Oku
Transkript
Oku
GALATASARAY LİSESİ NEŞRİYAT KOLU TARAFINDAN ÇIKARILIR ""'"' _:sız Onu da Yitirdik meyen koca, asırlık çınarda Gün 20 Kasım. Saat 10. Dersteyiz. önümdeki «:ıc> ve bizlerde ondan bir iz bulli ey> 1i bir denklemi çözmuyor muyuz? Sabahları omeğe çalı:;ııyorum. Birden hanun sesiyle uyandığımız, isva kararıyor. Yeller eskisi tekle, inançla yataklarımız gibi esmiyor artık. Bir ködan on a koştuğumuz günler tülük var. Bir haber, var ne çabuk geride kaldı.· Ve duymak istemediğim. Eski, şimdi o, insanlığını bütün bir görkemli, koca, tas bina tithayat boyu bizlere dağıtmış riyor sanki. Kalemim 2x in olarak bizleri bıraktı. Ve oüzerinde dolaşıyor olumsuznunla dolu anılarımız bugün ca. Ve sonra 2 bir anı :x: se geçmiş denilen o tatlı düşün bir gözyaşı oluyor. içinde eridi gitti . . .. Yeni, üstün bir okula girBir kasımda iki insan. menin heyecanı içinde, elleÇok fazla bu bizim için. Derim babamınkilere kenetli, ğerli, gerçek iki insan. Gebiraz çekingen. ağaçlı yolçen hafta Ata için ağladık. !arın o çekici güzelliği a- - - - - - - · · - - - - - · Bugün de onun için ağlıyorasında ilerliyorum. Gözlerim onunkilerle çaruz. Galatasaray ortamı, o bölünmez, parçalantışıyor. O dinç, uzun kirpiklerinde mutlu gemaz Galatasaray ağacı en büyük, en belirli, en leceklerin asılı örneklerini görüyorum. Adım- olgun dalını da yitirdi. Acımız büyük. Acımız !arım değişiyor. Şimdi onlar daha sert, daha paylaşılmaz. O, öylesine bizimdi ki acısı da erkekçe, daha emin. Göz bebeklerinde geçmiş yalnız bizim olmalı. O, bizim olan bir varlık- . bir yaşamanın mutlu kalıntılarını izliyorum. tı. Neden bozuldu bir yelle, kötü, insafsız bir Bana güvenle bakmasını öğretiyor. Ve ayakla- yelle bu düzen? Niçin bizim insanımız bize rımda eriyen yıllar beni bu mutsuz güne gefazla görilndü? Neden doğal adalet bozuldu? tirip ortak anılarımızı canlandırıyor. Haykırmak, Ifmetlemek geliyor gökleri içimiz- · Dudakları heran aralık, gözleri duru, parden. Bir kez daha dolaşmak loş, yalnız korilak, kolları herkese açık, iyi değerli bir insan. dorlarda. Ona kapanıp onun anılarını yeniden O, oniki yaşımın küçücük, dar fakat saf ufkun- yaşamak. O olabilmek, ona layık bir evl~t çatla böylece yer etmişti. basıyla onu yaşamak. Bütün herşeyiyle o olan Sizlerle beraber söz etmek, hatırlamak isbu kutsal ortamda onu bulabilmek içimizde. tiyorum arkadaşlarım. Gizlice arka bahçenin 0 Bambaşka bir tutkuyla ona ulaşabilınek tek gayemiz. kutsal sessizliğine kaydığımız günler uzak değil, Uzun ders .saatlerinin tüm sıkıntılı artıkla Dün 20 Kasım 1963. Çok büyük bir ins~ın rını onun temiz tertemiz alnının ince çizgiİe kaybettik. Kederle gömülü kalblerimiZ ·tek bir rinde ve ·o inandırıcı görüntüsünde yok etmez ; miydik? Batmış güneşlerin çekilmez acısını ya erekle çarpıyor artık. Onun yüce varlığı kat~ şısında eğilmek ve onu utandırmamak.· ·. · havuzun kenarında ürkek ürkek kayık yüzdürüp tüketirken ya da ·.ı:Grand-Cour» un ağ Öğretmenlerim! Kardeşlerim! Dün k:endi"larında endimizi ararken hep onun tatlı, yu:. rnizden bir parçayı ebediyetin güven do1u.'iw1:. muşak ve ürkütmeyen sesiyle kendimizi bul!arına teslim ettik. ' ! duğumuz bir gerçek değil miydi? Gill bahÇesiAcımız büyük. Acımız sonsuz ! nin sarı, boynu bükük yapraklarında, baş eğBaşımız sağolsun. 1 . .. . 1 1 G 'A L .A T kalacaktık. Daha yeni buluşmuştuk; aralanan dallar arasında nemir eriniz Philippe'i farkettik. Bizi birden şaşırttı. Ben mahvolduğumuzu anladım ve bir çığlık attım. O zaman dostum bana «Sessizce yüzerek gidin ve beni bu adamla yalnız bı. rakın sevgilim» dedi. «Giderken duyduğum heyecanla az kalsın boğuluyordum. Eve döndüğüm zaman, koıkunç bir şey bekler oldum. <<l3ir saat sonra, salonun koridorunda Philippe,e rastladım. Bana alçak sesle «Eğer bana verilecek mektub varsa emirlerinize amadeyim>> dedi. O zaman anladım ki, adam satılmıştı sevgilim onu satın almıştı. «Ona. mektuplarımı verdim. Tabii bütün mektuplarımı. O, onları götürdü ve cevaplarını getirdi. «Bu böyle, aşağı yukarı iki ay kadar sürdü. Sizin olduğu gibi bizim de ona itimadımız vardı. «Fakat baba, olana bakınız. Bir gün, yine aynı adaya yüzerek gelmiştim. Bu sefer yalnızdım. Fakat adaya çıktığımda karşımda emir erinizi buldum. Beni bekliyoı muş gibiydi. Eğer arzularına boyun eğmez ·Sem her şeyi size söyliyeceğini, çalıp saklamış olduğu mektupları size teslim edeceğini haber veriyordu. «Oh!. Baba, babacığım korktum. Bu a. şağilık; layık olunmıyan bir korku idi. Bilhassa sizden korkuyordum. Sizden, sizin gibi iyi bir insandan ve benim tarafımdan aldatılmış olmanızdan. Onun için de korkuyordum. Onu öldürecektiniz. Kendim iÇin korkuyordum. Belki de ne bileyim ben delirmiştim, çıldırmıştım. Bu adamı, hem de· beni seven bu sefili bir daha satın alabilirim zannetmiştim. Ne iğrenç! «Bizler çok zayıfız. Sizden çok daha fazla ve çabuk kafamızı kaybediyoruz. İn san bir defa düşmiye başladımı; daima da. ha .daha aşağılara düşüyor. Ne yaptığımı bil.miyordum. Yalnız anladım ki; ikimizden biri ve ben ölmeye gidiyorduk. Ken·öimi bu duygusuzluğa kaptırdım. . «Görüyorsunuz ya baba, kendi kendi'mi affetmek iÇi nuğraşmıyorum. İşte o za.. filan, o. zaman, evvelden sezmek mecburi.: '.yetin.de olduğum şey· başıma gelmişti. İs- A s A R A y tediği zaman ,beni korkutarak, tekrar tekO da diğeri gibi benim aşığım idi. Bütün günlerim böyle geçiyordu. Bu çok fena bir şey. değil mi? Bana ne büyük bir işkence bu baba? «0 zaman ben kendi kendime: Ölmek lazım dedim. Yaşarken, böyle bir şeyi size itiraf etmiye muvaffak olamıyacaktım. ölü iken her şeye cesaret edebilirim. Ölmekten başka bir şey yapamazdım. Beni hiç bir şey temizliyemezdi. Çok lekelenmiştim. Ne sevebiliyor ne de sevilebiliyordum. Bana öyle geliyordu ki sadece bir el sıkmakla herkesi baştan aşağı kirletiyordum. «Biraz sonra banyo yapmaya gideceğim ve bir daha geri dönmiyeceğim. «Sizin için olan bu mektup önce aşığı ma gidecek. O, bunu benim ölümümden sonra alacak ve hiç bir şey anlamadan, benim son isteğimi tamamlayarak mektubu size teslim edecek. Siz bunu, mezarlıktan rar kullanıyordu. döndüğünüzde okuyacaksınız. «Elveda baba, size söyliyecek hiç bir şeyim yok. Beni affediniz.» Albay terle kaplanmış alnını sildi. Soğuk kanlılığı, harb günlerinin soğuk kanlılığı birdenbire getj gelmişti. Zile bastı. Uşak göründü. Albay ~ Bana Philippe'i gönder, dedi. Ve arkasından masasının çekmecesini araladı. Emir eri hemen odaya girmişti. Kızıl bıyıklı, kurnaz tavırlı, sinsi bakışlı kocaman bir askerdi. Albay ona dimdik bakarak: - Bana karımın sevgilisinin adını söyliyeceksin, dedi. - Fakat albayım ... Subay yarı açık çekmecesindeki tabancasını eline aldı: - Haydi ve çabuk. Görüyorsun ki şa ka yapmıyorum. - Peki.. Albayım .. Yüzbaşı Saint Albert. Aske rdaha ismi söylememişti ki, bir alev gözlerini yaktı. Alnının ortasına bir kurşun yedi ve yüz üstü yere yığıldı . Guy ·de Maupassant'dan Çeviren: Ersin Pöğün 5 GALATASARAY 'TO RK Ç E ÜSTÜNE Dr. İbrahim KUTLUK i Bir ozanımızın «Sözümüz sevgilinin öyküsü olsun> dediği gibi ben de, dil üstüne, özellikle Türkçe üstüne, sözaçmaktan mutlanırım. Dil toplumun geleceğidir. Türkçe'yi kurtarırsak, Türk toplumu da kurtulacaktır. Nasıl eğitim ve öğretim bütün ilerlemelerin nedeni ise, dil de eğitim ve öğretimin bütünlüğünü, gerektiği gibi olmasını sağlar. Toplumların gelimesi, ulusların uygarlığı dildedir. Dildir bir toplumun kalıcılığını inanca altına alan. Her nen ölümlüdür de, dillerin verileri ölümsüzdür. Kişileri de ,ulusları da ölümsüz kılan dildir. Duhamel, savaştan sonra yazdığı betiğin de, Fransızlara, bütün varlıklarının önemsizliğini anlatmıya çalışır; Fransız dilinin, bütün Fransanın geçmişi, geleceği olduğunu, yalnız dilleriyle öğünebilecekleri savını ileri sürer. Bir yanlış sa.v vardır, bilen bilmiyen söyler: dil yapılmazmış. Kim demiş onu? Dil yapılır. Görmüyorlar mı Almanları? Çok değil, bir kaç yüzyıl önce Fransızcayla anlaşmayı uygun buluyorlardı. Leibniz, Herder, Goethe, Sebiller alınan dilinin ustaları oldular. Onların dil bilinci bugün o duruma geldi ki, «telefom• demeyi bile dillerine karşı saygısızlık saydılar, Almancalaştırdılar. · Görmüyorlar mı İsrail'i, binlerce yıl önceki Tevrat'ın, Mazamir'in unutulmuş, ölü dilini yaşar dil yaptılar. Ozanlar, bu yeni dille yırlarını söylüyorlar, öğretmenler, bilimin verilerini bu dille öğretiyor öğrencilerine. Ulus büyükleri uluslarını bu dille yönetiyor, bilginler bu dille anlaşarak atom çağına giriyor. Bu dille yazışıyor budun, bu dille konuşuyo·r. Bir dildeki kök sözcükler nereden gelmiş tir? Hiç düşündük mü? Neden taş, su yerine kullanılmamıştır? Neden uzak sözcüğü, Tanrı anlamına değildir? Çünkü ilk uyduran öyle uydurmuştur da ondan. Ama·Tanrı sözcüğü oldukça, Tanrıça, tanrılık sözcükleri belli kurallara uyularak yapılır. Taş kökü durdukça, taş lık, taşçı, taşlama... belli ·kurallarla yapılan yeni göğdeler, yeni anlamlardır. Bu sözcükler uydurulduktan sonradır ki, hem sözcükler, hem de onları kullanan bizler dilin bu değiş mez kurallarına boyun eğeceğizdir. Öyleyse başka ulusların yaptığını biz neden yapmıya:lım? Bizim gibi bir ulusu, kendi geçmişini böylesi yadsıyan, güzelim dilini unutan böylesi bir ulusu, bu yeryüzü bir daha görmiyecektir. Öylesi bir geçmiş ki, göçlerle savaşlarla bütün batı ülkelerine uygarlık taşı öylesi bir dil ki, batıdaki bugünün uygar uluslarının daha dilleri yokken, ya da ilkel sayılabilecek bir dille anlaşırken Yenisey ve Göktürk yazıtlarında kişi usunun yapabileceği en üstün bir dil-Türkçe-evrimlerini bütünlemişti, bir yazı dili olmuştu. Öyleyse neden dilimizin arınmasına karşı yız? Neden Türkçe'nin özbenliğine kavuşması na karşıyız? François de Malherbe (1555-1628) in kendi çağında başardığını yapmıya çalışan ozanlara, yazarlara ve bu işi bilimsel olarak mutlu bir sonuca ulaştırmaya çalışan Türk Dil Kurumu'na neden karşıyız? Hiç bir gerçek nedeni yok. Türkçemiz yok da ondan. Türkçe ile düşünemiyoruz, şöyle böyle düşündüklerimizi de Türkçe ile anlatamıyoruz da ondan. Dil bilincimiz oluşmamış da ondan. Bir de dil konusunda bilgimizin yetersiz oluşundan . Her dil bir başka dilden sözcük almıştır, alacaktır da. Bu demek değildir ki, bu sözcük alma sürüpgidecektir. Bu demek değildir ki, alınan sözcük o dile yerleşecektir. Alınan s.özcükler, bir gün, dilden atılmalıdır. Nitekim Almanlar, kullanmakta oldukları telefon sözcüğünü dillerinden koğmuşlardır. Dil bilinci olmasa bile, nasıl olsa ayni kaynaktan gelmiyen dillerdeki yabanc; sözcükler bir arada ya şıyamazlar. Bir gün, başka bir dilden sözcük almanın dili güçlendirmediği, tersine kısırlaş tırdığı anlaşılacaktır. Kimi yerde «ilgi>, kimi yerde eaiaka~ demenin uygunsuzluğunu anlamak için dil bilgini olmak gerekmiyecek, Türkçe'nin bilincine varmış sağduyulu olmak yetip artacaktır bile. Türkçe mutlu bir dildir. Kendi dil yurdunu korumasını bilir. Türkçe, .uslara durgunluk verecek oranda ussal kurallı bir dil olmuştur, çok eskiden beri. Şimdi bu. ussal dili, bu kökünü ve yapısını sağlam temellere dayamış, evrimini yapmış, özelliğini yaratmış dili bozmak, karıştırmak olanak değildir. Kendi yapısına, kök ilkesine yabancı olan bütün batı dilleri, bütün doğu dilleri onun. için ne denli girerlerse girsinler - ayırtlı anlamlar taşıyacaklarsa - Türkçe, kendi yurdundan . bu yabancı sözcükleri atacaklar. Dillerin: geUşme si kendi kurallarının dışına çıkamaz. Türkçe, bir kökten türeyen, bitişik dillerin 'anasıdır. Alınan yabancı sözcüklerse, Türkçe sözcük kurallarıyle türeyemez. Öyleyse, ergeç atılıicak- mış; GALATASARAY .6 tır. Görmüyor muyuz bin yıldır dilimize, ekinimize egemen olan Arapça-Farsça'yı? Nerde şimdi o sözcükler? Bilenleri bile kalmadı. Sonra Türkçe'de, hiç bir dilde .olmıyan bir tür~me gücü vardır. Gelişigüzel aldığım iki kök sözcüğün türetmelerini örnek olarak vereceğim: TAŞ:. «Taşcı, taşcılık, taşcıl, taşlı, taşlık, taşlılık, taşlama, taşlamak, .taşlanmak, taşlaş - mak, taşlarulmak, taşlatmak taslatılmak, taş ra, taşralı, taşralık, taşrağıı> Derleme Dergisinden yazıyorum: «Taşarağar, taşağrı, taşahır, taşaşası. taşaşma, .taşa tan, taşçakma, taşdöğen, taşdöven, TaşeE:meği, taşenek, taşgan, taşgırmak, taşır . gamak, taşırkma, ~taşırkmak, taşkala, taşkalacı, taşlah, taşot, taşramak, taşura, taşuk, taşüt, taşyatırlanmak». GÖZ: «Gözcü, gözcük, gözcülük. gözlü, gözlük, gözlüklü, gözlüklülük, gözlükcü, gözlükcülük, göze, gözemek, gözene, gözenmek, gözeyici, gözer, gözgöre, gözde, gözgü, güzel (göz-el), güzellik, gözükmek, gözlem, gözlemek, gözlemlemek, gözleme, gözlemen, gözenmek, gözetmek, gözetilmek, gözetlemek, gözettirmek; gözleği.» Derleme Dergisi'nden yazıyo rum: cGözek, gözelek, gözelemek, gözceğen, gözcek, gözal, gözebi, gözeğir, gözelim, güzelleme, gözen, gözenek, gözenerk, gözeni, gözenti, göz~nü, gözerlemek, gözerrriek, gözkeç, ·gözgen, gözgere:ı-. .Bu iki örnekten birincisinden 42, ikincisinden 54 sözcük türetilmiştir. Derleme Dergisi'nden taradığım sözcükler bugün Anadolu'da kullanılmaktadır. öteki sözcükler ise yazı diline de geçmiştir. Bunlar bizim şimdilik bilebildiklerimizdir, yeni çıkacak Derleme Dergi'leri'nde bu sözcükler 1/4. oranında artacaktır. Bu sözcüklere, bileşik sözcükler sokulmamış tır. Böylesi olanakları, usları durduracak bir dilimiz varken düşünmek, direnmek niye Hangi yabancı dil bu olanakları verebilir? Öyleyse bundan ne anlaşılır, ya da ne anlamalıyız? I - Türkçe, her yabancı sözcüğü, her somut ve soyut varlığı, kavramı· anlatmak yeteneğindedir. Bu alanda, hiç bir dil, Türkçe oranında başarılı değildir, olamaz da. Yaratılan, bulunan her Türkçe karşılık devingendir. Her eylemi, her düşünüyü karşılamak gücündedir. Daha da ileriye giderek diyeceğiz ki, karşılığı nı b.ulmakla yetinmiyecek, yeni yeni kavramlar yaratacak, yerii bulunan ve bulunacak olanlara da ad olacaktır. · II-:-- ·Başka bir dilden alacağımız her sözcük, türeyemez; do.nar, kalır. Artık kalıplaş mıştır. O anlamın her küçük ayrıtları için ye- ni . yeni yabancı sözcükler alacağız demektir. Bunun sonu gelmiyeceğine göre de Türkçe'yi yabancı bir dilin sözcükleriyle geliştirmek olanak değildir. Sözcükleri başka bir dilden alın mış dile de Türkçe dememek gerekir. Türk düşüncesi Türkçe ile anlatılır başka bir dille düşünülen, Türkçe olamaz . · · III - DHimiz sanıldığı, ileri sürüldüğü gibi yoksul değildir. Her terimi, her kavramı bugün yaşamakta olan sözsüklerimizle karşıla yabiliriz. IV - Dillerin birbirlerinden sözcük alcı bilmeleri için bir kökten gelmiş olmaları gerekir. Oysa Türkçemizin sözcük alacağı, Türkçe'den ileri, başka bir dil ortağı yoktur. Bir dil kökünden olduğumuz Fin ve Ugriyen dilleri bizden uzaktır, ilinti ve ilişkimiz olmıyan bir dildir. Samoitçe, Moğulca, Tunguzca dilleri ise Türkçe'ye etkide bulunamıyacak bir durumdadır. V - Yapısı böylesi ussal k1;1rulmuş bulunan Türkçe'ye yabancı sözcük almak - bir başka dilin sözlüğündeki bütün ayrıtları alsak bile - yine de Türkçe'nin düşünce ve duyarlı ğını, o sözcükler, yüklenemez. Çünkü hiç bir dil, ayırtlı anlamlarda, Türkçe oranında yetenekli değildir. Bütün bunlar gösterir ki, biz ne denli, çabasızlığımızdan, bilgisizliğimizden ,aşağılık duygusunun etkisi altında oluşumuzdan, dil bilincimizin yeterince gelişmeyişinden .dolayı yabancı sözcüklere sarılırsak sarılalım boşuna dır. Türkçe her yeni sözcük, tutunduğumuz dalları kıracak, dayandığımız ağaçları devirecektir. Şunu iyice bilmek gerek: dil yazıda sessiz, konuşmada sesli düşüncedir. Düşünce olmayınca konuşma da, yazma da olmaz. Demek istiyoruz ki, dil, düşüncenin ta kendisidir. Dillerini unuttuklarından, yitirdiklerinden dolayıdır ki, her alanda uygarlık kurumlarını yaratan Türk ulusları püyük düşünürler yetişti rememişlerdir. Arı bir dilden yoksun oluşları dır bunun gerçek nedeni. Dil olmayınca üstün bir ozan da olmaz, ünlü bir düşünür de. Çünkü bir dilin anlamca en uzak sözcükleri arasında bile bir ilinti vardır. Düşünce ve duyarlığı yaratan işte bu ilintidir. Yaprak sözcüğünün su ile, ana'nın taşla, toprak'ın Tanrı ile bir ilintisi, bağıntısı vardır. Yapraktaki güzelliği, sudaki mutu, anadaki sevgiyi, taşta ki katı yüreği, gücü, sağlamlığı, topraktaki alçakgönüllülüğü ve yaratılmışı, Tanrı'daki sonsuzlukları hep bu ilintilerle anlarız, bu ilintilerle duyarız. Kullandığımız her yabancı sözcük bizi dil ağacından ayırır, ilintileri yok e~ der. İyice bakarsak göreceğizdir, dilimize gi- GALATASARAY ren her yabancı sözcük, tümcelerimizde, çoğu kez, gereksiz olarak yeralmıştır. Onunçündür ki, Osmanlı yırlarında, düz yazılarında gerekli sözcükten çok, gereksiz sözcük vardır. Eşit anlamdaki sözcükler kullanılmıştır. Bu yüzden düşünce ve duygulardaki arılık, bütünlük, kesinlik ortaya çıkmamıştır. Söz kalabalığıdır yapılanlar. Hep bir anlamdaki düşünceler söylenip durur. Bu bir çıkmazdır. Çıkmazlığını biz anlıyamamışız, Türkçe öğretmiştir bize. Öyleyken yine de direnir dururuz. Divan Yazını ile ilintimiz neden kopmuş tur? Ondaki duyguları, düşünceleri neden anlamıyoruz? Anlasak bile neden duygulanmıyo ruz? Bir dilin, bir ulus düşünüsünün, bir ulus duyarlığını nasıl yitirdiğini görmek için Divan Yazını'na bakmak yeter. Her yabancı sözcük Türkten kopan, ayrılan bir düşünce ve duyarlık olmuştur. Her kopan, ayrılan düşünce ise, bu kez, yeni bir yabancı sözcüğü gerektirmiş tir. Böylece alabildiğine toplumdan uzaklaşıl mış, toplum yazını, yazın da toplumu yitirmiş lerdir. Toplumun gözgüsü olması gereken yazın böylelikle niteliğini yitirdiğinden yapmacık bir yazının olumsuz yöndeki bir çabası, ya da süsü durumuna düşüvermiştir. Sonunda, koskoca bir yazın, bütün gürültülü patırdılı sözcükleriyle, ölçüleriyle, değer yargılarıyle, güzellik anlayışıyle göçüp gidiverdi. Yazınımızın, hececileri karşısında tutunayok olup giden Divan Yazını'nı, ne yazık ki, yaşatmak için uğraşanlar da çıkmıştır. Bir kaç yıl sonra, o yazının yıkıntıları altında kendilerini de yitirmiş olmak mutsuzluğundan kurtulamıyacaklardır; nitekim daha yaşarken bile ölmüş bulunuyorlardı. Kısacası: Türkçe'nin arı dile yönelen akı mı, Türkçe'ye yönelmedir,- durdurulamaz. Bu akımın önünde durmıya kalkmak boşuna çabadır, kendi kendini yitirmektir, yazıklıktır. Bilimin, yılda 15.000 sözcük yarattığı bu yeryüzünde, Osmanlıca'dan yana olmak demek, geri kalmak için direnmek demektir. Bilimde ilerlemiş uygar ulusların bulduğu sözcükleri de almak çıkar yol değildir. Türkçe'nin mutlu geleceği yarınlardadır, uzak değil. Genellikle bugün yazıda ve konuşmada Türkçe %70 dir. Romanda %90 a yükselmiştir. Sorumluluğunu taşıdığım «Türkçe» dergisinde ise, bu oran, %98 in üstündedir. Kendi öz dilimizle, Türkçemizle, düşüne mıyan, ceğimiz, duyacağımız, seveceğimiz, kızacağımız. öğeceğimiz, yereceğimiz günler uzak değildir. bir sözcüktense. yanlış söyliyeceğim, yazacağım arı dilimi yeğ tutarım. Çünkü o benim kafamdır, çarpan yüreğimdir. Her dilden üstündür, güzeldir: «Türkçem, benim ses bayrağım>. Doğru kullanacağım yabancı 7 .... Zarlar ve insanlar İbrahim HIZALAN Zar atıyorum, zarları atıyorum. Mor, turuncu, perme veya renk.siz zarlar. Üzerinde 1, 2; 2, 6; 4, 3 yazan veya rak_amsız zarlar. &nk_lerini, maddelerini tam ola rak_ belirliyemıyorum, rak_amlarını okuyamıyorum. Fak_at, biliyorum ki bunlar zar. Atıyorum onları. Üç diyorum, beş diyorum !{örmeden !{öremeden. Hal buk_i belk_i sek_iz, belk_i onbeş yazıyor üstlerinde. Atıyorum, tekrar atıyorum. Avucumun içi sırılsık_lam olmuş, avucumdan k_ayıp düşüyor zar. Dört! diye ba"Rzrıyorum, ![Örmeden, duymadan. Yanımda dört diye fısıldıyor birisi. Bir ses hile yaptın diyor. Hayır! V allahı' hayır! Görmedim, ![Örmüyorum, !{öremem diyorum. Duymuyorlar, duymak istemiyorlar. Bir bez .r::etirip ![Örmeyen J<özlerimi kapıyorlar. Zarlar elimde, atıyorum, atıyorum. Hırsla atıyorum; sinirle atıyorum. Avucumun içinde atı yorum. Vaktim bitesiye kadar hevesimi almak için atıyorum onları. Oysa ki val(timin bitece'f,ı' korkusundan hevesimi alıp almadı'f.ımı bile bilmeden atı yorum. Çünk..i bilmiyorum ne zaman bitece'Rini vaktimin. Ama bilıyorum k_i erf{eç bitecek_. Belki hemen şu an, belki de şurada zar aatn herkesin vak_ti bittikten sonra ... ... Yeter, diyorlar birden, haydi f{t·diyoruz, vakit Keldi. Olmaz diyorum, olmaz. Ne olur biraz daha kalayım, biraz daha atayım şu zarları. Hem, inanın bana hile yapmıyorum. Gidiyoruz diyorlar, üzülme senin yerı"ne başkaları atar o zarları, söyleriz onlara. Cevap veremiyorum bu kez. Zavallılar, bilmiyorlarki herk.es kendisi atar zarını: 1 GALA~ASARAY 8 Eski Galatasaraylılar : Abdi ipekciyle DergiIT)izde, zaman zaman, eski Galatasaröportajlar yayınlanır. Bu sene de okulumuz 47-48 mezunlarından, hepimizfa tanıdığı, Milliyet gazetesi yazı işleri müdÜrü Abdi İpekçi ile bir konuş ma yapmağa karar verdik. Bu kararımızın asıl sebebi· Abdi İpekçi'nin aynı zamanda dergimizin, «Gafatasaray» adı ile, ilk çıktığı sene Neşriyat Kolunda vazife almış ve daha sonra bu ·kolu bilfiil idare etmiş olmasıydı. Gazetedeki işleri dolayısıyla çok. meşgul olduğundaµ, birkaç defa telefon ettikten. sonra ancak randevu alabildik ve bir perşembe akşamı Milliyet gazetesinin, Molla Fenari sokağındaki idarehanesine geldik. Kendisi henüz toplaı:ıtıdaydı. S.evimli sekreterinin odasında bir süre bekledikten sopra, Abdi İpekçi bizleri yazıhanesine aldı. Teyp ve fotoğraf makinelerinin işler hale getirilmesinden sonra konuş maya başladık. Bu aracla bir nokta üzerinde durmak isteriz. Bizler bu röportaja hiçbir şekilde hazır lanmadık; Konuşma kendiliğinden açıldı, gelişti ve sorularımız kendiliğinden ortaya çıktı. .Önce, eski dergilerden birini göstererek, kendisinden, ilk çık.aranlardan birisi olması sı fatıyle, fikrini sorduk. Abdi İpekçi, «görünüş itibarıyla güzel. bulduğunu, fakat yazıları o):\:umadan tam fikrini belirtemiyeceğinh açık ladı. Ve,· eski ve yeni dergilerin karşılaştırıl ması şekliı:ıde. bçışlayan konµşmçı, eski ve yeni raylı ağabeylerimizle yapılan konuşma karşılaştırılması şekline dökülGalatasaray'da, okul içi ve okul dışı faaliyetlerin azaldığından; izcilik, resim, tiyatro, edebiyat, satranç ve bilhassa spor gibi övündüğümüz ve ilerde olduğumuz branşlar da, şimdi maalesef, bir varlık gösteremediği mizden bahisle; bu gerilemenin, talebelerin olduğu kadar ,idarecilerin de aiakasızlığının sonucu olduğunu kabul ettiğimizi anlattık. Kendisi bu duruma hakikaten üzüldü, fakat düzeltilmesinin de büsbütün imkansız olınadığını, bu arada bilhassa son sınıflara oldukça mühim vazifeler düştüğünü belirtti. «Bizim zamanımızda da dedi eskiler mektebin gerilediğini, kendi zamanlarında daha iyi olduğunu söylerlerdi. Fakat biz, son sınıf olarak bu gibi sözlerden ümitsizliğe kapılmaz, eskilerin yeni nesillere daima kusur bulduklarını düşü nerek kendimizi teselli eder, fakat yine de daha iyi olmaya çalışırdıkı>. Bizlere, bir Galatasaraylı büyüğümüz olarak söylediği bu öğüt yollu sözlerden sonra, kendisine, gençliğin gidişi hakkında düşündüklerini sorduk. Abdi İ pekçi, gençlerin memleket meseleleri karşısın daki davranış ve hassasiyetlerinin, ilerisi için umut verici olduğunu söyledi. Daha sonra, İs viçre'nin «İllustre» dergisinde, talebeliği zamanında, Türkiye hakkında çıkan bir yazıya, dergimizde vermiş olduğu cevapla ilgili bir sual sorarak şimdi de gençliğindeki kadar milliyetçi olup olmadığını, daha doğrusu milliyetGalatasarayın dü: Şimdiki 9 GALATASARAY çilik fikrinin madığını bazı değişikliklere uğrayıp uğra öğrenmek istedik. «Şüphesiz» dedi daha şuurlu bir hal aldığı nı, insanlığa yararlı olmuş bir Afrikalının, mesela, akisleri hala devam eden, o iki Alınan gencinin .öldürülmesi hadisesinin failleri olan iki canavara (kendi tabiridir) tercih edeceğini ve bu fikrin şimdi açıkladı. Hayat felsefesini. eHumanisb bir felsefe olarak açıklayan Abdi İpekçi doğruluğun baş langıçta zararlı bile olsa ileride faydalı olduğuna inandığını da ilave etti. Bundan sonra tekrar dergi ve mekteple alakalı konuşma ve sorulara dönüldü. Dergiyi çıkarmak için ilk zamanlar nasıl zorluklarla karşılaştıklarını, fakat buna rağmen yine de iki ayda bir dergi çıkarmağa muvaffak olduklarını anlattı. Şim diki dergide bilhassa .ı:humour» eksikliği farkettiğini de belirtti. Bu arada vakit ilerlemekte, yazıhanesinin üzerindeki telefon daha sık çalmaktaydı. Son olarak okul hayatıyla ilgili sorular sorduk. Yetiştiriciden geldiğini, umumiyetle iyi bir talebe olduğunu, mektepteyken biraz tenis oyna- dığını fakat spordan çok spor yazarlığı yaptı söyledi. Son sınıfa kadar mimarlık ve gazetecilik arasında bir ayırım yapamamış, son sınıfta «nihayet birinden birini seçmeğe». karar vermiş ve gazeteciliği seçmiş olan Abdi İ pekçi ayrılırken bizlere: eOkula yararlı olmak, siz, son sınıf öğrencilerinin elinde» diyordu. NEŞRİYAT KOLU ğını ~111111111111111111111111111111nıuının1111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111ıuıut1U1111nRUlllllllllUlllllllllllHHlllUIUUllllUllll 1 YELKENSİZ YELKENLİLER §Tak tak_ diye öter ~Ayakkabı topukları kaldırımlarda §BClfka ses yoktur §Köfede bir yosma siJ?ara ı'çer ~Belki de yarım saatte bir llllllllllllflllllllllllllllll1UUUlft,o; 1 § ~ § § ~ KİMYAGERE GÖRE Bakışların comburant Kalbim combustible [Bir otomobil geçer 1Kırr;ıızı §Y~ 1ba;:.ken kayıklar kıyıya çekı'lir ~ ~ !;~.· 1 : §Sardalyalar dökülür ağlardan I~~ §Sert balıkçı yüzlerinde KÜneş 1Tak tak diye öter §Ayakkabı topukları 1Başka ses yoktur YAŞANTI lşte yClJantımızı bı'tirdik_ kaldırımlarda §Yalnız bir k_öşede yalnız bir yosma yalnız 1 I~ §Kırmızı Is~ 1Sardalyalar tartılır derk_ı:n... bir sigara içer ~ § 1 ~~~ 1Yeşil 1 1 ~ Yelk.ensiz yelkenliler sallanır rıhtımda isarı § § § 1 Misafirdik do'f.ada Umdu'f.umuzu bulamadık ama içimizde sevmek duyf?USU boldu 1 1 1 Yaşadık 1 Birşeyler yClJadık f.ena mı § oldu.. § Adnan ONART ~ 1 1 ~l111111111111ııttıııııtıııı111ııııııı111tıı1111111unıı11111111111111111111ttnınııınıı1111uı111uııuıuJUUllllllHllllHHUHHlllUllUlllUllll~lllllllllHIUlllllllllllUlljltll!lllUllUIUlllUllUlllltı>~ 10 GALATASARAY RATE Turhan ILGAZ L'homme s'etait assis sur un banc. İl regardait, depuis un certain moment, le chat qui portait dans sa gueule une toute petite souris qui vivait encore et s'agitait entr.e ses dents pointus. L'homme revait, ensorcele par les balancements sans esperance de ces pattes minces. İl revait'a des vagues souvenirs. Un petit garçon, sa mere, son pere.' Le petit enfant joue dans le jardin d'une maison. İl est presque nu, parce qu'il fait a:ssez chaud. Un chien noir, et, des diners sur UI1; balcon rectangulaire, pendant les soirs d'ete sous un vaste ciel etoile. İls vivent dans une contree chaude. Un jour le gros chien meurt, empoisonne par les agents. L'enfant pleure. Le ciel noircit; on ne mange plus sur le balcon rectangulaire. Le pere se föche assez souvent, la mere erle. Les nuits deviennent de plus en plus noires et les jours de plus en plus chauds, de plus en plus etouffants. Apres, un aeroport. Des avions. Dans un coin l'enfant. sa mere et un vievillard. C'est le grand-pere. İl fait tres chaud. Et ils volent vers une nouvelle contree que l'enfant ignore. Un nouveau commencement; mais cette fois dans un appartement d'un grand immeuble. Car la nouvelle contree est une grande ville. Les jours se suivent ... Et puis, de nouveaux visages. Des femmes et des hommes auxquels l'enfant n'est pas habitue. Une nouvelle famille. Une autre femme pres du pere et, une petite fille. Puis des annees qui passent. .. Le garçon grandit, la petite fille aussi. İls s'aimaient tendrement, comme un frere et une soeur. Mais a mesure qu'il grandit, le garçon, de plus en plus, se renferme en soi meme. Pourtant le pere l'aime, et meme beaucoup. Mais c'est cet amour exagere qui le gene en realite. İl en eprouve de l'ennui. Cet amour pese sur lui comme une masse insupportable au point qu'il ne peut plus respirer. İl etouffe. Sa vie devient de jour en jour plus insignifiant, plus superficielle, volatile pour ainsi dire. İl ne peut agir par lui-meme. Touj ours cet image de son pere, de cet homme si robuste en apparance mais si fragile en realite, se dresse devant lui. Les jours, les mois, les annees passent l'un apres l'autre. L'ennui s'empare du jeune homme. Cependant il a une vie normale aux yeux des autres. Mais a vrai dire il soufre. İl doit cacher, meme ses actes les plus normaux, aux yeux de son pere. Alors tout cela lui met la mart dans l'ame. Ses etudes finies, il se jette dans la vie. Mais quoi? Les defaites succedent aux defaites. Sa vie sentimentale n'est qu'une longue decheance. İl aime les femmes, mais il ne sait pas leur plaire. De plus en plus un sentiment d'inferiorite l'obsede. Son intelligence et sa culture ne lui sont d'aucun secours. İl est completement desempare. İl n'ose pas songer au suicide. Peut etre qu'il a peur, peut etre qu'il concidere que ce n'est pas une solution. En tout cas il eprouve encore de la curiosite pour la vie. İl trouve pour s'y attacher des raisons qui ne sont peut etre que des pretextes. Peu a peu il commence a hair la societe. İl oublie deja cette petite maison au milieu du jardin, ce balcon rectangulaire, ce ehlen noir. Maintenant une audeur suffocante l'asphyxie: L'haleine de cette faule d'hommes feroces qui le tient entre ses dents comme ce chat qui tient, en se pourlechant, cette petite souris eperdue et sans defense. 11 GALATASARAY Gercek Müzik , Alpay EVİN kolunda açıklayıcı ve d.inleme yollarını gösteren kaynaklara daha çok ihtiyaç var. Suçu eğiticilere yükledik ama biraz da kendimizden bahis edelim. Evet biz gençler niye klasik müzikten, vebadan kaçar gibi kaçarız da onu anlamayı, sevmeyi denemeyiz? Aramızda popüler müzik sevmeyen, ondan zevk almayan yoktur da niye popüler müziğin babası olan, ona hayat veren klasik müziği inkar ederiz? Birçok popüler müzik hayranı acaba zevk ile dinledikleri melodilerin çoğunun klasik eserlerin temleri olduğunu bilseler ne yaparlar? Nedenlerini bir türlü çözemediğim, bir klasik müzik düşmanlığı var bizde. Bir operadan, bir baleden bahis açıldığı zaman karşınızda söz sahibi olabilecek bir «kişi» bulamamak, söz sahibi olanları ise «snob» lukla yargılamak, duyulan herhangi bir klasik şaheseri cenaze marşına benzetmek niye? Daha ileriye gidemeyen örümcekli kafalar niye hakiki müziği daima inkar ederler? çeşit Bu gün Türkiyede klasikten anlayan ve seven bir avuç insanın niye çoğunluğu nu yaşlılar teşkil eder? Niye A vrupada büyük gençlik kütlelerinin takip ettiği konserlere bizde sadece bir avuç yaşlı gider? Evet son söz size; zevkle dinlediğiniz müziklerin babası klasik müziği inkar etmeyiniz, onu dinlemeye, anlamaya çalışı nız, gör~ceksiniz küçük bir gayretiniz sizlere çok şey kazandıracak. «Bir müziğin tadına varmak, o müzikle kuracağınız yakınlığa bağlıdır» der Paul Grabbe. Oysa bizde de zaman zaman iyi niyetiyi niyetli topluluklar kurmuş, gençliğe bu zevki aşılamaya çalışmışlardır. Ama sonuç ne oldu? Bundan birkaç sene önce mektebimizde de faaliyet gösteren <~eunesse Musicale>> topluluğu, alaka ile izlenmişti. Bu işi yönetenler ne oldu? li kişiler çıkmış, Bizler birer müzik bilgini olmak zorunda değiliz, hoşumuza giden eserlere doğan kulak dolgunluğu yeter de artar bile. Her zaman her şeyde olduğu gibi bir sese uzaktan seyirci kalırsak onun inceliklerine inemez ve ondan en ufak bir zevk dahi alamayız. Oysaki yakınlık kurduğumuz şe yi çok daha iyi anlarız. Bence bütün bu acı gerçeklerde suç gençlikte değil, bizlere yön veremiyenlerdedir. Ne için işe iyi niyetle başlayanlar, döneklik ederler? Ortaokulda okuduğumuz müzik dersinde bizlere niçin sıkıcı çocuk şarkıları ve lüzumsuz solfejlerden başka bir şey öğretilmez? Oysaki müzik gibi belirsiz, çözülmesi büsbütün güç bir sanat Kardeşimiz Ahmet Vedat kaybettik. Galatasaray Evet inkar edemeyiz Bach'ları, MoBeethoven'leri, yenilere geleli, ' Debussiy'leri, Ravel'leri, Bartok'ları... zart'ları, Abacıoğlu'nu, acılı ailesine I/XII/1963 gunu, diler. başsağlığı 12 . GALATASARAY ,,.... HiKAYE l • UFKA DOGRU Tayfun İNDİRKAŞ Ufka doğru bir atılış. Ona ulaşabilmek, onu ellerinde tutabilmek, sıcaklığını okşayabil mek. Bu umutla ayrılınıştı köyünden. Bir eşek le. terketmişti yalnız kentini. Çocukluk hikayeleri, sevileri, anıları bir anda eriyivermişti, tozlu mikroplu yolların ardında. kıyıda bakımsız bir yerde, tıpkı bainsanlar gibi. Doğa ile kişi elele vermiş göçüyorlardı bilinmeyen bir sonuca doğru. o··yılınadı. Ufka doğru atıldı. Yazgısında o da varmış. ~e yapsın? Ona ufku, kıpkızıl, kan rengi, sarımtırak, mavi ufku göstermişlerdi. Ama. kara ufku kimse göstermemişti. Onu, kendisinin bulmasını arzuluyorlardı· herhalde. Geceleri yıldızları sayardı başı dönenedek. Bir akşam bir yıldız ·kaydı bir ufka doğru. Ve bir kentin. bir köyünden isimsiz, soysuz bit adam çıktı bu yola. Kenti rındırdığı Y-01 çetindi. Tozluydu. Bulantı, tiksinti veriyordu. Biçimsiz varlıklarla dolu, dopdoluydu yol. Çaresiz. Yolu geçmek gerekti ufka ulaşabilmek için. Yaklaştıkça ufuk kaçıyordu. Tuhaf tuhaf bakındı etrafına. Yalnızdı. Yapayalnız ... Giysilerini çıkarttı. A,rtık çıplaktı. Ayaklarında acayip, hissetmediği şeyler batıyor du. Bir kahkaha duydu. Bir kahkaha, bir kahkaha daha. İrkildi. Döndü ve baktı. Kent halkı onu çağırıy-0r ve gülümsüyorlardı. Kara karaydı elleri. Çürük dişleri de karaydı. Olumsuzca sallıy-0rlardı kollarını. Neden mi? Nerden bilsin o! Gereği de yoktu zaten. Önüne bir şey çıkmıştı. Çarptı. Ve düştü. Bir zaman emekledi. Sonra katılıncayadeğin güldü, güldü. Yüz çizgileri yumuşadı. Gerildi. Tekrar yumuşamadı. Ağlamaya başladı. Yıllar 'Emeklemişti. gerisin geriye döndü. Zaman ilerliyordu. O ise duruyordu. Birden anası geldi aklıruı .. Hiç sevemediği anacığı. Nasıl da .ölmüştü. Gözleri katılaşmış, anlamsız, dikine ufka ba• kan gözlerini hatırladı; Ya babası, -0nu hiç ta• nımamıştı. Savaşta ölınüş. Renksiz .bir güz sa; bahı onu yatağından, nazlı, sevgili karısının koynundan ·Çekip koparmışlardı. Ama o döl a- nasında kalmıştı. Sıcak bir yaz günü de o doğ Çirkindi: Kafası çarpıktı. Anası onu ormanda ardıç ağacının dibine lanetlemişti. Ebe yok ,doktor yok. Anasının dişleri var. Anası ölürken dişsizdi. Hala emekliyordu. Dört ayak yürümek daha rahat diye düşündü. Ağzi tuzlu tuzluydu. Gözyaşları çizgilerle dudaklar.nda son buluyordu. Dudaklarını ısırdı. Yavuklusunun dudakları çatlaktı. Güneş kurutmuştu çatlakları. Derisini hep yolardı. Tiksindi. Kusmak istedi. Hfila dört ayaktı. Bir tak yaptı. Ayaklar:nda kuvvet kalmamıştı. Tırnak ları parçalanmıştı. Nasırlı parmaklarından kan geliyordu. Kanlı avuçlarını ağzrna götürdü. Emiş o emiş. Emdikçe kan tatlı gelmeğe başla dı ağzına. Fadimenin, onun gibilerinin ağızları geldi aklına. Kötü şey düşünmüyordu gerçi. Bir türlü de köyünden uzaklaşmamıştı. Altın da dönen dünyayla yarışıyordu sanki. Okulda, Ahmet hoca -0nlara dünyanın döndüğünü söyleyince amma da şaşırmışlardı ha! Tam bir hafta" düşünmüş, sonra da öğretmene dünya dönmez demiş ve dayak yemişti. Demek ki ho"' ca haklıydı. İnanniak vazifesiydi. İnanmak, hiç bir şey beklemeden inanmak. Ölünceye dek bağlanmak bir inanca şarttı. Nasıl bir inanç olursa olsun inanmak var olmak demekti. Ahmet Beyin şamarında bunlar gizliydi. İ lerde kişiliğini daha henüz bulmaya başlarken tüm bunun etkisi altında kalınıştı. Fakat neye? İşte bunu hiç bir an cevaplandıramamıştı. Belki korkmuştu. Kimbilir? Belki de başka bir tokat yemekten çekinmişti. Yerde sürünüyordu. İnancı sarsılmamıştı. Ufka tekrar tekrar baktı. Gözleri dolu doluydu. Tuz çatlak. du. daklarını yakıyordu. Yine çıplaktı. Yine yalnız.;. dı. Kalkmak. insanca yürümek zorunluluğunu duydu. Kalktı binbir gayretle. Kahkahalat.. kesilmişti. Güneş -0nunla beraberdi. Ufka d-0ğru yürüy-0rlardı. Aralarındaki fark şuydu: Biri U" fukta ölecekti, diğeri ise ölümsüzdü. Ölecek o-' lan ufuklardı. Anasının gözleri ufuktaydı. ÖlÜ gözleri... muştu. GALATASARAY KONSER SENENİN ri çok ilk hafif batı müziği konsebir seyirci önünde yapıldı. kalabalık Hazırlığı bir ay evvel başlıyan bu konser için başta Alparslan olmak üzere bütün 12 edebiyat arı gibi çalıştı. Bilhassa Alp o kadar çok uğraştı ki - tabi hep fuzuli işlerle - birisi hariç olmak üzere, ders lerini, ailesini velhasıl herşeyi ihmal etti. Söylentilere göre başta M.. Balleret, M. Vouzelaud ve M. Goudmand olmak üzere bütün hocalar Alp ile tanışacakları günleri heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorlarmış. Gelelim konser gününe: O gün bütün sınıflarda hummalı bir faaliyet göze çarpıyordu. Bilhassa Hayrettin'in ceketi ve gömleği ile asorti bir kravat bulmaktaki çabası, Alp'ın saçlarını aynanın karşı sında yarım saate yakın taraması, K. Zaferin sivilcelerini ultra-modern usullerle imha etmesi ve K. Tahsinin büyük heyecan ve neşesi gözden kaçmıyordu. son 13 bağırış, çağırış, zıplayışlarını hayretle izledik. Sadece solo gitar Ertuğrul iyi bir gitarcı olarak temayüz etti. 10,dakikalık bir aradan sonra gözümüz ister istemez ön sıralara takılıyor. Fakat belirtelim ki her sene birinci sfrada görmeye alıştığımız güzel kızları - mesela Fatmayı - birkaç kişi hariç göremedik. Kabahat kimde acaba? En önde Alp, Tülin ve Sevinç oturuyordu. Tülin burnu bir karış havada geldi, ve bütün konseri aynı şekilde seyretti. Bu arada bazı tanıdıklara dahi selam vermemesini üzülerek ve hayretle gördük. Ondan bu hareketi hiç beklemezdik. Sevinç ise güzel olduğu kadar mütevaziydi de. Biraz ilerde Hamit - Çiğdem, Berk - Semra, Emin - Cevza, Şinasi - Meryem, Tahsin Gülen, A. Kamil - Keriman, Ali - İnci, çiftleri oturuyordu. Bu arada K. Selim ve Şevket usta haen verimli günlerinden birisini yatlarının yaşadılar. İlk olarak öğle yemeğinden sonra her- üzere kapıya aetti. Mehmed'in ve Alp'ın kapıda uzun uzun bekleyişleri ve ümitsiz halleri çok enteresandı. Biz şahsen Mehmet'ten böyle bir hareketi beklemezdik, bunu ona hiç yakıştıramadık. Alp'a ise bolca güldük, zira bu onun ne ilk bekleyişi idi ne de sonuncusu olacaktı. 14,45 de başlayacağı ilan edilen konser ancak 15,15 te başlayafüldi. Sahneye ilk olarak Kentet G.S. adı altında küçük kardeşlerimiz çıktılar. Çok kısa bir zamanda hazırlanan bu grup, çalışırlarsa ilerde daha başarılı olacakları kanısını uyandırdı lar. Daha sonra sahneye çıkan Cahit Obenin yaptığı müzik fiyakalı gitar ve kıyafet leriyle ters orantılı idi. Cahit Obenin sahne arkasında yaptığı çocukça hareketleri, kes «şeyleriyle» buluşmak kın Şimdi sahnede Şevket Uğurluel orgörüyoruz. Onların gözükmesiyle, en önde oturan Serayın birden he:yecanlanmasının sebebini doğrusu anlayamadık. Özellikle I will fallow him, Not responsable da başarılı olan grup aynı zamanda sahnede neşeli hareketleriyle de sempati topladılar. kestrasını Bu esnada Sezen Cumhur sebebini anbir olaydan dolayı salonu terk ederken, hepimizin tanıdığı ve hepimizin sevdiği Fatma konsere henüz yeni geliyordu. Fatma'nın, Tanez'in yanına oturması epey zor oldu. Fatma ve Tanez'i yanyana görünce ister istemez hatırımıza Mehmet lamadığımız 14 GALATASARAY ve K. Aydın geldi. İyi insan lafının üstüne gelir derler: işte Galatasaray Vokal gurubu bir eksiği ile sahnede göründü. Timur, Mehmet, Tolga ve Aydın'ın gözükı::pesiyle büyük bir gürültü kopuyor. Herkes. hay retler içinde .. Salondaki uğultu ilk şarkıları <<J'irai pleurer sous la pluie>> ile birdenbire kesiliyor. Onları tanımıyanlar hayretler içinde. Aman Allahım bu ne şahane bir çift ses, bu ne enfes bir müzik.. Birinci şarkıyı «J'entends siffler le train», «Devil in dhisguaise», <<Les deme guitares», <<All my sarrow» ve diğerleri takip ediyor. Bize tam .bir müzik ziyafeti çeken G.S. vokal grubu, yaptıkları şahane müziğin yanında, o nisbette mütevazi oluşlariyle herkesi kendilerine hayran bıraktılar. Mazeretinden dolayı aralarında bulunamıyan Vasıf'ı sanki o da varmış gibi anons etmeleri, Vasıf'ın çok sevdiği All my sarrow'u onun için söylemeleri ancak Galatasaraylı lardan beklenebilecek bir jest idi. Konserin bu en başarılı orkestrasını candan tebrik ederiz. Tekrar salondakilere bakıyoruz: Alpay ve Ali Kaçel'in idaresindeki fotoğraf cılar enteresan pozlar yakalamaya çalışırken, Ali Kaçel devamlı surette kızların ayaklarına basıyor. Diğer taraftan tanıyanların ISLAK Bir zamanlar ıslak kaldırımlar Baiıa Seninle dolaşırken ıslanan saçlarını Hatırlatırdı Birikmiş sularda hayilini Görür Yağan yağmurda sesini işitirdim Karanlık geceler hana çok sevdiği Üsküdar Kolejinden Sibel ve Arnavutköy Kolejinden Gül'ii de aramızda görmek bizi çok memnun ediyor. Bu arada Üsküdar Türk Kız Kolejinden Yüksel, Oya, Nimet, Bingül, ve Nesrin sempatik tavırlariyle hepimizin sevgisini kazandı lar. Ayrıca Birgül'ü de aramamıza rağm.en göremedik. Serra ve Mustafanın çok mesut bir halleri vardı!? .. Daha sonra sahneye çıkan Faruk Akel hepimizi· hayal kırıklığına uğrattı. Fakat bunda G.S. vokal grubunun arkasından çıkmalarının da rolü büyüktü. Faruk Akel özellikle .:Roberta», «Remember me>> ve «Let me cry» de başarılıydı. Bu arada konser bitmeden salonu terk edenler de vardı. Mesela A. Kamil ve güzel sarışın arkadaşı ve daha bir çokları .. Şunu da belirtelim: konserin yöneticiliğini yapan Doğan bu işi hiç zorluk çekmeden başardı. Doğan sahnedeyken ağabe yisinin ve salonun en güzeli olan yengesinin ağızları kulaklarına varıyordu. Aynı anda salonda dolaşan birtakım düğün davetiyeleri ve Alp'ı hararetle tebrik edenler de mevcut idi. Netice olarak konserin intizamını sağ lıyan, Baran'a, Azmi'ye, A. Turhan'a, M. İlhan'a, İbrahim'e teşekkür eder, Alparslan'ı ise büyük başarısından dolayı tebrik ederiz. KALDl~~MLAR Gözlerini Solan yapraklar hayalini Getirirdi ... Dünden beri hepsi hepsi hatıra Oldu Bu gün ıslak kaldırımlar bana Yağan yağmuru, Solan yapraklar ise Sadece sonbalıarı hatırlattı. Metis AYGÜN 15 GALATASARAY FAUVİSME Ertuğrul Günümüzün resmi artık tam hürriyetini Gerek bizdeki gerekse yabancı ülkelerdeki sergilerde teşhir edilen resimlerde, renk kullanış tarşı bunu ortaya koymakta. kazanmıştır. 20'. yüzyılın başlarına kadar, bir ressam kendi ruh halini sınırlı bir şekilde, resim sanatının koyduğu bazı kaidelere bağlı kalarak ifade etmek zorundaydı. Bir iki sanatçı birleşerek, bu kaidelere uymaksızın, yeni bir tarz ortaya attılar mı. sanat çevreleri karışır, resimler ve yaratıcıları ağır surette tenkid edilirlerdi. CANER adımları, resim tarihinde inkılap yapacak olan neticesine yaklaştırmaktaydı. Resimde çiğ ve sert renkleri benimseyen bu ressamlar, 1905 yılında tam olarak Matisse'in çevresindeydiler ve bir sene sonra da «Bağımsızlar» sergisinde, hiç bir ekole mensup olmayan, sadece · görüş benzerliğinden bir araya gelen eserleri teşhir edilmekteydi. Empresyonizmin hakim olduğu bu devirde, renklerin tüpaen çıktığı gibi kullanıldığı bu akıma eleştirmeci Louis Voauxcelles, «Fauvisme» damgasını vurdu. Resim bu serbestisini, son asrın başların da, biribirinden habersiz ve ayrı ayrı yerlerde çalışan bir avuç sanatkara borçludur. Yüzyı lımızın ilk sanatkarane devrimini yapmış olan bu adamlar belli başlı üç gurupta toplanmış lardı: Marquet, Manguin, Camoin, Puy birinci grubu meydana getiriyorlardı. İkinci gurup, <tChatou» gurubu, Derain ve Vlaminck'den kuruluydu. Nihayet «Havre» gurubu Friesz, Duffy, Van Dongen üçlüsünden ibaretti. Matisse bu akımın öncüsü ve takdimcisi sayılı yordu. Zamanla bu üç gurup onu.n etrafında toplandı. Sadık arkadaşı Marquet onunla çalışmakta ve çalışmalarını izlemekteydi. Manguin ve Camoin'de aynı şeyi yaptılar. Matisse' in Academie Carriere'den Jean Puy ve Derain ile tanışması ise 1899 yılına rastlar ki bu sıra larda Derain, Chatou'daki atölyesini Vlaminck' le paylaşmaktaydı. Böylece Matisse Vlaminck'i de tanımış oldu. Bir iki yıl sonra, bu topluluğa Van Dongen, Friesz, Duffy ve Braque'da dahil oldular. Matisse'in, 1899 daki peyzaj taslaklarında, esas olarak, bir nevi noktalama sistemi şeklinde ortaya çıkan «Fauvisme», kendisi tarafın dan şöyle açıklanır: «Renkli dizilişlerle, güneş ışığının resimde eşit değerini vermek». Aslında Fauvisme iki esas unsura dayanmaktadır: Renk şiddeti, bu renklerin yanyana dizilişi. Artık resimde gölgeler, kabartmalar, biçimleri belirten kenar çizgileri hep renk kuvveti ve bu renklerin yanyana kullanılışı ile i,.. zah edilecekti. Böylece Fauvisme, ressama ilk defa tam bir hürriyet sağlayan akım oldu .. Renk dizilişi bakımından esas olarak kalırken, 1907 de, kompozisyon bütünlüğü yönünden, yerini «Cubisme» e bıraktı, kuralları günümüzün resmini meydana getirdi. Son olarak, Fauvisme'in, günümüze kadar gelen en iyi temsilcilerinden Vlaminck'i biraz tanıtmak yerinde olur. Sert havalarda dolaş maktan hususi zevk alan bir insandır bu Vlaminck. Zaten, rüzgarın nefes kesen hızını tiıa line, tam bir canlılıkla, başka türlü nasıl .aksettirebilirdi. Toprağı sıcak ve müşfik renkl.erle boyayarak, ovanın denizden daha şefkatli olduğunu, denizi renklendirirken, onun iki yüzlü çehresini, tam bir renk hürriyeti içinde anlatışı onun, daha çok karaya bağlı bir insan olduğunu açıkça ortaya koymakta. 1899-1901 seneleri, bu yeni sanat akımı ilk adımlarının atıldığı devirdir. Bir taraftan Matisse ve Marquet'nin çalışmaları, diğer taraftan Derain ve Vlaminck'in gayretleri bu Vlaminc, «şahsiyetini sınırlayan unsurlardan» nefret ederdi. Bence de Fauvisme; . şahsi_; I yetini sınırlayan unsurlardan nefret .eden insanların ekolü. Şimdiyse, modern anlamda çalışılan eserler, eskisi gibi ağır hücumlara artık uğramamakta; ressam ve fırçası tam hürriyetini kazanmış durumda . nın s u Sultanide her sene bir «Neşriyat Kolu» derdi ':"ardır. Son sınıf öğrencilerinden üç beş kişi, bu kolu alarak: «şunu yapalım, bunu gerçekleştirelim, aman üç dergi çıkaralım» diye hummalı bir faaliyete lafla geçer. İlk iş olarak da onbirinci sınıftan iki tane çırak seçilir; bunlar da hevesle işe girer: «Öyle mi ağbi, yaparız ağbi, reklam da alırız» diyerek işe baş lar ve ertesi gün «ağbi, reklam almaya gittik kovdular bizi, ha! matbaa mı? Unuttuk, yarın gideriz.:ı> diye dönerler. Böylece yedek ve asıllar kasım ayının ortasını bulurlar. Netice sı fır elde var sıfırdır. !fundan sonradır ki iş fiiliyata dökülür; zaten devamlı ısrarlar karşı sında tek tük yazılar da gelmeye başlamıştır. ıJnce klasik kapağın değiştirilmesi için müza- L T A N T' den kerelere girişilir. «Baştan aşağı resim olsun», «yok yahu olur mu sarı kırmızı kalsın», <Gül Baba'nın resmini basalım», «çeşmeyi koyun, çeşmeyi:!>. Ve daha sonra ,bu iş için, dam tepelerinde, mektebin demir parmaklıkları üstünde, arka bahçede tarzanvari numaralarla fotoğraflar çekilir. Bundan sonra basımevi arama işine baş lanır. Sabahtan izin alınır, ve Babıalinin kaldı rımlarında yarı aç ,yarı tok akşamadek dolaşılır: «Baksana yahu, falan matbağa ucuza basıyor, oraya bastıralım:ı>; <bırak allasen, o adamı gözüm tutmadı hem klişelerde bize ait, bir de onlarla mı uğraşalım» gibi hararetli münakaşalardan sonra en ucuz (!) ve en temiz basımevi bulunur. > -~-·'-. -Lt..~ - •. ; B A B A L T 'ye Öte yandan kapı kapı dolaşıp reklam aranmaktadır; sağolsunlar Galatasaraylı ağa beylerimiz, nazik bir şekilde, iktisadi buhrandan, işsizlikten söz açarak «gelecek dergi içim, «kısmet olursa» ilan vermeği vaadederler. Onbea yirmi müessese dolaşıldıktan sonra bu da biter. Nihayet bir cumartesi günü, monden zevkler bir tarafa bırakılıp, bütün malzemeler koltuk altrna sıkıştırılarak, neşriyat kolu basıme vine kapağı atar. Mizanpaj büyük şamatalarla tamamlandıktan sonra dergi nihayet çıkar. Çı kar ama bir de satması var o:nu: Neşriyat kolu tam kadro satışa başlar: Ve «ağbi pazartesiye, valla-billa param yok»; «leyli meccaniyim ağ bh; «daimiyim param gclınedt» gibi sevgili arkadaşlarımızın protestoları ve «ne demek dersimi kesip dergi satmak»; «başka zaman gelemez misiniz»; «Müdür beyden izniniz var mı?» diye sayın hocalarımızın yapıcı tenkidleri arasında dergi satılır. Birkaç hafta vade ile kalan paraların bir kısmı da toplanır. Arkadaşlar, bütüı'l. bunlar işin karikatürize edilmiş şekli; amaç derginin yaşamasıdır. Fakat, bu amaç yalnızca bir geleneğin devam ettirilmesi değil, aynı zamanda Galatasaray kültürünün, Galatasaraylılık ruhunun da devam ettirilmesidir. Bu da karşılıklı çalışma ve yardımlaşmayla olur kanısındayız. Dergiyi benimseyiniz, destekleyiniz. NEŞRİYAT KOLU 18 GALATASARAY KANUNUN Kanunun kapısı önündeki bekçi ayakta duruyordu. Taşralı adam kendisini tanıttı ve içeri girip giremiyeceğini sordu. Fakat bekçi, şimdilik buna izin veremiyeceğini söyledi. Bunun üzerine adam, kısa bir tereddütten sonra, ileride içeri alınıp alınmıyacağını öğrenmek istedi. Bekçi, «Olabilir dedi; fakat şimdi değil». Ve her zaman açık duran kapının önünden çekildi. Taşralı adam içerisini görmek için bir parça eğilmişti ki, beriki· onun bu hareketini farketti ve. gülerek: «Burası dedi seni bu kadar çekiyorsa dene bakalım, iznim olmadan içeri girmeği. Fakat, şunu da iyi bil: Senden kudretliyim. Hem de ,bu bakımdan, buradaki öteki bekçilerin sonuncusu sayılırım. Her koğuşta birbirinden kudretli bekçiler var. Benden sonra üçün. cü geleninin hali bana bile dehşet veriyor.» Doğrusu ya taşralı adam hiç bu kadar zorluk beklemiyordu; kanun herkese, her zaman açık olmalıydı. Fakat şimdi, kürk paltosuna burünmüş, sivri burunlu, ince-uzun siyah Tatar sakallı bekçiye biraz daha yakından baktığı için, kendisine içeri girme izni verilene kadar beklemeğe karar verdi. Bekçi de ona bir tabure verdi ve, fazla da yaklaşmamak üzere, kanunun kapısı nın önüne oturttu. Orada Taşralı adam, öylece oturmuş bir halde günlerce, senelerce kaldı. Pek çok gayretler sarfetti içeriye girebilmek için, ve bekçiyi epeyi yordu, ardı arkası kesilmeyen dualarıyla. Bekçi de bazan onu sorguya çekerdi; memleketine ait şeyler ve daha bir çok başka başka şeyler sorardı. Fakat bunlar kayıt s~zlıkla, adeta bir senyör edasıyla sorulmuş suallerdi. Ve her seferinde bekçi; henüz onu içeri alamıyacağını tekrarlıyarak son verirdi sorgusuna. Uzun bir seyahat için gayet iyi hazırlanmış olan adam, bekçiyi kandırmak için, ne kadar pahalı olursa olsun, bütün çarelere baş vurdu. Beri- ÖNÜNDE ki gerçi her şeyi kabul ediyordu, ama hemen de ilave ediyordu: <<Hiç bir şeyi unutmadığını iyice göresin diye kabul ediyorum.» Böylece, seneler ve seneler boyunca adam hiç ara vermeden bekçiyi izledi. Diğerlerini unutmuştu bile. Bu birincisi, Kanunun kapısını aşabilmesci için yegane engeldi onun gözünde. İlk yıllar, kötü talihini durmadan ve yüksek sesle lanetlerdi. Daha ~onraları, ihtiyarladığında, dişle ri arasından sızlanmakla yetiniyordu. Derken bunadı, ve artık senelerce gözleye gözleye bekçiyi, kürkündeki pirelere varıncayadek tanıdığından ,pirelere yalvarmağa, onları yardıma çağırmağa başladı bekçiyi yumuşatmak için. Nihayet gözleri de zayıfladı ve bir an geldi ki, etrafının mı daha. karanlık olduğunu, yoksa gözlerinin mi onu aldattığını. bile anlamamağa başladı. Fakat şimdi, çok iyi tanıdığı sonsuz bir ışık, karanlığın içinde, kanunun kapısı önünde parıldamaktaydı. Artık çok ömrü kalmamıştı Taşralı adamın. Ölmeden önce, kafasında kaynaşmış· bunca yıllık tecrübeleri, o zamana kadar bekçiye sormadığı bir soruya inkilap etti. Bekçiye eliyle gelmesini işaret etti. Kanun kapıcısı onu duymak için iyice eğilmek zorundaydı. Çünkü boyları arasındaki fark zamanla, Taşralı adamın al ey hine olarak değiş mişti. <<Ne öğrenmek istiyorsun hala diye sordu bekçi, tatmin olmuyorsun bir tür1il>>. Adam: «Şay~t dedi herkes kanunu arzuluyorsa niye bunca yıldır benden baş ka kapısını çalan olmadı?» Kanunun bek.çisi adamın sonunun nihayet· geldiğini hissederek ,duvar gibi sağır kulaklarına ağ zını yaklaştırıp gürledi: <<Buraya senden başkası giremez, çünkü bu kapı yalnız senin için yapılmıştır. Şimdi gidiyorum ve kapatıyorum kapıyı.» Franz Kafka'dan çeviren: Turhan Il..GAZ 19 GALATASARAY Orta köyde Lisenin her sınıfında bulunan ve Ortaköyen tatlı, en mesut senelerinin bu deniz kıyısında ki tarihi, havası sıcak ve samimi binada geçirdiklerini söylerler. Bizlerin de bu röportajdaki gayemiz bu arkadaşların hatıralarını canlandırmak, oradaki günlük hayatı, küçük kardeşlerimizi elimizden geldiği kadar sizlere ta - de okumuş olan arkadaşlarımıza sorarsanız nıtmaktır. İzin formalitelerini ve derginin baskı işle ri ile ilgili bazı meseleleri hallettikten sonra, saat 12 ye doğru «aşağı okula» geldik. Müdür İbrahim Uygur bey de zaten bizi bekliyordu. Son dersi kaçırmamak için hemen derslere girmeği uygun bulduk ve birinci sınıfın kapısını çaldık. Kürsünün etrafında çepeçevre dizilmiş sıralarda küçük Galatasaraylılar oturmuştu. Öğretmenleri ise çoğumu zun tanıdığı, Galatasaray'da dokuzuncu senesini tamamlamakta olan Mme. İllac'dı. Bizleri güler yüzle karşılayan Mme. İllac, derslerinin c:Lecture» olduğunu, fakat çocukların okumasını yeni öğrendikleri için dersin fazla enteresan olmadığını, fransızcalarını görebilmemiz ıçın «Langage» yapmağı teklif etti. Bu teklifi hep beraber kabul ederek dersi takibe başla dık. Kürsünün üzerinde bulunan mektep maketi üzerine sorulan soruları bütün çocuklar güzel bir fransızcayla adeta biribirleriyle yarış edercesine cevaplandırıyorlardı. Hele Mme. İllac'ın sorduğu soruların o sabah öğrenilen derse ait olduğunu öğrenince bayağı şaşırdık, fakat iftihar da ettik. Çocuklar sınıf içinde bir serbestiye sahip. Arzularını Türkçe olarak söylüyorlar, öğretmenlerinden fransızca cevap alıyorlar. Mme. İllac'ın türkçe bilmesi, küçüklerin arzu ve isteklerini anlayarak yerine getirmeğe çalışması, onları sıcak ve samimi bir hava içine sokuyordu. Sınıfından memnun olup olmadığını sorduğumuzda: «İls sont gentils, mais c'est difficile de les faire apprendre en meme temps le français et la 1ecture et b r gun l'ortographe» .dedi. Ayrıca bu seneki I. sınıf talebeleri diğer senelerdekilerden daha küçük olduklarından öğretim zorlaşıyor. Fakat üç dört ay içinde normal bir seviyeye geleceklerini de Mme. İllac ilave etti. Kendisinden müsaade isteyip ayrıldıktan ssınra Ytş. A sınıfına girdik. Burada Mme. Salzedo'nun dersi vardı. Bizi şaşırtan şey sınıfın karanlık olması ve projeksion gösterilmesiydi. Bu hiç alışkın olmadığımız bir. ders şekliydi. Üç sene evvel Ortaköyde tatbikine başlanan «audio visueh sistemin kontrol bölümünü yapıyorlardı. Bu derste projeksion makinesi perdeye bir imaj aksettiriyor ve bu imajla aHikalı sözler, aynı anda, teypde duyuluyordu. Bu arada öğretmen, talebelere teker teker. duyduklarını tekrar ettiriyordu. Dersde, bilhassa dikkatimizi çeken şey, çocukların teypde söylenenleri, bir fransız aksanıyla tekrar etmeleri oldu. Biraz sonra yemek zili çaldı. Lisede görmeğe alışkın olduğumuzun tersine, koşarak yemeğe gideceklerine etrafımızı çevirip sualler sormağa başladılar. Sualleri, en fazla lise ile ilgiliydi. Yukarı mektepteki tanıdıklarına, lisenin derslerine, 15.30-17.00 arası izinlerine ait türlü türlü şeyler bir sürü ağızdan çıkarken, bir kısmı da herbirimizi bir kolumuzdan yakalamış, kendi yemekhanelerine gelmemiz ıçın ısrar ediyorlardı. Yemekhaneleri de, hakikaten, liselileri kıskandıracak kadar mükemmel. Küçükler tek sıra halinde yemekhaneye giriyorlardı .Bunun sebebini İbrahim Uygur'dan sorduğumuzda: .:Böyle yapmamızın sebebi, çocukların sıcak yemek yemelerini sağla maktır. Sırayla, yemeği konan masalarda oturanlar böyle gurup halinde girerler» dedi. Dördüncü sınıfların masasına oturunca, yemeği büyük bir neşe içinde, durmaksızın onların arkası gelmeyen, fakat zekice sorulmuş suallerine cevaplar yetiştirmeğe çalışarak ancak yarım saatte bitirebik!ik. Yemek teneffüsünde 4 lerle 5 ler arasındaki voleybol maçını seyrettik. 5. sınıfın büyük gayretlerine rağ men 4. sınıf maçı 3-0 kazandı. Ders zili çaldığında, küçük Galatasaraylı lar sınıflarına koşarken bizler de İnci Hanı mın nezaretinde Phonetik laboratuarının yolunu tuttuk. Burada üç ayrı hücre ve her hücrede birer teyp, mikrofon ve kulaklık vardı. Bu konuda Fransa'da özel ihtisas yapmış olan İnci hanım deneme için Ytş. B sınıfından bir talebeyi bir hücreye soktu ve bize bu yeni usulü izah etti. Talebe ilk önce teypteki sözleri (ki bunlar kafi aralıklarla banda alınmıştır.) tekrarlıyordu, mikrofona söylediği, tekrarladığı kelimeler ,hususi surette yapılmış olan bandın 20 GALATASARAY EUGENE 1954 senelerinde Eugene İonesco Paris'te, Fransızların «rate» tabir' ettikleri bir kişi olarak tanınıyordu. Hayranları par makla gösterilecek kadar azdı. Kendisine karşı hem; nüktesinin şekillerine şaşırmış olan büyük bir halk topluluğu, hem de ha~ ıa «bağlı» edebiyatla «bağlı olmayan» edebiyat arasındaki harp sonrası ayırımlarla uğraşmakta olan bir kısım avangard «intelligentia» sı bulunuyordu. Ne bir dava güden; ne de bayrağı olan bu franco-romen ortalığa endişe vermekteydi. Nihayet dananın kuyruğu «Sandalyeler>> in tekrar oynamasıyla koptu: Bu sadece bir piyesin basit bir başarı kazanması değil ,fakat hız la Almanya, İngiltere, İtalya, Polonya, İs rail ve Güney Amerikaya zincirlemesine sıçrayan bir tepkiydi. Bugün ise artık hiç İONESCO bir şey _İonesco'nun tiyatrosunun kendini zorla kabul ettirmesine mani olamaz. Bu arada kritiğin silahlarını tamamiyle bıraktığı söylenemez. Öyle ya, Fransa'da rasyonalizmin geleneksel şekillerine keridi tarzlarında hepsi, ama hepsi sadık oian budjuvalar olduğu gibi entellektüeller de vardır. Bunlara has, daha evvelden 1mal edilmiş petek gözlerinin hiç birinin içine girmeyen bir yazara nasıl itimat edilebilinir? Bu tiyatroda en çok şaşırtıcı taraf da, şüphesiz, gülmenin yardımcı bir unsur olarak değil de, bir şiir kuvveti olarak kullanıldığıdır. Bazan öyle olur ki, örneğin «Albay'ın Rüyası» nda olduğu gibi, çıkış noktası ilkönce hikayeye çevrilmiş bir düş tür. Sonra da bu hikaye piyes şekline dö(Devamı ·-sayfa 25 ·de) ııııtıı11111111111111ıı11111ıı11ıııııı111111ıı111ııtııııııııı11ıtıııı1111111111111111ııııııı111ıııı111ııııı11ııııı11ıııttlttlllllllllllllllllllllltlllllllltlllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllltlllllllllllllllll alt kısmına alınıyordu. Bundan sonradır ki talebe kendi sesini dinliyor ve yanlışlarını düzeltmek imkanını buluyordu. Daha sonra, talebenin konuşması silinebiliyor ,fakat asıl «texte» asla silinmiyordu. İnci hanım bize, bu laboratuardan her gün, 16.00-18.00 arasında 60 talebenin devamlı olarak geçmekte olduğunu söyledi. Ertesi gün ise sınıfta proj eksiy<mla öğrenilen şeylerin tekrarı (memorisation), yapılıyor. İki üç ay kitap takibetmiyorlarmış. Sene sonu sınavlarındaysa, yazılılarda klasik metodla çalışan sınıflarla aynı netice alınıyor, sözlülerdeyse tatbiki daha iyi bir sonuç elde ediliyor. İbrahim Beyden aldığımız bilgiye göre laboratuar daha da genişleyecekmiş. Biz de böyle bir laboratuarı yukarı okulda da görmeği temenni ederek İnci hanıma teşekkür edip fyrıldık. Daha sonra girdiğimiz 5. sınıfta Mr. Pilet'nin matematik dersi vardı. Sınıfın en çalışkan talebesi olan 140 Mehmet Kısmet'in defterini bize gösterdi. Ödevleri kontrol ettikten. sonra, derse kaldırdığı bir talebeden, bir üçgeBxh nin alanının - - - olduğunu ispat etmesini 2 istedi. Yani bizde, yedinci sınıfta sorulan bir soruyu, ilkokul 5 .sınıf talebesine sordu. Sebebini ise ,bu sınıfı iki senedir okuttuğu, bu yüzden onlara böyle suplementaire konular öğ rettiği bu sınıfın diğer sınıflara nazaran en iyi old~ğu şeklinde izah etti. Vaktin ilerlemesi ve daha ziyaret edeceğimiz bir sınıfın olması yüzünden bu meraklı dersten ayrılmak zorunda kaldık. Son olarak, üçüncü sınıfta, Seza hanımın verdiği türkçe dersindeydik. «Atam seni anı yoruz» adlı bir parçayı inceliyorlardı. Çocukların hepsi dersi alaka ile takib ediyorlar, parmaklar kalkıp iniyordu. Hummalı bir çalışma ile cevaplar veriliyor, sözlüklere baliilıyor, cümleler kuruluyordu. Buradan da istemiyerek ayrıldık ve İbrahim Uygur'a teşekkür ederek «Büyük Galatasarayım yolunu tuttuk. Aşağı Mektepte bulunduğumuz zaman zarfında vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. Okula doğru yol alırken hafızamızda unutulmaz bir gün, sevimli talebeler, güleryüzlü, nazik öğretmenler ve... ertesi günkü derslerimiz vardı. NEŞRİYAT KOLU il İNSAF SENİ DÜŞÜNÜYORUM "Yuvarlak. topa bak." dediydi falcı k._adıti Seni dü:[Ünüyorum :[Öyle bir Sıkı sıkı yumdum gBzümü Yedi, altı, . Öylesine yetiyorsun yirmibe:f... hislerime Her Kece dü:[lerimdesin Hepsini Seni atamaz oluyorum Tane tane Unutamaz oluyorum Teker tek.er Seninle doluyorum, doluyorum. Yediden yirmibe:[e Ahi Ne Künler Keçireceğiz beraber kjm bilir? Masal gi,bi Beraber oturacağız, yaşıyacağız Tek.er teker... Aynı Bir ak:fam vakti tencereden yiyeceğiz Aynı küpten içeceğiz Yan· sokaklardan birinde Birbirine sokulmu:f iki insan Kördüm Sonra k.t Atsam atamam Satsam satamam onları Yemye:[il bir parkta, ye,[il bankın üstünde Kördüm Ah.! N' aparım ben senlen Müstakbel kaynanam! Gözlerinde fer, dudaklarında ay ... Derk.en bı"r karanlık. çöktü m .. MIYORUM Bu sefer bir Kar ,çok çok. trenler Kördüm Altı numaralı perondaki Kader yüklü vaKonları Ağustos kızıl lokomotifi KÜne:[inde buharla:[an KÖZyCl:[larmı Ne batan KÜnü yererim Ne doğanı överim ... Ne k.u:fları sevmesini Sonra ... Ne k_.edi dövmesini Hiçbir :[ey Beceririm ... Yalnız oynak. bir kalemin kağıt üzerindek.ı Ne uçan k.ufa püf iniltileri Ve bir ReminKton yazı makinesinin uzak.tan Kelen N.-:: düfene uf... Aralık_lı Ne Kelene övKÜ tok. hayk_ınrları Ne Kiden sevf!.iliye çağrı Yazamıyorum Anlaşılıyor "İnsaf" dedim falcı k_adına "Reklamı mu dostum? bu i:[e de soktunuz" Ben bu i,[i beceremiyorum. Vurdum kapıyı çık_tım. Doğan FERAY Doğan FERAY COGİTO Hamdi gibi Renkler var önümde çapraşık, müze soğuk, büyük sanat eserleri renkler. İstemiyomm onları. den. Çıksınlar düşlerim Yıkılsınlar duvarlarından, çöksünler yuvalarında. Yağmur çiseliyor. Neonlar var üzerinde. Ayaklarım üşüyor, ben yürüyorum. Bir şeyler olmak istiyorum. Merdiven zorlu, uzun, yıkıcı, yorucu bir merdiven. Çıkamıyorum, kıvrılıyorum taşa, soğuk taşa. Hissediyomm yalnızlığımı. Yarmak istiyorum si::;i, akşam sisini düşüncemle. Neyim ben? Kimim ben? Birşeyler kurmak, hayallere dalmak umuduyla içiyorum. İçki değil bu acı bir su, o da bana boşluk veriyor. Dolmuş arıyorum ... Lamba üzerime geliyor, paçal arım çamurlanmış, darı.lıyorum yağmura, sonra ağlı yorum yalnızlığıma. Düşüyorum merdivenden. Ayakkabım ıslak oln;ı.uş. Mutlu kişileri düşünüyorum. Gene omuz silkerek yürüyorum. Tiksiniyomm şu an etraftan. Kaçıp kurtulmak istiyorum, bir saçmalık yapmadan. Renkler: gene geldiler; sarılı, morlu, Her şeyde bir şey var, bana bakıyorlar. Ne var bende? Bir vücut, çıkık bir gırtlak, düz saçlar, umduğunu bulamamış boşluk gözler, gülmeğe çalışan bir yüz. Dayanamıyorum. Kokuyor etraf. Düşünüyorum. Bir şeyler bulurum ümidiyle. Otobüs durağında yok, beni bekleyecek olan ladvertli kız. Onu da kaybettim galiba. Topuz saçlarını özlüyorum, mavi kur- BARIŞTIRAN delesini arıyorum, çocuksu gülüşünü görüyorum, gene gelmemiş. Ağlıyorum bir kez daha, yağmur altında. Belki yağmur suyudur gözümden akan. Renkler köşede, renkler, duvarda, afişte, renkler lambalarda. Kırmızı var lambada, demek burada da şansım yok. Karşıya geçemiyorum, geriliyorum bir şeyler yapmak umuduyla. Şişko biri geçiyor bir kadınla, çok gülüyorlar. Boğuluyorum bayağı. Çelme takmak, çamur atmak istiyomm, ama elime ne geçer. Düşünüyorum rüzgarı, gelsin dağıtsın bu renkleri diyorum. Ben de alayım topuz saçlımı diyorum, sonra istemiyorum hiçbirini. Yaşıyor muyum acaba? Önemli olan bu. Alık alık yürüyorum vitrinler boyunca. Evimi özlüyorum. Üşümek istiyorum rüzgarda. Off! Fena renkler önümde, kurtuluş yok dönüyorum. Gülüyorum onlara. Ben artık varım diyorum, mevcudum diyorum. Çünkü hiç olmazsa sizin hiçliğini zi düşünebiliyorum. İnsanlara iyilik için kaybettim sevdiğimi. Hayasız, zavallı, hırslı insanlar için. Ama onlar beni vurdular, ele verdiler, sonra çekip gittiler. Yalnızım. Ama düşünüyorum. Renkleri bile düşünsem mutluyum. Kendimi buldum düşünmek hırsıyla. Renkler yükseliyor karmakarışık, göğe. Tersyüz olmuş istenen, arzulanan renkler. El sallıyorum onlara, güle güle diyorum cici renklere. Oturuyorum. Gülüyorum katıla katıla saçmalığı ma. 23 GALATASARAY SULTANtDEN 10 KASIM Ataya saygı Kültür ve Edebiyat kolu, Atatürk'ün 25. ölüm yıldönümü münasebetiyle 10 Kasım'da, geçen yıllardan daha zengin ve daha uzun süreli bir anma töreni tertip etti. Kıymetli öğretmenlerimiz ve arkadaşları mızın şiir ve konuşmalarına ilaveten, sahnedeki beyaz perdeye aksettirilen Anıt Kabir'in projeksiyonları bu seneki töreni daha da renklendirdi. Bunlardan başka, programdaki «Fantastik Temsil», ufak aksaklıklarına rağmen, bu. seneki 1O Kasım günü ayrı bir özellik kazandırdı. Ayrıca, 15 kasım Cuma günü, Hukuk Fakültesi profesörlerinden Tarık Zafer Tunaya, okulumuzda Atatürk hakkında bir konferans vermiştir. KÜLTÜR KOLU FAALİYETLERİ : Okulumuz Kültür ve Edebiyat kolu da diğer okul içi kolları gibi 1963-64 ders yılı faaliyetlerine başlamış bulunmaktadır. Bu yıl başkan 12 Fen'den Semih Abut ve diğer üyeler ise 12 Edebiyattan Doğan Feray, 11 Fen'den Bülent Pabuççuoğlu, Timur Göral ve 10 C'den Adnan Onart'tır. Edebiyat kolu, rehber öğretmen Zeki Ömer Defne'nin idaresinde üç yönetim kurulu ve bir genel kurul toplantısı yapmış, sene içinde yapılacak faaliyetler üzerinde görüşmüştür. Özellikle sınıflar arasında tartışmalar tertiplemek ve okulumuza kendi alanlarında ün yapmış önemli kişileri, konferanslar vermek üzere davet etmek bu faaliyetler arasındadır. Kültür ve Edebiyat kolumuz ayrıca okulumuzda Jean Cocteau için bir gün hazırlamaktadır. Genel Kurul 11111111111111111111111111 ÖZEL BİRLİK ; «İstanbul liseler arası Kültür ve Edebiyat Kolları» içinde teşekkül eden ve birkaç lise'nin meydana getirdiği «İstanbul liseler arası Kültür ve Edebiyat Kolları Özel Birliği>> nin ilk toplantısı lisemizde olmuş ve bu birliğin, 1963-64 ders yılında yapacağı kültürel faaliyetler görüşülmüş tür. Bu faaliyetler arasında, önemli olarak «Sanat akımı günleri» ve «liseler arası bilgi yarışmaları» vardır. toplantısı ııııııııııııııııııııtıtıııı SATRANÇ Okulumuz satranç kulübü de faaliyetlerine başlamış bulunmaktadır. Bu kol, 12 Fen'den Semih Abut ve II Edebiyat'tan Suat İnanç tarafından yönetilmektedir. Ortaokul satranç turnuvası tertiplenmiştir ve devam etmektedir. Bu arada İs tanbul Liseler arası satranç turnuvasına okulumuzun da iştirak etmesine karar verilmiştir. Saturanççılarımıza başarılar dileriz. 24 GA.LATASARA~ FLA~ELİST KULÜBÜ Kulübümüz, 1962-63 ders yılı faaliyetlerinden olmak üzere 7-15 Eylül 1963 tarihleri arasında, Spor ve Sergi sarayında açılan «İstanbul. 6?» Enternasyona! Pul Sergisi'ne katılmış ve bir jüri diplomasıyla YEN( edilmiştir. Bu yılki faaliyetler araLisemizde bir liseler arası pul sergisi açmak ve «Filateh>, Faris enternasyonal sergisine katılmak bulunsında, Şubat ayında, maktadır. HOCALARIMIZ Lisemiz bu sene de, bir çok değerli Biz, neşriyat kolu olarak, yeni öğretmenlerimize bazı sualler sorduk: öğretmene kavuştu. Fransız taltif hocalara : 1/ Ou avez-vous fait vos etudes superieures? 2/ Oiı etiez-vous avant d'arriver en Turquie?. 3/ Yat-il quelque chose en Turquie que vous n'avez pas encore habituee? 4/ Pourriez-vous nous decrire en un mot notre lycee? 5/ Comment trouvez-vous la vie sociale de la Turquie? 6/ Etes-vous pessimiste ou optimiste sur l'avenir de l'humanite? ' Aldığımız cevaplar : Mme Françoise Somerville (Français): 1/ A Faris, a la Sorbonne-Ecole Normale Superieure de Sevres. 2/ A Evreux. 3/ A l'impolitesse de certains eleves. G/ Ça ressemble aux autres lycee. 5 / Assez bas par rapport a la France. 6/ 02timiste. M. Pierre Cartet (Mathematique) : 1/ A Lion en France. 2/ A Lion en France. 3/ 1 ·Non. 4/ Sympathique. 5/ Bien. 6/ Optimiste relativement. Mme. Jacqueline Pierlot. (Français) 1/ .A Faris a la Sorbonne. 2/ A Maroc. 3/ La circulation a İstanbul. 4/ Difficile mais sympathiqµe. 5/ Comme ailleur. 6/ Plutôt optimiste. M. Daniel Pierlot (Français) 1/ A Paris a la Sorbonne. 2/ A Maroc. 3/ Les classes et le niveau en Français. 4/ İnteressant. 5/ J'ai pas encore d'idee. 6/ Optimiste. Türk hocalara : 1/ Galatasaray Lisesine gelmeden evvel nerede öğretmenlik yaptınız? 2/ Yüksek tahsilinizi nerede yaptı.., nız? 3/ Lisemiz hakkında düşündükleri nizi bir kelimeyle söyler misiniz? 4/ İnsanlığın geleceği için iyimser misiniz yoksa kötümser mi? Aldığımız cevaplar : Bayan Melahat Mansuroğlu (Edebiyat) : 1/ İstanbul Atatürk Erkek Lisesi. 2/ İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı dalı. 3/ Galatasaray Lisesi, Türkiyemizin kültür hayatında ideal bir isimdir. Ne yapılsa ülküye varılmış olamaz. 4/ İnsanlığı sona. götürebilecek gibi görünen yıkıcı buluşlardan sonra kişinin iyimser olmasına imkan var mı? Dr. İbrahim Kutluk (Edebiyat) 1/ Haydarpaşa Lisesi. 2/ Yüksek Öğretmen Okulu. 3/ Şimdilik iyi. 4/ Yaşayabilmem için iyimser olmam gerek. (Devamı sayfa 28 de) GALATASARAY Eugene (Baştarafı sayfa.20 de) · külür. Fakat tam bir ne.sir içinc:Je bul;unduğumuzu sandığımız anlarda bile tema ve gagların zincirlemesinin düşsel bir mantiğın kurallarına uyduğunu görürüz: Kişi ler ani değişmelere uğrayabilirler: «Gergedan» da olduğu veya «J acques» ın nişanlı sının başına geldiği gibi birer canavar olabilirler, veyahut da «Aylıksız Kaatil» deki kapıcı, «Vazife Kurbanlar.ı» ndaki müfettiş gibi hüviyet değiştirebilirler: Bu arada olaylarda sanki bir kabus görüyormuşuz hissini veren devamlı bir hızlanmaya maruz kalabilirler; sandalyelerin sayısı o kadar fazladır ki sahnede hareket etmenin imkanı yoktur, yumurtalar durmadan çoğalır, «Yeni Kiracı» nm eşyaları korkunç bir hızla üstüste yığılır, «Amedee» deki ceset aynen bir «Hendesi silsile» gibi büyümeğe başlar ve gergedanlar her yeri istila ederler. Hızlanış ritmleri çoğu zaman tesirli sebep ilgilerinin sistemli bir şekilde ve gerilemesiyle meydana gelen aksi-ritimlerin refakatindedir. "Yeni kiracının» eşyaları nı taşımakta görülen kolaylık bu eşyaların büyüklük ve ağırlığıyle orantılıdır. «Kel şarkıcı» da kapının zili üç defa çaldığı zaman kapıda kimsecikler yoktur, fakat Mrs. Smith «bu tecrübe bize, kapının çalındığı nı duyduğumuz zaman, kimsenin olmadığı nı öğretiyor» der demez zil bir dördüncü defa daha duyulur ve itfaiyeci başı içeri girer. J acques kendisine nişanlı olarak seçilen kızın güzel olduğunu öğrenince çirkin birine varmak için tepinir durur. Ve Amedee havada uçarak jandarmaların burunlarının dibinden kaçarken, bin bir türlü özür beyan eder ve «yüksekliğe karşı bulunduğunu, kendiliğinden mevcut olduğunu» söyler. Fakat bu senkop bağlantılarının hiç biri ne ayrılabilir, ne de kelimesi kelimesine tercüme edilebilir: Hepsi kuvvetli ve zayıf zamanlar, hızlanma olayları ve ölü anlar simetri ve disimetrilerden yapılmış olan ahenkli bir kuruluşun içindedirler. 25 ionesco İşte bunun içindir ki İonesci'nun her piye- . si .lise ve kolejlerde metinleri anlatma ın~ toçilarırıa karşı bir meydan okumadır. Bu arada, bu tiyatroya her tü.rlü mana faziletini reddetmenin çok ağır bir hata olacağını da ilave edelim: Biz burada, şairlerde olduğu gibi, sadece kuruluşların arasından şekillenen ve anlamlaşan bir «Vasıtalı» ifadeyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu da düşüncenin daima tiyatro ifadesinden daha evvel geldiği Sartre'ın tiyatrosunun en mükemmel antitezidir. Zaten Ionesco'nun kişileri, eğer «Gizli Toplantı» veya «Kirli Eller>> deki, hafiften ayak takımı tavrı takınan agrejeler tarzın da münakaşa eden muhakemeciler gibi dertlerini anlatmağa kalksalardı bunda epey zorluk çekerlerdi. Onların muhavereleri çoğu zaman paralel monoloklar şeklin dedir ve Nathalie Sarruate'un yaratıkları gibi ancak «ortak bir yer» sayesinde münasebette bulunabilirler. Fakat burada ortak yerler sistemli olarak intizamı bozul muş, mantıklı mekanizmalar bağlı olarak tahrik edilmiştir ve, bu geveze, şaşkın küçük burjuvaların oturduğu küçük şehirler de zihni faaliyet bir kasıtlar, muhakeme, otomatik birleşme halitası tarafından temsil edi)miştir. Ionesco'nun insanı aynen, Süveyş krizi sırasında radyasyonlara karşı korunmak için bakkalların tuz stokları na hücum eden kütleler tarzında hareket eder, adeta bir, «Şarta bağlanış» karıncalar kainatında yıkanır. Ve bu kainattan dışarı çıkmay~ aklından .bile geçirmediği içindir ki dram değil komedi vardır, daha doğru su dram havası kendini ancak, bu çıkış niyeti görüldüğü zaman, «SandalyeleD> ve «Gergedan» da olduğu gibi, gösterir. Fakat Paris'te, Lübeck'te, Küba'da, Varşova'da veya Hong-Kong'da Ionesco'yu alkışlayan seyirciler bu hususta yanılma mışlardır ve bu saçmanın tiyatrosuna, metafizikle hiç bir ilgisi olmayan, manevi bir ızdırap örtüsü örtmüşlerdir: «Şarta bağlan mış» insanın ızdırabı ... Gilbert Gadoffre'den çeviren: Bülent Pabuççuoğlu YENİ HOCALAIUMIZ ; (Baş tarafı Sayfa 24 de) Bay Mustafa İstanbullu (Fransızca) : 1/ Antakya Lisesi. 2/ Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi. 3/ İdeal. 4/ Kötümser. Bay Ömer Sümer (Resim-İş) 1/ Aydın İlk Öğretmen Okulu, İstanbul Mahmutpaşa Ortaokulu ve Galatasaray lisesi. 2/ Güzel Sanatlar Akademisi Resim Şubesi. 3/ Mevcut mekteplerimizin en iyisi. 4/ İyimser. Bay Gıyaseddin Barbarosoğlu. Deniz Yarbayı (Milli Güvenlik) : 1/ Seyir ve Hidrografi dairesi kurs müdürü. 2/ Deniz Harp Okulu. 3/ Asker gözüyle disiplin az. 4/ İyimser . Topçu yarbay Meh.met Nebioğlu (Milli Güvenlik) : 1/ 1943 Galatasaray lisesi, 1956 Balıkesir Lisesi matematik ve Milli Güvenlik öğretmeni, 1962 Bingöl lisesi matematik öğretmeni ve 1963 de tekrar Galatasaray Lisesi. 2/ Kara Harp Okulu. 3/ Disiplinli çalışmak lazım. 4/ Çok iyimser. Bay Ali Tayeri (Edebiyat) 1/ İlk hocalığım. 2/ İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümü. . 3/ Umduğum gibi bulmadım. 4/ İyimser. Yeni formül BOL VİTAMİNLİ PİRiNÇ UNLARI besler ve kuvvetlendirir. J~~ karşıllksız mükemmel .·:\ bir hizmet 41!!!~1\ &111& . . .•. ,}~:~\ Edirne 1- w 2 uı ~ (Londra asfaltı) İnciraltı (İzmir) artlk rahatınız temin edilmiştir.. BÜTÜN DÜNYADA YAYGIN BP TOURING SERViCE TEŞKİLAT! Turistlerin yola çıkmadan ve yolda her türlü ihtiyaçlarını giderebilecekleri ve istedikleri .malumatı bulabilecekleri en emin yer... BP MOCAMP'LARI Çadırlı. Turistlerin cekleri modern kamp sahalarıdır. BP INFORMATION rahatça kalabile·• CENTER'LER yol, şehir ve Turistik bölgelere ait en kıymetli broşürleri, haritaları sizlere bedelsiz olarak verecek dolayısı ile en iyi rehberiniz olacaktır. Bakım, akaryakıt ikmali, konaklama ve bütün ihtiyaçlarınız için BP Touring Service zinciri emrinizdedir. TOURING SERViCE c SOGUKTAN ARABAN iZi DA KORUYOR MUSUNUZ? ./ I Yazın olduğu gibi kışın da motörünü korursanız, otomobilinizden beklediğiniz randımanı alabilirsiniz. En şiddetli sıcaklarda fazla incelmeven MOBILOIL SPECIAL dondurucu soğuklarda da fazla kalın laşmaz. MOBILOIL SPECIAL, bugünün ve yarının ihtiyaçlarını yaz, kış karşılayacak yegane motör yağıdır. arabanızın Mobiloil Speeid • Soğukta motörUn ilk hareketini kolaylaştırır. • AkU ömrUnU uzatır. • Aşınmayı azaltır. • MotörUn gUcllnU artınr. • Yakıtta ekonomi sağlar. MOBILOIL gibi üstün vasıflı, mükemmel bir motör özel şekilde hazırla· nan MOBILOIL SPECIAL arabanızın ömrünü uzatır, tamir, yakıt ve yağ masraflarınızda ekonomi saQlar• yağının imalıitçıları tarafından • MOBILOIL SPECIAL, AP! klasifikasyonunda. "ML MM MS DG DM" ser:vislerini karşılar. TÜRKİYE ŞİŞE VE CCAM FABRİKALARI A. Ş. P AŞABAHÇE FABRİKASI Her çeşit Ecza, kolonya, gazoz ve içki ev ve sofra eşyaları, lüks dekor ve tezyinatlı züccaciye takımları, vazo ve tabaklar, her türlü elektrik glopları, lamba ve fener camları, kavanozlar, damacanalar v.s. mamulleri ile sayın Müşterilerin emrindedir. şişeleri Tel : 68 00 Ol - 69 ÇAYIROVA FABRİKASI Memleketimizde, 2 mm. den 8 mm. ye kadar kalınlıkta cam imalatında gittikçe ilerlemektedir. Memleket ihtiyacını faz~ lasıyle karşılamakta olan mamullerimiz aynı zamanda yapılan ihracatla, Amerika ve Hollanda gibi yabancı memleketlerde de büyük rağbet görmektedir. Evsaf ve kalite üstünlüğünü her bakımdan isbat eden mamullerimizi görmeniz menfaatınız icabıdır. Tel: Tuzla 90 UMUM MÜD(JRLtrK CAMİŞ - İSTANBUL Tel: 49 28 37 /38 32 GALA T·A SABA Y GALATASARAY Sayı: ! 42 - Aralık 1963 ! . Sahibi: Muvaffak Benderli 'fazı işlerini fiilen idare eden: Melahat Mansuroğlu Bu sayıyı hazırlCJ,yan Neşriyat Kol~: 8ÇEŞtT Turhan ILGAZ ÇORBA İSPANYOL İŞKEMBE Niyazi ÖKTEM DOMATES İlhan SEBZE BEZELYE TARHANA MERCİMEK EKSEN AHKAÇEL Muammer OKUMUŞ YAYLA Mete GÜRER Ayrıca SANTRAL'ın evler için hazırlattığı süt tQzunu siz de dlneyiniz. SANTRAL'ıı:Lkon danSe süt kutuları, hazır sütlü tatlıları bütün bakkallarda eln.rinizdedir. Santral Süt ve. Gıda Maddeleri Sanayii T. A. Ş. Ad.: Galatasaray, yeni çarşı No. 2 Tel: ~ 59 02 BAHA MATBAASI - !STANBUL, 1963 Ali ÇINAR Foto.ğraflar G.S.L. Fotoğraf Kolu