ne de siyasetçilere güvenmemektedir. Türkiye gibi hibrid bir demokrasisi olan ülkeler için bu oldukça önemli bir problemdir. Çünkü bu tarz demokrasiler, siyasal sistemi çoğulcu ve açıklayıcı tutmak için daha fazla insanın katılımına ihtiyaç duyar. Biz de bu çalışmada üniversite gençliğinin siyasal sinizm eğilimlerini ve siyasal güvenlerini araştırmayı amaçlıyoruz. Böylece 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy verirken (ya da vermezken) nasıl bir kişisel siyasal iklim içinde olduklarını açıklamaya çalışacağız. Anahtar Kelimeler: Siyasal güven, siyasal sinizm, genç, başkanlık seçimi, demokrasi Political Trust and Cynicism of Youth in the Process of the 2014 Presidential Election: From Young Diogenes to Young Citizens Abstract: Many people shy away from politics by the day and many of them do not even get involved in the first place. Additionally, many people do not trust either politics or politicians. This is very problematic for a country like Turkey having some sort of an hybrid type democracy. Because these kinds of democracies need more involvement by people in order to keep the political system plural and manifestative. In this paper, we aim to investigate political cynicism tendencies of university youth together with their political trust. Thus we will try to explain their personal political climate during voting (or not voting) Presidential Elections in 2014 Keywords: Political trust, political cynicism, youth, presidential election, democracy Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm: Genç Diyojenlerden Genç Vatandaşa”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.109-125. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 Giriş Siyaset biliminin ana çalışma alanlarından biri siyasal tutum ve davranışlardır (seçmen davranışı). Ancak bu alanları incelerken en önemli faktörlerden olan siyasal yabancılaşma, siyasal güven ve nihayetinde siyasal sinizm seçmenlerin tercihlerini belirlemede önemli rol oynar. Nitekim bireylerin inançları ve düşünceleri arasında bir çatışma yaşandığında birey, çatışmayı gidermek amacıyla bu yeni düşünceleri, daha köklü olan inançlara adapte etmeyi yeğledikleri bir ön kabul olarak alındığında siyasal güvenin ve sinizmin ne kadar önemli hale geldiğini anlamak mümkün olabilir. Genel olarak değerlendirildiğinde “siyaset” dediğimiz olgu farklı yaş, cinsiyet, eğitim, etnik köken, ırk, millet gibi değişkenlere göre değişen algılara göre anlamlandırılmasına karşın yoğunlaşan paydanın gittikçe negatif anlamların yüklü olduğu bir alana doğru çekilmekte olduğunu görürüz. Siyasal yabancılaşma dediğimiz olgu da bu gidişatın bir çıktısı olarak değerlendirilebilir. Bireyler siyaset dediğimiz olguyu gittikçe daha karmaşık, para ve çıkar merkezli, kirli, çatışmacı bir alan olarak görmekte ve bu duygusu perçinleştikçe de siyaseten aktif olmaktan vaz geçmeye yönelmektedir. Oysa tüm siyaset bilimcilerin malumudur ki siyaset, çatışma kadar uzlaşmadır da. Ancak medya ve diğer kanallardan vatandaşlara seslenen siyasal parti liderleri, uzlaşma yerine çatışmayı, negatif propagandayı, karşılıklı olarak aşındırma kampanyaları üzerinde durdukça, seçmenleri siyasetten soğutmaktadırlar. Öte yandan kamuda her hangi basit bir işin sonuçlandırılabilmesi için siyasette güçlü bir pozisyonda yer alan kişinin desteğine duyulan zorunlu ihtiyaç, diğer tarafta ayyuka çıkmış yolsuzluk, ekonomik vb. çıkar ilişkilerine tanık olanların kulaktan kulağa aktarımları bu soğuma sürecini de desteklemektedir. Siyasetçiler elbette gökten zembille inmiş insanlar değildirler ve toplumun içinden seçilmiş bir örneklemin güç elde etmesi durumunda nasıl bir varlığa dönüşeceğinin resmidir. Genel olarak o toplumda yer alan siyasal kültür ne kadar şeffaf ve demokratik ise kamu yararına çalışan ve siyasal güveni hak eden insanlar olmasını beklememiz de o kadar doğal olacaktır. Ancak mevcut kültür ve özel olarak siyasal kültür ne kadar yozlaşmış ve bireyselleşmiş ise içinden çıkan siyasetçilerin de bireysel çıkarların adamı olması da o derece mümkündür. Ancak nihayetinde “devlet görevlisi” olan bu insanların, idealist perspektifte devletin, toplumsal düzeni kamu yararı lehine gerçekleştirme zorunluluğu bu siyasetçilerin devlet adamı olma nosyonlarını sorgular hale getirir. En temelde inançlar ve kararlar, tutumlar deneyimlere göre şekillenir ve “çoğu hayat deneyimleri de kişiseldir, somut ve eşsizdir.” (Rosenberg, 1951: 6) Bu deneyimlerimizin sonuçları ise siyasal açıdan çok iç açıcı görünmemektedir. Genel olarak bakıldığında uluslararası çalışmalar siyasal sinizmin evrensel bir şekilde gittikçe arttığını göstermektedir. Öte yandan bu duruma tam olarak neyin yol açtığını tespit etmek zor görünüyor. Cappella ve Jamieson’un (1996: 84) da belirttiği üzere bazı araştırmalar bu durumun 110 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” siyasetçilerin verdikleri sözler ile yaptıkları arasındaki uyumsuzluklardan kaynaklandığını ileri sürerken, diğerleri sosyal problemlerin çözümündeki başarısızlıkların ya da büyük partilerin yönetimde gerçek bir alternatif yaratmaktan aciz kalmalarından veyahut da medyanın siyasal haberlerdeki negatif seçiciliğinden kaynaklandığını iddia etmektedirler. Bu çalışmada ise ileride daha çok söz sahibi olacak nesilleri şimdiden algılayabilmek amacıyla sebep sonuç ilişkilerine çok da dâhil olmadan özel olarak cinsiyet temelinde siyasal etkinlik, siyasal güven ve en önemlisi siyasal sinizm1 eğilimlerine odaklanan betimleyici bir yol tercih edilmiştir. Yöntem 2014 Seçiminden bir ay öncesinde Pamukkale Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğrencilerine kapalı zarflarda anket soruları dağıtılmış ve öğrencilerin herhangi bir kişisel bilgi girmeksizin doldurarak verilen zarflara koyup kapatarak geri vermeleri istenmiştir. Çalışma verileri NVIVO 10 nitel araştırma değerlendirme programı ile değerlendirilmiştir. Araştırma kapsamında öğrencilere verilen ankette kullanılan siyasal sinizm ölçeği Agger vd. tarafından geliştirilmiş olan Guttmann-scalling sürecine dayanılarak geliştirilmiş ölçektir (Agger & Pearl, 1961:479). Bu bağlamda öğrencilere aşağıdaki ifadelere ne kadar (1 en az; 5 en çok) katıldıklarını işaretlemeleri istenmiştir. -Siyaset kirli bir iştir -Siyasetçilerin bizim için yaptığı bir şey yok -Siyasetçiler yapacaklarından fazlası için söz verirler -Bakanlar öncelikle kendi çıkarlarını düşünür -Milletvekili olabilmek için çevre yeteneklerden önemlidir. Yukarıdaki ifadeler doğrultusunda yapılan araştırmaya katılan deneklerin cinsiyete göre dağılımı aşağıdaki gibidir. Tablo 1: Cinsiyetlere Göre Siyasal Sinizm Ortalama Karşılaştırması Cinsiyet Erkek Kadın Toplam Mean -,655 -,725 -,695 N 105 138 243 Std. Sapma 1,1742 ,9911 1,0723 Araştırmaya katılan 243 denekten 105’i erkek olup bunların siyasal sinizm ortalamaları -,655 iken 138 kadın deneğin siyasal sinizm ortalaması -,725’tir. 1 Siyasal sinizmin felsefi kökenleri ve farklı siyasal sinizm tanımları için bkz. Değirmenci, 2014. 111 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 İki grubun da standart sapmaları göz ardı edilebilir ölçüde yakındır. Ancak erkek deneklerin daha dengesiz bir dağılım gösterdiği belirtilebilir. Araştırma Bulguları Siyasal sinizmin belki de en kısa ifadesi, Sinoplu Diyojen’den esinlenerek “siyasetin kirli bir iş” olduğudur. Bu ifadeye katılıp katılmadıklarını sorduğumuzda en yalın haliyle siyasal sinik olup olmadıklarını da sormuş olduk. Aşağıdaki tabloda deneklerin cinsiyetlere göre katılım dağılımları görülmektedir: Şekil 1"Siyaset Kirli Bir İştir" ifadesine katılım Kadın ve erkek deneklerin sayılarının eşit olmadığını dikkate alarak oransal açıdan bakıldığında erkeklerin bu ifadeye katılmaya daha meyilli olduğunu, kadınların ise bu konuda orantısal açıdan daha kararsız kaldığı görülmektedir. Şekil 2: "Siyasetçilerin Bizim İçin Yaptığı Bir şey Yok" İfadesine Katılım Durumu 112 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” Siyasetçilere olan güven duygusunun yitimi, demokrasiye olan inancı da doğrudan etkiler. Bireylerin kurulan ya da kurulacak olan hükümetlerden ümitlerinin gittikçe körelmesi ile siyasal açıdan sinizme daha açık hale geleceklerdir. Yukarıdaki tabloda bireylerin cinsiyetler içinde bu duruma ne kadar açık oldukları tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda orantısal açıdan karşılaştırıldığında kadın deneklerin erkek deneklere göre siyasal sinizme daha açık oldukları görülmektedir. Erkek deneklerin ise kararsızlarla beraber halen ümidi olan bir çoğunluk içerdiklerini belirtmek gerekir. Şekil 3: “Siyasetçiler Yapabileceklerinden Fazlası İçin Söz Verirler” İfadesine Katılım Oranları Siyasetçilerin, oy toplamak amacıyla her yola başvurduğu hatta bu amaçla her türlü talebi kabul ederek vaatlerde bulunduğuna dair yıllardır oluşa gelmiş olan köklü kanı, bireyleri siyasal kişi ve kurumlara karşı muhalif olsun olmasın güvensiz veya daha dikkatli bir ifadeyle “temkinli” hale getirmiştir. Buradaki ifadenin toplumsal açıdan ne kadar köklü olduğunu, deneklerin verdikleri cevaplarda da oldukça net bir şekilde görmek mümkündür. Hem kadın hem de erkek deneklerin yüzde seksenlere yakın bir kısmı bu ifadeye katıldıklarını belirtmişlerdir. Siyasal sinizmi olan bireylerin siyasal sistemin yozlaşmış ve oyuncularının da kamu iyiliğini göz ardı eden ve yönetme gücünü kazanma güdüsüyle hareket eden Makyavelci partizan ve yalnız kendi çıkarları için çalışanlar olduğu yönünde neredeyse kemikleşmiş görüşleri vardır. Öyle ki siyasetçilerin kendi çıkarları dışında yaptığı şeyler bile bir imaj çalışması olarak değerlendirilir (Cappella ve Jamieson, 1997: 19). Bu çalışmada deneklere bu duruma yönelik duruşlarını sorduğumuzda benzer bir eğilim gördük. 113 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 Şekil 4: “Bakanlar Kendi Çıkarlarını Düşünür” ifadesine katılım durumu Yukarıdaki tabloda her bir cinsiyetin oransal açıdan siyasal sinizme eğilimlerini karşılaştırdığımızda kadınların bakanlar kurulu ile ilgili daha şüpheci yaklaştıklarını görürüz. Öte yandan Amerikan Başkanlığının 8 yıllık Cumhuriyetçi iktidarının ardından yapılan araştırmada Demokratların, Cumhuriyetçilere göre siyasal sinizminin daha fazla olduğu tespiti (Agger ve Pearl, 1961: 477) bize muhalefette olmanın bu algıyı arttırmadaki rolünün evrenselliğine işaret etmektedir. Şekil 5: “Milletvekili Olmak İçin Çevre, Yeteneklerden Önemlidir” İfadesine Katılım Durumu Siyasetin kirli bir iş olduğu algısına yol açan sebepleri düşündüğümüzde, daha en başta siyasal temsile giden yolda kimlerin nasıl oraya vardıklarını inceleyen bir düşünce içinde buluruz kendimizi. Böylece bu düşünce süreci para ve siyasal yakınlık ile siyasal temsil arasında kurula gelen doğrudan ilişkiye götürür. İşte bu noktada deneklerin “Milletvekili Olmak İçin Çevre Yeteneklerden Önemli” ifadesine katılıp katılmadıkları sorusuna verdikleri cevap önem kazanıyor. Cinsiyetlerin her biri içinde cevapların oransal dağılıma baktığımızda, erkeklerin bu ifadeye daha çok katıldıkları görülür. Nihayetinde ezici bir şekilde deneklerin çoğunluğu 114 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” çevrenin önemli bir faktör olduğunu düşünmektedirler. Dolayısıyla demokrasinin katılım yollarının üst mecralarının herkese açık olmadığı algısı siyasal sinizmi tetikleyen bir faktör olarak görüldüğünde, erkeklerin bu faktöre daha açık olduğu anlaşılmaktadır. Çalışmanın bu kısmında, siyasal sinizmi dereceli olarak ifadelendirilmiş hallerine cinsiyetler bazında katılım oranlarını inceledik. Bu incelemede görüldüğü üzere siyasal sinizme yönelik ifadeler hiyerarşik gibi görünse de cinsiyetler bazında her zaman aynı doğrusallıkta ilerlememektedir. Bu açıdan bakıldığında siyasal sinizmi bir bütün olarak değerlendirerek diğer faktörlerle olan ilişkisine bakmakta yarar vardır. Bu faktörlerle olan ilişkileri değerlendirmede analiz kolaylığı sağlaması açısından siyasal sinizm içeren ifadelere katılım durumları (kesinlikle katılmıyorum, katılmıyorum, kararsız, katılıyorum, kesinlikle katılıyorum ifadeleri) “-2” ile “2” arasında puanlandırılarak her bir denek için toplam bir değer elde edilmiştir. Negatif değer yüklü puanlar en yüksek siyasal sinizm endekslerine karşılık gelmektedir. Bu değerlendirmelerden yola çıkılarak oluşturulan grafikte deneklerin genel olarak siyasal sinizme meyilli oldukları görülecektir. Şekil 6: Deneklerin Siyasal Sinizm Endeksleri Histogramı Elden edilen bu veriler, çalışmanın diğer verileri ile birlikte değerlendirilecektir. Siyasal sinizm frekans aralığı ise aşağıdaki gibi elde edilmiştir. Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere bireylerin yüzde yetmiş beşe yakını siyasal sinizm olgusu bağlamında değerlendirilebilir niteliktedir. 115 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 Tablo 2: Deneklerin Siyasal Sinizm Endeksleri Frekansları Siyasal Sinizm -2,0 -1,6 -1,2 -,8 -,4 ,0 Endeks ,4 ,8 1,2 1,6 2,0 Total Frekans Geçerli Yüzde Kümülatif Yüzde 40 16,5 16,5 23 9,5 25,9 52 21,4 47,3 36 14,8 62,1 29 11,9 74,1 15 6,2 80,2 20 8,2 88,5 3 1,2 89,7 11 4,5 94,2 2 ,8 95,1 12 4,9 100,0 243 100,0 Demokrasi, Siyasal Katılım, Siyasal Sinizm ve Güven Siyasal sinizm ile siyasal katılma arasında olumsuz bir ilişki öngörülmektedir. Agger vd.’nin yaptıkları araştırmaya göre eğitim seviyesi değişkeni kontrol altında tutulduğunda, siyasal katılımı en aktif düzeyde olan yüksek eğitimli bireylerin, siyasal açıdan güven duygusu olanlar arasından çıkmasına karşın siyasal sinizmi olan yüksek düzey eğitimli bireylerin neredeyse tamamen eylemsizdir (Agger ve Pearl, 1961:496). Siyasetçilere ve siyasal kurumlara olan siyasal güven, bireyleri gerçekleştirecekleri siyasal katılım için ayıracakları kıt kaynaklara değer duygusu yaratır ve böylece motive ederken bu kurum ve kişilere güven duymayan bireylerde ise tam tersi etki yaratarak siyasal sinizmin beslenmesine ve aynı zamanda da katılımın azalmasına yol açmaktadır. Kısaca siyasal katılma ve siyasal sinizm arasında iki yönlü interaktif bir ilişki olduğu iddia edilebilir. Bir şekilde siyasal uyarıcılara açık hale gelen bireylerin var olan siyasal sinizminde düşüş beklenebilir. Yine de siyasete belli bir seviyede karışmış olma durumu siyasal güveni azaltabileceğini göstermektedir (Agger ve Pearl, 1961: 502). Deneklerin siyasal güven ya da güvensizlik duygusunu ölçmek amacıyla kendilerine siyasal kurum ve kuruluşlara yönelik güven içeren ifadelere katılım durumları sorulmuştur. -Hükümete genel hatlarıyla güveniyorum -Muhalefete genel hatlarıyla güveniyorum -Siyasal sistemimize genel hatlarıyla güveniyorum -Seçilen devlet başkanına genel hatlarıyla güveniyorum -Seçtiğimiz siyasetçiler sözlerini tutarlar -Siyasetçiler güvenilmezdir 116 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” Bu ifadelerden olumsuz olanlara (Örneğin, “Siyasetçiler Güvenilmezdir ifadesine katılma durumu ile olumlu olana (örneğin “Seçtiğimiz Siyasetçiler Sözlerini Tutarlar” ifadesine) katılmama durumu “-2”ye kadar puanlandırılırken, olumlu olanlara katılma ile olumsuz olana katılmama durumu da “2”ye kadar puanlandırılmıştır. Böylece her bir deneğin siyasal güven endeksi hesaplanmıştır. Tablo 3: Güven İfadelerine Katılımların Siyasal Sinizm Ortalama Karşılaştırmaları Mean N Hükümete Güveniyorum Katılıyorum -,061 46 Fikrim yok -,411 35 Katılmıyorum -,936 162 Toplam -,695 243 Muhalefete Güveniyorum Katılıyorum -,517 24 Fikrim yok -,800 40 Katılmıyorum -,695 179 Toplam -,695 243 Siyasal Sisteme Güv. Katılıyorum -,166 41 Fikrim Yok -,645 44 Katılmıyorum -,846 158 Toplam -,695 243 Devlet Başkanına Güv. Katılıyorum -,111 47 Fikrim Yok -,471 34 Katılmıyorum -,911 162 Toplam -,695 243 Std. Sapma Medyan Min. Maks. 1,1090 ,9529 1,0010 1,0723 -,400 -,400 -1,200 -,800 -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 2,0 2,0 2,0 2,0 1,0248 ,7524 1,1388 1,0723 -,800 -,800 -,800 -,800 -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 1,2 1,2 2,0 2,0 1,0197 ,9882 1,0693 1,0723 -,400 -,800 -1,200 -,800 -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 2,0 2,0 2,0 2,0 1,0801 ,8611 1,0420 1,0723 -,400 -,400 -1,200 -,800 -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 2,0 1,2 2,0 2,0 Fieschi ve Heywood’a (2004: 18) göre, demokratik bir siyasal sisteme bütün olarak güven, sistemin iyi sonuçlar vereceğine olan inancı kapsar. Ancak var olan demokratik kurumlar içinde “arabulucu” nitelikte bir güven bulunmamaktadır. Öte yandan bu durum, favori haline gelmiş bir lider için bypass yapılabilir. Bu bağlamda demokrasinin siyasal kurumlarına olan güven popülist bir lider söz konusu olduğunda geri planda kalabilmektedir. Ancak gerçekçiliğin, ideal olandan kalıcı bir şekilde uzaklaştıran tutumunu bir kenara bırakıp demokrasi idealinden bahsedersek, kişiler geçici ve kurumların kalıcılığı ölçüsünde kurumlara olan güven öncelikli hale gelecektir. Bu bağlamda hem kişi hem de kurumlara güvenin yokluğu bir demokrasi sorundur ve bu sorunlar basit bir şüphecilikten kalıcı bir kanıya dönüştüğünde siyasal sinizmle sonuçlanır. 117 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 “Hükümete güveniyorum” ifadesine katıldığını belirten (46) deneklerin siyasal sinizm ortalaması (-,061), “Muhalefete güveniyorum” ifadesine katıldığını belirten (24) deneklerin siyasal sinizm ortalamasından (-,517) düşüktür. Benzer şekilde, “Hükümete güveniyorum” ifadesine karşı kararsız kaldığını belirten deneklerin siyasal sinizm ortalaması (-,411), bu ifadeye katılmadığını belirten deneklerin siyasal sinizm ortalamasından (-,936) düşük olduğu görülmektedir. Böylece hükümete güvenmeme eğilimi ile siyasal sinizm arasında doğru orantılı bir ilişki gözlemlenmektedir. Muhalefet açısından güven durumu ve siyasal sinizm arasındaki ilişkiye bakıldığında ise en fazla sinizmin (-,800) kararsızlar grubu arasında olduğu ve hatta bu grubun en yüksek değerinin 1,2’ye kadar çıkabildiği gözlemlenmektedir. Ancak hükümete güvenenler ile muhalefete güvenenlerin siyasal sinizm oranları karşılaştırıldığında, hükümete güvenenlerin siyasal sinizminin daha düşük olduğu, muhalefet güvenenlerin, muhtemeldir ki muhalefette kalmalarından dolayı fazla umutlu olmamalarına bağlı olarak siyasal sinizm taşımaya devam ettikleri görülür. Siyasal sisteme güven ve devlet başkanına güven konuları sistemlerin demokratik işleyişi ve sürekliliği açısından son derece önemlidir. Ancak buradaki duruma baktığımızda siyasal sinizm ortalamalarının yüksekliği endişe vericidir. Nitekim “Siyasal Sisteme Güveniyorum” ifadesine katılanların (41) sayısal düşüklüğü bir kenara, bu grubun siyasal sinizm ortalaması (,166), bu ifadeye karşı kararsız kalanların (44) siyasal sinizm ortalamasıyla (,645) daha kötüye gitmiş ve nihayetinde katılmayarak sayısal büyük çoğunluğu da oluşturanların (158) siyasal sinizm ortalaması (-,846) doruk noktasına erişmiştir. Benzer şekilde “devlet başkanına güveniyorum” ifadesine katılanların (47) siyasal sinizm ortalaması (-,111) bu grup içinde en düşük olmasına karşın, bu ifadeye karşı kararsız kalanların (34) siyasal sinizm ortalaması -,471’e yükselmiştir ve en nihayet bu ifadeye katılmayanların sayısal baskınlığı (162) ve siyasal sinizm zirvesi (-,911) endişe verir boyuta yükselmiştir. Tüm bu veriler birlikte değerlendirildiğinde siyasal iktidara güvenenlerin yukarıda iddia edildiği üzere kendilerini siyasetçiye teslim etme eğiliminde olduğunu görmekteyiz. Ancak bu durum denekler arasında azınlıkta kalmaktadır. Genel temayülün ister muhalif ister hükümet yanlısı olsun, ister siyasal sistemin kendisi isterse devlet başkanı olsun siyasetçi ve siyasal kurumlara güvenmeme ile beraber gelen siyasal sinizmin dayanılmaz hafifliğine kendini bırakmak olduğu görülmektedir. Siyasal Etkinlik Duygusu ve Siyasal Sinizm Siyasal etkinlik sorunu günümüz temsili demokrasilerinin vatandaşlarının siyasete katılıp katılmayacağını belirlediği algısal süreçlerindeki sınırı çizen en büyük problemlerinden biridir. Üstelik Agger, Pearl vd.’lerinin de (1961: 493) belirttiği gibi, siyasal sinizm ve siyasal 118 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” etkinlik duygusu doğrudan ilişkilidir ancak bu ilişkinin niteliği üzerine farklı görüşler bulunmaktadır. Bir görüşe göre siyasal sinizmi en yüksek bireylerin kendilerini siyasal açıdan etkinlik anlamında potansiyeli yüksek görülürken siyasal güveni yüksek olan bireylerin ise siyasal açıdan aciz hissederek kendilerini siyasetçilerin eline teslim etme eğilimlerinin yüksek olduğu iddia edilmektedir. Siyasal açıdan kendilerini etkin hisseden bireyler ise siyaseti ve siyasetçileri küçümseyerek bu güven yatırımını kendilerine yapmaktadır. Böylece siyasal eylemciler sadece siyasal açıdan daha fazla potansiyel değil, aynı zamanda siyasal katılmada bulunmayanlara göre de daha çok siyasal sinizm taşıyacaklardır. Diğer bir görüşe göre ise siyasal acizlik (zayıflık/yetersizlik/ etkinsizlik) duygusu siyasete ve siyasal kurumlara yönelik sinizm olgusunu da beraberinde getirecektir. Bu iki görüş açısından Agger, Pearl vd. tercihi ikinci görüşten yanadır: siyasal sinizm ve siyasal acizlik arasında doğru bir ilişki vardır; siyasal etkinliği yüksek olanın ise siyasal sinizmi düşüktür. Eğitim seviyesi değişkeni kontrol altına alındığında, siyasal etkinliği yüksek olanların siyasete ve siyasetçilere güveninin yüksek olduğunu ileri sürmektedirler. Bu bağlamda araştırmada “Kişisel etkinlik” duygusunu ölçmek amacıyla bir Agger, Pearl vd.’nin (1961:493) geliştirdiği ölçekten yararlanılmıştır. İçsel siyasal etkinlik bağlamında yer alan ifadelere deneklerin katılıp katılmadıkları sorulmuştur: -Benim gibi insanların siyasette yapabileceği bir şey yok -Oy vermenin bir anlamı vardır -Siyasal konular hakkında yeterince bilgiliyim -Bazen siyaset, benim gibiler için fazla karışık görünür -Oy verme benim gibilerin hükümet politikalarıyla ilgili yapabileceği tek şeydir Dışsal siyasal etkinlik bağlamında ise şu ifadelere yer verilmiştir: -Milletvekillerinin çoğu benim gibilerin ne düşündüğünü önemsemez -Partilerin çoğu sadece oyla ilgilidir benim fikrimle değil -Benim ne düşündüğüm, seçtiğim kişilerin umurunda değil -Vekiller seçildikten hemen sonra vatandaşı unutur Her iki ölçekte yer alan etkinlik duygusuna katılım ile ilgili yanıtlar “2”ye kadar puanlandırılırken; etkinsiz, siyasal acizlik içeren ifadeler ise “-2”ye kadar puanlandırılmıştır. Buradan yola çıkarak her bir deneğin siyasal iç ve dış etkinlik değerleri hesaplanmıştır. Yukarıdaki veri bütünleri arasındaki ilişkiye analiz ettiğimizde, aşağıdaki gibi bir tablo geçmektedir. Giroux’nun da belirttiği gibi gençler her geçen gün düşük ücretli daha ağır bir gelecek kaygısının içine doğru çekilmektedirler (Giroux, 2000: 507). Bu kaygının ortadan kalkmasını sağlayabilecek olan alternatif siyaset üretebilecek olan siyasal kurum ve kişilerse gelecekle ilgili çok fazla ümit vaat etmemektedirler. Bu duruma yönelik algılarını dışsal siyasal etkinlik bağlamında ölçebilmekteyiz. İçsel siyasal etkinlik bağlamında ise doğrudan siyasal hayat üzerinde bir etkinlik yaratacak mevcut gelecek 119 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 kaygısı ile ilgili bir değişiklik yapabilecek siyasal gücünün olup olmadığına dair inancını ölçmekteyiz. Dışsal siyasal etkinlik ve siyasal sinizm korelasyonuna baktığımızda oldukça güçlü bir ilişki (0,626) görmekteyiz. Buradaki 1’e yakın pozitif değer, dışsal etkinliğin arttığı durumda, (negatif bir durum olarak) siyasal sinizmin azaldığı şartların çokluğuna işaret etmektedir. İçsel siyasal etkinlik ve siyasal sinizm arasındaki korelasyon da halen (,127) dışsal etkinlik kadar olmasa da bir ilişkinin varlığını gösterir. Bu iki durumdan anlaşılıyor ki denekler siyasetçilerin gelecekleri üzerindeki etkileri konusunda daha büyük beklenti içindeler ve bu beklentilerle ilgili hayal kırıklıkları daha büyük bir sinizm ortaya çıkarmaktadır. Tablo 4: Deneklerin Siyasal Sinizm, Dışsal Siyasal Etkinlik, İçsel Siyasal Etkinlik ve Güven Endeksleri Korelasyonları Siyasal Sinizm Dışsal İçsel Siyasal Siyasal Etk. Etk. Pearson K 1 ,626** Sig. (2-tailed) ,000 N 243 243 Pearson K ,626** 1 Dışsal Sig. (2-tailed) ,000 Siyasal Etk. N 243 243 Pearson K ,127* ,381** İçsel Siyasal Sig. (2-tailed) ,047 ,000 Etk. N 243 243 Pearson K ,434** ,329** Siyasal Sig. (2-tailed) ,000 ,000 Güven N 243 243 **. Correlation is significant at the 0.01 level (2-tailed). *. Correlation is significant at the 0.05 level (2-tailed). Siyasal Sinizm ,127* ,047 243 ,381** ,000 243 1 243 ,037 ,569 243 Siyasal Güven ,434** ,000 243 ,329** ,000 243 ,037 ,569 243 1 243 Siyasal Sinizmin Alacakaranlık Ortamında 2014 Yılı Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Siyasal sinizm ile siyasal katılma arasındaki negatif ilişkiye yukarıda değinilmişti. Siyaset bilimi literatüründe siyasal katılmanın en düşük formu olarak görülen “oy kullanma” davranışı, Türkiye gibi demokrasi endeksinin ortalarında2 yer alan hibrid demokrasilerde (The Economist Intelligence Unit, 2015) siyasal iktidara meşruluk zemini sağlaması ihtiyacıyla da beslenerek iktidarlar tarafından son derece motive edilen hayati bir katılım yoluymuş gibi görülmeye başlar. Bu noktada Schumpeter’e değinmek gerekir. Gerçekçilik bağlamında demokrasinin tüm etik sorunlarını bir kenara bırakarak geliştirdiği 2 2014 yılı Demokrasi Endeksine göre Türkiye 167 ülke içinde 98. sırada yer almaktadır (The Economist Intelligence Unit, 2015). 120 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” demokrasi algısında sadece siyasal liderlerin yarışı önemlidir ve demokrasinin sadece araçsal bir değeri vardır. Liderin ürettiği istekleri takipçilerin kabul etmesi beklenir. İki seçim arası siyasal lider üzerinde hiçbir etkisi ve yaptırımı olmayan seçmenin bunu böylece kabul etmesi gerekir. Kısaca seçimler, demokrasi için gerekli ve sakıncalı bir biçimde yeterli şartıdır (Schumpeter, 1942: 242, 251, 266, 273). Şekil 7: Cumhurbaşkanlığı Seçimlerinde Oy Kullananların “Siyaset Kirli Bir İştir” İfadesine Katılım Durumları Günümüz hibrid demokrasilerinin de tam olarak problemi burada yatmaktadır. Keza bu çalışmanın demokrasi algısınca seçimler, demokrasi için gerekli ancak tek başına yetersiz şarttır. Sartori’nin deyimiyle seçim dönemlerinde ortaya çıkan ve ardından yok olan demokrasiler (Sartori, 1996) yerine sürekli demokrasi için en düşük katılım formu olan oy verme davranışının yerine alternatif katılma olanaklarının açık olması önem kazanmaktadır. Bu bağlamda oy kullanmamış olan bireylerin gerekçelerine bakmak gerekir. 121 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 Şekil 8: Oy Kullanmamış Deneklerin “Siyaset Kirli Bir İştir “ İfadesine Katılım Durumları Oy kullanmayacak olan deneklerin verdikleri cevaplara bakıldığındaysa oy kullanmama gerekçesiyle “Siyaset Kirli Bir İştir” ifadesine katılım durumları arasında bir ilişki gözlemlenmektedir. Aşağıdaki tabloda “X” işareti ile “oy kullanmama” durumu belirtilmiştir. Buna göre “X (Oy kullanmayacağım)” ekseninde, oy kullanmama gerekçesini açıklamamış olan adayların, bu ifadeye katılım sayı ve oranları görülmektedir. Oy kullanmayacak olan deneklerin gerekçeleri arasında siyaset dışı olanlar (şehir dışında olma, yaş vb.) bir kenara bırakıldığında siyasal sistem ve seçim süreci, siyasal alternatiflerle ilgili tatminsizlik duygularının ağır bastığı görülmektedir. Benzer bir şekilde 1972 yılında üniversite öğrencileri arasında yapılmış olan bir araştırmaya göre hükümetlerinden tatmin olmayanların siyasal sinizme meyilli olduklarını tespit etmiştir (Cole, 1972: 160). Böylece tercih edilebilir bir siyasal alternatifin olmayışı sorunu siyasal sinizm için ciddi bir alt yapı sağlamaktadır. Neden oy kullanmadıklarını açıklamayan deneklerin durumları ise ayrı bir muammadır. Neden oy kullanmayacağını açıklamayan deneklerin siyasal anlamda sinizme meyilli olması buradaki bahsi geçen sorunun varlığına işaret ediyor olabilir. Çalışmaya katılanlara kendilerini siyasal yelpazenin neresinde gördüklerini sorduk ve aldığımız cevaplar doğrultusunda her bir grubun siyasal sinizm ortalamalarını karşılaştırdık ve aşağıdaki tabloyu elde ettik. Bu tabloya göre siyasal sinizmin en yüksek ortalama değerlerine yelpazenin “ortanın solu” (-,982) ve “sol”unda (-,800) görenlerin sahip olduğu görülmüştür. En düşük olanlar ise siyasal yelpazenin “ortanın sağ”ında (,230) ve “sağ”ında (-,582) yer almaktadır. 122 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” Tablo 5: Siyasal Yelpazedeki Konumlara Göre Siyasal Sinizm Endeks Ortalama Karşılaştırmaları Siyasal Yelpaze Sol (1) Ortanın Solu (2) Orta (3) Ortanın Sağı (4) Sağ (5) Total Mean -,800 -,982 -,726 -,230 -,582 -,695 N 27 66 81 47 22 243 Std. Sapma 1,2649 ,9340 ,9340 1,1669 1,2203 1,0723 Medyan -1,200 -1,200 -,800 -,400 -,800 -,800 Min. -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 -2,0 Maks. 2,0 2,0 2,0 2,0 2,0 2,0 Yukarıdaki tablonun şekillenişini etkileyebilecek birden fazla faktör olduğu düşünülebilir. Öncelikle siyasal etkinlik duygusuyla beraber uluslararası baskın ideolojinin Yeni Sağ oluşunun yanında, hâlihazırdaki siyasal iktidarın da bu ideolojinin temsilcisi olduğu gerçeği kendini Sol’a yakın ya da Sol’da gören bireylerde siyasal sinizm yaratmış olmasını anlaşılabilir kılmaktadır. Türkiye’deki sinik Sol’un, kapitalizmin kötü yanlarının teşhirciliği ile sınırlı (Bora,2011) hale gelmiş “katılım” durumu kadar bilinçli bir durum olduğu noktasında temkinli olmakla beraber kendini Sol’da konumlandıran denekler arasındaki siyasal sinizmin daha çok gelecek kaygısı ve alternatifsizliklere bağlı olduğunu düşünmekteyiz. Ancak detaylı bir açıklama için derinlemesine mülakat tekniklerinin kullanıldığı bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Diğer yandan aynı gerçeklik tersinden okunması, kendini Sağ’da ya da Sağ’a yakın görenlerin siyasetçilere ve siyasal kurumlara olan güven ile beraber değerlendirilerek siyasal sinizminin düşüklüğünü de bir nebze olsun açıklar niteliktedir. Bu noktada Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerine biraz kafa yorduğumuzda aslında seçim sürecinin A ya da B kişisinin seçiminden daha karmaşık ve siyasal açıdan psikolojik problemler içeren bir süreç olduğu görülecektir. Bu durum da bireyleri; oy kullanmaktan alıkoyar hale getirmekte ya da kullandığı taktiksel oydan fazla bir beklentisi olmaksızın siyasal sisteme bir nev’i küstürmektedir. Sonuç Yerine Çalışmada genel olarak siyasal sinizmin ve siyasal güvensizliğin gençler arasında yaygın bir halde olduğunu gördük. Öte yandan Cappella ve Jamieson, şeytanın avukatlığını yaparak şu soruyu sorarlar: Ya gerçekten siyasal liderler sadece ya da öncelikle kendi çıkarları için hareket eden, kamu çıkarı ve kendi çıkarları arasında bir çatışma olduğunda kendi çıkarlarını tercih eden kişilerse, o zaman bu durumu algılayan kişiler sinizmci midir yoksa sadece “gerçekçi” midir? Böylece kamunun, lider ve kurumlara yönelik siyasal güvenlerinin yokluğu aslında sadece Polyannacılığın sona ermesidir (Cappella & Jamieson, 1997: 20). Eğer durum böyleyse daha kötü şartlardayızdır, çünkü böyle bir durumda ortaya çıkan eylemsizlik ve ilgisizlik, teslimiyet hali 123 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 siyasal kurumları gerçekten de yozlaşmış kişilerin ellerine teslim edecek ve sistemi kendi kazdığı çukurunda meşrulaştırmaya devam edecektir. Bu araştırmanın elbette tüm üniversite gençliğini temsil ettiği iddia edilemez ancak öğrencilerin eğilimleri konusunda fikir vererek ileride yapılacak daha geniş çaplı araştırmalara katkı sunacağı var sayılmaktadır. Üniversite gençliğine yönelik daha kapsayıcı bir araştırmada deneklerin ailelerinin eğitim durumlarına da yer vermek yerinde olacaktır. Bu çalışma betimleyici bir çalışma olmakla beraber, sebep sonuç ilişkileri üzerine odaklanmış çalışmalara ilham vermesi umuduyla hazırlanmıştır. Böylesi çalışmalarda ise medya sinizmi, deneklerin mevcut siyasal alternatiflerle ilgili tatminsizlikleri, siyasal beklentilerin karşılanıp karşılanmaması, siyasal skandal ve yolsuzluklar gibi değişkenler dikkate alınmalıdır. Bunların içinde medya ve siyasal aktörlerin basın sözcüleri gibi aracıları siyasal sinizm içinde ayrı bir önemi vardır (Dalen & Vreese, 2011; Vreese, 2008). Bu bağlamda sebep sonuç ilişkisine giren bir siyasal sinizm çalışması medya analizine yer vermesi kaçınılmazdır. Yine bir diğer araştırma sosyal sinizm ve inkar ile siyasal sinizm arasında doğrudan ilişkiler tespit etmiştir (Fraser, 1971; Değirmenci, 2014). 124 Değirmenci, N. & Kaya, B., 2015, “2014 Başkanlık Seçim Sürecinde Gençlerde Siyasal Güven ve Sinizm” Kaynakça Agger, R. E. G. M. N. & Pearl, S. A., 1961. Political Cynicism: Measurement and Meaning. The Journal of Politics, 23(3), pp. 477-506. Bora, T., 2011. Sol, Sinizm, Pragmatizm. 2 dü. İstanbul: Birikim Yay.. Cappella, J. N. & Jamieson, K., 1996. News Frames, Political Cynicism, and Media Cynicism. Annals of the American Academy of Political and Social Science, Cilt 546, pp. 71-84. Cappella, J. N. & Jamieson, K. H., 1997. Spiral of Cynicism: The Press and The Public Good. Oxford: Oxford University Press.. Cole, D. L., 1972. Machiavellianism and Political Behaviour.. The Journal of Social Psychology, Cilt 87, pp. 159-160. Dalen, A. v. A. E. & Vreese, C. D., 2011. (2011). Suspicious Minds: Explaining Political Cynicism Among Political Journalists In Europe .. European Journal of Communication , Cilt 26, pp. 147-162. Değirmenci, N., 2014. “Siyasal Sinizm”, içinde Siyaset Bilimi Araştırmaları. İstanbul: Seçkin Yayıncılık, pp. 53-78. Downs, A., 1957. An Economic Theory of Political Action in a Democracy. The Journal of Political Economy, 65(2), pp. 135-150. Dudley, D. R., 1937. A History of Cynicism, From Diogenes to the 6th Century A.D.. London: Methuen & Co. Ltd... Fieschi, C. & Heywood, P., 2004. Trust, Cynicism and Populist anti-Politics. Journal of Political Ideologies, 9(3), pp. 298-309. Frantzich, S. E., 2008. Citizen Democracy: Political Activists in a Cynical Age.. Plymouth: Rowman & Littlefield Publishers, Inc.. Fraser, J., 1971. Personal and Political Meaning Correlates of Political Cynicism.. Midwest Journal of Political Science, 15(2), pp. 347-364. Giroux, H. A., 2000. Cultural Studies and the Culture of Politics:Beyond Polemics and Cynicism. JAC, 20(3), pp. 505-541. Mills, C. M. & Kell, F. C., 2005. The Development of Cynicism. Psychological Science, 16(4), pp. 385-390. Rosenberg, M., 1951. The Meaning of Politics in Mass Society. Public Opin Q, 15(1), pp. 5-15. Sartori, G., 1996. Demokrasi Teorisine Geri Dönüş. Ankara: Yetkin Yay.. Schumpeter, J., 1942. Capitalism, Socialism and Democracy. New York: Harper. The Economist Intelligence Unit, 2015. Democracy Index 2014. [Çevrimiçi] Available at: Erişim: https://www.eiu.com/public/topical_report.aspx?campaignid=Democracy0115 [%1 tarihinde erişilmiştir15 Aralık 2015]. Vreese, C. d., 2008. Media in the Game of Politics : Effects of Strategic Metacoverage on Political Cynicism. International Journal of Press/Politics, 3(13), pp. 285-309. 125 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.109-125 126 Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Karşılaştırmalı Bir Analizi İhsan Kamalak Hüseyin Gül Doç. Dr. Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: ihsanmersin33@gmail.com Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: gulhuseyin@yahoo.com Songül Sallan Gül Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyoloji Bölümü E-posta: songulsallangul@yahoo.com Özet: Türkiye’de cumhurbaşkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi, AK Parti’nin ve Sayın Erdoğan’ın son dönemdeki yaklaşımı başkanlık sistemi tartışmalarını gündemde tutmaktadır. Başkanlık sistemi tartışmaları siyasal rejimin bütün unsurları üzerindeki etkileriyle birlikte ele alınmalıdır. Başkanlık sistemini uygulayan diğer ülke örnekleriyle birlikte konuyu değerlendirmek, özellikle en iyi örnek olarak sunulan Amerikan Başkanlık Sistemi ile Fransız Yarı Başkanlık Sistemlerini dikkate almak Türkiye’deki tartışmalara ışık tutacaktır. Bu yazıda Türkiye’de cumhurbaşkanlığını ve başkanlık sistemi tartışmaları, parlamenter demokrasi anlayışı, Amerikan ve Fransız örneklerini de göz önünde bulundurarak irdelenmektedir. Anahtar Kelimler: Türkiye, Cumhurbaşkanlığı, Parlamenter Demokrasi, Amerikan Başkanlık Sistemi, Fransız Yarı Başkanlık Sistemi A Comparative Analysis of the Debates on Democracy, Political Regime and Presidential System Abstract: Popular election of the President of the Republic of Turkey and the recent approach of both AKP and Erdoğan leads us debate presidential system. Through the debates all effects of presidential system on the parts of political regime should be analyzed. Furthermore, Turkey’s governmental system is a part of its political regime and other parts of the regime does have effects on the governmental system. Also the analysis of the governmental systems of other countries is significant and would positively contribute the debates. In this regard the presidential system of the United States of America and semi-presidential system of France presented as the best examples should be examined. This study, taken the cases of USA and France in mind, analyzes the debates on presidential system and parliamentary democracy in Turkey. Keywords: Turkey, Presidency, Parliamentary Democracy, American System of Presidency, French System of Presidency Kamalak, İ., Gül, H. & Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi Tartışmalarının Karşılaştırmalı Bir Analizi”, Toplam ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.127-148 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 Giriş Türkiye‟de hükümet sistemi bağlamında tartışmalar 1982 Anayasasının hazırlanma sürecinde Cumhurbaşkanının seçim yöntemi ile başlamıştır. Bu tartışma, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde cumhurbaşkanının aylarca seçilememesinden dolayı yapılmış olsa da, 1970‟lerin başından itibaren cumhurbaşkanlığı seçimi süreci hep sancılı geçmiştir. Ancak konunun hükümet sisteminde köklü değişikliğe yönelmesi siyasetçilerin cumhurbaşkanı olması ile başlamıştır. Bu bağlamda ilk çıkışı cumhurbaşkanı olduktan sonra Turgut Özal yapmıştır. Ardından Süleyman Demirel‟in cumhurbaşkanlığı ile tartışmalara devam edilmiştir. Ancak 2007 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi‟nde (TBMM) yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında yaşanan tartışmalar sonrasında 2007 yılında gerçekleştirilen referandum ile anayasanın bazı maddeleri değiştirilmiş ve bu çerçevede cumhurbaşkanının da halk oylaması ile seçilmesi ilkesi benimsenmiştir. Bu değişiklikten sonra hükümet sistemi tartışmaları yavaş yavaş başkanlık sistemine dönmüş ve AK Parti hükümetleri anayasa değişikliği ile bunu gerçekleştirmenin yollarını aramaya başlamıştır. 2012, TBMM Başkanı Cemil Çiçek tarafından yeni anayasa yapma yılı ilan edilmiş, anayasa tartışmaları çerçevesinde birçok farklı öneri ortaya konmuş ama sonuç alınamadan bugünlere gelinmiştir. 2014 yılında halkın ilk defa cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına gitmesinde sonra ise, başkanlık sistemi artık Türkiye‟nin ana gündem maddelerinden biri haline gelmiştir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sadece Türkiye hükümet sistemi için değil, siyasal sistemi için de önemli sonuçlar doğurmaktadır. 1982 Anayasası Cumhurbaşkanlığının konumunu sistem içinde güçlendirmiştir. Aslında, Anayasa, siyasi istikrar adına otoriter ve güçlü bir yürütme öngörmüştür. Bu nedenle güçler ayrılığı ilkesi, yürütme lehine bozulmuş, çoğulculuk, katılımcılık ve demokratik temsilden çok güçlü siyasal iktidar ve siyasal istikrar öne çıkarılmıştır (Fırat & Gül, 2014). 2014‟de Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle, Cumhurbaşkanlığının temsil kabiliyeti ve demokratik meşruiyeti ve dolayısıyla da sistem içindeki konumu daha güçlendirilmiş oldu. Bunun pratikteki yansıması, Cumhurbaşkanlığının da Türkiye siyasetinde çok kullanılan Rousseau‟cu „milli irade‟yi doğrudan temsil eder hale gelmesidir. Artık Türkiye‟de Cumhurbaşkanın doğrudan halk tarafından seçilmesi, AK Parti‟nin ve Sayın Erdoğan‟ın son dönemdeki yaklaşımı başkanlık sistemi tartışmalarını gerekli kılmaktadır. Her ne kadar milli iradeyi doğrudan temsil eder hale gelen Cumhurbaşkanı “ben (1982) Anayasa‟nın verdiği yetkileri sonuna kadar kullanacağım” dese ve kullanmaya çalışsa da, Anayasanın kendisine verdiği yetkiler, Fransız Cumhurbaşkanı ile karşılaştırıldığında halen azdır. Ayrıca, doğrudan siyaset içinde olamamaktan rahatsız olduğu da ileri sürülebilir. Ancak, 1982 Anayasası çerçevesinde kurulu olan mevcut 128 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” sistemde, iki başlılık ve parti bağının fiili olarak devam etmesi gibi sorunların yaşanması ve ileride değişen siyasi tabloya göre diğer sorunların oluşması muhtemeldir. Ancak AK Parti Hükümeti başkanlık hükümet sistemine geçilmesini savunmaktadır. AK Parti ve diğer başkanlık hükümet sistemi savunucuları, bu sistemin, yürütmeyi halkın doğrudan seçmesi ve halka hesap verecek olanın belirli olması dolayısıyla demokrasiye daha uygun olduğunu ileri sürmektedir. Diğer gerekçeler; yürütmenin hızlı/kolay oluşturabilmesi (Evcimen, 1992), görev süresinin belirli olması ve siyasi istikrara katkı sağlamasıdır (Horrowits, 1995; Erdoğan, 1996). Türkiye‟nin jeopolitik konumu nedeniyle siyasal istikrar ve hızlı karar almaya olan ihtiyacının, özellikle Arap Baharı sonrasında daha da artması bu gerekçeleri ileri sürenlerin elini güçlendirmektedir. Ancak, yasama ve yürütmenin kendi görev alanlarına yoğunlaşması anlamında uzmanlaşma ve halk tarafından ayrı ayrı seçilme dolayısıyla katı güçler ayrılığı ile katı güçler ayrılığı ile sağlanacak olan sınırlı hükümet ve de insan haklarının daha sıkı korunması (Evcimen, 1992) gibi diğer ileri sürülen gerekçeler ise temelsiz gerekçelerdir. Zira katı güçler ayrılığı, sınırlı hükümeti ve insan haklarını koruyacak düzenlemeler, sadece hükümet sistemi ile sağlanamaz (Kamalak, 2014). Diğer taraftan başkanlık sistemine karşı çıkanlar ise, yürütme organının da halk tarafından seçilmesinin yürütme ile yasama arasında tıkanmakilitlenme (Linz, 1993; Kalaycıoğlu, 2005; Özbudun, 1993) gibi olumsuz sonuçları doğurma olasılığını içinde barındıran çifte demokratik meşruiyet (Yazıcı, 2002; 2005) iddiasını taşıdığını ileri sürmektedir. Böylece hükümet krizi, rejim krizine dönüşebiliyor (Tosun ve Tosun, 1999). Ancak başkanlık sisteminin yaratacağı sorunlar bunlarla sınırlı değildir. Başkanlık sistemlerinin kaybedenlerle işbirliği yapmayı çok az teşvik etmesi nedeniyle, yürütme seçimini kazananlar kaybedenlerle uzlaşmaya yanaşmazlar. Özel ve sivil sektörün, çoğulculuğun ve uzlaşmacı tutumların zayıf olduğu bir siyasal yapıda yürütme çoğunlukçu bir yapıya bürünür. Ayrıca, yasama organının, özellikle de başkan üzerindeki etkisi zayıflar. Çoğunlukçu bir yapıya bürünmesi durumunda iktidardan dışlanmışların sayısı artacaktır. Bu ise toplumsal düzeyde istikrarsızlığa ortam hazırlayacaktır (Linz, 1995; Lijpart, 1992). Başkanlık sistemleri ayrıca esnek değildir. Görev süresinin belirli olması dolayısıyla iyi başkanlar tekrar seçilemez veya kötü başkanlar görevden alınamazlar. Bu da çok partiye sahip ülkelerde istikrarsızlık yaratmıştır (Mainwaring, 1993; Mainwaring & Shugart, 1997). İstikrar bağlamında başkanlık sistemine bu bağlamda yöneltilen eleştiri ise, hükümet istikrarı ile siyasal istikrarın farklı (Linz, 1993, 1992) olduğu ve istikrar ve ekonomik performans bakımından karşılaştırmada başkanlık sistemlerinin daha zayıf olduğu (Sartori, 1997) ileri sürülmektedir. 129 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 Ancak bu tartışmalar Türkiye bağlamında başkanlık sisteminin olası sonuçları konusunda bazı eksiklikler içermektedir. Eksikliklerin başında başkanlık sisteminin Türkiye demokrasisine etkisi gelmektedir. Bu özellikle de başkanlık sistemi taraftarlarının, hükümet sisteminin siyasal rejimin bir parçası/unsuru olduğu ve diğer unsurla etkileşim içinde olduğunu gözden kaçırmaları biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Başkanlık sistemi karşıtları ise, Türkiye‟de zaten güçlü olan liderlerin/Başbakanların/Cumhurbaşkanlarının (yarı-) başkanlık sistemini talep etmelerini açıklamakta yetersiz kalmaktadırlar. Ayrıca başkanlık sistemine geçilmesinin neden diktatörlüğe / otoriterliğe götüreceği ikna edici biçimde açıklanamamaktadır. Bu çalışmada bir yandan güçlü olan liderlerin başkanlık sistemi taleplerini sorgulanmakta, diğer yandan ise otoriteliğin oluşma nedenleri analiz edilmektedir. Bu çerçevede yazıda, (yarı-) başkanlık sisteminin olası sonuçları ve sorunları, Türkiye‟de cumhurbaşkanlığını ve başkanlık sistemine geçiş çabaları değerlendirilmektedir. Ayrıca cumhurbaşkanını halkın seçmesinin anlamı, mevcut Anayasa ve Türkiye‟nin siyasal kültürü çerçevesinde, Amerikan ve Fransız başkanlık sistemleri de göz önünde bulundurularak tartışılmaktadır. Ayrıca demokrasinin günümüzdeki anlamı ve hükümet sisteminin siyasal rejimi oluşturan diğer unsurlarla olan etkileşimi de irdelenmektedir. Hükümet Sistemi, Siyasal Rejim ve Demokrasi Hükmet sistemi devlet içindeki kuvvetlerin dağıtım ve düzenlenişine dayanarak siyasal rejimin uygulanış biçimi olarak tanımlanabilir (Erat, 2015: 326-327; Hekimoğlu, 2009: 5). Hükümet sistemi sınıflandırılmasında güçler ayrılığı ilkesinin işleyişi veya yürütme organının yapısı ve göreve gelişi ile yasama organı ile olan ilişkisi kriterleri kullanılabilir. Bu çerçevede siyasal yürütme bir kişiye veriliyor ve doğrudan halk tarafından seçiliyor ve de yasama organı tarafından güvensizlik oylaması ile düşürülemiyorsa, başkanlık sistemi; yürütme organı çift başlı ve devlet başkanı sorumsuz-sembolik iken, sorumlu siyasal yürütme yasama organı ile organik ilişki içinde ise parlamenter sistem olarak sınıflandırılır. Diğer taraftan halk tarafından seçilmenin yanında, önemli yetki-görevlerle donatılan cumhurbaşkanının yasama organı ile organik ilişki içinde sorumlu siyasal yürütmenin olduğu sistemler, yarı-parlamenter sistem değil, cumhurbaşkanının ağırlığı dolayısıyla yarı-başkanlık sistemi olarak sınıflandırılmaktadır. Ancak hükümet sistemi hangisi olursa olsun, siyasal rejimin siyasal parti, siyasal kültür, sivil toplum kuruluşları gibi unsurları, yürütme ve yasama organlarının işleyişi üzerinde etkide bulunurlar. Siyasal rejimin belki de en önemli unsuru olan siyasal partilerin yapısı ve parti sistemi ki, bunlar da ülkenin sosyoekonomik yapısının, toplumsal sınıfların ve değişik toplumsal kesimler arasındaki ilişkilerin yansımasıdır ve 130 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” hükümet sisteminin işleyişi üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. Başkanlık sistemi üzerine yapılan çok sayıda araştırmada da vurgulandığı gibi, çok partili sisteme sahip ülkelerde başkanlık sistemi tıkanmalara hatta kilitlenmelere yol açmaktadır (Mainwaring, 1993; Linz, 1993). Zira başkan seçim yöntemi dolayısıyla bir şekilde seçilirken, yasama organında hiçbir parti tek başına çoğunluğu sağlayamadığından yasama yürütme organı arasında sorunlara ortam hazırlamaktadır. Bu sorunlar, özellikle siyasal kültüründe uzlaşmanın az olduğu ya da ideolojik davranışın egemen olduğu ülkelerde / toplumlarda, siyasal partiler de disiplin özelliğine göre kurgulandığından, kaçınılmaz olmaktadır. Oysa ABD gibi, uzlaşma kültürünün yüksek olduğu ve de siyasal partilerinin disiplinsiz ve federal yapıya uygun olarak hem merkez örgütlerinin güçlerinin sınırlı olduğu hem de lider sultasının görülmediği ülkelerde, başkanlık sisteminin sorun yaratma özellikleri minimize olabilmektedir. ABD örneğinde, devlet yapısının federal olması da (Kalaycıoğlu, 2005), başkanlık sisteminin içinde taşıdığı sorunlar gün yüzüne çıktığından, bu sorunların siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamdaki etkileri de minimize edilebilmektedir. Kısaca, hükümet sisteminin siyasal rejimden bağımsız olarak ele alınmaması, bilakis bir bütünün parçası olduğu göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Başkanlık sistemi tartışmalarında, taraftarlarının en çok dile getirdiği gerekçe, yürütmenin de yasama gibi doğrudan seçimle göreve gelmesi ve sorumlunun belli olması üzerine kurgulanmaktadır. Dolayısıyla teorik olarak doğru gibi görünse de, başkanlık sisteminin Türkiye demokrasisini geliştireceğini ileri sürmek güçtür. Tartışma, demokrasi çerçevesinde yapılacaksa, öncelikle günümüzde demokrasinin temele özelliklerinin neler olduğunu hatırlamamız gerekir. Ardından Türkiye demokrasisinin ve/veya siyasal rejiminin sorunlu alanlarının neler olduğu sorusunu sormamız gerekir. Demokrasi tartışmalarında, ülkelerin demokrasilerinin gelişmişlik düzeylerinin ölçülmesinde günümüzde seçimlerin yanı sıra diğer pek çok unsur da göz önüne alınmaktadır. Barry‟ye (2004: 321) göre demokrasinin günümüzde ayırt edici ve diğer sistemlerden üstün yanı; katılımcı mekanizmalara sahip olması ve yönetimi daha geniş bir tabana yayabilmesidir. Demokratik bir sistemde, özgür ve adil seçimler sonucunda, toplumun tercihleri doğrultusunda bir yönetimin oluşması beklenir. Oluşan yönetimin de yine, diğer muhalif ya da alternatif görüşlere de katılma hakkı tanıyarak, tartışma ve uzlaşma süreçlerini işleterek kamusal kararları oluşturması beklenir. Bunun yanında, yönetimlerin çoğunlukçu bir demokrasiye hatta “çoğunluğun diktatörlüğüne” dönüşmemesinin garantisi olarak “güçler ayrılığı” ilkesi geliştirilmiştir. Güçler ayrılığı ilkesi gereği; yürütme, yasama ve yargının ayrıştırılarak, mutlak iktidarın sınırlandırılması amaçlanır. Ancak, çoğunluğun yönetim hakkının diktatörlüğe dönüşmemesi için siyasal rejimin bir bütün olarak bütün unsurlarıyla iyi gelişmiş ve işliyor 131 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 olması gerekir. Bu bağlamda sadece “güçler ayrılığı” ilkesi de yetersiz kalacaktır. Yönetimi dizginlemeye yardımcı olan diğer ilke, kurum, mekanizma, kültür ve tutumların da gelişmiş olması gerekir. Demokratik bir sistemin vazgeçilmezi olan ya da onu güçlendiren diğer temel düzenleme ve kurumlar şöyle sırlanabilir: Yasama ve yürütmenin kendini hukuk kurallarıyla ve hukuk devleti anlayışı ile bağlı sayması Hak ve özgürlüklerin anayasal güvencede olması Yasaların anayasaya uygunluğunun ve idarenin eylem ve işlemlerini hukuka uygunluğunun yargısal denetim mekanizmalarının kurulmuş olması Hukuk devleti ve yargı bağımsızlığı ilkelerinin yerleşmiş olması Halkın ve toplumsal kesimlerin yaygın katılım hakkı ve olanakları ve bunların sağlanmaması durumunda barışçıl gösteri/protesto hakkı Farklılıklarına ve azınlıkta kalan görüşlere saygı ve var olma hakkı Gelişmiş ve yerleşmiş bir demokrasi kültürü ve sivil toplum anlayışı Sosyal devlet ilkesi gereği temel kamusal hizmetlere ve yaşam standardına herkesin hakkaniyetli erişimi (Gül, 2008: 160-161). Kısacası, bir ülkede seçimlerin ve seçilmiş meclislerin olması ve hatta güçler ayrılığının olması, o ülkenin gelişmiş ve yerleşik bir demokratik rejime sahip olduğu anlamına gelmemektedir. Seçimlerin yapılış biçimi, yerleşik demokratik bir kültürün olup-olmaması, temel hak ve özgürlüklerin korunma ve gerçekleşme düzeyi gibi niteliğe ve işleyişe dair ölçütler daha fazla öne çıkmaktadır. Örneğin, düşünce, ifade ve basın özgürlükleri, örgütlenme ve toplantı ve gösteri yürüyüşü haklarının kullanılma düzeyi ve biçimi bu bağlamda dikkatle izlenen parametrelerdir. Bir ülkede basın özgürlüğü dolayısıyla yargılanan ya da tutuklanan medya mensuplarının sayısının çokluğu, o ülkede kişilerin özgür haber alma haklarını ve özgürlüklerini hakkaniyetli olarak kullanabilmesini ve seçimlerin özgürce yapılmasını engelleyici ve dolayısıyla da bir siyasal rejimin demokratik niteliğini zedeleyici olarak değerlendirilmektedir. Yolsuzluklardan hesap sorulamaması, hem adil yargılamanın en iyi ihtimalle sorunlu olduğu hem de yönetenlerden hesap sormanın eksik veya sorunlu olduğuna işaret olarak düşünülmektedir. Bu haklar bireyi devlete-topluma karşı koruyan negatif hak ve özgürlüklerdir. Ya da 1982 Anayasasındaki başlığı ile kişisel hak ve özgürlüklerdir. Ancak sosyal ve ekonomik haklar da demokrasiyle yakından ilintilidir. Eğitim, sağlık ve sendikal örgütlenme bunların başında gelir. Zira bu isteme hakları, fırsat eşitliğini sağlar ve bireye haklarını ve özgürlüklerini kullanabilmesi için gerekli olanakları sunar. İyi bir eğitim almış birey, hem siyasal rejimin demokratikleşmesine hem de demokrasinin kurum ve kurallarının sağlıklı işlemesine katkıda bulunur. Özetle siyasal rejimin hangi unsuru olursa olsun, demokrasi bağlamında tartışılıyorsa, temel hak ve 132 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” özgürlükleri koruma ve bu çerçevede iktidarın sınırlandırılması merkezde yer alır ve almalıdır. Bu bağlamda hükümet sistemi Türkiye demokrasinin sorunlu alanlarının nedeni değil, sonucudur. Siyasal partilerin lider sultası ile çalışması, parti-içi demokrasinin neredeyse olmaması, yargı tarafsızlığı-bağımsızlığı alanındaki sorunlar, medyadaki tekelcilik / taraftarlılık, sivil toplum kuruluşlarının güçsüzlüğü ve üzerlerindeki baskı, örgütlenme, basın ve ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar gibi sorunlu alanlar, Türkiye‟nin bir yanda siyasal rejimini diğer yanda da hükümet sistemini sorunlu hale getirmektedir. Lider sultası, halkın iradesinin TBMM‟ye yansımasını kısıtlamakta ve halkı temsil eden milletvekillerini liderlere bağımlı hale getirerek bu kısıtlılığı daha da artırmaktadır. Yüzde 10 ülke barajı çoğu zaman toplumun önemli kesimlerinin TBMM‟de temsilini engellemektedir. Medya, halka iktidar ve muhalefet partilerinin faaliyetleriniprogramlarını manipüle ederek aktardığından, seçimlerde doğru tercihte bulunmalarını engellemektedir. İktidarın kendisi dahi yargının bağımsız olmadığından şikayet etmektedir. Kısacası, Türkiye için elzem olan hükümet sistemini değiştirmek değil, demokrasinin ve demokrasi kültürünün içselleştirilmesinin artırılması ve temel hak ve özgürlüklerin korunmasının güçlendirilmesidir. Türkiye demokrasisinin hak ve özgürlüklere, yani daha derin ve yerleşik özgülükçü demokrasiye ilişkin bu sorunlarının, hükümet sistemine ilişkin yapılan Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gibi veya geçilmek istenen başkanlık sistemi gibi değişikliklerle çözülmesi pek olanaklı görünmemektedir. Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçmesinin Anlamı ve Sonuçları Parlamenter hükümet sistemine sahip ülkelerin siyasal rejimleri çoğunlukla siyasal kültürün de etkisiyle ideolojik ve disiplinli siyasal partilere sahiptirler. Yasama organı üyeleri, parti çizgisinde hareket etmek zorundadırlar. Bu ideolojik-kutuplu davranış biçiminin, toplumsal yaşamda da görülmesi olağandır. Bu yüzden de, sorumsuz (devlet başkanı) ve sorumlu olmak üzere yürütme organı iki organdan oluşur. Yürütme organı içinde ikilik çıkmaması için, devlet başkanı ister kral/kraliçe olsun ister Cumhurbaşkanı olsun sembolik konumdadır. Sembolik konumda tutabilmek için devlet başkanı, cumhuriyet olan ülkelerde genellikle halk tarafından seçilmez. Bunun nedeni, halk tarafından seçilecek devlet başkanı demokratik meşruiyet açısından güçleneceğinden, yürütme içinde ikilik çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Parlamenter sistemlerde yürütmenin sorumlu kanadı doğrudan halk tarafından yürütme görevi-yetkisi için olmasa da, yasama organı üyeliği için halk tarafından seçilmişlerdir. Bu seçilme bir siyasal parti çatısı altında olmuştur ve seçilenler ya da temsilciler (milletvekilleri) bir program ve 133 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 ideoloji ile hareket ederler. Yasama organında çoğunluğa ulaşan grup, yasama organına karşı siyaseten sorumlu olarak bakanlar kurulu (hükümet ya da kabine) adıyla sorumlu siyasal yürütmeyi oluşturur. Ancak parlamenter sistemlerde, siyasal yürütmenin sorumlu kanadının denetimi, yasama organı çoğunluğu tarafından değil, azınlığı oluşturan muhalefet tarafından yerine getirilmektedir1 (Soysal, 1993). Bakanlar kurulu üyelerinin güçlerini gösteren bir özellik olan kararların oybirliği ile alınması ve kolektif sorumluluk, parlamenter sistemlerin temel özelliklerindedir. Bu temel sorumluluk bakanlar kurulu adına başbakan tarafından temsil edilir. Bu özelliklere sahip bakanlar kurulu yanında, yürütmenin diğer kanadını oluşturan cumhurbaşkanın pasif / sembolik olması gerekir. Bunun yanında, bakanlar kurulunca temsil edilen hükümetin, içinden iktidar olarak çıktığı parlamento ile ilişkilerinde eşit ama muktedir olarak yasa çıkarabilmesi, parlamento üzerine sahip oldukları etkileme yetenekleri başarılı biçimde kullanabilmesine bağlıdır. Sembolik konumda olması gereken cumhurbaşkanın halk tarafından seçilmesi sembolikliği ortadan kaldıracağı gibi gereksizdir de. Ciddi bir zaman ve kaynak israfıdır. Zira sistem içinde sembolik olan bir kurum için ülke gündeminin meşgul edilmesi ve seçimler için ciddi kaynak harcanması sonucunu doğurmaktadır. Ancak, yukarıda da değinildiği gibi, daha da önemlisi siyasal kültür göz önüne alındığında, halkın seçmesi sakıncalıdır. Zira seçilmiş cumhurbaşkanı, çoğunlukla parlamento çoğunluğundan daha güçlü bir demokratik meşruiyet (en az yüzde 50 artı bir) ile donatılmış olan bir cumhurbaşkanı olacaktır (Kamalak, 2006). “Cumhurbaşkanlığı seçim yöntemi de içinde olmak üzere neden hükümet sistemleri konusu bu kadar sık gündeme getiriliyor?” sorusunun yanıtını aradığımızda, bu konunun Türkiye kamuoyunun önüne bir şeylerle meşgul olsunlar diye atıldığını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Kamuoyu, yukarıda da belirtildiği gibi, 1982 Anayasası hazırlanma sürecinden beri zaman zaman cumhurbaşkanlığı seçimleri ve hükümet sistemleri tartışmaları ile meşgul edilmektedir. Konu, son yıllarda ise başkanlık hükümet sistemi bağlamında AKP tarafından daha çok kullanılmaktadır. Kamuoyu, yeni gündem maddesi buluncaya kadar günlerce tartışma ile meşgul edilerek, hükümet rahatlatılmaktadır. Konunun ayrıca, özellikle Sayın Cumhurbaşkanının başbakan iken o kadar güçlü hareket etme olanağına rağmen “neden Cumhurbaşkanlığı gibi sembolik bir konumu arzuladığı” çerçevesinde de tartışılması gerekiyor. Bu bağlamda ilk nokta, milletvekilleri ile bağının tek taraflı kesilecek olmasıdır. Yani, milletvekilleri, teorik olarak da olsa başbakan / bakanlar kurulu üzerinde sahip oldukları ancak Cumhurbaşkanı üzerinde sahip olmadıkları güvenoyu gücünü yitireceklerdir; milletvekillerinin gücü azalacaktır. Benzer bir gelişme 1 Büyük Britanya‟da hükümete “yüce majestelerinin hükümeti (her government)”, muhalefete ise “yüce majestelerinin muhalefeti (her opposition)” denir. 134 majesty’s majesty’s Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” siyasal parti örgütleri için de ileri sürülebilir. Bunun diğer bir anlamı da, milletvekillerinin, lidere/Cumhurbaşkanına daha da bağımlı hale gelmesidir. Özetle, Cumhurbaşkanlığı, Sayın R. Tayyip Erdoğan‟ı biraz daha parti üstü konuma yükseltecek, ancak parti üzerinde devam eden etkisi ve bağları onu daha rahat hareket eden ve daha güçlü bir lider haline getirecektir. Ancak liderin Cumhurbaşkanı olması konusunda Türkiye‟nin geçmiş tecrübesi, partiler için çok da olumlu değil. Özellikle de, T. Özal‟ın ANAP‟ının ve S. Demirel‟in DYP‟sinin yaşadığı deneyimler göz önüne alınınca, hükümet sistemi tartışmalarının baskın olarak başkanlık sistemi olsa da kısık olarak partili Cumhurbaşkanına dönüşmüştür. 7 Haziran 2015 seçimlerinde AK Parti‟nin 2011 seçimlerine göre yaşadığı oy kaybı her ne kadar Sayın Erdoğan‟ın Cumhurbaşkanı sıfatına rağmen seçim sürecinde yer almasına bağlansa da, ANAP ve DYP deneyimlerini akla getirmiştir. Bu yüzden de, anayasal olarak da aktif siyasetin içinde olabilmesi ancak partili bir cumhurbaşkanlığı ile olanaklı olabilecektir. Ancak partili Cumhurbaşkanlığı modeli AK Parti için önemli varlık nedeni olsa da, Cumhurbaşkanının bu kadar siyaset içinde olmasının sakıncaları Türkiye siyaseti için ortada durmaktadır. Bir siyasal partinin hem Cumhurbaşkanını hem de TBMM çoğunluğuna da sahip olan bir oy oranı alması, siyasal yürütmeyi aşırı güçlendirerek, demokrasi açısından önemli yapıların kurumsallaşmadığı, farklı toplumsal kesimlerin ve sektörlerin (sivil sektör, sendikalar, demokratik muhalefet odakları vb.) yeterince güçlenmediği Türkiye gibi ülkelerde, iktidarın denetlenmesini güçleştirebilir. Hele de hukuk devletinin kurumsallaşmasında yetersizlikler varsa, bu sorun daha da ciddi boyutlara çıkabilir. Çifte meşruiyete sahip siyasal iktidarın bütün siyasal organları kontrolü altına almış olması, siyasal azınlıkların (muhalefet) kendilerini ifade etme kanalları neredeyse tamamen kapanmış olduğu algısının oluşmasına ortam hazırlayarak siyasetin daha gergin ve sokakta aranması sonucunu doğurabilir. Bunun nerelere vardığını, Taksim Gezi Parkı ile başlayan eylemlere iktidarın verdiği tepki ve bunun doğurduğu karşı tepkinin sonuçlarından gördük. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sakıncalarından ikincisi ise bir olasılık olarak durmaktadır. Aslında bu olasılık düşük de olsa, 7 Haziran seçimlerinden sonra “CHP, MHP ve HDP koalisyon kurabilirse” diye kafalarda belirmişti. Bu olasılık, yarı-başkanlık sistemlerinde birlikte var olma (cohabitation) olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifade ile bu olasılık, şimdilik olanaklı görünmese de, Erdoğan Cumhurbaşkanı ve TBMM çoğunluğu başka bir parti veya parti grubunda olması durumudur. Bu durumda ise, Cumhurbaşkanının hareket alanı kısıtlanacaktır. Cumhurbaşkanlığı yetkileri; bazı yüksek yargı organları ve YÖK üyeleri ile rektörlerin ataması ile sınırlı kalacaktır. Ancak, doğrudan halk tarafından seçilerek gelen Cumhurbaşkanı demokratik meşruiyet ile güçlendirildiğinden, yani milli iradeye dayandığından, Bakanlar Kuruluna veya TBMM çoğunluğuna kendi politik 135 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 programını dayatma yönünde karşı çıkma olasılığının hayli güçlü olması dolayısıyla, yürütme içinde ikilik sorunu ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda, tek başına alamadığı, kararname („karşı imza2‟) dediğimiz yöntemle alınan kararlara da bakılabilir. Anayasalarda “Cumhurbaşkanı atar, görevlendirir veya seçer” gibi ifadeler yer alsa da, bu yetkiler/görevler, ilgili bakan veya Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilir. Bakanlar, böyle bir kararı hazırlamadan Cumhurbaşkanı hiçbir şey yapamaz. Kısaca, birlikte var olma durumunda halk tarafından seçilse de, Cumhurbaşkanı siyasal yürütme içinde geri plana düşmek durumunda kalacaktır. Ancak, demokratik meşruiyetle donatılmış bir Cumhurbaşkanı bu kararları imzalamaz ise, yürütme süreci yavaşlayabilir; yani yürütme içinde ikilik sorunu ortaya çıkar. Bu tür tartışmaları A. N. Sezer‟in Cumhurbaşkanlığı döneminde yaşandığı unutulmamalıdır.3 Bu çerçevede, „melez olan‟ yarı-başkanlık sistemi „birlikte var olma‟ (cohabitation) durumu dolayısıyla, yani Cumhurbaşkanı ile Bakanlar Kurulu‟nun (veya parlamento çoğunluğunun) farklı partilerden olması durumundan kaynaklı, „istikrarsız‟ bir sistemdir. Bu sistemde de, Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilir, ama önemli yetkilerle de donatılmıştır. Bunun en tipik örneği, aşağıda değinilecek olan, Fransa‟dır. Fransa‟da Bakanlar Kurulu Millet Meclisi yanında Cumhurbaşkanına karşı sorumludur; Cumhurbaşkanı yılda bir kez olmak şartıyla Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir. Ancak, özellikle de siyasal geleneğin yerleşmediği durumlarda, birlikte var olma durumunda siyasal yürütmenin iki kanadı arasında yetki/görev çatışması olma potansiyeli çok güçlüdür. Çatışmanın nedeni, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmekle sahip olduğu demokratik meşruiyettir. Demokratik meşruiyet, siyasetçilerin ifadesi ile „milli iradedir‟. Burada son olarak şu nokta dikkatle ele alınmalıdır: Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilerek, yani siyaset içinden gelirse, Türkiye‟de Cumhurbaşkanına atfedilen tarafsız ve/veya siyaset üstü olma rolünü kim veya hangi kurum üstlenecek? Bir kriz veya çatışma durumunda, tansiyonu düşürmek işini kim üstlenecek? Bu sorunun yanıtı maalesef yok. Olmadığı için de Cumhurbaşkanını halkın seçmesi yönteminden vazgeçilmelidir. 2 „Karşı imza‟ (kararnameler) kuralı, Cumhurbaşkanının sadece imza attığı, ama kararı alanın o olmadığı; kararlarda imzası bulunan Başbakan veya ilgili bakanın kararı alanın ve sorumlu olanın olduğunu anlatır. 3 Bu tartışmaların tamamen olumsuz olduğu da söylenemez. A. N. Sezer‟in Cumhurbaşkanlığı döneminde yürütmede bir iki başlılık ve uyumsuzluk oluşmuştu. Ancak, AK Parti hükümetlerinin en başarılı olduğu yılların bu döneme denk gelmesi, aslında Cumhurbaşkanı ile hükümetin farklı ya da muhalif siyasal partilerden gelmesinin doğrudan hükümetin ya da yürütmenin başarısızlığına yol açmadığının da bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 136 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” Ancak sorun bunlarla da sınırlı değildir. Zira Türkiye‟nin mevcut yürütme yapısı yarı-başkanlık sisteminin tipik örneğini oluşturan Fransız sisteminden farklıdır. Fransız siyasal sistemi içinde yasama organının ne kadar güçsüz hale getirildiği veya Cumhurbaşkanının ne kadar güçlendirildiği, sorunun sadece Cumhurbaşkanına partili olma yolunun açılmasından öte olduğu, Fransa‟nın incelenmesi ile ortaya çıkacaktır. Fransız Yarı-Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de Yeni Cumhurbaşkanlığı Seçimleri Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde ve sonrasında hükümet sistemi tartışmaları gündeme damgasını vurmuştu ve bu tartışmalar halen devam etmektedir. Kim Cumhurbaşkanı adayı olacak, hangisi seçilecek, halk tarafından seçilen nasıl görev yapacak veya yapmalı, ilk turda seçilebilecek mi, partili gibi mi davranacak ya da davranmalı, Anayasadaki yetkileri ile seçilmiş olması örtüşecek mi gibi sorular gündemi meşgul etmişti ve etmeye devam etmektedir. Bu tartışmayı bir yarı-başkanlık sistemini temel alarak yapmakta yarar var. Böyle bir sistemin uygulamadaki en tipik örneği olan Fransa‟ya bakılabilir. Parlamenter hükümet sistemlerinde, meclis kaynaklı tek demokratik meşruiyet mevcutken, Cumhurbaşkanı da halk tarafından doğrudan seçildiğinden yarı-başkanlık sistemlerinde çifte demokratik meşruiyet vardır. Bu, demokrasi teorisi açısından daha da iyi olarak yorumlanabilir. Ama öyle olduğunu iddia etmek zordur. Halk tarafından seçilen iki organ (devlet başkanı ile yasama organı ve yasama organına dayanan Bakanlar Kurulu) arasında güç dengesinin de iyi kurgulanması gerekir. Ama bu zordur. İki organ arasında, belirsizlikten kaynaklanan sorunların baş göstermesi sistemi tıkanmaya kadar götürebilir. Gerçi güç dengesi ne kadar kurgulanmaya çalışılırsa çalışılsın, halk tarafından seçilen cumhurbaşkanları, hele de siyasal parti liderliğinden gelenler, bakanlar kurulunun varlığından/gücünden ve kendilerine göre gerekli yasaların çıkarılmamasından dolayı, iş yapamamaktan yakınacak, yasa yapabilme dâhil yetkilerinin artırılması yönünde talepler dile getireceklerdir. Bu yüzden de, Fransa örneğinde yasama organı ile Cumhurbaşkanı arasındaki güç dengesinin, yasama organı aleyhine nasıl düzenlendiği4 ve bunun Türkiye‟de uygulanması durumunda olabilecekler üzerinde durmak gerekir. Amaç, yarı-başkanlık sisteminin nasıl melez bir hükümet sistemi olduğunu ortaya koymak yanında, Türkiye siyasal geleneğinde/kültüründe arzulanır bir hükümet sistemi olup olmadığına ilişkin tartışmaya katkıda bulunmaktır. 4 Fransa‟nın siyasal sistemine ilişkin çok detaylı bilgi için Eyüboğlu, 2014. 137 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 Fransız Yarı Başkanlık Sisteminin Özellikleri Fransa‟da, 1958 Anayasası ile daha Cumhurbaşkanını halkın seçmesine (1962) geçmeden önce, bir yandan Cumhurbaşkanı güçlendirilmiş, diğer yandan da yasama organının gücünde kısıtlamalara gidilmiştir. Bu düzenlemeler nedeniyle; özünde parlamenter bir sistem olan Fransız hükümet sistemi, yarı başkanlık olarak anılır olmuştur. Parlamentonun egemenliğini kısıtlayan ve sistemin bir yarı başkanlık olarak anılmasına da yol açan temel düzenleme 1958 Fransız Anayasası‟dır. 1958 Anayasası‟nın 34. maddesi ile yasama yetkisinin kullanım alanı, sayılarak kısıtlanmıştır (Eyüboğlu, 2014: 155). Ayrıca, birbirini dengeleyecek ve denetleyecek Millet Meclisi ile Senatodan oluşan bir Parlamento öngörülmüştür. Millet Meclisi halk tarafından 5 yıllık bir süre için seçilirken, Senato üyeleri, yarısı 3 yılda yenilenmek üzere 6 yıllık süre için, büyük ölçüde yerel meclislere seçilmiş olanlar tarafından seçilirler. Parlamento toplantıları, Anayasa ile 9 ayla sınırlandırılmıştır. 120 birleşimden fazla olamaz. Başbakanın isteği ile ancak bu süre uzatılabilir. Meclislerin gündemini pratikte Kabine belirler; istediği tasarıyı öne alabilir. 1958 Anayasa‟sının 48. maddesinde 1995 yılında yapılan değişikliğe göre Meclisler ayda bir kendi gündemlerini belirleyebilirler. Kabine Parlamento‟dan yasa gücünde kararname yetkisi alabilir. Ancak, Parlamento bu yetkiyi verdiğinde o alana ilişkin yasa yapma gücünü yitirir. Parlamento, kendine sunulan sınırlı yasa yapma alanının dışına çıkmasın diye; Kabineye yasama süreci sırasında itiraz hakkı tanınıyor. Eğer Parlamento, yetki verdiği alanda yasa yapmaya kalkarsa, Kabine Anayasa Konseyine başvurup durum tespiti yaptırdıktan sonra, o alana ilişkin doğrudan düzenleme (yasa) yapabilir (1958 Anayasası, md. 41) (Eyüboğlu, 2014). Güven oylamasına da sınırlamalar getirilmiştir. Kabine Senato‟ya değil sadece Millet Meclisi‟ne karşı sorumludur. Reddedilen güvenoyu önergesine imza atanlar, aynı toplantı yılı bir daha güvenoyu önergesi veremezler (md. 49/2). Başbakan, Kabine‟de görüştükten sonra, Millet Meclisi‟nde bir yasa tasarısı üzerinden güvenoyu talep edebilir (1958 Anayasası, md. 49/3). 2000‟de yapılan değişiklikle, yılda bir ile sınırlanan bu yetkinin anlamı, yasa tasarısının Senato‟da hiç gündeme gelmeden, Millet Meclisi‟nde ise tartışılmadan, kabul edilmesidir. Çünkü “24 saat içinde hükümete karşı bir gensoru önergesi verilmezse, yasa ya da bütçe oylanmış ve kabul edilmiş sayılır” (Eyüboğlu, 2014: 165). Bir vekil, bakan olarak atandığında, vekillik görevinden ayrılmış olur (1958 Anayasası, md. 23). Yani, Parlamento üyeliği ile bakanlık bağdaşmaz. 1958 Anayasası‟nın 12. Maddesine göre Cumhurbaşkanı, gerekli gördüğü takdirde Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir. Fesih yetkisi konusundaki sınırlama, Başbakan ve Meclis başkanına bağlayıcı olmayan danışma işlemi ve yılda bir kez yapılabilmesidir (Eyüboğlu, 2014). 138 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” Bu yetki dağılımının yasama organı açısından anlamı, devlet başkanı karşısında siyasal sistem içindeki ağırlığının/gücünün törpülendiğidir. Yasa yapma alanı ve hükümeti denetleme yetkisi kısıtlanan parlamento, bir anlamda temsil organı durumuna indirgenmiştir. Sorulması gereken soru, “Türkiye böyle bir yasama organını ne kadar isteyebilir?”. Yasama organının bu durumunun, siyasal yürütme ile birlikte düşünülmesi gerekir. Zira yasama organına karşı sorumlu bir kabine olsa da, yürütme gücü anayasal açıdan da Cumhurbaşkanına verilmiştir. Fransa‟da hükümet ve kabine kavramları farklıdır. Hükümet (Conseil de Ministres), Cumhurbaşkanı başkanlığında haftada bir toplanan bakanlardan oluşur (1958 Anayasası, md. 9) ve bu “Cumhurbaşkanı hükümetidir” (1958 Anayasası, md. 8). Kabine (Conseil de Cabinet) ise, Cumhurbaşkanının katılmadığı, başbakanın (Prime Minister değil, Premier Ministre) başkanlığında toplanan bakanlardan oluşuyor. Kabine toplantısı için, gündem önceden belli olmalı ve Cumhurbaşkanı yazılı vekalet vermelidir. Anayasal yetkilere sahip olan Hükümet‟tir, ancak Millet Meclisi‟ne karşı sorumlu olan Kabine‟dir (Eyüboğlu, 2014). Cumhurbaşkanının bu gücüne rağmen, halen vatana ihanet dışında sorumluluğu bulunmamaktadır. Yani klasik parlamenter sistemdeki gibi sorumsuz cumhurbaşkanlığı devam etmektedir. Bunun anlamı, Cumhurbaşkanının sorumluluğu veya hesap vermesi, seçimlerle sınırlıdır. Bu demokrasinin günümüzdeki anlamı açısından pek arzu edilebilir bir durum değildir. Fransa‟daki durum, Türkiye açısından Türkiye‟nin verili koşulları (demokrasi geleneği/kültürü) içinde değerlendirildiğinde, olumsuz sonuçların ortaya çıkması söz konusu olacaktır. Tek başına yaptığı işlemlerden tamamen sorumsuz olan Cumhurbaşkanı, tam da bugünkü iktidarın ısrarla vurguladığı gibi, sadece seçimden seçime seçmenlere hesap verecektir, çünkü yürütme gücünü kullanan Cumhurbaşkanı hukukla bağlı olmayacaktır. Parlamentonun siyasal denetimi zaten yok. Fransa‟da da yaşanan olumsuzlukların bir sonucu olarak Anayasada 2002 ve 2008 yıllarında yapılan değişikliklerle devlet başkanının görev süresi 7 yıldan 5 yıla düşürülmüştür ve bir kişinin iki kereden fazla başkanlık yapması önlenmiştir. Benzer düzenleme 2. Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri‟nde de yapılmıştır. Başkanlığın dörder yıllık iki dönem olarak yapılması konusunda ABD‟de bir gelenek oluşmuştur. Ancak bu geleneğin, Franklin Delano Roosevelt döneminde bozulması endişe yaratmıştır. Bu nedenle, bir kişinin en fazla iki dönem başkanlık yapabilmesi geleneği, bir kural olarak Amerikan Anayasa‟sında 1947 yılında yapılan bir değişiklikle (22. Değişiklik, Twenty-second Amendment) eklenmiştir. Bu değişikliğin temel nedeni de, bir başkan ne kadar başarılı olursa olsun, onu diktatör görünümüne sokacak ya da diktatörlüğe özenmesine yol açacak kadar uzun 139 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 süre ya da yaşamı boyunca başkanlık yapmasının engellenmesi isteğidir (Gül, 2013). Güçler dengesinin iyi oturtulmadığı, yetkilerin iyi dengelenmediği bir siyasal yapıda, demokratik çoğulculuğun sağlanması güçtür. Siyasal, etnik ya da toplumsal azınlıkların dışlanması olasılığı artarken, siyasal ve toplumsal düzeyde istikrar sağlamak ve yönetilebilirliği sürdürmek güç olacaktır. Bu sorunlar, son günlerde yaşadığımız tartışmaların da temel kaynağıdır. Bu sorunların, daha fazla güç talep edecek birinin doğrudan halk tarafından Cumhurbaşkanı olarak seçilmesiyle büyümesi olasılığı yüksektir. Bu sorunun nedeni, siyasal yürütme üzerinde demokrasinin esas kurumu olan meclisin denetiminin zayıflamasıdır. Güvenoyuna tabi olmadan daha fazla güç kullanabilecek olan bir Cumhurbaşkanlığı modelinde, gündem ve yasa yapma konusunda gücü zayıflamış bir parlamento, demokrasinin ve özgürlüklerin daha fazla güçlenmesi anlamına gelmeyecektir. Yasama organının yürütme üzerindeki gücü zayıfladığında, denetlenebilirliği azalacağından daha güçlü bir yürütme ortaya çıkacağı ileri sürülebilir. Türkiye‟nin şu anki sorunu zaten daha fazla güç arayan ve daha az denetlenmek isteyen, yani otoriterleşen bir yönetimdir. Bu durumda çözüm güçlendirilmiş bir başkanlık sistemi olabilir mi? Böyle bir modelin, çoğulculuğu, içericiliği, katılımcı demokrasiyi ve özgürlükleri artırması umulabilir mi? Yurttaşları temsil eden parlamentonun da zayıflaması bu durumu daha da olumsuz etkileyecektir. Esas etkin olan yurttaşlar ve onların temsilcileri değil, Cumhurbaşkanı olacaktır. Hatta Cumhurbaşkanı, temsilcileri beğenmez ise değiştirmekle tehdit edebilecek, yani parlamentoyu feshedebilecek; ama kendisinin bir sorumluluğu olmayacak. Temsili demokrasinin yetersiz olduğu açık ama, bunun çözümü daha güçlü iktidar ya da Cumhurbaşkanlığı değil; tam da aksine daha katılımcı, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasidir. Özetle, Fransa tipi bir yarı-başkanlık sistemi Türkiye‟de uygulandığında, Türkiye‟nin mevcut sorunlarını derinleştirmekten başka işe yaramayacaktır. Tek faydası, liderlere olacaktır; liderler daha güçlü ve hesap vermez biçimde yönetebileceklerdir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin sorunlu olması, aklımıza başkanlık sistemini getirebilir. Ancak yukarıda da altı çizildiği gibi, başkanlık hükümet sistemi, siyasal rejim bütünü içinde değerlendirilmelidir. Bu değerlendirmeyi bize en iyi ABD rejimi sunacaktır. Zira başkanlık sisteminin en iyi işlediği siyasal rejim ABD‟nin rejimidir. Amerikan Federal Başkanlık Sistemi Başkanlık sisteminin kuşkusuz en başarılı ülkesi Amerika Birleşik Devletleridir (ABD). Bu nedenle ABD başkanlık sistemine siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi (siyasal rejim) bakımından yeniden bakmakta fayda vardır. 140 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” 50 üye devletten („eyalet‟5) oluşan ABD, federal bir cumhuriyet sistemine dayanır. Ancak, Amerikan federal sisteminin ve uygulamadaki güçlü yerel yönetim anlayışının dayanağı olan ABD Anayasasında ne federalizm, ne de yerel yönetim kavramı yer almaz. Buna rağmen, dünyada federal başkanlığın ve özerk yerel yönetimlerin en başarılı örneği olarak ABD sistemi gösterilmektedir. Amerikan federalizmi ve başkanlık sistemi 250 yıllık süreçte evrilmiş bir bütündür. ABD federal başkanlık modelini anlamak için, üzerine kurulu olduğu “kontrol ve denge sistemini” iyi kavramak gerekmektedir. Ayrıca, siyasal parti sistemi ve partilerin yapısı, uzlaşmacı siyasal kültürü ve sivil toplum kuruluşları (ve lobicilik) gibi ABD siyasal rejiminin diğer unsurları da, başkanlık sistemini bir anlamda ABD‟ye özgü bir hükümet sistemi haline getirmektedir. Kısaca, bir bütün olarak ABD siyasal rejimi incelendikten sonra başkanlık modelinin Amerikan örneğinde nasıl işlediği ve neden başarılı olduğunu anlamak daha kolay olacaktır. Kontrol ve Denge Sistemine Dayanan Federal Yapı Amerikan siyasal sistemi; siyasal erklerin tek elde toplanmasını ve diktatörlüğe dönüşmesini engellemek amacı etrafında yapılandırılmıştır. Bu amaç doğrultusunda güç ve otorite, siyasal sistemin değişik kurumları arasında ayrıştırılmış ve paylaştırılmıştır. Ancak, bu paylaştırmada hem güç ve otoritenin kime ait olup-olmadığı net olarak ortaya konmuş; hem de her bir yönetim biriminin sahip olduğu gücün sınırları açıklıkla belirlenmiştir. Güç aşımları engellenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle de sistem “kontrol ve denge sistemi” (check and balances) olarak adlandırılmıştır. Kontrol ve denge sisteminin birinci ayağı güçler ayrılığı ilkesidir. Buna göre; yasama (iki meclisli Kongre), yürütme ve yargı organları, bir birinden hem federal, hem de eyalet düzeyinde ayrılmıştır. Yani, egemenliğin federal yapı içinde dağıtımı yanında, Başkana, Kongreye ve yüksek yargı organlarına; hem üstlendikleri görevleri yürütecek, hem de birbirlerini dengeleyecek ve denetleyecek şekilde ve açıklıkta yetki ve görevler verilmiştir. Hiç de sanıldığı gibi tüm yetkiler Başkanın elinde değildir. Bunun yanında, federal düzeyde yasama organı olan Kongre, kendi içinde Senato ve Temsilciler Meclisi olarak da ikiye ayrılmıştır. İşlev olarak da kaynakların nasıl kullanılacağına karar verme ve yetkilendirme şeklinde ikiye ayrılmıştır. Ancak, yasa yapımında Kongre‟nin her iki kanadının da oluru gereklidir. Bu kontrol ve denge sistemi, genelde federe devletlerde („eyaletlerde‟) ve yerel yönetimlerde de geçerlidir. Ancak burada daha değişken bir yapı söz konusudur. Federe devletlerin anayasaları (bazıları 5 ABD eyaletler Osmanlı‟daki eyaletlerden farklıdır; onlar egemenlik yetkilerinin bir kısmını federal devlete devretmiş olan ama devlet olma özelliklerini devam ettiren devletlerdir. Bu yüzden „eyalet‟ biçiminde verilmesi tercih edilmiştir. Benzer bir „bakan‟ ve „vali‟ kavram / organları için de geçerlidir. 141 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 haklar –bill of rights- yasası demektedir), Türkçeye „vali‟ (governor) olarak çevirdiğimiz federe devlet başkanları, yürütme organları ve yasama organları vardır. Nebraska haricinde üye devletlerin tümünde federal yasama organında (Kongre) olduğu gibi çift meclisli bir yapı vardır. Yerel yönetimlerde de belediye meclisi ve belediye başkanı arasında bu güçler ayrılığı kurulmuştur. Yine federe devletlerin hemen hepsi, yerel yönetimlerine, özellikle belediyelere, kendi yerel „anayasasını‟ yapma (home rule) yetkisi vererek, onlara oldukça geniş yönetsel ve mali yerel özerklik sağlamıştır. Ancak, Amerikan federal devleti ile federe devletlerarasında var olan ve Anayasa ile kurulan çifte egemenlik olgusu, „eyaletler‟ ile yerel yönetimler arasındaki ilişkide geçerli değildir. Ciddi bir mali ve idari özerklikten yararlansalar da, yerel yönetimler „eyaletler‟ gibi siyasi özerkliğe sahip değildir. Kontrol ve denge sisteminin ikinci ayağı, büyük ve küçük federe devletlerin federal düzeyde temsiline ilişkindir. Kongrenin Temsilciler Meclisine üye devletler, nüfuslarıyla orantılı temsilci gönderirken; Senatoda her biri iki senatör ile temsil edilir. Bu formülle, çoğunluğa saygı ile azınlığın haklarını koruma kaygısı aynı anda karşılanmaya çalışılmıştır. Bu da Amerikan sisteminin demokratik niteliğinin yapı taşlarından biridir. Çoğunlukçuluğu değil, çoğulcuğu temel alır. Bunun yanında, Kongrenin her iki kanadının üyeleri farklı biçimde seçilir. Temsilciler Meclisine her üye devletten nüfus büyüklüğüne göre 435 temsilci, dar bölge basit çoğunluk sistemine göre iki yıl için seçilir. Ancak Senatoda her „eyalet‟, altı yıl için seçilen iki senatör ile temsil edilir ve Senatonun üçte biri her iki yılda bir yenilenir. Böylece, halkın iradesinin her iki meclise de iki yıllık dönemler halinde yansıması sağlanırken, Senatörler için tanınan altı yıllık görev süresi de sürekliliğin sağlanmasına yöneliktir. Kontrol ve denge sisteminin üçüncü ayağı, federal hükümet ile federe devletlerarasındaki oldukça net görev ayrımıdır. Amerikan federal hükümetine Anayasada az sayıda sayılarak bırakılan (Dış ilişkiler, ulusal savunma, adalet, ulusal posta ve taşımacılık, para politikası gibi) veya federe devletlere yasaklanan alanlar dışındaki tüm hizmetlerin görülmesinden üye devletler ve yerel halklar (yönetimler) sorumlu tutulmuştur. Her „eyalet‟, kendi işlerini görebilmesi için, anayasaları çerçevesinde yerel halkın etkin demokratik katılımına ve denetimine dayanan yerel yönetim sistemleri kurmuştur. Merkezi yönetim ile yerel arasında kurulan bu dengenin bireysel özgürlüklerle de ilgisi vardır. Bir yandan; yerelin grup özgürlüklerini artırıcı, kişilerde bir gruba aidiyet duygusu yaratıcı ve yerel ihtiyaçlara daha duyarlı yapısı, federe devlet ve yerel yönetim sistemi çerçevesinde korunmuştur. Diğer yandan ise, merkezin bireysel özgürlükleri artırıcı, ulusal ve evrensel değerleri sahiplenici ve bölgeler ve gruplar arası dengesizlikleri giderici özellikleri de federal (merkezi) devletin bir parçası olarak öngörülmüştür. 142 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” Kısacası Amerikan federal sisteminde yerelle merkez arasında bir denge kurularak özgürlükler korunmaya çalışılmıştır. Kontrol ve denge sisteminin dördüncü önemli ayağını ise; Amerikan federal sisteminin her düzeyinde etkin olan ve sistemin daha da çoğulcu ve karmaşık bir biçim almasına neden olan, özel ve sivil sektör aktörleri, lobiler, baskı ve çıkar grupları ile bunların faaliyetleridir. Bu gruplar ve faaliyetler de, çoğulcu demokrasinin vazgeçilmez parçasıdır. Esnek parti örgütlenmesi de bu yapının etkin işlemesini teşvik edicidir. Partilerin ideolojik ve sıkı üyelik temelinde örgütlenmemesi, sivil toplumun etkin işlemesine, farklı örgütler arasında geçişkenliğe ve çoklu üyeliğe daha fazla olanak sağlamaktadır. ABD siyasal partilerinin Avrupa ile karşılaştırmalı gevşek örgütlenme yapısı, başkanlık sisteminin başarılı bir biçimde uygulanabilmesine katkı sunmaktadır. ABD siyasal partilerinin gevşek örgütlenmesi veya sıkı merkezi örgütlenmenin ve/veya disiplinin olmaması, Başkan ile Kongre arasında çatışmaları minimize etmektedir. Diğer bir ifade ile, Kongredeki rakip parti çoğunluğu olsa da, ki genelde böyledir ve bu durum güçler ayrılığı olarak ifade edilmektedir, Başkana karşı blok olarak hareket etme eğilimi çok azdır. Ancak siyasal partilerin ulusal düzeyde gevşek örgüt yapısında olmalarını sağlayan biri yukarıda aktarılan ABD‟nin federal yapısı, diğeri ise aday belirleme yönteminin önseçim olmasıdır. Federal yapı, ABD siyasal geleneğinin de etkisiyle sıkı merkezi örgütlenmeye engel olmaktadır. ABD‟de Kongre adayları kapalı veya açık önseçimle belirlenir. Kapalı önseçimde, adayı seçim çevresindeki parti üyeleri belirlerken; açık önseçimde seçim çevresindeki partili partisiz bütün seçmenler belirler. Önseçim, Kongre üyelerini seçim çevresine bağımlı hale getirirken, partinin merkez örgütü veya liderin etkisini ortadan kaldırmaktadır. Kontrol ve denge sisteminin son ayağı, yerleşik çoğulcu demokratik kültürdür. Çoğunluğun yönetim hakkı, azınlıkta kalan görüşlere sağlanan anayasal koruma, çoğulculuk, yarışma, işbirliği, liyakat ve başarı, bireycilik, eşitlik, adalet ve özgürlük gibi değerler ve ilkeler bu demokrasi kültürünün temel taşlarıdır. Ayrıca, Amerikan federal sisteminin bu temel özellikleri üzerinde bir uzlaşı vardır (Gerston, 2007: 9-14). Başkanlık sistemi tartışmaları bağlamında ABD‟nin bir anlamda yereli de içine alan egemenliğin federal ve ferde devletlerarasındaki bölüşümü de dikkate alınmalıdır. Egemenliğin bölünmesi ve/veya paylaşılması, tekçi ya da üniter devletlerle karşılaştırmalı olarak, yasama veya yürütme egemenliğini / yetkisini kullananlara daha az güç kalması sonucunu doğurur. Diğer bir ifade ile, ABD Kongresinin sahip olduğu yasama yetkisi, TBMM ile karşılaştırmalı daha düşüktür, zira Kongre yasama yetkisini federe devletlerin yasama organları ile paylaşmıştır. Benzer bir durum yürütme yetkisi açısından da geçerlidir. Türkiye‟de yürütme yetkisi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu (başkanlık sistemine geçilmesi durumunda Türkiye Başkanının) tarafından tek düzeyde kullanılırken, ABD‟de Başkan yürütme yetkisini federe devletlerin 143 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 „valileri‟ ile paylaşmaktadır. Diğer bir ifade ile, totalde ABD‟de Başkana verilen yürütme yetkisi ve/veya görevi, üniter bir devlet olan Türkiye‟nin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna verilen yetkiden daha azdır. Örnek vermek gerekirse: ABD‟de 2006 yılı itibariyle sivil kamu görevlilerin federal, federe ve yerel yönetimler arasındaki dağılımı sırasıyla 2.400.000 (% 13), 4.300.000 ve 11.900.000 (Ömürgönülşen, 2006: 374). Federal yapının diğer bir sonucu da, başkanlık sisteminin içinde barındırdığı tıkanma, kilitlenme gibi sorunların siyasal, toplumsal ve iktisadi yaşamdaki yansımalarının azalmasıdır. ABD‟de federal düzeyde Başkan ile Kongre arasında son yıllarda federal kamu görevlilerinin zorunlu ücretsiz izne çıkarılması biçiminde karşılaştığımız tıkanmalar, ABD vatandaşlarının günlük yaşantılarını çok da olumsuz etkilememektedir, çünkü bu tıkanmalarda ulusal parklar, turistik alanlar, federal web siteleri ve ofisleri zorunlu kapatılmaktadır. Benzer bir tıkanma üniter bir devlette olduğunda, yerel yönetimler dışındaki bütün devlet kurumlarının tatili anlamında gelir ki, hayatın felç olması demektir. Türkiye‟de başkanlık sistemi tartışmalarında ABD‟nin federal yapısının katkısı da gözden kaçırılmamalıdır. Başkanlık Amerikan federal sisteminin etkin ve hızlı işlemesi için, tam olarak doğrudan olmasa da, halk tarafından seçilen bir kişi olması anlamında oldukça güçlü bir başkanlık organı oluşturulmuştur. Federal yürütme organını tek başına temsil eden Başkan, yürütme işlevini „kabinesi‟ ve federal kurumlar ve kuruluşlar eliyle yerine getirir. (Ayrıca yukarıda da belirtildiği gibi, federal bir devlet olması dolayısıyla ABD Başkanına verilen yürütme yetkisi, karşılaştırmalı olarak üniter devletlerde yürütmeye verilen yetkiden az olduğu unutulmamalıdır.) „Kabine‟, Başkan tarafından atanan ve Senato tarafından onaylanan „bakanlardan‟ (secretary) oluşur. Başkan, bu görevlerini Anayasa ve yasalar çerçevesinde yerine getirirken, Kongrenin kontrol ve denge mekanizmaları çerçevesinde denetimine tabiidir. Uluslararası ilişkilerin yürütülmesi, uluslararası antlaşmaların imzalanması ve büyükelçilerin atanması Başkanın sorumluluğuna ve yetkisine verilmekle beraber, Senatonun onayına bağlanmıştır. Başkan, Kongreyi özel toplantıya çağırabilir ve Kongre‟den geçen yasaları veto edebilir. Başkanın, Kongre‟yi feshetme yetkisi yoktur. Kongrenin ABD Başkanını, üst düzey federal görevlileri ve yargıçları yargılama ve görevden uzaklaştırma (impeachment) yetkisi vardır ve ulusal sorunlar hakkında soruşturma komisyonları kurabilir. Ancak Başkanın görevden uzaklaştırılması çok istisnai bir yetkidir ve parlamenter demokrasilerde yer alan güven(sizlik) oylamasıyla hükümetin düşürülmesinden farklıdır. Kongrenin, Başkan karşısındaki diğer önemli bir güç kaynağı da, yürütme organının hazırladığı bütçeyi kabul ya da reddetme ya da değiştirerek kabul etme yetkisidir (Tunç & Yavuz, 2009: 10). 144 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” Görüldüğü gibi güçler ayrılığı çerçevesinde Başkan, siyasal yürütmeyi tek başına temsil ediyor. Ancak birçok kararı Kongrenin denetimindedir. Bunun yanında, Başkanın ve yönetiminin tüm kararları bağımsız yargı denetimindedir. Ayrıca, başkanlık dörder yıllık iki dönemle sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmaya, yukarıda belirtildiği gibi, çok katı olan ABD Anayasasında 1947 yılında yapılan bir değişiklikle gidilmiştir. Bu değişikliğin nedeni, ABD‟de başlayan ve tüm dünyayı saran 1929 ekonomik krizi sonrasında Franklin Delano Roosevelt‟in gösterdiği başarılı yönetim nedeniyle dördüncü dönem başkanlığa seçilmesinin yarattığı endişedir. Bu değişiklikle, bir başkan ne kadar başarılı olursa olsun, onu diktatör görünümüne sokacak ya da diktatörlüğe özenmesine yol açacak kadar uzun süre ya da yaşamı boyunca başkanlık yapması ve sistemin otoriter bir yönetime kayması engellenmek istenmiştir. ABD gibi demokratik sistemi ve kültürü yerleşik bir ülkede bile seçim yoluyla başkanlık sisteminin otoriterleşmesi ya da diktatörlüğe kayması demokrasi içinde endişe yaratıyorsa, Türkiye gibi demokrasisi sorunlu bir ülkede bundan endişe duymak için çok daha haklı gerekçeler söz konusudur. Sistemin Karmaşıklığı ve İşleyiş Güçlükleri ABD federal sistemi, kuruluşundan günümüze kadar, büyük ölçüde çoğulcu ve yerleşik güçlü demokrasi kültürü çerçevesinde yürütülen müzakereler, tartışmalar, farklı kurum ve aktörlerin karşılıklı çıkarlarının ve güçlerinin çatışması ve uzlaşması sonucu gelişmiş özgün bir yapıdır. Merkeziyetçi ve ademi merkeziyetçi siyasal ve yönetsel yapıları etkili bir biçimde kaynaştıran, tüm bu özellikleri nedeniyle de ABD federal sisteminin, aşırı merkeziyetçiliğe ya da totaliterliğe kaymadan özgürlükçü bir demokratik sistem olarak işleyebildiği belirtilir (Gerston, 2007, s. 93). Sistem, çoğulcu ve karmaşık, ama iyi kurgulanmış esnek yapısı ile değişen koşullara uyarak, ABD toplumunun ihtiyaçlarına yanıt üretebilmiştir. Ancak ABD federal sistemi, çok kolay işleyen bir yapı değildir. Demokratik karar süreçlerinde, yaygın değerler, sorunlar, federe devletler ve yerel yönetim temsilcileri, lobiler, baskı ve çıkar grupları ile siyasa yapıcılar belirli biçimlerde etkileşime girerek oluşacak sonucu belirlemekte ya da etkilemektedir. Nitekim bu bakış açısı ABD yasama sürecine de hakim olduğundan yasama süreci oldukça yavaştır ve uzun ve derin tartışmaları içerir. Kongrenin ve Kongre üyelerinin sahip olduğu uzmanlar ordusu yasa yapma sürecinin bu işleyişini nitelikli hale getirir. Federal ve federe düzeydeki kontrol ve denge sistemi, değişik yönetsel birimler ve düzeyler arasında uyuşmazlıkların ve çatışmaların ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Kontrol ve denge sisteminin yanında, ABD federalizminin çok aktörlü ve karmaşık yapısı, federal ve federe meclislerin ikili yapısı, özel ve sivil aktörlerin sistem içindeki etkisi gibi özellikler, ciddi ve 145 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 uzun müzakerelere yol açabilen ve önemli kararların alınmasını geciktirebilen bir yapı ortaya çıkarmaktadır. ABD federal sisteminin oturmuş ama esnek yapısı, tüm bu karmaşıklığa rağmen iki yüzyılı aşkın süredir başarılı bir şekilde yürümektedir. Görece güçlü başkanlardan da bu yapısal sorunları çözmesi beklenmemektedir. Aksine sistemin bu özellikleri çoğulcu demokrasinin işlediğinin göstergesi ve daha olgunlaşmış kararların alınmasının bir yolu olarak görülmektedir. Ancak, bütün bunlara rağmen federal düzeyde Başkan ile Kongre arasında B. Clinton, George W. Bush ve yakın zamanda B. Obama‟nın yaşadığı sorunlar kilitlenmelere neden olmuştur. Birçok ABD federal kamu kurumu da zorunlu tatile çıkmıştır. Bu nedenle başkanlık sisteminin bu nitelikleri gözden kaçırılmamalı, ne istendiğinin farkına varılarak bir kez değil, bin kez düşünülerek talep edilmelidir. Sonsöz Türkiye‟de hükümet sistemi bağlamında yapılmakta olan tartışmaların dar bir kapsamda sadece başkanlık sistemine odaklanmış olması, genel olarak Türkiye‟de demokrasiyi ve temel hak ve özgürlükleri güçlendirecek, toplum sözleşmesi şeklinde bir anayasa yapabilmenin önünde engel olma olasılığı taşımaktadır. AK Parti‟nin ve başkanlık sistemi savucularının yürüttüğü tartışmalarda, Türkiye‟nin daha güçlü bir yürütmeye ihtiyacı varmış izlenimi uyandırması da, daha katılımcı, özgürlükçü, çoğulcu ve içerici bir demokrasi anlayışını temel alan bir anayasa yapımı süreci açısından olumsuz olacaktır. Ancak, 1982 Anayasası çerçevesinde konumu zaten güçlü olan Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi, aslında yürütmenin Cumhurbaşkanlığı kanadını daha da güçlendirmiş durumdadır. Bu yazıda da belirtildiği gibi, Amerikan ve Fransız örneklerinde bu güçlendirmenin otoriterliğe hatta diktatörlüğe kayma riski oluşturduğu kabul edilerek, sistemde dengeleyici mekanizmalara yer verilmiştir. Yürütmenin ya da doğrudan cumhurbaşkanın güçlendirilmesi, katılımcılığın ve yurttaş temsilinin en önemli aracı olan parlamentonun zayıflaması, demokrasinin zayıflaması anlamına da gelir. Dolayısıyla, öncelikli olan cumhurbaşkanlığını güçlendirmek ya da hükümet sistemini değiştirmek değil, daha katılımcı, özgürlükçü, çoğulcu ve içerici bir demokrasi anlayışını temel alan, toplum sözleşmesi şeklinde bir anayasa yapabilmektir. Bu süreçte, demokrasinin ve demokrasi kültürünün içselleştirilmesini sağlamak ve temel hak ve özgürlüklerin korunmasını ve daha hakkaniyetli kullanılabilmesini olanaklı kılabilmek de temel hedefler olarak ele alınmalıdır. 146 Kamalak, İ., Gül, H., Sallan Gül, S., 2015, “Demokrasi, Siyasal Rejim ve Başkanlık Sistemi” Kaynaklar Barry, N. P. (2004), Modern Siyaset Teorisi, çev. M. Erdoğan ve Y. Şahin, 2. Basım, Liberte Yayınları, Ankara. Erat, V. (2015), “Türkiye‟de Cumhurbaşkanının Halk Tarafından Seçilmesinin Hükümet Sistemi Üzerine Etkileri”, Yönetim Bilimleri Dergisi, C. 13, S. 25, s. 325-355. Erdoğan, M. (1996), “Başkanlık Sistemini Doğru tartışmak”, Liberal Düşünce, S.2, Bahar. Evcimen, G. (1992), “Başkanlık Sistemi: Ratio Politica‟sı ve Türkiye”, SBF Dergisi, C.47, S.1-2, Ocak-Haziran. Eyüboğlu, E. (2014), “Fransa: Parlamenter Bir VI. Cumhuriyet‟e Doğru”, içinde (Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye: Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz, der. İhsan Kamalak, 2. Baskı, Kalkedon, İstanbul. Fırat, İ. ve Gül, H. (2014), “1982 Anayasası ve Yeni Anayasa Çalışmaları Çerçevesinde Anayasal Vatandaşlık Üzerine Bir Tartışma”, içinde Yurttaşlığı Yeniden Düşünmek: Sosyolojik, Hukuki ve Siyasal Tartışmalar, (der.) A. Durakbaşa, N. A. Ş. Öner, F. K. Şenel, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Gerston, L. N. (2007), American Federalism: A Concise Introduction, Armonk, New M. E. Sharpe, Inc., New York. Gül, H. (2013), “Amerikan Federal Sisteminde Yerel Yönetimler”, Dünya’da Yerel Yönetimler: Örnekle-Uygulamalar, (der.) M. Okcu ve H. Özgür, s. 19-49, Seçkin, Ankara. Hekimoğlu, M. M. (2009), Anayasa Hukukunda Karşılaştırmalı Demokratik Hükümet Sistemleri ve Türkiye, Detay Yayıncılık, Ankara. Horrowitz. (1995), “Demokratik Sistemleri Karşılaştırmak”, içinde Demokrasinin Küresel Yükselişi, der. L. Daimond ve M. F. Platter, Yetkin Yayınları, Ankara. Kalaycıoğlu, E. (2005), “Başkanlık Rejimi: Türkiye‟nin Diktatörlük Tehdidiyle Sınavı”, içinde Başkanlık Sistemi, yayına hazırlayan T. Ergül, s. 13-29, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara. Kamalak, İ. (2014), “Cumhurbaşkanının Doğrudan Halk Tarafından Seçilmesinin Olası Sonuçları üzerine Bir Deneme”, içinde (Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye: Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz, der. İhsan Kamalak, 2. Baskı, Kalkedon, İstanbul. Kamalak, İ. (2014), “Türk Siyasal Sistemine (Yarı) Başkanlık Sisteminin İthalinin Olası Sonuçları Üzerine Bir Deneme”, içinde (Yarı)Başkanlık Sistemi ve Türkiye: Ülkeler, Deneyimler ve Karşılaştırmalı Analiz, der. İhsan Kamalak, 2. Baskı, Kalkedon, İstanbul. Lijphart, A. (1992), “Introduction”, içinde Parliamentray vs Presidential Government, (der) Arend Lijphart, Oxford: Oxford University Press Linz, J. J. (1992) “Perils of Presidentialism”, içinde Parliamentray vs Presidential Government, (der) Arend Lijphart, s. 118-127, Oxford University Press, New York. Linz, J. J. (1993), “Başkanlık Sistemi veya Parlamenter Sistem Arasındaki Tercihin Siyasal ve Sosyal Sonuçları”, içinde BDT Ülkelerinde Demokrasiye Geçiş ve Anayasa Yapımı, çev. Ergun Özbudun, Levent Köker, Yetkin Basım Evi, Ankara. 147 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.127-148 Linz, J. J. (1995), “Başkanlık Sisteminin Tehlikeleri”, içinde Demokrasinin Kültürel Yükselişi, der. L. Diamond ve M. F. Platter (çev. E. Özbudun), Yetkin Yayınları, Ankara. Mainwaring, S. (1993), “Presidentializm, Multipartism and Democracy: The Difficult Combination”, Comparative Political Studies, 26/2: 198-228 Mainwaring, S. ve Shugart, M. S. (1997) Introduction, içinde Presidentialism and Democracy in Latin America, (der) S. Mainwaring ve M. S. Shugart, s. 1-11, Cambridge University Press: Cambridge. Ömürgönülşen, U. (2006), “Amerika Birleşik Devletlerl”, içinde Kamu Yönetimi Ülke İncelemeleri, der. B. A. Güler vd., İmge Kitapevi, Ankara. Özbudun, E. (2005), “Başkanlık Sistemi Tartışmaları”, içinde Başkanlık Sistemi, yayına hazırlayan T. Ergül, s. 105-111, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara. Sartori, G. (1997), Karşılaştırmalı Anayasa Mühendisliği, Yetkin, Ankara. Soysal, M. (1993), 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek yay., 10. Baskı, Ankara. Tosun G. E. ve Tosun, T. (1999), Türkiye’nin Siyasal İstikrar Arayışı: Başkanlık ve Yarı Başkanlık Sistemleri, Alfa Yayım Dağıtım, İstanbul. Tunç, H. ve Yavuz, B. (2009), “Avantaj ve Dezavantajlarıyla Başkanlık Sistemi”, TBB Dergisi, Sayı 81, s. 1-39. Yazıcı, S. (2002) Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Sistemleri: Değerlendirme, Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul Türkiye İçin Bir Yazıcı, S. (2005) “Başkanlık Sistemleri: Türkiye İçin Bir Değerlendirme”, içinde Başkanlık Sistemi, yayına hazırlayan T. Ergül, s. 125-142, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara. 148 Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik Ġstiyor?* Bülent Özgül Öğr. Gör. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi Yalvaç MYO, Pazarlama ve Reklamcılık Bölümü E-posta: bulentozgul@sdu.edu.tr Özet: Bu çalışmanın amacı, Türkiye'de siyasi partilerle çeşitli şekillerde ilişki kuran yandaşların, ne tür liderlik beklentilerine sahip olduklarını ve bu beklentilerin hangi faktörlerden, ne ölçüde etkilendiklerini açıklamaktır. Siyasi liderlik, bir siyasi hareketin ya da partinin ulaşmaya çalıştığı amaçlar için yandaş kazanmak ve kazanılan yandaşları hedefe ulaşmak için organize ve motive ederek yönetme ve yöneltme eylemidir. Siyaset bilimi alanında yapılan çalışmaların birçoğunun merkezinde siyasi liderlik bulunmaktadır. Son yıllarda giderek artan biçimde, insanların siyasi tercihlerini yaparken ideolojiden, program ve tüzüklerden ziyade somut siyasi ürünler olarak görünen lider, vaatler, adaylar gibi unsurlara baktıkları görülmektedir. Siyasi liderlik üzerine yapılan çalışmalar, siyasette gücün kaynağına bağlı olarak, siyasi liderliğin ne tür özelliklere sahip olması gerektiği üzerine yoğunlaşmışlardır. Liderlik süreci, lider, izleyiciler ve koşulların bir fonksiyonudur. Liderle beraber, izleyenler ile koşulların ve tüm bu faktörler arasındaki etkileşimin ele alındığı bir bakış açısı, sürecin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Belli başlıları otoriter, karizmatik, dönüşümcü ve demokratik olarak bilinen siyasi liderlik tiplerinin yandaşlarca nasıl algılandığı, bu tiplerle ilgili beklentilerin nasıl oluştuğu ve hangi faktörlerden etkilendiği, liderin özellikleri kadar önem taşıyan faktörlerdir. Türkiye örneğinde, yandaşların siyasi özelliklerinin, liderlik beklentilerine etki eden faktörler oldukları tespit edilmiş, liderliğin sadece lider odaklı bir süreç olmadığı, izleyici ve şartların da önemli ölçüde etki sahibi olduğu görülmüştür. Anahtar Sözcükler: Siyaset, siyasi liderlik, yandaş, beklenti, siyasi parti What Kind of Leadership Does Turkey Want? Abstract: The aim of this study is to clarify what kind of leadership expectations the advocates of the parties have and by which factors and how much these expectations are affected in Turkey. Political leadership is an act of political movements and parties to gain advocates to reach their aims and an act of managing and guiding the advocates to reach the aim by means of organizing and motivating. Political leadership * Bu makale, yazarın „Siyasi Partilerde Yandaşların Liderlik Beklentilerini Etkileyen Sosyoekonomik Faktörler‟ (Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ABD, Isparta, 2015) adlı ve Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi tarafından 3185-D1-12 no.lu proje ile desteklenen Yrd. Doç. Dr. Hakan Mehmet Kiriş danışmanlığında tamamlanan doktora tezine dayanmaktadır. Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.149-176 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 appears to be at the center of most of the studies done in political sciences sphere. Recently, it has appeared that when people make choice, they take into consideration the concrete political products such as the leader, candidates and promises rather than ideology, the party programme or the regulations. These studies have been focused on what kind of features the political leaders must have depending on the source of power in politics.The process of leadership is a function of a leader, followers and conditions. A viewpoint tackling the followers and conditions with the leader and the interaction between all these factors provide a better come out of the process. How political leadership types, some of which are known as authoritarian, charismatic, transformational democratic, are percieved by the followers, how the expectations about these types appeared and from which factors they are affected are the factors as crucial as the features of the leader. In the case of Turkey, it is determined that the political features of the followers are the factors affecting leadership expectations and that leadership is not only a leader oriented process, but the followers and conditions are also considerably efficient. Key Words: Politics, political leadership, follower, expectation, political party. GiriĢ Siyasi liderlik, siyaset kadar eski bir konudur. Siyasi liderlik konusu, üzerine çok konuşulan, değerlendirme yapılan ve popüler bir konu olmasına karşın bu alanla ilgili olarak yapılan bilimsel çalışmaların çok fazla olmadığı görülmektedir. Siyaset alanındaki liderlik çalışmalarının büyük çoğunluğu, liderin özellikleri üzerine yoğunlaşmış olup, siyasi liderliğin tüm boyutlarıyla ele alınarak değerlendirildiği çalışmaların sayısının yok denecek kadar az olduğu görülmektedir. Bu çalışmanın amacı, liderlik sürecini, liderin yanı sıra sürecin diğer unsurları olan koşullar ve izleyicilerle birlikte ele alarak anlamaya çalışmaktır. Liderlik, lider, koşullar ve izleyicilerin bir bütün olarak özellikleri ve etkileşimiyle ortaya çıkan bir süreç olduğu için, liderin izleyicilerinin siyasi liderlik beklentilerinin hangi faktörlerden, nasıl etkilediğini ortaya koymak, sürecin nasıl işlediğini anlamak bakımından önem taşımaktadır. Özel olarak siyasi parti dediğimiz örgütsel yapıların, diğer örgütlerden temel bazı farklılıkları bulunmaktadır. Bu farklılıklar, siyasi partilerdeki yönetim ve liderlik süreçlerini de özelleştirmektedir. Özellikle siyasi partilerle ilişki kurmanın daha çok gönüllülük esasına bağlı olması ve ilişkinin sınırlarının bireylere göre farklılık göstermesi nedeniyle, siyasi partilerdeki liderlik süreci, diğer örgütlerden çok daha önemli bir etkiye sahiptir. Çalışmada, siyasi liderlik kavramı ve siyasi liderlik tipleri, siyaset literatüründeki çalışmalar çerçevesinde ele alınarak, temel özellikleri ortaya konulmuştur. Siyasi liderlik tipleri, başlıca otoriter, karizmatik, dönüşümcü ve demokratik liderlik olarak ele alınmış olup, bu liderlik tiplerinin farklı özellikleri izah edilmiştir. Siyasi parti yandaşlarının liderlik beklentilerini etkileyen siyasi faktörler sıralanarak, bu faktörlerin etkilerinin, hangi koşullarda, ne şekilde ve hangi boyutta gerçekleşebileceği açıklanmıştır. 150 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” Siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentilerini etkileyen faktörler üzerine Türkiye genelinde 35 ilde yapılan alan araştırmasının bulguları paylaşılarak, araştırılan etkinin boyutları saptanmaya çalışılmıştır. Siyasi Liderlik Çok eski tarihlerden beri insan, kimin yönettiğini ve yönetmesi gerektiğini, bir toplumda siyasi otoriterin temellerinin neler olduğu veya olması gerektiği sorularının cevaplarını ve bazı bireylerin toplumun kurallarının ve siyasetinin belirlenmesindeki istisnai etkiyi nasıl ve niçin ele geçirdiğini, uyguladığını ve diğerlerinin bunu neden yapamadığını sormuş, tartışmış, kurgulamaya çalışmıştır (Edinger, 1976: 3). Bireylerin siyasi tutumları ve tercihleri konusunda soyut görünen ideoloji, program gibi unsurlar karşısında, somut görünen lider, aday, imaj gibi unsurların daha fazla ön plana çıktığı görülmektedir. Bu da, yandaşlarda ideoloji gibi faktörlerin gücünün azalmasıyla örgütsel adanmışlık düzeyinin düşüş göstermesine neden olmaktadır. Dolayısıyla, örgütsel adanmışlık düzeyini yükseltmek, yani yandaşların bağlılığını sağlamak için liderlik ve liderin özellikleri daha önemli hale gelmiştir. Siyasi partiler için yandaşların bağlılıklarını arttırmak ile liderlik beklentilerini doğru tespit etmek arasında doğrusal bir ilişki olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle, yandaşların liderlik beklentilerini ve beklentileri etkileyen faktörleri tespit etmek siyasi partilerin başarıları için çok önemli hale gelmektedir (Komsuoğlu, 2008: 52). Kellerman, siyasi liderliğin, grup sürecinin odağı, kişilik ve etkileri, bir itaate teşvik etme sanatı, davranış, bir ikna biçimi, güç ilişkisi, hedefe ulaşmanın aracı, farklılaştırılmış bir rol olarak çok farklı biçimlerde tarif edilebileceğini söyler (Kellerman, 1986: 70). Siyaseti doğrudan siyasi liderlikle tanımlayan bir görüş olarak Tucker‟in “Liderlik Olarak Siyaset” isimli kitabında, siyaset, siyasi bir topluluğun ve tüm faaliyetin liderliği olarak tanımlanmaktadır (Tucker, 1981: 7).Weber de “Meslek Olarak Siyaset” isimli çalışmasında, siyaseti, bir siyasi topluluğun, bugün için de devletin önderliğini yürütmesi ya da önderliğini etkilemesi olarak tanımlamıştır (Weber, 1996: 12). Burns, siyasetin güç olarak görülmesinin, gücün siyasetteki rolünün ve bunun yanında liderliğin asıl rolünün göz ardı edilmesine yol açtığını düşünmektedir. Burada güce sahip olan ve güçten etkilenenin güdüleri ve olanakları önemlidir. Liderler, bir çeşit güce sahip bireylerdir (Burns, 1979: 13). Siyasi liderlik, bir siyasi hareketin ya da partinin ulaşmaya çalıştığı amaçlar için yandaş kazanmak ve kazanılan yandaşları hedefe ulaşmak için organize ve motive ederek yönetme ve yöneltme eylemi olarak tanımlanabilir. Siyasi lider de, örgütünü ve yandaşlarını ya önceden belirlenmiş hedeflere ya da bizzat kendi ürettiği hedeflere ulaşmak için yönlendiren ve peşinden sürükleyen kişidir. 151 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Siyasi lider, örgütünün, yani yönettiği siyasi partinin hedefine ulaşması için, yüksek düzeyde bir ikna, inandırma ve bağlılık yaratma gücüne sahip olabilmelidir. Çünkü, diğer örgütlerde olduğu gibi, siyasi parti liderinin elinde, ücret, yükselme, izin, vb. gibi somut ödüllendirme ya da işten çıkarma, maaş kesme, ilerlemesini durdurma, vb. gibi cezalandırma araçları yoktur. Dolayısıyla, liderlik ederken kullanacağı en önemli gücü, insanlar üzerinde yaratacağı ikna ve inandırma etkisi ile kendisine yönelik oluşturacağı hayranlık, sevgi ve saygı olacaktır. Bu nedenle, siyasi liderin kişilik ve iletişim özellikleri, diğer örgüt liderlerine göre daha önemli hale gelmektedir. Lider, dünyanın bütün ülkelerinde seçmenlerin değerlendirmelerinde ve tercihlerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu etki, bir ülkede demokrasinin gelişim düzeyi, toplumun özellikleri ve içerisinde bulunulan şartlara bağlı olarak farklılık göstermekle birlikte, uygulamalar bu etkinin önemli olduğunu göstermektedir. İslamoğlu‟na göre, Türkiye‟de seçmenlerin büyük ölçüde lidere bağlı olarak oy kullanması söz konusudur. Seçmene hangi partiye oy verdiği/vereceği sorulduğunda, parti isminden çok, liderin ismini söylemektedir (İslamoğlu, 2002: 116-117). Diğer yandan, Sitembölükbaşı‟nın üç ayrı araştırmasının sonucunda, lider faktörü, oy vermeyi etkileyen faktörler arasında hep ikinci sırada çıkmıştır. İlk sırayı ideolojik faktörler alırken, lideri faktörü ikinci sırada yer almıştır (Sitembölükbaşı, 2004: 158-159). Özkan tarafından yapılan araştırma sonucuna göre de, seçmenin oy kullanırken önem verdiği hususların başında lidere olan inanç ve parti programı gelmektedir (Özkan, 2004: 182). Ağırlığının oranı değişse de, siyasi parti lideri, yandaşları için artık giderek daha önemli hale gelmektedir. Bu nedenle, yandaşların nasıl bir lider istedikleri, belli özelliklerin yandaşlar açısından ne derece önem arz ettiği veya bir siyasi liderde ne tür özellikleri görmeyi arzu ettikleri hususu siyaset açısından artan bir önem taşımaktadır. Polat ve Külter‟e göre, siyasi partiler iktidara gelebilmek için yandaşların lidere yönelik bu istek ve beklentilerini iyi tespit etmek zorundalar (Polat ve Külter, 2008: 8). Yıldız‟a göre, liderlerin siyasi süreçteki belirleyici konumu, sadece Türkiye için değil, birçok ülke için de söz konusudur. Ona göre, siyasetin temel aktörleri artık siyasi partiler değil, siyasi liderlerdir ve bu durum siyasi sistemden bağımsızdır (Yıldız, 2002: 81). Lideri siyasi ilişki bağlamında yandaşların gözünde daha da önemli hale getiren bir diğer nokta da, Polat ve Külter‟e göre, siyasi partiyi, politikalarını, söylemlerini ve adaylarını liderin şahsında somut hale getirmeleridir (Polat ve Külter, 2008: 9). Kışlalı da bu durumu seçmenlerin algılaması zor olan bir kurumsal yapıyı (parti gerçekliğini) lider gibi somut bir kişiyle bütünleştirmeleriyle açıklamakta ve lidere bağlanmanın seçmenler açısından daha kolay ve daha anlamlı olduğuna işaret etmektedir (Kışlalı, 1987: 233). Liderin gerek partililer, gerekse seçmenlerin davranışları üzerindeki etkilerine ilişkin birbirine yakın, ancak farklı görüşler mevcuttur. Bunlar kısaca özetlenecek olursa, örneğin, bir siyasi lidere oy verirken seçmenleri motive edebilecek faktörler üzerine yapılan bir çalışmada en önemli unsurun seçmenlerin bir siyasi liderde aradıkları ortak özellikler olduğu tespit edilmiştir 152 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” (Dean, 2004: 257). Bir başka çalışmada, seçmenlerin bir siyasi lider seçiminde dikkat ettikleri en önemli faktörün seçim tecrübesi olduğu bulgusu ortaya çıkmıştır. Palmer‟e göre seçmenlerin oy verme davranışını etkileyen tecrübelerdir (Palmer, 2002: 349). Zaccaro ve diğerleri de seçmenlerin siyasi tercihlerinin, seçimlerde edindikleri tecrübeye göre değiştiğini vurgulamıştır. Bunun yanında, seçmenlerin her duruma uygun davranış kalıpları geliştirebilen liderleri daha başarılı buldukları da aynı çalışmada vurgulanmıştır (Zaccaro vd., 1991: 317). Siyasi liderlik süreci ve nitelikleri, birçok bakımdan, geçmişe göre çok daha önemli hale gelmiş ve siyaset bilimi alanında çalışma yapılması gereken bir konu olarak ilgi çekmeye başlamıştır. Siyasi Liderlik Tipleri Yönetim literatüründe farklı liderlik yaklaşımları çerçevesinde liderlik türleriyle ilgili çok sayıda sınıflandırmaya rastlanmaktadır. Siyasi liderlik alanında da farklı yaklaşımlarla çeşitli sınıflandırmalar yapılarak liderler ve liderlik süreci nitelendirilmeye ve incelenmeye çalışılmıştır. Liderlerin siyasi yaşamları boyunca tek tip bir liderlik davranışı sergilemesi, siyasi partiler ve seçmenlerde uzun bir dönemde tek tip bir liderlik beklentisi oluşması her zaman gözlenen bir durum değildir. Bunun yanında, bir liderin farklı dönemlerde farklı liderlik tarzlarıyla hareket etmesi ve yandaşlarda da farklı koşullarda farklı liderlik beklentilerinin oluşması örnekleri söz konusudur. Bu bakımdan liderlik tiplerini ayırt ederken, hem yönetim alanında hem de siyaset alanında yapılmış çalışmalarda izlenen yöntem tercih edilerek, siyasi liderlik tipleri, en çok üzerinde durulan sınıflamalar çerçevesinde değerlendirilecektir. Çalışma kapsamında ele alınacak siyasi liderlik demokratik, karizmatik ve dönüşümcü liderlik tipleridir. tipleri otoriter, Otoriter liderlik tipi, en eski liderlik türü ve sürecini anlatır. Zira uzun yüzyıllar boyunca, yönetme hakkını elde etme ve sürdürme için fiziksel güce dayalı bir liderlik yarışı, toplumları yönetmek için lideri otoriter, hatta çoğu zaman zorba bir yönetim anlayışına mecbur bırakmıştır. Otoriterlik kavramının gerisinde otorite olgusu bulunmaktadır. Bal‟a göre, en geniş anlamıyla otorite, bir iktidar biçimidir. Otorite, herhangi bir cebir veya manipülasyondan ziyade, otoriteye itaati kabul etmeye yani rızaya dayanır (Bal, 2014: 247). Max Weber otorite tiplerini açıklarken, bu tipler içerisinde liderlik anlayışını da ortaya koymuştur. Weber otorite tiplerini açıklamada çıkış noktası olarak “meşruiyet” ölçüsünü temel almıştır. Weber‟e göre üç meşruiyet tipi vardır: Bunlar yasal otorite, geleneksel otorite ve karizmatik otorite tipleridir. Otoriteyi elinde bulunduran kişi bir üst değil, kişisel efendidir. Yönetilen halk ise, toplumun bir üyesi olmayıp, efendinin uyruğudur (Weber, 1995: 315-316). 153 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Otoriter liderlik, çoğunlukla geleneksel toplumlarda görülmektedir. Otoriter lider, grubun ya da toplumun bütün işlerinin nasıl olacağına tek başına karar vermektedir (Tekarslan, 1989: 107). Otoriter liderlikle idare edilen toplumlarda kişilere ve onların düşüncelerine önem verilmez. Öte yandan, halk da yönetim konularını düşünmede kendini yetkili görmez (Közleme, 2013: 241-242). Machiavelli, “Prens” adlı eserinde hükümdarın nasıl olması gerektiğini açıklar. Osmanlı‟yı örnek göstererek, merkezi mutlak devletleri feodal devletlere göre üstün görür. Machiavelli‟e göre, hiçbir yeteneğe, talihe ve yardıma ihtiyaç duymadan hükümdar olmanın tek bir yolu vardır: Cinayet ve merhametsizlik (Köktürk, 2011: 89). Otoriter liderlik tipinde tüm yetkiler liderde toplanmıştır ve genellikle her türlü karar lider tarafından alınmaktadır. Diğer bir deyişle, amaçların, planların ve politikaların belirlenmesinde astların ya da takipçilerin bir söz hakkı yoktur. Lider, emirlerine kayıtsız şartsız uyulmasını ve kendisine güven duyulmasını ister (Newstrom ve Davis, 1993: 227). Otoriter liderlik ya da yönetim anlayışının çağın gerisinde kalmış ve terk edilmiş bir uygulama olduğunu düşünmek yanıltıcı olabilir. Otoriterlik, yönetim süreci içerisinde söz ve karar hakkının kimde olduğuyla ilgili bir kavramdır. Özellikle siyasi hayatta, güç ve yetkiyi ele geçiren yöneticilerin bir kısmının söz ve karar hakkı konusunda daha fazla otoriterleştiği daha sık gözlemlenen durumlardandır. Bugün gerek işletmeler bakımından gerek siyasi partiler bakımından ve gerekse devlet yönetimleri bakımından, ideal bir tip olarak nitelendirilmese de, otoriter liderlik tipinin halen uygulanma imkanı bulmaktadır. Siyasi parti yandaşları içerisinde, özellikle de partide görev alma noktasına gelenlerin otoriter bir yönetim beklentisi içine girdikleri de gözlenen bir durumdur. Çoğu durumda, liderin otoriterliğinin onaylayıcısı bizzat sadık takipçileri olmaktadır. Demokratik liderlik tipi, otoriter yönetimlerin işlevini ve geçerliliğini yitirmesinin ardından önce siyasi yönetim biçimlerinde ortaya çıkmış, daha sonra da işletme yönetimlerinde uygulama imkanı bulan bir yönetim anlayışı olmuştur. Siyasi örgütlerde demokratik liderlik tarzı, hem bir siyasi anlayış meselesi olmuş hem de parti örgütlenmesine bireylerin katılımını özendirici bir etken olmuştur. Demokratik liderlik tarzına sahip lider, yalnızca kendi yetenekleriyle değil, astlarına da danışarak ve onların fikirlerini alarak iş yapar, onların planlama, karar verme ve örgütlenme faaliyetlerine katılmalarını teşvik eder (Thompson, 1998: 32). Demokratik liderlik tarzında, lider yönetim yetkisini izleyiciler ile paylaşma eğilimini taşır. İzleyiciler, takipçisi oldukları süreci etkileyen durumlar hakkında bilgilendirilmekte ve fikirlerini söylemeleri ve öneriler getirmeleri için lider tarafından cesaretlendirilmektedirler (Eren, 2004: 453). Demokratik liderliğin diğer liderlik türlerinden en önemli üstünlüklerinden biri, her aşamasında meşruiyetini izleyicilerin rızasından 154 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” alması ve bunun kendisine verdiği geniş hareket imkanıdır (Komsuoğlu, 2008: 69). Elcock da siyasi liderliği üç etki grubunun ürünü olarak görür: Bunların ilki, bulunulan makamın ona getirdiği güç ve etkidir. İkinci etki de, onu liderliğe getiren şartların ve olayların, onu etkilemeyi sürdürüyor olmasıdır. Üçüncü etki de, liderin kişisel özellikleri ve bunun etkileridir (Elcock, 2001: 62). Buradan hareketle, liderin gücünün sınırsız olmadığını, çevre ve takipçileriyle etkileşimle ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Arklan‟a göre demokratik liderlik, liderin egemenliğinin yasalara dayandığı ve liderin yönetme ve emretme işlevlerini akılcı kararlarla yaptığı bir liderlik biçimidir (Arklan, 2004: 22). Siyasi partilerin olmadığı veya etkin olarak faaliyette bulunmadığı bir ülkede demokrasiden bahsetmek zordur. Ancak siyasi partilerin varlığı demokrasi için tek koşul değildir. Siyasi partilerin toplumla bütünleşmesi ve geniş tabanlı bir katılımın sağlanması için siyasi partilerin demokratik ölçütlere göre teşkilatlanması ve faaliyetlerini demokratik ölçütlere göre yürütmesi gerekir (Gökçe, 2013: 66). Duverger‟ye göre, bir parti örgütüne demokratik diyebilmek için parti yöneticilerinin, üyelerin tümü tarafından serbestçe ve gizli oylama yöntemiyle seçilmesi, parti programının genel kurulca belirlenmesi ve bu kurulda delegelerin parti üyelerini gerçek bir biçimde temsil etmesi, çeşitli eğilimlerin parti içinde bir arada bulunabilmesi ve çoğunluğu sağlayabilmek için bu eğilimlerin dürüstçe tartışılması gerekir. Tersine, eğer parti ileri gelenlerini merkez örgütü seçiyorsa ve merkez örgütü yerel örgütlere atamalar yapıyorsa, genel görüşün dışındaki bütün düşünce farkları kesinlikle reddediliyor ve bunları benimseyenler partiden uzaklaştırılıyorsa bu parti, merkeziyetçi bir partidir (Duverger, 1994: 38-40). Demokratik rejimin tam anlamıyla işleyebilmesi, siyasi partilerin de kendi iç düzenlerinde demokrasi esaslarına uygun hareket etmelerini, siyasi parti liderlerinin de demokratik bir liderlik tarzı sergilemesini gerektirmektedir. Çünkü parti içi demokrasi, sadece siyasi partinin kendisini değil, tüm toplumu ilgilendirmektedir. Demokratik liderlik tarzı, diğer örgütlerden farklı olarak, demokratik bir siyasal hayata sahip toplumlarda siyasi parti denilen örgütsel yapılar için olması gereken bir yönetim anlayışını ifade etmektedir. Buna karşın birçok siyasi partide karşılaşılan durum, bu yaklaşımın tam tersi bir görüntü sergilemektedir. Parti içi demokrasi ile ilgili sorunlar bunun en somut yansımaları olup, demokratik liderlik tarzından sapmaya en önemli gerekçe, parti içi disiplin sorunları olarak gösterilmektedir. Karizmatik liderlik tipinin kökeninde yer alan karizma kavramı, tanrı yardımı, tanrının lütfu anlamında kullanılan Yunanca bir sözcüktür. Karizmatik sıfatı ise, bazı otorite, iktidar ve meşruiyet biçimlerinin nitelenmesinde kullanılmaktadır. İlk Hıristiyanlığın terimlerinden alınmış olan karizma, ilk önceleri sadece dini vasfı olan kişiler için kullanılmaktaydı. Karizma ve 155 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 karizmatik terimlerini siyaset sosyolojisine kazandıranlar ise, Max Weber ve Ernst Trocltsch olmuştur (Közleme, 2013: 247). Weber, karizma terimiyle, bir kişiyi olağan insanlardan ayıran ve onun aşkın, insan üstü, en azından bazı bakımlardan ayrıksı güçlere sahip sayılmasına yol açan özelliklerini anlatmaktadır. Bu özellikler sıradan insanlarda bulunmaz çünkü bunlar ilahi kaynaklıdır. Bir kişi bu özelliklere sahip olduğu zaman karizmatik lider sayılır. Kişisel olarak yasallaştırılan karizmatik lider, böylece kendini izleyenlerin oyu ile seçilir (Weber, 1995: 331, 389). Ancak Weber, kitlenin karar verme sürecine katıldığı klasik doğrudan demokrasi anlayışını reddeder. Weber‟e göre bu küçük topluluklarda geçerli olabilir; çağdaş toplum için bütünüyle geçersizdir. Modern devlette liderlik, bir azınlığın ayrıcalığı olmalıdır. Bu modern zamanların kaçınılmaz bir özelliğidir (Giddens, 1992: 21). Conger ve Kanungo, karizmatik liderliğin oluşmasında izleyicilerin önemli rol taşıdığı farklı aşamaların değişik boyutlarının bulunduğunu kaydederler. Bunlardan ilki, izleyenlerin yöneticinin statükoyu değiştirmeye karşı daha büyük isteğini algılamasıdır. İkincisi ise, takipçilerin ihtiyaçlarına, kısıtlamalara ve çevresel olanaklara lider tarafından duyulan yüksek hassasiyettir. Bu, karizmatik lidere olan cazibenin temelini inşa eden takipçilerin ihtiyaçlarını memnun etme potansiyelidir. Bu idealleştirilmiş yön, liderleri özenilen saygıyı hak eden insanlar olmaya ve takipçiler tarafından taklit edilmeye değer yapmaktadır (Conger vd., 2000: 748). Karizmatik liderlik süreci, sadece liderin özellikleriyle ilgili bir süreç değildir. Bu süreçte, yandaşların liderle ilgili beklenti ve algıları da çok önemlidir. Weber de bu yargıyı şöyle vurgulamaktadır (Arklan, 2004: 95): Karizmatik otoriteye sahip olan karizmatik liderin misyonu, onlara gönderildiğine inandığı kimseler tarafından tanınmazsa karizmatiklik iddiası çökmektedir. Lider bu kimseler tarafından kabul edilirse, kendisini kanıtlayarak yerini muhafaza edebildiği müddetçe, o kimselerin efendisi olmakta, ancak seçimlerde olduğu gibi hakkını o kimselerin iradesinden almamaktadır. Karizmatik liderlik tipi, ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz koşullarda ortaya çıkma eğilimi yüksek olan bir siyasi liderlik tipidir. Türkiye örneğinde bakıldığında da, toplumsal olarak eğitsel, siyasi ve ekonomik açıdan, karizmatik liderlik tipine uygun bir sosyal ve siyasal ortam olduğunu görürüz. Seçmenlerin oy verme davranışında somut şekilde tezahürünü bulan bu durum, parti liderliği kavramını ve parti organizasyonlarını da buna göre şekillendirmiştir. Türkiye‟deki siyasi partilerin daha çok lider partisi görünümüne sahip olması, parti içi örgütlenmede liderin aşırı etkinliği, seçmenin oy kullanırken partiye değil lidere ya da adaya bakma eğiliminin olması, bu durumun somut yansımaları olarak değerlendirilebilir. Dönüşümcü liderlik, ilk olarak Dawston‟un “İsyan Liderliği” (1973) adlı çalışmasında belirtilmiştir. Sosyolojik bir tez olan “dönüşümcü liderlik” 156 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” kavramı daha sonra 1978 yılında James McGregor Burns tarafından geliştirilmiştir. Ona göre lider, örgüt üzerinde yüksek düzeyde moral, motivasyon ve performans yaratan kişidir. Burns‟a göre modern organizasyonlarda yeni alanların yaratılması becerisine bir tek dönüşümcü liderlik sahiptir. Çünkü değişimin ustasıdır. Daha iyi bir gelecek tasarlar, öngörü sahibidir, vizyon oluşturur ve bu vizyonu etkin bir şekilde herkese benimsetir ve hayata geçirmek için istek uyandırır. Dönüşümcü liderler, çevrelerini değiştirebilen liderlerdir. Bu liderler çevresel durumlara tepki göstermez, aynı zamanda yeni bir çevre yaratırlar (Eraslan, 2014: 3-4). Yukl‟a göre, dönüşümcü lider, izleyenlerine saygı duyar, güvenir ve izleyenlerinin isteklerine cevap verecek davranışlarda bulunur. Güç kullanarak izleyenlerini etkilemekten kaçınır. Lider, işleri doğru yapmaktan ziyade doğru işleri yapmaya çalışır (Yukl, 1989: 213). Burns, politik liderlik konusunda Weber‟in ekonomik ve ekonomik olmayan otorite kaynağından ve Herbert A. Simon‟un yönetimsel öğretilerinden yola çıkarak dönüşümcü liderlik ve etkileşimci liderlik ayrımına gitmiştir. Etkileşimci lider tipinin yeni gelişen sosyal ve ekonomik şartlarda başarılı olamaması üzerine dönüşümcü liderlik kuramı ortaya atılmıştır (Allix, 2000: 10). Bass, dönüşümsel liderliği tamamlayıcı üç konudan söz etmektedir. Bunlar karizma, bireyselleştirilmiş düşünce ve entelektüel uyarımdır (Bass, 1985: 26). Conger‟e göre, dönüşümcü liderliğin temelini, takipçilerin kendilerinden beklenenin ötesinde bir performans göstermeleri yönünde motive edilmeleri oluşturmaktadır. Bu durum liderin dönüşümü sağlaması, yani takipçilerinin tutum, değer ve inançlarını örgütsel değerlerle uyumlaştırması sonucu oluşmaktadır (Conger, 1999: 148). Takipçiler, lidere güven ve saygı duymakta, bunun sonucunda da üstün performans göstermektedirler. Çünkü takipçiler, ödüllendirilecekleri beklentisi ile değil, değerleri ile uyumlu olduğu için görevlerini yerine getirmektedirler (MacKeinze vd.; 2001: 116). Dönüşümcü liderlik, yandaşların değerlerine ve beklentilerine verdiği önemin yanı sıra, özellikle toplumların yaşadığı bunalımlardan değişim ve hatta devrim yoluyla çıkışları bakımından da tarihsel anlamda önemli bir liderlik türüdür. Lenin, Mustafa Kemal Atatürk ve Ghandi gibi liderler yarattıkları dönüşümlerle, toplumsal olarak da büyük birer dönüşümcü liderlik öyküsü sergilemişlerdir. Ekonomik ve sosyal olarak, gelişmekte olan ülkeler arasında sayılan Türkiye‟de, gerek bu gelişim süreci gerekse batılılaşma anlayışının kurumlarda ve genel olarak ülke yönetiminde sürekli bir değişim ve dönüşüm isteği yaratması nedeniyle, sadece muhalefetteki partilerin değil iktidara gelen partilerin ve bu partilere liderlik eden isimlerin de mevcut sistem üzerinde bir değişim ve dönüşüm isteği ve programı sundukları görülmektedir. Ancak Türk halkı ve siyasetçilerinin değişim ve dönüşüm modeli, genellikle toptancı olmaktan ziyade istikrara dayalı bir değişim ve dönüşüm isteği şeklinde ortaya çıkmaktadır. 157 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Liderlik Beklentilerini Etkileyen Siyasi Faktörler Toplumda bireylerin liderlik beklentileri üzerinde etkisi olan önemli faktörlerden bir grubu siyasi faktörler oluşturur. Bireylerin siyasi görüşleri, ideolojik eğilimleri, içinde bulundukları siyasi ortam, bağlılık duydukları siyasi partinin özellikleri, ülkenin siyasi sisteminin özellikleri, içinde bulunulan siyasi gruplar gibi faktörler, bireylerin siyasi tercihleri ve davranışlarına etkide bulunmalarının yanında, siyasi liderle ilgili algılarını ve beklentilerini de etkilemektedir. Toplumların tarihsel geçmişleri ve güncel siyasi kültürel özellikleri, bireylerin liderlik beklentileri üzerinde önemli ölçüde etki sahibi olabilmektedir. Öztekin‟e göre, her siyasi kültür tipi, belirli bir siyasi yapı ile uygunluk arz eder. Örneğin, cemaatçi kültür, merkeziyetçi olmayan geleneksel siyasi yapıya denk düşmektedir. Buna karşılık tebaa kültürü daha çok merkeziyetçiliğin üstün olduğu despot bir yapıya uygun düşer. Katılımcı kültür ise, gelişmiş demokratik bir yapının türevi olan bir kültürdür (Öztekin; 2003: 193). Vural‟a göre, tek adama ya da lidere bağlı siyaset anlayışının yerleşik olduğu ve maalesef değiştirilemediği Türkiye gibi demokrasisi gelişmekte olan ülkelerde, doğal olarak tüm siyasi kararlar, yapılacak eylem planları ve kitlelerle gerçekleştirilecek siyasal iletişim de yine yalnızca lider odaklı gerçekleşmektedir. Dolayısıyla, parti, liderin çok arkasında kalmakta ve sadece liderin kararlarını bekleyen dev bir organizasyon haline dönüşerek atıl kalmaktadır (Vural, 2010: 155). Bu noktada, ülkelerdeki siyasi kültür özelliklerini göz önünde bulundurarak kabaca ikili bir ayrım yapmak mümkündür: Otoriter-tutucu siyasi kültür ortamı ile demokratik-katılımcı siyasi kültür ortamının toplumlarda bir arada bulunduğunu görmek mümkündür. Bunların siyasi hayata yansımaları, siyasi liderlik beklentilerine de benzer biçimde etkisini gösterecektir. Otoriter siyasi kültür ortamı içindeki bireylerin siyasi davranışları ve siyasi liderlik beklentilerinin otoriterlik ve tutuculuk yönünde oluşması; demokratik siyasi kültür ortamı içindeki bireylerin siyasi davranışları ve liderlik beklentilerini ise demokratiklik, dönüşümcülük ve katılımcılık yönünde oluşması beklenebilir. Liderlik beklentilerini etkileyen önemli siyasi faktörlerden biri de ideolojiler ve o ideolojilerde öngörülen yönetim anlayışı ve lider tipleridir. İdeolojiler, toplumların ya da toplumların içindeki belirli kesimlerin gereksinimlerine yanıt veren, kendi içinde tutarlı inanç sistemleridir. Her toplum kesimi, kendi ideolojisine uyan bir siyasi iktidarı yasal sayar ve ona baş eğmeyi doğal kabul eder (Kışlalı, 1987: 321-322). Siyasi ideolojilerden liberalizm‟in önemli isimlerinden Jean Jacques Rousseau‟ya göre, en iyi çözüm halkın iktidarını doğrudan kullanmasıdır (Kışlalı, 1993: 77). Liberalizmin en önemli kuramcılarından biri olan John 158 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” Stuart Mill, halk egemenliğinden, temsile dayanan egemenliği anlamaktadır. Ona göre temsil vazgeçilmezdir (Schmidt, 2002: 93). Liberalizm için en uygun araç herhangi bir baskı ve zorun bulunmadığı gönüllü işbirliği ve özgürlük ortamıdır. İdeal olan, sorumlu bireyler arasında özgürce tartışmaya dayalı fikir birliğidir. Çoğunluğa boyun eğmeden fikir birliğini sağlamaktır. Toplumda düzenin devamı, dış yaptırımlar ve baskılar olmaksızın görüş birliği içinde işler (Freidman, 1988: 52). Liberalizmin demokratik bir yönetim sistemini öngördüğü ve bundan dolayı bu ideolojiye yakınlık duyan yandaşların da demokratik bir liderlik beklentisi içinde olmaları yaygın gözlenen bir olgudur. Ülke yönetiminden örgüt yönetimine kadar en çok faydanın demokrasi yönetimiyle elde edileceğini öngören liberalizme dayalı siyasi partilerin iç işleyişi ve lider-izleyici ilişkisinde demokratik yol ve yöntemlerin ön planda tutulması beklenen bir durumdur. Sosyalizm‟in öngördüğü siyasi anlayış her ne kadar eşitlikçi bir sistem ve dönüşümü hedeflese de, uygulanan siyasi politikalara bakıldığında, en çok başvurulan yöntemin zorlayıcı, baskıcı ve otoriter yönetim anlayışı olduğu görülmektedir. Bu bakımdan bu ideolojiden etkilenen siyasi parti yandaşlarının, ülke ve siyaset şartları bakımından kimi zaman otoriter, kimi zaman dönüşümcü, kimi zaman da demokratik eğilimlerinin yükseldiği görülebilmektedir. Komünizm, özel mülkiyetin kaldırıldığı, devlet kontrolünde toplumsal mülkiyeti öngördüğü için, bunun gerçekleştirilmesinin yolunun da devrimden ve devrim sonrasında kurulacak proletarya diktatörlüğünden geçtiğini ifade etmektedir. Komünist partilerin işleyişi ise, otoriter bir yönetim ve liderlik anlayışı olup, komünist ideolojiye yakın yandaşların da otoriter beklentilerinin olmasını doğaldır. Sosyal demokrasi, her koşulda demokrasi yoluyla iktidara gelinmesini ve demokratik yönetme ve araçların kullanımını öngörmesi nedeniyle, yandaşlarında demokratik liderlik beklentisinin oluşması beklenen bir durumdur. Sosyalizmde ise durum biraz karmaşıktır. Otoriter anlayıştan ileri demokrasiye kadar pek çok farklı görüş ve uygulama söz konusudur. Katı faĢizmden, ılımlı milliyetçiliğe kadar uzanan bir çizgi içinde bu yönetim anlayışının genel karakteristiği otoriter bir yönetim ve liderlik tarzına dayanmasıdır. Yönetilenlerin değil, bizatihi yönetenlerin önemli olduğu bir yönetim anlayışıdır. Faşist düşüncenin temelinde, Descartes‟dan Kant‟a, Hegel‟e kadar uzanan, insan aklına ve insanın bilinçli eyleminin koşulları değiştirebileceğine inanan bir felsefe çizgisine karşı tepki yatmaktadır. Bu tepkide yer alıp faşizmi belki de en çok etkileyen düşünür ise Nietzsche‟dir. Ona göre, insanlık bir çöküş dönemindedir. Ancak en yetenekli insanlar, insancıl bir yaşama yükselebilirler. Öyleyse büyük çoğunluğun bu seçkin kesim için çalışması, ona boyun eğmesi zorunludur (Kışlalı, 1993: 109). Faşizm ve milliyetçilikte liderlik beklentisi, genel olarak otoriter liderlik, bazı durumlarda da karizmatik liderlik şeklinde oluşmaktadır. Dolayısıyla bu partilerin yandaşlarında genel olarak otoriter beklenti oluşacağı söylenebilir. 159 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Yandaşların liderlik beklentilerini etkileyen önemli siyasi etkenlerden biri de bizzat siyasi partilerin örgütsel ve hukuki özellikleridir. Partilerin örgütsel yapısının oluşumu, bu yapının oluşmasına zemin hazırlayan siyasi partiler mevzuatı, hem partilerde liderlik yapısının oluşumunu etkilemekte hem de yandaşların liderlik algılarının ve beklentilerinin şekillenmelerinde rol oynamaktadır. Siyasi partilerde örgüt yapısı ve özellikleri, büyük bir önem taşımaktadır. Siyasi partilerin örgütsel özellikleri, bu partilerin faaliyetlerinin genel çerçevesini, üyeleri arasındaki dayanışmanın biçimini, parti liderlerinin seçim davranışlarını ve yetkilerini, genel merkez organlarının ve yerel birimlerin yetki ve sorumluluklarını, partinin çeşitli birimleri arasındaki dikey ve yatay örgütsel ilişkilerini, kısaca partinin çalışma düzen ve disiplinini ortaya koyar (Berberoğlu, 1997: 36) ve bu yönüyle parti genel başkanının liderlik algısı ve doğal olarak yandaşların liderlik beklentisi üzerindeki etkili bir kavram olarak karşıya çıkar. Zira, Duverger‟ın deyimiyle bir parti örgütü, üyelerinin faaliyetlerinin genel çerçevesini, bunlar arasındaki dayanışmaya verilen biçimi belirler. Liderin seçimini ve yetkilerini belirtir (Duverger, 1994: 37). Türkiye‟de partilerde liderin gücü, örgüt yapısı özelliği bakımından çok önemli bir husus olarak öne çıkmaktadır. Siyasi partilerin örgütsel yapısının liderliğe nasıl etkide bulunduğu, yandaşlarda da bunun ne tür bir beklentiye yol açtığı konusu açısından Türkiye‟deki duruma bakılacak olursa, genellikle merkeziyetçi, otoriter ve hegemonik bir durumla karşı karşıya olunduğu görülür. Siyasi partilerin faaliyet alanını belirleyen hukuki mevzuat da, parti yönetimi, liderlik ve üye ilişkilerini çevreleyen önemli bir faktördür. Siyasete katılımdan genel başkan seçimine kadar bütün örgütsel süreçleri etkileyen hukuki sınırlar, parti içindeki liderlik mücadelesine ve yandaşlarına liderlik algı ve beklentisine etkide bulunmaktadır. Hukuki çerçeve, parti genel başkanının seçimi, delege seçimi, aday belirlenme usulleri, parti içi yönetim kademelerinde yapılan görevlendirme usulleri, parti genel merkezlerinin alt birimleri üzerindeki yetkileri gibi düzenlemelerden oluşur. Bunlar doğrudan, genel başkanın gücünü ve otoritesini ya da üyelerin parti kararları üzerindeki gücünü ilgilendirmektedir. Bu bakımdan, parti içindeki liderlik sürecinin işleyişi konusunda siyasi kültür, sosyoekonomik yapı kadar hukuki düzenlemeler de etki sahibidir (Ilgar, 2002: 72). Özellikle Türkiye‟deki hukuki yapı ve uygulamalara bakıldığında, siyasi partilerdeki liderlik sürecinde yandaşların görüşlerinin, süreç içinde etkili olabilme şansının çok yüksek olmadığı görülmektedir. Böyle olunca da demokrat yapıya sahip partilerde bile liderlerin otoriterleştiği bir süreç ortaya çıkabilmektedir. Parti içinde görev almak, etkin olmak, kaynaklardan yararlanmak isteyen yandaşların da, bu yapı nedeniyle genel merkeze ya da lidere itaat ederek otoriterliğe katkıda bulunduğunu da eklemek gerekir. Liderlik beklentilerini etkileyen önemli siyasi faktörlerden biri de değişim isteğidir. Genel olarak tüm dünyada ve özelinde Türkiye‟de siyasi, 160 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” sosyal ve ekonomik çevre, hızlı bir değişim süreci içerisindedir. Özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bu değişimin hızı ve boyutu çok daha yüksek ve etkileyicidir. Söz konusu etkiden siyasi sistem de geniş ölçüde etkilenmektedir. Toplumlarda değişim ya da dönüşüm isteği, siyasi açıdan da önemli sonuçlar doğurmakta; bundan liderlik beklentileri de payını almaktadır. Bu değişime karşı, mevcut devlet ve siyasi parti yapılarının hantal kalması, toplumda ve partilerde de dönüşüm talebinin oluşmasına neden olmaktadır. Bu da dönüşümcü liderlik beklentilerini yükselten bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye‟de özellikle Turgut Özal‟la başlayan dönüşüm çalışmaları, halihazırda süren bir talebe konu olmaktadır. Ekonomik, siyasi ve hukuki anlamda dönüşüm talebi, devlet için olduğu kadar bu değişime ayak uydurması beklenen siyasi partilerde de karşılık bulmaktadır. Temel siyasi, ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için, eski-mevcut düzenin yetersizliği, sıradan bir liderlik ve yönetim sürecini uygun bulmamakta ve dönüşümün gerçekleştirilmesi talebinin oluşmasına neden olmaktadır. 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi‟nin yönetim anlayışının ve Erdoğan‟ın liderlik anlayışının bir kısmı bu dönüşümü gerçekleştirme vaadine dayandığı gözlenmiştir. Erdoğan ve partisinin “Yeni Türkiye” sloganı ve dönüşüm vaadi, ana muhalefet partisi tarafından cevapsız bırakılmamış ve onlar da kendilerindeki dönüşümü tanımlamak için “Yeni CHP” sloganını kullanmışlardır. Yukarıda da izah edildiği gibi, dönüşümcü liderlik, başlı başına bir liderlik türü olmaktan ziyade, bir geçiş dönemi, geçici liderlik tarzı olarak değerlendirilebilir. Türkiye örneğinde de dönüşümcü liderlik beklentilerinin daha çok destek bulmasının nedeninin, Türkiye‟nin böyle bir dönüşüm süreci içinde olması olduğu söylenebilir. Siyasi Partilerde YandaĢların Liderlik Beklentilerini Etkileyen Faktörler Üzerine Alan AraĢtırması AraĢtırmanın Amacı Literatürde liderlik sürecini açıklamaya çalışan çalışmaların neredeyse tamamı liderin özellikleri merkezli olarak gerçekleştirilmiştir. Oysa liderlik süreci, lider, izleyiciler, koşulların bir fonksiyonu olarak görülmektedir. Dolayısıyla bu süreci anlamaya çalışırken, sadece bir faktör üzerinde durmak, eksik ve yetersiz kalmaktadır. Bunun yanında, demokratik süreçlerin gelişmesi, eğitim düzeyinin yükselmesi, siyasi bilincin ve siyasi iletişim imkanlarının artması, izleyicilerin ve koşulların etkisini güçlendiren bir sonuç yaratmaktadır. Dolayısıyla siyasi partilerdeki liderlik sürecinin daha iyi anlaşılabilmesi bakımından sürecin bu diğer unsurlarının da anlaşılması gerekmektedir. Bu araştırmanın amacı, liderlik sürecinin tüm unsurlarının ve bu unsurlara etki eden sosyoekonomik ve siyasi faktörlerin daha iyi anlaşılabilmesi bakımından anlamlı verilere ulaşmak olmuş, bu makale çerçevesinde, sadece siyasi faktörlere ilişkin veriler sunulmuştur. 161 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 AraĢtırmanın Kapsamı Araştırmanın teorik kısımlarında ele alınan faktörler ve etkilerinin somut ve ayrıntılı verilerle desteklenmesi amacıyla ülke genelinde 35 farklı ilde anket çalışması uygulanmış, toplam 3250 anket formu SPSS ortamında analize tabi tutulmuştur. Anket yapılacak iller belirlenirken, Türkiye‟nin coğrafi bölgeleri ve NUTTS sınıflandırmasına (kalkınma ajansı bölgelerine) uygun dağılım olmasına dikkat edilmiştir. Bu çerçevede, ülkemizin 7 coğrafi bölgesinden ve 26 kalkınma ajansından en az bir ile ulaşılmaya çalışılmıştır. Her coğrafi bölgeden en az birkaç ile, kalkınma ajansı bölgelerinden ise bir tanesi dışında en az bir ile ulaşılmıştır. Böylece tüm Türkiye evrenini temsil edecek bir örnekleme ulaşılmaya çalışılmıştır. AraĢtırmanın Varsayımları Siyasi parti yandaşlarının liderlik beklentilerini etkileyen faktörlerle ilgili araştırmanın ana varsayımları şunlardır: Hipotez 1: Siyasi parti yandaşlarında karizmatik liderlik beklentisi daha yüksektir. Hipotez 2: Siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentileri siyasi faktörlerden etkilenmektedir. AraĢtırmanın DeğiĢkenleri Araştırmada, siyasi parti yandaşlarının sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi özellikleri bağımsız değişkenler olurken; bu yandaşların otoriter, karizmatik, demokratik, dönüşümcü ve genel liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri bağımlı değişkenler olarak belirlenmiş ve bu değişkenler arasında ilişki olup olmadığı, varsa ne ölçüde olduğu tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu makale çalışmasında, araştırmada elde edilen verilerden yandaşların siyasi özellikleriyle ilgili olanları aktarılmıştır. Araştırmada sorulan sorular iki grupta toplanmıştır. Birinci grupta, katılımcıların sosyal, ekonomik ve siyasi özellikleriyle ilgili sorular sorulmuştur. İkinci grupta ise, çalışmada ele alınan otoriter, demokratik, karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleri ve genel liderlik beklentileriyle ilgili sorular sorulmuştur. Sorular sistematik olarak karıştırılarak sorulmuştur. Veriler SPSS programında işlenmiş ve değerlendirmeler bu kapsamda yapılmıştır. Anket formunda kullanılan sorulara güvenilirlik analizi yapılmıştır. Tüm sorulara uygulanan analizde yüzde 81 güvenilirlik tespit edilirken, liderlik beklentisi ile ilgili ikinci gruptaki soruların genel analizinde güvenilirlik oranı yüzde 87 olarak tespit edilmiştir. Bu oranlar ölçeklerin güvenilir olduğunu göstermiştir. Değişkenler arasındaki ilişkinin tespiti için Crosstab, Means, t- 162 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” testi (Independent-Samples T Test) ve Anova testi (One-Way Anova) uygulanmıştır. AraĢtırmanın Bulguları Görüşülenlerin yaşlarına göre dağılımlarına bakıldığında, genç yaş gruplarının daha ağırlıkta olduğu, ancak yine de dengeli bir dağılımın olduğu görülmektedir. Görüşen toplam 3250 kişinin yüzde 32,5‟ini 18-25 yaş grubu, yüzde 17,3‟ünü 26-30 yaş grubu, yüzde 13,3‟ünü 31-35 yaş grubu, yüzde 15,9‟unu 36-45 yaş grubu, yüzde 12,4‟ünü 46-55 yaş grubu, yüzde 8,7‟sini 56 ve üstü yaş grubu oluşturmaktadır. Tablo 1. GörüĢülenlerin YaĢa Göre Dağılımı YaĢ Grubu 18-25 26-30 31-35 36-45 46-55 56-Üstü TOPLAM Sayısı 1056 561 431 518 402 282 3250 Geçerli Yüzde 32,5 17,3 13,3 15,9 12,4 8,7 100 Görüşülenlerin cinsiyete göre dağılımlarına bakıldığında, birbirine yakın ve dengeli bir oran olduğu görülmektedir. Görüşülenlerin yüzde 53,8‟ini erkekler, yüzde 46,2‟sini kadınlar oluşturmaktadır. Tablo 2. GörüĢülenlerin Cinsiyete Göre Dağılımı Cinsiyet Erkek Kadın TOPLAM Sayısı 1747 1503 3250 Geçerli Yüzde 53,8 46,2 100 Görüşülenlere liderlik beklentileriyle ilgili olarak 50 tane soru sorulmuş, bunların 10 tanesi otoriter liderlik, 10 tanesi demokratik, 10 tanesi karizmatik, 10 tanesi dönüşümcü, 10 tanesi de diğer liderlik özellikleriyle ilgili olarak karışık şekilde sorulmuştur. Liderlik özelliklerine ilişkin görüşülenlerin görüşleri beşli ölçekle sınırlandırılmış, “Kesinlikle katılmıyorum (1)”dan, “Kesinlikle katılıyorum (5)”a giden bir sıralamayla görüşler ölçülmüştür.Otoriter liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir: 163 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Tablo 3. GörüĢülenlerin Otoriter Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri Otoriter liderlik özellikleri Tek karar alıcı olması Otoriter olması Baskıcı ve saldırgan bir tavrı olması Güçlü olması ve gücü paylaşmaması Kararları bizzat kendisinin alması Söylediği her sözün emir olarak algılanması Mutlak itaati sağlaması Temsil ettiği ideoloji ya da siyasi fikre sıkı sıkıya bağlı olması Gerektiğinde gücünü, otoritesini sonuna kadar kullanması Herşeyi kendisi ve yönetiminin kontrolü altında tutması Otoriter liderlik özellikleriyle ilgili beklenti düzeyinin genel ort. Ortalaması 2,95 4,05 2,18 2,91 2,94 2,82 3,79 4,22 4,15 3,78 3,38 Görüşülenlerin otoriter liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak değerlendirildiğinde, siyasi parti genel başkanının otoriter, itaat edilen, ideolojik, kararlı ve kontrolü elinde tutan bir lider olması, ama baskıcı ve saldırgan olmaması istenmektedir. Demokratik liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir: Tablo 4. GörüĢülenlerin Demokratik Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri Demokratik liderlik özellikleri Örgütsel kararları alırken daha çok tartışmaya izin vermesi Katılımcılığa oldukça fazla önem vermesi Her kararı oylama yöntemine dayalı olarak alması Adayları belirlemede önseçim yöntemini kullanması Yönetimi altındakilere yüksek düzeyde güven duyması Herkesle diyaloga açık olması Partinin ideolojisi dahil her şeyi tartışmaya açık olması Güçten ve gücü kullanmaktan uzak durması Örgüt içinde farklı oluşumlara ve kişilere serbest bir çalışma ortamı tanıması Demokrasiyi ve demokratik yönetim anlayışını her şeyin önünde tutması Demokratik liderlik özellikleriyle ilgili beklenti düzeyinin genel ort. Ortalaması 3,84 4,24 3,85 3,82 3,97 4,38 3,96 3,17 3,64 4,22 3,91 Görüşülenlerin demokratik liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak değerlendirildiğinde, görüşülenlerin demokratik liderlik tarzıyla ilgili algısının, tam demokrasinin uygulanmasına yönelik olduğudur. O kadar ki, demokratik 164 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” lider, gücü belli ölçüde kullanmalı ve adeta moderasyon yapan bir yönetici olmalıdır. Karizmatik liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir: Tablo 5. GörüĢülenlerin Karizmatik Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri Karizmatik liderlik özellikleri Güçlü ikna kabiliyetine sahip olması Akılcı bir yönetme ve emretme gücüne sahip olması Etkileyici bir fiziki görünüşe sahip olması Kendisini takip edenlerde “kendini önemli görme” duygusu oluşturabilme Kişisel cazibesinin olması Sosyal yapıyla uyumlu bir dil kullanması Kriz ve kargaşanın üstesinden gelmesi Yandaşlarını peşinden sürükleyen etkileyici bir yapıya sahip olması Allah vergisi bir yeteneğe sahip olması Halkla benzer ümit, inanç ve beklentilere sahip olması Karizmatik liderlik özellikleriyle ilgili beklenti düzeyinin genel ort. Ortalaması 4,45 4,05 3,47 3,69 3,42 4,41 4,45 3,91 3,60 4,19 3,96 Görüşülenlerin karizmatik liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak değerlendirildiğinde, güçlü ikna kabiliyetine sahip olmak, sosyal yapıyla uyumlu bir dil kullanmak, kriz ve kargaşanın üstesinden gelmek, halkla benzer ümit, inanç ve beklentilere sahip olmakı gibi özelliklerin ön plana çıkarıldığı bir karizmatiklik anlayışına daha çok değer verdikleri görülmektedir. Karizmatik liderlik, görüşülenler ve Türk seçmenleri için değer verilen bir liderlik türüdür. Dönüşümcü liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun ortalama değerleri şu şekilde gerçekleşmiştir: Görüşülenlerin dönüşümcü liderlik özellikleriyle ilgili beklentileri genel olarak değerlendirildiğinde, Türk siyasetinde dönüşümcü liderlere olan sempatinin bu araştırma kapsamında da doğrulandığı görülmektedir. Tek parti ve liderin icraat yaptığı ve ülkeye çağ atlattığı algısı, Türk siyasetinde Menderes, Demirel, Özal ve Erdoğan örneklerinde de görülmektedir. Özellikle Özal‟ın dilinden düşmeyen transformasyon kelimesi bunun en somut göstergesidir. Türk halkı, Menderes‟i yollar ve altyapı dönüşümü; Demirel‟i elektrik ve barajlarla; Özal‟ı telekomünikasyon ve otoyollar; Erdoğan‟ı duble yollar, yüksek hızlı tren, havaalanlarıyla simgeleşen dönüşümcü özellikleriyle simgeleştirmiştir. 165 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Tablo 6. GörüĢülenlerin DönüĢümcü Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri DönüĢümcü liderlik özellikleri İçerisinde bulunduğu zor şartlar altında en sağlıklı kararı verebilmesi Değişim gücünü sağlayabilecek beyin ve yüreğe sahip olması Yaptığı işle ilgili derin bilgi sahibi olması Canlı ve enerjik olması Yenilikçi olması Devrimci bir düşünce, üstün bir imaj ya da ideale sahip olması Vizyon sahibi olması Temelde diğer insanlardan farklı olması Toplumda tabu olarak görülen konuları dahi tartışabilmesi Parti organizasyonuyla ilgili her şeyi değiştirebilme iradesi DönüĢümcü liderlik özellikleriyle ilgili beklenti düzeyinin genel ort. Ortalaması 4,50 4,38 4,47 4,43 4,40 3,83 4,28 3,62 3,93 3,86 4,17 Görüşülenlerin diğer liderlik özellikleriyle ilgili beklentiyi ölçen 10 sorunun ortalama değerleri de şu şekilde gerçekleşmiştir: Tablo 7. GörüĢülenlerin Diğer Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklentilerinin Genel Ortalama Değerleri Diğer liderlik özellikleri Milliyetçi olması Dindar olması Atatürkçü olması Partinin içinden gelmesi İhtiyaçlara göre en uygun yollara (durumsal) başvurması Ekonomi konusunda yeterli olması Etnik ve kültürel farklılıklara karşı hoşgörülü olması Çağdaş ve batı değerlerine uyumlu olması Eşitlikçi bir toplumsal ve ekonomik anlayışa sahip olması Serbest piyasanın gereklerine uygun görüşleri olması Ortalaması 3,89 3,71 3,64 3,95 4,34 4,17 4,36 3,94 4,34 4,01 Otoriter, demokratik, karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleriyle ilgili görüşülenlerin beklentileri üzerinde yapılan değerlendirmeler sonucunda, araştırma kapsamında en çok olumlu beklentinin dönüşümcü liderlik özellikleri üzerinde yoğunlaştığı tespit edilmiştir. Dönüşümcü liderlik özellikleri ile ilgili beklentilerin ortalaması 4,17 olarak gerçekleşirken, ikinci sırayı 3,96 ortalama ile karizmatik liderlik özellikleri ile ilgili beklentiler aldı. Demokratik liderlik özellikleri ile ilgili beklentilerin ortalaması 3,91 olurken, otoriter liderlik özellikleri ile ilgili beklentilerin ortalaması 3,38 olarak gerçekleşmiştir. 166 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” Bu alt başlık altında incelenen liderlik türleriyle ilgili özelliklerin frekans dağılımıyla ilgili genel bir değerlendirme yapılacak olursa, liderlik beklentileriyle ilgili dönüşümcü, karizmatik, demokratik ve otoriter liderlik beklentisi sıralaması yapılması mümkündür. Yani, görüşülenler en çok dönüşümcü liderlik beklentisi içindedirler. ġekil 1. GörüĢülenlerin Liderlik Özellikleriyle Ġlgili Beklenti Düzeyleri GörüĢülenlerin Siyasi Faktörleri ile Liderlik Beklentileri Arasındaki ĠliĢki Araştırmada görüşülenlerin siyasi faktörleri olarak; siyasi düşünce, yakın olunan siyasi parti, yakın olunan siyasi partiyle ilişki düzeyi, parti üyesi olup olmama, parti/lider bağlılığı, beğenilen lider, yakın olunan partinin liderine ilişkin memnuniyet düzeyi, görüşülenlerin kendilerine ilişkin liderlik algıları ve lidere verilen önem özellikleri ele alınmıştır. Siyasi düşünce farklılığı ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle siyasi düşünce faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Sağ siyasi görüşe sahip olanlarda otoriter ve karizmatik liderlik beklentilerinin; sol siyasi görüşe sahip olanlarda demokratik liderlik beklentisinin yüksek olduğu görülmektedir. Yakın olunan siyasi parti ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, demokratik, otoriter ve karizmatik liderlik özellikleriyle yakın olunan siyasi parti faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu, dönüşümcü liderlik özellikleri için olmadığı 167 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 tespit edilmiştir. Ak Partililerde karizmatik ve dönüşümcü, MHP‟lilerde otoriter, CHP ve HDP‟lilerde ise demokratik liderlik beklentisinin diğer partililere göre daha yüksek olduğu görülmektedir. Tablo 8. GörüĢülenlerin Siyasi DüĢünceleri ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Siyasi düĢünce Muhafazakar Muhafazakar demokr. Sağcı Solcu Ulusalcı Atatürkçü Milliyetçi Liberal Sosyal demokrat Sosyalist Diğer p OTORĠTER 3,47 3,27 KARĠZMATĠK 4,12 4,12 DÖNÜġÜMCÜ 4,23 4,22 DEMOKRATĠK 3,95 3,89 3,52 3,38 3,34 3,39 3,54 2,96 3,02 4,05 3,91 3,75 3,88 3,90 4,19 3,89 4,19 4,22 3,94 4,17 4,14 4,13 4,14 3,90 3,95 3,86 3,97 3,83 3,98 3,95 3,01 3,24 ,000 3,81 3,96 ,000 4,21 4,03 ,000 4,02 3,78 ,000 Tablo 9. GörüĢülenlerin Yakın Oldukları Siyasi Parti ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Siyasi parti AK Parti CHP MHP BDP/HDP p OTORĠTER KARĠZMATĠK DÖNÜġÜMCÜ DEMOKRATĠK 3,39 3,34 3,57 3,16 ,000 4,05 3,88 3,96 3,89 ,000 4,18 4,16 4,17 4,15 ,624 3,89 3,94 3,88 3,95 ,011 Tablo 10. GörüĢülenlerin Yakın Oldukları Siyasi Partiyle ĠliĢki Düzeyi ile Liderlik Beklenti Ortalamaları ĠliĢki düzeyi Militan Üye Taraftar Seçmen p OTORĠTER KARĠZMATĠK DÖNÜġÜMCÜ DEMOKRATĠK 3,43 3,42 3,26 3,39 ,001 4,06 4,02 3,91 3,96 ,009 4,13 4,18 4,12 4,18 ,038 3,87 3,95 3,83 3,92 ,002 Yakın olunan siyasi partiyle ilişki düzeyi farklılığı ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle siyasi partiyle ilişki düzeyi faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Militanlarda otoriter ve 168 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” karizmatik, üyelerde ise dönüşümcü ve demokratik liderlik beklentisinin diğer yandaş türlerine göre daha yüksek olduğu görülmektedir. Parti üyeliği ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik t-testi analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle siyasi düşünce faktörü arasında anlamlı bir ilişki olmadığı tespit edilmiştir. Tablo 11. GörüĢülenlerin Siyasi Parti Üyeliği ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Parti Üyeliği Evet Hayır p OTORĠTER KARĠZMATĠK DÖNÜġÜMCÜ DEMOKRATĠK 3,35 3,38 ,360 3,99 3,96 ,249 4,14 4,18 ,144 3,89 3,91 ,427 Parti/lider bağlılığı ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, demokratik, karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleriyle parti/lider bağlılığı faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu, otoriter liderlik özellikleriyle olmadığı tespit edilmiştir. Lider bağlılığı yüksek olanlarda karizmatik; parti bağlılığı yüksek olanlarda demokratik liderlik beklentisinin yüksek olduğu görülmektedir. Tablo 12. GörüĢülenlerin Parti/Lider Bağlılığı ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Parti /Lider Bağlılığı Partimle iliĢkim aynı Ģekilde devam eder Partimi pasif Ģekilde desteklerim Liderim nereye giderse oraya giderim Partimle iliĢkim sona erer, ne partimi ne liderimin yeni partisini desteklerim p Otoriter Karizmati k DönüĢüm cü Demokrat ik 3,37 3,95 4,19 3,96 3,40 3,91 4,11 3,88 3,39 4,03 4,17 3,84 3,39 3,97 4,17 3,74 ,751 ,002 ,032 ,000 Görüşülenlerin beğendiği siyasi liderin liderlik beklentilerine etkisi konusu incelendiğinde, beğenilen liderin, liderlik beklentilerini etkilediğini söylemek mümkündür. Beğenilen lider ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler ilişkisine yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle beğenilen lider faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Erdoğan‟ı beğenenlerin karizmatik ve dönüşümcü liderlik, Bahçeli‟yi beğenenlerin otoriter, Kılıçdaroğlu ve Demirtaş‟ı beğenenlerinse demokratik liderlik beklentilerinin diğer liderleri beğenenlere göre daha yüksek olduğu görülmektedir. 169 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Tablo 13. GörüĢülenlerin Beğendiği Lider ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Beğenilen Lider Recep Tayyip Erdoğan Kemal Kılıçdaroğlu Devlet Bahçeli Selahattin DemirtaĢ p Otoriter Karizmatik DönüĢümcü Demokratik 3,40 4,05 4,19 3,89 3,39 3,61 3,14 ,000 3,88 3,94 3,88 ,000 4,17 4,12 4,17 ,035 3,95 3,87 3,95 ,010 Görüşülenlerin yakın oldukları partinin lideriyle ilgili memnuniyet düzeyinin liderlik beklentilerine etkisi konusu incelendiğinde, lider memnuniyeti ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle lider memnuniyeti faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Lider memnuniyeti yüksek olanların karizmatik, olmayanların demokratik liderlik beklentilerinin yüksek olduğu görülmektedir. Tablo 14. GörüĢülenlerin Lider Memnuniyeti ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Lider DeğiĢimi Çok daha iyi olur Daha iyi olur Kararsızım Bundan iyi olmaz Hiç iyi olmaz p Otoriter Karizmatik DönüĢümcü Demokratik 3,47 3,35 3,32 3,95 3,93 3,92 4,22 4,12 4,13 3,97 3,93 3,88 3,34 4,03 4,23 3,96 3,50 ,000 4,02 ,000 4,19 ,000 3,83 ,000 Görüşülenlerin kendileriyle ilgili liderlik algı ve değerlendirmelerinin liderlik beklentilerine etkisi konusu incelendiğinde, özliderlik algısı ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, otoriter, karizmatik ve dönüşümcü liderlik özellikleriyle özliderlik algısı faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu, demokratik liderlik özellikleriyle olmadığı tespit edilmiştir. Özliderlik algısı yüksek olanların karizmatik ve dönüşümcü liderlik beklentilerinin; düşük olanların otoriter liderlik beklentilerinin daha yüksek olduğu görülmüştür. Görüşülenlerin “Bir siyasi partide liderin ne kadar önemli olduğunu düşünüyorsunuz?” sorusu sorulmuş, bu soruya verdiği cevaplar, liderliğe verilen önem bakımından çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Lidere verilen önem ile liderlik özellikleriyle ilgili beklentiler arasındaki ilişkiye yönelik Anova analizine göre, tüm liderlik türü özellikleriyle lidere verilen önem faktörü arasında anlamlı bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Lidere verilen önemin, bütün liderlik türleri için etkili bir faktör olduğu görülmüştür. 170 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” Tablo 15. GörüĢülenlerin Özliderlik Algısı ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Kendinizde lider özelliği görüyor musunuz? Evet kesinlikle Biraz Kararsızım DüĢünmüyorum Hiç olmadığını düĢünüyorum p Otoriter Karizmatik DönüĢümcü Demokratik 3,43 3,32 3,41 3,35 4,06 3,95 3,96 3,92 4,22 4,15 4,16 4,16 3,90 3,92 3,91 3,92 3,47 3,89 4,16 3,88 ,001 ,000 ,029 ,839 Tablo 16. GörüĢülenlerin Lidere Verdiği Önem ile Liderlik Beklenti Ortalamaları Lidere verilen önem Çok önemli Önemli Kararsızım Önemsiz Hiç önemi yok p Otoriter Karizmatik DönüĢümcü Demokratik 3,39 3,34 3,39 3,23 3,15 ,043 4,01 3,84 3,87 3,74 3,62 ,000 4,23 4,03 4,01 3,92 3,78 ,000 3,92 3,88 3,86 3,85 3,72 ,021 Sonuç ve Değerlendirme Bu çalışma, siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentilerinin ne yönde oluştuğunu, bu beklentilerin hangi siyasi faktörlerden nasıl ve ne yönde etkilendiğini ortaya koymayı amaçlamıştır. Çalışma kapsamında siyasi liderlik türleri ve özellikleri, siyasi parti yandaşlarının siyasi özellikleri incelenerek, yandaşlarda hangi siyasi liderlik türüyle ilgili ve ne yönde beklenti oluştuğu hususu incelenmiştir. Siyasi partilerde hedef, daha çok sayıda seçmenin oyunu alarak iktidar olmak, ideoloji, program ve politikaları doğrultusunda ülke yönetiminde etkin olmaktır. Siyasi partilerin sadece örgütün değil ülkenin yönetimiyle ilgili hedeflere sahip olması, onu örgütün sınırlarından ziyade tüm toplumsal yapının sınırlarında faaliyet göstermeye yöneltmektedir. Bu durum, siyasi parti genel başkanının, sıradan bir yönetici olması seçeneğini doğal olarak ortadan kaldırmakta, diğer örgütlerden daha fazla liderlik özellikleri sergilemek durumunda bırakmaktadır. Yani, siyasi parti genel başkanı doğal olarak lider yönetici olmak durumundadır. Siyasi partilerin ideolojik, örgütsel ve yapısal özelliklerine bağlı olarak belli liderlik türlerine daha uygun ortamların bulunduğu belirtilebilir. Bunun yanında, çevresel koşullar ve yandaşların çeşitli sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi özellikleri, o siyasi partilerde oluşacak liderlik beklentilerine yön vermektedir. Ülkelerin farklı koşulları, siyasi partilerin yapısal ve hukuksal özellikleri, yandaşların yakın oldukları ideolojiler, siyasi partiyle ilişki 171 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 düzeyleri, lider/parti bağlılık düzeyleri, özliderlik algıları gibi özelliklerin parti yöneticilerine yönelik liderlik beklentilerini farklılaştırdığı görülmektedir. Siyasi liderlik beklentileri bakımından belki de en önemli etki sahibi faktörler siyasi faktörlerdir. Genel olarak siyasi faktörlerin etkisi incelemesinde, dokuz siyasi faktörün genel bir değerlendirmesi yapılacak olursa, üye olarak görev alıp almama faktörü dışında tüm bu siyasi özelliklerin liderlik beklentilerine etkilerinin araştırmanın varsayımlarında öngörülen yönde gerçekleştiği görülmüştür. Bu bakımdan “Hipotez 2: Siyasi partilerde yandaşların liderlik beklentileri siyasi faktörlerden etkilenmektedir.” şeklinde öngörülen varsayımın frekans değerleri, çapraz karşılaştırmalar ve anova testi sonucu geçerlilik kazandığı söylenebilir. Siyasi liderlik tipleriyle ilgili beklentilere bakıldığında da, beklenen durum karizmatik liderlik beklentisinin en yüksek değerlere sahip olmasıydı. Araştırma verilerine göre, bunun doğrulanmadığı, en yüksek beklentisinin dönüşümcü liderlik yönünde gerçekleştiği, sonra sırasıyla karizmatik, demokratik ve otoriter liderlik beklentilerinin sıralandığı görülmüştür. Bu bakımdan, “Hipotez 1: Siyasi parti yandaşlarında karizmatik liderlik beklentisi daha yüksektir.” şeklinde öngörülen varsayımın geçerlilik kazanmadığı görülmüştür. Yani, Türk halkı dönüşümcü lider istemektedir. Mevcut siyasi liderler ele alındığında, en beğenilen lider R.Tayyip Erdoğan olurken, Erdoğan karizmatik ve dönüşümcü liderlik ortalaması en yüksek lider olmuştur. En çok beğenilen ikinci lider olan Selahattin Demirtaş ise Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte demokratik liderlik ortalaması en yüksek lider olmuştur. En az beğenilen lider olan Devlet Bahçeli ise otoriter liderlik beklenti ortalaması en yüksek lider olmuştur. Genel bir değerlendirme yapılırsa, siyasi liderliğin partiler açısından önemli bir faktör olduğu, siyasi liderlik özellikleriyle ilgili beklentilerin siyasi faktörlerden önemli ölçüde etkilendiği görülmüştür. Liderlik sürecinin sadece liderin değil, koşullar ve yandaşların özellikleriyle de etkilenen bir süreç olduğu tespit edilmiştir. Çalışmanın önemli sonuçlarından biri, “siyasi partiler için liderlik sürecinin sadece liderin özelliklerine bağlı olmadığı”, yandaşların ve koşulların etkisinin ortaya konulmuş olmasıdır. Çalışmanın amacı doğrultusunda, liderlik süreci, sadece lider ve liderin özellikleriyle değil, sürecin diğer unsurları olan izleyiciler (yandaşlar) ve koşullarla birlikte ele alınmıştır. Araştırma, yandaşların beklentileri ve partilerle yandaşları kuşatan koşulların etkisini ortaya koyarak, liderlik süreciyle ilgili önemli veriler elde edilmesini sağlamıştır. 172 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” OTORĠTER LĠDER BAHÇELĠ DÖNÜġÜMCÜ LĠDER ERDOĞAN KARĠZMATĠK LĠDER ERDOĞAN DEMOKRATĠK LĠDERLER KILIÇDAROĞLU-DEMĠRTAġ ġekil 2. GörüĢülenlerin Siyasi Liderlerle Ġlgili Liderlik Tarzı Beklenti Ortalamalarının Dağılımı Çalışmayla, siyasi parti yandaşları açısından, siyasi faktörlerin, liderlik beklentilerini etkiledikleri görülmüş olup, siyasi partiler açısından bu sonucun dikkate alınması ve liderlik sürecinin yönetilmesinde göz önünde bulundurulmasının önemli olduğu belirlenmiştir. Çalışma kapsamında görüşülen siyasi parti yandaşlarında en yüksek beklentinin dönüşümcü liderlik yönünde olduğu tespit edilmiştir. Bu Türkiye‟deki siyaseti ve siyasi partilerin karşı karşıya bulunduğu algı ve beklentiler açısından önem taşıyan bir sonuçtur. Türkiye‟de, örneklem bağlamında, toplumda bütün özellikler bakımından en yüksek beklentinin dönüşümcülük yönünde çıkması, partiler açısından belirlenecek stratejiler ve liderlik sürecinin yönlendirilmesi açısından önemli bir öngörü sunmaktadır. Siyasi partiler açısından liderlik sürecinin başarıyla yönetilmesi açısından, bilimsel bulgularla planlı bir şekilde hareket edilmesinin öneminin yüksek olduğu söylenebilir. Liderlik süreci için, yandaşların beklentilerinin nasıl olduğu, ne yönde ve nasıl değiştiği, buna etki eden faktörlerin neler olduğunun tespiti, takibi ve buna karşı strateji ve taktik geliştirilmesinin 173 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 büyük önem taşıdığı, tüm bunlar yapılırken de hem bilimsel olarak çalışmanın hem planlı hareket etmenin başarıyı arttıran bir olgu olacağı söylenebilir. Siyasi partilerin toplumdaki eğilimlerin değişimini takip ederek, parti liderliği sürecini ve söylemleri bununla uyumlu hale getirmesi, başarıları açısından büyük önem taşımaktadır. Bu süreci, sadece genel başkanın özellikleri ve insiyatifine bırakmanın, siyasi partiler açısından birçok sorunu ortaya çıkarabileceği görülmektedir. Liderlik süreci, parti genel başkanıyla birlikte bizzat parti yönetimi ve danışmanları tarafından bilimsel, planlı ve tutarlı olarak yönetilmesi halinde, partiler açısından çok daha olumlu sonuçları ortaya çıkarabilecektir. 174 Özgül, B., 2015, “Türkiye Nasıl Bir Siyasi Liderlik İstiyor?” Kaynakça Allix, M.N., (2000), “Transformational Leadership, Democratic or Despotic?”, Educational Management & Administration, 28(1), s. 7-20 Arklan, Ü., (2004), “Siyasi Liderlikte Karizma Olgusu: Recep Tayyip Erdoğan Örneğinde Teorik ve Uygulamalı Bir Çalışma”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya. Bal, H., (2014), “Siyaset Teorisinde Otorite Kavramı”, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,Vol.9/2, Winter, s. 247-255 Bass, B.M., “Leadership: Good, Better, Best”, Organizational Dynamics, Winter 1985, Vol. 13 Issue 3, 26-40 Berberoğlu, G.N., (1997), Siyasi Parti Yönetimi, Anadolu Üniversitesi İİBF Yayınları, No: 108, Eskişehir. Burns, J., (1979), Leadership, Harper and Row, New York. Conger, J.A. – Kanungo, R.N. – Menon, S.T., (2000), “Charismatic Leadership and Follower Effects”, Journal of Organizational Behavior, 21, s.747-767 Conger, J.A., (1999), “Charismatic and Transformational Leadership in Organization: An Insider‟s Perspective on These Developing Streams of Research”, Leadership Quarterly,C.: 10, No: 2, s. 145-170 Dean, D., (2004), “A Faustian Pact? Political Marketing and th Authoritorian Personality”, Journal of Public Affairs, Vol. 4, No.3, s. 256-267 Duverger, M., (1994), Siyasal Rejimler,İletişim Yayınları, İstanbul. Edinger, L.J., (1976), “Editors Introduction”, Political Leadership in Industrialized Societes, ed: Lewis J. Edinger, New York, Robert E. Krieger Publishing Company Elcock, H., (2001), Political Leadership, Edward Elgar Publishing Lim., Cheltenham. Eraslan, L., (2014), “Liderlikte Post-Modern Bir Paradigma: Dönüşümcü Liderlik”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi,(http://www.jhumansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/viewFile/168/ 168) Eren, E., (2004), Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi,Beta Yay., İstanbul. Freidman, M., (1988), Kapitalizm ve Özgürlük, çev. Doğan Erbek, Altın Kitaplar Yayınları, İstanbul. Giddens, A., (1992), Max Weber Düşüncesinde Siyaset ve Sosyoloji, çev. Ahmet Çiğdem, Vadi Yayınları, Ankara. Gökçe, A.F., (2013), “Siyasi Partilerde Parti İçi Demokrasi ve Disiplin Algısı: Türkiye”, Akademik Araştırmalar ve Çalışmalar Dergisi, Kasım, Yıl: 5, Sayı: 9, s. 65-79 Ilgar, Y., (2002), “Türkiye‟de Siyasi Partilerdeki Merkeziyetçi Yapılanmaya Etki Eden Etmenler ve Merkeziyetçi Yapılanmanın Siyasal Demokrasi Açısından Olumsuz Sonuçları”,Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Y.Lisans Tezi), Isparta. İslamoğlu,H., (2002), Siyaset Pazarlaması Toplam Kalite Yaklaşımı, Beta Yayınları, İstanbul. Kellerman, B. (ed.), (1986), Political Leadership: A Source Book, University of Pittsburg Press, Pittsburgh. Kışlalı, A.T., (1993), Siyasal Çatışma ve Uzlaşma, İmge Kitabevi, Ankara. 175 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.149-176 Kışlalı, A.T., (1987), Siyaset Bilimi, A.Ü.Basın-Yayın Yüksekokulu Yayınları, No: 9, Ankara. Komsuoğlu,A., (2008), Siyasal Yaşamda Bir Lider Süleyman Demirel, Bengi Yayınları, İstanbul. Köktürk, A.,(2011), “Modern Öncesi Devletin Yönetim Anlayışı”, Journal of Security Strategies, Sayı: 13, s. 73-97 Közleme, O., (2013), “Liderlik, Siyasal Otorite Tipleri ve Karizma”, Toplum Bilimleri Dergisi,Ocak, C. 7(13), s. 239-250 MacKenzie, S.B. – Podsakoff, P.M. - Rich, G.A., (2001), “Transformational and Transactional Leadership and Salesperson Performans”, Academy of Marketing Science, c. 29, No: 2, s. 115-134 Newstrom, W.J. - Davis, K., (1993), Organizational Behavior (Human Behavior at Work), McGrand Hill Inc. Özkan, A., (2004), Siyasal İletişim, Nesil Yayınları, İstanbul. Öztekin, A., (2003), Siyaset Bilimine Giriş, Siyasal Kitabevi, Ankara. Palmer, J., (2002), “Smoke and Mirrors: Is That The Way It Is? Themes in Political Marketing”, Media, Culture&Society, Vol.24, s. 245-363 Polat, C. - Külter, B., (2008), “Genç Seçmenler Gözüyle Siyasal Ürün (Siyasi Lider) Özellikleri: Ankara‟daki Üniversite Öğrencileri Üzerine Bir Çalışma”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 1, s. 1-31 Schmidt,A.G., (2002), Demokrasi Kuramlarına Giriş, çev. M.Emin Köktaş, Vadi Yayınları, Ankara. Sitembölükbaşı, Ş., (2004), “Isparta‟da Seçmenlerin Parti Tercih Nedenleri Üzerine Bir Araştırma: 1995, 1999 ve 2002 Genel Seçimleri Karşılaştırması”, Akdeniz Üniversitesi İİBF Dergisi (8), s. 156-176 Tekarslan, E., (1989), Sosyal Psikoloji,Filiz Kitabevi, İstanbul. Thompson, B.L., (1998), Yeni Yöneticinin El Kitabı,çev. V.Diker, Hayat Yayınları, İstanbul. Tucker, R.C., (1981), Politics as Leadership,University of Missouri Press, Columbia. Vural, A.M., (2010), “Parti İçi Demokrasi ve Siyasal İletişime Katkıları”, Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi,Aralık, Sayı: 13, s. 147-162 Weber, M., (1995), Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı,çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi, Ankara. Weber, M., (1996), Meslek Olarak Siyaset,çev. Taha Parla, İletişim Yayınları, İstanbul. Yıldız, N., (2002), Türkiye’de Siyasetin Yeni Biçimi: Liderler İmaj Medya,Phoenix Yayınevi, Ankara. Yukl, G., (1989), Leadership in Organizations,Prentice Hall, New Jersey. Zaccaro, S.J. et al., (1991), “Leadership and Social Intelligence: Linking Social Perceptiveness and Behavioral Flexibility to Leader Effectiveness”, The Leadership Quarterly, Vol.2, s. 317-342 176 Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi Ferihan Polat Yardımcı Doçent Doktor Pamukkale Üniversitesi İ.İ.B.F. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü E-posta:fyildirim@pau.edu.tr Özet: 2013 Haziran’ına damgasını vuran Gezi Parkı Direnişi, ulusal ve uluslararası akademik çevrelerce birbirinden çok farklı okumalara tabi tutulmuştur. Bir kısım sosyal bilimci, eylemcilerin kimliklerine bakarak eylemi apolitik bir hareket olarak nitelendirmiş, bir kısmı ise eylemin yöneldiği hedefin Erdoğan’ın şahsında Ak Parti Hükümeti olduğuna işaret ederek, eylemin politik bir eylem olduğunu iddia etmiştir. Gezi Parkı Direnişini anlamaya yönelik bir çabanın ürünü olan bu çalışma, eylemcilerinin belli bir siyasi kimliğe sahip olmamasının eylemi apolitik olarak nitelemeye yetmeyeceği; eylemin politik olma iddiasının da sadece Ak Parti hükümetine karşı yönelen muhalif bir hareket olmakla açıklanamayacağını iddia etmektedir. Küresel kapitalist düzenin bir parçası olan Türkiye’nin yaşadığı bu deneyimin, sadece ülke içi politik çatışma ve ayrışmalarla açıklanamayacağını savunan bu çalışma, Gezi Parkı Direnişi’nin ülke sınırlarını aşan boyutuna dikkat çekmektedir. Gezi Parkı Direnişini uluslararası bir komplo olarak değerlendirmenin ötesinde; bu eylemi küresel ölçekte gelişen sistem karşıtı halk isyanlarının bir parçası olarak okumak, çok yönlü sosyal gerçekliğin açıklanmasında daha yetkin bir bakış açısı sağlayabilecektir. Anahtar kelimeler: Gezi Parkı Direnişi, Neoliberalizmin Krizi, Sınıf, Anti-Kapitalist Direniş Political Movement by Apolitical Activist: Gezi Part Protests Abstract: Gezi Park Protests leaving its mark in the June of 2015, is understood from so many perspectives by national and international academicians. On the one hand, some social scientists recognize this movement as apolitical action by analyzing the identity of activist, on the other hand, some of them claims that this movement is a political one by pointing out that the aim of the movement is against the Ak Party Government especially Erdoğan himself. This study aiming to understand Gezi Park Protests puts forward that having apolitical identity of activists is not enough to recognize the movement as apolitical one and also claiming that having political action cannot be explained by the idea that the movement is just against the Ak Party Government. This study justifying that this movement cannot be explained by the idea of domestic political conflict and separation as Turkey is a part of global capitalist order, focuses on dimensions of crossing national borders. Beyond the evaluation of Gezi Park Protests as an international conspiracy, interpretation of this movement as a part of the growing public protests against the system on a global scale is a more plausible perspective to understand the multidimensional social reality. Keywords: Gezi Park Protests, Crisis of Neoliberalism, Social Class, Anti- Capitalist Resistance Polay, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.177-192. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 Giriş Gezi Parkı olaylarının başlangıcı, 27 Mayıs 2013 akşamı Taksim Meydanı Yayalaştırma Projesi‟ni protesto etmek amacıyla Gezi Parkı‟nda yaklaşık 50 göstericinin toplanmasına dayanır. Park çevresinde bir inşaat firması tarafından yapılan çalışmaların kanunsuz olduğunu savunan grup, işçilerin çalışmasını engelledikten sonra iş makinelerinin tekrar çalışmaması için Gezi Parkı‟nda nöbet tutma kararını almıştır. 28 Mayıs gecesinden itibaren Gezi Parkı‟nda nöbet tutan grup, sadece Yayalaştırma Projesi‟ne değil, aynı zamanda İstanbul‟un Beyoğlu başta olmak üzere farklı bölgelerinde gözlemlenen kentsel dönüşüm pratiklerine de tepki duyduklarını ifade etmiştir. Nöbet kararından sonra eylemcileri ulusal kamuoyunun gündemine sokan kritik gelişme, 29 Mayıs sabahı zabıta ekiplerinin, çalışmaların devam edebilmesi amacıyla göstericileri Gezi Parkı‟ndan çıkarmaya çalışmasıyla yaşanmıştır. Eylemcileri gezi parkından uzaklaştırmak amacı ile eylemcilerin konakladığı çadırların, bazı zabıta görevlileri tarafından ateşe verilmesi kısa sürede sosyal medyada yankı bulmuştur. Zabıta ekiplerinin müdahalesi bazı siyaset adamlarını da harekete geçirmiştir. BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, çadırların yakılmasından sonra çalışmalarına tekrar başlayan inşaat ekiplerine ait iş makinelerinin önüne geçerek yayalaştırma çalışmalarını yeniden durdurmuştur. Gün içerisinde Cumhuriyet Halk Partisi milletvekilleri de Gezi Parkı‟na gelerek göstericilere destek vermiştir. Güvenlik güçleri ve göstericiler arasında 29 Mayıs gününden itibaren yaşanan çatışmalar, 31 Mayıs akşamı zirveye çıkmıştır. Bu tarihten itibaren güvenlik güçleri ve hükümet yetkililerinin Gezi Parkı olaylarına yönelik tutumunda da hızlı bir sertleşme yaşanmıştır. Olayların ilk günlerinde güvenlik güçlerinin gösterileri sonlandırmakta yetersiz kalması ve sokak şiddetinin ülke genelinde yaygınlaşması, hükümetin eylemlere basit bir asayiş sorunu olarak yaklaşmasını engellemiştir (Ete ve Taştan, 2013, s:21-29). Sokak gösterilerinin şiddet olayları ve yoğun çatışmalara sahne olması, eylemcilerin hedefinde yer alan AK Parti hükümeti tarafından sert tepkiyle karşılanmış, Başbakan Erdoğan, gösterilerin AK parti hükümetini yıkmaya yönelik ideolojik ve siyasi bir hamle olduğunu ifade etmiştir. Ana muhalefet partisinin 2 Haziran günü Kadıköy Meydanı‟nda yapacağı mitingi iptal ederek, partilileri Taksim Meydanı‟na çağırması da hükümetin gösterilere karşı tavır alışını etkilemiştir. Hükümet göstericileri doğrudan muhatap alarak diyalog arayışında bulunmuş, 5 Haziran günü Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Taksim Dayanışması Platformu temsilcisi bir grup ile bir araya gelerek göstericilerin taleplerini dinlemiştir. Temsilciler, Gezi Parkı‟nın, park olarak kalması gerektiğini, gösterilerde orantısız güç kullanılmasından mesul tutulan bazı emniyet müdürleri ve sorumluların görevden alınmalarını, gaz bombası ve benzeri materyallerin kullanılmasının yasaklanmasını, gözaltına alınanların serbest bırakılmasını ve haklarında hiçbir soruşturma açılmamasını ve 1 Mayıs alanı olan Taksim ve Kızılay başta olmak üzere Türkiye‟deki tüm 178 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” meydanlarda, kamusal alanlarda toplantı, gösteri, eylem yasaklarına ve fiili engellemelere son verilmesini talep etmişlerdir. Hükümet ile yapılan bu görüşmenin ardından, Başbakan Erdoğan, 12 Haziran‟da eylemci temsilcilerini kabul etmiştir (Ete ve Taştan, 2013, s:21-29). 14 Haziran 2013‟te de gösterici temsilcileri, sanatçılar ve gazetecilerle yaptığı toplantılar sonucunda, Başbakan Erdoğan, yargı kararının kesinleşmesini bekleyeceğini, karar aleyhte çıkarsa, uyacağını; lehte çıkarsa plebisite referanduma götüreceğini ve sonucuna göre davranacağını söylemiştir. Başbakan Erdoğan‟ın bu açıklamalarından sonra, göstericilerin bir kısmı gösterileri sonlandırmış bir kısmı da kamuya açık parklarda gösterilere devam etme kararını almışlardır (MAZLUM-DER, 2013: 4). 5 Haziran sonrasında yetkililerin attığı bu adımlar, Gezi Parkı olaylarının başlangıcından itibaren diyalog kanallarını açık tutmamak ve göstericilerin taleplerine kulak tıkamakla itham edilen AK Parti hükümetine ilişkin algıyı değiştirmiştir. Bu süreçte gösterici temsilcilerinin hükümet tarafından atılan adımları karşılıksız bıraktıkları ve uzlaşmaz bir tavırla hareket ettikleri algısı güçlenmiştir. Bu durum, 11 Haziran günü temelleri atılan Gezi Parkı müdahalesinin meşrulaştırılmasını kolaylaştırdığı gibi, hareketin toplumun genelinden destek almasını da önlemiştir. Erdoğan‟ın Gezi Parkı eylemlerinin kendisine ve partisine karşı yapıldığını, eylemcilerin çevrecilikle hiçbir ilgisinin olmadığına ilişkin beyanatları, Ak Partili seçmeni, içeride ve dışarıda sert eleştirilere maruz kalan liderlerinin yanında olduklarını göstermeye sevk etmiştir. Bu süreçte Erdoğan, partinin rakiplerine karşı güç gösterisi yapmasını sağlayacak olan bir dizi mitingin startını vermiştir. “Milli İradeye Saygı” adı verilen mitingler, bir yandan uluslararası kamuoyuna AK Parti‟nin toplum nezdindeki popülerliğini hatırlatırken bir yandan da ülke içindeki muhalefet odaklarına hükümetin kolay kolay devrilmeyeceğini göstermiştir. Bu mitingler aracılığıyla Başbakan Erdoğan, kendisine yönelik halk desteğini test etmiş ve Gezi Parkı olayları sırasında ortaya çıkan bazı algıları yanlışlama imkânını da bulmuştur (Ete ve Taştan, 2013, s:21-29). Gösterilerin kitleselleşerek farklı önceliklere sahip kesimleri bir araya getirmesi, protesto hareketinin hedeflerini de daha kapsamlı bir hale getirmiştir. Eylemlerde yaşanan hızlı dönüşüm, hükümet yetkililerinin olaylara yaklaşımı üzerinde de dönüştürücü etki yapmıştır. Güvenlik kuvvetlerinin 15 Haziran 2013 akşamı Gezi Parkı‟nda yaklaşık iki haftadır kesintisiz devam eden gösterilere müdahale ederek park alanını boşaltması, Gezi Parkı eylemleri açısından bir kırılma anı olarak değerlendirilmektedir. Ülke genelinde devam eden gösterilerin sembolik merkezi konumunda bulunan Gezi Parkı‟nın „kaybedilmesi‟ ile birlikte, toplumsal muhalefet hareketinin destek kaybetmeye başladığı ve hedeflerini revize etmek durumunda kaldığı söylenebilir. Sokak muhalefeti ile hedeflerine ulaşamayan eylemciler, bu tarihten itibaren kısmen yeni kanallara yönelmiş; şiddet olaylarından uzaklaşarak mahalle toplantıları ve bağımsız seçim kampanyaları gibi barışçıl arayışlar ortaya koymuştur. 15 Haziran sonrasında yaşanan gelişmeler, 179 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 eylemlerin dönüşümüne paralel olarak kamuoyunun olaylara yönelik ilgisinin de zayıfladığını ortaya koymaktadır. Gezi Parkı‟nın 15 Haziran akşamı polis ekipleri tarafından kontrol altına alınması sonrasında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, güvenlik kuvvetleri tarafından giriş-çıkışların kontrol edildiği park alanında ağaçlandırma ve çevre düzenleme çalışmasına başlamıştır ( Ete ve Taştan, 2013, s:21-29). Özetle 31 Mayıs – 15 Haziran döneminde Gezi Parkı olayları sokak şiddeti ve çatışmalarına dönüşmüş ve Gezi Parkı‟nda başlayan gösteriler hızla ülke geneline yayılmıştır. Gezi Parkı Direnişi ile başlayan sürecin üç aşaması olduğundan söz eden Alpman, bu süreci itiraz süreci, isyan süreci ve direniş süreci olmak üzere üçe ayırmaktadır. Birinci aşama, Gezi Parkı konusunda talepleri olan bir grubun itirazı ve bu itirazın kent sakinlerinin bir kısmı tarafından sahiplenilmesiyle başlayan “itiraz” süreci. İkinci aşama, orantısız polis müdahalesiyle bastırılmaya çalışılan “itiraz sürecinin” direnç üreterek bir “isyan” sürecine dönüşmesi. Üçüncü aşama ise, bu isyan dalgasının bir anda yurdun genelinde egemen olmasıyla birlikte bir genel ayaklanmaya dönüşerek gelişmesi ve herkes için dönüştürücü bir deneyim olarak ortaya çıkan “direniş süreci”. Ayrıca itiraz sürecinden bir isyan hareketine dönüşmesiyle birlikte, Gezi Parkı‟na ilişkin talepler, artık bir parkla ilgili olmaktan çıkıp sosyo-politik taleplere ve bir sistem eleştirisi haline dönüşmüştür. Bu sosyo-politik talepler, bir yandan kendini politik bir dile tercüme etme ihtiyacı hisseden ancak buna uygun bir mecra bulamayanlar ile zaten politik olanların karşılaştıkları bir zeminin oluşmasını sağlamıştır. Ancak isyanın da şiddetle bastırılmaya çalışılması üzerine ortaya çıkan “direniş süreci” hem politik duyarlılığı pekiştiren hem de politikleşmenin eleştirel bir yön kazanmasını sağlayan, Türkiye tarihi açısından bambaşka bir deneyimin zeminini oluşturmuştur (Alpman, 2013: 380) Gezi Parkı Direnişinin Politik Hedefi Gezi Parkı Direnişi‟nin amacı, saikleri ve eylem biçimleri sosyal bilimler yazınında iki farklı değerlendirme tarzının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu değerlendirme tarzının ilki Gezi Parkı Direnişi‟nin dış mihraklar tarafından tezgâhlanan ve Türkiye Cumhuriyeti‟nin kalkınma başarısını istemeyen odakların kışkırttığı bir hareket olmasıdır. Özellikle Başbakan Erdoğan‟ın demeçlerinde ve mitinglerinde sıklıkla dile getirdiği bu bakış açısından, Gezi Parkı Direnişi, Türkiye‟nin yakaladığı istikrarı baltalamak amacı ile Ak Parti Hükümetine ve bizatihi Başbakan Erdoğan‟ı devirmeye yönelik bir hareket olarak değerlendirilmektedir (Polat, 2015: 98). Gezi olayları karşısında hükümetten yana tavır alan bu değerlendirmeler için en esaslı kaynaklardan biri Stratejik Düşünce Enstitüsü tarafından hazırlanan “Taksim Gezi Parkı Eylemleri” adlı rapordur. Bu rapor Gezi Parkı Direnişi‟ni “uluslararası bir komplo” olarak tanımlamış, baştan itibaren hedefinin Gezi Parkı‟nın çok ötesinde bir isyanı örgütlemek olduğunu 180 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” iddia etmiştir. Gezi Parkı Direnişi‟ni daha önce ODTÜ‟de TÜBİTAK‟ın uydu fırlatma töreninde, Reyhanlı‟da denenmiş olan isyan girişiminin bir devamı olarak niteleyen rapor, bu seferki girişimin ağaç duyarlılığı, kentsel duyarlılık üzerinden giderek nispeten daha başarılı olduğunu ve AK Parti‟ye karşı birikmiş bütün muhalefeti birleştirmeyi başardığını iddia etmiştir (SDE, 2013: 5). Rapor, olayların başladığı ilk saatlerden itibaren, uluslararası dış çevrelerin özellikle Batı‟nın medya organları ve diplomatik çevrelerinde ilgi, merak ve eylemlere destek veren tepkilerin, uluslar arası Türkiye karşıtı bir kampanya olduğu algısını yarattığını ortaya koymaktadır. Ayrıca rapor, Suriye‟de her gün onlarca insanın öldürülmesine, 2 yılda 120 binin üzerinde insanın katledilmesine duyarsız kalanların, Taksim Gezi Parkı‟ndaki 5-10 ağaç için Devlet Başkanı, Dışişleri Bakanı düzeyinde demeçler vererek hükümetin uygulamalarını kınamasını; CNN International, BBC, Fransız kanalları, ElCezire televizyonlarının „Türk Baharı‟ vurgusu yapan, baskıcı uygulamaları yeren, Taksim‟i Tahrir Meydanıyla eşleştiren bol şiddet görüntülü, çokça polis gazı enstantaneli yayınları canlı olarak savaş muhabirleriyle Türkiye‟nin her köşesinden heyecanla vermelerini dış kaynaklı provakasyon açısından anlamlı bulur. Rapor, BM‟den AB‟ye İsrail‟den, Yunanistan‟a Brüksel‟den Washington‟a Türkiye‟deki eylemcilere destek veren tepkileri aynı eylem şekilleriyle Türkiye Büyükelçilikleri önlerinde büyük bir medya köpürtmesiyle vermelerini Gezi Parkı Direnişi‟nin dışarıdan desteklenen derin bir provokasyon olduğu algısını yarattığını ifade etmektedir. Rapora göre, Gezi Parkı Direnişi‟ni uluslar arası bir komplo olarak değerlendirmesini destekleyen kanıtlardan biri de Türkiye yönetimine ve Başbakan Erdoğan‟ın eylemler karşısındaki tutumuna destek veren olayları Erdoğan‟a karşı bir kampanya, Türkiye‟ye yönelik düşmanca bir istikrarsızlık ve kaos yaratma çabası olarak protesto eden gösterilerin Mısır‟da Tahrir meydanında, Filistin‟de Gazze‟de, Makedonya‟da, Bosna‟da, Kuala Lumpur‟da ve Amerika‟da değişik şehirlerde ortaya konmuş olmasıdır. Gezi Parkı eylemlerinin uluslararası yansımalarına yeni bir boyut kazandıran İslam Dünyası ve Müslüman topluluklarının bu tepkileri, raporda, Türkiye karşıtı dışarıdan destekli provokasyonun hedefleriyle ilgili algı ve kaygıların temelsiz olmadığı iddiasını destekleyen gelişmeler olarak aktarılmıştır (SDE, 2013: 2324). Gezi Parkı Direnişinin karşı duruşunun, AK Parti hükümetinin iktidardan uzaklaştırılması sorunu haline getirilmesi çok boyutlu sosyal gerçekliğin okunması açısından bir takım sakıncaları içinde barındırmaktadır. Bu türden karşı çıkışın en çok üzerinde durduğu nokta ise, Gezi Parkı Direnişinin, kapitalizme ve onun Türkiye‟de ürettiği antidemokratik muhafazakâr yönetim ve yönetme tarzına karşı geliştirilmiş bir hareket olduğudur. Bu türden bir siyaset pratiğinin her geçen gün etki alanını genişleterek bireylerin özel yaşam alanlarını kapsayan müdahale ve uygulamaları, modernleşme ve laikliğin kazanımlarını elden bırakmamaya gayretli toplumsal kesimler için oldukça tepki uyandıran konulardır. Gezi Parkı 181 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 direnişinin sınıfsal çelişkiyi görünür hale getiren siyasal ve kültürel yönü, burjuvazinin bir yönetme tarzı olarak otoriter ve muhafazakâr yaklaşımına karşı yükselen eleştirisidir. 2000‟li yıllardan itibaren burjuvazinin kültürel olarak seçtiği ya da kabul etmek zorunda kaldığı kültürel yeniden üretimine karşı duyulan öfke, İslamcı motiflerle siyasal söylemlerini üreten bir hükümete ve onun hükmetme biçimine karşı yönelmiştir. Gezi Parkı Direnişinin Sınıfsal Karakteri Türk siyasi tarihinin en önemli toplumsal hareketlerinden biri olarak kabul edilen “Gezi Parkı Direnişi”, 27 Mayıs 2013 akşamı “Taksim Meydanı‟nı Yayalaştırma Projesini” protesto etmek amacıyla küçük bir çevreci grup tarafından başlatılmış ve kısa sürede milyonlarca insanı sokağa dökmüştür. Üstelik sadece bu coğrafya ile sınırlı kalmamış, yankıları küresel düzeye yayılan bir halk protestosuna da dönüşmüştür. Bu nedenle kısa zamanda ulusal ve uluslararası sosyal bilimler dünyasından hak ettiği ilgiyi görmüş, eylemin mevcut düzenin hangi öğesine ve öğelerine karşı bir muhalefet olduğu tartışıla gelmiştir. Askeri vesayet sonrası yeni Türkiye‟nin ilk ve en etkili eylemi olarak nitelendirilen Gezi parkı direnişini (SETA, 2013: 76) bazı sosyal bilimciler, sınıfsal ve siyasi içerikten çok, kültür ve kimlik temelli analiz etmeyi tercih etmişlerdir. Hükümetin neoliberal ve muhafazakâr bir tutumla, halk hareketini uluslararası komploya indirgeyen yaklaşımı bir kenara koyulduğunda; Gezi Parkı Direnişi‟nin postmodern dönemin kültür, yaşam tarzı, çevre gibi reformcu/somut taleplere odaklanan bir hareket olduğu görüşü liberal, sol, sosyal demokrat ve akademik çevrelerde egemendir. Gezi Parkı Direnişi‟ni anlayabilmek için, onu, içinde bulunduğu tarihsel-toplumsal koşullarla etkileşim içinde değerlendirmek gerekir. Her toplumsal olay gibi, Gezi Parkı Direnişi de içinde gerçekleştiği toplumun ilişkilerine, bu ilişkilerin niteliğine, ekonomisine, kültürüne, siyasetine bağlıdır; tüm bunlardan etkilendiği gibi, etkilendiği tüm süreçleri de etkiler. Toplumsal ilişkilerin kapitalist sınıfsal niteliği, bu toplumun içinde hareket eden her süreci bir biçimde etkiler. Bu nedenle, Gezi Parkı Direnişi, sınıf mücadelesi çerçevesinde analiz edilmesi gereken bir harekettir. İnsel, Gezi direnişinin tüm toplumda, farklı sınıf, dinsel, cinsel, etnik kimliklerde bir isyana yol açtığını belirtir (İnsel, 2014). Yıldırım ise, yaşamsal olanın, siyasal olanın önüne geçtiği Gezi Parkı Direnişi‟nde; sıradan vatandaşın, örgütsüz kişilerin, aktivist kimliğinde olmayan gençlerin başını çektiği direnişçiler için öncelikli olanın, siyasal iktidarın değişiminden önce yaşam tarzı ve gündelik hayat tarzı olduğunu belirtir (Yıldırım, 2013). Gezi Direnişi‟ni laikliğin devlet otoritesi altında dışlayıcı yorumunu benimsemeyen “seküler değerlerin, yaşam biçimlerinde cisimleştiği bir gençlik hareketi” olarak değerlendiren Göle, hareketin siyasallaştırılmasına şiddetle karşı çıkmaktadır. Ona göre Gezi Parkı Direnişi siyasal partilerden bağımsız, 182 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” otonom olduğu ölçüde, demokrasinin toplumsal muhayyilesini, dokusunu yenileyebilir. Ancak, kendini siyasal hareket yerine koyduğu takdirde demokrasiden uzaklaşacaktır (Göle, 2013). Türkiye‟de muhafazakâr, ataerkil kültürel değerler ve toplumsal ilişkilerin otoriter yönetim uygulamaları ile iç içe geçtiğini söyleyen Ayata ise, siyasi özgürlük kısıtlamasının yaşam tarzına yönelik çok yönlü müdahaleleri de beraberinde getirdiğini belirtmektedir. Bu bağlamda Ayata, siyasi iktidarın, yalnızca hak ve özgürlükleri bastırmak, engellemekle kalmayıp kendi değerlerine uygun bir toplumsal düzen anlayışını, yaşam tarzını ve kültürel kimliği devlet gücünden yararlanarak topluma dayatmaya çalıştığını ifade etmektedir. Ayata‟ya göre, hükümetin, kişinin serbest zamanına el koyması, aileyi düzenlemeye kalkması, kimin nasıl yaşayacağını belirlemeye çalışması ise kendi hayatını yaşamak isteyen bireylerin tepkisini çekmiş, Gezi Parkı Direnişi‟ni böylesine kitlesel bir eyleme dönüştüren esas itkiyi ortaya çıkarmıştır (Ayata, 2014:24). Gezi Parkı Direnişini sınıf karakterli bir okumayla açıklamaya çalışan sosyal bilimciler ise, çağdaş sınıf yapısını analiz etmeye çalışarak, ortaya çıkan yeni çelişki ve antagonizmaları, emek sermaye çelişkisinin karmaşıklaşmış dolayımları olduğunu iddia etmektedirler. Gezi Parkı Direnişi‟ne katılan gösterici grubun sınıfsal kimlikleri ve özellikle “orta sınıf” kavramı üzerindeki tartışmalar, bu alandaki çalışmaların ana eksenini oluşturmaktadır. Gezi olaylarının orta sınıfların eseri olduğunu savunan Keyder, kapitalist gelişmeye bağlı olarak nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan orta sınıfların değiştiğini, yeni Orta Sınıf mensuplarının toplumdaki konumlarının öncelikle eğitimli olmalarının getirdiği statüden kaynaklandığını ifade etmektedir. Yeni orta sınıf terimi, çoğunlukla yeni kapitalizmde ortaya çıkan yeni mesleklerde çalışan beyaz yakalıları, yeni küçük burjuvaziyi ve hatta çelişkili sınıf konumları ile ifade edilen kesimleri işaret etmektedir. Çağlar Keyder „yeni‟ orta sınıfın, modern toplumda oluşan işbölümünde eğitim, beceri, bilgi gerektiren işleri yapan ve nüfus içinde oranı sürekli büyüyen bir grup olduğunu dile getirmektedir. Keyder, bu sınıfların işveren olmadıklarını ama vasıfları itibariyle vazgeçilemez bir konumda olduklarını, zihinsel emekleri karşılığında ödüllendirildiklerini ve bu minvalde daha fazla sorumluluk alıp karar verme durumunda olduklarını söylemiştir. Sosyolojik konumları açısından çok farklı kesimlerin de anti-otoriterlik ve kamusal alanın korunması çerçevesinde Gezi Parkı Direnişi‟ne katıldığını söyleyen Keyder, ancak direnişin başını çeken ve esas rengini belirleyen göstericilerin, özellikle de İstanbul‟da varlıkları hissedilen yeni orta sınıf olduğunu dile getirmiştir. Keyder, bu sınıfın daha çok bireysel özgürlük, çevre duyarlılığı, devletin baskıcılığı gibi konularda duyarlı olduğunu belirtmiştir (Keyder, 2012:1; Keyder, 2013). 183 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 Keyder‟in “yeni orta sınıf” kavramına karşı çıkan Aslan, kültür sahibi bu kesimlerin, sırf bu nitelikleri itibariyle bir sınıfsal yapı oluşturamayacaklarını savunur. Ona göre, bu kesim, aslında tekil sermayeden sınıfın sermayesine geçiş süreciyle görünür hale gelen sınıfsal bir katmanı işaret etmektedir. Tekil sermaye yoğunlaşma ve merkezileşme sonucu hisse senetli sermayeye dönüşürken, denetleme ve yönetim görevi ücretliler tarafından yerine getirilen bir işlev haline gelmektedir. Bu nedenle, üretimin yönetimi ve denetimi görevi mülkiyeti doğurmayacağı için Keyder‟in işaret ettiği anlamda yeni bir orta sınıfın varlığı mümkün değildir (Aslan, 2013:39). Bu görüşü destekleyen Boratav da “orta sınıflar” bloğunun içinde sayılan hekim, avukat, danışman, mimar, mühendis, mali müşavir gibi, eğitim yoluyla edindikleri becerilerini satarak geçimlerini sağlayan bağımsız profesyonel grupların da eğitimli, beyaz yakalı işçi sınıfı içine dâhil edilebileceği görüşündedir. Buna ek olarak, eylemlere katılanlardan önemli bir kısmının üniversite ve lise öğrencileri olduğunu ve birkaç yıl sonra potansiyel olarak işçi sınıfına veya yedek işsizler ordusuna dâhil olma olasılığının yüksek olduğuna dikkat çekmektedir (Boratav, 2013). Saraçoğlu, Gezi Parkı Direnişi‟nin toplumun belirli kesimlerinin kendine mahsus tikel iktisadi çıkarlarını ve kaygılarını yansıtmak anlamında bir “sınıf tepkisi” olmasa da karşısına aldığı bloğun ve onun stratejilerinin “üretim ilişkileriyle bağlantısını merkeze yerleştiren bir analitik düzlem içerisinde “sınıfsal” bir tepki olduğunu iddia eder. Ona göre, bir toplumsal harekete “sınıfsal” nitelik veren şey; katılımcılarının ağırlıklı olarak toplumsal tabakalaşmanın hangi kategorisinde yer aldıkları değil, toplumsal biçimlenmenin asli çelişkisinden (emeksermaye; sermaye birikimi; kriz gibi) türeyip türemediği ve bu çelişkileri nasıl ve ne yönde etkilediğidir (Saraçoğlu, 2014). Gezi Parkı Direnişini olgunlaşmış bir sınıfsal tepki olarak değerlendiren Boratav, yüksek nitelikli, eğitimli işçilerin, yarınki sınıf yoldaşları ve profesyonellerle birlikte, kapkaççı burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlarına el koyma girişimine karşı çıkmak olarak nitelemektedir. Gezi parkı Direnişinin sınıfsal karakterine dikkat çeken İnal da Gezinin” “gençlik” veya “sivil toplum” hareketi olarak değerlendirilmesinin hareketin içini boşalttığını iddia etmekte ve bu eylemin, popüler, bireyci, anti tüketimci bir hareket olmasının ötesinde doğayı, insanı, emeği sömüren politikaların sorumlusu olan kapitalistlere karşı tam bir özgürlük mücadelesi olduğunu belirtmektedir (İnal, 2013). Benzer şekilde, eylemin, kentte ortaklaşa paylaşılan bir toprak parçasının sermayeleşmesine karşı başladığını iddia eden Özuğurlu, Gezi Parkı Direnişi‟nin adaletsizliği ve eşitsizliği meşru kılan bir anlayışa karşı ahlaki öfke patlaması olduğunu söylemiştir. Ona göre, kapitalizmin neoliberal evresi, profesyonel meslek gruplarının oluşturduğu „orta sınıfları‟ meslek/emek değersizleşmesi, yeniden üretim koşullarının metalaşması gibi araçlarla yeniden proleterleştirmiştir. “Çapulcu İsyanı” olarak nitelediği sürecin 68‟liler hareketi ile arasındaki benzerliklerine dikkati çeken Özuğurlu, eşitlik ve özgürlüğü birbirinden ayıran liberal görüşün aksine bunların birbirinden ayrılmazlığını gösteren bu hareketin, siyasal açıdan da 184 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” somut bir program ortaya koyduğu düşüncesindedir. Özuğurlu‟ya göre, kültürel aidiyetlere özgürlük ve inanç serbestisi sağlanması; halk egemenliğinin tesisi ve halk sınıflarının bağımsız bir şekilde örgütlenmesi ve son olarak, çalışma ve istihdam temelinde örgütlenme ve insanca yaşam olanaklarının sağlanması bu haziran ayaklanmasının ortaya koyduğu siyasi programın ana maddeleridir (Özuğurlu, 2013). Koşar, eğitimli, kentli orta sınıfın öfkesi olarak nitelenen Gezi Parkı Direnişin, taleplerin doğrudan sosyalist değil demokratik muhtevalı oluşunun, onu kaçınılmaz olarak bir burjuva ya da orta sınıf hareketi olduğu anlamına gelmediğini söylemektedir. Çünkü burjuvazi, egemen kesimi açısından, bu taleplerle ilişkisini uzun zamandır rafa kaldırmış, bu talepler işçi sınıfı ve onun müttefiklerinin omzuna yüklenmiştir. Bu anlamda, ağırlıklı olarak eğitimli, kentli emekçilerin ve kitlesel bir biçimde gençliğin katıldığı bir emekçi halk hareketi olduğunu dillendirmektedir (Koşar,2013: 11-12). Nitekim, Lefebvre kapitalist toplumda kentsel dönüşümü belirleyen, kontrol eden ve yeniden üretilmesini sağlayan sermaye sınıfının, mekânların değişim değeriyle kentsel sömürüyü yeniden ürettiğine dikkat çeker. Böylelikle mülk sahibi olmayan sınıfların, yaşadıkları kent üzerine söz söyleme hakları da gasp edilmiş olmaktadır. Buradaki belirgin çelişki kentte yaşayanlarla kenti metalaştıranlar arasındaki çelişkidir (Lefebvre, 2000: 63-181). Koşar‟ın (2013) da işaret ettiği gibi Gezi Parkı Direnişine sebep olan pratiklerin arkasında 2000 yılından bugüne katıksız ve olağanüstü hızla işleyen neoliberal yeniden yapılanma politikalarının sınıf çelişkilerini arttırması yatmaktadır. Özelleştirmeler, esnek çalışma dayatmaları, tarım nüfusunun hızla proleterleştirilmesi, İş Kanunu başta olmak üzere çeşitli hak gaspları, kamu hizmetlerinde özelleştirme ve taşeronlaştırma ile nispeten ayrıcalıklı görünen meslek gruplarının “ayrıcalıklarını” kaybetmesi halkın sokaklara taşan öfkesinin gerçekte ana malzemelerini oluşturur. Bütün bu siyasal ve kültürel etkenlerin altında ise, halkı sisteme tahammül edemez hale getiren sınıfsal çelişkilerin keskinleşmesi yatmaktadır (Koşar, 2013). Gezi Direnişi‟nde, öne çıkan talepler doğrudan işçi sınıfının ekonomik, sosyal, siyasal talepleri olmamakla birlikte; sokağa inen milyonlar, esas olarak kentin işçi ve emekçileridir. Orta sınıf kavramsallaştırmasına dâhil edilen doktor, mühendis vb. uzmanlık gerektiren mesleklerde çalışanların da giderek proleterleşen emekçiler olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Emek piyasası içinde yer almayan, ancak emek piyasasına girmeye ya da kapitalizmin yedek işsizler ordusuna dâhil olmaya aday olan on binlerce gencin sokakları doldurmasını da sınıf çelişkisinden ayrı okumamak gerekir. Gezi Parkı Direnişi Anti-Kapitalist Bir Harekettir Gezi Parkı Direnişi‟ni daha büyük bir sistemin ürettiği sorunlar yumağının bir parçası olarak okuma pratiği daha çok Marksist sosyoloji alanında düşünce üreten sosyal bilimcilerin tercih ettiği bir yaklaşımdır. Bu 185 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 yaklaşıma göre Gezi Parkı direnişini tek başına bir toplumsal hareket biçimi olarak okumak, Gezi Parkı Direnişi‟ni oluşturan saikleri ve bu direnişin sonuçlarını analiz etmek için yeterli değildir. Türkiye kapitalist dünya ile etkileşimde olan, küresel ağ içinde yer alan bir ülke olarak değerlendirildiğinde, böylesine büyük bir muhalefetin sadece ülke içi politik çatışmalarla açıklanamayacağı ortadadır. Gezi Parkı Direnişi‟ni uluslararası bir komplo olarak kurgulayan yaklaşımın aksine, hareketin kendiliğinden gelişen bir özelliğe sahip olduğunu ve Ak Parti iktidar pratiklerini eleştirmenin çok ötesinde bir anlam taşıdığını ileri süren bir başka yaklaşım daha vardır. Genellikle neoliberal ekonomi politikalarının ürettiği toplumsal ve siyasal düzene bir tepki olarak Gezi Parkı Direnişi‟ni yorumlamaya çalışan bu akademik çevreler, hareketin sınıfsal karakterini ortaya koyarak, anti-kapitalist bir hareket olma niteliğine vurgu yaparlar. Bu yaklaşıma göre, 2000‟li yıllardan bu yana neoliberal yeniden yapılanma politikalarının Türkiye‟de vaad ettiği zenginliği sınıfsal çelişkileri derinleştirmek pahasına yaratması, Gezi Parkı Direnişi‟nin altında yatan ilk neden olarak okunmalıdır. Özellikle Türk Sosyal Bilim yazınında Korkut Boratav, Ahmet Tonak, Metin Özuğurlu gibi pek çok sosyal bilimci, Gezi Parkı Direnişi‟nin kimlik ve kültürel talepler üzerinden okunup, sadece Ak Parti Hükümeti‟ni yıpratmaya veya devirmeye yönelik bir hareket olarak yorumlanmasına karşı çıkmaktadırlar (Polat, 2015: 100). Gezi Parkı Direnişi‟ni küresel kapitalist ekonominin ürettiği sosyal ve siyasal yapılara karşı bir başkaldırı olarak değerlendiren ve uluslar arası sistemin bir parçası olarak okumaya yönelen çabalar, sadece ulusal akademik çevrelerde değil, uluslar arası akademik çalışmalarda da yerini almıştır. Immanuel Wallerstein, David Harvey, Adam Hanieh gibi pek çok sosyal bilimci Gezi Parkı Direnişi‟ni Marksist sosyoloji yaklaşımı ile ve uluslar arası sistemde, isyan dalgalarının bir halkası olarak ele almışlardır (Polat, 2015: 100). Wallerstein, dünya sisteminde yaşanan krizleri bölgelerin sorunlarına ait bir özellik olarak görmemiştir; aksine bir bütünsellik içinde dünya sisteminin kendisine ait bir özellik olarak yorumlamıştır. Ona göre, Dünya genelinde yaşanan isyan dalgaları, kapitalist sistemin siyasi ve kültürel desteklerini kaybetmesine yol açmıştır. Dünya çapında yaşanan bu tür halk isyanlarının hepsi geçiş aşamasında olduğumuzun göstergesidir. Wallerstein, 2008‟den bu yana, Dünya‟nın çeşitli bölgelerinde görülen toplumsal hareketlerin, henüz sonlanmamış 1968 devriminin devamı olduğunu ileri sürer. Bu çerçevede Wallerstein, Gezi Parkı Direnişi‟ni, 1968 devriminin devamı olarak değerlendirir ve Gezi‟nin asıl başkaldırısının kapitalist sistemin ürettiği neoliberal ekonomik yapılara karşı olduğunu dile getirir. Wallerstein‟e göre Gezi Parkı Direnişi, anti otoriter eylemcilerin son zamanlarda Ortadoğu'nun bir kısmından başlayarak Türkiye'ye ulaştığı bir eylem dalgasının parçasıdır (Wallerstein, 2013). Arap Baharı ile Gezi Parkı Direnişi arasında koşutluk olduğunu savunan bir başka sosyal bilimci Hanieh de Gezi Parkı Direnişinin sadece 186 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” objeler olarak ağaçlar meselesi olmadığını söylemektedir. Ona göre, Gezi Parkı‟ndaki bu ağaçların kaderi ve işgal ettikleri mekânlar, AKP‟nin neoliberalizm modeline karşı protestonun sembolleri haline gelmelerine olanak veren özel bir kapitalist kalkınma biçimini de temsil etmektedir. Hanieh, AKP‟nin mahiyetinde Türk kapitalizminin Ortadoğu‟nun bir ucundan diğer ucuna kurulan son derece eşitsiz ve kutuplara ayrılmış benzer bir kalkınma türünü ortaya koyduğunu ileri sürer. Bu ekonomik kalkınmanın temel özelliğinin, toplumsal hayatın bütün yönleri ile metalaştırılması ve piyasalaştırılması olduğunu vurgulayan Hanieh, İstanbul ve Arap dünyasının çoğunda, bu metalaşmanın en önemli yönünün kentsel mamur çevrenin dönüşümü olduğunu belirtir. Kentsel mamur çevrenin bu dönüşümü, neoliberal kapitalizmin aktif bir yansıması olarak görülmelidir. Bu nedenle, 2013 Türk ayaklanması ile Arap Baharı‟nı ortaya çıkaran saiklerin benzer olduğunu söyleyen Hanieh, ayaklanmaların otoriterizm, yoksulluk, gıda fiyatları, işsizlik gibi tek bir nedene bağlanamayacağını, tüm bunların kapitalizmin bölgedeki gelişim tarzı ile özellikle mütalaa edilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir (Hanieh, 2013: 130-131). Neoliberal metalaştırma, el koyma, mülksüzleştirme politikaları Arap coğrafyasından Yunanistan, İspanya ve ABD‟ye kadar uzanan Gezi Parkı Direnişi‟nin de içine dahil edilebileceği bir isyan dalgasına yol açmıştıtr. Neoliberalizmin krizi ile doğrudan bağlantılı bu isyan dalgası, kapitalizmin ötesinde bir hayat düşüncesine yol açarak, şiddet tekeline dayalı hegomanyaları daha kırılgan bir hale getirmiştir (Doğan, 2013: 96-97). Gezi Parkı Direnişi‟ni, son birkaç yıldır dünyanın çeşitli ülkelerini sallayan, neoliberal politikalara karşı başlayan halk isyanlarının bir parçası olarak yorumlayan Özdek ise, 15 Haziran‟da güvenlik güçlerinin müdahalesi ile Gezi Parkı‟nın boşaltılmasını, hareketin bitmesi olarak değil, doğrudan demokrasi ruhunu doğuran bir biçim değiştirmesi olarak değerlendirmiştir. 15 Haziran‟da Gezi Parkı‟nın polis kuvvetiyle boşaltılmasından sonra İstanbul‟un parklarından başlayarak, Türkiye‟nin birçok şehrinde mahalle parklarının birer direniş merkezine dönüştüğüne işaret eden Özdek, bu parklarda yerel halkı buluşturan forumlar yapılmaya başlandığını belirtir. Direnişin geleceğinin konuşulduğu bu forumlarda, yerel sorunlar tartışılmış, çalışma grupları oluşturulmuştur. Giderek gündemli toplantılara dönüşen bu forumlar, Gezi Parkı modelini izleyen komünal bir yaşamın filizlenmesini de beraberinde getirmiştir. Birçok kentin parklarında dayanışma masaları kurulmuş, takas pazarları ve kütüphaneler açılmış, halk erzaklarını paylaşmış ve bir anlamda Gezi Parkı‟nda yaşanan “komün” deneyimi tüm Türkiye‟ye yayılmıştır (Özdek, 2013: 113-114). Kürkçü‟ye göre de edindiği komün ruhu, canlandırdığı dayanışmacılık ile kent toprağının ve kentsel mirasın piyasalaştırılmasına karşı duruşu ile direniş, anti-kapitalist sosyal muhalefet tarzı ve doğrudan demokrasi örneği yaratarak; gelecekteki politik ve toplumsal mücadeleler için pratik ve referans kaynağı oluşturmuştur (Kürkçü, 2013: 68-69). 187 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 Harvey, kısa sürede normale dönülen bir özgürleşme hareketi olarak karşımıza çıkan Gezi Parkı direnişinin henüz bitmediğini belirtmektedir. Gezi Parkı‟nın bundan sonrası için bir başlangıç olduğunu söyleyen Harvey, en azından Gezi Parkı Direnişi‟nin ilk talebi olan AVM inşaatının durdurulmasının da önemli bir kazanç olduğunu ileri sürmektedir (Görkem, 2015). Gezi Parkı Direnişi‟nin mevcut siyasal mekanizmaların dışında bir politika anlayışının ipuçlarını verdiğini belirten Ünlü Gök de Gezi Parkı Direnişi‟nin, toplumsal mücadeleler tarihinde sorgulayıcı, üretici ve dönüştürücü karakteriyle önemli bir deneyim olduğunu iddia etmektedir. (Ünlü Gök, 2014: 90). 15 Haziran‟da sona erdiği düşünülen Gezi Parkı Direnişinin, bu tarihten sonra AnkaraTuzluçayır‟da yaşanan direnişler ve sonrasında ODTÜ ormanlarının yol çalışması için tahrip edilmesine karşı geliştirilen protestolar; HES projesine karşı Cerrattepe Direnişi ve örnekleri daha çoğaltılabilecek pek çok toplumsal muhalefet hareketleriyle başka boyutlarda ve şekillerde devam ettiği görülmektedir. Gezi Parkı Direnişi’nin Küresel Boyutu Neoliberalizmin iktisadi alandan siyaset yapma tarzına ve gündeliğin ritmine kadar dayattığı koşullar karşısında, güvencesizleşen, yersiz yurtsuzlaşan ve özgürlüklerini yitiren kitleler; son yıllarda dünyanın dört bir yanında eyleme geçmiş; iktidarların hükmetme tarzını ve bunun göstergelerinden biri olarak mekanları rant uğruna dönüştürme operasyonlarını protesto etmek için işgal ve direniş hareketleri başlatmıştır (Öztan, 2014: 166). Tekel‟den Tahrir‟e, oradan Madrid ve Barcelona meydanlarına, ABD‟den başlayıp tüm Anglo-Sakson coğrafyasına yayılan Occupy eylemlerine, Taksim-Gezi‟ye ve Sao-Paulo‟ya kadar isyan hareketlerinin oluşturduğu dev dalga, neoliberalizmin büyük kriziyle doğan anti-kapitalist bir isyanın ürünü olarak ortaya çıkmıştır (Doğan, 2014: 73). İtirazdan isyana ve isyandan direnişe doğru ilerleyen Gezi Parkı eylemleri, Türkiye‟deki demokrasinin kişisel projeksiyonlardan kurumsallaşmaya doğru geçmesinin gerekliliğini vurgulayan en etkili toplumsal hareket olma özelliğini kazanmıştır. Tekel eylemleriyle birlikte başlayan yeni bir sürecin devamı olarak okunması gereken bu direniş, Alpman‟a göre, toplumsal muhalefetin sınırlarının ulusal olmaktan hızla uzaklaştığını, her geçen gün daha da küreselleştiğini ve bu küreselleşmenin kendi dinamiklerini oluşturduğunu bir kez daha göstermiştir (Alpman, 2013: 382). Wallerstein, dünya sisteminin krizde olduğunu ve her küçük eylemin kendi başına önemli sonuçlara yol açabileceğini iddia etmektedir. Ona göre, kriz döneminde grupların bir yerde yaptıkları protestolar, eylemler ya da her türlü başkaldırı sistemi çok farklı noktalara taşıyabilecek düzeyde olduğu gibi tüm dünyayı etkileme gücüne de sahiptir (Polat ve Durmuş, 2015: 106, 108) . Geziyle direnişin diğer merkezleri arasındaki benzerlikleri ağ ve internet toplumunun yarattığı yeni muhalefet imkanlarında bulan Özkul, Gezi Parkı Direnişi ile, aslında Arap baharı, İndignados, Occupy Wall Street gibi pek çok 188 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” uluslararası alanda vukuu bulan küresel örüntünün Türkiye‟nin özgül koşullarına uyarlandığını ve küresel isyan dalgasını zenginleştirdiğini iddia eder (Özkul, 2014: 34). Ertan da, Türkiye‟de 2013 yılı ortasında ortaya çıkıp ülkeyi ve dünyayı sarsan Gezi Parkı Direnişini, yalnızca daha önce İtalya, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde görülmüş olan çevreci hareketlerin devamı olarak değerlendirilemeyeceğini belirtmektedir. Gezi Parkı eylemlerinin hemen ardından Brezilya‟da da benzer hareketler gerçekleşmiş, fakat ülke liderlerinin sağduyulu tavrı sonrasında bu hareketlerde yavaşlama görülmüştür. Brezilya‟daki eylemlerde Gezi Parkı Direnişi‟ni destekleyen pankartlar açılmış ve açıklamalarda bulunulmuştur. Bu da Gezi Parkı Direnişi‟nin kısa zamanda ülke dışına taşan etkisine bir örnek olarak gösterilebilir (Ertan, 2014: 73-74). Sonuç Gezi Parkı Direnişi‟ne katılan ve “apolitik” olarak nitelendirilen toplumsal aktörlerin, kendi taleplerini ifade etmek için geleneksel bir parti ve lider çatısı altında birleşme ihtiyacı duymadan, sermayenin kentsel yağmasına karşı kent hakkına dayanarak katıldıkları bu eylem, bir gençlik veya çevreci bir hareket olmanın çok ötesine geçmektedir. Gezi Parkı Direnişi‟nin kitlesel kompozisyonuna bakıldığında toplumun işgücünü satarak yaşayan bir kesimi, bunun işsiz parçası, iş bulduğunda bu kesime katılmayı bekleyen bir genç kuşağı içerdiği için öznenin sınıf kimliği daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Gezi Parkı Direnişi, üretim araçlarına sahip olmayanların, üretim araçlarını ellerinde bulunduranların sermaye hareketine karşı çıktığı için öncelikle politik bir eylemdir. Küresel bir dünyanın dolayısıyla da dünya kapitalist sisteminin bir parçası olan Türkiye‟deki siyasal çatışmaları tek başına ele almak ve sadece komplo olarak değerlendirmek gerçekliğin eksik okunmasına sebebiyet verebilecektir. Eylemin politik hedefi Ak Parti İktidarına karşı olmaktan çok, onun temsil ettiği neoliberal ekonomi ve siyaset pratiklerinin bütününe karşıdır. Bu minvalde, Gezi Parkı Direnişi‟nin ülke içi siyasi çatışma ve uluslar arası bağlamları ile birlikte değerlendirirken, tüm bu siyasi sahayı doğuran alt yapı unsuru olan kapitalist ekonominin de nasıl bir zemin hazırladığına dikkat çekmek gerekmektedir. Neoliberal ekonomi politikaların yarattığı eşitsiz dünyadan artık tüm halkların rahatsız olmaya başladığına dikkat çeken Wallerstein, Orta Doğu ve Türkiye‟de gerçekleşen bu halk isyanlarını dünyanın diğer ülkelerinde gerçekleşen hareketlerle birlikte değerlendirmiş, bu hareketleri, bölgesel değil küresel bir zemine oturtmuştur. Artık Amerikalı, İspanyol, Arap, Türk hangi ülke vatandaşı olursa olsun insanlar bu küresel kapitalizmin doğurduğu eşitsizliğe halklar olarak isyan etmektedir. Gerek Arap Baharı gerekse Gezi Parkı Direnişi Orta Doğu‟ya ilişkin uluslar arası politikaların bir sonucu olarak değil de topyekûn neoliberalizme ve onun ürettiği sosyal ve siyasal yapılara 189 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 karşı bir tepki olarak değerlendirilebilirse, hoşnutsuz halkların taleplerine yönelimli politikaların üretiminde ve toplumsal uzlaşmada daha anlamlı mesafeler kat edilebilecektir. Kaynaklar Akgöz, G. ve A., Topal (2014), “Adam Hanieh ile Ortadoğu Ayaklanmalarının Ekonomi Politiği Üzerine Söyleşi”, Praksis, çev. Mert Karabıyıkoğlu, Sayı:34, s:121-134. Alpman, P. S. (2013), “Gezi Parkı: Şehir Hakkı Tartışmaları ve Sosyolojinin Savunulması”. 8. Ulusal Sosyoloji Kongresi. Muğla, s:375-382. http://www.sosyolojikongresi.org/ekitap/Cilt%203.pdf [Erişim tarihi: 6/06/2015]. Aslan, N. (2013), “Gezi Aynasında Türkiye İşçi Sınıfının Yeni Profili ve Görevler”, Türk Tabipler Birliği Mesleki Sağlık ve Güvenlik Dergisi, s: 35-50, erişim adresi: http://www.ttb.org.tr/msg/images//files/dergi/4950/49-50.pdf, erişim tarihi: 09.08.2015. Ayata, S. (2014), „‟Buyurganlığa ve Yasakçılığa Karşı Direniş: “Gezi Hareketi”, Gazi Üniversiteli Öğretim Üyeleri Derneği Akademik Bülten, ”, Cilt 12, Sayı 1, 2226, http://www.gaziuniversiteli.org/bulten/20141/07_S.%20Sencer%20AYATA.pdf [Erişim tarihi: 20/04/2015]. Boratav, K. (2013), “Korkut Boratav, Gezi Direnişi‟ni değerlendirdi: Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”22 Haziran 2013. http://www.sendika.org/2013/06/heryer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsizdolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/ [Erişim tarihi: 24/06/2015]. Doğan, A. E. (2013), “Hegemonya Krizine Geri Dönülürken Tarihsel Momentin Gerekleri”, Praksis, Ağustos 2013, s:95-104. Doğan, A. E. (2014), “21. Yüzyıl İsyan Hareketlerinin Tarihselliği: Neoliberal Çitleme Dalgası, Müşterekler ve Yeni kamu Uzamı Çerçevesinde Bir Değerlendirme”, Praksis, sayı: 34, s:57-82. Ertan, B. (2014), Gezi Parkı Direnişi ve Yeni Türkiye, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt:12 Sayı:47 Yaz: 2014, s: 58-77. Ete, H. ve C. Taştan, (2013), „‟Kurgu ile Gerçeklik Arasında Gezi Eylemleri‟‟, SETA. Göle, N. (2013), “Gezi: Bir Kamusal Meydan Hareketinin Anatomisi”, CHP Çankaya İl Başkanlığı Gazetesi, 7. Sayı. http://t24.com.tr/yazarlar/nilufer-gole/gezi-birkamusal-meydan-hareketinin-anatomisi,6824 [Erişim tarihi: 26/06/2015]. Görkem, K. (2015), David Harvey'le Gezi Direnişi'nden Kapitalizme ve Çelişkilere Dair, 04.06.2015, http://t24.com.tr/k24/yazi/harvey,222, erişim tarihi: 22.07.2015. Hanieh, A. (2013), “Ortadoğuya Dair Asıl Mesele, Hiçbir „Sosyal Demokrat‟ Seçeneğin Olmamasıdır”, Gezi Direnişi Üzerine Düşünceler, ed.Özay Göztepe, Ankara: NoteBene Yayınları, s: 129-139. İnal, K, (2013), “Gezi: Tanım, Failler ve Roller”, Gezi, İsyan, Özgürlük: Sokağın Şenlikli Muhalefeti (Der. Kemal İnal), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 190 Polat, F., 2015, “Apolitik Eylemcilerin Politik Eylemi: Gezi Parkı Direnişi” İnsel, A. (2014), Muktedire Karşı Dayanışma, 31.05.2014, http://www.radikal.com.tr/radikal2/muktedire_karsi_dayanisma-1194936, [Erişim tarihi: 03/07/2015]. Keyder, Ç. (2012), Yeni Orta Sınıf. Bilim Akademisi Derneği 34(179/148), s:1-4. http://bilimakademisi.org/sites/default/files/duyuru/Yeni%20Orta%20Sınıf.pdf tarihi: 16/04/2015]. Keyder, [Erişim Ç. (2013), http://konusakonusa.org/2013/09/05/gezi-parki-protestolaribaglaminda-yeni-orta-siniflar-neo-liberal-donusum-ve-yoksulluk/ [Erişim tarihi: 01/07/2015]. KONDA (2014), Gezi Raporu. Toplumun Gezi Parkı Olayları Algısı, Gezi Parkındakiler Kimlerdi?. 5 Haziran 2014, s: 5-11, http://www.konda.com.tr/tr/raporlar/KONDA_GeziRaporu2014.pdf [Erişim tarihi: 20/05/2015]. Koşar, A. (2013), „‟Gezi Direnişi, Sınıf ve Toplumsal Hareketler‟‟, http://www.academia.edu/4700750/Gezi_Direni%C5%9Fi_s%C4%B1n%C4% B1f_ve_toplumsal_hareketler, [Erişim tarihi: 20/04/2015]. Kürkçü, E. (2013), “Gezi‟den Sonra….”, “Haziran Direnişi ve Doğrudan Demokrasi”, Direnişi Üzerine Düşünceler, ed.Özay Göztepe, Ankara: NoteBene Yayınları, s: 67-71. Lefebvre, H. (2000), “Right to the City”, Writings on Cities içinde, et al, Eleonore Kofman & Elizabeth Lebas, Oxford: Blackwell. MAZLUM-DER (2013), Taksim Gezi Parkı Olayları Raporu, yay. haz. Av. Ümran Sırımsı Candemir ve Av. Mehmet İzmir, MAZLUMDER İstanbul Şubesi, erişim adresi: http://istanbul.mazlumder.org/webimage/gezi-parki-raporu-2013.pdf, erişim Tarihi: 11.02.2015. Özdek, Y. (2013), “Haziran Direnişi ve Doğrudan Demokrasi”, Direnişi Üzerine Düşünceler, ed.Özay Göztepe, Ankara: NoteBene Yayınları, s: 111-126. Özkul, B. (2014), “Gezi‟nin Küresel Boyutu: Ağ Toplumu ve Doğrudan Demokrasi Fikri”, Birikim, Sayı: 302, s: 34-42. Öztan, G. G. (2014), “Gezi Direnişi ile Kurulan Otantik Kamusallık ve Dayanışma Ruhu”, Praksis, sayı: 34, s:165-180. Özuğurlu, M. (2013), “Metin Özuğurlu, Gezi Direnişi‟ni değerlendirdi: Devrime hasret kalmış insanlık ve siyasetini arayan halk sınıfları…” 28 Haziran 2013. http://www.sendika.org/2013/06/metin-ozugurlu-gezi-direnisinidegerlendirdi-devrime-hasret-halkmis-insanlik-ve-siyasetini-arayan-halksiniflari/ [Erişim tarihi: 24/06/2015]. Polat, F. (2015), “Dünya Sistemik Krizinin Bir Parçası Olarak Gezi Parkı Direnişi”, Akademik Sosyal araştırmalar Dergisi, Yıl:3, Sayı:17, Eylül 2015, s: 97-117. Polat, F. ve A. Durmuş (2015), Immanuel Wallerstein Perspektifinde Arap Baharı, Konya: Çizgi Kitabevi. Saraçoğlu, C. (2014), Gezi Direnişi ve Müzmin Orta Sınıf Sorunu, 29.01.2014, http://bilimsol.org/bilimsol/blog/kenar-notlari/gezi-direnisi-ve-muzmin-ortasinif-sorunu, [Erişim tarihi: 07/06/2015]. SDE (2013), “Taksim Gezi Parkı Eylemleri”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/SDE%20Taksim%20Gezi%20Park%C4%B 1%20Raporu%20Haziran%202013.pdf, erişim tarihi: 24.07.2013. 191 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.177-192 SETA (2013), 2013‟te Türkiye, edt. Yılmaz Ensaroğlu, Hatem Ete, Bekir S. Gül, Erdal Tanas Karagöl, Ufuk Ulutaş, Siyaset, Ekonomi ve Toplum araştırmaları Vakfı, Sayı: 74. Ünlü Gök, S., (2014), “Politikayı Deneyimleyen Bir Toplumsal Hareket Olarak Gezi Direnişi”, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Dergisi, Cilt 2, sayı 1, Mart, s:75-92). Wallerstein, I. (2013), “Turmoil in Tunisia and Egypt: Beginning or End of the Revolutions?”, http://www.iwallerstein.com/turmoil-tunisia-egypt-beginningrevolutions/ Erişim: 10.10.2013. Yıldırım, Y., (2013), Sosyal Forum‟dan Öfkeliler‟e, İletişim Yayınları, Ankara. 192 Medya ve Kutuplaşma: Kutuplaşmanın Medyaya Yansımalarının, „Gezi Parkı Eylemleri‟ Üzerinden Değerlendirilmesi Esra Vona Kurt Okt. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi E-posta: esravonakurt@gmail.com Özet: Bu çalışma, ülke meselelerini ilgilendiren çeşitli konu ya da durumlar karşısında öngörülebilir tutumların alınmasını içeren ve konuyu değerlendirişte tarafsızlığın ve serinkanlılığın yitirilmesinden dolayı, durulan pozisyona göre önyargılı tutumları içeren kutuplaşma kavramının, Gezi Parkı Eylemleri üzerinden medyaya yansımalarını çözümlemeyi amaçlamaktadır. Haber metinleri üzerinden ve haber üretim süreci unsurlarından hareketle nicel bir çözümlemeyi içeren çalışmada, yurttaşların temel insan hakkı olan haber alma hakkının gazetelerin siyasi duruşlarına göre biçimlendiği ve iktidar/hükümet güçlerinin politikalarını ve söylemlerini benimseyen gazetelerle, iktidar/hükümet güçlerinin politikalarını ve söylemlerini benimsemeyen gazetelerin Gezi Parkı Eylemleri üzerinden öngörülebilir tutumlar aldıkları tespit edilmiştir. Bu veri, çalışmada ele alınan gazeteler çerçevesinde medyanın Gezi Parkı Eylemleri’ni ele alış biçimleri ve haberi kamuoyuna duyurma yapıları olarak iktidarın/hükümetin politikalarını ve söylemlerini destekleme (AKP yanlısı) ve iktidarın/hükümetin politikaları ve söylemlemlerine karşı (AKP karşıtı) tutumlar çerçevesinde söylemin yapılandırılmasıyla yeniden üretilmektedir. Anahtar Sözcükler: Haber, kutuplaşma, siyaset, Gezi Parkı, içerik analizi Media and Polarization: Evaluation of the Representation of Polarization in the Media through the “Gezi Park Protests” Abstract: This study aims to evaluate the representation of the concept of polarization in the media through an analysis of the “Gezi Park Protests”, which includes the adoption of predictable behaviors across a variety of subjects or situations involving matters of national importance leading to a loss of impartiality during the assessment of events as well as prejudiced attitudes towards opposing opinions. This study, which Bu makale yazarın ‗Kentsel Hareketlerden Gezi Parkı Eylemleri‘nin Yazılı Medyada temsili‘ (Süleyman Demirel Ünversitesi Sosyal Bilimler Enstitu ̈su ̈ Sosyoloji ABD , Isparta 2015) adlı doktora tezine dayanmaktadır. Vona Kurt, E., 2015, ―Medya ve Kutuplaşma: Kutuplaşmanın Medyaya Yansımalarının, ‗Gezi Parkı Eylemleri‘ Üzerinden Değerlendirilmesi‖, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.193-223 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 aims for a quantitative analysis of news texts and production processes of news reports has determined that the fundamental human right of citizens to receive information has been shaped by the political discourse adopted by newspapers that are in favor of the current Governmental forces or alternatively by news outlets adopting rhetoric opposed to the current Government. It can be said that these news outlets have adopted predictable stances which is manifested through their approach to the “Gezi Park Protests”.Information regarding the Gezi Park Protests which is used within the framework of newspapers is re-produced, configured and publicized based on attitudes that are either in favor of government policies and statements (pro-AKP) or against (anti-AKP) government policies and statements. Keywords: News, polarization, politics, Gezi Park, content analysis Giriş Türk siyasi yaşamını son yıllarda analiz eden tüm çabaların (Mardin, 1990; Kahraman, 2008; Karpat, 1996; Keyman, 2008; Ergil, 2000) üzerinde uzlaşmaya vardığı bir kavram olan kutuplaşma, siyasi partiler arasındaki mücadeleyi kavramsallaştırmaktadır. Gerçekten de son 5 yıl içinde yapılan seçimler göz önüne alındığında; 2010 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri, 2011 Genel Seçimler, 2014 Yerel Seçimler, 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 7 Haziran 2015 Genel Seçimler, 1 Kasım 2015 Genel Seçimler, siyasi parti liderlerinin oylarını konsolide edebilmek için kutuplaştırma siyasetine başvurdukları gözlemlenmekte ve bireyler de bu kutupların birer tarafı haline gelmektedir. Safları sıklaştırarak seçimlerde başarı yakalamak adına siyasi söylemlerde başvurulan siyasi kutuplaşma, özellikle ülke meselelerini ilgilendiren çeşitli konu ya da durumlar karşısında öngörülebilir tutumların alınmasını içermektedir. Kutuplaşmış bir siyasal yapı içerisinde herhangi bir olay ya da konuyu değerlendirişte tarafsızlığın ve serinkanlılığın yitirilmesinden dolayı, durulan pozisyona göre önyargılı olunduğu ve yapılan yorumların da bu önyargı ve pozisyondan kaynaklandığı varsayılmaktadır (Ağırdır, 2010: 2).Gelişmekte olan ülkelerde özellikle sosyal ve politik huzursuzluklarla ilişkilendirilen (Jones, 2001) kutuplaştırma, siyasi partilerin parti politikalarındaki yeniliklere indirgenen siyaset anlayışının bir sonucu olarak değerlendirilmekte ve partilerin demografik, ekonomik ya da sosyal değişikliklere adapte olma yeteneklerinin azalması nedeniyle kutuplaştırma siyasetine başvurdukları vurgulanmaktadır (Campante – Hojman: 2012, 79). Kutuplaşmış bir toplumsal yapı içinde olayları ya da durumları değerlendirişte tarafsızlığın yitirildiği en önemli alan olarak karşımıza medya çıkmaktadır. Kutuplaşmış siyasetin dağıtıcısı konumunda olan medya,bu atmosferintarafı, aracı ve yayılımı konusunda işlev görmesi nedeniyle önemli görülmektedir.Bireylerin politik görüşleri ve davranışları üzerinde medyanın yönlendirici etkisi olduğu düşünüldüğünde medya, kutuplaşma siyasetinin etkin bir aktörü olarak konumlanmaktadır.Bu temel gerekçelerden hareket eden bu çalışmada temel olarak kabul edilen argüman, medyanın en temel içeriği olarak kabul edilen haberlerin,yapılandırıldıkları (üretildikleri)ekonomik, 194 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ sosyal ve siyasal koşullardan bağımsız değerlendirilemeyecekleri ve varolan güç/iktidar ilişkilerinin yansıdığı metinler olduklarıdır (İnal 1996, s.29). Dolayısıyla çalışma, haberleri, siyasal kutuplaşmanın yansıdığı metinler olarak ele almaktadır.Bu temel görüşten hareketle çalışma, Haziran 2013 tarihinde İstanbul‘da Gezi Parkı‘ndaki ağaçların kesilmesini önlemek amacıyla küçük bir grup tarafından başlatılan ve kısa sürede tüm Türkiye‘ye yayılan Gezi Parkı Eylemleri üzerinden siyasal kutuplaşmanın medyaya yansımalarını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu yansımalar nicel içerik çözümlemesi tekniği ile, Cumhuriyet, Hürriyet, Sabah, Yeni Şafak, Sözcü ve Zaman gazetelerinin, Gezi Parkı Eylemlerinin başladığı 27 Mayıs 2013 tarihiyle etkisinin kaybolduğu 30 Haziran 2013 tarihleri arasındaki sayılarında çıkan haberler üzerinden, haber üretim sürecinde etkili olan profesyonel gazetecilik rutinleri çerçevesinde bir çözümlemeyi içermektedir. Kutuplaşma Kavramını Sorgulamak Kavram olarak kutuplaşma daha çok toplumsal yapı içinde birbirlerine karşıt olarak konumlanan gruplar arasındaki ideolojik, mezhepsel, etnik, dilsel ve kültürel gerilimlere işaret etmek için kullanılan bir ifadedir (Çağlar – Memmi, 2014:8). Kutuplaşma kavramı sözlük anlamı olarak ele alındığında ilkelerin, eğilimlerin ve görüşlerin çatışması ve karşıtlıkların eş zamanlı olarak var olmasını vurgulamaktadır (Fiorina – Abrams, 2008: 566). Bir başka tanıma göre ise kutuplaşma sağ – sol çatışmasından ziyade ideolojilerin iki uçta yoğunlaşmasını içerirken, uçlarda yer alan ideolojik kamplara orta zemin yaratabilecek olan merkeziyetçilerin azalması nedeniyle, karşıt gruplar içerisinde yer alması muhtemel bireyler arasındaki müzakere durumunun azalması olarak ifade edilmektedir (Epstein – Graham, 2007: 1). Yani kutuplaşma uzlaşma zemininden uzaklaşmayı ve zihinsel olarak ayrışmayı içeren bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Kutuplaşmanın oluşması çok çeşitli nedenlere bağlanırken, gelir eşitsizliği, ekonomik ve toplumsal koşullar, eğitim düzeyi, etnik ve dini kimlik farklılıkları bu nedenler arasında yer almaktadır (McCarty- Poole- Rosenthal, 2006:71; Epstein – Graham, 2007: 11-12). Bir ülkenin refah seviyesi ile kutuplaşma düzeyi arasındaki ilişkiyi inceleyen Dalton (2006:20), az gelişmiş demokrasilerde ve buna paralel olarak refah düzeyi düşük toplumlarda kutuplaşma seviyesinin, ileri demokrasinin kurallarının geçerli olduğu gelişmiş toplumlara göre daha yüksek olduğu bulgusuna ulaşmıştır. Bu çerçeveden değerlendirildiğinde kutuplaşmayı, toplumsal refah ve demokratik düzeyle ilişkilendirilmesi, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için daha da önemli bir kavram haline getirmektedir. Kutuplaşmayı gruplar üzerinden değerlendiren Estaban ve Ray (1994) kutuplaşmanın temel özelliklerini şu şekilde sıralamaktadırlar: Her grubun homojenleşme seviyesi kutuplaşmanın düzeyini arttıran bir unsurdur. 195 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Gruplar arası yüksek düzeylerde heterojenlik olmalıdır. Anlamlı büyüklükte grupların sayısı nispeten az olması gerekir (Esteban – Schneider, 2008:133). Bu sınıflandırmaya göre kutuplaşma grup içi homojenleşmeyi yaratırken, gruplar arası farklılıkları da arttırmaktadır. Bu durumda kutuplaşmadan söz edilebilmesi için homojen ve birbirinden ayrılmış grupların anlamlı bir büyüklüklerinin olması gerekmektedir. Grupların kendisini karşısında konumlandırdığı diğer grupla arasında var olan farklılıklar üzerinden tanımlaması, aynı zamanda gruplar arasında çatışmayı tetikleyici bir işlev görmektedir. Bu nedenle son tanımlamalara göre kutuplaşma, grup kimlikleri ve gruplar arasındaki yabancılaşmayla ilişkilendirilmektedir. Estaban ve Schneider‘a göre (2008:132), kutuplaşmış toplum içinde her bir birey kendi kimliğini karşıt grup üyeleri üzerinden tanımladığında, onlar kendilerini toplumsal ya da ideolojik olarak toplumun diğer üyelerinden farklı hissetmektedirler.Bu durum kutuplaşmanın çatışmayı arttırıcı bir etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır.Bu durum, bazı seviyelerde toplumsal barışı, gruplararası adaleti ve toplumsal güvenliği tehdit etme potansiyelini de bünyesinde barındırdığı için önemlidir (Bilgiç – Koydemir – Akyürek, 2014:164). Bu tanımlamalardan anlaşılacağı üzere kutuplaşma siyasi, etnik ve dini olmak üzere çeşitli boyutlarda karşımıza çıkmaktadır.Kutuplaşma tartışmaları içinde, demokratik siyasetin vazgeçilmez unsuru olarak kabul edilen siyasi parti kutuplaşması en çok tartışılanıdır. Siyasal partiler, seçimler yoluyla iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan ve bu nedenle de toplumsal yapı içinde çeşitli kesimleri içine alan organizasyonlardır. Her ne kadar geniş toplum kesimlerini kazanma amacını gütmelerine rağmen, siyasi partilerin özellikle belli bir oy potansiyeline sahip siyasi partilerin, kendi oy kapasitesini konsolide etmek için kutuplaşma siyasetine başvurdukları ve bu çerçevede de kendi kitlerini kenetleyecek politikalar izlediği bilinmektedir. Siyasi parti kutuplaşması olarak adlandırılan bu durum taraftarlık yaklaşımıyla ve belli ideolojiler yoluyla seçimlerde oy kaymasını önleyici bir etkiye sahip olmasından dolayı siyasi hayatı yönlendirme potansiyeline sahiptir. Siyasi partilerin kutuplaşmasını Jones (2001:126), iki parti arasındaki keskin bir bölünmeyi ve ayrışmayı ön plana çıkararak açıklamaktadır.Partilerin gerek programları gerekse politikaları üzerinden aşırı düzeydeki karşıtlığı Jones‘a göre parti kutuplaşmasına işaret etmektedir.Dolayısıyla partiler arasındaki uzlaşma mekanizmalarının azalmasına ve ideolojik düzlemde partiler arasında derin ayrılıklara işaret eden kutuplaşma kavramı, demokrasi mekanizmaları içerisinde fikirler üzerinden de derin bir ayrışmayı temsil etmektedir (Testa, 2010:3). Dolayısıyla siyasi kutuplaşmayı, hem partileşme, hem siyasi partilerin izlediği politikalar hem de bu politikaların vatandaşa yansıması olarak değerlendirmek mümkündür (Bilgiç-Koydemir-Akyürek, 2014:166). Daha çok sınıfsal ve ekonomik gerekçelerle ilişkilendirilen kutuplaşmaya ilişkin Sani ve Sartori (1983: 329) parti sistemindeki kutuplaşmaların üzerinde ideolojik 196 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ sağ-sol ayrışmasının etkisi olabileceği gibi bundan daha belirleyici olarak dinsel, dilsel, etnik, alt-kültürel, merkez/çevre gibi faktörlerin etkili olduğuna dikkat çekmektedirler.Günümüzdeki kutuplaşma eksenleri ise insan hakları, terörizm, sivil savaş, göç, ayrımcılık, nükleer enerji gibi konularla ilişkilendirilmektedir.(Dixit – Weibull, 2007:7351) Türkiye‟de Kutuplaşmanın Dinamikleri ve Gezi Parkı Eylemleri Türkiye‘de kutuplaşma Edward Shils‘in 1961 yılında ortaya koyduğu merkez-çevre modeline göre çözümlenmekte ve incelenmektedir. Shils‘in (1961:117) modeli, her toplumun bir merkezi ve de bir çevresi olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Bu modele göre ―merkez‖, toplumsal ve siyasal nitelikli bir yapı olarak kavramlaştırılmakta ve toplumu yönetenlerin dayandığı değer, sembol ve inanç, düzeninin belirleyicisi olarak konumlandırılmaktadır. Başka bir ifadeyle merkez, mekan ve kurumların oluşturduğu bir yapı olarak değil, değer ve inançların oluşturduğu tinsel özelliklerin merkezi olarak tanımlanmaktadır. Shils‘in kuramıyla benzer özellikler taşıyan Şerif Mardin‘in ―merkez – çevre modeli‖, Türkiye‘deki siyasal yapıyı analiz eden temel bir modeldir. 1 Osmanlı İmparatorluğu döneminde simgesel düzeyde merkez ile çevre arasında ayrışmalar söz konusu olsa da, toplumsal yapının bütününde var olan değerler sistemi üzerindeki oydaşma derin toplumsal problemlere yol açmamıştır (Gülener, 2007: 36 – 37). Çünkü Osmanlı İmparatorluğu‘nda ―merkezi değerler sisteminin‖ temelini oluşturan İslam, sosyal unsurların bir arada yaşamasını sağlayan gevşek bir bağ olarak işlev görmüştür (Gönenç, 2006:133). Osmanlı‘dan devralınan ve merkezinde bürokratik elitlerin yani asker ve sivil bürokratların yer aldığı merkezi değerler sistemi, Türk devletinin kuruluşu sırasında merkez ile çevreyi birbirinden ayıran değerler olarak işlev görmüştür. Türk modernleştirici elitlerinin, Cumhuriyet‘in ilk yıllarında merkezdeki seçkinlerle çevredeki kitle arasında yaşanan gerilimde, merkezi değer sistemi olarak İslam‘ın yerine Kemalizmi ikame etmeye çalışması, bu yeni değer sisteminin çevrede yer alan bazı unsurlar tarafından reddedilmesine neden olmuştur (Gönenç, 2006:136). Kemalizmin yeni merkezi değer olarak işlev görmesi aynı zamanda Osmanlı‘nın tüm kurum ve kuruluşlarıyla birlikte reddedilmesiyle sonuçlanmıştır. Cumhuriyet‘in ilk yıllarında yeni Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluğun anti-tezi olarak kurgulanırken, Osmanlı ötekini, ilkelliği, geriliği, gelenekselliği, despotizmi, 1 Osmanlı ―çevre‖sinin merkezden yabancılaşmasının yeni bir kentsel biçimi olarak Patrona Halil İsyanı‘nı (1730) gösterirken, bu isyanda resmi seçkinler grubuna karşı, büyük halk yığınlarından (esnaf ve zanaatkarlar) oluşan çevre arasında yaşanan çatışma, Türk siyasal yaşamını şekillendiren iki olgu olarak değerlendirmektedir.Bu çatışmada merkezin amacı devlet otoritesini sürdürmek ve bu otoriteyi toplumun çevre kesimlerinde egemen kılmaya çalışmakken, çevre de kendi değerlerini ve özerkliğini korumaya çalışmakta ve merkezi otoriteye karşı olumsuz bir bakış açısına sahip olmaktadır.Ayrıntılı bilgi için bkz.Mardin, 1990:39. 197 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 hurafeyi; Türkiye ise, ulusal egemenliği, sekülerliği, modernliği temsil eden varlık olarak sunulmuştur (Nişancı, 2002:124 – 125). Çok partili hayata geçişle birlikte merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde gerilim eksenleri yeniden tanımlanmıştır. Çok partili sistemle birlikte kendi içinde organize olmuş siyasal elit Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) etrafında birleşirken, heterojen ve dağınık grupları içine alan çevre Demokrat Parti (DP) etrafında toplanmıştır (Akgün, 2007:43). Kemalizmi içine alan merkezi değerler CHP tarafından savunurken, başlangıçta düşünce ve değer açısından merkezden çok da farklı olmasa da Demokrat Parti (DP), kendisini sistem içinde yeterince ifade edemeyen çevresel aktörler tarafından desteklenmiştir (Tuncel – Gündoğmuş, 2012:144). DP‘nin 1950 seçimleriyle birlikte iktidara gelmesi, o güne kadar merkezde yer bulamamış toplumsal kesimlerin kendilerini ifade etme olanağı bulmalarına neden olmuştur. O güne kadar dışlanmış politikalara maruz kalan Kürtler ve İslamcılar bu çevre unsurlardandır (Gönenç, 2006:139). Dolayısıyla DP‘nin iktidara gelmesiçevreyi merkeze taşırken, gerilim hattını da CHP‘nin temsil ettiği ―asker, sivil, bürokrat‖ ile DP‘nin temsil ettiği çevre unsurlar ile ―seçilmiş siyasetçiler‖ arasına çekmiştir.Bu süreç içinde DP hükümetleri kendi programları çerçevesinde bürokrasinin rolünü azaltmaya çalışırken, CHP‘yi oluşturan resmi seçkinler bu duruma güçlü bir direniş göstermişlerdir (Özbudun, 1995:17).Bu arada gerçekleşen 1960, 1971 ve 1980 askeri müdahaleleri merkez-çevre çatışmasının önemli bir göstergesi olarak değerlendirilirken, bu müdahaleleri ―yapısal müdahaleler‖ olarak değerlendiren Faroz Ahmad (1996), bu ara rejimlerin Kemalizm‘e dönüş anlamına geldiğini vurgulamaktadır (Dağtaş – Bilgiler, 2014:50). 1961 Anayasası‘nın ilanı merkez-çevre ikiliğine farklı bir nitelik kazandırmıştır. Bu atmosferde ordunun, merkezin en güçlü aktörü olarak varlığını koruması, merkezde önemli bir değişikliğin olmadığını gösterirken, asıl değişiklik çevre katmanında meydana gelmiştir (Gönenç, 2006:141). 1961 Anayasası‘nın görece sağladığı özgürlük ortamında yeni siyasi partilerin ortaya çıkması, merkez-çevre gerilimi yerini sağ-sol ideolojik kutuplaşmasına bırakmıştır. 1980 darbesinin ardından 1990‘lı yıllarda siyasal İslam yükselişe geçmiş (Refah Partisi) ve etnik kimlikler (HADEP ve MHP) politik hayata katılırken, 1995 ve sonrasında hakim kutuplaşma Refah Partisi (RP) ve diğer siyasi partiler arasında olmuştur (Kiriş, 2011:48). Çarkoğlu ve Hinich (2006:387), Türk parti sisteminde kutuplaşma alanını iki boyutla açıklamaktadır. Onlara göre, birinci boyut ideolojik rekabetin Batı geleneğiyle benzerlik gösterdiği ve sağ – sol kavramsallaştırmasıyla uyumlu olan, temelinde merkez-çevre kutuplaşmasının yer aldığı ve görece daha baskın olan laik partiler ile İslamcı partiler arasında yaşanmakta, ikinci boyut ise Türk ve Kürt kimlikleri çerçevesinde etnik temelli bir ayrışma olarak ortaya çıkmaktadır. Keyman da (2008:10) siyasal alanda çıkan yeni çatışma eksenlerini, 1923‘den bugüne merkez-çevre; 1950‘den bugüne sağ – sol; 1980‘den bugüne küresel – ulusal – yerel ve 2000‘den bugüne vatandaşlık – kimlik ekseni olarak belirlemekte 198 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ ve ―merkez-çevre ekseni + sağ – sol ekseni + küresel – ulusal – yerel eksen + vatandaşlık – kimlik ekseni‖ denkleminde ortaya çıkan toplumsal süreçlerden, taleplerden ve sorunlardan oluşan karmaşık, çok boyutlu, çok nedenselli ittifak ve çatışmaların yaşandığına dikkat çekmektedir. 2000‘li yıllar Türk siyasi hayatına Milli Görüş geleneğiyle giren ve 28 Şubat sürecinde iktidarın büyük ortağı olarak büyük darbe alan İslamcı gelenek içinde yeni arayışların başlamasına uygun bir zemin hazırlamıştır (Yıldız, 2004:5). Bu sorgulama içinden çıkan ve yenilikçi kimliği vurgulayan Adalet ve Kalkınma Partisi‘nin (AKP) 2002 yılında tek başına iktidar olması çevrenin merkezde konumlanma sürecinin de başlangıcını oluşturmaktadır. Başlangıçta AKP‘nin büyük bir koalisyonu bünyesinde barındırması, merkeze yakın konumlanan bir çevre partisi olduğu izlenimini yaratmıştır. Bu nedenle 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar AKP, merkezde olmasına karşın, merkezin belirleyici gücü olamamış, hükümette olmasına rağmen merkeze karşı muhalif söylemini sürdüren ve merkez gözünde de kabul edilebilir bir siyasi parti kimliğini kazandırmıştır. 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden oy oranını yüzde 34.3‘ten yüzde 46.6‘ya yükselterek (TÜİK, 2012:25) güçlü bir şekilde çıkan ve 28 Ağustos 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra ―…merkeze yerleşmeyi başaran çevre, daha önce kendisi için sorun alanı olan devletin üstünlüğünü ve toplum üzerindeki belirleyici gücünü çevrenin diğer aktörleriyle paylaşma yerine bu gücü tek başına kullanmayı yeğlemiştir‖ (Tuncel – Gündoğmuş, 2012: 148). Bu süreç içinde AKP Hükümeti‘nin uyguladığı neoliberal anlayış çerçevesinde özellikle siyasi ve ideolojik olarak kendine yakın sermaye gruplarına bir takım ekonomik fırsatlar sağlayarak kendi gücünü kemikleştirmeye çalıştığı görülmektedir. AKP iktidarının muhafazakarlığı daha çok dini eksenli bir muhafazakarlık şeklini alırken, başlangıçta liberal kaygıları göz önünde bulunduran bir iktidar görüntüsü veren AKP, giderek artan bir şekilde otoriter bir tarzla ve Sünni İslam referanslarla hareket etmeye başlamıştır (Özen – Avcı, 2013:35). Özellikle 2011 seçimlerinden üçüncü kez ve oyunu yükselterek çıkan ve bu anlamda da büyük bir zafer olarak adlandırılan seçim sonuçları ―…hükümetin muhafazakar hayat tarzı dayatmaları ve kamusallıklara yönelik neoliberal hücumunda gözünü karartmasına‖ (Doğan, 2014:94) neden olmuş ve siyasi iktidarın politikalarını belirleyen neoliberal, muhafazakar, otoriter ve liderin mutlak egemenliğine dayalı anti-demokratik yönetim tarzı, toplumun bazı kesimlerini içine alırken, bazılarını dışlamış ve memnuniyetsizlik yaratmıştır (Özen - Avcı, 2013:36). 2011 seçimlerinin ardından tüm temsil gücünü ve iradeyi şahsında toplayan bir lider figürünün yıllar içinde belirginleşmesi ve öne çıkmasıyla birlikte (Özen – Avcı, 2013:35) bireylerin özel yaşam alanlarını ilgilendiren konularda üretilen politikalar ―yaşam tarzına müdahale‖ olarak değerlendirilmiş (kürtaj, üç çocuk, alkol düzenlemesi gibi) ve özellikle seküler yaşam tarzına sahip, geçmişin merkezini oluşturan orta ve üst orta gelir grupları arasında bir tepkiye neden olmuştur. Gezi Parkı Eylemcileri‘nin devleti ele geçirmek değil, devletin demokratikleşmesi ve temel özgürlükleri tanımasını sağlamak 199 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 olduğunu belirten Keyder (2013:3), eylemlerin ortaya çıkış nedenini bireysel temel yurttaşlık haklarını önemsemeyen kesimlerin toplumda ağırlık kazanması ve siyaset kanallarının kapalı olmasına dayandırmaktadır. Gezi Parkı Eylemleri, tarih boyunca merkezde yer alan ve AKP iktidarıyla birlikte çevrenin merkeze yerleşmesiyle adaletsizlik algısını yaşayanların itirazı olarak ortaya çıkmıştır. Gezi Parkı Eylemleri, ―spesifik bir kent mekanının neo-liberal politikalar doğrultusunda ekonomik kazançlara tahvil edilmesine karşı çıkan bir kent protestosu‖ (Özen – Avcı, 2013:32) olarak başlayan ve çevreci bir eylem olma özelliğinin ötesine geçerek kitleselleşen ve sivil bir direniş halini alan bir halk hareketidir (Sallan Gül – Sezer – Nizam, 2015). Toplumsal hareketlere ilişkin alan yazınında yaygın kitle hareketlerinin en önemli tetikleyicisi olarak eyleme katılanların ya da destekleyenlerin siyasi otoritenin kendilerine karşı adaletsiz bir tutum sergiledikleri yönündeki algıları oluşturmaktadır (Fireman, 1977:9). Adaletsizlik çerçevesi olarak adlandırılan ve eyleme katılanlar tarafından desteklenen bu çerçeve, ―protestoya dahil olan kesimin kurguladığı ve hayat verdiği, eylemliliği önceleyen ve siyasi otoritenin söz konusu kesime karşı neredeyse yerleşik hale gelmiş bir haksızlığın faili olduğuna dair algıyı‖ (Doğan, 2014:93) ifade etmektedir. Bundan dolayıdır ki, 27 Mayıs 2013 tarihinde Gezi Parkı‘ndaki ağaçların kesilmesini önlemek amacıyla başlayan Gezi Eylemleri, özellikle polis müdahalesinin ardından ve polisin orantısız güç kullanması nedeniyle tüm Türkiye‘ye yayılmıştır. İsyan edilen ve karşı durulan ve buna paralel olarak oluşan kitlesel tepkinin başlangıcı kentsel dönüşüm projesine yönelikken, eylemin başlangıcında duyulan bu hassasiyet, özellikle iktidar/hükümet kaynaklarından gelen sert açıklamalarla toplu bir itiraza dönüşerek iktidar/hükümet kaynaklarının sadece kentlere yönelik değil tüm politikalarına yönelik hale gelmiştir. Çünkü iktidarın kentsel politikasından ve uygulamalarından memnun olmayanların taleplerini anlama çabasının bulunmaması, siyasal gücün tek karar verici olarak kararlarının sorgulanamaması ve eleştirenlerin kötü niyetli kişiler olarak nitelendirilmesi (Ökten – Kurtarır – Çekiç, 2013: 49), eylemlerin başlangıcında iktidarın müzakere çabası içinde olmaması, küçük bir eylem olarak başlayan Gezi Parkı Eylemleri‘nin büyümesine ve kitleselleşmesini sağlayan nedenlerdendir. Protestolar çerçevesinde ifade edilen toplumsal talepler, Gezi Parkı‘na özel spesifik taleplerin yanı sıra kişisel hak ve özgürlüklere ilişkin talepleri içermektedir. Hak ve özgürlüklerin kısıtlanmaması, farklı tercih ve yaşam tarzlarına alan açılması, belli ideolojiler doğrultusunda toplumsal mühendislik yapılmaması, toplumun karar alma mekanizmalarına katılımının sağlanması ve otoriter yönetim tarzına son verilmesi, kent mekanlarının rant yaratma amaçlı müdahalelere konu olmaması, sermayenin çıkarlarına mutlak öncelik verilmesinden vazgeçilmesi ve çevre tahribatının önlenmesi Gzei Parkı Eylemleri‘nde ileri sürülen taleplerden bazılarıdır (Özen - Avcı, 2013:37 – 38). 200 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ Dolayısıyla Gezi Parkı Eylemleri çevre tahribatına ve kamusal mekanların toplumsal katılım olmadan özelleştirilmesine karşı itirazla başlasa da 10 yıllık iktidar süreci içinde AKP hükümetinin neoliberal politikalarına, otoriter yönetim tarzına, toplumu kendi ideolojisi çerçevesinde muhafazakar/dindar bir topluma dönüştürme politikalarına ilişkin seküler yaşam tarzına sahip orta ve üst orta gelir grubuna sahip vatandaşların bir itirazını ve memnuniyetsizliğini içermektedir. Başka bir ifadeyle Gezi Parkı Eylemleri, kendini sekülerlik ve modernlik üzerinden tanımlayan iktidar/hükümet karşıtlarının, iktidar/hükümet güçlerine ve politikalarına bir itirazı içermektedir. Siyasal Kutuplaşmada Medyanın Etkisi Siyasi ve toplumsal yapı içinde gerek ekonomik gerekse siyasi, dinsel, etnik ve mezhepsel alanlarda yaşanan kutuplaşmaların yansıdığı ve yayılımınının sağlandığı alanlardan biri de medyadır. Daha doğrusu medya kuruluşları oluşturdukları haber içerikleriyle, yaşanan durum ve konuları ele alış biçimleriyle siyasi ve toplumsal düzeyde yaşanan kutuplaşmanın itici gücü olma potansiyeline sahiptir. Demokratik sistemlerde medyadan kamuoyunu haberdar etmesi ve özellikle siyasi mekanizmaları denetleme işlevini çoğulcu sistem içinde gerçekleştirerek, toplumsal gerçekleri ve görüşleri geniş bir yelpazede sunarak kamuoyunda serbest düşünce pazarının oluşmasına katkı sağlaması beklenmektedir. Ancak, liberal (pluralist) medya kuramlarının bu iddiası günümüzde pek de geçerli görülmemektedir. Çünkü haber metinlerinin toplumsal gerçekliği bir ayna gibi yansıttığı düşüncesi bir metafordan öteye gitmeyen bir ideal olarak karşımıza çıkmakta, aslında medyanın toplumsal gerçekliği belirli ideolojiler çerçevesinde toplumsal rıza ve uzlaşmayı sağlayacak şekilde inşası söz konusu olmaktadır. Bu nedenle medya kuruluşları tarafsız enformasyon sağlayıcı kurumlar olarak değil, belirli politika seçeneklerini reddeden ya da destekleyen, sürekli meydana gelen olayları değerlendiren, yorumlayan ve bilgiyi yapılandırma ve seçme yoluyla siyasi süreçte aktif rol alan kuruluşlardır (Page, 1996:20). Medyada haberler dolayımıyla aktarılan enformasyonlar siyasi kararları, siyasi aktörlerin icraatlerini, belirli politika seçenekleri çerçevesinde değerlendirmekte, yargıda bulunmakta ve böylece varolan seçeneklerin biçimlendirme sürecini desteklemektedir. Dolayısıyla haberler belirli düzeylerde rasyonalite temelinde okuyucuların/izleyicilerin/alıcıların siyasi kararlarını, toplumsal yapı içinde gerçekleşen olayları, konuları ve sorunları değerlendirme biçimlerini etkileyebilme gücüne sahiptir (Eilders, 2002:28). Bu nedenle siyaset alanında karşılaşılan kutuplaşmanın medya üzerinden analiz edilmesi ve aynı zamanda medyaya yansımalarının değerlendirilmesi önemli görülmektedir. Çünkü medya ülkenin yönetim mekanizmasında yer alan siyasilerin, iktidar ve hükümet kaynaklarının görüş ve fikirlerinin kamuya iletilmesinde birincil araçlar olarak işlev görmektedir. 201 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Kutuplaşma ve medya ilişkisini araştırma konusu edinen çalışmalardan bazıları medya ile kutuplaşma arasında ilişki olduğuna dair kanıt bulmasına rağmen (Adams vd., 1985; Bimber - Davis, 2003; Druckman - Parkin, 2005; Jones, 2002; Lavine, Borgida - Sullivan, 2000; Mendelsohn Nadeau, 1996; Stroud, 2007; Taber - Lodge, 2006), bazı çalışmalarda ise böyle bir kanıt bulunamamıştır(Ball-Rokeach, Grube-Rokeach, 1981; Paletz, Koon, Whitehead - Hagens, 1972). Ancak araştırmalar herhangi bir siyasi görüşü ya da partiyi destekleyenlerin kendi görüşlerine yakın medya yayınlarına maruz kalmasıyla kutuplaşma arasında bir ilişkinin olduğunu ve bireylerin kendi görüşlerini savunan medya tüketimi arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir (Jones, 2002; Stroud, 2007; Sunstein, 2001).Yani bireyler kendi siyasi görüşlerini destekleyen medya yayınlarına maruz kaldıklarında, kendi görüşlerini destekleyen bilgi sağladıkları için kutuplaşma üretilmektedir (Stroud, 2010:558). Literatürde seçici maruz kalma olarak adlandırılan bu kavram teorik olarak insanların inançlarına rehberlik eden medya seçimlerini içermektedir. Klapper (1960:19 - 20), insanların kendi düşüncelerini desteklemeyen medya çıktılarından kaçtıklarını, ilgileri ve düşünceleriyle uyum içinde kitle iletişimi ürünlerini tercih etme eğiliminde olduklarını belirtmektedir. Buna karşılık Kinder (2003:369), bireylerin kendi siyasi eğilimlerini güçlendirecek kitle iletişim yayınlarını aramadığına dikkat çekmektedir. Bu görüşün tam tersini savunan Jonas ve arkadaşları (2005:978), insanların yeni bilgi aradıkları zaman sıklıkla kendi inançlarını önceleyen eğilim içinde yanlı davrandıklarını ve beklentilerini ya da arzu ettikleri sonuçlar çerçevesinde hareket ettiklerini belirtmektedir. Seçici maruz kalma olarak kavramsallaştırılan ve bireylerin kendi siyasi görüşlerini destekleyen medya içeriklerinin bireysel siyasi tutumları etkileyebilme gücü, iki düzeyde tartışılmaktadır.Birinci düzey ideolojik etki olarak adlandırılırken, bu etki sağ –sol ayrımı ya da liberal - muhafazakar ayrımı şeklinde sınıflandırılan ve yatay düzlemde gerçekleşen bir etki olarak kavramsallaştırılmaktadır. İkinci düzey olan siyasi motivasyon etkisi ise, ideolojik düşünceleri dikey düzlemde yakalamaktadır. Dolayısıyla ideolojik etki, medya mesajlarına maruz kalan yurttaşların ideolojik görüşlerinin kutuplaşmasına ya da kutuplaşmamasına katkıda bulunurken, medyanın siyasi motivasyon etkisi görüşlerin kutuplaşmasını güçlü bir şekilde etkileme gücüne sahiptir. Bireylerin yüksek ya da düşük düzeyde siyasi içeriğe maruz kalması, siyasi enformasyon ve siyasi parti politikalarına angaje olmanın seviyelerini etkileyebilecek hususlardır. Dolayısıyla siyasi içeriğe maruz kalma ve desteklenen görüşler etrafında biçimlenen medya seçimleri zihinsel düzeyde ayrışmayı yaratabilecek güce sahiptir. Dolayısıyla politik tercihlerin yoğunluğu ve partizanlığın boyutu siyasi motivasyonla doğrudan ilişkiliyken, motivasyondaki artan boyuttaki değişiklik demokratik seçimlerin ideolojik kompozisyonunu değiştirecek güce sahiptir (Campante – Hojman, 2013:80). Medyanın kutuplaşmayla ilişkisi farklı medya tipleri açısından, o araçların sahip olduğu özelliklerin ve teknolojiler bakımından da 202 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ farklılaşmaktadır. Şöyle ki; İnternet, bireylere siyasi eğilimleri yadsıyan ya da tamamlayan enformasyonla karşılaşma olanağı sağlamaktadır. Özgür bir seçim olanağının olduğu internette bireyler, online içerik içinde kendi savundukları görüşle mücadele eden ya da kendileriyle hemfikir oldukları görüşleri arayıp aramadıkları bilinmemektedir. İnternet, farklı bakış açılarını araştırmak için de kullanılabilirken, Stromer ve Galley‘in (2003) araştırmalarına göre İnternet kullanan insanların siyasi tartışma konularında farklı görüşleri duymaktan hoşlandıklarını bulmuşlardır.Buna karşılık radyo, televizyon ve gazetenin kullanımı insanların farklı siyasi içeriği seçme yeteneğini sınırlandırma olasılığı bulunan geleneksel kitle iletişim araçlarıdır.Birçok toplumda insanlar tek bir gazete okumakta ve yaşadıkları toplumdan ve hayattan memnun olsunlar ya da olmasınlar kendigörüşlerini destekleyen, kendileriyle hemfikir oldukları gazeteleri takip etmektedirler (Stroud, 2008:347). Dolayısıyla bu durumda medyanın yayıncılık anlayışı belirleyici bir etkiye sahiptir.Herhangi bir siyasi görüşe angaje bir yayıncılık anlayışı benimseyen medya kuruluşlarının bu noktada siyasi kutuplaşmanın yanı sıra toplumsal bir kutuplaşmaya da zemin hazırlayabilecek potansiyele sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle medyanın kullandığı haber kaynaklarından, ele aldığı haber temalarına kadar haberleştirilen konuyu kamuoyuna nasıl sunduğu, hangi parametrelere öncelik verdiği önemli görülmektedir. Bu nedenle çalışmada farklı bakış açılarına sahip gazeteler üzerinden Gezi Parkı Eylemleri‘nin haber üretim süreci (kriterleri bağlamında kamuoyuna nasıl sunulduğu ve bu sunum tarzında kutuplaşmanın olup olmadığı medya üzerinden analiz edilmeye çalışılmıştır. Yöntem Birincil veri kaynağınının kullanıldığı çalışmanın veri toplama tekniği, nicel içerik çözümlemesi olarak belirlenmiştir.Nicel içerik çözümlemesi ―iletişim içeriğinin objektif, sistematik ve nicel tanımının ortaya konmasını‖ (Berelson, 1952:18) sağladığı için tercih edilmiştir. Çalışmada, amaçlı örnekleme tekniği ile belirlenmiş çalışma kümesiyle çalışılmıştır. Buna göre, Gezi Parkı Eylemleri‘nin başladığı ilk gün olan 27 Mayıs 2013 tarihiyle, hareketin etkisinin kaybolduğu 30 Haziran 2013 tarihleri arasında Türkiye‘de değişik yelpazelerde yayın hayatına devam eden 6 ulusal gazetede (haftasonları da dahil olmak üzere) Gezi Parkı Eylemleri ile ilgili yayınlanan tüm haberler, köşe yazıları ve yorumlar araştırma kapsamına dahil edilmiştir. Seçilen gazeteler, ideolojik görüşleri, etki kapasitesi ve iktidar/hükümet güçlerinin politikalarını destekleyip desteklemedikleri gözönünde bulundurularak belirlenmiştir. Dolayısıyla çalışmaya Zaman, Hürriyet, Sözcü, Sabah, Yeni Şafak ve Cumhuriyet gazeteleri dahil edilmiştir. 203 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Tablo 1: Haber Kaynak Analizi2 Gazete adı Zaman Tiraj Dünya görüşü 1.048.956 Hürriyet 397.341 Sözcü 378.344 Sabah 312.105 Yeni Şafak 105.941 Cumhuriyet 63.219 Dini – muhafazakar/ İktidar-Hükümet kaynaklarının politikalarını destekleyen Liberal / Tarafsız olmaya çalışan Sol – ulusal/ İktidar – hükümet kaynaklarının politikalarına karşı Liberal / İktidarHükümet kaynaklarının politikalarını destekleyen Dini – muhafazakar / İktidar-Hükümet kaynaklarının politikalarını destekleyen Sol – ulusal / İktidar – hükümet kaynaklarının politikalarına karşı Yönlendirilmiş içerik çözümlemesi (kodlama kategorilerinin araştırma öncesinde ve sırasında oluşturulması) yaklaşımının benimsendiği çalışmada, kategori birimleri haberin üretim sürecinde etkili olan kriterler çerçevesinde belirlenmiştir.İçerik çözümlemesi kodlama yönergesinin güvenilirliği iç tutarlık testiyle sınanarak, kodlama yönergesinin güvenilir 3 olduğu tespit edilmiştir.Kodlama sonuçları Sosyal Bilimler İçin İstatistik Yazılım Programı (Statistical Software for Social Science – SPSS) yoluyla değerlendirilmiştir. Bulgular Araştırma kapsamına dahil edilen gazeteler haberüretim sürecine etki eden faktörler çerçevesinde değerlendirilmiştir. 2 Gazete tirajları ―Dördüncü Kuvvet Medya‖ internet sitesinde 03 – 09 Haziran 2013 tarihleri arasında yayınlanan tiraj raposundan alınmıştır. 3 Neuendorf‘un (2002:149) formülüne göre; Güvenilirlik: A/N. Bu formüle göre A görüş birliğine (agreement) varılan verileri kapsarken, N kodlanan toplam yönerge sayısını ifade etmektedir. Farklı zamanlarda yapılan kodlamalarda görüş birliğine varılan ve tutarsız sonuçlar formüle uygulandığında kodlayıcının iç tutarlılığına ait güvenilirlik .80 olarak bulunmuştur. Krippendorff (2004:216) buişlem sonucunda .80 ve üzeri bir değerin güvenilir kabul edildiğine dikkat çekmektedir. Bu anlamda çalışmada kullanılan veri toplama tekniği bu ölçüler içinde yer aldığından güvenilir bir araç olarak değerlendirilmektedir. 204 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ Haber Değeri Gezi Parkı Eylemleri‘ni gazetelerin gerek haber sayısı, gerekse haberleri yayınladıkları sayfa ve sayfa içindeki konumlarına göre çözümleme, bir haberin gazeteler açısından ne derecede haber değerine sahip olduğunun göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Tablo 2. Gezi Parkı Eylemleri‟ne İlişkin Haberlerin Gazetelere Göre Dağılımı GAZETE Sıklık Yüzde Cumhuriyet 887 24.9 Hürriyet 569 16.0 Sabah 421 11.8 Yeni Şafak 526 14.7 Zaman 349 9.8 Sözcü 815 22.8 3567 100.0 Toplam Tablo 2.de görüldüğü üzere Gezi Parkı Eylemleri‘ne tüm gazeteler geniş ölçüde yer vermiştir.Ancak veriler değerlendirildiğinde her gazetenin Gezi Parkı Eylemleri‘ne haber değeri açısından eşit önem vermedikleri söylenebilir. Bu veriler ışığında iktidar güçlerinin düşüncelerine ve politikalarına karşı oldukları bilinen Cumhuriyet ve Sözcü‘nün Gezi Parkı Eylemleri‘ni daha fazla gündemde tutma gayreti içinde olduklarını, iktidar güçlerinin düşüncelerini ve politikalarını benimseyen Sabah ve Yeni Şafak Gazeteleri‘nin ise eylemleri diğer gazetelere oranla daha düşük oranda gündemde tutmak istedikleri sonucuna varılabilir. Bu veriler üzerinde, Gezi Parkı Eylemleri‘nin iktidara karşı bir harekete dönüşmesinin de etkisi bulunduğu söylenebilir. Haber kaynakları ve haberin sunumu Haberin toplumsal gerçekliği inşa ettiği, yapılandırdığı ve böylece egemen iktidar yapılarını yayarak yeniden üretmesi anlayışının temelinde habercilerin, haberi yapılandırırken başvurdukları haber kaynaklarının önemi büyüktür. Çünkü gazetecilik ilkelerine gore haberin tarafsızlığını, nesnelliğini ve güvenilirliğini sağlayan unsur haber kaynaklarıdır. Profesyonel gazetecilik meslek rutinlerinden biri olarak değerlendirilen haber kaynakları, gazetecilerin haberi yapılandırırken kullandıkları en temel bilgi kaynağını oluşturmaktadır. Dolayısıyla haber oluşturulurken başvurulan haber kaynaklarının kimlerden oluştuğu haber içindeki anlamın oluşturulmasında da önemlidir. Gazeteciler profesyonel meslek hayatlarında belirli kaynaklara güvenilirlik atfederek, bu kaynakların söyledikleri her bilgiyi de sorgulamadan güvenilir bilgi olarak değerlendirerek haberleştirmektedirler (Akca, 2009:90).Başka bir ifadeyle toplumsal çıkarları bütünleştirebilmek için bazı görüş ve değerler kabul 205 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 edilebilirlik sınırları içinde tanımlanırken, diğerlerinin meşru olmayanlar biçiminde tanımlanması gerekmektedir (Shoemaker - Reese, 1997:103). Dolayısıyla haberde bazı haber kaynaklarına güvenilirlik atfedilmekte dolayısıyla ta toplumsal gerçeklik güvenilirlik atfedilen bu kaynakların açıklamaları doğrultusunda biçimlenmekte ve kamuoyu da konuyu ya da olayı tanımlanan bu çerçeve içinde algılamakta ve tartışmaktadır. Haber kaynakları, gazetecilerin resmi kaynaklara (devlet ve hükümet yetkilileri vb.) olan bağımlılığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu görüşe göre haber kaynağı olarak resmi kaynaklara bağlılık egemen güçlerden gelen içeriğin haberleştirilmesi anlamına gelmekte ve dolayısıyla da resmi haber kaynaklarına bağlılık, egemen ideolojinin sürdürülmesi, yayılması ve yeniden inşa sürecinin de bir parçası olarak değerlendirilmesi anlamına gelmektedir. Gazetecilerin resmi haber kaynaklarına bağlılığı mesleğin hızlı, güvenilir ve doğru bilgiyi anında ulaştırması gereken bir sektör içinde faaliyet göstermesiyle de açıklanmaya çalışılmaktadır. Ancak resmi kaynaklara atfedilen güvenilirlik ünvanı, resmi olmayan kaynaklar için de güvenilmez ya da doğruluğunun ispat edilmesi gereken haber kaynakları sınıflandırmasını beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla iktidar olarak belli bir güce sahip olanların haberler yoluyla kamuoyunu ulaşma olanağı söz konusuyken, daha güçsüz konumda bulunanların da bu hakkının elinden alınması ya da ulaşamaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle haberde resmi haber kaynaklarına olan bağlılık, beraberinde kitle iletişim araçlarına ve dolayısıyla da kamuoyuna ulaşma anlamında bir adaletsizliği yaratarak, egemen güçlerin lehine işleyen bir süreç olarak işlev görmektedir. Tablo 3. Cumhuriyet ve Sözcü Gazeteleri‟nin Kullandığı Haber Kaynağı Dağılımı ve Sunumu Gazete Haberin Kaynağı Negatif Ton Nötr Ton Pozitif Ton Toplam Cumhuriyet Göstericiler 66 (13.6%) 18 (17.5%) 156 (52.2%) 240 (27.1%) Uluslararası Medya 15 (3.1%) 0 (0.0%) 12 (4.0%) 27 (3.0%) Ulusal Medya 16 (2.5%) 2 (1.0%) 2 (2.0%) 20 (2.5%) İstanbul Kent Yönetimi 11 (2.2%) 9 (8.8%) 20 (6.6%) 40 (17.6%) Esnaf 0 (0.0%) 0 (0.0%) 1 (0.3%) 1 (0.1%) Sosyal Medya 0 (0.0%) 0 (0.0%) 1 (0.3%) 1 (0.1%) Gezi Parkı Komitesi 12 (2.5%) 3 (2.9%) 5 (1.7%) 20 (2.3%) Yabancı Ülkelerden Gelen Açıklamalar 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0) 0 (0.0) Cumhurbaşkanı 0 (0.0%) 3 (2.9%) 3 (1.0%) 6 (0.7%) 155 (32.0%) 35 (34.0%) 6 (2.0%) 196 (22.1%) 33 (6.8%) 4 (3.9%) 16 (5.4%) 53 (6.0%) 75 (15.5%) 8 (7.8%) 0 (0.0%) 83 (9.4%) İktidar – Hükümet Kaynakları Muhalefet Partileri Güvenlik Güçleri 206 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ Sivil Toplum Örgütleri 43 (8.9%) 3 (2.9%) 23 (7.7%) 69 (7.8%) Sanatçılar 12 (2.5%) 7 (6.8%) 24 (8.0%) 43 (4.8%) Toplumdaki Çeşitli Kesimler 25 (5.2%) 8 (7.8%) 22 (7.4%) 55 (6.2%) Uluslararası Örgütler 22 (4.5%) 3 (2.9%) 8 (2.7%) 33 (3.7%) 485 (100.0%) 103 (100.0%) 299 (100.0%) 887 (100.0%) Negatif Ton Nötr Ton Pozitif Ton Toplam 76 (16.0%) 8 (9.0%) 89 (35.6%) 173 (21.2%) Uluslararası Medya 25 (5.3%) 4 (4.5%) 12 (4.8%) 41 (5.0%) Ulusal Medya 20 (3.2%) 1 (1.1%) 2 (0.8%) 23 (2.8%) İstanbul Kent Yönetimi 9 (1.8%) 7 (7.9%) 3 (1.2%) 19 (2.4%)1 Esnaf 1 (0.2%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 1 (0.1%) Sosyal Medya 3 (0.6%) 0 (0.0%) 2 (0.8%) 5 (0.6%) Gezi Parkı Komitesi 5 (1.1%) 5 (5.6%) 1 (0.4%) 11 (1.3%) Yabancı Ülkelerden Gelen Açıklamalar 0 (0.0%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 1 (0.1%) Cumhurbaşkanı 1 (0.2%) 3 (3.4%) 3 (1.2%) 7 (0.9%) 160 (33.6%) 24 (27.0%) 14 (5.6%) 198 (24.3%) Muhalefet Partileri 32 (6.7%) 6 (6.7%) 13 (5.2%) 51 (6.3%) Güvenlik Güçleri 46 (9.7%) 6 (6.7%) 8 (3.2%) 60 (7.4%) Sivil Toplum Örgütleri 17 (3.6%) 3 (3.4%) 7 (2.8%) 27 (3.3%) Sanatçılar 17 (3.6%) 4 (4.5%) 45 (18.0%) 66 (8.1%) Toplumdaki Çeşitli Kesimler 42 (8.8%) 15 (16.9%) 44 (17.6%) 101 (12.4%) Uluslararası Örgütler 21 (4.4%) 2 (2.2%) 7 (2.8%) 30 (3.7%) 476 (100.0%) 89 (100.0%) 250 (100.0%) 815 (100.0%) Toplam Gazete Haberin Kaynağı Sözcü Göstericiler İktidar – Hükümet Kaynakları Toplam Cumhuriyet ve Sözcü Gazetesi‘nin verileri değerlendirildiğinde eylemin tarafı konumunda bulunan göstericilerle, iktidar hükümet kaynaklarına ait haberlerin sunumunda büyük farklılıklar görülmektedir.Göstericilere dayandırılan haberler yüksek düzeyde (Cumhuriyet %52.2, Sözcü %35.6) pozitif bir tonla sunulurken, iktidar hükümet kaynaklarına ait haberler (Cumhuriyet %32, Sözcü %33.6) negatif bir tonla kamuoyuna aktarılmaktadır.Bu çerçevede gazetelerin eylemi gerçekleştirenler lehine bir habercilik anlayışı benimsediği görülmektedir.Göstericileri olumlayan iktidarı olumsuzlayan bu tutum gazetelerin haberi yapılandırırken kullandıkları haber kaynaklarının kullanımına ve sunumuna yansımaktadır. 207 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Tablo 4. Hürriyet ve Sabah Gazetesi‟nin Kullandığı Haber Kaynağı Dağılımı ve Sunumu Gazete Hürriyet Haberin Kaynağı Göstericiler Uluslararası Medya Ulusal Medya İstanbul Kent Yönetimi Esnaf Sosyal Medya Gezi Parkı Komitesi Yabancı Ülkelerden Gelen Açıklamalar Cumhurbaşkanı İktidar – Hükümet Kaynakları Muhalefet Partileri Güvenlik Güçleri Sivil Toplum Örgütleri Sanatçılar Toplumdaki Çeşitli Kesimler Uluslararası Örgütler Toplam Gazete Sabah Haberin Kaynağı Göstericiler Uluslararası Medya Ulusal Medya İstanbul Kent Yönetimi Esnaf Sosyal Medya Gezi Parkı Komitesi Yabancı Ülkelerden Gelen Açıklamalar Cumhurbaşkanı İktidar – Hükümet Kaynakları Muhalefet Partileri Güvenlik Güçleri Sivil Toplum Örgütleri Sanatçılar Toplumdaki Çeşitli Kesimler Uluslararası Örgütler Toplam 208 Negatif Ton 34 (15.9%) 4 (1.9%) 1 (0.5%) 9 (4.2%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 3 (1.4%) 0 (0.0%) 1 (0.5%) 79 (36.9%) 16 (7.5%) 30 (14.0%) 11 (5.1%) 7 (3.3%) 14 (6.5%) 5 (2.3%) 214 (100.0%) Negatif Ton 50 (27.8%) Nötr Ton 47 (20.1%) 4 (1.7%) 1 (0.4%) 13 (5.6%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 5 (2.1%) 1 (0.4%) 3 (1.3%) 69 (29.5%) 15 (6.4%) 25 (10.7%) 8 (3.4%) 16 (6.8%) 19 (8.1%) 8 (3.4%) 234 (100.0%) Nötr Ton 34 (21.1%) Pozitif Ton 59 (48.8%) 2 (1.7%) 0 (0.0%) 14 (11.6%) 1 (0.8%) 0 (0.0) 3 (2.5%) 0 (0.0%) 6 (5.0%) 5 (4.1%) 4 (3.3%) 1 (0.8%) 4 (3.3%) 13 (10.7%) 5 (4.1%) 4 (3.3%) 121 (100.0%) Pozitif Ton 12 (15.0%) 7 (3.9%) 5 (2.8%) 6 (3.4%) 3 (1.7%) 0 (0.0%) 8 (4.4%) 0 (0.0%) 1 (0.6%) 47 (26.1%) 10 (5.6%) 17 (9.4%) 9 (5.0%) 1 (0.6%) 14 (7.8%) 2 (1.1%) 180 (100.0%) 1 (0.6%) 1 (0.6%) 7 (4.3%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 5 (3.1%) 0 (0.0%) 2 (1.2%) 44 (27.3%) 13 (8.1%) 24 (14.9%) 7 (4.3%) 6 (3.7%) 15 (9.3%) 2 (1.2%) 161 (100.0%) 1 (1.3%) 0 (0.0%) 12 (15.1%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 2 (2.5%) 0 (0.0%) 6 (7.5%) 20 (25.0%) 7 (8.8%) 3 (3.8%) 2 (2.5%) 0 (0.0%) 10 (12.5%) 5 (6.3%) 80 (100.0%) Toplam 140 (24.6%) 10 (1.8%) 2 (0.4%) 36 (6.4%) 1 (0.2%) 0 (0.0%) 11 (1.9%) 1 (0.2%) 10 (1.8%) 153 (26.9%) 35 (6.2%) 56 (9.8%) 23 (4.0%) 36 (6.3%) 38 (6.7%) 17 (3.0%) 569 (100.0%) Toplam 96 (22.8%) 9 (2.1%) 6 (1.4%) 25 (5.9%) 3 (0.7%) 0 (0.0%) 15 (3.6%) 0 (0.0%) 9 (2.1%) 111 (26.4%) 30 (7.1%) 44 (10.5%) 18 (4.3%) 7 (1.7%) 39 (9.3%) 9 (2.1%) 421 (100.0%) Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ Liberal çizgide yayın yapan Hürriyet ve Sabah Gazetesi‘nin verileri birbirinden farklılık göstermektedir.Hürriyet, göstericilere dayandırılan haberlerin yüzde 48.8‘ini pozitif tonda sunarken, Sabah 27.8‘ini negative bir tonla sunmaktadır. Benzer şekilde Hürriyet, iktidar ve hükümet kaynaklarına ilişkin haberlerin yüzde 36.9‘unu negatif bir tonla kamuoyuna aktarırken, Sabah yüzde 25‘ini pozitif bir tonla sunmaktadır. Öte yandan Hürriyet Gazetesi‘nin Gezi Parkı Eylemleri‘nin tarafı olarak görülen göstericiler ile iktidar ve hükümet kaynaklarına ait haberlerin sunumunda ―nötr‖ bir tutumu yüksek oranlarda (%29.5 – iktidar/hükümet kaynakları ve %20.1 göstericiler) benimsemesi, gazetenin tarafsız/dengeli bir tutum izleyerek, denge kurma çabasını göstermektedir.Sabah da ise böyle bir tutuma rastlanmamaktadır.Bu veriler liberal çizgide olan iki gazete arasında Hürriyet‘in denge çabasını, Sabah‘ın ise iktidar/hükümet kaynaklarının yanında yer aldığını göstermektedir. Tablo 5. Yeni Şafak ve Zaman Gazetesi‟nin Kullandığı Haber Kaynağı Dağılımı ve Sunumu Gazete Haberin Kaynağı Yeni Şafak Göstericiler Uluslararası Medya Ulusal Medya İstanbul Kent Yönetimi Esnaf Sosyal Medya Gezi Parkı Komitesi Yabancı Ülkelerden Gelen Açıklamalar Cumhurbaşkanı İktidar – Hükümet Kaynakları Muhalefet Partileri Güvenlik Güçleri Sivil Toplum Örgütleri Sanatçılar Toplumdaki Çeşitli Kesimler Uluslararası Örgütler Toplam Gazete Zaman Haberin Kaynağı Göstericiler Uluslararası Medya Ulusal Medya İstanbul Kent Yönetimi Esnaf Negatif Ton 107 (31.9%) 19 (5.7%) 4 (1.2%) 7 (2.1%) 5 (1.5%) 1 (0.3%) 16 (4.8%) 0 (0.0%) 2 (0.6%) 76 (22.7%) 10 (3.0%) 20 (6.0%) 16 (4.8%) 7 (2.1%) 34 (10.1%) 11 (3.3%) 335 (100.0%) Negatif Ton 36 (22.6%) 3 (1.9%) 0 (0.0%) 8 (5.1%) 1 (0.6%) Nötr Ton Pozitif Ton Toplam 30 (30.0%) 2 (2.0%) 1 (1.0%) 4 (3.0%) 0 (0.0%) 1 (1.0%) 1 (1.0%) 0 (0.0%) 1 (1.0%) 23 (23.0%) 10 (10.0%) 7 (7.0%) 3 (3.0%) 1 (1.0%) 14 (14.0%) 2 (2.0%) 100 (100.0%) Nötr Ton 31 (25.6%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 7 (5.8%) 1 (0.8%) 14 (15.4%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 11 (12.1%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 2 (2.2%) 0 (0.0%) 5 (5.5%) 30 (33.0%) 2 (2.2%) 3 (3.3%) 2 (2.2%) 0 (0.0%) 13 (14.3%) 8 (8.8%) 91 (100.0%) Pozitif Ton 9 (13.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 7 (10.1%) 0 (0.0%) 151 (28.7%) 21 (4.0%) 5 (1.2%) 22 (4.2%) 6 (1.1%) 2 (0.4%) 19 (3.6%) 0 (0.0%) 8 (1.5%) 129 (24.5%) 22 (4.2%) 30 (5.7%) 21 (4.0%) 8 (1.5%) 61 (11.6%) 21 (4.0%) 526 (100.0%) Toplam 76 (21.8%) 3 (0.9%) 0 (0.0%) 22 (6.4%) 2 (0.6%) 209 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Sosyal Medya Gezi Parkı Komitesi Yabancı Ülkelerden Gelen Açıklamalar Cumhurbaşkanı İktidar – Hükümet Kaynakları Muhalefet Partileri Güvenlik Güçleri Sivil Toplum Örgütleri Sanatçılar Toplumdaki Çeşitli Kesimler Uluslararası Örgütler Toplam 1 (0.6%) 5 (3.1%) 0 (0.0%) 1 (0.6%) 46 (28.9%) 12 (7.5%) 17 (10.7%) 9 (5.7%) 1 (0.6%) 14 (8.8%) 4 (2.5%) 159 (100.0%) 0 (0.0%) 3 (2.5%) 1 (0.8%) 2 (1.7%) 38 (31.4%) 15 (12.4%) 6 (5.0%) 5 (4.1%) 2 (1.7%) 6 (5.0%) 3 (2.5%) 121 (100.0%) 0 (0.0%) 1 (1.4%) 0 (0.0%) 5 (7.2%) 28 (40.6%) 4 (5.8%) 1 (1.4%) 6 (8.7%) 3 (4.3%) 3 (4.3%) 2 (2.9%) 69 (100.0%) 1 (0.3%) 9 (2.6%) 1 (0.3%) 8 (2.3%) 112 (32.1%) 31 (8.9%) 24 (6.9%) 20 (5.7%) 6 (1.7%) 23 (6.6%) 9 (2.6%) 349 (100.0%) İslamcı gelenekten gelen ve yayınlarını bu çerçevede devam ettiren Yeni Şafak ve Zaman Gazeteleri‘nin Gezi Parkı Eylemleri‘ne yaklaşımları da benzerdir.Yeni Şafak Gazetesiyüzde 31.9 oranında göstericilere ait haberleri negatif bir tonda sunarken, iktidar ve hükümet kaynaklarına ait haberlerin %33‘ünü pozitif bir tonda kamuoyuna aktarmaktadır.Zaman ise göstericilere dayandırılan haberlerin yüzde 22.6‘sını negative, iktidar – hükümet kaynaklarına dayandırılan haberlerin yüzde 40.6‘sını pozitif bir tonda sunmuştur.Bu veriler ışığı altında Yeni Şafak ve Zaman Gazeteleri‘nin Gezi Parkı Eylemleri‘ne ve eylemcilere negatif bir yaklaşım buna karşılık iktidar ve hükümet kaynaklarının yanında bir tutum benimsediği söylenebilir. Genel bir değerlendirme yapmak gerekirse, çalışma kapsamında ele alınan gazetelerin tamamı yüksek sayılabilecek oranlarda göstericileri haberleştirmelerine rağmen, haberi yapılandırmada resmi haber kaynaklarına bağlılık göstermektedir. Bu verilerde dikkat çeken husus ise Yeni Şafak ve Sözcü Gazeteleri‘nin savundukları fikir ve ideolojilerini destekleyecek haber kaynakları yerine karşılarında konumlandırdıkları haber kaynaklarına daha fazla ağırlık vermesidir. Dolayısıyla bu veriler, gazetelerin kendi savundukları fikir ve ideolojinin karşısında konumlandırdıkları haber kaynaklarını olumsuzlayarak, kendi düşünceleri çerçevesinde bir kamuoyu yaratmaya çalıştıkları anlamına gelmektedir. Öte yandan çalışma kapsamında elde edilen veriler doğrultusunda gazetelerin kendi düşünceleri doğrultusunda ideolojik inşa sürecinde haberi araçsallaştırdıkları ve eylemin taraflarından (göstericiler ve iktidar/hükümet kaynakları) destekledikleri tarafı yani ―biz‖I pozitif bir tonda sunarken, karşılarında konumlandırdıkları ―onlar‖ı negatif bir tonda yapılandırdıkları ve bu ayrışmanın çok net ve keskin olduğu verilerden anlaşılmaktadır. 210 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ Haberin konusu Çalışmanın bu kısmında Gezi Parkı Eylemi‘ne ilişkin haberlerin ele alınan gazeteler tarafından hangi temalar çerçevesinde kamuoyuna iletildiği değerlendirilmiştir. Tablo 6. Cumhuriyet Gazetesi‟nin Öne Çıkardığı Temalar Gazete Cumhuriyet Haber Teması Yeşili Koruma Özgürlük/Demokrasi Talebi Güvenlik Güçleri ile Göstericiler Arasındaki Çatışma İktidarı Devirme Girişimi Dış Güçlerin Komplosu Faiz Lobisi Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin Eleştirilmesi Tutuklanan/Gözaltına Alınan/Hayatını Kaybeden Göstericiler Ekonomi Üzerindek Etki Gezi Olaylarına Destek Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi İktidar Kaynaklarının Açıklamaları Muhalefetin Açıklamaları Ulusal Medyanın Eylemlere Duyarsızlığı Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü Yabancı Ülkelerin Açıklamaları Sosyal Medya Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı İktidar-Eylemciler Arasındaki Görüşmeler Eylemcilerin Profili Provokatörlerin Eylemi Karalaması Muhalefet Boşluğu Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo Çevreleri Yabancı Kaynakların Eyleme Olan Desteğine Tepki Toplam Gazete Sözcü Haber Teması Yeşili Koruma Özgürlük/Demokrasi Talebi Güvenlik Güçleri ile Göstericiler Arasındaki Çatışma Negatif 3 (0.6%) 93 (19.1%) 152 (31.3%) 0 (0.0%) 4 (0.8%) 1 (0.2%) 121 (25%) 49 (10.1%) Nötr 0 (0.0%) 16 (15.5%) 12 (11.6%) 1 (1.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 4 (3.9%) 3 (2.9%) Pozitif 3 (1.0%) 26 (8.8%) 2 (0.6%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 2 (0.7%) 2 (0.7%) Toplam 6 (0.7%) 135 (15.3%) 166 (18.7%) 1 (0.1%) 4 (0.5%) 1 (0.1%) 127 (14.3%) 54 (5.5%) 11 (2.3%) 0 (0.0%) 2 (0.4%) 5 (4.9%) 13 (12.6%) 2 (2.9%) 7 (1.4%) 1 (0.2%) 16 (3.3%) 0 (0.0%) 4 (0.8%) 3 (0.6%) 5 (1.0%) 2 (0.4%) 10 (2.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 1 (0.2%) 485 (100.0%) Negatif 3 (0.6%) 74 (15.6%) 110 (23.1%) 15 (14.5%) 1 (1.0%) 2 (1.9%) 0 (0.0%) 1 (1.0%) 1 (1.0%) 2 (2.0%) 12 (11.7%) 9 (8.8%) 1 (1.0%) 0 (0.0%) 1 (1.0%) 0 (0.0%) 2 (1.9%) 103 (100.0%) Nötr 5 (5.6%) 8 (8.9%) 11 (12.3%) 1 (0.3%) 170 (56.9%) 20 (5.7%) 0 (0.0%) 1 (0.3%) 0 (0.0%) 10 (3.3%) 0 (0.0%) 4 (1.3%) 20 (6.7%) 17 (5.7%) 2 (0.7%) 19 (6.4%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 299 (100.0%) Pozitif 4 (1.6%) 31 (12.4%) 13 (5.2%) 17 (1.9%) 183 (20.6%) 24 (2.7%) 22 (2.4%) 3 (0.3%) 18 (2.0%) 10 (1.1%) 5 (0.6%) 8 (0.9%) 27 (3.0%) 31 (3.5%) 21 (2.3%) 20 (2.3%) 0 (0.0%) 1 (0.1%) 0 (0.0%) 3 (0.3%) 887 (100.0%) Toplam 12 (1.5%) 113 (13.9%) 134 (16.4%) 211 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 İktidarı Devirme Girişimi Dış Güçlerin Komplosu Faiz Lobisi Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin Eleştirilmesi Tutuklanan/Gözaltına Alınan/ Hayatını Kaybeden Göstericiler Ekonomi Üzerindeki Etki Gezi Olaylarına Destek Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi İktidar Kaynaklarının Açıklamaları Muhalefetin Açıklamaları Ulusal Medyanın Eylemlere Duyarsızlığı Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü Yabancı Ülkelerin Açıklamaları Sosyal Medya Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı İktidar-Eylemciler Arasındaki Görüşmeler Eylemcilerin Profili Provokatörlerin Eylemi Karalaması Muhalefet Boşluğu Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo Çevreleri Yabancı Kaynakların Eyleme Olan Desteğine Tepki Toplam 0 (0.0%) 0 (0.0%) 3 (0.6%) 135 (28.4%) 34 (7.2%) 18 (3.8%) 26 (5.5%) 1 (0.2%) 23 (4.8%) 2 (0.4%) 12 (2.5%) 5 (1.1%) 9 (1.9%) 2 (0.4%) 2 (0.4%) 3 (0.6%) 10 (2.1%) 0 (0.0%) 4 (0.8%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 476 (100.0%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 6 (6.7%) 3 (3.3%) 6 (6.7%) 12 (13.5%) 2 (2.2%) 13 (14.6%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 7 (7.9%) 1 (1.1%) 2 (2.2%) 3 (3.3%) 8 (9.0%) 0 (0.0%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 89 (100.0%) 0 (0.0%) 1 (0.4%) 1 (0.4%) 7 (2.8%) 2 (0.8%) 10 (4.0%) 152 (60.8%) 3 (1.2%) 4 (1.6%) 1 (0.4%) 0 (0.0%) 1 (0.4%) 2 (0.8%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 8 (3.2%) 5 (2.0%) 4 (1.6%) 1 (0.4%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 250 (100.0%) 1 (0.1%) 1 (0.1%) 4 (0.5%) 148 (18.1%) 39 (4.8%) 34 (4.2%) 190 (23.3%) 6 (0.7%) 40 (4.9%) 3 (0.4%) 12 (1.5%) 6 (0.7%) 18 (2.2%) 3 (0.4%) 4 (0.5%) 14 (1.7%) 23 (2.8%) 4 (0.5%) 6 (0.7%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 815 (100.0%) Cumhuriyet ve Sözcü Gazetesi, Gezi Parkı Eylemleri‘ne ilişkin ağırlıklı olarak, eylemleri destekleyen haberlere (Cumhuriyet %20.6, Sözcü %23.3) yer vermiştir. Cumhuriyet yüzde 18.7 oranında güvenlik güçleri ile göstericiler arasındaki çatışmayı, yüzde 15.3 oranında özgürlük ve demokrasi talebini, yüzde 14.3 oranında da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve eylemlerini eleştiren haberlerle Gezi Parkı Eylemleri‘ni kamuoyuna aktarırken, Sözcü yüzde 18.1 oranında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını eleştiren, yüzde 16.4 oranıyla güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki çatışmayı, yüzde 13.9 oranıyla da Gezi Parkı Eylemcileri‘nin özgürlük ve demokrasi taleplerini haberleştirmiştir. Gazetelerin öne çıkardığı bu temalar çerçevesinde bir değerlendirme yapıldığında her iki gazete de eylemleri özellikle iktidara karşı bir hareket olmasından dolayı desteklemektedir.İktidarın baskıcı politikaları nedeniyle eylemcilerin özgürlük ve demokrasi taleplerini dile getirdikleri vurgusu her iki gazetede de mevcuttur. Bu çerçvede hem Cumhuriyet hem Sözcü için eylemlerin kitleşelleşmesinin nedeni olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘n 212 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ özgürlükleri ve demokrasiyi kısıtlayıcı söylem ve politikalarıyla güvenlik güçlerinin orantısız müdahalesi gösterilmektedir. Tablo 7. Hürriyet ve Sabah Gazetesi‟nin Öne Çıkardığı Temalar Gazete Hürriyet Haber Teması Yeşili Koruma Özgürlük/Demokrasi Talebi Güvenlik Güçleri ile Göstericiler Arasındaki Çatışma İktidarı Devirme Girişimi Dış Güçlerin Komplosu Faiz Lobisi Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin Eleştirilmesi Tutuklanan/Gözaltına Alınan/Hayatını Kaybeden Göstericiler Ekonomi Üzerindeki Etki Gezi Olaylarına Destek Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi İktidar Kaynaklarının Açıklamaları Muhalefetin Açıklamaları Ulusal Medyanın Eylemlere Duyarsızlığı Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü Yabancı Ülkelerin Açıklamaları Sosyal Medya Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı İktidar-Eylemciler Arasındaki Görüşmeler Eylemcilerin Profili Provokatörlerin Eylemi Karalaması Muhalefet Boşluğu Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo Çevreleri Yabancı Kaynakların Eyleme Olan Desteğine Tepki Toplam Gazete Sabah Haber Teması Yeşili Koruma Özgürlük/Demokrasi Talebi Güvenlik Güçleri ile Göstericiler Arasındaki Çatışma İktidarı Devirme Girişimi Dış Güçlerin Komplosu Faiz Lobisi Negatif 1 (0.5%) 45 (21%) 64 (29.8%) 2 (0.9%) 1 (0.5%) 1 (0.5%) 44 (20.5%) 21 (9.8%) 9 (4.2%) 3 (1.4%) 0 (0.0%) 11 (5.2%) 1 (0.5%) 0 (0.0%) 1 (0.5%) 2 (0.9%) 1 (0.5%) 0 (0.0%) 2 (0.9%) 2 (0.9%) 0 (0.0%) 1 (0.5%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 2 (0.9%) 214 (100.0%) Negatif 0 (0.0%) 7 (3.9%) 37 (20.5%) 34 (18.9%) 8 (4.4%) 8 (4.4%) Nötr 3 (1.3%) 35 (14.9%) 27 (11.6%) 1 (0.4%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 16 (6.8%) 17 (7.3%) 9 (3.8%) 43 (18.4%) 7 (3.0%) 19 (8.1%) 2 (0.9%) 2 (0.9%) 3 (1.3%) 3 (1.3%) 3 (1.3%) 5 (2.1%) 24 (10.3%) 8 (2.4%) 2 (0.9%) 1 (0.4%) 1 (0.4%) 0 (0.0%) 2 (0.9%) 234 (100.0%) Nötr 4 (2.5%) 15 (13.2%) 10 (6.2%) 1 (0.6%) 1 (0.6%) 0 (0.0%) Pozitif 6 (5.0%) 22 (18.3%) 2 (1.7) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 2 (1.7%) 1 (0.8%) 47 (38.8%) 10 (8.3%) 1 (0.8%) 1 (0.8%) 0 (0.0%) 1 (0.8%) 0 (0.0%) 1 (0.8%) 0 (0.0%) 16 (13.2%) 3 (2.5%) 8 (6.6%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 121 (100.0%) Pozitif 0 (0.0%) 10 (12.6%) 1 (1.5%) 1 (1.3%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) Toplam 10 (1.8%) 102 (17.9%) 93 (16.4%) 3 (0.6%) 1 (0.2%) 1 (0.2%) 60 (10.5%) 40 (7.0%) 19 (3.3%) 93 (16.4%) 15 (3.0%) 31 (5.5%) 4 (0.7%) 2 (0.4%) 5 (0.9%) 5 (0.9%) 5 (0.9%) 5 (0.9%) 42 (7.4%) 13 (2.3%) 10 (1.8%) 2 (0.4%) 1 (0.2%) 0 (0.0%) 4 (0.7%) 569 (100.0%) Toplam 4 (1.0%) 32 (7.6%) 48 (11.4%) 36 (8.5%) 9 (2.1%) 8 (1.9%) 213 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin Eleştirilmesi Tutuklanan/Gözaltına Alınan/ Hayatını Kaybeden Göstericiler Ekonomi Üzerindeki Etki Gezi Olaylarına Destek Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi İktidar Kaynaklarının Açıklamaları Muhalefetin Açıklamaları Ulusal Medyanın Eylemlere Duyarsızlığı Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü Yabancı Ülkelerin Açıklamaları Sosyal Medya Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı İktidar-Eylemciler Arasındaki Görüşmeler Eylemcilerin Profili Provokatörlerin Eylemi Karalaması Muhalefet Boşluğu Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo Çevreleri Yabancı Kaynakların Eyleme Olan Desteğine Tepki Toplam 2 (1.1%) 9 (5.0%) 18 (10.0%) 8 (4.4%) 1 (0.6%) 5 (2.8%) 1 (0.6%) 6 (3.3%) 0 (0.0%) 3 (1.7%) 2 (1.1%) 2 (1.1%) 2 (1.1%) 6 (3.4%) 5 (2.8%) 0 (0.0%) 3 (1.7%) 5 (2.8%) 14 (7.8%) 180 (100.0%) 9 (5.6%) 12 (3.0%) 3 (1.9%) 25 (15.5%) 1 (0.6%) 12 (7.4%) 4 (2.5%) 2 (1.2%) 1 (0.6%) 7 (4.3%) 3 (1.9%) 5 (3.1%) 15 (9.3%) 9 (5.6%) 4 (2.5%) 0 (0.0%) 4 (2.5%) 2 (1.2%) 1 (0.6%) 161 (100.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 10 (12.5%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 4 (5.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 8 (10.0%) 6 (7.5%) 0 (0.0%) 19 (23.8%) 12 (15.0%) 3 (3.8%) 0 (0.0%) 1 (1.3%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 80 (100.0%) 11 (2.6%) 21 (5.0%) 31 (7.4%) 33 (7.8%) 2 (0.5%) 21 (5.1%) 5 (1.2%) 8 (1.9%) 1 (0.2%) 18 (4.3%) 11 (2.6%) 7 (1.7%) 36 (8.6%) 27 (6.5%) 12 (2.9%) 0 (0.0%) 8 (1.9%) 7 (1.7%) 15 (3.5%) 421 (100.0%) Hürriyet Gazetesi‘nin en çok vurguladığı temayı yüzde 17.9 oranıyla özgürlük ve demokrasi talebi oluşturmaktadır. Güvenlik güçleri ile göstericiler arasındaki çatışma ile Gezi Parkı Eylemleri‘ni destekleyen haberlerin oranı yüzde 16.4 iken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve eylemlerini eleştiren haberlerin oranı ise yüzde 10.5 şeklindedir. Sabah Gazetesi‘nin ise öne çıkardığı temanın başında çatışma gelmektedir.Gazetenin Gezi Parkı Eylemleri‘ni yüzde 11.4 oranıyla güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki çatışma olarak kamuoyuna sunduğu görülmektedir.Yüzde 8.6 oranıyla sağduyu ve uzlaşma çağrısını içeren haberlere yer veren gazete, yüzde 8.5 ile iktidarı devirme girişimi değerlendirmesini yapmaktadır.Eylemleri destekleyen gazetelerin ön plana çıkardığı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını eleştirme oranı Sabah Gazetesi‘nde yüzde 2.6 oranındadır.Bu çerçevede Hürriyet Gazetesi eylemlerin özgürlük ve demokrasi talebiyle ortaya çıktığını vurgularken, eylemcileri güvenlik güçlerinin aşırı müdahalesine karşı desteklemekte ve olayların büyümesini de bir anlamda güvenlik güçlerinin müdahalesine bağlamaktadır.Öte yandan gazete Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını eleştirmesine rağmen bu temayı diğerlerine göre daha fazla ön plana çıkarmaması nedeniyle eylemin gerekçesi olarak göstermediğini söylemek mümkündür.Sabah Gazetesi eylemlerin kitleselleşmesinigüvenlik güçlerinin 214 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ müdahalesine bağlamakta ve bu çerçevede eylemleri iktidar ve eylemciler arasında değil de güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki çatışma olarak sunmaktadır.Bu çerçevede uzlaşma ve sağduyu çağrısı yapan gazete, eylemlerin iktidarı devirme girişimi olarak da değerlendirilebileceği vurgusuyla, Gezi Parkı Eylemleri‘ni desteklemediğini ortaya koymaktadır. Tablo 8. Yeni Şafak ve Zaman Gazetesi‟nin Öne Çıkardığı Temalar Gazete Yeni Şafak Haber Teması Yeşili Koruma Özgürlük/Demokrasi Talebi Güvenlik Güçleri ile Göstericiler Arasındaki Çatışma İktidarı Devirme Girişimi Dış Güçlerin Komplosu Faiz Lobisi Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin Eleştirilmesi Tutuklanan/Gözaltına Alınan/ Hayatını Kaybeden Göstericiler Ekonomi Üzerindeki Etki Gezi Olaylarına Destek Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi İktidar Kaynaklarının Açıklamaları Muhalefetin Açıklamaları Ulusal Medyanın Eylemlere Duyarsızlığı Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü Yabancı Ülkelerin Açıklamaları Sosyal Medya Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı İktidar-Eylemciler Arasındaki Görüşmeler Eylemcilerin Profili Provokatörlerin Eylemi Karalaması Muhalefet Boşluğu Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo Çevreleri Yabancı Kaynakların Eyleme Olan Desteğine Tepki Toplam Gazete Zaman Haber Teması Yeşili Koruma Özgürlük/Demokrasi Talebi Güvenlik Güçleri ile Göstericiler Arasındaki Çatışma İktidarı Devirme Girişimi Negatif 0 (0.0%) 3 (0.9%) 61 (18.2%) 78 (23.3%) 28 (8.4%) 17 (5.1%) 0 (0.0%) 5 (1.5%) 18 (5.4%) 29 (8.7%) 8 (2.4%) 9 (2.7%) 1 (0.3%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 23 (6.9%) 5 (1.5%) 9 (2.7%) 1 (0.3%) 6 (1.8%) 9 (2.7%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 7 (2.1%) 17 (5.1%) 335 (100.0%) Negatif 3 (1.9%) 14 (8.8%) 50 (31.4%) 13 (8.2%) Nötr 0 (0.0%) 11 (3.8%) 7 (7.0%) 10 (10.0%) 2 (2.0%) 2 (2.0%) 5 (5.0%) 7 (7.0%) 5 (5.0%) 12 (12.0%) 3 (3.0%) 1 (1.0%) 0 (0.0%) 1 (1.0%) 1 (1.0%) 3 (3.0%) 0 (0.0%) 4 (4.0%) 10 (10.0%) 4 (4.0%) 4 (4.0%) 0 (0.0%) 5 (5.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 100 (100.0%) Nötr 3 (2.5%) 25 (20.7%) 16 (13.3%) 4 (3.3%) Pozitif 0 (0.0%) 15 (16.5%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 3 (3.3%) 9 (9.9%) 2 (2.2%) 2 (2.2%) 3 (3.3%) 1 (1.1%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 14 (14.4%) 1 (1.1%) 1 (1.1%) 18 (19.8%) 12 (13.2%) 2 (2.2%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 91 (100.0%) Pozitif 7 (10.1%) 6 (8.6%) 1 (1.4%) 1 (1.4%) Toplam 0 (0.0%) 29 (5.5%) 69 (13.2%) 88 (16.7%) 30 (5.7%) 20 (3.8%) 5 (1.0%) 15 (2.9%) 32 (6.1%) 43 (8.2%) 13 (2.5%) 13 (2.5%) 2 (0.4%) 1 (0.2%) 1 (0.2%) 40 (7.6%) 6 (1.1%) 14 (2.7%) 29 (5.5%) 22 (4.2%) 15 (2.9%) 0 (0.0%) 5 (1.0%) 7 (1.3%) 17 (3.2%) 526 (100.0%) Toplam 13 (3.7%) 45 (13.0%) 67 (19.3%) 18 (5.2%) 215 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Dış Güçlerin Komplosu Faiz Lobisi Başbakan‟ın Söylem ve Eylemlerinin Eleştirilmesi Tutuklanan/Gözaltına Alınan/Hayatını Kaybeden Göstericiler Ekonomi Üzerindeki Etki Gezi Olaylarına Destek Gezi Parkı‟nda Yaşam-İnsani İlgi İktidar Kaynaklarının Açıklamaları Muhalefetin Açıklamaları Ulusal Medyanın Eylemlere Duyarsızlığı Uluslararası Medyanın Eyleme İlgisi Gezi Olaylarına Tepki/Azınlığın Çoğunluğa Tahakkümü Yabancı Ülkelerin Açıklamaları Sosyal Medya Sağduyu ve Uzlaşma Çağrısı İktidar-Eylemciler Arasındaki Görüşmeler Eylemcilerin Profili Provokatörlerin Eylemi Karalaması Muhalefet Boşluğu Terörün Bitmesini İstemeyen Komplo Çevreleri Yabancı Kaynakların Eyleme Olan Desteğine Tepki Toplam 4 (2.5%) 1 (0.6%) 14 (8.8%) 10 (6.3%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 6 (5.0%) 8 (6.7%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 1 (1.4%) 4 (1.1%) 1 (0.3%) 20 (5.7%) 19 (5.4%) 14 (8.8%) 3 (1.9%) 2 (1.2%) 8 (5.0%) 1 (0.6%) 0 (0.0%) 1 (0.6%) 5 (3.1%) 1 (0.6%) 3 (1.9%) 3 (1.9%) 3 (1.9%) 1 (0.6%) 1 (0.6%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 4 (2.5%) 159 (100.0%) 2 (1.7%) 4 (3.3%) 3 (2.5%) 8 (6.7%) 2 (1.7%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 3 (1.5%) 1 (0.8%) 1 (0.8%) 20 (16.5%) 8 (6.7%) 3 (2.5%) 1 (0.8%) 2 (1.7%) 0 (0.0%) 1 (0.8%) 121 (100.0%) 2 (2.9%) 1 (1.4%) 5 (7.2%) 6 (8.7%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 24 (34.8%) 11 15.9%) 4 (5.8%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 0 (0.0%) 69 (100.0%) 18 (5.2%) 8 (2.3%) 11 (2.9%) 22 (6.3%) 3 (0.9%) 0 (0.0%) 1 (0.3%) 8 (2.3%) 2 (0.6%) 4 (1.1%) 47 (13.5%) 22 (6.4%) 8 (2.3%) 2 (0.6%) 2 (0.6%) 0 (0.0%) 5 (1.4%) 349 (100.0%) Yeni Şafak Gazetesi‘nin öne çıkardığı temaların başında yüzde 16.7 oranıyla iktidarı/hükümeti devirme girişimi gelmektedir. Yüzde 13.2 oranıyla güvenlik güçleri ile eylemciler arasındaki çatışmayı haberleştiren gazete, yüzde 8.2 oranıyla Gezi Parkı Eylemleri‘ne verilen desteği eleştirmektedir. Yeni Şafak Gazetesi yüzde 7.6 oranıyla Gezi Parkı Eylemleri‘ni azınlığın çoğunluğa tahakkümü olarak değerlendirirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarının eleştirisine ise yüzde 1.0 oranında yer vermektedir. Zaman Gazetesi Gezi Parkı Eylemleri‘ni en yüksek oranda güvenlik güçleri ile eylemciler arasında geçen çatışma (%19.3) olarak haberleştirmiştir. Sağduyu ve uzlaşma çağrısını da yüzde 13.5 oranında haberlerinde yer veren gazete, eylemleri özgürlük ve demokrasi talebini öne çıkarak (%13.0) vermeyi tercih etmiştir. Zaman Gazetesi haberlerinde yüzde 5.7 oranında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını eleştirirken, haberlerinde eylemleri iktidarı/hükümeti devirme girişimi değerlendirmesi yüzde 5.2 oranındadır.Bu veriler ışığında Yeni Şafak Gazetesi Gezi Parkı Eylemleri‘ni iktidarı/hükümeti devirme girişimi olarak görmekte ve güvenlik güçlerinin eylemlere karşı yaptığı sert müdahaleyi eleştirmesine 216 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ rağmen eylemleri azınlığın çoğunluğa tahakkümü şeklinde kamuoyuna aktarmaktadır. Bu çerçevede gazete eylemlere ilişkin iktidar/hükümet politikalarını ve argümanlarını desteklemektedir. Zaman Gazetesi eylemlerin kitleselleşmesini güvenlik güçlerinin orantısız müdahalesine dayandırmaktadır. Eylemlerin her iki tarafında sağduyu ve uzlaşma çağrısı yapan gazetenin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın söylem ve politikalarını (o dönemde hükümetin politikalarını desteklediği düşünülen ve bu çerçevede araştırmaya dahil edilen) iktidar/hükümet kaynaklarını destekleme tutumunun aksine yüksek bir oranda çıkması günümüzde gerçekleşen cemaat – iktidar çatışmasının bir habercisi olarak da görmek mümkündür. Sonuç ve Değerlendirme 27 Mayıs 2013 tarihinde İstanbul‘da Gezi Parkı‘nın yıkımına karşı başlayan, ve çok sayıda insanın katıldığı 4 Gezi Parkı Eylemleri, toplumun geniş kesimleri tarafından dile getirilen ancak siyasal iktidarın gözardı ettiği taleplerin birikimi sonucunda kitlesel bir eyleme dönüşmüştür. AKP iktidarının özellikle 2011 seçimlerinden sonra uygulamaya soktuğu politikalar; ifade özgürlüğünün kısıtlanması, alkole ilişkin yasal düzenlemeler ve kadınlara getirilen kürtaj yasağı gibi uygulamalar Gezi Parkı Eylemleri‘ni tetikleyen temel yurttaşlık ve özgürlük alanlarına ilişkin taleplerdir. Gezi Parkı Eylemleri‘nin yazılı basında nasıl sunulduğu ve basının eylemlerin doğasında bulunan kutuplaşma eksenlerinin yansımalarının çözümlenmeye çalışıldığı bu çalışmada, 27 Mayıs 2013 ve 30 Haziran 2013 tarihleri arasında 6 gazete (Cumhuriyet, Hürriyet, Zaman, Sabah, Sözcü, Yeni Şafak) haber üretim süreci kriterleri bağlamında analiz edilmiştir. Gezi Parkı Eylemleri‘ne ilişkin haberler üzerinden yapılan çalışma sonucunda medyada kutuplaşma ekseninin, iktidar / hükümet yanlısı (AKP yanlısı) ve iktidar / hükümet karşıtı (AKP karşıtı) şeklinde oluştuğunu göstermektedir.Bu çerçevede AKP yanlısı ve AKP karşıtı olarak kendilerini konumlandıran gazeteler, Gezi Parkı Eylemleri üzerinden öngörülebilir tutumlar almakta ve alınan bu tutumlar da bu eksen üzerindenkutuplaşmış bir siyasal yapıya işaret etmektedir. Eylemi destekleyen (AKP‘ye karşı) gazeteler (Cumhuriyet, Sözcü) eylemleri hükümetin 11 yıldır uyguladığı kalkınma temelli neoliberal politikalara bir itiraz olarak okurken, eylemi desteklemeyen (AKP yanlısı) gazeteler (Yeni Şafak, Zaman, Sabah) eylemlerin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ı hedef alan, iktidarı düşürme niyeti olan ve Türkiye‘nin kalkınmasını ve gelişmesini istemeyen iç ve dış güçlerin komplo teorisiyle okumaktadır. Dolayısıyla Gezi Parkı Eylemleri üzerinden gazetelerin tarafsızlığını yitirdiğini, eylemlerin nedenlerini ve amacını değerlendirme yerine, benimsenen pozisyona göre önyargılı oldukları ve eylemlere ilişkin değerlendirme ve haberlerin de bu önyargı ve pozisyondan kaynaklandığını ortaya koymaktadır. 4 İçişleri Bakanlığı‘nın açıkladığı rakamlara göre; Gezi Parkı Eylemleri‘ne 79 ilde, 2.5 milyon insan katıldı (Radikal, 23.06.2013). 217 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Bu veriler ışığında çalışma kapsamında ele alınan gzaeteler, Gezi Parkı Eylemleri‘ni, AKP karşıtı ve AKP yanlısı şeklinde aldıkları pozisyonları çerçevesinde siyaset oluşturmanın bir yolu olarak araçsallaştırmaktadır. Başka bir ifadeyle gazeteler üzerinden yapılan bu çözümlemede her gazete Gezi Parkı Eylemleri‘nin ortaya çıkış nedenlerini, sorunun boyutlarına ilişkin kamuoyunu bilgilendirmek yerine aldıkları tutumlar çerçevesinde eylemleri kendi düşüncelerine hizmet etmesi amacıyla kullanmaktadır.Bu çerçevede gazetelerin sahip oldukları tutumlar doğrultusunda (AKP yanlısı / AKP karşıtı) ―biz‖ iyi taraf olarak konumlandırılmakta ve pozitif nitelendirmelerle yer verilmekte, ―onlar‖ ise kötü taraf olarak sunulmakta ve negatif temsil edilmektedir. Böylece iktidar/hükümet yanlısı (AKP yanlısı) ve iktidar/ hükümet karşıtı (AKP karşıtı) söylem Gezi Parkı Eylemleri üzerindenbasında yeniden üretilmekte ve gazeteler tarafından Gezi Parkı Eylemleri‘ni desteklemek,AKP karşıtı gazeteler tarafından demokrasi mücadelesi ve AKP yanlısı gazeteler tarafından da iktidarı devirme girişimiile Türkiye‘nin kalkınmasını istemeyen güçlerbağlamına yerleştirilmektedir. Halk adına iktidarları, hükümetleri denetleme görevi demokratik toplumlarda basının en önemli görevi olmasına rağmen, Gezi Parkı Eylemleri üzerinden medya kuruluşlarının iktidar/hükümet güçleriyle sorunlu bir ilişki içinde oldukları gözlemlenmektedir.İktidarın/hükümetin politikalarını benimsemeyen ve karşı bir tutum benimseyen yayın kuruluşları toptancı bir şekilde her şeye karşıyken, iktidarın/hükümetin politikalarını benimseyen ve onu destekleyen yayın kuruluşları ise sanki iktidarın bir yayın organıymış gibi bir yayıncılık anlayışıbenimsemektedirler. İnal‘ın (2005:71) da belirttiği gibi piyasada kar elde etmeyi hedefleyen şirketler olarak örgütlenen kitle iletişim araçlarının iktidar/hükmet kaynaklarıyla ilişkileri, belirli bir parti veya siyasal gücü desteklemenin ötesine geçen, bu uğurda bütün siyasal, ekonomik, toplumsal yapı ve iktidar ilişkileri içinde ortaya çıkan eşitsizlikleri sorgulama dışı bırakan bir tavır halini almıştır. Bu durum hem gazetelerle iktidar/hükümet kaynakları arasındaki ilişkiyi sorunlu kılarken, hem de okuyucularla gazeteler arasında da sorunlu bir ilişkinin oluşmasına neden olmaktadır. Halbuki, Türkiye‘de katılım ve süre açısında değerlendirildiğinde etkili bir toplumsal hareketin kamuoyu tarafından tüm boyutlarıyla anlaşılması, nedenleri ve sonuçlarıyla tartışılması bir ülkede adaletsizliklerin giderilmesine doğrudan ya da dolaylı olarak katkı sağlayabileceği gibi demokratikleşmesine de katkıları büyük olacaktır.Bu katkının olabilmesi toplumsal hareketlerin kamuoyu tarafından doğru anlaşılmasına bağlıdır.Dolayısıyla bir toplumsal hareketin kamuoyunda doğru anlaşılması medya dolayımıyla nasıl sunulduğuyla doğrudan bağlantılıdır.Bu nedenledir ki yazılı medyanın Gezi Parkı Eylemleri‘ni kendi ideolojik tutumları çerçevesinde bir araç olarak kullanmaları, eylemin demokratikleşmeye sağlayacağı katkısı üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Basının en temel görevi olan ve yurttaşların da en temel insan haklarından biri olan haber alma ve bilgi edinme hakkı çerçevesinde, 218 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ gazetelerin ―hak odaklı‖ bir gazetecilik anlayışını benimsemesi gerekmektedir. Basın kuruluşlarının gazetecilik meslek ilkeleri ve etiği doğrultusunda kamuyu haberdar etme görevlerini, sorunun bir parçası olma yerine çözümün bir parçası olmak için yerine getirmesi gerekmektedir.Öte yandan bu görev basın kuruluşları tarafından evrensel insan haklarına saygı, temel yurttaşlık ve özgürlükler çerçevesinde demokrasinin güçlendirilmesi amacıyla gerçekleştirilmelidir. Sorgulayan, soruşturan, şüphe duyan ve sürece odaklanan bir habercilik anlayışının benimsenmesi ve bunun yanında resmi haber kaynaklarına bağlı kalınarak oluşturulan haberler yerine sıradan insanların sorunlarına eğilen, hak ihlallerini görmezden gelmeyen ve onları haber kaynağı haline getiren bir habercilik anlayışının yaygınlaşması sağlanmalıdır. Kaynaklar Adams, W. C. – Salzman, S. – Vantine, W. vd. (1985). ―The Power of the Right Stuff: A Quasi-experimental Field Test of the Docudrama Hypothesis‖, Public Opinion Quarterly, 49(3), 330-339. Ağırdır, B. (2010). Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma KONDA Kutuplaşmanın Fotoğrafı, Konda Araştırma ve Danışmanlık, İstanbul. Verileriyle Akca, E. B. (2009). ―İdeoloji Dil Söylem ve Anlam İlişkisi: Medyada Anlamın Toplumsal İnşası‖, Medyada Gerçekliğin İnşası Türk Medya Söylemine Eleştirel Bir Bakış, Ed. İsmet Parlak, Çizgi Kitabevi: Konya, ss. 77 – 107. Akgün, B. (2007). Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven, Nobel Yayın Dağıtım: İstanbul. Ball-Rokeach, S. J., Grube, J. W.- Rokeach, M. (1981). ‗‗Roots: The NextGeneration‘‘— Who watched and with what effect?‖,Public Opinion Quarterly, 45, 58–68. Berelson, B. (1952). Content Analysis in Communication Research, The Free Press, Glencoe: Illinois. Bimber, B. – Davis, R. (2003).Campaigning online: The Internet in U.S. elections,New York:Oxford University Press. Bilgiç, M. S. – Koydemir, F.S. – Akyürek, S. (2014). ―Türkiye‘de Kimlikler Arası Kutuplaşmanın Sosyal Mesafe Üzerinden Ölçümü ve Toplumsal Güvenliğe Etkisi‖, Bilge Strateji, C.6, S.11, ss. 163 – 205. Campante, F. R. – Hojman, D. A. (2013). ―Media and Polarization Evidence from the Introduction of Broadcast TV in the United States‖, Journal of Public Economics, 100, ss. 79 – 92. Çağlar, İ. – Memmi, M. A. (2014). Türkiye Medyası ve Kutuplaşma: TEOG Örneği, SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı Yayınları, İstanbul, 2014. 219 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Çarkoğlu, A. –Hinich, M. J. (2006). ―A Spatial Analysis of Turkish Party Preferences‖, Eloctoral Studies, 25, ss. 369 - 392. Dağtaş, B. – Bilgiler, L. (2014). ―AKP – CHP Polemik Haberlerini Merkez – Çevre Çatışması Teziyle Okumak‖, Global Media Journal: TR Edition, 5 (8), ss. 48 – 74. Dalton, R. J. (2006). ―Social Modernization and the End of Ideology Debate: Patterns of Ideological Polarization,‖ Japanese Journal of Political Science, Vol.7 No.1, ss. 122. Dixit, A.K. – Weibull, J.W. (2007). ―Political Polarization‖, PNAS, Vol.104, No.18, ss. 7351 – 7356. Doğan, M. G. (2014). ―Bir Toplumsal Hareket Olarak Gezi Direnişi: Sürekli Olanı Aramak‖, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, C. 12, S. 48, ss.89 – 109. Druckman, J. N. –Parkin, M. (2005). ―The impact of media bias: How editorial slant affectsvoters‖, Journal of Politics, 67, 1030–1049. Eilders, C. (2002). ―Conflict and Consonance in Media Opinion: Political Positions of Five German Quality NewsPapers‖, European Journal of Communication, Vol. 17(1), Sage Publications: London, Thousand Oaks, CA, New Delhi, ss. 25 – 63. Epstein, D. – Graham, J. D. (2007). Polarized Politics and Policy Consequences, Santa Monica: RAND Corporation. Esteban, J. – Schneider, G. (2008). ―Polarization and Conflict: Theoretical and Empirical Issues‖, Journal of Peace Research, Vol.45, ss. 131 – 141. Fiorina, M. P. – Abrams, S. J. (2008). ―Political Polarization in the American Public‖, Annual Review of Political Science, Vol.11, ss. 563 – 588. Fireman, B., Gamson, W. A., Rytina, S. –Taylor, B. (1977). ―Encounterts With Unjust Authority‖, Ed. Louis Kriesberg, Social Movements, Conflicts and Change, Vol. II, JAI Press. Gitlin, T. (2003). The Whole World Is Watching Mass Media in The Making & Unmaking of the New Left, California: University of California Press / Berkeley and Los Angeles. Gönenç, L. (2006). ―2000‘li Yıllarda Merkez-Çevre İlişkilerini Yeniden Düşünmek‖, Toplum ve Bilim, 105, ss. 129-154. Gülener, S. (2007). ―Türk Siyaseti‘nde Merkez – Çevre İlişkilerinin Seyri ve 27 Mayıs 1960 Darbesi‖, Bilgi, 14, ss. 36 – 66. İnal, A. (1996) Haberi Okumak, İstanbul: Temuçin Yayınları. İnal, A. (2005). ―Medyanın ―Etkisi‖ Sorunsalına Başka Bir Bakış‖, Medya ve Toplum, Der. Sevda Alankuş, IPS İletişim Vakfı Yayınları: İstanbul, ss. 65 – 80. Jonas, E., Schulz-Hardt, S. –Frey, D. (2005).―Giving advice or making decisions in someone else‘splace: The influence of impression, defense, and accuracy 220 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ motivation on the search for newinformation‖, Personality and Social Psychology Bulletin, 31(7), ss. 977–990. Jones, D. R. – College, B. (2001). ―Party Polarization and Legislative Gridlock‖, Political Research Quarterly, Vol. 54, No.1, ss. 125 - 141. Jones, D. A. (2002). ―The polarizing effect of new media messages‖,International Journal ofPublic Opinion Research, 14, 158–174. Keyder, Ç. (2013). ―Yeni Orta Sınıf‖, Bilim Akademisi www.bilimakademisi.org, Erişim Tarihi:31.12.2015. Derneği, 34-179/148, Keyman, F. (2008). ―Türkiye‘nin İyi ve Adaletli Yönetimi ve Sosyal Demokrasi‖, Toplum ve Demokrasi, 2 (2), ss. 1 – 13. KIinder, D. R. (2003).―Communication and politics in the age of information‖, D. O. Sears, L. Huddy - R. Jervis (Eds.), Oxford handbook of political psychology, Oxford: Oxford University Press, ss. 357–393. Kiriş, H. M. (2011). ―Parti Sisteminde Kutuplaşma ve Türk Parti Sistemi Örneği, Amme İdaresi Dergisi, C.44, S.4, ss. 33 – 67. Klapper, J. T. (1960). The effects of mass communication, Glencoe: The Free Press. KONDA (2013). ―Gezi Raporu Toplumun ‗Gezi Parkı Olayları‘ Algısı Gezi Parkındakiler Kimlerdi?‖ Krippendorff, K. (2004). Content Analysis An Introduction to Its Methodology, Thousand Oaks: Sage Publications. Kyoung, A., S. –Gower, K.K. (2009).―How do the News Media Frame Crises? A Content Analysis or Crisis News Coverage‖, Public Reletions Review 35, ss. 107 – 112. Lavine, H., Borgida, E. – Sullivan, J. L. (2000).―On the relationship between attitudeinvolvement and attitude accessibility: Toward a cognitive-motivational model ofpolitical information processing‖, Political Psychology, 21, 81–106. Mardin, Ş. (1990). ―Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri‖, Türkiye’de Toplum ve Siyaset Makaleler 1, Der. Mümtaz‘er Türköne – Tuncay Önder, İletişim Yayınları:İstanbul. Mc Carty, N. – Poole, K.T. – Rosenthal, H. (2006). Polarized America The Dance of İdeology and Unequal Riches, Cambridge, Massachusetts, London: The MIT Press. Mendelsohn, M. – Nadeau, R. (1996). ―The magnification and minimization of socialcleavages by the broadcast and narrowcast news media‖, International Journal of PublicOpinion Research, 8, 374–390. Neuendorf, K. A. (2002). The Content Analysis Guidebook, Sage Publications: Thousand Oaks. Nişancı, E. (2002).―Neo-Patrimonyalizm ve Türk Siyasal Modernleşmesi‖, Doğuş Üniversitesi Derggisi, (5), ss. 123 – 139. 221 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 Ökten, A. N. – Kurtarır, E. – Çekiç, T. İ. (2013). ―Katılımın Yokluğunda Gezi‘de Direniş‖, Planlama, 23 (1), ss. 45 – 51. Özbudun, E. (1995). ―Türkiye‘de Devlet Seçkinleri ve Demokratik Siyasal Kültür‖, Türkiye’de Demokratik Siyasal Kültür, Türk Demokrasi Vakfı:1995. Özen, H. – Avcı, Ö. (2013). ―Her Yer Taksim Her Yer Direniş: Kentsel Bir Hareketin Ulusal Yayılımı‖, Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, C.3, S.1-2, ss. 31-45. Page, B. I. (1996). ―The Mass Media as Political Actors‖, Political Science& Politics, V. 29, No.1, ss. 20 – 24. Paletz, D. L., Koon, J., Whitehead, E. –Hagens, R. B. (1972). ―Selective exposure: Thepotential boomerang effect‖,Journal of Communication, 22, 48–53. Sani, G. – Sartori, G. (1983). ―Polarization, Fragmentation and Competition in Western Democracies‖, Ed. H. Daalder and P. Mair, Western European Party Systems: Contunuity and Change, Sage Publications, ss. 307 – 340. Scheufele, B. (2004). ―Framing Effects Approach: A Theoretical and Methodological Critique‖, Communications, 29, 2004, ss.401 – 428. Semetko, H.A. –Valkenburg, P.M. (2000). ―Framing Europesan Politics: A Content Analysis of Press and Television News‖, Journal of Communication, Spring, ss. 93 – 109. Shils, E. (1961). ―Centre and Periphery‖, The Logic of Personal Konowledge: Essays Presented to Michael Polanyi, Routledge & Kegan Paul, ss. 117 – 130. Shoemaker, P. – Reese, S. D. (1997). ―İdeolojinin Medya İçeriği Üzerindeki Etkisi, Medya Kültür Siyaset‖, Der. ve Çev. Süleyman İrvan, Ark Yayınları: Ankara, ss. 99 – 137. Stromer-Galley J. (2003).―Diversity of political conversation on the Internet: Users‘ perspectives‖, Journal of Computer-Mediated Communication, 8(3). Stroud, N. J. (2007). ―Media effects, selective exposure, and Fahrenheit 9/11‖, PoliticalCommunication, 24, 415–432. Stroud, N. J. (2008)."Media use and political predispositions: Revisiting the concept of selective exposure." Political Behavior 30.3, ss. 341-366. Stroud, N. J. (2010). ―Polarization and Partisan Selective Exposure‖, Journal of Communication, 60, ss. 556 – 576. Taber, C. S. –Lodge, M. (2006).―Motivated skepticism in the evaluation of political beliefs‖, American Journal of Political Science, 50, 755–769. Testa, C. (2010).Party Polarization and HollowayUniversity of London, ss.1-35. Electoral Accountabilility, Royal Tuncel, G. – Gündoğmuş, B. (2012). ―Türkiye Siyasetinde Merkez-Çevrenin Dönüşümü ve Geleneksel Merkezin Konumlanma Sorunu‖, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 14/3, ss. 137 – 158. 222 Vona Kurt, E., 2015, “Medya ve Kutuplaşma“ TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu). (2012). Milletvekili Genel Seçimi İl ve İlçe Sonuçları: 2011, 2007, 2002, 1999, 1995, 1991, Yayın No: 3686: Ankara. Yıldız, A. (2004). ―AK Partinin ‗Yeni Muhafazakar Demokratlığı‘: Türkiye Siyasetinde Adlandırma Problemi‖, Liberal Düşünce, ss. 5 – 11. Gazete tirajları, http://www.dorduncukuvvetmedya.com/tiraj-raporu/5363-gectigimizhaftanin-tirajlari.html, (08.11.2014). 223 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık 2015, s.193-223 224 2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta’da Seçmen Davranışı Analizi Hüseyin Gül Niran Cansever Prof. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: gulhuseyin@yahoo.com Arş. Gör. Süleyman Demirel Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: niran_ozalp@hotmail.com Mustafa Turhan Süleyman Demirel Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü E-posta: mustafaturhan32@gmail.com Özet: Türkiye’de seçmenler, yerel seçimlerde milletvekili seçimlerine göre daha farklı faktörlerden etkilenebilmekte ve yerel seçimler ulusal siyasetin etkisinde kalabilmektedir. Yerel seçimlerde, seçim çevresinin, adayların, seçmenlerin ve partilerin kendine has özellikleri de bulunmaktadır. Bu özellikler seçmenlerin oy verme davranışını etkileyebilmekte ve seçmeni stratejik (taktiksel) oy verme davranışına yönlendirebilmektedir. Bu çalışma, 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri sonrasında Isparta’da yapılan bir alan araştırması çerçevesinde, seçmenlerin ulusal ve yerel seçimlerde oy verme davranışlarını incelemektedir. Bu amaçla; genel ve yerel seçimlerde seçmen davranışı ve bu davranışı biçimlendiren değişkenler, genel-yerel siyaset ve seçim etkileşimi, seçmenlerin kendi partilerine sadakati ve stratejik oy davranışının nedenleri gibi konular irdelenmektedir. Anahtar Kelimeler: Genel ve yerel seçimler, siyasi partiler, seçmen oy verme davranışı, stratejik oy davranışı, Isparta An Analysis of Voter Behavior in Isparta in 2014 General and Local Elections Abstract: Electorate in Turkey is influenced by different factors compared to the general national elections and the process of local election is affected by the national politics. In local elections; voting district, candidates, electorates and political parties all have their unique characteristics. These characteristics can affect people’s voting behavior and drive the electorate take strategic (tactical) voting action. This study analyzes the voting behavior of electorate in national and local elections after the March 30 2014 local elections the local elections of 30 March 2014 on the base of a research conducted in Isparta. For this purpose, the voting behavior of electorate in national and local elections and the factors shaping this behavior, the interaction of national and local elections, voters’ loyalty to their parties and the reasons for strategic voting behavior are questioned. Keywords: General and local elections, political parties, voter voting behavior, strategic voting behavior, Isparta Gül, H., Cansever, N. & Turhan, M., 2015, “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta’da Seçmen Davranışı Analizi”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241. Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 Giriş Seçimler, seçmenin iradesini ortaya koyan, seçimle gelen yöneticilerin ve seçimle oluşan meclislerin belirlenmesini sağlayan ve demokrasinin işlemesini sağlayan vazgeçilmez araçlardır. Seçim öncesinde, hangi partinin ne kadar oy alacağına ya da hangi partinin birinci parti olarak yarışı kazanacağına gösterilen ilgi, seçim sonrasında genellikle yerini daha az ilgi gören seçmen davranışını anlamaya dönük çalışmalara bırakmaktadır. Daha çok ilgi çeken hangi partinin ne kadar oy alacağı, hangi partinin iktidar olacağı ya da hangi parti adayının yarışı kazanacağı konularının gölgesinde kalsa da, seçim sonrasında yapılan seçmen davranışlarını anlamaya dönük çalışmalar, aslında siyasal partiler, siyaset bilimi ve demokrasi açısından daha uzun soluklu geçerliliğini koruyacak veriler üretmekte ve seçim sürecinin nasıl işlediğine dair ipuçları vermektedir. Seçmenlerin seçimde verdikleri kararların veya yaptıkları tercihlerin nedenlerini anlamak ve bunları belirleyen ya da etkileyen değişkenleri belirlemek, hem siyasi partilerin hem kamu politikasında etkili olan aktörlerin daha çok işine yarayacak sonuçlar ortaya koymaktadır (Çarkoğlu, 1997; Damlapınar & Balcı, 2005; Ercins, 2007). Bunun yanında, vatandaşların tercihlerinin daha net anlaşılarak hükümet ve siyasi partiler nezdinde daha etkili ve meşru sonuçlar üretilmesine, demokrasinin daha etkin ve katılımcı işlemesine katkı yapacaktır. Yerel seçimler gerek işleyiş, gerekse sonuçları itibariyle milletvekili seçimlerinden farklılıklar gösterebilmektedir. Bu çalışma Isparta’da yapılan bir alan araştırmasından yola çıkarak, Isparta’da seçmenlerin oy verme davranışını incelemektedir. Bu çerçevede, genel ve yerel seçimlerde seçmen davranışı ve bu davranışı biçimlendiren değişkenler, genel-yerel siyaset ve seçim etkileşimi, seçmenin kendi partisine ne kadar sadık kalarak oy kullandığı ve stratejik oy davranışının nedenleri gibi konular sorgulanmaktadır. Çalışmanın verileri 30 Mart 2014 yerel seçimleri sonrası yapılan bir alan araştırmasından gelmektedir. Araştırma Isparta merkezde rastlantısal örneklem yoluyla Nisan-Mayıs 2014 tarihleri arasında yüz yüze mülakat tekniği kullanılarak bilgi toplanmıştır. Araştırma kapsamında 120 kişi ile yapılan görüşmelerden elde edilen anketlerden güvenilir olan 100 tanesi analizde ele alınmıştır. 20 anket geçerli görülmediği için araştırma kapsamı dışında bırakılmıştır. Araştırmanın Isparta ile sınırlı olması araştırmanın kısıtıdır. Ancak; araştırma tüm ülkeye genellenemese de ele alınan konulara ilişkin Isparta örneği üzerinden tartışmaya önemli katkı sunmakta ve bu konuda yapılacak araştırmalara kaynaklık etme çabası taşımaktadır. Seçmen Tercihini Açıklayan Teorik ve Ampirik Yaklaşımlar Son yüzyılda genel ve eşit oy ilkesi yaygınlaştıktan sonra vatandaşların sandık başına gittiklerinde hangi partiye hangi kritere göre oy verdikleri önem kazanmıştır. Bu nedenle “oy vermeyi etkileyen faktörler nelerdir” sorusu siyaset sosyolojisi alanını uzun süredir meşgul edegelmiştir. Seçmenin oy 226 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” verme davranışını; kişinin demografik özellikleri, geliri, mesleği, ailesi, dini inancı, mezhebi, siyasal parti adayının özellikleri ve imajı gibi unsurların yanı sıra, propaganda, siyasal seçim kampanyaları, kamuoyu araştırmaları gibi diğer birçok faktör de etkilemektedir. Sanayileşmiş batı demokrasilerinde 1940’lardan başlanarak oy verme davranışını etkileyen birçok sorunun cevabı için pek çok ampirik çalışma yapılmış seçmen davranışını açıklayıcı teoriler geliştirilmiştir (Akgün, 2007: 24-25). Tarihsel gelişim itibariyle seçmen davranışı ile ilgili teorik yaklaşımlar sosyolojik, psikolojik ve rasyonel tercih yaklaşımıdır (Kalender, 2000: 51-67). Sosyolojik Yaklaşım Colombia Üniversitesi’ndeki bir grup sosyal araştırmacı tarafından başlatıldığı için Colombia Ekolü olarak da bilinen sosyolojik yaklaşım, seçmen davranışının temelde toplumdaki sosyal bölünmüşlük tarafından belirlendiğini iddia eder (Akgün, 2007: 27). Berolson ve Lazarsfeld’e göre (1954), seçimlerde kullanılan oy aslında bireylerin ait olduğu sosyal kimliklerin siyasal tercihlere yansımasından ibarettir (aktaran Akgün, 2007: 27). Seçmen tercihine sosyolojik açıdan yaklaşanlar ekonomik ve psikolojik yaklaşımları reddetmekte özellikle grup temelleri üzerinde durmaktadır. Harrop ve Miller’e göre (1987: 157), bu yaklaşımda oy vermeyi etkileyen tutum ve davranışlar daha çok din sosyo-ekonomik statü, yaşanılan coğrafya, mensup olunan grup gibi faktörlerden etkilenmektedir. Yaklaşıma göre oy verme bir grup deneyimidir. O yüzden birlikte çalışan, faaliyette bulunan ve yaşayan insanlar aynı adaya oy verebilmektedir. Sosyo-ekonomik statü derecesi, dini bağlılık ve ikamet, bireylerin karar vermelerinde çok etkilidir (Kalender, 2000: 51). Benzer biçimde, oy vermede dini ve etnik özellikler, azınlık gruba üye olma ya da sınıf farklılıkları da etkili olmaktadır (Kalender, 2000: 55-56). Oy vermede ailenin de önemi büyüktür. Özellikle eşler birbirine yakın oy kullanmaktadırlar. Çocukların tercihleri ile ebeveynlerin tercihleri, eşler arasındaki gibi yakın ilişki olmasa da birbirine benzeşmektedir. Eğer anne ile baba arasında kimliği benimsenen parti konusunda uyum varsa, çocuğun da aynı partiyi desteklemesi, doğal olarak daha büyük bir olasılıktır (Aydın ve Özbek, 2004: 148). Türkiye’de de geçmiş dönemlerde yapılan seçimlerde seçmenin sosyolojik yaklaşıma uyan tercihlerde bulunduğu görülmektedir. Örneğin, önce Adalet Partisi, sonra da onun devamı olan Doğru Yol Partisi, genellikle Anadolu’nun kırsal yörelerinde yaşayan seçmenlerden oy almıştır. Hatta DYP geleneği için “köylü partisi” tanımlaması bile yapılmıştır. DYP’nin eski Genel Başkanlarından, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı görevleri de yapan Süleyman Demirel’in “benim köylüm”, “benim çiftçim” diye başlayan sözleri, buna örnek olarak gösterilebilir (Özkan, 2010: 6). Hatta Sayın Demirel için “Çoban Süleyman” lakabı da takılmıştır (Gül & Kiriş, 2009; Sallan Gül & Gül, 2009). 227 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 Sosyo-Psikolojik Yaklaşım ya da Partiyle Özdeşleşme Seçmen tercihinde teorik yaklaşımlardan bir tanesi de psikolojik yaklaşım ya da literatürdeki yaygın ismiyle partiyle özdeşleşme modelidir. Bu yaklaşıma Michigan Ekolu de denir (Kalender, 2000: 57). Alan araştırmalarının yaygınlık kazanmasıyla ve buna bağlı olarak bireysel düzeyde elde edilen verilerin artışıyla birlikte sosyo-psikolojik model literatürde ağırlık kazanmaya başlamıştır. Partiyle özdeşleşmenin olabilmesi için seçmenin parti ile bir hukuki bağının olması şart değildir. Seçmenin partiye duyduğu sevgi ve bağlılık, futbol takımını destekleyen taraftarları andırır (Turan, 1986: 110). Campell ve Conserve’e göre (1960: 147), parti ile özdeşleşme modelinde kişinin oy verme yaşına ulaşmadan politik işlere doğru yönelmekte ve onun bu yönelimini kendi sosyal çevresi güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Yapılan bir araştırma, seçmenin parti tercihini belirlemesinde çocukluk yıllarının çok etkili olduğunu, çocuğun aile ortamının etkisinde kaldığını ve ilk tercihini kolayca değiştiremediğini ortaya koymuştur (Kalender, 2000: 58). Söz konusu yaklaşımda çoğu seçmen, mevcut oy verme niyetinden farklı olabilen bir partiye önceden var olan bir bağlılık hissetmektedir. Önceden var olan bu bağlılık aile içinde oluşmaya başlamaktadır. Çoğu seçmen hayatı boyunca aynı partiye bağlı kalabilirken, ebeveyn bağlılığının zayıf olduğu, ailesinin ve kendisinin ilk bağlılığının, referans gruplarının farklı olması gibi nedenlerle, azınlıkta kalsa da bağlılığını değiştirenler olabilmektedir (Kalender, 2000: 59-60). Türk seçmeninde de bir siyasal partiyle “özdeşleşme” modeli yaygındır. Özellikle daha yüksek eğitim düzeyine sahip, modernleşme projesini benimseyen aydınların ve bürokratik çevrelerin ağırlıkla Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) oy vermeleri, partiyle özdeşleşme yaklaşımı için iyi bir örnektir. CHP geleneği, Türk siyasal hayatında kökleri derinlerde olan bir harekettir ve takipçileri her şeye rağmen partilerini seçim sandıklarında desteklemektedirler (Özkan, 2006: 7). Aynı şekilde kendisini “ülkücü” diye nitelendiren insanlar, Türk milliyetçiliğinin temsili temelinde büyük ölçüde Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) oy vermekte ve başka bir partiye yönelmemektedirler. Rasyonel Tercih Yaklaşımı Ekonomik yaklaşım da denen bu yaklaşımın temel varsayımı, seçmenin kendi çıkarlarını iyi bilmesi ve bu çıkarlara en iyi şekilde hizmet edecek adaya ve partiye oy kullanmasıdır. Bu teori, seçmenlerin tek amaçlarının maddi çıkar olarak tanımlanan fayda maksimizasyonu olduğunu varsayar. Bu yaklaşıma göre seçmenin kendisinin belli bir amacı vardır ve eğer oy verdiği parti amacını gerçekleştirmede yetersiz kalırsa, kişi kolayca oyunu değiştirebilmektedir (Akgün, 2007: 30). Ekonomik kaynaklı motivasyonların oy verme üzerinde bir etkisi olduğu genel kabul görmekle birlikte, bu modelde fayda ve amaç tanımının maddi çıkarla sınırlaması ve ekonomi 228 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” dışındaki etkenlerin göz ardı edilmesi, modelin eleştiriye uğramasına neden olmaktadır (Akgün, 2007: 30). Downs (1957: 49-50) Demokrasinin Ekonomik Teorisi adlı çalışmasında bu yaklaşım ile ilgili varsayımlarını dile getirmiştir. Downs’un rasyonel tercih yaklaşımında, eğer iki parti sistemi varsa seçmen tercih ettiği parti için oy kullanacaktır. Çok partili sistemde ise seçmen, diğer seçmenlerin tercihleri konusunda tahminde bulunacak ve eğer tuttuğu partinin gerçekten kazanma şansı varsa o partiye oy verecektir. Eğer tuttuğu parti hiç kazanma şansına sahip değilse, en sevmediği partinin kazanmasını engelleme şansına sahip olacak ve ona göre oy verecektir. Eğer seçmen uzun vadeli düşünüyorsa, tuttuğu partinin hiç kazanma şansı yoksa bile, gelecek seçimlerdeki alternatiflerini geliştirebilmek için yine bu partiye oy verecektir. Tercih sıralamasında iktidar partisiyle bir muhalefet partisinin aynı konumda olması sebebiyle seçmen karar veremiyorsa; farklı platformlar ve politikalar olmasına rağmen partiler kilitlenmiş durumdaysa çekimser kalacaktır. Eğer partiler, platformları ve politikaları aynı olmasına rağmen kilitlenmişlerse, seçmen iktidar partisinin icraatlarını öncekileriyle karşılaştıracaktır. Şayet iktidar iyi çalışmışsa bunlara, başarısız ise muhalefete oy kullanacaklardır. İkisini de eşit görüyorsa çekimser kalacaktır (Kalender, 2000: 63-64). Seçmenler, gelecekten çok geçmişi sağduyu ile değerlendirerek oyunu kullanmaktadır. Özellikle iktidar partilerinin geçmişte yaptıkları icraatların genel bir değerlendirmesini yapan seçmen, bu icraatlardan kendisinin ne kadar yararlandığına bakarak ona göre karar vermektedir. Seçmen vaatlere çok prim vermemekte daha çok sonuçlara bakmaktadır. Ancak, son yıllardaki seçimlerde, vaatlerin ve neler yapılacağının özellikle proje temelli olarak anlatılması, seçmenin geçmişteki performans temelinde gelecekteki projeleri de oy vermede dikkate aldığını gösteren ipuçları vardır. Türkiye’de de halkın oy verirken hükümetin geçmiş performansını, özellikle de ekonomik performansını göz önünde bulundurduğu TÜSİAD’ın “seçim sistemi ve siyasi partiler araştırması” sonuçlarında ortaya çıkmıştır. Seçmenler oylarının yönünü belirlerken özellikle hükümetin son bir yılını göz önüne almaktadırlar (TÜSİAD, 2001; Özsoy, 2009: 51). Aynı şekilde, Sezgin’in (2007: 36) yaptığı bir çalışmada, Türk seçmeninin siyasilerin popülerliğini değerlendirirken, ekonomik faktörleri göz önünde aldığını ortaya koymuştur. Ayrıca seçmen negatif ekonomik göstergelere pozitif ekonomik gelişmelerden daha güçlü biçimde duyarlılık göstermektedir. Ekonomik çöküntüler ve özellikle enflasyonist ortam aynı anda daha çok insanı etkilediğinden, seçmen bundan sorumlu tutuğu partileri cezalandırmaktadır. Buna karşın, ülkenin genel ekonomik koşullarındaki pozitif gelişmelerin (ekonomik büyüme gibi) neden olduğu zenginlik kısa dönemde halka aynı ölçüde yansıyamadığından dolayı, bu tür olumlu gelişmelerin seçmenin 229 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 davranışına olumlu yansıması geç olmakta ve seçmen başarıyı daha geç ve az ödüllendirmektedir (Ercins, 2007: 29). Seçim ve Demokrasi İlişkisi Seçimler, tek başına bir sistemi demokratik yapmaya yetmese de, demokrasinin gerekli ve vazgeçilmez araçlarıdır. TÜSİAD’ın (2001) seçim sistemi ve siyasi partiler araştırması sonuçlarına göre, Türk seçmeninin en sık kullandığı siyasal katılım kanalını “oy vermek” oluşturmaktadır. Türk seçmeni “her zaman” denebilecek sıklıkta “oy kullanarak” siyasete katılmaktadır. Siyasal katılmanın en önemli aracı da seçimlerdir. Bu yüzden seçimler, üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Seçim, birden çok alternatif karşısında özgür iradeye dayalı eğilimleri ifade eder. Yöneticileri belirlemeye yönelik yapılan seçim ise; bir kamu görevini yürütecek kişi veya kurulun, ilgili seçmenlerce, çok sayıda aday arasında yapılacak tercihlerle belirlenmesidir (Türk, 2006: 76). Siyaset bilimi açısından seçim, yönetilenlerin kendilerini kimin yöneteceğini belirlemek için geliştirilen bir demokratik yöntemi ifade eder. Aynı zamanda siyasal sistemin meşruluk temelini oluşturma ve siyasal rejimin niteliğini belirleme gibi daha önemli anlamı da vardır (Öztekin, 2001: 152). Çünkü demokrasiyi otoriter ve totaliter rejimlerden ayıran en önemli özelliği yönetimin meşruiyetinin halkın rıza ve onayına dayanmasıdır. İktidarı belirleyen halkın rızası Antik Yunandaki site demokrasilerinde tüm vatandaşların yönetim sürecine doğrudan katılmasıyla sağlanabiliyordu. Artan nüfus ve sorunların karmaşıklaşması ve herkesin siyasete ayıracak vaktinin olmaması gibi nedenlerle birlikte doğrudan demokrasi imkânsızlaşmıştır (Kışlalı, 1991: 160). Bunun yerine temsili demokrasi denilen halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla yönetim sağlanmaktadır. Halkın kendini yönetecek kişileri seçmesi klasik demokrasi anlayışının temelini oluşturmaktadır. Halk, egemenlik hakkını kullanıp temsili demokrasinin gereği olarak genel ve eşit oyla temsilcilerini seçmektedir. Temsili demokrasilerde vatandaşlar düzenli aralıklarla yapılan seçimler yoluyla siyasal iktidarı belirleme ve memnun kalmadıklarında iktidardan uzaklaştırabilmektedir (Akgün, 2007: 6). Bu yüzden, seçimler demokrasinin işlemesi için en önemli araçlardandır. Demokratik olmayan rejimler ile demokratik rejimler arasındaki en önemli fark seçimlerin yapılıp yapılmadığıdır. Burada bahsi geçen seçimler, adaylar arasında serbest bir yarışın bulunduğu ve seçmenlerin de tercih ettikleri adaylara yönelik desteklerini hiçbir yaptırım korkusu olmadan açıklayıp oy verdikleri özgür ve adil seçimlerdir (Akgün, 2007: 6). Ancak, klasik temsili demokrasinin yetersizlikleri ortaya çıkınca ve yaygın olarak eleştirilince, daha katılımcı demokrasi arayışları son birkaç on yılda yoğunlaşmıştır. Katılımcı demokrasinin özünde herkesi bağlayan ve 230 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” ilgilendiren karar süreçlerine halkın katılımı vardır. Siyasal katılma, bu noktada demokrasi kavramıyla özdeşleştirilen anahtar bir kavramdır. Çünkü demokrasiyi üstün kılan, halkın siyasal sisteme katılımı ve denetimidir (Çukurçayır, 2000: 13). Ancak katılımcı demokraside katılım, seçimlerde katılımla sınırlı tutulmamakta, iktidar belirlendikten sonra iktidarın yönetim faaliyetlerinde yer almayı ya da alamama durumunda alternatif barışçıl görüş ifade etme yollarını kullanmayı (protesto yürüyüşü ya da alternatif toplantılar düzenleme gibi) da içerir. Seçimlerle bireyler, kamusal amaçların belirlenmesi ve gerçekleştirilmesi sürecine katılabilmektedir. Böylece, egemenlik olabildiğince tek tek bireylerce kullanılabilmekte, belli bir toplumsal tabakanın ya da çıkar grubunun egemenlik kurma tehlikesi önlenebilmektedir (Çukurçayır, 2000: 15). Yerel Seçimler Demokratik süreçte halk, ulusal genel seçimlerle ülkeyi yönetecek temsilcilerini (merkezi yönetimi) ve muhalefeti belirlerken, yerel seçimlerle de yereli yönetecek temsilcilerini (yerel yönetimi) göreve getiriler (Çağlar & Gelir, 2014: 28). Yerel seçimler, yerel yönetimlerin karar organlarının seçilebilmesi için düzenli aralıklarla yapılan seçimlerdir. Bu durum ulusal iktidarın belirlenmesiyle ve ulusal çaplı krizlerle doğrudan ilgili olmamasıyla açıklanabilir. 2014 yerel seçimi de, 2009 yerel seçimi ile belirlenen yerel yönetim organlarının 5 yıllık görev sürelerinin bitimine denk gelen 2014 Mart’ında yapılmıştır. Yerel yönetim seçimleri iktidar partisi için kamuoyu yoklaması (genel seçimler öncesinde) ya da güven oylaması (genel seçimler sonrasında) olarak da görülür. Yerel seçimden sonra yakın bir dönemde yapılacak ulusal seçimler varsa, yerel seçimler bunun için bir kamuoyu yoklaması olarak değerlendirilir. Genel seçimler sonrasında iktidar oluştuktan sonra yapılan yerel seçimler ise, yerel iktidarın ve meclislerin belirlenmesinin ötesinde, genellikle ulusal iktidarın icraatları için bir güven oylaması olarak değerlendirilmektedir. Ulusal siyasette yer alanlar, yerel seçim sonuçlarını kendileri açısından bir başarı ya da başarısızlık ölçütü olarak değerlendirebilmektedirler. Bu nedenle, yerel seçimler milletvekilliği seçimleriyle ilişkili görülmektedir (Akbulut, 2014: 1; Gül, Kiriş, Negiz & Gökdayı, 2014). Türkiye’de yerel seçimlerle ulusal seçimler karşılaştırıldığında, son seçimlere kadar, yerel seçimlere katılma oranı milletvekilliği seçimlerine katılma oranından düşük kalmıştır. Katılım oranının düşük olmasına rağmen özellikle 1973, 1977 ve 1989 yerel seçimleri ulusal siyaset üzerinde etkili olabilmiştir. Akbulut’a göre (2014: 5), yerel seçimlere katılım oranının düşüklüğü yerel yönetimlerin demokrasi okulu olduğu yönündehi liberal savı çürütmektedir. Ancak, son yıllarda yapılan seçimlerde yerel seçimlere katılım oranının yüksek olması orada maksimum demokrasinin gerçekleştiği anlamına da gelmemektedir. Demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de ve yerel 231 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 demokrasinin en güçlü olduğu ülke olarak gösterilen Amerika Birleşik Devletleri’nde günümüzde yerel seçimlere katılım oranı ulusal seçimlerden çok daha düşüktür. Türkiye’de siyasal yaşamın özellikleri çerçevesinde yerel seçimlerin ulusal siyaset ekseninde yürütülmesi ve sonuçlarının genel olarak ulusal siyaseti etkileyici bir özelliğe sahip olmasından dolayı yerel siyasetin özerk bir doğaya sahip olmadığını ileri sürenler vardır (Akbulut, 2014: 9). Türkiye’de 1963-2014 tarihleri arasında yapılan toplam 11 yerel seçimde belediye başkanlıklarının çoğunluğunu, 1989 yerel seçimleri istisnası dışında, iktidar partileri kazanmıştır. Bu durum ulusal-yerel seçim ilişkisinde, ulusalın yerel üzerinde egemenliğine bir işaret olarak görülebilmektedir (Kamalak, Kiriş & Gül, 2013). Ayrıca, yerel halkı da yerel yönetimlerin iktidar partisinden olmasıyla daha fazla hizmet, yatırım, sosyal yardım, iş vb. alacağı düşüncesi de iktidar partilerini avantajlı kılmaktadır (Kiriş ve Şataf, 2007: 93). Ancak, Kamalak, Kiriş ve Gül (2013) yerel koşulların en etkili olduğu seçimlerin belediye başkanlığı seçimleri olduğunu, bu seçimlerde başkan adayı profilinin seçim sonuçlarını etkileyecek ve farklılaştırabilecek potansiyele sahip olduğunu ileri sürmektedir. Kösecik (2010: 79-91), yerel seçimler üzerinde ulusal siyasetin etkili olduğunu kabul etmekle birlikte, 1990’lı yıllardan bu yana yerel siyasetin de etkisinin görülebildiğini savunur. Kösecik’e göre (2010: 91), yerel seçimler siyasal partilerin sıkı vesayeti altında geçse de, adayın ve yerel faktörlerin de etkili olduğunu gösteren örnekler yerel seçim sonuçları arasında çokça mevcuttur. Kamalak (2013: 444), yerel yönetim birimi küçüldükçe ulusal siyasetin etkinliğinin azaldığını, buna karşın yerel siyasetin özelliklerinin daha baskın hale geldiğini iddia eder. Çitçi (1996: 6) yereldeki mekânsal yakınlığın demokratik katılımı kolaylaştırdığını belirtir. Çağlar ve Gelir (2014: 47) de Isparta’da yaptıkları çalışmada, yerel ölçekte seçmenlerin adayın kişisel özelliklerine, dış görünüşüne, iletişim yeteneğine, tecrübesine ve sosyokültürel kimliğine, uygulanabilir proje önerip önermediğine, etkileyici bir konuşma üslubunun olup olmadığına ve siyasal kampanya faaliyetlerinin etkinliğine bağlı olarak oy kullandıklarını saptamışlardır. Ancak, araştırmacılar seçmenin, adayın partisinin iktidar olup olmadığına da dikkat ettiğini belirlemiştir. Kısacası; yerel seçimlerde seçmenlerin sadece yerel koşullara göre tutum geliştirerek oy kullandığını iddia etmek zor görünmektedir. Gerek Türkiye’de gerekse de pek çok ülkede yerel seçimler, ulusal düzeydeki siyasetin gündeminden etkilenmektedir. Ancak, 1980’lerden bu yana güçlenen yerelleşme, yerel demokrasi, yerel özerklik ve katılım talepleri ile zayıflayan ulus devlet anlayışına paralel olarak öne çıkan yerel kimlikler sonucu, yerel gündemin ağırlık kazanmaya başladığı görülmektedir (Gül, Kiriş, Negiz & Gökdayı, 2014). 232 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” “30 Mart 2014” Yerel Seçimlerinde Isparta Halkının Oy Verme Davranışının İncelenmesi Türkiye’de siyaset bilimi çalışmalarında “seçmen davranışı” çalışmaları önemli yer tutar. Seçmen davranışı iyi analiz edildiği takdirde, siyasal partiler seçmen davranışını daha iyi anlayabilir, öngörebilir, yönlendirebilir ve dolayısıyla iktidara yürüyebilir. Bu çalışma bağlamında, Isparta kent merkezinde yaşayanlar arasından tesadüfi örneklem tekniğiyle 120 kişiyle yüz yüze görüşülmüş, seçmenlerin oyunu ne yönde verdikleri, oylarını kullanırken hangi kriterlerden dolayı o yönde kullandıkları, oy verme stratejisi geliştirirken nelerden etkilendikleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Çalışmada 20 anket güvenilir bulunmadığı için araştırmaya alınmamış ve analizler 100 anket üzerinden yapılmıştır. Çalışmada 61 erkek 39 kadın ile görüşülmüştür. Görüşülen 100 kişiden 29’u, 20-30 yaş aralığında, 36’sı ise, 31-40 yaş aralığında, 28’i 41-50, 7’si ise 50 ve üstü yaş aralığındadır. Görüşülenler içinde en büyük grup 24 kişi ile ev hanımlarıdır. Ev hanımlarını 22 kişi ile esnaflar, 14 kişi ile öğrenciler, 11 kişi ile serbest meslek sahipleri, 8 kişi ile öğretmenler, 7 kişi ile işçiler, 6 kişi ile memurlar, 3 kişi ile öğretim üyeleri, 2’şer kişi ile polis ve çiftçiler ile son olarak bir asker izlemektedir. Üniversite mezunu olup kendine çalışan avukat, doktor, diş hekimi gibi meslek sahipleri, serbest meslek kategorisi altında sınıflandırılmıştır. Gelir düzeyi açısından görüşülen 100 kişinin 11’i kendisini alt grupta değerlendirirken, 16 kişi alt-orta, 29 kişi orta, 35 kişi üst-orta, 9 kişi ise üst gelir grubunda değerlendirmektedir. 2011 Milletvekilliği Seçiminde Isparta Halkının Oy verme Davranışı 2011 milletvekilliği seçimlerinde Isparta’da, AK Parti %53, CHP %21,7 MHP %19 oy almıştır. Çalışmada görüşülen 100 kişiden 44’ü AK Parti’ye, 25’i CHP’ye, 22’si MHP’ye oy vermiştir. Isparta’da 2011 seçimleriyle ilgili görüşülen 39 kadından 23’ü AK Parti’ye oy verirken 10’u CHP’ye, 5’i MHP’ye 1’i ise SP’ye oy vermiştir. Görüşülen 61 erkekten 21’i AK Parti’ye oy verirken 15’i CHP’ye, 17’si MHP’ye, 5’i de BDP’ye oy vermiştir. (Bkz. Tablo 1) Bu durum Isparta örneğinde MHP’nin ağırlıkla erkeklerce tercih edilen bir parti olduğunu, kadınların en fazla tercih ettiği partinin ise AK Parti olduğunu göstermektedir. Bu çalışma çerçevesinde uygulanan anket sonuçlarına göre, AK Parti seçmenin çoğunluğunun ev hanımı, CHP seçmenin çoğunluğunun öğrenci, MHP seçmeninin çoğunluğunun da esnaf olduğu ortaya çıkmıştır. Isparta’da AK Parti seçmen tabanının çoğunluğunu ev hanımlarından sonra esnaf ve memur oluşturmaktadır. 233 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 Tablo 1: 2011 Seçim Sonuçlarının Cinsiyete Göre Dağılım Partiler AK Parti CHP MHP BDP SP Diğer Toplam Cinsiyet Erkek Kadın 21 23 15 10 17 5 5 0 1 1 2 0 61 39 Toplam 44 25 22 5 2 2 100 2011 seçimleriyle ilgili olarak görüşülenlerin, gelir grubuna göre oy verme davranışını incelediğimizde kendisini orta gelir grubunda hissedenlerin çoğunluğu oylarını AK Parti’ye verirken, kendisini üst-orta grupta nitelendiren vatandaşların çoğunluğu ise oylarını CHP’ye vermişlerdir. AK Parti’ye oy verenlerin çoğunluğu kendisini sırasıyla orta, üst-orta, alt, alt-orta gelir grubu şeklinde sıralarken en çok oyu alan ikinci parti olan CHP’nin oy tabanı ise sırasıyla kendisini gördüğü gelir düzeyini, üst-orta, üst, orta, alt-orta şeklinde sıralamaktadır (Bkz. Tablo 2). Bu tablo Isparta örneğinde AK Parti’nin ve MHP’nin ağrılıkla orta ve ortanın altı gelir gruplarından, CHP’nin ise büyük ölçüde orta-üstü gelir gruplardan oy aldığını göstermektedir. Tablo 2: Görüşülenlerin 2011 Seçimlerinde Oy Verdikleri Partilere Göre Gelir Düzeyleri Partiler AK Parti CHP MHP BDP SP Diğer Toplam Alt 8 0 1 2 0 0 11 Alt-Orta 7 1 6 1 0 1 16 Orta 14 3 9 1 2 0 29 Üst-Orta 12 16 5 1 0 1 35 Üst 3 5 1 0 0 0 9 Toplam 44 25 22 5 2 2 100 Çalışmada görüşülenlere 2011 milletvekilliği seçiminde kime niçin oy verdikleri şeklinde açık uçlu sorular sorulmuş ve cevaplar doğrultusunda sınıflandırılmıştır. Bu doğrultuda AK Parti’ye oy verdiğini söyleyen 44 kişinin 28’i “AK Parti’ye güvendiği” için oyunu verdiğini söylerken, 9’u “Recep Tayyip Erdoğan’ı sevdiği” için, 2 kişi “ideolojisine uygun gördüğü” için, 2 kişi ise “ekonomik olarak rahat yaşadığı ve ekonomik refaha kavuştuğunu” düşündüğü için oyunu AK Parti’ye vermiştir. Oyunu CHP’ye veren 28 kişinin 18’i “ideolojisine uygun olduğu” için, 2 kişi “özgürlük” için, 2 kişi “Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmediği” için, 1 kişi “rahat yaşamak” için, 2 kişi ise “ailesiyle karar verdiği” için oyunu CHP’ye verdiğini dile getirmiştir. Oyunu MHP’ye veren 22 kişiden 10’u “güvendiği için”, 6’sı “ideoloji için”, 3’ü 234 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” “başbakanı sevmediği için”, 1’i “AK Parti’den hayır gelmediğini düşündüğü” için, 1 kişi ailesiyle karar verdiği için ve 1 kişi partinin adayı için oy verdiğini söylemiştir (Bkz. Tablo 3). Bu bulgular Isparta’da parti tercihinde en önemli unsurun “partiye duyulan güven” olduğunu göstermektedir. Bunu “ideolojisi uygunluk” takip etmektedir. İlginç olan bulgu, bu iki unsurdan sonra oy vermede en önemli etkenler Recep Tayyip Erdoğan sevgisi ya da karşıtlığıdır. İdeolojime uygun Erdoğan sevdiğim lider İstikrar Özgürlük için Başbakanı sevmiyorum AKP karşılığı AK Parti’den hayır yok Ekonomi-gelişmek içinrahat hayat için Bağımsızlık için Ailemle kocamla karar verdik Aday Toplam AK Parti CHP MHP BDP SP Diğer Toplam Güven Partiler Tablo 3: Görüşülen Kişilerin 2011 Milletvekilliği Seçimlerinde Oy Verme Nedenleri 28 0 10 0 0 0 38 2 18 6 1 2 0 29 9 0 0 0 0 0 9 3 0 0 0 0 0 3 0 2 0 0 0 1 3 0 2 3 2 0 0 7 0 0 1 0 0 0 1 2 1 0 0 0 0 3 0 0 0 2 0 0 2 0 2 1 0 0 0 3 0 0 1 0 0 1 2 44 25 22 5 2 2 100 Isparta’da 30 Mart 2014 Yerel Seçim Sonuçlarının İncelenmesi 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde Isparta merkezde Isparta belediye başkanlığı seçiminde oyların %44,4’üni MHP alarak seçimleri kazanmıştır. İkinci parti olan AK Parti oyların % 39,9’unu, üçüncü parti olan CHP ise %10’unu almıştır. İl genel meclisi seçimlerinde ise oyların %42,2’sini alarak AK Parti birinci parti olurken, %33,2 oy oranı ile MHP ikinci ve %14,9 ile CHP üçüncü parti oluştur. Böylece, seçimlerde MHP belediye başkanlığını kazanırken, il genel meclisi ve belediye meclisi seçimlerinde AK Parti en yüksek oyu almıştır. Buna göre 2014 yerel seçimlerinde Isparta’da belediye başkanlığı seçimleri ile il genel meclisi seçim sonuçları farklılaşmaktadır. Görüşmelerden alınan yanıtlar doğrultusunda halkın bilinçli oy kullandığını söylememiz mümkündür. Belediye başkanlığı seçimlerinde görüşülenlerin çoğunluğu (%47’si) MHP’ye oy vermiştir. Ancak il genel meclisi seçimlerinde çoğunluğu (%39) AK Parti almıştır. Belediye başkanlığı seçimlerinde birinci parti MHP iken il genel meclisi seçimlerinde birinci parti AK Parti olmuştur. Bu partilerden sonra ise belediye başkanlığında %12 ve il genel meclisinde de %17 ile CHP gelmektedir. 235 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 2014 belediye başkanlığı seçimleri sonrasında görüşülen esnafların çoğunluğu MHP’ye oy verirken, ev hanımlarının çoğu AK Parti’ye oy vermiştir. MHP’ye oy veren esnafları, oran olarak öğrenci, memur, serbest çalışan ve ev hanımları takip etmektedir. (Bkz. Tablo 4) Esnaf Ev hanımı İşçi Sağlık personeli Akademisyen Memur Çiftçi Serbest çalışan Polis Asker Toplam AK Parti CHP MHP BDP Toplam Öğrenci Partiler Tablo 4: Görüşülenlerin 2014 Yerel Seçimlerinde Oy Verdikleri Partilere Göre Meslek Grupları 1 7 6 0 14 8 11 2 1 22 15 4 2 3 24 4 2 1 0 7 1 0 1 0 2 0 1 2 0 3 4 7 2 1 14 2 0 0 0 2 3 3 3 0 9 1 1 0 0 2 0 0 1 0 1 39 36 20 5 100 Belediye başkanlığı seçimlerinde MHP’ye oy verenlerin çoğunluğu kendisini üst-orta ve orta gelir grubunda sınıflandırırken, AK Parti’ye oy verenlerin çoğunluğu kendilerini orta gelir grubunda sınıflandırmaktadır. Bunu üst-orta ve alt gelir grupları takip etmektedir (Bkz. Tablo 5). Tablo 5: Görüşülenlerin 2014 Yerel Seçimlerinde Oy Verdikleri Partilere Göre Gelir Düzeyleri Partiler AK Parti MHP CHP SP BDP Toplam ALT 7 2 0 1 1 11 ALTORTA 5 8 1 1 1 16 ORTA 11 14 1 3 0 29 ÜSTORTA 9 17 7 1 1 35 ÜST Toplam 0 6 3 0 0 9 32 47 12 6 3 100 Çalışmada aynı şekilde görüşülenlere 2014 belediye başkanlığı seçiminde kime niçin oy verdikleri açık uçlu olarak sorulmuş ve cevaplar sınıflandırılmıştır. Oyunu MHP’ye veren 47 kişinin 11’i “AK Parti kazanmasın” güdüsüyle oyunu verirken, 5’i “güvendiği” için, 3’er kişi ”yolsuzluk” ve “parti” için, 1 kişi ise “çözüm sürecinden dolayı” oyunu MHP’ye vermiştir. AK Parti’ye, 32 kişinin 17’si “Erdoğan’ı lider olarak güçlü gördüğü”, 6’sı “paralel yapı ile mücadele ettiği”, 2 kişi “darbecilerle mücadele ettiği”, 2 kişi “aday profilini” beğendiği, 2 kişi “din”, 1’er kişi ise “parti ve yolsuzluklar” için oyunu vermiştir 236 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” (Bkz. Tablo 6). 2011 milletvekilliği seçimleri ile 2014 yerel seçimleri kıyaslandığında AK Parti’nin oyunu düşürdüğünü görmekteyiz. AK Parti’nin oyunu azaltıp ikinci sırada kalmasına yol açan aynı nedenler, MHP’nin birinci parti olarak çıkmasına yol açan nedenlerdir. AK Parti’nin oy almasını sağlayan nedenler, aynı zamanda oy kaybetmesine yol açmıştır. MHP’nin birinci parti olarak çıkmasında başkanın icraatları ve özellikleri de etkili olmuştur. MHP’ye oy verenlerin çoğu AK Parti almasın diye, yani alternatif olarak kendilerine zorunlu olarak en yakın MHP’yi görüp bu partiye oy vermişlerdir. CHP’ye, 12 kişinin 5’i “ideolojisine uygun olduğu” için, 3 kişi “partiden”, 2 kişi “yolsuzluklardan”, 1’er kişi “aday” ve “AK Parti kazanmasın” diye oyunu vermiştir. BDP’ye oy verdiğini söyleyen 3 kişinin sebebi ise “ideoloji ve partidir”. (Bkz. Tablo 6) Paralel yapı ile mücadele Başkanın icraatları Parti AKP kazanmasın diye Erdoğan’ın güçlü liderliği Aday Yolsuzluk Güven İdeoloji Darbecilerle Mücadele Bel bşk güven Din Çözüm Süreci Gezide Güç KullanımıBaskıcı Rejim MHP AK Parti CHP SP BDP Toplam 0 6 0 0 0 6 9 0 0 0 0 9 3 1 3 0 1 8 11 0 1 0 0 12 0 17 0 0 0 17 7 2 1 2 0 12 3 1 2 0 0 6 5 0 0 0 0 5 6 0 5 1 2 14 0 2 0 0 0 2 1 0 0 0 0 1 0 2 0 3 0 5 1 0 0 0 0 1 2 0 0 0 0 2 Toplam Partiler Tablo 6: Görüşülenlerin 30 Mart 2014 Belediye Başkanlığı Seçimlerinde Oy Verme Nedenleri 47 32 12 6 3 100 Parti geçişkenliğini ve oy elastikiyetini ölçmek için sorulan “eğer oy verdiğiniz partiye oy vermeseydiniz, hangi partiye oy verirdiniz” sorusuna verilen yanıtlar oy geçişkenliğinin AK Parti’den MHP’ye, MHP’den ve HDP’den AK Parti’ye ve CHP’den MHP’ye şeklinde gerçekleşeceğine işaret etmiştir. Bu sonuçlara göre, Isparta örneğinde CHP ile AK Parti, HDP ile MHP ve CHP arasında oy geçişkenliği söz konusu değildir. Araştırmada 2014 il genel meclisi seçiminde kime niçin oy verdikleri şeklinde de açık uçlu sorular sorulmuş ve cevaplar doğrultusunda sınıflandırılmıştır. 2014 belediye başkanlığı seçimlerinin aksine, AK Parti il genel meclisi seçimlerinde birinci parti olmuştur. Bu doğrultuda AK Parti’ye oy verdiğini söyleyen 39 kişinin 8’i “Recep Tayyip Erdoğan’ı lider olarak güçlü gördüğü“, 3’ü “paralel yapı ile mücadele ettiği”, 7 kişi “güvendiği”, 6 kişi “parti”, 6 kişi “istikrar ve zam yapılmaması”, 3 kişi “hizmet gelsin” diye, 2 kişi 237 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 “dini”, 1 kişi “çözüm süreci”, 1 kişi “darbecilerle mücadele ettiği”, 1 kişi “ideoloji” gibi gerekçeleri tercihlerini etkileyen faktör olarak belirtmişledir (Bkz. Tablo 7). Güven 6 2 0 0 8 1 0 0 2 3 7 9 0 0 16 8 0 0 0 8 1 0 0 0 1 Toplam Aday 0 2 2 0 4 Çözüm Süreci İstikrar-zam yapılması 1 9 11 1 22 Yolsuzluk Baskıcı rejim 3 0 0 0 3 AKP almasın diye İdeoloji 2 0 0 2 4 Hizmet Paralel yapı ile mücadele 6 7 4 0 17 Erdoğan- Güçlü Lider Darbecilerle mücadele Din AK Parti MHP CHP BDP Toplam Parti Partiler Tablo 7: Görüşülenlerin 30 Mart 2014 İl Genel Meclisi Seçimlerinde Oy Verme Nedenleri 3 2 2 0 7 0 4 1 0 5 0 1 0 0 1 1 0 0 0 1 39 36 20 5 100 Belediye başkanlığı seçimlerinde oyunu MHP, CHP, BDP ve SP’ye verip il genel meclisi seçiminde oyunu AK Parti’ye verenler gerekçe olarak, şehirlerine iktidar partisi tarafından yatırım yapılması, para ve hizmet gelmesi belirtmişlerdir. MHP’ye oy veren 36 kişinin gerekçeleri ise şöyledir: 9’u “ideolojisi”, 9’u “güvendiği”, 7’si “parti”, 4’ü “AK Parti almasın”, 2’si “hizmet”, 2’si “AK Parti’nin baskıcı rejimi yüzünden”, 2’si ise “istikrar ve zam yapılmaması”, 1 kişi ise “yolsuzluk olaylarından dolayı” (Bkz. Tablo 7). Sonuç Sosyolojik tercih yaklaşımında insanların ait oldukları gruba, partiye ve bu partinin görüşlerine sıkı sıkıya bağlı oldukları kabul edilir. Söz konusu yaklaşıma göre, seçimlerde kullanılan oy, bireylerin ait oldukları sosyal kimliklerin siyasal tercihlere yansımasıdır. Bu görüşe göre seçmen her seçimde aynı doğrultuda oy kullanır. Psikolojik tercih yaklaşımında sosyolojik tercih yaklaşımının aksine, seçmenin, ait olduğu grubun dışında, bir partiye “psikolojik sevgi bağı” ile aidiyetinden dolayı oy verdiği savunulur. Kişiler herhangi bir nedenle başka bir partiye oy verseler bile, takip eden dönemde tekrar eski partilerine oy vereceklerdir. Rasyonel tercih yaklaşımında, kişinin oy verirken sadece maddi çıkarlarını göz önünde bulundurduğu savunulur. Bireyin kendi çıkarının farkında olması ve bunu sağlayacak, arttıracak ya da koruyacak kararları kendiliğinden verdiği ön kabulünden yola çıkılır. Seçmen oy verdiği partiden yeterince çıkar sağlayamazsa bir sonraki seçimde çıkarları doğrultusunda başka partilere yönelecektir. 2011 milletvekilliği ile 2014 yerel seçim sonuçları Isparta bazında irdelendiğinde AK Parti’nin oy kaybedip, MHP’nin oylarını arttırmıştır. MHP, 238 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” CHP ve BDP’ye oy verenlerin çoğu ideoloji, parti bağlılığı ve aileden gelen geleneği sürdürmek için vermektedir. Yani MHP, CHP ve BDP’ye oy verenler, daha çok sosyolojik tercih yaklaşımıyla hareket etmektedir. AK Parti’ye oy vermiş olanlar ise, rasyonel tercih yaklaşımıyla hareket edip, ekonomik çıkar ve istikrarın devamı için zam yapılmaması gibi nedenlerle hareket ettiklerini ifade etmişledir. Çözüm süreci, paralel yapı ile mücadele ve Erdoğan’ın kişiliği AK Parti’ye hem oy kazandıran, hem de oy kaybettiren nedenler gibi durmaktadır. Görüşülen 100 kişiden AK Parti’ye oy veren 39 kişinin çoğunluğu AK Parti’ye oy vermesin sebebi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın lider kişiliğini göstermişlerdir. Ayrıca darbecilerle ve paralel yapı ile mücadelede baskın nedenler arasındadır. AK Parti’nin oyunu azaltan nedenler, aynı zamanda MHP’nin birinci parti olarak çıkmasını sağlamıştır. MHP’nin birinci parti olarak çıkmasında başkanın icraatları, yani aday da etkili olmuştur. MHP’ye oy verenlerin içinde önemli büyüklükte bir grup AK Parti almasın diye de bu partiye oy vermişlerdir. Belediye başkanlığı seçimlerinde oyunu MHP, CHP, BDP ve SP’ye verip, il genel meclisinde AK Parti’ye verenlerin gerekçeleri ise, şehirlerine iktidar partisi tarafından yatırım yapılması, para ve hizmet gelmesi olarak ifade edilmiştir. Isparta’da il genel meclisi seçimlerinde oy vermede belirleyici unsurlar olarak ideoloji, parti ve partiye güven iken, belediye başkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’a duyulan sevgi ve gösterilen karşıtlık, ideoloji ve adayın özellikleri en önemli unsurlar olarak öne çıkmıştır. Bu seçim sonuçlarının analizi göstermektedir ki, seçmen oy verirken bilinçli hareket etmekte, ulusal meseleler kadar yerel meseleleri de dikkate almaktadır. 239 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 Kaynaklar Akbulut, Ö. (2014), “Yerel Seçimlerin Yerelliği”, Kamu Yönetimi Dünyası Dergisi, OcakHaziran, Yıl: 5, Sayı: 17-18, s. 43-48. Akgün, B. (2007), Türkiye’de Seçmen Davranışı, Partiler Sistemi ve Siyasal Güven, Nobel Yayın Dağıtım, Geliştirilmiş 2. Baskı, Ankara. Aydın, K. & Özbek, V. (2004), “Ailenin Seçmen Davranışları Üzerindeki Etkisi”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Kocaeli Üniversitesi, Sayı: 2, s. 144-167. Berolson, B., Lazarsfeld P. & Mchphee, W. N. (1954), Voting, University of Chicago Press, Chicago. Campell, A., Conserve, E. P., Warren, E. M. & Stokes, D. E. (1960), The American Voter, John Willy, New York. Çarkoğlu, A. (1997), "Macro Economic Determinants of Electoral Support for Incumbents in Turkey,1950–1995", New Perspectives on Turkey, Vol: 17, No: 2, s. 75-96. Çitçi, O. (1996) “Temsil, Katılma ve Demokrasi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 5, Sayı: 6, s. 5-14. Çukurçayır, M. A. (2000), Siyasal Katılma ve Yerel Demokrasi, Yargı Yayınevi, Ankara. Downs, A. (1957), An Economic Theory of Democracy, Harper, New York. Damlapınar, Z. & Balcı, Ş. (2005), “Seçmenin Zihnindeki Aday İmajını Belirleyen Etkenler: 28 Mart 2004 Yerel Seçimleri Alan Araştırması”, Selçuk İletişim, Cilt: 4, Sayı: 1, 2005, 58-79. Ercins, G. (2007), “Türkiye’de Sosyo-Ekonomik Faktörlere Bağlı Olarak Değişen Seçmen Davranışı”, C.Ü. İktisadi İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 2, s. 2540. Gül, H. & Kiriş, H. M. (2009), “Geçmişten Günümüze Yönetsel ve Siyasal Yönleriyle Isparta”, içinde Geçmişten Günümüze Isparta, (Der.), H. Gül ve S. Boybeyi, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara. Gül, H., Kiriş, H. M., Negiz, N. & Gökdayı, İ. (2014), Türkiye’de Yerel Yönetimler ve Yerel Siyaset, Detay, Ankara. Harrop, M. & Miller, W. (1987), Election and Voters a Comparative Introduction, Mcmillan, London. Kalender, A. (2000), Siyasal İletişim Seçmenler ve İkna Stratejileri, Çizgi Kitapevi, Konya. Kamalak, İ. (2013), “Yerelin Yerel Seçimlere Etkisi: Belediye Başkan Adayları Üzerinden Bir İnceleme”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 15, Sayı: 3, s. 419-446. Kamalak, İ., Kiriş, H. M. & Gül, H. (2013), “Türkiye’de Siyasal Partilerin Belediye Başkan Adayı Belirleme Etkinliğinin 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 22, Sayı: 3, s. 1-30. Kışlalı, A. T. (1991), Siyasal Sitemler, İmge Kitabevi, Ankara. Kiriş, H. M. ve Şataf, C. (2007), “İktidardan Olmak ya da Olmamak: Türkiye’de Belediyelerin Çıkmazı”, Yerel Siyaset, Yıl: 2, Sayı: 15, Mart, s. 359-369. Kösecik, M. (2010), “Türkiye’de Yerel Seçimler: Ulusal Politikanın Etkisinde 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri”, Yerel Siyaset, Yıl: 4, Sayı: 37, s. 79-91. Özkan, A. (2010), “Türkiye’de Seçmenlerin Oy Verme Davranışının Siyasal İletişim 240 Gül, H. & Cansever, N., & Turhan, M., “2011 Genel ve 2014 Yerel Seçimlerinde Isparta” Perspektifinden İncelenmesi”, içinde Seçenlere ve Seçilenlere: Politik Dünya, (Ed.) Ece İnan, 211-228,, Referans Yayınları, İstanbul. Özsoy, O. (2009), Seçim Kazandıran Siyasal İletişim, Pozitif Yayıncılık, Şubat. Öztekin, A. (2001), Siyaset Bilimine Giriş, Siyasal, Kitabevi, 3. Baskı, Ankara. Sallan Gül, S. & Gül, H. (2009), “Isparta'nın Toplumsal Yapısı ve Gündelik Yaşam Pratikleri”, içinde Geçmişten Günümüze Isparta, (Der.) H. Gül & S. Boybeyi, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara. Sezgin, Ş. (2007), “Ekonomik Oy Verme Teorisi: Türkiye Örneği 1998-2003,” Amme İdaresi Dergisi, Cilt: 40, Sayı: 2, Haziran, s. 21-38. Turan, İ. (1986), Siyasal Sistem ve Davranış, Der Yayınları, İstanbul. Türk, H. S. (2006), “Seçim, Seçim Sistemleri ve Anayasal Tercih”, Anayasa Yargısı Dergisi, S. 23, s. 75‐112. TÜSİAD, (2001), Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler Araştırması, Cilt 2, Kasım, http://www.tusiad.org.tr/__rsc/shared/file/ssspaCilt2.pdf. 241 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.225-241 242 2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi: Büyüme, Enflasyon, İşsizlik, Borçlanma ve Dış Ticarette Gelişmeler Onur Sungur Yrd. Doç. Dr. Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat Bölümü E-posta: onursungur@mehmetakif.edu.tr Özet: Türkiye Ekonomisi, Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar geçen süre içerisinde pek çok ekonomik kriz ile karşı karşıya kalmış ve belli başlı ekonomik sorunlarla mücadele içerisinde olmuştur. 2000’li yılların başında ardı ardına yaşanan Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri Türkiye ekonomisinde büyük etkiler oluşturmuş ve bir anlamda yeni karar ve önlemlerin alınmasına neden olmuştur. 2001 krizinin ardından alınan yeni önlemler ve 2002 yılından itibaren ortaya çıkan siyasi istikrar ile birlikte Türkiye ekonomisinde önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu çalışmanın amacı, 2000 sonrası dönemde Türkiye Ekonomisinin son 15 yılına ışık tutulmasıdır. Bu amaçla; 2000-2014 yıllarına ait verilerden yararlanılarak milli gelir, büyüme, kişi başı milli gelir, istihdam, işsizlik, enflasyon, borçlanma ve dış ticaret başlıkları altında temel makroekonomik göstergelerdeki gelişmeler analiz edilmektedir. Anahtar Kelimeler: Türkiye ekonomisi, büyüme, işsizlik, dış borç, dış ticaret Turkish Economy after 2000: Developments in Growth, Inflation, Unemployment, Debt and Foreign Trade Abstract: Turkish Economy has encountered several economic crises and struggled with certain economic problems from the proclamation of Republic up until today. In the beginning of 2000s, two economic crises on November 2000 and February 2001 have caused deep impacts on Turkish Economy and led to make new decisions and take precautions. With the new precautions after February 2001 economic crisis and political stability after 2002, significant progresses were made in Turkish Economy. The purpose of this study is to enlighten the 15-year-period of Turkish Economy after 2000. In this respect, the progress on basic macroeconomic indicators based on the data of 2000-2014 were analyzed under the following topics; gross domestic product, growth, per capita income, employment-unemployment, inflation, public debt and foreign trade. Keywords: Turkish economy, growth, unemployment, foreign debt, foreign trade. Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi: Büyüme, Enflasyon, ĠĢsizlik, Borçlanma ve DıĢ Ticarette GeliĢmeler”, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Giriş Türkiye Ekonomisi, Cumhuriyetin ilanından günümüze kadar geçen süre içerisinde pek çok ekonomik kriz ile karĢı karĢıya kalmıĢ ve belli baĢlı ekonomik sorunlarla mücadele içerisinde olmuĢtur. Türkiye Ekonomisi, 1960’lı, 1970’li, 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca çok ciddi ekonomik sorunlarla karĢı karĢıya kalmıĢtır. Bu yıllar, yüksek enflasyon, yüksek iĢsizlik, yüksek dıĢ borç, yüksek faiz dönemleri olarak geçmiĢtir. 1958 yılında uygulamaya koyulan “Ġstikrar Programı”(Alkınoğlu, 1999; Siverekli Demircan & Ener, 2004; Kanca, 2012; Karagöl & Bingöl, 2013), 1977 yılında patlak veren borç krizi ve sonrasında ülkenin “70 cente muhtaç olması”, 1980 yılında uygulamaya koyulan “24 Ocak Kararları”(Öztürk vd., 2008; Karabıyık & Uçar, 2010, Apaydın & Açıkalın, 2015) 1994 yılının Nisan ayında uygulamaya koyulan “5 Nisan Kararları” (Oktay, 1994; Köse, 2002), bu dönemlerde yaĢanan ekonomik krizlere çare olarak uygulamaya koyulmuĢtur. Ancak alınan önlemlere rağmen, Türkiye Ekonomisi yaklaĢık her 10 yılda bir ciddi bir ekonomik kriz ile karĢı karĢıya kalmıĢtır. 2000’li yılların baĢında ardı ardına yaĢanan Kasım 2000 ve ġubat 2001 Krizleri Türkiye ekonomisinde büyük etkiler oluĢturmuĢ ve bir anlamda yeni karar ve önlemlerin alınmasına neden olmuĢtur. Ġlk olarak; Kasım ayının baĢlarında bankacılık kesimine yönelik yeni düzenlemelerin hız kazanmaya baĢlaması, bankaları, açık pozisyonlarını kapatma konusunda hızlı ve ani kararlar alma içerisine sokmuĢ ve Kasım ayının son on gününde bir likidite krizi ortaya çıkmıĢtır (Turan, 2011: 69-70). Bu anlamda, Kasım-2000 krizinin bir “likidite krizi” olarak tanımlanması mümkündür (Kahraman Akdoğu, 2012: 198). Likidite sıkıntısı yaĢayan bankaların açık pozisyonlarını hazine kağıtları ile fonlamaları bankalara büyük kayıplar yaĢatmıĢ ve faizleri tırmandırmıĢtır. Mali kesimle yaĢanan bu sıkıntının reel kesime yansımasıyla birlikte kriz daha da derinleĢmiĢtir (Eğilmez & Kumcu, 2004: 386-387’den aktaran Turan, 2011: 69-70). 22 Kasım 2000 tarihinde baĢlayan (Karaçor, 2006: 388) krizi takiben, 2 hafta içerisinde Merkez Bankası’ndan 5,5 milyar dolar döviz rezervi çıkıĢı yaĢanmıĢ, Bankalararası Para Piyasası’nda gecelik borçlanma faizleri %210seviyesine yükselmiĢtir (Uygur, 2001: 6). Kasım ayında yaĢanan kriz, TCMB’nin müdahalelerinin de yetersiz kalması sonucuyla Aralık ayında daha da derinleĢerek 1 Aralık 2000 tarihinde gecelik repo faizleri %1700’e yükselmiĢ ve ĠMKB’nın %26 düĢmesine yol açmıĢtır (Turan, 2005: 5-6). Kriz sonrasında 18 Aralık 2000’de programın temel araçlarında değiĢiklik yapılmaksızın yapısal önlemlerin bir takvime bağlanması ve değiĢen hedefleri içine alan ayrıntılı bir ek niyet mektubu IMF’ye verilmiĢtir (Turan, 2011: 71). Krizin daha da kötüye gitmesini önleme amacıyla alınan tedbirler ve geçici destekler de programın sürdürülebilirliğini sağlamaya yetmemiĢ ve 2001 yılı ġubat ayında yeni bir kriz patlak vermiĢtir. 2001 yılına girildiğinde; yapılan ilk ihalede Hazine, Kasım-2000 krizinden kaynaklanan faiz artıĢlarının bir sonucu olarak, yılsonu enflasyon oranının çok üzerinde %67 faiz ile 244 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” borçlanma yapmıĢ, ayrıca daralan iç talebe bağlı olarak Ocak ayı Toptan EĢya Fiyat Endeksi (TEFE) %28,3 olarak gerçekleĢmiĢtir (Turan, 2011: 72). ġimĢek (2007: 57), ġubat 2001 krizi ile ilgili olarak krizin ortaya çıkacağını gösteren yapısal koĢulların ve göstergelerin krizden çok daha önce kendini açıkça belli ettiğini ifade etmektedir. Bu kapsamda; yeterli döviz fazlasına sahip olmayan bankacılık sistemi ve faiz-kur çıkmazının yol açtığı yapay sermaye giriĢleri ile ayakta durmaya çalıĢan sistem, piyasalardaki artan güvensizlik neticesinde yeni bir krize zemin hazırlamıĢtır. Genel olarak; ġubat 2001 krizinin temel nedenleri; (1) döviz talebi fazlalığı nedeniyle kurlardaki aĢırı hareketlilik, (2) finansal krizlerin reel ekonomide yarattığı etkiler, (3) faiz dıĢı fazlanın çok yüksek belirlenmesinin yarattığı daralma, (4) dıĢ borç stokundaki artıĢ, (5) ödemeler bilançosu açığının çok yüksek olması ve (6) siyasi belirsizlik ortamı olarak sıralanabilir. Krizin baĢlamasına yol açan asıl geliĢme ise, 19 ġubat 2001 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında yaĢananlar olmuĢtur. MGK toplantısında CumhurbaĢkanı ile BaĢbakan arasında yaĢanan gerginlik ve toplantıda “Anayasa kitapçığının fırlatılması”, kamuoyuna devlet krizi olarak açıklanmıĢ ve mali piyasalar bir anda sarsılmıĢtır. Spekülatif atak sonucunda yoğun bir döviz talebi yaĢanmıĢ ve 19 ġubat 2001 tarihinde 7,6 milyar dolarlık döviz talebi gerçekleĢmiĢtir. TCMB bu talebin yalnızca 1,2 milyar dolarlık kısmını karĢılayabilmiĢtir (Karacan, 2014: 770). Yabancı yatırımcılarında piyasadan çıkıĢı ve bankaların ve tasarruf sahiplerinin döviz alımına yönelmesi, faizlerin %1000’lere yükselmesi, TCMB’nın net iç varlık hedefinden ödün vermemesi, 20-21-22 ġubat tarihlerinde krizin daha derinleĢmesine yol açmıĢtır. 23 ġubat 2001 tarihinde TCMB rezervleri 5,3 milyar dolar azalmıĢ (27,9 milyar dolardan 22,6 milyar dolara), Bankalararası Para Piyasası’nda gecelik repo faizleri %7500’lere, Hazine borçlanma faizleri ise %144’lere yükselmiĢtir. Kasım-2000 krizinde ortaya çıkan faiz riski, ġubat-200 krizinde faiz + kur riskine dönüĢmüĢ, özellikle bankacılık sektöründe çok ciddi boyutta bir sarsında ve krizi beraberinde getirmiĢtir (Turan, 2011: 72).Kasım-2000 ve ġubat-2001 krizlerinin bankacılık sektöründe yarattığı zarar toplamda 25 milyar dolara yaklaĢmıĢtır. 2001 yılında yaĢanan ekonomik krizin neticesinde de, diğer krizlerde olduğu gibi, IMF ve Dünya Bankası desteği ile “Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı” adı altında yeni bir yapısal reform programı uygulamaya koyulmuĢtur. 2001 krizini takiben uygulamaya koyulan ve 14-15 Nisan 2001 tarihlerinde iki aĢamalı olarak kamuoyuna duyurulan (Züngün, 2008: 236) GEGP ve daha sonra IMF ile birlikte düzenlenen program çerçevesinde uygulanan sıkı para ve maliye politikaları, 2001 sonrası dönemde makroekonomik politikaların genel çerçevesini oluĢturmuĢtur (Taban, 2011: 4). Uygulanan program, büyüme, enflasyon ve faiz oranları açısından olumlu, ancak cari açık ve istihdam göstergeleri açısından ise olumsuz sayılabilecek geliĢmeler yaratmıĢtır (Karabulut & DanıĢoğlu, 2006: 48’den aktaran KuĢat, 2015: 33). Programın temel hedefleri; enflasyonun ortadan kaldırılması, sürdürülemez duruma gelen kamu iç borç dinamiğinin kırılması ve büyüme 245 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 önündeki yapısal problemlerin ortadan kaldırılması olarak hedeflenmiĢtir (Ay vd., 2007: 605; Kol & Karaçor, 2012: 381). Programın unsurları, hedefleri, uygulama araçları ve sonuçları aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır. Tablo 1. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı PROGRAMIN UNSURLARI PROGRAMIN HEDEFLERİ PROGRAMIN UYGULAMA ARAÇLARI PROGRAMIN SONUÇLARI Yapısal Yenilemeler TCMB’nın özerkliği ve piyasa ekonomisinin düzenlenmesi TCMB Kanunu,doğal tekellere ve ağ endüstrilerineyönelik düzenleyici kurum yasaları Telekomünikasyon, Tütün, ġeker ÜstKurullarının oluĢturulması Bankacılık Sistemi Reformları Sağlam bankacılık sistemi rasyolarının oluĢturulması Bankacılık kanunu BDDK’nın kurulması, TMSF’ye iĢlerlik kazandırılması Faiz ve Kambiyo Politikaları Yatırımcılar için orta vadeli perspektif sağlanması Kur sistemleri Ekonomik Büyüme Stratejileri Sıkı maliye politikası, antienflasyonist yaklaĢım,istikrarlı ekonomik büyüme Yüksek Oranlı Faiz DıĢı Fazla,Cari Açık/Milli Gelir Oranın kontrolü ve finansmanı Dalgalı kur sistemine geçilmesi,yönetimli dalgalanma,örtülü kur çıpasının uygulanması DüĢük kur politikasıyla oluĢan cari açığın dıĢ borçlanma rakamlarına yansıması Kaynak: TaĢar, 2010: 82; Kaya, 2013: 28. 2000’li yılların baĢlarında yaĢanan söz konusu geliĢmelere iliĢkin olarak yapılan genel değerlendirmenin ardından, bu çalıĢmanın amacı, 2000 sonrası dönemde Türkiye’de yaĢanan ekonomik geliĢmelere ve Türkiye Ekonomisinin son 15 yılına ıĢık tutulmasıdır. Bu amaçla; 2000 sonrası dönemde son 15 yıllık verilerden yararlanılarak milli gelir, büyüme, kiĢi baĢı milli gelir, istihdam, iĢsizlik, enflasyon, borçlanma ve dıĢ ticaret baĢlıkları altında temel makroekonomik göstergelerdeki geliĢmeler analiz edilmektedir. Buna ilaveten, makroekonomik performans olarak ele alınabilecek baĢka göstergeler de bulunmakla birlikte, çalıĢmanın sayfa sınırlarını aĢacağı gerekçesiyle diğer göstergelere ayrıntılı olarak değinilmemiĢ, çalıĢma sadece bahsedilen makroekonomik göstergelerin analizi ile sınırlı tutulmuĢtur. 246 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Milli Gelir – Ekonomik Büyüme Türkiye’de 2000 yılı itibariyle bakıldığında; cari fiyatlarla Gayri Safi Yurt Ġçi Hasıla (GSYĠH) yaklaĢık olarak 167 milyar TL seviyesinde iken, 2014 yıl sonu itibariyle 1,7 trilyon TL seviyesine ulaĢmıĢtır. Aynı dönemde sabit fiyatlarla GSYĠH 2000 yılında 72 milyar TL seviyesinden, 2014 yılında 126 milyar TL seviyesine ulaĢmıĢtır. Söz konusu dönemde sabit fiyatlarla GSYĠH açısından 15 yıllık dönemde %75 seviyesinde bir artıĢ yaĢandığı görülmektedir. Sabit fiyatlarla GSYĠH’nın 2001 ve 2009 yıllarında yaĢanan krizler dolayısıyla düĢtüğü de görülmektedir. Dolar cinsinden bakıldığında; 2000 yılında GSYĠH 265 milyar dolar seviyesinde iken, 2013 yılında 823 milyar dolara kadar yükselmiĢ, ancak 2014 yılında 800 milyar dolara gerilemiĢtir. Ancak, dolar kurundaki dalgalanmaların ve Türkiye’de doların aĢırı değerli olduğu göz önüne alındığında, bu hesaplamanın yanıltıcı olduğu da bir gerçektir. Bu kapsamda, ülke paralarının gerçek satın alma gücü paritesine (SGP) göre hesaplanmıĢ değerlerine bakıldığında, 2000 yılında SGP’ne göre hesaplanan GSYĠH’nın yaklaĢık 590 milyar dolar seviyesinde iken, 2014 yılında bunun 1,45 trilyon dolara ulaĢtığı görülmektedir. Tablo 2. Gayri Safi Yurt İçi Hasıla Satın Alma Cari Fiyatlarla Sabit Fiyatlarla Cari Fiyatlarla Milyar TL Milyar TL Milyar Dolar 2000 166,658 72,436 265,384 589,614 2001 240,224 68,309 196,736 561,408 2002 350,476 72,519 230,494 572,094 2003 454,780 76,338 304,901 588,911 2004 559,033 83,485 390,387 688,602 2005 648,931 90,499 481,497 781,243 2006 758,390 96,738 526,429 895,527 2007 843,178 101,254 648,754 975,733 2008 950,534 101,921 742,094 1.067,944 2009 952,558 97,003 616,703 1.044,391 2010 1.098,799 105,885 731,608 1.168,150 2011 1.297,713 115,174 773,980 1.308,343 2012 1.416,798 117,625 786,283 1.348,311 2013 1.567,289 122,556 823,044 1.409,345 2014 1.747,362 126,127 800,107 1.457,863 Gücü Paritesi Milyar Dolar Kaynak: TÜĠK, Ulusal Hesaplar 247 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Sektörel dönüĢüm açısından; 15 yıllık dönemde tarım sektörünün cari fiyatlarla milli gelirdeki payı %10’dan %7’ye düĢerken, sanayi sektörünün payın %28 seviyesinden %24’e düĢmüĢtür. Hizmet sektörünün milli gelirdeki payı ise 2000 yılında %55,6 seviyesinde iken, 2014 yılı itibariyle %57,7 seviyesine yükselmiĢtir. Sabit fiyatlarla hesaplanan milli gelire bakıldığında; tarım sektörünün payı 2000 yılında %12,2 seviyesinden, 2007 yılında %10 seviyesinin altına düĢmüĢ ve 2014 yılı itibariyle %8,8 paya gerilemiĢtir. Bu dönemde sanayinin milli gelirdeki payı 2000 yılında %31,9 seviyesinde iken 2014 yılında %32,9 seviyesine yükselmiĢtir. Bu da reel üretim anlamında sanayi sektörünün üretiminin ve milli gelirdeki payının arttığını göstermektedir. Hizmet sektörünün payı ise 2000 yılında %53 seviyesinde iken 2014 yılında %59,1’e yükselmiĢtir. Ekonomik büyüme açısından, dalgalı ve istikrarsız bir büyüme görülmektedir. 2000 yılından yaĢanan %6,8 büyümenin ardından 2001 yılında yaĢanan krizin sonucu olarak Türkiye Ekonomisi %5,7 daralma yaĢamıĢtır. Krizi takip eden 2002 ve 2003 yıllarında sırasıyla %6,2 ve %5,3 ekonomik büyüme yaĢanmıĢtır. 2004 ve 2005 yıllarında Türkiye ekonomisi %8-9’ları aĢan bir büyüme performansı sergilemiĢ, ancak izleyen 3 yıl içerisinde ekonomik büyüme performansı giderek yavaĢlamıĢtır. Nitekim, 2009 yılında da küresel krizin bir neticesi olarak %4,8 ekonomik küçülme yaĢanmıĢtır. 2010 ve 2011 yılları kriz sonrası toparlanma dönemi olarak yine %9’u aĢan ekonomik büyüme yılları olmuĢtur. Ancak göze çarpan önemli bir husus, özellikle son 3 yılda ekonomik büyümenin ciddi bir Ģekilde yavaĢlamıĢ olmasıdır. 2012 yılında %2,1 büyüyen Türkiye ekonomisi, 2013 yılında %4,2, 2014 yılında da %2,9 büyüme gerçekleĢtirmiĢtir. Türkiye’nin 1923-2013 yılları arasındaki ortalama yıllık büyüme hızının %4,6 düzeyinde olduğu düĢünüldüğünde, özellikle son 3 yıllık büyüme performansının, trend ve potansiyel büyüme hızının altında kaldığı görülmektedir. Hükümet dönemleri itibarıyla bakıldığında; 2003-2007 yılları arasında yıllık ortalama %7,5 büyüme, 2007-2011 yılları arasında (2009 krizinin de etkisiyle) yıllık ortalama %2,4 büyüme, 2011-2014 yılları arasında da yıllık ortalama %4,5 büyüme gerçekleĢtirilmiĢtir. 2009 krizi öncesi yıllık ortalama %5,9 ekonomik büyüme sergilenirken, kriz sonrası dönemde %5,4 ekonomik büyüme sağlanmıĢtır. Bu açıdan, Türkiye ekonomisinin, kriz öncesi büyüme performansının bir miktar altında kaldığı, ancak yine de ortalama %5’i aĢan bir büyüme sergilediği görülmektedir. Genel olarak 2000-2014 arası dönemde ise; 2000 yılı sonrası dönemde ortalama büyüme yıllık %4,3 olarak, 2002 sonrası dönemde ise yıllık ortalama %4,9 olarak gerçekleĢmiĢtir. 248 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Şekil 1. Ekonomik Büyüme (Yüzde) 8,4 6,9 9,2 8,8 4,7 2,1 2011 -4,8 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 -5,7 2002 2001 2000 0,7 4,2 2,9 2014 6,2 5,3 2013 6,8 2012 9,4 Kaynak: TÜĠK, Ulusal Hesaplar’dan yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. 2010 yılında yaĢanan %9,2 ve 2011 yılında yaĢanan %8,8’lik yüksek büyüme hızlarının ardından, iç ve dıĢ talebin dengelenmesine yönelik olarak alınan tedbirlerin sonucunda 2012 yılında büyüme hızı yavaĢlamıĢtır. 2012 yılında ihracattaki yüksek artıĢa rağmen özel tüketim ve yatırımlarda tahmin edilenden daha fazla bir daralma yaĢanması nedeniyle 2012 yılı büyüme %3,2 olarak tahmin edilmesine rağmen %2,1 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2012 yılında yavaĢlayan büyüme hızı 2013 yılında iç talep artıĢından kaynaklanan bir ivme ile %4,1 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2014 yılı Orta Vadeli Program (OVP)’da %4 olarak tahmin edilen ancak 2015 yılı OVP’da %3,3 olarak revize edilen ekonomik büyüme hızı ise %2,9 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2000-2014 yılları arasında, mili gelirde yaĢanan geliĢmelere paralel olarak, kiĢi baĢı milli gelirde (KBMG) de artıĢlar yaĢanmıĢtır. 2000 yılı itibariyle cari fiyatlarla 4.129 dolar seviyesinde olan KBMG, 2014 yılsonu itibarıyla 10.404 dolara ulaĢmıĢtır. Bu açıdan bakıldığında; 2000-2014 yılları arasında KBMG’de dolar cinsinden %152 artıĢ yaĢandığı görülmektedir. Satın alma gücü paritesine göre ise KBMG’deki artıĢın biraz daha düĢük olduğu görülmektedir. SGP’ne göre KBMG 2000 yılında 9.177 dolar seviyesinde 2014 yılında %107’lik artıĢ ile 19.027 dolar seviyesine ulaĢmıĢtır. 249 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Şekil 2. Kişi Başı Milli Gelir (Dolar) 12.000 10.000 8.000 6.000 4.000 2.000 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 2000 0 Kaynak: TÜĠK, Ulusal Hesaplar’dan yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. KiĢi BaĢı Milli Gelir rakamlarına göre Türkiye, Dünya Bankası (2013) tarafından yapılan tanımlamaya göre, 2001 ve 2002 yıllarında “DüĢük Orta Gelir” (1.036 – 4.085 dolar arası KBMG) grubunda yer alırken, 2003 yılından itibaren “Üst Orta Gelir” (4.086 – 12.615 dolar arası KBMG) grubunda yer almaktadır. İstihdam - İşsizlik Ġstihdam alanındaki geliĢmeler aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır. Tablonun açıklanmasından önce bu noktada ĠĢgücü Göstergeleri ile ilgili bir değiĢiklikten bahsedilmesinde yarar bulunmaktadır. 2014 yılı ġubat ayında Avrupa Birliği standartlarına tam uyumun sağlanmasına yönelik yeni düzenlemelere geçilmesiyle birlikte TÜĠK tarafından yapılan iĢsizlik hesaplamaları değiĢmiĢtir. Bu da yeni seri ile eski seri arasında farklılıklara yol açmıĢ verilerin karĢılaĢtırılabilirliğini ortadan kaldırmıĢtır. Bu nedenle, 2014 yılında yapılan değiĢiklik sonucunda, 2005 yılında önceki veriler de ortadan kalkmıĢtır. Dolayısıyla ĠĢgücü Göstergeleri yeni seri ile yalnızca 2005 yılından itibaren mevcuttur. 2005 yılından itibaren istihdam değiĢimine bakıldığında; 2005 yılında 19,6 milyon olan toplam istihdamın, 2014 yılında 26 milyona yaklaĢtığı görülmektedir. Toplam istihdam, 2009 yılında 2008 yılına göre değiĢmemiĢ, 2015 yılı Ocak ayında da 2014 yılına göre 480bin kiĢi azalmıĢtır. 2014 yılı itibarıyla sektörel olarak, tarım sektöründe 6 milyon, sanayi sektöründe 5,3 milyon, inĢaat sektöründe 2 milyon ve hizmetler sektöründe yaklaĢık 14 milyon kiĢi istihdam edilmektedir. Bu bakımdan, toplam istihdamın %22’si tarım, %19,5’i sanayi, %7,4’ü inĢaat ve %51,1’i hizmetler sektöründe 250 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” istihdam edilmektedir. Tarım ve sanayi sektörlerinde son 10 yıllık dönemde oransal olarak bir azalma görülürken, inĢaat ve hizmet sektörlerinin istihdamdaki payının arttığı görülmektedir. Tablo 3. İstihdamın Sektörel Dağılımı (Bin Kişi) Tarım Sanayi İnşaat Hizmetler Toplam 2005 5.014 4.241 1.097 9.281 19.633 2006 4.653 4.362 1.192 9.726 19.933 2007 4.546 4.403 1.231 10.029 20.209 2008 4.621 4.537 1.238 10.208 20.604 2009 4.752 4.179 1.305 10.380 20.615 2010 5.084 4.615 1.434 10.725 21.858 2011 5.412 4.842 1.680 11.332 23.266 2012 5.301 4.903 1.717 12.016 23.937 2013 5.204 5.101 1.768 12.528 24.601 2014 5.470 5.316 1.912 13.235 25.933 Kaynak: TÜĠK, ĠĢgücü Ġstatistikleri Ġstihdamdaki sürekli artıĢa karĢılık, iĢsizlik de sürekli artmaktadır. 2001 yılında –eski seriye göre- 2 milyon olan iĢsiz sayısı, 2003-2004 yıllarında artıĢ göstererek 2,5 milyona yaklaĢmıĢtır. 2004 yılında 2,4 milyona, 2005 yılında da 2 milyona gerilemiĢtir. 2005 yılında 2 milyon olan iĢsiz sayısı, 2006 yılında 1,9 milyona düĢmüĢ, ancak 2007 yılında tekrar 2 milyona çıkmıĢtır. 2009 yılında 2,3 milyon olan iĢsiz sayısı 2009 yılında küresel krizin de etkisiyle çok ciddi bir artıĢla 3 milyonu aĢmıĢ, ardından 2010-2011-2012 yıllarında sürekli düĢerek 2,2 milyona kadar gerilemiĢtir. Ancak 2015 yılı Ocak ayında iĢsiz sayısı 3,2 milyonu da aĢmıĢtır. Mevsimsel iĢgücünün de etkisiyle birlikte 2015 Mart-Nisan-Mayıs aylarında iĢsiz sayısı 2,8 milyona gerilese de, bugün itibariyle yine 3 milyona yaklaĢan bir iĢsiz sayısı görülmektedir. 251 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Tablo 4. İşgücü, İstihdam ve İşsizlik İşgücüne Katılma İşsizlik İstihdam Nüfus 15+ İşgücü İstihdam İşsiz Oranı Oranı Oranı 2000 46.211 23.078 21.581 1.497 49,9 6,5 46,7 2001 47.158 23.491 21.524 1.967 49,8 8,4 45,6 2002 48.041 23.818 21.354 2.464 49,6 10,3 44,4 2003 48.912 23.640 21.147 2.493 48,3 10,5 43,2 2004 47.544 22.016 19.632 2.385 46,3 10,8 41,3 2005 48.356 21.691 19.633 2.058 44,9 9,5 40,6 2006 49.275 21.913 19.933 1.980 44,5 9,0 40,5 2007 50.177 22.253 20.209 2.044 44,3 9,2 40,3 2008 50.982 22.899 20.604 2.295 44,9 10,0 40,4 2009 51.833 23.710 20.615 3.095 45,7 13,1 39,8 2010 52.904 24.594 21.858 2.737 46,5 11,1 41,3 2011 53.985 25.594 23.266 2.328 47,4 9,1 43,1 2012 54.961 26.141 23.937 2.204 47,6 8,4 43,6 2013 55.982 27.046 24.601 2.445 48,3 9,0 43,9 2014 56.986 28.786 25.933 2.853 50,5 9,9 45,5 Not: 2000-2004 yıllarına ait veriler eski seriye aittir. Kaynak: TÜĠK, ĠĢgücü Ġstatistikleri Son 10 yıllık döneme bakıldığında; iĢsizlik oranlarında dikkate değer bir düzelme görülmemektedir. Türkiye’de 2005 yılında %9,5 olan iĢsizlik oranı, 2015 yılı itibariyle de %9,8 seviyesinde devam etmektedir. 2009 yılında yaĢanan krizin etkisiyle %14’lere kadar çıkan iĢsizlik oranları, izleyen dönemde düĢmesine rağmen, son 3 yıldır artıĢ eğilimini de devam ettirmektedir. 252 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” ĠĢsiz Sayısı İşsizlik Oranı (%) 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 14 12 10 8 6 4 2 0 2001 3.500 3.000 2.500 2.000 1.500 1.000 500 0 2000 İşsiz Sayısı (Bin) Şekil 3. İşsiz Sayısı ve İşsizlik Oranı ĠĢsizlik Oranı Kaynak: TÜĠK, ĠĢgücü Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. Enflasyon Türkiye Ekonomisi uzun yıllar boyunca yüksek enflasyona maruz kalmıĢtır. Özellikle 1980 sonrası dönemde enflasyon oranı üç haneli rakamlara ulaĢmıĢ, 80’li, 90’lı ve 2000’li yılların baĢına kadar da oldukça yüksek seviyede kalmıĢtır. 2000 yılında %39 seviyesinde olan Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) artıĢ oranı, 2001 yılında %68,5’e yükselmiĢ, benzer Ģekilde 2000 yılında %32,7 olan Üretici Fiyatı Endeksi (ÜFE) (o dönemdeki adıyla Toptan EĢya Fiyat Endeksi – TEFE) artıĢ oranı da 2001 yılında %88,6’ya yükselmiĢtir. 2001 yılında yaĢanan ekonomik krizi takiben uygulamaya koyulan Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı (GEGP)’nın bir parçası olarak sıkı para politikası uygulamasına geçilmiĢ ve enflasyonda hızlı bir düĢüĢ yaĢanmıĢtır. 2002 yılından itibaren enflasyonla mücadelede para politikası aracı olarak “enflasyon hedeflemesi” uygulamasına geçilmiĢtir. Bu kapsamda, 2002-2005 yılları arasında örtük enflasyon hedeflemesi uygulanmıĢ, 2006 yılından itibaren de açık enflasyon hedeflemesi uygulamasına geçilmiĢtir. Enflasyon hedeflemesi rejimi çerçevesinde belirlenen hedefler ve enflasyon gerçekleĢmeleri yıllar itibarıyla aĢağıdaki Ģekilde sunulmaktadır. 253 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Şekil 4. Enflasyon Hedefi ve Gerçekleşmeleri GERÇEKLEġME 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 40 35 30 25 20 15 10 5 0 HEDEF Kaynak: Yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. Enflasyon hedefi ve gerçekleĢme arasındaki sapmalar aĢağıdaki Ģekilde sunulmaktadır. Enflasyon hedeflemesi uygulamasının ilk dört yılında (örtük enflasyon hedeflemesi dönemi) enflasyon oranı gerçekleĢmeleri belirlenen enflasyon hedefinin altında kalmıĢtır. Ancak açık enflasyon hedeflemesine geçilmesiyle birlikte, 2006’yı takip eden üç yıl boyunca gerçekleĢen enflasyon oranı hedef oranların üzerine çıkmıĢtır. 2009-2010 yıllarında da hedefin altında seyreden enflasyon oranlarında da, 2011 yılından itibaren hedefi aĢan bir enflasyon oranı söz konusudur. Özellikle 2011 yılında enflasyon hedefi %5,5 olarak belirlenmesine rağmen 2011 yılı enflasyonu %10,4 olarak gerçekleĢmiĢ ve üst sınır olarak tabir edilen %7,5 sınırını da fazlasıyla aĢmıĢtır. 2012-2013-2014 yılları için %5 olarak belirlenen enflasyon hedefi, 2012 yılında %6,2, 2013 yılında %7,4 ve 2014 yılında %8,2’lik enflasyon gerçekleĢmeleri ile tutturulamamıĢtır. 254 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Şekil 5. Enflasyon Hedefinden Sapmalar 2002-2005 Hedefin altında sapma 2006-2008 Hedefi aĢan sapma 2011-2014 Hedefi aĢan sapma 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2009-2010 Hedefin altında sapma 2002 8 6 4 2 0 -2 -4 -6 Kaynak: Yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. Bununla birlikte, Türkiye’nin enflasyon deneyimi göz önüne alındığında; uygulanan sıkı para politikası ve enflasyon hedeflemesinin bir sonucu olarak; 2000 sonrası dönemde hızlı bir düĢüĢ görülmektedir. 2002 yılında %29,7 olan TÜFE enflasyonu, 2003 yılında %18,4, 2004 yılında da %10’un altına gerileyerek %9,4 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2005-2006-2007 yıllarında tek haneli olarak seyreden enflasyon oranı 2008 yılında %10 sınırını az miktarda aĢarak %10,1 olarak gerçekleĢmiĢ, ardından 2009 ve 2010 yıllarında düĢüĢ göstererek 2010 yılında %6,4’e kadar gerilemiĢtir. Enflasyon oranı son 4 yıla bakıldığında da; 2011 yılında %10,5, 2012 yılında %6,2, 2013 yılında %7,4 ve 2014 yılında da %8,2 olarak gerçekleĢmiĢtir. Şekil 6. Enflasyon Oranı 100,0 80,0 60,0 40,0 20,0 TÜFE 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 2000 0,0 ÜFE Kaynak: TÜĠK, Enflasyon Göstergeleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. 255 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Bu noktada, enflasyondaki son zamanlardaki düĢüĢte, küresel düzeyde petrol fiyatlarında yaĢanan düĢüĢün de bir miktar etkisinin olduğunun belirtilmesi gerekmektedir. 2014 yılı içerisinde döviz kurunda yaĢanan artıĢın enflasyonu olumsuz etkilediği, buna karĢın petrol fiyatlarında %50’ye yakın düĢüĢün enflasyonun iki haneli rakamlara çıkmasını engellemiĢtir. Dış Ticaret ve Dış Ekonomik İlişkiler 2000-2014 yılları arasında Türkiye’nin ihracatı yaklaĢık olarak 6 kat artmıĢtır. 2000 yılında 27,7 milyar dolar olan ihracat hacmi, ilk kez 2007 yılında 100 milyar dolar seviyesini aĢmıĢ ve 107,2 milyar dolara ulaĢmıĢtır. 2008 yılında 132 milyar doları aĢan ihracat, 2009 yılında kriz döneminde 102 milyar dolara gerilemiĢtir. 2010-2014 yılları arasında da ihracat artıĢı devam ederek 2014 yılı itibarıyla 157,6 milyar dolara ulaĢmıĢtır. Tablo 5. Dış Ticaret Göstergeleri İhracat Değişim İthalat Değişim Dış Ticaret Dengesi Dış Ticaret Hacmi Karşılama Oranı 2000 27,774 4,5 54,502 34,0 -26,727 82,277 51,0 2001 31,334 12,8 41,399 -24,0 -10,064 72,733 75,7 2002 36,059 15,1 51,553 24,5 -15,494 87,612 69,9 2003 47,252 31,0 69,339 34,5 -22,086 116,592 68,1 2004 63,167 33,7 97,539 40,7 -34,372 160,706 64,8 2005 73,476 16,3 116,774 19,7 -43,297 190,250 62,9 2006 85,534 16,4 139,576 19,5 -54,041 225,110 61,3 2007 107,271 25,4 170,062 21,8 -62,790 277,334 63,1 2008 132,027 23,1 201,963 18,8 -69,936 333,990 65,4 2009 102,142 -22,6 140,928 -30,2 -38,785 243,071 72,5 2010 113,883 11,5 185,544 31,7 -71,661 299,427 61,4 2011 134,906 18,5 240,841 29,8 -105,934 375,748 56,0 2012 152,461 13,0 236,545 -1,8 -84,083 389,006 64,5 2013 151,802 -0,4 251,661 6,4 -99,858 403,463 60,3 2014 157,610 3,8 242,177 -3,8 -84,566 399,787 65,1 Yıl Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri 256 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Ġhracat yapısında yaĢanan geliĢmeler, seçilmiĢ bazı sektörler itibarıyla aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır. Tablodan da görüldüğü üzere, ihracatın yapısında son 15 yılda önemli değiĢimler yaĢanmıĢtır. Örneğin; tarım ürünlerinin ihracat içerisindeki payı 2000 yılında %6 düzeyinde iken, 2014 yılında %3,8’e gerilemiĢtir. Benzer Ģekilde, tekstil ve giyim ürünleri ihracatında ciddi bir düĢüĢ görülmektedir. Tekstil ürünleri ihracatının toplam ihracat içerisindeki payı 2000 yılında %16,6’dan 2014 yılında %9,8’e, giyim ürünlerinin ihracat içerisindeki payı da %19,5’ten %8,7’ye gerilemiĢtir. Bununla birlikte; petrol ürünleri ve nükleer yakıtlar sektörü, ana metal sanayi, motorlu kara taĢıtları, makine ve teçhizat sektörlerinin toplam ihracat içerisindeki payının arttığı görülmektedir. Tablo 6. Sektörlere Göre İhracatın Toplam İhracat İçerisindeki Payları SEKTÖR 2000 2003 2007 2011 2014 Tarım ve Ormancılık 5,97 4,49 3,47 3,83 3,83 Madencilik ve TaĢocakçılığı 1,44 0,99 1,55 2,08 2,16 91,87 93,92 94,23 93,37 93,31 Gıda ürünleri ve içecek 6,61 5,61 4,81 6,58 7,08 Tütün ürünleri 0,44 0,19 0,18 0,22 0,35 Tekstil ürünleri 16,61 14,48 10,07 9,58 9,78 Giyim eĢyası 19,50 17,26 11,00 8,62 8,74 Petrol ürünleri, nükleer yakıt 1,08 2,02 4,59 4,54 3,63 Kimyasal madde ve ürünler 5,03 4,08 3,78 5,00 5,05 Plastik ve kauçuk ürünleri 2,81 3,10 3,66 4,63 4,78 Diğer mineral ürünler 4,04 3,81 3,17 3,00 2,75 Ana metal sanayi 8,09 8,22 11,51 12,65 10,56 Metal eĢya sanayi 2,38 3,18 3,96 4,62 4,71 Makine ve teçhizat 4,95 6,60 7,49 8,25 8,62 Tıbbi aletler; optik alet, ve saat 0,27 0,27 0,31 0,37 0,53 Motorlu kara taĢıtı ve römork 6,28 11,51 15,86 12,63 12,19 Diğer ulaĢım araçları 3,18 2,20 2,56 1,48 1,52 Ġmalat Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri Ġhracattaki artıĢ Türkiye Ekonomisi açısından olumlu bir geliĢme iken, aynı dönemde ithalatta da ciddi bir artıĢ görülmektedir. 2000 yılında 54,5 257 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 milyar dolar olan ithalat hacmi, 2005 yılında 100 milyar doları, 2008 yılında da 200 milyar doları aĢmıĢtır. 2013 yılında 252 milyar dolarlık ithalat ile rekor kırılmıĢ, 2014 yılında da ithalat hacmi 242,2 milyar dolar olarak gerçekleĢmiĢtir. Türkiye’nin kronik hale gelmiĢ olan dıĢ ticaret açığı sorunu 2000 yılından beri de devam etmekte ve giderek artmaktadır. Nitekim 2009 yılı haricinde 2001-2011 yılları arasında dıĢ ticaret açığı sürekli artmıĢ ve 2011 yılında 105 milyar dolar dıĢ ticaret açığı ortaya çıkmıĢtır. Şekil 7. İhracat, İthalat ve Dış Ticaret Dengesi 300 200 100 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 -100 2000 0 -200 DIġ TĠCARET DENGESĠ ĠHRACAT ĠTHALAT Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. Ġhracattaki artıĢa rağmen ithalatın da devamlı olarak artıyor olması, ihracatın ithalatı karĢılama oranını da bozmaktadır. 2001 yılında ihracatın ithalatı karĢılama oranı (ĠĠKO) %75,7 iken, 2002-2006 yılları arasında bu oran sürekli olarak gerilemiĢ ve 2006 yılında ĠĠKO %61,3’e düĢmüĢtür. 2009 yılında %72,5 olan ĠĠKO, 2010-2011 yıllarında da düĢüĢ göstermiĢ ve %56’ya kadar gerilemiĢtir. Son 3 yıllık döneme bakıldığında; ihracatın arttığı ancak ithalatın gerilediği görülmektedir. 2012 yılında ihracat hacmi, bir önceki yıla göre artarken ithalat ise %1,8 oranında gerilemiĢtir. Benzer Ģekilde 2014 yılında da ihracatta %3,8 artıĢ yaĢanmasına rağmen ithalatta da %3,8 gerileme yaĢanmıĢtır. Bunun bir sonucu olarak; ihracattaki artıĢla birlikte ithalattaki gerileme sayesinde ĠĠKO %65’e kadar yükselmiĢtir. 258 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Şekil 8. İhracatın İthalatı Karşılama Oranı 61,4 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 2000 51,0 56,0 64,5 60,3 65,1 2014 72,5 2013 64,8 62,9 61,3 63,1 65,4 2012 69,9 68,1 2011 75,7 Kaynak: TÜĠK, DıĢ Ticaret Göstergeleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. 2000 yılından sonra turizm gelirleri, net doğrudan yabancı yatırım ve portföy yatırımında da çok önemli artıĢlar yaĢanmıĢtır. Türkiye’nin son 15 yıllık dönemde turizm gelirleri 320 milyar doları aĢmıĢtır. 2000 yılında yalnızca 1 milyar dolar net doğrudan yabancı yatırım olmasına rağmen, özellikle 2005 yılı sonrasında doğrudan yatırımda çok ciddi bir artıĢ yaĢanmıĢtır. Doğrudan yabancı yatırım hacmi 2005 yılında 10 milyar doları, 2006 yılında da 20 milyar doları aĢmıĢtır. 1950-2002 yılları arasındaki dönemde Türkiye’ye gelen toplam doğrudan yabancı yatırım miktarının 20 milyar doların altında olduğu (Karagöl, 2013: 16) düĢünüldüğünde, yabancı yatırımdaki bu artıĢın önemi daha da iyi anlaĢılmaktadır. 2002-2014 yılları arasında doğrudan yabancı yatırım miktarı 154 milyar dolar olarak gerçekleĢmiĢtir. Portföy yatırımlarında ise 2001 ve 2008 yıllarına negatif yatırım (sermaye çıkıĢı) görülürken, 2010 yılından sonra portföy yatırımlarında da artıĢ yaĢandığı, 2012 yılında portföy yatırımlarının 38 milyar doları aĢtığı görülmektedir. 259 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Tablo 7. Turizm, Yabancı Yatırım ve Portföy Geliri (Milyar Dolar) Turizm Doğrudan Portföy Gelirleri Yabancı Yatırım Yatırımı 2000 7,6 0,98 1,6 2001 10,5 3,35 -3,7 2002 12,4 1,08 1,5 2003 13,9 1,70 3,9 2004 17,1 2,79 9,4 2005 20,3 10,03 14,7 2006 18,6 20,19 11,4 2007 20,9 22,05 2,8 2008 25,4 19,85 -3,8 2009 25,1 8,59 2,9 2010 24,9 9,10 19,6 2011 28,1 16,18 19,5 2012 29,0 13,28 38,4 2013 32,3 12,46 21,4 2014 34,3 12,55 20,7 Kaynak: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Turizm Ġstatistikleri; TCMB, Ödemeler Dengesi Ġstatistikleri İç Borç – Dış Borç Kamu iç borç ve dıĢ borç stokundaki geliĢmeler aĢağıdaki tabloda sunulmaktadır. 2000 yılı itibarıyla Türkiye’nin kamu brüt iç borç stoku 54,5 milyar TL, kamu brüt dıĢ borç stoku 31,3 milyar TL, kamu brüt toplam borç stoku ise 85,8 milyar TL seviyesindedir. Özellikle 2001 yılında yaĢanan kriz nedeniyle birlikte kamu borç stokunda ciddi bir artıĢ görülmektedir. Sadece bir yıl içerisinde kamu brüt iç borcu 2000 yılına göre 2,5 katına, kamu brüt dıĢ borcu 2 katına ve kamu brüt toplam borç stoku ise 2,2 katına çıkmıĢtır. 2001 sonrası dönemde de kamu iç borcunun artmaya devam ettiği, ancak kamu brüt dıĢ borcunun özellikle 2002-2007 yılları arasında düĢtüğü görülmektedir. 2014 yılı itibarıyla kamu iç borç stoku 443,6 milyar TL, kamu brüt dıĢ borç stoku 206,9 milyar TL, kamu brüt toplam borç stoku ise 650,5 milyar TL seviyesine ulaĢmıĢ durumdadır. 260 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Tablo 8. Kamu Borç Stoku (Milyar TL) Kamu Brüt Borç Stoku Varlıklar Kamu Net Toplam Borç Stoku Yıl 2000 Ġç 54,5 DıĢ 31,3 Toplam 85,8 14,1 Miktar 71,8 GSYĠH Oranı 43,1 2001 125,6 63,9 189,6 30,2 159,4 66,4 2002 155,2 102,0 257,2 41,7 215,6 61,5 2003 202,1 95,6 297,7 46,7 251,0 55,2 2004 235,1 97,9 333,0 58,4 274,6 49,1 2005 259,8 91,5 351,3 81 270,3 41,7 2006 268,3 97,6 365,9 107,7 258,2 34,0 2007 273,3 82,3 355,5 107,1 248,4 29,5 2008 295,8 112,5 408,3 140,3 268,0 28,2 2009 347,4 118,4 465,7 155,8 309,9 32,5 2010 368,9 128,2 497,1 179,3 317,8 28,9 2011 387,6 159,0 546,5 256,5 290,1 22,4 2012 408,4 154,5 562,9 322,3 240,6 17,0 2013 430,3 193,1 623,4 425,7 197,7 12,6 2014 443,6 206,9 650,5 463,2 187,3 10,7 TCMB Net Varlıkları + Kamu Varlıkları + ĠĢsizlik Sigortası Fonu Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri Kamu toplam borç stoku 2000 yılında 85,8 milyar TL iken, 2001 yılında 189,6 milyar TL, 2002 yılında 257,2 milyar TL, 2003 yılında 297,7 milyar TL olarak gerçekleĢmiĢtir. 2000-2003 yılları arasında kamu brüt toplam borç stokunda %247 artıĢ yaĢanmıĢtır. 2004 yılından itibaren kamu brüt toplam borç stoku 2006 yılına kadar artmaya devam etmiĢ, 2007 yılında ise dıĢ borç stokundaki 15 milyar TL’lik düĢüĢün sonucunda 365,9 milyar TL’den 355,5 milyar TL’ye gerilemiĢtir. 2004-2007 yılları arasında kamu brüt toplam borç stoku sadece %6,7 artıĢ göstermiĢtir. Ancak 2008-2009-2010 yıllarında kamu toplam borç stoku hızla artarak 2011 yılında 546 milyar TL’ye ulaĢmıĢtır. 2008-2011 yılları arasında kamu brüt toplam borç stokunda %53,7 artıĢ yaĢanmıĢtır. Kamu brüt toplam borç stoku 2011 yılında 546,5 milyar TL seviyesinden 2012 yılında 562,9 milyar TL’ye, 2013 yılında 623,4 milyar TL’ye, 2014 yılında da 650,5 milyar TL’ye ulaĢmıĢtır. 261 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Şekil 9. Kamu Brüt Borç Stoku (Milyar TL) KAMU BRÜT ĠÇ BORÇ STOKU 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 2000 700,0 600,0 500,0 400,0 300,0 200,0 100,0 0,0 KAMU BRÜT DIġ BORÇ STOKU Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. Kamu brüt borç stokundaki artıĢla birlikte, kamu varlıklarında da önemli artıĢlar yaĢanmıĢtır. Örneğin; 2000 yılında TCMB net varlıkları sadece 11 milyar TL seviyesinde iken, 2003 yılında 25 milyar TL’ye ulaĢmıĢ, 2005 yılında 30 milyar TL’yi, 2008 yılında 60 milyar TL’yi aĢmıĢtır. TCMB net varlıklarında en önemli artıĢ ise 2011 yılı sonrasında yaĢanmıĢ ve 2011 yılında TCMB varlıkları 143,2 milyar TL, 1012 yılında 189,5 milyar TL, 2013 yılında 271,1 milyar TL ve 2014 yılında da 304,4 milyar TL olarak gerçekleĢmiĢtir. Bunun bir sonucu olarak; 2000-2010 yılları arasındaki dönemde kamu net toplam borç stoku artmasına rağmen, özellikle 2010 yılından itibaren kamu net toplam borç stokunun düĢtüğü görülmektedir. 262 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Şekil 10. Kamu Brüt ve Net Borç Stoku (Milyar TL) 800,0 600,0 400,0 200,0 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 2000 0,0 KAMU BRÜT TOPLAM BORÇ STOKU KAMU NET TOPLAM BORÇ STOKU Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. Kamu net borç stokunun GSYĠH’ya oranına iliĢkin geliĢmeler de aĢağıdaki Ģekilde sunulmaktadır. ġekilden de görülebileceği üzere, kamu net borç stokunun GSYĠH’daki payı 2001 sonrası dönemden beri -sadece 2009 yılı hariç- sürekli düĢmektedir. 2000 yılında kamu net borç stokunun GSYĠH’ya oranı %43,1 seviyesinde iken, 2001 yılında bu oranı hızlı bir Ģekilde yükselerek %66,4’e çıkmıĢtır. Ancak 2001 sonrasında kamu net borç stokunun GSYĠH’ya oranı istikrarlı bir Ģekilde düĢüĢ göstermiĢ ve 2014 yılı itibarıyla %10,7’ye kadar gerilemiĢtir. Şekil 11. Kamu Net Borç Stokunun GSYİH'ya Oranı (%) 70,0 60,0 50,0 40,0 30,0 20,0 10,0 2014 2013 2012 2011 2010 2009 2008 2007 2006 2005 2004 2003 2002 2001 2000 0,0 Kaynak: Maliye Bakanlığı, Borç Stoku Ġstatistikleri’nden yararlanılarak yazar tarafından oluĢturulmuĢtur. 263 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Sonuç ve Değerlendirme Türkiye Ekonomisi, son 15 yıl içerisinde temel makroekonomik göstergeler ve temel ekonomik sorunlar konusunda önemli geliĢmeler yaĢamıĢtır. Belli alanlardaki kayda değer önemli ve olumlu geliĢmelere ilaveten, belli konularda birtakım sorunlar halen devam etmektedir. Özet olarak belirtmek gerekirse; 264 Büyüme performansı, dalgalı bir seyir izlemektedir. Bununla birlikte, konjonktürel dalgalanmaların süresinin kısaldığı (sıklaĢtığı) ve dalgalanma aralığının arttığı (% -5,7 ile %9,4 arasında bir dalgalanma) görülmektedir. Son 3 yıla iliĢkin ekonomik büyüme performansı, 2009 küresel krizi öncesindeki değerleri yakalayamamaktadır. Türkiye’nin 90 yıllık uzun dönem trend büyümesi yıllık ortalama %4,6 seviyesindedir. Son üç yıllık büyüme oranları, potansiyel büyümenin altında seyretmektedir. Bununla birlikte, 2003-2014 yılları arasındaki ortalama büyüme hızı %4,7 ile trend değerini yakalamaktadır. Büyümenin dıĢ talebe bağlı olması nedeniyle, dıĢ talepteki bir daralma ekonomik büyümeyi olumsuz etkilemektedir. Büyümenin kaynağı olan yurtiçi tasarruflar oldukça düĢük seviyededir ve giderek gerilemektedir. 2001 yılında özel tasarrufların cari fiyatlarla GSYĠH’ya oranı %25,5 seviyesinde iken bu oran 2003 yılında %19,6’ya, 2008 yılında %15,07’ye, 2012 yılında da %13,06’ya kadar gerilemiĢtir (Özlale & Karakurt, 2012: 3). Dünya Bankası verilerine göre; Türkiye’de 2013 yılında tasarrufların GSYĠH’ya oranı %13 seviyesinde iken, Çin’de %50, Singapur’da %47, Norveç’te %39, Ġsviçre’de %38, Güney Kore’de %34, Hindistan’da %32, Almanya’da %26, Japonya’da %22 ve Kanada’da %21 düzeyindedir (Worldbank, 2015). Yurtiçi tasarrufların düĢük seviyede olması da, yatırımların dıĢ kaynak ile finanse edilmesini gerekli kılmakta ve bu da cari açığa yol açmaktadır. Türkiye’nin “Orta Gelir Tuzağı” (Karahan, 2012; Koçak & Bulut, 2014; Ener & Karanfil, 2015) olarak adlandırılan duruma düĢmemesi için yurtiçi tasarruflarını arttırması, üretimde katma değeri ve rekabet gücü yüksek olan sektörlere yönelmesi, imalat sanayinde çeĢitleme ve yüksek teknolojili ürünlerin üretimini arttırması gerekmektedir. Ekonomik büyüme sağlanmasına ve son 15 yıllık dönemde yıllık ortalama %4,3 büyüme kaydedilmesine rağmen, iĢsizlik oranlarındaki artıĢ devam etmektedir. Bu açıdan, Türkiye ekonomisinin, istihdam yaratamayan bir büyüme sergilediği görülmektedir (Bakınız: Taban, 2011; TÜSĠAD, 2012). Ġstihdam oranı artmasına rağmen, iĢsiz sayısı ve iĢsizlik oranı da artmaya devam etmektedir. Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Ġhracat ile ithalat arasında açık her geçen gün daha da artmaktadır. DıĢ ticaret açığı 100 milyar doları (2011 yılında) aĢmıĢtır. Bununla birlikte; Türkiye Ekonomisi 1947 yılından beri sürekli olarak dıĢ ticaret açığı vermektedir. DıĢ ticaret açığı artık kronik bir hal almıĢ ve giderilemez duruma gelmiĢtir. DıĢ ticaret açığının önlenememesinde, ihracatın ithal girdiye dayalı olarak yapılması Ģeklinde temel bir yapısal sorun bulunmaktadır. Türkiye’nin 2013 yılı ihracatının yaklaĢık %60’ının ithal girdiye dayalı olarak yapılması(Uras, 2013) bu sorunu gözler önüne sermektedir. Bu bakımdan, Türkiye’nin daha çok ihracat yapabilmesi, ancak daha çok ithalat yapabilmesi ile mümkün olmaktadır ve bu da dıĢ ticaret açığını arttırmaktadır. Son 15 yıllık dönemde yaĢanan olumlu geliĢmeler olarak; 2000’li yılların en önemli özelliklerinden birisi, 1990’lı yıllar ile karĢılaĢtırıldığında makroekonomik performansın büyük ölçüde sağlanmıĢ olmasıdır (TÜSĠAD, 2011: 24). Pek çok makroekonomik gösterge, 1990’lı yıllara göre oldukça önemli ve olumlu geliĢme göstermiĢtir. Enflasyon oranı, bütçe açığı/GSYĠH oranı, kamu kesimi borçlanma gereği, kamu borcu/GSYĠH oranı gibi temel göstergelerde iyileĢme sağlanmıĢtır. Enflasyon oranları ciddi biçimde düĢmüĢtür. Uzun yıllar boyunca iki ve hatta üç haneli enflasyon rakamlarının yaĢandığı Türkiye’de, enflasyonun tek haneli rakamlara düĢtüğü görülmüĢtür. Öyle ki, 2012 yılında gerçekleĢen %6,2’lik enflasyon oranı 1968 yılından bu yana en düĢük enflasyon oranı olmuĢtur (Karagöl, 2013: 14). Kamu açığının ve kamu borcunun milli gelire oranı ciddi bir Ģekilde düĢmüĢtür. Bu kapsamda, kamu açığının GSYĠH’ya oranının %3’ü geçmemesi yönündeki Maastricht Kriterleri yakalanmıĢ durumdadır. 2014 yılında kamu açığının GSYĠH’ya oranı, AB üyesi 29 ülke için ortalama %3,0, EURO kullanan 19 ülke için ise ortalama %2,6 olarak gerçekleĢmiĢtir. Ancak 2009-2013 yılları arasında AB ülkelerinin %3’lük sınırı oldukça aĢmıĢ, kamu açığı/GSYĠH oranı 2009 yılında %-6,7, 2010 yılında %-6,4, 2011 yılında %-4,5, 2012 yılında %-4,3 ve 2013 yılında da %-3,3 olarak gerçekleĢmiĢtir (EUROSTAT, 2015a). Türkiye’de merkezi yönetim bütçe açığı/GSYĠH oranı ise 2000 yılında %-7,9 iken, 2002 yılında %-11,5’e kadar yükselmiĢ, 2007 yılında %-1,6, 2011 yılında %-1,4 ve 2014 yılında %-1,3olmuĢtur (Maliye Bakanlığı, 2015). Benzer Ģekilde, AB tanımlı borç stoku göstergeleri açısından Maastricht Kriterleri çerçevesinde öngörülen kamu borcunun GSYĠH’ya oranının %60’ı geçmemesi yönündeki YakınlaĢma Kriteri de gerçekleĢtirilmiĢ durumdadır. 2014 yılı itibariyle kamu borcu/GSYĠH oranının AB üyesi 28 ülke için %86,8, EURO kullanan 19 ülke için %92,1 (EUROSTAT, 2014) düzeyinde olduğu düĢünüldüğünde, Türkiye Ekonomisinin brüt kamu borç stoku açısından pek çok ülkeye kıyasla oldukça iyi durumda olduğu görülmektedir. Türkiye’nin kamu borcu/GSYĠH oranın 2002 yılında %74 iken, 2007 yılında %39,9, 2011 yılında %39,1 ve 2014 yılında %37,2’ye kadar gerilemiĢtir (Hazine MüsteĢarlığı, 2015b). 265 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Daha önceki kısımlarda da belirtildiği üzere, Türkiye’nin brüt kamu borcu artmaktadır. Bununla birlikte, baĢta TCMB rezervleri olmakla birlikte kamusal varlıkların artmasıyla birlikte, Türkiye’nin kamu net borç stoku azalmaktadır. Bir diğer olumlu geliĢme olarak, Kamu Kesimi Borçlanma Gereği (KKBG) de giderek düĢmektedir. 2000’li yılların baĢında KKBG’ninGSYĠH’ya oranı %8,88 - %12,06 aralığında iken, bu oran 2003 yılında %7,32’ye, 2007 yılında %0,08’e kadar gerilemiĢ, 2011 yılında da %0,14 olarak gerçekleĢmiĢtir. 2012 yılında KKBG oranı %0,98, 2013 yılında ise %0,46, 2014 yılında ise %0,98 olarak gerçekleĢmiĢtir (Kalkınma Bakanlığı, 2015). Bu açıdan bakıldığında, kamu kesiminin borçlanma gereğinin önceki yıllara göre ciddi bir Ģekilde düĢtüğü görülmektedir. Uzun yıllar boyunca bütçe giderleri içerisinde önemli bir yük oluĢturan faiz giderlerinde de olumlu geliĢmeler gözlenmektedir. 2000 yılı bütçesinde faiz giderlerinin toplam bütçe giderleri içerisindeki payı %39,8 iken, bu oran 2001 yılında %47,2’ye kadar yükselmiĢtir. Bir diğer ifadeyle, 2001 yılında, merkezi yönetim bütçe giderlerinin yarıya yakını faiz giderlerinden oluĢmakta iken, 2003 yılında faiz giderlerinin bütçe içindeki payı %41,4’e, 2007 yılında %23,9’a, 2011 yılında %13,4’e, 2014 yılı itibarıyla da %11,1’e kadar düĢmüĢtür. Faiz giderlerinin GSYĠH içerisindeki payı da yıllar içerisinde kademeli bir Ģekilde düĢüĢ göstererek, 2000 yılında %12,3 seviyesinden, 2014 yılında %2,8’e düĢmüĢtür (Maliye Bakanlığı, 2015). Tablo 9. Türkiye’nin Kredi Notları NOT GÖRÜNÜM AÇIKLAMA SON GÜNCELLEME MOODY’S BAA3 NEGATĠF YATIRIM YAPILABĠLĠR 11 NĠSAN 2015 FITCH BBB- DURAĞAN YATIRIM YAPILABĠLĠR 20 MART 2015 S&P BB+ NEGATĠF YATIRIM YAPILABĠLĠR 7 ġUBAT 2014 JCR BB- DURAĞAN YATIRIM YAPILABĠLĠR 2 KASIM 2015 KURULUŞ Kaynak: Fitch, Moody’s, StandardandPoor’s, JCR. Son olarak; bahsedilen bu olumlu geliĢmelerin bir neticesi olarak, kredi derecelendirme kuruluĢları tarafından uzun yıllar boyunca “yatırım yapılabilir seviyesinin altında” olarak belirlenen Türkiye’nin kredi notu tarihinde ilk defa pek çok kredi derecelendirme kuruluĢu tarafından “yatırım yapılabilir seviye” olarak yükseltilmiĢtir. 266 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Kaynaklar Alkınoğlu, L. (1999), “Türkiye’de Uygulanan Ġstikrar Politikaları ve Sonuçları”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, 15, 307-319. Apaydın, F. & Açıkalın, S. (2015), “Türkiye’de 1980 DönüĢümü Sonrası Ġstikrarsız Büyümenin Ekonomi Politiği”, Dumlupınar Üniversitesi SBE Dergisi, 43, 200210. Dünya Bankası 2013, “New Country Classifications”, URL: http://data.worldbank.org/news/new-country-classifications, EriĢim Tarihi: 10.11.2015. Eğilmez. M. & Kumcu, E. (2001), Ekonomi Politikası: Teori ve Türkiye Uygulaması, 6. Baskı, Remzi Kitabevi, Ġstanbul. Ener, M. & Karanfil, M. (2015), “Türkiye Ekonomisinde Tasarruf Açığının Orta Gelir Tuzağına Etkisi,” Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İİBF Dergisi, 10(2), 31-46. EUROSTAT (2015a), General Government Deficit and Surplus Statistics, Annual Data. EUROSTAT (2015b), General Gross Debt Statistics, Annual Data. Hazine MüsteĢarlığı (2015), Dış Borç İstatistikleri, Kamu Finansmanı Genel Müdürlüğü Kahraman Akdoğu, S. (2012), “Türkiye’de Mali SerbestleĢme Süreci ve Krizlerin Kısa Bir Özeti”, Afyon Kocatepe Üniversitesi İİBF Dergisi, 14(2), 189-208. Kalkınma Bakanlığı (2015), Kamu Kesimi Borçlanma Gereği Özet Göstergeleri, 19902014. Kanca, O.C. (2012), “1950-60 Arası Türkiye’de Uygulanan Sosyo-Ekonomik Politikalar”, Mustafa Kemal Üniversitesi SBE Dergisi, 9(19), 47-63. Karabıyık, Ġ. & Uçar, M. (2010), “Türkiye’de 1980 Sonrası Uygulanan IMF Destekli Ġstikrar Programlarının Ekonomik Açıdan Değerlendirilmesi”, Akademik İncelemeler Dergisi, 5(2), 37-58. Karabulut, G. & DanıĢoğlu, G. (2006), “Türkiye’de Cari ĠĢlemler Açığının Büyümesini Etkileyen Faktörler”, Gazi Üniversitesi ĠĠBF Dergisi, 8(1), 47-63. Karacan, R. (2014), “GeliĢmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Ekonomik Krizler, Sermaye Hareketleri ve ABD Doları Arasındaki ĠliĢki”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 7(33), 763-773. Karaçor, Z. (2007), “Öğrenen Ekonomi Türkiye: Kasım 2000-ġubat 2001 Krizinin Öğrettikleri”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 16, 379391. Karagöl, E.T. & Bingöl, A.S. (2013), Türkiye-IMF İlişkilerinde Yeni Dönem, SETA Analiz, 67, 1-34. Karagöl, E.T. (2013), AK Parti Dönemi Türkiye Ekonomisi, SETA Rapor, SETA Yayınları 23, Ankara. 267 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 Karahan, H. (2012), Kalkınma Yolunda Yeni Eşik: Orta Gelir Tuzağı, MÜSĠAD AraĢtırma Raporları: 79, Ġstanbul. Kaya, A. (2013), Mali Sürdürülebilirlik: Teori ve Türkiye Uygulaması, Türkiye Bankalar Birliği Yayın No: 292, Ġstanbul. Koçak, E. & Bulut, Ü. (2014), “Orta Gelir Tuzağı: Teorik Çerçeve, Ampirik YaklaĢımlar ve Türkiye Üzerine Ekonometrik Bir Uygulama”, Maliye Dergisi, 167, 1-21. Kol, E.N. & Karaçor, Z. (2012), “2001 Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı ve Ġstihdam Üzerine Etkileri”, Maliye Dergisi, 162, 379-395. Köse, S. (2002), “24 Ocak 1980 ve 5 Nisan 1994 Ġstikrar Programlarının KarĢılaĢtırılması”, Planlama Dergisi, DPT’nin KuruluĢunun 42.Yılı Özel Sayısı, 119-128. KuĢat, N. (2015), “Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı Sonrası Cari Açıklar ve Hizmet Sektörünün Kullanılabilirliği”, Akademik Bakış Dergisi, 51, 32-48. Kültür ve Turizm Bakanlığı (2015), Turizm İstatistikleri Maliye Bakanlığı (2013), Orta Vadeli Program (2014-2016) Maliye Bakanlığı (2014), Orta Vadeli Program (2015-2017) Maliye Bakanlığı (2015), Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, Borç İstatistikleri Maliye Bakanlığı (2015), Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, Merkezi Yönetim Bütçe İstatistikleri Oktay, E. (1994), “5 Nisan Kararlarının Değerlendirilmesi: Merkez Bankası, Para-Banka ve Döviz Sorunu”, Ekonomik Yaklaşım Dergisi, 4(12), 35-40. Özlale, Ü. & Karakurt, A. (2012), “Türkiye’de Tasarruf Açığının Nedenleri ve Kapatılması Ġçin Politika Önerileri”, Bankacılar Dergisi, 83, 1-33. Öztürk, ġ., Nas, F. & Ġçöz, E. (2008), “24 Ocak Kararları, Neo-Liberal Politikalar ve Türkiye Tarımı”, Pamukkale Üniversitesi SBE Dergisi, 2008(1/2), 15-32. Siverekli Demircan, E. & Ener, M. (2004), “IMF’nin GeliĢmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Uygulanan Ġstikrar Programları Üzerine Etkileri”, Yönetim Bilimleri Dergisi, 1(1-2), 83-102. ġimĢek, H.A. (2007), “Türkiye’de 2000 Sonrasında Uygulanan Ġstikrar Programlarının Kamu Maliyesine Etkileri”, Finans Politik & Ekonomik Yorumlar, 44(512), 5268. Taban, S. (2011), Küresel Finans Krizi Öncesi ve Sonrası Dönemde Türkiye’de Ekonomik Büyümenin Dinamikleri, SETA Analiz, 37, 1-33. TaĢar, M.O. (2010), “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı ve Makro Ekonomik Etkilerinin Analizi”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 3(1), 76-97. TCMB (2015), Ödemeler Dengesi İstatistikleri Turan, Z. (2005), “Türkiye Ekonomisinde Kasım 2000 – ġubat 2001 Krizleri”, TÜHİS Dergisi, 19(5), 1-18 268 Sungur, O., 2015, “2000 Sonrası Türkiye Ekonomisi” Turan, Z. (2011), “Dünyadaki ve Türkiye’deki Krizlerin Ortaya ÇıkıĢ Nedenleri ve Ekonomik Kalkınmaya Etkisi”, Niğde Üniversitesi İİBF Dergisi, 4(1), 56-80. TÜĠK (2015), Dış Ticaret Göstergeleri TÜĠK (2015), Enflasyon Göstergeleri TÜĠK (2015), İşgücü İstatistikleri TÜĠK (2015), Ulusal Hesaplar TÜSĠAD (2011), Türkiye’de Büyümenin Kısıtları: Bir Önceliklendirme Çalışması, TÜSĠAD Yayın No: TÜSĠAD-T/2011/11/519, Ġstanbul. Uras, G. (2013), “100 Dolarlık Ġhracatta 58,5 Dolar Ġthal Girdi Var”, Milliyet, 18 ġubat. Uygur, E. (2001), Krizden Krize Türkiye: 2000 Kasım ve 2001 Şubat Krizleri, Türkiye Ekonomi Kurumu TartıĢma Metni No: 2001/1, Ankara. World Bank (2015), Gross savings (% of GDP) Statistics Züngün, D. (2008), “Güçlü Ekonomiye GeçiĢ Programı Sonrası Türkiye-IMF ĠliĢkilerinin Geleceği”, Öneri Dergisi, 8(30), 229-242. 269 Tematik Yazılar, Toplum ve Demokrasi, 9 (19-20), Ocak-Aralık, s.243-269 270