PDF Oku - sence dergisi
Transkript
PDF Oku - sence dergisi
! Yüz karası değil kömür karası Böyle kazanılır ekmek parası Madencinin Vasiyeti “Helal lokma!” diyerek yer altına indim ben. Helalinden eceli tadıp geri döndüm ben. Rabbim! Neydi şehadet? Cephelerde ölmek mi? Helal lokma ararken can vermeyi bilmek mi? Tek düşüncem horantam helal yesin aşını Akran içinde yavrum dimdik tutsun başını. Evdeşim baş eğmesin, ar etmesin halinden Nimet verene şükrü düşürmesin dilinden. Bir dehlizde can vermek madencinin kaderi. Makamdaki vicdanın acep nedir ederi? Yedi kat yer altında rızkımı aradım ben Canımı verir iken kimlere yaradım ben? Şayet varsa bir ihmal mutlak bulsun devletim Hakkımı helal etmem unutursa milletim!” Mustafa KÜTÜKÇÜ UNUTMADIK, Unutturmayacağız! Ruhunuz Şad Olsun. editör Merhaba… Yasemin GÜNGÖR Sıcak bir yaz mevsiminin sonuna yaklaşırken, kara haberlerin eziciliği altında geçen bir dönemin ardından daha dolu, daha doyurucu ve daha geniş içerikli beşinci sayısı aracılığıyla SENCE’yi seninle buluşturmuş olmanın gönül huzuru içindeyiz. Bu sayıyı hazırlama döneminde Soma’daki maden ocağından gelen haber bütün milletimizin içini acıttı. Bu elim olaya kaza deyip geçmeye vicdanımız el vermiyor. Kayıplarımıza Allah’tan rahmet, aile fertlerine ve bu acıyı yürekten hisseden herkese sabırlar diliyoruz. Bu vesileyle istihdam alanında taşeronlaşma eğilimi Ercan Han tarafından değerlendirildi. Yasin Pekeroğlu da, iş güvenliği kapsamında “Acil Durum Planlaması ve Yönetimi”ni inceledi. Saddam rejiminde de sonrasında da en büyük eziyeti çeken topluluk olarak Irak Türkmenleri kan ağlamaya devam ediyor. Suriye’deki altüst oluşun üzerine Bayırbucak Türkmenleri’nin feryadı onlara eklendi. Üstelik Suriye’deki kargaşadan nemalanan IŞİD terörünün de en büyük mağduru Türkmenler oldu. Türkmenlerin acısını Yavuzaslan’ın yazısıyla senin de gündemine taşıdık. Aynı şekilde, Stalin’in zulmünü en derinden yaşamış olan Kırım Türkleri, bu sefer Rusya ile Ukrayna arasındaki tepişmenin ezdiği çimene döndürülme tehlikesini yaşamaktadır. Tuncer Kalkay’ın kaleminden, Kırım Tatarları’nın gözüyle konu sayfalarımızda yer aldı. Özcan Pehlivanoğlu da, “Balkanlar”ın bir Türk için anlam ve önemini inceldi. Ayrıca kadına yönelik şiddet sayfalarımızda konu edildi. Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan ve avukat Aydeniz Alisbah Tuskan ile yapılan röportajlar ve avukat İzzet Doğan’ın incelmesine yer verdik. Yunus Şevki Kibar çevreye saygı için “Küresel Isınma” ile şehit ve gazilere saygı için terörle mücadelenin bir parçasını “Güneydoğunun Üvey Evlatları: Korucular”ı yazdı. Hüseyin Avcı, “Hantal Bürokrasi Nasıl Anlaşılır?” diye sordu. Nejla Öksüz, TSK bünyesinde farklı mesleklerde çalışan personelin sorunlarına değinirken “Ortak Adları: Sivil Memur” diye söze başladı. Ahmet Azizoğlu “Yaren Kültürü”nü anlatırken, Türk Büro Sen Genel Başkanı Fahrettin Yokuş Türk’ü ve Türk’ün kutsallarını hatırlattı. Muzaffer Şenduran ile yapılan söyleşi de ise, Türk kültür hayatının ve özellikle Türk müziğinin dertleri dile geldi. Mustafa Yiğit, Peyami Safa ve Cemil Meriç’i tanıtırken, Süleyman Güngör, Yusuf Akçura’nın hayat hikayesini özetledi. Aramızdan fışkıran umutlardan örnekleri sizlerle paylaşmak istedik. Yazar Banu Kıran ve şair Eyüp Ekinci sayfalarımızdan eserleriyle Sence bir selam verdiler. Murat Ertan “Dijital İletişim” ve Ülkü Davutoğlu “Teknoloji ve Tıp” makaleleri ile yeni teknolojinin sosyal hayata ve tıbbi uygulamalara yansımalarını incelediler. Nuran Kılağız’ın yazısında ulu önderin sözleriyle bir hatırlatma var: “Atatürk Bizden Biridir”. Spor sayfamızda Cevdet Doğan’ın anlatımıyla “Taekwondo”yu tanıttık. Hobi sayfamızı evde çiçek yetiştiriciliğine ayırdık. Dilek Kapdağ bizim için Çerkez Tavuğu hazırladı. Afiyet olsun. Altıncı sayıda buluşuncaya kadar afiyetle kalın. İÇİNDEKİLER Türk Büro-Sen Adına Sahibi Fahrettin YOKUŞ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Cafer SEÇER Editör Yasemin GÜNGÖR Yayın Kurulu Nejla ÖKSÜZ Dr. Süleyman GÜNGÖR Yunus Şevki KİBAR Mustafa YİĞİT Ahmet AZİZOĞLU Ülkü DAVUTOĞLU Ali KARADENİZ Banu KIRAN Yönetim Yeri Talatpaşa Bulvarı No:160 06590 Cebeci / ANKARA Tel: 0.312 424 22 11 Kapak Yazı İlham GENCER Reklam Rezervasyon Tuğçe DEMİR Tel: 0.312 434 04 12 Faks: 0.312 434 04 13 Yapım Alban Tanıtım Ltd. Şti Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3 Kavaklıdere/ANKARA Tel: 0.312 430 13 15 www.albantanitim.com.tr Baskı Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti. Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA 4 Taşeronlaşma Yeni Kölelik Sistemi 7 Gülsün BİLGEHAN 11 (Dört ayda bir yayımlanır.) Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir. ISSN: 2147-7329 Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından ücretsiz dağıtılmaktadır. Kamuda istihdam edilen taşeron firma çalışanı sayısı 2000’li yılların başında 20 bin iken; bugün kamuda 600 bini aşmış, toplamda ise 2 milyon 500 bine ulaşmıştır. Kadına karşı şiddetin önlenmesinde en önemli görev önce devlete, devletin kurumlarına sonra sivil toplum örgütlerine düşmektedir. 7 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı ŞİDDET İlk insanla ortaya çıkan şiddet olgusu yıllardır hepimizi sarsacak boyutlarda her zaman gündemimizde yaşamaktadır. 14 Av. Aydeniz Alisbah TUSKAN 16 Kaderlerine Terk Edilen TÜRKMENLER 18 22 Basım Tarihi Ağustos 2014 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın 4 26 Türk Kadını toplumda hala layık olduğu yerde değil! Bugün Türk Milletinin Misak-ı Millisi olan Kerkük Kalesinde Peşmerge vardır. Sözde bayraklarını Osmanlı mezarlarının, Selçuklu izlerinin olduğu Kerkük Kalesi’ne çekmişlerdir. Küresel Isınma 14 16 Yıllardır gündemde olan ve sürekli tartışılan bir konu küresel ısınma. Kimine göre kıyamet kimine göre ise dünyanın normal seyrinin sonucu. HANTAL BÜROKRASİ Nasıl Aşılır? İyi bürokrat; süreç analizi yapan, tehditleri önceden belirleyen ve sorunlara yönelik çözümler geliştirebilen kişidir. Ukrayna Krizi ve Kırım’ın İşgali Kırım Tatar Dernekleri; “Kırım’ın yabancı işgal güçlerinden derhal arındırılması, Kırım Tatar halkının tarihi haklarının iadesi ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması dışındaki yaklaşımları kesinlikle kabul etmiyoruz” 26 28 Ortak Adları Sivil Memur 31 Yâren Kültürü 38 Kaotik Dünya ve Şirketleşen Din 46 ...tüm yaşantılarında risk al- tında olan yaklaşık sayıları 40 bini bu- lan, hemşire, mühendis, avukat, aşçı, şoför, elektrik teknisyeni gibi aklınıza gelebilecek tüm mesleklerdeki personelin ortak adı “sivil memur”dur. Kız Anadan Öğrenir Sofra düzmeyi, Oğlan Babadan Öğrenir Sohbet Gezmeyi... 31 “Milyonlarca Iraklıya özgürlük getiriyoruz. Silahlarımızla getirdiğimiz özgürlüğü; anayasal düzeni kurup demokrasiye teslim edeceğiz. 46 54 Gönlü musikiyle yıkanmış bir insan Muzaffer ŞENDURAN Folklör ekipleri Türkiye’de hiç- bir folklör ekibiyle mukayase edilemeyecek kadar güçlü ve ihtişamlıydı. 54 Dijital İletişim 60 İş Güvenliği Kapsamında Acil Durum Planlaması ve Yönetimi İlk çağ insanlarının, av öyküsünü başkalarına anlatmak için mağara duvarına çizdiği resimlerle başlayan bilgi paylaşımı, binlerce yıl boyunca gelişerek devam etmiştir. Acil durum yönetimi ülkemizde her türlü doğal afet, iş kazası, trafik kazası, sabotaj, yangın, patlama, teknolojik risk- ler, çevresel felaketler vb. 64 67 Atatürk Bizden Biridir “Birçok zaferler kazandım, fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimden derin bir keder duyuyorum.” Güneydoğunun Üvey Evlatları Korucular... Gerçekten birçok korucu bu tür meselelerden dolayı soruşturma geçirmiş ve bir kısmı da görevden uzaklaştırılmıştır. 68 Balkanlar Balkan coğrafyası, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti için, her daim özenle ilgilenilmesi gereken ve Türk Dünyası içinde yer alan önemli bir bölgedir. 64 67 68 SENCE Taşeronlaşma Yeni Kölelik Sistemi Kamuda istihdam edilen taşeron firma çalışanı sayısı 2000’li yılların başında 20 bin iken; bugün kamuda 600 bini aşmış, toplamda ise 2 milyon 500 bine ulaşmıştır. Taşeronlaşma; çalışanlar açısından, sosyal güvencenin ve yarının ne olacağının belli olmadığı bir güvensizlik ortamı yaratmaktadır. Ercan HAN ⎟ M anisa’nın Soma ilçesinde bulunan maden ocağında yaşanan facia milletimizin yüreklerini dağlamıştır. Yaşanan facianın büyüklüğü nedeniyle bütün dikkatler Soma’ya çevrilmiştir. Ancak Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre ülkemizde günde ortalama 205 iş kazası gerçekleşmekte, 2 kişi hayatını kaybetmekte ve 6 kişi de iş kazası nedeniyle, iş göremez hale gelmektedir. Bu rakamların yalnızca resmi kayıtlara dayandığı düşünüldüğünde, kayıtlara girmeyen kazalarla birlikte yaşanan can ve mal kaybının çok daha büyük olduğu görülecektir. Alabildiğine artan taşeronlaşma, iş güvenliği ile ilgili gerekli tedbirlerin alınmadığı, minimum maliyet maksimum kar anlayışı nedeniyle insan hayatının hiçe sayıldığı, yitip giden canların “Güzel öldüler” gibi ifadelerle hafife alındığı acımasız bir bakışı doğurmaktadır. 4 SENCE 2014 Sayı 5 Bilindiği gibi bugün ulaşmış olduğumuz teknolojik ve ekonomik gelişmenin temelinde Sanayi Devrimi yatmaktadır. Ancak 18 ve 19. yüzyıllarda yaşanan gelişmeler; tarım toplumundan endüstri toplumuna geçilirken, maksimum kâr, minimum maliyet temeline dayalı, emeğin sömürülmesini öngören bir anlayışı da beraberinde getirmiştir. İşçilerin çok uzun çalışma süreleri, çok kötü çalışma şartları, çok düşük ücretler ile çalışmak zorunda kaldıkları bu dönemde, kapitalizmin acımasızlığı, sermaye-emek ilişkileri ve paylaşım sürecinde, çatışma ve toplumsal kaosu yaratmıştır. Sendikal hareket, işte bu çatışma süreci içinde paylaşım ve yönetim sorununa çözüm getiren toplumsal bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Çalışma şartlarının iyileşmesi, demokrasinin gelişmesi, insan hakları kavramının ortaya çıkması, yönetişim anlayışının benimsenmesi; temelde sivil toplum olgusunun başarısı olarak kabul edilecek sonuçları doğurmuştur. Emeği, çalışanı ve çalışanlar için yapılan yatırımları bir maliyet unsuru olarak görme yanlışı; Endüstri Devrimi’nin üzerinden 300 yıl geçmiş olmasına rağmen, iş kazalarının meslek hastalıklarının hâlâ emek dünyasının çözemediği bir sorun olarak kalmasına neden olmaktadır. Günümüz gelişmelerine baktığımızda, çalışanlarının ekonomik ve sosyal haklarının kısıtlanarak maliyetlerin düşürülmesi, kâr marjının yükseltilmesi için taşeronlaşma sisteminin ön plana çıkarıldığını görmekteyiz. Bu değişim rüzgârından Türkiye de nasibini almakta ve istihdam sistemi taşeron ağırlıklı bir yapıya doğru evrilmektedir. Düşük maliyetli, düşük ücretli, iş güvencesi olmayan, sendikaya üye olduğunda işten çıkarılacağı kesin olan, gerekli asgari iş güvenliği tedbirlerinden dahi yoksun bırakılan taşeron işçilerimizin yaşadığı dram Soma’da bir kez daha ortaya çıkmıştır. Taşeronlaşma olgusu, ülkemize özelleştirme yoluyla girmiş, kamunun insan kaynakları alanında hizmet alımı şeklinde yerleşmiştir. Temelde Türk kamu personel sisteminde dört ana istihdam biçimi belirlenmiştir. Bunlar, 657 sayılı DMK’nun 4. maddesinin “A” fıkrası uyarınca çalıştırılan ve iş güvencesine sahip olan memurlar, “B” fıkrası uyarınca çalıştırılan sözleşmeli personel, “C” fıkrası uyarınca çalıştırılan geçici personel ve “D” fıkrası uyarınca çalıştırılan işçilerdir. Ancak yeni kamu yönetimi anlayışı, kamu personel sistemini değiştirerek hizmet alımları yoluyla kamuyu özel sektöre açmayı temel amaç edinmiştir. Yeni kamu yönetimi anlayışının yansıması şeklinde özel sektörden temin edilmeye başlanılan hizmetler; taşıma, temizlik, yemek hazırlama ve dağıtım, koruma ve güvenlik, danışmanlık, tanıtım, basım ve yayım, toplantı, organizasyon, sergileme, fotoğraf, film, fikri ve güzel sanat, bilgisayar sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım hizmetleri, mesleki eğitim, bakım ve onarım, araştırma ve geliştirme, piyasa araştırması ve anket çalışmaları olarak belirtilebilir. Bununla birlikte istihdam sistemi bakımından; kamu kesiminde memurluk yerine idari sözleşmelilik, kadro gereği ücret yerine sözleşme gereği performans ücreti gibi eğilimler, kamu kesimi istihdam rejimini de özel kesim istihdam rejimi ile aynı seviyeye getirmeye yöneliktir. Çalışma Hayatı Buna karşın 1980’li yıllarla birlikte ortaya çıkan neo-liberal anlayış ve küreselleşme; bir anlamda sermaye-emek çatışması sonucunda dengeye oturmuş olan paylaşım sorununda, sermaye lehine yeni yaklaşımlar, yeni düzenlemeler içermektedir. Teknolojik gelişmenin akıl almaz bir boyuta ulaştığı günümüzde, para ve sermaye artık anlam değiştirerek hayatın odak noktasına yerleşmiştir. Üretim araçlarının el ve şekil değiştirdiği, maksimum kâr, minimum maliyet anlayışının yeniden ortaya çıktığı bir dönemi yaşamaktayız. Son yıllarda, memurların iş güvencesinin ortadan kaldırılarak idari sözleşmeli statüye geçirildiği, sendikal ve demokratik haklarının verilmediği, işçilerin de çağrı usulüne göre, esnek, kısmi zamanlı çalışma şartlarına göre istihdam edildiği bir yapı oluşturma isteği ağırlık kazanmaya başlamıştır. Kamuda personel giderlerinin azaltılması amacıyla, temizlik, güvenlik gibi bazı hizmetlerin ihale yoluyla özel şirketlere devredilmesi uygulaması artık kamu hizmetlerinin taşeron şirket elemanları aracılığıyla gördürülmesi boyutuna ulaşmıştır. Geçmişte istisna olan taşeron/alt işveren uygulaması günümüzde yaygın bir istihdam biçimi haline gelmiştir. Kamuda istihdam edilen taşeron firma çalışanı sayısı 2000’li yılların başında 20 bin iken; bugün kamudaki taşeron firma işçileri 600 bini aşmış, toplamda ise 2 milyon 500 bine ulaşmıştır. Taşeronlaşma; çalışanlar açısından, sosyal güvencenin olmadığı, yarınının ne olacağı belli olmayan bir güvensizlik yaratmaktadır. Taşeron uygulamasının temel motifi maliyetlerin özellikle de işgücü maliyetinin düşürülmesidir. Bu sistem çalışma ilişkilerini güvensizleştiren, Son yıllarda, sendikasız ve toplu sözleşmemurların iş mesiz ve hatta iş yasası dışıngüvencesinin ortadan da işçi çalıştırmanın bir aracı kaldırılarak idari haline gelmiş durumdadır. sözleşmeli statüye 1980’li yıllarla birlikte bütün geçirildiği, sendikal ve dünyada taşeronlaşma serdemokratik haklarının mayenin yeni uluslararası verilmediği, işçilerin stratejisi içerisinde önemli de çağrı usulüne bir yere sahiptir. Bu strateji göre, esnek, kısmi genel olarak iş ilişkilerinin, çalışma sisteminin esnekleşzamanlı çalışma tirilmesi, kuralsızlaştırılması şartlarına göre olarak da adlandırılmaktadır. istihdam edildiği bir yapı oluşturma isteği Özellikle işgücünün kolay ikame edilebileceği alanlarda ağırlık kazanmaya daha hızlı bir taşeronlaşma başlamıştır. yaşanmaktadır. Öncelikle SENCE 2014 Sayı 5 5 SENCE Gelecekte kamuda iş güvencesine sahip çalışanın kalmayacağı, devletin asli ve sürekli görevlerinin bile sözleşmeli, düşük maaşlı, güvencesiz, taşeron işçileri tarafından sağlanacağı anlamına gelmektedir. özel sektörde başlayan taşeronlaşma zamanla kamuda da yaygınlaşmıştır. Kamuda alt işveren, hizmet alımı gibi adlar altında kadrolu kamu çalışanı yerine taşeron tercih edilmeye başlanmıştır. Çalışma haklarının en yaygın ihlal edildiği, iş kazalarının en fazla olduğu yerler taşeron şirketler tarafından yapılan işlerdir. Taşeronlaşmaya karşı işçilerden ve sendikalardan gelen ve giderek artan tepkilerin aksine, sermaye örgütleri taşeron uygulamasının daha da yaygınlaştırılmasını ve kanundaki sınırlamaların kaldırılmasını talep etmektedir. Taşeron işçilik konusunun temeli alt işveren tanımında yatmaktadır. 4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesine göre asıl işin bir bölümünde alt işveren çalıştırılabilmesi “işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenle uzmanlık gerektiren işler” gibi üç koşulun bir arada var olmasına bağlıdır. Fransız yüksek yargısının içtihatları arasında da yer alan bu düzenleme taşeron uygulamasını sınırlamayı amaçlamaktadır. Bu üç koşul aynı anda yok ise yargı taşeron işçi çalıştırmayı muvazaa (hile) olarak kabul etmekte ve işçi başından itibaren asıl işverenin işçisi sayılmaktadır. Nitekim bu yönde verilmiş çok sayıda yargı kararı bulunmaktadır. Taşeron meselesinin kritik noktası bu tanımda düğümlenmektedir. Çıkarılmak istenilen yeni kanunlar, bu üç gerekliliğin bir arada bulunma zorunluluğunu kaldırarak, işin herhangi bir bölümünde, herhangi bir alanda taşeron çalıştırmayı mümkün kılacak ve taşeron sistemini yaygınlaştıracak uygulamalar içermektedir. Bu durum, gelecekte kamuda iş güvencesine sahip çalışanın kalmayacağı, devletin asli ve sürekli görevlerinin bile sözleşmeli, düşük maaşlı, güvencesiz, taşeron işçileri tarafından sağlanacağı anlamına gelmektedir. Bununla birlikte kamuda artan taşeron işçiliği, iş sağlığı ve güvenliği alanını da etkilemekte, çıkarılan Kanuna rağmen işyerlerinde sağlık ve güvenlik tedbirlerini almakla yükümlü 6 SENCE 2014 Sayı 5 işveren konusunda karmaşa yaşanmasına neden olmaktadır. Bunun en açık örneği geçtiğimiz aylarda yaşanan Soma faciasında görülmüştür. Soma’daki madenlerin sahibi Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ), yani Devlet iken, söz konusu madenlerin işletilmesi özel sektöre verilmiştir. Yapılan incelemelerde madenleri işletme hakkı kazanan özel şirketin de maden içinde belli ocakları taşeronlara devrettiği ortaya çıkmıştır. Bu durumda hukuki bakımdan Soma’da asıl işverenin TKİ olduğu açıktır. Madeni işletme izni alan özel şirket ise alt işveren durumundadır. Aynı alt işveren, işin belli bölümlerini başka alt işverenlere devrederek ikincil bir taşeron sistemi geliştirmiştir. Bu karmaşık yapı, yaşanan facianın sorumlularının bulunmasını engellemektedir. Nitekim soruşturma sonucunda yalnızca madenin işletme hakkını almış olan şirket yöneticilerinin tutuklanması, bunun yanında diğer taşeronların, TKİ’nin, Enerji Bakanlığı’nın ve madenlerin denetiminden sorumlu olan kişi ve kurumların göz ardı edilmesi, yaşanan belirsizliğin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Sendikaların bilinçli birkaç kişi ve kuruluşun dışında, bu sömürüye fazlaca karşı çıkan da bulunmamaktadır. Bilinmelidir ki, kâr da teknolojik ilerleme de, gelişme de insan için vardır. İnsanın olmadığı, insan hayatının yılsonu bilançolarındaki artı bakiyelerden daha değersiz olduğu bir dünyada, bütün değerler anlamını yitirmektedir. Soma’da yaşanan ve millet olarak hepimizi derinden yaralayan facia, taşeronlaşmanın, tedbirsizliğin ve bireyselleşmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İş sağlığı ve güvenliğine ilişkin önlemler alınmış olsaydı bu facianın kesinlikle gerçekleşmeyeceğini söylemek mümkündür. Bu bakımdan insan hayatının hiçe sayıldığı, emek üzerinden kâr elde eden üçüncü, dördüncü şahısların türediği bir dünyada, örgütlenme daha da anlam kazanmaktadır. Yürüyen çarka çomak sokacak olanlar da ancak örgütlü gücün farkına varan kitleler olacaktır. Martin Luther’in dediği gibi “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak...” Yeniden insan gibi yaşamayı hatırlayacağımız, emeğin en yüce değer olduğu gerçeğini idrak edip, insan için yapılacak yatırımlarla hayatı güzelleştireceğimiz, iş kazası ve meslek hastalıklarının son bulması için gerekli farkındalığı yaratabileceğimiz bir sürecin başlaması, örgütlenen insanın harekete geçmesiyle sağlanacaktır. Röportaj Gülsün BİLGEHAN CHP Ankara Milletvekili Kadına karşı şiddetin önlenmesinde en önemli görev önce devlete, devletin kurumlarına sonra sivil toplum örgütlerine düşmektedir. Kadına yönelik baskı ve şiddetin her geçen gün daha da artığı ülkemizde, şiddetin geldiği noktayı bizimle paylaşır mısınız? Kadına yönelik baskının ve şiddetin her geçen gün arttığını biliyoruz. Bu durumun elbette ekonomik, sosyal ve kültürel nedenleri var ama bunun en temel nedeni kadına bakış açısı. Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana birçok kazanımlar elde eden kadınlar, bugün gelinen noktada maalesef toplumun ikinci sınıf vatandaşı konumuna itilmeye çalışılıyorlar. Türkiye’de 2014’ün ilk 6 ayında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 129, tecavüze uğrayan kadın ve kız çocuklarının sayısı ise 58. Ayrıca 292 kadın da erkekler tarafından yaralandı, 57 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulunuldu. Bu rakamlar sanırım bugün gelinen vahim noktayı somut olarak ortaya koymak için yeterlidir. Ayrıca 2014’ün ilk altı ayında 11 kadın koruma tedbiri altındayken öldürüldü. SENCE 2014 Sayı 5 Röportaj: Deniz GÜRBÜZ Özellikle son 12 yıldır ülkeyi yöneten zihniyet, “kadın”a dair bakanlığın isminde bile kadın adına tahammül edemiyor. Ve bugün gelinen noktada, her geçen gün tırmanan kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ve cinayet vakaları artıyor. 7 SENCE Türkiye Cumhuriyeti bugüne kadar kadına karşı şiddeŞiddet gören kadınlar ti önleme bağlamında birkorumadan vazgeçiyor, çok uluslararası sözleşmeye çünkü devlet yeteri taraf olmuş ve yasalarını kadar kadınları bununla uyumlaştırmıştır. koruyamıyor ve sonun Buna rağmen yasaların önbaşlangıcı böyle gördüğü somut adımlar yaşanıyor. atılmayınca kadınlar her geçen gün kendilerini daha da korumasız ve çaresiz hissediyorlar. O kadar ki, 2013’te en fazla kadın cinayetinin yaşandığı İzmir’de, son bir yılda şiddet gören kadınların %70’inin şikâyetlerinden vazgeçerek koruma talep etmediğini öğreniyoruz. Sonun başlangıcı şiddet gören kadınlar korumadan vazgeçiyor. Devlet kadınları yeteri kadar koruyamıyor. Bütün bu size anlattıklarım, “eşitliğin” sadece kâğıt üzerinde var olan ancak sokakta hiç yaşanmayan bir olgu olduğunu anlamaya yetiyor. Sizce, kadına yönelik şiddetin (cinsel şiddet, fiziki şiddet, çocuk gelinler vb.) tamamen engellenmesi mümkün mü? Tabii ki mümkün. Nasıl mümkün? Siyasi ve toplumsal kararlılıkla. Bu mücadele “topyekün” yürütülmesi gereken bir mücadele. Az önce de söylediğim gibi, Türkiye’deki en büyük problem, kâğıt üzerinde var olan eşitliğin günlük uygulamalara yansıtılamıyor olmasıdır. Türkiye’de kadınların kaç çocuk doğuracaklarına, nasıl doğum yapmaları gerektiğine, hangi koşullarda sokaklarda yürüyüp yürüyemeyeceklerine, ne zaman evlenmeleri gerektiğine ve kahkaha atıp atmamalarına karar veren bir siyasi anlayış olduğu sürece korkarım ki bu vahim tablo önümüzde durmaya devam edecektir. Kadına karşı şiddetin önlenmesinde en önemli görev önce devlete, devletin kurumlarına sonra sivil toplum örgütlerine düşmektedir. Devletin ilgili kurumları arasında işbirliğinin sağlaması, her kurumun üzerine düşen görevi yerine getirip getirmediğini denetlemesi, toplumun “toplumsal cinsiyet eşitliği” konusunda bilinçlendirilmesi ve erkek egemen sistem yerine 8 SENCE 2014 Sayı 5 “eşitlikçi” anlayışın yerleştirilmesi noktasında sivil toplum örgütlerinin bugün olduğu gibi yarın da aktif ve sonuç odaklı politikalar üretmesi kadına karşı şiddetle etkin mücadele için olmazsa olmaz başlıklardır. Ayrıca, kadına karşı şiddet sadece Türkiye’de değil dünyanın birçok ülkesinde de önemli bir sorun, dolayısıyla Türkiye’nin bu konudaki uluslararası mücadelenin de bir parçası olması ve şiddetle mücadeleye ilişkin olarak imzaladığı sözleşmelerin de yükümlülüklerini yerine getirmesi şarttır. Şiddete maruz kalan kadınlarla ilgili olarak yeni gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi hakkında bize bilgi verir misiniz? Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, ilk olarak Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için uluslararası literatüre “İstanbul Sözleşmesi” olarak geçti. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Eşitlik Komisyonu başkanı olduğum dönemde hazırlık ve yazım aşamalarına katkı verdiğim bu sözleşme, uluslararası alanda şiddetin gölgesinde veya tehdidinde yaşayan kadınların temel insan haklarını savunması bakımından referans alınacak ilk ve tek uluslararası sözleşme olma özelliği taşıyor. İstanbul Sözleşmesi ana hatları itibariyle; kadına karşı şiddeti önleme, kadınları şiddetten koruma, kovuşturma ve siyasi olarak kadına karşı şiddetle mücadelede kararlılık temellerine dayanan bir sözleşme. Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nin tüm üye ülkeleri başta olmak üzere tüm dünya ülkelerine kadına karşı şiddetle etkin mücadele için çağrıda bulunuyor. 1 Ağustos 2014’te, yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi ana hatları itibariyle; kadına karşı şiddeti önleme, kadınları şiddetten koruma, kovuşturma ve siyasi olarak kadına karşı şiddetle mücadelede kararlılık temellerine dayanan bir sözleşmedir. Röportaj Türkiye, AİHM’de, kadına karşı şiddeti önleyemediği gerekçesiyle maddi cezaya çarptırılmış tek ülke. İstanbul Sözleşmesi’nin ülkemize getirdiği yükümlülükler ve kadınlarımıza sağladığı avantajlar nelerdir? Türkiye, bu sözleşmeyi parlamentosunda kabul eden ilk ülke olarak pek çok yükümlülüğü de yerine getirme sözü vermiş oldu. Bu yükümlülükler kadınların özellikle kendi toplumlarında daha güvenli yaşamaları ve her türlü şiddetten uzak kalabilmeleri için aciliyetle hayata geçirilmesi gereken yükümlülüklerdir. İstanbul Sözleşmesinin ve tabii ki kadına karşı şiddetle mücadele için parlamentomuzdan geçirdiğimiz 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasasının gereklerinin bugün, hemen şimdi yerine getirilmeye başlanması kadınların hayatlarında pek çok avantajı da beraberinde getirecektir. 1 Ağustos itibariyle, İstanbul Sözleşmesi’yle, şiddete maruz kalan kadınlar artık bütün ilgili kurumların koordinasyonunda sağlanacak ciddi bir devlet koruması altına alındı. Bu sözleşme ile şiddetten korunabilecek, eğitimleri teşvik edilecek, hukuki anlamda desteklenecek, gerek kamu gerekse özel alanda şiddetten arındırılmış ve yaşam hakları korunacak olan kadınlar, bütün erkek egemen normlara rağmen eminim ki kısa zamanda farklı toplumsal alanlarda daha etkin bir varlık gösterecektir. İstanbul Sözleşmesi, kadınların, hak ihlallerine uğradıkları noktada AİHM’e başvurusunu kolaylaştırıyor. Korkarım, önümüzdeki günlerde AİHM’e kadına karşı şiddet vakalarına ilişkin olarak Türkiye’den gitmiş çok sayıd”a dosya olacak. SENCE 2014 Sayı 5 9 SENCE Sizce bu sözleşme, kadına uygulanan şiddet ve mobbingi ne oranda engeller? Uygulanabilirliği ne kadardır? Her şeyin bugünden yarına değişmesi kolay değil. Ama sözleşmenin tüm gereklilikleri ve yükümlülükleri yerine getirilirse, şiddet ve mobbing ciddi oranda azalır. Bu sözleşmenin getirdiği en önemli noktalardan biri, sözleşmenin izlenmesi ve denetlenmesi noktasında uluslararası bir mekanizma kurulacak olması. Bu uluslararası mekanizma, sözleşmeye imza atan ve aynı zamanda da onaylayan ülkelerin, sözlerinde durup durmadıklarını, sözleşme maddelerini hayata geçirip geçirmediklerini kontrol edecek ve sözleşmeye taraf tüm ülkeleriyle ilgili rapor yazıp dünya kamuoyuyla paylaşacak. Ayrıca biliyorsunuz, Avrupa Konseyi’nin yargı organı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir. (AİHM) Türkiye, AİHM’de, kadına karşı şiddeti önleyemediği gerekçesiyle maddi cezaya çarptırılmış tek ülkedir. Korkarım ki önümüzdeki günlerde AİHM’e kadına karşı şiddet vakalarına ilişkin olarak Türkiye’den gitmiş çok sayıda dosya olacak. Bu nedenle, umuyorum ki, sözleşmenin özellikle maddi yükümlülükleri caydırıcı olur. Sizce anlaşmanın kağıt üzerinde kalmaması için alınması gereken tedbirler nelerdir? Önce toplumsal duyarlılık gerekiyor. Bu duyarlılığı sadece kadına karşı şiddet konusunda değil pek çok konuda sağlayan, yayan bir genç neslin varlığı beni çok SENCE 2014 Sayı 5 Daha önce de söz ettiğim gibi, sözleşmenin ortaya koyduğu ve bizim de altına imza attığımız yükümlülükler, şiddet sarmalında yaşayan Türkiye’de, kadına karşı şiddeti bütünüyle olmasa da büyük ölçüde yok etme noktasında ciddi tedbirler ve yaptırımlar içeriyor. TBMM’de dört siyasi parti grubunun da oy birliğiyle kabul ettiği İstanbul Sözleşmesi’nin arkasında politik bir kararlılıkla durmak ve sözleşmenin hayata geçirilmesi noktasında başta kadın sivil toplum örgütleri olmak üzere toplumun farklı kesimleriyle birlikte eylem planları oluşturarak hayata geçirmek, alınması gereken en önemli tedbirlerin başında gelmelidir. Ayrıca, tabi ki eğitim ve kültür hayatında kadınların önlerini açma yoluyla alışılagelmiş rol ve modelleri değiştirmek için pozitif önlemler almak yine sözleşmenin olmazsa olmaz şartlarıdır. Ama tekrar etmek istiyorum, bütün bunlar için politik kararlılık şart! Ben de buradan sizin aracılığınızla hükümete mesajımı tekrarlamak istiyorum: “Tam üyeyiz, tam kararlı olalım! Kadınlarımızı şiddetten uzak tutalım! “Bu ülkenin kadınlarına ve gençlerine güveniyorum.” İşte bu sözleşmenin en hayati noktalarından biri de maddi yükümlülükler. Bu sözleşmede, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kadına karşı şiddetin önlenmesi noktasında bütçe ayırması gerekliliği söz konusuyken öteki taraftan sözleşme, kadınların, hak ihlallerine uğradıkları noktada AİHM’e başvurusunu kolaylaştırıyor. 10 umutlandırıyor. Hep söylediğim bir şey var: “Bu ülkenin kadınlarına ve gençlerine güveniyorum.” Sayın Gülsün Bilgehan, sorularımız bu kadar, sizin eklemek istediğiniz bir şey varmı? 1 Ağustos 2014, kadına karşı şiddeti ciddi bir sorun olarak gören ve çözümüne katkı vermek isteyen herkes için, en önemlisi biz kadınlar için bir milat olarak kabul edilmeli. Kadın hakları konusunda ciddi bir hassasiyet taşıyan ve eşitlik mücadelesini yer aldığı bütün ulusal ve uluslararası platformlarda savunan, anlatan, destekleyen ve kadın sivil toplum örgütleriyle her zaman işbirliği ve dayanışma içinde olan bir kadın parlamenter olarak “Dünya üzerinde şiddet son buluncaya kadar mücadeleye devam!” diyor, sizlerin aracılığıyla barışa, eşitliğe, kardeşliğe ve dayanışmaya inanan Türkiye’nin bütün kadınlarına, tüm Sence dergisi okurlarına sevgi ve saygılarımı iletiyorum. Güncel Ailenin Korunması ve Kadına Karşı T E D ŞİD Av. İzzet DOĞAN ⎟ Kahdem Gönüllü Çalışma Grubu Üyesi A nayasamızın 41. maddesinde, “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar” denilmektedir. Aile Mahkemelerinin kuruluşu ile Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Yasa Anayasamızın bu hükmü kapsamında değerlendirilmeli ve bu düzenlemelerin esas amacının öncelikle kadınları ve sonra da çocukları şiddetten korumak olduğu düşünülmelidir. Kadınlara Karşı Şiddeti Önleme, Cezalandırma ve Ortadan Kaldırmaya İlişkin İnter Amerikan Sözleşmesi’nde: “Şiddetin fiziksel, ruhsal ve cinsel şiddet biçiminde olabileceği belirtilmiş ve aile içi şiddetin; dayak, hakaret, cinsel istismar, evlilik içi tecavüz ve ben- zeri eylemler olarak gerçekleştirildiği” açıklanmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 20 Aralık 1993 tarihli ve 44/104 sayılı kararı ile ilan edilen Kadınlara Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Bildiri’nin 1. maddesi; kadınlara karşı şiddet, is- ter kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik acı veya ızdırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayanan bir eylem veya bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma anlamına gelir. SENCE 2014 Sayı 5 11 SENCE Uluslararası Af Örgütünün 2004 yılında yayınlamış olduğu rapora göre: “Dünyada üç kadından biri fiziksel şiddete ya da cinsel tacize maruz kalmakta, bu durum sadece geri kalmış ülkelerde yaşanmamakta, örneğin İngiltere’de her dört kadından biri erkeklerin şiddetine maruz kalmakta ve ayrıca dünyada cinayete kurban giden kadınların %70‘i eşleri tarafından öldürülmektedir” 2. maddesi de kadınlara karşı şiddetle sınırlı olmayarak şu örneklere yer vermiştir: a) Aile içinde meydana gelen dövme, kız çocuklarının cinsel istismarı, evlenirken verilen başlıkla ilgili şiddet, evlilik içi tecavüz, cinsel organları dağlama ve kadınlara zarar veren geleneksel uygulamalar, eşi olmayanlar arasındaki şiddet ve sömürmek için uygulanan şiddet de dahil fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet uygulanması, b) Toplum içinde meydana gelen tecavüz, cinsel istismar, çalışma hayatında, öğretim kurumlarında ve diğer yerlerde cinsel taciz, kadın satışı ve zorla fahişeleştirme de dahil, fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet, Genel olarak aile içi şiddet; aile bireylerinin yaralanmasına, sindirilmesine, öfkelendirilmesine veya duygusal baskı altına alınmasına yol açan fiziki veya herhangi bir şekildeki hareket, davranış ve eylemler bütünüdür. c) Nerede meydana gelirse gelsin devlet tarafından işlenen veya hoş görülen fiziksel, cinsel ve psikolojik şiddet. Şiddet Yöntemleri Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin Kadınlara Yönelik Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Radhika Coomaraswamy’nin aile içi şiddete ilişkin çerçeve mevzuat örneğinde ise; aile içi şiddet eylemleri basit saldırılardan, ağır dayak, kaçırma, tehdit, gözdağı, zorlama, üzerine yürüme, küçük düşürücü sözlü taciz, zorla veya hukuka aykırı olarak haneye girme, kundaklama, mülkün tahribi, cinsel şiddet, evlilik içi tecavüz, drahoma ya da başlık parasına bağlı şiddet, kadın sünneti, fahişelik yaptırmak sureti ile istismara bağlı şiddet, evde çalışan kadın hizmetlilere karşı şiddet ve bu eylemleri gerçekleştirmeye teşebbüse dek, bir aile üyesi tarafından kadınlara uygulanan, cinsiyete dayalı tüm fiziksel, psikolojik ve cinsel kötü muamele eylemleri “aile içi şiddet” olarak tanımlanmaktadır. a) Fiziksel şiddet; fiziki gücün bir sindirme, korkutma veya ceza verme yöntemi olarak kullanılmasıdır. Fiziksel şiddet olarak kabul edebileceğimiz eylemler; itmek, tokat atmak, ısırmak, boğmaya çalışmak, tekmelemek, yumruklamak, eşya fırlatmak, fiziksel kuvvet kullanarak evden çıkmasına veya eve girmesine engel olmak, işkence yapmak, bıçak veya silahla tehdit etmek vb... b) Sözel Şiddet; söz ve hareketlerin düzenli bir şekilde korkutma, sindirme, cezalandırma ve kontrol etme aracı olarak kullanılmasıdır. Sözel şiddete ilişkin davranışlardan en belirgini, kişinindeğer verdiği konulara yönelik güven sarsmak ve kişiyi yaralamak amacı ile belirli aralıklarla çok ağır hakaret içeren sözler söylemektir. Kişiyi küçük düşürücü adlar takmak ve sık sık olumsuz bir şekilde eleştirmek ve alay etmek de sözel şiddet kapsamında değerlendirilmektedir. c) Cinsel Şiddet; kişinin isteğine aykırı olarak cinselliğin bir sindirme denetleme ve tehdit aracı olarak kullanılmasıdır. Örneğin kadınla zorla ilişkide bulunmak, aşırı kıskançlık, evlilik içi tecavüz, ensest ve ayrıca kişiye bir eşyaymış gibi davranmak, cinselliği bir cezalandırma yöntemi olarak kullanmak alenen karşı cinse ilgi göstermek, duygusal baskı kurarak cinsel ilişkiye zorlamak, tecavüz etmek, istenmeyen 12 SENCE 2014 Sayı 5 Cinsel taciz ise cinsel nitelikli sözlü, sözsüz ya da fiziksel istenmeyen davranış olarak herhangi bir biçimde ortaya çıkabilir. Kişinin onurunu zedeleme amaçlı ya da etkili cinsel nitelikli davranışlar; özellikle sindirici, düşmanca, küçük düşürücü, aşağılayıcı ve saldırgan bir ortam yarattıkları zaman cinsel taciz kapsamına girerler. Gerek uluslararası gelişmeler ve gerekse ülkemizde yapılan çalışmalar sonucu 14 Ocak 1998 tarihli 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanunun kabul edilmesi ile aile içi şiddet ilk kez bir hukuksal kavram olarak karşımıza çıkmıştır. Ülkemizde çeşitli kesimlerin karşı karşıya kaldığı sosyal, kültürel, iktisadi sorunların ve eğitim seviyesinin düşüklüğünün aile içi şiddetin önemli sebeplerini teşkil ettiği unutulmamalıdır. d) Duygusal Şiddet; duyguların ve duygusal ihtiyaçların, karşı tarafa baskı uygulayabilmek için tutarlı bir şekilde istismar edilmesi, bir yaptırım ve tehdit aracı olarak kullanılmasıdır. Duygusal şiddetin amacı, kurbanın kendine ait saygısını kaybettirmek, korkutmak, kendini güçsüz hissetmesini sağlamaktır. Sevgi, ilgi yokluğu, sevecen davranmama, aşağılama, beceriksizlikle suçlama, küçük görme, insanın içindeki umutları yok etme, zor günlerde, hastalıklarda destek vermeme, yardımcı olmama, yaşanacak güzellikleri paylaşmama, inandığı önem verdiği değerleri görmezlikten gelme, yabancı gibi davranma gibi örnekler, duygusal şiddet kapsamındadır. e) Ekonomik Şiddet; ekonomik kaynakların ve paranın kişi üzerinde bir yaptırım, tehdit ve kontrol aracı olarak düzenli bir şekilde kullanılmasıdır. Örneğin, kadının gelirine, mallarına el koymak, ailesinden katkı sağlamaya zorlamak, gelirini kumarda, içkide harcamak, kazancı olduğu halde kadının ve çocuklarının ihtiyaçlarını karşılamayarak yokluk içinde bırakmak gibi tutumlardır. temel insan hakkı olan yaşama hakkının korunması konusunda Devletin yükümlülükleri, sadece yasama faaliyeti ile kalmamalı, aynı zamanda bu yönde toplumsal bilincin uyandırılması ve geliştirilmesi amacıyla gereken her türlü koruyucu ve giderici tedbirin alınmasının gerektiği” belirtilmiştir. Güncel cinsel pozisyonlara zorlamak, fuhuşa zorlamak. Dolayısıyla, söz konusu sorunlar ortadan kaldırılmadığı sürece, tek başına kanuni düzenlemelerin, aile içi şiddet sorununun tam olarak çözülmesinde yeterli olamayacağı aşikardır. 4320 sayılı yasanın genel gerekçesinde; “Aile içi şiddetin zararları sadece toplum açısından değil, birey açısından da tehlikeli sonuçlar yaratmaktadır. Aile İçi Şiddet, sevgi, şevkat ve merhamet göstermesi gereken bir kişi tarafından uygulandığından, şiddete maruz kalan aile bireyinin ruhi yapısında hayatı boyunca silinmesi zor izler bırakmaktadır” denilmektedir. 7 Mayıs 2004 tarihinde Anayasamızda yapılan değişiklikle de, “Kadın ve Erkek eşit haklara sahiptir, devlet, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür” hükmü getirilmiştir. 4320 sayılı Kanun, aile içi şiddeti önleme konusunda hiç şüphesiz ki reform niteliğinde çok önemli bir kilometre taşıdır. Bu kanun uygulamada görülen eksikleri gidermek amacı ile hazırlanan 6284 sayılı Kanuna ilişkin Adalet Komisyonu Raporu’nda da; “En İlk insanla ortaya çıkan şiddet olgusu yıllardır hepimizi sarsacak boyutlarda her zaman gündemimizde yaşamaktadır. Görsel ve yazılı basını izleyenlerin tanık oldukları dayak, işkence ve cinayetler tüyler ürpertici nitelikte ve acımasızdır. “Töre ve namus cinayetleri” adı altında kadına yönelik şiddet kadının en güvenceli yaşayacağı aile içinde de, kadının ve çocukların fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik bakımdan acı çekmelerine neden olan ve onların insanlık onurunu yaralayan bir olgudur. SENCE 2014 Sayı 5 13 SENCE Türk Kadını; toplumda hala layık olduğu yerde değil ! Toplumumuzda kadının yeri nedir? Toplumdaki erkek egemen anlayış kadını erkeğe bağlı bir insan olarak görüyor. Kadın toplumda güçsüz. Ekonomik olarak birilerine bağımlı. Bu da onun her şeyini kısıtlıyor. Eğitimli kadının yeri mutlaka daha farklı. Ezilmişlik ve ikincillik hissetmiyorsunuz. Kadını eşit birey görme anlayışını pekiştirmek ve yerleştirmek lazım. Av. Aydeniz Alisbah TUSKAN Kadın Hakları Merkezi-Çocuk Hakları Merkezi ve Adli Yardımdan Sorumlu İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Röportaj: Deniz GÜRBÜZ 14 SENCE 2014 Sayı 5 Cumhuriyetin en büyük devrimi Kadın Devrimi olmasına rağmen kadın toplumda eğitimde, sağlıkta, ekonomide güçsüzdür, güvencesi yoktur, birey olamamıştır. Bu durum kadının toplumdaki yerini çok etkilemektedir. Kısacası Türk Kadını; toplumda hala layık olduğu yerde değil. Ülkemizde kadına karşı her geçen gün artan şiddetin sizce sebepleri nelerdir? Aile içi şiddet; aile değil toplumun sorunudur. Şiddet insan hakları ihlalidir. Demokrasi sorunudur. Sadece 2014 yılında ülkemizde 135 kadın şiddete maruz kalarak öldürülmüştür. Bu bilinen bir sayıdır. Yani günaşırı bir kadın öldürülmektedir. 2007 Yılında öldürülen kadınla,2013 yılında öldürülen kadın sayısı arasında %1400 artış vardır. Bu durum bir insan hakları ihlalidir. 2007 Yılında öldürülen kadınla, 2013 yılında öldürülen kadın sayısı arasında %1400 artış vardır. Çünkü devlet yaşam hakkını koruyamamış ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmesinin en temel unsuru olan yaşam hakkını ihlal etmiştir. Şiddet psikolojik, sosyal, cinsel, fiziksel ve ekonomik olabilir. Bunun sebepleri ise yaşam şekli, aile ilişkileri, baskı, cahillik, erkek ve kadının eğitimsizliği, alkol, madde kullanımı, çocuklukta aile içinde yaşanan olumsuzluklar, yoksulluk olarak sayılabilir. Sizce şiddetin önlenmesi için alınan tedbirler yeterli midir? Bir hukukçu olarak, kadınların kendilerini koruyabilmeleri için alabileceği önlemlerin nelerdir? Kadınlar önce haklarını öğrenmeli bu konuda eğitilmelidir. Ancak toplumda erkek farkındalığı da çok önemli. Erkekler bazı hakları kendilerinde görmektedirler ve bu konuda eğitilmeleri gerekir. Kadınlar toplumda güçlenmelidir. Dayak yediklerinde veya bu tür muamelelere maruz kaldıklarında nerelere başvurabileceklerini bilmelidirler. Bu konuda kadınlara maddi destek sağlanmalıdır. Toplum konuyla ilgili olarak bilinçlendirilmelidir. Cinsiyet dersleri okutulmalı, ailelerin kız ve erkek çocuklarını eşit yetiştirmesi sağlanmalıdır. Ayrıca toplumda konuyla ilgili anlayış değişikliğine gidilmeli, bunun için de devlet gerekli önlemleri almalıdır. Bu konuda tutarlı bir politika yoktur. Yaygın, koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınarak yaygınlaştırılması gerekir. Bu konuda acil eylem planları yapılmalı ve devlet koruma ile ilgili önlemleri almalıdır. Sadece yasal düzenlemeler yeterli olmaz. Bunların uygulanması ve yaygınlaştırılması için ulusal eylem planı gerekir. Ayrıca kanayan bir yara olmaya devam eden çocuk gelinler meselemiz var. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? Türkiye’de gerekli sayıda kadın sığınma evi var mı? Bu durum çocuk haklarına aykırıdır. Büyüklerin iradesiyle çocuklar hayatları boyunca yaşayacakları bir yük altına sokulmaktadır. Yeterli sığınma evi yok. Nüfusu 50 bini aşan belediyelerin sığınma evi açma zorunluluğu var. Oysa sığınma evlerinin yarısı sosyal hizmetlere bağlı. Ayrıca bu sığınmadan sonra kadının gideceği yer yok. Yani ara istasyon görevi olan yerler olmalı. Bu konuda daha çok işimiz var. Kadınların koruma talebinde bulunabilmesi için illaki fiziki şiddete mi mağdur kalması gerekir? Hayır. Tüm şiddet türleri neticesi koruma tedbirleri alınabilir. Bu 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasasında da böyledir. Röportaj Türkiye bu konuda AHİM’den kaç kez ceza almıştır. Burda bu tür evlendirmelere mani olmak dini merasimle küçük çocukların evlendirilmesi, merasimi yapanların cezalandırılması konusu önem arz etmektedir. Taraf olduğumuz ve onayladığımız çocuk hakları sözleşmesine göre; 18 yaşını doldurmayanlar çocuk sayılmaktadır. Fiziki ve bedeni gelişim sağlanmadan anne olmak yani çocuk yaşta anne olmak toplumumuzun en büyük yaralarından biridir. Netice olarak; Türkiye’de kadın, toplumda erkekle eşit birey haline gelememiştir. Aile içinde birey, anne, eşinin yanında değil arkasındaki kişi olarak değerlendirilmektedir. 21. yüzyılda bu anlayışı bırakarak toplumda kadının erkekle eşit birey olması için olumlu ayrımcı yani pozitif eylemler, tedbirler alınmalıdır. SENCE 2014 Sayı 5 15 SENCE Bugün Türk Milletinin Misak-ı Millisi olan Kerkük Kalesinde Peşmerge vardır. Sözde bayraklarını Osmanlı mezarlarının, Selçuklu izlerinin olduğu Kerkük Kalesi’ne çekmişlerdir. Kaderlerine Terk Edilen TÜRKMENLER Güngör YAVUZASLAN ⎟ Kerkük’ün Sesi Gazetesi Yazı İşleri Müdürü - Bartın Gazeteciler Cemiyeti Başkanı M usul, Telaferden ve diğer sıcak bölgelerden Erbil’e sığınamak isteyen Türkmenler çölün ortasında bırakıldı.Erbil’e alınmayan Türkmenler yollarda IŞID militanları ve çetelerin eline düştü. IŞİD vahşetinden kaçan Türkmenler şimdi de salgınla karşı karşıya. Binlerce çocuk ve yaşlı 50 derece sıcakta hayata tutunmaya çalışıyor. Kerkük’e giden Bartın Gazeteciler Cemiyeti Başkanı ve Kerkük’ün Sesi Gazetesi Yazı İşleri Müdürü olan Güngör Yavuzaslan’dan satır başları; 16 SENCE 2014 Sayı 5 Irak Türkmenleri Peşmerge ve IŞİD Baskısı Altında Peşmerge Güçleri güvenli bölgelere Türkmenleri almıyor. Türkmenler Telafer ve Musul bölgelerinden göç etmelerinin ardından Erbil’e alınmadılar. 8 Bin Türkmen Erbil’e yakın BAHIRKA kampından zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyor. Bölgeyi kontrolleri altında tutan Bölgsel Kürt Yönetimi görevlileri Türkmenlere karşı sert ve hakarete varan davranışlarda bulunuyor. Türkmen çocuklar çöplerden yemek ararken onlarca yaşlı ve çocuk hayatını kaybetti, Irak Türkmen Cephesi (ITC) duruma tepki gösterdi. İŞİD’in saldırıları sonucu evlerini Güncel terk etmek zorunda kalan Türkmenler şimdi de salgın hastalık tehlikesi ile karşı karşıya. Türkmenlerin yaşam koşullarının hastalığa davetiye çıkardığını ifade eden ITC Yürütme Kurulu üyesi Erbil Milletvekili Aydın Maruf, “Oradakilerin tifo, tifüs ve sıtma gibi hastalıklara yakalanmaması mümkün değil. Yeni doğmuş bebekler, çocuklar için ilaç, tedavi, muayene gibi imkânlar yok. Şehirlerde değil şehir dışındaki kamplarda bulunan Türkmenlerin durumu çok daha zordur. Hastalık asıl buralardan yayılıyor” dedi. Kerkük Yangın Yeri, Lice’de Türk Bayrağı İndirilirken, Kerkük kalesine Peşmerge Bayrağını Dikti Yavuzaslan “Türkmenlerin güvenliğini sağlayamayan Türkiye yaşanacak katliamlardan sorumludur. Bugün Osmanlı Paşalarının mezarlarının olduğu Selçuklu eserlerinin bulunduğu Kerkük Kalesi’ne Peşmerge yerleşmiş ve bayrağını dikmiştir” dedi. Irak Türkleri Ortadoğu’da yaşanan savaş ve şiddet olaylarından Suriye Türkleri gibi en çok zarar gören ve katliama uğrayan halktır. Bugün Telafer’de, Kerkük’te Türkmen ellerinde eli silahlı caniler Türkmenlere savunmasız Irak halkına saldırmaktadır. Başta IŞİD terör örgütü olmak üzere silahlı terör gurupları saldırdıkları bölgelerde ilk hedef olarak Türkmenleri seçmektedirler. Yavuzaslan “Bugün Türk Milletinin Misak-ı Millisi olan Kerkük Kalesinde Peşmerge vardır. Sözde bayraklarını Osmanlı mezarlarının, Selçuklu izlerinin olduğu Kerkük Kalesi’ne çekmişlerdir. Telafer’de Türkmen katliamı yapılmaktadır. Kerkük’ün Beşir köyünde Türkmenler öldürüldü. Sonra şehit edilen bu insanların üzerlerinde benzin dökülerek yakıldı. Bu IŞİD vahşetidir. Türkmen Siyasetçilere Süikast Yapılıyor Yavuzaslan “Irak Türkmen Cephesi (ITC) Yürütme Kurulu Üyesi Münir Kafili, Peşmergeler’in kontrolündeki Kerkük’te uğradığı silahlı saldırıda şehit olmuştur. nir Burhan Reşit Kafili daha 22 yaşındayken 27 Ekim 1981 yılında devrik Baas Partisi tarafından tutuklanıp 1 Ağustos 2001’de serbest bırakıldı. Kafili 29 ay hapis yattı. Kafili İki müebbet ve 7 yıl ağir hapis cezası aldı. Çeşitli Türkmen siyasi kuruluşlarında yer alan Kafili son olarak Kerkük ilçe Meclis başkanı ve Irak Türkmen Cephesi Yürütme Kurulu üyesi görevini yürütüyordu” dedi. Peşmerge IŞİD’la Çatışmaktan Kaçınıyor Yavuzaslan “Bölgesel Kürt Yönetimi Peşmergesi sadece Kürtlerin olduğu bölgelerde IŞİD miltanlarına müdahale ediyor. Kerkük’teki güçlerini artırdılar. Telafer’de IŞİD saldırı oldu. Peşmerge Sincar’a çekildi. Petrol için Kerkük’ü ele geçirdiler. Türkmenlere yardım etmiyorlar. Türkmenler savunmasız sahipsiz’’ dedi. Bu İşin Vebali Türkiye’nin Omzunda Güngör Yavuzaslan “Türkiye Türkmenlere karşı tarihsel sorumlululuğunu yerine getirerek güvenliklerini sağlamalıdır. Akan her mazlum insanın Türkmenin vebali yetkililerimizin boynudadır. Dışişleri, hükümet harekete geçmelidir.İnsani yardımlarla bu işi geçiştiremezler. AFAD orda Kızılay orda diyerek bu iş kapatılamaz. Türkmenlerin güvenliği sağlanmalıdır. Kürtlerin Peşmergesi, Arapları Bağdat yönetimi var. Türkmenler sahipsiz. Gözleri Türkiye’den gelecek bir haberde. Mehmetçik nasıl Bosna’da, Kosova’da, Afganistan’da barış görevi yapıyorsa Türkmenleri, savunmasız Irak halkını korumalıdır” dedi. Kerkük’ün Askeri semtinde, kimliği henüz belirlenemeyen silahlı kişilerce polis kontrol noktasına yakın bir mevkide aracına düzenlenen susturucu silahla yapılan saldırıda başından vurularak şehit edilen 3 kız çocuğu babası Münir Kafili, hatırlanacağı üzere geçen yıl Tuzhurmatu’da taziye çadırına yapılan ve onlarca kişinin öldüğü intihar saldırısından yaralı olarak kurtulmuştu. 1959 yılında Kerkük’te dünyaya gelen ve çok genç yaşta Türkmen milli mücadelesinin bilinciyle hareket eden Mü- SENCE 2014 Sayı 5 17 SENCE Küresel Isınma Yunus Şevki KİBAR ⎟ Y ıllardır gündemde olan ve sürekli tartışılan bir konu küresel ısınma. Kimine göre kıyamet kimine göre ise dünyanın normal seyrinin sonucu. Kimi bazı ülkelerin çöl olacağı endişesiyle kimi de yapay gündem olduğu düşüncesinde… Sera Etkisi ve Küresel Isınma Nedir? Dünya, üzerine düşen güneş ışınlarından çok, dünyadan yansıyan güneş ışınlarıyla ısınmaktadır. Dünyanın ısınmasını sağlayan aynı zamanda küresel ısınmaya sebep olduğu söylenen güneşten yansıyan bu ışınların başta karbondioksit, diazotmonoksit, kloroflorokarbon, metan ve su buharı olmak üzere atmosferde bulunan gazlar tarafından tutulması durumu sera etkisi olarak adlandırılmaktadır. İklimsel dengenin oluşumunda dünyayı oluşturan hava, kara, su ve buz katmanlarının kendi içlerinde ve birbirleriyle olan etkileşimi önemli bir rol oynarken, güneş ışınlarının dünyamıza ulaşmak için geçmesi gereken ilk katman olan atmosferdeki gaz bileşimlerinin oranı ve dengesi de güneş ışınlarının yansıtılmasında ve emilmesinde önemli işlevlere sahiptir. Güneş ışınlarının bir kısmı yeryüzünde, bir kısmı ise atmosferde emilmektedir. Bir kısmı da emilim gerçekleşmeden yeryüzü yüzeyinden ve atmosferden yansımak suretiyle uzaya kaçmaktadır. Yeryüzü yüzeyinde ve atmosferin yere temas eden en yakın katmanı olan troposferde tutulan enerji, atmosfer ve okyanus dolaşımıyla yeryüzüne dağılmakta, uzun dalgalı yer ışınımı olarak atmosfere geri gönderilmektedir. Uzun dalgalı ışınımın bir bölümünün ise yine atmosfer tarafından emildiği ve daha az güneş enerjisi alan yüksek enlemler ile düşük sıcaklıklarda salındığı ifade edilmektedir. 18 SENCE 2014 Sayı 5 Çevre Bu bağlamda küresel ısınma; atmosfere salınan gazların sera etkisi nedeniyle yeryüzünde ve atmosferin alt bölümlerinde yıl boyunca ölçülen sıcaklık ortalamasındaki artış olarak tanımlanmaktadır. Ormansızlaşma, şehirleşme ve hızlı tüketimin küresel ısınmayı tetiklediği söylenmekle birlikte, özellikle fosil yakıtlarının kullanılması nedeniyle ortaya çıkan karbondioksit salınımı ortalama dünya ısısının artmasına neden olabilmektedir. Buzullardan alınan örneklerden atmosferdeki karbondioksit birikiminin 8 bin yıl önce 260 ppm, sanayi devrimi öncesi ise 280 ppm seviyesinde olduğu ölçülmüştür. Artan sanayileşme sonucu 1959 yılında karbondioksit birikimi 315.98 ppm ve 2004 yılı itibariyle ise 377 ppm seviyesine yükselmiştir. Bu arada, bugünkü karbondioksit seviyesinin son 420 bin yılın en yüksek seviyeye ulaştığı ifade edilmektedir. Küresel ısınma ile ilgili bir kısır döngü söz konusudur. Isınma ile birlikte kutuplardaki kar ve buzullar erimekte, kar ve buz kadar yansıtıcı olmayan su ve kara parçaları, güneş ışınlarının emilimini artırarak ısınmanın artmasına neden olmaktadır. Buzulların erimesi aynı zamanda, bu buzulların altında yer alan ve küresel ısınma açısından karbondioksitten çok daha etkili olduğu belirtilen metan gazının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Artık bölgede son 40 yılda deniz buzullarının kapladığı alan %60 azalmıştır. Bölgede 2040 yılı itibariyle deniz buzulların tamamının erimesi beklenmektedir. Küresel ısınmanın etkisiyle tropikal kasırgalar, tsunamiler, seller, taşkınlar, uzun süreli kuraklıklar ve çölleşme gibi binlerce canlının ölümüne neden olan doğal afetlerin meydana gelebileceği ifade edilmektedir. Küresel ısınmaya ilişkin oldukça kötümser, belki de gerçekçi, senaryolar söz konusudur. Bu senaryolarda, denizlerin yükseleceği, Kuzey Amerika’da kum fırtınalarının tarım alanlarını yok edeceği, dünyadaki canlı türlerinin %30’unun yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağı, su sıkıntısının baş göstereceği, yüz milyonlarca insanın yaşamak için uygun iklim koşullarına sahip bölgelere göç edeceği iddia edilmektedir. Ortalama Sıcaklıklara İlişkin Veriler Mevcut durumda dünyanın ortalama sıcaklığı yaklaşık 15 °C iken, sera gazları olmasaydı ortalama sıcaklığın -18 °C olacağı söylenmektedir. Aşağıdaki çizelgede, on yıllar itibariyle ortalama sıcaklıklara yer verilmektedir. Dönem 1880-1889 1890-1899 1900-1909 1910-1919 1920-1929 1930-1939 1940-1949 1950-1959 1960-1969 1970-1979 1980-1989 1990-1999 2000-2004 Ortalama Sıcaklık (°C) 13.82 13.69 13.74 13.79 13.91 14.02 14.05 13.98 13.94 14.01 14.26 14.40 14.59 Kaynak: Doç. Dr. Ecmel ERLAT SENCE 2014 Sayı 5 19 SENCE 1860-1900 yılları arasında deniz ve karadaki küresel sıcaklık artışının 0,75 °C artmış olduğu belirtilirken, dünyanın atmosfere yakın yüzeyinde sıcaklığın 20. Yüzyılda 0,6-0,8 °C arttığı ileri sürülmektedir. Güvenilir ölçümlerin yapıldığı 1800’lerden bu yana 1998 (14.71 °C) ve 2005 (14.77 °C) yıllarının en sıcak yıllar olduğu ifade edilmektedir. Bununla beraber, bu yüzyılın sonunda 2 °C daha sıcaklık artışı beklenmektedir. 1990-2100 yılları arasında yeryüzü yüzey sıcaklığının 1.4-5.8 °C artış olacağı tahmin edilmektedir. Kyoto Protokolü Dünya Meteoroloji Örgütü, 1970’lerden beri iklim değişikliği etkilerine dikkat çekmektedir. Bu bağlamda İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi oluşturulmuştur. Sözleşmeye göre sera gazlarının oluşumunda en çok sanayi, enerji, ulaşım, çöplükler, orman yangınları gibi hususların etki yaptığı belirtilmiş ve sözleşmenin amacı “atmosferdeki sera gazı birikimlerinin iklim üzerindeki insan kaynaklı etkileri engelleyecek düzeyde tutmak” olarak belirlenmiştir. Küresel ısınmaya ilişkin olarak Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi kapsamında Kyoto Protokolü önemli bir yere 20 SENCE 2014 Sayı 5 sahiptir. Bu protokolü imzalayan ülkeler karbondioksit ve sera etkisi yapan diğer gazların salınımını azaltmaya veya salınım ticareti yoluyla salınım hakkını arttırmayı taahhüt etmişlerdir. Protokol, ülkelerin karbon salınımını 1990 yılındaki düzeylere düşürmeyi gerektirmektedir. Protokolün yürürlüğe girebilmesi için, onaylayan ülkelerin 1990’da atmosfere saldıkları karbon miktarının yeryüzündeki toplam emisyonun %55’ini bulması gerektiği ve bu orana Rusya’nın katılımıyla ulaşılabildiği için 1997 yılında imzalanan protokol 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. Protokol; atmosfere salınan sera gazı miktarının %5’e çekilmesini, daha az enerji tüketen teknoloji sistemlerine geçilmesi, alternatif enerji kaynaklarına yönelinmesini, bio dizel gibi yakıtların kullanılmasını, atık işlemlerinin yeniden düzenlenmesi, güneş enerjisine önem verilmesi, fazla yakıt tüketen ve fazla karbon üretenden daha fazla vergi alınmasını öngörmektedir. Kyoto Protokolünün ABD, Avustralya gibi gelişmiş ve en çok sera gazı üreten ülkeler tarafından imzalanmaması oldukça dikkat çekicidir. Çevre 2005 yılında yayımlanan Birleşmiş Milletlerin su raporuna göre ülkemizde kişi başına düşen su miktarı 2000 yılı itibariyle 2615 metreküp olmakla birlikte, bu miktarın nüfus artışı ile birlikte 2020 yılında 1042 metreküpe düşeceği ve Türkiye’nin, 2040 yılında Irak ve Suriye gibi şiddetli susuzluk çekecek ülkelerden biri olacağı tahmin edilmektedir. Küresel Isınma Efsane Midir? Dünyanın jeolojik geçmişinde iklim çok defa değişmiştir. İki milyon yıl önce başlayan dördüncü zamanda 50-100 bin yıllık periyotlar halinde buzul ve buzul arası dönemlerin birbirini izlediği, buzul devrini sona erdiren ısınma eğiliminin 10-12 bin yıl önce başladığı ifade edilmektedir. Bu kapsamda, bazı bilim adamları küresel ısınma diye bir şey olmadığını, sıcaklık artışının tek sorumlusunun insan olmadığını ve bu durumun dünyanın jeolojik zamanlarının doğal bir süreci olduğunu ileri sürmektedir. Hatta bazı ülkelerin küresel ısınmayı “iklim vergisi” gibi kazançlar için bir gerekçe oluşturmak amacıyla ortaya attığı iddia edilmektedir. Sonuç Türkiye’nin Durumu Türkiye’nin Kyoto Protokolüne katılmasının uygun bulunduğuna ilişkin kanun 05.02.2009 tarihinde TBMM’de kabul edilmiştir. Türkiye, coğrafi konumu nedeniyle küresel ısınmanın etkilerinden olan tropikal kasırgalar, el-nino ve muson yağışları gibi küresel etkisi çok büyük olan meteorolojik olayların etki sahalarından uzak olmakla birlikte, su kaynaklarının azalması ve artan orman yangınları dolayısıyla potansiyel etkileri bakımından risk grubunda yer almaktadır. Örneğin; deniz sularındaki sıcaklık ve akıntı yönlerinde oluşacak değişimlerle balıkçılığın etkilenmesi, deniz sularının yükselmesi sonucu kıyı bölgelerin sular altında kalma olasılığından bahsedilmektedir. Geri dönüşümün, atık yönetiminin, fosil yakıtlarından uzak durulmasının, alternatif enerji kaynaklarının kullanılmasının ve enerji tasarrufu sağlayacak önlemlerin alınmasının karbon salınımının azaltılması ve böylece küresel ısınmaya insan kaynaklı etkilerin asgariye düşürülmesi açısından önem arz ettiğini söylemek mümkündür. Ayrıca, karbondioksiti kullanan bitki örtüsünün dünya için ne kadar önemli bir denge unsuru olduğu tekrar ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de ortalama sıcaklığın 2050 yılına kadar 1-2 °C artacağı, yıllık toplam yağış miktarının azalmasına bağlı olarak akarsuların yıllık akımlarının %5-25 azalacağı tahmin edilmektedir. SENCE 2014 Sayı 5 21 SENCE HANTAL BÜROKRASİ ? Nasıl Aşılır İyi bürokrat; süreç analizi yapan, tehditleri önceden belirleyen ve sorunlara yönelik çözümler geliştirebilen kişidir. Dr.Hüseyin AVCI ⎟ Gümrük ve Ticaret Bakanlığı M odern dünyanın gereği olarak sosyal ilişkilerin giderek kompleksleşmesi ve devletin kurumsallaşarak işleri yönetecek bir mekanizma oluşturmasını zorunlu kılması sonucunda “bürokrasi” kavramı gelişmiştir. Bürokrasi, çeşitli idari görevleri yerine getirmek için hükümetler tarafından yönetilen örgütlerin genel adı olup; hiyerarşi, otorite, iş bölümü ve yazılı kuralların toplandığı bir örgüt yapısını ifade etmektedir. Bürokrasi değer yargısı taşımayan belli bir organizasyon tipini ifade eden bir kavram olmasına karşın, etkin işlemeyen bürokratik prosedürler nedeniyle, günümüzde toplumun hemen her kesiminde olumsuz bir kavram olarak kullanılmaktadır. Halbuki, iş başına gelecek iyi bürokratlar sayesinde “bürokratik oligarşi”nin yıkılması ve bürokrasinin gerçek anlamına uygun olarak etkin işleyen bir örgüt yapısını ifade etmesi mümkün kılınabilir. “İyi bir bürokrat”ın, bürokratik oligarşinin hantallığa ve verimsizliğe yol açan olumsuz yönlerini gidererek, yönetime ve işleyişe dinamizm kazandırması 22 SENCE 2014 Sayı 5 mümkündür. İyi bir bürokrat süreç analizi yapan, tehditleri önceden belirleyen ve sorunlara yönelik çözümler geliştirebilen kişidir. Mevzuata ve kurallara sıkı sıkıya bağlı kalınarak hareket edilmesini gerektiren bürokratik prosedürler, bürokratların değişen şartlara ve ihtiyaçlara göre hareket etme gücünü sınırlandırmamalıdır. İyi bir bürokratın verimli ve etkin çalışabilmesi, kararlarında inisiyatif kullandığı sürece mümkündür. Yasal sınırlar çerçevesinde risk alabilen, değişen koşullara uygun ve esnek yönetim anlayışına sahip olan bir bürokratın, bürokratik sistemin işleyişine müdahale ederek bireysel olarak düzeltme yapması da olasıdır. Kamu kurum ve kuruluşlarının hantallaştıkları, kurumların karar alma ve uygulama konusunda istenilen hızı yakalayamadıkları yönündeki eleştirilere karşılık, iyi bir bürokratın yazışmaların artmasına, kırtasiyeciliğe ve işlemlerin gecikmesine engel olacak iş süreçleri yaratması gerekmektedir. Kurum içinde yapılacak yetki devirlerinden kaçınılmaması ve bu yolla orta ve alt düzeydeki yöneticilerin sorumluluklarının artırılması suretiyle uzayan prosedürlere İyi bir bürokratın kamu yönetimi ve iş idaresi konularına vakıf olması ve ayrıca güncel gelişmeler ile teknolojiyi yakından takip etmesi gerekmektedir. Kendini yenileyemeyen veya değişen düzenin şartlarına ayak uyduramayan bir bürokratın, idarecisi olduğu kuruma da yenilikler getirmesi söz konusu olamaz. Bürokratların örgütsel kaynakları ve iş gücünü en verimli şekilde kullanması ve bunlardan artı değer yaratmayı bilmesi gerekmektedir. Ayrıca, iyi bir bürokrattan gerek alt ve üst kadro ile gerekse örgüt dışı paydaşları ile devamlı hoş görülü ve uzlaşmacı bir tavır içerisinde olması ve bu sayede çatışma ve tartışmalardan uzak yönetim anlayışı geliştirmesi beklenir. İyi bir bürokratın uzmanlaştığı bir konu üzerinde çalışması, metodolojiyi kullanabilmesi, zamanı yönetebilmesi ve çalıştığı kuruma ilişkin isabetli değerlendirmeler yapabilmesi çok önemlidir. Çünkü bürokrasi, önlemlerin önceden uygulamaya konulmasını, şikâyetlerin azımsanmaksızın değerlendirmeye alınmasını ve sorunların hızlı bir şekilde çözümlenmesini gerektirir. Düşüncelerini icraata dökebilen, realist, eleştiriye açık, spesifik ve somut projeler üretebilen, sabırlı, çizgisinden ödün vermeyen, başarıya endeksli bir liderin aynı zamanda bürokraside de iyi bir yer edinmesi olasıdır. Bürokratların bireysel değil, toplumsal çıkarlar peşinde olması gerekir. Bürokratların kendilerinden beklenen başarıyı tesis edebilmeleri için toplumun psikolojisini ve ihtiyaçlarını iyi analiz eden, kalkınmaya ve adalete öncelik veren, toplumsal refahı hedefleyen, bu doğrultuda diğer kamu kurumları, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları ile akademisyen, yazar, iş ve bilim adamları ve politikacılar gibi önde gelen meslek gurupları ile devamlı ilişki içerisinde olması gerekir. Bu itibarla bürokratlar, ülkemizin en büyük problemi olan kalkınma ve istihdam sorunu ile de yakından ilgili olmalıdırlar. Bürokrasi girişimciliği desteklemeli, girişimcilere olanak ve öncelik tanımalıdır. Bürokratlar, iş adamlarının girişimlerini engelleyen değil, aksine iş adamını yönlendiren ve onu motive eden bir anlayışa sahip olmalıdır. Nitekim, bu iki meslek gurubu arasında oluşacak sinerjinin getirisi devlet ve toplum için çok yüksek olacaktır. Çalışma Hayatı ve kırtasiyeci anlayışlara son verilmesi, dinamik iş akışlarının yaratılmasını sağlayacaktır. Günümüzde kurumların yapıları karmaşıklaştıkça ortaya yeni kademeler çıkmakta, gelişen bu yapı iyi yönetilmediği takdirde ise iş süreçleri uzamakta ve zaman maliyeti artmaktadır. Sıcak para, cari açık, istikrarsız sermaye piyasası ve bu sorunların getirdiği kırılganlığın yatırımları engellediği bir ortamda bir de ağır bürokrasi nedeniyle yatırım maliyetinin artırılması potansiyel yatırımların önünü iyice kesebilmektedir. Bürokratik engeller, kamudaki inisiyatifsizlik, mevzuat yetersizliği ve korumacılık gibi faktörler yatırımların ülkeye çekilmesinin önündeki en önemli sorunlardır. Bu nedenle, bürokratik oligarşinin, yatırım hizmetlerini aksatmasına veya yatırım güdüsünü azaltmasına izin verilmemelidir. İyi ve hızlı işleyen bir bürokrasinin, yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yapacakları yatırımlarda tercih nedenini oluşturacağı da göz önünde bulundurulduğunda, idari ve ekonomik istikrarın sürdürülebilmesi açısından bürokrata son derece önemli görevler düşmektedir. Değişimin baş döndürücü biçimde etkisini hissettirdiği çağımızda, vatandaşların daha iyi koşullarda yaşamlarını sürdürmeleri, kamu yönetiminin karşıladığı toplumsal hizmetlerin kalitesinin artırılması, milletin kaynaklarının kamu idarelerince israf edilmeden yine millet için yüksek verimlilikle harcanması ile ülkenin adalet ve kalkınma anlayışı içerisinde yönetilmesi iyi bürokratların sayısının artmasına bağlıdır. Toplam kalitenin artırılması ve ülkenin sorularına isabetli ve etkili çözümler bulunması “iyi bürokratlar”nın yetiştirilmesine ve yine bu nitelikteki insanların üst düzey kadrolara atanmasına bağlıdır. Türkiye’de bürokrasinin, bugüne dek alışılageldiği üzere topluma hükmeden, boyun eğdiren bir yapının aksine, toplumun hizmetindeki bir yapılanma olarak algılanması sağlanmalıdır. Dolayısıyla bürokratlarımızın bu sorumluluğun bilincinde olmaları gerekir. İŞTE O ZAMAN BÜROKRASİ AŞILIR. SENCE 2014 Sayı 5 23 SENCE Yazar Banu Kıran Ankara da doğmuş aslen Karadenizli, babasının görevi icabı yurdun çeşitli yerlerinde okullarını tamamlayıp üniversite çağında Ankara’ya gelmiş.Üniversite yıllarından beri de Ankara da yaşayan ve Sosyal Güvenlik Kurumunda çalışan, bir kız çocuğu olan anne, eş, kardeş, evlat, arkadaş, dost, insana dair olan hallerin hepsi... İçimizden biri... H akiki insan yaşayan ve kendisini sürekli yenileyendir... İnsan, hakikati anlatırken bazen şiirle,bazen öykülerle bazen de sembollerle zihnin bölünmüşlüğünü bütünleştirir, zihnin sorgulamasını sağlar ve zihni sevgiyle eğitir... Yani akılla gönülün bir olması, kişinin ne yapma bilinci içinde olmasını sağlar... Hakiki İnsanlık yolun da kendinizle buluşur, kendinizle buluştukça da bütünün gerçeğine ulaşırsınız artık korkularınızın yerini, bir olma duygusu oluşturur. Varoluşu, evrimi, kısacası her birimizin hayata geliş sebebinin ana yasasını oluşturan uzak şark felsefesi, İncil, Tevrat, Zebur, Kur’an ve onları kavrayan anlayan en yüce bilinçler olan Hz Ali, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli ve daha pek çok tasavvuf ehli ve peygamberleri çocukluktan beri gelen merakla sorguladım ve araştırdım. Bu konuda yaptığım masterı kızımı büyütmek için yarım bırakmak zorunda kaldım, ancak asla araştırmayı bırakmadım. Onları kendimce anladığımda önce ben insan olmalıyım deyip çıktığım yolculukta, kendi bilincimde oluşan- 24 SENCE 2014 Sayı 5 Bugüne kadar anladığım tek şey var, insan önce kendini kıldan ince kılıçtan keskin olan, o hakiki insan olma halinde olacak ve o halde olmanın kurallarını özüne işleyerek halde yolda aynı olup yoluna devam edecek ve ederken ona sunulan bu bilgi deryasını anlatacak, yazacak. Kısacası hem örnek olarak yaşayacak, lafta bırakmayacak ve “oh ben kurtuldum!” demeyecek. Bu beşer âleme geliş sebebimiz, her birimizin kendi öz kitabını anlaması, çözmesi hakiki insan olma yolunda ilerlemek olduğu için insan`a dair bütün halleri yazmayı tercih ediyorum... Bilginin, içine girdikçe önce öğrenmek isteği geliyor. Sonra da yaşamınızda size rehber oluyor ve kendinizi buluyorsunuz... neşeyi bazen kırgınlıkları her seferin de hoş görüyü, affetmeyi koşulsuz sevgiyi ve ilahi aşk’ın hakikat’ini şiirsel anlatımı, hayata bakışı diyorum. Edeple eğilip, sıfır olup sonsuzluğa uzanan bu yolculukta, bütün’e bütün’den aşk’la bütün yoldaşlarıma adanmıştır… Hepimiz, Hayata açılmış bir parantez, Firari bir virgül, Sabırsız bir nokta, Arsız bir soru işareti, Yorgun bir ünlem, Biz... Sınırsızlığın ve sonsuzluğun Bütün de ki aşk’ın Bütünsel adı O... İçimizden Biri ları sizlerle kendimce, paylaşmaktan öte yol bilmemekteyim. İkinci kitabım VAV ise, deneme-anı tarzında, bireyin var oluş yolculuğunun sade bir dille anlatımı… Tabii amacınız sadece bilgiye ulaşmaksa bilgiye ulaşıyor ve kayboluyorsunuz... Ama bilgi sözden çıkıp öze ulaştıkça siz içi dolan başaklar gibi eğildikçe eğiliyorsunuz ve iç huzurunuz çok şükür yerinde oluyor. İnsanın kendisi barıştır, huzurdur, mutluluktur,İnsan hem her şeydir, hem hiç bir şeydir… Dalga denizden ayrı değildir, yükseldiğinde kendini dalga zanneder ve aşağıya indiğinde, geldiği yere döndüğünde denizden ayrı olmadığını fark eder… Hacıyatmazlara benzetiyorum bu yola gönül vermişleri, sallanıyor ve yıkılmıyorlar... İnsan ruhu da böyledir, aslına rücu ettiğinde ne olduğunu ÖZ’ü kavrayacaktır, BÜTÜN’e BÜTÜN’den Aşk’la kitabıma... Herkesin kendi bilincine göre kendini bulacağı yolculuğu, bazen hüznü bazen ik sadeliktir... En büyük bilgel Sevgi, Saygı, Paylaşma, Şükür, Bağışlama, Diğerkamlık, vardır… zin öz’ünüzde Bütün bunlar si lursunuz... n yolunuzu bu Öz’ünüzü bulu İşte o zaman Barış, sevgi, Umut, yolunda Hakiki insanlık Vav olur, el aşkınızla, Koşulsuz bütüns yolda… Yürürsünüz bu SENCE 2014 Sayı 5 25 SENCE Kırım Tatar Dernekleri; “Kırım’ın yabancı işgal güçlerinden derhal arındırılması, Kırım Tatar halkının tarihi haklarının iadesi ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması dışındaki yaklaşımları kesinlikle kabul etmiyoruz” Ukrayna Krizi ve Kırım’ın İşgali Tuncer KALKAY ⎟ Kırım Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Genel Başkanı U krayna’daki iç karışıklığı fırsat bilen Rusya, Kırım’da en ufak bir çatışma, en basit bir baskı yok iken, 27 Şubat 2014 tarih itibarı ile Kırım’ı işgale başladı. 27 Şubat’ta Kırım Parlamentosunun maskeli ve silahlı teröristlerce baskını ile başlayan işgal, 40 bin Rus askerinin silahlarının gölgesi altında 16 Mart 2014 tarihinde yapılan sözde referandumla meşrulaştırılmaya çalışılarak Rusya Federasyonuna ilhak ettirildi. Rusya, 1994 yılında yapılan Budapeşte Anlaşması ile garantörlüğünü yaptığı Ukrayna’nın bağımsızlığına müdahele ederek topraklarını gasp etmiş ve uluslararası hukuku 26 SENCE 2014 Sayı 5 ayaklar altına almıştır. Kırım’ın gerçek sahipleri olan Kırım Tatarlarının haklarını da hiçe saymıştı. Özellikle Rusya destekli yaratılan karışıklara karşı otorite sağlayamayan Ukrayna, Kırım’da Rusya karşısında hiçbir varlık gösteremez iken, askeri birliklerinin tamamını da tahliye etmek zorunda kalmıştır. 18 Mayıs 1944 tarihinde Vatanları Kırım’dan sürgüne gönderilen ve soykırıma tabi tutulan, Sovyetler Birliğinin dağılma süreci ile birlikte hiçbir ülkeden yardım almadan kitleler halinde vatanlarına dönen Kırım Tatarları, Rusya’nın Kırım’ı işgaline ve sözde referanduma karşı onurlu duruşları ile Dünyaya seslerini duyurmayı başarabilmişlerdir. Güncel Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından 1991 yılında Ukrayna’ya bağlı kalan Kırım’da, Kırım Tatarları Rusya işgalinin başladığı 2014 yılına kadar, her türlü olumsuzluğa rağmen örgütlenmiş, milli kimliklerini koruyarak milli müesseselerini oluşturmuş, demokratik mücadeleler çerçevesinde de önemli kazanımlar elde etmiştir. Kırım Tatarlarına Sovyet rejimince uygulanan sürgünde büyük paya sahip Rusya işgal ile birlikte, dünyanın ilgisini çekebilecek Kırım Tatarlarının yanında olduğunu gösterebilmek amacıyla, işgalin başlangıcından itibaren Kırım Tatarlarına Kırım Parlamentosunda %20 Kırım Tatar kotası, Başbakan Yardımcılığı, Bakan Yardımcılıkları yanında Kırım Tatarca’nın resmi dil kabul edilmesi ve sürgünde yaşayan Kırım Tatarlarının Kırım’a getirilmesi gibi rüşvet olarak pek çok vaatte bulunmuştur. Kırım Tatarları 230 yıl boyunca edindiği tecrübe sonucu Rusya’nın rüşvet olarak sunduğu vaatlere itibar etmemiş, Ukrayna’nın bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne karşı yapılan bu işgali hiçbir zaman tanımamıştır. Kısa bir zaman içinde Kırım Tatarlarının bu tutumlarında ne kadar haklı olduğu da ortaya çıkmıştır. Rusya tarafından Kırım Tatar halkının milli kurumlarına ve liderlerine karşı itibarsızlaştırma kampanyaları sistemli ve yoğun bir şekilde başlatılmış ve Kırım Tatarlarının efsanevi lideri Mustafa A. Kırımoğlu Kırım’a sokulmamıştır. Halkının gözünden düştüğünü iddia ettikleri Mustafa A. Kırımoğlu’nu, Kırım’ın Kuzeyindeki sınırda 5 binden fazla Kırım Tatarı karşılamıştır. Kırımoğlu’nun halkı ile kucaklaşmasını önlemek için tanklar ve helikopterlerle desteklenmiş tam teçhizatılı Rus askerleri devreye girerek korku salmaya çalıştı. Gerek bu sınır kapısında gerekse Vatan Kırım’ın çeşitli şehirlerinde aynı anda Kırım Tatarlarının protesto gösterilerinin yoğunlaşması ile durumun gerginleşmesi sonucu, kan dökülmesini engellemek amacıyla Kırımoğlu, Kırım’a girmekten vazgeçti. Kırımoğlu’nu karşılamaya gidenlere para cezaları uygulandı, KTMM Başkanı Refat Çubar ve diğer idarecileri hakkında savcılık soruşturması başlatıldı, KTMM kapatılmakla tehdit edildi. Telefonda Kırım Tatarcasında konuştuğu için 14 yaşındaki bir çocuğa saldırıldı, 3 çocuk babası Renat Ametov öldürüldü, bazı Kırım Tatarlarının evleri ve medreseler basıldı. Her yıl Akmescit’te Lenin Meydanında yapılan Kırım Tatar Sürgün Mitingine izin verilmedi. Oysaki bu yılki miting Sür- günün 70. yılı olması nedeniyle çok önemliydi. Diğer şehirlerde düzenlenen sürgün mitingleri ise helikopterlerle taciz edildi. 26 Haziran tarihinde kutlanan Kırım Tatar Bayrak Gününün her yıl düzenlendiği yerde gerçekleştirilmesine müsaade edilmedi. Kırım Tatarlarına karşı yapılan haksızlıklar günbe gün artarak devam etmektedir. Bir avuç satın alınmış unsurlar gerek diasporada gerekse Kırım’da maşa olarak da kullanılarak Kırım Tatarlarının Rusya’nın işgalini tanıdığı idda edilmektedir. Bütün bu sinsi oyunlara, sindirmelere, baskılara, tehditlere, iftiralara, şantajlara rağmen Gerek Vatan Kırım’daki gerekse diasporadaki Kırım Tatarları ilkeli duruşlarından hiçbir zaman vazgeçmedi. Türkiye’deki Kırım Tatar diasporasının gerçek temsilcileri sayılan Kırım Tatar dernekleri defalarca kez yayınladıkları deklarasyonlarında, Kırım’daki hukuk dışı işgali asla tanımadıklarını, tanımayacaklarını beyan etmiş, Kırım’ın yabancı işgal güçlerinden derhal arındırılması, Kırım Tatar halkının tarihi haklarının iadesi ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması dışındaki yaklaşımları kesinlikle kabul etmediklerini açıklamışlardır. Sonuç olarak, Kırım Tatarlarının nerede durması gerektiği gayet açıktır. SENCE 2014 Sayı 5 27 SENCE Ortak Adları Sivil Memur Nejla ÖKSÜZ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkan Yardımcısı T ürk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu kapsamında işe alınan ve çalışan ancak bir çok kanunda asker kişi sayılan ve buna bağlı olarak asker gibi cezaya tabi tutulan özlük hakları belirsiz, sosyal ve mali hakları en düşük seviyede, çalışma koşulları nedeniyle tüm yaşantılarında risk altında olan yaklaşık sayıları 40 bini bulan, hemşire, mühendis, avukat, aşçı, şoför, elektrik teknisyeni gibi aklınıza gelebilecek tüm mesleklerdeki personelin ortak adı “sivil memur”dur. Aslında sivil memurlar, muvazzaf personel gibi tayin terfi gibi nedenlerle sık sık yer değiştirmediğinden kurumlarının hafızasını oluşturmaktadır. Ancak üniformalıların yanında farklarına varılmadığı gibi sorunları da dağ gibi büyümektedir. 28 SENCE 2014 Sayı 5 Milli Savunma Bakanlığı’nda tüm ünvanlı kadrolar muvazzaf askerlere ayrılmıştır. Hemen hemen tüm şube müdürleri, daire başkanları, müsteşar yardımcıları ve müsteşar askerdir. Bu nedenle sivil memurun görevde yükselmesi neredeyse imkânsızdır. Düşünün ki, bir kurumda işe başladınız emekliliğinize kadar ne yaparsanız yapın asla yükselemeyeceksiniz. Bunun sivil personelde yaratacağı olumsuz etkiyi varın siz düşünün. Askeri Ceza Kanunu’na göre, tüm subaylar sivil memurların amiri olmamakla birlikte belli bir birimde çalışan sivil memur orada yönetici olan subayın astı sayılıyor. Bu nedenle de sivil memurlar da askerler gibi amire saygısızlık ve emre itaatsizlik gibi gerekçelerle hapis cezaları alabiliyor. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi (AYİM) Kanunu’nun 20. maddesine göre Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bünyesinde çalışan sivil memurlar asker sayılıyor ve sivil memurlarla ilgili yargılamalarda Askeri İdari Mahkemesi’nde yapılıyor. Amirler disiplin suçu işleyen sivil memura 657 sayılı Devlet Memurları Kanununu ya da Askeri Ceza Kanununu uygulayabiliyor. Böyle durumlarda genellikle Askeri Ceza Kanunu tercih ediliyor. Çünkü bu kanunun 27. maddesi uyarınca verilen cezalara yargı yolu kapalıdır. Her türlü görev verilirken askeri personel gibi değerlendirilen sivil memurların maaşları söz konusu olunca birden akıllara 657 Sayılı Kanun gelir. 926 Sayılı Kanuna göre çalışan muvazzaf askeri personele, yıpranma makam tazminatı ek gösterge rakamları 657 Sayılı Kanunda, Devlet memurlarının haftalık çalışma saati 40 saat olarak belirlenmiştir. Bu Kanunda askeriyede çalışan sivil memurlar kapsam dışı bırakıldığından bu memurlar ikinci bir emre kadar, sınırsız mesai yapabiliyor, çalışma saatleri yer yer 80 saati aşabiliyor. Üstelik bu fazla mesainin ne parasal karşılığı, ne de izin karşılığı var. gidilmesi koşuluyla yararlandırılmaktadır. Yani kuruma yıllarını vermiş bir sivil memuru, genç bir astsubay, oturduğu yerden kaldırabilmektedir. Öyleyse bütün bu hukuksuzluk ve haksızlıklara dur demek için örgütlü olmak gerek!. Örgütlenme özgürlüğü, bireylerin kendi menfaatlerini korumak için kollektif oluşumlar meydana getirerek bir araya gelebilme özgürlüğüdür. Bireysel Sivil memurlar Milli Savunma Bakanlığının personeli oldukları halde bu Bakanlığın mülkiyeti olan sosyal tesislerden yararlanamazlar. Sivil memurlar sadece Ankara’da bulunan bir misafirhane haricinde, orduevlerine, sosyal tesislere ve kamplara giremezler. Yani Milli Savunma Bakanlığının kendi mülkiyeti olan tüm bu tesislerden Bakanlığın sivil personeli yararlanamamaktadır. BİR İLK üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.” denilmek suretiyle işçi ve memur ayrımı yapılmaksızın tüm çalışanların sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı anayasal güvenceye bağlanmıştır. Ancak memurlara sendika kurma hakkını veren 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu’nun Sendika üyesi olamayacaklar başlığı altındaki 15. maddesinin g bendinde yer alan “Milli Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri kadrolarında (Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı dahil) çalışan sivil memurlar ve kamu görevlileri sendikaya üye olamazlar ve sendika kuramazlar” hükmü ile sivil memurlar bu haktan da mahrum bırakılmıştı. SİVİL MEMURLARA SENDİKA YOLU AÇILDI Lojman konusu ise çok daha vahimdir. Lojman tahsisi yapılırken en büyük kontenjan subay ve astsubaylara verilirken, sivil memurlara verilen % 5’lik kontenjan ise, uzman çavuşlarla beraber kullandırılmaktadır. Uzman çavuşların doğu puanlarının çok olması nedeniyle, sivil memurun lojmanlardan faydalanması nerdeyse imkansız hale gelmektedir. Sivil memurlar servislerden de en arkalarda oturulması ya da ayakta olarak zayıf durumda bulunan çalışanlar, örgütlenmek ve sendikalaşmak suretiyle işveren karşısındaki pazarlık güçlerini artırmakta, gerek hak ve menfaatlerinin korunmasında gerekse sorunlarının çözümünde etkin bir konum elde etmektedirler. Anayasa’nın 51. maddesinin birinci fıkrasında, “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe Çalışma Hayatı gibi birçok mali hak verilirken, aynı işyerinde çalışan sivil personelle aralarındaki uçurum gittikçe artmakta bu durum emekllilikte ise doruk noktaya çıkmaktadır. Oysaki Sendika hakkı, demokratik toplumun temeli olan örgütlenme özgürlüğünün bir parçasıdır. Sendikalaşma sosyal adaletin tesisine hizmet eder. Bütün bunlara inanan ve yılmadan mücadelesine devam eden TSK’da çalışan sivil memurlar Anayasa Mahkemesinin, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) sözleşmeleri başta olmak üzere ülkemizin altında imzası bulunan uluslararası sözleşme ve anlaşmaları açıkça ihlal eden 4688 sayılı Kanun’un 15/1-g maddesinin iptali başvurusunu esastan görüşerek 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Ve Toplu Sözleşme Kanunu’nun; Milli Savunma Bakanlığı ile Türk Silahlı Kuvvetleri SENCE 2014 Sayı 5 29 SENCE kadrolarında çalışan sivil memurların sendika kurmayacağı ve sendikaya üye olamayacağına ilişkin hükmünün iptaline karar vermiştir. Buna göre Anayasa Mahkemesi kararının gerekçeli olarak Resmi Gazete’de yayımladığı tarihten itibaren TSK ve MSB bünyesinde çalışan sivil memurlar ve sözleşmeli personel sendika üyesi olabilme ve sendika kurabilme hakkına kavuşmuştur. 31 Temmuz 2013 Tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu Kapsamına Giren Kurum ve Kuruluşların Girdikleri Hizmet Kollarının Belirlenmesine İlişkin Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yönetmelikle; “Büro, Bankacılık ve Sigortacılık Hizmetleri” hizmet koluna 58 kurum kodu ile “Milli Savunma Bakanlığı”, 59 kurum kodu ile “Genelkurmay Başkanlığı”, 60 kurum kodu ile “Kara Kuvvetleri Komutanlığı”, 61 kurum kodu ile “Deniz Kuvvetleri Komutanlığı” 62 kurum kodu ile “Hava Kuvvetleri Komutanlığı”, 63 kurum kodu ile “Jandarma Genel Komutanlığı”, 64 kurum kodu ile “Sahil Güvenlik Komutanlığı” ve 65 kurum kodu ile “Milli Savunma Bakanlığı Akaryakıt İkmal ve NATO POL Tesisleri İşletme Başkanlığı”, ibareleri eklenmiştir. Arkasından Anayasa Mahkemesi, 4688 sayılı Kanunun “Sendika üyesi olamayacaklar” başlıklı 15 inci maddesinin (j) bendinde yer alan “Emniyet hizmetleri sınıfı… “ibaresinin Anayasa’ya aykırı olmadığına Ancak”… ve emniyet teşkilâtında çalışan diğer hizmet sınıflarına dahil personel…” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna karar vermiş ve İPTAL etmiştir. 08.07.2014 tarih ve 29054 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe gi- 30 SENCE 2014 Sayı 5 Türk Büro-Sen Genel Başkanı Fahrettin YOKUŞ ve Türk Asim-Sen Genel Başkanı Kenan DEMİRTAŞ ren yönetmeliğe göre 68 kurum kodu ile “Emniyet Genel Müdürlüğü” ve 69 kurum kodu ile “Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı”, Büro, Bankacılık ve Sigortacılık hizmet koluna bağlanmıştır. Bugüne kadar örgütlenme özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması gerektiğini her platformda dile getiren ve henüz kamu görevlilerinin sendika kanunun olmadığı dönemde Türkiye Kamu-Sen’e bağlı olarak 1995 yılında kurulan Türk Asim-Sen, sivil memurların menfaatlerinin korunması ve geliştirilmesi için hiç de yadsınamayacak mücadeleler vermiştir. Sendikamız askeri işyerinde çalışan memurlar için dün verdiği mücadeleyi bugün de Türk Büro-Sen çatısı altında sürdürecektir. Hak arama mücadelesi içinde olan kamu çalışanlarına, maddi manevi her türlü desteği sağlayan Konfederasyonumuz Türkiye Kamu-Sen ve sendikamız Türk Büro-Sen özellikle Kamu Personel Rejimi ve buna bağlı olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yapılan değişikliklerle iş güvencemizin hedef alındığı bu hassas dönemde sendikal hak ve özgürlükler ile iş güvencemize sahip çıkacak ve sivil memurların sorunlarının çözümü noktasında mücadeleye devam edecektir. Değer Yâren Kültürü i, y e m z ü d a fr o S ir n e r ğ Ö n a Kız Anad Oğlan Babadan Öğrenir Sohbet Gezmeyi... Ahmet AZİZOĞLU ⎟ Eğitimci - Türkiye Kamu-Sen Gen. Merk. Eski Yön. Kur. Üyesi Y âren, arkadaş, yakın dost; dostların oluşturduğu meclis,teşkilattır. Yâren teşkilâtı, 13. yüzyılda Anadolu’da görülen Ahilik kurumuna dayanır. Ahilik; Anadolu Selçuklu döneminde Bizanslılara karşı Türklerin menfaatlerini korumayı, maddi ve manevi disiplin altında... olmayı, toplum huzurunu sağlanmasına yardımcı olmayı rekabet etmeyi amaçlamıştır. Bu sebeple teşkilatın; sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik yönleri vardır. Bu anlamda Ahilikle doğrudan ilişkisi olan Yâren Meclisi bir hayat tarzını ifade etmektedir. Anadolu Ahilerinin piri Ahi Evran (Mahmut Nurettin-Nimetullah) Horasan’da doğmuştur. İlk ciddi teşkilatlanmayı Kayseri’de yapmıştır. Moğollar Kayseri’yi zapt edip büyük bir katliam gerçekleştirmişler, bunun üzerine Ahi Evran direniş hattını Kırşehir’e çekmiştir. 1262 yılında Kırşehir’de büyük bir Moğol istilası ve katliamı vuku bulur ve Ahi Evran burada şehit olur. Bunun üzerine Ahi Evran şeyhleri Ankara ve Çankırı’ya çekilip dağılırlar. Moğol istilasının etkileri Çankırı’da fazla his- sedilmediği için Ahilik çevresinde oluşan kültürel değerler Çankırı’mızda yâren meclislerinde yaşamaya, hayat bulmaya devam etmiştir. Âhiliğin bir uzantısı olarak ortaya çıkan Yâren müessesi de kültür mirasıdır. Dirlik ve düzenliğin sağlanması, kişilik eğitimi ve ahlâkî değerlerin benimsetilmesi gibi fonksiyonları yerine getirmiştir. Türk tarihinde, Yâren Teşkilâtı gibi kurumlar, devletin icraatlarına yardımcı oldukları gibi, sosyal nizamın sağlıklı bir şekilde gelişmesine de katkıda bulunmuşlardır. Yâren teşkilâtı, yurdumuzun değişik bölgelerinde farklı şekillerde icra edilmektedir. Yâren Meclisi Yâren Meclisleri; Yârenin kuruluş aşamasından, Yâren Odaları’nın donanımına, Yâren Odaları’na giriş kurallarına, yemeklerin yenilmesine, oyunların oynanmasına, mahkemenin kurulmasına ve diğer unsurlarına kadar ritüellere büyük önem veren bir sosyal kurumdur. SENCE 2014 Sayı 5 31 SENCE Yâren Meclisi’nin Kuruluşu Her yılın Eylül, Ekim aylarında ilk toplantı Efene (Ferfene) yapılır. Bu toplantıya, daha önce Yâren Meclisleri’nde bulunmuş orta yas grubu insanlar katılır. Bu ilk toplantıda, genellikle sözü geçerli, yaşlı biri “Bu yıl ocak yakalım.”, “Bu yıl Yâren yiyelim.” diyerek söze başlar. “Erfene” adi verilen Yârenin ilk toplantısında; gelecek bahara kadar yapılacak çalışmalar, Yârende yenecek yemekler, Yâren Evi ya da Yâren Odası’nın mefruşatı, Yâren üyelerinin adap ve erkânı ile ilgili ön konuşmalar yapılır. Yâren üyelerinin bütün sezon boyunca uyacağı kurallar tespit edilir.Ayrıca, Başağalar, Yâren Reisi ve Yâren Üyelerinin seçimi yapılır. Yârenin ilk toplantısında “Çavuş” ve “Sazende Heyeti” de tespit edilir. Bunlar; genellikle ücreti mukabilinde tutulur ve esas itibariyle Yâren Meclisi üyelerinden sayılmazlar. Çavuş; Yâren Meclisi’ nin temizliğinden, düzeninden, çay ve kahve ikramlarından, yemeklerin hazırlanmasından ve oyunlarda “tura” vurma hizmetlerinden sorumludur. Çavuş; Yârenin her türlü durumunu Küçük Başağa ya da Yâren Reisi’ne aktarır. Yâren sayısının ne olması gerektiği köy ve mahallelere göre değişmektedir. Fakat genellikle kabul edilen ve ideal sayı 24 dür. Esasen 24 sayısı. Oğuz Türklerinin 24 boyunu ifade etmektedir. Bu sayı genellikle 30’a çıkmakla birlikte, köylerde 30-50 arasında değişmektedir. Yârân’a herkes alınmaz. Bir seçime tabi tutulurlar. Seçimde ahlâkî ve karakter özelliklerine dikkat edilir. Yâren Organları Yârân organların her birinin ayrı ayrı görevleri vardır. Mecliste sınıf yoktur. Hiyerarşide sadece yaş sırası esas alınmaktadır. Büyük Başağa: Genellikle Yâren Meclisi’nin en yaşlı üyesidir. Halk ifadesi ile Yâren yemiş, adap ve erkân bilen, otoriter bir özelliği bulunur. Daha çok, küçük hareket ve sezilmeyen işaretlerle Yâren Meclisi’ni sevk ve idare eder. Sosyal hayat içinde de bütün yârenlerin yönlendiricisi ve baş danışmanıdır. Kurulacak mahkemede ise Yargıç görevini üstlenir. Küçük Başağa: Yaş ve mevki itibariyle Büyük Başağa’dan küçüktür. Yâren organizasyonunun önemli bir bölümü ona aittir.Yâren üyeleri ile Büyük Başağa arasındaki iletişimi sağlar. Kurulacak mahkemede ise “Savcı” görevini üstlenir. Yâren Reisi: Başağalar ile Yâren üyeleri arasında bir denge unsurudur.Yâren Reisi’ne köylerde, genellikle “Yiğitbaşı” denir. Kurulacak mahkemede ise, “Avukat” görevini üst- 32 SENCE 2014 Sayı 5 lenir. Büyük Başağa, Küçük Başağa, Yâren Reisi ve Yârenlerden oluşan bu seçkin topluluk; yaşadıkları süre içinde sevgi, saygı ve yardımlaşmayı devam ettirirler. Hatta, yıllar sonrasında bile birbirlerine ayni hitaplarda bulunurlar. Çavuş: Çavuşun pek çok görevleri vardır. Bu bakımdan becerikli genç, açıkgöz, işini bilen, deneyimli kişilerin çavuş olarak seçilmesine dikkat edilir. Çavuşun görevleri, Yâran’ın düzenlenmesi, davet, yemek, kahve, çay, sigara ihtiyaçlarını tespit etmek ve oyunlarda tura vurmak (kalın halatla yârene gerektiğinde vurmak) gibi işleri yapar. Küçük Başağanın yardımcısıdır. Yârenlerin günlük işleriyle de uğraşır. Yârenler: Yârendeki üyelere yâren denir. Eskiden iki kişi bir ocak yakarlardı (Sohbet düzenleme) Bugün ekonomik koşulların ağırlaşması nedeniyle ocak yakanların sayısı artırılmıştır. Örneğin Eldivan’da dört kişi, beş kişi, hatta yedi kişi bir ocak yakmaktadır j Yâran üç ayrı kısımdan oluşur: Gençler (18-20 yaşındaki gençler), orta yaşlılar (30-40 yaşındakiler), yaşlılar (Bunların sayısı daha azdır. 5-6 kişiyi geçmez). Yaşlılar, gençlerin serkeşliğine meydan vermezler. Aynı zamanda örgütün danışmanı durumundadırlar. Bunlar, Başağaların aşırı otoriter davranışlarını frenleyerek gençlerin tahammülünü aşan otoriter davranışlarını sınırlarlar. Yaşlılar Başağaların yanında, gençler ise en aşağıda otururlar. Yâren Odaları’nın Genel Durumu Yârenlerin; ocak yaktıkları, sohbet ettikleri, orta oyunları ve halk oyunları oynadıkları ve nihayet “mahkeme” kurdukları toplantı yerleri genellikle belirlidir. Bu yerler, kent merkezinde özel Yâren Evleri; köylerde ise Köy Odaları’dır. Eski Yâren Evleri, genellikle iki katlıdır. Yâren odaları üç bölüme ayrılır: 1. MEYDAN: Yârenlerin ve misafirlerin sohbet ettiği, kare seklindeki ana bölüm. 2. BAŞAĞALAR KÖŞESİ: Başağalar’ın oturduğu, meydan kapısının tam karsısındaki iki ayrı köşedir. 3. MEDHAL: Meydanın giriş kapısının hemen sağ tarafında bulunan hizmet ve takdim görevlerinin bulunduğu yerdir. Sazende Heyeti de, genellikle bu bölümün sağ tarafında bulunur. Ocak yakma olarak nitelendirilen haftalık toplantı gecesinde (Genellikle cumartesi gecesi), ocağı yakacak yâren ya da yârenler tarafından Yâren Odası; Çin iğnesi (şal işi) yastıklar, yağlıklar, halılar, bayraklar ve renkli süs lambaları ile süslenir. Değer Ocak yakma sırası yâren ya da yârenlerde iken Yâren Odası’nın duvarlarına az sayıda halı asılır. Ocak yakma sırası Küçük Başağa’ya geldiğinde, duvarlardaki halı sayısı artırılır. Başağa’nın ocak yakmasında ise Yâren Odası’nın bütün duvarları halılarla iyice donatılır. Yâren Meclisleri’nde Giyim: Eski Yâren Meclisleri’nde; yöresel, folklorik giysilere özen gösterildiği görülür. Fakat,son dönemde buna çok dikkat edilmemekle birlikte Merkez Yâren Meclisi ve Ünür Köyü Yâren Meclisi gibi bazı meclislerde, yöresel giysilerin giyilmesine özen gösterirler. Yâren Odası’na Yârenlerin Giriş Kuralları: Yâren Oda- sı’na ilk girenler Sazendeler’dir. Bunlar, odanın “Şahnişin” (Şah Köşesi, Baş Köşesi) denilen girişin sağ ya da sol yanında bulunan bölümüne geçerler. Daha sonra, Küçük Başağa Yâren Odası’na sağ ayak önde girer ve girişe göre sol tarafta kendine ayrılmış yere oturur. Çavuş, yârenlerin de odaya girmesi için Küçük Başağa’ dan izin ister. Çavuş; odanın dışında bekleyen yârenleri davet ettikten sonra tekrar içeri girer ve Küçük Başağa’ya “Başağa! Yâren ağalar geliyor” der. Küçük Başağa, ayağa kalkar ve yârenlerin odaya girmesini bekler. En yaşlı yâren başta olmak üzere, bütün yârenler odaya genellikle ikişer ikişer girer Küçük Başağa gibi odaya girerken önce sağ ayaklarını atarlar. İlk yâren, sağ eli sol göğsünün üstünde “Selam ün aleyküm, Başağa.” der. Küçük Başağa da, ayakta iken sağ eli sol göğsünün üstünde, “Aleyküm selâm, Yâren Ağa” diyerek selâmı alır ve elini indirir. Sırasıyla bütün yârenlerin odaya girişleri aynı şekilde olur. Odaya giren her yâren; önceden ayrılan yerlere geçer ve ayakta bekler. En yaşlı yâren (genellikle, Yâren Reisi) , Büyük Başağa’nin minderinin hemen yanına, sedire çıkar ve ayakta durur. İkinci yâren ise, Küçük Başağa’nin sağına geçerek ayakta durur. Küçük Başağa’nın dik inerek, diz üstü oturmasıyla birinci ve ikinci yâren de hemen diz üstü oturur. Küçük Başağa; oturduğu yerden sağ elini sol göğsü-nün üstüne koyar, en yaşlı yârene doğru hafifçe eğilerek “Merhaba, Yâren Ağa” der. En yaşlı yâren de, sağ elini sol göğsünün üstüne koyar ve Küçük Başağa’da doğru hafifçe eğilir ve “Merhaba, Başağa” diyerek cevap verir. Küçük Başağa, ayni şekilde ve ayni ifadelerle diğer yârenleri de tekrar selâmlar. Diğer yârenler de Küçük Başağa’ya ayni şekilde cevap verirler. Çavuş; odanın dışında bekleyen Büyük Başağa’ nın odaya davet edilmesi için Küçük Başağa’dan izin ister, dışarı çıkar ve Büyük Başağa’ya Yâren Odası’nın girilmeye müsait olduğunu bildirir. Küçük Başağa’ya seslenerek “Başağa! Başağa geliyor.” der. Bu anda, önce Küçük Başağa, sonra yaş sırasına göre bütün yârenler, ayağa kalkar. Büyük Başağa; kendinden emin, ağır, otoriter bir şekilde ve sağ ayakla Yâren Odası’na girer. Meydanın ortasına yakın bir yerde durur. Sağ elini sol göğsünün üzerine koyarak “Selamın aleyküm Başağa” der. Küçük Başağa; eli göğsünde “Aleyküm selâm Başağa” diyerek karşılık verir. Büyük Başağa; tekrar sağ elini sol göğsünün üzerine götürerek ve yârenlerin bulunduğu iki tarafı süzerek “Selâm ün aleyküm Yâren Ağalar.” der. Bütün Yârenler de, elleri göğüslerinde “Aleyküm selâm Başağa” seklinde selâmı alırlar. SENCE 2014 Sayı 5 33 SENCE Selâmlaşma bittikten sonra, Büyük Başağa; kendine ayrılan odanın sağ tarafındaki köşesine gider, sedire çıkar ve dik olarak diz üstü oturur. Onun oturmasıyla birlikte önce Küçük Başağa, sonra sırasıyla Yâren Reisi ve diğer yârenler hızlıca diz üstü oturur. Küçük Başağa; Büyük Başağa’ya doğru hafifçe eğilerek el göğüste “Merhaba Başağa” der. Büyük Başağa da, ayni şekilde “Merhaba Başağa” diyerek karşılık verir. Bu selâmlaşma ve merhabalaşmada sessizliği bozan tek şey, yavaşça devam eden peşrevdir. Yâren Odası’na Misafirlerin Giriş Kuralları: Başağalar’in izni olmadan hiçbir misafir, Yâren Meclisi’ne kabul edilmez. Ocak yakma günü (cumartesi gecesi) kabul edilecek misafirlerin sayısı genellikle 40 – 50 arasında olur.Küçük yaştaki çocuklar da misafir olarak kabul edilir. Bundan amaç; Yâren Kültürü’nü genç kuşaklara aktarmaktır. sayısınca tabaksız kahve fincanlarını bir tepside getirir. Tepsiyi aşağıdan yukarı doğru uzatır. Sol eli, sırtına doğru kıvrıktır. Büyük Başağa, fincanı sağ eliyle alarak sol elini fincanın altına koyar. Ayrıca, fincanı, sağ eliyle göğüs hizasında tutar. Çavuş, kahveleri daha sonra aynı vaziyette önce Küçük Başağa’ya sonra da sırasıyla bütün yârenlere ikram eder. Yârenler, fincanı Başağa’nın tuttuğu şekilde tutmak zorundadır. Büyük Başağa; kahveden bir yudum alır ve fincanı tekrar ayni şekilde tutar. Sonra Küçük Başağa, bir yudum alır ve o da fincanı ayni şekilde tutar. Yârenler de, yas sırasına göre birer yudum alırlar ve fincanı aynı şekilde tutarlar. Bu durum, üç kere tekrarlanır. Üçüncü yudumdan sonra, yârenler; kahvelerini serbest içmeye devam ederler. Yâren Meclisi’ne davet edilen misafirler ikiye ayrılır: Yâren Meclisi’nde Yemek Kuralları: Yemekler akşam- 1. Kahve ve Çay Misafirleri (Kahve ve çaylarını içtikten sonra, Yâren Meclisi’ni, izin alarak terk ederler.) dan pişirilir, sabaha yakın yenir. Yemeklerin hazırlanmasına büyük bir özen gösterilir. Yemekler geleneksel usulde yenir. Sohbet yemekleri, yörenin en güzel yiyeceklerinden oluşur. Başağaların gecelerinde yemek türleri farklılaşır. 2. Yemek Misafirleri (Bu misafirler, gece saat üçe kadar Yâren Meclisi’nde kalabilirler.) 34 Yâren Meclisi’nde Kahve ve Çay İkramı: Çavuş, yâren Kahve ve çay misafirleri; kural gereği izin isteyip giderler. Misafirler, kural bilmiyor olabilir ya da kasıtlı olarak Yâren Odası’nı terk etmeyebilir. Bu durumda, misafirlere “küllü kahve” ikram edilir ya da ayakkabısı süpürge üstünde önüne getirilir. Sabah saat üçe doğru, Büyük Başağa, besmele ile kaşığını çorbaya uzatır ve içer. Sonra, Küçük Başağa ve diğer Yârenler de sırayla çorbadan bir kaşık alırlar. Bu hareket; kahve ve çay içmede olduğu gibi üç kere tekrarlanır. Daha sonra ise serbest içime geçilir. Bu davranış, “Defol, git” anlamındadır. Buna karşın, misafir, yine gitmiyorsa iki yâren; misafiri kolundan tutup Yâren Odası’nın dışına çıkarır. Bu kural; misafirin sosyal hayattaki makamı göz önünde tutulmadan herkese uygulanır. Çorbadan sonra sofraya, etli pilav gelir. Büyük Başağa, kaşığı eline alır, bekler ve Çavuşa dönerek “Yollu, yolsuz var mi?” diye sorar. SENCE 2014 Sayı 5 Pilavdan sonra, tatlı ve meyveler getirilir. Sofrada birkaç çeşit meyve var ise, Büyük Başağa, hangi meyveyi alıyor ise, bütün yârenler de ayni meyveyi almak zorundadır. Yemek bittikten sonra dua yapılır. Yârende Oyunlar: Kış gecelerinde hoşça vakit geçirme, Değer Bu soruyla, geçmiş hafta içinde Yâren Kültürü kurallarına aykırı davranış gösteren suçlular aranır. Çavuş; Başağa’nın sorusuna karşılık olarak “Suçlu var.” derse, Büyük Başağa, pilav tabağının suçludan tarafına kaşık diker ve adını söyler. Eğer, yemekte misafir var ise bu harekete başvurulmaz. yârenden kovulmadır. Kovulma cezası o yârân için büyük bir cezadır. Arap Verme Töreni: Yemekten sonra kahve ya da çay içi- lip, hazmı kolaylaştırıcı oyunlar oynandıktan sonra “Arap Verme Töreni”ne geçilir. Yârenler dağılmadan önce, gelecek hafta ocağı yakacak yârenlere “Arap” adı verilir. Arap, yâran sohbetinde zilli maşa ve tefe verilen isimdir. Zilli maşa ye tef, ocağı kim yakıyorsa ona gider ve onda bir hafta kalır. Bu veriş de belli bir tören biçiminde olur. Özel bir türkü ile verilir. oyunlar yoluyla gerçekleşir. Bu bakımdan yârân meclisini çekici duruma getiren yönlerin en önemlisi, oyunlardır. Hatta bu nedenle yârân sohbetleri, eğlence ve oyun kurumu olarak da nitelendirilmiştir. Yârân oyunları, geleneksel özelliklerini korumuş, yıllardan beri tekrarlanan, oynanan geleneksel oyunlar hâlâ meclislerde yer almaktadır. Yârenin Topluma Etkisi: Sanayileşme ile yaşanan köyden şehre göçler, Çankırı kasaba ve köylerinde nüfus azalmasına yol açmış buna bağlı olarak kültürel değerler de aşınmaya ve unutulmaya başlamıştır. Buna rağmen Ankara, İstanbul, İzmit, Kırıkkale, Karabük gibi yerlerde ve Avrupa’daki Çankırılılar arasında yâren meclisleri devam etmektedir. Yârende çok çeşitli oyunlar vardır . Bunları “Halk Oyunları” ve “Eğlence Oyunları” olarak iki gruba ayırabiliriz, ikinci gruptakiler, beceri, çabukluk ve zekâya yer veren oyunlardır. Tura oyunu, şildir şip, yüksük oyunu, samut oyunu gibi. Yelpük ismi verilen oyunlar saz eşliğinde ahenge önem verilerek oynanır. Müzik ve oyun yönünden yarışlar yapılır. Çalınıp söylenir. Oğuz boylarının yoğun ve önemli bir yerleşim yeri olan Çankırı coğrafyası, ahilik ile Türk kültür varlığının kayda değer bir geleneğini yaşatmaktadır. Yâren Mahkemesi: Yâren yasaları, yâren mahkeme ve cezaları geleneksel hukukumuzun güzel bir örneğini oluşturur. Halkın geleneksel olarak yaşattıkları ve uyguladıkları bu hukuk kuralları ile yârânda düzen sağlanmaktadır. Böylece yârân üyeleri kendi kendilerini sınırlamış olmaktadırlar. Yâni, yârana ilişkin kurallar, bir toplumsal denetim aracı olmaktadır. Yârân meclisinde uyumu bozan, istenmeyen, kuralları çiğneyen davranışlar cezalandırılarak düzen sürdürülmüş olur. Yârana ilişkin hukuk kuralları, kuşkusuz tarihî koşullardan kaynaklanmaktadır. Eski Türk töresi ve geleneklerimiz, yârân hukukunun kaynağını oluşturur . Yârenlik, insanları tek tek kucaklayan, insanın kendini tanımasını sağlayan, erdemli olmayı öğütleyen, ve kıskançlık ihtiras gibi duyguları dizginleyen bir öğretidir. Ahilikle dolayısıyla lonca teşkilatıyla alakası olan yâren kültüründe esnaf, dürüst bir şekilde hizmet etmeyi kendine düstur edinmiştir ki dükkanının levhasına: Her sabah besmeleyle açılır dükkanımız Hakk’a iman ederiz, müslümandır şanımız Eğrisi varsa bizden, doğrusu elbet sizin Hilesi, hurdası yok; helalinden malımız Müşterimiz velinimet, YARANIMIZ yarimiz Ziyadesi zarar verir kanaatir kârımız diye yazabilmiştir. Yârenin sadece bir eğlence kurumu olmadığının bir göstergesi de kuşkusuz yârân mahkemesidir. Cezalar, yârenin suçunun şiddetine göre değişir. Genellikle, yârenleri traş ettirmek, tüm yârânı hamama götürmek, hamamda yağlı (Pide) ısmarlamak, ziyafet vermek, çay ısmarlamak, ayakkabı boyatmak, helva yaptırmak, çalgı getirtmek, hindi dolması ziyafeti vermek, Başka şehirlere yâranı götürüp gezdirmek gibi cezalar verilir. Bunlar maddî külfeti fazla olan ağır cezalardır. Yârân meclislerinin en ağır cezası SENCE 2014 Sayı 5 35 SENCE Saraylarda süremem Dağlarda sürdüğümü. Bin cihana değişmem Şu öksüz Türklüğümü... Nihal ATSIZ Fahrettin YOKUŞ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkanı B ize unutturulmaya ve bu coğrafyadan silinmeye, yok edilmeye çalışılan kimliğimizi, Türklüğümüzü, İster misiniz Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türk Çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” sözünü düstur edinerek şöyle tekrar bir hatırlayalım, imanımızı tazeleyelim. Peki Türk Kimdir? Türkler; Nuh Peygamberin oğullarından Yafes’in TÜRK adını taşıyan oğlunun neslindendir. Türk kelimesi köken olarak “Türemek” sözcüğünden gelmektedir. Ziya GÖKALP, bunu “TÜRELİ” yani kanun ve nizam sahibi olan şeklinde ifade etmiştir. Ünlü Türkolog A.V. Lee COQ ise Türk sözünün cins isim olarak “Güç-Kuvet” manasında olduğunu, buradaki Türk Kelimesinin milletin adı olan Türk kelimesiyle aynı olduğunu ileri sürmüştür. Kaşgarlı Mahmut da, Türk adının Türklere Tanrı tarafından verildiğini belirterek “Gençlik, kuvvet, kudret ve olgunluk çağı” anlamına geldiğini iddia etmektedir. Türkler; tarih boyunca büyük devletler kuran, dünyanın en eski medeniyetini oluşturan ve pek çok ünlü şahsiyetler yetiştirmiş asil bir millettir. Türkler’in anavatanları Orta Asya’dır. Türkler tarihte bilinen ilk Türk devleti olan Büyük Hun İmparatorluğundan önce de çeşitli devletler ve topluluklar 36 SENCE 2014 Sayı 5 kurmuştur. Türk adıyla kurulan ilk Türk Devleti “Göktürk İmparatorluğu”dur. Türkler, tarih boyunca hiçbir zaman devletsiz kalmamış, 16 büyük imparatorluğun yanı sıra sayısız devlet ve beylikler kurmuşlardır. “Türk, asillerin asilidir. Yapma olmayan gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir’’ diyor, Fransız yazar Pierre Loti. Türk’ün Kutsalları Türkler, İslam Güneşinin üzerlerinde doğduğunu hisseder hissetmez Müslüman olmuş ve kılıç zoruyla değil, kendi hür iradeleriyle İslamiyet’i seçen tek millettir. Akif’in dediği gibi ; Türk eriyiz silsilemiz kahraman Müslümanız Hakka tapan Müslüman Müslümanlar, Peygamberimizin “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın” hadisine riayet etmiş ve Türklerle savaşmamıştır. Kitabımız Kuran’ın, “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! Bilakis onlar diridirler, Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin Türklüğünden utananlara ithaf olunur. Rum isyanının baş planlayıcısı Patrik Gregorios, Rus Çarı Alexandr’a gönderdiği mektupta Türkleri şöyle tanımlıyor: “Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler Müslüman oldukları için, çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, Padişahlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan merbutiyetlerinden ve ahlaklarının salâbetlerinden ileri gelmektedir.” Türklük ve İslam’ın Can ve Ten, Ruh ve Beden olduğunu unutmayalım unutturmayalım. Vatan; Türklerde vatan gelişi güzel bir toprak parçası değildir. Şairin de dediği gibi toprakları vatan yapan üstündeki kandır, baştan sona fethedilmiş, elde etmek ve korumak için uğrunda asırlarca can verilmiş büyük ülküler yolunda bağrına ve sınırlarına binlerce ecdat gömülmüş bir topraktır. Azerbaycan’ın büyük şairi Bahtiyar Vahapzade: Vatanı severim, diyen çok olur. Demeye ne var ki dil yorulmasa. Vatan da bizim gibi ölür, yok olur. Vatanın yolunda ölen olmasa! diyor. Büyük Hun İmparatoru Mete Han; “Benden eyerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin vereyim fakat hiç kimse vatanımdan bir karış toprak istemesin vermem” diyerek, Türkler için vatan toprağının değerini ne kadar güzel vurgulamıştır. Çağlar açıp çağlar kapayan büyük hükümdar Fatih Sultan Mehmet Han ise; ‘’Fethettiğim yerleri ecnebilere satanlar Allah’ın Gazabına uğrasınlar’’ diyerek bedeli kanla ödenen vatan toprağını satanlara beddua etmiştir. Bizde Amin diyelim. Güncel sevincini duymaktadırlar. (Al-i İmran 169)” buyruğuna büyük bir imanla sarılan “Kostantiyye (İstanbul) mutlaka feth olunacaktır. 0nu fetheden kumandan ne güzel kumandandır ve o asker ne güzel askerdir’’ diyen Peygamberimiz Hz. Muhammed’in övgüsüne mazhar olmuş bu milletin evlatları adeta Allah yolunda ölmek için birbiriyle yarışmış, yüzlerce yıl İslam’a sancaktarlık etmiştir. Bayrak; Biz, bayrak denince Ulubatlı Hasan’ı biliriz, kınalı kuzularımızı biliriz. Kurtuluş Savaşı’nda “Ölürsem kefenim olur” diyerek göğsünde bayrak taşıyan kahramanlarımızı hatırlarız. “Bayrak inmez, ezan dinmez” diye şehit olan yavrularımıza ağlarız. Ne diyor, Bayrak Şairimiz Arif Nihat ASYA: Ey Mavi Göklerin Beyaz ve Kızıl Süsü! Kız kardeşimin Gelinliği Şehidimin son örtüsü, Işık Işık, dalga dalga bayrağım! Senin destanını okudum, Senin Destanını yazacağım. Bayrağımız milletimizin varlığının ve bağımsızlığının sembolü, tarihinin hatırasıdır. Türk bayrağı dışında rengini, milletinin kanından almış başka bir bayrak yoktur. Genç kızlar göz nuru dökerek ay-yıldızını işlemiş genç erkekler onu akından akına taşımışlardır. Türk milleti, tarihin var olduğu günden bugüne değin kendisini, varlığını ve bağımsızlığını sembolleştirdiği ve kutsal bildiği rengini kanımızdan, Ay-yıldızını göklerden alan bayrağı dalgalansın diye sayısız şehit vermiş, kan dökmüştür. Askeri olarak bayrak ve sancağına hakaret edilmesine göz yummak, en büyük milli şerefsizlik olarak kabul edilmiş, tarihte bayrağa hakaret, padişaha ve devlete hakaret suçu ile aynı derecede tutulmuştur. Bayrağın kutsallığı, savaş meydanında en yüksek derecesini bulur, bayrağı yere düşürmemek için en yüksek rütbeli askerlerin dahi en küçük bir tereddüt göstermeden şehitliği göze aldıkları görülürdü. Zira bayrağın düşmesi, mağlubiyetle eş değerdir. Malazgirt’te, Kosova’da, Mohaç’ta, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da bayrak yere düşmesin diye nice yiğitler can verdi. 1984 yılından beri PKK terör örgütünün eli kanlı canileri, bayrağımızı indirmesinler, ülkemizi bölmesinler diye kuş uçmaz kervan geçmez dağlardaki karakollarda on binlerce evladımız toprağa düştüler ve bu kutsal bayrağı şimdiki nesillere, teslim ettiler. Bizlerde onların emanetini bedeli ne olursa olsun gelecek nesillere şerefiyle aktaracağız inşallah. Yazımızı yine Büyük Önderin sözleriyle tamamlamak istiyorum. “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni özelliği ve büyük medeni kabiliyeti bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” SENCE 2014 Sayı 5 37 SENCE Kaotik Dünya ve n i D n e ş Şirketle Hayal kırıklığına uğramış olan konuşur: - Ulu insanlar aradım, her seferinde yalnızca onların ideallerinin maymunlarını buldum. F. Nietzsche Prof. Dr. Nadim MACİT ⎟ Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitisü F ikrî ve siyasî gücü elinde tutan Batı; uluslararası hukuk kuralları üreterek öteki ürettikleriyle gelişmekte olan ülkeleri demokratikleştirme adı altında denetime tabi tutmaktadır. 26 Şubat 2003 tarihinde ABD Başkanı George W. Bush’un yaptığı konuşma bu durumun somut misalidir: “Milyonlarca Iraklıya özgürlük getiriyoruz. Silahlarımızla getirdiğimiz özgürlüğü; anayasal düzeni kurup demokrasiye teslim edeceğiz. Irak, bütün alt yapılarını inşa edip bölge için örnek bir ülke olacaktır.”1 Demokrasiye teslim edilen Irak’ta her gün insanlar demokrasi sunağına kurban edilmektedir. İkinci durumun en çarpıcı misali ise yeni kuşatma politikasını değerler diplomasisi üzerinden sürdürme kararıdır. Kasım 2011 tarihinde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Foreign Polic’de yayımladığı American’s Pasific Century başlıklı yazısında “ABD’nin liderlik çıkarlarının 1 2 38 sahip olduğu değerleri dünya ölçeğinde yayma”2 politikasının esas alındığını belirtmektedir. Değerler üzerinden sürdürülen politika, sömürgeciliğin ustalaşmış biçimidir. Öyle ustadır ki kesintisiz savaşı, barış olarak gösterir. Bunu ötekine ilahî edayla söyletir. Her aşağılama iktidarı elde tutma adına unutulur. Gerekirse terör örgütünü barışın hamisi olarak gösterip toplumsal devrim yapar! Her alanda belirsizliğe gönderme yaparak özgürlük ıslığı çalan batılı merkezî güçler; ne o ne bu, hem o hem bu gelgitleri arasında ayartma ve benzetme politikalarına ritim vermektedir. Eli sopalı küresel iktidar sadece yaşantı alanlarını dönüştürmemekte, aynı zamanda tahrip etmektedir. Bir taraftan borçlandırılarak küresel döngünün ağına düşürülenler, diğer taraftan medya aracılığıyla umutla doldurulan insanlar. Peter Silivn, Washington Post, (26 Şubat 2002) Hillary Clinton, “American’s Pasific Century”, Foreign Polic (Kasım 2011) Georges Corm, 21. Yüzyılda Din Sorunu, (Çev: Şule Sönmez) İstanbul: 2008, İletişim yayınları, s. 42. SENCE 2014 Sayı 5 Evrene ve hayata karşı duruşumuz karmakarışık. Herkesle her şey olmak çağımızın en saygın tarzıdır. Bir insan aynı anda hem milliyetçi, hem İslâmcı, hem sosyal demokrat, hem liberal olabilmektedir. İslâmcı; liberalin negatif özgürlük anlayışına sarılmış durumda, liberal; seküler akla iman eden bir kişi olarak aşkın gücü yâd ediyor. Sosyal demokrat; minimal devlet resmi çiziyor. Milliyetçi, post-emperyal sürecin dilbilgisine dolaşmış durumda. Her şeyle her şey olmayı yol zannedenler hiçbir şey olmadıkları için kafaları karıştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Üstelik sadece bireylerin değil, coğrafyamızın kafası karışık… Medeniyet dışı güçlerle ittifaka giren yerel koçlar tankları, bombaları demokrasi ve barışın araçları olarak sunuyorlar. İlahiyatçılar, derin meseleleri tartışıyorlar. Irak işgalinde tecavüze uğrayıp hamile kalan kadınlar, doğursunlar mı doğurmasınlar mı? Bunlar, tecavüzden, işgalden ve katliamdan hiç söz etmiyorlar. Siyasetin ve gündelik çıkarın dilene dökülen İslam, İslâmcılar aracılığıyla egemen güçlerin sopasına dönüşmüş durumda. Kendisini güç ve otorite aracılığıyla korumaya çabalayan bir fikrî ve siyasî hareket, küresel işgalin parçası haline gelmiş. Müslüman kardeşlerini sele veriyor. Kardeşlik aşkına, terör devrimi yapıyor. Böyle bir biçimsizliğe eşlik eden dili ancak pastoral iktidar üretebilir. Bir tarafta kendi sınırlarını aşan dünya, diğer taraftan soyut sistemler karşısında benliğini yitiren insan. Çünkü post-modern kuşatmanın yöntemi, her şeyi birbirine karıştırarak gücü meşrulaştırmak üzerine kurulmuştur. İktidar alanlarını (din, eğitim, ekonomi, medya, yargı, sendikalar, sivil toplum örgütleri) sadece devlet tanımlayıp kontrol etmiyor. Farklılaşma ve parçalanma söylemi altında yükselen “dini-etnik hareketler” devlete özgü iktidar alanlarını paylaşıyorlar. Devletin bünyesinde varlığını sürdüren şiddet çoğalıyor. Paralel devletler mevzilendikleri alanları biçimlendirmek ve kontrol etmek için her türlü şiddeti ötekine karşı kullanıyorlar. Bu süreci tahlil etme birikimine ve iradesine sahip olmayanlar tarihte geç kalmanın bedelini ağır bir şekilde ödüyorlar. Sözler ve duruşlar karışıyor, körleşiyor. Biçimsiz alıntılar ve duygusal tepkiler söylemin yapısını bozuyor. Mikrobiyolojik alanda seyreden düşük yoğunluklu savaş ekonomik gücün bir aracı olarak kullanılmaktadır. Ortada çok derinden ve etkili bir şekilde işleyen kesintisiz savaş var. Fakat son derece dolaylı ve yumuşak kavramlar üzerinden (Demokrasi, Özgürlük, Arap Baharı, Radikal demokrasi) sürdürülmektedir. Stratejik planı inşa etmede patlama ve gürültü yoktur. Fakat ıslığın ritim verdiği üstü örtük savaş her alanda sopaya dönüşmekte patlamalar ve gürültüler sınırları aşmaktadır. Çelişkili politik-stratejik hamlelerin ürettiği olaylar, katliamlar insanlığın nefes borularını tıkamaktadır. Güncel Küresel sistemi en basit düzeyde izleyenler bile umut mu yoksa korku mu hissetmeleri gerektiğinden emin değiller. Ne olduğu belirsiz bir duygu hissetmektedirler: Hem umut hem korku. Tabiî ortam tahrifata uğramış. Karpuz görüntülü kabak, kabak tadında karpuz var. Bu karmaşık görüntülü mahlûk, ne kabak ne karpuz, hem kabak hem karpuzdur. Kültürel evrenimiz pazarın diline dönüşmüş. Tüketim kültürü hepimizi tutsak almış, zihnimiz ağzımızı ve heveslerimizi geçmiyor. İnsan hayatına, zihnine ve duygularına yönelik olarak sürdürülen bu savaşın, bahar havasında sunulması zihinleri aşağıladığı için derin çatallanmalara yol açmaktadır. Post-modern sömürü her işgal hareketini, tam olarak bu çatallanma üzerine kuruyor. En basit anlatımıyla acı ve yaşanılan/yaşatılan coğrafyaya yoksulluk getiren savaş: ümit, büyüme, bahar, insan onur haysiyet ve şerefine uygun bir yaşam için mücadele döngüsü içerisinde sunuluyor ama daha önce aynı söylemle işgal edilen coğrafyaya hiç kimse bakmıyor. İnsanın hafıza sorunu olduğu gerçeğini idrak etmiş olan yapılar tam anlamıyla bu bağlamda günlük çelişkiye düşüyor ancak takip edecek insan (hafıza) yok. İletişim ağları yoluyla dünya kendi sınırlarını aşarken insanın özgürlük alanı giderek daralmaktadır. En küçük aygıt aracılığıyla özgürlüğün tam olarak bu olduğu hissi verilen insan, yine aynı aygıt üzerinden deşifre ediliyor. Dünyanın avuçları arasında olduğu sanısı, eşiğini aşmadan teknolojik aygıtlar aracılığıyla tutsaklığa dönüşüyor. Gözetlenme duygusunun sınırları kamusal alanı geçmiş, özel alanın mahremiyet sahasına inmiş durumda. Ne var ki özgürlüğün tutsaklıkla beraber dillendirilmesi aynı yoğunlukta devam ediyor. Bu sadece bireysel alanın bir kontrolü değil, aynı zamanda teknolojik imkânı ve kullanım yeteneği zayıf olan toplumları ve devletleri de dünya kamuoyunda aynı tekniklerle deşifre etmektir. Kendine özel olan her şeyini kaybeden bireyler, toplumlar ve devletler teknolojik araçların kontrolü altında tutsak durumdadır. Teknolojik araçlarla, hedef devletlerin kurumsal bilgileri elde edilmekte, insanların ve devletlerin mahrem dünyalarına inilmekte ve her şey alım-satım pazarlarında sergilenmektedir. Görünmeyen kudretin eli her şeye müdahale etmekte ve yönlendirmektedir. Bu biçimsiz durum, belirsizliğe, hiççiliğe, aşırılıklara ve kargaşaya eşlik etmektedir. Evren, nefes darlığı çekmektedir. Sınır tanımayan ve her şeyi sömüren güçler, varlığın ve hayatın dengesini bozuyor. SENCE 2014 Sayı 5 39 SENCE Aldığımız gıdalar, solukladığımız hava, her şey grileşiyor. Birçok şey doğal değil, insan bile… Merkezi güçler bu karışık durumu, hedef toplumları karıştırmak için kullanıyor. Baskılar ve tehditler, katliamlar ve işgaller dinî ve siyasî değerler üzerinden meşrulaştırılıyor. Adımız insan, fakat en vahşi katliamları işliyoruz, hiçbir şey olmamış gibi izliyoruz. Milyonlarca yoksul insan açlıktan ölüyor, sadece seyrediyoruz. Buna karşın asrın maskeli vicdanı olup biteni demokratikleşme adı altında meşrulaştırarak zihnimize giydiriyor. Aşkın Dünya Sistemi’nin ipine sarılan aydın; bölgesel ve küresel ölçekte boy gösteren iktidarlara bağımlıdır. Her olgu ve olayı bağımlılık psikolojisi altında çarpıtmaktadır. İşgali, özgürlük imajı altında servis ederek bütün dönüştürme stratejilerini yönsüz, kıblesiz sözlerle barış çağına geçiş olarak adlandırmaktadır. Oysa her şey Aşkın Dünya Sistemi’nin ürettiği dil oyunudur. En saygın ve etkili aydın, gerçeği inkâra şartlandığı için yanı başında akan kanı görmemektedir. Küresel dalgaların kopkoyu karanlığında eşekleştirme projesine ritim vermektedir. Sopalı mesaj gönderen merkezî gücü kutsamak adına işgali tevil ederek görünüyorum o halde varım acentesinin gönüllü yolcusu olmakla yetinmektedir. Post-modern çağda teo-politiğin yükseldiği bir gerçek. Fakat inancın konusu olan din politik heveslerin ve kullanımın en elverişli aracı yapıldığı için artık pazarın bir metası olmuş, alan genişletmek için şirketleşmiştir. Her şeyin metalaştığı post-emperyal çağda din, tıpkı bir market gibidir. Her dinî değer alınıp satılmaktadır. Öyle ki anılan mantığa göre bir insan hem Hıristiyan hem Müslüman olabilir. Bir insan hem dindar hem din karşıtı, hem liberal hem devletçi, hem küresel sistemin parçası hem milliyetçi olabilir. Çünkü din, “şirket insan” tarafından şirketleştirilmiştir. Düşünce üretmekten, değer inşa etmekten kopmuş salınımlı zihinlere, din; bir gün…/ bir varmış bir yokmuş kalıpları üzerine inşa edilen öyküler ve masallar üzerinden satılmaktadır. Tarihin her hangi bir safhasında yaşandığı düşünülen ya da üretilen tikel bir olayı dramatize ederek “mistik zevke” dönüştürme çabası “postmodern dil sistemi içinde kendi dünyasına yabancılaşmış insanlara” içirilmektedir. Kendinden geçmiş insanlar, içtiği şeyin ne olduğunu bakmadan cezbelenmekte ve ağlamaktadırlar. Sahih aklı “şaşkına çeviren” şirketleşmiş din medyumları “dinin bu gücüne atıf yaparak” maddi güç elde etmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Evet! Maddi hesap yapmaktadırlar, çünkü bu manzaraların İslâm ve İslâm düşüncesiyle 40 SENCE 2014 Sayı 5 zerre kadar bir ilgisi yoktur. Siyasî aklı parçalayan “şirket insan ve şirketleşen İslâm” gettoların dönüşünü özgürlük adı altında kutsamakta, yandaşlarının irtikâp ve cürümlerini zaruret fıkhı üreterek meşrulaştırmaktadır. Mistik dille ve yaşadığı toplumun siyasî aklına duyduğu kinle terörü özgürlük arayışı olarak sunacak kadar kendini kaybetmiş durumdadır. Eli kanlı terörist özgürlük savaşçısı ve bunun politik uzantısı barışın hamisi, teröre karşı mücadele edenin ise her türlü suçun faili olarak sunulduğu bir ülke kaotik bir ülkedir. Ağızlardan düşürülmeyen din, iman ise bu biçimsiz ve belirsiz durumu meşrulaştırmak, siyasî ve maddî güç elde etmek pazara sürülmüş bir araçtır. Hikâyeler törenleri, maşallah-inşallah sohbetleri, “Haşhaşî-melun” çullanmaları şirketleşen dinin rekabet savaşlarından başka bir şey değildir. Son çeyrek asırdır, ülkemizde politikacıların, bürokratların, aydınların, basın ve yayın organlarının, bazı sanatçıların dile getirdikleri birçok kavram ve konu çelişkilerin mahzeni durumundadır. Ötekini kendisi gibi düşündürme ve iktidara uyum gösterme adına her şeyi çarpıtma yeteneği post-modern aydın olmanın vazgeçilmez ölçütüdür. Jeo-politik boşluğu yeniden tanımlayan güçlerin kuşatma politikası üçüncü dalga altında demokratikleştirme süreci olarak tanımlanmaktadır. 21. yüzyılın başında dünyanın manzarası bu. Böyle bir manzara ne parça ne dalga belirsizliğini ötekini kontrol etme tekniği olarak kullanan Postmodern Kuşatma: Kelimeler ve Haritalar başlığı altında açıklanabilir. Sadece dünyanın değiştiğine gönderme yaparak durumu açıklamanın imkânı yoktur. Çünkü post-modern çağın egemenlik mantığı öyle bulanık ve belirsiz ki feryat edenle sessiz kalanın arasını ayırmak mümkün değil. Küresel iktidar ve ortakları hem işgal ediyorlar hem bağırıyorlar. Hem öldürüyorlar hem özgürlükten bahsediyorlar. Hem sömürüyorlar hem insan hak ve özgürlüklerinden bahsediyorlar. Hem yoksulluğu fakire / miskine satıyorlar hem de müreffeh yaşamaktan bahsediyorlar. Barış, Diyalog ve Özgürlük dansı eşliğinde sistematik şiddet uyguluyorlar. Gerçekten de hiçbir şeyin temeli yoktur. Her şey oyundan ibaret, önemli olan oyunun içinde yer almak…! Kesintisiz savaşın tozlu dumanlı, gazlı petrollü kıyısında kanatları düşmüş kuşlara ah çeken insanlığın, jeo-politik düzenleme adına katledilen insanları görmezlikten gelmesi soylu kavramların altında zulmün sistematik biçimde nasıl uygulanmaya konulduğunu göstermektedir. Post-modern eleştiri, modernitenin muhafazakâr damarını kırıp yeni bir sürecin kapısını açmıştır. Belirtilen kapının aralanması dinin dönüşüne katkı sağlamış, fakat geriye döndüğü söylenilen din, ortak dilini kaybetmiş ve özelleştirilmiş / şirketleşmiş dindir. “Hakikat yok, hakikat seninle benim anlaştığım şeydir” öncülüne yaslanan post-modern söylemin dini hayata katkısı: İktidar alanlarını bölüşen ve bunu baskı aracı olarak kullanan dini-etnik hareketleri yeniden üretmek olmuştur. Sözün düşünceyi aktardığı ve yansıttığı ideal bir düzen arayışına yönelik eleştiri yerini “bir söze doğruluk kazandıran şey, onun içeriğinden ziyade etki gücüdür” anlayışına bırakmıştır. Bu yer değiştirmenin dayandığı gerekçe “din dilinin etki gücünü” öne çıkarmayı sağlamıştır. Bir yaşantı biçimi olarak değil de hayatın her alanında kutsalı sergileme ve onun etki gücünden yararlanma dini alanda şirketleşme faaliyetinin yolunu açmıştır. Şirket ya da rekabetçi insan tipi; muhafazakâr politik gücün yükselişine dayalı olarak dini içerikli faaliyete alan açmaya başlamıştır. Özel hayatında dini hassasiyetin hiçbir izi olmayan şirketler, itikat, iyiye ve güzele götüren anlamlı ve amaçlı eylem üzerine inşa edilmiş olan dini, azami kâr kurallarına tabi kılmışlardır. Çünkü önemli olan piyasanın verimliliğini sağlamak olunca “din dilinin etki gücünün” emsalsiz bir fonksiyon olarak görülmesi tabiidir. Toplumsal ilişkilerin ticarileşmeye başlaması-iletişim araçları yoluyla her şeyin duyulur ve görünür olması “dini ritüelleri” pazarlamanın yolunu açmıştır. Dinin siyasi ve iktisadi gücü bünyesine alması, sermayenin merkezî bir değer olarak görüldüğü dünya dil sisteminde “rekabetçi muhafazakâr insanı, çıkarını takip eden faydacı liberali, herkesle her şey olan oynak kaslı ve kıvrak belli aktörleri dini görüntülü sermayenin kölesi yapmıştır.” Bilindiği üzere eşyayı çoğaltarak tüketime sunma arzu ve eğilimi postmodern dilin ürettiği pazarlama tekniği idi, postmodern durumla izdivaca giren siyasal İslâmcılar eşya- yı çoğaltarak tüketime sunma tekniğine ezan okuyan ve namaz kıldıran seccade, dünyanın dibine uzanan tatil otelleri, pazarlarda siyasî yandaşlara sunulmuş sofralar, önceden planlanmış projeler için arazi parselleme, resmi iznin dışında binaya kat atmak için “Ramazan yardımı” talep etme teknikleri ve paylaşma modelleri eklemişlerdir. Güncel Postmodern söylemin kesintisiz savaşı büyülü kavramlarla meşrulaştırması dünya söylemden ibarettir savının politik dile dökümünden başka bir şey değildir. Tüm sınır ve düşünce sistemini hipnotize eden postmodern söylem, insanları içi boşaltılmış kütüklere çevirmektedir. Ayartılmış ortaklar, sopa kendilerine değmedikçe her türlü fırtınayı savacak kıvraklığa sahiptirler. Kaçış yok, ihtarını duymuyor, akıtılan kanı görmüyorlar. Sadece postmodern tımarhaneyi terk edenler, onun duvarlarına aşabilenler, dışarı çıkabilenler bunu duyabilirler ve görebilirler. Dünya ölçeğinde rekabetin içine gömülmüş şirket insan için din manevi olarak arınmanın, sorumluluk bilincinin, merhametin ve affın bir yolu değil arzunun, gücün ve hesabın bir aracıdır. Dini hak ve hukukun teminatı, haksızlığa karşı direnmenin ve hakça paylaşmanın dayanağı olarak gören çevrelerin küresel şirketlere eklemlenerek İslam coğrafyasında akıtılan kanın parçası olmaları anılan dönüşümün bir uzantısıdır. Hem işgalin parçası olacaksın hem de yazılı ve görsel basında, özellikle siyasî amaçlı olarak düzenlenen dini programlarda Mısır, Suriye için dua edeceksin. Bu çelişki, ancak şirketleşen dinin, pazarlama mantığı tahlil edilirse izah edilebilir. Diğer taraftan din denildiğin de kimyası bozulan şirketlerin her alanda dini faaliyetlere alan açmaları şirketleşen dinin arkasında yatan saikın ne olduğunu göstermektedir. Bu durumu anlamak için İslâm’ın temel kaynaklarının Oruç ibadetine yüklediği anlamı, bir de şirketlerin sermaye-iktidar ilişkisine dayalı Ramazan Ayı pazarlama yöntemine ve araçlarına bakmak yeterlidir. Öyle anlaşılıyor ki “dine geri dönüş, doğal bir gelişme olmaktan öte, adından başka hiçbir şeyi dini olmayan siyasî bir olaydır. Çünkü yönetilen din, paradoksal olarak tarihi yıpranmanın dünyasına girer. Aşkın karakterini yitirir. Din, hayatın her alanında temayüz eden iktidarlarla (siyaset, ekonomi, medya, sendika vb.) bütünleştiği oranda şirketleşir. Dolayısıyla şirketleşen din, iktidarların işlerine gelmeyen değişikliklere karşı koymak ya da aksine işlerine gelen değişikleri hızlandırmak için yararlanan eko-politik araçtır. Son zamanlarda açık ve üstü örtük olarak İslâm’ın iç ve dış politik tatbikatı meşrulaştırmak ve haklılaştırmak için vaaz ve hutbelerde kaba bir biçimde kullanıldığı bir gerçektir. Öbür taraftan batılı merkezi güçlerin etnik ve mezhep ayrışması üzerinden İslam coğrafyasını yeniden tanzim etme politikasını meşrulaştırmak için çeşitli toplantılar ve programlarda sürekli olarak siyasî ve dinî değerlere atıf yapılmaktadır. İşgali demokratikleşme adı altında meşrulaştırma çabasına İslâm’ı ekleyerek dindarlık örtüsüne bürünme taktiği şirketleşen İslâm anlayışının sonucudur. Şirketleşmiş dinin, iktidarların meşruiyet krizinin bir ifadesi olarak yaygınlaşması önümüzdeki süreçte baskı ve tehdidin şirketleşmiş din üzerinden yapılacağının göstergesidir. SENCE 2014 Sayı 5 41 SENCE Yusuf AKÇURA ÜÇ TARZ-I SİYASET “Tarih soyut bir ilim değildir. Tarih hayat içindir. Tarih milletlerin, kavimlerin varlıklarını muhafaza etmek ve kuvvetlerini geliştirmeleri içindir. Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟ O smanlı İmparatorluğunun son yıllarından itibaren Türk siyasetinin analizinde bir formül kullanılmaktadır. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük. Bu formülü ortaya koyan kişi, Yusuf Akçura’dır. Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset başlıklı bir makaleyi, 1904 yılında Kazan’da olduğu günlerde yazmış ve Makale Mısır’da yayımlanan bir gazetede tefrika halinde basılmıştır. Ancak makalenin İstanbul’da kitap halinde basılması için 1908 yılına dek beklemek gerekmiştir. Başlı başına bu eserin yazıldığı, basıldığı ve seslendiği coğrafya bile bugün için Türk coğrafyasının hudutlarının devlet sınırlarından bağımsız olduğunu göstermektedir. 42 SENCE 2014 Sayı 5 Osmanlı’nın dağılmasına giden hayal kırıklıkları, Akçura’nın ortaya koyduğu formülle değerlendirilmektedir. 1904 yılında bunu ortaya koyan Akçura bu öngörüsü ile Türk Milliyetçiliğinin öncülerinden birisi olarak tarihin takdirini hak etmiştir. Yusuf Akçura kimdir? Rusya sınırlarındaki Simbir (bugünkü Ulyanovsk) şehrinde 1876 yılında doğan Akçura, Kazan’a göç etmiş bir aileye mensuptur. Henüz 2 yaşındayken babasının ölümü dolayısıyla bozulan işler sebebiyle henüz yedi yaşındayken annesiyle birlikte İstanbul’a taşınmıştır. Ancak Akçura Kazan ile ilgisini hiç kesmemiştir. Eğitim hayatını genel olarak İstanbul’da, askeri okullarda tamamlamıştır. Akçura, yazı hayatına henüz Harbiye talebesi iken başlamıştır. İlk yazılarında İstanbul’da yayınlanan gazetelerde kuzey Türklüğünün önderlerini tanıtmaya yönelmiştir. Düşüncelerinin şekillenmesine ilk etki eden kişiler, yeni yeni Türkçü makaleler yayınlamaya başlayan Necip Asım, Veled Çelebi, Bursalı Tahir gibi Osmanlı aydınları ile uzaktan akrabası da olan Gaspıralı İsmail Bey olmuştur. Akçura’nın eğitim hayatında bölünmeler olmuştur. İlk olarak Askeri Rüştiyenin üçüncü sınıfında iken annesiyle birlikte Kazan’a gitmiş ve bir seneye yakın bir dönemi burada akrabalarının arasında geçirmişlerdir. Daha sonra Harbiyenin ikinci sınıfında okurken, ön Türklerle ilişkisi olduğu iddiasıyla 45 gün tutuklu kalmış birkaç ay sonra da müebbeden Fizan’a sürülmüştür. Yusuf Akçura 1899 yılında toplamı 84 kişi olan Fizan sürgünleri arasında Trablusgarb’a getirildi. Ancak ödenek yokluğundan sürgünler, orada şehir içinde gözetim altında tutuldular. Bu dönemde, Akçura bir arkadaşı (Ferit Bey) ile birlikte bir kayıkla Fransa’ya geçti. Fransa’da hem mülteci durumundaki Jön Türkler ile temaslar kurdu hem de siyasal bilgiler okudu. Bu çerçevede, Ahmet Rıza, Mizancı Murat ve Prens Sebahattin’in görüşlerini yakından değerlendirme şansı buldu. En çok Şerafettin Mağmumi’nin Türkçü görüşlerinin etkisinde kaldı. Devam ettiği okulda da özellikle Albert Sorel’in millet kavramını öne çıkaran anlayışı Yusuf Akçura’nın düşüncelerini şekillendirmiştir. Değer Okulu biten Akçura, 1903 yılında Türkiye’ye dönmesi yasak olduğu için Rusya’ya döndü. Üç Tarz-ı Siyaset adlı makaleyi burada kaleme aldı. Kazan’da öğretmenlik yaptı, Kazan Muhbiri adlı gazeteyi çıkardı. Gaspıralı İsmai, Ali Merdan ve Abdürreşit Kadı İbrahimof gibi Türkçülerle birlikte Rusya Müslümanları İttifakı partisinin kurucuları arasında yer aldı. Yusuf Akçura, bu teşkilat içinde genel sekreterlik görevi yaparken, Rusya’daki Türkler arasında ayrılıkları gidermeye yöneldi. 1907’den itibaren Moskova’da siyasi ortam değişti ve Rus olmayanlara yönelik baskı artınca Akçura da, tutuklanmamak için 1908 Ekiminde İstanbul’a geldi. İstanbul’da Türkçü çalışmalarına devam eden Akçura, 1908 yılı sonuna doğru Türk Derneğinin kurulmasına önayak oldu. 1911 Ağustosunda Türk Yurdu derneğinin kuruluşunda bulundu ve aynı adla bir dergi yayımlamaya başladı. 1912 yılında da Türk Ocağının kurucuları arasında yer aldı. Dışişlerinde genel müdürlük, 1923 seçimlerinden itibaren milletvekilliği, Ankara Hukuk Mektebinde ve İstanbul Üniversitesinde siyasi tarih profesörlüğü, Türk Tarih Kurumu başkanlığı gibi görevler üstlendi. Bu arada Rusya’daki Türklerle ilgisini devam ettirdi. 1916 yılında, Avrupa kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla Rusya Mahkumu Müslüman Türk – Tatarların Hukukunu Müdafaa Cemiyetini kurdu. Hazırladıkları bildirileri çeşitli ülkelerde yayınlayarak belli başlı Avrupa şehirlerinde konferanslar düzenlediler. Düşünce Dünyasında Yeri 1918 yılında Hilal-i Ahmer (Türk Kızılayı) temsilcisi olarak Rusya’daki Türk esirlere yardım götürdü ve onları kurtarmaya uğraştı. Bu çalışmanın dönüşünde, İstanbul işgal edilmiş olduğundan İngilizler tarafından tutuklandı. 1920 yılında hapisten kurtularak Anadolu’ya geçti ve Milli Mücadeleye katıldı. Akçura’nın bu öncülüğüne rağmen Türk Milliyetçiliği kulvarında Ziya Gökalp’in gölgesinde kalması dikkat çekicidir. Ülke sınırlarını aşan ve bütün dünya Türklüğünü kucaklayan bütüncü bir Türkçülük anlayışı dolayısıyla Türk Milliyetçiliği çizgisi içinde kayda değer bir yere sahiptir. Yusuf Akçura, 11 Mart 1935 tarihinde vefat etti. Yusuf Akçura, Türkçülük düşüncesinin ilk sözcülerinden birisidir. Üç Tarz-ı Siyaset makalesi ile erken sayılabilecek daha 1904 tarihinde Türkçülüğü, Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarına karşı Türkiye’nin kurtuluş yolu olarak önermiştir. SENCE 2014 Sayı 5 43 yaşında Kafanızı kaldırınca gökyüzünü kaplayan havai fişekler gösteremesek de sayfalarımıza coşkumuzu yansıtmaya çalışarak SEN istedin diye, SEN destek verdin diye, SEN varsın diye “SENCE” yayın hayatında birinci yılını doldurdu. e için, görüş v k a lm o k te s izimle Bize de malarınızı b ş lı a ç i, iz n ri daha önerile a nitelikli ve h a d ız n a ız. s ır paylaş avuşacaksın k e iy rg e d ir b yin. mükemmel en esirgeme d iz b i iz n ri le Destek ilgileri İletişim B il.com sin@gma a b n e s o r turkbu il.com gor@gma ysmngun SENİNLE ve SENİN İÇİN SENCE Gönlü musikiyle yıkanmış bir insan Muzaffer ŞENDURAN TÖMFED nedir? Faaliyetleri hakkında bizi bilgilendirir misiniz? 1974 tarihinde kurulan TÖMFED; töre, musiki, folklor, turizm ve eğitim açılımlı bir dernekti. Sivil toplum kuruluşu olarak 7-8 şubesiyle birlikte Türkiye’de yaygın bir ağ oluşturmuş bir kültür kuruluşuydu. TÖMFED’i şöyle tanımlamak lazım, Türk gençlerinin ihtiyacı olan kültür değerlerinin onlara, en iyi uzmanlar tarafından verilmesine çalışan; açtığı kurslarla ve yaptığı çalışmalarla büyük ölçüde bunu başaran, bu kurslardan yetişen gençle- 46 SENCE 2014 Sayı 5 rin devlet tiyatrolarında, korolarında, Türkiye radyolarında sanatçı statüsünde profesyonelleşmesini sağlayan ve hizmetler sunan bir kuruluştu. Folklör ekipleri Türkiye’de hiçbir folklör ekibiyle mukayase edilemeyecek kadar güçlü ve ihtişamlıydı. TÖMFED’in ana yapısı: Folklor, tiyatro, edebiyat, musiki, sinema ve fotoğrafçılık alanlarından oluşmaktaydı. Fotoğrafçılık da o dönem için önemli sanat uğraşlarından birisiydi. Bu alanda Türkiye’nin en iyi hocaları TÖMFED’de ücretsiz dersler verirdi. Buraya katılan gençler sanat disiplinine riayet ettiklerinden dolayı çok başarılı işler çıkardı. TÖMFED buradaki gençlerin Semih Sergin hocamın diksiyon derslerine varıncaya kadar ciddi bir eğitimden geçirildikleri, kendilerinin kültürel açıdan donanımlı bir Türk genci olarak gördükleri ve inandıkları bir kurumdu. Maalesef 1980 ihtilaliyle beraber TÖMFED bir terör örgütüymüşçesine muamele gördü ve kapatıldı. Mallarına el konuldu. Ama o kurumda yetişmiş insanlar TRT’nin en önemli prodüktörleri, sanatçıları olmuştur. O kuşak hala Türk kültürüne hizmet eden bir nesildir. Peki bugün Türkiye’de sanata ve sanatçıya bakış açısı hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye’de sanata ve sanatçıya bakış açısı, olumsuz algılanabilen ve tehditler taşıyan bir sorundur. Sanata gerekli önem verilmediği gibi sanatçıya da sanatından dolayı hak ettiği önem verilmemektedir. Bu da sanat faaliyetlerine ilgiyi azaltmıştır. Türk müziğinin dünyadaki yerini nasıl tanımlarsınız? Türk müziğinin dünyadaki yeri çok saygın bir yerdedir. Kültür mozolemizin en önemli parçalarından birisi de musikidir. Dünyanın her yöresinde en doğudan en batıya kadar rahatlıkla, zevkle dinlenmektedir. Kendine has ses sistemiyle etkili bir yer teşkil etmektedir. Bizim musikimiz askeri musiki, dini musiki ve ladini musiki olmak üzere muhtelif sınıflara ayrılır. Bu sınıfların her biri kendi içinde önemli yere sahiptir. Askeri musikimiz, dünyanın en önemli askeri musikilerinden biri. Tasavvuf musikimiz, dünyanın en önemli tasavvuf musikilerimizden biri. Halk ve sanat musikilerimiz de dünyanın en önemli halk ve sanat musikilerinden biridir. Türk müziği kendine mahsus ses sistemine sahip ve sadece Türk milletine has özellikler taşıyan kültürün en elit, en parlak parçalarından birini ifade etmektedir. Röportaj Hatta ihtilale yaklaştığımızda Almaya’da da konserler yapmaya başlamıştık. Kurum çok enteresan bir güce sahipti. Ankara Radyosunun ve Kültür Bakanlığı’nın elinde bulunan bütün sanatçılar kendilerinin TÖMFED’den sayar, buradaki gençlerin istekli, kendi milletinin değerlerine uygun yetiştirilen gençler olduklarını bildiklerinden gönüllü hizmet vermeye talip olurlardı. Bunların başında Mahir Canova, İsmet Öpözlü, Yücel Çakmaklı, Ali Şenozan, Çinuçen Tanrıkorur, Tahir Karagöz, Ekrem Varol, Osman Duran, Selahattin Emirhan gibi ismini saymakla bitiremeyeceğimiz pek çok büyük sanatkâr yer alırdı. Türk müziğinin kendine has çalgıları ve ritimler nelerdir? Çalgılardan ziyade ses sistemi itibariyle Türk müziği çok ayrı bir müziktir. Dünyada hiçbir millet majör dizeyi 12’nin üzerinde bir aralık sayısı ile kullanmamakta, sadece Türkler buna eşit olmayan 24 aralarla söylemişler ve eski tabirle eşit olmayan 24 dereceye bölünmüş bir sekizlimiz var. Bu sistem dünyada başka hiçbir müzik sisteminin içinde olmadığı için Türk müziği son derece kendine has özellikler teşkil eden, sınıfsal değeri çok yüksek bir müziktir. Enstrüman sayısı oldukça zengindir. Türklere özgü 40 kadar müzik aleti bulunmaktadır. Bu sayı dünyada başka hiçbir millete nasip olmamış bir sayıdır. Kabaca sayarsak; ud, kanun, tambur, keman, ney, klasik kemençe, şantör, lortor, burmasol, def ağırlıklı olmak üzere nefesliler; kaval, ney, zurna, bağlama ve bağlamanın çeşitleri, saz, minik bağlama çeşitleri, kabak kemane vb. enstrümanlar bulunur. Adriyatik’ten Çin seddine kadar birçok konser gerçekleştirdiniz. Yeni projeleriniz var mı? Adriyatik Denizinden başlayıp Çin Seddine kadar giden bir Türk dünyası coğrafyasından bahsedersek, bu kadar geniş bir coğrafyaya ait müziklerden de bahsedebiliriz anlamında konserler verdik. İlkini Samsun Türk Dünyası Kurultayında 2000 yılında gerçekleştirdim. Batılı bestekarlardan biri olan Mohzart Türk milletinden ve Türk musikisinden etkilenmiş ve Türk marşı diye bir marşı vardır. Mohzart’ın Türk bahçeleriyle başlayıp, Kıbrıs, Irak Kerkük Türkmenlerini de içine alan bir coğrafya ile Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tataristan ve bu memleketlerde yaşayan toplulukların kimlikleriyle bir konser düzenledim. Bu konseri icra eden çocuklarda Çin Seddinden Adriyatik’e kadar geniş bir coğrafyayı ihtiva ediyordu. Bu konseri Kazakistan’ın eski baş şehri Almatı da gerçekleştirdiğimde yapılan televizyon çekimi birkaç yıl boyunca her hafta Kazakistanda gösterildi. Çok ilgi çekti. Bu geniş milletler topluluğunun içine, daha doğrusu Türk Boyları topluluğuna o coğrafyada SENCE 2014 Sayı 5 47 SENCE yaşayan ve bize dahil olmak isteyen bir Rus grubu ve Filistin’den, Ukrayna’dan da üçer beşer çocuklar aldık. Musikinin evrensel niteliğini değerlendirmek suretiyle programlar yaptım. Daha sonra Ahmet Yesevi Hazretlerinin divanından bestelenmiş 40 dakikalık Çağatay Türkçesiyle yazılmış bir yeseviyi Kazakistan’da Ahmet Yesevi Üniversitesinde sunduk. Sizce Türk insanı için müzik neyi ifade ediyor? Türk insanı için müzik çok önemli bir öge. Türk toplumu için dini ritüellerinden tutun milli ritüellerine kadar her türlü sevinç halinde ve keder halinde kullanılan, müziksiz yapamayan bir halden bahsedebiliriz. Müzik elbette ruhun gıdasıdır. Müzik insanı tasnif eden, düzenleyen, iyiliğe götüren güzel bir sanat dalıdır. Benim şöyle bir sözüm var, “Gönlü musikiyle yıkanmış bir insandan kimseye kötülük gelmez.” Musiki bu kadar insanları tedavi edici, temizleyici güzel bir unsurdur. Bizim atalarımız Mevlevi ayini şerifleriyle ve Bektaşi nefesleriyle, samahlarla Türk kültüründe dinsel musikinin alması gereken en iyi yeri almasını sağlamıştır. Şahsi inancıma göre, musikisiz din ve dinsiz bir musiki düşünülemez diye düşünüyorum. Sanat değeri en yüksek eserlerimiz bu sahada verilmiştir. Bu yüzden geçmiş bestekârlarımızın da buna verdiği önemden kaynaklansa gerek ayini şerifler 50 küsur sayıdadır. Gazi Üniversitesi Türk Müziği Topluluğu olarak devlet desteği alıyormusunuz? Şu anda Gazi Üniversitesi Türk Müziği Topluluğu olarak devlet desteğini kaybettik ve iki buçuk ay önce de bölümümüzü kapattık. Aynı mali ve ekonomik sıkıntılar orada da var. Kendi kültür harcamalarıyla ilgili tasarruf ihtiyacı içinde olan bir milletin bekası, geleceği tehlike altına girer diye düşünüyorum. 48 SENCE 2014 Sayı 5 Kültürlerinden tasarruf eden milletler varlıklarından da tasarruf ederler. Bu da son derece tehlikeli ve ciddi bir tasarruf kalemidir. Maalesef şu andaki zihniyet kültürel harcamalara gerekli desteği vermemekte ve bu kendini ağır bir ekonomik zorluk olarak sanat yaşantısının üzerine ölü toprağı serpilmişçesine etki etmektedir. İnşallah bir çıkış yolu bulunabilir. Kültür Bakanlığı, anlaşılmaz bir tutum sergilemektedir. Bu Bakanlık için sanat, tiyatrodan ibaret olduğundan sadece tiyatro bazında destek verilmektedir. Müzik topluluklarına ekonomik destek verilmemekte, mevcut sanatçıların şartları da iyileştirilmemektedir. Sanatın ve sanatçının geleceği Türkiye’de tehlike içindedir. Yani durum pek parlak değildir. Ekibinizde kaç kişi var? Benim ekibimde her yıl 80 öğrenci oluyor. Ben bu 80 öğrencinin sadece Türk kültürü ve müziği için iyi olmalarını değil aynı zamanda iyi insan olmalarını sağlamaya çalışırım. Türk töresi denilince biliyorsunuz ki küçüklerimizi sevmek, büyüklerimizi saymak, devletimizin ve milletimizin geleceğini kendi geleceğimizden daha üstün tutmak önemlidir. Bu özelliklere sahip gençler kültürle yıkanırlarsa vasıflı, kaliteli, iyi yetişmiş, güzel gönüllü bir gençlik ortaya çıkar. Ders almak isteyen gençler size nasıl ulaşacaklar? Muzaffer Şenduran Türk Müziği Topluluğu isminde bir topluluk oluşturup çalışmaya niyetliyiz. İnternet ortamında bir site oluşturduk. Oldukça yoğun takip ediliyoruz. Hocalarımızın bize öğrettiklerini öğrencilerimize aktarmaya çalışacağımız bir ortam olacak. Ben 30 yıllık öğretmenlik hayatım boyunca ücretli hiçbir ders vermedim. Bundan sonra da vermem. Yani bizden bir ücret ödemek suretiyle hiçbir şekilde ders almanız mümkün değil ama hizmete amade olduğunuzu belirten davranışlar göstererek bizden yardım alabilirsiniz. Kitap Kızıl Ateşin Şafağında Artık üzerimi örtün mavi atlasla Kızıl semalardaki yıldızları da kesin makasla Titriyorum bu hayatın acımasızlığında Ümitlerimiz kağıtdan gemi değil asla Ne yazgıdır bu hayat, ne de kader aslında Pişmanlıklarımız geleceğimize ışık tutmaz Sevgi ve aşkla döneriz gecenin etrafında Kırmızı duvarlarda loş ışıklar hiç solmaz Artık üşümeyeceğiz yalnızlığımın şafağında Şems misali kutsaldır sevgim Mevla’ya Bir elim halkta bir elim dönüktür Hakka Semah dönerim yeminlerimden Ama günahkar değilim, asi yaşama Zamanın Yanılgıları Eyüp EKİNCİ * 1 973’de Gemlik’de doğdu, Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun oldu. Mersin ili Erdemli İlçe Nüfus Müdürlüğünde memur olarak çalışmaktadır. * Eyüp EKİNCİ Mersin Türk Büro-Sen Erdemli İlçe Temsilcisi Yalova Termal Kaymakamlığının düzenlediği “deprem” konulu anı yarışmasında dereceye girmiş ardından T.C. İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğünün düzenlemiş olduğu makale yarışmalarında ödüller almıştır. 2014 yılında Güncel Sanat Dergisinin düzenlediği 4. Kaygusuz Abdal şiir yarışmasında Seçici Kurul ödülü almıştır. Şiirleri Mühür, Kıyı, Ay Dili, Ekin Sanat gibi dergilerde yayınlanmıştır. SENCE 2014 Sayı 5 49 Peyami Safa SENCE Bir Tereddüdün Romancısı: Mustafa YİĞİT ⎟ H ayatını yalnızca kaleminden kazanan gazeteci/mütefekkir kuşağın en önemli temsilcilerinden biri olan Osman Peyami Safa 1899 yılında İstanbul’da doğar. O, balkanların elden çıkışına şahitlik eden, büyük bir imparatorluğun çöküşünü gören, işgali yaşayan bir mustariptir. Onun Mustaripliği çocukluğundan itibaren kişisel hayatında da peşini bırakmaz. Küçük Safa 2 yaşında kaybettiği babasının yoksunluğuyla hayata bir sıfır yenik başlar, üstüne üstlük 17 yaşına kadar peşini bırakmayan hastalığıyla boğuşur. Peyami Safa’nın bu mücadeleli yaşamı daha sonra fikir hayatına da sirayet edecek, Onu Türkiye’deki en önemli Bab-ı ali polemiklerinin baş aktörü yapacaktır. Nâzım Hikmet, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul ve Aziz Nesin’le girmiş olduğu polemikler Türk fikir hayatındaki önemli kalem kavgaları arasında yer alacaktır. Peyami Safa gazetelerde sanat, edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji gibi değişik alanlarda 43 yıl hiç durmadan yazmıştır. Safa Türk fikir hayatına yalnızca makaleleriyle, köşe yazılarıyla, hikayeleriyle katkıda bulunmamış, aynı zamanda ses getiren romanlarıyla da büyük romancılar kuşağının önemli bir temsilcisi olmuş, sayısız değerli romana imza atmıştır. Cemil Meriç, Peyami İçin; “Düşünce tarihi, Edebiyat Tarihi bakımından Türkiye’de iki isim var romancı olarak: Peyami ve Yakup” derken O’nun romanının büyüklüğüne işaret eder. Hemen belirtelim ki, zor günlerinde sırf para kazanmak için, annesi Server Bedia’dan esinlenerek, Server Bedii adıyla yazdığı ve bir hafiye karakteri olarak yarattığı sanatsal değeri düşük “Cingöz Recai” serileri bu romanlarının dışındadır. 50 SENCE 2014 Sayı 5 Peyami Safa, Batı ve Doğu karşıtlığı, arada kalmışlığı, doğu ve batı arasındaki bu gelgitleri romanlarında aslında çok basit sembollerle ifade eder. Piyano Batıdır, UD Doğu. Bigudili saçlar Batıdır, örgülü saçlar Doğu, Opera Batı’dır, Gölge oyunu Doğu Harbiye Batı’dır, Fatih Doğu, velhasıl Sol Batı’dır, Sağ Doğu… Peyami’nin Doğu ve Batı dikatomisi üzerine geliştirmiş olduğu romanlarındaki bu basit tasnif makale ve fıkralarında ise derinleşir, güçlü analizlerle desteklenir. 1938 yılında kaleme aldığı “Türk İnkılabına Bakışlar” adlı eseri bu derin analizlerin bir kitapta toplandığı, ele alındığı önemli bir kaynaktır. O Batı kaynaklı ilmin, zihniyetin ve tekniğin “lüzum” ve “değeri”nin münakaşa edilemeyeceğine vurgu yaparken, manevi ve ahlaki seviyemizin teknik seviye yükseldikçe aynı nisbette alçaldığına dikkat çeker. Safa’ya göre bu ahlaki düşüş yalnızca Türk toplumuna özgü bir şey değildir; 1954 tarihli Türk Düşüncesi Dergisinde sarfettiği “Batı Meeniyetinin bizi nasıl kurtaracağını düşünmeden önce, O’nun kendi kendisini nasıl kurtaracağını düşünmeliyiz” sözleri bugün Batı’nın geldiği noktayı da işaret etmesi açısından önemlidir. O yalnızca kendi ülkesinin, kendi döneminin, kendi toplumunun değil diğer toplumların hastalıklarıyla da ilgilenir, o toplumların sorunlarıyla da büyük ölçüde hemhal olur, tespitlerde bulunur. O aynı zamanda tek ve ilk Türk Ütopya yazarıdır. Yalnızız adlı şaheserinde yeni bir dünya tasavvuru olan Peyami’nin “Simeranya”sıyla tanışırız. Bugün tam da bizim ihtiyaç duyduğumuz bir dünyanın imgesi olan Simeranya için Safa şöyle diyor; “O ülkede yalan yoktur. Simeranya’da mektepler yoktur. Program hatta bizim anladığımız manada hoca yoktur. Sadece çocuklara yol gösteren, onların sahalarını ve yollarını seçmelerine yardım edecek öncüler vardır. Orada kimse sinirlenmez, her yerde bir sükun ve huzur havası vardır.” Bu aslında Peyami’nin medeniyet tasavvurunun dışa vurumu, nasıl bir ülke istediğinin ütopik tasarısıdır. Değer Peyami Safa Osmanlı Coğrafyasında gözlerini açan gençliğini bu coğrafyada yaşayıp Cumhuriyet’le tanışan içinde bulunduğu toplumun gerekli, zorunlu, çoğu zaman da sancılı geçiş döneminin önemli şahitlerinden biridir. Peyami Safa bu döneme sadece şahitlik yapmamış, romanlarıyla, gazete köşelerindeki yazılarıyla, medeniyet değişimin yol açtığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı, modernleşen toplumda yaşanan ahlâk çöküntüsünü sarsıcı bir dille anlatmıştır. O, Fatih Harbiye, Sözde Kızlar, Canan gibi romanlarında hep bu travmayı farklı yönleriyle ele alır. Peyami Safa bu romanlarında bir imparatorluğun enkazı altında kalan, büyük bir medeniyetinin yıkılıp yeni bir medeniyetin eşiğinde olan Türk toplumunun buhranlarını, isyanlarını, ümitlerini kimi zaman şüpheci, kimi zaman şaşırtıcı fakat daima sorgulayıcı tavrıyla, etkileyici anlatımıyla okuyucusuna sunar. Geçirdiği rahatsızlıklarla insan anatomisi ve psikolojisi üzerinde bir hekim yetkinliğinde ustalaşması, Peyami Safa’nın eserlerinde dönem analizlerinin yanı sıra, insan psikolojisi üzerinde de bir hekim titizliğinde durmasına yol açar. Bu tıbbi bilgilerini konuşturduğu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında “Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüyen” kahramanı onun hastalıklı geçen çocukluğuna bakışını dramatik bir şekilde yansıtır. Bu mütefekkir romancı, Biz İnsanlar, Matmazel Noralya’nın Koltuğu, Bir Tereddüdün Romanı ve Yalnızız gibi eserlerinde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutar. Bu eserlerinde Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi çöküntüsü ve bunun Türk toplumu üzerindeki buhrani tesirini ele alır. Safa, bu zorlu yıllarının ahlâki ve içtimâî hayatı perişan eden havası içinde, yaşanılan yenilmişlik ve çaresizlik duygusuna rağmen; dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunmasını yapar, kozmopolitliğe karşı milliyetçiliği, materyalizme karşı maneviyatçılığı bayraklaştırır. O bu yüzden kendisini şöyle tanımlar “Memlekete ait düşünceleremi aksettiren bütün yazılarım(seri halindeki makalelerim, fıkralarım, kitaplarım ve romanlarım) istisnasız milliyetçidir.Felsefi yazı ve tenkidlerimin hepsi istisnasız anti materyalist ve anti Marksisttir. Asrın nihilist temayüllerine karşı yazılmış bir romanım kahramanının şahsında tereddüdü mahkum eder. İslam ve Türkçülüğün esaslarına aykırı tek bir yazım yoktur.” Evet Peyami; nihilistleşen insanın, değerlerine yabancılaşan insanın, bu duygu ve düşünce tezadını eserlerinde ustaca işler. İnsan ruhunun maddeyle, eşyayla olan hastalıklı ilişkisini, toplumun kendine, tarihine, kültürüne nasıl yabancılaştığını çok net bir şekilde ortaya koyar. İşte Peyami Safa; büyük bir İmparatorluğun küllerinden doğan Cumhuriyet’in, sancılı bu geçiş döneminin en önemli köşe yazarlarından biri olmanın yanı sıra, edebiyatımıza kazandırdığı her biri şahika olan romanlarıyla, Türk toplumunun tereddütlerini kaleme aldığı bu büyük eserleriyle, Türk edebiyat tarihinin en mümtaz zirvelerinden biridir. SENCE 2014 Sayı 5 51 SENCE Cemİl Merİç Kalp gözüyle dünyamızı aydınlatan bir münzevi Mustafa YİĞİT ⎟ C emil Meriç “…her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım: karanlığa o kadar alışmışsınız ki, yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi! Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bir ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” diyor. Ancak bunu söylerken de en çok kendisine haksızlık ediyor. Çünkü karşımızda bu ülkede yüzyılın başında doğan gerçek bir entelektüel var. Kelimelerle dans eden, kelimelere kanat takıp uçuran söz ustası, büyük mütefekkir Cemil Meriç bundan 98 yıl önce Osmanlı İmparatorluğunun yıkıntıları içinde dünyaya gelmiş, ben ortaokul son sınıftayken, Onun kitaplarını okumaya başladığım ilk günlerde Modern Türkiye’nin Batı’yla hemhal olduğu tarihlerde ise bu dünyaya veda etmiş. Burada Cemil Meriç kimdir sorusunu klasik edebiyat kronolojisine sığınarak cevaplama niyetinde değilim. Bu her şeyden önce “Kronoloji: Aptalların tarihidir” diyen Cemil Meriç’e büyük bir haksızlık olur. Çünkü biliyorum ki, onun hakkında söz söyleyebilmek, düşünceleri hakkında yorum yapabilmek için onun bütün eserlerini okumanız da yeterli değildir. O bir fikir işçisi olduğu kadar, fildişi kulesinde yalnız yaşayan bir münzevidir. O hayatının ilk dönemlerinde Fransız etkisindeki Hatay’da milliyetçi düşüncelerinden dolayı okuldan atılan bir öğrenci, bir işçinin elini sıkmadan, komünist olarak yargılanan bir sakıncalı, ve nihayetinde hayatının son döneminde “Bu Ülke”de karar kılan bir yerli, kendi ifadesiyle bir “Osmanlı”dır. Evet, onunla tanıştığım ilk gün bugünkü gibi hafızamda: Elime tutuşturduğu kitapları işaret ederek “Bütün bu kitapları, âmâ bir adam yazmış” diyordu benden bir dönem büyük olan arkadaşım. Şaşırmıştım, şoke olmuştum.. bir âmâ insan nasıl bu kadar çok şeyi öğrenebilir ve bunları bir bilgi denizine dönüştürüp kitaplaştırırdı aklım almıyordu. Ancak onu okudukça öğrendim ki, Meriç, âmâlığına “Ama” diyen bir insandı. Bütün kabullere itiraz eden, bütün “olup-bitti”leri “Ama”nın süzgecinden geçiren, kızı Ümit Meriç’in enfes ifadesiyle “Karanlıktan ışık eleyen adam”dı. Evet, itiraf etmeliyim ki, Cemil Meriç beni ilk bu yönüyle etkilemiştir. 52 SENCE 2014 Sayı 5 Cemil Meriç’in kitaplarını ilk Ötüken basmış, daha sonra İletişim yayınları tarafından Cemil Meriç yeniden keşfedilmiş. İtiraf edeyim ki, Onu okumaya başladığımda önemini pek kavrayamamıştım. Asıl tanışıklığımız üniversite yıllarındadır. Çünkü bu dönemde kitaplarını yeniden okumaya, öğrendiklerimle yeniden Meriç’i keşfetmeye başlamıştım Bir okur için inanılmaz sarsıcı kitaplardı onun eserleri. “Mağradakiler”, “Bir facianın hikayesi” , “Bir dünyanın eşiğinde”, “Bu ülke”, “Umrandan Uygarlığa”, “Kültürden İrfana” “Kırk Ambar” ve kendi gizemli dünyasına bizi dahil ettiği “Jurnal”lerini soluksuz okuyordum.. Cemil Meriç, bir Konya yolculuğunda kendini dinleyen bir üniversiteli öğrencinin “Sen bizden değilsin” sözleriyle kendi insanımla tanıştım, kendimi buldum diyordu. Ben de bir Konyalı genç olarak onun satırlarında kendimi bulmuştum. Aslında Cemil Meirç’in okuyucuyu cezbeden en önemli yanı rahatsız edecek derecede tüm ezberleri bozmasıydı. Çünkü “Bütün öğrendiklerini unut ve öyle gel” diyen biri vardır karşınızda. Biraz Mevlana, biraz Yunus, biraz Himalayalar’dan gelen Konfiçyüs, biraz da Dante’dir Meriç. Düşüncenin bütün diyarlarını karış karış gezmiş bir düşünce seyyahıdır. Cemil Meriç aynı zamanda bir yalnız adamdır. Miskinler tekkesi olarak kabul ettiği fildişi kulelerin dışındaki aydın olacakken, fildişi kuleye sığınmak zorunda kalan, kütüphaneyi kendine yurt edinen bir yalnız adam. Bu yüzden Meriç uzun süre, fikir ve sanat kavgasının uzağında yaşar. Güncel politikadan da, kurtarıcılığına inanmadığı için sürekli kaçar. Bu kitaplara kaçıştır. İbadete oturur gibi kitapların başına oturur… Yıllarca bütün duygularını, bütün isyanlarını içinde yaşar, kitaplara sığınır bir münzevi olarak yıllarca. İnsanlığın düşünce tarihini tavaf eder burada. 70’li yıllarda ise fildişi kulesinden çıkar. Ama ne müthiş bir çıkıştır o. Makalelerinde, yayımladığı eserlerde Asya’nın Avrupa ile hesaplaşmasına tanık oluruz, bir asırdır gölgeler aleminde yaşayan ve insanından kopan aydının trajedisini kaleme alır, kaypak, müphem, tarif edilmemiş, Avrupa’nın emellerini dile getiren ama bizim şuursuzca benimsediğimiz mefhumlar, ideolojiler, sloganlar, elimize tutuşturulan reçeteler, aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde saçılır. Cemil Meriç’in duruşu Türkiye’nin dünyadaki duruşuna benzer, yüzü hem doğuya, hem batıya bakan çift başlı kartal gibidir. Dante’nin mısralarıyla, Sadi’nin vezinleri onda bütünleşir. Aslında onu anlamaya çalışmak bir nevi çılgınlıktır. Çünkü kelimeleriyle maziden atiye kement atan bir çılgındır o. Mesela onu okurken dünyanın yalnızca siyah ve beyazdan ibaret olmadığını ama grilerin de ihanete meyilli dünyalarının olduğunu, grilerle de yola çıkılamayacağını yine ondan öğrenirsiniz. Bu yüzden “başka bir renk seçin kendinize ve düşünceyi boğan düşünceden obskürantizm’den uzaklaşın” der. Düşünceyi boğan düşünceden nasıl kaçacaktık, işte bunun reçetesi yoktur onda. Bu rengin ne olduğunu söylemekten kaçınır bir hali vardır. Okudukça, reçetesiz bir öneriyle karşı karşıya olduğunuzu görürüsünüz. Değer Cemil Meriç gözlerini 30’lu yaşlarda kaybetmiş, gözleri görmez olduktan sonra kızı Ümit Meriç ona kitap okumuş yıllarca. Kimi zaman da yanında bulunan ve bugün gazetelerde şöhretli yazar olan pek çok genç ona okuyarak, onun tedrisatından geçmişler, Cemil Meriç aydınlanmasından nasibini almışlar. Evet her yazar okundukça daha çok anlaşılır ancak Cemil Meriç bunun belki de yeryüzündeki tek istisnasıdır. Okudukça daha çok anlaşılmaz olur Meriç. Çünkü sizi ait olduğunuz dünyanızdan alıp koparır. Sizi yeniden inşa eder. Ama inşa ederken “şu olun” demez size. “Hiçbir zaman sol da olmadım, sağ da. Böyle bir sınıflama sokaktaki adam için geçerli olabilir. Ömrünü düşünceye adayan, Eflatundan Marx’ a kadar her düşünce adamını sevgi ve saygıyla selamlayan, bütün dinlere, bütün mezheplere saygılı bir kimsenin, herhangi bir kilisede barınabileceği nasıl düşünebilir. İnsanla ilgili her ümit, her teselli her hayat kutsal” diyen birini ideolojinin kalıplarıyla nasıl değerlendirebiliriz? “Entelektüelin ilk vasfı tenkitçiliğidir. Entelektüel dünyayı her gün yeni baştan kurabileceğine inanan adamdır” diyen Meriç, bugüne kadar duymadığınız ve bilmediğiniz pek çok şeyi; yıkarak, isyan ederek, sorgulayarak, sorgulatarak, tokatlayarak, uyandırarak, yakanızdan tutup sizi silkeleyerek söyler sizi sığındığınız “mağaralarınızdan çıkarır” ve bundan sonra “sizi kendinizle baş başa” öylece bırakır. Artık ait olduğunuz gruba, cemaate çok uzaksınızdır. Onları sorgulamaya başlamış, değişmişinizdir. Klasik şablonlarınızla, bildiğiniz doğrularla bakamazsınız dünyaya. Ve siz de artık bir anlaşılmayan olarak ortalıkta dolanmaya başlarsınız. Çok şeyi öğrenmişsinizdir ancak çok da yalnızsınızdır. Onu okumak, bir kiliseye, camiye aitsen buraları terk etmek, değilsen de buralara yaklaşmak demektir. Cemil Meriç’in gücü buradan gelir aslında. Size ait olduğunuz yeri sorgulatır. Düşünce dünyasının sağındaysanız, solu, solundaysanız sağı sorgulamaya başlarsınız. Çünkü o size cemaatiniz, grubunuz tarafından verilmiş olan koordinatlarınızı kaybettirir. Aklınızı kiraya vermekten sizi men eder. Pusulanızın yalnız ve yalnızca kendiniz olması gerektiğini söyler. SENCE 2014 Sayı 5 53 SENCE Dijital İletişim Murat ERTAN ⎟ Eğitim Bilim Uzmanı G eçmişte dumanla iletişim kuruluyor, güvercinlerle haberleşme sağlanıyordu. İlk çağ insanlarının, av öyküsünü başkalarına anlatmak için mağara duvarına çizdiği resimlerle başlayan bilgi paylaşımı, binlerce yıl boyunca gelişerek devam etmiştir. Bugün ise iletişim; televizyon, radyo, telefon, gazete, dergi, bilgisayar, internet, cep telefonu aracılığıyla kurulmaktadır. Teknoloji sayesinde dünyanın en uzak yerindeki insanlarla yanımızda gibi iletişim kurabilmekteyiz. Bilgisayar aracılığıyla internet; televizyon, radyo, telefon, gazete ve derginin hepsini kapsamaktadır. Televizyonlar, yerini bilgisayarlara ve akıllı telefonlara bırakırken cep telefonları iletişim için en önemli araç haline gelmiştir. Böylece iletişim kolaylaşmaya ve hız kazanmaya başlamıştır. 54 SENCE 2014 Sayı 5 Genç kuşak, dünyayı bilgisayar, cep telefonu ve internet üzerinden takip ederken interneti olmayan her cihaz sorgulanmaya başlamıştır. Yeni teknolojik cihazlarla, sosyal medya önem kazanarak dijital iletişime hızlı bir geçiş yapılmaktadır. Günümüzde teknolojinin ilerlemesinin doğal sonucu olarak gelişen ve elektronikleşen iletişim araçları, iletişime sürat ve kolaylık sağlamakla kalmamış; aynı zamanda iletişimi, kitle iletişimine çevirmiştir. Hayat, düşündüğümüzden daha hızlı değişiyor. Kısa süre önce çok önem taşıyan bir durum yeni gelişmeler karşısında önemini yitiriveriyor. Üzülerek belirtmeliyiz ki uzaktakiler ile kolay iletişim kurulabilirken, dost ve akrabalarımızla iletişim kurmak da yavaş davranıp onları ihmal edebiliyoruz. İletişim Sosyal Medyanın İletişime Etkisi Sosyal Ağların Yaşam Kalitemize Etkisi Dünyada popüler hale gelen sosyal ağlar, gerçek anlamda yüz yüze görüşme etkisi oluşturmasa da, insan iletişimi konusunda hayatımızın bir parçası olmaya başladığından, insanlar başkalarının hayatını merak etmekte, kendi hayatlarının ayrıntılarını, her anını anlatmak, fotoğraflarını paylaşmak istemektedirler. Schools.com tarafından yayınlanan infografiğe göre; • İnsanlar, sosyal ağlarda yaşadığını göstermek ve tecrübelerini paylaşmak için yarışıyor. • İnsanlar mutluluk haberlerinin %62’sini sosyal ağlarda paylaşıyor. Günümüzde sosyalleşme insanlarla bir arada olmak anlamını taşımıyor. Sosyal ağların iletişim olarak değerlendirildiğini, iletişimin sadece konuşmak ya da yazmak anlamına gelmediğini fark etmeliyiz. • İnsanların %24’ü yaşadığı an ve deneyimleri sosyal ağlarda paylaşarak, özel anları kaçırıyor. • İnsanlar her gün Facebook’ta 10.5 milyar dakika geçiriyor. İletişimde beden dili, jest ve mimikler çok önemlidir. Sosyal medyada haberleşirken, yazarken beden dilini kullanmıyoruz. İnsanlar doğadan ve doğallıktan uzaklaştı. Duyularını, beden dillerini daha az kullanmakta, görsel temas azalmakta, dokunma duyumuzu ise neredeyse köreltmek üzereyiz. • Mobil girişleri içermeyen sayının yaklaşık 19,963 yıla tekabül ettiği belirtiliyor. • Hindistan, ABD, Fransa, İngiltere, Avustralya, Yeni Zelanda ve Singapur’daki Facebook kullanıcıları her gün 20 dakikadan fazla zaman geçiriyor. Duygularımızı paylaşamıyoruz. Fiziksel temasın ve paylaşımın azalması, insanlar arasındaki ilişkilerin kopukluğu ve sonucunda oluşan iletişim eksikliği insanları yalnızlığa itiyor. Gençlerin sosyal ağları kullanım şekli; Sosyal ağlar sık kullanıldığında, gelecek beklentisi olmayan, çevresindeki olaylara karşı duyarsız, zamanını nasıl değerlendireceğini bilemeyen, utanma duygusu azalan, tüketme eğilimi artan insanlar çoğalmakta, yüz yüze iletişimden uzaklaşılmakta, tembelleşilmekte, sabırsız hale gelinmektedir. Medya sadece gençleri değil, yetişkinleri de etkilemektedir. Basında çıkan haberlere göre; yetişkinler de sosyal medyadan ve bilgisayardan çok fazla etkilenmektedir. Yetişkinlerin böyle etkilendiği bir ortamdan gençlerimizin etkilenmemesini beklemek ne kadar doğru olabilir. İki yıl önce Avrupa’da bir genç bilgisayar karşısında sekiz saat kaldığı için öldü. • Sosyal medyada insanların %33’ü internetten yeni insanlar ile tanışmayı seviyor. • Facebook kullanıcılarının %50’sinin ise 100’den fazla arkadaşı bulunuyor. • Sosyal medyada insanların %39’u yüz yüze görüşmekten çok online görüşmeyi tercih ediyor. • 18-24 yaş aralığındaki kullanıcıların %43’ü arkadaşlarıyla planlarını sosyal medyada yapıyor. • İnsanların çoğu sosyal ağlarda kendilerini abartıp birbirlerine yalan söylüyor. Bu oran Amerika’da %24 iken, İngiltere’de %28 olarak gösteriliyor. Youth Insıght’ın 2013 araştırması sonucu: • Gençler sosyal medya için haftada 50 saat zaman harcamaktalar. • Lise öğrencileri sosyal medyada 16.00-24.00 zaman diliminde daha aktifler. • Üniversite öğrencileri ise 22.00-02.00 zaman diliminde aktifler. • Gençler sosyal medyada en çok teknoloji ve hazır giyim sektörlerini takip ediyorlar. Sosyal Medyanın İnsan Psikolojisine Etkisi • Sosyal medya, dedikodu kültürünü artırıyor. • Utanma duygusunu ve yüz yüze iletişimi azaltıyor. SENCE 2014 Sayı 5 55 Çocuk, aileden gördüğü alışkanlıklar ile kendi şid şekillendiriyor. Çocukların bilgi ve eğlence arasında SENCE • İnsanların çoğu kendini abartarak tanıtıyor. • İhanetin boyutunu genişleterek artırıyor. • Başkalarını izleme ve ayrıntılarını araştırma kültürünü oluşturuyor. • Daha çok duyulma ve görülme isteği oluşturuyor. • Sosyal medya, kısa süreli şöhretler oluşturuyor. Popülarite arttıkça, arkadaş sayısı ve takipçi sayısı artıyor. Sayı arttıkça yalancı kahramanlar oluşuyor. görevler düşmektedir. • İnternet suçlarından korunmak için yasalara ihtiyaç duyulmaya başlandı. Kendimizi korumak için kurallara ihtiyaç doğdu. Çocuklar Medya İzleme Alışkanlığını Evde Öğreniyor ABD’de 10 çocuktan 4’ünün cep telefonu ve F Dijital medya okuryazarlığı, özellikle büyüme çağındaki çocuklara kazandırılması gereken bir eğitimdir. Çocuklar medya izleme alışkanlıklarını önce evde öğreniyor. Anne, babanın medya ile iletişimi bu açıdan çocuğa örnek model oluşturuyor. altındaki çocukların yüzde 40’ının Facebook hesabı • Ruh sağlığını olumsuz etkiliyor, kendini beğenmeyi, bencilliği artırıyor. Çocuk, aileden gördüğü alışkanlıklar ile kendi medya izleme alışkanlıklarını şekillendiriyor. Çocukların bilgi ve eğlence arasında tercih yapmasında aileye önemli görevler düşmektedir. sosyal medya riskler oluşturmaktadır. • Sosyal medya bağımlılığı hastalığı oluştu. Ulaşamadığı, ulaşılamadığı zaman depresyona girenler olabiliyor. • Beğenilme duygusunu tetikleyen paylaşımlar, iletişimi olumsuz etkilediği için insanları yalnızlaştırıyor. • Tedbir elden gidiyor, kişisel bilgiler paylaşılıyor. (Gazetelerde internetten tanıştı diye cinayet, tecavüz, şantaj haberleri görüyoruz.) Çocukların 13 yaşından önce sosyal medyadan ABD’de 10 çocuktan 4’ünün cep telefonu, Facebook hesabı var. 10 yaş ve altındaki çocukların yüzde 40’ının Facebook hesabı ve mobil telefonu bulunmaktadır. Bu yaş grubu için sosyal medya riskler oluşturmaktadır. Çocukların 13 yaşından önce sosyal medyadan korunması yönünde ebeveynlerinden ve öğretmenlerinden rehberlik alması gerekmektedir. ile öğretmenlerinden rehberlik alması gerekmektedir. ya • Yüzsüzlüğü artırdı. İnsanların yüzüne söylenemeyecekler ekrandan aktarılabiliyor. • Sosyal medyada kendi kimliğinizden başkası olabiliyorsunuz. Sanal iletişim, yüz yüze iletişimden fazla ise insanlarda sıkıntılar oluşabiliyor. Medyayı okuyabilmek; neyi, neden izlediğini sormak, verilen mesajın anlamını, bu mesajın hedef kitlesini ve amacını sorgulamak olmalıdır. Medyayı okuyabilmek; neyi, neden izlediğini s Dijital Şiddet Eğlence Gibi Algılanıyor içi mesajın hedef kitlesini ve amacını sorgulamak olma etk • • 56 Sosyal medyadaki iletilerden dolayı kavgalar ve tehlikeler artıyor. İş yerinde çalışanlar arsındaki huzuru bozabiliyor. Şirket bilgilerinin paylaşılması da yeni riskler arasında görülüyor. Sosyal olayları organize eden platform haline gelebiliyor. Kitleleri organize edip harekete geçmeleri sağlanabiliyor. Söylentiler oluşturarak kitleler olumsuzluklara sürüklenebiliyor. SENCE 2014 Sayı 5 Oyunlar, çocuğun kişiliğinin gelişiminde ve eğitiminde önemli yer tutmaktadır. Oyun algısı günümüzde farklılık göstermekte, çocukların en büyük tutkusu bilgisayar olmaktadır. Bilgisayar oyunlarının bağımlılık oluşturan doğası, ebeveynleri söz konusu oyunların çocuklar üzerindeki olumsuz etkileri hakkında endişelenmeye sevk ediyor. dü so İletişim ddet arasındaki ayrımın çok iyi yapılması gerekmektedir. AİLELERE ÖNERİLER • Bilgisayarı yasaklamak yerine kullanımı kontrol edilmelidir. Çünkü insanlarda yasaklara karşı merak ve öğrenme duygusu uyanmaktadır. • Gençlere bilgisayarın doğru kullanımının öğretilmesi gerekir. • Ailenin bilgisayar ile ilgili kurallarının olması ve oluşturulan kuralların arkasında durması gerekir. Bilgisayar oyunları, çocukların gerçek yaşamda şiddeti normal algılamasına neden olmaktadır. İnternette yer alan şiddet içeren oyunlarda polis öldürmek, otomobil çalmak, tanker yakmak gibi bazı eylemler, çocuklara kazandırdıkları yüksek puanlar ile ödül gibi sunularak, çocukları saldırgan, saygısız, düşünemeyen bireyler haline getirmektedir. • Bilgisayar karşısında iki saatten fazla kalınmamalıdır. İnternet, belirli zaman dilimlerinde ve sınırlı sürede kullanılmalıdır. Gençler Sanal Dünyalarda Esir Oluyor • Gençlerin 13 yaşından önce sosyal medya kullanıcısı olmamasına dikkat edilmelidir. Medya, çocukları gerçek dünyadan uzaklaştırarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar • Medya araçlarından alınan mesajların sorgulanması ve analiz edilmesi gerekmektedir. Bilgisayar oyunlarındaki şiddet,ve çocuğun gerçek yaşamda etişimin gereklerini unutuyor medyayla çok zaman geçiriyor. Böylece kendilerine, da bunu normal görmesine sebep olmaktadır. Bu oyunlar, zorbalık, küfür etme, akranlara veya kardeşlere dayak atma gibi eğilimlerin artmasına yol açmaktadır. Daha sonra çocuklar, aynı şiddet içeren hareketleri günlük yaşamda da kullanmaktadır. akınlarına ve çocuklarına zaman ayıramıyor. • Bilgisayar, yetişkinlerin görebilecekleri ortak kullanım alanlarında bulunmalıdır. • Filtreleme programları oluşturulı, internet ortamında Gençlerin internet bağımlılığı oluşturmaları yanında, denetimsiz kullanımı da kendileri neler yaptıklarını, kimler ile tanıştıklarını göstermeleri istenmelidir. Eğlence ve şiddet arasındaki ayrımın çok iyi yapılması gein zararlı olabilecektir. Gençler yaşlarına uygun olmayan sitelere girip ruhsal açıdan rekmektedir. Dijital şiddet, bazen çocuklarda eğlence aracı olarak algılanmaktadır. • Ailenin aynı bilgisayarı paylaşması da sınırlama açı- Gençler Sanal Dünyalarda Esir Oluyor • Gençlere yönelik şiddet, zararlı olabilecek unsurların kaldırılması sağlanmalıdır. sından yararlıdır. kilenebileceklerdir. Anne baba ise sanal dünyanın zararlarını göz ardı ederek, gerçek ünyadan daha güvende olduğunu düşünecektir. Sanal dünya, çocukları gerçek dünyadan uzaklaştırarak etkisi altına almaktadır. İnsanlar iletişimin gereklerini unutuyor ve medyayla çok zaman geçiriyor. Böylece kendilerine, yakınlarına ve çocuklarına zaman ayıramıyor. Gençlerin de anne ve babalara öğretebileceği bilgileMedyadaki programların olumsuzlukları, ileri•aşamalarda çocukları yaşamdan rin olduğu bilinmelidir. Bilginin yararlı ve zararlı yanları anlatılarak onlarla tartışılmalıdır. oğutacak, düşünmelerini ve üretmelerini engelleyebilecektir. Gençlerin internet bağımlılığı oluşturmaları yanında, denetimsiz kullanımı da kendileri için zararlı olabilecektir. Gençler yaşlarına uygun olmayan sitelere girip ruhsal açıdan etkilenebileceklerdir. Anne baba ise sanal dünyanın zararlarını göz ardı ederek, gerçek dünyadan daha güvende olduğunu düşünecektir. • Gençler ile bilgisayar ve internet konusunda sohbet edilmeli, okudukları ya da gördüklerinin bazılarının yanlış olabileceği onlara anlatılmalıdır. Çocukların beyni bilgisayar gibi boş, medyadaki programların olumsuzlukları, ileri aşamalarda çocukları yaşamdan soğutacak, düşünmelerini ve üretmelerini engelleyebilecektir. Eğer çocuğa yeteri kadar sevgi, ilgi gösteremez ve zaman ayıramazsak o da sığınacağı limanlara gidecek televizyon ve bilgisayara yönelecektir. • Aile ile ilgili çocuğa verilecek görev ve sorumluluklar da çocuğu kolaylıkla bilgisayardan uzaklaştırmaktadır. • Kitap okuma alışkanlığı kazandırılmalı, gençlerle birlikte yetişkinlerin de kitap okuması sağlanmalıdır. • Bilgisayarsız bir gün belirleyip aile bireylerinin birlikte katılabilecekleri geziler, sosyal, sportif etkinlikler, hobiler, oluşturulmalıdır. SENCE 2014 Sayı 5 57 SENCE Teknoloji ve Tıp Ülkü DAVUTOĞLU ⎟ T ürk Dil Kurumu, teknolojiyi; “İnsanın maddi çevresini denetlemek ve değiştirmek amacıyla geliştirdiği araç gereçlerle bunlara ilişkin bilgilerin tümü” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdan yola çıkıldığında, bir bilim dalının işleyişini etkileyen bilgilerin bütünü ile araç ve gereçlerin gelişimi teknolojik gelişme olarak nitelendirilebilir. Bu yazı, günümüz tıp teknolojisini ve gelişimini bu tanım kapsamında ele alacaktır. 58 SENCE 2014 Sayı 5 Ali Haydar Bayat’ın ifade ettiği gibi “yeryüzünde vücut acısının koparttığı ilk çığlık hekim çağıran ilk ses olmuştur; ancak bu sese ne zaman cevap verildiğini bilememekteyiz”. Verilen cevapların birikimi ile günümüzde kullanılan ilaçlar ve tedavi yöntemlerine ulaşılmış, yeni araştırma ve çalışmalar ile -diğer bilim dallarına oranla yavaş da olsa- çok ciddi ilerlemeler olmuştur, olmaktadır. Diğer bir deyiş ile Günümüz tıp alanında kullanılan teknolojiler; tedavi ve cerrahi amaçlı kullanılan lazer cihazları, endoskopik makinalar ile teşhis için kullanılan MR ve radyoloji cihazların bütününden oluşmaktadır. İnsanlık tarihine baktığımızda Tıpta kullanılan teknolojilerin başlangıcının da sanayi devrimi (18. yüzyıl ortaları) ile ilgili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, burada göze çarpan nokta, yukarıda da değinildiği gibi Tıptaki ilerlemelerin diğer bilim ve üretim dallarına kıyasla daha yavaş olduğu hususudur. Sanayi devriminden, günlük yaşam çok çabuk etkilenmiş, üretim hızla makinalaşmış, bu makinalaşma ve pozitif bilimlerdeki hızlı gelişmeler, diğer birçok bilim dalını ve toplumsal hayatı bir hayli etkilemiştir. Buna bağlı olarak, 18. yüzyılın sonları ve 19. yüzyılın başlarında toplum yapısı neredeyse tamamı ile değişmiştir. Ancak tıbbi yöntemlerin sanayileşmeden etkilenmesi daha uzun zaman almıştır. Öyle ki, Tıpta ileri teknoloji olarak nitelendirebileceğimiz yöntemler ilk olarak teşhis aşamasında kullanılmış bunların ilk kullanımı ise 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarını bulmuştur. İlk radyolojik teşhis deneyleri crookers (William Crook’un geliştirdiği) adı verilen tüplerle 18. yüzyıl sonunda İngiltere’de ve Almanya’da yapılmıştır. Bu çalışmalar sonrası bulunan x ışını 1895 Aralığında ilk kez tıbbi amaçlı kullanılmıştır. 1901 yılında, günümüz röntgen cihazına adını veren Alman fizikçi W.C RÖNTGEN bu buluşu ile Nobel Fizik Ödülünü almıştır. 1920’de ilk mamografi, 1923’te ilk anjiografi uygulaması yapılmıştır. 1936’da X-ışınları ile ilk olarak akciğer tüberkülozu için kitle taraması yapılmıştır. 1988’de ilk MR kullanımı gerçekleşmiştir. 1990’da Beyinin fonksiyonel MR incelemesi geliştirilmiştir. Yine 1990’da ilk renkli Doppler uygulaması yapılmıştır. Görüldüğü gibi ileri teknoloji ilk olarak teşhis için kullanılmış, teknoloji cerrahi alanlara sıçrayışı ise, endoskopi tekniklerinin cerrahi ile tanışması ile gerçekleşmiştir. Ancak, bu tanışma 1980’li yılları bulmuştur. Prof Dr. Ergun GÖNEY, “Endoskopik (Laparoskopik) Cerrahinin Tarihçesi” adlı eserinde “genel cerrahların, atipik sağ alt kadran ağrısı olan genç kadınların değerlendirilmesine jinekologlara yardımları esnasında laparaskopi ile tanıştıklarını” ifade etmektedir. Aynı eserde laparoskopinin ik kez hayvan modellerinde 1985’te denendiği ve Fransa’da 1987’de bir jinekolojik operasyon esnasında ilk defa insan üzerinde laparoskopik uygulamanın yapıldığı, 1988’de laparoskopinin ABD’de rutin haline geldiği bilgileri yer almaktadır. Teknoloji büyüklerimizin dilinde pelesenk olan “Tıp çok gelişti, çok” ifadesi günümüz için çok yerinde bir ifadedir. Endoskopik cerrahi yöntemlerin en büyük avantajı küçük kesilerle büyük ameliyatlar gerçekleştirebilinmesine olanak sağlamalarıdır. Hastanın çabuk iyileşmesi, kan kaybının az olması, enfeksiyon riskinin az olması gibi faydalar ameliyatın ok küçük kesiler ile gerçekleştirilmesinin sonucudur. Endoskopik cerrahi günümüzde giderek yaygınlaşmaktadır. Görünen o ki, bugün bile zorluğu nedeni ile imtina edilen bazı ameliyatlar gelecekte endoskopik cerrahi ile çok daha kolay hale gelecektir. (Gerçi dergimizin 2. sayısında “Teknolojinin Yönü” başlıklı yazımda da belirttiğim üzere, teknolojinin nereye gideceği hiç belli olmadığı ve olmayacağı gibi, gelişme beklenen alanlar dışında çok farklı alanlarda da gelişebilir. Bilim tarihi bunun örnekleri ile doludur.) Cerrahi yöntemlerin bir diğer mihenk taşı ise lazer’dir. Lazer teknolojisi Tıp alanına en çabuk adapte dilen teknolojidir. Lazerin en büyük avantajı ise; kesme ve kesilen yerden dokuyu çıkarma ya da dikme işlemi olan cerrahinin lazer sayesinde çok kontrollü yapılabiliyor olmasıdır. Hekimler elleri ile hiçbir şekilde hakim olamayacakları derecede küçük kesileri lazer sayesinde yapabildiklerini ifade etmektedir. Örneğin, göz gibi küçük ve elle müdahale edilmesi neredeyse imkansız olan organa bile lazer ile başarılı cerrahi operasyonlar yapılmaktadır.. Özetle, teknolojik gelişmelerin Tıp alanına yansıması sonucu gerek teşhis gerek tedavide yüksek teknolojinin nimetlerinden faydalanılmaktadır. Çeşitli radyolojik görüntüleme ve MR cihazları ile tanılar daha doğru ve kısa sürede konulabilmekte, endoskopik ve lazer cihazları ile ameliyatlar hem hasta hem hekim açısından çok daha rahat geçebilmektedir. Ancak yine iş hekimlerde bitmektedir. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, cerrahi tedavilerin başarısı hekimlerin bilgi birikimi ve el maharetine, teşhis ve diğer tedavi yöntemlerin başarısı ise yine hekimlerin bilgi birikimine ve bulguları ne kadar doğru yorumladıklarına bağlıdır. SENCE 2014 Sayı 5 59 SENCE KEŞKE dememek için... İş Güvenliği Kapsamında Acil Durum Planlaması ve Yönetimi Kimya Yük. Müh. Yasin PEKEROĞLU ⎟ A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı A cil durum yönetimi ülkemizde her türlü doğal afet, iş kazası, trafik kazası, sabotaj, yangın, patlama, teknolojik riskler, çevresel felaketler vb. yaşanan olaylar sonrasında oldukça sorgulanan bir konudur. Böylesine bir konu da yaşanan acil durumlarda önleyici çalışmaların farkındalığının öneminden sıklıkla bahsedilir. Özünde teknik ve sosyal boyutuyla mühendislik, sosyal bilimler ve idari bilimlerin kapsadığı birçok disiplinin ortak öngörüsüyle tedbir ve müdahale çalışması ile başarılı olunabilmektedir. 60 SENCE 2014 Sayı 5 Gelişmiş ülkelerin bu tür durumlara reflekslerinin hızlı ve etkin olmasının nedeni en başta deneyimleri ve çoklu sorgulamaların neticesidir. Acil durumlara hazırlıklı olmayan organizasyonlarda, işletmelerde hatta kamu otoritelerinde acil hallerde can ve mal kayıpları fazla olmakta ve önem arz eden ihtiyaçlarının kısa süreli ve etkili yöntemlerle yerine getirilmesi çoğu zaman mümkün olmamaktadır. başlayarak, nasıl organize olunması gerektiği ve hangi yöntemlerle karşılanacağının önceden planlanması gerekmektedir. Bu bağlamda karşılaşabilecek tehlikelerin ve bunun sonucu oluşabilecek risklerin bilinmesi açısından nasıl davranılması gerektiğinden Acil durum kavramı; ulusal mevzuatımızda kurumların iç düzenlemelerine ve konu ile ilgili standartlarında farklı bir şekilde tariflendirilmiştir. Yazının asıl kapsamı; tesislerde, işyerlerinde olası acil durumlarda meydana gelebilecek zararları asgari seviyeye indirmek ve uygulanabilir planlar üzerinedir. Bu planlar acil durum yönetimin en önemli argümanlarıdır. Çalışma Hayatı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığınca 2013 yılında yürürlüğe giren İşyerlerinde Acil Durumlar Hakkında Yönetmeliğe göre acil durum kavramı; “İşyerinin tamamında veya bir kısmında meydana gelebilecek yangın, patlama, tehlikeli kimyasal maddelerden kaynaklanan yayılım, doğal afet gibi acil müdahale, mücadele, ilkyardım veya tahliye gerektiren olayları” ifade etmektedir. Konunun belki de ilk muhatabı olarak algılanan AFAD’ın Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki 5902 sayılı Kanuna göre “Toplumun tamamının veya belli kesimlerinin normal hayat ve faaliyetlerini durduran veya kesintiye uğratan ve acil müdahaleyi gerektiren olayları ve bu olayların oluşturduğu kriz halini” ifade etmektedir. Son olarak ülkemiz açısından neredeyse her gün yaşanan yangın olaylarının yasal olarak tek yönetmelik halinde tarif edilmiş ve 2007 yılından beri yürürlükte olan Binaların Yangından Korunması Hakkında Yönetmeliğe göre de “Afet olarak değerlendirilen olaylar ile dikkatsizlik, tedbirsizlik, ihmal, kasıt ve çeşitli sebeplerle meydana getirilen olayların yol açtığı hâller” şeklinde tarif edilmektedir. ri başta olmak üzere yönetim ve kontrol, kaynak yönetimi, kayıtların tutulması ve iletişim kaynaklarına kadar bir dizi faaliyet zincirinin sorgulanmasına bağlı bir süreçtir. Bu süreçte başta eğitim, tatbikat ve bir dizi dokümantasyon hazırlanması, hazırlıklı olunması gereken çok yönlülüğünün önemi üzerinde durulmaktadır. Acil durum yönetiminin dört aşaması olarak tarif edilen hazırlıklı olma, zararları azaltma, erken müdahale ve eski haline getirme/iyileştirme koşullarına uygun olarak etkin bir sistemi esas alan planlar, prosedürler, kontrol listeleri, formlar, talimatlar ve en radikal senaryolardan oluşan yapıyı inşa etmelidir. Acil durum planı ise; ÇSGB’nın yönetmeliğinde “İşyerlerinde meydana gelebilecek acil durumlarda yapılacak iş ve işlemler dahil bilgilerin ve uygulamaya yönelik eylemlerin yer aldığı planı” ifade ifade edilmektedir. Referans yönetmeliğe göre kamu, özel sektör fark etmeksizin; acil durum planı, tüm işyerleri için tasarım veya kuruluş aşamasından başlamak üzere; acil durumların belirlenmesi, bunların olumsuz etkilerinin önlenmesi ve sınırlandırıcı tedbirlerin alınması, görevlendirilecek kişilerin belirlenmesi, acil durum müdahale ve tahliye yöntemlerinin oluşturulması, dokümantasyon, tatbikat ve acil durum planının yenilenmesi aşamaları izlenerek hazırlanır. Acil durum yönetimi; can ve mal güvenliğine müdahale yöntemle- İşyerinde meydana gelebilecek acil durumlar: “Risk değerlendirmesi sonuçları, yangın, tehlikeli kimyasal maddelerden kaynaklanan yayılım ve patlama ihtimali, ilk yardım ve tahliye gerektirecek olaylar, doğal afetlerin meydana gelme ihtimali, sabotaj ihtimali” hususları dikkate alınarak belirlenir. Yasal mevzuat gereği; acil durum planı şu hususları kapsayacak şekilde dokümante edilir: “Asgarî olarak işyerinin unvanı, adresi ve işverenin adı, hazırlayanların adı, soyadı ve unvanı, hazırlandığı tarih ve geçerlilik tarihi, belirlenen acil durumlar, alınan önleyici ve sınırlandırıcı tedbirler, acil durum müdahale ve tahliye yöntemleri, işyerini veya işyerinin bölümlerini gösteren kroki, (yangın söndürme amaçlı kullanılacaklar da dâhil olmak üzere acil durum ekipmanlarının bulunduğu yerler, ilkyardım malzemelerinin bulunduğu yerler, kaçış yolları, toplanma yerleri ve bulunması halinde uyarı sistemlerinin de yer aldığı tahliye planı) görevlendirilen çalışanların ve varsa yedeklerinin adı, soyadı, unvanı, sorumluluk alanı ve iletişim bilgileri, ilk yardım, acil tıbbi müdahale, kurtarma ve yangınla mücadele konularında işyeri dışındaki kuruluşların irtibat numaraları, acil durum planının sayfaları numaralandırılarak; hazırlayan kişiler tarafından her sayfası paraflanıp, son sayfası imzalanır” ve söz konusu plan, acil durumla mücadele edecek ekiplerin kolayca ulaşabileceği şekilde işyerinde saklanır. Acil durum planı kapsamında hazırlanan kroki bina içinde kolayca görülebilecek yerlerde asılı olarak bulundurulur. SENCE 2014 Sayı 5 61 SENCE Referans yönetmelikte acil durumlara hazırlıklı olunması için işverene bir dizi yükümlülük getirilmiştir. Buna göre işveren: a) Çalışma ortamı, kullanılan maddeler, iş ekipmanı ile çevre şartlarını dikkate alarak meydana gelebilecek ve çalışan ile çalışma çevresini etkileyecek acil durumları önceden değerlendirerek muhtemel acil durumları belirler. b) Acil durumların olumsuz etkilerini önleyici ve sınırlandırıcı tedbirleri alır. c) Acil durumların olumsuz etkilerinden korunmak üzere gerekli ölçüm ve değerlendirmeleri yapar. ç) Acil durum planlarını hazırlar ve tatbikatların yapılmasını sağlar. d) Acil durumlarla mücadele için işyerinin büyüklüğü ve taşıdığı özel tehlikeler, yapılan işin niteliği, çalışan sayısı ile işyerinde bulunan diğer kişileri dikkate alarak; önleme, koruma, tahliye, yangınla mücadele, ilk yardım ve benzeri konularda uygun donanıma sahip ve bu konularda eğitimli yeterli sayıda çalışanı görevlendirir ve her zaman hazır bulunmalarını sağlar. e) Özellikle ilk yardım, acil tıbbi müdahale, kurtarma ve yangınla mücadele konularında, işyeri dışındaki kuruluşlarla irtibatı sağlayacak gerekli düzenlemeleri yapar. f) Acil durumlarda enerji kaynaklarının ve tehlike yaratabilecek sistemlerin olumsuz durumlar yaratmayacak ve koruyucu sistemleri etkilemeyecek şekilde devre dışı bırakılması ile ilgili gerekli düzenlemeleri yapar. 62 SENCE 2014 Sayı 5 g) Varsa alt işveren ve geçici iş ilişkisi kurulan işverenin çalışanları ile müşteri ve ziyaretçi gibi işyerinde bulunan diğer kişileri acil durumlar konusunda bilgilendirir. Acil durumlarla ilgili özel görevlendirilen çalışanların sorumlulukları işverenlerin konuya ilişkin yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. İşveren tüm bu tedbirler konusunda risklerden korunma ilkelerine uygun bir şekilde toplu korumayı esas alır. Kısacası acil durumlarda can güvenliğinin yalnızca tek bir tedbire dayandırılmayacağı biçimde gerekli önlemler tasarlanır. İşveren; çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 30 çalışana, tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 40 çalışana ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde 50 çalışana kadar; a) Arama, kurtarma ve tahliye, b) Yangınla mücadele, konularının her biri için uygun donanıma sahip ve özel eğitimli en az birer çalışanı destek elemanı olarak görevlendirir. İşyerinde bunları aşan sayılarda çalışanın bulunması halinde, tehlike sınıfına göre her 30, 40 ve 50’ye kadar çalışan için birer destek elemanı daha görevlendirir. Her ekipte bir ekip başı bulunur. İşveren tarafından acil durumlarda ekipler arası gerekli koordinasyonu sağlamak üzere çalışanları arasından bir sorumlu görevlendirilir. 10’dan az çalışanı olan ve az tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde birinci fıkrada belirtilen yükümlülüğü yerine getirmek üzere bir kişi görevlendirilmesi yeterlidir. Acil durum planları; tehlike sınıfına göre çok tehlikeli, tehlikeli ve az tehlikeli işyerlerinde sırasıyla en geç iki, dört ve altı yılda bir yenilenir. Hazırlanan acil durum planının uygulama adımlarının düzenli olarak takip edilebilmesi ve uygulanabilirliğinden emin olmak için işyerlerinde yılda en az bir defa olmak üzere tatbikat yapılır, denetlenir ve gözden geçirilerek gerekli düzeltici ve önleyici faaliyetler yapılır. Gerçekleştirilen tatbikatın tarihi, görülen eksiklikler ve bu eksiklikler doğrultusunda yapılacak düzenlemeleri içeren tatbikat raporu hazırlanır. Tatbikat neticesinde varsa aksayan yönler ve kazanılan deneyimlere göre acil durum planları gözden geçirilerek gerekli düzeltmeler yapılır. ilkyardım konusunda da İlkyardım Yönetmeliği esaslarına göre işveren destek elemanı görevlendirir. Sözkonusu yönetmelikte çalışanların yükümlülük ve sorumlulukları ise şöyle sıralanmıştır: Her konu için birden fazla çalışanın görevlendirilmesi gereken işyerlerinde bu çalışanlar konularına göre ekipler halinde koordineli olarak görev yapar. a) Acil durum planında belirtilen hususlar dahilinde alınan önleyici ve sınırlandırıcı tedbirlere uymak. b) İşyerindeki makine, cihaz, araç, gereç, tesis ve binalarda kendileri Çalışma Hayatı ve diğer kişilerin sağlık ve güvenliğini tehlikeye düşürecek acil durum ile karşılaştıklarında; hemen en yakın amirine, acil durumla ilgili görevlendirilen sorumluya veya çalışan temsilcisine haber vermek. c) Acil durumun giderilmesi için, işveren ile işyeri dışındaki ilgili kuruluşlardan olay yerine intikal eden ekiplerin talimatlarına uymak. ç) Acil durumlar sırasında kendisinin ve çalışma arkadaşlarının hayatını tehlikeye düşürmeyecek şekilde davranmaktır. İşveren, çalışanların kendileri veya diğer kişilerin güvenliği için ciddi ve yakın bir tehlike ile karşılaştıkları ve amirine hemen haber veremedikleri durumlarda; istenmeyen sonuçların önlenmesi için, bilgileri ve mevcut teknik donanımları çerçevesinde müdahale edebilmelerine imkân sağlar. Böyle bir durumda çalışanlar, ihmal veya dikkatsiz davranışları olmadıkça yaptıkları müdahaleden dolayı sorumlu tutulamaz. Tüm çalışanlar acil durum planları ile arama, kurtarma ve tahliye, yangınla mücadele, ilkyardım konularında görevlendirilen kişiler hakkında bilgilendirilir. İşe yeni alınan çalışana, iş sağlığı ve güvenliği eğitimlerine ilave olarak acil durum planları ile ilgili bilgilendirme yapılır. Acil durum konularıyla ilgili özel olarak görevlendirilenler, yürütecekleri faaliyetler ile ilgili özel olarak eğitilir. Ayrıca görevlendirilen çalışanlara, eğitimlerin işyerinde iş güvenliği uzmanı veya işyeri hekimi tarafından verilmesi halinde, bu durum işveren ile eğitim verenlerce imzalanarak belgelendirilir. İşverence acil durumların meydana gelmesi halinde uyarı verme, arama, kurtarma, tahliye, haberleşme, ilk yardım ve yangınla mücadele gibi uygulanması gereken acil durum müdahale yöntemleri belirlenir ve yazılı hale getirilir. Tahliye sonrası, işyeri dâhilinde kalmış olabilecek çalışanların belirlenmesi için sayım da dâhil olmak üzere gerekli kontroller yapılır. İşveren, işyerinde acil durumların meydana gelmesi halinde çalışanların bu durumun olumsuz etkilerinden korunması için bulundukları yerden güvenli bir yere gidebilmeleri amacıyla izlenebilecek uygun tahliye düzenlemelerini acil durum planında belirtir ve çalışanlara önceden gerekli talimatları verir. İşyerlerinde yaşlı, engelli, gebe veya kreş var ise çocuklara tahliye esnasında refakat edilmesi için tedbirler alınır. Acil durum müdahale ve tahliye yöntemleri oluşturulurken çalışanlar dışında müşteri, ziyaretçi gibi işyerinde bulunması muhtemel diğer kişiler de göz önünde bulundurulur. Acil durumda görev yapacak personelin görev ve sorumlulukları bu planda belirtilmiştir. Görevli personelin bu planda belirtilen konuları bilmeleri ve acil durumda bunları uygulamaları talep edilmektedir. Bu Plan şirket bünyesinde çalışan idari personelde dahil olmak üzere tüm çalışanları kapsar. Acil durumda görev yapacak personel bu konuda bilgili, eğitimli ve fiziki olarak yapacağı işe uygun olmalıdır. Acil duruma müdahale sırasında kendisi ve çevresi için ilave risk yaratmamalıdır. Sonuç olarak acil durumlara hazırlıklı olmak hem insani hem toplumsal hem de yasal bir zorunluluktur. Bu çerçeve de değerlendirildiğinde her işyerine özel gerekli değerlendirmelerin, eğitimlerin tatbikatların ve en önemlisi işin ve işyerinin koşullarına yönelik senaryolara göre dokümante edilmiş acil durum planı hazırlanmalıdır. Gereken tedbirler için herhangi bir tasarrufta bulunulmamalıdır. Önlemenin ödemekten daha ucuz ve insani olduğunun unutulmaması gerekmektedir. Yapılacak olan tatbikatlarda, önceden tespit edilen bir hedefe, bir riske yönelik senaryolar oluşturulmalıdır. Yangın tatbikatlarında sadece bir tavada yangın oluşturulduktan sonra söndürülmesi asla yeterli değildir. Ayrıca her yıl zorunlu olarak yapılması gereken tatbikatların haberli veya habersiz yapılması gerekir. Özellikle tahliye tatbikatlarında karmaşa yaşanmaması için tesiste bulunan her çalışanın planı iyi bilmesi ve tatbikatta ona göre davranması gerekir. Tatbikatı yürüten yetkililerin de profesyonel olması ve ciddiyetle yürütmesi gerçeğe yakın davranışlarda bulunmaları gerekmektedir. SENCE 2014 Sayı 5 63 SENCE Atatürk Bizden Biridir Yrd.Doç.Dr. Nuran KILAĞIZ ⎟ Türkiye Kamu-Sen Erzincan Kadın Komisyonları Eski Başkanı M ustafa Kemal Atatürk, 20. yüzyılı olağanüstü kişiliği ile etkilemiş, büyük bir asker ve devlet adamıdır. Onun olağanüstü kişisel meziyetleri Türk Milletini hapsolduğu karanlıktan ve belki de yok olma tehlikesinden kurtarmış, Türk milletini istiklale kavuşturarak çağdaş dünyanın medeni ülkeleri arasına dahil etmiştir. Varlığımızı, hürriyetimizi ve mutluluğumuzu borçlu olduğumuz Büyük Önder Atatürk’ü daha iyi anlamak ve anlatmak için onu, içimizden biri, bizden biri olarak tanımak gerekir. 64 SENCE 2014 Sayı 5 Elbette o da etten kemikten yapılmış, duyguları olan bir insandı. Yüreğine dokunan acı bir hüzün yaşadığında hiçbir zaman gözyaşlarını saklamadı. Mustafa Kemal, ağlamanın küçültücü, zayıflık belirtisi olduğunu düşünenlere inat, ağlamanın insana özgü bir duygu olduğunu hatırlatırcasına, özellikle de sevdiklerinin yaşamdan kopuşlarında bu tepkiyi gizlememişti. Falih Rıfkı anılarında, millî eğitime önemli kazanımlar bırakan ve genç yaşında yaşama veda eden Cumhuriyet’in önemli simalarından Mustafa Necati’nin ölümü üzerine Ulu Önder’in hüngür hüngür ağladığını yazar. Yine gençliğinden beri dostu ve arkadaşı olan Nuri Conker’in ölümü üzerine yurt dışında bulunan Afet İnan’a yazdığı mektubunda yaşadığı derin duygularını şöyle dile getirmiştir: “… Hatay’ın üzüntüsüne, Conker’in ölüm acısı karıştı, bu acının açtığı yaranın derinliğini tahmin edemezsin….” ise kendisine mukaddes akideler şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş kalmış… Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunanlardan beklemek itiyadı … işte bu zihniyetle; herkes büyük tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor. Fakat nihayet ben de bir insanım be birader, kutsi bir kuvvetim yoktur ki…” diyerek bir yönetici, bir insan olarak içine düştüğü çaresizliği en açık şekilde ortaya koymuştur. Atatürk’ün her şeyden önce öne çıkan en önemli özelliği, mütevazı olmasıydı. “Bir milletin kurtuluşu tek bir kişiden beklenmemelidir.” diyerek Atatürk, kendisi bir takım hizmetlerde bulunabildiyse, kaynağının mutlaka millet olduğuna işaret etmişti. “Birçok zaferler kazandım, fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimden derin bir keder duyuyorum.” Onun da her insan gibi çaresizlikleri vardı. 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın tüm dünyayı ve Türkiye’yi etkisi altına aldığı bir dönemde yurt gezisine çıkar. Bu gezide Türk insanı ile bire bir ilgilenir, onların dertlerini dinler. Bir ara Antalya’ya geçtiğinde kendisine hazırlanan eve Hasan Rıza Soyak’la gelir ve evin bir odasındaki koltuğa yığılırcasına oturur ve Türk halkının yoksulluğu karşısındaki çaresizliğini dile getirerek, Soyak’a: “…Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, gittiğimiz her yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz… Her taraf derin bir yokluk; maddi, manevi bir perişanlık içinde … ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz; Memleketin hakiki durumu bu işte. Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca Dünyanın gidişinden gafil, bir takım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hâle düşmüş… Büyük istidatlara malik olan zavallı halkımız Değer Atatürk, nasıl yaşar, nasıl konuşur, ağlar mı, yakın bir arkadaşını, akrabasını kaybettiğinde üzülür, öfkelenir miydi? İnsana dair daha ne kadar soru varsa hepsi sorulabilir ve hepsine de hiç düşünmeden kocaman bir “Evet” cevabı verilir. Atatürk adının Ankara’ya verilmesi önerildiğinde bunu kabul etmemişti. Atatürk’ün kendini en iyi ifade eden sözlerinden birinde “Yaşamımda işittiğim en büyük kompliman budur. Benim insan tarafımı övüyorlar” demiştir. Hiçbir zaman başarılarını bir övünç kaynağı olarak görmemiş, yapılması gereken bir iş olarak addetmişti. Yine Atatürk’e yaşamının sonlarına doğru bir yat alınması gerekmiş, ancak yat tamamlanıp geldiğinde Atatürk’ün sağlığı iyice bozulmuştu. Pek sevdiği bu yatta çoğu zamanını yatakta geçirdi ve bir gün şöyle dedi: “Bir çocuk oyuncağını bekler gibi bu yatı beklemiştim, mezarım mı olacak bu tekne benim?” diyerek en içten bir şekilde her insandaki gibi çocuk yönünü hiç sakınmadan ortaya koymuştur. “Birçok zaferler kazandım, fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam savaş alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimden derin bir keder duyuyorum.” sözleri asker Atatürk’ün ezilen ulusların haklı savaşına karşın insana verdiği önemi gösteren ifadelerden biridir. On beş yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yürüten bu büyük insan, askerlik mesleğinin getirdiği birikimin de katkısıyla, aynı zamanda inançlı ve kararlı bir barış savunucusudur. SENCE 2014 Sayı 5 65 SENCE Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk seçimde bir vatandaş Eskişehir’de tek parti listesine isyan eder ve bağımsız milletvekili seçilir. Tahrikçiler bu isyanı cezalandırmak için çaba harcadılar. Fakat başarılı olamazlar. Atatürk’ün tek parti listesine ikinci isyan Trakya’nın bir seçim çevresinde olmuştur. Bir Halk Partili, bağımsız milletvekili olarak meclise gelmiştir. Tahrikçiler yeniden harekete geçerler ve onu herkese ibret olacak şekilde cezalandırmak isterler. Bu sırada milletvekilini tanıyanlardan biri Atatürk’e: “…Bu zat için iyi bir adamdır, derler. Ben de öyle tanıyorum…” der. Atatürk şu cevabı verir: “İyi adam olmasa halk bize karşı tutar mıydı? Onu kaybetmeye değil kazanmaya bakınız.” Avrupalı birçok liderin militarist söylemler kullandığı bir dönemde, başta Yunanistan olmak üzere tüm komşuları ve diğer dünya devletleri ile barış platformu oluşturma arayışlarına girmiştir. Ulusun yaşamı söz konusu olduğunda savaş meydanlarında son noktaya dek ilerleyen Atatürk, hayati zorunluluklar olmadıkça da savaşı bir “cinayet” olarak nitelemiştir. Nitekim Çanakkale Savaşı’nda yaşamını yitiren Anzaklar için kullandığı “Onlar artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır…” sözleri, bir devlet başkanının uyguladığı en büyük barış ifadeleri olarak tarihteki yerini almıştır. Cumhuriyet’in ilanından sonra Karadeniz’de bir geziye çıkmıştır. Rize’ye geldiğinde yolların düzgünlüğü ilgisini çekmiştir. “Valiye: - Yollarınızı nasıl bu hâle getirebildiniz? diye sorar. Vali de: - Bütün yakın köylüleri jandarmalarla toplattırıp yol onarımında çalıştırdık. der. Atatürk kaşları çatılmış, oldukça sert bir dille, - Vali Bey, siz “corvee” nedir bilir misiniz? Ben size söyleyeyim “angarya” demektir. Ve şunu da bilmeniz lazım ki, kanunsuz, hiçbir vatandaşı işten alıkoyamaz, onu çalışmaya zorlayamazsınız. Cumhuriyet’te angarya diye bir şey yoktur.” der. 66 SENCE 2014 Sayı 5 Aradan yıllar geçer… Cumhuriyetin 12. yıldönümü için hazırlanan dövizler “Atatürk bizim en büyüğümüzdür.”, “Atatürk bu milletin en yükseğidir.”, “Türk Milleti asırlardan beri bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı …” gibi sürüp gidiyordu. Atatürk, bunları tek tek gözden geçirmekte, ama hiçbirini beğenmeyerek hepsinin üstünü çizer kalemi eline alıp asılacak dövizi kendi yazar: “Atatürk bizden biridir.” Mustafa Kemal Atatürk, sadece bir milletin kurtarıcısı, milletini özgürlüğe, bağımsızlığa kavuşturmak için mücadele veren asil komutanı değil; aynı zamanda bütün insâni değerleri içinde barındıran sevinen, üzülen, ağlayan ama her zaman insan kalmayı başarandır. İşte tüm bu insâni nitelikleri, onun cenaze töreninde bütün ihtişamıyla bir kez daha karşımıza çıkmıştır. Meydanı, ağaçları ve evleri hınca hınç dolduran kalabalık, deha bir devlet adamını olduğu kadar, tüm yönleriyle sevdiği “kendisinden birini” de uğurlamaya gelmişti. Aynı şekilde pek çok yabancı devlet adamı da, yeni bir devletin kurucusunu olduğu kadar, evrensel barış adına çalışan bir barışseveri de son yolculuğunda yalnız bırakmamıştır. Bu tablo Atatürk’ün devlet adamlığının ötesinde insâni tarafıyla da gönülleri fethettiğinin en açık göstergesidir. Ruhun şad olsun Atatürk’ümüz. Korucular… Yunus Şevki KİBAR ⎟ 1 985 yılında, 442 sayılı Köy Kanununun 74. maddesinde yapılan değişiklikle askerin ve polisin yanı sıra PKK ile mücadele amacıyla oluşturulan köy koruculuğu yaklaşık 30 yıldır bu ülkenin gündeminde. Korucular zaman zaman devletten maaş almakla birlikte terör örgütüne yataklık, silah, uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla suçlanmışlardır. Öyle ki, devletten maaş almaları nedeniyle, terörün bitmemesinden neredeyse tek başına korucuları sorumlu tutanlar olmuştur. Gerçekten birçok korucu bu tür meselelerden dolayı soruşturma geçirmiş ve bir kısmı da görevden uzaklaştırılmıştır. Terörle mücadelede başarıları ile ön plana çıkmış ve bu nedenle terör örgütünün “infaz listesi”nde yer alan korucular tek tek şehit edilmektedir. Öte yandan, koruculara dair bu kadar kolay suçlamalarda bulunanlar korucuların ülke savunması için ana-babasını, kızını, oğlunu, eşini kaybettiğinden bahsetmeye gerek duymamaktadır ki yaklaşık 29 yıllık mücadelede yaklaşık 1.700 köy korucusu şehit olmuştur. Özellikle açılım sürecinin başlamasından bu yana korucular tam anlamıyla üvey evlat muamelesi görmektedir. Asker ve polis operasyonları durdurmuştur ancak asker kışlasında, polis ise karakoldadır. Zaten yöre halkının içinden olan korucuların sığınacak bir yeri yoktur. Psikolojik üstünlüğü elinde tutan terör örgütü de korucuları örgüte katılmaya zorlamakta, aksi takdirde ölümle tehdit etmektedir. Çok sayıda korucunun son zamanlarda evini, köyünü terk etmek zorunda kaldığı konuşulmaktadır. Son günlerde yine 3 korucu terör örgütü tarafından kaçırılmıştır. Bu ülke için canlarını veren korucular için TSK başsağlığı açıklamaları ile yetinirken, siyasi irade çözüm sürecinin sekteye uğramamasını teminen konuyu çok fazla dillendirmeme gayretindedir. Korucular ise, yıllardır uğruna canlarını verdikleri devletten az da olsa ilgi beklemektedir. Bunca verilen şehidin ardından o bölgede terör örgütü PKK’nın hâkimiyetini içlerine sindirememektedir. Korucular bugün maalesef, bölge gerçekleri ile vatan sevgileri arasında sıkışıp kalmışlardır. Diğer taraftan korucuların itibarsızlaştırılması amacıyla, bölgede olan herhangi bir adi vaka ya da aşiretler arası kavga kamuoyuna korucu şiddeti olarak servis edilebilmektedir. Daha da acı olan durum ise çözüm süreci etkilenmesin diye şehit olan köy korucularından milletin büyük bölümünün haberinin dahi olmamasıdır. Haziran ayında üst üste gelen korucu suikastlarının ardından bu durum saklanamaz bir hal almış olsa dahi, yakından takip edenler dışında şehit olan koruculardan kamuoyunun geneli bihaberdir. Açılım sürecinde Şırnak merkezde Hasan Caner (evinde, ailesinin gözleri önünde), Cizre’de Mehmet Güven ve Sait Coşkun, Silopi’de Ramazan Erkan, Uludere’de Sait Onat, Ali Nart ve Ali Kılıç şehit edilmiştir. 3 Haziran 2014 tarihinde de Mardin’in Dargeçit ilçesinde öğrenci servisi şoförlüğü yapan 57 yaşındaki Mehmet Uğurtay öğrencilerin gözlerinin önünde şehit edilmiştir. Bu yazı, vatanın bütünlüğü için başta asker, polis olmak üzere canlarını feda eden tüm kamu görevlileri ile onların yanında yer alarak ailelerini ve kendi canlarını kaybeden koruculara bir vefa borcu, bir vicdani borç olarak kaleme alınmıştır… Güncel Güneydoğunun Üvey Evlatları: SENCE Balkanlar Av. Özcan PEHLİVANOĞLU ⎟ Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM) B u topraklardaki Türk varlığının yoğun başlangıcı, bilinenin aksine, M.S . 4. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir. Türkler bu tarihten itibaren Balkanlarda bir çok devlet kurmuşlardır. Buna karşılık Balkan topraklarının elimizde kalan Doğu Trakya toprakları hariç büyük bir bölümünde, Türk hakimiyeti hukuken sona ereli 100 yılı yeni aşmıştır. Ancak fiziki Türk varlığı, cüzi de olsa Balkan topraklarında henüz devam etmektedir. Bu nedenle Balkanlar; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, siyasetinin, üniversitelerinin, medyasının ve sivil toplum kuruluşlarının ilgili alanı olmaya devam etmektedir ve gelecekte de bu ilgi zorunlu olarak sürecektir. 68 SENCE 2014 Sayı 5 Tarih Her Türk Balkan Topraklarını Tanımalıdır Balkanlar, Türkiye ile iç içe geçmiş coğrafi bir bölgedir. Edirne ve Kırklareli illerimizde bulunan Kapıkule, Pazarkule, Dereköy gibi sınır kapılarından, Yunanistan ve Bulgaristan’a geçmek oradan da Balkan coğrafyasının en uzak noktalarına ulaşmak mümkündür. Günümüzde Güney Doğu Avrupa olarak adlandırılan ancak uluslararası terminolojide halen öztürkçe bir isim olan “Balkan” adı ile ifede edilen bu coğrafyanın sınırlarını öncelikle belirlemek gerekir. Balkan, sarp ve ormanlık sıra dağları anlamını taşıyan “Türkçe” bir kelimedir. Balkan kelimesi literatürde ilk kez 1809 yılında Alman coğrafyacısı A. Zevne tarafından kullanılmıştır. Balkan Yarımadası’nı Avrupa Kıtası’ndan ayıran sınır dağları yoktur. Balkanlar, güneybatıda Adriyatik Denizi ve İyon Denizi, güneyde Akdeniz, güneydoğuda Ege Denizi, Marmara Denizi, doğuda Karadeniz ile çevrili bir yarımadadır. Kuzey sınırlarını Tuna, Sava ve Kupa nehirleri oluşturur. Kuzeybatıdan (Trieste Körfezi) güneye ve doğuya dek olan bölge sınırları denizlerle çevrilidir. Karadeniz kıyılarında ise bölge sınırları denizlerle belirlenmiştir. Karadeniz kıyılarında Tuna’nın döküldüğü yerden Tuna boyunca kuzey sınır Belgrad’a ulaşır. Burada Sava boyunca devam edip Hırvatistan-Bosna Hersek hattından batıya ilerleyen kuzey sınırı Slovenya’ya gider. Catez ob Savi köyünde ve Krka nehrinde devam eden kuzeybatı sınırı, nehrin ağzı Gradicek’in batısından Vipava nehri üzerinden ilerleyip İtalya’ya geçer. Gorizia yakınlarından Soca nehri ile birleşen sınır, Trieste Körfezi kıyısındaki Manfalcone yakınlarındaki Adriyatik’e bağlanır. Balkan coğrafyasının yukarıda sınırlarını çizdiğimiz topraklarının yüz ölçümü ortalama 550.000 kilometrekare’nin üzerinde... Balkanlarda 50-55 milyon civarında insan yaşıyor. Nüfusa dair Balkan coğrafyası, Türk Milleti net rakamların verilememesinin en önemli nedeni siyasal nedenlerle ve Türkiye Cumhuriyeti sağlıklı nüfus sayımının yapılamamasıdır. Ancak toplam nüfusun % Devleti için, her daim özenle 25’inin; Türk, Arnavut, Boşnak, Gorailgilenilmesi gereken ve lı, Pomak, Torbeş ve Çingenelerden oluşan, müslümanlardan müteşekkil Türk Dünyası içinde yer alan olduğunu söyleyebiliriz. Yarımadanın doğal ve etnik bütünlüğü de bu sebeple bulunmamaktadır. Bu yüzden yarımadanın günümüze kadar kuzey hududu çizilememiştir. Bazı müellifler adı geçen yarımadanın kuzey hududunu Tuna-Sava-Kupa ırmakları üzerinden geçen ve batıda Riyeka, doğuda Karadeniz’e kadar uzanan 1183 km’lik çizgiyi kabul etmektedir. Doğal kuzey hududun söz önemli bir bölgedir. Türkler açısından bakacak olursak, konusu ırmakların veya daha kuzeysayısı net olarak belirlenemesede 2 de Doğu Karpatlar ve Transilvanya milyon Müslüman Türk’ün BalkanAlpleri olduğu söylenebilirse de, etnoğrafya bakımından larda değişik ülkelerde yaşadığını söyleyebiliriz. Bu sayıya yarımada; Balkan milletlerinin meydana getirdikleri bir ethristiyan Türkler olan Gagavuzlar dahil değildir. Gagavuzlar nik müze veya konglomeradır. Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya başta olBu topraklarda Türklerin dışında Arnavutlar, Ulahlar, Boşmak üzere dağınık bir şekilde Balkan ülkelerinde yaşamaktadır. naklar, Bulgarlar, Makedonlar, Sırplar, Hırvatlar, Yunanlar, Slovenler, Macarlar, Romenler ve diğer milletler yaşamakBenim Balkanlar konusunda okuduklarımdan ve yaşadıklatadır. Yarımadanın Tuna, Sava ve Kupa ırmaklarının günerımdan edindiğim sonuçlar var. Bunlardan birisi, Cumhuyinde bulunan toprakların yüzölçümü 490, kuzeyindeki riyet Dönemi’nde ve özellikle Atatürk’ten sonra, Balkanlar topraklarla birlikte ise 800 bin km2’dir. Türk Milleti’nden gizlenmiştir. Bunun başlıca sebebi gaflet ve ihanettir. Şimdi bunu önlemeye ve eğitim yolu ile genç Balkan Yarımadası’nın doğal zenginlikleri ve çok önemli bir nesillere Balkanları anlatmaya çalışıyoruz. Bunun sebebi siyasi ve stratejik konumu vardır. Yarımada’da Avrupa’dan ise insanlarımızın Balkanları bir vatan olarak öğrenmeleri Anadolu’ya, Yakın Doğu, Akdeniz ve diğer yerlere uzanan ve öyle yaşamalarıdır. yollar geçmekte veya kesişmektedir. Bu yüzden tarih boyunca söz konusu yarımadaya hakim olmak için çok büyük Diğer bir sonuçta, örneğin; 2015’te Türk Milleti’nin önüsavaşlar yürütülmüştür. ne çıkarılacak olan “sözde Ermeni Soykırımı İddiaları”na SENCE 2014 Sayı 5 69 SENCE karşın, Türklerin Balkanlarda uğradığı gerçek soykırımdır. 1821’i baz alırsak Mora İsyanı’ndan bu yana 5.5 milyon Türk ve Müslüman, Balkanlarda katledilmiştir. Bu soykırım değilse nedir? Balkanları tanımaya bu iki sonuç üzerinden başlamanın bir Türk için daha doğru olacağı kanaatindeyim. Balkanlar; % 95’i ortadan kaldırılmışsada sizi Türk eserleri ile karşılayacaktır. Camiler, mescidler, medreseler, hanlar, kervansaraylar, hamamlar, çeşmeler, mezar taşları ayrılık süresi yüzyılı geçsede halen Balkanların Türk olduğunu haykırmaktadır. Lozan Anlaşması ile Yunanistan’a bir nevi rehin olan Batı Trakya Türkleri, İskeçe ve Gümülcine merkezli olarak yaşamaya devam etmektedir. Ayrıca Dedeağaç, Rodos ve İstanköy başta olmak üzere Yunanistan’ın ana kara parçasında ve Ege’deki adalarda Türklere rastlamak mümkündür. Batı Trakya Türkleri’nin uğradığı bir çok hak ihlali ve mağduriyet vardır. Ancak bugüne kadar ne milliyetlerinden nede dillerinden nede dinlerinden vazgeçmişlerdir. İskeçe ve Gümülcine’ye gittiğinizde kendinizi sanki Anadolu’da bir şehre gelmiş gibi hissedersiniz. Keza Bulgaristan’a geçincede benzer duygulara kapılırsınız. Bulgaristan’ın her tarafında Türk ve Türk’e ait yaşam vardır. Bir çok yeri sanki küçük bir Türkiye’dir. Bugün Bulgaristan iktidarında Türklerin yoğun olarak siyaset yaptığı Hak ve Özgürlük Hareketi, koalisyon ortağıdır. Kırcaali ve Razgrad, Bulgaristan’daki Türklerin en aktif siyasi ve kültürel hareketlerinin yoğunlaştığı merkezlerdir. Birisi Rodopları diğeri de Deliorman’ı toparlamaktadır. Bulgarlar komünizm döneminde “her şehre bir cami” politikası ile Osmanlı’dan kalan camileri yok etmiş olsalarda, kalan camiler Bulgaristan’ın ne kadar Türk ve müslüman olduğunu ortaya koyması bakımından yetip artmaktadır. Yahya Kemal’in doğup büyüdüğü şehir Üsküp ve Makedonya bizler için halen büyük anlamlar taşıyor. Üsküp Balkanlarda adeta bir Bursa ve Edirne gibi duruyor! Makedonya’nın her taşı yani Ohri’si, Kalkandelen’i, Gostivar’ı başta olmak üzere buram buram Türk ve İslam kokmakta. Doğu Makedonya dağlarında ise binlerce Türk bekliyor. Ya Murad Hüdavendigar’ın emaneti Kosova? Türk kültürünün ve Türk dilinin en iyi şekilde yaşatıldığı Prizren ve de İllaki Priştine! Mamuşa ise tamamen bir Türk şehri... Yanıbaşlarında Sancak bölgesi ve hepimizin adından tanıdığı Yenipazar... Sırp polisi halen oradaki insanlarımıza “Pis Türkler, defolun Türkiye’ye” diye bağırıyor. Bosna Hersek 70 SENCE 2014 Sayı 5 ise bana göre Müslüman Türkle ile ilgili her türlü mirasın en güzel korunduğu ülke... Saraybosna’da Başçarşı, Mostar, Travnik, Konjiç, Poçitel ecdatın bize gücünü ve kudretini hatırlattığı kadar, estetiğin ve mimarinin ulaştığı zirveyide görmemize neden oluyor. Romanya’da Köstence’yi, Mecidiye’yi, Başpınar’ı da bunlara eklemek gerekir. Hatta ben Moldovya’daki özerk Gagauz bölgesini de Balkanlara dahil ediyorum. Çünkü Türklük, duru ve temiz bir Türkçe’yle birlikte ve de bütün unsurlarıyla Gagauzya’da yaşıyor. Tarihçiler Osmanlı’nın gidip yerleştiği son noktanın, Estergon Kalesi olduğunu söylüyor. Bu bize, bugünün Budapeşte’sinin dün ne kadar Türk olduğunu hatırlatıyor. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Budin’deki Türk eserlerinin sayısını veriyor. Bu rakamlara bakarak sanki Edirne’den, Manisa’dan, Amasya’dan bahsediyor. Bana sorarsanız, Gül Baba halen Müslüman Türk Milleti için Budapeşte’de bekçilik yapıyor... Belgrad, Tiran, Dıraç, İşkodra, Berat, Yanya, Selanik, Kavala, Drama ve diğerleri, hangi birini size sayayım! Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların % 25’i halen müslüman ve 2.5 milyon civarında Türk, günümüzde Balkanlarda yaşıyor. Onun için bu toprakları tanımak ve gözü kulağı Türkiye’de olan soydaşları bulmak ve irtibatı geliştirmek gerekiyor. Balkanlar’da Gelecek Nasıl Şekillenecektir? Yukarıdaki başlıkta yer alan soruya doğru cevaplar verilebilmesi için, bundan önce belirttiğimiz hususların temel kabul edilerek bilinmesi gereklidir. Birincisi hristiyan dünyanın ister katolik ister ortodoks isterse protestan olsun, Türkler ve Türk gibi görülenler hakkında kökü yüzyıllar öncesine giden bir “Avrupa ile Balkanlardan Türkleri Temizleme” siyaseti vardır. Balkan halkları ve devletleri bu siyaset için kullanılmaya daima hazır unsurlardır. Çünkü bu siyaset kendi siyasetleri ile milli, dini, siyasi, kültürel ve ekonomik sebeplerle örtüşmektedir. Ayrıca dünyanın emperyalist emelli güçlü devletlerinin ve küresel güçlerin Balkan coğrafyası üzerinde kendi menfaatlerine dönük hedefleri vardır. Bu siyasetin ve arkasındaki emellerin tahakkuku için, Balkanlardan Müslüman Türk varlığı temizlenmek istenmektedir. Bunun için 1821 Mora İsyanı’nı baz alırsak yaklaşık iki yüzyıldır Müslüman Türkler ve Türk gibi görülenleri Balkanlarda katletmek, asimile etmek, sürgün ve göçe tabi tutmak için savaşlar, ekonomik krizler, sosyal olaylar çıkartılmakta ve insanlar acı ve gözyaşına boğulmaktadır. Batı bu siyasetinden, Balkan devletleri de değişik olaylarla açığa vuran emellerinden vazgeçmediği sürece Balkan toprakları için daima bir sıcak çatışma beklentisi içinde olacağız. Örneğin Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve NATO nezdinde görevli iki askeri taburu Bosan Hersek ve Kosova’da görevlidir. Sembolikte olsa bu iki taburun Müslüman Boşnaklar, Arnavutlar ve Türkler için büyük güvence taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu iki askeri gücün görevlerinin herhangi bir nedenle tamamlanmasının ardından bu bölgelerde yaşayan Müslümanların can güvenliği tehlikeye düşecektir. Kosova’nın kuzeyinde ve Bosna Hersek’te zaman zaman meydana gelen olaylar bu tespitimizi haklı çıkaracak niteliktedir. Keza Türkiye’nin açıkça ifade edilmese de, yoğun bir Türk nüfusunun yaşadığı hem AB ve hemde Balkan ülkesi olan Yunanistan ve Bulgaristan’la önemli sorunları vardır. Almanya, Bulgaristan ve Hırvatistan üzerinde siyasi ve ekonomik nüfuzunu tarihsel ilişkilerin dayanağı ile çok yoğun kullanmaktadır. ABD ise Makedonya ve Kosova’ya adeta yerleşmiş durumdadır. Fransızlar Romanya’yı, Ruslar Sırbistan’ı, İngilizler Yunanistan’ı kendi etki alanlarında tutmayı başarmaya çalışmaktadırlar. Son dönemde İsrail, Çin ve Japonya’da tüm Balkanları ilgi alanına almıştır. Bilim adamlarınca konuşulan “küresel iklim değişiklikleri” nedeni ile gelecekte Balkanların dünyanın hakim güçlerince yeni bir yaşam alanı olarak kabul edildiği söylentileri de, Balkanların ve Balkanlarda yaşayan insanların akibeti açısından endişe verici bir durumdur. Türkiye’nin Balkanlara ilişkin izlediği politika tutarsızdır ve mütekabiliyet esasına dayanmamaktadır. Tek taraflı ve gerçekçi olmayan kabuller Balkanlar da içine Türkiye’yi de alacak şekilde sıcak çatışma riskini artırmaktadır. Nihayetinde Balkan Savaşları döneminde yaşanan akıl tutulmalarının nelere mal olduğu izahtan varestedir. Tarih Batı’nın bu politikasına karşı da Müslüman Türkler ve Türk gibi görülenler; canlarını, namuslarını, mallarını, dillerini, inançlarını, kültürlerini korumak için her türlü savunmayı yapmakta ve doğal olarakta çatışmanın ve tartışmanın tarafı olmaktadırlar. Eğer dünyaya hakim devletler, küresel güçler ve Balkan ülkeleri ki buna Türkiye’de dahil; gizli emellerinden vaz geçmez ve eteklerindeki taşları dökmezlerse, Balkanlara huzur ve güven uzun bir dönem daha gelemeyecektir. Kısa vadede bir çatışma riski gözükmese de orta ve uzun vedede Yunanistan-Türkiye arasındaki sorunlar, Makedonya’nın tanınmazlığı ve paylaşılmazlığı, Romanya’nın Baserabya iştahı, Bulgarların sorun çıkarma hastalığı, Sırpların ırkçılığı, Hırvatların Almanya’nın haşarı çocuğu olma rolü ve Arnavutların “Büyük Arnavutluk” rüyası devam ettikçe, Balkanlar kaynamaya devam eden kazan olmayı sürdürecektir. Avrupa Birliği’nin Yunanistan’dan sonra Bulgaristan ve Romanya’yı şimdi de Hırvatistan’ı üyeliğe alarak bir entegrasyonla işi soğutmaya çabalaması bu yüzdendir. Bölge dönem dönem yöneticiler sebebiyle akılcı yaklaşımlardan uzaklaşmıştır. Temennimiz barıştan, demokrasiden, özgürlükten yana olan insanların Balkanlara yön vermesidir. Bir başka konu ise, 2014 yılının Bulgaristan Türkleri’nin 1989 yılında yaşadığı “Zorunlu Göç”ün 25. yılı olmasıdır. Araştırmacılar, insanlık tarihinin bu büyüklükte bir başka kitlesel göçü görmediğini ifade ediyor. Türkler Bulgarlar tarafından ilk önce zorla ad ve din değişimi suretiyle asimile edilmeye çalışılmış, sonrasında da zorla göçe tabi tutulmuşlardır. Yirmibeşinci yıl, bir dönüm noktasıdır. Tıpkı ellinci ve yüzüncü yıllar gibi... Onun için Türk Milleti bu tarihi dönüm yılını, başta Bulgaristan Türkleri’nin dün ve bugün yaşadığı sıkıntıları anlatmak üzere bütün Balkanları dünyanın önüne getirmek sureti ile çalışmalar yapmalıdır. Bu ve bir çok sorun Balkanların buzdolabında dışarıya servis edilmek üzere beklemektedir. Türk Milleti ecdat yadigari bu topraklara ve üzerinde yaşayan insanlara ilgisini yoğunlaştırmalıdır. Bu topraklardaki binlerce yılda oluşmuş müktesebatı terketmek, asla söz konusu olamaz. Biz Türkler, üzerimize düşeni ne kadar doğru ve iyi yaparsak,Balkanlardaki sorunların yakıcı ve yıkıcı etkisi o kadar asgariye inecek, Türkler ve akraba topluluklarımız güven ve huzur içinde yaşayacaktır. SENCE 2014 Sayı 5 71 SENCE Taekwondo Taekwondo akli ve ruhi beceriye dayanan, bedeni ve ruhi gelişmeyi sağlayan, her yaştaki insane hitap eden bir “ahlak” sporudur. Cevdet DOĞAN ⎟ Jet Spor Kulübü Yönetim Kurulu Başkanı M antığın dövüş sanatı olarak tabir edebileceğimiz Taekwondo, kelime olarak el ve ayakla yapılan vuruşların ilmi felsefesi anlamına gelir. Tae; ayak vuruşu, kwon; el vuruşları do ise bu dövüş sanatını tatbiki esnasındaki izlenecek yolun ve dövüşün felsefesi değerlerinin genel adıdır. 72 SENCE 2014 Sayı 5 Kişi istediği kadar esnek, istediği kadar güçlü el ve ayak vuruşlarına sahip olursa olsun eğer do kurallarını uygulamıyor ve bu sporu sadece dövüş sporu olarak görüyorsa taekwondocu sıfatı taşıyamaz. Zira taekwondo bir saldırı değil uzunca bir zamandan beri Kore’de bağımsız olarak geliştirilmiş ve uluslararası çağdaş bir nitelik kazanmış olan savunma sporudur. Taekwondonun başlıca özelliği çıplak el ve ayaklarla rakibe karşı geliştirilen savunma tekniklerini içeren bir musabaka sporu olmasıdır. Taekwondo kişinin güven duygusunu geliştirmesi bakımında büyük öneme sahiptir. Kendine güvenen insanlar daha zayıf olanlara karşı alçak gönüllü ve hoş görülü olurlar. Her kaba kuvvetin arkasında kişinin, aslında kendi nefsini ve benliğini öne çıkarma duygusu yatar taekwondocu bu nedenle kendini savunma ve karşıdakini bertaraf etme konusunda eğitimli olduğundan asla kendini ıspata kalkışmaz. Erken yaşta başlanılan taekwondo çocuğun kendine güven duygusunun artmasına, do kuralları çerçevesinde toplum içinde bu saygı kültürürnü gelişmesine büyük katkı sağlar taekwondo selam ile başlar selam ile biter. Sporcuda aranan en önemli nitelik saygı ve disiplindir. Sporcu salona girdiğinden itibaren tüm ciddiyetiyle bayrağı ve hocasını selamlar. Aynı şekilde hoca da onlara eğilerek karşılık veriri. Bu disiplin çalışma bitene kadar devam eder. Taekwondocu her zaman adil, tarafsız, haklıdan yana ve vatanperver olarak yetişir. 1905 yılında bir yarışma sporu olarak kabul edilen taekwondo, 1966 yılında uluslararası federasyonunu kurmuştur. 179 ülke bu federasyona üye olup, bugün taekwondo milyonlarca insanın yaptığı bir spor dalı haline gelmiştir. Taekwondo sporunun ülkemize gelişi 1960’lı yıllara rastlamaktadır. 1968 yılında resmi olarak Judo Federasyonu bünyesinde faaliyetlerini sürdürmeye başlamış, ilk defa 1976 yılında resmi olarak Avrupa Şampiyonasına katılmıştır. Burada ülkemiz takım halinde Avrupa ikincisi olmuştur. 1981 yılında da Judo Federasyonundan ayrılarak müstakil Federasyon olmuştur. Taekwondo çalışmaları birkaç kısımdan oluşur: 1. Poomse, 2. Hyank, 3. Müsabaka, 4. Kırış. Çalışmaya başlamadan önce öğrenci salona ve hocasına selam verir. Salonda sessizlik, sigara içmemek, uygun kıyafetle dolaşmak ve selamlama gibi Do kuralları geçerlidir. SENCE 2014 Sayı 5 73 SENCE Güneşten Nasıl Faydalanalım ve Nasıl Korunalım S. Bahar ALBAN ⎟ G üneş aslında hem dert hem deva diyebiliriz. Güneşin hepimiz için yaşamsal faydaları olmakla birlikte güneş ışınlarının ölümcül hastalıklara neden olabileceğini de biliyoruz. Yaşam boyunca maruz kaldığımız UV ışınlarının %50’sinden daha fazlasını çocukluk ve ergenlik döneminde almış oluruz. Bu nedenle güneş ışınlarından korunmada, çocukluk ve ergenlik dönemi daha bir önem kazanmaktadır. Özellikle büyüme ve gelişmede önemli etkisi olan D vitaminin en önemli kaynağı güneş ışınlarıdır ve kış aylarında el ve yüz bölgesinden alınan güneş bunun için yeterlidir. Güneşten faydalanma mutlaka belirli kurallar çerçevesinde olmalı. Güneş Işınlarından Korunma Yolları Güneş ışınları içinde en önemlisi UV-A ve UV-B’dir. Her iki UV dalgası da kansere neden olurken, UV-A ozon tabakası tarafından emilmez, derinin derinliklerine kadar ilerler ve erken yaşlanmaya, bağışıklık sisteminin baskılanmasına neden olur. UV-B kısmen ozon tabakası tarafından emilir, deride bronzlaşmaya ve güneş yanıklarına neden olur. Çocuklar ve adolesanların erişkinlere oranla, dışarıda kalma süreleri daha uzun olduğundan güneş ışınlarına maruz kalmak için daha fazla zamanları olmaktadır. 74 SENCE 2014 Sayı 5 • Güneş ışınlarının etkili olduğu 10:00-16:00 saatleri arasında, özellikle de güneşin en zararlı olduğu 11:0013:00 saatleri arasında güneşe çıkılmaması gerekir. • Güneş ışınlarının geçirgenliğini en aza indiren giysilerin tercih edilmesi gerekmektedir. Sık dokunmuş kumaşlar, gerçek koton ve likra, koyu renkli giysiler güneş ışınlarını daha az geçirler. Islak ve streç kumaşlar geçirgenliği artırır. Bu nedenle kuru ve bol giysiler tercih edilmelidir. • Güneş için kullanılacak şapkaların da belirgin özellikleri bulunmalıdır; geniş kenarlı veya en ideali kulakları ve enseyi kapatacak şekilde kumaş içeren Lejyoner şapkası uygun olabilir. Sağlık Güneş Kremlerinin Kullanma Özellikleri • Geniş kapsamlı, hem UV-A hem de UV-B koruyuculuğunu içeren ve en az 15 koruma faktörü ihtiva eden ürünleri kullanınız. • Ürün etiketini dikkatlice okuyunuz, eğer suya girilecek ve aşırı terlenecekse suya dayanıklı bir ürün seçiniz. • Güneş gözlükleri hem gözleri hem de çevresindeki deriyi güneşin UV ışınlarının zararından ve cilt kanserinden korur. Kullanılacak olan güneş gözlükleri % 99 oranında UV-A ve UV-B filtresi içermelidir. Kullanılan gözlüğün camları üzerine kaplanan kimyasal madde ile camların renk ve koyuluğuna bakılmaksızın koruma mekanizması geliştirilmiş olur. • Ağaç ve gölgelikler doğrudan UV ışınlarından korunmakta önemlidir. • Güneş koruyucu kremlerin kullanılması bir korunma yöntemidir ve son yıllarda oldukça yaygın olarak uygulanmaktadır. Ancak bunların da kullanma özellikleri vardır ve mutlaka diğer korunma yöntemleri ile birlikte uygulanmalıdır. Sadece güneş kremi kullanarak, başka bir önlem almadan uzun süre güneşte kalmak son derece zararlıdır. • Tüm güneş kremlerinin içerdiği kimyasallar aynı olmadığı için, sizde allerjiye neden olan ürün yerine içeriği farklı olan bir başka ürünü deneyiniz, güneş kremi kullanmayı allerji nedeni ile bırakmayınız. • Yüzünüz için; özellikle yüz için üretilmiş formülleri veya hiç yakmayan formülleri kullanınız. • Güneş kremleri güneşe çıkmadan 30 dakika önce vücuda sürülmeli ve iyice kuruması beklenmelidir. Böylece terleme ile kayıplar oldukça azalır. • Suya girip çıktıktan sonra, aşırı terleme ve havlu ile kurulandıktan sonra güneş kremi yeniden uygulanmalıdır. • Açık havada çalışıyor veya güneşte oyun oynuyorsanız güneş kremini mutlaka uygulayınız ve diğer koruyucu önlemleri de mutlaka uygulayınız (şapka , koruyucu giysiler giymek gibi). • Güneş kremlerini kullanmadan önce iyici çalkalayarak karışmasını sağlayınız, daha çok sprey veya stik şeklindeki biçimleri tercih ediniz. • Yeterli miktarda güneş kremi sürdüğünüze emin olunuz. • Güneş kremini vücudunuzun her yerine eşit olarak, kalın bir tabaka halinde uygulayınız. • Özellikle kulaklar, ense, omuzlar, sırt bölgesi, diz kapaklarının arkası ve bacaklar unutulmamalıdır. • Göz çevresine uygulanırken göze temastan özellikle kaçınınız. SENCE 2014 Sayı 5 75 SENCE Çiçek Yetiştiriciliği Evde S. Bahar ALBAN - Tuğçe DEMİR 76 SENCE 2014 Sayı 5 Hobi G ünümüzde hızlı yaşam temposu zaman zaman farklı işler ile meşgul olma ihtiyacı doğurabiliyor. İş yaşantısı genelde sıkıcı ve bunaltıcı olabilmektedir. Bu sıkıcı ve bunaltıcı yaşam temposunu biraz olsun dengelemek için güzel hobiler edinmek faydalı olabilir. Mevcut işinizden farklı bir iş dinlenme veya eğlenmenize yardımcı olabilmektedir. Bitkiler ile uğraşmak son derece eğlenceli ve dinlendirici bir hobidir. Küçücük bir tohum tanesinden çıkarak kısa zaman içerisinde doğanın renklerini izlemek son derece keyif verici bir meşgaledir. Onların bakımları ile ilgilenmek, su ve gübrelerini vermek; hem stres atmanıza yardımcı olacak hem de bir şeyler başarmanın haklı mutluluğunu yaşarsınız. Çiçek veya herhangi bir bitkiyi yetiştirmek için illa bir bahçe sahibi olmak ta gerekmiyor. Rengarenk çiçeklerinizi bir saksı içerisinde de yetiştirebilirsiniz. Günümüzde balkonsuz ev neredeyse hiç yok. Balkonunuzun bir köşesinde saksılarınızda kendi doğal bahçenizi kurabilirsiniz. Son zamanlarda balkon bahçeciliğini teşvik etmek amacıyla yerel belediyeler en güzel balkonların seçildiği yarışmalar yapıyorlar. Kim bilir belki de en güzel balkon sizin balkonunuz seçilebilir. Eğer küçük bir bahçeniz varsa durum biraz daha değişecektir. Hafta sonları üzerinde neşeli vakitler geçirebileceğiniz bir çim alan da oluşturabilirsiniz. Çiçek Koleksiyonu Oluşturma Bazı çiçek fanatikleri belirli bir türe ait olan tüm çeşitlerin koleksiyonunu yapmakta. Siz de sevdiğiniz bir çiçeğin tüm renklerini toplayarak farklı bir koleksiyon sahibi olabilirsiniz. Farklı türlere ait ama sadece beyaz renkte çiçek veren bitkileri biriktirebilirsiniz. Bu koleksiyonun içeriğini belirlemek tamamen size kalmış. Balkondaki Vaha Genelde çamaşır asmak veya mutfak tüplerini saklamak amacıyla kullanılan balkonunuzu çöldeki bir vahaya dönüştürebilirsiniz. Balkon bahçeciliği için pek çok modelde saksılar bulunabiliyor. Renkli çiçeklerle süslenmiş bir balkonda sevdiklerinizle oturup sohbet etmek, bir şeyler içmek oldukça keyiflidir. SENCE 2014 Sayı 5 77 SENCE Çiçeklerinizin Beslenmesi Nasıl Olmaktadır ? Yaşayan her bitki adeta küçük bir kimya laboratuarını andırır. Bitkilerin pek azı hariç anorganik maddelerle beslenirler. Bitkiler bu anorganik maddeleri bünyelerinde organik hale getirirler,yani sentez yaparlar. Bitkilerin beslenmelerinde önemli rol oynayan diğer besin maddeleri şunlardır: Gübreleme Tüm kültür bitkileri gibi iç mekan süs bitkileri üreticiliğinde de amaç nicelik ve nitelik yönünden yüksek ürün elde etmektir. Bu amaca ulaşmak için alınan kültürel önlemlerin başında gübreleme gelmektedir. Bitkiler yaşamların sürdürebilmek için bazı besin maddelerini kesinlikle almak Saksıda Bitki Yetiştirmek İçin Püf Noktaları • Öncelikle kullanacağınız topraklar mutlaka kumlu ve geçirgen olmalıdır. • Saksınızı toprakla doldurmadan önce saksının alt kısmına koyacağınız taşlar toprağın geçirgen olmasını sağlayacak ve toprağın fazla su çekmesini engelleyecektir. • Saksılarınızı bitkilerin kök sistemine göre seçmeniz gerekir. Kökler enine veya boyuna gelişir. Buna göre saksınızı enine veya boyuna göre seçebilirsiniz. • Çiçekçinize mutlaka aldığınız çiçeklerin ısı, ışık vb. gereksinim duyacakları koşullar konusunda danışın. Saksılarınızı çiçeğiniz gereksinimlerine göre balkon veya terasınızda konumlandırın. • Saksıda yetiştirdiğiniz bitkiler topraktaki besin maddelerini hızla tüketeceklerinden bitkinizi diktikten sonraki ikinci aydan itibaren toprağa mutlaka besin vermelisiniz. • Kalıcı bitkiler için uzun etkili granül veya çubuk besinler; mevsimlik bitkiler içinse 2 haftada bir suda eriyebilen gübreler işinize yarayacaktır. • Saksıya diktiğiniz bitki eğer kalıcı bir bitkiyse ve bir sonraki sene saksısı değiştirilmeyecekse, ilkbahar ayında bitkinin toprağına gübre ilave etmeniz bitkinizin daha sağlıklı olmasını sağlayacaktır. 78 SENCE 2014 Sayı 5 zorundadır. Bazı elementler vardır ki, bunlardan birisinin yokluğunda bile bitkiler olağan gelişmelerini göstermez ve bunlardan herhangi birisinin yerini bir başka element dolduramaz. Bir süs bitkisi bir saksıya ve ya bahçeye dikildiği zaman gübre de verilir. Fakat bu bitkiye uzun zaman yetmez. Bitkilerin gelişmelerinin en fazla olduğu zaman ilkbahar ve yaz aylarıdır. O halde bu sürelerde bitkileri düzenli olarak gübrelemek gerekir. Sonbahar ve kış aylarında bitkilerde gelişme yavaşlar, hatta dinlenmeye çekilirler. Bu süre içinde gübre vermeye gerek yoktur. Soğanlı , yumrulu, rizomlu çiçeklerin çiçeklenmeden önce bol bol gübreye ihtiyaçları olur. Bazı Bitki ve Çiçek Hastalıkları Kırmızı Örümcek Mite’ları: Yaprakların alt yüzeylerinde bulunan küçük, sarı , kahverengi veya kırmızı kurtçuklardır. İnce örümcek ağları üretirler. Kuru ortamı severler. Nemliliği artırmak amacıyla bitkiyi sık sık spreyleyin. Kabuk Böcekleri: Yapraklara ve gövdeye yapışmış gibi duran küçük sert kabuklu,kahverengi, sarı böceklerdir. Böcekleri ılık sabunlu su ile temizleyip durulayın. Küf: Yapraklarda ve gövdede oluşan beyaz pudra benzeri oluşumlardır. Mantar ilacı ( fungicide ) ile spreyleyin. Beyaz Sinekler: Güveye benzer ve rahatsız edildiğinde uçuşan küçük beyaz böceklerdir. Tüm bitkiyi ılık sabunlu suya batırın ve sonra durulayın. Yeşil veya Siyah Sinekler: Bitkinin büyüyen uçlarında koloni oluştururlar. Yok etmek için Arap sabunu köpürtün ve bununla tüm bitkiyi yıkayın ve durulayın. Botrytis : Yaprak, çiçek ve gövdede bulunan gri küftür. Bitkiyi daha kuru bir ortama alın ve hava akımını artırın. Ölü çiçek ve yaprakları düzenli olarak ayıklayın. Sorun devam ederse mantar ilacı kullanın. Mealy Bugs : Yaprakların altında ve gövdede bulunan minik yün yumaklarına benzer oluşumlardır. Pamukçuk gibidir. İspirto (Metil Alkol) ya batırılmış bir pamukla siliniz. Saksı Değiştirme Saksı değiştirme işlemi, iç mekan süs bitkileri yetiştiriciliğinde önemli bir yer kaplar. Bitkiler, yetiştiricinin gereksiz yere bitkinin saksısının değiştirilmesi ve ya saksı değiştirmeyi tam bilmemesi nedeniyle zarar görmektedir. İçersinde belirli miktarda toprak bulunan kaplarda (örneğin saksı, kasa, çanak vb. gibi ) yetiştirilen süs bitkilerinin bir süre sonra Hobi Saksı değiştirme sırasında yapılacak işlemler şöyle sıralanabilir: • Saksısı değiştirilecek olan bitkinin toprağı hafifçe nemlendirilir. • Bitkinin kök boğazı sol elin yüzük parmağı ile orta parmağı arasına alınır. • Bu arada sol elin avuç içi saksı toprağını tutar ve saksı ters çevrilerek kenarı sert bir yere hafifçe vurulur. Böylece bitkinin kök yumağının saksı kenarından kolayca ayrılması sağlanmış olur. Sağ elle saksı kenarından kolayca ayrılması sağlamış olur. varolan bitki besin maddeleri beslenme sonucu azalır. Saksı değiştirmeyi gerektiren başka önemli neden de, bitkinin toprak üstü kısmı ile birlikte köklerinin de gelişmesi ve saksının zamanla yetersiz duruma gelmesidir. Saksı değiştirme sırasında genel bir kural, yeni saksının eskisine oranla bir boy daha büyük tutulmasıdır. Daha büyük saksı kullanılması hem gereksiz hem de sakıncalıdır. Çünkü, büyük saksılar fazla yer kaplarlar; ayrıca, bitki köklerinin saksı toprağını tümüyle kaplayacak biçimde gelişmesi uzun zaman alır. Bu konunun doğru uygulaması sanıldığından çok daha önemli sonuçlar vermektedir. Bu nedenle, iç mekan süs bitkileri yetiştiriciliğinde, özellikle son yıllarda olabildiğince küçük saksılar kullanılarak,saksı harçlarının sıvı gübrelerle desteklenmesi ilkesi yerleşmiş bulunmaktadır. Saksı değiştirme sırasında köklere ve bu arada tüm bitkiye toplu bir görünüş kazandırmak, bitkinin alt kısımlarında oluşabilecek çıplaklaşmaları önlemek amacı ile sürgün ve ana dallarda budama yapılabilir. Ancak bazı bitkilerin budamaya karşı duyarlı oldukları unutulmamalıdır. Kök budaması ise uçlarının canlılığını yitirdiği veya kök sisteminin aşırı geliştiği durumlarda söz konusudur. Böyle durumlarda kökler keskin bir bıçakla hafifçe budanır. Plastik saksılarla toprak saksılar arasındaki en önemli farlılık gözenekliliktir. Plastik saksılar gözeneksizdir. Toprak saksılar ise, yapım tekniklerine bağlı olarak değişik oranlarda gözenek içerirler. Bu da, arada bazı farklılıklar olmasına yol açar. • Sağ elle saksı çıkarılır ve bu sırada toprağın dağılmamasına özen gösterilir. Daha önce belirtildiği şekilde kök ve gövde budaması yapılır. Bundan sonraki işlem yeni saksının dikim için hazırlanmasıdır. • Saksının dip kısmındaki akıtma deliği üzerine küçük bir saksı kırığı konur. Böylelikle sulama sırasında toprağa verilen suyun fazlası bu delikten dışarı akar. Saksı dibinde akıtma deliğinin bulunmaması veya bu deliğin kapanması durumunda kökler fazla sulama ile kısa zamanda çürürler. İyi drenaja gereksinimi olan bitkilerde ise, saksı dibinde önce saksı kırıkları veya küçük çakıllardan bir drenaj tabakası oluşturulur. • Yeni saksıya dikim sırasında bitki sol el ile saksı ortasına gelecek biçimde ve istenilen yükseklikte tutulur. Bitkinin eskisine oranla daha derin veya yüzeyse dikilmemesine dikkat edilmelidir. Ancak, bu kuralın tersine bazı bitkiler sürekli biraz daha derine dikilir. • Sağ elle kök yumağı ile saksı arasında kalan boşluğa yeni hazırlanan harç doldurulur ve boşluk kalmaması için harç çepeçevre parmakla bastırılır. Daha sonra saksı tabanı üzerinde birkaç kez masaya vurularak harcın iyice oturması sağlanır. • Saksı tümüyle toprakla doldurulmamalı sulama payı olarak saksı kenarı üst düzeyi ile toprak yüzeyi arasında 1.5 cm dolayında bir boşluk bırakılmalıdır. • İşlem bittikten sonra bitkilere önce toprak tümüyle nemli duruma gelinceye değin su verilir. Daha sonraları az su verilmeli , ama sık sık su püskürtülmelidir. Saksısı yeni değiştirilmiş bitkiler, ışık seven nitelikte olsalar bile, başlangıçta doğrudan güneş ışığı altında bırakılmamalı, yarı veya hafif gölge yerlerde bulundurulmalıdırlar. SENCE 2014 Sayı 5 79 SENCE R: MALZEMELE k göğüs eti Yarım kg tavu i yılmış ceviz iç 1su bardağı kı u ağı galeta un Yarım su bard yoğurt 2 su bardağı mayonez 1 su bardağı k 5 diş sarımsa z 1 çay kaşığı tu rabiber 1 çay kaşığı ka ÇERKEZ Ta v u ğ u YAPILIŞI: Tavukları güzelce yıkayıp küçük parçalar halinde kesin. Tencereye bir miktar su, tuz ve tavuk etlerini koyup ocağın altını açın. Tavuklar pişinceye kadar haşlayın. Haşlanan etlerin suyunu süzün. Büyük bir kasede yoğurt ve dövülen sarımsağı çırpın. İçine mayonezi de ilave ederek karıştırın. Derin bir salata tabağının içerisine tavukları koyun ve karabiber serpin. Üzerine galeta unu, kıyılmış cevizleri ve son olarak yoğurtlu mayonezi de ilave ederek güzelce karıştırın. Birkaç saat buzdolabında beklettikten sonra, soğuk olarak servise sunun. MUTFAK SIRLARI • Sarımsak dövdüğünüz zaman havana nasıl bir kötü koku sindiğini bilirsiniz. Bu kokuya meydan vermemek için sarımsağı yağlı kağıda sarın ve bu şekilde dövün. Böylece havanda kötü kokular oluşmayacaktır. • Buzdolabınızın içi kokuyorsa endişelenmeyin. Bu kokuyu gidermenin kolay bir yolu var: Az bir miktar vanilyayı suda eritip bir bezle dolabınızı silin. Artık kokudan eser kalmayacaktır. • Yaptığınız yemeğin tuzu fazla olursa, üzülmeyin. Yemeğe dilimlenmiş patates ilave ederek kaynatın. Patates yemekteki fazla tuzu emer. 80 SENCE 2014 Sayı 5 İmtiyaz Sahibi Hasan BÖLÜK Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Ve Genel Koordinatör Mehmet AKSOY Haber Müdürü Bahattin KURNAZ Teknik Yönetmen Şenol ÖZTÜRK İdare Yeri Hascanlar Basın Yayıon Ltd. Şti. Atatürk Caddesi No: 179/301 Kat 3 Osmaniye www.yenisesonder.com