PDF Oku - sence dergisi
Transkript
PDF Oku - sence dergisi
editör Selam ile, 2015 yılının ilk çeyreğini bitirirken baharın ve SENCE’nin yeni sayısını size sunabilmenin coşkusu yaşıyoruz. Umudumuz yeni yılla beraber emeğin ve özellikle kamu çalışanının değer bulduğu, bunun ötesinde memleketin huzur bulduğu güzel günleri hep birlikte görebilmektir. Yasemin GÜNGÖR 2015 Yılı tarihimizin şanlı bir destanının, İstiklal Mücadelesi ve Kurtuluş Savaşının önsözü niteliğinde olan Çanakkale Savaşlarının ve Türk’ün unutulmaz zaferinin 100. Yılıdır. Bu nedenle Çanakkale Zaferimiz ilk sayfalarımızı süsledi. Ramazan Durmuş, bize “Anzak Ömer”in hikâyesini anlattı. Asırlık bir iftirayı da Yusuf Sarınay “Ermeniler neden tehcir edildi?” sorusuyla açığa çıkardı. “Çocuklarımız kaybolmasın” derken; geleceğimize yönelik tehditlere karşı uyanalım ve uyandıralım istedik. Adalet olmadan her şey anlamını yitireceğinden hareketle Fahrettin Yokuş “Adalet mülkün temelidir” ilkesini hatırlattı. SENCE’nin bu sayısında Agah Oktay Güner konuğunuz oldu ve israf üzerine değerlendirmelerini paylaştı. Başka bir konuğunuz da Mehmet Arifler, bizden biri olarak şiirleriyle geldi. Süleyman Güngör, toplumsal yozlaşmanın bir boyutuna değinerek “İslam güzel ahlaktır” yazısı ile Türk edebinin temellerini yazdı. Bu sayımızda güvenlik sorununa iki ayrı noktadan yaklaştık: “Büro çalışanlarında iş sağlığı ve güvenliği riskleri” ve “Ev kazalarına karşı güvende olmanın yolları”. Türkiye Kamu-Sen Kadın Komisyonları olarak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri çerçevesinde yuvarlak masa toplantısı düzenledi. Sonuç bildirisini de sayfalarımıza taşıdık. Didem Önder iki yazı ile sayfalarımızda yer aldı: “Destanlarda kadınlarımız” ve “Kamu binalarında mimari”. Mustafa Yiğit, Karacaoğlan ve Pir Sultan Abdal gibi Türk dilinin ve edebiyatının temel taşlarının tozunu bizim için temizledi. Kuşçuların dünyalarına SENCE bir pencere açtı. Berk Sencer Güngör, “Mangala: Türk strateji ve zeka oyunu” yazısı ile bize kaybolmaması gereken bir değeri tanıttı. Yunus Şevki Kibar “Kent kültürü”nü yazdı ve Son Umut filminin eleştirisini yaptı. Ahmet Demirci’nin “Türkiye’de kadın olmak” yazısı ile kadınların sorunlarını ele aldık. Ramazan Durmuş, Ankara’nın tarihinden bir sayfa açarak “Unutulan Karargahtepe”yi gündemimize taşıdı. Dilek Kapdağ, bu sayımızda ağız tadınız daimi olsun dilekleri ile “Brüksel lahanalı top köfte”yi tarif etti. Keyifli okumalar dileyerek yeni sayımıza kadar sağlıkla kalın. İÇİNDEKİLER Türk Büro-Sen Adına Sahibi Fahrettin YOKUŞ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Cafer SEÇER Editör Yasemin GÜNGÖR Yayın Kurulu Nejla ÖKSÜZ Dr. Süleyman GÜNGÖR Yunus Şevki KİBAR Mustafa YİĞİT Ahmet AZİZOĞLU Ülkü DAVUTOĞLU Ali KARADENİZ Banu KIRAN Ramazan DURMUŞ Yönetim Yeri Talatpaşa Bulvarı No:160 06590 Cebeci / ANKARA Tel: 0.312 424 22 11 4 Baskı Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti. Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA Basım Tarihi Mart 2015 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın (Dört ayda bir yayımlanır.) Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir. ISSN: 2147-7329 Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından ücretsiz dağıtılmaktadır. 4 İmanın ve Aldananların Hikayesi 8 Geleceğimiz, Çocuklarımız KAYBOLMASIN Asla Benim Başıma Gelmez Demeyin! 12 “Allah için adaleti ayakta tutup, gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe götürmesin...” (Maide Suresi 8. Ayet) 14 Agah Oktay GÜNER’le 20 8 İSRAF ÜZERİNE Türkiye bugün israf ekonomisini bütün boyutlarıyla yaşıyor. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, israf ekonomiyi aşmış, topyekûn devlet varlığımıza kasdeder hale gelmiştir. Reklam Rezervasyon Tel: 0.312 434 04 12 Faks: 0.312 434 04 13 Yapım Alban Tanıtım Ltd. Şti Tunalı Hilmi Cad. Büklüm Sk. No 45/3 Kavaklıdere/ANKARA Tel: 0.312 430 13 15 www.albantanitim.com.tr 1915’ten 2015’e ÇANAKKALE Bir Asır 14 İslam Güzel Ahlaktır Güncel Türk toplumunun yaşadığı hale ahlak noktasından bakılınca yozlaşma, eski tabirle tefessüh, tabiri çok yakışmaktadır. 20 24 Büro Çalışanlarında 24 İş Sağlığı ve Güvenliği Riskleri 28 Ofis bir şirketin işlerini yürüttüğü genelde bir bina veya binanın bir kısmını ifade eden yer olarak tanımlanmaktadır. Ofis ortamında çalışma genelde temiz, kolay ve güvenli olarak bilinir. 28 Destanlarda Kadınlarımız 36 Ev Kazalarına Karşı Güvende Olmanın Yolları Bamsı Beyrekleriz... Banu Çiçekler düşlerimizdir.” 36 44 Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaza nedeniyle ölüm vakalarının dörtte biri evlerde meydana gelmektedir. 44 Güzelin Peşinde Bir Karacaoğlan 48 MANGALA Türk Strateji ve Zekâ Oyunu “Gözel ne gözel olmuşsun, görülmeyi görülmeyi” 48 Tarihi araştırmalar Mangala Oyunu’nun Sakalar, Hunlar ve Göktürkler döneminde oynandığını göstermektedir. 52 Kuşları İçin Evini Satan, Mahallesini Değiştiren Adamlar Kuşçular Biz onları pek tanımıyorduk, taa ki Deli Yürek dizisin- deki “Sendee Hazreti Hüseyin mayası va Yusufuum, zalımlala savaşmak senin kaderin” diyerek bizlerin gönül telini titreten, çatıda demlediği çayla içimizi ısıtan Kuşçu karakteriyle tanıdık... 54 Sivas ellerinde yüzyıllardır çalınan saz Pİr Sultan Abdal Ak saçlı, aksakallı bir adam; başındaki kızıl sarığıyla, dörtlükler eşliğinde kurulu düzene, haksızlıklara karşı başkaldırıyordu. 58 52 Türkiye’de KADIN Olmak... Kadın olmak bütün dünyada çok ZOR, Türkiye’de ve bölgemizde çok daha ZOR... 54 58 SENCE 1915’ten 2015’e ÇANAKKALEir Asır B “Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulmamacasına şehit düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz. Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok Okuma bilenler Kuran-ı Kerim okuyor ve Cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler ise, Kelime-i Şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngü ile çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren, dünyanın hiç bir askerinde bulunmayan, tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” Mustafa Kemal ATATÜRK 4 www.sencedergisi.com Tarih İmanın ve Aldananların Hikayesi Anzak Ömer Ramazan DURMUŞ ⎟ Gazeteci Ç anakkale, dillerden düşmeyen destan... 1915’ten 2015’e tam bir asır geçti... Kapkaranlık tarih kıvılcımları arasında Çanakkale de tartışılıyor hala... kandırılmışlığın pişmanlığını, pazusundaki Türk bayrağı dövmesi ile gideren bir Anzak’ın, “Anzak Ömer”in hikayesini dikkatlerinize sunmak istedik. Ama birileri 1915 Çanakkale’sinin bir daha dönmemek üzere gidenlerin kanlarıyla yazdıkları tarihi konuşacağına zihin bulandırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Anzak Ömer’in hikayesi, 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD’ye giden Dr. Ömer Muşluoğlu Beyin, görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadise... Gidip de dönmeyenlerin hikayesi elbette Çanakkale... Türk’ün yetişmiş insan gücünün, o büyük asil ruhun Haçlı Orduları karşısında vatan için şahadete kavuştuğu asrın savaşı... Ne diyor Mehmet Akif; Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar, ‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar. Bu yazıda en şerefli kahramanlarımızı, Çanakkale Şehitlerimizi sizlere hatırlatmak için buradayız. 1915, Birinci Dünya Savaşı… Osmanlı Devleti dünyanın en büyük devletleri ile mücadele ediyor. İngiltere, Fransa ve Rusya beraberinde getirdikleri binlerce kandırılmış sömürge askeriyle asrın Haçlı Seferinde... Hedef belli; Türk milleti bu topraklardan atılacak. Öyle ya; gemileriyle, toplarıyla ve tüfekleriyle gelenler, Türk’ün azminden ve imanından bi haber... Ne acıdır ki, günümüzde Çanakkale anmalarına baktığımızda, İngiliz oyunuyla taa Avustralya’dan gelen kandırılmış insanların yakınlarının etkinlikleri, bizim kutlamalarımızı gölgede bırakıyor. Hürriyet aşkının sömürge yanlılarına tokat gibi cevap verdiği Çanakkale’nin yıldönümünde, Türk’e kurşun sıkmanın, Şöyle anlatıyor bu hikayeyi: Amerika’ya gittiğim ilk yıllar.. New York’da Medical Center Hospital’da görev almıştım. Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorları hemen hasta muayenesine, tedavisine vermiyorlar. Vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler... Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum. Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam, tahminen yetmiş beş yaşlarında... -Kan vereceğim, kolunuzu açar mısınız? dedim. Adamcağız kanserdi ve aynı zamanda kansızdı. Kolunu açtım, baktım pazusunda bir Türk bayrağı dövmesi... Çok ilgimi çekti, kendisine sormadan edemedim: -Siz Türk müsünüz? Kaşlarını yukarıya kaldırarak “Hayır” manasında bir işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum. Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? -Aldırma öylesine bir şey işte, dedi. Ben yine ısrarla: -Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım... SENCE 2015 Sayı 7 5 SENCE Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: -Siz Türk müsünüz? -Evet Türk’üm... İhtiyar gözlerime tanıdık bir göz arıyor gibi baktı. Anlatmaya başladı: -Yıl 1915 Çanakkale diye bir yer var, Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben, Avustralya Anzaklarındanım. İngilizler bizi toplayıp, dediler ki: -Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemli. Biz de inandık sözlerine ve savaşmak isteyenler arasına katıldık. Beynimizi yıkayan İngilizler Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale’ye sevk etti. Bizi gemilere doldurup Mısır’a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da alıp Çanakkale’ye getirdiler. Geceyi Gündüze Çeviren Gülleler Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler, suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler gibi geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ, Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ. 6 www.sencedergisi.com gayret ve cesareti gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer bu barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan sevgisindenmiş... Karaya çıktık; taarruz edeceğiz ama Türkler bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi gene püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Yediği Dipçikle Gerçeği Öğreniyor Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim. Gözlerimi açtığımda kendimi yabancı insanların arasında buldum. Nasıl korktuğumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmıyorlar, yaralarımı sarmışlar. İyice kendime gelince bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şok olmuştum doğrusu. Dedim ki kendi kendime: -Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler, ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hal- Tarih buki beni cephenin gerisine götürdüler. Türkler biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış, diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. Memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte... Devam ediyordu konuşmasına Anzak: -Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum. Peşinden nemli gözlerle: -Bana adınızı söyler misiniz? dedi. “Ömer” cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti. Meğer o bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için gerçekleştirememiş. -“Tabii, Müslüman olmak çok kolay” dedim. Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem kelime-i şahadet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı: -Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden tespih çekerek Allah’ımı ansam olur mu? Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Hakk’ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Hemen bir tespih bulup kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih çekiyor, biz de tedavisiyle ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti. -Beni yalnız bırakma, olur mu? dedi. -Ne gibi Ömer amca diye sordum. Şöyle dedi: -Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum; “Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gidin!” -Senin adın Müslüman adı mı? Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık duran sol kolunun pazusunda Türk bayrağı dövmesi, göğsünde imanı ile koskoca Anzak Ömer son anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şahadet getirttim, o şekilde kucağımda ruhunu teslim etti. -Evet, Müslüman adı deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi. Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım. -Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra “Anzak Ömer” olsun. Madem ki; düşünceyi zindana koymayan, hakikat sevgisini zincire vurmayan bir millet, o cesur ve adil Türkler var, üzerinde hakikatin, adaletin ve hürriyetin hüküm sürdüğü bir güneş ülke neden vücut bulmasın... -Peki niçin Ömer ismini vermişler sana? -Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş. - “Olsun” dedim. - Peki doktor, beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?” SENCE 2015 Sayı 7 7 SENCE Geleceğimiz, Çocuklarımız KAYBOLMASIN Yasemin GÜNGÖR ⎟ K anayan yaramız kaybolan şahıslar ve bunların başında yer alan çocuklarımız. Kayıp çocukların sayılarına dair veriler kurumdan kuruma değişmekte. Türkiye İstatistik Kurumu 2008-2011 yılları arasında kaybolan çocuk sayısı 27 bini geçti derken, İçişleri Bakanlığı Ocak 2015 verisine göre ise çocuk yetişkin toplam 20 bin 629 sayısını vermekte. Buna karşılık Yakınlarını Kaybetmiş Aileler Derneği (YAKAD) kayıp çocukların sayısının 30 binden fazla olduğunu söylemekte. Tüm bu rakamların ortak noktası, kaybolan çocukların sayısındaki büyük artış… 8 www.sencedergisi.com Türkiye İstatistik Kurumu’nun, 81 ilde gerçekleştirdiği araştırmanın “Güvenlik Birimine Gelen veya Getirilen Çocuklar” adlı raporuna göre; 2008-2011 yılları arasında kaybolan çocuk sayısı 27 bini geçti. Bunların 16 bin 289’u kız çocuğu. Araştırmanın bir diğer dikkat çekici sonucu ise kurumlardan kaçan çocuk sayısı, son 4 yılda 3 bin 227 iken, bunların bin 620’sini de kızlar oluşturuyor. Peki Çocuklarımız Neden Kayboluyor? YAKAD verilerine göre evden kaçmak dışında çocukların kaybolmalarının sebebi şu şekilde sıralanıyor; zeka geriliği ve benzeri durumlar, trafik kazaları, doğal afetler, evlat edinme, fuhuş yaptırma, organ ticareti ve dilendirme. Güncel OKUL ÖNCESİ ÇOCUKLAR İÇİN 10 ALTIN KURAL Çocuklarınıza sakıncalı yerler hakkında bilgi verin. Issız sokaklar, inşaat ve terkedilmiş yerlere gitmemeleri gerektiğini öğretin. (T.C İçişleri Bakanlığı KİHBİ Dairesi Başkanlığı verisidir.) ASLA BENİM BAŞIMA GELMEZ DEMEYİN! Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, çocuk kaybolmalarına karşı alınabilecek basit önlemleri hatırlatmak, kamuoyu duyarlılığını artırmak, ailelerin bilinçlenmesini sağlamak ve çocuklarda farkındalık yaratmak amacıyla YAKAD ve STRÖER Kentvizyon ile “Çocuklarımız Kaybolmasın” projesini başlattı. Bu kampanya, okul öncesi çocukların ve okul çağı çocukların kaybolmalarını önlemek ya da en aza indirmek amacıyla geliştirilen “10 Altın Kural” uygulamasından oluşuyor. Bütün bunlara rağmen çocuğunuz kaybolduysa ve bulunamadıysa yapılacak araştırmalarda kullanılmak üzere çocuğunuzun saç fırçaları ve saç tutamları, diş fırçaları, tırnak makası gibi üzerinde biyolojik izlerin bulunabileceği eşyalarını DNA testi yapılması amacıyla saklayın. Doç. Dr. Cengiz ÖZBESLER’e Kulak Verelim Çocuklara bir yerden bir yere gitmeleri gerektiğinde, örneğin okul servisinden eve, evden okula, okulda spor salonuna, soyunma odalarına vb. grup halinde birkaç çocuk bir arada gidip gelmeleri, oyun ortamlarında oynarlarken de yine gruplar halinde oynamalarının öğretilmesi önemlidir. Çünkü zarar verecek olan kişiler genellikle yalnız olan çocuklara yönelmektedir. Çocukları okula getirip götürme ve okul dönüşü onları karşılamada birbirlerini iyi tanıyan komşular işbirliği ve dayanışma içerisinde dönüşümlü olarak hareket edebilirler. Bu konuda okullarda anne babalar bilgilendirilebilir. Çocuklarınıza tanıdıkları bir kişiyle bile olsa hiçbir yere sizin onayınız olmadan gitmemesi gerektiğini öğretin. Çocuklarınıza tanımadıkları kişilerden yiyecek, içecek, ilaç gibi maddeler almaması gerektiğini öğretin. Çocukalarınıza sesin bir imdat çağrısı olabileceğini öğretin. Zor durumlarda bağırarak yardım istemesini öğretin Çocuklarınıza adını, soyadını, aile bireylerinin ad, soyad ve adresini öğretin. Kimlik bilgilerini yanında taşımasını sağlayın. Çocuklarınıza evde yalnız kaldıklarında tanımadıkları kimseye kapıyı açmamalarını öğretin. Çocuklarını parkta ya da dışarıda oyun oynarken sürekli izleyin. Çocuklarınıza güvenlik görevlileri, polis, jandarma gibi güvenebilecekleri kişileri ve okul, hastane, karakol, cami gibi yardım isteyebileceği yerleri öğretin. Çocuklarınıza kaybolduklarını farkettiklerinde oldukları yerden uzaklaşmaması gerektiğini anlatın. Çocuklarınızı birine emanet etmek zorunda kaldığınızda sürekli o kişiyle iletişimde kalın. SENCE 2015 Sayı 7 9 SENCE Ebeveynlerin her zaman çocuklarının nereye gidip geldiklerini, ne zaman gelip gideceklerini, mutlaka bilmeleri ve izlemeleri gerekiyor. Hatta çocuklar bilinen tanınan bir yetişkin ile bir yere gidip gelecekse bile, anne babalar mutlaka bu durumdan haberdar olmalıdırlar. Yine aynı biçimde çocuk okuldan gelip, okul servisinden indiğinde servis görevlilerinin çocuğun eve girdiğinden veya evden bir yetişkinin yanına ulaştığından emin olana kadar çocuğu izlemeleri önemlidir ve bu konularda okul servis görevlilerinin bilgilendirilmesi yararlı olur. Eğer çocuk bir arkadaşının evine gidecekse ve orada bir süre arkadaşı ile zaman geçirecekse, ders çalışacak veya birlikte oyun oynayacaklar ise, her iki çocuğun annesi bunu karşılıklı olarak yüz yüze konuşmalı ve sonra izin vermelidirler. Ayrıca çocuğa herhangi olumsuz bir durum karşısında, o anda evde kimse olmadığında, korkmadan, paniğe kapılmadan yakın civarda ulaşabileceği güvenli kişiler ve ortamlarla ilgili olarak önceden mutlaka bilgi verilmelidir. (örneğin varsa eve yakın bir banka ve güvenlik görevlisi, her zaman evde olabilecek tanıdık güvenilir komşular vb.) Çocukların daha sonra o evden izinsiz ayrılmalarına ve denetimsiz bir biçimde dışarıya oyun oynamaya ya da zaman geçirmeye çıkmalarına müsaade edilmemelidir. Ancak evden bir yetişkinin çocuklar dışarıya çıktığında veya oyun oynarlarken onları izleyeceğine ilişkin karşılıklı bir plan yapılabilir. Çocuklar eve yakın bölgelerde oyun oynuyorlar ya da bisiklete biniyorlarken bir yabancı onları rahatsız ettiğinde veya kendilerini tehlikede hissettiklerinde, hemen ulaşabilecekleri güvenli yerleri (okul, kütüphane, banka vb.) ve güvenebilecekleri kimseleri daha önceden belirlemeli ve çocuklarla hemen o güvenli yere gitmeleri konusu önceden konuşulmalıdır. Hatta her ihtimale karşı aile bu kişilere hem kendi telefonunu vermeli, hem de önceden belirlenen bu güvenilir kişilerin telefon numaralarını almış olmalıdır. Böylece anne ya da baba evde olamadığında, çocuğunun nerede olduğunu kolayca ve hızlı bir biçimde öğrenebilecektir. Tanınmayan kişilerle iletişim, onların bir şey sormaları vb. konularla ilgili çocuklarla önceden mutlaka konuşulmalı, bu tür kişilerin onlardan bir şeyler isteyebileceği, kendini acındırarak çocuklara yaklaşabileceği , bir yere gitmeleri konusunda yardım etmelerini isteyebileceği vb. konularda çocuklar önceden mutlaka bilgilendirilmelidirler. “Çocuğunuzla Konuşun ve Dinleyin” 10 www.sencedergisi.com Çocuğun tanımadığı kişi çocuğa doğru yürüdüğünde, ona dokunması ya da onu tutmaya çalışması gibi durumlarda çocuğun çığlık atması, “HAYIR” diye bağırması ve hemen uzaklaşmaya çalışması öğretilmelidir. Bunlara ek olarak çocuklar hangi tanımadıkları yetişkinlerin onlar açısından güvenilir olduğunu bilmelidirler. Çocuklara; polis memurları, çocuklu anneler, öğretmenler, okul yöneticileri, üniformalı postacılar gibi yetişkinlerin genellikle güvenebilecekleri kişiler olduğu öğretilebilir. Çocuğa ihtiyacı olduğunda böyle yetişkinlerden yardım isteyebileceği konusunda önceden bilgi verilmelidir. Anne babalar çocukları ile ve zaman zaman çocukla iletişim kurması gereken yetişkinlerle aralarında önceden birkaç kod kelime belirleyebilirler. Bu kelimeler yabancı kimselerin kolayca tahmin edemeyeceği, anlayamayacağı türden kelimeler olmalıdır. Belirlenen bu kod kelimeler sık sık yenilenmelidir. Çocuğun yetişkinler tarafından bir yerden alınıp bir yere ulaştırılması gerekiyor ise kendisini almaya gelen yetişkin ile bu kod kelime üzerinden iletişim kurması ve gelen kişi bu kelimeyi bilmiyorsa kesinlikle onunla gitmemesi gibi planlar yapılabilir. Çocuğun ismini ve ailesinin isimlerini bilen yabancıların eğer daha önce aralarında kararlaştırdıkları kod kelimeleri bilmiyorlarsa muhtemelen güvenilir olmayacağını da çocuklara hatırlatmak gerekmektedir. Çocuklara zarar verebilecek güvenilmeyen yetişkinlerin kullandıkları tuzaklar da öğretilmelidir. Örneğin yabancı yetişkinin bir hayvanını kaybettiğini söylemesi ve çocuğun onu bulmasına yardım etmesini istemesi, bir yerden bir yere gitmek için yol sorması, (çocuğa yaklaşmak ve onunla iletişim kurmak amaçlı), güvensiz yetişkinlerin çocukların ve ailelerinin isimlerini, aileleri ile ilgili bazı bilgileri bildikleri görülmektedir. Güvensiz yabancı kişiler bu bilgilerle ailesinin tanıdığı birisi olduğuna dair çocuğa güven vermeye çalışmaktadırlar. Bu nedenle sosyal medya ortamlarında bu tür bilgilere kesinlikle yer vermemek çok önemlidir. Güncel Böyle durumlarda çocuğun o ortamdan uzaklaşmaya çalışması ve önceden anne babası ile belirledikleri güvenli yerlere doğru gitmeye çalışması öğretilmelidir. OKUL ÇAĞI ÇOCUKLARI İÇİN 10 ALTIN KURAL Çocuklarınıza sakıncalı yerler hakkında bilgi verin. Issız sokaklar, inşaat ve terkedilmiş yerlere gitmemeleri gerektiğini öğretin. Çocuklarınıza tanıdıkları bir kişiyle bile olsa hiçbir yere sizin onayınız olmadan gitmemesi gerektiğini öğretin. Çocuklarınıza internet ve sosyal medya ortamında tanımadığı kişilerle fotoğraf, adres, okul ve şahsi bilgileri paylaşmamalarını öğretin. Çocukalarınıza sesin bir imdat çağrısı olabileceğini öğretin. Zor durumlarda bağırarak yardım istemesini öğretin Çocuklarınıza adını, soyadını, aile bireylerinin ad, soyad ve adresini öğretin. Kimlik bilgilerini yanında taşımasını sağlayın. Çocuklarınıza evde yalnız kaldıklarında tanımadıkları kimseye kapıyı açmamalarını öğretin. Çocuklarını parkta ya da dışarıda oyun oynarken sürekli izleyin. Çocuklarınıza güvenlik görevlileri, polis, jandarma gibi güvenebilecekleri kişileri ve okul, hastane, karakol, cami gibi yardım isteyebileceği yerleri öğretin. Çocuklarınıza kaybolduklarını farkettiklerinde oldukları yerden uzaklaşmaması gerektiğini anlatın. Çocuklarınızın gün içinde yaptıklarından haberdar olun. Arkadaşlarının ve ailelerinin adlarını, telefon numaralarını ve adreslerini kolayca ulaşabilecğiniz bir yerde bulundurun. SENCE 2015 Sayı 7 11 SENCE “Allah için adaleti ayakta tutup, gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe götürmesin…” (Maide Suresi 8. Ayet) Fahtrettin YOKUŞ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkanı A dalet, dilimizdeki en sihirli sözcük. Onun olmadığı yerde kargaşa, haksızlık ve zulüm var. Kelime anlamı, hakka ve hukuka uygunluk, hakkı gözetmek; yani adalet bir anlamda, haklıya hakkının teslimiyetidir. Ünlü bilim adamı Sigmund Freud “Medeniyetin ilk şartı adalettir” demiş. 12 www.sencedergisi.com Eğitimci Mümin Sekmen ise, “Adalet bize bütün ilişkilerimizde rehberlik eden bir değerdir. Toplum olarak, yaşadığımız bütün sorunların kökeninde adalet eksikliği vardır. Eğer çalıştığımız kurumda ve kişisel ilişkilerimizde bir sorun varsa, orada mutlaka adalet zedeleniyor demektir. Eğer daha huzurlu, daha verimli ve daha uygar ilişkiler arzu ediyorsak, hepimiz her ilişkimizde Adalet duygusunu yüceltmeliyiz” diyor. İnsanlık tarihine baktığımızda adalet üzerine yönetilen milletlerin daha hızlı geliştiği ve yüksek medeniyet seviyesine ulaştığı, devletlerin yükseliş dönemlerinin de bu dönemler olduğunu görmekteyiz. Bugün de, adaleti her şeyin üzerinde tutan toplumlar, daha mutlu ve huzurlu toplumlardır. Adalete önem vermenin üç boyutu olduğunu savunan Harvard Üniversitesi’nden Prof. Yochia Bankler, bunları; a. Niyetlerin adil olması. b. Süreçlerin adil olması. c. Sonuçların adil olması. olarak sıralar. Konfüçyüs ise, “Adalet kutup yıldızı gibi yerinde durur ve geri kalan her şey onun etrafında döner” diyerek, adaletin her şeyin başı olduğunu, toplumsal hayatın merkezinde yer alması gerektiğini ifade eder. Türk devlet geleneğinde de, Yüce Dinimiz İslam’ın temel anlayışında da “Adalet” her zaman ana kavram olmuştur. Çünkü Allah kendisi âdildir ve yaptğı herşeyde de adalet tecelli eder. “Hiç şüphesiz ki, Allah size emanetleri ehline teslim etmeyi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa 4/58) İslam dinine göre yöneticilik insana verilen emanetlerden biri hatta en önemlisidir. Müslüman yönetici, adaletin yönetimin temeli olduğuna adaleti sağlayamayan yönetimin yok olacağına zulm edenin akıbetinin kötü olacağına inanır. Yüce Peygamberimiz, “Adalet güzeldir. Devlet büyüklerinde olursa daha da güzeldir” buyurmuşlardır. Bir başka hadiste ise, “Haktan ve adaletten ayrılmadıkça ümmetimden hiçbir kavim zeval bulmaz…” buyurarak, adaletten ayrılan kavimlerin yok olacağını ifade etmiştir. Hz. Ali de; “Adalet halkın dirliği, düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir” “Adalet imanın başıdır. İhsanın birleştiği noktadır ve imanın en yüksek mertebesidir” buyurmuşlardır. Tarihte de görülmüştür ki, hiçbir millet yokluk ve yoksulluk nedeniyle tarih sahnesinden silinmemiştir. Milletler tarihten adaletsizlik ve hukuksuzluk nedeniyle silinmişlerdir. “Adalet Mülkün Temelidir” Bizde de adalet anlayışı ne zaman yöneticilere göre şekil almış ve içi boşaltılmış ise, o dönemlerde istikrarsızlığın yoğunlaştığı aşikardır. Bugün de adliye binalarımızda, “Adalet, mülkün (Devletin) temeli” diye yazar. Bunun anlamı, adaletten ayrıldığımızda devletin temellerinin sarsılacağıdır. Peki... Ülkemizde gerçek manada bir adalet var mı? Maalesef, toplumuzun kahır ekseriyeti gerçek bir adaletin olmadığı kanaatindedir. Hele hele son yıllarda adaletle ilgili yapılan yeni düzenlemeler, siyasi iktidarların anayasa ve yasaları hiçe sayan yönetim anlayışı, adalete güveni sıfırlama noktasına getirmiştir. Güncel Adaletli toplumlar, medeniyet yolunda öne geçmiş milletler olarak tarihe damgalarını vurmuşlardır. Adalet dağıtmakla görevli bazı yargıçlarımızın bile, “Adalete güvenin her geçen gün azaldığı ve %20’lere kadar düştüğünü” kabul ettikleri ülkemizde toplum olarak bizlerin geleceğe umutla bakabilmesi mümkün mü? Oysa ki Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk “Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin, Devlet halinde varlığı kabul olunmaz” der. Adalet kelimesi elbette sadece yargı anlamına gelmiyor. Hayatın her aşamasında adaletden söz edebiliyormuyuz. Ülkemizde; • Adil bölüşüm var mı? • Hakça paylaşımdan söz edilebilir mi? • İnsanlar emeğinin karşılığını alabiliyor mu? • Milli gelir, toplumun sosyal kesimlerine adil dağıtılıyor mu? • Çalışanlar, üretenler haklarını tam alabiliyor mu? • Eğitimde adaletten bahsedilebilir mi? • Atamalar da adil davranılıyor mu? sorularına da maalesef olumlu cevaplar veremiyoruz. Ayrıca birey olarak da ticari hayatımızda adil miyiz, ailemizde adil miyiz? Kısacası adalete bir yaşam felsefesi olarak içselleştirdik mi. Bunları gerçekleştiremediğimiz takdir de ne iç huzura, ne de toplumsal huzura ulaşamayacağız. Ümidimiz odur ki, “Adil Devlet” yöneticilerinin yönettiği, hakkın ve hukukun gözetildiği bir ülke hayalimiz tez zamanda gerçek olur… SENCE 2015 Sayı 7 13 SENCE Agah Oktay GÜNER’le İSRAF ÜZERİNE Röportaj: Deniz GÜRBÜZ T ürkiye bugün israf ekonomisini bütün boyutlarıyla yaşıyor. Daha doğrusunu söylemek gerekirse, israf ekonomiyi aşmış, topyekûn devlet varlığımıza kasdeder hale gelmiştir. 14 www.sencedergisi.com Tarih İsrafı Bunu biraz açalım; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir kuruluş felsefesi var. Devleti kuran sivil ve askeri kadrolar 16 yıl savaşmış, hayatlarının 16 yılı cephede geçmiştir. Bu kadrolar yamçının üzerinde geçmiş ve büyük bir sabırla, büyük bir imanla, büyük bir heyecanla malzemelerini biriktirmişler, Çanakkale’de örs ve çekiç üzerinde dövülerek, Cumhuriyeti kuracak hale gelmişlerdir. Sabiha Sultan devamında, “Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir. Türk milletinin bizi artık dedikodulara mevzu etmesi ayıptır. Çünkü milletimiz için Osmanlı tarihi iftihar edilecek bir mirastır. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat o da Türk’ün idi. Bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır.” İşte meselenin temeli buradadır. İmparatorluk da Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Sabiha Sultan’ın da buyurduğu gibi, Osmanlı tarihi iftihar edilecek bir mirastır. İmparatorluk ayrı bir devirdi, fakat O da Türk’ün idi. Bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır. Bu ölçüdeki hakkaniyet, adalet, denge ve samimiyet dilerim siyasilerimize de rehber olur. 12 yıldır Türkiye’yi yönettiğini iddia eden siyasi iktidar ne yazık ki, devletin temel felsefesi ile çatışma halindedir. Osmanlı’yı yüceltmek amacıyla Cumhuriyeti yok sayan beyanlarda bulunmaktadır. Bu arkadaşlarımızın, yani bugünkü iktidarın en büyük eksiği tarih kültürü ve tarih bilgisinin yokluğu, eksikliği ve tarih şuurundan mahrumiyettir. Tarih şuuru olmadığı için çok abuk sabuk laflar ediyorlar. Bu konuda en selahiyetli, en ehliyetli, en akil insan kimdir derseniz, hiç şüphesiz Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan derim. Kendisinin yarım asır önce yazdığı hatıralarında söylediği cümleler bütün bu safsatalara son verecek niteliktedir. Atatürk’ü küçültme gayretleri çok zavallı gayretlerdir. Sabiha Sultan’ın, “Gönlüm ister ki, Türk milleti tarihine karşı hürmetkar Atatürk ömründe hiç mağlup olmamış bir kumandan. Bu milleti zaferden zafere koşturmuş bir kumandan. Efendim, içkiciydi diyorlar. Evet, Sakarya Meydan Muharebesi’nde 22 gün 22 gece Fevzi Paşa’yla birlikte savaşı idare eden Mustafa Kemal, ağzındaki 17 dişin verdiği ağrıyı hissetmemek için rakıyla ağzını çalkalamıştır. Röportaj olsun. Geçmiştekilerin hizmetlerin büyüklüğünü unutmasın, onlara tam kıymetlerini versin. Osmanlı Devleti’nin tarihte kazandığı azameti ve kârlı yeri küçümsemesin. Maziye karışan bedbaht hükümdarlara şimdiye kadar yüklenen ithamların yerinde olup olmadığını tam bir müsamaha ve titizlikle tetkik etsin.” şimdi bu ne güzel bir ölçüdür. Efendim dişçiye niye gitmedi diyorlar, yani cepheyi bırakacak dişçiye gidecek… Mustafa Kemal’in çok ciddi sağlık sorunları var. Yamçının üstünde geçiyor ömrü. Yamçı şu kadar bir kilim. Toprağın üstüne seriyor, onun üstünde uyuyor. Dizlerinde romatizma var. Atını ürküttükleri için Kocatepe’de düştü. 3 kaburga kemiği kırık, ağzında 17 dişi çürük. Diyorlar ki, ̶ Paşam, Ankara’da bir müddet istirahat edin. ̶ Hayır! diyor. Kaburga kemikleri batmasın diye vücuduna değnekler bağlatıyor ve hiç uyumadan o değneklerin hapsinde, rakıyla gargara yaparak savaşı idare ediyor. Namuslu bir siyaset adamı yargıdan kaçmaz. Şimdi bu iktidarın içinde bazı hırsızlar var. Hırsız denildiğinde, sinirlenen adamlar var. Namuslu bir siyaset adamı yargıdan kaçmaz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti iktidarı devrinde Suat Hayri Ürgüplü, Gümrüklerden Sorumlu Bakandı. Efendim, “Kahvede kaçakçılık var, suiistimal var” dediler. “Yüce Divan’da yargılanmak istiyorum” dedi. Yargılandı, aklandı. Suat Hayri Ürgüplü sonra Başbakan oldu. Dürüst bir siyaset adamı yargıya gitmekten korkmaz. Hele bugünkü yargı, MAŞALLAH! Polisiyle, savcısıyla, hakimiyle, kontrol edebilecekleri en üst noktaya geldiler. Ama kontrol edemeyecekleri bir nokta var. Türk’ün onurlu vicdanı... Türk SENCE 2015 Sayı 7 15 SENCE hakimlerinin onurlu vicdanı hiçbir iktidara teslim olmamıştır, bu iktidara da teslim olmayacaktır. Devletin felsefesiyle çarpışmaları bize zaman ve imkan kaybettiriyor. Bir kere milleti lüzumsuz yere böldüler. Atatürkçüler, Atatürkçü olmayanlar... Atatürk bu milletin bir evladı, “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Ama Türkiye Cumhuriyeti ebediyen payidar kalacaktır” diyor. Bunu söyleyen Atatürk... Siz ne istiyorsunuz kardeşim? Atatürk nesi var nesi yok milletine hediye etmiş. Anıtkabir’deki müzeye gidin. Trilyon dolar değerinde hatıralar var. Hepsi bu milletin. Ama siz onun millete hediye ettiği, bataklıktan çam bahçesine çevirdiği Atatürk Orman Çiftliği’ni yok etmek için elinizden geleni yapıyorsunuz. Kendilerini güçlü hissetseler Anıtkabir’in bahçesine de girecekler. Daha o güçte hissetmiyorlar. Diğer büyük yanlışları, Atatürk ve İnönü’den sarhoş diye bahsetmeleridir. Buna hakları yok. İnönü’nün aile hayatı da meydanda, çocukları da meydanda. Onlar çocuklarına vakıf kurmamışlar, vakıf yoluyla belediyelerin arazilerini yutmamışlar. Midelerine haram lokma girmemiş ve dindarlıklarını gizlemişler, dini reklam etmemişler. Bu kadro konuşurken “Cuma namazında camide miyiz yoksa dışarda mıyız diye” gayr-i ihtiyari insan düşünüyor. Ne kadar yarım yamalak bildikleri İslam ile ilgili konu var, hepsini döküyorlar ortaya. “Ne büyük Müslümanlar” desin millet. Ama bu beyler şunun far- kında değil. Dini bilgiden çok, insanlar dini duyguya muhtaçtır. Eğitim İsrafı Bu iktidar döneminde eğitim sistemi perişan edildi. Neden? Neden “Kindar ve dindar bir nesil istiyorum” dedi. Atatürk ise “Cumhuriyet, hür vicdanlı, hür akıllı, sağlam bünyeli bir gençlik ister” dedi. Hür vicdan, hür akıl... Vicdanını ve aklını kimseye kiraya vermemiş, tertemiz, insan. İnsan gibi düşünen bir varlık. Şimdi kindar ve dindar nesil... Gazete haberlerine göre zatı muhteremin oğulları vakıf başkanı ya, Milli Eğitim Bakanı’na talimat vermiş. Bir milyon diplomalı imam hatip okulu mezunu istiyor. Zaten yaptıkları o, onlar için bir tek okul var, imam hatip okulu. Başka okul yok. Çok büyük yanlış yapıyorlar. Bu ülkede hiç şüphesiz imam hatip okulları’nın da yeri var. Ama bütün okullar imam hatip olsun, bu çok saçma bir şey. Kalkınmasını başarmış, dünya üzerinde söz sahibi olan Almanya gibi, Rusya gibi ülkeler teknik eğitime ağırlık vermiştir. Ve her diploma aldığı zaman üretici olabilecek adam yetiştirmiştir. Alman eğitiminin özü budur. Lenin Rusya’da Marksist ihtilali gerçekleştirdikten sonra, karısını Almanya’ya göndererek, Alman eğitim sistemini inceletmiş, teknik eğitim sistemini Rusya’ya uygulamıştır.. Şimdi Türkiye’nin dünya üzerindeki bu yarışları görerek bu memleketin gençliğini mollalar haline getirmek yerine, teknik üreticiler haline getirmesi lazım. 16 www.sencedergisi.com nü idrak etsinler. Kullara yaranmak kolay, ama Allah’a yaranmak esas olmalıdır. Maaşlı Din Adamı Yoktur. Türkiye’de 12 yıl zarfında emeğiyle geçinen bütün insanların çalışanların ve emeklilerin reel gelirleri düşmüştür. Enflasyonu düşün, eline geçen paraya bakın, başlangıcın altındadır. Sağlık Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden fazla bir Diyanet bütçesi var. Ben bu efendilere soruyorum. İslam’da din adamları sınıfı var mı? Yoktur. Buna batılılar “Clerje” derler. Papazların sahtekarlıkları, namussuzlukları, yanlışları “Clerje” sınıfını batıda mahkum etmiştir. İslamiyet’te kim namaz kıldırmayı biliyorsa, geçer cemaatin başına camide namazı o kıldırır. Maaşlı din adamı yoktur. İslam’ın bu açık hükmü sebebi ile Hıristiyanlar, Müslümanlığa koştular. Çünkü adamlar bıkmış ve bezmiş. Parayı veriyor, Endülüjans kağıdı alıyor, cennetten yer tutuyor. Hıristiyanlık böyle, dejenere hale gelmiş. Şimdi tartıştıkları konulara bakın. Anaokulunda kız çocukları başörtüsü örtsün mü, örtmesin mi? Bu vahabi kafasıdır. Suudi Arabistan’da 4+4+4 sistemi var, Türkiye’ye de o sistemi getirdiler. Kız ve erkek öğrenci ayrılsın, kız öğrenciler başörtüsü örtsün. Dikkat buyurun! Kafanın içiyle meşgul olan tek sancıları yok. Sırf şekil. Bu noktada, eğitim sistemimizin tam bir biçimde israf edildiğini söylüyorum. Mahvettiler. 12 senedir, Türk eğitimi kısır bir döngü halindedir. Diyanet İşleri bütçesi bunları sildi süpürdü. Benim bu sözlerimden Diyanet İşleri mensupları alınmasınlar. İslam’ın özü- Emek İsrafı İşçi sendikalarını güçsüz hale getiren her türlü çalışma yapıldı. Taşeron işçilik hakim oldu. Öylesine yeni bir sermaye sınıfı meydana geldi ki gamsız ve utanmaz... Taşeron işçilik, işçinin hiçbir güvenliğinin olmadığı, emeğinin sahipsiz olduğu bir sistemdir. Çalışma şartlarında iş güvenliği yoktur. Taşeron işçilik sebebiyle, işçilerimizin bir bölümü madenlerde boğuluyor, göçük altında kalıyor, asansör facialarında ölüyor. İşçilerin yattığı çadırlar yanıyor. Hangi birini söyleyeyim. 300 işçinin öldüğü madenin sahibi, vicdansızca devletten tazminat istiyor, “ben zarara uğradım” diyor. Bu bahiste söylenecek çok söz var. Ama derginizin hacmi bizim destanlara yetecek halde değildir. Biraz insaflı olmalıyız. Sermaye İsrafı Peki emek sömürülüyor, bitiriliyor da sermaye ne halde? Cumhuriyet’in bütün birikimini, Cumhuriyet’i küçük gören beğenmeyen bu efendiler, 64 milyar dolara sattılar. Bunun 32 milyar Türk Lirası hükümet eliyle yardımlara gitti. 19 bin aileye yardım yapıldı. Ben bir iktisatçı olarak bu anlayışa şiddetle karşıyım. Bu asil millet, bu yüce gönüllü millet fakir olabilir. Ama sadaka alacak kadar küçülmez. Röportaj Tekrar ediyorum, imamlar, hatipler belli. Türkiye’nin ihtiyacı da belli. Şu andaki gidişat da Türkiye’nin 100 sene sonraki imamlarını da yetiştiriyoruz. Bunlar ne üretecek, ne üretebiliyor? Devlet Teşekküllerini sattılar. Kendilerine oy getirecek kölemenler yarattılar. Siz paraları, Kamu İktisadi Teşebbüsleri Kuruluş Kanununa göre derhal sanayi yatırımına götürmek zorundaydınız. Atatürk ve arkadaşlarının İktisadi Devlet Teşekküllerini kurarken yazdıkları kanunda bu madde var. Efendim, para dağıt, somun dağıt, zeytinyağı dağıt, fasulye dağıt. Bunlar çok ayıp şeyler, bunlar oy avcılığıdır. Halbuki yapılacak iş, bunları sanayi üretimine götürmek ve vatanın çocuklarına iş sağlamaktı... Ankara’da defalarca bu alışveriş merkezleri, AVM’leri kuranlarla konuştum ve onlara, ̶ Yanlış yapıyorsunuz, Ankara için 32 tane AVM’ye ihtiyaç yok. Gidin Düsseldorf’a 30 sene önce 3 tane AVM vardı, şimdi de 3 tane AVM var. Paralarla fabrika yapın Ankara’da. İnsanlar çalışsın, dedim. O paralar bu sermayeler katledildi, öldürüldü. Sırf kendilerine yakın olanlar arazi rantından faydalansınlar diye… Başka bir şey için değil. Onlara bir rant geliri sağlamak. Ne oldu, İktisadi Devlet Teşekküllerinden gelen para heder oldu. İktisadi Devlet Teşekkülleri ahbap-ı yarana satılarak, onlar ihya edildi. Kasalarındaki paraları, arazilerı, stokları hiç düşünülmeden yok pahasına gitti. Şimdi, bu hovardalığa bu millet müsaade etmez. Gün ola harman ola. SENCE 2015 Sayı 7 17 SENCE Devlet Planlama Teşkilatı’nı, -biz orada yetiştik- yok ettiler. Halbuki, Devlet Planlama Teşkilatı iktidarların en büyük dostu. Vatandaşın bu iktidar döneminde en büyük eksikliği güven duygusudur. Vatandaş ekonominin içinde cereyan ettiği piyasa şartlarına güven duymuyor. Parasını ne yapsın? Bankaya götürüyor, altın alıyor, hisse senedi alıyor. Üzülerek ifade ediyorum, borsa vatandaşı devamlı hicrana uğratıyor. Altın çok uzun dönemlerden sonra minicik karlar sağlıyor. Vatandaş çaresiz ve ümitsiz. Ekonomide güven duygusu olmadan herhangi bir başarı sağlamak mümkün değildir. Eğer siz güven duygusunu sağlayan halkın ve muhalefetin dürüstlüğünden şüphe etmediği bir iktidar olursanız, hakkınızda ileri süren her türlü şaibeye karşı, her türlü dedikoduya karşı “beni yargılayın” deme cesaretine sahipseniz, o zaman ekonomide bütün gizli kaynaklar ortaya çıkar. Efendim 3500 ton altın varmış, yastık altında. Niye bu altınlar çıkmıyor? Niye çıksın? Sen alamadığın elektriğin bedelini benim faturama yükleyeceksin, alamadığın vergiyi benim vergime yükleyeceksin ve Güneydoğu Anadolu’yu babanın tarlası gibi terk edeceksin yanacak, yıkılacak, perişan edilecek, “aman olay çıkmasın diye kuluçkaya yatmış tavuk gibi bakacaksın” öyle bir şey olamaz. Buna hakları yoktur. PKK bu iktidarın sayesinde kadrolarını yenilemiş, gençleştirmiş, stoklarını tazelemiştir. Diğer taraftan, vatandaşın devlete olan güveni yıkılmıştır. 18 www.sencedergisi.com Korucuları kendi kaderine terk ettiler. Türkiye Cumhuriyeti milli tarihe yakışmayan bir iş yapmış oldu. Korucular devlete hizmet etmiş adamlar. Ayıp değil mi? Utanmıyor musunuz? Bunları PKK kurşunlarına nasıl terk ediyorsunuz? Devlete güvenen aşiretleri de kırdılar. Devletin yanında yer alan aşiretleri de sahipsizliğe mahkum ettiler. Şimdi hem korucular kurşun yiyor, hem aşiretler kurşun yiyor, silahlı kuvvetler ve polis bakıyor. Neden? “Efendilerimiz aman karışmayın dedi.” Gelelim toprak konusuna. Bir devlet toprağıyla vardır. Toprak devletin ana malıdır. Türkiye’de toprak üzerinde çok oyun oynanıyor. En büyük tavizler İsrail’e bu dönemde verilmiştir. Hükümet, İsrail ile devamlı kavga görüntüsü veriyor. İsrail toprak satmaz, toprak vakıflar ve devletin elindedir. %10’u vatandaşın elindedir, vatandaş o toprağı yabancıya satamaz. Bu hükümet mütekabiliyet şartını tanımadan yani benim vatandaşıma toprak alınma hakkı verilse de verilmese de ben onlara toprak satıyorum dedi. İkincisi, Atatürk Köy Kanunu’nu bizzat kaleme almış. Köy Kanunu’nda diyor ki, “yabancılara köylerde toprak satılamaz.” Bu efendiler, bu maddeyi de değiştirdiler. Yabancılara köylerde toprak satılır, dediler. Ondan sonra da İsrail aleyhine nutuk üstüne nutuk. Milli Değerlerin İsrafı Teröre karşı savaşan paşaların yargılanması gündeme getiriliyor. Çocuk şehit düşmüş, mekanı cennet olsun. Baba, “Beni hiç kimse aramadı. Bilgi almaya nereye gittiysem, devlet sırrı denildi geri çevirdiler. Ben oğlum için dava açacağım ama avukat tutmak için param yok.” diyor. Böyle bir durum olabilir mi? Gazi, protez ayak yaptırıyor. Efendim şu kadar kuruş fazla, bu kadar kuruş fazla. 1700 odalı saray yaptıran israfın sahipleri, gazilerin ayaklarına gidecek paraya sahip olmalılar. Bir gazi bu muameleye maruz kalmamalı. Bir belediyenin otobüs şoförü bir gaziye hakaret edememeli. Aksi halde siz, vatan için fedakarlık yapacak hiç kimseyi bulamazsınız. İstedikleri nihai hedefleri de odur zannediyorum. Uygulanan yanlış maden politikalarıyla yeraltı servetlerimiz heder oluyor. Uygulanan yanlış ve dikkatsiz politikalar sebebiyle, Doğu Akdeniz’de Rumlar denizaltı servetlere sahip oluyorlar ve biz seyirci kalıyoruz. Bu aziz millet vatanı, namusu, bağımsızlığı, bayrağı için gözünü kırpmadan can vermeye hazır olan bu aziz millet, birtakım insanların siyaset bayrağı altında, daha doğrusu siyaset flaması altında Türk Devleti’ni israf etmelerine müsaade etmeyecektir. Demokrasilerde bunun pek çok imkanı vardır ve en güçlü fırsatta seçimlerdir. Dileyelim! Seçimlerde önce kendi aklımızı israf etmeyelim, sonra devletimizi… ŞİMDİ KARAR ZAMANI SENDİKANI SEÇ SENCE 2015 Sayı 7 19 SENCE İslam Güzel Ahlaktır Güncel Türk toplumunun yaşadığı hale ahlak noktasından bakılınca yozlaşma, eski tabirle tefessüh, tabiri çok yakışmaktadır. Dr. Süleyman GÜNGÖR ⎟ T oplumlar ancak belirli kurallar çerçevesinde bir arada yaşamayı sürdürebilir. Toplumsal kuralların temel özelliği genel geçer olmaları ve uymamanın yaptırımlara bağlanmış olmasıdır. Bu yaptırımlar, kanunların getirdiği cezalardan başlayıp ayıplanmaya kadar uzanan bir yelpaze oluşturmaktadır. Toplumun üyelerine bu kuralları benimsetmesine sosyolojide toplumsallaşma denilmektedir. Toplumsal kuralların kaynağını geçmişten gelen tecrübelerle şekillenmiş olan örf ve adetler, din ve hukuk oluşturmaktadır. Bunlar birbirinden bağımsız değildir. Gelenekler dini bir nitelik kazanabileceği gibi, 20 www.sencedergisi.com din kuralları da gelenek haline dönüşebilmektedir. Hukuk ile din ve örf kuralları arasında geçiş kaçınılmaz durumdadır. İnsanların toplum halinde yaşamaları, yapış ve davranış kuralları ile değerler listesi sayesinde mümkün olmaktadır. Ahlak kavramı da tam buradan doğmaktadır. İnsanların ortak değer yargıları, estetik çerçevesi ve saygınlık göstergelerini oluşturan bir kavram olarak ahlak, toplumdan topluma değişiklikler gösterse bile bir yanı ile de evrensel boyuttadır. Cinayet, hırsızlık, yalan gibi yasaklar evrensel ahlaki kuralların ilk akla gelen örnekleridir. Normal, olağan sayılan hallerin nitelemesidir. Anormal olarak adlandırılan insan hallerine verilen bazı sıfatlar daha aydınlatıcı durmaktadır: Edepsiz, ahlaksız, namussuz, terbiyesiz… Bu sıfatlarda yokluğu vurgulanan şeylerin, eksikliği ile söz konusu durum normal dışı bir nitelik kazanmaktadır. Normal ve anormal arasındaki sınır çizgisini belirleyen toplumun genel olarak kabul ettiği varsayılan değerlere de ahlak kuralları denilmektedir. Ahlak din kökenli olmak zorunda değildir. Ancak her dinin ahlaki boyutu vardır. Özellikle mensup olduğumuz İslam dini açısından bakılırsa, Allah’ın son elçisi Hz. Muhammet’in (SAV) bir sözü karşımıza çıkmaktadır: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” Allah’ın son elçisi tarafından, İslam ancak güzel ahlak ile hayat bulacak bir güzellik olarak tebliğ edilmiştir. Başka bir ifade ile İslam, bir ahlak ve fazilet düsturu sunmaktadır. Bu yolla bireysel olgunluk ve toplumsal düzenin ilkeleri belirlenmiştir. Yüce Allah, “Ve şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem, 68/4) ve “Şüphesiz ki Allah’a, ahiret gününe iman edenlerle Allah’ı çok anan kimseler Hz. Ayşe, kendisine peygamberin ahlakı sorulduğunda “Sen hiç Kur’an okumuyor musun? Onun ahlakı, Kur’an idi.” diyerek cevaplamıştır. O halde, elçilerin sonuncusunun tamamladığı “güzel ahlak” ve bir Müslüman için ahlakın anlamı üzerine düşünmek lazımdır. Kendisine peygamberlik görevi bildirilmeden önce, kendisini tanıyan herkes tarafından “Emin” sıfatıyla anılan Hz. Muhammet’in tebliğ ettiği İslam ahlakının ilk prensibi, güvendir. Güvenilirlik aynı zamanda kamil müminin de özelliğidir. “Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların selamet buldukları kişidir. Mü’min ise insanların canları ve malları hususunda güvendikleri kişidir.” (Müslim, İman: 14; Buhârî, İman: 3) Bu hadisin ifadesi oldukça açıktır, Müslümanların dilinden ya da elinden emin olmadıkları kişinin müslüman tanımının dışında kaldığını dile getirmektedir. Hatta insanların canları ve malları konusunda güven duymadıkları kişinin imanı bile yalan kalmaktadır. Adı güzel Muhammet, ‘’Allah’ım senden hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği isterim.’’ duasıyla ahlakının bir yanını daha aydınlatmaktadır. Kendisi için istediği insani vasıflar, bütün Müslümanlar açısından istenilen özelliklerdir. Müslümanın ahlaki özelliklerinden birisini, yine Allah’ın sevgilisinin dilinden aktaracak olursak; “Allah bana alçak gönüllü olmamızı ve hiç kimse, kimseye karşı öğünüp böbürlenmesin ve hiçbir kimse de kimseye karşı zul- medip aşırı gitmesin diye vahyederek bildirdi.” demiştir. Burada tevazuun İslami bir fazilet olduğu ve Müslüman kişinin diğer insanlara karşı tavır ve davranışlarının sınırı hakkında bir bildirim yer almaktadır. Kimsenin kimseye üstünlük taslamaması ve aşırıya gidip zulmetmemesi gerektiği ifade edilmektedir. Üstelik bunu Resulullah kendi sözü olarak söylemeyip “Allah bana … vahyederek bildirdi” diyerek ilahi bir buyruk olduğunu vurgulamıştır. Keza Şanlı Kitabımız Kuran’da da benzer emirler, bütün inananları muhatap almaktadır: “Küçümseyerek, kibirlenerek halka surat asma, yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphe yok ki Allah, kendini beğenmiş kibirlenip övünenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman 31/18) İnsanın diğer insanlara böbürlenmesini yasaklayan İslam, insanlar arasındaki ilişkide istediği düzeyin sınırını kul hakkı kavramı ile şekillendirmektedir. Hukukun her insanın sahip olduğu ve dokunulmaz saydığı temel haklara çok benzemektedir. İhlal edilmemesi gereken ilk kul hakkı, yaşama hakkının elinden alınmamasıdır. Kul hakkı yemenin en vahim örneği, insan öldürmektir. Bu sebeple, insan öldürmek büyük günah sayılmıştır. Yüce Allah, Kur’an’da, “... Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur...” (Maide 5/32) ayeti ile başkalarının yaşama hakkına zarar vermemeyi emreder. Bunun dışında kul hakkı olan konulara bazı örnekleri sıralamak gerekirse; hırsızlık, yalan, hile, gıybet, iftira ve haset, alay etmek, sövmek ve kötü sözler söylemek, başkasının namus ve şerefine sataşmak, kötü zanda bulunmak, başkalarının sırrını araştırmak ve açıklamak, verdiği sözü tutmamak, borcunu zamanında ödememek, işçinin ücretini geciktirmek veya eksik vermek, birisini dövmek veya yaralamak, başkasını rahatsız edecek söz söylemek ve davranışlarda bulunmak, rüşvet alıp vermek gibi bir liste ortaya çıkmaktadır. Güncel için Allah’ın elçisinde güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) ayetleri ile peygamberin ahlakını örnek göstererek övmektedir. Peygamberimiz sahabeyle sohbet ederken önce “müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye soru sorar ve şu açıklamayı yapar: “Benim ümmetimden müflis o kimsedir ki, kıyamet gününde namaz, oruç ve zekât gibi ibadetlerini yerine getirmiş olarak Allah’ın huzuruna gelir. Ancak bu ibadetlerin yanında öyle günahlar da işlemiştir ki, kimilerine sövüp saymış, kiminin kanını akıtmış, kiminin malını yemiş, kimine zina iftirasında bulunmuştur. Bu durum karşısında, onun ibadetlerden elde ettiği sevaplardan alınıp hak sahiplerine dağıtılır. Eğer ibadetleri ve iyilikleri bu hakları ödemeye yetmezse, hak sahiplerinin günahlarından alınıp hak yiyenin günahlarına eklenir. Böylece sevapları elinden gitmiş, günahları ise daha da artmıştır. İşte böylece, müflis durumuna düşmüş olan bu kişi cehenneme atılır.” Bu hadis ile anlaşıldığı gibi, ahlak kurallarının dışına çıkmak o kişiyi günahkâr yapmaktadır. Üstelik kul hakkı herhangi bir günahtan farklı olarak Allah tarafından affedilmeyecektir. Ancak hak sahibinin, ihlal edilen hakkından vazgeçmesi yani helalleşmek gereklidir. Kul hakkının çiğnenmesinin, namaz gibi “dinin direği” olarak nitelenen SENCE 2015 Sayı 7 21 SENCE ibadeti bile değersiz kıldığını Maun Suresi açıklamaktadır: ği bir topluluk haline dönüştüğümüz söylenebilir. • “Dini yalanlayanı gördün mü? Sadece kadınlar ve çocukların uğradığı taciz, şiddet ve cinayet gibi kötü davranışların artması ya da gözler önünde sergilenebilmesine ilişkin örnekler düşünüldüğünde, toplumun geleceğine ilişkin karamsarlık yaygınlaşmaktadır. • İşte o, öksüzü iter, kakar. • Yoksulu doyurmaya önayak olmaz. • Vay haline o namaz kılanların ki, • Kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler. • Gösteriş yaparlar onlar, • Ve yardımlığı sakınırlar (zekatı vermezler).” Yoksulu doyurmayan, yetime kötü davranan ile dini yalanlayan kişiler aynı ayarda tutulurken bunların kıldıkları namazın da sadece göstermelik kaldığı Allah’ın buyruğunda ifade bulmaktadır. Keza kamu kaynaklarının kişisel çıkar için kullanılması, bunun “normal” sayılması ve bunun ortadan kalkması gerektiğini söyleyenlerin yadırganması ahlak ile açıklanamaz bir tablodur. Üstelik bu tablo, sözüm ona muhafazakârlaşan bir toplumda gözlenmektedir. Ahlak, insanların bir toplum halinde yaşamalarının önemli birleştirici unsurudur. Dinimizin ahlaki emirleri, Müslüman olan olmayan bütün insanlar için yol gösterici niteliğindedir. Türk toplumu, genel olarak % 99’u Müslüman diye söylenegelen bir homojen manzara sunmaktadır. Dolayısıyla toplumumuzun genel ahlak değerlerinde İslamiyetin tesiri ve belirleyici olması olağan bir durumdur. Buna ek olarak son yıllarda toplumun muhafazakârlaştığına dair gözlemler de çok sık tekrarlanmaktadır. Muhafazakârlık, en basit anlatımla, geleneksel değerlerin sürdürülmesine yönelik bilinçli bir tercih şeklinde tanımlanabilir. Öyleyse toplumun, hem dinin hem de örfün onayladığı bir ahlaki seviyede davranışları “normal” sayması beklenmelidir. Fakat günlük gazete malumatları ile bile bunun aksine gidişatın çevreledi- 22 www.sencedergisi.com Ardından yakalanan taciz ve tecavüzcülere kızgın ama içlerinde sapıklığın/ sapkınlığın yeşerdiği ikiyüzlüler kalabalığına dönüşmüş bir toplum haline geliveririz. Toplumlar ahlaksızlık, olağan karşılandığı durumlarda yaygınlaşmaya eğilimlidir. Bunun önüne geçilmesinin biricik yolu vardır: Toplumsal denetimin en önemli aracı olan ayıplamanın etkin bir şekilde kullanılmasıdır. Anadolu’yu Türkleştirirken Hoca Ahmet Yesevi Ocağından gelen ışığın en güzide ışınını “EDEB YAHU!” ikazı oluşturması boşuna olmamalıdır. Edep, Türk- İslam Ahlakını bütün boyutları ile taşıyan temel bir kavramdır. Eline, beline ve diline sahip olmak olarak özetlenebilecek bir ahlak doktrininin şifresini içeren “edep” hem dini hem milli arka plana dayalı engin bir ummandır. Milletin yeniden edeple tezyin edilmeden muhafazakârlaşması, görsel unsurlarıyla kadın modası ile selam ve veda sözlerinde dini terimlerin kullanılmasından ibaret kalacaktır. Güncel Türk toplumunun yaşadığı hale ahlak noktasından bakılınca yozlaşma, eski tabirle tefessüh, tabiri çok yakışmaktadır. Ahlaki yozlaşma, toplumsal değerlerin zaman içinde tamamına sirayet etmeye eğilimli bir akışın ifadesidir. Ahlak öncelikle salt cinsel ahlaka indirgenirken; diğerleri kılıfını uydurup yolunu yapmaya kurban edilir. Hatta cinsel ahlak, “alan memnun satan memnun” vurdumduymazlığı içinde bütün kural ve değerlerin içinin boşaltılması ile çöpe atılır. Bu yozlaşma ortamındaki muhafazakârlık, milli ve manevi değerlere vurulan baltayı bileğlemeye hizmet etmektedir. Değerler listesi tahrip olmuş bir toplum, birbirinin kurdu halini almış bir insan yığınından daha erdemli olamayacaktır. Gazetelerin 3. sayfaları ve televizyonların haber bültenlerini dolduran olaylar, ancak edebin ihyası ile yok edilebilir. İçi boş şekilcilik değil, “EDEP YAHU” düsturu Türk muhafazakarlığının birinci, çıkış kapısıdır. Emek Yaşamdır Emek kutsaldır toprak gibi Emek doğurgandır ana gibi Emek yaşamdır hayat dolu Tohumda büyüyen başak gibi Emek değer, emek kutsaldır Emek bilgi ile birikim ister Emek bir eylemdir, varoluş Emek şuur, sevgi, çalışmadır. Emek toprağı kazan ellerdir İştir, güçtür, üretim, yaşamdır Uygarlığı, medeniyeti, bilimi Sanayiyi yönlendiren emekçidir. ... Mehmet Çobanoğlu SENCE Büro Çalışanlarında İş Sağlığı ve Güvenliği Riskleri Dr. Mehmet Erdem ALAGÜNEY ⎟ Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı İş ve Meslek Hastalıkları Bilim Dalı Dr. Engin TUTKUN ⎟ S.B. Ankara Meslek Hastalıkları Hastanesi, M.D., Ph.D. O fis bir şirketin işlerini yürüttüğü genelde bir bina veya binanın bir kısmını ifade eden yer olarak tanımlanmaktadır. Ofis ortamında çalışma genelde temiz, kolay ve güvenli olarak bilinir. Gerçekten de yaşamı tehdit eden ölümcül yaralanmalar bu alanda diğer işyerleri ve iş kollarına göre daha azdır. Bununla beraber yaşam kalitesini azaltacak hatta kaza ve ölüme 24 www.sencedergisi.com sebebiyet verebilecek tehlikeler ofis ortamında da bulunabilmektedir. 6331 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesiyle kamuda istihdam edilen pek çok ofis çalışanının da sigortalı çalışanlarla beraber iş sağlığı ve güvenliği şemsiyesi altına girmesi, bu alanda iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarını önemli hale getirmiştir. Pek çok çalışanın istihdam edildiği bu alanda iş sağlığı ve güvenliği uygulamaları asla göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan ofis ortamını iyi tanımak ve olası tehlikeleri öngörmek ileride meydana gelebilecek kaza ve hastalıkları ortaya çıkmadan önlemek için birinci adım olmalıdır. Ofis ortamındaki tehlikeler, tüm iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarında olduğu gibi; kaza ve yaralanmalar, fiziksel, kimyasal, biyolojik, ergonomik ve psikososyal tehlikeler olarak gruplandırılabilir. Kaza ve Yaralanmalar Kayma, düşmelere bağlı yaralanmalar ofis ortamında sık görülmektedir. Ofis dışında açık havada kar, yağmur, buzlanma ve iç ortamda ıslak zeminler kayma ve düşmelere sebep olurlar. Ayrıca elektrikli aletlerin ve telefonların kablolarının yürüme alanlarında sarkık vaziyette bulunmaları da düşmelere yol açar. Eskimiş ve bakımsız halıların bulunduğu ofislerde bunlara takılıp düşmeler de sıklıkla görülmektedir. Kesiler sıklıkla kâğıt kesikleri veya makas, mektup açacağı gibi keskin aletler ya da çekmece, kabin ve masaların keskin kenarları nedeniyle meydana gelebilir. Çarpmalar da masa kenarları, açık bırakılmış kapılar veya çekmeceler nedeniyle gerçekleşebilir. Elektrikli aksesuarların uygun olmayan prizlerde veya uzatma kabloların- da kullanılması kısa devre ve elektrik çarpmalarına neden olabilir. Ayrıca bu bağlantılardan yangın çıkması tehlikesi de vardır. Yangın ofis ortamında meydana gelebilecek önemli tehlikelerdendir. Ofis ortamlarında genelde yangın ve diğer acil durumlarda tahliye prosedürleri yetersizdir. Acil çıkışların ofis gereçleriyle kapatılması, yetersiz işaretleme, uygunsuz ve yanıcı kimyasalların güvensiz depolanması, yetersiz alarma ve yangın söndürme sistemleri ofislerde acil durumlarda zararın artmasına neden olmaktadır. Fiziksel Tehlikeler Çeşitli aletlerin ve ofis çalışanlarının gürültüleri genelde işitme kaybına yol açacak düzeye ulaşmamaktadır. Ancak belirli düzeyde sürekli gürültü de baş ağrısı ve konsantrasyon kaybına yol açabilmektedir. Gürültüye karşı mekanik aletlerin sürekli bakımı ve ofis ortamının ve zeminin sesi absorbe eden materyalle kaplanması önerilmektedir. Yetersiz veya aşırı aydınlatma çalışanlar üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Buna bağlı baş ağrıları, gözlerde yanma ve göz yorgunluğu ve görmede bozulma gelişebilir. Bunları önlemek için ışıklandırmanın uygun seviyelere ayarlanması ve görsel araçlı ekranlarla çalışmada dinlenme kurallarına uyulması önemlidir. Kimyasal Tehlikeler İç ortam hava kalitesinin düşük olması ofis çalışanlarının en sık yüzleştiği sağlık ve güvenlik problemidir. Bu durumun üretkenlik, işe devam ve moral üzerine olumsuz etkileri çok fazladır. Çalışma Hayatı İş sağlığı ve güvenliği genel tanımıyla; işyeri ortamından kaynaklanan ve çalışanların sağlığını ve iyi olma hallerini bozabilecek tehlikeleri öngörme, tanıma, değerlendirme ve kontrol etme bilimidir. Doksanlı yıllarda Birleşik Devletler Çevre Koruma Ajansı düşük iç ortam hava kalitesini ilk beş halk sağlığı problemi arasında saymıştır. Bu duruma sebep olan faktörler arasında; pencereleri açılmayan havalandırma sistemli binalar, haddinden fazla ofis ve çalışanın bulunduğu binalar, pestisit ve temizlik amaçlı kimyasalların kullanımı, su tesisatı kaçaklarına bağlı küflenme, hava akımını bozacak iç mimari, aşırı kuru ya da aşırı nemli hava ve kirli ofis ortamı sayılabilir. Bu durum “Hasta Bina Sendromu” denilen problemin nedeni olarak kabul edilmektedir. Ayrıca ofis ortamının havasını kirletecek çeşitli maddeler, makine ve kullanılan çeşitli kimyasallardan ortama salınmaktadır. Bu kimyasallar cilt hastalıklarından astıma, kanserden çeşitli organ hastalıklarına kadar geniş bir yelpazede hastalık yapabilirler. Kısaca toparlamak gerekirse, fotokopi makinaları ve temizlik ürünlerinden amonyak, yalıtım ürünleri, zemin ve tavan kaplamalarından asbest, sigara içimi, dışarıda garaj ve otoyoldan ve içeride gazlı soba ve şöminelerden gelen gazlara bağlı, karbon monoksit, nitrojen oksit, sülfür oksit, lamine ahşap ürünlerinden formaldehit, sızıntı yapan klima sistemlerinden freon, baskı makinalarından metil alkol, fotokopi ve diğer elektrikli aletlerden ozon, elektrik transformatörleri ve eski floresan lamba kırılmalarından poliklorlu bifeniller, dioksin, dibenzofuran, pestisitler, taş binalarda radon, SENCE 2015 Sayı 7 25 SENCE yapıştırıcılar, daksil, mürekkepli mühür pedleri, baskı mürekkepleri, daktilo ve fotokopi makinası temizleyici kimyasallar ofis ortamında bulunan tehlikeli kimyasallardır. Bunların olası zararlarından korunmak için mümkünse bu zararlı kimyasalların yerine zararsız olanların tercih edilmesi, eğer kullanılması zorunluysa gerekli havalandırma ve kişisel koruyucu donanım tedbirleri alındıktan sonra çalışılması gerekmektedir. Biyolojik Tehlikeler Özellikle kalabalık ofis ortamında kişilerin grip nezle gibi virütik hastalıkları birbirine aktarması önemli bir sorundur. Bunun dışında özellikle havalandırma ve nemlendirme sistemlerinden kaynaklanan başta lejyonella olmak üzere çeşitli virüsler, bakteriler ve mantarlar ofis ortamında hastalık nedeni olabilirler. Ayrıca çeşitli süs bitkilerinin neden olduğu alerjik rahatsızlıklar ofis ortamında görülebilmektedir. Bu zararların önüne geçmek içiin ofis ortamında kişisel hijyen vurgulanmalı, zararlı mikroorganizmalara kaynak olabilecek aletlerin bakım ve temizlikleri sık yapılmalıdır. Ergonomik Tehlikeler Ofis ortamında en sık rastlanan ancak en fazla göz ardı edilen problemlerin başında ergonomik problemler gelmektedir. İşin doğası gereği masa başı, görsel ekranlı aletlerle çalışmanın yoğun olduğu bu ortamlarda çok çeşitli kas iskelet sistemi problemine rastlanılmaktadır. 26 www.sencedergisi.com Özellikle bu aletlerin bireysel özelliklere göre dizayn edilmediği ortamlarda bu problemler daha yaygındır. Örneğin tekrarlayıcı bir şekilde klavyede yazı yazma, kalemle yazı yazma, Mouse kullanmaya bağlı tendinit gelişebilir. İyi tasarlanmamış masa ve sandalyelere bağlı omurga ve alt ekstremitelerde kas ve sinir zedelenmeleri gelişebilir. Bu durumu önlemek için bireyselleştirilmiş ofis mobilyaları kullanılması ve tekrarlayıcı hareketlerin zararından korunmak için masa başı egzersizlerin ve düzgün postürlerin öğrenilmesi önemlidir. Piskososyal Tehlikeler Yarı Zamanlı ve Geçici Çalışma: İşverenler artan sayılarla part-time ve geçici süreli çalışan sözleşmeleri yapmaktadırlar. Buna bağlı olarak da çalışma saatlerinde esneklik görülmektedir. İstatistikler göstermektedir ki part time çalışan birisi tam zamanlı bir çalışana göre saat başı karşılaştırıldığında %40 daha az kazanmaktadır. Sadece az kazanmanın ötesinde sağlık güvencesi, emeklilik maaşı, hastalık tazminatı ve ücretli izin gibi özlük hakları da tam zamanlı çalışanlara göre kısıtlıdır. Ayrıca part-time ve geçici süreli çalışanlar tam zamanlı çalışanlara göre devletin öngördüğü iş sağlığı ve güvenliği uygulamalarıyla tazminat haklarından da tam olarak yararlanamamaktadırlar. Özlük haklarındaki bu kısıtlılıkların yanı sıra işin yapısından kaynaklanan sorunlar da vardır. Geçici çalışanlar ne zaman ve ne süreyle çalışacaklarını tam olarak bilmemektedirler. Bununla beraber sıklıkla fazla mesai yapmaktadırlar çünkü genelde “sıkışık zamanlarda” işe alınırlar. Yapılan bir çalışma, sözleşmeli çalışanların kadrolu çalışanlara göre daha az iş sağlığı güvenliği eğitimi aldıklarını ve daha fazla iş kazası geçirdiklerini göstermiştir (Murphy ve Hurrell 1995). Genel olarak sendikal haklardan da mahrum olan bu çalışan grubunun, iş sağlığı sorunları göz ardı edilmemelidir. ABD’deki en kapsamlı kalp hastalıkları çalışması olan Framingham Çalışmasında; sekreter olarak çalışan kadınların % 21’inde kalp damar hastalıkları olduğu görülmüştür. Bu rakam sekreter olmayan kadınların ve ev kadınlarının yaklaşık 2 katıdır. İşyeri Stresi: Ofis ortamından kaynaklanan bireysel ve organizasyonel çatışmalar, rol belirsizlikleri, uzun süreli çalışma, vardiyalı çalışma, fazla mesai, karar gerektiren işler, amir baskısı ve mobbing, kapasitenin üzerinde talep edilen işler, fazla monoton işler kişilerde strese neden olabilmektedir. Bunun önemli sonuçlarının başında işe devamsızlık (absenteism) gelmektedir. Bir başka kavram da (presenteism) işe devam edildiği halde verim alınamamasıdır. Şiddet: ABD’de cinayete bağlı ölüm, kadın çalışanların birinci sırada, tüm çalışanların üçüncü sırada ölüm nedenidir. Ölümcül olmayan saldırılar ise sanılandan çok daha fazladır. Özellikle insanlarla iletişim halinde olan gruplar ve kamu çalışanları bu açıdan risk altındadır. İçimizden Biri Şair Mehmet ARİFLER 10 Ağustos 1952 tarihinde Gaziantep ili Oğuzeli ilçesinde dünyaya gelen Mehmet Arifler, ilk öğrenimini Oğuzeli ilçesinde, ortaokul ve liseyi Gaziantep İmam Hatip Okulu’nda tamamlayarak, 1971 yılında mezun oldu. Askerlik vazifesini tamamladıktan sonra Gaziantep Defterdarlığı’nın açmış olduğu imtihanı kazanarak 21.04.1976 tarihinde Yoklama Memuru olarak memuriyete başlayan Arifler, 40 yıldır aynı kurumda muhtelif birimlerde görev yapmaktadır. Türk Büro-Sen’i Gaziantep’teki kurucu üyelerindendir. Halen memuriyete ve sendikacılığa davet eden Mehmet Arifler, aynı zamanda şiir yazmaktadır. Ancak 1967 yılından beri yazdığı şiirleri maddi imkansızlıklar nedeniyle kitap haline getirememiştir. Mani Hederim ben hederim, Artıyor hep kederim, Sen bana yüz dönersen, Başım alır giderim. Hederim ben hederim, Acı çekmek kaderim, Sen beni reddedersen, Elaleme ne derim. Hederim ben hederim, Sen ne dersen ‘’he’’ derim, Sen yak,yık bu anteb’i, Ben borcunu öderim. Hederim ben hederim, Hem dede,hem pederim, Yaşım altmışı bulmuş, Torun torba güderim. Nuh Gibi Amansız Bırakma Beni Güzel oğlum sana nasihatim var! İbret alıp,ders çıkarmak istersen. Günahı,sevabı öğrettim sana, Mahşerde yüzünü ağartmak istersen. Görevimdi,güzel bir isim koydum, Yüzüne baktıkça mutluluk duydum, Şükrettim,başımı secdeye koydum, Sen de koy başını,tatmak istersen. Göğsüme yatırdım,baktım,seyrettim, Salih olman için çok dua ettim, Sağlıklı,günahsız,güzel bebektin, Öyle kal huzurlu yatmak istersen. Hak taala bizim yaradanımız, Hazreti peygamberdir cananımız, Bol ibadetle dolmalı mizanımız, Sevabını ağır tartmak istersen. Şimdi senin de bir oğlum olacak, onunla evine neşe dolacak, Bazan gülecek,bazan ağlayacak, Ağlat bakalım ağlatmak istersen. Nazire Bu erken ayrılık neden? Geri gelmiyor ki giden, Kurtulmak isterdin benden, Hele bensiz yaşa Leyla’m! Sen gideli yüzüm gülmez, Hiç kimse halimi bilmez, Dertlerim artar,eksilmez, Sen attın ataşa Leyla’m! Sen gibi gitmek isterim, Bak yanında hazır yerim, Çok sürmez bir gün giderim, Sana paşa,paşa Leyla’m! Bilirim çok üzdüm seni, Affedeceekmisin beni, Öfkene kapılıp yani, Düşürme telaşa Leyla’m! Yardan ayrı kalmak ölüm, Kilitlendi elim,kolum, Kaderinmiş,sanma zulüm, Gelir bütün başa Leyla’m! SENCE 2015 Sayı 7 27 SENCE Destanlarda Kadınlarımız “Bamsı Beyrekleriz… Banu Çiçekler düşlerimizdir.” Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU Didem ÖNDER ⎟ Mimar M 28 illi destanlar, efsaneler o toplumun dil, fazilet ve milli kahramanlık maceralarını anlatır. Destanlardaki ‘kadın’ bahsi de o toplumu her şeyiyle ifşa eden bir anahtardır. Türk için “at, avrat, silah” özetinden yola çıkarak destanlar da kadına bir göz atalım. göğün on yedinci katı kendisine ayrılmış ışıktan kadın hayalidir. Bayan Destanları’nda da kadın melek olarak tasvir edilmiştir. Yine aynı destanda Oğuz Kağan’ın ilk karısı karanlığı yararak gökten inen mavi bir ışıktan, ikinci karısı ise kutsal bir ağaçtan doğmuş insanüstü varlıklardır. Bu insanüstü varlıkların doğumu ışık veya nur ile açıklanmıştır. Yaratılış destanında, kadın Tanrı’ya yaratmak için ilham kaynağıdır. Ak Ana Uygur Destanı’nda Böğü Han semavi ışıktan doğmuştur; Kuzu Körpeç ve Gebe kalışları da, beş duyu ile kavranması mümkün olmayan varlıklar olarak görüldüğünden suya dokunmakla, buzun içindeki iki buğday tanesini yutmakla, yıldızla (Altay efsaneleri) ya da ilahlarla (Alan Gova menkıbesi) açıklanmıştır. www.sencedergisi.com Tarih Yunan destanlarındaki meşhur mitolojik kahramanlar aşkı, güzelliği, cinselliği temsil eden (Athena, Afrodit,..vs) tanrıçalar iken Türk mitolojisindeki kadın kahramanlar genellikle ‘Ana’ isimli tanrıçalardır. Ak Ana, Umay Ana gibi. Bu tanrıçaların hepsi şeref, fazilet, namus, iyilik, irade, lider, koruyucu özellikleri temsil eder. Kadının temsilcisi Gün Ana göğün 7. katında, erkeğin temsilcisi Ay Ata ise 6. katında diye bilinir; kadın göğün, erkek yerin evladı kabul edilir. Türk destanlarında kadının sosyal mevki ve itibarı, Hakanın sol yanında oturması ile apaçık ortadadır. Kurultaylarda söz sahibi olmak, buyruklarda adının geçmesi, sefer için izin istenmesi, yabancı elçileri kabul etmek, anlaşmalara imza atmak hatta Tomris gibi, Boarık Hatun gibi hükümdar olup ordu yönetmek Türk kadınlarına özgüdür. Ferman yalnız ‘Hakan buyuruyor ki’ ifadesi ile başlıyorsa hükümsüz sayılırdı. Destanlara göre yabancı devletlere gelin giden Türk kadını eşine doğrudan mevki ve unvan kazandırmış olurdu. Fars destanı Şehname’de saçından tutulup sürüklenen, yere vurulan, ayaklar altına alınan kadına Türk destanında hiç rastlanmaz. Çünkü ana hakkı Tanrı hakkına eş tutulur, kız kardeşe de bir o kadar değer verilir. Hatun veya katun akıl danışılan, erine yardımcı olan, gerekirse onunla birlikte savaşan, onu kurtaran (Kanikey’in Manas’ı kurtarması) evdeşidir. İtelemek, horlamak, dövmek şöyle dursun erkeğin evdeşine ‘körklüm’ (güzelim) diye hitap ettiği aktarılır. Kız çocuğu olarak dünyaya gelmek; - Çin’de 1,2,3,..vs diye sıralanmak, - Arap coğrafyasında diri diri gömülmek, - Britanya’da murdar sayılmak, - Eski Roma’da babaya öldürme hakkı sağlamak, - Hindistan’da felaket olarak görülmek, - İran’da ‘kul, cariye’ yapılarak babaya menfaat sağlamak iken. Türk toplumunda kız-erkek evlat ayrımı yapılmaz. Daha da ötesi kız evlat sahibi olmak isteyen baba Bay Bican Beg, Dede Korkut Oğuznameleri’nde; “Begler! Benim dahi hakkıma bir dua eyleyin. Allahü Teâla bana da bir kız evlat vere dedi. Oğuz beyleri el kaldırdılar, dua eylediler. ‘Allah sana bir kız vere’ dediler” bahsi ile geçer. Evlilik konusu da kadının rızasına bırakılmıştır. Eşlerini seçerken onlarla at koşturdukları, güreş tuttukları, ava çıktıkları örneklerle mevcuttur. Oğuzname’de Bamsı Beyrek’in Banu Çiçek’e yenilmekten zor kurtulduğu anlatılır. Buradan Türk kadınlarının iyi birer savaşçı olarak yetiştirildikleri de anlaşılır. Destanlarda kadınların erkeklerden kaçmadığı, küçük yaşlarda beraber oyun oynama ile başlayan sosyal ilişkilerinin çok iyi olduğu anlatılır. Kadın ve erkek iç içe ve samimi olmalarına rağmen çirkin ilişkilere rastlanmaz. Athena’nın Zeus’un hem karısı hem kız kardeşi olması, Şehname’de üvey oğluna aşık anne veya evli bir kadının yabancı bir erkeğe gayrimeşru ilişki için yalvarması benzeri çarpık ve ensest ilişkiler söz konusu olmadığı gibi, ırza tecavüz, ölüm veya gözlere mil çekilerek cezalandırılır. Kadın sadakat simgesidir. Evdeşi savaşta ölen Altay Türkü sadık kadın Tanrı’dan ağlamak için dağ yaratmasını istemiştir. Kadının namusu hakkında dedikodu yapılmasına Türk toplumunda itibar edilmez. Günümüzde bir sadakat ve namus ölçüsünü anlatan ‘Erkek sinek bile kondurmamak’ deyimi de destanlardaki yeri ile manidardır. Türklerde destanlarda anlaşıldığı kadarıyla tek eşlilik yaygındır. İkinci bir evlilik bahsi, evdeşin rızasına dair bir işaret yoktur. Hatta erkek bir evlat sahibi olamasa bile bir başka kadınla evlenme fikri mevzu bahis edilmez. Dirse Han evdeşine; “Senden müdür, benden müdür, Tanrı Teâla bize bir oğul vermez, nedendür?” diye sorar. Bu destan ve efsanelerde kadın ruhani, erkek insanidir. Kadın göğü, erkek yeri temsil eder. Buna rağmen kadın erkekten ayrı ve üstün değil, onun beraberinde ve tamamlayıcısıdır. “Han’ım!” hitabına mazhar edilen kadın, Oğuz Destanı’nda güzel gözlü, ırmak dalgası saçlı, inci gibi dişli tasviriyle yer edinmiş, övülmüştür. Türk töresinde kadın kutsaldır, el üstünde tutulmuştur. Kadın da her zaman fedakârlığı ile bu övgülere layık olmuştur. SENCE 2015 Sayı 7 29 SENCE ? Ermeniler Neden TEHCİR Edildi Prof. Dr. Yusuf SARINAY ⎟ TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi B azı çevreler tarihi olayları; belli bir sebep-sonuç ilişkisi içinde değerlendirerek, kendi içinde tutarlılığı olan bir bütün olarak ele almak yerine, Ermenilerin işlerine gelen argümanları çekip çıkardıkları bir bilgi ambarı olarak kullanmakta ve tarih, 1915’e hapsedilmektedir. Adeta Osmanlı Devleti’nin herhangi bir sebep yok iken Ermenileri 1915 yılında tehcire tabi tuttuğu şeklinde bir anlayış ortaya çıkarılmaktadır. 30 www.sencedergisi.com Dolayısı ile Ermeni meselesinin bir sonucu olan sevk ve iskan yani tehcir gündemde tutulmakta ve tartışılmaktadır. Bu yaklaşımla, Ermeni tarafında oluşan ve propaganda ile birçok ülkeye sirayet ettirilen tek taraflı bir hafıza oluşturulmuştur. Bu hafıza adeta siyasi bir iman haline getirilmiştir. Bu sebeple Ermeni konusunda sadece yaşanan olayların bir sonucu olan 1915 olaylarına odaklanmak yerine, tehcire giden süreçte Osmanlı coğrafyasında yaşananları, büyük devletlerin politikalarını, toprak kayıpları sonucu yaşanan katliam ve göçleri, Ermeni örgütlerinin çıkardığı isyanlar ve sonuçlarını geniş bir tarihi perspektifle ele almak gerekir. Siyasi, iktisadi ve sosyal değişme ve gelişmeler, bütün dünyada köklü değiştirici etkisini gösteren sanayileşme ve iktisadi siyasi emperyalizm ile Fransız ihtilali sonucu doğan ve gelişen Tarih milliyetçilik hareketleri, 19. yüzyılda geleneğe bağlı devlet ve toplumları esaslı bir şekilde değişmeye zorlarken, tesirleri 20. yüzyılda da devam etmiştir. Avrupa’da meydana gelen bu gelişmeler çok milletli Osmanlı Devletini de etkilemekte gecikmemiştir. Osmanlı yönetiminde din, kültür ve gelenekleri korunan gayr-i müslim toplumlar; Fransız ihtilâli sonrasında gelişen milliyetçilik fikirlerinin büyük devletlerin Osmanlı Devletini parçalama çabalarıyla birleşerek yayılmasıyla devlete karşı isyanlara başlamışlardır. Nitekim 1804’te başlayan Sırp isyanını, 1821’de Yunan isyanı takip etmiş ve daha sonra Bosna-Hersek, Karadağ, Eflak-Boğdan, Girit ve Bulgar isyanları meydana gelmiştir. Osmanlı Devleti, Tanzimat reformları ile bütün unsurların eşitliğine dayanan Osmanlılık veya İttihad-ı Anasır politikası ile Müslümanlar ve gayr-i müslimler arasında eşitlik yaratmayı ve siyasi birliği ortak Osmanlı vatandaşlığına oturtmayı amaçlayan bir üst kimlik oluşturmaya çalışmıştır. Ancak büyük devletlerin desteğini alan Balkan toplumlarında siyasi talep çıtaları giderek yükselecek, imparatorluk içinde tutmak mümkün olmayacaktır. Çünkü Osmanlı Devletinin bir iç problemi olarak doğan bu isyanları bastırmak için harekete geçen Osmanlı yönetimi, karşında büyük güçlerden birisini veya birkaçını bulmuş, onların mücadelesi ile iç isyan niteliğindeki olaylar uluslararası bir kriz niteliği kazanmıştır. Böylece Balkan toplumları önce muhtariyet daha sonra da bağımsızlık ka- zanmışlardır. Ancak bu süreç Osmanlı coğrafyasında büyük acılara yol açmış, çok kanlı olmuştur. Bu süreçte 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı ve savaşın sonunda imzalanan Berlin Antlaşması Osmanlı Devletinin dağılma ve parçalanma merhalelerinden en önemlisini teşkil etmiştir. Bu savaş sonucu Balkan topraklarının önemli bir kısmı kaybedilmiş, bu bölgelerde yaşayan çok sayıda Türk ve Müslüman katliama maruz kalmış veya elde kalan topraklara sürülmüştür. Daha önce toprak kayıpları sonucu Kırım, Kafkasya ve Balkanlarda başlayan göçler 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sırasında ve sonrasında hızlanmıştır. 1912-1913 Balkan Savaşları sonucu Rumeli’nin tamamen kaybedilmesiyle bu katliam ve göçler artmış, I. Dünya Savaşı sürecinde devam etmiştir. Nitekim Justin McCarthy 1821-1922 yılları arasında beş milyondan fazla Müslümanın göç etmek zorunda kaldığını, beşbuçuk milyon kişinin de katliam, açlık ve hastalıktan ölmüş olduğunu vurgulamaktadır. Kemal Karpat ise Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar Türkiye’ye gelen göçmen sayısının yedi milyon civarında olduğunu vurgulamaktadır. Bu rakamlar Osmanlı coğrafyasında en vahim katliam ve sürgün olayının Türk ve Müslümanların başına geldiğini göstermektedir. İşte Ermeni meselesini ve tehcir olayını bu büyük tablo ve konjonktür içinde görmek ve değerlendirmek gerekir. Çünkü Balkan milliyetçiliklerinin stratejisini izleyen Ermeni milliyetçileri de önce Avrupalı devletlerin himayesin- de reform istemek, arkasından gene onların desteğiyle özerklik almak ve bu özerkliği genişleterek bağımsız devlet olmak istiyorlardı. Nitekim 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonunda imzalanan Ayastefanos Antlaşmasının 16., Berlin Antlaşmasının ise 61. maddesiyle Osmanlı Devleti, vilayet-i sitte yani altı vilayet denilen Doğu Anadolu’daki vilayetlerde Avrupalı devletlerin (özellikle Rusya ve İngiltere) nezareti ve kontrolü altında Ermeniler lehine ıslahat yapmayı kabul etmek zorunda kalmıştır. Böylece Ermeni konusu uluslararası bir mahiyet kazanmış, büyük devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale ve baskı aracı olarak kullandıkları bir mesele haline gelmiştir. Berlin Antlaşması ile büyük devletlerin destek ve himayelerini elde eden Ermeni milliyetçileri, kendilerinden önce bağımsızlık hareketine girişen Balkan toplumları gibi aynı yolu izleyerek Doğu Anadolu’da önce özerk, daha sonra bağımsız bir Ermenistan kurmak amacıyla harekete geçmişlerdir. Ancak Ermeniler, Sırp ve Yunanlılar gibi Osmanlı Devletinin hiçbir yerinde çoğunluğa sahip değillerdi. Bu sebeple Bulgarların Türkleri katlederek veya sürgün ederek Tuna vilayetini bir Bulgar ülkesi haline getirmesini gören Ermeniler, aynı şeyi kendilerinin de Doğu Anadolu’da başarabileceklerini düşünmüşlerdir. Bu amaçla ihtilalci-silahlı terörizmi mücadele metodu olarak seçen örgütler kurarak (Hınçak, Armenikan ve Taşnak Komiteleri) 1890 yılından itibaren başta Doğu Anadolu bölgesi olmak üzere birçok yerde 40 civarında isyan çıkarmış ve terör olayı gerçekleştirmişlerdir. SENCE 2015 Sayı 7 31 SENCE Bu isyanlara rağmen, Ermeni toplumunun bir bölümünün Osmanlı Devletine sadık olduğu, Ermeni komitelerinin onlara da baskı ve terör uyguladığını belirtmek gerekir. Ayrıca çok sayıda Ermeni bakan, milletvekili, büyükelçi, paşa, akademisyen, doktor, gazeteci ve hukukçunun Osmanlı Devleti’nin hizmetinde çalıştıkları ve bu görevlerine I. Dünya Savaşı başlarına kadar devam ettiklerini hatırlamak gerekir. Ermeni komitelerinin çıkardıkları isyanları bahane eden büyük devletler Ermeniler lehine ıslahat yapılması için Osmanlı devletine baskılarını artırmışlardır. Ancak Balkanlarda olduğu gibi Doğu Anadolu vilayetlerini özerkliğe götürecek ıslahat projeleri büyük oranda Padişah II. Abdülhamit tarafından reddedilmiş, sadece Ahmet Şakir Paşa’yı Anadolu’da ıslahatı gerçekleştirmek üzere Doğu vilayetleri genel müfettişliğine atamakla yetinilmiştir. Bu sebeple Ermeni komitecileri 1905 yılında II. Abdülhamit’i de öldürmek amacıyla suikast düzenlemişlerdir. II. Meşrutiyet’in ilanı sürecinde gerek II. Abdülhamit yönetimine karşı Jön-Türklerle yapılan işbirliği, gerekse meşrutiyetten sonra seçimlere birlikte girmeleri sebebiyle kısmen sakin bir dönem olmuştur. Ancak 1909 Adana olayları işbirliği ve sakin ortamı bozmuş, Balkan savaşlarında alınan ağır yenilgi, Ermeni komitelerinin Avrupalı devletlerin desteğiyle toprak kazanma ve ülke kurma konusunda faaliyetlerini artırmalarına yol açmıştır. İsyanlar ve katliamlar, büyük devletlerin reform baskıları sonunda Er- 32 www.sencedergisi.com menilerin siyasi hedefi olan, Osmanlı topraklarından ikinci bir Bulgaristan çıkarma projesine dönüşmüştür. Nitekim 8 Şubat 1914 tarihinde Doğu Anadolu vilayetlerinde Ermeniler lehine ıslahat yapılmasını öngören Yeniköy Antlaşması’nı Osmanlı Hükümeti büyük devletlerin baskısı ile imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşmaya göre; Doğu Anadolu, biri Erzurum, Trabzon ve Sivas; diğeri Van, Bitlis, Harput ve Diyarbakır olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bunların başına iki yabancı müfettiş getirilecekti. Bu müfettişler (Norveçli Binbaşı Hoff ve Hollandalı Westenek) beş yıl süre ile bölgelerindeki adli, idari işler ile polis ve jandarmayı denetleyecekler, gerekirse askeri kuvvetleri kullanabilecekler; memurlar hakkında takibat yapabileceklerdir. Ayrıca herkes resmi daire ve mahkemelerde kendi dilini kullanabilecek, askerlik görevini ait olduğu müfettişlik mıntıkasında yapacak, idare meclislerinde üyeler yarı yarıya müslim ve gayri müslim halktan oluşacaktı. Talat Paşa, Ermeni komite ve siyasi liderlerini Rusya ile işbirliğinden vazgeçirmeye çalışmış, ancak ikna edememiştir. Birinci Dünya savaşının başlaması Ermeni milliyetçileri tarafından amaçları olan bağımsız Ermenistan’ın kurulabilmesi için büyük bir fırsat olarak görülmüş, silahlı isyanlara tekrar başlamışlardır. Savaşın başlarında doğrudan Rus ordusuna katılan Ermeni gönüllüleri olduğu gibi, Antranik ve Erzurum mebusu Karakin Pastırmacıyan gibi kişilerin komutasında Ermeni gönüllü alayları da Ruslarla birlikte savaşmışlardır. Aralık 1914- Ocak 1915 tarihinde Osmanlı ordusunun Sarıkamış’ta yenilmesine paralel olarak Zeytun, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır, Muş, Sivas, Van çevresinde isyanlar artmış, Rus işgali altında bulunan Kars ve Ardahan’da 30.000 Müslüman Ermeni komiteleri tarafından öldürülmüştür. Osmanlı Devleti bu isyanları başlangıçta idari ve askeri tedbirlerle önlemeye çalışmıştır. Bu antlaşmada ıslahat yapılacak vilayetlerin (günümüzde 20’den fazla ili kapsamakta) açıkça Osmanlı egemenliğinden çıkarılmaya çalışıldığı görülmektedir. 27 Şubat 1915’te ordudaki Ermeni askerlerinin silahsızlandırılması kararı alınmış, 24 Nisan 1915 tarihli genelge ile Ermeni komiteleri kapatılmış, elebaşları tutuklanmıştır. Ermeni komiteleri antlaşmayı kendilerini bağımsızlığa götürecek önemli bir adım olarak görüyor ve eylemleri ile Rusya’nın Doğu Anadolu’daki beşinci kolu olmaya hazır olduklarını gösteriyorlardı. Bu genelge ile İstanbul’da komite mensubu 235 kişi tutuklanmış, Ermeni komiteleri kapatılmış, çok sayıda silah yakalanmış, İstanbul dışında Anadolu’nun çeşitli vilayetlerinde de 321 örgüt üyesi tutuklanmıştır. Çünkü Ermeni örgütleri Rusya ile işbirliğinin kendilerine vaat edilen özerkliği ve bağımsızlığı getireceğini düşünüyorlardı. Rus ordusunun Doğu Anadolu’da ilerlemesi, Çanakkale Savaşları ile İstanbul’un tehlike altına girdiği bir dönemde Zeytun, Bitlis, Siirt, Muş ve Er- Tarih zurum’un ardından Van isyanı patlak vermiş ve şehir Ermeni öncü kuvvetlerinin desteği ile Ruslar tarafından ele geçirilerek yıkılmış, 30.000 civarında Müslüman öldürülmüştür. Rus birlikleriyle ortak hareket eden Ermeni gönüllü alaylarının öncelikli hedefi bu bölgeleri ele geçirip Ermenistan olarak düşündükleri vilayetlerden kurtarılmış bölge oluşturmaktır. Kars ve Ardahan’da başlattıkları katliamları Van’da devam ettiren Ermeni Komitecileri 1915 yılı ve sonrasında Doğu Anadolu bölgesinde binlerce Müslüman’ı katletmişlerdir. Ermeni Komiteleri ve gönüllü birlikleri sadece Rusya değil, İngiltere ve Fransa ile de işbirliği yapıyorlardı. Adana Dörtyol’da İskenderun civarında düşman donanmaları tarafından casusluk etmek üzere gönderilen Ermeni komitacıları yakalanmıştır. Çünkü bu sırada İngiltere ve Fransa’da Ermeni gönüllü birlikleri oluşturulmuş, bu birliklerin yardımıyla İskenderun’a çıkarma planı yapmışlardır. Cemal Paşa, bu teşebbüsün bölgeyi Osmanlı yönetiminden koparacak ciddi bir olay olduğunu kaydetmekte, Zeytun ve Urfa isyanlarını bu plan ile ilişkilendirmektedir. Sevk ve iskan kararı başlangıçta cephelerin güvenliğini tehlikeye düşürecek bölgelerde uygulanmıştır. Ancak Ermenilerin Bursa ve civarında isyan çıkarmaları Adapazarı, İznik, Bahçeçik ve Kayseri’de bomba ve silahların yakalanması, Boğazlıyan’da Ermeni çetelerin saldırıları, Sivas ve Urfa’da olayların bastırılamaması, İngiltere ve Fransa’nın İskenderun limanından çıkarma planları yapması gibi sebeplerle sevk ve iskan iç ve batı bölgelerine de genişletilmiştir. Buna rağmen tehcir bütün Ermenileri kapsamamıştır. Osmanlı Hükümeti I. Dünya Savaşı’nın olumsuz şartları içinde tehciri uygularken Ermenilerin can ve mal güvenliklerinin sağlanması konusunda gerekli tedbirleri almıştır. Ancak alınan tedbirlere rağmen, bazı bölgelerde olumsuzluklar yaşanmış, Ermeni kafilelerine saldırılar olmuştur. Bu sebeple Osmanlı hükümeti tarafından taşrada kafilelere saldıran, mallarını gasp eden, kanun dışı davranan ve yetkilerini kötüye kullanan devlet görevlileri ile çetecilik yapan 1673 kişi 1915-1916 yıllarında Divan-ı Harplerde yargılanarak idam dahil çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. Tehcir, yukarıda anlatılan tarihi süreç içinde Ermeni örgütlerinin çıkardıkları isyanların ve yaptıkları katliamların I. Dünya Savaşı içinde artması ve düşman ordularıyla yaptıkları işbirliğine karşı geçici bir tedbir olarak alınmıştır. Ermenilerin, tehcir edilmesinde dönemin büyük devletlerinin politikalarının da önemli rol oynadığını vurgulamak gerekir. Tehcirin önemli sebeplerinden birinin Anadolu’nun daimi bir şekilde Türkler ve Ermeniler arasında parçalanmasının önüne geçmek olduğu açıktır. Osmanlı Hükümeti; Balkanları kaybetmeyi bir ölçüde kabul etmek zorunda kalmış, ama devletin ana gövdesi olan Anadolu’nun da yarısına yakınının elden çıkmasına engel olacak meşru tedbirleri almaktan geri kalmamıştır. Görüldüğü gibi Ermeni isyanları Rus ve İngiliz savaş stratejileriyle uygun düşüyordu. Bu şartlar altında 27 Mayıs 1915’te Sevk ve İskan Kanunu çıkarılmış, 30 Mayıs’ta da Meclis-i Vükela kararı ile tehcirin nasıl yapılacağına dair esaslar belirlenmiştir. Bu kanunla Ermeniler, savaş bölgesinin dışında ülkenin daha güvenli olan güney bölgelerine sevk edildiler. SENCE 2015 Sayı 7 33 SENCE Çalışan, Üreten, Yol Gösteren Sendika Türk Büro-Sen 2015 Yetki Dönemine ilişkin Teşkilatlarımızla Bölge ve İl Toplantılarımıza Hız Kesmeden Devam Ediyoruz. Son 13 yılda ilk defa memurlar resmi enflasyon altında zamma mahkum edildi Bilindiği gibi toplu sözleşme masasında sadece 2.600 bin memurun sorunları görüşülmüyor. Memurların kazanımları 1.900 bin memur emeklisine de yansıyor. Bu nedenle memurların ve memur emeklilerinin yani toplam 4.5 milyon insanımızın yükü Türkiye Kamu-Sen’in omuzlarında, Yetkiyi Almak Zorundayız “Ek zam taleplerimizi 2015 yılında da sürdüreceğiz. Hükümetin söz verip çıkarmadığı; 2005’ten sonra işe girenlere 1 derece, ek göstergelerin düzeltilmesi, sicil affı, ek ödemelerin emekliliğe sayılması gibi konular yine gündemimizde olacak. 34 www.sencedergisi.com Yetkili olmak zorundayız. Tüm zorlukları aşmalıyız. Bu irade ve inanç sizlerde vardır. Sendikamsı yapılara üye olmuş, bu nedenle de kendi felaketine çanak tutan memurları o sendikalardan kurtarmalıyız. Masaya güçlü oturacak bir Türkiye Kamu-Sen’e hem memurların, hem de Türkiye’nin ihtiyacı var. Bu hususta her üyemizi daha çok çalışmaya davet ediyoruz” Sendika “Kamuda Çalışan Kadınlar: Sorun Analizi ve Çözüm Önerileri” Çalışan, üreten, yol gösteren Sendikacılığı ilke edinmiş bir emek örgütü olan TÜRKİYE KAMU-SEN’in Kadın Komisyonları 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinlikleri çerçevesinde çalışma hayatında kadının, kadın olması hasebiyle karşılaştığı sorunları ve çözümleri Üniversitelerin Kadın Araştırma Merkezlerinin temsilcileri ile 28 Şubat 2015 tarihinde Ankara’da “Kamuda Çalışan Kadınlar: Sorun Analizi ve Çözüm Önerisi” Yuvarlak Masa Toplantısında değerlendirildi. Öne çıkan başlıklarımız: İş Güvenceme Dokunma! Tüm çalışanların iş güvencesinin devletin teminatı altında olması, Uluslararası Sözleşmelere Uy! Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Uluslararası Sözleşmesi’nde yer alan ilkelere uyulması; kadının sosyal ve ekonomik açıdan gelişmesini ve ilerlemesini sağlamak için, özellikle politik, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlar başta olmak üzere bütün alanlarda, erkeklerle eşit olarak insan hakları ve temel özgürlüklerden yararlanmalarının ve bu hakları kullanmalarının sağlanması, Kadına Yönelik Şiddeti Önle! Toplumda kadına yönelik şiddetin önlenmesi için gerekli olan bütün tedbirlerin ivedilikle alınması, Mobbingi Önle! Çalışanların işyerlerinde maruz kaldığı psikolojik ve fiziki tacizin önlenebilmesi içinKurumların disiplin yönetmeliklerinde caydırıcı hükümlere yer verilmesi, kurumlarda PDR (psikolojik rehberlik birimi) kurulması, Kadın ve Erkeğin Toplum İçindeki Rolleri İle İlgili Kalıplaşmış Kavramları Eğitimin Herşeklinden ve kademesinden kaldır! Özellikle ders kitaplarının ve okul programlarının yeniden gözden geçirilmesi ve eğitim metotlarının bu amaca göre düzenlenmesi, kadın ve erkekler arasında mevcut eğitim açığının en kısa zamanda kapatılabilmesi için kız öğrencilerin okuldan erken ayrılmasının önlenmesi, eğitimin her kademesinde kadınların okullaşma oranının artırılması için tüm ülke çapında ailelere ekonomik ve sosyal destek sağlanması, İşin Cinsiyeti Olmaz Nitelikleri Olur! “İşin cinsiyeti olmaz, işin nitelikleri olur” ilkesiyle hareket edilmesi, tüm kamu kurumlarında eşitlik birimlerinin kurulması, kadınların, Devletin her kademesinde, özellikle karar mekanizmaları içinde görev alması, kamu hizmetinin hazırlanması ve uygulanmasına katılması için pozitif ayrımcılık da içeren bir diz tedbir alınması, yeni atamalarda ve işe alımlarda cinsiyet kotalarının uygulanması, Aile Bütünlüğümü Bozma! Zorunlu hizmet durumlarında ortaya çıkan eşlerin farklı şehirlerde yaşamasından doğan sorunların ortadan kaldırılması, aile bütünlüğü açısından tayin mevzuatının yeniden düzenlenmesi, istihdamda evlilik ve analık sebebiyle kadınlara karşı yapılan olumsuz ayrımın önlenmesi ve etkin çalışma hakkının sağlanması, Geçmişimize ve Geleceğimize Sahip Çık! Kreş (0-3,3-6 yaş kreş ve yaşlılar için) hasta, engelli ve yaşlı bakım hizmetlerinin profesyonelce sunulacağı bakım ve rehabilitasyon merkezlerinin yaygınlaştırılması, çocuk yardımının, günün ihtiyaçları doğrultunda yeniden yapılandırılması, Sendikalarda Daha Çok KADIN... SENCE 2015 Sayı 7 35 SENCE Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaza nedeniyle ölüm vakalarının dörtte biri evlerde meydana gelmektedir. EV KAZALARINA KARŞI GÜVENDE OLMANIN YOLLARI Yasin PEKEROĞLU ⎟ Kimya Yük. Mühendisi A Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı E vlerimizde çoğu zaman farkında olmadan bir dizi tehlikeyle yaşamaktayız. Oysa tehlikenin bazen bir unutkanlık veya bir etkileşim sonucu öngörülemeyecek boyutta sonuçlar doğurduğu bilinmektedir. Kapsamlı olarak ev kazalarına ait istatistiki bilgi olmamasına rağmen çevremizde veya kitle iletişim araçlarından öğrendiğimiz ev kazaları çokluğu ve oluşları itibariyle şaşırtıcı boyuttadır. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaza nedeniyle ölüm vakalarının dörtte biri evlerde meydana gelmektedir. Nitekim ülkemiz için de bu rakam telaffuz edilmektedir. Toplumsal olarak düşünüldüğünde tüm ev kazalarında hüzün ve maddi kayıplar söz konusudur. 36 www.sencedergisi.com Oysa ki, ya olursa gözüyle baktığımızda çok basit tedbirler veya değişikliklerle güvenliğin sağlanabileceği göz ardı edilmemelidir. Tıpkı işyerlerimizde sürekli tedbir alma arayışı içinde olan iş güvenliği uzmanlarının risk değerlendirmesi yaptığı gibi evimizin güvenlik uzmanı olabiliriz. Çünkü işyerlerinde yaşanan kaza başlıkları neredeyse evlerimizde de yaşanabilmektedir. Örneğin takılı unutulmuş bir elektrik bağlantısı sonucu gerilime maruz kalma, ekli ve güvensiz elektrik kabloları, acil aydınlatma (el feneri, ışıldak vb.) eksikliği gibi takılma, düşme, yanma, yaralanma, zehirlenme, sıkışma, çarpma, kesik, yetersiz havalandırma, kaygan yüzeyler, sabit olmayan mobilya/dolaplar, devrilme, neredeyse uzuv kaybı veya ölümle sonuçlanabilecek çeşitli vakaların olduğu bilinmektedir. Cam temizliği için pencere dışına çıkılmamalıdır sarkılmamalıdır. Dolayısıyla bahsedilmeye çalışılan kazalara maruz kalmamak için evlerde gerekli tedbirler alınmalı ve dikkatli olunmalıdır. • Her evde mutlaka yangın söndürme cihazı, mutfaklarda da yangın battaniyesi bulundurulmalıdır. Makalede fazla ayrıntıya girmeden ve temel öngörü çerçevesinde; genel ve çocuklu aileler başlıkları altında değerlendirilmiştir. Kısaca alınması gereken tedbirler maddeler halinde ve öneri niteliğinde ifade edilmiştir. Dış çevre koşulları (bahçe, ortak alanlar, havuz vb.) bu makale kapsamı dışındadır. • LPG ve doğalgaz tipine uygun mutlaka ilave olarak gaz algılama dedektörü bulundurulmalıdır. Aslında beklenti her iki durumun da ön planda tutulmasıdır. Genel anlamda evlerimizde alınması gereken tedbirler: • Her şeyden önce temel ilk yardım konusunda bilinçli olunmalıdır. • Evlerimiz de enerji sisteminin bir parçası olan kaçak akım rölesinin (artık akım anahtarı) olması sağlanmalıdır. • Ev içinde hareket alanı geniş, engelsiz, kapılarda eşik olmaması sağlanmalıdır. • Balkon, veranda, merdiven korkulukları yeterli yükseklikte, araları sık ve düşmeyi önleyici olmalıdır. Sağlık Perde değişikliklerinde (asma, çıkarma) uygun merdiven kullanılmalıdır. • Elektrik yangınlarına asla su ile müdahale edilmemelidir. • LPG tüplerinin kontrolünde açık alev kullanılmamalıdır. • LPG tüplerinin hortumu birbuçuk metre uzunluğunda olmalı ve en fazla iki yılda bir değiştirilmelidir. • Boş LPG tüpleri evde, çatıda, bodrumda muhafaza edilmemelidir. • Duman dedektörü olan yapılarda düzenli kontrolleri yapılmalıdır. Ocak üzerindeki raflarda sık kullanılan malzemeler bulundurulmamalıdır. Ocak yakınında havlu, tencere tutamağı, perde vb. olmamalıdır. • Çatılara mümkün olduğunca çıkılmamalıdır. Yapılacak her türlü çalışma yetkili kişilerce yapılmalıdır. • Evin tamamında gözü yormayan optimum ışık kullanılmalıdır. • Soba boru ve bacaları yanı sıra kombi bakımları düzenli olarak yaptırılmalıdır. • Klimaların bakımı ve filtreleri mutlaka yılda bir kontrol ettirilmelidir. SENCE 2015 Sayı 7 37 SENCE • Olası bir depreme karşı dolap, kitaplık vb. büyük hacimli mobilyalar duvara iyi sabitlenmiş olmalıdır. • Yemekler daima duvara yakın ocak gözlerinde pişirilmeli/ısıtılmalıdır. • Tüm yiyecek ve içecekler uygun ambalaj veya kaplarda saklanmalıdır. • Temizlik malzemesi olarak kullanılan çamaşır suyu ve tuz ruhu bir arada olmamalı ve solunmamalıdır. • Balkon veya cam önlerinde saksı vb. konulmamalıdır. • Tüm kimyasal içerikli malzemeler mutlaka etiketli olmalıdır. • Yiyecek, içecek, ilaç, kimyasal vb. malzemelerin etiketlerine, son kullanma tarihlerine özen gösterilmelidir. • Enerji bağlantısı olan kurutma makinası, ısıtıcı vb. elektrikli ev aletleri prize takılı bırakılmamalı, sıvı teması olan alanlarda olmamalıdır. • Kırık, hasarlı elektrik kablo ve malzemeleri kullanılmamalı, asla tamir edilmemelidir. • Evde benzin, tiner vb. kimyasal madde bulundurulmamalıdır. Isı kaynaklarından uzak tutulmalıdır. Pencerelerde çocuk kilidi olmalıdır. • Banyoda zemin kayganlığına karşı tedbir alınmalıdır. • Vantilatörlerin koruma kalkanı olmalıdır. • Balkon ve ana giriş kapısının olası bir yangın veya kaçmayı gerektirecek haller için arkalarına ağır vb. malzeme konulmamalıdır. • Cep telefonları sürekli olarak şarjda bırakılmamalıdır. • Evler her gün havalandırılmalıdır. Çocuklu ailelerde alınması gereken tedbirler: • Çocuklar evde asla yalnız bırakılmamalıdır. • Çocukların ısıtıcı yüzeylere yakın yatmaları engellenmelidir. • Balkon korkulukları çocukların sarkamayacağı şekilde olmalıdır. • Kapı, balkon vb. alanların kilitleme sistemleri uygun olmalıdır. Kapı arkalarında anahtar bırakılmamalıdır. • Mutfak ve banyoda temizlik malzemeleri çocukların erişimine engelli olmalıdır. • Özellikle soba yanan odalarda çocuklar uyumaya bırakılmamalıdır. 38 www.sencedergisi.com • Oyuncak seçimleri daima yaş grubuna uygun ve boyaları toksik olmamalıdır. • Çöp kutularının kapağı sıkı ve kapalı olmalıdır. • İlaçların saklandığı ilk yardım çanta/dolaplar çocukların ulaşamayacağı yerde olmalıdır. Çocukların yanında ve yatakta sigara içilmemelidir. Sağlık Elektrik prizlerinin kapaklı veya çocuk emniyet sistemli olması sağlanmalıdır. • Kullanılan sıcak su ısısı en fazla elli derece civarında olmalıdır. • Halıların kayması engellenmelidir. • Evdeki tüm sert ve keskin köşelere karşı tedbir alınmalıdır. • Maytap, çatapat, yayla kurulan veya ucu sivri aparatlardan oluşan oyuncakların çocukların kullanmasına izin verilmemelidir. Ve unutulmaması gereken her ne sebeple olursa olsun olası bir ev kazasında kendi güvenliğimizi göz ardı etmeden dikkatli davranışlar sergilenmeli, mutlaka destek alınmalı veya bir şekilde başkalarının yardımı talep edilmelidir. Yine unutulmaması gereken bir husus ise; • Olası bir zehirlenme halinde mutlaka ilaç kutusu, ambalajı veya prospektüsü sağlık birimlerindeki ilgililere gösterilmelidir. • Kıvılcım kaynakları (kibrit, çakmak vb.) açıkta bırakılmamalıdır. • Dolap vb. kapaklarının kapalı tutulması sağlanmalıdır. • Kırılabilir malzemeler dolaplarda olmalıdır. - Sağlık konularında ALO 112, - Yangın konularında ALO 110 - Asayiş konularında ise ALO 155 aranmalıdır. Ev kazasının adli vaka olması halinde; aile bireylerinin, çocuğunun veya komşusunun zarar görmesi sonucu kazaya sebep olanların, dikkat ve tedbirsizlik nedeniyle hukuki soruşturmaya tabi olacağı da asla unutulmamalıdır. • Dış kapı daima kilitli olmalıdır. • Mobilya ve sandalyeler pencere önlerinden uzakta olmalıdır. • Ütü ve sehpası ütüleme süresince çocuklardan uzak olmalıdır. • Mikrodalga fırınlarda plastik içerikli malzemeler kullanılmamalıdır. • Bebek yiyecekleri mikrodalga fırınlarda ısıtılmamalıdır. • Bebek elbiselerinde, oyuncaklarında, emziklerde kurdele, çengelli iğne, kravat vb. kullanılmamalıdır. Açıkta ilaç, iğne, bıçak, makas, çivi, makyaj ve tıraş malzemeleri, bozuk para, küçük el aleti, düğme gibi cisim veya malzeme bırakılmamalıdır. • Yüksek bebek sandalyelerinde mutlaka emniyet kemeri olmalıdır. • Sıcak bir şey yerken, içerken bebek kucakta olmamalıdır. • Şömine köşe ve kenarları güvenli hale getirilmelidir. • Sıcak sıvılar çocuk erişimine uzak olmalıdır. • Çocuklar için uygun oyun alanı olmalıdır. • Banyo, tuvalette birikmiş su kap veya kovaları olmamalıdır. • Çocukların uyudukları alana yakın bir yerde sürekli yanan bir aydınlatma kaynağı (gece lambası) olmalıdır. • Örtülü masa ve sehpalarda cam vazo vb. malzemeler bulundurulmamalıdır. SENCE 2015 Sayı 7 39 SENCE Kocatepeden Bakanlıklar (1937) Kamu Binalarında Didem ÖNDER ⎟ Mimar Mimari M imari fiziki bir dildir. Yeri, rengi, oranları, malzemesi bir cümlenin ögeleri gibidir. Bir mimari eser dönemini ifşa eder. Döneminin tüm anlayış, eğilim ve ideolojisini mimari eserler dile gelir anlatır. İdeolojiler sürekliliğini ve yayılımcılığını ve daha önemlisi kalıcılığını sanat aracılığıyla başarabilir. Mimari de bu yüzden her zaman ilk başvurulan araç olmuştur. Teokrasi ve skolastik düşünce pençesinde halka karşı büyüklük ve yücelik hissi uyandı- 40 www.sencedergisi.com ran gotik üsluplu kiliseleri ile Ortaçağ Avrupası; Devletin ezici üstünlüğünü simgelemek için psikolojik etkisi büyük anıtsal kamu yapıları ve sembolik zafer anıtları ile Nazi Almanyası; Komün yaşama geçişte minimize edilmiş dairler için standartlanmış bina tipleriyle betonarme toplu konut blokları ve anıtsal heykelleri barındıran devasa meydanları ile monoton Sovyet mimarisi, ideolojik inşalara örnektir. Tabi bu yapılaşmalar beğenilme, kabul edilme ve kalıcılık endişesi taşıdığı için daha ince elenmiş, sık dokunmuş olma özelliği taşır. Üzerinde uzunca düşünülmüş olmaları ortak noktalarıdır. Ülkemize bakacak olursak ideolojik yapılaşmaya mimarinin bu türde hizmet etmesi Ankara’da net biçimde görülür. Bugünün Ankara’sında kamu yapıları adeta konunun açık havada anlatımıdır. Cumhuriyet öncesi sıradan bir Anadolu kasabası görünümündeki Anka- Çalışma Hayatı Eskişehiryolu Kamu Binaları ra siyasi bir kararla başkent olur. Bu karar cumhuriyetin bu topraklardaki yenilikçi yönünün fiziki yansımasıdır. Yeni rejimin -tabiri caizdir- ayakları yere basan icraatları için kent planlamaları yapılır. Halkçı ve devrimci ilkelerle kentsel örgütlenme oluşturulur. Güven Park Anıtı, İçişleri Bakanlığı binası ve TBMM üçgeni bu konseptin bir örneğidir. Kamusal fayda, düzen, intizam ve devlet hâkimiyeti çerçevesinde kent silueti belirir. Bakanlıklar, askeri yapılar, lojmanlar birlik ve bütünlüğü hissettirir. Kent kimliği, millet otoritesi ve aitlik hissi ile şekillenir. Eski mimari formlardan sıyrılış, modern akımlardan yararlanma, gösterişsiz ve fonksiyonel olana yöneliş, yabancı mimarlardan faydalanış planlama ve uygulamada rejimin aynası niteliğindeki stratejik hamlelerdir. Bu tasarım kararlarının, yeniden inşa kriterlerinin çizdiği başkentin göç gibi etkenlerle gelişen sorunlarına, değişen siyasi algı da eklenince kent kimliğinin özellikle kamu yapılarında değiştiği görülür. Eskişehir ve Konya Yolu gibi şehir merkezi dışındaki alanlara açılan kamu yapılarında kent silueti, alan kullanımı, estetik, insan ölçeği, orantısallık, yeşil alan-açık alan ilişkisi kaygılarının terk edildiği fark edilir. Her kurumun idarecisine verilen yenileme yetkisinin şahsi ve ilkel hırsla, dil birliği olmaksızın gelişigüzel formlarla yapı kirliliğine yol açtığı maalesef görülür. 2023 Ankara Planı’nda sürekli imar değişikliği yapılmasına neden olan bu kamu yapılarını yeniden inşa etme, taşıma iktidar yetkisiyle olmaktadır. İmar planında öngörülmeyen yapılaşmalar iktidar kimliğini açık etmekte, gelişigüzel formlar fikri ve konsept açlığını temsil etmektedir. Referans alınan Selçuklu ve Osmanlı mimarisi ögelerini (kapı, kemer, saçak) zamane malzemeleri ile taklit etme kısır bir ‘emanetçi’ politikanın tezahürüdür. Bu başarısız taklitler yeniden canlanma değil geleneksel mimariye hakarettir. Gelişim ve geleceğe miras bu gölge tasarımlarla ne derece mümkündür? 1980 sonrası ortaya çıkan, son 10 yılda ele avuca sığmayan kamu yapılarındaki çirkin çeşitlilik şüphesiz planlama ve uygulamadaki idari boşluk ve boşluğu gidermekteki iradesizlik sebebiyledir. Yarışma yoluyla seçicilik yerine kamu kurumu idarecisine bırakılan ihale yoluyla keyficilik başkenti kimlik bunalımına sürüklemektedir. İdeolojinin, anlayışın, eğilimin mimariye yansıdığı gerçeğinden tekrar yola çıkacak olursak çözümlemeleri bu şekilde olan iktidarlar kamu yapılarını her kafadan çıkan sesin titreşiminden şekillenen objeler olarak yükseltir, yerleştirir. Sonuç olarak kamu yapıları özellikle başkentlerde hem devlet kimliğini hem de kent kimliğini temsil eder. “Mevla kayıra” konseptli kentler modern dünyada itibar kaybettirir. Protokol yolu mantolama çözümleri ile kent itibarı kurtarılamayacağı gibi insan ölçeğinden uzak gösterişli yapılar itibar da kazandırmaz. SENCE 2015 Sayı 7 41 Kimler ARİF NİHAT ASYA (7 Şubat 1904 - 5 Ocak 1975) Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü, Işık ışık, dalga dalga bayrağım! Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. DUA Biz,kısık sesleriz...minareleri, Sen,ezansız bırakma Allahım! Ya çağır şurda bal yapanlarını, Ya kovansız bırakma Allahım! Mahyasızdır minareler...göğü de, Kehkeşansız bırakma Allahım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allahım! Bize güç ver...cihad meydanını, Pehlivansız bırakma Allahım! Kahraman bekleyen yığınlarını, Kahramansız bırakma Allah’ım! Bilelim hasma karşı koymasını, Bizi cansız bırakma Allah’ım! Yarının yollarında yılları da, Ramazansız bırakma Allah’ım! Ya dağıt kimsesiz kalan sürünü, Ya çobansız bırakma Allah’ım! Bizi sen sevgisiz,susuz,havasız; Ve vatansız bırakma Allah’ım! Müslümanlıkla yoğrulan yurdu, Müslümansız bırakma Allah’ım! Geldi HALİDE EDİP ADIVAR (1884 - 9 Ocak 1964) “Müslümanlar, Türkler, Türk ve Müslüman bugün en kara gününü yaşıyor. Gece, karanlık bir gece... Fakat insanın hayatında sabahı olmayan gece yoktur. Yarın bu korkunç geceyi yırtıp muşâşâ bir sabah yaratacağız. Yalnız ışık geldiği vakit gözümüzü güneşe karanlığı gören baykuşlar gibi açmayalım. Işık geldiği vakit hayatı karşılayacak, karşılayabilecek insanlar halinde bulunalım. Millet iyi ve fena günler gördü. Günah dakikaları ve şanlı dakikalar yaşadı. Fakat kardeşler, bugün ufak günahlarımızın üzerine öyle ateşin bir kan akmıştır ki bu kan bütün dünyanın günahını yıkayacak kadar temiz ve mebzuldü. O kan bizim vazifemizi tâyin etti, bize bir vazife bıraktı. Hanımlar, bugün elimizde top, tüfenk denilen alet yok, fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var: Hak ve Allah var (Alkışlar). Tüfek ve top düşer, hak ve Allah bakidir. Topun yüzüne tükürecek kadar evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet duygusu var. Biz dünyada millet sınıfına layık bir millet olduğumuzu, erkek., kadın ve çocuklarımıza kadar ispat ettik. Bugün memleketimiz taksim tehlikesi karşısında adım, adım, adeden kendi durumumuzdaki milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir, yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra Müslüman dünyasının başı olan Türk susturulmuş olacaktır. Buna karşı ne silahımız var? Kurşun, top, bomba... Bir top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim bundan da kavi silahlarımız var. Sesimizi mutlak dünya işitecektir. İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız. Bugün Türkler arasında milli davalarını halledinceye kadar nasıl kurunu vustada haftada üç gün Allah mütarekesi yapılırsa öyle Allah mütarekesi akdedilmektedir. (Sultan Ahmet Konuşması) Kimler Geçti... MEHMET EMİN YURDAKUL (13 Mayıs 1869 - 14 Ocak 1944) Ezgi koydum, âhlarla, figanlarla Türk şi’rine, Öz dilimle haykırdım, “Ey milletim, uyan!” diye; Viran yurdun dolaştım, bir şehrinden bir şehrine; Saç ve sakal ağarttım ben de, “Vatan, vatan!” diye. “Demir ve ateş; kardeşler ben bunlarla hiçbir vatan ve ırkın öldüğünü işitmedim. Şerefli bir tarih ve medeniyete, sağlam bir fazilet ve ahlâka, zengin bir şiir ve edebiyata, dinî ve millî ananelere, ırkî ve vatanî hatıralara mâlik olanbir milletin mahvolduğunu tarih göstermiyor...” CENGE GİDERKEN (Sultan Ahmet Konuşması) Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur; Sinem, özüm ateş ile doludur. İnsan olan vatanının kuludur. Türk evladı evde durmaz giderim. Muhammed’in kitabını kaldırtmam; Osmancık’ın bayrağını aldırtmam; Düşmanımı vatanıma saldırtmam. Tanrı evi viran olmaz, giderim. Bu topraklar ecdadımın ocağı; Evim, köyüm hep bu yerin bucağı; İşte vatan, işte Tanrı kucağı. Ata yurdun, evlat bozmaz, giderim. BAHTİYAR VAHABZADE (16 Ağustos 1925-13 Şubat 2009) “Yüzümü büyük Türkiye’ye çevirerek diyorum ki; ey şanlı bir tarihe sahip olan Türkiye! Unutma ki, biz seni, kendimiz için örnek alıyoruz. Bu yüzden sana çevrilen gözleri kapatmaya, sana beslenen umutları yok etmeye hakkın yok! Ortak atamız Bilge Kağan’ın sözlerine kulak ver: “Ey Türk! Silkelen ve kendine dön!” ANA DİL Dil açanda ilk defa ‘ana’ söylerik biz ‘Ana dili’ adlanır bizim ilk dersliyimiz İlk mahnımız laylanı anamız öz südüyle İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile. Bu dil - bizim ruhumuz, eşgimiz, canımızdır, Bu dil - birbirimizle ehdi-peymanımızdır. Bu dil - tanıtmış bize bu dünyada her şeyi Bu dil - ecdadımızın bize goyup getdiyi En gıymetli mirasdır, onu gözlerimiz tek Goruyub, nesillere biz de hediyye verek. ELVEDA Tanrım şahit, duracağım sözümde; Milletimin sevgileri özümde; Vatanımdan başka şey yok gözümde. Yâr yatağın düşman almaz, giderim. Deyirem sefası bitdi ömrümün, İndi dağ çıhıram, düze elveda. Göze duman çökür, başa gar yağır, Bahara elveda, yaza elveda. Ak gömlekle gözyaşımı silerim; Kara taşla bıçağımı bilerim; Vatanım için yücelikler dilerim. Bu dünyada kimse kalmaz, giderim. Aşgına her zaman mügaddes dedin. Günler elden gedir, sen teles dedin. Çohu istemedin, aza bes dedin, Dedim, çoh yoh ise, aza elveda. ÖMER BEDRETTİN UŞAKLI (24 Ağustos 1904- 23 Şubat 1946) “Memleket şiiri bize ister topluluğun derdini, neşesini anlatsın; ister yurdun şiirle resmini yapsın; hatta isterse bize kendi ruhunun en özel aşk ve ölüm türkülerini fısıldasın… yeter ki biz bu şiirlerde bu topraktan bir şeyler sezelim ve bu topraktan bir ses duyalım. Denebilir ki memleket şiiri yaratmak, dut yaprağından ipek yapmak gibi, bu toprağın renginden ve kokusundan yeni bir şiir yapmaktır. Bu şiir bize saz şairlerinin aksettirdiği Anadolu‟yu bugünün yeni görüşüyle dile getirmektir.” YILDIZLARIN ALTINDA Benim gönlüm sarhoştur Yıldızların altında Sevişmek ah ne hoştur Yıldızların Altında Sular rüzgarı dinler Aşıklar hep serinler Çoban yolları inler Yıldızların altında EFENİN BAYRAMI Eğilmez başın gibi Gökler bulutlu efem.. Dağlar yoldaşın gibi, Sana ne mutlu efem! Oyna, yansın cepkenin, Yansın güneşten tenin, Gün senin, şenlik senin, Bayramın kutlu efem! . SENCE “Gözel ne gözel olmuşsun, görülmeyi görülmeyi” Mustafa YİĞİT ⎟ Güzelin Peşinde Bir Karacaoğlan B ir güzelin peşinden koşarken, binlerce güzelliği bizlere sazıyla sözüyle resmeden halk şiirimizin öncülerini bu ay sayfamıza konuk edelim istedik. Bugün birçok popüler şarkıcıyı, yabancı sanatçıyı bilen bu nesil acaba Türk halk şiirinden haberdar mıdır? Türk halk şiiri deyince kaç kişi onların adlarını bir çırpıda sayabiliyor? Oysaki onlar kültürümüzün taşıyıcıları, medeniyetimizin unutulmaya yüz tutmuş duru Türkçe’nin yıldızlarıdır. Onlar kimi zaman, Molla Kasım Yunus’tur, Şah’a varan Pir Sultan Abdal’dır, Bolu Beyi’ne kafa tutan Köroğlu’dur. Kimi zaman dünya nimetlerine kaygılanmayan Kaygusuz Abdal’dır; hazan ile geçti gülşeni bostan diyen Aşık Emrah’tır... Ve Onlar, “Gözel ne gözel olmuşsun, görülmeyi görülmeyi” sözleriyle güzelin peşinden giden, güzelin peşinde koşmaktan yorulmayan, bizim gönül telimizi titreten Karacaoğlan’dır. Evet, Türk halk şiiri deyince belki de ilk akla gelen isimdir Karacaoğlan. Onun mısraları bugün pek çok popüler türkünün sözlerinde hayat bulmasına rağmen çoğumuz Karacaoğlan’ın kim olduğunu, nerede ve ne zaman yaşadığını, nasıl bir hayat sürdüğünü pek bilmeyiz. O, içimizi ısıtan güzel türkü sözlerinin piri Karacaoğlan’ı bu sayfada küçük de olsa tanıtmak kültürümüze bir nebze de olsa katkıda 44 www.sencedergisi.com Pek çok halk ozanı gibi Karacaoğlan’ın da yaşamı hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak hakkında yapılan araştırmalar bu büyük söz ustasının 17. Yüzyılda ömür sürdüğünü göstermektedir. Nereli olduğu, kimlerden olduğuna dair çeşitli rivayetler vardır ve en güçlüsü şimdiki Osmaniye ili Düziçi ilçesinin Farsak Köyünde doğan bir Türkmen olduğudur. Tıpkı Yunus Emre gibi, tıpkı Köroğlu gibi Karacoğlan’ı da pek çok şehir, pek çok Türkmen aşireti, köy, kasaba sahiplenmiş durumdadır. Gaziantep’in Barak Türkmenleri de, Kilis’in Musabeyli bucağında yaşayan Çavuşlu Türkmenleri de, Batı Anadolu’da yaşayan Karakeçili aşireti de onu kendi aşiretlerinden sayarlar. Ancak kesin olan şudur ki, hakkında yapılan araştırmaların, kaynakların ve şiirlerinden edinilen bilgilerden çıkarılan, onun Çukurova’da doğup, yörenin Türkmen aşiretleri arasında yaşadığıdır. Akşehirli Hamdi Efendi 1875 tarihli Seyahat Hatıralarında Kilis’ten bahsederken “Ma’lum ola ki Karacaoğlan Varsak karyesinde dünyaya gelip babası Türkmen Aşiretinden Kara İlyas, fakirü’l hal oImağla sayd’u şikarla taayyüş eder olup 1013 (M.16o4) tarihinde Kozan derebeylerinden Hüsam Bey’in sayıl namıyla tutkap asker devşürdüğü hengamda İlyas dahi tutulup götürülerek orada gaib olduğu için lakapları Sailoğlu kaldığı ve elyevm karyei mezbur hanedanı Sayılzade Mehmet Efendiden anlaşılmıştır” diyerek bu tartışmalara önemli bir ışık tutmuştur. Karacaoğlan ise bir dörtlüğünde: “Kozan Dağı’nda neslimiz Arı Türkmendir aslımız Varsak’tır durak yerimiz Gurbette yar eğler bizi.” diyerek Akdeniz yöresinde hayat sürdüğünü bize nakletmektedir. Yine Karacaoğlan’a duyulan muhabbet yüzünden Karacaoğlan’ın dörtlüklerinde yaşadığı yere ilişkin adlar sürekli değişmiştir. Kesin olan birşey vardır ki, Karacaoğlan sazıyla, sözüyle Torosların şairidir. Yine Akşehirli Hamdi Efendi tarafından çeşitli kaynaklarda ifade edildiğine göre, Karacaoğlan 1606 yılında doğmuş, 1689’da ölmüştür. Asıl adı Hasan olup, annesi onu Karaoğlum diye sevdiği için adı Karacaoğlan olarak anılagelmiştir. Her aşık gibi onun da başından hayatının seyrini değiştirecek bir olay geçmiştir. Çocuk yaşta babası vefat ettiği için ona köyün ağası sahip çıkmış, ona babalık etmiştir. Karacaoğlan ergenlik yaşına geldiğinde evdeki kimi kimsesi olmayan dilsiz bir kızla evlendirilmek istendiğinde ise köyünü terk ederek diyar diyar gezmiş; hem çalmış hem söylemiş, Aşık Karacaoğlan olarak nam salmış. Bursa’ya, Trablusgarp’a, Mısır’a kadar gittiği ve çoluk çocuk sahip olduğu yine çeşitli eserlerde ifade edilmektedir. Karacaoğlan her şair gibi, her sanatçı gibi kendi dönemini, içinde bulunduğu toplumun ahvalini şiirleriyle yansıtmaya çalışmıştır. Değer bulunmak gayretiyle bu satırları kaleme almak gelecek nesiller için de yol gösterici, merak uyandırıcı olacaktır, ne dersiniz? Onun şiirlerinde göçebe toplumunun tabiatla iç içe olmasının etkisi büyüktür. Torosların, Çukurova’nın, Gavurdağları’nın yörükleri gibi, hem yürüyen hem söyleyen bir halk aşığı olarak, aşık edebiyatının en güzel örneklerini vermiştir. Karacaoğlan çağdaşı olan başka saz şairlerinin tersine Divan edebiyatının hiçbir zaman etkisine girmemiş; saf, ari Türkçesiyle çalmış söylemiş, hece veznini kullanmıştır. Bu nedenle, kullandığı Arapça ve Farsça kelimelerin sayısı oldukça sınırlıdır. Eserlerinde kullandığı deyim, mecaz ve benzetmelerle duru Türkçe’nin günümüze kadar ulaşmasında çok önemli bir yere sahiptir. O tam anlamıyla realist bir ozandır. O’nun için söylenen her şey yaşanan gerçekliktir ve anın tadına varmak gerekir. Onun söyleyişinde çıkış noktası işte bu yaşanmışlıklardır. Şiirinin temeli doğallıktır. Kaynağı güzelliktir, sevgilidir, tabiattır. Tabiat onun için dosttur, kardeştir, arkadaştır, sevgilidir… O bu yüzden güzeli, sevgiliyi tabiatın bin bir çeşit öğeleriyle tasvir eder: Sunayı da deli gönül sunayı Ben yoluna terk eyledim sılayı Armağan gönderdim telli turnayı İner gider bir gözleri sürmeli. Mısralarında ve pek çok mısrada olduğu gibi sevgiliyle birlikte turnalar, bülbüller, güller iç içedir… SENCE 2015 Sayı 7 45 SENCE Dörtlüklerinde tabiata resmi geçit yaptıran şair... Ela gözler, elvan çiçekler, melül bakışlar sevgili de birleşir… Tabiat adeta resmi geçit yapar sevgiliye yazılan bu dörtlüklerde… Yeryüzünde her şey nasıl tabii ise sevgiliye kavuşmak da onun için tabiidir. O’nun sevgili anlayışında ulaşılamayan, mistik bir sevgi yoktur. Kimi zaman Elif olur pınar başında buluşulur, kimi zaman Suna olur turnalarla haberleşilir, kimi zaman Zeynep olur köprü başında kavuşulur. Karacaoğlan’da sevgiliyle birlikte var olan bu motifler zaman zaman “Gurbet”e, “Sıla”ya, “Yoksulluğa” ve “Ölüme” de bizleri götürür... Karacaoğlan mısralarında bu anlamda yalnızca sevgiliyi değil, insanın bir başka tabii boyutu olan, ayrılığı ve ölümü de işler: Vara vara vardım ol kara taşa Hasret ettin beni kavim kardaşa Sebep ne gözden akan kanlı yaşa Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm. Derken hem ayrılık hem ölüm acısının birbirine ne kadar da yakın olduğunu ve bir o kadar da “tabii” yaşanılması gereken bir vakıa olduğunu bizlere anlatır. Karacaoğlan’ın koşmalar, semailer, varsağılar ve türkülerinde bu motifler de güzellik ve sevgili kadar olmasa da yer alır. Karacaoğlan şiirinin en belirgin özelliği bugün bile eşine az rastlanır bir gerçekliğin mısralarında hayat bulmasıdır. 46 www.sencedergisi.com Ölüm ne kadar gerçekse insanın gücünün ancak belli şeylere yetebileceği, insanın, her şeye rağmen kimi durumlarda çaresiz kalabileceği, eksik olabileceği de aynı gereklikte anlatılır Karacaoğlan şiirinde. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Cahit Külebi gibi şairlerde Karacaoğlan şiirinin izlerini görmek mümkündür. Üryan geldim gene üryan giderim Ölmemeye elde fermanım mı var Azrail gelmiş de can talep eyler Benim can vermeye dermanım mı var. Ömrü boyunca güzelliğin peşinden koşan Karacaoğlan’ın şiirleri özellikle cumhuriyet dönemi araştırmacıları tarafından özenle tetkik edilmiş, 17. Yüzyılın bu büyük söz ustasının yazılı kaynaklarda 500 yakın şiiri yer almıştır. Dirilirler dirilirler gelirler Huzur-ı mahşerde divan dururlar Harami var diye korku verirler Benim ipek yüklü kervanım mı var. Er isen erliğin meydana getir Kadir Mevlâ’m noksanımı sen yetir Bana derler gam yükünü sen götür Benim yük götürür dermanım mı var. Karac’oğlan der ki ismim öğerler Ağı oldu yediğimiz şekerler Güzel sever diye isnad ederler Benim Hakk’dan özge sevdiğim mi var. Mısralarında görüldüğü gibi, Karacaoğlan kendine elle tutulur, gözle görülür realist bir dünya kurmuş, bunu da duru bir Türkçeyle söylemiştir. Türk halk şiirinin bu büyük üstadı, kendinden sonra gelen pek çok şairi derinden etkilemiştir. Kendi döneminde Âşık Garip, Köroğlu ve Âşık İsmail gibi şairleri etkilediği gibi, 18.yy şairlerinden Dadaloğlu, 19.yy şairlerinden Bayburtlu Zihni, Dertli, Seyranî gibi ozanları da etkilemiştir. GÖZEL NE GÖZEL OLMUŞSUN Gözel, ne gözel olmuşsun, Görülmeyi görülmeyi. Siyah zülfün halkalanmış, Örülmeyi örülmeyi. Mendilim yudum, arıttım, Gülün dalında kuruttum. İsmim ne idi, unuttum, Sorulmayı sorulmayı. Seğirttim, ardından yettim, Eğildim, yüzünden öptüm. Adın bilirdim, unuttum, Çağırmayı çağırmayı. Benim yârim bana küsmüş, Zülfünü gerdana dökmüş. Muhabbeti benden kesmiş, Sevilmeyi sevilmeyi. Çağır Karac'oğlan, çağır, Taş düştüğü yerde ağır. Yiğit sevdiğinden soğur, Sarılmayı sarılmayı. Kitap “Ağızlarına dolamışlar bir “Tam Bağımsız Türkiye”. Ben manda ve himaye taraftarı mıyım?” “O da bağımsızlık ve hatta tam bağımsızlık mücadelesi veriyor. Herkes aynı şeyi söylerken bu kavga dövüş neden oluyor hiç bilemiyorum.” “Hatırla Beni”; Misli Baydoğan’ın ilk romanı. Berikan Yayınevinden çıkan “Hatırla Beni”; milliyetçi bir genç kız olan Gülden’in, ağabeyinin arkadaşı Murat’a olan aşkını, 80 öncesi ve 12 Eylül askeri darbesi döneminde yaşanan acılar paralelinde anlatıyor. Kitabın bir grubu kötü göstermek ya da siyasi mesaj vermek gibi bir düşüncesi yok. Aksine, iç hesaplaşma söz konusu. Misli Baydoğan, psikolog olmasının da katkısıyla, Gülden’in iç dünyasını çok çarpıcı bir biçimde ve derinliğine yansıtıyor. İfade gücü çok yüksek ve bir ilk roman için oldukça iyi kurgulanmış, dilin oldukça iyi kullanıldığı bir roman olan “Hatırla Beni”, psikolojik tahlilleri ve farklı bakış açısıyla okunması gerekli bir kitap. 408 sayfalık roman ilk bakışta uzun gibi görünse de, kitap bittiğinde, “yazar hayata, 12 Eylül’de yaşananlara, aşka ve iç dünyamıza dair daha çok yazsaymış” hissini taşıyorsunuz. Romanın, anlatılan olaylardan ziyade kahramanlarının iç dünyasını yansıtmadaki başarısının ilgi çektiğini söylemek yanlış olmaz. 80 dönemini yaşayanlar kendilerinden çok şey bulurken, diğerleri bazı bölümlerde gözyaşlarına hâkim olamayacaktır. Kahraman Sensin Hikayeni Yarat..! Yaşadığımız hayatın sebebi, yaptığımız iyi yada kötü tercihler. Bakalım senin tercihin ne olacak? Bu kitap öyle bildiğiniz gibi ilk sayfadan başlanıp sonuna kadar okunmuyor. İlk bölümde size bir hikaye veriyor ve hikayenin kahramanı siz oluyorsunuz. İlk bölümün sonunda sizden bir tercih yapmanız isteniyor. Yaptığınız tercihe göre ilgili bölüme gidiyorsunuz ve her bölümün sonunda sizden yeni tercihler yapmanız isteniyor. Kitabın tanıtımında, “Kitabı okurken bazen hiç beklemediğiniz bir yere ulaşacak, bazen de kendinizi daha önce olduğunuz yerde bulacaksınız. Hayatın size neler hazırladığını asla bilemezsiniz. Ama şunu biliyorsunuz, iyilikler her zaman ödüllendirilmiyor ve bazen hatalı kararlar, şahane olayların başlangıcı olabiliyor” deniyor. Ben yaptığım tercihlerle malesef öldüm. “...Düşüş hızınız o kadar harika ki şaşırıyorsunuz. Düşünecek bir kaç saniye olmasını umuyordunuz. Aslına bakarsanız, aşağıdaki betona çarpmadan önceki son düşünceniz, gümüş rengi uçak...” SENCE 2015 Sayı 7 47 SENCE Esneklik Uyanıklık Önceden Görme Bellek Direnme Kurnazlık Sağgörü MANGALA Türk Strateji ve Zekâ Oyunu Berk Sencer GÜNGÖR ⎟ Öğrenci T arihi araştırmalar Mangala Oyunu’nun Sakalar, Hunlar ve Göktürkler döneminde oynandığını göstermektedir. Dünyanın farklı ülkelerinde mangala türü oyunlar oynanmaktadır ancak Türk Mangalasını diğer mangala oyunlarından ayıran kimi özellikler vardır. Diğer mangala türlerinde taşlar genelde “tohum” adını almakta, taşları hareket ettirme ise “tohum saçma” olarak ifade edilmektedir. Bu da o kültürlerin ziraatçı bir toplum olduklarını göstermektedir. 48 www.sencedergisi.com Oysa Türk Mangala’sında taşlar “asker” olarak görülmektedir. Ayrıca günümüze “hazine” olarak aktardığımız bölüme Türkler “orda” yani “karargâh” demişlerdir; bu da oyunumuzun bir çiftçilik oyunu değil, savaş oyunu olduğunu ortaya koymaktadır. Mangalada alınan taşların bir tanesinin kendi otağına, yani kuyusuna bırakılması önemlidir. Mangala’da kendi kuyusuna bir taş bırakma kuralı, Türk sosyal hayatındaki baba ocağına sahip çıkma geleneğinin bir tezahürüdür. Spor Oyuncular 48 taşı her bir kuyuya 4’er adet olmak üzere dağıtırlar. Oyunda her oyuncunun önünde bulunan yan yana 6 küçük kuyu, o oyuncunun bölgesidir. Karşısında bulunan 6 küçük kuyu rakibinin bölgesidir. Oyuncular hazinelerinde en fazla taşı biriktirmeye çalışırlar. İstanbul-Marquie de Ferriol tarafından “Mangala oynayan Türk Kızları” gravürü Taş kazanmak için rakibin taşlarını çift yapma kuralı ise Türk inanç ve devlet sistemi tarihindeki ikili anlayışı sembolize etmekte ve Türklerin geleneksel dünya görüşüne uygun düşmektedir. Eski Türklerin göğü baba, yeri ana olarak kabul etmesini; Türk devlet sistemindeki töles-sol ve tardus-sağ ile idare yapıdaki yabgu ve şad sistemi gibi çiftleri bu duruma örnek gösterebiliriz. Mangala Oyunu, tarih boyunca kumar amaçlı olarak oynanmamıştır. Ülkemize gelen yabancı seyyahlar, Türklerin bu oyunu saatlerce hiç tartışmadan zevkle oynadıklarını ve asla parayla oynamadıklarını seyahatnamelerinde anlatmışlardır. Mangala Türk Zeka ve Strateji Oyunu iki kişi ile oynanır. Oyun tahtası üzerinde karşılıklı 6’şar adet olmak üzere 12 küçük kuyu ve her oyuncunun taşlarını toplayacağı birer büyük hazine bulunmaktadır. Mangala Oyunu 48 taş ile oynanır. Oyun sonunda en çok taşı toplayan oyuncu oyun setini kazanmış olur. Oyuna kura ile başlanır. Mangala Oyunu 5 set olarak oynanır. Oyunda 4 ana temel kural vardır. KURAL 1: Kura neticesinde başlama hakkı kazanan oyuncu kendi bölgesinde bulunan istediği kuyudan 4 adet taşı alır. Bir adet taşı aldığı kuyuya bırakıp saatin tersi yönünde, yani sağa doğru her bir kuyuya birer adet taş bırakarak elindeki taşlar bitene kadar dağıtır. Elindeki son taş hazinesine denk gelirse, oyuncu tekrar oynama hakkına sahip olur. Oyuncunun kuyusunda tek taş varsa, sırası geldiğinde bu taşı sağındaki kuyuya taşıyabilir. Hamle sırası rakibine geçer. ların sayısını çift sayı yaparsa (2, 4, 6, 8 gibi) oyuncu bu kuyuda yer alan tüm taşların sahibi olur ve onları kendi hazinesine koyar. Hamle sırası rakibine geçer. KURAL 3: Oyuncu taşları dağıtırken elinde kalan son taş, yine kendi bölgesinde yer alan boş bir kuyuya denk gelirse ve eğer boş kuyusunun karşısındaki kuyuda da rakibine ait taş varsa, hem rakibinin kuyusundaki taşları alır, hem de kendi boş kuyusuna bıraktığı taşı alıp hazinesine koyar. Hamle sırası rakibine geçer. KURAL 4: Oyunculardan herhangi birinin bölgesinde yer alan taşlar bittiğinde oyun seti biter. Oyunda kendi bölgesinde taşları ilk biten oyuncu, rakibinin bölgesinde bulunan tüm taşları da kazanır. Dolayısıyla, oyunun dinamiği son ana kadar hiç düşmez. Her seferinde oyuncunun elinde kalan son taş oyunun kaderini belirler. KURAL 2: Hamle sırası gelen oyuncu kendi kuyusundan aldığı taşları dağıtırken elinde taş kaldıysa, rakibinin bölgesindeki kuyulara da taş bırakmaya devam eder. Oyuncunun elindeki son taş, rakibinin bölgesinde denk geldiği kuyudaki taş- Gaziantep Kalesi, müzesinde bulunan Mangala kayası SENCE 2015 Sayı 7 49 Kent Kültürü SENCE Yunus Şevki KİBAR ⎟ Kent kültürü, farklı kültürlerden gelen insanların yaşadıkları kente özgü görgü ve nezaket kuralları çerçevesinde bir arada yaşama kültürü olarak tanımlanabilmektedir. Her kentin kendisine özgü, sosyal, kültürel, ekonomik, mimari yapısı vardır ve bu yapı kentin tüm yaşayanlarının ortak değeridir. Ü lkemizde bir şehrin yasal olarak büyükşehir olabilmesi için nüfusunun 750 binin üzerinde olması gerekmektedir. Mevcut durumda ülkemizde büyükşehir ya da anakent belediyesi olarak adlandırılan belediyelerin sayısı 30’a ulaşmıştır. Şehirler büyüdükçe düzenleri daha karmaşık hale gelmektedir. Bu karmaşık düzen içerisinde hayatımızı kolaylaştıracak anahtarın adıdır aslında kent kültürü… Kent kelimesinin İngilizce karşılığı olan “city”, kente ait anlamına gelen “civic”, medeni anlamına gelen “civil” ve medeniyet anlamına gelen “civilization”ın aynı kökten gelen kelimeler olması tesadüf değildir elbette. Kentlerin bir medeniyetin eseri, kentlilerin ise medeni insanlar olması gerektiğini nakşediyor zihnimize. Çünkü bir toplumun ulaştığı medeniyet seviyesinin yansıyan yüzüdür kentler… İnsanlar gibi şehirlerin de ruhları vardır, ya da olmalıdır… Peki, bugün yaşadığımız kentlerin gerçekten kendine özgü yapıları, bu kentlerde yaşayan insanlarımızın oluşturduğu ve hayatımızı kolaylaştıran ortak değerleri var mıdır? Kentlerde yaşayan insanlar kendilerini kentin bir parçası olarak görüp kentli gibi medeni bir şekilde hareket etmekte midir? 50 www.sencedergisi.com Çevre Ortak yaşam alanlarına çıktığımızda maalesef yerlere tükürenleri, sigara paketlerini yere atanları, içeceğinin plastik ya da metal kutusunu arabalarından rastgele yola fırlatanları görmemek, trafik kurallarına uymamayı ve özellikle yayalara saygı göstermemeyi, bir caddede park etmiş bir arabanın önünde, arkasında park edecek boşluk varken park etmiş ara- cın yanına ikinci şerit olarak park etmeyi övünülecek bir davranış biçimi gibi algılayanlara rastlamamak mümkün değil… Fransız düşünür Rousseau “Köyü ve kasabayı evler oluşturur; kenti ise yurttaşlar” demiştir. İlber Ortaylı ise mevcut durumda şehirlerimizin halinden büyük köyler olarak bahsedilmesinin yanlış olduğunu, köylerin birer tarımsal üretim birimi olduğunu, şehirlerimizin halinin daha çok kasaba kültürü ile açıklanabileceğini ifade etmektedir. Bizden farklı insanlarla birlikte yaşadığımız yerlerdir kentler ve elbette kent kültürü çok uzun dönemlerde, onlarca, yüzlerce yılın birikimi ile gelinen bir seviyedir. Ancak, yine de, insanlarımızın yurt dışında kurallara daha çok riayet etmesi ve daha medeni davranışlarda bulunmasına rağmen kendi ülkelerinde çok daha olumsuz davranışlarda bulunması gerçekten ilgi çekici değil midir? Bu durumu, toplumun genel seviyesinden etkilenme, yaptırımların uygulanıyor olması gibi birçok ölçütle açıklamak elbette olasıdır. Yine de, yürüyen merdivenlerin sağında durmak, asansör ya da metroda öncelikle insanların inmesine izin vermek, araç park ederken tek araçlık yer kaplamaya özen göstermek, yaşadığımız binanın asansöründe karşılaştığımız insanlara gülümseyerek bir “günaydın” demek çok da zor olmamalı… Kuralların hepimizin ortak yaşamını kolaylaştırmaya yaradığının ve kural ihlalinin değil, kurallara uymanın bir erdem olduğunun bilincine varmakla başlamalıyız işe… Eğitim öncelikle ailede başlasa da büyükşehirlerde ilk ve/ veya ortaöğretim müfredatına kent kültürü ve kentlilik bilincinin anlatıldığı dersler konulmasının da önemli bir işlevi yerine getireceği muhakkaktır. SENCE 2015 Sayı 7 51 SENCE Kuşları İçin Evini Satan, Mahallesini Değiştiren Adamlar Kuşçular Mustafa YİĞİT ⎟ B iz onları pek tanımıyorduk, taa ki Deli Yürek dizisindeki “Sendee Hazreti Hüseyin mayası va Yusufuum, zalımlala savaşmak senin kaderin” diyerek bizlerin gönül telini titreten, çatıda demlediği çayla içimizi ısıtan Kuşçu karakteriyle tanıdık… Belki de o günden bu yana kuşçulara ayrı bir sempatiyle bakar olduk… İşte bugün ben de o dizideki kuşçu gibi büyük laflar etmese de, kuşçuluğun pek çok bilinmeyen yönlerini anlatan tutkulu bir kuşçu amcayla yaptığım söyleşiyle sizleri baş başa bırakmak istiyorum… Elinde tuttuğu güvercine hayran hayran bakıyordu… Bu bakış öyle sıradan bir bakış değildi… Yanına yaklaştım, güvercinin başını okşamak istedim gayri ihtiyarı kuşu kendine çekti. “Bir şey yapmayacağım, sadece seveceğim” dedim. Güvercini sevmeme izin verdi, “Başını okşa ama kanatlarına dokunma” diyerek… Nereye gidiyorsun diye sordum, “Kuş pazarına” dedi... Böyle bir pazarın olduğunu ilk kez duydum. Ben de sana eşlik edebilir miyim dediğimde, gönülsüz de olsa başını öne salladı ve yanında getirdiği kafesteki kuşlarla birlikte kuş pazarının yolunu tuttuk… Bu yolculuk bizi derin bir o kadar da farklı bir seyahate götürdü… Kuşların ve kuşçuların dünyasına… Zaman zaman bir kuş gibi etrafına ürkek ürkek bakan amcanın adı Hasan’mış, saçı sakalı ağarmış bir kuş sevdalısı… Çocukluğunda tutulmuş kuş sevdasına… Okuldan kaçıp kuş yakalamak için dağlara bayırlara kendini vururmuş… -Nasıl doğdu bu kuş merakı sende Hasan Amca… Hasan Amca anlatmaya başladı… -Bu merak değil hastalık, evlat... -Nasıl yani hastalık? Bağımlılık gibi bir şey mi? -Tam da dediğin gibi, geceleri gözüne uyku girmez, onların guruldamalarını, seslerini, kanat çırpınışlarını duymak için bir an önce sabah olsun istersin… Kuşa meftun olursun… 52 www.sencedergisi.com -Evet kuşa meftun olursun… İlkokul bir ya da ikinci sınıftaydı tam hatırlamıyorum, bu kuşçuluk illetiyle tanışalı. İllet diyorum ama ne illet.. Okula gidiyoruz diye çıkar kapanlarımızı alır, evin eteğindeki dağda kuşa çıkarsın... Sakalar, güvercinler, serçeler envai çeşit kuşun sesleri birbirine karışırdı… Ancak biz bütün kuşların seslerini birbirinden ayırmayı uzun yıllar peşlerinden koşarak öğrenmiştik… Saka mı yakalayacağız, onlar bak şöyle bir ses çıkarır “Çüpet pet, çüpet pet pet pet, çüpet pet pet pet pet”… Kumru mu yakalayacaksınız sevgiliye kur yapar gibi “gruuk… gruukguk” seslerine doğru kulağınızı kabartacaksınız… “velis velis velis” diye öten kuşlar vardır, “kıs kıs kıss” diye ötenler vardır, yani çeşit çeşit kuş ötüşü söz konusudur… İşte kuşçu dediğin adam ilk önce kuşların bu sesine aşık olur, ben de öyle oldum… Kuşun önce dilini öğreneceksiniz… Sonra… Sonra diyor ve başını kaldırarak gökyüzüne bakıyor Hasan Amca… Gözbebeklerinde daha sonra anlayabildiğimiz bir ışıldama beliriyor. -Sonra… - Kuşların kanat çırpışları… Gökyüzünde süzülüşleri… Hepsinin ayrı bir sesi vardır… Biliyor musun, hiçbir kuş türünün kanat çırpışı birbirine benzemez… güçlüyse, onun ötüşüne kanat çırpışına dayanamayan karşı sürüdeki kuşlar bunun peşinden giderler. Birkaç saat içinde kuşlarınız üçken beş, beşken on olur. -Peki bu kuşları diğer kuşçu gelip istemiyor mu? - Çoğu defa istemez. İstese de bir sonuç alamaz çünkü kuşlar bir daha o eve geri dönmez… Bi de biz kuşçular çok hassas adamlarızdır. Ben çok gördüm adam gelmiş bir gün bana… Öyle ağlıyor, niye diye soruyorum… Benim bir güvercinim var beyaz başlı, sizin çatıya geldi, sizin kuşların arasında, onu bana ver diye hüngür hüngür alıyor. Yaşlı başlı adam... Tamam şimdi çatıya çıkıp vereceğim ağlama dedim. Çatıda beyaz başlı bir güvercin vardı gerçekten. Yakaladım adama verdim. Ancak birkaç gün sonra baktım ki aynı güvercin yine gelmiş. Adam yine ağlıyor. Dedim bak bu son, bir daha güvercinini dışarı salma. Adam bir daha gelmedi, öğrendim ki adam evinden taşınmış. Yani kuşu için evini barkını satan, mahallesini değiştiren adamlarız biz... -Evini değiştirecek kadar mı yani? -Ne evi, bu kuş sevdası yüzünden ailesini yuvasını terk edenler çok olmuştur, benim pek çok arkadaşım şimdi sadece kuşlarıyla yaşıyor… -Evde güvercinlerinin olduğunu söyledin, bu güvercinler dışarıya hiç uçmuyor mu? Kaçıp gitmiyor mu? - Sahi mi? -Güvercinleri eve alıştırırız biz… -Evet, güvercinlerin bile kendi aralarında kanat çırpışlarında çok büyük farklar vardır… Takla güvercinlerinin kanat çırpışındaki ritimle “Gövercin” dediğimiz, sulu kayalıkların etrafında dolaşanlarınınkinin çırpınışları çok farklıdır… Takla güvercini kanatlarını “Pat pat, pat pat” diye çarpar, gövercinse “patı patı, patı patı” diye çarpar… -Nasıl alıştırıyorsunuz, güvercinler öyle kolay alışan kuşlar mıdır? -Kuş deyince aklımıza kanatları ve sesleri gelecek öyle mi? -Biraz acır, ancak biz o kuşların iyiliği için bunu yaparız, kuşlar bizim yavrularımızdır onlara hiç zarar verecek bir şey yapabilir miyiz? -Evet evladım işte bu kanat çırpışlarına ve sesine aşık olduk kuşların ve 65 yıldır peşinden koşuyorum onların… -Senin gibi çok var mı böyle kuş sevdalısı? -Olmaz olur mu? Kuşçuluk sevdası bu memleketin her yerinde vardır. Gideceğimiz pazarda göreceksin. Ben onların yanında kuşçu bile sayılmam… -Peki bu kuşlar çoğunlukla pazardan mı alınır? -Güvercinlerin ilk önce kanatlarını keseriz, onlar evde kedi gibi dolaşırlar… Sonra kanatları çıkmaya başladığında bile evde yürümeye devam ederler. Uçsalar bile eve alışmış olurlar… -Canları acımaz mı? -Valla ben bu işi pek tasvip etmedim, kanatları olmadan evde gezdirmek bana eziyet gibi geldi Hasan Amca… -Kanatları sonradan çıkar onların, bir şey olmaz… O kanat çırpışlarına biz kıyabilir miyiz? Kanatsız kuş, ayaksız insana benzer… -Çağrılarak mı? Pazara geldiğimizde Kuşçu Hasan Amca’nın daha anlatacak çok şeyi vardı. Fakat pazardaki kuşları görünce bizimle irtibatını yine kesti… Kuşların arasına daldı, bizi unuttu gitti… -Evet çağrılır. Bir kuşunuz olur o sizin evinizdeki kuşların da lideridir. Başka kuşçuların da kuşları vardır onların da liderleri vardır. Dışarıya salarsınız hangi kuş sürüsünün lideri Aklımızda kalan ise, ayakları ipe bağlanıp uçurulan, kanat çırpan kuşlar ve o kuşçuların kendilerinden geçerek onlara hayran hayran bakışlarıydı… -Yok canım… Çoğu zaman kuşlar çağrılarak elde edilir… Söyleşi -Kuşa meftun olmak… SENCE 2015 Sayı 7 53 SENCE Sivas ellerinde yüzyıllardır çalınan saz Pİr Sultan Abdal 8 0’lı yılların ortaları çay bahçelerinde videolar konuluyor ve o videolarda vatandaşlar tek kanallı televizyonda haftada bir cumartesi günü görebildikleri Yeşilçam artistlerinin filmlerini doyasıya izleyebiliyorlardı. İlk kez, o filmlerden birinde rastlamıştım Pir Sultan ismine. Ak saçlı, aksakallı bir adam; başındaki kızıl sarığıyla, dörtlükler eşliğinde kurulu düzene, haksızlıklara karşı başkaldırıyordu. Mustafa YİĞİT ⎟ Bu zat şiirleriyle, deyişleriyle halkın söyleyemediğini, söylüyor, anlatamadığını anlatıyor. Hızır Paşa adlı bir valiye karşı amansız bir mücadele veriyordu. Hazreti Ali’den, Hazreti Muhammed’den bahsediyordu. Film çok profesyonelce çekilmemiş olsa da beni derinden etkilemişti. Sonraki yıllarda Pir Sultan Abdal’ın adına zaman zaman sohbetlerde rastlasam da onun hakkındaki asıl bilgileri, 1990’lı yılların başından itibaren edebiyatla, şiirle haşır neşir oldukça öğrenmeye başlamıştım. Pir Sultan Abdal, Alevi- Bektaşi kültürünün en önemli sembollerden biriydi. Pir Sultan Abdal’la ilgili bu denli geç bilgiler edinmemizde klasik bir Orta Anadolu şehrinde yaşıyor olmamızın etkisi kaçınılmazdı. Çünkü Sünni bir dünya hakimdi yaşadığımız yerlerde. Bizler de açıkçası Sünniliğin ne olduğuna dair bilincimiz olmasa da Alevi Bektaşilik hakkında hiç mi hiç bilgimizi yoktu. Pir Sultan Abdal isminin bu toplumsal ve siyasal yargıların dışında halk ozanları geleneğinin önemli bir temsilcisi olduğunu, Yunus geleneği gibi, bir Pir geleneği olduğunu da sonradan öğrendik. Pir Sultan Abdal, dönemin otoritesiyle mücadelesinin dışında, tıpkı Yunus gibi tarikat terbiyesi almış bir erendi. Pir Sultan Abdal, deyişlerinin coşkulu, inançlı ve herkesin anlayabileceği sadelikte olması, duygu ve düşüncelerini rahatlıkla ve ustalıkla söyleyebilmesi, dizelerinin ve dörtlüklerinin kendi aralarında bütünlük göstermesi, kelime oyunlarına iltifat etmemesi, köylümüzün diliyle söylemesi, sosyal konulu şiirleriyle günümüz insanının dert ve dileklerine tercü- 54 www.sencedergisi.com Pîr Sultan, Halk Edebiyatı geleneklerinden hiç ayrılmamış, ölçü, uyak, biçim, dil, söyleyiş özellikleriyle, halk ozanı geleneğinin önemli bir temsilcisi olmuştur. Şiirlerini genellikle hece ölçüsünün 11’li (4+4+3 ve 6+5) ya da 8’li (4+4 ve 5+3) kalıplarıyla yazmış, arada 7’li kalıbı da kullanmıştır. Pek çok halk şairinde olduğu gibi, Aruz ölçüsüyle şiiri yoktur. Yalnız, gene heceyle yazdığı bir şiirinde gazel düzenini denemiştir. Bunun dışında şiirleri hep dörtlükler biçimindedir; koşma ya da semaî biçiminde. Konularını yalnızca dinsel, mezhep ya da tarikat inançlarından almamış, yaşamın çeşitli yönleri üzerine din dışı şiirler de söylemiştir. Pir Sultan Abdal, deyişlerinde eski Türk kültürünü ve Alevi inancını yansıtır. Ölümünün ve deyişlerinin etkisiyle kolektif bir bilinç oluşmuş, onun adına birçok şiir, söz, anı oluşturulmuştur. Anadolu halk kültürünün yaşayan bir ögesi olarak görülmüştür. Asıl adı Haydar olan Pir Sultan Abdal’ın 1510/14-1589/90 yılları arasında yaşadığı tahmin ediliyor. Pir Sultan, Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır Bucağına bağlı Banaz Köyünde doğmuş. Çocukluğu çobanlıkla geçen Pir Sultan Abdal, tekke eğitimi çerçevesinde halifeler tarihini, peygamber menkıbelerini, evliya menkıbelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre’yi, Hatâyî’yi bilmektedir. Pir Sultan, Alevi-Bektaşi tarikatındandır. Tarikata girme arkadaşı, yani musahibi ise Ali Baba’dır. Bağlandığı tekkenin piri ise, Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği dervişlerden Koyun Baba’nın tekkesinde, Bektaşiliğin kurucusu Hacı Bektaş Veli’nin tekkesinde posta oturmuş, yani en üst makamlara getirilmiş Seyh Hasan’dır. Abdülbaki Gölpınarlı O’nun için “Alevi-Bektaşi edebiyatını en yüksek şairi, hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki, Pir Sultan’dır. Hatta o yalnız Alevi-Bektaşi edebiyatının değil, Türk halk edebiyatının da en büyük şairlerinden biridir” demektedir. Pir Sultan Abdal, Alevi-Bektaşi kültüründe “Yedi Ulular” olarak bilinen Yedi Ulu Ozan’dan birisi olarak tanımlanmaktadır. Onun otoriteye başkaldıran şiirlerindeki “Şah” imgesinden dolayı Safavi Devletine yakın duran bir söylemi kullanması, Alevi-Bektaşi kültürünün dışında negatif bir algıyla anılmasına neden olmuştur. Onun koşmalarında ve semailerinde Anadolu’nun toplumsal tarihinin de izlerini süreriz. Yaşadığı dönemde mevcut devlet düzeninin yavaş yavaş nasıl bozulmaya başladığını, mezhep kavgalardan doğan iç karışıklığın toplumda yarattığı travmayı Pir Sultan’ın dörtlüklerinde görebiliriz. Alevî Türkmenlerin, yönetimi durmadan bozulan, taşradan giderek uzaklaşan devletinden nasıl koptuklarını görürüz. Alevi Türkmenlerin İran’a doğru yönelişinde, bu bağlanışın altındaki çaresizlikleri, giderek bu bağlanışın yarattığı umut kırıklıklarını derinden hissederiz. Dünyada yapılan her şeyin karşılığı vardır. İnsan yaptıklarını, attığı adımları ona göre atmalıdır. “Dünya bu malın tarlasıdır ne ekersen onu biçersin” gibi öğütlere Pir Sultan Abdal’ın hayatında düstur edindiği aşağıdaki dörtlüklerinde ifade ettiği gibi “Cehennemde ateş yoktur, her insan ateşini bu dünyadan götürür” sözü dünya hayatına başka bir anlam katar: Değer man olması nedeniyle halk tarafından benimsenmiş, türküleri yüzyıllarca çalınıp söylenmiş kendisini günümüze kadar taşıyabilmiş bir ozan... Ben de bu dünyaya geldim giderim, Döner çiftim ağır, harmanım mı var? Bu dünya dolusu malı ne ederim? Hesabın vermeğe fermanım mı var? Bu malın hesabın bizden alırlar, Onun için el çekmiştir veliler. Harami var diye korku verirler, Benim ipek yüklü kervanım mı var? Pir Sultan Abdal’ım, derdim dökerler, Ağu oldu yediğimiz şekerler. Güzel sevdik diye ahım çekerler, Benim Hak’tan özge cananım mı var? Pek çok kişi açısından bakıldığında O’nu çağının vicdanı kişiliklerden biri yapan şeylerden biri de herhalde budur. Haksızlıklar karşısında susmaması, ölümü göze alacak kadar inandıklarından dönmemesi, hakkı doğru bildiklerini söylemesi... Pir Sultan Abdal’ın bir çok kesim tarafından hem Spartaküs hem de Shakespeare olarak görülmesi bu yüzdendir. Onun sözü sazı bu nedenledir ki, dün olduğu gibi bugün de Sivas ellerinde ve tüm Anadolu’da bu yüzden çalınıp söylenmeye devam etmektedir. Yorulan yorulsun, ben yorulmazam Derviş makamından ben ayrılmazam Dünya kadısından ben sorulmazam Kalsın benim davam divana kalsın. Sivas illerinde sazım çalınır Çamlı beller bölük bölük bölünür Ben dosttan ayrıldım bağrım delinir Katip ahvalimi Şah’a böyle yaz. SENCE 2015 Sayı 7 55 SENCE Son Umut Yunus Şevki KİBAR ⎟ S on Umut ya da İngilizce ismiyle “Water Diviner” dünyaca ünlü Avustralyalı oyuncu Russel Crowe tarafından yönetilen ve oyuncu kadrosunda Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan gibi oyuncuların da yer aldığı, halen gösterimde olan bir film. Film, Çanakkale Savaşı’nda çocuklarını kaybeden bir babanın, oğullarının mezarlarını bulmak için Türkiye’ye geldiğinde başından geçen olayları konu alıyor. Filmin konusu tarihimizle ilgili olunca ve Türk oyuncular da yer alınca film biraz daha ilgi çekiyor. Çanakkale Savaşı ile ilgili bazı yerli filmler de yapılmış olmakla birlikte Son Umut, bu filmler arasında Türkiye’de 1 milyon izleyici barajını aşan ilk film. Çanakkale’de savaştığımız unsurlardan birinin Anzaklar olması, Avustralyalı bir yönetmenin filminde savaşan taraflara nasıl yer verildiği sorusunu akla getiriyor doğal olarak. Bu bağlamda; işgal edilenin Türk vatanı, işgal edenlerin diğer unsurların yanında İngi- 56 www.sencedergisi.com Sinema liz, Yunan ve Anzaklar olduğu vurgusu çok net veriliyor filmde. Dolayısıyla, bütün dünyada gösterilecek bu filmle Çanakkale’de Türk vatanının işgal edilmiş olduğunu izleyenlerin öğrenecek olmasını şahsen çok önemsiyorum. Ayrıca filmde, Avustralya’dan gelerek Çanakkale’de kaybettiği çocuklarının mezarlarını arayan çiftçiye, aynı safta savaştığı İngilizler, Yunanlar değil; karşısında savaştığı ve askerlerini kaybeden bir Türk subayının yardım ediyor olması da önemli bir tema filmde. Filmde; Türk kahvesi ile fal bakılması önemli bir yer tutuyor. Mevlevi kültürü de bir renk olarak kullanılmış filmde. Filmde en çok eleştirilen hususlardan biri Kuvvacıların Mustafa Kemal’e kadeh kaldırması sahnesi. Elbette ki Çanakkale Zaferini getiren en önemli unsurlardan biri manevi gücümüz olmakla birlikte, o dönemde içki içen insanların da olduğunu ve nihayetinde bunun bir film olduğunu unutmamak gerek… “Yılmaz Erdoğan’ın, Cem Yılmaz’ın yapacağı Çanakkale filmi bu kadar olur” diyenlerin diğer Çanakkale filmlerine ya da Kırım Türklerinin yaşadığı zulümleri anlatan “Kırımlı” filmine ne kadar ilgi gösterdiği de ortada… Filmde benim gözüme çarpan hususlardan biri Çanakkale’de 70 bin asker kaybettiğimizin söylenmesi. Rakamlar üzerinde tartışmalar olsa da şehit sayımızın bu rakamın çok üzerinde olduğu kesin. Ayrıca, bir Anzak askerinin yaralı bir Türk askerini Türk siperlerine taşıdığından bahsediliyor. Bizim bildiğimiz bunun tam tersinin yaşanmış olduğu. Gerçi filmde, yaralı Türk askerini taşıyan Anzak askerinin bir Türk subayının sigarasını çaldığından da bahsediliyor. Neyse ki sigara çaldığı söylenen Türk değil bir Anzak askeri… Şahsen filmle ilgili olarak, “Olsa harika olurdu” diye düşündüğüm ve en önemli eksiklik olarak gördüğüm şey; filmin konu aldığı dönemde söylenmediği için filmin içinde olması mümkün olmayan ancak filmin bitişinde yer verilmiş olsa bütün dünyada çok ses getireceğine ve Mustafa Kemal Atatürk’ün bütün insanlığı kendine bir kez daha hayran bırakacağına inandığım bu muhteşem sözleridir: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada, bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.” Sonuç olarak; her zaman daha iyisi mümkündür ve daha iyisini yapmak toplum olarak bize düşen bir görevdir. Filmin Çanakkale Savaşını değil, Çanakkale Savaşında çocuklarını kaybeden bir babanın çocuklarının mezarlarını aramak üzere Türkiye’ye geldiğinde başından geçenleri anlattığını dikkate alarak filmi izlemenin ve değerlendirmenin uygun olacağı kanaatindeyim. Sözün özü; bu film bir başyapıt olmayabilir. Ancak, Çanakkale’de vatanımızı işgal edenlere karşı nefsi müdafaa yaptığımızın vurgulandığı, savaş sahneleri ve çok etkileyici bir sahne olan Russel Crowe’un çocuklarının ölüm sahnesi ile filmin izlenmeye değer olduğu muhakkak… SENCE 2015 Sayı 7 57 SENCE Türkiye’de KADIN Olmak… Kadın olmak bütün dünyada çok ZOR, Türkiye’de ve bölgemizde çok daha ZOR... Ahmet DEMİRCİ ⎟ Türk Tarım Orman-Sen Genel Başkanı K adın olmak, yarışa her zaman bir adım geriden başlamaktır. Sırf erkek evlat bulmak pahasına doğum sayısının arttığı aileler... Kadın olmak, ev işlerinin sorumluluğunun da omuzlarına yüklenmesiyle, karşı cinsten iki kat daha fazla çalışmak demektir. Şiddet gören, töreye ve kötü yerleşmiş geleneklere göre ikinci sınıf görülen kadınlarımız.... Çoğu bölgemizde; kız çocuğu doğduğunda yüzü ekşiyen anneler, babalar, neneler, dedeler… Ancak; kentli kadın dâhil, kadınlarımız bunun farkına varmamakta, varmak istememekte… KADIN; hem kadın, hem anne, hem aileyi yediren-içiren, çocuklarını büyütürken yetiştiren, ücretsiz aile işçisi. Bunların yetmediği yerde aile bütçesine katkı sağlamak için mecburi çalışan, ev dışı emeğini kazanca çevirmeye çalışan bir insan. 58 www.sencedergisi.com Anadolu erkeği, evde çay servisi yaptığını, çocuk baktığını, bulaşık yıkadığını, ütü yaptığını diğer erkeklerin duymasını istememektedir. Bunlar ülkemizin gerçekleri. Dünyada ve ülkemizde tek değişmeyen şey; kadının çalışkanlığı, vefası ve aile birliğinin direği olması… En büyük milli varlığımız insan gücüdür ve bunun %52’si kadındır. Ancak kadınlarımızın çok azı duvarları aşıp, kendi işini kuran girişimci kadın… Birçoğunuz evde babanızın annenize harçlık verdiğine tanık olmuşsunuzdur. Kadınlar genelde para verilen konumdadır. Para kazanan kadın kazancını kocasına verip, harçlığını kocasından almaktadır. Kadın parasını aile için harcarken erkek parasını daha bağımsız harcama yetkisine sahiptir. Yapılan araştırmalarda erkeğin para hâkimiyeti %49, kadının ise %12. Kadının aklının paraya, bütçeye ermediğine inanılır, müsrif olduğu düşünülür. Kadın da buna inanır. Para terbiyesi olmayan kadın bütçe hazırlamayı bilmez. Gerçi bütçe işi parası olmayana ne lazım! Dünya mal varlığının bile sadece %1’ine kadınların sahip olması çok anlamlı. Kadınların iş yaşamında da yerleri sınırlıdır. Dünyada ücretlilerin sadece %15.4’ü kadın, ekonomik yaşamda kadınların payı %31, ekonomi dışı alan da %72. Yani kadın ekonomiye entegre değil. Yine dünyada tüketilen yiyeceklerin yarısını üreten kadınlar, bu sektörden elde edilen gelirinin sadece %10’unu alabilmekteler. Tarım sektöründe ise her yüz kadından sekseni düşük ücretle çalışıyor. Ülkemizde Tarım Sektöründe, Ziraat Bankası’ndaki tüm mevduatın %26’sı kadınlar adına olmasına rağmen, kredilerin ise sadece %3’ü kadınların. Kadınlara açılan ticari krediler, üzerinde ipotek edilebilecek mal varlığı olmaması nedeni ile erkeklere oranla çok düşük. Boşanan ya da dul kalan kadın çaresiz ve parasız. Yaşamın dışında tutulduğu için de beceriksiz ve ürkek. Türkiye’de dört kadından biri okuma yazma bilmiyor. Bu oran Doğu Anadolu’da %42’ye, Güneydoğu’da ise %55’lere varıyor. Şırnak’ta ise % 80. Elimizdeki tüm bu çarpıcı bilgilere rağmen hala kadın ve yoksulluk ilişkisi marjinal olarak değerlendirilmekte,kadının özgürleşmesinin ekonomiyle ilgisi göz ardı edilmektedir. Ekonomik durgunluk, kıtlık, savaş, göç ve politik baskı dönemlerinde hep kadın daha fazla maddi ve manevi zarar görmekte. Kadının ekonomiye ve kalkınmaya entegrasyonu sağlanmazsa ülke gelişmesi olmayacaktır. “Nüfusun yarısı zincirlerle bağlıyken öteki yarısı nasıl yükselebilir” diyen Atatürk’ü anlamamız gerekiyor. Güncel Herkesin bunu böyle içselleştirdiği bir anlayışla, erkeklerimizin önemli bir bölümüne evde dokunulmazlık zırhı oluşmuşken, bunları aşmış ve evde karısına yardım eden bazı erkeklerimiz ise toplumda “Kılıbık” damgası yememek kaygısıyla kendini kamufle etmektedir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)’da, İran’da kadın hakları ve kadın istihdamı konularında hazırlanan çalışmalarda maalesef farkettim ki; Ülkemizin pek çok bölgesi dikkate alındığında kadınlarımız, İran’daki hemcinsleri ile benzer olumsuzluklar yaşamaktadırlar. Kadın nüfusunun statüsünün yükseltilmesi, kadın iş gücünün verimliliğinin artırılması, kadınlara fırsat ve kaynak yaratmakla sağlanabilir. Kadınların “akıllarının ermeyeceği” varsayımı, az gelişmiş ve erkek hegemonyasının pik yaptığı toplumlarda, kadının bilgiye ulaşmasını imkânsız hale getirirken; kadın, eğitimden uzak tutulan ve evden çıkması istenmeyen bir grup muamelesi görmektedir. Oysa kadınlar erkeklerle birlikte toplumu oluşturan siyasi, sosyal ve kültürel bir güçtür. Aile temelli bir toplum olan Türkiye’de kadının bulunduğu yer yine aile çevresidir. Bunu göz ardı ederek ona ulaşmak çok zor ya da sınırlı olmaktadır. Ülkemizde meslek sahibi, örneğin akademisyen bir kadın bile yüzünü topluma değil evine dönmüş durumdadır. Kadının toplumla canlı ve interaktif bir ilişki kurmasının yolu öncelikle diğer kadınlardan geçmektedir. Kadınlar önce kadınlarla diyalog kurmalı ve güçlendirmelidir. Kadın olarak başarmanın en temel anahtarının diğer kadınları sevmekten geçtiğini unutmayalım. SENCE 2015 Sayı 7 59 SENCE UNUTULAN KARARGAHTEPE Ankara’da ateşten günlerin öyküsü Ramazan DURMUŞ ⎟ Gazeteci - Yazar Elbette Atatürk’ün ilk 35 yılının gün gün incelenmesi çok önemli... Çanakkale Zaferinin tacı Gelibolu’yu... Ata’nın sürgün yıllarını... Ve, 19 Mayıs’ta Samsun’da başlayan 27 Aralık’ta Ankara’da noktalanan süreci... 60 www.sencedergisi.com M ustafa Kemal’in 27 Aralık’ta geldiği Ankara’da yarattığı yeni Türkiye’nin ilk 118 günü 1919’dan 2015’e... Tam 96 yıl... Mustafa Kemal’in Beynam Beli’ne gelişi... Beynam Köyü’ne, bindiği aracın arızalanması nedeniyle maceralı yolculuğu... Günümüzde yerinde yeller esen Gölbaşı’nın simgesi Mogan Gölü kıyısındaki Göl Hanı’na varması ve köylülerle sohbeti... Ankara efelerinin, Seymenlerin Dikmen Keklikpınarı sırtlarında O’nu karşılaması... Ve Ankara’da kurulan Milli Mücadele Karargâhı... Anadolu’nun kurtuluş hareketine hazırlandığı günlerde, Ankara’da diğer şehirler gibi huzursuz... Ankara’nın ileri gelenleri, düşmana karşı direnme kararı almış ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurmuştu. Mustafa Kemal, “Temsil Heyeti”ni oluşturan arkadaşlarıyla beraber 27 Aralık 1919 Cumartesi günü üç otomobillik bir kafile ile Sivas, Kırşehir, Kaman üzerinden Ankara’ya geldi. Mustafa Kemal Paşa, bu tarihi günde, bir bildiri yayınlıyordu. Mustafa Kemal’in “Şimdilik Temsil Heyetinin merkezi Ankara’dır... Vatandaşlarım Tarih ne şu, ne bu kuvvet bizi kurtarabilir. Bizi sizin gibi fedakâr ve cesur halkımız kurtarır...” sözleri heyecan uyandırdı. Kalpler Ankara’da Çarpıyor Bundan sonra yeni Türkiye’nin kalbi Ankara’da çarpacaktı... O yıllarda Ankara, yirmi bin nüfusu ile gelişmemiş bir bozkır köyünü andırmakta; kent kale ile bugünkü Ulus Meydanı arasında uzanmaktaydı... Birkaç resmi taş binanın dışında dikkat çeken yapı yok, şehir ağaçtan, yeşillikten yoksun, çıplak bir bozkır… Günümüzde Keçiören’in Sanatoryum Caddesi’nin başlarında sağda yer alan ve Meteoroloji Genel Müdürlüğü olarak kullanılan bina, yüzyılın başlarında Ankara ve Türkiye için önemli olayların mekânı oldu. Kentten 20 dakika mesafede, Keçiören tepelerinin eteğinde, Çubuk Çayı’nın önündeki bir tepedeki bu mekân, Osmanlı döneminde Ziraat Mektebi olarak kullanılıyordu. Güvenli bir yer olarak görüldüğü için karargâhını Ziraat Mektebi’nde kuran Mustafa Kemal Paşa, gece-gündüz demeden burada çalışıyor; bütün faaliyetlerini, daha o zamanlarda başlayan demokratik bir anlayışla Temsil Heyeti adına yapıyordu. Mustafa Kemal Paşa 27 Aralık 1919’dan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü olan 23 Nisan 1920 tarihine kadar geçen dört aya yakın bir süre bu binada çalıştı. Top sesleri Ankara’dan duyulurken O yiğit Türk ve arkadaşları, bu mekanda Türkiye’nin kurtuluşunun planlarını yaptı. Hem de ölümün nefesini hissede hissede... Halide Edip’in Anılarında Karargahtepe Halide Edip Adıvar Hanım hatıralarında Heyet-i Temsiliye karargâhı olan Ziraat Mektebi hakkında şu bilgilere yer veriyor: “... Öğleden sonra beni karargâha götürmek için bir araba geldi. İşte bu yer, yeni bir hükümeti ve Cumhuriyeti yaratacak binaydı. Bu bina Ankara’nın kuzeyinde bir sürü sırtlardan birinin tepesinde yapılmış bir taş binaydı. Bunu vaktiyle İttihatçılar Ankara’da Ziraat Mektebi olarak kurmuşlardı. Sol tarafındaki vadi de Numune Çiftliği’ni ve ona gereken binaları yaptırmışlardı. Şimdi Mektep kullanılmadığı için çiftlikte kalan talebe yoktu. Ve bize orada yer vereceklerdi... Yemeklerimizi karargâhta yiyorduk. Öğle yemeği çok basit ve çabuk geçerdi... Akşam yemekleri daha uzun geçerdi. At nalı şeklinde bir masanın etrafında otururduk. İyice konuşulurdu. Bilhassa Mustafa Kemal Paşa geçmiş günlerden uzun uzun bahse- der, hemen herkesi acı fakat parlak bir surette tenkit ederdi. Onu dinlerken memlekete yarayacak hiçbir şahsiyet olup olmadığı hakkında insanda şüphe uyanırdı... Yemekten sonra büyük odada toplanılır ve iş konuşulurdu. O günler ölüm-kalım savaşı geçirdiğimiz için işler çok ciddiydi. Güçlük ve kargaşalık bu ilk günlerde durumu yıkacak bir haldeydi...” Halide Edip Ziraat Mektebi’ndeki günlük çalışma ortamını ise şöyle tasvir ediyor: “... Ankara’ya geldiğimin beşinci günü büyük bir sofaya açılan dar ve uzun odalardan birisini bana ayırdı. Burasını bir nevi büro haline sokmuştu. Buranın eşyası büyük bir yazıhane, dosya rafları, sandalye ile beraber iki masa, bir de eski bir yazı makinesinden ibaretti. Ben İngilizce gazetelerin siyasete kaçan kısımlarını tercüme eder, Mustafa Kemal’in Kâtibi Hayati Bey’in getirdiği telgraflar arasından Anadolu Ajansı ve Hakimiyet-i Milliye gazetesi için lâzım olan SENCE 2015 Sayı 7 61 SENCE parçaları keser, bunda başka da Mustafa Kemal Paşa’nın diğer muhaberatına ait yazıları hazırlardım...” Memleketin kurtuluşu için gece gündüz demeden çalışan Mustafa Kemal, aynı zamanda Ziraat Mektebi’nde böbreklerinden rahatsızlanmıştır. Halide Edip bu durumu şöyle anlatıyor: “... Karargâh dıştan sakin görünmekle beraber, güç anlar yaşıyorduk. Ben daima büromda tercüme ve makine ile meşguldüm. Bazen Mustafa Kemal Paşa gelir, bir kahve ısmarlar, azıcık otururdu. O günlerde bütün enerjisiyle maksat uğruna çalışan dağınık kuvvetleri idare etmeye çalışıyordu. Aynı zamanda ateşi vardı ve hastaydı. Bu günlerde Dr. Refik’le Dr. Adnan adeta endişeyle etrafında dolaşır, onunla meşgul olurlardı...” O Günlerin Ankara’sında Durum... Peki bu mücadele verilirken Ankara ne durumdaydı... O günlerin Ankara’sına önce bir bakalım ki, Karargahtepe’nin 62 www.sencedergisi.com öyküsünü daha iyi anlayalım. O günlerin Ankara’sını kentte bulunan E.Behnan Şapolyo şu şekilde tasvir ediyor: “Bir sabah İngiliz kuvvetleri Ankara İstasyonu’nu zaptetmişti. İstanbul’dan gelen bir tren 2 bölük yani 150 kadar İngiliz askerini çıkarıyordu. İngiliz Komutanı Yüzbaşı Withall idi ve o da karargahını bugünkü Ankara Garında kurmuştu... İskoçyalı bir bölük ise Cebeci’de Demirlibahçe yakınına yerleşmişti. İngilizlerden sonra Ankara’ya bir takım Faslı subaylar da geldi. Bunlardan sonra bir miktarda Fransız askeri gelerek şehir bahçesinde bulunan barakalara yerleştiler. Bunlardan sonra F.D’Esperey Kurmay Yüzbaşı Buazo adında birini Ankara’ya gönderdi... Buazo, Samanpazarı yakınındaki Kurşunlu Camii yanında Kalef adında bir Yahudi’nin evini kiraladı. Bu zat da karargahını Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı binanın yani bugünkü Cumhuriyet Müzesi’nin Taşhan tarafına bakan cephesindeki ilk odayı yapmıştı... Bu yapının üstünde Fransız bayrağı bulunuyordu. Ateşten günlerde Ankara da ateş gibi idi...” 118 günün geçtiği iki katlı taş yapıdan oluşan bu karargahın alt katında; şifre odası ile telgrafhane ve cephe haberleşmesinden sorumlu Hayati Bey’ in odası yer alıyor, üst kattaki odalarda da Mustafa Kemal ve arkadaşları kalıyorlardı. Sonraki günlerde Meclis-i Mebusan’ın kabul ettiği “Misâk-Milli İlkesi”nin görüşmeleri ve ilk müsveddeleri de Mustafa Kemal Paşa tarafından Ziraat Mektebinde kaleme alınacaktı. 1920 yılının Nisan ayı Ziraat Mektebinde oldukça sıkıntılı geçmiş, özellikle Anadolu’da başlayan isyan hareketleri Ankara’ya kadar yaklaşmıştı. Karargahın bulunduğu Ziraat Mektebi çevresinde geceleri kimliği belirsiz kişiler dolaşmaya, hatta zaman zaman silah sesleri bile duyulmaya başlamıştı. İşte o günlerde karargahta bulunan her- Tarih kes elbiseleriyle yatmaya başlamış ve atlar da her an hazır tutulur olmuştu. Halide Edip Adıvar o sıkıntılı günlerden de şöyle bahsetmektedir: “...O günlerde karargâhın etrafına bir sürü at getirildiğini gördüm. Bunların ne için olduğunu sorduğum zaman ‘belki Ankara’yı terk etmek ve Sivas’a gitmek zorunda kalırız. Senin için de bir araba hazırlatıyoruz’ dediler. Ben araba istemediğimi ve gitmeyeceğimi söyledim. Ama, bu sırf cesaretten ibaret değildi. Bütün vaziyeti düşünmüştüm. Eğer yüzde bir şansımız varsa, o da Ankara’daydı. Orada kalmakla sadece ölümden kurtulabilirdik... O akşam Dr. Adnan, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini bir araba ile göndermek teklifinde bulunduğunu söyledi. Ben, ‘halk tarafından parçalanmaktansa zehir alır ölürüm’ dedim. Dr. Adnan, üstünde, bugünlerde daima kuvvetli bir zehir taşıyordu...” Kurşunlanarak Öldürülen Karabaş... Yine o sıkıntılı günlerde Ziraat mektebinde Mustafa Kemal Paşa başta olmak üzere herkesin çok sevdiği Karabaş isimli çoban köpeği, bir gece gizlice kurşunlanarak öldürülmüştü. Halide Edip Adıvar, hatıralarında bu olaydan da şöyle bahsetmektedir: “...Ziraat Mektebi’nden akşam çiftliğe biraz daha erken indik... Bizi büyük çoban köpeği Karabaş’ın havlaması karşıladı. Ben önde gider, onunla konuşur, onu yatıştırırdım. Çünkü çok dosttuk. Karabaş çok vahşi bir hayvandı... Yine bu Nisan sabahlarından birinde Karargâhtan Çiftliğe girerken Karabaş’ın sesini duymadım. Ertesi sabah meçhul bir adam tarafından kurşunla öldürülmüş olduğunu öğrendik. Aynı hafta içinde altı aylık yavrusunu da meçhul bir adam zehirlemiş. Tabiî bizim durumumuzun da ne olacağı belli değildi...” O günlerin yoğun çalışma ortamını da Halide Edip, şöyle dile getirmektedir: “...Büyük odadaki manzara gözlerimin önündedir. Mustafa Kemal Paşa, lambasının ışığı altında kağıtları karıştırır. Miralay İsmet Bey mütemadiyen dolaşır. ...Bu durum şafak sökünceye kadar devam eder, hepimiz yorgunluktan bitkin bir hale gelirdik. Mustafa Kemal Paşa’nın o günlerdeki kadar yorgun ve bazen de ümitsiz olduğunu görmüş değildim... Umumiyetle birkaç saat uyuyabilmek için sabahın erken saatlerinde aşağıya Çiftlik Evine inerdik. Çünkü Hilafet Ordusu mensuplarının ne zaman bizim yerimizi de basıp yatağımızda bizi boğazlayacaklarını tahmin edemiyorduk. Bu günlerde bu vatan hainleri Bolu hastanesinde yatan bazı subayları yataklarından sürükleyip hastanenin önünde kafalarını taşla ezmişlerdi.” İlk Genelkurmay Kararğahı Atatürk’ün önce İstasyondaki karargaha sonra Çankaya Köşkü’ne taşınmasıyla, ilk T.B.M.M’nin hazırlıklarının yapıldığı, pek çok tarihi kararların verildiği bu karargah, Kurtuluş savaşı yıllarında bir süre Genel Kurmay Başkanlığı Karargahı olarak da kullanılmıştı. Eski Ziraat Mektebi’nin, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ne tahsis edilmesinden sonra, Atatürk’ün kullandığı odalardan birinin, muhafaza edilebilen birkaç eşya ile birlikte halen ziyarete açık tutulduğunu da hatırlatalım. Evet, tarihe ışık tutmaya çalıştık ki artık burası unutulan karargah değil, her insanımızın bildiği bir yer olsun. İşte “Unutulan Karargahtepe”nin öyküsü... SENCE 2015 Sayı 7 63 SENCE Brüksel Lahanalı Top Köfte Dilek KAPDAĞ ⎟ YAPILIŞI: Yemeğe önce top köfteleri hazırlamakla başlayın. Bunun için 1 adet soğanı soyup, rendeleyin. Derin bir kapta kıymayı, soğanı, irmiği, karabiberi, tuzu karıştırarak güzelce yoğurun. Ceviz büyüklüğünde parçalar koparıp, elinizde top şeklinde yuvarlayın. Daha sonra lahanaların dış yapraklarını ayıklayıp, bol suda yıkayın. Uygun bir tencereye 1 adet kıyılmış soğanı ve salçayı koyup, kavurun. İçine bir miktar kaynamış su ilave edin. Sırasıyla küp doğranmış patatesi, ince şeritler halinde kesilmiş havucu ve hazırladığınız top köfteleri tencereye koyun. Yaklaşık 15 dakika kısık ateşte pişirin. Sıcak sıcak servise sunun. Afiyet olsun… R: MALZEMELE l lahanası 200 gr. Brükse 250 gr. kıyma 2 adet soğan 1 adet havuç oy patates 2 adet orta b ı irmik 1 çorba kaşığ arabiber 1 çay kaşığı k ı salça 1 çorba kaşığ Tuz 64 www.sencedergisi.com MUTFAK SIRLARI • Güzel bir köftenin veya köfte ile hazırlanan bir yemeğin lezzetini artıran en önemli detay, doğru et seçimidir. Bunun için mümkünse emin olduğunuz kasaptan alışveriş yapın. Taze kıyma ile yapılan köftelerin lezzeti bir başka olur. MEMUR ARKADAŞ GEÇEN TOPLU SÖZLEŞMEDE 730 GÜNÜN ÇALINDI! 2016 ve 2017’NİN DE ELİNDEN ALINMASINA RAZI MISIN? KARAR SENİN www.turkburosen.org.tr Emek Kutsal, İnsan Mukaddes www.turkburosen.org.tr