Altyazı Dergisi
Transkript
Altyazı Dergisi
A Preface to Red Seyir Defteri KÜÇÜK SİNEMALAR Can Eskinazi, Eytan İpeker, Yoel Meranda, Mustafa Uzuner ve benim şans eseri bir araya gelmemizle oluşan Küçük Sinemalar grubu, 2008’de kuruldu. Hepimiz benzer şeylerle ilgileniyorduk: Sinemada gördüklerimizden ‘başka’ bir şeyler olabileceğine inanıyor, deneysel, avangard, soyut, şiirsel, “sanatçı filmi” ve daha nice terimlerin içine bir türlü sığamayan bu sinemayı, görsel tarihimizin ayırt edilemez parçası olarak görüyor, bu tarihe biz de küçük bir katkıda bulunmak istiyorduk. O zamandan beri hem gösterimler gerçekleştirdik hem de çeşitli haberleri paylaştığımız ve düşüncelerimizi yayınladığımız bir blog açtık. Geçtiğimiz bahar döneminde, Amerikan-Türk Derneği’nin Moon and Stars Project’inin desteğiyle, ABD’nin güneyinde iki gösterim daha yapma fırsatı bulduk. İlki, New Mexico’nun Albuquerque kentindeki Experiments in Cinema festivalinde, 19 Nisan’da; ikincisiyse Austin, Teksas’taki AMOA-Arthouse Müzesi’nde, 18 Mayıs’ta gerçekleşti. Bu gösterimlerde Can, Eytan, Mustafa ve Yoel’inkilerin yanı sıra Zeynep Dadak ile Merve Kayan’ın, Jonathan Schwartz’ın ve Deniz Tortum’un işlerini de sunma imkânı bulduk. Türkiye’de deneysel sinemanın ne olduğu tabii ki tartışmaya açık bir konu. Sabri Kaliç ‘Deneysel Sinemanın Kısa Tarihi’ isimli kitabında ABD ve Avrupa’dan pek çok örnek verdikten sonra, Türkiye’deki durumdan bahsederken (kendisinin de belirttiği gibi biraz zorlamayla) Sinan Çetin’in Bay E’sini (1995) örnek gösteriyor. ‘Deneysel sinema’ dendiğinde zaten çoğumuzun aklına hafif sürreal, “açıklanamaz” (ya da ancak Lacan’la açıklanabilir), saçmalık 90 dolu bir şey gelmesinden dolayı, bu tür filmlere pek ilgi göstermiyorum. Benim ilgimi çeken ‘okunması’ gereken değil, ‘izlenmesi’ gereken, kâr amacı gütmeyen, bir insanın (ve belki bir iki arkadaşının) yapayalnız yaptığı bir sinema. Türkiye’de yapılan deneysel filmler üzerine bir gösterim düzenlerken bu bireyleri göstermek, bu tür fikirleri olanlara yalnız olmadıklarını hatırlatmak, onları (ve başkalarını) yeni şeyler yapmaya teşvik etmek benim esas amacımdı. Programın güvenilir bir Türkiye portresi sunmadığı, daha ilk gösterilen videoyla belli oluyor. Can Eskinazi’nin Cumhuriyet Bayramı Tüm Yurtta Sevinçle Kutlandı (2010) videosu tamamen inanılır olmayan ama belli bir samimiyetle söylenen bir monologla 29 Ekim şenliklerini Kiarostami-vari bir şekilde ortaya koyuyor. Bundan sonra programdaki çeşitli soyutlamalara geçiyoruz. Önce Yoel Meranda’in cep telefonuyla çektiği diagonal (2009) ve océanéant (2009) isimli videolarındaki mest eden renk ve hareketleri, ardından Eytan İpeker’in son zamanlardaki minimalist işlerinden Siamese’i (2011) ve bu dönemdeki en beğendiğim işi olan, Peeling’i (2011) izliyoruz. Peeling, bir meyveyi soyar gibi sabırlı bir şekilde videoyu soyan bir iş. Arada Mustafa Uzuner’in bir kahve fincanının “gizemli” ahengini araştıran Neyse Halin… (2007), Can’ın Moskova’da bir anıt üzerine çektiği Moscow Diaries, Part 2: Statues (2011), Deniz Tortum’un ailesiyle Peeling Türkiye’den Deneyseller Amerika’da yaptığı bir Skype konuşmasındaki şiirselliği yakaladığı Oğlun Burada ve sonra yine Mustafa’nın bir ekranın içindeki hayaletleri gören Material Ghost (2010) isimli işleri gösterildi. Yoel’in gözlerimizde bambaşka renkler uyandıran ‘flicker’ filmi Highway Screening’den (2010) sonraysa, Jonathan Schwartz’ın New York Film Festivali’nde görüp beğendiğim ve programdaki soyutlamalarla daha belgesel-vari işler arasındaki bağı kuran A Preface to Red (2010) isimli 16mm’lik filmini gördük. Mark Lapore’un etnografik filmlerindeki keskin ve bilinçli tespitlerin etkilerini gördüğümüz bu filmde, bir İstanbul-martı-boğaz romantizminden ziyade, boğucu bir gürültüye rağmen yaşayan insanların, şehrimizin “ucunun” bir portresi ortaya çıkıyor. Ve nasıl pek çok insan yazın İstanbul’u bırakıp sahile kaçıyorsa, bu program da bu İstanbul migreninden, Zeynep Dadak ve Merve Kayan’ın Bu Sahilde’sine (2010) kaçıyor. Taze ve güzelim bir 16mm’lik film olarak izlediğimiz bu deneme-vari belgesel, “tatilin uçuculuğunu bir Jacques Tati rahatlığı ve sempatisiyle ortaya koyuyor” (bir seyircinin tespiti) ve bununla birlikte program son buluyor. Hem Albuquerque’deki hem de Austin’daki gösterimler oldukça iyi geçti. Özellikle ABD’nin en cana yakın festivallerinden biri olduğunu duyduğum Experiments in Cinema beni bu konuda hayal kırıklığına uğratmadı ve pek çok farklı yerden gelen insanlardan bu küçük programımız hakkında güzel sözler duydum. Bazıları özellikle videoların soyut işlere olan ilgilerini yine alevlendirdiğinden, bazılarıysa Bu Sahilde’nin büyülerinden bahsetti. İki gösterimden de bu güzel işleri göstermenin onuru ve mutluluğuyla ayrıldım. Bunlar ilk gösterimlerimiz değildi ve son da olmayacak, daha işlerini göstermediğimiz pek çok sinemacı var. Siz değerli okuyucular da bu tür bir sinemayla A LT YA Z I ilgileniyorsanız lütfen sakınmayın, bizimle temasa geçin. Ne tür bir sinemadan bahsettiğimi daha iyi anlamak isterseniz, bu programdaki çoğu işi kucuksinemalar. blogspot.com’da izleyebilirsiniz. Nice Küçük Sinemalara! Ekrem Serdar BAMCINEMAFEST Hitchcock’u dakikalarca alkışladı. Büyülü, ilham verici, unutulmaz bir sinema akşamıydı. New York’un en güzel yanı, her kesimden insana bu etkinliklerin bir parçası olabilme imkânını sağlaması. Şehirde “bağımsız” deyince akla gelen üç harf BAM’de iyi etkinliklerin sonu yok: Beşinci yılını kutlayan BAMcinemaFest, kendini New York’lu sinema severlere tüm festivallerin en ilgi çekici, en iyi ve en yeni filmlerini sunmaya adamış dinamik bir oluşum. Ben sıkı bir Jonathan Groff hayranı olarak, Sundance seçkisindeki C.O.G. (2013) filmini izledim. İyi, klişelerden uzak bir LGBT filmi bulmak oldukça zor. Adının açılımı ‘Child of God’ (Tanrının Çocuğu) olan C.O.G., o nadir iyi filmlerden biri. Edebiyat dünyasının rock starı olarak bilinen David Sedaris’in ‘Naked’ kitabındaki aynı isimli denemesine dayanan filmin yönetmeni 1983 doğumlu Kyle Patrick Alvarez. Sırtını seyirci zekâsına dayayan film her sorunun cevabını açıklamıyor, kitap gibi akılda büyüyor ve filme tekrar dönüp bakma C.O.G British Film Institute tarafından yenilenen dokuz sessiz, siyah beyaz Alfred Hitchcock filmi ‘Hitchcock 9’ başlığı altında, Brooklyn Müzik Akademisi’ndeki (BAM) Harvey Theater’a kurulan dev perdede seyirciyle buluştu. “İlk gerçek Hitchcock filmi” olarak bilinen Kiracı’ya (The Lodger, 1927) Mont Alto Sinema Orkestrası 1920’lerde kullanılan orijinal repertuardan esinlenerek yeni bestelenmiş müziklerle eşlik etti. Uzun kuyrukların oluştuğu geceye olan ilgiyi görünce, ustanın hâlâ seviliyor olmasına gözlerim dolmadı desem yalan olur! Bu olağanüstü sevgi ve ilgiyi her neredeyse hissetmiyor olması imkânsız. Kiracı, matine aktörü olarak bilinen Ivor Novello’nun korkutucu bir karakteri canlandırmasıyla zamanında şok etkisi yaratan, karındeşen Jack öyküsünden esinlenen, sisli Londra sokaklarında geçen bir gerilim filmi. Tabii ki kurbanlar sarışınlar, buna şaşırmıyoruz. Novello’nun oynadığı karakterin panik ânını göstermek için tavanın saydamlaştığı kare ve yüzüne haç gölgesinin vurduğu plan, beş sinema filmine bedel. Kiracı’nın bitiminde iki katlı dev salon ayağa kalktı; hem filme kusursuz biçimde eşlik eden orkestrayı hem de Kiracı Sessiz Hitchcock Brooklyn’de TEMMUZ – AĞUSTOS 2013 arzusu uyandırıyor. Özellikle elma bahçelerinin resmedildiği planların sinematografisi oldukça iddialı. Yale kazaklı, ukala David en yakın arkadaşı Jennifer ile yazı Oregon’daki elma bahçelerinde çalışarak geçirecektir. Jennifer yeni erkek arkadaş bulunca David tek başına kalır. Annesiyle problemli bir ilişkisi olan David ait olmadığı bir dünyada, bilmediği bir şeyler arıyordur. Belki aşk, belki yeni bir inanç, belki de baba figürü... Bu yeni macerada hepsini bulur, hepsini kaybeder. Komik ve zekice sahnelerle donatılmış film, klasik olmaya aday değilse de, bence 2013 yılının en önemli LGBT filmlerinden. Jonathan Groff ’un doğal oyunculuğu, güzelliği ve kendini sonuna kadar hikâyeye teslim etmesi izlemeye değer. Groff ’u bu filmde kaçırsanız bile çekimleri devam eden HBO filmi Normal Heart’ta izleyeceğinize eminim. Sıkı durun, Groff ’un kariyeri henüz yeni başlıyor! Amerikan bağımsız sinemasında Kyle Patrick Alvarez gibi genç, zeki, irdeleyici ve komik yönetmenlerin yükselmesi şart. Bu noktada, kendini ilham verici ve dinamik isimleri ortaya çıkarmaya adamış BAM’e alkış tutmak gerek. C.O.G.’nin bitiminde seyircilerle söyleşi yapan yönetmen ve oyuncular heyecandan yerlerinde duramıyorlardı. Aralarındaki sinerjiden etkilenmemek imkânsızdı diyebilirim. Hayallerine tutunan ve onları gerçekleştiren sinemacılar sayesinde bu dünyanın daha yaşanabilir bir hal aldığını düşünüyorum. Bu 2013 yılındaki genç Alvarez de olsa, 1927 yılındaki tombul genç adam Hitchcock da... Ali Kemal Güven 91