TÜRK-100 DERSİ GÜZ–2007 II. Makale Ödevi ve Yararlanılacak
Transkript
TÜRK-100 DERSİ GÜZ–2007 II. Makale Ödevi ve Yararlanılacak
TÜRK-100 DERSİ GÜZ–2007 ÖDEVİN BİÇİMSEL ÖZELLİKLERİ 1. Times New Roman yazı karakteriyle, 12 nokta ölçüsünde, 1,5 satır aralığında yazılmalıdır. 2. En az 4 sayfa olmalıdır. 3. Ödev için bir kapak hazırlanmış olsa bile ayrıca metnin II. Makale Ödevi başlığı konmalı. 4. Sayfa yapısı sağa ve sola hizalanmalı (Bu ödevde olduğu gibi) 5. Doğrudan alıntı yapılıyor ise bu cümle/cümleler tırnak işareti ve Yararlanılacak Kaynaklar (“ ”) verilmeli. Eğer düşünceyi alıp kendi cümlelerinizle yazdıysanız tırnak işaretine gerek kalmaz. 6. Her ikisi için de (doğrudan veya düzenlenmiş alıntı) gönderme yöntemi kullanılmalı. 7. Örnek: TESLİM TARİHİ içinde Romandan alıntı için: ……… (Şafak, 25). (Noktalama işaretleri parantez kapatıldıktan sonra konmalı). i. Kaynaklardan alıntı için: ……….. (Moran, 327), ………….. (Bitlenen Bir Apartmanın 4 OCAK 2008 CUMA Hikayesi, p.3). 8. Kaynakça gösterme yöntemlerine her açıdan uyulmalı. 9. Kaynakça alfabetik sıra ile düzenlenmeli. 1 BİT PALAS 10. Noktalama işaretlerinden önce boşluk bırakılmamalı. Tüm noktalama işaretlerinden sonra bir boşluk bırakılmalı. 11. “de/da” bağlacı ve “-de/-da/-te/-ta” ekleriyle “-ki” eki ve “ki” bağlacının yazımına dikkat edilmeli (Bkz. www.tdk.gov.tr) 12. “bir gün, bir şey, birçok, birkaç, herhangi, herhangi bir, 4 OCAK 2008 CUMA günü teslim edilecek olan ödev, Elif Şafak’ın Bit Palas adlı kitabıyla ilgili bir inceleme yazısı şeklinde olacaktır. hiçbir, herkes, pek çok, maalesef, bugün, şu an, her gün, KONU: Aşağıda belirtilen saptamalardan birinden yola direkt (doğrudan), veya, ya da…” söz/sözcüklerinin çıkarak Bonbon Palas’ı ve apartman sakinlerinin mekâna yazımına dikkat edilmeli. yükledikleri 13. Tarihlere getirilen ekler yazım kuralına uygun olmalı anlamları; mekânlarda buldukları/aradıkları izleri/imgeleri/değerleri/sırları çözümleyiniz. (1940’da değil 1940’ta olmalı. Burada “-da” eki sıfıra değil, bin dokuz yüz kırk’ın okunuşuna getirilir ve sertleşir). • “Bir mekânda yaşamak, orada izler bırakmak demektir. 14. Özel isimlere getirilen ekler ayrı yazılmalı ve bu ayrı durum (Benjamin, 8) Evde bırakılan iz, bizi evin varoluşundaki kesme işaretiyle gösterilmeli (Türkiye nin değil Türkiye’nin anlamı üzerinde duran Heidegger’e götürür. İnsanın dünya şeklinde olmalı). üzerindeki varoluşunu bir mekân ve yer edinme problemi 15. Ödevler için bir kapak hazırlanmalı. olarak ele alan Heidegger’e göre ev, şöyle veya böyle 16. Makalede öznellik bariz bir şekilde verilmemeli; yazar barındığımız bir yer değildir. Ev, insanın dünyada ve varlık anlattıklarını kendi hislerine ve düşüncelerine değil içinde temel bulunma biçimidir. Bu temel biçim, fiziksel evin kaynaklara, malzemelere, eldeki verilere dayandırmalı. ev olarak ortaya çıkışının ön koşuludur ve dünyada otantik 17. Son olarak ödevler teslim edilmeden önce bir kez okunmalı. olarak yaşamadıkça fiziksel ev yetersizdir (Turan, 21). Böylece evin kendisinden önce orada nasıl yaşandığı problemi öne çıkar. Başka bir deyişle, insan ne kertede 2 ‘sahih’ bir hayat sürdüğü, Heidegger’in de dile getirmeye dünyaya güvenmenin eşiğinde buluruz, bir güven itkisi çalıştığı gibi, o insanın evinden anlaşılır (Yavuz, 180).” duyumsarız, kozmik güvene bir çağrı alırız. Kuşun içinde (Elçi, 18) dünyaya güven duyma içgüdüsü olmasaydı, yuvasını yapar mıydı? Bu çağrıyı içimizde duyuyorsak, geçici bir barınak • “Mekân, kendisini üreten zamanı dondurarak yansıtır. olan kuş yuvasını Geçmiş zaman tutkularının ilk sığınaklarının eski mekânlar dönüştürüyorsak –kuşkusuz çelişkili olarak ama bir düş olması boşuna değildir. Türk edebiyatında geçmiş zamanı kurma atılımı içinde-, düşsel evin kaynaklarına geri mekân üzerinden yakalamaya ve yaşamaya çalışanların dönüyoruz demektir. Düşselliğinin gücü içinde kavradığımız başında gelen Abdülhak Şinasi Hisar’ın da dediği gibi hemen evimiz, her bina içinde yetiştiği tarihin bir parçasıdır. Tıpkı durmuş başlangıçtaki evin güvenine gerçekten katılırsak, o evde bir saat gibi içinde kaldığı zamanı gösterir. Onda ancak bir doğuştan var olan güven içinde yaşarız. Uykularımıza geçmiş zamanın kalbi duyulur (Hisar, 167). Bu açıdan zaman derinlemesine işlemiş olan bu güvenliği yaşamamız için ile mekân arasında son derece sıkı bir etkileşim vardır. güvenliği doğuran maddesel koşulları sıralamamıza gerek Zaman, mekânda iz bırakır. Mekân, peteklerinin binlerce yok. Yuva, düşsel ev gibi, düşsel ev de yuva gibi – gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tutar (Bachelard, 36). düşlerimizin tam olarak kökenine inebilmişsek- dünyanın Böylece her mekân belirli bir zamanın benzersiz ürünü olur; düşmanlığını tanımaz. İnsanın yaşamı derin uykudayken onun içeriğini yansıtır ve aynı mekân iki içerik taşıyamaz başlar. Dünyanın düşmanlığının deneyimini –dolayısıyla da (Freud, 31).” (Elçi, 19) korunma ve saldırganlık düşlerimizi- daha sonra yaşarız. dünya içimizde üstünde bir mutlak yuvadır. bir sığınağa Düşlerimizde, İnsan varlığı gönençle1 başlar.” (Bachelard, 123) • “Bir şair şunları yazıyor: Ağaçların ölümü geri püskürttüğü bir yuva düşledim. Böylece, yuvayı izlerken kendimizi 1 Gönenç: Bolluk, rahatlık ve varlık içinde iyi yaşama, refah. 3 BİT PALAS Kaynakça2: Elif Şafak 1971 yılında Strasbourg’da doğdu. ODTÜ • Bachelard, Gaston. Mekânın Poetikası (Çev. Aykut Derman), İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1996. • Benjamin, Walter. Pasajlar (Çev. A. Cemal), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002. • • Uluslararası İlişkiler Bölümünü bitirdi, yüksek lisansını aynı üniversitede Kadın Çalışmaları Bölümünde yaptı. "Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik" konulu master tezi Sosyal Bilimler Derneğince ödüllendirildi. İlk kitabı Kem Gözlere Anadolu (öykü) 1994 yılında, ilk romanı Pinhan 1997’de, ikinci Elçi, Handan İnci. Roman ve Mekân Türk Romanında Ev, romanı Şehrin Aynaları 1999’da, Mahrem ise 2000’de basıldı. Elif İstanbul: Arma Yayınları, 2003. Şafak Pinhan ile 1998 Mevlâna Büyük Ödülünü, Mahrem ile de Freud, Sigmund. Uygarlığın Huzursuzluğu (Çev. H. 2000 Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülünü kazandı. Barışcan), İstanbul: Metis Yayınları, 1999. • Hisar, Abdülhak Şinasi. Boğaziçi Mehtapları, İstanbul: Hilmi Kitabevi, 1956. • • Bir apartmanın hikâyesi 1966 yılında, eski mezarlıkların üzerinde yükselen bir semtte Turan, Ertuğrul Rufayi. “Heidegger ve Ev”, Mimarlık, S. Art Nouveau mimari tarzında yapılan, günümüzde ise etraftaki çöp 260, 1994. kokusu nedeni ile adı Bit Palas’a dönüşen bir apartmanın, Bonbon Yavuz, Hilmi. “Ev ve Konfor”, Modernleşme, Oryantalizm, Palas’ın, hikâyesini anlatıyor roman. Önceki romanlarındaki tarih İslam, İstanbul: Büke Yayınları, 2000. ilgisini bu kez yalnızca apartmanın ilginç ve hüzünlü inşa tarihi ile sınırlı tutmuş Elif Şafak. Ekim devrimi ile terk ettikleri Rusya’dan İstanbul’a gelip bir türlü uyum sağlayamadıkları bu kentten Paris’e geçen, yıllar sonra kendi kaderlerinin izini sürüp yeniden İstanbul’a döndüklerinde Bonbon Palas’ı satın alan ve ömürlerini burada 2 SORULARIN KAYNAKÇASIDIR. 4 tamamlayan Antipovların hayat hikâyesi de başlı başına bir roman göstermemeye çalışıyoruz. Kamusal alanda sakladığımız yüzler var. konusu olabilirdi doğrusu. Ben o görünmeyeni göstermek istedim bu romanda." diyen Şafak, yegane ortak duyuları apartmanın hijyen meselesi olan roman Art Nouveau tarzını bilerek seçmiş yazar. Çünkü bu tarz kahramanlarının ilk bakışta farkına varılmayan, kapıların arkasına mimarilerde apartmanın her katı bir başka planla yapılıyor. gizlenen Böylelikle her katta yaşayanların farklılıklarını, insanların aynı izlettiriyor. Görünmeyen ama varlığını hep yakınlarında hissettiren mekânda yaşarlarken hiçbir mekâna ait de olamadıklarını, o kokunun ardındaki sır da aynı anlayışın ürünü. “Ve o anlamda da apartmanın katları arasında içte yaşanan kopukluğun dış cepheye çok hüzünlü. Hayata karşı zaferi simgelemesi için yapılan apartman de yansıdığını vurguluyor. Dar bir mekânda birbirine benzemeyen, aşına aşına bir çöp yuvasına dönüşüyor. Ev temizdir, tekindir; neredeyse birbirlerini hiç kesmeyen hayatlarla karşı karşıya dışarısı ise tekinsiz ve güvensiz olandır; çünkü dışarısı yabancının geliyoruz. Sıradan, her yerde karşımıza çıkabilecek türden orta alanıdır. Yabancıdan da hiçbir zaman emin olamazsın, her tür sınıftan bu insanların tek ortak noktası, pencerelerini açmalarına kötülüğü oradan beklersin. Bu nedenle eğer bir çöp kokusu varsa, o bile imkân vermeyen çöp kokusu ve bir türlü baş edemedikleri da muhakkak dışarıdan geliyordur". bireysel trajedilerini, okuyuculara o kilitleri açarak hamamböcekleri. “Kuaför Cemil ve Celal kardeşler, Mavi Metres, Madam Teyze, Hijyen Tijen, Hacı Hacı” gibi apartmanın farklı Oysa çoğu kez hiç de uzaklarda değildir kötülük... dairelerindeki karakterleri bilinmeyen bir anlatıcının bakış açısından aktarırken, 7 numaralı dairede oturan erkek karakter(!) "Ben", birinci tekil şahıs ağzı ile konuşuyor ve romanın merkezine oturuyor. Ancak asıl roman kahramanı on ayrı sesten konuşan Bonbon Palas... En iyisi... Hayatın parçalanmış dokusunun bir metaforuna dönüşen apartman sakinlerinin birbirlerinden kopukluğu, ne yazık ki kimi zaman romanın bütünselliğini de zedeliyor. 1940’lı yıllarda Amerikalı Bir söyleşisinde; "Görünenle görünmeyen, zahiri ile batıni yazar Dos Passos’un ABD deki hayatın atomize oluşunu sergilemek arasındaki farkı çok önemsiyorum aslında. Görüntünün altında için kullandığı bu çok karakterli roman biçimi, parçalar bütüne başka dinamikler yaşıyor. Bütün takıntılarımızı eve saklıyor, bağlanamadıkları takdirde okuyucu için ayrı ayrı hikâyelere dönüşme tehlikesini yaşıyor. Roman kurgusunun bütün bu 5 parçalanmışlığına rağmen hiç kimsenin hayatının birbirinden “BİTLENEN BONBONLAR” yalıtılmış olamayacağının farkında aslında Elif Şafak ve romanını "Ben" anlatımı ile toparlamış dağılmaktan, ama yukarıda da Bazı romanlar bittiklerinde başa dönüp ilk sayfaları tekrar okumak istersiniz. Romanı birkaç günde okusanız bile, sanki ilk belirttiğim gibi dışarıda kalan yerler de yok değil. sayfaları okuyalı aylar, hatta yıllar geçmiş gibi, nasıl ve nerede Bit Palas, Elif Şafak’ın yazarlık kariyerinde bir ilerlemeyi başladığını anımsamakta zorlanırsınız. İşte Elif Şafak’ın Bit Palas göstermesi açısından sevindirici. Bütün romanları arasında bence romanını bitirdikten sonra bunları hissettim ve tekrar başladım en iyisi olmuş... Pinhan’dan bu yana, yazdığı her metinde dile, dilsel okumaya... güzelliğe ağırlık veren Şafak; bu kez masalsı söylemden biraz uzaklaşarak hem güncel meseleleri taşımaya elverişli hem de akıcı Tam da romanın başında -ve tekrar sonunda- yazarın bir dile ulaşmış. Daha şiirsel değil belki, ama romana daha yakışan söylediği gibi dairesel bir biçeme sahip Bit Palas. Yazar bu çembere bir dili var artık. Terk ettiği eski zaman sözcüklerinin şiirselliğinin «saçmalık» adını veriyor ama hiçbir masalın saçma olmadığı eksikliğini ise zengin bir anlatım ve canlı tasvirlerle kapatıyor. Öyle inancıyla ayrılıyoruz kitaptan. Gördüğümüz tüm rüyalar gibi, ki, bu tasvirlerde kimi zaman dilin çekimine kendisini kaptırıyor masalların da anlamlarını çözmek isteyen yanımız devreye giriyor. Şafak ve anlatılan kişiler, olay ve mekânlar sanki dilsel bir güzellik Bu anlamlar masalların içinde mi gizli, yoksa bizim onlara arayışının yüklediğimiz, her masaldan aldığımız anlamlarda mı, düşünmeye aracı aracın/parçanın haline aynı geliyorlar. zamanda Bir romanın romanda amacı her bir olduğunu düşünürsek eğer, Elif Şafak’ın bu tarz arayışlarının roman yazımına bir soluk getireceğini de söyleyebiliriz. 14.10.2007) Bit Palas’ın çok sayıda kahramanla ve aşırı masalla yüklü olması, romanı ortaladığımızda bütün bu kopuk öykülerin asla toparlanamayacağı korkusunun doğmasına neden oluyor, fakat Ömer Türkeş http://www.pandora.com.tr/turkce/elestiri.asp?yid=133 başlıyoruz. (erişim: kopuk kopuk görünen öykülerin romanın sonunda bir araya gelip bir tek öykü halini aldığını görüyoruz. Elif Şafak büyük bir beceriyle öykülerde ortak imgeler kullanarak kopuk görünen masalları birbirlerine bağlayıp roman boyunca bir tutarlılık sağlıyor. Gri çöp 6 tenekelerin kapaklarında bakılan fallardan, gri gözlü ölü bebeklere diğerlerinden ayıran bir unsur oluyor. Dört numaralı dairede oturan ve oradan da romanın kahramanlarından biri olan gri dış boyasıyla Ateşmizacoğlu ailesi fertlerinin de her birinin Z ile başlayan bir ad Bonbon Palas apartmanına uzanan kül rengi kurdele, romandaki taşıması ya da beş numarada oturan Hacı Hacı’nın torunlarının 5. 5, tek bağlayıcı unsur da değil üstelik. Romanın başında mezarlıkta 6. 5 ve 7. 5 yaşında olmaları, her aileyi kendi içinde, kopmaz bir tabut içlerinde ve çöpler arasında tanıştığımız böcekler de roman bütün olarak görmemizi sağlıyor. Kardeşlerin benzerlikleri, aynı boyunca ölüm kokusu yayarak çoğalıyorlar adeta. korkularla donatılmış olmaları, aynı kül rengi gözlerle bakmaları hep bu kendi içine kapanan dünyaları simgeliyor. Romanın kahramanları 1966 yılında yapılan Bonbon Palas adında bir apartmanda oturan ve burada çalışan insanlar. Kuaför, Roman boyunca okurun hissettiği bir başka olgu da kapıcı, on numaralı dairenin kiracısı ve diğer ev sahipleri. Okur yaşamların bitmemişlik duygusu vermesi. Roman kahramanlarının onları tanımadan çok önce apartmanın, mahallenin ve şehrin çoğunun buçuklu yaşlarda olması ve anlatılan zamanın yarımlarla kokularıyla ve renkleriyle tanışıyor. Dünyanın birçok köşesinden gösterilmesi, tam da romanın başında anlatılan çemberin bir getirdikleri geçmişleriyle apartmanda oturanları da sanki geçmişleri noktalarında birbirlerine bağlıyor. İki numarada oturan Sidar ile üç numaradaki duygusunu yarım rakamlar hep engelliyor sanki. Her roman ikiz kuaförlerin göçmen yaşamları, yurt dışına çocuk yaşta ve kahramanında bir eksiklik duygusu hissetmemizi sağlıyor, henüz istemeden götürülüşleri, ülke ve ailelerinden kopuş öyküleri tamamlanmamış yılların ve öykülerin kahramanları olarak çıkıyorlar benzerlikler taşıyor. Aynı şekilde güvenilmez erkeklerle ilişki içinde karşımıza. Bu yüzden de romandan tam bir son beklemekten çok olan Mavi Metres ve Metin Çetin’in Karısı Nadya sonunda bir çeşit erken vazgeçiyoruz. Çemberin bir yerinde bizi üstünden atacağına arzuladıkları özgürlüklerine kavuşuyorlar. Fakat bu apartman inanarak sürdürüyoruz okumayı. olduğumuz duygusunu güçlendiriyor. Bitmişlik daireleri arası benzerlikler, aynı zamanda dış dünyaya kapalı, her biri kendi içine gömülmüş dünyalarda yaşayan insan toplulukları Bit Palas, roman içinde sürekli göndermeler yaparak, hem olarak da görülebiliyor: Bir numaradaki kapıcının ailesinin Musa, geleceğe hem de geçmişe bağlar kuruyor. Bazı tamamlanmamış Meryem ve Muhammet adını taşıması (ve Meryem’in, sevgilisi İsa (hatta yerine Musa’yı seçmesi) bir ölçüde bu aileyi kendi içine kapatan, Antipova’nın yaşamı, İstanbul’a gelen bir başka Rus, Nadya’nın yaşanmamış) hayatlar: Örneğin Agripina Fyodorovna 7 yaşamı aracılığıyla 80 yıl sonra tamamlanıyor. Bunlar hep kitap detayların bile romanın bütününe gerekli olduğunu görmek bu içinde yapılan göndermeler. Bir de yazarın kitap dışına yaptığı detaycı yanı kolaylıkla affettiriyor. Yazarın entomoloji, dil bilgisi göndermeler var. Bunlardan en ilginci Sidar karakterinin dokuz (Osmanlıca sözcük ve deyimleri kullanması çok eleştirildi Şafak’ın, maddede intiharı dillendirmesi gibi, intihar düşüncesiyle geçen fakat böylesi bir dil, romanın sihirli gerçekçi dokusuyla bütünlük yaşamında maddelerle dolu felsefe kitapları yazan düşünür Ludwig taşıyor) ve anatomi bilgisine hayran olmamak elde değil. Wittgenstein arasındaki benzerlik. Sidar’ın dokuzuncu “Esrar, anlamlandırılmamalıdır.” maddesi ile Wittgenstein’in Tractatus Asuman Kafaoğlu Büke, “Bitlenen Bonbonlar”, Cumhuriyet Kitap, 5 Logico-Philosophicus (çev. : Oruç Aruoba, BFS Yayınları, 1985) Eylül 2002 kitabının yedinci maddesi “Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı” aynı ölümü düşünerek geçen yaşamların izini veriyor. BİT PALAS Romandaki bitmemişlik duygusu da işte tam bu noktada devreye Dördüncü romanı Bit Palas’la Elif Şafak "eve" dönmüş. giriyor, yazar bilinçli olarak karanlıkta bırakmak istediklerini böylesi Burada evi metaforik anlamıyla kullanıyorum. Bit Palas’a kadar bir suskunlukla romanın dışında bırakabiliyor. romanlarında arayış temasının değişik derecelerde egemen olduğu Ancak romanın 131. sayfasında tanımaya başladığımız roman kahramanı “Ben”, bizim romanın başında beri bildiğimiz gerçeklere de gözleri kapalı kalabiliyor. Rast gele “Bu duvarın altında yatır var, çöp dökmeyin.” yazdığı yerde gerçekten bir yatır ama boş bir yatır- olduğunu okurun bilmesine rağmen, romanı onun ağzından dinlediğimiz “Ben” bilmiyor. Elif Şafak, son romanında hem memleket aşırı gezginciliği hem de şehrin sokaklarını arka plana iterek bir evde duraklıyor. Bu duraklamayla amaçladığı ise romanlarında gene çok belirgin bir başka temaya, iç-dış karşıtlığına, bir çatı arayışı. Bu çatıyı önce Bonbon Palas olarak kurulan, ama sonra Bit Palas olarak anılmaya mahkûm on daireli bir apartmanın sakinlerinin yaşadığı yerde buluyor. Gelgelelim, her ev gibi kapıları kapananınca dışarıya Bit Palas tüm bu gizemli ve masalsı yönleriyle çok iyi da kapalı olması gereken bu apartman asla kapanamıyor, çünkü yazılmış bir roman. Yer yer aşırı detaylı karakter tasvirleriyle içeriye İstanbul’un o bitmez tükenmez çöp yığınlarının kokusu okuması zorlaşsa da her karakter hakkında anlatılan en ufak sızıyor. Dairelerine çekildikten sonra dışarıya kapandıklarını zanneden apartman sakinleri de aynı kokunun evlerine, odalarına, 8 giderek genizlerine yerleşmesini engelleyememenin çaresizliğini Musa ve Meryem çifti köyden, iki numaradaki Sidar memleketi yaşıyorlar. Kurgu; bu kötü, ama çok kötü kokunun nereden İsviçre’den; üç numaradaki Celal büyüdüğü Avustralya’dan; altı geldiğinin keşfedilmesi doğrultusunda gelişecektir. Sanıldığı gibi numaradaki Nadya Rusya’dan; yedi numaradaki anlatıcı, karısıyla sokaktaki çöp yığınlarından mı, yoksa içerden, çok içerden, yaşadığı evinden; sekiz numaradaki Mavi Metres her yerden; on genzimizden daha derin bir yerlerden mi? numaradaki Madam Teyze toplumdan. Kitabı bitirdikten sonra bu soruyu yanıtlayacak olan okur, Elif Elif Şafak bu farklı sürgünlük durumlarını deşerek anlatır Bit Şafak’ın konusunu da, mesajını da kavramış olacak; romanın insani Palas’taki yaşamı. Her sürgün, Bit Palas’a sürülmüş olduğu ve felsefi boyutuna nüfuz edecek. Yani bir anlamda "içeriye", "evin yaşamdan bir şeyler getirmiş ve orada saklamaktadır; böylece en içine" bir yolculuk yapmış olacaktır. roman bir boyutuyla da bir perili evin nasıl kurulduğunu anlatır. Sürgünler evi Ama bütün perili evler hastalıklıdır ve hastalık yayar. Zaten Bonbon Palas da iki mezarlık üzerine inşa edildiği için, daha Bir metne ev teması girdi mi, beklentimiz ya bir kaçış ya da kuruluşundan ölümle akrabadır. Apartman sakinlerinin sürgünlükleri hapsoluş; ya bir sürgün ya da eve dönüş öyküsü okumaktır. Bir de dışında paylaştıkları diğer ortak özellikleri de psikolojik kökenli çeşitli biliriz ki, bütün evler perilidir; insanın sığınağı, kabuğu, kalesi, hastalıklardır: kâbusu, hapishanesi, yitirdiği mekân, ya da gömdüğü sırların uğursuz barınağıdır. Bazen evden ne denli uzağa gidilirse gidilsin, Bir numaradaki Meryem eşya fetişisti, iki numaradaki Sidar evi içinde taşır insanlar. Tersi de doğrudur; ne denli eve yerleşmiş intihar saplantılı; üç numaradaki ikizler kimlik krizinde iki kardeş; olurlarsa olsunlar, orada sürgündürler. dört numaradaki Ateşmizacoğullarının her biri değişik derecelerde nörotik ve psikotik dertlerle malûl; beş numaradaki Hacı Hacıoğlu Bit Palas daha Bonbon Palas olarak kuruluşunda bir sürekli cinlerle uğraşan bir meczup; altı numaradaki Karısı Nadya sürgünler evidir. Yalnızca kurucuları, Rus sürgünü karı koca bir dizinin sanallığında gerçeği unutmaya Agripina Fyodorovna Antipova ve Pavel Pavloviç Antipov değil, aynı maya çalışan mutsuz bir kadın; yedi numaradaki anlatıcı alkolik; zamanda bütün daire sakinleri sürgündürler. Bir numaradaki kapıcı sekiz numaradaki Mavi Metres kendini keserek acısını ifade eden belki de hiç unutma- 9 zaten yaralı bir kadın; dokuz numaradaki Hijyen Tijen saplantılı bir Hayvanlara değil insanlara özgüdür ziyadesiyle." (s. 252) Ya da temizlik hastası ve on numaradaki Madam Teyze bir çöp "Evli bir kadının başına gelebilecek en vahim talihsizliklerden biri; biriktiricisidir. Okur, bu listeyi düşününce anlar ki çöp kokusu aslında onun dayattığı yasakları, koyduğu kuralları çiğnemenin yollarını çağın vebasının kokusudur: yalnızlığın ve yalnızlığın beslediği aradığı esnada, suç ortağı olabilecek bir başka kadın çıkartmasıdır psikolojik rahatsızlıkların. hayatın kocasının karşısına. " (s. 233) gibi. Dolayısıyla, çok olaylı bir kurgudan ziyade portreler, ilişkiler ve yargılara dayanan bu anlatı, Yedi numarada oturan anlatıcıya gelince, onun sürgünlüğü, okura klasik bir roman okuyor olmanın tadını anımsatır. Ama eğer romanın sonunda keşfedeceğimiz gibi çok katlıdır. Ama dikey kılı kırk yaracaksak şu soruyu da sorabiliriz: Kendi bilinci oldukça çizgiyle yatay çizgiyi, yalanla gerçeği, şiirle düzyazıyı birleştiren de zayıf olan anlatıcı, bu derine nüfuz eden sesi nereden bulmuştur? odur. Yedi numaradaki anlatıcı, Elif Şafak’ın, daha ilk kitabından Yedi numarada oturan, zayıf kişilikli ve çocuksu anlatıcı için, beri hepimizin dikkatini çeken, ifade gücü yüksek ve zengin romanda duyduğumuz ses fazla olgun bir ses değil midir? Türkçesiyle konuşur. Bit Palas’ta anlatıcı sesi; tam egemen, bilmiş anlatıcı sesidir. Bütün karakterlerin içinden geçenleri, kendileri bilse Yazarın kaderi de bilmese de o bilir. Agripina Fyodorovna Antipova’dan söz ettiği şu cümle, diğer kişileri takdiminde kullandığı dile iyi bir örnektir: Eleştirel bir tonla sorduğum bu soruya, şu yanıtı vermek de "Hâlâ savaş yorgunu şehre umarsız gözlerle bakarken, rengini mümkündür tabii. Anlatıcı, dediğim gibi, çok katlı bir sürgündedir. keşfetmeye çalışmadı. İstanbul’daki son gününde, tuhaf bir göz Onunla önce çok iğreti bir biçimde yerleştiği Bonbon Palas’taki hastalığına yakalanmış ve aniden yitirivermişti renkler âlemini. Artık dairesinde tanışırız. Su’ya ihanetinden sonra ise onu şehrin gördüğü tüm sokaklar ve binalar, insanlar ve aynalar... Her şey, sokaklarında bir çöp sürgünü olarak izleriz. Artık o da apartmanın siyah beyaz fotoğraf kareleriydi. Sanki tüm dünya perdelerini, diğer sakinleri gibi bir saplantı sahibidir. İstanbul’un sokaklarında pencerelerini, panjurlarını kapatıp, ona küsmüştü. Aldırmıyordu. " (s. dolaşarak çöp yazıları biriktirir, kopya eder, sınıflandırır. Tuhaf bir 49) Böylesine kişilerin içine nüfuz edebilen anlatıcı, aynı zamanda mizah gizlidir bu saplantıda. Çivi çiviyi söker türünden bir çöple iyi bir ahkâm kesicidir de. Sık sık gözlemler ve geneller. "Dünya arınma eylemidir sanki. Ama hemen birkaç sayfa sonra, kitabı üzerindeki tüm canlılara sebil edilmiş bir nitelik değildir iğrenmek. çerçeveleyen son bölümde, anlatıcının asıl sürgün mekânının bir 10 hapishane olduğunu anlarız. Ve öyküsünü hücre arkadaşına mavi ve en sonunda zifiri siyah bulutlar akın ediyordu. Beş kişi anlattığını… sığıştığımız otomobilin camından dışarıyı seyre dalmış, kül rengi bulutların kenti ve bizi hapsetmiş olduğu gerçeğiyle meşgulken; kül "YA SONRA NE OLMUŞ?" dedi hücre arkadaşım ısrarla. rengi gri bir Mercedes’in aynı renkteki tekerlek jantına takıldı gözüm. "Sonrası yok. Adam, hiç bir zaman işe yaramayacak çöp yazıları biriktirmeye başlıyor işte. " (s. 379) İnce çubuklardan oluşan jant, olanca alımıyla otomobil hızlandığında, zamanı tersine çevirircesine geriye gidiyordu sanki. Biz mi ilerliyoruz; değilse biz duruyoruz da o araç mı gidiyor, her şey Romanı çerçeveleyen bu çok çağdaş son, okuru en klasik birbiri içine girmişti. Böylesi esrik bir anda zihnime üşüşüverdi tüm arınma öykülerinin ana eylemiyle buluşturur: Boynundaki vebalden konuştuklarımız. Kül rengi bir Palas inşa ettirmişti Pavel Pavloviç kurtulmanın, yolunun Antipov, İstanbul’da gömdüğü gözleri kül rengi bebeğinin yasını öykülemek olduğunu keşfeden günahkâr-yazarın kaderidir bu. tutan karısı Agripina’nın hatırına. Ve 1966 yılının Eylül’ünde Anlattıkça arınamasa da, olgunlaşacaktır. “‘gökyüzünü dolgun, hantal, kurşuni bulutlar”ın kapladığı, böylesi bir vicdanını bir miktar hafifletmenin tek İstanbul gününde taşınmışlardı Bonbon Palas’a. Çok geçmeden Jale Parla, “Bit Palas”, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002 apartmanın Rus sahibi öldüğünde, yeni sakinleriyle kaynaşıvermişti Palas. “FARKLI OLANDAN ÖĞRENECEĞİMİZ ÇOK ŞEY VAR” Elif Şafak, bugün okurla buluşacak olan Bit Palas (Metis Yayınları) adlı romanında, diğer adıyla Bonbon Palas’ın sakinlerini Elif Şafak, bugün okurla buluşacak yeni romanı Bit Palas’ta, bir apartman dairesindeki insanların dış dünyadan yalıtılmış hayatlarını anlatırken, daha geçişli ve dışa hareketli bir sosyalleşmenin vurgusunu yapıyor. Bir meydan muharebesinde öncü kuvvetlermişçesine, kentin ufkundan tonları sürekli koyulaşarak önce kül rengi, ardından koyu anlatıyordu: “Bit Palas’ı minyatür gibi, mikrokozmos gibi görmek de mümkün. Çünkü bu Palas’taki ilişkileri İstanbul’da ya da Türkiye genelinde okumak da mümkün. Şu da var ki, kitap boyunca sürekli ‘iç ve dış; zahir ve batın’ ayrımı bana eşlik etti. Özellikle bizim kültürümüze fazlasıyla damgasını vurduğunu düşünüyorum bu ayrımın. Özellikle evlerimize çekildiğimizde, dışarının bütün 11 pisliğinden ve karmaşasından uzak, steril ve sadece türdeşlerimizle Ölümden ne anladığını değiştirir mesela. Çizgisel bir hayata sahip birlikte var olduğumuz bir alana çekiliyoruz. Bu doğru değil. Aynı olanla döngüsel bir anlayışa sahip olanın hayattan anladığı şey zamanda sınırlayıcı bir durum. İç ve dış ayrımı üzerinde oynamaya farklıdır. İkinci kurguya, daha döngüsel bir âleme benim her zaman çalıştım. Bir çöp kokusu varsa, dışarıya aittir. Bir pislik varsa bir ilgim oldu. Ciddi bir gönül bağım var benim, İslam tasavvufuyla. dışarıdadır. Ya da dışarısı yabancıların alanıdır. Türkiye’de Ama sadece İslam tasavvufuyla sınırlı kalan bir şey değil. Büyük insanların gündelik yaşamı sürdürme biçiminde bu durum oldukça benzerlikler var, Hıristiyanlık ya da Yahudilik içinde de. Başka belirleyici rol oynuyor. ” disiplinlerde de bu türden döngüsel bir geçişlilik var. Ben de seviyorum bu alanda çalışmayı. Bit Palas’ta da onu yapmaya Gözüm hâlâ lüks Mercedes’in dönen tekerleğine takılı kalmıştı. Bit Palas’ta yaşananlara, yaşadıklarımıza inat, o da çalıştım. Bir apartman kurdum kat üstüne kat çıkarak, dikey bir çizgi halinde. En sonunda da onu alaşağı ettim. ” kendince bir dairesel döngüyle hareket ediyordu. “Bir ayağınız Hakikat’te kalmak kaydıyla, diğer ayağınızı hareket ettirin. ” diye Saçmalığın kutsanması... öğütlüyordu Mevlâna. Oysa Şafak, bir sarkaçtan bahsediyordu. Çivisi sabit olmayan, ne doğuda ne batıda; ne varlıkta ne yoklukta İçerinin hararetinden puslanmış, kül rengini andırır bir bir sarkaçtan: “Döngü benim için aslında en önemli şeylerden bir camdan seyre dalmıştım, yağmurda koşuşturan insanları. Yağmur tanesi. Diğer romanlarımda da bunun etkisinin çok olduğunu yağmıyor olsaydı bir an için, bu telaş ne kadar da saçma bir eyleme düşünüyorum. Zamanı farklı şekillerde okumak mümkün. Bir yanıyla dönüşürdü değil mi? ‘Saçma’, bir yanıyla nihilizme giden, diğer daha Batı yanıyla ‘hiç’liğe büründürdüğü ‘gerçek’e bir boyut ekleyen bir bakış aydınlanmasından aldığımız şey, bu oldu. Hayatını öyle inşa açısı. ‘Bit Palas da böylesi bir pencereyi açıyor belki de: “Eğer ki bir edersin ki kat üstüne kat çıkar gibi madde madde ilerlersin. Bu saçmalığın kutsanması varsa bu kitapta, oradan maksadım oluruna kadar hedefe odaklanmış, bu kadar ilerlemeye odaklı bir zaman ve bırakmak değil. Kitapta “ben” olarak konuşan karakterlerden birinin yaşam anlayışı benim sıcak bakmadığım bir şey. Bunun karşısına ciddi ne koyuyorum? Daha dervişane bir çember ve döngüsel bir zaman yaşadığımızı düşünüyoruz. Mesela özgürlük tanımımız, ‘benim ve mekân anlayışı. Sadece zamanla sınırlı kalan bir şey değil bu. özgürlüğümün bittiği yerde başkasının özgürlüğü başlar’ şeklinde. dikey ve ilerlemeci bir şekilde okursun. Bizim bir çelişkisi var. Biz birbirimizden yalıtılmış hayatlar 12 Mesela böyle bir şey yok. Benim hayatım kesinlikle başka bir benim için hep olageldi. Ama şu duyguyu hiçbir zaman yitirmedim: insanın hayatının içine sızıyor. Hayatlarımız birbirinin içine sızıyor. Ben bu şehre dışarıdan geldim. Dışarıdan gelmenin ve bu duyguyla O yüzden iç ve dış ayrımı çok saçma bir ayrım. Ben ve öteki ayrımı yaşamanın uzantıları çok farklı oluyor. Mesela İstanbul’un bir çok saçma bir ayrım. Arada zaten bizim olmasını istediğimiz bir sınır kokusu var ve dışarıdan gelen insanlar bunu daha net fark ediyorlar. yok. Sadece ‘mış’ gibi yaşıyoruz. ” Ama kokuyor dediğin zaman sıfatlar devreye giriyor. Sıfatsız bir şey söylüyorum. Bu anlamda da yabancıdan öğrenecek çok şeyimizin Tehlike dışarıdan gelmeyebilir olduğunu düşünüyorum. Bize benzer insanlardan öğrenecek çok Cümleler akarken zihnimde, bir an için “Hayatlarımız birbirinin içine sızıyor. ” cümlesinde takılı kalmıştım ki, şoförün kül rengi buğuyu gidermek için açtığı cam aralığından, diğer bir aracın fazla bir şeyimiz yok. Eğer beynimiz bir parça gelişecekse, bu bir parça bize benzemeyen insanlarla temas kurarak olacak. O yüzden, bu duvarları yıkmadıkça ‘mış’ gibi yaşamaya devam edeceğiz. ” muhtemelen girdiği bir çukurdan sıçrattığı kirli su içeri dalıverdi. Biz ‘yatay’ konumda ilerliyorduk; dikey konumda yerden İstanbul’un kargaşası içerisinde, Bit Palas’a sığınmış, apartman yükseltilmiş apartmanlarımıza bir an önce kavuşmak ümidiyle. Her sakinlerinin dışarıdan yalıtılmış hayatlarından farkı neydi ki bizim gün, her gün tekrarlanan bir şeydi bu. Dikey ve yatay olanın arabanın içine sığışmışlığımızın! Bir başka düşünceye ihtiyacımız tekdüzeliği üzerine kurulu bir hayatta, rutini kıracak bir şey vardı belki de. açık cam aralığından gerekliydi. ‘Hiç’liğe başka bir renk verecek. Belki dairesel bir döngü: olduğu gibi: “Dışarıdan “Daire yatay ve dikey olan şeyi birbirine lehimliyor. Çünkü beklediğimiz tehlike içimizde olabilir. Dışarıya atfettiğimiz pislik, yaşadığımız ve üst üste inşa etmeyi öğrendiğimiz bir hayat var. içimizde belki de. Ama ikinci bir tahlilde şunu da söylemek istedim: Bundan tamamen kopmak mümkün değil. Tamamen yatay olan ne Belki pislik zannettiğimiz şey, o kadar da pis değil. Ama bunu olabilir, daha göçebe bir yaşam. Belki otel odalarındaki yaşam. Yani anlayabilmek için önce o pislikle yüzleşmek gerekiyor. Kendi geçicilik üzerine kurulmuş. Bunu da yüzde yüz yapmak mümkün çöpünle, kendi bitinle, kendi çöp kokunla... ” değil. Geriye ne kalıyor: Saçma. Böyle bir noktada başlangıç da gelmeyebilirdi. Tehlike Tıpkı Bit her zaman Palas’ta Kentle yüzleşmek gerek, belki de. İstanbul’la da. Elif Şafak, kente dışarıdan gelmişliğini bir avantaj olarak görüyor: “İstanbul yok, son da yok. Yatay da yok, dikey de yok. Kendime baktığımda da bu ikilemin çok güçlü bir şekilde kendimde var olduğunu 13 görüyorum. Belki birçok kişide var olan özellik duygusunun yanı sıra kuşatma altına alan kül rengi bulutlar ve yağmur eklenince, kuvvetli bir ‘hiçlik’ dürtüsü var. Bu çember, bu ikisi arasında gidip kuytularına daldığı derin ve bir o kadar da ‘saçma’ bir düş neden gelmemi sağlıyor. Yani birinden birini bastırmaya çalışmak yerine olmasın? Ancak ne değişir ki? Ha öyle ha böyle, bir dikey bir yatay sarkacın kendisi var. Bir şey çıkacaksa buradan çıkacak. ” ama çokça dairesel bir düzlemde ilerliyoruz. Biz mi? Çoktan varacağımız yere vardık! İstanbul ölümle iç içe Camdaki buğu dışarıdaki buluta inat yoğunluğunu azaltırken, Hüseyin Sorgun / İstanbul Zaman, 22. 03. 2002 ölüm geldi aklıma. Kül rengi, ölümün rengiydi. Bu yüzden bu renkte inşa edilmişti Bit Palas. İstanbul, ölüm demekti bir anlamda. İster yaklaşan bir depremin ayak izlerini sürün, isterseniz mezarlıklardan Manolya Durağında Edebiyat kitabı Nüket Esen yazısı okuyun bir kentin tarihini, değişen bir şey yok: “Ölüme dair bir şeyler var orada. Apartmanın mezarlıklar üzerine inşa edilmiş olması tesadüfi değil. İlginç bir şey, seksen sene öncesine kadar “SEZGİLERİMLE YAZIYORUM” İstanbul’da birçok yer mezarlıkmış. Çok ölümle iç içe bir şehir. Bu yüzden çok güzel. Ancak biz genelde böyle bir şey yokmuş gibi … yaşıyoruz. ” Buradan "Fortuna" sözcüğüne gelelim mi? Kitabın “Hayat saçmadır” dersem kırılır mı elinizde özenle yazılışına ilişkin anlattıklarınla, kitabın anahtar sözcüğü olan gezdirdiğiniz kristal avize. Değilse, tüm bunlar, bir eylemde "Fortuna" arasında bir ilişki var sanki. Bu ilişkiyi bize tutuklanıp, cezaevi koğuşunda cezasını çekmekte olan bir adamın açıklayabilir misin? uydurmaları mı dersiniz? Belki de Bit Palas’ın 7 numaralı dairesinde meskun, ‘egosu şişmiş, dünyayı kendi ekseni etrafında "Fortuna" daha kaotik bir şey. Bana bu tür paralellikler ilginç dönüyor belleyen’ bir adamın ‘saçma’laması... Peki, bütün bunlar bir geliyor. Zaten kültürel tarihle, dinler tarihiyle ilgileniyorum. Bu gazetecinin, alanlarda okumayı seviyorum. Siyaset felsefesiyle uğraşmayı trafikte sıkışmışlığın verdiği sıkıntıya, İstanbul’u 14 seviyorum. Batı ya baktığımız zaman, Batı daki düşünce tarihinin romanın gelişiminde, aydınlanma öncesinde "Fortuna"nın müthiş bir izi olamadım. Ve o sesi bir türlü erkek sesine dönüştüremedim. O olduğunu görüyoruz. Kilise, onları çok meşgul etmiş. Yaşadığın sesi erkek sesine dönüştürme uğraşı sonucunda baktım ki o hayattaki düzeni, sevdiğin yanları Tanrı ya atfedersin, bunun için ses, aslında cinsiyetsiz bir ses oldu kendi okumam içinde. Bu Tanrı ya şükredersin. Bunların yanında birçok acı da yaşıyorsun; o durum beni çok rahatsız etti. Bunun, bahsettiğin, hayatın dişi zaman bunu neye atfedeceksin? Bunu daha dünyevi bir şeye, yani yanıyla bir alakası olmalı diye düşünüyorum. anlatıcısının bir yerde erkek olmasına adapte hakkaniyet sahibi, erkek Tanrı figürü yerine, gayet dünyevi, dişi, ne yapacağı belli olmayan, dolayısıyla aydın olması da beklenebilecek Edebiyat dünyasındaki tartışmalar, "Kadın yazarlar erkek bir figür var kafamda. İlerleme fikri de buna dayanıyor, aydınlanma özneyi anlatabilir mi?" ya da "Erkek yazarlar kadını anlatır mı?" gibi fikri de buna dayanıyor. Çok benzer bir din dünyası bizim birtakım temel sorular etrafında çok dönüyor. Ben bu tartışmaları kültürümüzde de var. Bizde de bir kader olgusu var. O da dişi, onun biraz yapay buluyorum. Böyle yekpare, tekil bir erkek sesi, aynı da ne yapacağı belli değil. Ayrıca bir felek var. Felek niye kahpe, şekilde yekpare, tekil bir kadın sesi olduğunu düşünmüyorum. O çünkü o da dişi, onun da ne yapacağı belli değil. Yani bu tür anlamda, eğer dişil bir ses varsa, onun içindeki erkek yankıyı geçişleri, bu tür oyunları seviyorum. Hayatın da böyle olduğunu bulmak; erkek sesi varsa onun içindeki dişil yankıyı bulmak benim düşünüyorum. Daha önce de söylediğim gibi, önceden tasarlanmış, daha çok hoşuma giden, bana daha yakın gelen uğraşılar. Ben, Bit çerçevesi çizilmiş, ne zaman ne olacağı belli olan bir kurgu uyarınca Palas’ın tek bir sese sahip olduğunu düşünmüyorum. Birkaç farklı yaşamıyorum. Öyle de olmasın zaten hayat, eğer yaşanılası perdeden konuşan bir ses var orada. Erkek sesler, onların dişil olacaksa. Hayatı "Fortuna"ya hem daha yakın algılıyorum hem de yankıları veya tam tersi de var bu romanda. Bilemiyorum sorunun öyle yazıyorum. tam yanıtı oldu mu? Bit Palas da dişi bir roman, diğer romanlarının olduğu Önceki romanlarına baktığımızda da görüyoruz ki, bu dil gibi. Dili de dişi. Ama bir yerde, kitabın üçte birlik bölümünü konusu senin temel problematiğin. Bu romanında da hem okuduktan sonra anlıyoruz ki anlatıcı erkekmiş. Ben romanı karakteristik kimlik belirleme açısından, hem de dilin kendi okurken, buna alışamadım. Yani dişi sesiyle okuduğum bir içindeki karakterler açısından çok dilli bir yapı kurmuşsun. 15 Anlatımcı bir dilden, ironik bir dile, metoforik anlatımdan, tarzında yapılıyor. Art nouveau tarzında yapılan bir apartmana gerçeküstüne varan bir dilsel yapı. Niceliksel olarak da baktığın zaman, dış cephede her kat birbirinden farklı görünür. Bu, Osmanlıca deyimler, eski Türkçe sözcükler, yer yer argo bile benim için hoş bir metod oldu. Aynı yere ait gibisin, bir apartmanı var. Ama Bit Palas’ta, diğerlerinden daha farklı olarak, paylaşıyorsun ama bir yığın farklı şey var. Apartmanın içine günümüz dili ağır basıyor. Dille yaptığın bu boğuşmanın girdiğinde bir sürü farklı dünya, her dairede pek çok farklı insan nedenini biraz açıklar mısın? görüyorsun. Dil de öyle benim için: Aynı yapıya ait bir sürü farklı ses konuşuyor. O geçişlere, akışkanlıklara izin veriyorum. Osmanlıca-öz Ben bu meseleyi çok önemsiyorum. Bir tür olarak romanda, Türkçe tartışmalarından da hiç hoşlanmıyorum. Bu tartışmalarda, sadece neyi anlattığın değil, nasıl anlattığın da önemli. Yani çok kısır kamplaşmalar var. Eleme üzerine kurulu bir dil anlayışımız üslubun, nasıl bir dille anlattığın... Genelde dil, şiirde, öyküde çok var. Bir kamp "gerçek" kelimesini eliyor "hakikat"i kullanırken, öbürü önemsenir ama; roman söz konusu olunca, sanki dilin ikinci planda de tam tersini yapıyor. Ben, mümkün olduğunca o çoğulluğu kalması gerektiği düşünülür. Ben böyle algılamıyorum. Dilin korumaktan yanayım. yazarken evrilişi, biçimlenişi, romanın gidişatını da etkiliyor. Öyle bir şey ki, üslup içeriği, içerik üslubu etkiliyor. Daha somut konuşmak Diğer romanlarında da gözlemlediğim ama burada ifrata gerekirse; Pinhan’a daha tasavvuf ağırlıklı bir tema etrafında varmış bir ayrıntılandırma, aşırı insan ve mekân betimlemeleri, dönüyordu. Dili de ona göre değişti. Mahrem de daha çarpıcı bir hatta kavram ve fenomen betimlemeleri bile var. Ayrıntı, durum var. Çünkü 1880’lerin Perasını anlatırken kullandığım dille, aslında klasik romanın bir öğesidir. Hatta kuramcılar, romanı 1990’ların İstanbul’unu anlatırken kullandığım dil aynı olmadı. Ama tarif ederken, "Romanın, aslında bir ayrıntı sanatı olduğunu" bu, benim tasarladığım bir şey değildi. Ben zaten hikâyenin içine söylerler. Ama günümüzde pek böyle değil. Sen de biliyorsun, girdiğimde dil değişiyor, dil kendiliğinden eğriliyor. Ben sadece akışa günümüzde romancılar artık, o kadar ayrıntıya, betimlemeye izin veriyorum. Çok daha akışkan ve sezgisel yazıyorum dememin gerek görmüyor. Belki, görsel estetiğin bu kadar yaygın sebebi de bu zaten. Tasarlanmış bir şey değiller. Dili çok olmasından dolayı, bu böyle. Ama sen bunu hâlâ ve giderek de önemsiyorum. Türkiye’de bu konuda yapılan tartışmaları son derece inatla kullanıyorsun. kısır buluyorum. Kitabın başında da var; Bonbon Palas Art nouveau 16 Çünkü ben hayatı böyle algılıyorum. Demek ki ayrıntılara dikkat ediyorum. Bir şeye baktığımda, onun ayrıntılarıyla bağlantı hiç? Sözgelimi ben olsaydım, Beyaz Rus un hikâyesini apayrı ele alıp, oradan bambaşka bir roman çıkartmak isterdim. kuruyorum. Yaşamı nasıl algıladığınla, nasıl yazdığın arasında bağlar olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra özellikle bir palasta İşte bu dediğinde, daha kurgusal bir şey devreye giriyor. görünmeyeni göstermek, ilk bakışta göze çarpmayana dikkat "Ben bir tema buldum. Onu şimdi harcamayayım, bir sonraki çekmek istiyorum. Benim için temel ayrımlardan bir tanesi bu romanımda yazayım... diye düşündüğünde; akılla, planlayarak, beş sanıyorum. Şöyle durup, yazdıklarıma baktığımda da mesela, zahiri sene sonra nerede olacağını düşünerek hareket ediyorsun. Ben ile batıni –görünen ile görünmeyen arasındaki, insanın ilk bakışta öyle yazmıyorum. Yazıyla kurduğum ilişkide, hiç bu tür kaygılarım gördüğü cephe ile onun altındaki şeyin ayrımı, benim için kilit yok. Olsa da ancak ikinci, üçüncü planda oluyor. ayrımlardan biri. Yaşamla kurduğum ilişkide de böyle, edebiyatta da böyle. O anlamda, hep, ilk bakışta görünmeyeni görünür kılmak, bununla okuru ve kendini geliştirmek, göz göze getirmek benim için önemli. Kitapta da o vardı. Ve bu, ayrıntılardan geçiyor. Bit Palas’ta romanın kurgusu içinde birbiriyle kesişen, ama hayatları pek de birbiriyle kesişmeyen birden çok insanın öyküsünü anlatıyorsun. Sözgelimi, daha romanın girişindeki Haksızlık’ın doğumuna kadar olan süreç, sonra Türkiye ye göçmüş bir Beyaz Rus ailesi, onların serüveni –yarım kalan hikâyeler bunlar ve sonra Bonbon Palas’ın her dairesinin kendi içinde yaşadığı hikâyeler. Aynı zamanda her biri, bir başka romanın konusu, temeli olabilecek hikâyeler... Bu öykü bolluğunu, bir romanın içinde harcadığın hissine kapıldın mı "Belki de bu roman benim son romanım olacak" mı demek istiyorsun? Bende, iki ucun çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Birincisi, yazmaya yönelik müthiş bir tutku var. Ama öbür tarafta yoğun bir hiçlik duygusu var. Benim kişiliğimin sarkacı, bu ikisi arasında çok gidip geliyor. Belki benim edebiyatımı güçlendiren de bu. Geçiciliğin, ölümün çok farkındayım. Bir yandan bunun tam tersi de var. Bir şeyi başarmak, o başarıya demir atmak, onun üzerine bir şeyler daha inşa etmek, bir kat daha çıkmak, bir kat daha çıkmak... Bizim kültürümüzde de var o. Apartman çok güzeldir. Onun üstüne bir kat daha, bir kat daha... Daha göçebe olmayı seviyorum ben. Bir roman yazdığımda ondan hızla uzaklaşıyorum. Onun başarısına demir atıp orada takılıp kalmak istemiyorum. Tekrar birinci soruya döneceğim; 17 yazmayla ilişkimi bu kadar ayakta tutan şeylerden bir tanesi bu. romanlarımda bu böyle... Karakterlere baktığında izleri silinmiş Çünkü yazmamayı göze alarak yazıyorum ben. kenara itilmiş, merkeze konmamış, o anlamda ötekileştirilmiş, ayak izleri silinmiş karakterlerle karşılaşırsın. Yaptığım şey, enkazımızın Bonbon Palas’ı neden bir Beyaz Rus’a yaptırdın? O üzerinde yürümek, ses geliyor mu diye dinlemek. Beyaz Ruslarla hikâyenin anlamı neydi? Hikâye bir yere kadar gelip kesiliyor. kurduğum ilişki de buydu. Baktığımda hiç yoklar, sanki hiç Romanı okurken, bende sanki oraya dönecekmişiz gibi bir his olmamışlar gibi bu şehirden silinmişler. Ama küçük küçük izler var. o oluştu. Önce neden Beyaz Rus? izlere vurduğun zaman aşağıdan ses geliyor. Hâlâ yaşanan bir şey Öncelikle romanda bir ana karakter bulmak istiyorsak, romanın ana kişisi bir apartman. Bu apartmanın bir mazisi, bir öncesi var. O tür bağlantıları her zaman seviyorum ben. Hayatı da var. Ben hayatımda hep ruhdaş olarak gördüğüm, kendime yakın gördüğüm insanların hikâyelerini anlatıyorum. Yani hissetmediğim şeyi anlatmıyorum. o anlamda da bir gönül bağım var. böyle algılıyorum. Bir yere girdiğimde, bir binayı gördüğümde, onun Romanın temel karakterleri –Mahrem de de aynıydı geçmişini; bir insanla tanıştığımda, onun hikâyelerini merak birer anti-kahraman. Bonbon Palas’ın kahramanları da ediyorum. Hepimiz, hikâyelerin ürünüyüz. Şu anda gördüğümüz birer anti-kahraman diyebiliriz. Neredeyse hepsi de sevgisiz. kadar değil, geçmişlerimiz var. Geçmiş çok ağır bir yüktür. Toplum Birbirlerini, hayatı sevmeyen insanlar bunların hepsi. Sendeki olarak bizim, geçmişine pek tahammül edemeyen bir yapımız var. karamsarlığın bir sonucu mu bu? Senin karamsarlığının, Bu kadar hızlı unutmamız, hafızamızla ilgili sorunlarımız da biraz yapıtlarına yansıması mı? Neden kahramanlarını hep olumsuz bundan kaynaklanıyor. Ama geçmişinle hesaplaşmak zorundasın. insanlardan seçiyorsun? Geçmişindeki acılarla, yaptığın haksızlıklarla da hesaplaşmak gerekir. Bu insanı başka bir yere getirir. Bu toplumsal olarak da, Bir açıdan çok cenabet bir çağda yaşıyoruz. Bir yığın kültürel olarak da, bireysel olarak da başka bir yere getirir. Bu tür olumsuzlukla dolu bir memleketle yaşıyoruz. Demek ki hayatı pek akıl muhasebelerini, vicdan muhasebelerini seviyorum sanırım. O pürüzsüz algılamıyorum. anlamda iz sürmeye, inanıyorum. Roman yazarken de böyle bu, yaşarken de... Sadece Beyaz Ruslarla ilgili değil, benim bütün 18 Benim, romanı okuduğumda edindiğim his bu. Roman Bu kitaba, "sevgisizliğin romanı" diyebilir miyiz? kişilerinden bende kalan his. Kişilerin samimi belki ama "Sevgisizliğin romanı" demeyelim. Mutlak bir iktidar fikrine her zaman karşı olmak gerektiğine inanıyorum. Bir şeyi sevgisiz. Birbirleriyle olan ilişkilerinden hep bir olumsuzluk çıkıyor. kahramanlaştırmak, aslında mutlak iktidardır. Mutlak iktidarı yıkacak olan da, mutlak bir muhalefet değildir. Tırtıl kemirmeleri gibi yüzlerce Ama olumsuzluk, resmin bütününe damgasını vuran bir şey yerden muhalefettir bence, o kendini mutlaklaştırmaya çalışan değil. Benim yaptığım; bir adama bakarken, onun kafasındaki biti de iktidar mekânizmasını yıkacak olan. O çoğulluğu, o esnekliği göstermek. İnsanlar onu saklıyorlar, geriye çekiyorlar. Okurla bunu önemsiyorum. Bireyi nasıl algılıyorsam, toplumu da öyle algılarım. göz göze getirmek istedim. O anlamda iç ve dış ayrımı da benim Mikrokozmos-makrokozmos bağlantısını sürekli kuruyorum. Niye için romanda önemli bir ayrımdır. Genelde biz her türlü pisliği, her kahramanlar yok, çünkü hayatta da kahramanlar yok. Benim yaşamı türlü olumsuzluğu dışarıya atıyoruz. Evlerde kurduğumuz hayatlar algılamamda da kahramanlara geçit yok. Ayrıca kahramanlara daha steril, orda bite yer yok. Neden dışarıdan bu kadar rahatsız ihtiyacı oluyoruz? Çünkü dışarısı yabancının alanı, tekin olmayan, belirsiz olan bir toplumun, sağlıklı bir toplum olduğunu düşünmüyorum. yer. Oradan ne geleceğini bilmiyoruz. Bu anlamda, her birimizin küçük birer hapishanede yaşadığını düşünüyorum. Sadece Sevgiye dönelim. Sen şunu mu söylemek istiyorsun? türdeşlerimizle yaşıyoruz. Mümkün mertebe bize benzemeyen "Verili olan sevgisizliktir." Çünkü şöyle bir cümle kuruyorsun: insanlarla yüz yüze gelmek istemiyoruz. Bunun, çok daraltıcı bir "Sevgi, hazırlop gelmez, zamanla yeşerir." Ortega Y Gasset hayat olduğunu düşünüyorum. Bir şey öğreneceksek, ancak bize tersini savunur: "Temel olan sevgidir." benzemeyen insanlardan öğrenebiliriz. O anlamda, iyi gibi görünenin içindeki kötüyü göstermeye çalışıyorum. Bonbon Palas Sevgiyle aşk arasında bir ayırım yapmak lazım. Aşk, sakinleri de sürekli bir çöp kokusu alıyorlar ama, kokunun dışarıdan zamanla yeşermez. Aşk, daha kaotik bir şey. "Sevgisizliğin romanı" geldiğini zannediyorlar, pisliğin dışarıda olduğunu düşünüyorlar. tanımlamanı tam anlayamadım. Neden "sevgisizliğin romanı" Ben, içerideki pisliği göstermeye çalıştım. Bence böyle özetlemek demek istiyorsun? daha doğru. 19 Mahrem’de, kahramanların bir seyirciydi. Bu kitapta ise, insanlarsa, tam tersine yok oluyorlar, kötü durumlara oynatıyorsun. düşüyorlar. Hepsi olmasa da bir kısmı öyle... Sözgelimi Kahramanların birer oyuncuya döndüler. Bu, nasıl bir geçiş? romanın temel kahramanlarından biri, yani yazar, sonunda Bu durum, sezgilerinle mi oluştu yoksa bunu düşündün mü? hapse kahramanlarını bir arenada toplayarak düşüyor. çalışıyorum. Bu apartman, daha kalabalık bir apartman olacaktı. Çok Burada "Bunu ne sadece yapmak istediğini sezgilerimle yaptım" çözmeye demen yetersiz kalıyor. farklı komşular olacaktı. Yazarken bazı karakterler yaşamadı. Yaşamadıkları için de ölüp gittiler. Bazı karakterler de isimleriyle Şunu vurgulama gereği duyuyorum: Sadece sezgiyle olacak anlaşamadıkları için tutunamadılar romanda. Demek ki daha bir şey değil bu. Sezgi, senin ana damarın oluyor. Bu ana damarı akışkan bir şey var. Bazen de öyle bölümler oluyor ki, sen sadece destekleyen bir yığın bilgilerin, itirazların, sahip olduğun fikirler, katiplik yapıyorsun karakterlere. Her bir karakter önce kişiliğini, ideolojik duruşun... bütün bunlar ona akar. O anlamda sezgiyi bir ismini buluyor. Kişi, bir perspektife, mizaca oturuyor. Mesela ana mecra olarak görüyorum ama salt bununla olacak bir şey değil Kandinsky le ilgili bölümlere gelindiğinde ben sadece katiplik bu. yapıyordum açıkçası. Karakter kendi kendiyle konuşuyor. Bilinçli bir şey değil bu. Çok bilinçli de yazabilirsin ama; yukarıdan atarsın, Bunu, senin hayatla kurduğun ilişki, kendi içindeki memur tayin eder gibi tayin edersin karakterleri. Ben öyle problematiği çözme girişimin olarak da görüyorum ben. Sanki yapmadığım için belki de, roman bu kadar canlı. İstanbul un kaosunu alıp bir apartmana hapsetmişsin. Sanki İstanbul’u kirlilikten -ama, belki de hayatı kirlilikten arındırma En olumlu karakterlerinden bir tanesi bir yerde ortaya gayreti olarak görüyorum çıkıyor ve ölüyor. Tarikat ehli olup, anti-tarikatçı olan Mevlevi bir görünüyor ve onu hemen öldürüyorsun. Aslında senin de Kendi pisliğimizle yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. belirttiğin gibi romanın asıl karakteri Bonbon Palas. Ve sonuçta Yani kaostan kozmosa doğru geçmemek gerektiğini... Bonbon sen onu kurtarıyorsun. Çöpten, böceklerden, kötü kokudan Palas sakinleri nasıl ki her türlü kaosu kendi dışlarına itmeye kurtarıyorsun. Ve o arınıyor. Bonbon Palas’ı var eden çalışıyorlarsa, İstanbul da yaşayan, Türkiye de yaşayan bizler de aynı şeyi yapıyoruz. Çok ciddi bir zemafobi olduğunu düşünüyorum 20 Türkiye de. Ciddi bir yabancı düşmanlığı, yabancı tedirginliği. Ama o yabancının tanımı, durumdan duruma değişiyor. Yabancıya Aslında kahramanlar onlar onlar. gizli Başta da öyle değil. bir var; eğer arasında gidip geleceğini zannediyoruz. Benim yaptığım şey, pisliğin içerde gelmeseydi, daha aşağılara da inebilselerdi, o zaman en başta şu olduğunu ama pislik zannedilen şeyin de göründüğü kadar pis da fark edilecekti: Mezarlıklar üzerinde yaşıyoruz. Ölümü tanımayan olmadığını göstermek. Yani önyargıları bir anlamda alaşağı etmeye bir çalışıyorum. Böylesine bir tersyüz etmenin de daha sağlıklı mutlaklaştırmak, ölüleri, çöpleri, böcekleri sürekli kapı dışına atmaya olduğunu düşünüyorum. O anlamda yıkma eylemi çok yaratıcı bir çalışmak, çok daraltıcı. Esas hapishane o işte. Böylesi bir şey. Eğer yeni bir şey yaratacaksak, önce var olanı yıkmamız, hapishanede, parçalamamız lazım. korumaya çalışıyoruz. Dışarıya açılmadıkça, içeriden hiçbir hayır hiç içeridekileri katların önemli apartmanlardaki algılayışı, sadece pasaj Çok kapılarımızı açmadan yaşıyoruz. Her türlü pisliğin dışarıdan yaşam asansörler kahramanlar ölmeyecek dışardan gibi yaşamak, gelebilecek hayatı tehlikelerden gelmeyecek bize. Çünkü, çok sığ bir şey çıkıyor ortaya. Oradan ne Dildeki parçalı anlatıma değinmiştik. Bir tür şizofreni. Bu durum, yazma sürecinde seni nasıl etkiliyor? apartmana baktığımda algıladığım şey, yaşamın içinde böcekler de Yazım sürecinde, yıpratıcı bir etkisi oluyor. Çünkü, çok diri bir ilişki kuruyorum o karakterlerle. yaşam çıkar, ne sanat çıkar. Ben yaşamı nasıl algılıyorum; Örneğin romanın kahramanlarından biri olan Mavi Metres i yazdığımda hayatı onun gibi algılıyorum. Ya da hayatı öyle algıladığım için Mavi Metres ortaya çıkıyor, bilmiyorum. Belki benim de çok parçalı bir kişiliğim var. var, pislikler de var; tıpkı, yaşamın içinde ölümün de olması gibi. Şunu da belirtmem lazım: Benim islam etimolojisine duyduğum ilgi, zamanın daha döngüsel anlaşılması, yaşamla ölüm arasındaki geçişlikler, o anlamda hiçbir zaman mutlak bir sona inanmamam... Bütün bunlarla çok ilgili romandaki tarz. Zamanın döngüselliğiyle, başta kurduğun o denklemdeki Bit Palas’ın bir de gizli kahramanları var. Her türden böcek; bitler, karıncalar, hamamböcekleri başta olmak üzere, turuncu renkli bir böceğimiz bile var. "saçma dairesi"nin arasındaki ilişki önemli herhalde burada. Tabii. Yine seni çember başa getirir ama, sen artık aynı yerde değilsin. Ama mantıkla yaşarsan, kendine hedefler tayin 21 ederek; o zaman düz bir çizgi üzerinde yaşıyorsun ve başka bir şey yerin kokusu daha önce dikkatimi çekiyor. Bence, İstanbul’a has bir oluyorsun. Yatayda daha geçici bir evren var. Belki göçebelerin koku var. Başka şehirlerde duymuyorsun bunu. Yurt dışında da, hayatı öyle, yatay. Onu sürdürebilecek durumda değiliz ama Ege nin başka şehirlerinde de almadığım, çok kendine has bir çemberin güzelliği, hepsini birbirine lehimleyebilmesi. Tasavvufta, kokusu olduğunu düşünüyorum İstanbul un. çok güçlü bir damar olduğunu düşünüyorum. Bu, sadece akademik bir ilgi de değil. Hayatı da benzer bir şekilde algılıyorum. Ama, Bu romandaki karakterlerden "Ben" dediğin yazarın, sen olmadığını düşünüyorum. Sen aslında, daha çok hangisisin? tasavvuf ehli miyim? Böyle bir şey diyemem. Sözgelimi ben kendimi Sidar’a çok yakın buldum. Sen kendini Peki koku? İstanbul’a has bir kokudan bahsediyorsun, kahramanlardan kime daha yakın görüyorsun? başlarda. Sonra Bonbon Palas’ın kokusu. Ben, İstanbul da doğmuş, yaşamış biri olarak böyle baskın, İstanbul’a has bir Kahramanların hepsinin benim kişiliğimde karşılığı var. Ama koku algılayamıyorum. Gerçekten İstanbul’a has bir koku var elbette ki hepsi de eşit oranlarda değil. Bir karakter olmasa, başka mı? sordum. bir karakter de ortaya çıkmayacaktı. Keza, benim kişiliğimdeki bir Geldiklerinde, İstanbul’a özgü bir koku hissettiklerini, böyle bir yan olmasa, diğer yanım da olmayacaktı. Benim tek yaptığım şey, o kokunun çoğulluğa, çok başlılığa, çoksesliliğe kulak vermek. Yazıyı da bu Bunu, İstanbul’a olduğunu yeni söylediler. gelen Koku insanlara da bu romanın kahramanlarından biri herhalde, değil mi? yüzden çok hissediyorum. Çünkü yazıda ben, bütün çoğulluğumla, çok kişililiğimle, çok başlılığımla varolabiliyorum. Gündelik yaşamda Çocukluğumun çok farklı şehirlerde geçmesi, İstanbul’a öyle değiliz. Hep bir üst kimlik kuruyoruz ve o üst kimlikle çelişecek dışarıdan gelmem... Bazen, bazı şeyleri görebilmek için biraz bütün sesleri, bütün yüzleri geri plana çekmeye çalışıyoruz. Ama yabancılaşmak gerekiyor. Tam anlamıyla kopmak değil ama, biraz ben yazıda, geri plana çektiğim her şeyi öne çıkarıyorum. O yüzden uzaklaşmak, sonra tekrar gelmek... Bir şehirle, bir nesneyle, bir o karakterlerin hepsinde ben varım aslında. yerle böyle bir bağ kurduğumuzda, daha iyi görebilmeye başlıyoruz. Başka şeyleri fark etmeye başlıyoruz. Ben İstanbul’a dışarıdan geldiğimin çok bilincindeyim. Bir yere dışarıdan geldiğim zaman, o 22 Bu roman bence bir karakter romanı. Bu yüzden "Memleketimden orta sınıf insan manzaraları" diyorum ben. başkasının hayatına inanılmaz önemli bir etkide bulunuyor. Birlikte yaşadığımızın, Yalıtılmış, Evet. Orta sınıf, en tehlikeli sınıf. Kaybetme riskini sürekli o çoğulluğun birbirinden ayrılmış farkına varmak duvarlar durumundayız. içinde yaşamamak gerektiğini göstermeye çalıştım. taşıyan, kaybetme riski en fazla olan sınıf. Tam, arafta olan bir sınıf. Tasavvuf ehli anti-tarikatçı Mevlevi nin söylediği bir söze Aynı zamanda kozmopolit kahramanlar da... gelelim: "Ya kendini yok edeceksin hayatın içinde ya da hayatı yok edeceksin kendinde." Romanın ana fikri, bu cümleden mi Ama bence, yerel damar da çok güçlü. Karakterler Türkiye çıkıyor? de yaşamıyormuş gibi değiller. Hepsi de İstanbul’a özgü. Klasik liberal öğretide de böyle bir önkabul vardır: Kamusal alanda ne Bir ana fikir var mı bilmiyorum ama çok temel noktalardan bir yaparsak yapalım eve çekildiğimiz zaman, ev başka bir şeydir. tanesi bu. Söylediğim gibi, başarıya demir atmamak lazım. Bunun Sanki, yaşayabileceğimizi da üstüne çıkayım, bir de şu olayım, bir de bu olayım derken... Bir zannediyoruz. Birimizin özgürlüğünün başladığı yerde diğerinin de hiç olmak var. Tasavvufta Neyzen Tevfik’ın damarını ben çok özgürlüğü bitiyor. Oğuz Atay’ın günlüklerinde, buna çok eleştirel önemserim. Öyle, çok güçlü bir damar var ve ben o damara çok yaklaşan, çok güçlü bölümler var. O, Türkiye deki kültürel ortamı saygı duyuyorum. Hiçlikten dem vuran bir ses var. Faniliğinin çok nitelendirirken, "kapalı sistem yaratıklarının dış dünya korkusu" diye bilincinde olan bir başka şey... birbirimizin hayatına sızmadan bir cümle kullanıyor. Bence bu, çok doğru, çok güçlü bir ifade. O anlamda, kapalı sistem yaratıklarıyız. Dış dünyadan korkuyoruz; Söyleşi: Hasan Öztoprak, E Dergisi, Nisan 2002 bunu değiştirmek gerektiğini düşünüyorum. Kitapta hep bunu göstermeye çalıştım. Birbirimizin hayatlarından yalıtılmış hayatlar sürdürmüyoruz. Birinin evinden çıkan böcek, öbürünün evine sızıyor, birinin hikâyesi öbürünün hikâyesine sızıyor. Sonuçlarını hiç düşünmeden yaptığımız herhangi bir şey, çok basit görünen bir şey, 23