emıly bronte`nin wutherıng heıghts, charlotte bronte`nin vıllette, anne
Transkript
emıly bronte`nin wutherıng heıghts, charlotte bronte`nin vıllette, anne
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI (İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI) ANABİLİM DALI EMILY BRONTE’NİN WUTHERING HEIGHTS, CHARLOTTE BRONTE’NİN VILLETTE, ANNE BRONTE’NİN THE TENANT OF WILDFELL HALL ROMANLARINDA ‘GOTİK’ UNSURLARIN İNCELENMESİ Yüksek Lisans tezi Oya BUHARA Ankara- 2008 1 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI (İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI) ANABİLİM DALI EMILY BRONTE’NİN WUTHERING HEIGHTS, CHARLOTTE BRONTE’NİN VILLETTE, ANNE BRONTE’NİN THE TENANT OF WILDFELL HALL ROMANLARINDA ‘GOTİK’ UNSURLARIN İNCELENMESİ Yüksek Lisans tezi Oya BUHARA Tez Danışmanı Prof. Dr. Belgin Elbir Ankara- 2008 2 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ VE EDEBİYATLARI (İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI) ANABİLİM DALI EMILY BRONTE’NİN WUTHERING HEIGHTS, CHARLOTTE BRONTE’NİN VILLETTE, ANNE BRONTE’NİN THE TENANT OF WILDFELL HALL ROMANLARINDA ‘GOTİK’ UNSURLARIN İNCELENMESİ Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı : Prof. Dr. Belgin ELBİR Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası Prof. Dr. Belgin Elbir (Danışman).............. ........................................ Prof. Dr. Sema Ege...................................... ........................................ Yrd. Doç Dr. Evrim Doğan ........................ ........................................ .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... .................................................................... ......................................... Tez Sınavı Tarihi ...05/ 05/ 2008...... 3 TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Bu belge ile, bu tezdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu beyan ederim. Bu kural ve ilkelerin gereği olarak, çalışmada bana ait olmayan tüm veri, düşünce ve sonuçları andığımı ve kaynağını gösterdiğimi ayrıca beyan ederim.(……/……/200…) Tezi Hazırlayan Öğrencinin Adı ve Soyadı Oya Buhara İmzası ……………………………………… 4 İÇİNDEKİLER SAYFA NO GİRİŞ…………………………………………………………………………….1 I. WUTHERING HEIGHTS’TA GOTİK UNSURLAR…………………………………………………………..17 II. VILLETTE’DE GOTİK UNSURLAR…………………………………….49 III. THE TENANT OF WILDFELL HALL’DA GOTİK UNSURLAR………………………………………………………….76 SONUÇ……………………………………………………………………….100 KAYNAKÇA…………………………………………………………………102 ÖZ……………...……………………………………………………………...107 İNGİLİZCE ÖZET……………………………………………………………110 5 GİRİŞ ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette, Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanlarında Gotik unsurların incelenmesi’ adlı bu çalışmada öncelikle Giriş bölümünde ‘Gotik’ türü hakkında genel bir bilgi verilecek, birinci bölümde ise tarihsel bir bakış açısıyla kavram ve köken olarak ‘Gotik’ terimi açıklanacak, bu türün başlıca örneklerinden sayılan Horace Walpole’ün The Castle of Otranto adlı romanında ‘Gotik’ türü incelenecek, Giriş bölümünde belirtilen Gotik unsurlar saptanarak açıklanacaktır. Birinci, İkinci ve Üçüncü bölümlerde sırasıyla ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette, Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanları Giriş’te ve Birinci Bölümde verilen bilgiler ışığında incelenecektir, adı geçen romanlarda ‘Gotik’ unsurlar saptanıp açıklanacaktır. Romanların incelendiği bu üç bölümde XVIII. yüzyılda ortaya çıkan, genellikle Orta Çağ’da kasvetli bir kalede, zindanda, gizli yer altı geçitlerinde geçen gizemli, ürkütücü, doğa üstü olayların anlatıldığı, amacı okuyucuda korku ve ürperti ile yoğun duygular yaratmak olan Gotik roman türünün XIX. yüzyıl romanında nasıl bir değişime ve gelişime uğrayarak yer aldığını, nasıl bir yere ve öneme sahip olduğunu, Viktorya Dönemi romanında, akıl-duygu, bilinç- bilinç altı çatışmasının anlatılmasında, benliğin anlaşılmasında, kişilerin iç dünyalarının çözümlenmesinde ve dönem özelliklerinin eleştirilmesinde nasıl bir rol oynadığı açıklanacaktır. ‘Gothic’ yada Türkçe'de ki şekliyle ‘Gotik’ kimi iddialara göre, V. yüzyılda İngiltere’yi istila etmiş bir Alman kolunun Jute’larin XVII. yüzyılda yanlış bir varsayımla Goth’lar olarak özdeşleştirilmelerinden kaynaklanır. Bu germen kolunun alabildiğine kaba, vahşi ve barbar olduğu anlayışı Gotik’e bu sıfatları yakıştırdığı 6 gibi XVIII. yüzyıldaki anlayış, kavrama başka özellikleri de eklemiş hatta İngiliz politik hayatı geleneğine hukuku, özgürlüğü ve parlamenter haklar anlayışını yerleştirenler Gothlar olarak görülmeye başlamıştır. XVIII. yüzyılla birlikte Gotik barbarlık, zevksizlik, kaba süsleme gibi sıfatları unutturup, kibarlık, şıklık, zarafet, serinkanlılık ve duygusallık anlamlarını uyandırmaya başlamıştır. Tarih Gothları klasik Roma medeniyetini yakıp yıkan, medeni ve uygar dünyayı karanlık ve cehalet devrine sürükleyen barbarlar diye betimlemiştir. Ancak esasında Gothlar Roma imparatorluğunun kuzey ve doğu sınırlarında yaşayan ve uzun süren sınır savaşları sonucu imparatorluğu MS 376’da büyük oranda istila eden bir alman kolu (jutelar) idi. Gothlar ve beraberlerindeki yağmacı kavimler Romayı MS 410’da tam olarak yağmalamadan önce çoğu kez Romalı askerleri mağlup etmişlerdir. Gothlar Fransa ve İtalya’da kendi hükümranlıklarını kursalar da bu olaylar tarihte kötü bir yakıp yağmalama, tahribat ve zulüm hikayesi olarak görülmüş ve bir imparatorluğun yerine yeni bir devlet veya imparatorluğun yükselişi değil de bir imparatorluğun çöküşü olarak tarihe yansıtılmıştır. XVIII. yüzyıla kadar Got kelimesi sanki Alman kolları arasında önemli ayrımlar yokmuşçasına bütün Alman kollarına yakıştırılmıştır. Genelde Alman kollarına yakıştırılan Goth ismi aynı zamanda MS 449’da İngiltere’ye yerleşmiş Jute’ler, Anglo ve Saxon’ları da kapsamaktadır. Böylece, Gotik terimi genel olarak bir ortaçağ kültürünü, dolayısıyla karanlık çağlar boyunca İngiltere’deki baskın kültürü temsil etmektedir. Dünyada gelinen en büyük uygarlık diye betimlenen Roma İmparatorluğu’nun çöküşündeki önemli rollerinin bir sonucu olarak, Gotik kelimesi barbar kelimesini karşılamaya başlamakta hatta bu benzetme Chaucer ve Shakespeare’in eserlerine de yansımaktadır. Gotik kelimesi medeniyet yüzü görmemiş, genel bilgi ve kültürden yoksun bir barbar olarak tanımlanmış, kaba ve savaşa yatkın barbarlığın genel bir ifadesi olarak sıkça fakat 7 kötü anlamda kullanılmıştır. Botting’e göre: ‘Mimari ve edebiyatın hakim olduğu Klasik değerlerle aydınlanmış bir dönemin olgunluğu, akla uygunluğu ve ilerlemelerinden çok uzak milli bir geçmiş yarattı. Bu geçmiş, Orta Çağ için barbar gelenekleri ve uygulamaları, batıl inançları, cahilliği, aşırılıkları ve yabaniliği de kapsayan küçültücü bir terim olarak ‘Gotik’ diye adlandırıldı.’ (Botting, 1996: 8) Orta Çağ kültürünün ayakta kalan örnekleri kaba ve uygarlıktan mahrum olarak nitelenmeye başlamıştır. XVIII. yüzyılda Gotik terimi ilkel ve vahşi olan, nahoş, güzel olmayan her şeyi çağrıştıran terimlere karşılık gelen anlamlardan uzaklaşmış ve daha olumlu anlamları çağrıştırmaya başlamıştır. ‘ Bu bağlamda gotik edebiyat XVIII. yüzyılda iyiyi kötüden, aklı tutkudan, erdemi ahlaksızlıktan, bireyi diğerlerinden ayırmak için ortaya çıkan limitlerin sınanması halini almıştır.’ (Botting, 1996: 8) Maggie Kilgour ‘ XVIII. yüzyılda Gotik’in ortaya çıkmasını doğaüstü güçleri reddeden aydınlanmış laik modern dünyada dinsel ve doğaüstü öğelere olan ihtiyacın canlanması’ olarak değerlendirmektedir. (Kilgour, 1994: 3) Gotik romanın da ortaya çıkışı şövalyelik dönemi kadar eski bir geçmişe dayanmaktadır. Böylelikle Gotik, bilinçlice yapılmış bir tarihsel saptırma, bir zevksizlik yada yozlaşan bir etki olarak değil olumlu bir atıf olarak sunulan bir tür olarak karşımıza çıkar. Geçmiş tekrar değerlendirilip yaşanılan zamandan daha iyi olarak görülür ve nostaljik bir görünüm kazanan bu süreçte Gotik yapıt kendini gösterir. XVIII. yüzyılda Gotik kültürünün anlamının geliştirilmesi de Gotik’in tarihinin ve kültürünün önemini de arttırmıştır. Mimari, siyaset, din, edebiyat gibi Gotik kültürünün XVIII. yüzyılda hala geçerli olan birçok alanda, Orta Çağ Gotik kültürünün yeniden keşfini, Gotik kültürünün tekrar değerlendirilmesini sağlamıştır. 8 Böylelikle, Gotik klasik Roma’nın uygarlık değerlerinin bir yok edicisi değil, tam tersine İngiliz Kültür ve siyasetindeki eşsiz, değerli ve vazgeçilmez unsurlarını barındıran bir bilgi hazinesi ve kaynak olarak görülmelidir. Roma medeniyeti ve İngiltere’deki Neo-Klasik yansımalar, gotik kavramını zorbalık, yozlaşma ve bir lüks kaynağı olarak görmesine rağmen, daha sağlam bir inanç ve azimle Gotik bir erdem ve özgürlük kaynağı olarak inşa edilmiştir. ‘Genel olarak , ‘Gotik’ bastırılmış, barbarca ve hayali bir özgürlüğü iyileştirmek için neo-klasik estetik idealinin düzen ve birliğine karşı bir başkaldırıyla bütünleştirilmiştir.’ (Kilgour, : 3) Gotik aydınlanması yaşanılan dünyada İngiliz tarihinin yeniden değerlendirilmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca Gotik, Ortaçağdaki soyluluk, şövalyelik ve dini yaptırımlarla elde edilmiş egemenlik anlayışının derebeylik düzeninden, liberalizmle birlikte artarak gelişen laik, ticari, siyasi ve ekonomik anlayışa kadar uzanan bir süreci anlatması açısından, XVIII. yüzyılın yeni bir oluşumu olarak algılanabilir. Geçmişin yeniden inşası; kasveti ve karanlığına rağmen, daha parlak ve aydınlık düşüncenin varolacağı günümüz erdem ve mantığına ortam hazırlar. XVIII. yüzyıl Gotik tarihinin bu ütopik yansıması kaba ve kasvetli görünümünden dolayı bir kesinti, kopuş ve uzaklaşma içerse de, yaşanılan zamanla bağlantı ve devamın kurulmasına, geçmişteki değerlere tekrar hayat verilmesine ve en önemlisi daha iyi ve mükemmele yakın bir düşünüşe yönelik ortamı da hazırlar. Böylece, Gotik kavramı da romanı ve hikaye türü ile bu duygulara hizmet eden bir fantezi ürünü olarak kendini gösterir. Gotik roman, çağıyla bağlantısı açısından korku romanlarının öncü bir türü olarak değerlendirilmektedir. Öncelikli olarak mimari bir kavram olan ‘Gotik’ sıfatı Orta Çağ mimarisine ve sonrasında Orta Çağ ile ilgili her şeye yakıştırıldığından ve bu romanların çoğu da eski şatolarda, manastırlarda ve yıkıntılarla dolu bir ortaçağ 9 mekanında geçmiş olduğundan, XVIII. ve XIX. yüzyılın başında rağbet gören bu roman türüne ‘Gotik’ adı verilmiştir. Zamanla bu sözcük XVIII. yüzyılın ilk yarısına egemen olan Klasisizm’in tam karşıtı anlamına gelmiştir. Hennessy, Gotik romanı şöyle açıklamaktadır: ‘ Gotik roman bir yönüyle XVIII. yüzyıl edebiyatının klasik düzeninden uzaklaşarak, Romantik akımla paralel giden ve romantizmle pek çok bağlantı sunan bir gelişme olan hayal dünyası ve duygulara doğru ilerleyen genel bir harekettir.’ (Hennessy , 1978 :7) Başka bir deyişle, aklın ürünü olan klasik bir yapıt, kurallara uygun, dengeli ve tutarlı bir yapıya sahipken, düş gücünün bir ürünü olarak bilinen Gotik hikaye veya roman ise kurallara uymayan, coşkulu ve özgür bir yapıya sahiptir. Gotik türünün ilk örnekleri gerçeklerden uzaklaştıkları ve yazdıkları çağın toplumsal yaşantısıyla kişilerini ele almadıkları ve tümüyle hayal ürünü oldukları için aslında romandan ziyade ‘romans’ türüne daha yakındırlar.Bu öykülerle XVIII. yüzyılın ikinci yarısında gelişmeye başlayan Pre-Romantik akım arasında sıkı bir bağlantı oluşmuştur. Gotik romanların, Pre-Romantik eğilimlerin roman alanına bir çeşit yansımasının ürünü olduğu, bu eserlerin eski zamanlarda, özellikle Ortaçağda geçmelerinden, doğaüstü öğelere önemli bir yer vermelerinden ve çoğunlukla doğanın ıssız ve yabansı yanlarını betimlemelerinden ve ahlak kurallarına, hatta yasalara baş kaldıran kişileri ön plana çıkarmalarından anlaşılabilmektedir. Hennessy The Gothic Novel adlı kitabında ‘Gotik’in XVIII. yüzyıldan itibaren gelişimini şöyle açıklamıştır: Gotik XVIII. yüzyılın akla uygunluğunu ve ahlaklılığını gölgeleyen bir karanlığın içinde ortaya çıkmıştır. Romantik idealizmin yok olan coşkusunu, bireyselliği ve Viktorya dönemi gerçekçiliğinin iki yüzlülüklerini ve yozlaşmasını gölgelemektedir. Kasvetli ve gizemli Gotik atmosfer, 10 geçmişin bugüne olan rahatsız edici yansımalarını işaret etmiştir; korku ve gülme hisleri uyandırmıştır. XX. yüzyılda, Gotik unsurlar çeşitli yollarla, aydınlanmayı ve hümanist değerleri gölgelemeye devam etmiştir. ‘Gotik’ bu değerlerin getirdiği pek çok tehlikeyi birleştirmiştir. Bu değerler doğal ve doğaüstü güçlerle, hayal dünyasının aşırılıklarıyla ve saplantılarıyla, dinin ve insanların kötülükleriyle, sosyal bozulmayla, zihinsel bozuklarla ve ruhsal yozlaşmalarla bağlantılıdır. (Hennessy, 1978 :7) Gotik romanın başlıca amacı gereğinde hayaletlerin görülmesi ya da kehanetlerin duyurulması gibi doğaüstü durumlardan yararlanıp korkulu, gizemli ve gerilimli bir ortam yaratarak okuyucularda yoğun heyecanlar uyandırmak ve onları dehşete düşürmektir. Edmund Burke A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beatiful’ da ‘tehlike ya da acı çok fazla yaklaştığında hazzın olması kaçınılmazdır. Acı ve terör haz yaratabilmektedir, bu haz zevk veren bir haz değildir fakat haz veren bir korkudur, korkuyla renklendirilmiş sakinliktir’ der. (Burke,1986: 39) Akıl çerçevesinin dışında, ürkütücü ve kavranması zor olan durumları, konuları ve karakterleri kapsayan Gotik romanlar aydınlanma çağına, aklın ön planda tutulmasına ve bu dönemde aydınlanma çağı düşünce yapısına uygun olarak yazılan romanlara bir tepki olarak da görülebilirler. Başka bir deyişle aydınlanma aklı, toplumun bütününe vaatlerini yerine getirme konusunda başarısız olmuştur. Bu aklın asıl savunucusu olan burjuva sınıfı yetersizliklerini sergiledikçe, burjuvazinin, aydınlanmanın ideallerinden korkar duruma düşmesine ve bu korkunun dışa vurmasına neden olmuştur. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dış dünyaya ait korkular bilinçdışının uçurumlarından gelen ürkütücü her şeyle 11 birleşerek burjuvazide tehdit dolu iktidarını ve varoluşunu her an sarsabilecek akılla denetlenemez bir dış ile karşı karşıya olduğu endişe ve duygusunu güçlendirmiş, edebiyatta serüven yolculuk temaları yerlerini egzotik, tehdit dolu dünyalara yapılan tehlikeli yolculuk öykülerine bırakmıştır. Öte yandan akıl çağı olan aydınlanma çağı, beraberinde bir tür günah çıkarma ikilemini de getirmiştir. Akılcılık dini yerinden etmiş, evreni, sosyal hayatı, özellikle de doğaüstü sayılan fenomenleri açıklamaya yönelirken dinin dogmaları ya da yaradılış mitosları yerine kendi akılcı, bilimsel yöntemlerini koymaya çalışmıştır. Akıl ile akıl dışı olan arasında gidip gelen bu Gotik yapıtlar huzursuzluk yaratan, endişelendirici dünyaya, akıl denetimine izin vermeyen tekinsiz bir aleme girme, orada olup bitene ilişkin bir açıklama getirme bakımından anlaşılır bir boşluğu doldurmuştur. Gotik türündeki eserler değerlendirildiğinde genel olarak Orta Çağ’a ait şatolarda, kalelerde, yer altı geçitlerinde, yıkık dökük şatolarda geçen genellikle okuyucuda korku, gizem, şüphe gibi duygular uyandıran olayların anlatıldığı, karanlık kasvetli atmosfere sahip hikayeler olduğu görülmektedir. İlk yazıldıkları dönemde Gotik edebiyatın bu ürünlerinde akılla açıklanamayan, tam olarak bilinmeyen doğaüstü olaylar, geçmişten gelen ruhlar, duvarlardan geçen, konuşan hayaletler, gizemli olaylar, ürkütücü imgeler, canavarlar, şeytanlar, cesetler, iskeletler, rahip ve rahibeler, korkudan bayılan kadın kahramanlar, yanıp sönen ışıklar, rüzgarda sönen mumun alevi, uğultulu rüzgar, cama vuran, ürkütücü sesler çıkaran ağaç dalları, akli dengesi yerinde olmayan eşler, karanlık, kasvetli doğa tasviri gibi okuyucuda gerilim hissini arttıran unsurlar sık sık görülmektedir. Doğanın her zaman ürkütücü karanlık yanları aktarılırken kahramanların yaşadığı mekanlar da yine kasvetlidirler. Gotik türüne ait bu özellikler XVIII. Yüzyılda ve 12 ilerleyen dönemlerde Gotik romanlarda çeşitli biçimlerde kendilerini göstermişlerdir. ‘Gotik roman nedir?’ sorusunu yanıtlarken, çoğu okuyucu ve eleştirmen Gotik ve roman gibi iki terim arasındaki anlam uçurumu arasında bocalamaktadır. Gotik tarihsel bir merak ve ilgi alanını uyandırırken, roman dolaylı olarak edebi bir biçime ve edebiyata hitap eder. Yine Gotik çok eskiyi, eski olan her şeyi içerirken, roman yeniyle olan uzlaşmasını ve uyumunu ifade eder. Böyle bir zıtlık eski ve yeninin etimolojik olarak kullanımlarının karmaşık fakat aydınlatıcı tarihini gösterdiği gibi Gotik romanın da tarihle ilgili tartışmaları şifrelediğini de kanıtlamıştır. XVIII. yüzyıl okuru için, Gotik kelimesi, Ortaçağ kültürü, milli tarih, uygar erdem ve aydınlanmayla ilgili farklı değerlendirmeleri akla getiren karmaşık ve esnek bir başlık olarak tanımlanmıştır. Bu türün ilk ve en ünlü örneğini veren Horace Walpole, Castle of Otranto adlı Gotik romanla büyük bir okuyucu kitlesine ulaşabilmiştir. 24 Aralık 1764’te ilk kez yayınlandığında bu roman ‘bir çeşit hikaye’ olarak adlandırıldı. İlk beş yüz kopyasında hızlı bir şekilde satılan bu roman 1795 Nisan’ında ise Gotik romana dönüştü. Sonraki yıllarda da Clara Reeve ve Ann Radcliffe gibi bu türün diğer yazarları da bu geleneği sürdürdü. Sanders The Short History of English Literature’da Gotik türünü açıklarken Castle of Otaranto’nun bu türün ilk örneklerinden olduğunu vurgulamaktadır: Gotik akımı Horace Walpole’ün Castle of Otrantoile başlar. XVIII. yüzyılın son yıllarında gelişme göstermiştir, İngiliz edebiyatında etkisi ve sansasyonel yönleri Bronteler’den, Dickens’tan günümüze kadar hissedilmeye devam etmektedir. Gotik roman, esasında, rahat ve güvenliğe, politik istikrara ve ekonomik gelişmeye karşı bir tepkidir. 13 Bunların tamamının da ötesinde aklın kurallarına karşı çıkıştır. (Sanders, :1999 342, 343) Horace Walpole’un Castle of Otranto XVIII. yüzyılda İngilizce yazılmış Gotik türü romanları arasında en çok bilineni olup, Neo-Klasik değerlerin gerçekçi ve tutarlı unsurların ortadan kalktığını gösteren XVIII. yüzyıl roman anlayışını temsil eder. Neo-Klasik anlayış çağdaş ve yaşanılan dünya değerlerine yönelik edebi amaçların yüceliğine dikkat çekerken, Gotik romanda buna olan tepki kapalı, anlaşılmaz bir geçmişe ve ortaçağ yaşamına yönelik ilginin tekrar tekrar hayat bulması sürecinde ortaya çıkmış, harabeler ve Gotik tarzdaki şatolar arasında kendini göstermiştir. Melankolik bir ruh durumu etrafında gelişen bu roman olayları uzak, meşum, gizemli zaman ile mekanlara yerleştirirken insan davranışlarını ve duygularını kendi iç çatışmalarıyla tasvir etme girişiminde bulunur. Böylece korkutucu ve esrarengiz ortamlarda geçen bu ürpertici maceralar, okuyucuya kendi tekdüze yaşantısından bir kaçış sağlar. Karakter olarak, Gotik romanda erkek kötü niyetli karakter olup sıkıntılı ve huzursuzken, romanın kadın karakteri de güzel, masum, genç ve duygusaldır ve metanetle kurtarılmayı bekler. Horace Walpole’un Castle of Otranto adlı romanındaki karakterler de bu özellikleri taşımaktadır. Romanın başkişisi Prens Manfred soyunun devamlılığını sağlayabilmek için ölen oğlunun nişanlısı genç, güzel ve masum Isabella ile evlenmek üzere gizli ve zalimane planlar yaparak bunları uygulamaya çalışır; öte yandan masum Isabella ise Theodore adlı kurtarıcısının yardımıyla bu durumdan kurtulmaya çalışır. Romanda mekan ise, lanetli bir şato, bir manastır ya da yıkıntılar arasında bir şapel ile kilitli, kullanılmayan odaları, gizli kapıları olan alt geçitleri ve ıssız bir manzara ile çevrili bir atmosfer olarak betimlenmiştir. Romandaki olay örgüsü ise genellikle doğaüstü denilebilecek, başka türlü açıklanamayan, fiziksel ve duygusal ızdıraplar içeren, 14 gerilimi ve heyecanı arttıran kasvetli olaylardır. Bu olay örgüsü içerisinde gizemli ve tutku dolu olayları anlatan bu Gotik roman, şiddet ve suç eğilimleriyle beraber, metafizik güçlerin ve hayaletlerin kapladığı bir ortamda duygusal aşkın talihsizliklerini ve varolma çabalarını anlatır. Prens Manfred, Otranto’nun asıl hükümdarı Alfonso’yu öldüren ve ülkeye el koyan adamın torunudur. Bir kehanete göre kendi soyundan prensler yetiştiği sürece Manfred’in sülalesi haksızlık ederek gasp ettiği bu ülkede hüküm sürebilir. Ne var ki Otranto’nun gerçek sahibinin hayaleti, korkunç büyüklükte bir dev biçimini alıp geceleri şatoda dolanıp durmaktadır. Eğer Manfred’in bir varisi kalmazsa, bu dev hortlak şatoya sığmayacak kadar büyüyecektir. Manfred’in tek varisi Conrad adlı sağlıksız oğludur. Manfred, bir torunu olur umuduyla, bu oğlanı güzel prenses İsabella ile evlendireceği günün arifesinde, yükseklerden düşen kara tüylerle süslü koskocaman bir miğfer gizemli bir şekilde çelimsiz oğlunun üstüne düşüp onu öldürür. Oğlunun ölümüne hiç üzülmeyen ama varissiz kalacağı telaşına kapılan Manfred, karısını boşamaya ve güzel Isabella ile kendi evlenmeye karar verir. Isabella, Theodore adlı köylü bir delikanlının yardımına sığınır ve onunla kaçar. Öfkelenen Manfred, bu delikanlıyı hapse atar ama kızı Matilda, Theodore’a aşık olup onu kurtarır. Derken Manfred rastlantı sonucu kendi kızını öldürür. Sonunda kehanet gerçekleşir. Otranto’nun gerçek sahibi Alfonso’nun hortlağı şatoyu yıkıp yerle bir edecek kadar büyür. Alfonso’nun asıl varisi olduğu anlaşılan Theodore, Isabella ile evlenir, yaptıklarından pişman olan Manfred de günahlarını itiraf edip manastıra çekilir. XVIII. yüzyılda yazılan Gotik romanların en iyi bilinenlerinden olan ve Gotik edebiyatın öncülerinden olan Horace Walpole’un Castle of Otranto’da Gotik romanın unsurları diye nitelendirebileceğimiz pek çok özellik görülebilmektedir. 15 Gotik mimari, yarı hasar görmüş eski bir kale ya da eski bir şato olarak, pek çok yazar tarafından kasvet ve korku yaratmak amacıyla konunun geçtiği yer olarak kullanılmıştır. Böyle yerler pek çok korkuyu çağrıştıran pek çok şeyi barındırır: karanlık koridorlar, gizli yeraltı geçitleri, demir parmaklıklı zindanlar, ses çıkaran büyük kapılar. Pikaresk bir doğa hakimdir: dağlarda karanlık ormanlar, yıldırımlı fırtınalar, kayalıklarda yabani çiçekler. Ay ışığının aydınlattığı fırtınalı bir gecede meydana gelen ürkütücü olaylar, mezarlıklar, geçitlerden mum ışığında kaçmaya çalışan korkmuş kaçaklar, yıkık bir duvarın ya da pencerenin önünde ay ışığında görülen solgun yüzlü kişiler ortaya çıkabilecek sahnelerdir. (Hennessy , 1978 :8) Castle of Otranto’da bu özelliklerin neredeyse tamamına örnekler verebilmekteyiz. Romanın ilk sayfalarında yer alan Otranto Prensi Manfred’in oğlu için yaptığı düğün hazırlıkları oğlu Conrad’ı öldüren devasa bir miğferle bozulur. Böylece okuyucuyu ürperten, gerilimi başlatan ilk olay da görülmüş olur: Manfred, aceleyle ilerledi. Bir baba için ne korkunç bir manzaraydı bu! Devasa, bir insan için yapılmış herhangi bir tolgadan yüz kez daha büyük ve aynı oranda simsiyah tüy ile süslü miğferin altında, neredeyse miğferin içine gömülmüş, parçalara ayrılmış oğlunu gördü. ( Walpole, 2005, :36) Bu devasa miğfer romanda bundan sonra ortaya çıkacak olağandışı olayların başlangıcıdır. Manfred’in Isabella ile evlenme isteğini açıklaması ardından Isabella’nın kaçışı: 16 … şatonun mahzenlerinden Aziz Nicholas kilisesine giden bir yer altı geçidi olduğunu hatırladı… merdivenlerin dibindeki lambayı yakaladı ve gizli geçide doğru seğirtti…Yerin altındaki bu mekanlarda yanından geçtiği ve zaman zaman bir rüzgar dalgasıyla sarsılan kapıların paslı menteşelerinden çıkan gıcırdamaların koridorda tekrar tekrar yankılanması dışında korkunç bir sessizlik hüküm sürüyor, her uğultu yüreğine yeni dehşetler salıyordu. ( Walpole,2005 :48) Romanda Gotik atmosfer yaratırken okuyucunun üzerinde de korku ve gerilim hissi yaratılmaktadır. Castle of Otranto’da karşımıza çıkan doğaüstü olaylar da korku ve gerilimi giderek arttırmaktadır; Manfred Isabella’ya onunla evlenme planlarını açıklarken büyük babasının hayaleti resmin içinden çıkar: … Manfred’in büyükbabasının oturmakta oldukları sıranın üzerindeki portresi derin bir iç geçirdi ve göğsü inip kalktı…Manfred bir yandan arkasındaki portreye bakarken Isabella’nın peşinden birkaç adım atmıştı ki, büyükbabasının ciddi ve melankolik bir havada resimden aşağı, yere indiğini gördü… büyük babasının resimden aşağı inen hayaleti yine içini çekti ve Manfred’e kendisini takip etmesi için işaret etti… hayalet ağırbaşlı fakat hüzünlü bir şekilde holün sonuna doğru yürüdü…( Walpole,2005 :46) Resimden çıkan büyükbabanın hayaleti, Isabella’nın Manfred’in elinden kaçmasını sağlar. Romanın sonlarına doğru Frederick Hippolita’yı bulmak için küçük kiliseye gider ve orada hayaletle karşılaşır: 17 Hippolita mı! diye cevap verdi kutsal ses; bu şatoya Hippolita’yı aramaya mı geldin? Dedikten sonra yavaşça döndü ve böylece Frederick onun etleri dökülmüş çenesini, yer yer boşalıp delik deşik olmuş iskeletini, bir münzevinin giyeceği türden iskeletini gördü. Cennetin melekleri koruyun beni diye bağırdı Frederick, korkuyla geri çekilerek. Öyleyse hak et korumalarını dedi hayalet. Frederick dizlerinin üzerine çöktü ve Tanrı rızası için hayaletten kendisine merhamet etmesini rica etti. ( Walpole,2005: 176) Hayalet Frederick’ten Matilda’yı unutmasını ister ve Frederick hayaletin bu buyruğuna uyar, böylece hayalet olay örgüsünde önemli bir rol de üstlenmiş olur. Hayaletler Castle of Otranto’da daha sonra da karşımıza çıkar: … o sırada bir gök gürlemesi şatoyu baştan aşağı titretti; dünya sallandı ve arkalarından bir faninin zırhından çıkacak sesten çok daha büyük bir zırh şakırdamasının sesi geldi. Frederick ve Jerome son günlerini yaşadıklarını düşündüler. Beraberinde Theodore’u da sürüklemekte olan Jerome, avluya daldı. Theodore avluya girdiği an Manfred’in arkasında yer alan şatonun duvarları yerle bir oldu ve Alfonso’nun görüntüsü büyüyüp yüce, engin bir figüre dönüşmüş bir halde, enkazın ortasında belirdi. Hayalet Theodore’a bakın, Alfonso’nun soyunun gerçek varisi o dedikten sonra, kendisine bir dizi gök gürlemesi 18 eşlik etti ve kenara çekilip ona yol açan iki bulutun arasından cennete yükselmeye başladı. Aziz Nicholas’ın sureti de ortaya çıkmıştı; bu arada ve Aziz Nicholas’ın Alfonso’nun ruhunu da alarak kısa sürede ölümlü gözlerin önünden görkemli bir alev eşliğinde yitip gittiği görüldü. ( Walpole,2005 :186) Hayaletlerle birlikte duyulan yüksek sesler, gök gürültüleri, görülen alevler de Gotik atmosferi daha da güçlendirmektedir. Görüldüğü gibi temelleri V. Yüzyılda Jute’ların İngiltere’yi istilasına kadar dayanan Gotik türü özellikle XVIII. Yüzyılda önem kazanmış ve yaygın hale gelmiştir. Özellikle Orta Çağ’a ait kalelerde, zindanlarda ya da benzeri kasvetli, ürkütücü yerlerde geçen, amacı okuyucuda gerilim, ürperti korku uyandırmak olan daha sonraları eski (klasik) Gotik diye adlandırılan bu tür XVIII. Yüzyıl edebiyatında önemli bir yer edinmiş daha sonraki dönemlerde değişim göstererek, farklı türlerle birleşerek varlığını sürdürmüştür. Gotik türünün en önemli ve ilk örneklerinden kabul edilen Castle of Otranto türün başlıca özelliklerinden olan, kasvetli bir ortam, ürkütücü olaylar, gaipten gelen sesler, bilinmeyen, tam olarak açıklanamayan doğa üstü olaylar, resimlerin içinden çıkan, duvarlardan geçen hayaletler, bunlarla mücadele eden cesur kahramanlar gibi pek çok özelliği taşımaktadır. Olay örgüsü, olayların geçtiği yer ve içerdiği unsurlarla Gotik Türünün pek çok özelliğini kapsayan önemli bir örnektir. Giriş Bölümünde kavram ve köken olarak Gotik açıklandıktan sonra, bu türün ilk ve en ünlü örneğini olan Horace Walpole’un Castle of Otranto adlı romanı bu bölümde açıklanan Gotik türü ve unsurları bağlamında incelenmiştir. Birinci Bölüm’de ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, İkinci Bölüm’de Charlotte 19 Bronte’nin Villette, Üçüncü Bölüm’de ise Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanları önce Gotik bağlamında incelenecek daha sonra da Gotik unsurların bu XIX. yüzyıl romanlarında nasıl ve ne şekilde yer aldığı açıklanacaktır. Bu romanlarda roman kişileri Gotik türü doğrultusunda incelendiğinde romanın yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı toplumsal yargıları ve dönem insanlarıyla pek uyuşmayan yönleri ortaya çıkacaktır. Bu nedenle romanların incelenmesine geçmeden önce Viktorya Çağı’nın kısaca özetlenmesinde yarar vardır: Kraliçe Viktorya’nın 1837’de tahta çıkmasıyla başlayan Viktorya Çağı XIX. Yüzyılın yarısından çok daha fazla bir süreyi kapsayarak Kraliçenin ölmesiyle 1901’de sona erdi. İngiltere halkı içinde, toplumun çeşitli grupları arasında büyük uçurumların oluştuğu bu dönem çelişkilerle doludur. Toplumun birey üzerindeki baskısının arttığı bu dönemde, bireyler ahlak kurallarına uygun, toplumun belirlediği şartlara uygun olarak yaşamak zorunda kalmışlardır. Aşk, tutku, cinsellik gibi konular tabu haline dönüşürken maddi çıkarlar evliliklerde bile ön plana çıkıyordu. Dinsel alanda dar kafalılıklar ve Anglikan Kilisesinin baskısı bir yandan artarken, bir yandan da kilise Darwin, Huxley gibi bilim adamlarının buluşlarıyla sarsılıyordu. Emile Legouis A Short History of English Literature adlı kitabının ‘The Victorian Era’ bölümünde Viktorya Çağı’ndan bahsederken şunları söyler: Bu dönem dini duygular ve bilim ruhunun, mistisizm ve akılcılık arasındaki çatışmanın en yaygın olduğu dönemdir. Kendisini dogmalardan uzaklaştıranların karşısında, geçmişin değerlerini yeniden canlandırmaya çalışanlar vardı ve bu çatışma insanların kendi iç çatışmalarıydı. Yine de inanç konusunda yeniliklerden kaçınma ve ahlaki değerlerin önemi vurgulanmaktaydı. (Legouis:1990, 310) 20 Legouis’in de belirttiği gibi çatışmaların hüküm sürdüğü bu dönemde toplumun belirlediği ahlaki ve sosyal kurallara uymak zorunda kalan bireyler kendi iç dünyalarında derin çatışmalar yaşamak zorunda kalmışlardır. Wuthering Heights, Villette ve The Tenant of Wildfellhall’da kişilerin yaşadıkları bu çatışmalar Gotik unsurlar vasıtasıyla ortaya konmaktadır. 21 II. WUTHERING HEIGHTS’ TA GOTİK UNSURLAR ‘Wuthering Heights’ta Gotik Unsurlar’ adlı Birinci Bölümde Emily Bronte’nin Wuthering Heights adlı romanı Giriş Bölümünde ayrıntılı olarak açıklanan Gotik türü bağlamında incelenecektir. XVIII. yüzyılda ortaya çıkan, daha çok Orta Çağ’a ait kasvetli şatolarda, kalelerde geçen, gizemli, ürkütücü, doğaüstü olayların anlatıldığı, okuyucuda korku, ürperti gibi yoğun duygular yaratan Gotik türünün 19. yüzyıl edebiyatının romantik eserlerinden kabul edebileceğimiz Wuthering Heights’ta nasıl yer aldığı ve nasıl bir işlevi olduğu açıklanacaktır. Bu bölümde Gotik’in özellikle akıl-duygu çatışmalarındaki rolü üzerinde ve Gotik’in eski şatolardan, kalelerden çıkarılıp eve dahil edilmesi (Gothic domesticated) üzerinde durulacaktır. Ayrıca roman kişileri Gotik türü doğrultusunda incelendiğinde romanın yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı toplumsal yargıları ve dönem insanlarıyla pek uyuşmayan yönleri de göz önüne serilecektir. Wuthering Heights Emily Bronte tarafından Ekim 1845 ve Haziran 1846 tarihleri arasında yazılmış aralık 1847 de ilk olarak basılmıştır. Emily’nin kardeşi Charlotte, anılarında Wuthering Heights’tan bahsederken romandan ‘büyük karanlığın korkusu’ olarak söz eder (Langland, 1989). Romanın ilk yarısının büyük bir kısmı, romanın başkarakterleri olan Catherine Earnshaw ve Heatcliff arsında geçen tutkulu ve yasak ilişkiyi kapsar. Viktorya çağı okuyucuları Wuthering Heights’ın adını anlamakta güçlük çekmişlerdir. Çünkü ‘wuthering’ her gün konuşulan İngilizce’de kullanılmayan sözlüklerde kullanılmayan bir sıfattı. Emily Bronte romanın ikinci sayfasında verdiği açıklamada ‘Ernshaw ailesinin evi Wuthering Heights fırtınalı havada 22 atmosferdeki kargaşaya açık kaldığı için, adını bu anlamlı sıfattan alır’ demektedir. (Bronte E., 1994: 20) Pek az sayıda romanın adı Wuthering Heights kadar anlamlı olabilir. Çünkü ileride göreceğimiz gibi, Earnshaw ailesinin tepedeki ıssız evine, tutkuların yabanıl ve yıkıcı güçlerini simgeleyen acımasız bir rüzgar hakimdir. Betina Knapp’e göre de ‘wuthering’ kelimesi orada yaşayanların ileride başlarına gelecek gizemli olayların önceden bir göstergesidir. Fırtınalı hava gibi atmosferdeki kargaşayı temsil eden ‘wuthering’ kelimesi ‘wuthering heights’ ve orada bulunanların içinde bulunduğu duygusal atmosferin bir yansıması gibidir. Wuthering Heights (güneşe yakınlığı ima edilerek) bir tepenin üzerinde bulunmasına rağmen, orada yaşayanlar çelişkili bir biçimde ilişkilendirilmiştir; karanlık, oysaki daha soğuk alçak ve kötülükle bir yerde konumlandırılan, daha rahat bir yer olan Trushcross Grange ise sıcaklık ve aydınlıkla ilişkilendirilmiştir. İki yer arasındaki karşıtlık daha başlangıçta belirgindir. (Knapp, 1991 :109) Doğayla insanların iç içe yaşadıkları bu romanda, kuzey rüzgarlarıyla fırtınaların, ağaçların yapraklarını yolduğu, onları kavurduğu, bodur bıraktığı, eğri büğrü yaptığı gibi tutkular da insanları yakar, kavurur, yaşamlarını yıkar. Viktorya çağının öteki romanlarında görülen dingin, yemyeşil, ağaçlı çimenli, huzur veren bir doğa yoktur burada. Yabanıl güçlerin egemen olduğu, yıkıcı, tedirgin edici bir doğa vardır ve insanlar da bu doğanın bir parçasıdır. Özellikle romanın başkişisi olan Heathcliff ‘heath’ fundalık ve ‘cliff’ sarp kaya anlamındaki adıyla bu doğanın bir 23 parçası gibidir: ‘Bu isimle Heathcliff yönlendirilemeyen ve içgüdüsel varlıkların karşılaşacağı tehlikelerin bir göstergesidir.’ (Knapp, 1991 :109) Heathcliff ile Catherine’in birbirlerine duydukları tutku da böyle bir ortamda ortaya çıkar. Aralarındaki fırtınalı ilişki içinde bulundukları doğayla adeta özdeşleşir. Heathcliff ile Catherine Viktorya dönemi aşıklarına hiç benzemezler. Viktorya çağının tüm geleneklerini, ahlak kurallarını altüst ederler. Her şeyden fazla ölçülü davranmaya, törelere uymaya, aklı başında davranmaya özen gösteren bir çağda, Emily Bronte çılgın bir aşk tutkusunu anlatır. Heathcliff de, Catherine de o çağda hiç kimsenin söylemeyeceği şeyleri söyler, yapmayacağı şeyleri yaparlar. Roman, çağdaşları tarafından katı bir şekilde eleştirilmiş, adeta yerden yere vurulmuştur. Örneğin: ‘ ‘Wuthering Heights’ ilk yayımlandığında çağın en saygıdeğer edebiyat dergisi ‘Quarterly Review’da’ ‘isyan ettirecek nitelikte’, ‘onulmaz bir biçimde canavarca’ gibi sözlerle yerin dibine batırılmıştır’ (Urgan, 2003:1138) Romanın yazıldığı dönem eserlerinden farklı olduğunu belirten bir görüş de Prittchet’e aittir: ‘ Viktorya Çağı romanında Wuthering Height’tan başka bir çılgınlık yoktur.’ (Urgan, 2003:1139). Charlotte Bronte romanın ikinci baskısına yazdığı ön sözde, ‘Viktorya Çağı okuyucularının doğuştan dingin ve ölçülü olduklarını, daha çocukken bile törelere uygun bir şekilde davranmaya ve konuşmaya alıştırıldıklarını, bu yüzden de bazı canlı ve korkunç sahnelerin, onların geceleri uykularını engellediğini, gündüzleri huzurlarını bozduğunu’ ileri sürerek romana gelen olumsuz tepkileri açıklamaya çalışmıştır. (Bronte E., 1994: 15) Roman hak ettiği değeri çok daha sonraları bulabilmiş, İngiliz edebiyatının başyapıtları arasında yerini almıştır. Wuthering Heights adı verilen evin sahibi Earnshaw, Liverpool’dan altı yaşlarında, çingene gibi esmer bir erkek çocuğuyla geri döner. Heathcliff adını taktığı, soyadı olmayan bu çocuğu, oğlu Hindley ve kızı Catherine ile birlikte, kendi 24 çocuğuymuş gibi büyütmek ister. Catherine ile Heathcliff, birbirlerini hemen severler. Babaları öldükten sonra, Catherine’in ayyaş ve kötü bir delikanlı olan ağabeyi Hindley, Heathcliff’e eziyet eder, ona sıradan bir uşak gibi davranır. Çocuklar büyüyünce Heathcliff bir rastlantı sonucu, Catherine’in onun gibi biriyle evlenmesinin kendisini küçük düşüreceğini söylediğini duyar. Viktoray dönemi sınıf farklılıklarını işaret eden bu olaydan sonra Heathcliff Wuthering Heights’tan kaçar. Üç yıl ortadan yok olduktan sonra, varlıklı bir adam olarak geri döner. Bu arada Catherine, Thrushcross Grange denilen komşu malikanenin sahibi genç Edgar Linton ile evlenmiştir. Catherine ile Heathcliff karşılaşınca aralarındaki tutku yeniden başlar. Catherine kendi adını taşıyan kızını romanın ortalarında doğurduktan hemen sonra ölür. Heathcliff de sadece Edgar Linton’a kötülük olsun diye, kız kardeşi Isabella ile evlenir. Isabella’dan dayısının adı verilen bir oğlu olur, ardan yirmi yıl kadar geçer ve Heathcliff Earnshaw ailesinden de Linton ailesinden de öcünü almayı sürdürür. Yine sadece kötülük etmek amacıyla kendi oğlunu Edgar Linton’un ve Catherine’in kızı Cathy ile zorla evlendirir. Earnshaw ve Linton ailelerinin malına mülküne, yani Wuthering Heights ile Thrushcross Grange’e el koymanın da yolunu bulur.Kendisine yapılan eziyetlerin hıncını almak için Hindley Earnshaw’a da oğlu Hareton a da çok kötü muamele eder. Oğlu öldükten sonra Heathcliff de ölür. Romanın sonunda, genç yaşta dul kalan Cathy ile Hareton evlenirler. Leavis’e göre ‘Earnshawların sorunları babalarının (kim olduğuna ve nereden bulduğuna dair ikna edici bir açıklama getiremediği) Heatcliff’i getirmesiyle başlar. Heathcliff kısa sürede entrikalarla Hindley’i saf dışı bırakır ve yaptığı kötülüklerle iki ailenin de sonu olur.’ (Leavis, ,1993 :26) Aynı makalesinde Leavis üç çocuğun ergenlik çağına kadar bir arada uyumalarına, Catherine ile ilk 25 günden itibaren olan yakınlıklarına ve Catherine’in dokuzuncu bölümde Heathcliff ile neden evlenemeyeceğine dair yaptığı açıklamalara dayanarak ‘Heathcliff’in Earnshawların gayri meşru çocuğu olduğunu’ iddia eder. (Leavis,1993 :26) Emily Bronte, bu ilk ve son romanında öyküyü iki anlatıcıyla okuyucuya aktarır. Trushcross Grange’i kiralayan birinci anlatıcı Lockwood, ancak ilk dört bölümde ve son dört bölümde olup bitenleri bize anlatır; asıl önemli anlatıcı, Heathcliff, Catherine ve Hindley’in çocukluklarından beri Wuthering Heights’ta hizmet gören, başlıca kişileri yakından tanıyan, her şeyin iç yüzünü bilen Nelly'dir. Nelly ve Lockwood bu öyküde gözler önüne serilen duygulara ve davranışlara bütünüyle yabancı kalan, olup bitenleri sağduyulu ve gerçekçi bir açıdan gözleyebilen aklı başında insanlardır. Böylece Emily Bronte, en olağandışı durumları en aşırı duyguları kendi halinde tipik bir XIX. yüzyıl genci olan Lockwood ve sağ duyulu halk kadını Nelly’nin anlatımıyla aktarır. Böylece düş gücüyle gerçekler arasında bir denge kurulur, ele alınan kişiler ve olaylar daha inandırıcı olur. Nelly’nin anlatıcılığı sayesinde romanın yoğun bir heyecanla birlikte akılcı yaklaşımları da içeren karmaşık yapısı yerli yerine oturur. Wuthering Heights’ın sadece tutku ve coşkudan oluşmadığı; Emily Bronte’nin sadece romantik bir yazar değil tam anlamıyla gerçekçi bir yazar da olduğu anlaşılır. Betina Knapp anlatıcıların rolünü şöyle açıklamaktadır: ‘Lockwood’un rolü rüyasında gördüğü gizemli olayı açıklamaktır. Trushcross Grange’den ayrıldığı sabah rolünü tamamlamak için yola çıkmış olacaktır. Burada Catherine’in de bir zamanlar bakıcısı olan, hizmetkar Nelly ile karşılaşacak ve böylece anlatılacak olaylarla duygusal bağlantı kuracaktır. Antik Yunan tiyatrosundaki koro gibi, 26 Nelly hem olayları anlatacak hem de onların içinde yer alacaktır. Nelly bazı durumlarda koruyucu bir güç, bazen sırları ortaya çıkaran kişi, bazen de gerekli olan çatışmaları tetikleyen bir güç olacaktır. Roman süresince Nelly’nin oynadığı aktif rol, iki aileyi – Earnshawlar ve Lintonlar- bir araya getiren, böylece kargaşadan denge ve uyum ortaya çıkaran bir araçtır.’ (Knapp, 1991 :113) Yukarıda verilen alıntıda Knapp, Nelly’nin anlatıcılığı üzerinde durarak onu hem dışarıdan gözlemleyen bir anlatıcı hem de zaman zaman dengeleyici bir figür olarak değerlendirir. Romanda anlatıcı konusunu ele alan Leavis ise daha ziyade Nelly’nin çocukluklarından itibaren romanın başlıca kişilerinin hayatının fazlasıyla içinde olması bu nedenle yanılma olasılığının olduğu fakat yine de adaletli davrandığı üzerinde durur. Leavis’e göre ise ‘Nelly Dean kitaptaki tüm çocukların bakımını özenli bir şekilde üstlenen anaç bir kadındır. Fakat fazlasıyla anaçtır bu nedenle de çözümün kolay olmadığı hatta bir çözümün olmadığı durumlarda en iyisini yapmaya çalışırken hata yapması kaçınılmazdır. Ancak her zaman ezilene karşı ve haksızlıklara karşı adaletli davranarak(kötü davranıldığında ahlaki olarak Heathcliff’i destekler), içinde bulunduğu zor durumlarda Catherine’e akıl vererek (Edgar konusunda ikna etmeye çalışır), Hareton’a doğduğu andan itibaren bakarak olayların içinde haklı olarak bir yeri olduğuna bizleri ikna eder’ (Leavis,1993 :28,29) 27 John T. Matthews, ise Framing in Wuthering Heights adlı makalesinde anlatıcıların anlattıkları üzerinde etkisinden bahsederek anlatıcıların rolünü şöyle anlatmaktadır: Başlıca iki anlatıcı da sadece olayları derleyip toplayıp aktaran anlatıcılar olarak görülmelerine rağmen anlattıkları hikayelerle ilgilidir. Fakat Bronte onların hiçbir zaman tam olarak olaylara hükmetmelerine izin vermez, her zaman bir araç durumundadırlar. Hem Lockwood hem de Nelly anlattıkları hikayelerin uyandırdığı hayalleri aktarırken kendi zihinlerinin durumunu aktarmaktan kaçınmazlar: Lockwood’un romanın başındaki rüyaları ve Nelly’nin Heathcliff’in hayalleri konusunda söyledikleri. (Mathews, 1993 :55,56) Böylece olağanüstü olaylarla bezeli Gotik hikayelere benzeyen olaylar bile anlatılırken anlatıcılar olan Loockwood ve Nelly sayesinde akıl ve gerçek unsuru her zaman hatırlatılır. Jacobs ise ‘Wuthering Heights’ta anlatıcıların ‘framing narrator’ biçiminde olmasının özellikle Gotik türü ve inandırıcılığı bağlamında üzerinde durmuştur. Jacobs’un görüşleri şöyle özetlenebilir: Gotik hikayelerin ‘framing narrator’ yöntemindeki gibi Wuthering Heights’ta da anlatılan konunun kabul edilemezliğiyle başa çıkabilmek için aynı anlatıcı biçimi kullanılmıştır. ‘Framing narrator’ okuyucuyla aynı dünyadandır, geleneksel ve pragmatiktir ve karşılaştığı Gotik olaylara çok şaşırır. Lockwood ve Nelly de aynı amaca 28 hizmet eder ve karşılaştığı olayların toplumsal standart ve ahlaki değerlere uygunluğunu değerlendirir. (Jakobs, 1993:77) Emily Bronte’nin Wuthering Heights’ta kullandığı anlatım teknikleri ve romanın anlatıcıları Lockwood ve Nelly hakkında eleştirmenlerin çeşitli görüşleri vardır. Bu görüşlerin, bu çalışmada üzerinde durulan yönü anlatıcıların gerçek – gerçek dışı ve inandırıcılık bağlamında rolleridir. Yukarıda verilen alıntılarda da belirtildiği gibi Lockwood ve Nelly anlattıkları olayların dışında kalmayı her zaman becerebilmiş, akıl ve mantık çerçevesinde olayları değerlendirmişlerdir. Anlatılanları yaşayan, romanın başkişileri Heathcliff ve Catherine ise akıldan uzaklaşmış olayların duygusal yönünü yansıtmışlardır. Akıl ve gerçekten uzaklaşmayan Lockwood ve Nelly Heathcliff ve Catherine’in aksine inandırıcılıklarını korumuşlardır. Anlatıcıların inandırıcılıkları özellikle Gotik unsurların okuyucuya aktarıldığı kısımlarda bu unsurların inanılabilirlikleri bağlamında etkili olmuştur. Felicia Gordon A Preface To the Brontes adlı eserinde ‘The Gothic’ başlığı altında Bronteler’in romanlarında Gotik unsurların gerçekçi bir üslupla birleştirilerek, romanların içine sokulduğu düşüncesinin üzerinde durur. Gordon Bronte romanlarını Gotik başlığı altında incelemiş olması nedeniyle bu çalışmada önemli bir yer almıştır. Gordon, Bronte romanları ve Gotik hakkında şöyle söyler: Brontelerin romanlarını anlamamızda Gotik’in edebi ve tarihi açıdan oldukça büyük bir önemi ve alakası vardır. Gotik on sekizinci yüzyılın sonlarında hüküm süren aydınlanma çağının denge, akıl ve kontrol değerlerine tepki olarak filizlenen bir hassasiyettir. Brontelerin olgunluk 29 dönemi eserlerinde Gotik unsurların adapte edilmesinin belirgin örneklerini görmekteyiz. Wuthering Heights da Heathcliff bunun bir örneğidir. Heathcliff’e Catherine’in hayaleti görünüyor olabilir ya da Heathcliff’in ruhsal takıntısı bu doğaüstü durumla açıklanıyor olabilir. Emily Bronte hayalet hikayesi atmosferini başarıyla yaratsa da romandaki olaylar gerçekle temellendirilir ve psikolojik olarak inandırıcıdırlar. (Gordon, 1989 :89,90,91) Emily Bronte Gotik unsur olarak adlandırabileceğimiz doğa üstü olayları yansıtmadan önce bunlarla karşılaşacak olan karakteri aynı zamanda da okuyucuyu bu olaylara hazırlar. Psikolojik olarak her iki taraf da gerilim altındadır ve olabilecek sıra dışı durumlara koşullandırılmıştır. Bu nedenle doğaüstü olaylar roman kahramanının ve okuyucunun gözünde biraz daha fazla inandırıcılık kazanır. Lyn Pykett Gender And Genre In Wutherıng Heigths adlı makalesinde ‘ Wuthering Heights’ın edebi tür ve gelenekleri altüst ettiğini, on sekizinci yüzyıl Gotik romanının romantik gelişmeleri ve bu gelişmeler içindeki ‘kötü’ öğeleri, gelişmekte olan Viktorya geleneğinin ‘domestik’ romanıyla gerçekçi bir biçimde birleştirdiğini’ (Pykett,1993 :88) söyler. Pykett’e göre Emily Bronte’nin balad ve halk unsurlarını, romans biçimini, fantastik öğeleri bir arada kullanması, tutkulara olan vurgusu, çocukluk dönemi ile ilgili görüşleri, kendi benliğini arayışın ve bireyselliğin romantik yansımaları romanı ‘romantizm’le ilişkilendirir. Öte yandan romanın yeni gelişmekte olan toplum ve görev olgularına, ailenin idealleştirilmesine doğru yönelmesi, daha çok Viktorya 30 döneminin ortaya çıkmakta olan meseleleriyle ilişkilendirilir. Emily Bronte’nin romanı bu çeşitli gelenekleri bazen birbirinin içine karıştırarak bazen de birbirine karşı getirerek birleştirir. Böylece başlıca iki edebi tür olan ‘gotik’ ve ‘domestik’ edebiyatı birleştirir. (Pykett, 1993 :88) Pykett’in de makalesinde belirttiği gibi Wuthering Heights’ta daha Giriş Bölümümde açıklanan ‘Gotik’ edebiyatın unsurları olarak nitelendirdiğimiz pek çok unsuru görmekteyiz. örneklendirebiliriz: Bunları romanın ilk satırlarından sonuna kadar Romanın ilk bölümünde ‘Wuthering Heights’ın anlamı açıklanırken kullanılan kasvetli doğa tasviri adeta karşımıza çıkacak Gotik unsurların bir habercisidir. Olayların geçtiği ‘Uğultulu Tepeler’ Gotik romanlardaki gibi içinde gizli alt geçitlerin olduğu eski, yıkık dökük bir şato olmasa da bunlara aratmayacak derecede ürpertici, soğuk, yıkıcı fırtınaların hakim olduğu bir tepede yer alan eski bir evdir. Böylece Gotik hikayelerin geçtiği kasvetli atmosferle Viktorya dönemi ‘domestik’ hikayelerin meydana geldiği ev ve aile hayatı birleştirilmiştir. ‘Gotik’ roman türünün en önemli unsurlarından olan doğaüstü olaylar, hayaletler, korku ve gerginlik yaratan imge ve olaylar da romanda sık sık karşımıza çıkmaktadır. Pykett’in de vurguladığı gibi ‘ Gotik daha çok romanın ilk jenerasyonun anlatıldığı kısımlarında karşımıza çıkmaktadır ve romantizmle, gizemli, fantastik ve doğaüstü olaylarla ve vahşi doğa tasvirleriyle iç içedir’ (Pykett, 1993 :82) Lockwood Uğultulu Tepelere geldiğinde onu kalacağı odaya götürürken Zillah’ın söyledikleri odayla ilgili Lockwood’da ve okuyucuda merak duygusunu arttırırken gerginlik de yaratmaktadır: Yukarı kalacağım odaya kadar bana eşlik ederken, bir yandan da odada mumu gizlememi, gürültü yapmaktan 31 kaçınmamı tembihliyordu. Çünkü beni götüreceği oda hakkında efendisinin birtakım garip hisleri varmış ve orada kimsenin yatmasına razı olmazmış. Sebebini sordum bilmediğini söyledi. Zaten o buraya geleli daha bir yada iki yıl olmuş. Bu süre içinde de evde öyle şeylerle karşılamış ki, sorup öğrenmeye kalksa ömrü yetmezmiş. (Bronte E., 1994 :31) Böylece Zillah’ın bu sözleriyle az sonra Lockwood’un göreceği gizemli ve korkutucu rüya için gerekli olan ortam hazırlanmış olur. Lockwood yatakta yatarken pervazın üzerinde yazılı olan Catherine Earnshaw, Catherine Heathcliff ve Catherine Linton yazılarını okuyarak uykuya dalar: Dalmışım, ama beş dakika geçmedi ki karanlığın içinde, o parlak, beyaz harfler hayaletler gibi oynaşmaya başladı.Havayı Catherineler doldurmuştu.Başıma dert olan bu ismin etkisinden kurtulmak için doğrulurken, mumun eski kitaplardan birine doğru eğilmiş, ortalığı da yanık bir deri kokusunun sarmış olduğunu fark ettim.(Bronte E., 1994: 32 ) Oturup kitapları incelemeye başlayan Lockwood Catherine’in kütüphanesinin seçme kitaplarla dolu olduğunu görür, Catherine’in kitapların içine yazmış olduğu notları merakla okumaya başlar, otuz yıllık günlüğündeki Jabes Branderham’ın vaazı hakkında yazdıklarını okurken uykuya dalar ve rüya görmeye başlar: Joseph’le birlikte Jabes Branderham’ın ‘yetmiş kere yedi’ adlı pasajı üzerine vereceği vaazı dinlemeye gidiyor gibiydik.Joseph mi, papaz mı yoksa ben mi yetmiş birincinin birinci günahı işlemişiz de herkese teşhir edilip aforoz 32 edilecekmişiz….Bu kilise, iki tepe arasında, bataklığın yanında,doldurulmuş çukur bir alanda inşa edilmişti. Derler ki, bataklığın nemi orada gömülü birkaç cesedi çürümekten alıkoymuş, adeta onu mumyalamış. (Bronte E., 1994: 35) Lockwood Catherine’in kitaplarınından biri olan Jabes Brranderham’ın vaazlarını okurken uykuya dalar. Okuduğu vaazın ve içinde bulunduğu kasvetli ortamın etkisiyle ürkütücü diyebileceğimiz rüyalar görmeye başlar. Dönemin insanları üzerinde bulunan dini baskının, din adamları tarafından cezalandırılma korkusunun da bir etkisi olarak görebileceğimiz rüyada Lockwood papaz tarafından cezalandırılacaktır. Kiliseye giderken yanından geçilen bataklık ve içinde bulunduğu rivayet edilen cesetler de hem birer gotik unsurdur hem de kilisenin yozlaşmasına bir gönderme olabilecek niteliktedir. Bu ürkütücü kilisede rahibin adeta ölüm gibi gelen vaazını dinlemekten çok sıkılan Lockwood sonunda dayanamayarak Yetmiş birincinin birinci günahı anlatılırken kalkar ve kilisedekilerden rahibi yakalayıp, yere yıkıp parçalamalarını ister, rahipse kilisedekilere kitabın hükmünü yerine getirmelerini söyler ve insanlar asalarıyla Lockwood’a saldırırlar ve Lockwood gürültüyle uyanır. Uyanınca bu büyük gürültünün pencereye vurmakta olan bir çam ağacının dalı olduğunu görür. (Bronte E., 1994: 34,35,36) Loockwood’un bu rüyası ile ilgili olarak eleştirmenler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Örneğin Betina Knapp’e göre: Dindar biri olan Joseph, Lockwood’un rehberi olarak sadece kötü niyetli değerleri değil aynı zamanda da 33 evangalikalizmin ve vaaz vermenin yıkıcılığını gösterir. Sevgi göstermekten ziyade nefretten bahsederler ve insan doğasındaki en kötü içgüdüleri harekete geçirirler. Lockwood rüyasında duyduğu gürültüden o kadar rahatsızdır ki uyanır, bunun nedenini mantıklıca açıklamaya çalışır ve korkusunu kar fırtınası esnasında cama vuran çam ağacı dalına yorar. Fakat bilinçaltı bu açıklamayla tatmin olamaz, gelmekte olan probleme dikkat çekmek için onu tekrar ‘korku dolu bir rüyaya’ gönderir. (Knapp, 1991:111) Burada da Joseph’in dindar biri olarak azarlayıcı ve cezalandırıcı tutumları dönemin din adamlarının benzeri tavırlarına bir atıftır. Lockwood her ne kadar bu rüyayı cama vuran ağaç dalıyla açıklamaya çalışsa da bu kadar basit değildir. Emily Bronte hem Gotik atmosferi güçlendirmek hem de Lockwood’un bilinçaltında daha derin bir yolculuğa çıkabilmek için korku dolu bir rüyayla devam eder. Bu defa meşe ağacından yapılmış bir odacıkta yattığımı hatırlıyor, rüzgarın ve savrulan karların uğultusunu, çam kozalaklarının camda çıkardıkları sesleri duyuyor, hem de bu gürültünün gerçek nedenini sanki gerçekmiş gibi duyuyordum….Ne yapıp edip şu sesi kesmeliyim diye mırıldanarak camı yumruğumla kırıp, dalı yakalamak için kolumu dışarı uzattım, ama parmaklarım dal yerine soğuktan buz kesmiş küçücük bir ele değdi. Büyük bir dehşete kapıldım. Kolumu geri çekmek istedim ama el, elime yapışmış bırakmıyordu. Son derece hüzünlü bir ses ‘beni içeri alın, beni içeri alın’ diye haykırdı.Elimi kurtarmaya 34 çalışırken ‘kimsin’ diye sordum ‘Catherine Linton’ diye yanıtladı titrek titrek…. O konuşurken pencere camında soluk bir çocuk yüzünün göründüğünü fark ettim. Korku beni taş kalpli biri yapmıştı. Çocuğun bileğini kanayıncaya kadar kırık cama sürttü; o ise hala ‘alın beni içeri’ diye inliyor, elimi bir türlü bırakmıyordu. Korkudan deliye dönmüştüm… (Bronte E., 1994:36) Psikolojik olarak çok farklı şekillerde yorumlanabilecek olan bu rüya Lockwood’u ve onunla birlikte okuyucuyu pek yakında öğreneceği, Wuthering Hights’ta yaşanan olaylara hazırlamaktadır. Korku dolu bu rüyalarla gerilim arttırılarak akıl ve bilinç unsurları arka plana itilerek duygu ve bilinçaltı ön plana çıkarılmaktadır. Bu ikinci rüya konusunda Knapp şunları söyler: İkinci rüya karmaşıktır ve içindeki belirgin özelliklere göre açıklanabilir. Lockwood’un elini tutan küçük kız içsel bir davranışın dışavurumunu ya da iki neredeyse cansız varlık olan ölü kız çocuğu ve duygusal açıdan ölü olan tabutta yatar gibi yatakta yatan Lockwood’un dayanışması ve birbirinden yardım istemesinin açık bir göstergesidir. İmgesel olarak el birleştirici bir unsurdur, bir varlıktan diğerine enerji geçirir. Lockwood’u – yada locked wood- ölü feminen unsura açmak Catherine’in amacıdır. Bu, Ortaçağ mezarlarında diğer dünyada ölüye katılması için mezarın yanından geçen kişiyi yakalamak amacıyla dışarı uzanan el imajını hatırlatır. Yalvaran el ise Lockwood’un bilinmeyenden, mantık dışı olandan, açıklanamayan her şeyden, ölüm ve yaşamın 35 gizeminden korkusunun bir göstergesi olarak görülebilir. (Knapp, 1991 :111) Knapp de Lockwood’un rüyasında gördüğü kız çocuğu imajını Pykett gibi kendi hayatıyla özdeşleştirmektedir: Lockwood’un pencerenin önünde gördüğü çocuk imajı kendisinin stresli, huzursuz gelişim döneminin bir yansımasıdır. Çocuk birlikteliği, zıtlığı, başlangıcı, sonu, bilinci ve bilinç altını simgeler, spontene bir şekilde Lockwood’un ‘locked wood’ diye nitelendirdiği bilinç altındaki düşüncelerin yansımasını temsil eder.Çocuğun elinin kanaması çocukluğundaki ise hem Lockwood’un kendi acılarının hem de yaşanabilecek diğer sıkıntıların bir işaretidir. (Knapp, 1991 :112) Pykett ise Gotik türün unsurlarının romana adapte edilmesinde anlatıcıların rolü üzerinde durmaktadır: Emily Bronte’nin Gotik hikaye çerçevesini romanına adapte etme şekli özellikle önemlidir. örneklerinde esas konuya hikayenin Gotik romanın ilk günlükler, mektuplar yada anlatıcıları tarafından yazılmış olan diğer belgelerden ulaşılır. Benzer şekilde ‘Wuthering Heights’ ta da ana konuya dışardan biri olan Lockwood vasıtasıyla yada onun içerden biri olan Nelly’nin anlattıklarına aracılık etmesiyle ulaşıyoruz. Bu iki ailenin olağandışı hikayelerine ulaşabilmek için okuyucuyla paylaştığı kendi toplumsal hayatıyla Nelly’nin anlattığı özel, içsel, domestik hayatı 36 birleştiren Lockwood’un aracılığı gerekmektedir. Lockwood’un anlatıcılığı önemlidir. Çünkü onun anlattığı pek çok Gotik korkular kendi hayatına ve yaşadığı topluma aittir. Kadınlar ve evlilik hakkındaki düşünceleri Cathy ile ilgili romantik düşüncelerinde ortaya çıkar. (Pykett,1993 :92) Emily Bronte, iki anlatıcıdan biri olan Lockwood’un rüyaları vasıtasıyla sadece Lockwood’un temsil ettiği dönemin akılcı, ve gerçekçi yönlerini değil aynı zamanda da akıl dışı ve duygusal yönlerini de okuyucuya iletmiş olur. Böylece anlatacağı Gotik olaylara da uygun bir ortam hazırlamış olur. Lockwood’un rüyalarında karşımıza çıkan, korku uyandıran tüm bu imgeler ana konuya geçiş amacıyla kullanılmış, anlatıcıda ve okuyucuda gerilim ve merak uyandırmıştır. Anlatıcının bilinç altı vasıtasıyla aktarılan Gotik olaylar, Uğultulu Tepelerde yaşanan olayların aktarılması için birer geçit rolü üstlenmiştir. Rüyada görülen pencere imajı ve Catherine’in bu pencere’den içeri girmeye çalışması da bu geçiş fonksiyonunu vurgulamaktadır. ‘Gözler insanlar için neyse pencereler de insanlar için odur. Lockwood pencerenin camını kırana kadar sembolik olarak iç dünyayla dış dünya arasında bir bağlantı olamaz. Bu eli çekmesiyle bir geçiş gerçekleştirilmiş olur.’ (Knapp, 1991 :112) Böylece Emily Bronte, Lockwood’un Gotik unsurlarla bezeli bu rüyalarıyla bir anlatıcı olarak gerçek hikayeye geçişini sağlar. Sadece Lockwood değil Heathcliff de bu Gotik hayaletin etkisi altındadır: Yatağın üzerine çıktı, pencerenin kanadını hızla çekerek açtı,bu arada göz yaşlarına boğulmuştu. ‘içeri gel, içeri gel!’ diye hıçkırdı ‘Cathy Lütfen gel; ah ne olur bir kerecik daha!Benim biricik sevgilim; bu defa olsun duy beni, 37 Catherine sonunda!’…Hayalet yine bir oyun oynamıştı; var olduğuna ait tek bir işaret bile yoktu, ama karla karışık rüzgar savrularak içeri daldı, hatta benim bulunduğum yere kadar sokularak mumun alevini söndürdü. (Bronte E., 1994: 39) Felicia Gordon’a göre Loockwood’un rüyası ve rüyanın ardından Heathcliff’in bu rüyaya tepkisi, hayaletin varlığına inanılabilirliği arttırmaktadır. Büyük ölçüde aklı ve mantığı temsil eden Lockwood bu rüyadan fazlasıyla etkilenir. Rüyasında gördüğünün bir yandan bir hayalet olduğunu düşünürken diğer yandan da bu gördüklerine mantıklı bir açıklama getirerek kendi kendisini ve aynı zamanda da okuyucuyu bu gördüğünün hayalet olmadığına inandırmaya çalışır. Rüyasında gördüğü cama vuran kız çocuğu elinin aslında cama vuran dal olduğunu, bunun etkisinde kalarak öyle bir rüya gördüğünü söyleyerek Gotik bir unsur olan hayaleti mantık temeline oturtmaya çalışır. Ancak mantığı temsili eden Lockwood’un bile içten içe bu gördüklerine inanması hayalet imajının inandırıcılığını arttırmaktadır. Lockwood’un rüyasının bir etkisi çözülmemiş olarak göreceğimiz hikayenin, evrenselden daha az özel olduğunu göstermektir. Eğer geleneksel Lockwood bile böyle korkunç rüyalar görüyorsa, Uğultulu tepelerin vahşi ve sadist dünyası hepimizin içinde olabilir. Ayrıca, rüya hayalet temasına inandırıcılık katmaktadır. Lockwood’un hayalet rüyasını doğal olarak ( pencereye vuran ağaç dalı) açıklamasına rağmen, Heathcliff’in rüyaya olağandışı tepkisi okuyucu için hayalet gerçeğini kuvvetlendirir.’ (Gordon ,1989 :195) 38 Romanın ilerleyen bölümlerinde de çeşitli Gotik unsurlar sık sık karşımıza çıkar, Lockwood’un rüyalarındaki gibi hayaletlerle, doğaüstü varlıklarla sık sık karşılaşırız. Şimdi vaktin gece olduğunun, masanın üzerinde iki mumun yandığının farkındayım. Onların ışığında siyah dolap tıpkı kehribar gibi yanıyor.’… ‘Çok garip ama içinde bir de surat görüyorum.’ ‘…Odada dolap falan yok, hiçbir zaman da olmadı dedim.’ ‘Gözlerini kırpmadan aynaya bakarak sen şuradaki suratı görmüyor musun? Dedi. Surat hala orada duruyor, işte kımıldıyor. Umarım sen gittikten sonra oradan çıkıp yanıma gelmez. Ah bu odada hayaletler dolaşıyor! Yalnız kalmaktan korkuyorum Nelly! (Bronte E.,1994: 114) Catherine de hasta yatağında yatarken odada dolaşan hayaletler görmekte bunlardan korktuğunu Nelly’e anlatmaktadır. Romanın sonlarına doğru Heathcliff Catherine’in ölümünden sonra yaşadıklarını, ruhsal durumunu ve yaptıklarını Nelly’e anlatırken doğaüstü olayların, hayaletlerin ve metafizik düşüncenin etkisi altında olduğunu görürüz. Bu bölümlerde anlatılanlar Gotik türünde karşımıza çıkan hayalet hikayelerinden farksızdır ve Heathcliff’in bu doğaüstü olay ve durumları gerçek gibi gördüğünü kendi sözlerinden anlayabilmekteyiz. ‘Biliyorsun o öldükten sonra deli gibiydim. ediyordum.Hayaletlere, Ruhumun ölülerin bana aramızda geri dönmesi dolaştıklarına, için gündüz dua dolaşabileceklerine inanırım.’ (Bronte C., 1994: 241) Heatcliff bu düşüncelerini açıkladıktan sonra Catherine’in ölümü ardından mezarı başına gidip, ona son bir kez sarılmak için tabutunu açmaya çalıştığını anlatır ve orada hissettiği ruhun varlığından bahseder: 39 Tabutun tahta kapağını çektikçe burgu yerleri gıcırdıyordu. Tam amacıma ulaşmak üzereydim ki, tepemde, mezarın başında bana doğru eğilmiş birinin iç çektiğini duydum. ‘Ah, şunu bir açabilsem’ diye mırıldandım. ‘Ah, ikimizin de üstünü toprakla örtseler keşke’ diyerek kapağı daha çok zorluyordum. Kulağımın dibinde bir iç çekiş daha duydum; hatta sulu karla karışık yağmurda esen rüzgarın yerine ılık bir soluk bile hissettim gibi geldi. İyice biliyordum ki, yanımda canlı hiçbir varlık yoktu. Ama insan karanlıkta ilerlerken, görmediği halde bir şeye yaklaştığını nasıl bilirse, ben de Catherine’in orada olduğundan öyle emindim. Hem de mezarın içinde değil yeryüzünde olduğundan hiç kuşkum yoktu. O anda bütün benliğimi bir huzur kapladı; birdenbire rahatlamış, sözcüklerle anlatılmaz bir huzura kavuşmuştum. Mezarı yeniden örttüğüm sırada da yanımdan ayrılmadı, hatta eve dönerken bile benimle geldi….onun yanımda olduğundan emindim, onunla konuşmaktan kendimi alamıyordum. (Bronte E., 1994 :242) Heathcliff Catherine’e duyduğu derin duygular ve yıllardır yaşanan olayların etkisiyle Catherine’in ölümünü tan olarak kabullenememiştir, onun ruhunu hala bilinçaltında yaşatmaktadır. Buradaki ölüm, kapağı açılmaya çalışılan tabut, yağmurda esen rüzgar sesi gibi unsurlarla Gotik atmosfer güçlendirilerek yukarıdaki sahneden bir süre sonra Heathcliff’in hissedeceği hayalet imajı için gereken ortam hazırlanmaktadır. Wuthering Heights’ta Gotik’i ele alan Felicia Gordon da 40 Heathcliff’in Catherine’in cesedini kucakladığı sahnede Gotik’in inandırıcılığı üzerinde durmaktadır. Wuthering Heights Romantik cazibeyi ölüme dönüştürür. Heathcliff’in Catherine’in cesedini mezarında kucaklama teşebbüsü ve Nelly’nin Heathcliff öldüğünde onun gülümseyen cesedi hakkında söyledikleri Romantik- Gotik türün çürüme ve ölüme yaklaşımıdır. Bu temalara yönelen roman bu yönüyle psikolojik ve toplumsal inanılabilirlik bakımından türdeşlerinden çok daha üstündür. (Gordon , 1989 :200) Emily Bronte Gotik unsurları romantik temalarla birlikte sunmaktadır. Heathcliff Catherine’in cesedini kucakladığında, onun hala yanında olduğunu hissettiğinde, Heathcliff’in Catherine’e karşı olan derin duygularından emin olan okuyucu bu yaşananlara pek de şaşırmaz. E. Bronte böylece bu yaşanan olağan dışı olaylara inandırıcılık katabilir. Kırlarda dolaşıp eve dönerken onu orada bulacağımı sanıyordum. Tepelerden uzakta olduğum zaman, eve dönmek için acele ediyordum. Oralarda bir yerde olduğundan emindim. Onun odasında yatmak istesem adeta kovuluyordum. Orada uzanmama olanak yoktu. Çünkü daha gözlerimi yumar yummaz ya pencerenin dışında duruyor, ya odaya giriyor, yada çocukken yaptığı gibi başını yastığa koyuyordu. (Bronte E., 1994: 243) Wuthering Heights’ın pek çok yerinde gördüğümüz gibi Heathcliff adeta Catherin’in hayaletiyle birlikte yaşamaktadır; fundalıklarda, evde sürekli karşısında 41 biri varmış gibi konuşmakta ve söylediklerinden Catherine ile konuştuğu anlaşılmaktadır. Heathcliff için gördüğü zihninde canlanan bir fügür değil kesinlikle Catherin’in hayaletidir. Romandaki Gotik unsurların başında gelen bu ürkütücü, hayaletle konuşma sahnelerine ve başlı başına bir Gotik kötü adam olan Heathcliff’in garip davranışlarına Nelly sık sık şahit olmaktadır. Nelly Heathcliff’in gizemli ve garip davranışlarından birini okuyucuya şöyle aktarır: O zaman duvara bakmadığını anladım. Gözlerini iki adım daha ötede duran başka bir şeye dikmişti. Bu şey ne ise, sanki ona hem büyük bir zevk hem de acı veriyordu….Gördüğünü sandığı şey bir yerde de durmuyor devamlı hareket ediyordu. Heathcliff gözleriyle bıkıp usanmadan onu izliyor, benimle konuşurken bile bakışları ondan ayrılmıyordu…. Bazen birbirini tutmayan anlamsız sözler mırıldanıyordu. Bunlar arasında anlayabildiğim tek sözcük Catherine’di. Sanki karşısında oturan birine söyler gibi, yavaş, içten, ruhunun derinliklerinden gelen bir sesle söylemekteydi. (Bronte E., 1994: 274) Gotik türünün unsurlarından kabul edebileceğimiz ‘ölü biriyle konuşma’ burada Heathcliff’in Catherine’in ölümü ardından hala yaşıyormuş, karşısındaymış gibi onunla konuşmasıyla karşımıza çıkmaktadır. Fakat Heathcliff’in bu garip davranışları onun duygularının aktarılmasıyla daha kabul edilebilir bir hal alır. Romanda iki ailenin hikayesi anlatılıyor olsa da Catherine/ Heathcliff ilişkisi romanın özüdür. Catherine Heathcliff’in tutkulu anımsamalarında hayat bulur ve ruhsal yada doğa 42 üstü bir şekilde Heathcliff’in ölümü olur. (Gordon , 1989 :196) Romanın sonunda da yine Nelly’i Heathcliff’in ölümünün ardından köylülerin anlattığı, artık hayalet hikayesine dönen, olayları aktarır: Ama köylülere sorarsanız İncil üzerine yemin ederek hortladığını söylüyorlar. Onu kilise yakınında, kırlarda, hatta bu evin içinde bile gördüklerini söyleyenler var. Uydurma şeyler diyeceksiniz ben de öyle diyorum. Ama mutfakta, ocak başında oturan yaşlı Joseph diyor ki, hangi yağmurlu gecede pencereden dışarı baksa, Heathcliff’le Catherine’i birlikte görüyormuş. Ayrıca bir ay önce benim başıma da garip bir olay geldi. Bir akşam Grange’ a gidiyordum. Karanlık bir akşamdı, benziyordu Tam tepelerin orada fırtına kopacağa bir oğlan çocuğuyla karşılaştım ağlıyordu…. ‘ Taa, şu sivri kayanın dibinde Heathcliff’le bir kadın duruyor.’ diye haykırdı ‘ Yanlarından geçmeye korkuyorum.’Ben bir şey göremedim. Ama ne çocuk ne hayvanlar oraya doğru gitmek istemiyorlardı. Belki de kırlarda tek başına dolaşırken duyduğu saçma sapan sözler aklına gelmiş kendi kendini hayalet gördüğüne inandırmıştı. Ama ne olursa olsun, ben artık hem geceleri dışarı çıkmaktan hem de bu korkunç evde de tek başıma kalmaktan hoşlanmıyorum. Elimde değil. (Bronte E., 1994: 278) 43 Emily Bronte yine karanlık doğa tasviriyle Gotik atmosferi güçlendirerek Nelly’nin anlatımıyla okuyucuya aktardığı romanın sonlarındaki bu hayalet hikayesinde anlatıcısına aynı rolü vermiştir. Nelly neredeyse kendisinin bile zaman zaman inanarak etki altında kaldığı bu hayalet hikayelerini bir yandan da çocuğun çevresinden duyduklarından etkilenmiş olup, hayalet gördüğüne kendi kendini inandırması gibi mantıklı bir açıklama getirerek olayları okuyucuya aktarır. Felicia Gordon’ a göre Emily Bronte Gotik’i canlandırmıştır, bilinmeyen iç dünyaya girmek için Gotik’i bir araç olarak kullanır. Wuthering Heights’ı ilk okuduğumuzda Uğultulu Tepeler Gotik kötü karakter Heathcliff tarafından yönetilen perili bir kale gibi görülebilir. Fakat aynı zamanda da hoş olmayan ya da garip kırsal insanların yaşadığı bir Yorkshire çiftlik evidir. Okuyucular olarak biz, Catherine’in hayaletini hiç görmeyiz, sadece Heathcliff’e ve rüyalarında Lockwood’a görünür. Roman İngiltere’nin kırsalında geçer ve sosyal olarak olmasa da psikolojik olarak inanılabilirdir. ‘ Wuthering Heights’ın Gotik unsurları onu daha az tufaf yapar, ve Gotik vasıtasıyla bilinmeyen bir ruh halinin içinde daha geleneksel edebi bir yaklaşım buluruz. Emily, bilinmeyen iç dünyaya girmek için Gotik’i kullanır.’ (Gordon , 1989 :92) Emily Bronte bilinmeyen iç dünya ile bilinen dış dünyayı Gotik unsurlar vasıtasıyla birbirine yaklaştırmıştır. Bir yandan yaşanan toplumsal ve sosyolojik olayları anlatırken bir yandan da Gotik aracılığıyla karakterlerinin bilinçaltına inerek onların iç dünyalarını aktarır. Joseph Wiesenfart The Gothic tradition Domesticated adlı makalesinde ‘Heathcliff’le Emiliy Bronte Orta Çağ dünyasının korkularını kalelerden çıkarıp kasaba evlerine koymuştur. Gotik korkuları kasaba evlerinin mutfaklarına, odalarına hatta Catherine’le birlikte yatak odalarına kadar getirmiştir.’ (Wiesenfart, 1988 :64) der. Emily Bronte tür olarak ilk ortaya çıktığında daha çok 44 kaleler, zindanlar gibi Orta Çağ’a ait yerlerde geçen Gotik türünü ve on ait korkuları Wuthering Heights ile birlikte Viktorya Dönemi’nde yaşayan bir ailenin evinin, gündelik hayatının ve bireyler arasındaki ilişkilerin içine sokmuştur. ‘ Emily Bronte’nin romanda olağan zamanı kullanması, onun Gotik’i, Gotik ( kalelerin zamanı) zamanla olağan zamanı yer değiştirmesiyle, domestikleştirmesidir.’ (Wiesenfart, 1988 :70) Gotik’i Orta Çağ’dan çıkarıp gündelik hayatın içine alan Emily Bronte, Gotik’i olağan zamanın bir parçası haline getirmiş, domestikleştirmiştir. Diane Long Hoeveler Brontelerin Viktorya döneminde yazmış oldukları romantik eserlerin içine Gotik unsurlar katarak onları çağdaşlarından farklı bir şekilde neredeyse Gotik romanslara çevirmelerine farklı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Diane Long Hoeveler’a göre Ölü bir anne ve hala ev halkı içinde gibi olan ölü iki kız kardeşle, buyurucu bir baba ve para yiyici bir erkek kardeşle, Charlotte, Emily ve Anne Bronte Gotik bir fantezi yaşamışlardır. Bir Gotik patrik nasıl hem sevilir hem kızılırsa onlar da babalarını öyle sevmiş ve ona kızmışlardır; Branwell gibi bir kardeşle hayat onlara Gotik umutlardan fazlasını getirmemiştir. Aşk, ihanet, zina, ve cinayetten oluşan hikayelerini tekrar tekrar anlatarak Bronte çocukları kendi yaralarına, kayıplarına ve tabi ki de kendilerinin ve önceki jenerasyonlarının Gotik birikimlerine ilgi çekmektedirler. (Hoeveler, 1998 :185,186) Hoeveler’ın The Triumph of the Civilizing Process makalesinde belirttiği gibi ‘ Freud’a göre bir ailenin bireyi hiçbir zaman tek başına bir birey değildir, 45 sürekli olarak el değiştiren, bir nesilden diğerine aktarılan bir rolü vardır.’ (Hoeveler, 1998 :187) Wuthering Height’ta da büyük olan Catherine, romana bir kız çocuğu olarak başlar, bir eş ve ardın dan da anne olur, kısa süre sonra da kızı Catherine aynı süreci yaşayarak onun yerini alır. Aile parçalardan oluşan bir bütündür ve bütün her zaman parçalardan daha önemlidir. Bronteler gibi okuyucu olarak fark ederiz ki, aile, rolleri birbirine devredilen, bağımsız kimlikleri olan benliklerden oluşur. Aile bireylerinin birbirine baskı uygulaması, onları kötüye kullanması bireylerin jenerasyona bağlı hayatta kalma çabası içinde olağandır. Catherine de Heathcliff’le olan çatışmasında zarar görür. Ne yazık ki Catherine yara almış Gotik kötü adam olan Heathcliff’in duygusal kahraman olamayacağını çok geç fark eder. Emily Bronte kahramanlarını Gotik bir romandan alıp duygusal bir romanın içine yerleştirmiş sonra da her şey alt üst, herkes mutsuz olmuştur. Böylece Brontelerin ‘romantik feminizm’ dediğimiz romanları ‘Gotik feminizm’ le birleşmiştir. (Hoeveler, 1998 :187,188) Başlangıçta Viktorya Dönemine ait iki malikanede yaşayan iki aile arasındaki ilişkileri, özellikle de aşk hikayelerini anlatacak gibi görünen Wuthering Heights Gotik unsurların ortaya çıkmasıyla romantik feminizm’den Gotik feminizme geçmektedir. Bu iki türe ait unsurları birleştirdiği romanda Emily Bronte bu unsurları karakterlerinin iç dünyalarını, kendi iç dünyaları, toplum ve toplumsal değerlerle olan çatışmalarını yansıtmak için bir araç olarak kullanmıştır. 46 Emily Bronte’nin ilk Gotik feminist karakteri ise kendisini ailevi ve sosyal şartlara uymaya zorlayan koşulların farkında olmadan duygusal ve cinsel bir savaş yaşayan Catherine Earnshaw’dır. Çocukluğunda bile Catherine Viktorya döneminin itaatkar uysal çocuk tipine uymamaktadır. Bu dönemde ‘vahşi ve kötü’ olarak tarif edilmiştir. Nelly’e göre hiçbir zaman onları küstah, kaba bakışı ve iğneleyici sözleriyle aşağıladığı zamanki kadar mutlu olmamıştır. (Hoeveler, 1998 :190) Tüm bu davranışlarıyla Catherine Viktorya dönemi kadınlarının özelliklerine hiç uymamaktadır. Heathcliff Viktorya Dönemi’nin tipik kişilerinin özelliklerinden farklı özellikler taşıayan bir kişidir. Heathcliff’in farklı özellikleri şöyle özetlenebilir: Heathcliff, bir çocuk olarak, fazlasıyla sosyal yönden isyankar ve kabul edilemez olarak gösterilmektedir. Fiziksel olarak ise ‘ koyu tenli çingene’ ve ‘ yabaniler kadar kaba ve taş kadar sert’ diye tasvir edilmektedir. ‘Viktorya Dönemi standartlarına en uymayan özellikleri ise hem Catherine hem de Heathcliff’in yönlendirilmeyen ve serbest kalan enerjileri ve bunun oluşturduğu belirsiz cinsel karakterleridir. Bu yönleriyle Gotik karakterlere benzerlik göstermektedirler’(Hoeveler, 1998 :191,192) Romanın pek çok bölümünde özellikle Heathcliff’in Viktorya dönemi kişi tipine uymadığını gösteren davranışlarını ve konuşmalarını görmekteyiz. Bunlardan en belirgin olanlarından biri Heathcliff’in Catherine’in ölümünden sonra yaşamını anlatan Nelly’nin sözleridir. Nelly’nin anlattıklarından Heathcliff’in Viktorya dönemi tipik dindarlarına hiç uymayan, tamamen zıttı bir yaşam sürdüğünü, dini 47 inançlardan, Tanrı’dan ve İncil’den tamamen uzaklaştığını adeta bu dini kavramlarla alay ettiği anlaşılmaktadır. … ne ağlıyor, ne de dua ediyordu; yalnız küfür ediyor, meydan okuyor, Tanrı’ya da insanlara da isyan ediyordu, sonra kendisini çılgın bir sefahat alemine kaptırdı.’ (Bronte E., 1994: 67) Heathcliff Viktorya Dönemi tipik dindarlarına ya da toplumsal kurallara hiç uymayacak şekilde yaşamaktadır. Yaşadığı dönemde bireylerin çoğu dini ve toplumsal kurallara karşı gelmekten, toplumun tepkisini çekmekten kaçınırken, Heathcliff ne dini ne de toplumsal düzene aldırış etmektedir. Romanda Heathcliff’in yaşadığı döneme göre aşırılık olarak kabul edilecek ve toplum tarafından onaylanmayacak pek çok davranışıyla karşılaşmaktayız. Dini inançlara ve kurallara karşı gelmesi, hiç birini umursamaması da bunların başında gelmektedir. Nelly sık sık Heathcliff’in bu isyankar tutumlarını okuyucuya aktarmaktadır. Ben ha! Tam aksine, sırf beni yaratanı cezalandırmak için kendimi mahvetmekten büyük bir zevk duyacağım! diye bağırdı günahkar. ‘ İşte, bu da onun kahrolması şerefine! İçkiyi içti, sonra sabırsızca oradan uzaklaşmamızı emretti. Hem de bu emrini öyle ağza alınmayacak küfürlerle tamamladı ki insan ne tekrar etmek ne de bir daha hatırlamak ister. (Bronte E.,, 1994 :76) Wuthering Heights’ın pek çok kısmında bu örneklerde görüldüğü gibi Heathcliff’in yaşadığı dönem özelliklerine de tamamen zıt olarak dini kavramları ve inançları yok saydığı hatta onlarla alay ettiği görülmektedir. Bunlar aynı zamanda Heathcliff’in ‘Gotik kötü karakter’ karakterini de güçlendirmektedir. 48 Evde çok garip şeyler oluyor. En başta efendim. Ne kıyamet gününden korkuyor, ne Aziz Paulus’tan, ne aziz Petros’tan, ne Azizi Yohannes’ten, ne Aziz Matta’dan. Hiçbirinden! Korkmak bir yana sanki onlarla yüz yüze gelmeye can atıyor….hiç bir şey umurunda değil, sanki şeytanın ta kendisi!... Güneş batarken yataktan kalkıyor, ertesi gün öğleye kadar kepenkler kapalı kalıyor, mumlar yanıyor, içki, kumar gırla… Sonra bizim deli söve saya, bağıra çağıra odasına gidiyor. Öğle ki azıcık kendini bilen biri bu hale düşse utancından yedi kat yerin dibine girer. (Bronte E.,, 1994: 99) Halbuki , Felicia Gordon’a göre Emily Bronte romanda üç temel dini tema üzerinde durmaktadır: Tüm Bronte romanlarında olduğu gibi Wuthering Heights’da da din önemli bir rol oynar. Fakat Emily kendi kişisel görüşünü yansıtmıştır. Üç temel dini tema göze çarpmaktadır: Joseph ve Jabes Branderham’ın vaazlarıyla alaya alınan Calvenizm, Nelly Dean ile örneklenen, daha umut vadeden ve yardımsever Hıristiyanlık ve Catherine ve Heathcliff ile gösterilen Hıristiyanlıktan çok Paganlığa benzeyen dini bir mistisizm biçimi. Joseph’le Emily Bronte Calvenizm’in kinci, erdem fanatikliği olan yanlarıyla alay eder. Joseph şeytan figürü olarak gördüğü Heathcliff’ sayesinde günah ve lanetlenmenin etrafında her an yaşandığını düşünmektedir. (Gordon ,1989 :200,201) 49 Joseph’in Heathcliff’in cesedi başındaki son sözleri onun bu düşüncelerini gözler önüne serer: Joseph ayaklarını sürüye sürüye yukarı geldi, bir feryat kopardı, ama ona el sürmemeye de kararlıydı. Onun ruhunu şeytanlar alıp götürmüştür!’ diye bağırdı. ‘ leşini de onlar alıp götürsünler, umurumda bile değil! Pöh! Şu alçağa bak hele, ölümle bile alay eder gibi sırıtıp duruyor! Yaşlı günahkar, bunları söyledikten sonra onu taklit ederek sırıttı. Yatağın çevresinde tepinerek dönecek sandım. Ama birden bire kendisini toparlayıp yere diz çöktü, ellerini havaya kaldırdı. Evin asıl beyi ile eski hizmetçilerin haklarını geri veren Tanrı’ya şükürler etti. (Bronte E.,, 1994: 278) Bir yanda Viktorya Dönemi dindarlığının iki örneği olan Joseph ve Nelly figürleri okuyucuya gösterilip, yer yer onların inançlarının aşırılıklarıyla ve zaman zaman iki yüzlülükleriyle alay edilirken, Catherine ve özellikle de Heathcliff’in dine karşı olan alaycı tutumu ve tamamen uzak olmaları sık sık örneklerle gözler önüne serilir. Nelly’ nin Heathcliff ölüm döşeğindeyken onunla olan konuşmasında Heathcliff’in çocukluğundan beri dinden tamamen uzak bir yaşam sürdüğünü açıkça görmekteyiz: ‘Siz de biliyorsunuz ki bay Heathcliff’ dedim. ‘On üç yaşınızdan beri Hıristiyanlığa yakışmayan bencil bir ömür sürdünüz; bütün bu süre içinde İncili, belki bir kere bile elinize almadınız. Kitapta yazılı olanları herhalde unutmuşsunuzdur. Yeniden öğrenmek için de artık vaktiniz 50 kalmamıştır. Acaba birini çağırsak, yani, hangi meshepten olursa olsun bir papaz çağırsak da size kutsal kitabın ilkelerinden ne kadar saptığınızı gösterse, ölmeden önce tanrıya günahlarınızı affetmesi için yalvarmazsanız cennetin eşiğine bile yaklaşamayacağınızı anlatsa, kötü mü olur?’… (Bronte E.,, 1994:276) Heathcliff, Nelly’nin tüm ısrarlarına rağmen herhangi bir din adamının gelmesini ve cenazesinin toplumun da onaylayacağı şekilde dini kurallara göre yapılmasını da reddeder. Sakın unutma! Hiçbir papazın gelmesini istemiyorum, mezarımın başında da dua edilmesin. Ben kendi cennetime gideceğim, başkalarının ki onların olsun. …. … onun bu dinsiz umursamaz tavrı karşısında şaşırıp kalmıştım. ( Bronte E., 1994:276) Heathcliff ölüme yaklaşırken bile ‘Gotik Kötü Karakter’ özelliklerini hala taşımaktadır, hala dini törenlere karşıdır, Tanrı’dan af ya da cezalandırılma beklememektedir, kiliseden gelecek her hangi bir papaza ya da duaya dönemi insanlarının pek çoğunun aksine tamamen karşıdır. Nelly tüm çabalarına rağmen Heathcliff’i ikna edemez. Viktorya döneminde yazılan Wuthering Heights dönemin özelliklerini taşıyan bir kasabadaki iki aile arasındaki ilişkileri anlattığı bu romanında romantik dönem edebiyatının pek çok unsuruyla, domestik aile hayatıyla Gotik roman türünün pek çok özelliğini bir araya getirmiştir. Diane Long Hoeveler’e göre, Kelimenin tam anlamıyla baktığımız zaman roman oldukça açık sözlü bir romanstır. Aldatma, ayrılan ruh eşleri, 51 engellenen cinsel arzular gibi standart romans unsurlarını etkiyi arttırmak amacıyla, Lockwood’u rahatsız eden hayalet figürüyle Catherine, Earnshawlar’ı rahatsız eden kanibalistik kötü adam Heathcliff gibi Gotik unsurlarla birleştirir. … Wuthering Heights’da bastırılmış duygusal gelenek ve onun kahramanı Edgar Linton’un geri dönüp Gotik edebi akımı ve onun temsilcisi Heathcliff’ten intikam alışını görmekteyiz. Roman geçtiğimiz yüzyılda kadınların romantik eğilimini şekillendiren bu iki türü çözmek amacıyla iki türü birbiriyle karşı karşıya getirmektedir. Romantik kahraman, yansıması olan Gotik anti-kahramana karşı savaş açar ve patriarşik bir zafer kazanılır. Başka bir deyişle Wuthering Heights’da ne duygusal ne de Gotik ölür. Romanın sonunda sorunları çözmüş ve uslanmış bir çift olarak kalan Catherine II ve Hareton, her iki türün de mirası olarak varlıklarını sürdürürler. Böylece Bronte’nin son fikrini oluştururlar: romantizmin otantik olmak için tutkuya ihtiyacı vardır, aynı zamanda Gotik’in de dizginlenmeye ihtiyacı vardır ve ikisi de hem romantizmin hem Gotik’in başladığı roman sayfalarına okuyucuyu getirirler. (Hoeveler, 1998 : 196) Emily Bronte, Romantik ve Gotik türlerine ait unsurları Wuthering Heights’ta bir araya getirerek bu iki türü bir arada kullanmış böylece romanda farklı bakış açıları yaratmış, karakterleri ve olayları hem akıl, bilinç ve mantık çerçevesinde hem de duygu, bilinç altı ve mantık dışı çerçevesinde sunmuştur. Birbirinden çok farklı olan bu iki türü domestik ve feminen özelliklerle 52 destekleyerek farklı açılardan ele alınabilecek bir roman ortaya çıkarmıştır. Orta Çağ’a ait kalelerde, şatolarda geçen Gotik türüne ait unsurları ve korkuları, ailelerin günlük hayatının, evlerinin içine kadar sokmuş böylece Gotik’i ev hayatının bir parçası haline getirmiştir. Emily Bronte’nin Wuthering Heights’ı yazdığı dönem özellikleri göz önünde bulundurulduğunda dikkat çeken kadının toplum tarafından yönlendirilmesi ve baskı altında tutulması gibi sorunlara romanında karakterlerinin başkaldırılarıyla ışık tuttuğu ve dönem özelliklerine uymayacak şekilde aşk, tutku gibi konuları ele aldığı görülmektedir. Emily Bronte bu özellikleri XIX. Yüzyıl romanında romantik diyebileceğimiz bir hikayeyi Gotik unsurlarla birleştirerek okuyucuya sunmuştur. 53 II. VILLETTE DE GOTİK UNSURLAR ‘Villette’de Gotik Unsurlar’ adlı İkinci Bölümde Charlotte Bronte’nin Villette adlı romanı Giriş Bölümünde açıklanan Gotik türü bağlamında incelenecektir. Villette Gotik başlığı altında incelendiğinde Gotik’in bu romanda akıl-duygu, bilinç-bilinçaltı çatışmasının göz önüne serilmesinde ve roman kişilerinin iç dünyalarına ulaşılmasında önemli bir rolü olduğu görülecektir. Bireyin psikolojik ve sosyal sorunları, toplumdaki yeri Gotik unsurların vasıtasıyla sorgulanacaktır. Wuthering Heights’ta ‘evcilleştirilen’ Gotik Villette’de farklı bir mekanla (manastırla) farklı bir boyut kazanacaktır. Roaman kişilerinin, romanın yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı ile uyumu ela alındığında Wuthering Heights’ta olduğu gibi burada da dönem insanlarıyla uyuşmayan yönleri göze çarpmaktadır. Villette (1853) , Lucy Snowe adlı bir genç kızın ağzından bir öz yaşam öyküsü olarak yazılmıştır. Romanın kahramanı Lucy’nin bizlerle sıcak bir ilişki kurduğu, bizlerle konuştuğu, bizlere içini döktüğü duygusuna kapıldığımız için, bu yöntemin kullanıldığı romanlara özgü bir gerçeklik havası vardır ‘Villette’ de. Brontenin son romanı Villette, Viktorya dönemi psikolojik teorisi ve tıbbi uygulamalarıyla en açık bağlantısının olduğu romandır. Anlatıcı Lucy Snowe görünürde halusinasyonlar yaşamaktadır ve sinir sisteminde bir çökme yaşar ve semptomlarını doktoruyla tartışır. Charlotte Bronte, Lucy Snowe’da psikolojik sağlığı sürekli olarak sorgulanan bir figür yaratır. Lucy’nin dünyasına giren okuyucu mantıklı bir düzenin varsayımlarını bırakmaya zorlanır. Lucy anlatıcı olarak, kendi kendiyle çelişerek, bilgi saklayarak, şaşırtarak, zaman zaman okuyucusuyla alay eder hatta onları allak bullak eder. Charlotte Brontenin gölgesi gibi olan Lucy’nin otobiyografik anlatımıyla okuyucu farklı bir dünyaya girer, Lucy’nin kendinden 54 uzaklaşması, kendini gözlemliyor gibi olmasıyla zihinsel yabancılaşmanın çağdaş teorilerini araştırır ve sorgular. Pek çok eleştirmen Charlotte Bronte’nin Villette’de Bürüksel’de yaşadığı tecrübelerini anlattığını savunmaktadır. Bu eleştirmenlerden biri de Knapp’dir. Anne Bronte adlı eserinde Villette’den bahsederken şöyle söyler: ‘Kişisel ve otobiyografik olarak kabul edilebilecek roman Charlotte Bronte’nin travmatik yıllarını özellikle de Brüksel tecrübelerini anlatır. Romanın başkarakteri Lucy Snowe, Charlotte’nin kendi davranışlarına ve ruh haline çok benzemektedir.’ (Knapp, 1991 :172) Kişiliği açısından Charleotte Bronte’ye çok benzeyen Lucy Snowe iyi yetişmiş annesi babası olmayan bir kızdır. Çocukluğunu çeşitli akrabalarının yanında geçirir. Bir ara, vaftiz annesi bayan Bretton’ın evinde konuk olur. İleride romanda önemli bir rol oynayacak olan evin oğlu John Graham Bretton’u ve kısaca Polly denilen Paulina’yı orada tanır. Sonra yaşlı ve hasta bir kadının bakıcısı olur. Bu iyi yürekli kadın ölünce, kendine bir iş bulmak amacıyla Londra’ya gider. Hayatını sürdürecek parayı kazanmak için çalışmak zorunda kalan genç bir kadın olarak Lucy Snowe Viktoria Çağı romanlarında ender görülen bir tiptir. Orta sınıftan olup da kendi geçimini sağlayacak parayı kazanmak isteyen kadın kavramı, Viktoria Çağı toplumuna öyle aykırıydı ki Lucy’nin bu sözlerini duyan Polly, çok iyi yürekli ve duyarlı bir kız olduğu halde, Lucy’e acıdığını söylemekten kendini alamaz. Oysa Lucy Snowe, kendisini hiç de acınacak biri olarak görmez. Çalışmanın ezikliği değil, gururu vardır onda. Hatta çevresindeki zengin ve aylak kızları biraz hor görür. Onları, duygu ve düşünceden yoksun ve biraz şımarık bulur. Ivır zıvır konular üzerine dedikodu yapmaktan başka işleri olmamasını ayıplar. Lucy Snowe, çalışma yaşamında işin kolayına da gitmez. Daha 55 sonraları öğretmenlik yaparken, Polly’nin evinde oturup genç kıza refakat etmesi ona önerilince, bir zengin evinde hiçbir iş yapmadan bir sığıntı olarak yaşamak istemez. Bu durumda ev halkına dalkavukluk etmek zorunda kalacağını düşünür. Asalak olacağına bir orta hizmetçisi gibi çalışmayı, yerleri süpürüp silmeyi daha haysiyetli bir iş sayar. Lucy Snowe Londra’da iş bulamayınca bir gemiye binip Villette’e gelir. Bu yabancı kentte Fransızca konuşulmaktadır. Fransızca bir tek sözcük bilmeyen Lucy yoğun bir çaba sonucu dili iyice öğrenir. Madam Beck’in yönettiği okulda önce bu kadının çocuklarına dadılık eder, sonra İngilizce Öğretmeni olur. Böylece roman, ilk bölümlerinden sonra, Labassecour ülkesinin başkenti Villette’de geçer. Bu arada yazar romanının neredeyse her sayfasına Fransızca tümceler ekleyerek bu dili ne denli iyi bildiğini gözler önüne serer. Charlotte Bronte’nin Fransızca’sı Gordon gibi pek çok eleştirmen tarafından beğenilmiş ve övülmüştür. Şüphesiz Charlotte Bronte’nin Brüksel’de geçirdiği zaman Fransızca’sını geliştirmesini sağlamıştır. ‘Fransızca terimleri ve Fransızca’nın ritmini öyle güzel kullanmıştır ki, sanki önce Fransızca yazmış sonra İngilizce’ye çevirmiştir. Kullandığı Fransızca sözler genellikle deyimseldir, her zaman doğrudur ve yerli yerindedir.’ (Gordon ,1989 :89,90) Villette’in sokaklarıyla, parklarıyla, yapılarıyla, insanları ve töreleriyle Brüksel olduğu, Labassecour’un da Belçika olduğu, Charlotte Bronte’nin Villette’i yazarken Brüksel’deki yaşamından esinlendiği düşünülmektedir. Bu görüşü savunan eleştirmenlerden biri de Felici Gordon’dur. Gordon A Preface to Brontes adlı eserinde Charlotte Bronte’nin Villette’i yazarken Brüksel anılarından yararlandığını ve aynı zamanda da kendisi ile yarattığı karakter arasında bir mesafe oluşturmayı başardığını ifade etmektedir: 56 Villette’de Charlotte Bronte Brüksel mirasıyla arasına bir mesafe koymayı hem de onlara göğüs germeyi başarmıştır. Kendi hayal gücünü gerçekçi edebiyatın unsurlarıyla birleştirebilmiştir. Charlotte, romanı yazarken Brüksel’de geçirdiği on sekiz ayda edindiği tecrübelerden doğrudan yararlanmaktadır ve bu tecrübeleri başarılı bir romana çevirmesi taktir edilir. (Gordon, 1989 :156) Charlotte Bronte, insan portreleri çizmekte ne denli ustalaştığını Villett’in hemen başında, altı yaşındaki Polly’yi anlatırken kanıtlar. Polly yaşından da küçük görünen aşırı duyarlı, çok kaprisli, büyümüş de küçülmüş bir çocuktur. Çelik gibi iradesi sayesinde büyüklere her istediğini yaptırmanın yolunu bulur. Üstelik de bunu haysiyetli ve gururlu olduğundan, şımartılmış çocukların sevimsiz hallerine düşmeden başarır. Polly, küçücükken bile, ancak bir erkeğe tutkuyla bağlandığı ve o erkekten sevgisine karşılık gördüğü sürece yaşayabilen kadın karakter rolü çizer. ‘Polly yoğun duygulara sahip olan bir karakterdir, fakat bu duygularını başkalarına yöneltir; önce babasına sonra da Graham Bretton’a. Polly şanslıdır çünkü başkalarına yönelme mümkündür.’ (Gordon, 1989 :161) Üçüncü bölümde Polly’den şöyle bahsedilir: Çocuğun kendi aklı ya da hayatı olmadığı düşünülebilir, fakat mutlaka yaşamalı, hareket etmeli ve kendi benliğini başka birinde bulmalıdır: şimdi babası ondan alınmıştır, Graham’a sığınmıştır ve onun duygularıyla, onun varlığında var olacak gibi görünmektedir. (Bronte C.,, 1999: Bölüm 3 ) Annesi olmayan Polly önceleri bu yoğun tutkuyu babasına duyar. Babası uzun sürecek bir yolculuğa çıkınca da o sıralarda on altı yaşında olan John Graham 57 Bretton’ı aynı tutkuyla sevmeye başlar. Babası geri dönüp onu alınca, John’dan ayrılacağı için bir çocuktan fazla yetişkin bir kadının duyabileceği derin bir acıya kapılır. Akıllı uslu Lucy Snowe, bu küçük kızın büyüyünce yaşamla nasıl başa çıkabileceğini kaygıyla düşünür. Ama Polly, on yedi yaşına gelince muradına erer. Artık doktor olan John’a kendini sevdirir, onunla evlenir. Lucy’nin çalıştığı okulun sahibesi ve müdiresi madam Beck üç çocuklu orta yaşlı bir duldur. Charlotte Bronte büyük bir olasılıkla Madame Héger’nin bir portresi olan bu kadına öylesine inandırıcı bir gerçeklik katar ki, onu kendi gözlerimizle görmüş, uzun süre tanımış gibi oluruz. Yazar işin kolayına gidip Madame Beck’i kötü bir kadın yapmaz. Okuldakilerin sadece “Madame” dedikleri bu kadın, açık seçik bir biçimde ahlaksız değildir. Öğrencilere ve emrinde çalışan öğretmenlere eziyet etmez. Onlardan elinden geldiğince yararlanmak amacıyla, herkesi serinkanlı değerlendirir. Lucy Snowe’daki değeri de çok geçmeden sezer. Onu dadılıktan İngilizce öğretmenliğine yükseltir. Yüze yakın kızı, otoritesini açıkça gözler önüne sermeden, sıkı bir denetim altında tutar. Koskoca okulun her bir yanından hazır ve nazırdır sanki. En beklenmedik anlarda kızların karşısına çıkıverir. Peşinde hiçbir iz bırakmadan, bir hafiye gibi her tarafı araştırır. Çekmeceleri açıp gizlice mektupları okur. Villette’in metni gözetleme uygulaması üzerine temellenmiştir. Sürekli kendi kendini gözetleme ve Lucy’nin anlattıklarını belirleyen saklama rolü onun etrafındakilerin sosyal ve kurumsal olarak onu gözetlemesiyle anlatılır. Tüm karakterler gizli saklı bir birlerinin yüzlerini, zihinlerini ve hareketlerini okuyup yorumlamaya çalışırlar. Madame Beck okulunu izleme kelimelerine göre yönetir ‘gözetleme’ ve ‘ispiyon’; M. Paul geldiğinde Lucy’nin yüz ifadesini okur, Pere Silas Villette’e Roman Katolik günah 58 çıkarmasıyla onu gözler. Lucy eğitimsel, profesyonel ve dini gözetime maruz kalır. Bu gözetleme Dr. John’un tıbbi değerlendirmeleriyle de en otoriter halini alır. Pek çok eleştirmenin de üzerinde durduğu gibi Villette’de izleme ve izlenme olgusu ön plandadır. Çalışmanın bu bölümünde Gotik unsurlar açıklanırken belirtileceği gibi ‘izlenme’ duygusu kişi üzerinde psikolojik bir baskı ve gerginlik oluşturmaktadır; bu baskı ve gerginlik de Gotik bir unsur sayılabilmektedir. Bu olgunun Gotik ve Gotik’in Villette’de işlenişi konusunda rolü üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulacaktır. Lucy Madam Beck’in okuluna ilk geldiğinde, Madam Beck’in onun giysilerini ve kişisel eşyalarını karıştırarak casusluk yaptığını gördüğü zaman hem çok şaşırır hem de bu durum çok ilgisini çeker. Sadece M. Beck değil, Pere Siles hatta P. Emanuel bile bilgi edinmek ve başkaları üzerinde kontrol sağlamak amacıyla bu casusluk işine karışırlar. Hatta bu casusluklarla mücadele eden Lucy bile casusluk yapar. Felicia Gordon da Villette’de Saklanma ve Kılık Değiştirme: Casus adlı yazısında romandaki karakterlerin birbirini izlemesini şöyle açıklar: Romanın pek çok yerinde Lucy, izler ve gözlem yapar, hatta onun eşyalarını karıştırırken o da M. Beck’i gözetler, gece yarısı diğerlerini izlemek ve dinlemek için saklanır anlatıcı olarak kasıtlı olarak okuyucudan bilgi saklar. Lucy’nin casusluktan nefret ediyor görünmesine rağmen, anlatıcı olarak diğer karakterlerin bilinmeyen yönlerini okuyucuya aktarmak için gözlem ve tahminden başka bir yöntemi yoktur. (Gordon, 1989 :168) 59 Betina Knapp de izleme konusunda özellikle Madam Beck’in manastırda olup biten her şeyi izlemesi üzerinde durmaktadır. Knapp’e göre: Madam Beck unutulmaz bir karakterdir. Okulunun hapishane gibi olan düzenini korumak için içerdeki herkesi, hem öğrencileri hem öğretmenleri gözetler. Onun haberi olmadan hiçbir şey yapılamaz veya söylenemez. Hatta Lucy’nin onun uyuduğunu sandığı geceleri yada başka işlerle meşgulmüş gibi göründüğü gündüzleri de M. Beck casusluk yapmaya devam eder.’ (Knapp, 1991 :176) Madame Beck gerçekten de ilginç bir karakterdir; çıkarlarını düşünür, soğuktur, hesaplı kitaplıdır, ama herkes gibi onun da zaafları vardır. Örneğin, bunu özenle gizlediği halde yakışıklı genç Doktor John’a tutulur gibi olur bir ara. Ama asıl isteği, okulun en önemli –daha doğrusu tek önemli- öğretmeni akrabası Profesör Paul Emmanuel’i elinden kaçırmamak, onun Lucy Snowe’ya bağlanmasını engellemektir. Kitabın sonlarına doğru göreceğimiz gibi bu ikisinin birleşmesini önlemek için Madame’ın yapmayacağı şey yoktur. Fakat Madame bu işleri o kadar gizli kapaklı yürütür ki amacı, Profesörü iyi bir hoca olduğu için mi yoksa kendisi mi ilgi duyuyor diye mi Lucy’den ayırmaya çalıştığı pek de anlaşılamaz. ‘Ama sevgilileri birbirinden ayırmak açısından Charlotte Bronte ile Monsieur Héger’nin ilişkisinde Madame Héger’nin rolünü oynadığı hiç kuşku götürmez.’ (Urgan, 2003: 117) Villette’de Profesör karakter olarak büyük önem taşımaktadır. Paul Emmanuel Labassecour’lu değildir. İspanyol kanı taşımaktadır. Fiziki görünüşü, pek çok romanın erkek karakterlerinden bambaşkadır. Lucy Snowe, 60 ikide birde ondan küçük adam diye söz ederek Paul Emmanuel’in kısa boyu, ince yapısı üzerinde özellikle durur. Bu tutkulu, ateşli, öfkeli küçük adam İspanyol yüzlü bir kartaldır. Bir kara kaplan kadar yabanıldır. Beylik anlamda yakışıklı olmaya hiç gerek duymadan salt kişiliğinin gücüyle herkesi büyüler. Gerçekten de karşı konulmaz bir karizması vardır bu edebiyat öğretmeninin. Öğrencilerinin gözlerinin içine bakınca sanki parmaklarıyla onların göz kapaklarını açar, yüreklerinin ve beyinlerinin içini görür, eksik ya da kusurlu yanlarını kurcalar. O yüreklerde ve beyinlerde gördüklerinden hoşlanmayınca da öfkelenerek bağırır çağırır. Pek çok eleştirmenin üzerinde durduğu bir karakter olan Villette’in baş erkek kişisi Profesör Paul Emanuel, Mina Urgan’a göre de kadın romancıların iyi karakterler çizemedikleri iddeasını çürüten en az Heathcliff kadar canlı, gerçeklere uygun ve inandırıcı bir karakterdir. (Urgan, 2003: 1181) Paul Emmanuel, inişli çıkışlı, renkli kişiliğiyle bir çelişkiler yumağıdır. Lucy Snowe’nun dediği gibi görkemli bir beyni, yüce bir yüreği olan kusurlu, sevgili bir küçük adamdır. Hem zeki bir kaplan kadar saldırgandır, hem de dünyanın en sevecen, en yufka yürekli insanıdır. Örneğin, gençliğinde bir kız sevmiş, kızın annesi bu evliliğe razı olmayınca kız bir manastıra kapanıp, orada ölmüş. Paul Emmanuel ona haksızlık eden ve hiç de iyi bir insan olmayan bu anneden öç alacağına bir süre sonra yoksullaşan kadını her zaman korumuş, ona sürekli para sağlamıştır. Bu adam, hem aklın egemenliğine inanır, hem de o denli duygusaldır ki, 61 ölen sevgilisinin anısına bağlı kalır, kırkına geldiği halde hiç evlenmez, bir keşiş gibi yaşar. Paul Emmanuel bir yandan kendisi gibi kafası yorulan erkeklere ancak sıradan, kişiliksiz ve güzel kadınların uygun olacağını söyler; bir yandan da sıradan ve güzel olmayan, kişiliği ayrıca güçlü Lucy Snowe’ya aşık olur. Hem kendini beğenmiş ve serttir, hem de bir çocuk kadar saf ve güler yüzlü olabilir. Hem öğrencilerini kasıp kavurur, hem de onlara kendini sevdirmesini bilir. Ve işin en ilginç yanı şudur ki, bunca çelişki içinde, Charlotte Bronte, Profesör Paul Emmanuel’e tutarlı ve inandırıcı bir kişilik vermenin yolunu bulur. Romanın ilk yarısında Lucy, yakışıklı Doktor John’a sevdalanır gibi olur. Vaftiz anasının oğlu olan bu genci on dört yaşındayken tanımış, dört beş yıl sonra Villette’de yeniden karşılaşmıştır onunla. Dr. John ise, bencil, aşifte huylu, ama güzel Ginevra’ya tutkundur. Lucy’nin uyarıları üzerine bu kızdan uzaklaşır, Polly’ye bağlanır. Zamanla Lucy, Doktor John’un onu ancak bir kız kardeş gibi sevdiğini anlayıp ondan vazgeçer. Lucy Snowe’nun Dr. John ile ilişkisinden kat kat daha ilginç olan Profesör Paul Emmanuel ile ilişkisi, romanın ikinci yarısında ele alınır. Alışılagelmiş aşıkların davranışlarına hiç benzemez onların davranışları. Örneğin, kendisi huysuzluğuyla ün saldığı halde Emmanuel, Lucy’nin dünyanın en huysuz insanı olduğunu ileri sürerek, kızı sürekli tersler, azarlar. On sekiz yaşındaki Lucy, her zamanki kılığı olan gri giysiler yerine bir kır gezintisine giderken pembe bir elbise giydi diye onu ayıplar. Lucy ise, karşısındakini çileden çıkaran serinkanlı bir davranış sergileyerek, Emmanuel’in damarına basma fırsatını hiç kaçırmaz. Aslında Emmanuel özel edebiyat dersleri verdiği Lucy’nin, tanıdığı öteki genç kızlardan ne denkli farklı, onlara ne denli üstün olduğunu daha ilk karşılaşmalarında anlamış; onun başkalarına kapalı, duyarlı ve tutkulu kişiliğini de hemen sezmiştir. Lucy için. 62 “Sauvage! La flamme a I’âme, I’éclair yeux!” (Vahşi! Ruhunda alev, gözlerinde şimşek!) der (Bronte C.,1999) Ne var ki, Paul Emmanuel, sevdiği kadına kendini kolay kolay teslim eden erkeklerden olmadığından, üstelik aralarında yaş farkından başka, milliyet ve özellikle din ayrımları bulunduğundan, birbirlerine karşı direnirler uzun zaman. Emmanuel, İngiltere’yi sürekli kötüler, yerin dibine batırır. İngiliz kadınlardan hoşlanmadığını da söyler ikide birde. Emmanuel’in Katolikliğiyle Lucy’nin Protestanlığı, ayrıca büyük bir engeldir aralarında. Lucy ağır bir bunalım anında, bir Katolik kilisesine gidip, Protestan olduğunu bildirdikten sonra yaşlı rahibe günah çıkardığı ve bu sayede biraz rahatladığı halde, Anglikan Kilise’nin inanmış bir üyesi olarak din değiştirmeye hiç niyeti yoktur. Oysa aklın egemenliğinden sürekli dem vuran koyu Katolik Paul Emmanuel açısından, Protestanlar gerçekten Hıristiyan sayılmazlar. Lucy’nin benimsediği dinsel inanç da putlara tapmak kadar bağışlanamaz bir yanılgıdır. ‘ Lucy ile Emanuel arasında evlilik gerçekleşemez çünkü Charlotte Roma Katolik kilisesine karşı olan derin korkusunu ve güvensizliğini çözememiştir’(Knapp, 1991 :178) Oysaki, aşk, dinsel kaygılardan ağır basar Villette’de ve Paul Emmanuel, Lucy’yi Katolik yapmak için bir hayli uğraştıktan sonra, onu olduğu gibi kabul eder. ‘Sen Protestan kal, benim küçük İngiliz Püritenim. Protestanlığı sende seviyorum’(Bronte C.,1999) der. Bu Püriten sıfatının Lucy Snowe’ya bir bakıma uygun olduğunu, bizlere bugün bir hayli gülünç gelen bir durum dolayısıyla anlarız: Madame’ın doğum gününü kutlamak için düzenlenen eğlencede Paul Emmanuel bir tiyatro oyununu sahneye koyar. Lucy son dakikada, erkek rolü oynayan başka bir kızın yerine sahneye çıkmak zorunda kalır. Erkek olacağına göre pantolon giymesi 63 gerekmektedir. Ama Kutsal Kitap’a göre kadınların erkek kılığına, erklerin de kadın kılığına girmeleri günah sayıldığından Lucy pantolon giymeye öyle bir kesinlikle karşı çıkar ki Paul Emmanuel bile onun üstüne varmanın boşuna olacağını anlar. Lucy, temsilde erkek olduğu anlaşılsın diye boynuna bir kravat takıp, kendi kadın giysisinin üstünde bir erkek yeleği geçirmekle yetinir. Sahnede oynarken büyük bir haz duyduğunu anlayınca da, gene Püritenlikten kaynaklanan bir kaygıyla, kendisini gözler önüne sermesinin doğru olmadığına, bu tür hevesleri hemen önlemesi gerektiğine karar verir. Lucy Snowe ile Paul Emmanuel din engelini aştıktan sonra, daha çetin bir engelle karşılaşırlar. O güne değin ancak gizli kapaklı dolaplar çeviren Madame Beck, Lucy’ye ‘Paul ile evlenmemelisiniz. O evlenemez’ diyerek, âşıklara karşı açıkça cephe alır. Emmanuel’in bir Protestan’ın eline düşmesini istemeyen yaşlı peder Silas da Madame ile birleşir. Emmanuel, Avrupa’dan dolayısıyla Lucy’den uzaklaştırılır, tâ Guadalup’a gönderilir. Üç yıl kadar sürecek bu yolculuğun bahanesi, Paul Emmanuel’in gençliğinde sevdiği ölen kızın annesinin Guadalup’da çok para getirebilecek büyük toprakları olması; bu toprakların, ancak Emmanuel gibi güvenilir ve aklı başında bir adamın uğraşmasıyla kurtulabileceği düşüncesidir. Paul Emmanuel ise, gerçek bir şövalye olduğundan, ölen sevgilisinin annesine hizmet etmek görevinden kaçmaz. Madame Beck, sevgililerin ayrılmadan önce birbirlerini görmelerini engellemek için, elinden geleni ardına koymaz. Lucy’ye çok etkili bir uyku hapı yutturacak kadar ileri gider. Ama Lucy ile Emmanuel gene de buluşup uzun uzun konuşurlar. Paul Emmanuel, Lucy’yi Madame’ın elinden kurtarıp bağımsızlığa kavuşturmak için, ona dayalı döşeli küçük bir okul armağan eder. Lucy, okulu çok güzel yönetir, öğrenci sayısını hızla artırır. Sevgililer düzenli mektuplaşırlar. Üç yıl 64 çabucak geçer. Paul Emmanuel tam geri dönerken, Atlantik okyanusunda yedi gün süren korkunç bir fırtına olur. Birçok gemi batar, birkaçı da kurtulur. Ne gariptir ki, Charlotte Bronte, Villette’in son sayfasında, Paul Emmanuel’in batan bir gemide mi, yoksa batmayan bir gemide mi olduğunu açık seçik söylemez. Ama onun sağ salim geri dönüp Lucy ile evleneceği konusunda kuşkusu yoktur okuyucuların. Görüldüğü gibi, Charlotte Bronte’nin en önemli iki romanından biri sayılan Villette’de başlıca konu aşktır. Charlotte Bronte’nin yaşadığı çağda sadece aşk konusunu işleyen romanlar bir yeniliktir. Aşkı, karşı konulmaz yalın bir tutku olarak ele almak ise, Viktoria Çağı’nın dar kafalı ahlâksal baskılarına karşı bir başkaldırıştır. Başkaldıranın bir kadın olması da o dönemde tepki çekmiştir. Bronte kardeşler Viktorya döneminde tepki uyandıran aşk tutkusunun incelenmesini romanlarına konu edinmişlerdir. Aynı zamanda da erkeklerin yönettiği toplumda, toplumun kendilerine dayattığı yaşam biçimlerine başkaldıran, evlilik, çalışma gibi konularda kendi isteklerini ifade eden kadın portreleri çizdiler. Buraya kadar Charlotte Bronte’nin aktardığı genel temalarına değindiğimiz, Viktorya döneminde yazılmış olan ve aslında bir genç kızın kendi kimliğini bulma çabasında başından geçen olayların anlatıldığı Villette’de Gotik unsurlar: dönemin katı kurallarına başkaldırı, akıl- duygu çatışması, bilinç ve bilinç altının yansıtılması, böylece karakterlerin gerçek duygu, düşünce ve karakterlerinin yansıtılmasında temel unsur, başlıca araç olarak kullanılmıştır. Villette’de özellikle Charlotte Bronte’nin kadını, o dönemde yaşadığı sorunları ve var olma mücadelesini, aynı zamanda da hem kendisiyle hem de toplumla çatışmalarını anlatırken Gotik geleneğinden yararlandığı görülmektedir. DeLamotte de bu görüşü savunan eleştirmenlerin başındadır. DeLamotte Perils of the Night: a Feminist Study of Nineteenth Century Gothic adlı çalışmasında 65 Charlotte Bronte’nin Gotik geleneğinde yerini ve özellikle bu gelenekte kadın benliğini ortaya koyan bir yazar olarak önemini vurgulamaktadır. DeLamotte’ye göre kadının toplumla ve kendi içiyle olan çatışmalarını, korkularını günlük hayatı içinde en iyi anlatan yazarlardan biridir: Charlotte Bronte’nin Gotik geleneğinde önemi göz ardı edilemez. On dokuzuncu yüz yıl yazarları arasında, kadınların kendini arama sürecinde ben ve ben değil çatışmasını en açık şekilde gören, kadın zihnini korkutan saklı hayaletli diğer benliklerini, bu hayaletleri oluşturan baskıyı en iyi gören odur. Bronte kadınların Gotik fantezilerinin gerçekliğini görmüştür, kadınların hayatındaki Gotik tekrarların gerçek anlamını, içsel korkuların kötü kimliklerini ve kadın Gotikçiler tarafından yüceltilen son domestik değişimi en iyi görendir. (DeLamotte, 1990: 290) Lucy önce Dr. John’a daha sonra da Emanuel’e olan aşkında hem kendi kendiyle hem de toplumun koyduğu kurallarla çatışmış, bunlara karşı gelmiştir. Bu çaba ve karşı geliş aşamasında halisinasyonlar olarak karşımıza çıkan Lucy’nin gördüğü rahibe hayaleti, kadın Gotik’inin (Female Gothic) bir örneği halini almıştır. Lucy Snowe kendisi kadın Gotikçilerin bir prototipidir, bir hayalet hikayesi anlatma sürecinden geçerek kendi değişimi için uğraşır, fakat her aşamada onun anlatıcı olarak yeteneklerini yok edecek gelenekler ve tabular engeli ile karşılaşır. Bu bariyerleri yıkmaya çalışarak en baştan itibaren kadın Gotik’inin bir malzemesi olmuştur. Bu, 66 Bronte’nin bu değişim aşamasında cesurca bir zaferi olmuştur. (DeLamotte, 1990: 291,92) Ian Gregor’a göre de Charlotte Bronte’nin romanlarını göz önünde bulundurduğumuzda Villette en çok Gotik unsur kullanılan romandır ancak bu unsurlar romanda, daha önceki bölümlerde açıklanan klasik Gotik unsurlardan farklı bir biçimde kullanılmış, farklı bir rol yüklenmiştir. Bu unsurlar roman kahramanlarının özellikle Lucy’nin duygularının incelenmesinde bir araç olarak kullanılmış ve sonunda da kendi kendilerini çürütmüşlerdir. Charlotte Brontenin romanları arasında Villette klasik Gotik unsurlar, bu unsurların bir yandan çürütülmesi ve bir yandan da duyguları yoğun bir şekilde inceleyerek romanın alanının ve derinliğinin genişletilmesiyle, en fazla Gotik unsur kullanan romanıdır. (Gregor, 1970 : 105) Romantik bir romanın kahramanı olan Lucy, hem içsel çatışmaları hem de toplumun baskısıyla kendi duygularından bile kaçar hale gelirken, halisinasyon olarak yansıtılan rahibe hayaletiyle Gotik edebiyat türüne malzeme haline gelir. Kendi duygularını inkar ederek Lucy, aslında Dr. John’un onayını kazanmak için kendi kendini kör etmiştir. Fakat Lucy’nin duyguları bu kadar kolay inkar edilmeyecektir, bunun yerine, rahibenin tekrar tekrar görülmesiyle ortaya çıkacaklardır. Rahibeyi ilk kez gördüğünde Lucy Graham Bretton’dan gelen masum mektubu okumak için inzivaya çekilmiştir. Mektubu yanıp sönen bir mumum altında okuyarak, farkında olmadan kendisini Gotik bir atmosferin içine koymuştur. Lucy bize kendisini hayal etmemizi söyler. Buz gibi tavan arasında rüzgarlı havada yanıp sönen mumun ışığında basitçe masum bir mektubu- başka bir şey değil- 67 okuyan İngilizce öğretmeni, daha sonra bu masum mektup bana Tanrı gibi gelse de, saraylardaki kraliçelerin çoğundan daha mutluydu. (Bronte C.,1999: 228) Gotik eserlerde sık sık karşımıza çıkan karanlık, kasvetli yerler, rüzgarın etkisi ile yanıp sönen mum ışığı gibi unsurlar burada da karşımıza çıkarak okuyucuyu Gotik sahnelere hazırlamaktadır. ‘Nispeten Gotik bir unsur olan, mum ışığında okunan kaçamak mektup birden rahibe hayaletinin girmesiyle tam anlamıyla Gotik halini alır.’ (Armstrong, 1987: 227) Giriş bölümünde de açıklandığı gibi Gotik yapıtlarda karşımıza çıkan olağan dışı, doğaüstü olayların en başında ‘ortaya çıkan hayaletler’ gelir. Lucy’nin karşılaştığı ‘rahibe hayaleti’ Villette’de gördüğümüz en önemli Gotik unsurlardan biridir. Charlotte Bronte, karanlık, ıssız, kasvetli bir ortam yaratarak ortaya çıkacak bu hayalet figürü için gerekli fiziksel ortamı yaratmıştır. Bu fiziksel ortamın yanı sıra Lucy’nin psikolojik durumu da Gotik bir figür olan hayalet figürünün ortaya çıkması için uygun. Graham’a olan aşkından yaşadığı düş kırıklığının etkisi altındadır, yaşadığı bu yoğun duygular ve bunların etkisiyle yaşanılan Gotik unsurlar bize Lucy’nin bilinçaltının kapılarını yavaş yavaş açmaktadır. İnsan mutluluğunu kıskanan, insan olmayan, kötü şeyler var mıdır? Havada hayalet gibi dolaşan ve havayı insanlar için zehirleyen kötülükler var mıdır? Benim yakınımdaki neydi?... Bu büyük, ıssız tavan arasında bir şey garip bir ses çıkardı. Eminim, kesinlikle duydum, göründüğü kadarıyla yerin üstünde gizlice ilerleyen bir ayak: siyah çalıların arkasından süzülen pelerinli biri. Döndüm, ışığım loştu, oda 68 büyüktü- fakat, yaşadığıma göre- bu hayaletli odanın ortasında tamamen siyah ve beyazlar içinde, eteği düz, dar siyah, başı örtülü, peçeli beyaz bir figür gördüm. Ne söyleyecekseniz söyleyin okuyucular, gergin ya da deli olduğumu söyleyin, bu mektubun heyecanıyla huzursuz olduğuma beni temin edin, rüya gördüğümü ilan edin: yemin ederim ki o odada, o gece gördüğüm RAHİBE gibi bir şeydi.’ (Bronte C.,1999: 228,229) Rahibe Lucy’nin Graham’a olan düş kırıklığına uğramış aşkıyla bağdaştırılır, çünkü rahibe Lucy’nin Graham’dan gelen mektuplarına bağlıdır. Fakat bu bağlantı nedir? Madame Back’in yatakhanesinde görülen bu rahibe hayaleti, efsaneye göre işlediği bir günah yüzünden Methuselah armut ağacının altındaki lahite canlı canlı gömülen bir kadındır. Daha sonra öğreniyoruz ki, M. Poul’ün sevgilisi Justine Marie, Poul ile evliliği maddi nedenlerle engellendiğinde manastıra girer ve ölür. Poul ise şimdi Justine Marry adında, kızı olabilecek bir kızın koruyucusudur. Dr. John Lucy’ye rahibeyle ilgili sorular soracağı zaman ‘ bir erkek miydi? Bir hayvan mıydı? Neydi?’ diye sorar. Mantıklı Dr. John’a göre rahibe sadece bir ‘ilizyon’ olabilir. Fakat Charlotte Bronte Gotik unsurları kullanmaktadır. Bir bilim adamı olarak akıl, mantık ve bilinç yönünü temsil eden Dr. John görülen bu hayaletin varlığına inanamamakta, doktor kimliğinin bir gereği olarak da bunun bir halisünasyondan ibaret olduğunu düşünmektedir. Oysaki rahibe hayaleti duygu, olağan dışı ve bilinçaltının yansıtılmasında kullanılan bir Gotik figürdür. Böylece Charlotte Bronte akıl, bilinç- duygu, bilinç altı çatışmasını yansıtmıştır. Ayrıca efsaneye göre günahı nedeniyle cezalandırılan rahibe de dönemin insanları üzerindeki dini baskıya, kilisenin cezalandırıcı yönüne yapılmış bir atıftır. 69 Rahibe hayaleti ikinci kez Lucy Graham’a karşı delicesine aşkından vazgeçtiği ve mektuplarını Methusaleh armut ağacının altına gömdüğü zaman ortaya çıkar. Bu olay gotiği vazgeçilmiş bir tutkunun kalıntıları olarak, kadın yazarın yazım ve yaratıcılık açısından daha yüksek seviyeye çıkması için gereken bir feragat olarak gösterir. Fakat geri çekilme ya da bastırmanın daha ileri seviyelerine geçmeden önce Lucy tekrar rahibeyi görür. Duygularını bastırmak, tutkularından vazgeçmek zorunda kalan kadın figürü konumundaki Lucy’nin, bu vazgeçiş esnasında yaşadığı yoğun duygular ve gerilim etkisiyle tekrar hayalet figürüyle karşılaştığı düşünülür. Charlotte Bronte Lucy’nin gizlemeye çalıştığı duygularına, bilinçaltına ulaşmak için bu Gotik figürü kullanmıştır. Rahibe’nin cezalandırılıp gömüldüğü Methusaleh ağacının altına aşkının kalıntıları olan mektupları gömmesi de yine dini baskıya yapılan bir göndermedir: Şimdiye kadar loş olan ay ışığı, her nasılsa daha parlak olarak parladı: hatta önümden beyaz bir ışık geçti ve bir gölge belirginleşti. Karanlık geçitte aniden görünen bu belirgin zıtlığın sebebini anlamak için daha dikkatlice baktım: gözümün önünde daha beyaz ve daha siyah olarak büyüdü, birden bire şekil aldı. Uzun, samur kaftanlı, beyaz peçeli bir kadının üç yard uzağında duruyordum. Beş dakika geçti. Ne kaçtım ne de titredim. Orada hareketsiz duruyordu. ‘ Kimsin ve niye bana geldin’ dedim. (Bronte C.,,1999: 277) Lucy rahibe ile olan karşılaşmasını ayrıntılı olarak aktarmakta, rahibenin her hareketinden bir anlam çıkarmaya çalışmaktadır. Tek konuşan Lucy’dir ve rahibenin ziyaretlerinden bir anlam çıkarabileceğini farz eder. Oysaki romanın sonunda 70 Lucy’nin kendi yarattığı kişisel anlamdan başka hiç bir anlamı olmadığını anlarız. Lucy rahibeyi ‘ yüzü, mimikleri yoktu, sadece beni gören gözleri vardı’ diye tarif eder. Burada izleyen gözler temasıyla Gotik geleneğinde var olan ve Villette’e de hakim olan izlenme paranoyası ön plana çıkar. Lucy’i izleyen rahibe, aslında başka kadınları izleyen Lucy’nin yansımasıdır. Lucy’e gelen hayalet, kadın yazarların fantezileri ve paranoyalarında varlığını sürdürme çabasındaki ölmüş ya da ölmekte olan eski bir geleneğin hayaletidir. Orta Çağ’dan kalan bir gelenek olan Gotik Charlotte Bromte gibi kadın yazarların romanlarında farklı türlerle birleşerek kendini göstermektedir. Rahibe ile Lucy’nin bir diyalog kuramaması, rahibenin sadece Lucy’yi izlemesi Armstrong’un da belirttiği gibi, Gotik geleneğinde ve Villette’de sık sık karşımıza çıkan izlenme paranoyasını anımsatmaktadır. Toplum ve diğer bireyler tarafından izlenme, sürekli baskı altında hissetme Villette’de özellikle kadın karakterlerin izlenmesi olarak dikkat çekmektedir. Burada Gotik bir unsur olan rahibe hayaleti tarafından izlenme ile bu ‘izlenme’ olgusu vurgulanmıştır. Rahibe üçüncü ve son olarak Lucy ve M. Poul birlikte yürürlerken, M. Poul Lucy’i kendisinin kadın versiyonu olduğuna dair düşüncelerini -‘ Biz birbirimize benziyoruz, yakınlık var. Bunu aynaya baktığınızda görebiliyor musunuz matmazel?’- açıkladığı zaman görülür. Konuşmaları M.Poul’ün ölen nişanlısı Justine Marie konusuyla bağlantılı olarak rahibe efsanesine kadar uzanır. Aralarında olması muhtemel aşk efsanevi rahibenin ölmüş bedeni, ölen Gotik gelenek ve muhtemelen tutkularının kurbanı olup bir kız çocuğu dünyaya getirip, bedelini hayatıyla ödeyen, kurban edilen Justine Marie’nin anısı üzerine kuruludur. Lucy ve M. Poul rahibe gerçeği üzerine derin derin düşünürlerken, Bronte romanlarında her zaman olduğu gibi doğa kendini gösterir: 71 Bir esinti oldu, ve cılız fundalıklar hareketsiz dururken o koca ağaç şiddetle sarsıldı, Birkaç dakika daha dallar ve yapraklar inip kalktı. Alabildiğine karanlıktı, gecenin gölgesinden ya da dalın gölgesinden daha sert, simsiyah bir şey göründü. Sonunda mücadele sona erdi. Neyin doğumu bu kargaşaya sebep oldu? Bu sancılardan hangi orman perisi doğdu? Donup izledik. Evde aniden bir zil çaldı. Birden bire odaya bir hayalet geldi, tamamen siyah ve beyaz. Öfkeli bir koşturmayla yüzümüzün önünden hızla rahibenin ta kendisi geçti. Onu hiç bu kadar net görmemiştim. Heykel gibi uzun ve mimikleri kızgındı. O gidince, rüzgar arttı, soğuk ve hırçın bir yağmur başladı, bütün gece onu hissetmiş gibiydi. ( Bronte C., 1999: 344) Gotik eserlerde görebildiğimiz aniden ortaya çıkan rahibe hayaleti, burada P. Emanuelin geçmişine dayandırılan bir hikayeyle romanın içine alınarak, hayalet nispeten varlığına inanılınacak bir figür haline getirilir. Lucy’nin Graham’a karşı duyduğu aşk, daha sonra ise Emanuel’in geçmişindeki aşk hikayesi ve Lucy ile yaşadığı aşk ve Emanuelin sevgilisine ait olduğu düşünülen bu rahibe hayaleti sayesinde romantik bir hikayeyle Gotik unsurlar birleştirilmiş olur. Brontelerin romanlarında sık sık gördüğümüz etkileyici doğa tasvirleri burada da karşımıza çıkar, bu kez Gotik bir unsur olan rahibe hayaleti doğanın adeta bir parçasıymış gibi aktarılır, Charlotte Bronte böylece okuyucuyu daha derinden etkileyecek Gotik atmosferi kuvvetlendirmiş olur, hem de son derece gerçekçi doğa tasviriyle bu doğanın parçası halinde sunduğu hayalete de gerçekçilik katmış olur. Rahibe sanki doğanın bir gücü gibi doğmuştur, sanki ağacın dallarından ortaya 72 çıkar. İnsandan daha fazlasıdır. Rahibenin görüntüsünde çok fazla sayıda imgeler vardır ama yine belirsizlik hakimdir. Bronte böylece kadın Gotik geleneğinin kaderini yansıtır. Rahibenin ağaçtan doğumu aynı zamanda da Gotik geleneğinin kadın romancıların romanlarında yeniden şekillenmesinin bir ifadesidir. Çünkü aslında eski Gotik geleneğinde görülen hayalet imgesi Villette’nin sonunda rahibe hayaletin olmadığının ortaya çıkmasıyla yıkılır. Hayaletin yerinde aslında sadece Genevra’ya kur yapmak için kadın kılığına girmiş bir erkek vardır. Böylece Lucy’nin kendisini hayalet olduğuna inandırdığı bu rahibe imajının Lucy’nin zihninin bir oyunu olduğu anlaşılır. Eski Gotik’in yerini bilinçaltının oyunlarının etkisindeki yeni Gotik alır. Villette’de Lucy’nin yaşadığı Gotik imgeleri göz önünde bulundurduğumuzda bunları Kadın Gotik’inin (Female Gothic) birer unsuru olarak değerlendirebiliriz, fakat romanın sonlarına doğru başlıca Gotik unsur olan rahibe hayaletinin tamamen bir yanlış anlama olduğunun ortaya çıkmasıyla, Kadın Gotik’i unsuru kendiliğinden yok olur. Böylece Charlotte Bronte Villette’de’ Kadın Gotik’ini önce baş karakterinin bilinç altına girmek için bir araç olarak kullanmış daha sonra da gerçeği ortaya çıkararak bu aracı yok etmiş olur. Manastırın işlevi DeLamotte’ye göre de son derece önemlidir: Charlotte Bronte’nin gerçekçilik ve Gotik’i, ya da gerçekçilik ve romantizmi kullanması onların birbirine uyuşmayan, zıt, bağdaşmayan olarak görülmelerine neden olmuştur. Villette’de Gotik ve romantik unsurların gerçekçi geleneklerle birlikte kullanılması ‘rahibe’nin gerçekçi metinde araya girmesi olarak görülmüştür. (DeLamotte, 1990: 232,3) 73 Charlotte Bronte, Villette’de’ XVIII. yüzyıl süresince görülen Gotik türüne ait unsurları kullanarak dönem insanları özellikle kadınları üzerinde baskı oluşturan toplumsal ve dini yargıları dikkat çekmekte, akıl-duygu, bilinç- bilinçaltı çatışmasını yansıtmaktadır. Gotik unsurların en başında gelen rahibe hayaleti figürünü, bunu gördüğünü ifade eden Lucy bile hem ‘ romantik bir saçmalık’ diye nitelendirmekte hem de aynı zamanda bu hayaletin varlığına inanmaktadır. Lucy akıl-duygu, bilinçbilinç altı çatışmasına çok iyi bir örnek olmaktadır: Charlotte’un canlı canlı gömülen rahibe efsanesiyle, rahibe hayaleti olarak görülen ziyaretçiyi kullanması çok karmaşıktır: Charlotte Lucy’nin bu efsaneyi ‘ romantik saçmalık’ diyerek bir kenara atmasıyla ve bunları bir aşığın oyunları olarak değerlendirmesiyle kendisini bu efsaneden uzaklaştırır. Başlangıçta bu durum ‘hayalet’ ten Gotik korkular yaratmak olarak görülse de aslında amacı bu basit korkunun altında yatanlara ulaşmaktır. İlk olarak hayalet Lucy’nin zihninin bir ürünü olarak açıklanır, Dr.John bunları ‘uzun süreli zihinsel çelişki’nin ürünü olarak açıklar. Gotik’in tarihinde bu açıklama önemli bir noktadır: çünkü burada klişe açıklamalardan ve cevaplardan ilk kez insanın iç dünyasına geçilmiş oldu, romanda da psikolojik derinlik yavaş yavaş keşfedilmeye başlandı. (Gregor, 1970 :105) İlk kullanılmaya başlandığı dönemlerde sadece okuyucuda korku ve heyecan yaratan kasvetli, gizemli, ürkütücü olaylar diye basitçe ifade edilen Gotik, XIX. yüzyılda daha derin anlamlarda kullanılır olmuştur. Villette’ Gotik’in bireyin iç 74 dünyasına geçiş için bir araç olarak kullanıldığı bir romandır ve bu durum romanda Dr. John’un açıklamalarıyla dile getirilir. Villette’de ‘maskulenlik’ ve ‘feminenlik’ kavramları üzerinde durulduğunda her iki cinsiyet arasında duygu ve düşüncelerinin aynı olabileceğini, benzer duyguların farklı cinsiyetlerde görülebileceği düşüncesi ortaya çıkmaktadır. Hamel’in kadın kılığına girmesi ve okulda sergiledikleri oyunda Lucy’nin erkek rolünü oynaması Bronte’nin kalıplaşmış ‘ maskulenlik’ ve ‘ feminenlik’ kavramlarına bir gönderme olarak yarattığı iki kılık değiştirme durumu olarak düşünülebilir. Kadın, erkek, erkek de kadın kılığına girebildiğine göre her iki cinsin duyguları da akıl ve gerçekler çerçevesinde birbiriyle dengeli olabilir. Akıl ve duygular duruma göre farklı cinsiyetlere uygun bir hal almakta ve değişiklik göstermektedirler. Lucy’nin Dr. John’u reddetmesi ya da reddedilmesinden hemen sonra kendisinin zıt kutbu olan, ve Lucy’nin bastırılmış duygularının vücut bulduğu M. Poul’a yönelmesi bu değişime bir örnek olarak gösterilebilir. Villette’de romanın geçtiği yerler de Gotik bağlamında ayrı bir öneme sahiptir. Roman Lucy’nin yanlarında kaldığı vaftiz annesinin evinde başlar, önce Londra’da daha sonra da bir deniz yolculuğunun ardından Villette’de geçer. Brüksel olduğu yorumları yapılan, Fransa’da bir şehir olan Villette’de Lucy Madam Beck’in okulunda çalışmaya başlar. Bu okul aslında bir manastırdır. Böylece olaylar başlıca bu manastırda ve onun içinde bulunduğu Villette şehrinde geçer. Villette’de romanın bir rahibe manastırında ve şehirde geçmesi, romanın pek çok başlıca bölümünde Lucy’nin yaşayacağı güçlüklerin onun toplumsal ve en kişisel ilişkilerini kaplayacağı anlamına gelir. Sosyal statünün kadının hayatındaki rolü temel sorunlardan biridir. Fakat romanın geçtiği yer Lucy’nin iş ilişkileri, arkadaşlıkları, ve toplumdaki yeriyle ilgili korkularını da sürekli olarak göz önünde tutarak sosyal 75 statünün rolünü daha da ön plana çıkarır. ‘Manastır hem Lucy’nin içsel psikolojik dünyasıdır hem de onun dışındaki yabancı toplumdur.’ (DeLamotte, 1990: 232) Özellikle romanın geçtiği dönem olan Viktorya dönemi göz önünde bulundurulduğunda kadınların erkek egemen bir toplumda, erkeklerin baskısı altında yaşadıklarını aynı zamanda da toplumun koyduğu tutucu kuralların bireyler üzerindeki baskısı görülmektedir. İçinde yaşadığı toplumun ve mensubu olduğu dinin baskıları altındayken aynı zamanda da kendi duygu ve arzularıyla mücadele etmek zorunda kalan Lucy’nin bir manastırda çalışıyor ve yaşıyor olması sembolik olarak da anlamlıdır. DeLamotte, Lucy’nin bir manastırda yaşıyor olmasını şöyle yorumlar: Manastır tablosu ve içindekiler çok iyi bir örnektir. Hem toplumsal hem de psikolojik yer olarak mevcut iki anlamında manastır saklı olma tecrübesini simgeler. Manastırın toplumsal dünyasının içinde Lucy’nin burada işe girmesi onu neredeyse var olmadığı aşağı bir pozisyona yerleştirir. O ‘ ışıkla dolu bir alanda sadece gölgeli bir noktadır’. O kadar değersizdir ki Ginevra ona ‘ Sen biri misin?’ diye bile sorabilir. Aslında Lucy’yi tanımakta olan Dr. John’un bile onu tanıması uzun zaman alır. Manastırın mikrokozmik dünyasında Lucy saklanmıştır, oranın dışındaki toplumsal dünyada da aynı derecede siliktir. Lucy orada çalışmaktadır, çünkü paraya ihtiyacı vardır, ve bu konumunda paranın daha geniş bir alanda özgürce hareket etme özgürlüğü sağladığı insanlar tarafından unutulma riskini alır.(DeLamotte, 1990: 234) 76 Saklı olma tecrübesini temsil eden manastırda yaşayan Lucy bu saklanma eğiliminde hem toplumdan, toplumsal baskılardan hem de kendi duygularından, iç dünyasından saklanma eğilimindedir. Bu ‘saklı olma’ çabası da Gotik bir unsur olarak değerlendirilebilir: birey üzerinde yarattığı psikolojik baskı vasıtasıyla bireyin iç dünyasını ve içsel çatışmalarını açığa çıkarmaktadır. Saklanma amacıyla yaşanan bu manastırda bireylerin itinalı bir gözlem altında olduğunu fark ederiz ki bu izlenme şüphesi ve duygusu da yine bireyde baskı yaratabilecek bir Gotik unsur olarak kabul edilebilir. Ayrıca Lucy toplumdan, baskılardan ve kendi duygularından saklandığı bu noktada ‘silinme, unutulma’ riskiyle de karşı karşıyadır. Kenara çekilip yaşayanlar, ki onların hayatları okulların ya da diğer duvarlarla örülü kapalı yerlerin inzivasının ortasında kalmıştır, arkadaşlarının hafızalarından ve özgür dünyadan aniden ve uzun süre için çıkarılmaya maruz kalırlar. Beklide sakin bir ara, sözsüz bir sessizlik, uzun süreli bir unutulma yaşarlar(Bronte C,1999: 348) DeLamotte romanda yer (setting) konusundan bahsederken, özellikle olayların başlıca iki yerde geçmesinin ve bu yerlerin romandaki rolü üzerinde durur. Birbirinden farklı iki yer farklı iki unsur olan akıl-duygu çatışmasını uyum içinde yansıtmaktadır. DeLamotte’ye göre: Villette’de olayların iki yerde geçmesinin iki işlevi vardır: Bronte’nin hem romans hem de gerçekçiliği kullanması bir gerçeğin aynı anda iki yüzünü birden yani sosyal ve psikolojik yönünü göstermesidir. Gerçekten de, metin boyunca aklın gerçekçi söylemleriyle duyguların romantik söylemleri arasında uyuşmazlık vardır fakat bu uyuşmazlık 77 Lucy’nin anlatımı esnasında büyük bir uyum içindedir. Bu uyum Bronte’nin hem romans hem de roman karakterleri olan karakterlerinin hem psikolojik gerçeklerini hem de toplumsal gerçekleri bir arada yansıtmalarından kaynaklanmaktadır’. (DeLamotte, 1990: 233) Charlotte Bronte hem psikolojik hem de sosyolojik gerçekleri, aklın gerçekçi söylemleriyle duyguların romantik söylemleri arasındaki çelişkileri ve çatışmaları bir arada sunduğu Villette’de’ Gotik’i bu farklılıkları ve çatışmaları bir arada uyum içinde sergilemek için kullanmıştır. Böylece Villette’ Gotik geleneğin XIX. yüzyılda akıl-duygu, toplum-birey çatışmalarını yansıtma bağlamında kullanılacak biçimde değişmesine ve derinleşmesine bir örnek olmuştur. Gotik mimarideki bir aileye ait şato ya da malikaneden, Villette’de Gotik manastıra geçerek kahramanın sosyal sorunlarına daha çok inilir, çünkü bunlar kahramanın psikolojisiyle daha yakından ilgilidir. Gerçekçilikle romantizmin kesişmesi, Gotik korkular kahramanın kendisinin değişiminde merkeze oturur, bu korkuları kahramanın bildiklerinin ve kendisinin de bilinmesinin güçlükleri ortaya çıkarır. Wuthering Heights’ta Gotik’in evcilleştirilmesi (Gothic Domesticated) diye yorumladığımız: romanın geçtiği yerin eski Gotik türünde görülen eski bir kale, zindan, yer altı geçitleri ya da genelde Ortaçağa ait şatolardan, roman kahramanlarının yaşadığı, günlük hayatın sürdüğü evlere taşınması; Villette’de farklı bir boyut kazanmıştır. Villette’de özellikle Gotik unsurların görüldüğü başlıca yer bir manastırdır. Ev aile ile sınırlıyken manastır ise topluma açık bir kurumdur. Evde geçen Gotik eserlerde daha ziyade bireyin aile içi ilişkileri ve iç dünyası ele 78 alınırken, manastır gibi daha toplumsal bir mekanda bireyin iç dünyasının yanı sıra toplumsal ilişkilerin ve sosyal sorunları da ele alınabilir. Ian Gregor, The Brontes adlı kitabında Romantizm ile Gotik’in ilişkisini şöyle açıklar: Gotik romantizm’in özüdür ve romantizm de doğa üstücülüğün edebi açıklamasıdır. … Romanda Gotik’in fonksiyonu romanın ufkunu sosyal kalıplardan, mantıklı kararlardan, ve kurumsal olarak onaylanan duygulardan öteye taşımaktır, başka bir deyişle, gerçekçilik duygusunu ve insan üzerindeki etkisini genişletmektir. Duyguların serbest kalmasını sağlamaktır. Özellikle doğaüstü olaylar dünyasında, insan, doğasının derinliklerinde mantıksız olanı kabul etmiştir. İlk Gotik yazarları kolay yolu tercih etmişlerdir: gizemli ve ürkütücü olayları heyecanı arttırmak için kullanmışlardır. Ki buna ‘eski Gotik’ diyebiliriz. Charlotte Bronte de bundan biraz yararlanmıştır, fakat aynı zamanda da bu sahnelerde gülünç değişiklikler yapmıştır. Buna da ‘anti Gotik’ diyebiliriz. Fakat esas önemli olan Gotik unsurlar Charlotte Bronte’nin dönemin toplumunun kalıplarından kurtulmasını sağlayarak gerçek yeteneğinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu yetenek, gizemi, derinliği ya da yoğunluğu nedeniyle veya günlük kalıpların uygunluğunu ve doğruluğunu görmezden gelmesi veya aşması nedeniyle duygulara ve isteklere dramatik bir biçim 79 oluşturma yeteneğidir; bu da romanda gerçekçilik hissini muhteşem bir şekilde arttırır. (Gregor, 1970 :109) Viktorya dönemi koşulları altında yazılmış olan Villette’ de Charlotte Bronte de tıpkı kardeşleri Anne ve Emily gibi, dönem edebiyatında gördüğümüz romantik unsurlarla, bir önceki dönemden kalan ‘Gotik’ unsurları bir araya getirmiştir. Charlotte Bronte bu romanında ‘Gotik’e yeni bir yaklaşım getirmiş, Villette’e kadar ‘Gotik’ unsurlar olarak değerlendirilen unsurlara yeni bir bakış açısı getirerek, ilk defa bilinç altının oyunları, insanın iç dünyasının yansımaları olarak değerlendirmiştir. Böylece Charlotte Bronte da ‘romantik’ ve ‘gotik’ unsurlara bir arada yer vermiş , ‘Gotik’i Viktorya dönemi baskılarından kurtulmak için bir araç olarak kullanmıştır. Wuthering Heights’ta Gotik’in domestikleştirilmesi olarak adlandırdığımız, Gotik türünün Orta Çağ’a ait mekanlardan çıkarılarak romanın yazıldığı dönemdeki evlerin içine, ailelerin yaşamlarına sokulması biçimi Villette’de manastırın Lucy’nin yaşadığı yer olarak verilmesiyle ve pek çok Gotik unsurun bu manastırda görülmesi ile birlikte Gotik’in domestikleştirilmesi yeni bir boyut kazanmış, toplumsal bir anlam yüklenmiştir. 80 III. THE TENANT OF WILDFELL HALL DA GOTİK UNSURLAR Bu bölümde, Giriş Bölümünde açıklanan, diğer bölümlerde Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette adlı romanlarında farklı yönleriyle ele alınan Gotik türü ve bu türe ait unsurların Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanında nasıl bir yer aldığı, roman ve roman kişileri üzerinde nasıl bir etkisi olduğu açıklanacaktır. Viktorya Dönemi özelliklerini yansıtan bu romanda, daha önceki bölümlerde açıklanan eski ve yeni Gotik unsurlar, bu unsurların toplumsal özelliklerin ve bireyin iç dünyasının yansıtılmasında nasıl bir rol oynadığı üzerinde durulacaktır. Anne Bronte’nin 1848’de ölümünden bir yıl önce yayımlanan romanı The Tenant of Wildfell Hall’da alkolik kocası Arthur’u yola getirmek için büyük özverilerde bulunan romanın başkişisi Helen’in başarısızlığa uğrayıp, kendini ve oğlunu kurtarmak için kaçıp Wildfell Hall’a yerleşmesi, burada yaşadıkları, kocasının ağır hastalığını öğrendikten sonra geri dönmesi ve kocasını kurtaramayınca Wildfell Hall’a geri dönüp genç bir toprak sahibiyle evlenmesi anlatılır. Pek çok eleştirmene göre Anne Bronte The Tenant of Wildfell Hall’u yazarken kardeşi Bramvell’den ve mürebbiye olarak çalıştığı Thorp Green Hall’daki Robinson ailesinin yanında edindiği tecrübelerinden çok etkilenmiştir. 1841 ve 1845 yılları arasında yaşadığı bu ailenin yanına daha sonra kardeşi Branwell’de ailenin oğlunun öğretmeni olarak katılmıştır. Roman her zaman Branwell’in düşüşünün yansıması olarak yorumlanmıştır, Thorp Green bölümü ve Branwell’in iflasının romanın konusunu zenginleştirdiği açıktır. The Tenant’ta Anne hem evlilikte uyuşmazlık hem de bir bireyin hayatıyla başa çıkamayacak derecede kendi kendisine karşı hoşgörüsüzlüğünü ele almıştır. Anne Bronte’nin Thorp Gren Hall’da yaşadıklarından etkilendiğini savunana eleştirmenlerden biri olan Felicia Gordon, 81 Anne Bronte’nin bu romanı yazarken kendi hayatından etkilendiği söylerken şöyle bir açıklamada bulunur: ‘Anne muhtemelen kendisini romanda Helen olarak, Mrs. Robinson’u kalpsiz Bayan Lowborough ve Branwell’i de Bay Lowborough ve Arthur Huntington’un birleşimi olarak yazmıştır.’ (Gordon , 1989 :73) Oysa ki eleştirmenler romanın Anne Bronte’nin tecrübeleri kadar yalın olmadığını ifade ederler, roman dönemin pek çok önemli tarihi ve toplumsal özelliğini de yansıtmaktadır. Bu bölümde romanın Anne Bronte’nin yaşamı ile ilgisinden çok, romanın yazıldığı dönem özellikleri ve Gordon’un da vurguladığı gibi romanın tarihsel yönü üzerinde durulacaktır. Çalışmanın Giriş Bölümde açıklanan Viktorya dönemi özelliklerini yansıtan romanda, Arthur’un yaşam biçimi sayesinde erdemli görünen pek çok Viktorya dönemi kişisinin yozlaşmış hayatını gözler önüne sererken, aynı zamanda Helen’in davranışlarıyla da erdemli ve Hıristiyanlığa bağlı bir eşin davranışlarını yansıtır. Betina Knapp de The Brontes adlı kitabında The Tenant Of Wildfell Hall’a ayırdığı bölümde Anne Bronte’nin bu romanı yazarken kişisel tecrübelerinden yararlandığını ifade etmektedir. Knapp’e göre de: The Tenant of Wildfell Hall, alkolizm, ahlaksızlık, şımarıklık gibi kötü özelliklere odaklanır, öğretici olmasıyla birlikte pek can sıkıcı değildir. Olay örgüsü ve karakterleri daha karmaşıktır ve bazen bir şekilde yapmacık görünürler. Tutkulu aşk sahnelerinde görülen yapmacıklık, çok resmi bir atmosfer yaratır, bu da pek doğru gelmez. Öte yandan, ana karakterin kocasının alkol ve kumar bağımlılığına karşı duyduğu ıstırap derinden hissedilir ve şüphesiz bu durumu 82 Anne Bronte kardeşi Branwell’in alkol bağımlılığından gözlemleyerek ve Mr. Robinson’a olan aşkından etkilenerek yazmıştır. (Knapp, 1991 :91) Dönemin toplumsal ve tarihi özelliklerine ışık tutan, aynı zamanda da yazarın kendi hayatından da izler taşıyan bu roman, çalışmanın bu bölümünde Gotik bağlamında, Gotik’in IX. Yüzyıl romanında nasıl yer aldığı, karakterlerin iç dünyalarına inilmesinde nasıl rol oynadığı bağlamında incelenecektir. Ancak, bu incelemeye geçmeden romanın daha iyi anlaşılabilmesi için roman özetinin kişilerinin, ve kullanılan anlatım yöntemlerinin açıklanmasında yarar vardır. The Tenant of Wildfell Hall’un üçte ikisi mektup biçiminde geri kalanı da itiraflar şeklindedir. İlk bölüm yirmi dört yaşında bir beyefendi olan, muhtemelen Yorkshire’da yaşayan Gilbert Markham’ın, çiftlik evinde yaşayan geveze annesi, aksi erkek kardeşi ve etkileyici kız kardeşine yazdığı mektuplardan oluşur. Bu mektuplarda 1827 son baharından gelecek yaza kadar olan olaylar anlatılır. Bu dönemde gizemli dul Helen Huntingdon ve oğlu bir zamanlar güzel bir ev olan fakat artık bir harabeye dönen Wildfell Hall’a kiracı olarak taşınırlar. Mektuplarda Gilbert Markham onlardan bahsetmektedir. Helen’le tanışması anlatıcı olan Gilbert’i çok etkiler. Anlaşılmayan bir sebeple Helen Gilbert’e çok mesafeli davranmaktadır. Kısa sürede genç dul hakkında dedikodular çıkmaya başlar. Markham özellikle ahlaki eleştiriler içeren bu dedikoduların hiçbirine önem vermez. Helen’e evlenme teklif eder. Ondan hoşlanmasına rağmen, kendi duygularını bastıran Helen evlenme teklifini reddeder. Bir akşam Helen’i arkadaşı Lawrence’ın koluna girmiş yürürken gören Markham çok öfkelenir ve duyduğu dedikodulara inanır. Helen’le yüzleştiğinde olanları açıklamak için Helen Markham’dan 1821-27 tarihleri arasında başından geçenleri anlattığı günlüğünde yazanları okumasını ister. İkinci bölümde 83 Helen’in günlüğünden annesinin o daha bebekken öldüğünü, babasının sarhoş olduğunu ve onu amcasının ve dindar denilebilecek yengesinin yetiştirdiği anlaşılır. Yengesinin uyarılarına rağmen Helen Arthur Huntingdon ile evlenir. Helen’in Miss. Huntingdon olmasından birkaç hafta sonra yeni çift kocasının malikanesinde, Grassdale Manor da yaşamaya başlarlar. Kocası at binmeye ve ava giderken Helen de kendini resimle, okumayla, mektup yazmayla ve ev işleriyle oyalar. Güneşli günlerde hiçbir problem çıkmaz, fakat yağmurlu günlerde kocasının dışarı çıkması imkansız hale geldiğinde evde sıkılır. Kişilikleri bir birine zıt olan karı koca anlaşmazlıklar yaşar. Helen kocasına sık sık öğütler verip, zaaflarına karşı kendini güçlendirmesini, daha derin düşünmesini söyler. Bu tür uyarılar kocasını sadece huysuz biri yapmakla kalmaz zaman içinde öfkelendirmeye de başlar. Karı koca sürekli münakaşa ederler. Kocası bu münakaşaların da etkisiyle giderek daha fazla alkole yönelir. Helen kocasının evliliğinden önceki içkiye ve kadınlara olan düşkünlüğünü bilmesine rağmen dindar tavırlarını ve öğütlerini sürdürür. Kocası onun bu uyarılarını dinlemeli ve dindarlığa dönmelidir. Evliliklerinin başlangıcında Huntingdon bu vahşi yönlerinden kurtulmak için çaba sarf etmiş, aylarca başarılı olmuş Helen yine de onu bu yoldan döndürmek için baskılara devam etmiştir. Güzel ve çekici olmasına rağmen, aşırı dindarlığı, fazlasıyla erdemliliği ve hatta kocasına karşı zaman zaman soğukluğu sorunları daha da arttırır. Saflık arayışı kocasını usandırmış olmalı ki kocası ona dindar olmadığını hatta bununla ilgili hiçbir şey bilmediğini açıkça söylemiştir. Yine de kadınların kiliseye gitmesinin kadınlara bir çekicilik kattığını ama bunun da abartılmaması gerektiğini söyler. Kocasının bu tavırlarına rağmen Helen yine de fiziksel temastan ziyade ruhsal doyuma önem verir. Onunla bu tek yönlü ilişkisini görmeden Helen aynı davranışlarına devam eder. Huntingdon ona karşı bu kadar sert olmamasını 84 söylemesine rağmen Helen onu her fırsatta iğnelemeye devam eder. Kocasının bu şikayetleri yanlış anlayan hatta hiç duymayan Helen kendi erdemli dünyasına hapis olup kalır. Öğreticiliği o kadar fazladır ki kocası Helen’in kendisini sevmediğini söylediğinde her zamanki gibi kalbiyle değil beyniyle cevap verir. Tahmin edileceği gibi aralarındaki iletişim kopukluğu kocasını doğru yola getirmektense onu eski günahkar hayatına geri dönmeye zorlar. Kocasıyla arasındaki uçurum gittikçe büyür. Helen daha önce açıklanan Viktorya dönemi toplumsal yargılarına ve dini baskılara o kadar bağlıdır ki kocasını da her zaman böyle davranmaya yönlendirmeye çalışır ve bunun sonucunda birbirlerinden tamamıyla koparlar. Kocasına Londra yolculuğunda ilk defa eşlik eden ve onun hayat tarzına katlanamayacağını anlayan Helen Grassdale Manor’a tek başına döner. Kocası ise büyük şehirde kalıp hayatını yaşamakta ısrar eder. Grassdale’e geri döndüğünde yine karısının aşağılamalarını ve kınamalarını dinlemek zorunda bulur. Helen onu sıktıkça kocası da daha fazla uzaklaşır. Londra seyahatleri daha sık ve daha uzun hale gelir. Kocasının evden ayrılmamasını sağlamak için Helen onun arkadaşlarını evlerine davet eder. Bazı misafirler iyi vakit geçirmesini sağlasa da Arthur’un evden uzaklaşmasını engellemez. Oğulları Arthur’un doğumundan sonra iyice dayanılmaz hale gelir. Helen kendi kendine onu böyle bir günahkarla evlenmemesi için uyaran yengesinin haklı olduğunu itiraf eder. Ancak zamanı geri alamaz, ‘artık yapmam gereken sadece onu sevmek, ona bağlı kalmaktır’ der. Londra’ya olan uzun yolculuklarında arkadaşların karısı Anabella’ya kur yaptığını fark edip bunu sabırla siğneye çeker. Çocukları olduktan sonra kocası aslında sevgilisi olan bir kadını eve çocuğa bakıcı olarak işe alır. Bunu anlayan Helen kocasından ayrılmaya karar verir. Kaçarken mücevherlerini yanına alıp yaptığı resimleri satmayı planlar. Bu planı anlayan kocası mücevherleri alıp resimleri de yakar. Helen daha sonra erkek kardeşi 85 Lawrence’yi arar ve kaçması için yardım ister. Markham’ın sevgilisi zannettiği Lawrence aslında Helen’in erkek kardeşidir. Üçüncü bölümde kocasının hasta olduğunu öğrenen Helen son günlerinde ona bakmak için kocasının yanına geri döner ve son saatlerinde yanında olur. Anlaşıldığı üzere, The Tenant of Wildfell Hall’, Viktoraya Dönemi’ne ait toplumsal yaşantıyı ve özellikle toplumsal baskı bağlamında bireyin yaşadığı pek çok sıkıntıyı yansıtmaktadır. Romanın kadın kahramanı Helen ve yaşadıkları vasıtasıyla Anne Bronte Viktorya Dönemi kadınını ve evliliğini göz önüne sermektedir. Helen’in iyi bir evlilik yapmaya yönlendirilmesi, kendi duygularıyla olan mücadelesi, akıl-duygu çatışması, erdemli olma ve kalma uğraşı, kendisini ne kadar korumaya çalışırsa çalışsın dedikodulara (özellikle ahlaki) maruz kalması, bir kadın olarak toplum tarafından sürekli izleniyor ve baskı altında tutuluyor olması Viktorya Döneminde yaşayan pek çok kadının yaşamını okuyucuya göstermektedir. Yine, özetten de anlaşılacağı üzere, eski Gotik unsurlar olarak kabul edilebilecek kasvetli ortamın yanı sıra yeni Gotik denilebilecek izlenme olgusu ve yarattığı gerilim de romanda etkin bir şekilde yer almaktadır. Bireyin yaşadığı sıkıntılar iç dünyasını göz önüne seren birer Gotik unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha önce de vurgulandığı üzere, Gotik XVIII. yüzyılda ve XIX. yüzyılın başlarında popüler olan bir edebi türdür. Genellikle Ortaçağ’a ait kaleler, şatolar gibi karanlık kasvetli yerlerde geçen Gotik hikayelerde amaç okuyucuda korku, gerilim gibi yoğun duygular uyandırmaktır. Giriş Bölümünde ve ‘Wuthering Heights’ ile ‘Villette’ romanlarının incelendiği, Birinci ve İkinci Bölümlerde açıklanan ve örnekleri görülen klasik (eski) Gotik diye adlandırabileceğimiz türe ait pek çok unsur The Tenant of Wildfell Hall’da karşımıza çıkmamaktadır. Gotik türüne ait unsurların başında gelen, Wuthering Heights’ta Catherin’in hayaleti, Villett’de 86 rahibe hayaleti olarak karşımız çıkan, doğa üstü olaylardan ziyade, bu romanda en çok etkisini gösteren Gotik unsur, romanın özellikle Wildfell Hall’da geçen kısımlarına hakim olan kasvetli atmosferdir. The Tenant of Wildfell Hall’da en göze çarpan Gotik unsur, roman kişileri üzerinde, özellikle de Helen üzerinde yoğun olarak görülen, ‘izlenme ve gizlenme’ olgularının birey üzerinde yaratmış olduğu baskı ve gerilim olarak kabul edilebilir. Roman bu bağlamda ‘Villette’ ile benzerlik göstermektedir. Bu Bölümde, daha önce de belirtildiği gibi, The Tenant of Wildfell Hall adlı romanı yukarıda açıklananların ışığında incelemeden önce romanı daha iyi anlamak ve yorumlayabilmek açısından roman kişileri ve romanda kullanılan anlatım teknikleri üzerinde durmakta yarar vardır. Bu konuda çeşitli eleştirmenlerin görüşlerinden yararlanılabilir. Örneğin: çalışmalarında The Tenant of Wildfell Hall’u’ inceleyen Betina Knapp Helen’in kişiliğini şöyle tasvir eder: Oldukça erdemli ve Tanrı’dan korkan bir Hıristiyan olan Helen kötüye karşı iyi, şeytan’a karşı tanrıyı savunmak için mücadele etmeye kararlıdır. Amacı insanları kendi düşüncesi yönüne çevirmektir. Kötülük ve günah gerçeklerini kabul etse de aynı ölçüde affedilme ve kurtuluşun varlığından da emindir. Yeryüzündeki her şeyin ilahi bir amacı olduğuna inanır. Zamanla dogmatik, baskıcı ve uzlaşmasız ideolojisi kocasının ruhunu kurtarma düşüncesine saplanır kalır. (Knapp, 1991 :94) Görüldüğü gibi Knapp, Helen’in inançlı bir Hıristiyan olmasını önemli görmektedir. Aynı zamanda da Helen’in inancının bir sonucu olarak, zamanla 87 dogmatik, baskıcı ve uzlaşmasız bir hal aldığını, katı ve baskıcı bir tutum sergilediğini de belirtmektedir. Romantik aşık figürüyle karşımıza çıkan Gilbert Markham ise romanın pek çok kısmında Romantik eserlerin centilmen beyefendisi portresi çizerken zaman zaman da ‘Gotik’ romanların kötü karakterleri gibi şiddet uygulamaktan kendini alamaz. Zaman zaman da güçlü cinsel arzular Markham’da gözümüze çarpsa da Roman kahramanı edasıyla bu arzularını engeller. Markham’ın Helen’e olan güçlü cinsel isteklerine rağmen melodrama türünün pek çok kahramanı gibi bu arzularına yenik düşmez. Helen’in tüm isteklerine, hatta dul kaldıktan sonra onu görmeme isteğine bile boyun eğer. Ona açıldıktan sonra Helen altı ay görüşmemeleri gerektiğini söyler. Bir aziz sabrı ve Lord asaletiyle sözünü tutar: zaman dolana kadar birbirlerini hiç görmezler. Şans eseri Helen’in başkasıyla nişanlandığını duyduğunda, aceleci ve tutkulu tarafı dedikoduların doğru olmadığını ortaya çıkarmak için derin karların içine atını sürmeye onu iter. Sonunda Markham son bir kez bir duygu patlamasıyla şansını dener. Helen evlilik teklifini kabul eder. Dulların taktığı sembolik boneyi çıkartarak onun güzelliğini görmesine izin verir. Roman mutlu sonla biter. ( Knapp, 1991: 97,98) Markham’ da duygu yoğunluğu zaman zaman o kadar yükselir ki Knapp gibi eleştirmenler onu daha çok ‘gothic villain’ ‘Gotik kötü karaktere’ benzetebileceğimiz Helen’in kocasıyla karşılaştırırlar. Knapp de Markham ile Huntingdon’u karşılaştıran eleştirmenlerden biridir. Knapp, Helen ile Markham’ın, 88 Markham’ın Arthur’a ikram ettiği bir bardak şarap üzerine girdikleri şiddetli tartışmayı örnek göstererek Helen ile Markham’ın fikirsel çatışmalarına, görüş farklılıklarına ve Markham’ın ısrarla fikrini savunmasına örnek vermiş olur. Markham’da aşk, şevkat, şiddet ve önyargı kavramları Huntingdon da çok daha karmaşık bir şekilde bir arada bulunur. Örneğin Helen’in gerçek hislerini öğrenme konusunda her zaman dürüst ve uzlaşmacı değildir. Doğru ve yanlış hakkında açık fikirleri vardır, örneğin Helen’e oğlunun eğitimi için önerilerde bulunur. Helen’in alkolik bir kocayla yaşadığı zorlukları bilmeden, oğluna ikram ettiği küçük bir şaraba şiddetle karşı çıkması nedeniyle onu suçlar. Helen bir bardaktan alkolikliğe gidileceğini savunur, çünkü alkolik bir babanın oğlu genetik olarak alkolizme meyillidir. Markham yine de yasakların çocuğu içkiye olan isteğini daha çok arttıracağında ısrar eder. O bunu asla erdemli yapmaz. ( Knapp, 1991: 97,98) Bu sahneden de anlaşıldığı üzere Markham ve Helen arasında da Helen ve Huntigdon arasında olduğu gibi bir zıtlaşma ve çatışma vardır. Helen hakkındaki gerçeklerin ve Helen’in geçmişinin bilinmememsinin de bu zıtlaşmaları, çeşitli yanlış anlamaları ve bu yanlış anlamalardan kaynaklanan problemleri arttırmaktadır. Tıpkı Markham’ın Helen’i ağabeyi ile birlikte gördüğünde onu Helen’in sevgilisi zannetmesi gibi yanlış anlamalar Helen’in gerçek kimliğini saklamak zorunda olmasından kaynaklanmaktadır. Helen’in kocası Huntingdon ise romanın başından beri genellikle alkol, kumar, aldatma gibi olumsuz olarak kabul edilen davranışlarla ve kişilik 89 özellikleriyle yansıtılırken, tam bir Gotik kötü adam portresi çizmektedir. ‘Helen ‘angelic’ (melek), Huntington ise ‘demonic’ (şeytani) olarak yansıtılmakta, romanda melek- şeytan, cennet-cehennem biçiminde birbiriyle zıtlaşan, çelişen imajlar üzerinde durulmaktadır’ (Berry, 1994: 75) Helen genel olarak aklı, mantığı savunurken Huntingdon ise duygulardan, tutkulardan yanadır. Birbirine tam olarak zıt olan bu iki karakter, sembolize ettikleri bu kavramlar ve evliliklerine hakim olan bu çekişme romanda ruhsal bir gerilim yaratmaktadır. Benzer çekişmeler Helen ve Markham arasında da zaman zaman görülmektedir. Bunlardan biri yukarıda örneklenen içkiye bakış açılarıdır. Helen roman boyunca ‘angelic’ rolünü hiç kaybetmemektedir, bunun da etkisiyle çatışmalar sürmektedir. Romana hakim olan ve romanda gerilimi arttıran bu çatışmalar Gotik türünün ortaya çıkmasına yarattıkları gerilim vasıtasıyla ortam hazırlamaktadırlar. Romanda kullanılan anlatım yöntemi romanın yazıldığı dönemin toplumsal özelliklerini yansıtmada ve roman kişilerinin iç dünyalarının gösterilmesinde, Gotik’in de yardımıyla, etkili olmuştur. Bu nedenle romanda anlatım yöntemleri üzerinde durulacaktır. The Tenant of Wıldfell Hall’da iki farklı anlatıcının bulunması romanda anlatılanların farklı açılardan değerlendirilmesine olanak verir. Geleneklere bağlı bir Hıristiyan olan Helen sayesinde dönemin ‘erdemli’ kadın portresi önümüze çizilirken, günlüğü sayesinde Helen’in fikirlerine birinci ağızdan ulaşmış oluruz. Markham’ın mektupları sayesinde ise Viktorya Döneminde toprak sahibi bir beyefendinin düşüncelerine ve yaşam biçimine tanık oluruz. Böylece, iki farklı anlatıcı yöntemiyle, iki farklı bakış açısı göz önüne serilmiş olur. Bu yönüyle romanın anlatım yöntemi Wuthering Heights’taki Lockwood ve Nelly olmak üzere ikili anlatıma, diğer bir deyişle iki farklı anlatıcının bulunmasına benzemektedir. 90 Elizabeth Langland da Anne Bronte üzerine çalışmasında anlatım yöntemindeki bu benzerliğin üzerinde durmaktadır: Şüphesiz Anne Bronte bu anlatım tekniğini Emily’nin Wuthering Heights’ından öğrenmiştir. Wuthering Heights’ta Loockwood Catherine ve Heathcliff’in hikayesini anlatır ve hikayeyi Nelly Dean’in anlattıklarıyla çerçevelendirir. The Tenant of Wıldfell Hall’da ise Gilbert’in bakış açısı Helen’inkini çerçevelendirir, Emily Bronte anne Bronte’nin aksine bunu anlatıcıyı değiştirmek için kullanır. Öyle sahneler vardır ki anlatıcılar karışır. Gilbert teorik olarak Helen’in yaşadıklarını özetlemektedir fakat okuyucu aniden kendini Helen ile Arthur arasındaki bir sahnede bulur. Amaç okuyucunun bakış açılarının birleşimini yaşaması ve Helen ile Gilbert arasında olabilecek her hangi bir bağı hissetmesidir. (Langland, 1989: 134) Bronte kız kardeşlerin romanlarını Gotik başlığı altında inceleyen, Birinci ve İkinci Bölümlerde Wuthering Heights ve Villette romanlarında Gotik’in işlevi hakkında görüşlerine yer verilen Felicia Gordon, The Tenant of Wıldfell Hall’da anlatıcı biçimi ve rolünün Wuthering Heights’ta anlatıcı rolüne benzerliğini vurgulamaktadır. The Tenant of Wıldfell Hall’da ikili anlatım vardır, günlük ve mektup biçimi. Anlatıcın geçmiş yirmi yıllık bir döneme bakışıyla başlar: Gilbert Markham kayınbiraderine flörtünün hikayesini anlatır. Markham, bir nevi Wuthering Heights’ taki Lookwood’un rolünü oynar, ve Helen’in günlüğü de 91 Nelly’nin geri dönüşlü anlatımına eş değerdir. (Gordon , 1989 :178) Gordon’un da belirttiği gibi The Tenant of Wıldfell Hall’ da anlatım biçimi mektup biçimi üzerine kurulmuştur, fakat romanın orta kısımlarında günlük biçimiyle anlatım biçimi yeni bir biçim kazanmıştır. Özellikle Helen’in evliliğinin okuyucuya başka bir anlatıcı tarafından değil de Helen’in günlüğünden okunularak aktarılması Helen’in iç dünyasını okuyucuya açar. Böylece roman psikolojik bir boyut kazanır. Böylece anlatım yöntemi de Gotik’in vasıtasıyla roman kişilerinin iç dünyalarına girilmesinde katkıda bulunur. Görüldüğü gibi, Anne Bronte’nin anlatımıyla ilgili olarak eleştirmenlerin çeşitli görüşleri vardır. Bazıları, Gilbert’i hem karakter hem de anlatıcı olarak inandırıcı bulmazlarken, Helen’in günlüğünün etkisinde çok kalırlar. Bazıları da kahramanın kendi hikayesini anlatmak yerine sevgilisine okuması için günlüğünü vermesini sağlayan geleneğe karşı çıkarlar. Romana bakıldığında, her iki anlatıcının da sosyal sınıflarına da uygun olarak iki farklı bakış açısı sundukları görülmektedir. Wuthering Heights gibi The Tenant of Wildfell Hall’da da iki anlatıcı sayesinde iki farklı sosyal sınıf karşılaştırılır. Bir yandan Markham ile dönemin genç, toprak sahibi bir beyefendisi aktarılırken, öte yandan da o Wildfell Hall’a kiracı olarak gelen, yaptığı resimlerle geçimini sağlamaya çalışan, dul bayan görünümüyle Helen dönemin kadın portresine bir örnek olarak aktarılır. Böylece Viktorya Dönemi özellikleri okuyucuya farklı açılardan ve farklı sınıflardan örnekler verilerek yansıtılmış olur. Bu çalışmada incelenen diğer romanlar Wuthering Heights ile Villette’de de olduğu gibi The Tenant of Wıldfell Hall’da da Gotik unsurlar roman karakterlerinin iç dünyalarını, psikolojik durumlarını okuyucuya aktarmada önemli rol 92 oynamaktadır. Bu üç romanda da güldüğü gibi anlatım yöntemleri de roman kişilerinin iç dünyalarının aktarılmasında Gotik unsurlara yardımcı olan bir rol oynamaktadırlar. Ayrıca farklı anlatıcıların aktarımıyla anlatılan romanlar Viktorya Dönemi özelliklerini de farklı yönlerden yansıtmaktadırlar. Böylece Gotik unsurların bu dönem romanlarında karşımıza nasıl çıktığını, nasıl bir etkisi olduğunu saptanırken Viktorya Dönemi kişilerinin bakış açıları da görülebilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, Giriş Bölümünde ve Wuthering Heights ile Villette romanlarının incelendiği Birinci ve İkinci Bölümlerde açıklanan ve örnekleri görülen klasik (eski) Gotik diye adlandırabileceğimiz türe ait pek çok unsur The Tenant of Wildfell Hall’da karşımıza çıkmamaktadır. Örneğin Gotik türünün hemen hemen her ürününde karşımıza çıkan, başlıca unsur olan ‘doğaüstü varlık’ unsuru Wuthering Heights’ta Catherine’in hayaleti, Villette’de ise rahibe hayaleti olarak karşımıza çıkar. Bu iki romanda en önemli Gotik unsur olan ve aynı zamanda en büyük gerilim ve korku kaynağı olan hayalet figürü, romanlarda akıl-duygu, bilinçbilinç altı çatışmasını belirgin şekilde yansıtan, karakterlerin iç dünyalarını okuyucuya açan temel Gotik unsur olmuştur. The Tenant of Wildfell Hall’da ise hayalet ya da benzer şekilde her hangi bir doğaüstü varlık görülmemektedir. Klasik Gotik’in unsurlarından sayılabilecek en önemli faktör özellikle Wuthering Heights’ın neredeyse tamamına hakim olan, Villette’de ise daha çok rahibe hayaletinin görüldüğü sahnelerde hissedilen karanlık kasvetli ortamdır. ‘Wuthering Heights’ta olduğu gibi Wildfell Hall’da da uğuldayan rüzgarın sesini evin içinde hissetmek mümkündür. Helen romanda bu rüzgar sesinden şöyle bahseder: Kış gecelerinde, Arthur yataktayken, ve etrafımda uğuldayan ve yıkılmak üzere olan eski odalarda dolaşan rüzgarın sesini duyarak, tek başıma otururken, hiçbir kitap ya da uğraş akla 93 gelen sevimsiz düşünceleri ya da görüntüleri bastıramaz – fakat biliyorum ki böyle zayıflıklara izin vermemek gerekir…(Bronte A., 1994 : 43) Yukarıda verilen, Helen’in bu kasvetli ortam hakkında düşüncelerini yansıtan alıntıda da görüldüğü gibi; The Tenant of Wildfell Hall’da Gotik unsurlar özellikle Wildfell Hall’un tasvir edildiği kısımlarda karşımıza çıkmakta, burada da kasvetli atmosfer dikkat çekmektedir. Uğuldayan rüzgar, karanlık geceler, eski eşyalarla dolu yıkılmaya yüz tutmuş ev ilk bakışta gözümüze çarpan unsurlardır. Wuthering Heights’ ta da olduğu gibi Gotik eski şatolardan, kalelerden çıkarılıp bu dönemde evin içine alınmıştır. Wuthering Heights’ta Gotik unsurların incelendiği bölümde de ele alınan Gotik’in domestikleştirilmesi (Gothic Domesticated) diye adandırabileceğimiz Gotik türündeki bu değişim The Tenant of Wildfell Hall’da da görülmektedir. Bu romanlarda ‘Gotik’ içinde yaşanılan evin, ailenin adeta bir parçası haline gelir. Böylece aile içi ilişkilerin, bireylerin duygu ve düşüncelerinin hatta iç dünyalarının aktarılmasında rol oyna. The Tenant of Wildfell Hall’da da ev hayatının içine giren Gotik unsurlar özellikle romanın başkişisi aynı zamanda da Gotik’in nüfus ettiği evin hanımı olan, Helen’in iç dünyasının kapılarını okuyucuya açmaktadır. Romanın pek çok yerinde Wildfell Hall’dan bahsedilirken kasvetli ortamdan söz edilmektedir, bunlardan ilki henüz romanın ikinci bölümünde okuyucunun karşısına çıkar, Wildfell Hall şöyle tasvir edilir: Bu tepenin zirvesine yakın bir yerde, Elizabeth dönemine ait, neredeyse yaş haddinden emekliye ayrılmış diyebileceğimiz, koyu gri taşlardan yapılmış bir malikane durur- bakıldığında pikaresk ve huşu uyandıran görünümü vardır, fakat kalın taş 94 pervazları, küçük demirli pencereleriyle, zamanın açtığı yaralarıyla ve yalnız, korumasız konumuyla yaşamak için fazlasıyla soğuk ve kasvetli bir evdir. Tek koruması, o da sadece rüzgar ve havanın savaşından koruyan, fırtınalarda yarısı yok olmuş ve en az Hall kadar kasvetli görünen İskoç köknarlarıdır. (Bronte A., 1994 : 18) Gotik’in evcilleştirildiği (gothic domesticated), ev hayatının içine taşındığı bu romanda eski Gotik’e ait diyebileceğimiz unsurlar genellikle bu ev ve çevresinin tasvir edildiği satırlarda görülmektedir. Öte yandan The Tenant of Wildfell Hall’da ev kavramıyla ilgili çeşitli eleştirmenlerin farklı görüşleri vardır. Bunlardan biri de Elizabeth Hollis Berry’ dir. Anne Bronte’s Radical Vision: Structures of Consciousness adlı eserinde The Tenant of Wildfell Hall’da ‘ev’ kavramına farklı bir yorum getiren Elizabeth Hollis Berry, Helen’in yaşadığı iki ayrı ev- Grass Dale ve Wildfell Hall’u – karşılaştırırken özgürlük teması üzerinde durmaktadır. Berry’e göre: ‘Wildfell Hall, adına da yakışır şekilde, vahşi ve açık olan topraklarda bulunmaktadır, burada Helen özgürce dolaşmaktadır.’ (Berry, 1994: 99) Berry’nin bu görüşünü destekler nitelikte, romanın pek çok yerinde Helen’in bu gezilerinde bahsedilmektedir, Gilbert Markham şöyle anlatmaktadır: Onu bazen kendim de görürdüm, sadece kiliseye geldiğinde değil tepelerde oğluyla birlikteyken, bazen düşünceli bir şekilde yürürken, bazen de özellikle havanın güzel olduğu günlerde Wildfell Hall’u çevreleyen yeşil alanlarda özgürce elinde bir kitap, yanında oğluyla dolaşırken görürdüm. Bronte A., 1994 : 40) 95 Berry, ‘Helen’in Wilfell Hall’da sahip olduğu özgürlüğün tam aksine Grass_dale da toplumsal sınırlamaların ve evliliğin sınırlandırdığı bir hapishanede olduğunu’ savunmaktadır. (Berry, 1994: 99) Berry’nin bu düşüncesini farklı açılardan değerlendirebiliriz. Berry’nin dediği gibi Grass-Dale’da Helen evliliğin ve toplumsal kuralların sınırlandırmaları içindedir, bu kurallara uygun yaşamak zorundadır. Bu bölümünde açıklanacak olan Viktorya Dönemi’nde kadının evlilikteki konumu da göz önünde bulundurulduğunda Berry’nin de dediği gibi Helen’in Grass- Dale’da hapis olduğu düşünülebilir. Berry, yukarıdaki alıntıda Helen’in Grass-Dale’dan kaçıp Wilfell Hall’a geldiğinde özgürlüğe kavuştuğunu söylemektedir. Halbuki Helen GrassDale’dan kaçarak gelmiştir, kanuni olarak hala evlidir, bu nedenle de evliliğin sınırlamaları hala üzerinde etkilerini sürdürmektedir. Toplumsal baskılar da hala sürmektedir. Bunların yanı sıra bu bölümde Gotik unsurlarla birlikte ayrıntılı olarak açıklanacak olan gizlenme, izlenme ve izalasyon temaları da Wildfell Hall’da Helen üzerinde baskı oluşturacaktır. Gotik birer unsur olarak kabul edilebilecek tüm bu temalar ve Wildfell Hall’un içinde bulunduğu Gotik atmosferin de etkisiyle Helen pek de özgür görünmeyecek, aradığı özgürlüğe ancak romanın sonlarına doğru kavuşacaktır. Kocasının ölümünden sonra Wilfell Hall’a dönen Helen aynı zamanda da babasından kalan mirasa da sahip olabilmiştir. Böylece hem evliliğin sınırlandırmalarından hem kocasından kaçtığı için gizlenme gereğinin yarattığı baskı ve sınırlandırmalardan kurtulmuş olur; hem de kalan mirasla ekonomik özgürlüğünü elde eder. Böylece özgür hale gelir. Ancak romanın sonunda tam özgürlüğüne kovuştu dediğimiz anda Helen’in Markham’la evlenmesi de özgürlük bağlamında ayrı bir tartışma konusudur. 96 Knapp de Anne Bronte’nin Wildfell Hall’u tasvir ederken kullanmış olduğu karanlık, kasvetli gibi sıfatların Gotik türündeki yeri üzerinde durmaktadır. Knapp’in de belirttiği gibi her ne kadar bu kasvetli ortam çevrede yaşayanların aklına hayalet hikayeleri getirse de daha önce de belirtildiği gibi her hangi bir hayalet figürüyle karşılaşılmamaktadır. Gotik türünün ilk örneklerinden itibaren diğer pek çok Gotik eserde ve bu çalışmada ele alınan diğer romanlarda da gördüğümüz gibi Anne Bronte de Wildfell Hall’u tasvir ederken binaları ve manzaraları gizem ve şüphe uyandıran bir ortam yaratmak için kullanmıştır. Kraliçe Elizabeth döneminde inşa edilmiş olan Wildfell Hall, Helen taşındığında çökme aşamasındadır. Koyu gri taşlardan yapılmış olan ‘ muhteşem, pitoresk… fakat şüphesiz soğuk ve kasvetli’, korkunçluğu okuyucunun içini ürpertir. Uzun yıllardır bakım yapılmamış ve içinde oturulmamıştır, evi çevreleyen çalılar ve çimenler ürkütücü atmosferini daha da arttırır. Helen’in komşuları onun bu evde güvenliğinden endişe etmektedirler. Knapp de komşuların ev hakkındaki fikirlerinden bahsederken şöyle söyler: ‘ civarda yaşayanlar, hayalet hikayeleri ve karanlık gelenekler perili eve ve sakinlerine saygı duyarlar’. (Knapp, 1991 :99) Helen yaptığı resimleri anlatırken Wildfell Hall’un içinde bulunduğu kasvetli ortamı da açıklar ve yaptığı resimlere de bu kasvet duygusu hakimdir: Eski yolu bir gece ay ışığında yürüdüm, ve sanırım bir kez de karlı bir kış gününde yürümek zorundayım, ve sonra yine soğuk, karanlık bir akşamda; çünkü resmini yapacağım başka hiçbir şey yok…’ (Bronte A., 1994 : 37) Gerçekten de Wildfell Hall’la ilgili her şey hem roman kişilerinde, hem de okuyucuda ürperti yaratmaktadır, dışarısının yanı sıra evin içi de yıllardır 97 yıkanmayan ve ütülenmeyen solgun kızıl renkli perdeler, paslanmış, kasvetli korku uyandıran eşyalar’ la korku uyandırmaktadır. Helen’in ruh hali de bu kasvetli ortama uyum sağlamıştır ve adeta ‘Gotik’ unsurların oluşması için uygun ortamı hazırlar: ‘Geleneksel romantik biçimde Helen kendi yalnızlığında batan güneşi kayıp ve matem duygularıyla bağdaştırır, böylece olacak şeyler için kasveti hazırlamış olur.’ (Knapp, 1991 :99) Yukarıda anlatılan eski Gotik unsurların yanı sıra ‘Wuthering Heights’tan’ çok farklı olarak fakat ‘Villette’de’ de görülen, bu romanda da karakterler üzerinde özellikle de Helen üzerinde baskı yaratan, daha önce de kısaca bahsedilen ‘izlenme ve gizlenme’ unsurları Gotik unsur olarak kabul edilebilirler. Romanın başından beri görülen bireylerin toplumda sürekli olarak izleniyor olması birey üzerinde ruhsal baskı oluşturmaktadır. Daha önce de açıklandığı üzere Viktorya Dönemi’nde bireylerin toplumsal ve ahlaki kurallara uymaları, toplum tarafından belirlenen kaidelere uygun yaşamaları çok önemlidir. Bireyler dedikodudan, haklarında çıkabilecek spekilasyonlardan kaçınmaktadırlar. Toplumsal kaidelere uygun hareket etme çabası Helen’in Arthur’la görüşmeye başlamasından itibaren görülmektedir. Helen, dedikodulardan çekinerek Arthur ile baş başa görünmekten kaçınır. Ayrıca aynı dönemde yaşayan pek çok genç kız gibi maddi imkanları iyi olan saygı değer bir eş bulma konusunda da yönlendirilir. Pek çok yönden toplumun baskısı altındadır. Önce akrabaları ve arkadaşları, daha geniş kapsamda da toplum tarafından izlenmektedir. Tüm bunlar Helen üzerinde baskı oluşturmakta, kendi duygularını baskı altına almak, gerçek duygularını gizlemek zorunda bırakmaktadır. Burada Helen’in durumu Villette’ de Lucy’nin durumuna benzerlik göstermektedir. Lucy de, Helen gibi, Emanuel’e olan aşkını saklamak, kendi duygularını gizlemek zorunda kalmış, toplum tarafından yönlendirilen 98 düşünceleri ile kendi duyguları arasında kalmış, içsel bir çatışmaya maruz kalmıştır. Bir diğer kadın Gotik kahramanımız Wuthering Heights’ın Catherine’i ise çağdaşı pek öok genç kız gibi toplumsal statüsüne uygun bir evlilik yapmış fakat Lucy ve Helen’in aksine duygularını gizlememiş, Heathcliff’e olan bağlılığını dile getirmiştir. ‘Villette’ ve The Tenant of Wildfell Hall’ da bireyin toplum tarafından izlenmesi ve yer yer denetlenmesi kavramları ve bunların sonucunda da özellikle romanların baş kişilerinin ilişkilerinde ortaya çıkan akıl-duygu çatışması görülmektedir. Gotik kadın kahramanlarımız, Helen ve Lucy, izlenme korkusuyla yanlış yapmaktan kaçınmaktadırlar. Helen evliliği süresince de kocasının yanlış davranışlarını eleştirmekte, onun bu yanlış davranışlarını değiştirmeye çalışmakta, kendisi de bu davranışlardan etkilenmemeye çalışmaktadır. Berry ‘Romanda yozlaşma korkusu işlenmektedir, Helen kocasının davranışları nedeniyle huzursuz olmaktadır, bu yüzden kalbinin taşa döndüğünü söylemektedir.’der. (Berry, 1994: 93) Görüldüğü gibi roman süresince yanlış yapmaktan kaçınma ve korkma duygusu da Helen üzerinde baskı yaratmakta, romanda gerilimi yükseltmekte böylece bu korku da bir Gotik unsur halini almaktadır. Helen toplum tarafından izlenme ve yargılanma sürecine kocasından kaçıp Wildfell Hall’a geldiğinde de yoğun bir şekilde maruz kalır. Helen kocasından kaçtığı için ismini gizlemek zorundadır, aksi takdirde Huntigdon yerlerini öğrenecektir. Viktorya Döneminde kadının ne yazık ki evlilikte pek hakkı bulunmadığı için Helen saklanmak zorunda kalır. Caroline Norton A Letter to the Queen on Lord Chancellor Cranworth’s Marriage and Divorce Bill, in Victorian Woman: A Doccumentary Account adlı çalışmasında Viktorya Dönemi evliliklerinde kadının durumunu şöyle tarif etmektedir: 99 İngiltere’de evli bir kadının hiçbir kanuni hakkı yoktu. Mal varlığı yoktu, onun varlığı kocasınındı, kendi kazancında kanuni olarak hak iddea edemezdi, kocasının evini terk edemezdi, kocası karısını sığındığı herhangi bir evden zorla alıp geri getirebilirdi, ne kadar hovarda, ahlaksız olursa olsun kadın boşanamazdı. (Norton, 1981: 258-9) Caroline Norton Viktorya Dönemi’nde kocasını terk eden bir kadın olarak Helen’in durumunu ve neden gizlenmek zorunda olduğunu açıklamaktadır. Helen kocasından gizlenebilmek için ‘Mrs. Graham’ takma ismini kullanır. Helen gerçek kimliğini gizlemek, sahte bir isimle yaşamak zorundadır, bu da üzerinde baskı yaratmaktadır. Bireyin üzerinde baskı oluşturan sahte bir kimlik altında yaşama zorunluluğu romanın Wildfell Hall’da geçen büyük bir kısmına hakimdir ve Helen ile birlikte romanda da gerilimi arttıran, Gotik bir unsur olarak kabul edilebilir. Gizlenme gereği de, klasik Gotik unsurlar gibi roman kişilerinin iç dünyalarının kapılarını açmada bir vasıta olmuştur. Civarda yaşayanların hakkında çok fazla bilgiye sahip olmadığı Helen sürekli olarak o bölgede yaşayanların incelemesi altındadır, çevredekiler Helen’i izleyerek yorumlar yapmakta, gerçekleri bilmedikleri için dedikodular üretmektedirler. Roman, Markham’ın kız kardeşinin yıkık dökük Wildfell Hall’a bir bayanın taşındığını hevesle ve merakla aktarmasıyla ve Gilbert ailesinin yeni taşınan bu bayanla ilgili yorumlarıyla başlar. Helen romanın ilk bölümünden itibaren şüphe uyandıran bir ‘mysterious lady’ (Bronte A., 1994 : 11) olarak okuyucunun karşısına çıkar. Rose Helen’in taşındığını haber verdiğinde aile bireyleri arasında şöyle bir konuşma geçer, bu konuşmayı Markham’ın mektubundan öğreniriz: 100 Size duyduğum çok önemli bir haberi söyleyecektim, biliyorsunuz bir ay önce Wildfell Hall’u birisinin alacağını duymuştuk. Bilin bakalım ne oldu? Bir hafta önce birileri taşınmış bile ve bizim haberimiz bile yok! Der Rose ‘İnanılmaz’ diye bağırdı annem. ‘Akıl almaz’ diye atıldı Fergus…. ‘Tuhaf, güçlükle inanıyorum’ dedi annem ‘İnanmalısın anne, Jane Wilson görmüş. Mahallemize yeni birinin geldiğini duyunca annesiyle birlikte gitmişler, sence gidip her şeyi öğrenmeden nasıl durabilirlerdi ki! Mrs. Graham diye dul bir bayanmış, fakat öyle pek bir derin yas içinde değilmiş, 25, 26 yaşlarında genç bir bayan olduğunu söylüyorlar. Onun kim olduğu, nereden geldiği hakkında her şeyi öğrenmeye çalışmışlar ama ne azimli ve münasebetsiz sorularıyla Mirs Wilson ne de başarılı manevralarıyla Miss Wilson tek bir tatmin edici cevap, bir ipucu yada onun hakkındaki merakları giderebilecek bir bilgi almışlar’ diye açıklar Rose. (Bronte A., 1994 : 11) Yukarıda verilen, romanın daha ilk bölümünde Markam’ın Halford’a yazdığı mektupta anlattığı Wildfell Hall’a yeni taşınan bayan hakkında söylenenler okuyucuya o dönemde nasıl bir dedikodu zincirinin işlediğini göstermektedir. Görüldüğü gibi insanlar çevrelerine gelen yeni bir kişi, gelişen yeni bir olay hakkında her şeyi merak etmekte, konuyla ilgili her şeyi öğrenmeye çalışmakta, hakkında yorum yapmakta ve bunları birbirlerine iletmektedirler. Roman süresince dedikodulara pek meraklı olmayan ve pek de inanmayan Markham bile zaman 101 zaman bu dedikodulara bir araç olur hatta kendisi de inanır. Daha ilk bölümde Wildfell Hall’ a taşınan genç bir kadın (Helen) hakkında duyduklarını ( Markham Rose’dan, Rose Wilsonlar’dan duyar) Halford’a aktararak bu dedikodu zincirinin bir parçası olur. Romanın ilerleyen bölümlerinde de Helen hakkında çok fazla bilgi edinemeyen çevre halkı, Helen hakkında pek çok yorum yapar, dedikodular üretir. Elbette ki gerçek kimliğini saklamak zorunda olan Helen’in kendisiyle ilgili hiçbir bilgi vermemesi de hakkındaki spekilasyonları arttırır. Romanın başından itibaren spekilasyonlardan uzak kalmaya çalışan Helen, bunu pek de başaramaz ve bu uzak kalma çabası onun hayatında bir Gotik unsura dönüşür. Markham bile, biraz da duygularının yoğunluğunun da etkisiyle, Helen’i ağabeyi Lavrence’in kolunda görünce dedikodulara inanmaktan kendini alıkoyamayarak, onun sevgilisi olduğunu zanneder ve o da bu spekilasyonların, iftiraların bir parçası olur. Görüldüğü üzere daha ilk bölümden itibaren ortaya çıkan toplum tarafından izlenme, sorgulanma ve çeşitli spekilasyonlara, iftiralara maruz kalma, dedikodulara konu olma gibi durumlar romanda önemli bir yer tutmaktadır. Roman kişileri özellikle de Helen üzerinde sürekli bir baskı, gerilim yaratan bu durum kişileri gerçek duygularını saklamaya iten, sürekli belirli sınırlar içinde yaşamak zorunda bırakan Gotik unsur halini almıştır. Bu unsurlar, aynı zamanda dönemin toplumsal bir özelliği olan bireyin bireylerin birbirleri ve genel olarak toplum tarafından izleniyor, haklarında yorumlar yapılıyor ve sorgulanıyor olmaları durumunu da örneklendirmekte, göz ününe sermektedirler. Romanın tamamında Anne Bronte’nin öğretici olma amacı sezilmektedir. Eleştirmenlerce de öğretici bir eser olarak değerlendirilen romanda, özellikle Helen’in kocasını alkol, kumar gibi kötü alışkanlıklardan kurtarma çabası, kocasından kaçtığında sergilediği tavırlar, dul bir kadın ve anne olan Helen’in içinde 102 bulunduğu dönemde adeta bir ‘erdem’ abidesi olarak karşımıza çıkmasını sağlar. Söyledikleri ve davranışlarıyla Helen iyi örnek olma ve öğretici olma çabasında gibi yansıtılmaktadır. Bu durum da ‘Anne Bronte’nin romanı yazarken daha çok öğretici bir yapıt oluşturma amacı gütmesinden kaynaklanır. ‘Anne’in amacı ‘muhteşem bir sanat eseri’ yaratmak değildir. Onun amacı öncelikle ve en önemlisi Hıristiyanlığın inandığı yüce ahlaki değerlerini öğretmektir.’ (Knapp, 1991 :99) Anne Bronte önsözde romanın öğreticiliği hakkında şöyle söyler: Romanda sunduğum bazı ahlaksız kişilerin davranışları toplumun genel davranışları olarak anlaşılabilir, bu çok aşırı olur, kimsenin böyle düşüneceğini zannetmiyorum, fakat biliyorum ki toplumda böyle kişiler mevcut, eğer bu yolda ilerleyecek gençlerden birini bile uyarabilirsem, ya da düşüncesiz bir genç kızı kadın kahramanımın düştüğü hataya düşmekten alı koyabilirsem romanı boşuna yazılmamış demektir. (Bronte A., 1994 : 37) Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılabileceği gibi Anne Bronte kendisi de pek çok eleştirmeni haklı çıkaracak şekilde, yazdığı önsözde romanın öğreticiliğini kabul etmektedir. Öğretici öğelerin öne çıktığı, Romantik dönem romanlarında gördüğümüz aşk sahnelerinin zaman zaman yaşandığı The Tenant of Wildfell Hall’da ‘Gotik’ unsurlar domestikleştirilerek karakterlerin aile hayatına ve iç dünyalarına girmemizde bize yardımcı olmuştur. Viktorya döneminde yaşanan yozlaşmalara ve erdem düşkünlüğüne örneklerin sergilendiği romanda, bu iki farklı yaşam biçiminin aktarılması iki anlatıcı, iki ayrı anlatım biçimi, ve iki ayrı tür olan ‘romans’ ve ‘Gotik’in birleşimiyle sağlanmıştır. Romanda yaşanılan bireyler arası ve birey- 103 toplum arası çelişkiler Gotik unsurların ortaya çıkmasına ortam hazırlamış, birer gerginlik kaynağı olmuştur. Villette’de de karşımıza çıkan izlenme ve gizlenme kavramları bireyler üzerinde baskı yaratan, akıl-duygu çatışmalarının ortaya çıkmasına neden olan, roman kahramanları ve romanın genelinde gerilim yaratan birer Gotik unsur halini almaktadır. Bunların yanı sıra hem Wuthering Heights hem de Villette’de görülen Gotik’in domestikleştirilmesi diye adlandırdığımız, Gotik unsurların ve bunlara ait korkuların ev ve aile hayatının, gündelik yaşamın içine dahil edilmesi biçimindeki değişiklik The Tenant of Wildfell Hall’da da görülmektedir. 104 SONUÇ Korku romanları diye de adlandırdığımız ‘Gotik’ roman türü XVIII. ve XIX. yüzyılın başında rağbet gören bir türdür. Gotik mimari olarak bir mimari tarza da ismini vermiştir. Şatolar, manastırlar, kaleler gibi Ortaçağ’a ait mimari yapılarda geçen Gotik romanlara kasvetli bir atmosfer hakimdir. Doğanın bile hırçın, yabani, karanlık yönleri ele alınır. Roman kahramanlarının başına, onlarda ve okuyucuda korku ve gerginlik hissi yaratan olaylar gelir. Bu olaylar sırasında ortaya çıkan hayaletler, nereden geldiği anlaşılamayan sesler gibi bir takım doğaüstü olaylarla bu karanlık ve ürkütücü atmosfer arttırılır, okuyucuda gizem ve merak hisleri uyanır. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda örneklerini pek çok eserde gördüğümüz bu Gotik unsurlar, XIX. yüzyılda romantik akım ve Viktorya dönemiyle birlikte farklı bir boyut kazanır. Emily Bronte’nin Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette ve Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall romanlarında olduğu gibi romantik edebiyatla Gotik edebiyat birleştirilerek her iki türe ait unsurlar bir arada kullanılır. Bu romanlarda Viktorya döneminde toplumun bireye özellikle kadına uyguladığı baskıdan, bireye dayatılan kalıplaşmış düşünce ve yaşam biçimlerinden kurtulmak amacıyla Gotik edebiyattan yararlanılmıştır. Korkuları sayesinde bireyin iç dünyasını gözler önüne serdiği Gotik’in hakim olduğu durumlarda, roman karakterlerinin toplumun baskılarından arındırılmış duygu ve düşüncelerini görebilmekteyiz. Düzene ve toplumsal kurallara, ahlaki değerlere, dini kurallara uymayı savunan toplum ve bunu onaylayan akla karşı Gotik ile birlikte, çoğu zaman ahlaki, dini ve toplumsal kurallara karşı çıkan duygular açığa çıkar. Bu nedenle romantik ve Gotik unsurların bir arada kullanıldığı bu romanlarda akıl- 105 duygu çatışması yaşanmaktadır ve Gotik bu çatışmaları yansıtmak için bir araç olarak kullanılmıştır. Gotik unsurların bu romanlarda kullanılmasıyla birlikte, özellikle Villette’ de Dr. John’un yaptığı açıklamalarla, bu türe yeni bir bakış açısı getirilmiş. Doğa üstü olaylar diye adlandırdığımız Gotik unsurlar, örneğin aniden ortaya çıkan hayaletler, bireyin bilinç altının bir oyunu olarak ifade edilmiş, böylece dış dünyadan bireyin iç dünyasına bir geçiş sağlanmıştır. Gotik edebiyata ait unsurların bu romanlarda kullanılmasının bir diğer işlevi de, Gotik’in kendi kalıplarından çıkarılıp yeni b ir boyut kazanması olmuştur. Gotik edebiyata ait ilk örneklerde olaylar şato, kale gibi Ortaçağ’a ait yapılarda geçerken, Bronte kardeşler Gotik’i aileye özgü bir kavram olan ‘ev’in içine taşımışlardır. Gotik karakterlerin ve Gotik’in evcilleştirilmesi diyebileceğimiz bu durumda birey için bir sığınak olan ev boyut değiştirerek korkularının ortaya çıktığı bir alan haline gelmiştir. Böylece Gotik sığınak gibi görünen ‘ev’in içinde bireyin kendisi ve toplumla olan çatışmasını yansıtmıştır. Nesilden nesile aktarılan genetik özellikler ve roller, toplumun aile üzerindeki baskısı ve bunlarla kendi iç dünyası arasında kalan birey yaşadığı gizemli ve ürkütücü diye adlandırdığımız olaylar esnasında gerçek duygu ve düşüncelerini gösterme fırsatı bulmuş, bu baskılardan kurtulmuştur. Gotik, hem bireyin içinde yaşadığı çatışmaların dışa vurulmasında hem de bu çatışmalardan kurtulmasında bir araç olarak kullanılmıştır. Sonuç olarak, aslında XVIII. yüzyıla ait bir edebi tür olan gotik, Viktorya dönemi edebiyatının içine sızmış ve bireyin yaşadığı çelişkileri, çatışmaları ve bireyin iç dünyasını göstermek amacıyla kullanılmış; ayrıca içinde bulunulan dönemin yozlaşmış yönlerinin eleştirilmesi için de bir araç halini almıştır. 106 KAYNAKÇA a. Ana Kaynaklar Bronte, Emily, Wuthering Heights (London Penguin Books, , 1994) Bronte Anne, The Tenanat of Wildfell Hall (Hertforthshire, Wordsworth, 1994) Bronte, Charlotte, Vıllette (Hertforthshire, Wordsworth, 1999) Walpole, Horace, Otranto Şatosu (Bordo Siyah Dünya Klasikleri, İstanbul,2005) b. Yardımcı Kaynaklar Allot Miriam Ed., Cahrlotte Bronte: Jane Eyre and Villette (Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London: Macmillan, 1973) Beer ,Grillian, General Ed, The Surveillance of a Sleepless Eye, Charlotte Bronte and Victorian Psychology (Cambridge, Cambridge University Press, 1996) Bell Craig Arnold, The Novels of anne Bronte (Great Britain: Merlin Books Ltd, 1992) Berry Elizabeth Hollis, Anne Bronte’s Radical Vision: Structure of Consciousness ( Victoria: University of Victoria, 1994) Botting, Fred, Gothic Excess and Transgression, The Gothic (London, New York, Routledge, 1996, ss. 1-20) Botting, Fred, Homely Gothic, The Gothic (London, New York, Routledge, 1996, ss.113-134) Boumelha Penny, Charlotte Bronte ( Herthfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1990) Bruhm, Steven, Gothic Bodies, The Politics of Pain in Romantic Fiction (Philadelphia : University of Pennsylvania Press, 1990) DeLamotte Eugenia, Perils of the Night: a Feminist Study of Nineteenth Century Gothic ( New York: Oxford University Press, 1990) 107 Ege Sema, İngiliz Edebiyatında Dört Korku Yapıtı ( Ankara: Zirve Ofset, 1995) Ellis Markham, The History of Gothic Fiction ( Edinburgh: Edinburgh University Press, 2000) Franceschina John, Sisters of Gore (New York,London: Garland Publishing Inc., 1997) Frawley Maria, Anne Bronte ( NewYork: Twayne Publishers, 1996) Gordon, Felicia, Villette, A Preface To Brontes (London, New York, Longman, 1989, ss. 156-174) Gordon, Felicia, The Tenant of Wıldfell Hall, A Preface To Brontes (London, New York, Longman, 1989, ss. 175-190) Gordon, Felicia, Wutherıng Heights, A Preface To Brontes (London, New York, Longman, 1989, ss. 175-205) Gregor, Ian ,The Brontes: The Collection of Critical Essays (Prentice Hall International, New Jersey,1970) Hennessy, Brendon, The Gothic Novel (Longman, Harlow,1978) Hoeveler, Diana Long, Gothic Feminism, The Professionalization of Gender and Genre from Charlotte Smith to the Brontes (The Pennsylvania State University, Pennsylvania, 1998) Jacobs N.M., Gender and Layered Narrative in Wuthering Heights, New Casebook; Stoneman, Patsy (ed)(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1993, ss.74-86) Just Martin- Christoph, Visions of Evil ( Frankfurth: European University Studies, 1997) Kilgour, Maggie, The Rise of the Gothic Novel (Routhledge, London, New York, 1994) 108 Knapp, Bettina L., ‘Anne Bronte: Smouldering Fire, The Brontes (New York, Continuum, 1991, ss.73-100) Knapp, Bettina L., Emily Bronte: Loocked in One’s Own World, The Brontes (New York, Continuum, 1991, ss.101-132) Knapp, Bettina L., Villette: A Nonstereotypic Fictional Biography, The Brontes (New York, Continuum,1991 ss.172- 181) Kroll Richard, The English Novel Volume II ( New York: Addison Wesley Longman Limited, 1998) Langland, Elizabeth, Anne Bronte The Other One Houndmills (Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1989) Leavis Q.D., A Fresh Approach to Wuthering Heights, New Casebook Stoneman, Patsy (ed)(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1993, ss.24-39) Legouis Emile, A Short History of English Literature (Hong Kong: Oxford University Press, 1990) Milbank Alison, Doughters of the House: Modes of the Gothic in Victorian Fiction (London: Macmillan, 1992) Mise W. Raymond, The Gothic Heroine and the Rise of the Gothic Novel ( NewYork: Arno Press, 1980) Nestor, Paulina, Villette: New Case Book (Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1993) Norton Caroline, ‘A Letter to the Queen on Lord Chancellor Cranworth’s Marriage and Divorce Bill’, in Victorian Woman: A Doccumentary Account (ed) Hallerstein (Stanford: Stanford University Press,1981) Pykett Lyn, Gender and Genre in Wuthering Heights:New Casebook, Stoneman, 109 Patsy (ed)(Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1993, ss.86-100) Robbins Ruth, Victorian Gothic: Literary and Cultural Manifestations in the Nineteenth Century (Wiltshire, Antony Rowe Ltd., 1988) Scott P. J. M., Anne Bronte: A New Critical Assessment (London: Vision Press Ltd, 1983) Stewart, Garret, The Conscripted Audience in Nineteenth Century British Fiction (The John Hopkins University Press, Baltimore and London, 1996) Stoneman, Patsy, Looking Oppositely: Emily Bronte’s Bible of Hell, New Casebook (Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London, Macmillan, 1993, ss.131-161) Sanders Andrews, The Short History of English Literature (Oxford University Press, Oxford, 1999) Schweil Darrell (ed), Discovering Classic Horror Fiction I (California: The Borge Press, 1989) Stevans, David, The Gothic Tradition (Cambridge, Cambridge university Press, 2000) Tracy Ann Blaisdell, Partners of Fear in the Gothic Nowel (New York: Arno Press, 1980) Tropp Martin, Images of Fear ( London: McFarland& Company Inc., 1990 Urgan, Mina, İngiliz Edebiyatı Tarihi (Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003) Varma P. Devendra, The Gothic Flame ( London: Scarescrow Press Inc., 1987) White Kathryn, The Brontes (Cloucestershire: Sutton Publishing, 1998) Wiesenfarth, Joseph, Gothic Manners and Classic English Novel (University of Wisconsin, Wisconsin, 1988) 110 Winnifrith Tom, The Brontes and Their Background (Houndmills, Basingstoke, Hampshire, London: Macmillan, 1988) Wolstenholme Susan, Gothic Revisions, Writing Woman as Readers (State University of New York, Albany, 1993) 111 ÖZET Buhara, Oya, ‘ Emily Bronte’nin Wuthering Heighst, Charlotte Bronte’nin Villette, Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall Romanlarında ‘Gotik’ Unsurların İncelenmesi’ Master Tezi , Danışman: Profesör Belgin Elbir, 112s. Bu çalışmada ‘Emily Bronte’nin Wuthering Heights, Charlotte Bronte’nin Villette, Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanlarında Gotik unsurlar incelenmektedir. İncelemenin amacı XVIII. yüzyılda ortaya çıkan, genellikle Orta Çağ’da kasvetli bir kalede, zindanda, gizli yeraltı geçitlerinde geçen gizemli, ürkütücü, doğaüstü olayların anlatıldığı, amacı okuyucuda korku ve ürperti ile yoğun duygular yaratmak olan Gotik roman türünün XIX. yüzyıl romanında nasıl bir değişime ve gelişime uğrayarak yer aldığını, nasıl bir yere ve öneme sahip olduğunu, Viktorya Dönemi romanında, akıl-duygu, bilinç- bilinçaltı çatışmasının anlatılmasında, benliğin anlaşılmasında, kişilerin iç dünyalarının çözümlenmesinde ve dönem özelliklerinin eleştirilmesinde nasıl bir rol oynadığını açıklamaktır. Giriş bölümünde bu çalışmanın amacı belirtilerek genel bir taslak sunulmakta, çalışmanın temel konusu olan ‘Gotik’ terimi ve türü açıklanmakta, bu edebi türün en önemli ve en bilinen örneklerinden olan Horace Walpole’ün The Castle of Otranto adlı eserinde Gotik unsurlar ve bunların kullanım şekli açıklanmaktadır. Gotik türü ve The Castle of Otranto açıklanırken önde gelen eleştirmenlerin bu konudaki görüşlerine yer verilmektedir. Çalışmanın ‘Wuthering Heights’ta Gotik Unsurlar’ adlı Birinci Bölüm’ünde Emily Bronte’nin Wuthering Heights adlı romanı Giriş Bölümü’nde açıklanan Gotik türü bağlamında incelenmektedir. Gotik türünün XIX. yüzyıl edebiyatının romantik eserlerinden kabul edebileceğimiz Wuthering Heights ’ta nasıl yer aldığı ve nasıl bir işlevi olduğu açıklanmaktadır. Bu bölümde Gotik’in özellikle akıl-duygu çatışmalarındaki rolü üzerinde, Gotik’in bireyin kendisi ile ve toplumla olan 112 çatışmalarındaki rolü üzerinde ve Gotik’in eski şatolardan, kalelerden çıkarılıp eve dahil edilmesi başka bir deyişle ‘evcilleştirilmesi’ üzerinde durulmaktadır. Ayrıca roman kişileri Gotik türü doğrultusunda incelendiğinde romanın yazıldığı dönem olan Viktorya Dönemi toplumsal yargıları ve dönem insanlarıyla pek uyuşmayan yönleri de göz önüne serilmektedir. Viktorya Dönemi romancılarının ele almaya çekindikleri aşk, tutku gibi kavramların bu romanda yoğun bir şekilde yer aldığı ve Gotik’in bu kavramları kuvvetlendiren bir unsur olduğu görülmektedir. ‘Villette’de Gotik Unsurlar’ adlı İkinci Bölümde Charlotte Bronte’nin Villette adlı romanı Giriş Bölümünde açıklanan Gotik türü bağlamında incelenmektedir. Gotik’in bu romanda akıl-duygu, bilinç-bilinçaltı çatışmasının göz önüne serilmesinde ve roman kişilerinin iç dünyalarına ulaşılmasında önemli bir rolü olduğu açıklanmaktadır. Bu romanda Dr. John’un halüsünasyonlar üzerine açıklamalarıyla, Gotik unsur olarak görülen açıklanamayan pek çok olgu insanın bilinçaltının oyunları, iç dünyasının yansımaları olarak değerlendirilmektedir. Bireyin psikolojik ve sosyal sorunları, toplumdaki yeri Gotik unsurların vasıtasıyla sorgulanmaktadır. Bu romanda Gotik unsurların özellikle bireyin diğer bireyler ve toplum tarafından izlenmesi faktörünün yansıtılmasında önemli rolü olduğu görülmektedir. Wuthering Heights’ta ‘evcilleştirilen’ Gotik Villette’de farklı bir mekanla (manastırla) farklı bir boyut kazanmaktadır. Roman kişilerinin, romanın yazıldığı dönem olan Viktorya Çağı ile uyumu elaalındığında Wuthering Heights’ta olduğu gibi burada da dönem insanlarıyla uyuşmayan yönleri göze çarpmaktadır. ‘The Tenant of Wildfell Hall’da Gotik Unsurlar’ adlı Üçüncü Bölümde, Gotik türü ve bu türe ait unsurların Anne Bronte’nin The Tenant of Wildfell Hall adlı romanında nasıl bir yer aldığı, roman ve roman kişileri üzerinde nasıl bir etkisi olduğu açıklanmaktadır. Viktorya Dönemi özelliklerini yansıtan bu romanda, daha 113 önceki bölümlerde açıklanan eski ve yeni Gotik unsurlar, bu unsurların toplumsal özelliklerin ve bireyin iç dünyasının yansıtılmasında nasıl bir rol oynadığı üzerinde durulmaktadır. Gotik unsurlar ve korkuların Villette’de olduğu gibi bireyin diğer bireyler ve toplum tarafından izlenmesi, çeşitli spekilasyonlara, dedikodulara maruz kalması ve bunlardan kaçınması nedeniyle hissettiği baskı ve korkuların yansıtılmasında etkili rolü olduğu açıklanmaktadır. Wuthering Heights ve Villette’ de olduğu gibi The Tenant of Wildfell Hall’da da Gotik’in aile ve ev hayatı içine alındığı, domestikleştirildiği görülmektedir. Çalışma, XVIII. yüzyılda ortaya çıkan Gotik türünün, XIX. yüzyıla ait bu üç romanda nasıl bir değişime ve gelişime uğrayarak yer aldığının, nasıl bir yere ve öneme sahip olduğunun, Viktorya Dönemi romanında, akıl-duygu, bilinç- bilinç altı çatışmasının anlatılmasında, benliğin anlaşılmasında, kişilerin iç dünyalarının çözümlenmesinde ve dönem özelliklerinin eleştirilmesinde nasıl bir rol oynadığının genel bir değerlendirmesiyla sona ermektedir. 114 ABSTRACT Buhara, Oya, ‘The Gothic Elements in Emily Bronte’s Wuthering Heighst, Charlotte Bronte’s Villette, Anne Bronte’s The Tenant of Wildfell Hall’ Master’s Thesis, Advisor: Professor Belgin Elbir, 112p. In this study, the Gothic elements of Emily Bronte’s Wuthering Heights, Charlotte Bronte’s Villette, Anne Bronte’s The Tenant of Wildfel Halll are analyzed. The aim of this study is to shed light on how the Gothic novel that occurred in the 18th Century, in which mysterious, gruesome and supernatural events taking place in a gloomy castle, dungeon or secret underpasses generally in the Middle Ages are told and the aim of which is to arouse a feeling of fear and shudder in the reader was changed and developed in the 19th Century novel, how valuable and important it is, and what kind of a role it has in the explanation of the conflict of reason-emotion and conscious-subconscious, in understanding the ego, in the analysis of the inner worlds of the individuals, and in the critique of the characteristics of the period. In the introduction, the aim of this study is stated and an outline of it is presented. Additionally, the term ‘Gothic’, its genre and Gothic elements in Horace Walpole’s The Castle of Otranto, which is one of the most famous examples of this genre, are defined and their usage is explained. While Gothic genre and The Castle of Otranto are being explained, the ideas of well-known critics are also noted. In the First Chapter of the study called ‘Gothic Elements in Wuthering Heights’, Emily Bronte’s Wuthering Heights in the context of Gothic genre is described in the introduction. It is presented how the Gothic genre takes place and what kind of a function it has in Wuthering Heights which can be accepted as one of the romantic works of XIX. Century literature. In this chapter, some issues are 115 discussed such as the role of Gothic in reason – emotion conflicts, in the inner conflict of the individual and his conflict with the society, and it’s being taken out of the castles of Middle Ages and made a part of our houses, which means it’s being ‘domesticated’. Furthermore, it is clearly stated that when the fiction characters are analyzed regarding to Gothic genre, they are mismatching with the social judgments of the Victorian Period and people of the time. It is clearly seen that the concepts such as love and passion which the Victorian novelists abstain from using are intensely made use of and that Gothic is an element which reinforces these concepts. In the second chapter named ‘Gothic Elements in Villette’, Charlotte Bronte’s Villette is analyzed in the context of Gothic genre described in the introduction. It is explained that Gothic has an important role in displaying the reason – emotion, conscious – subconscious conflict and reaching the inner world of the characters in the novel. In this novel, with the explanations of Dr. John about hallucinations, it is thought that most unexplained phenomena which are considered as Gothic elements are the tricks of human subconscious and the reflection of their inner world. The psychological and social problems of the individual and his place in the society are questioned through Gothic elements. In this novel, it has been observed that Gothic elements have an important role in the reflection of the factor pointing out individual’s being watched by the others and the society. Gothic which is ‘domesticated’ in Wuthering Heights gains a different dimension with a different setting (monastery). It is highlighted that when the compatibility is considered between the characters in the novel and the Victorian Period, there are also mismatching parts here as it is in Wuthering Heights. In the third chapter called ‘Gothic Elements in The Tenant of Wildfell Hall’ it is explained that what kind of a place Gothic elements have in Anne Bronte’s The 116 Tenant of Wildfell Hall and an effect on the characters. In this novel reflecting the characteristics of the Victorian Period, the old and new Gothic elements explained before, and kind of a role they have in reflecting social characteristics and individual’s inner world are emphasized. It is stated that the Gothic elements and fears have an active role in the reflection of pressure and horror the individual feels, which is caused by his being watched by the others and the society, being exposed to various speculations and abstaining from them. It can be clearly seen that in The Tenant of Wildfell Hall as it is in Wuthering Heights and Villette, Gothic has been taken into the family and home life and domesticated. The study is concluded by a general assessment of how Gothic genre that occurred in the 18th Century changed and developed in these three novels in the 19th Century, how valuable and important it is, what kind of a role it has in the Victorian novel, in the explanation of the conflict of reason – emotion and conscious – subconscious, in the analysis of the inner world of the individuals, and in the critique of the characteristics of the period. 117