PDF Oku - sence dergisi
Transkript
PDF Oku - sence dergisi
Selam ile… Sence 1 yaşında. Sen istedin diye, Sen destek verdin diye, Sen varsın diye Sence yayın hayatına 1 yıldır devam edebiliyor. Seninle ve senin için varlığını sürdürebilmeyi ümit ediyoruz. Mübarek bir coğrafyada, zorlu imtihanlardan geçmiş mübarek bir milletin bugünkü evlatları olarak kolay günlerde değiliz. Türk milletini yok sayan resmi rical, Türk’ü bir aşiret adı sanan bir çuval dolusu diplomalı cahil, olanlara aldırmayan bir yığın gafil… Karabulutlar olup milletimizin istikbaline, istiklaline gölge etme kabiliyeti kazanmış durumdadır. Sence, Türk’ün Çinli prensesten İranlı çikolata kutusuna kadar varan gaflet ve dalalet tarihinden aldığı dersle, senin sesin olmak için bu sayıda, Türk’ü anlattı. Onun için Fahrettin Yokuş’un kalemiyle “Can ve Ten: Türk ve İslam” dedik. Kamil Hayati Aydın’ın “İslam’a göre milliyetçilik ve ırkçılık” yazısıyla eski tartışmaya bir din alimi gözünden katkı vermek istedik. Mehmet Akif Terzi, “Türk İslam Sentezi”ni analiz etti. Türk’ün en taze acılarından birisini “Hocalı katliamı ve soykırım suçu kapsamında değerlendirilmesi” yazımızda gündeme getirdik. Yasemin GÜNGÖR ⎟ Editör Türk’e dair birçok şeyin arasından “Anadolu kültüründe düğün ve merasimler” ve bir spor dalı olarak “Cirit” sayfalarımızı süsledi. Sence bu sayısında bir din alimini sayfalarında konuk etti. Ankara Milletvekili Prof. Dr. Mustafa Erdem’den kutlu doğum haftası vesilesiyle Peygamberimizi dinledik. Ayrıca Türk Hukuk Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ali Akyıldız ile de hukukun kıymetini gündemimize getiren bir röportaj yaptık. Bu sayıda siyaset, düşünce, sanat ve iş dünyasından yitirdiğimiz değerleri; Başbuğ Alparslan Türkeş ve Muhsin Yazıcıoğlu’yu hasretle ve rahmetler yad ettik. Üstat Necip Fazıl ve Aşık Veysel’i Türk tefekkür ve şiirindeki güzide yerleri, Sakıp Sabancı’yı başarı öyküsü dolayısıyla öne çıkardık. Bahar aylarında dikkatli olalım diye; “Mevsimsel alerjik rinit”i tanıttık. “İletişim ve vücut dili” ile kendimize ayna tuttuk. “Kötü yönetimi tedavi etmek” için etik değerlerin önemini dillendirdik. Bunların yanında çağımızın önemli bir sorununu “Güvenli internet ve kullanımı” yazımızda inceledik. İçimiz yanarak “Sapanca yok olmasın” diye feryat ettik. İçimizden birini “Durak Duran Düz”ü seninle tanıştırmak istedik. Yemek sayfamızda “Türküler eşliğinde elbasan tava” yaptık. Afiyetle yiyin diye… Sence sen’le geçen bir yılın ardından birinci doğum günün kutluyor. Kafanı kaldırınca gökyüzünü kaplayan havai fişekler gösteremesek de, sayfalarımıza coşkumuzu yansıtmak istedik. İyi ki Sence’yi sensiz bırakmadın! Keyifli okumalar…. İÇİNDEKİLER Türk Büro-Sen Adına Sahibi Fahrettin YOKUŞ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Cafer SEÇER 4 Can ve Ten Türk ve İslam 8 İSLAM’a Göre Milliyetçilik ve Irkçılık Editör Yasemin GÜNGÖR Yayın Kurulu Nejla ÖKSÜZ Dr. Süleyman GÜNGÖR Ebubekir KORKMAZ Yunus Şevki KİBAR Mustafa YİĞİT Yönetim Yeri Dr. Mediha Eldem Sk. No. Kocatepe / ANKARA Tel: 0.312 424 22 11 Kapak Yazı (Devlet ve Devlet Terbiyesi s. 382) Reklam Rezervasyon Tuğçe DEMİR Tel: 0.312 434 04 12 Faks: 0.312 434 04 13 Yapım Alban Tanıtım Ltd. Şti Meşrutiyet Cad. No: 41/10 Kızılay/ANKARA Tel: 0.312 430 13 15 www.albantanitim.com.tr Baskı Ozyurt Matbaacılık Ltd. Şti. Süzgün Sokak No:8 İskitler/ANKARA Basım Tarihi Nisan 2014 Yayın Türü Yerel Süreli Yayın (Dört ayda bir yayımlanır.) Yazıların tüm sorumluluğu yazarlara aittir. ISSN: 2147-7329 Bu dergi Türk Büro-Sen tarafından ücretsiz dağıtılmaktadır. 13 Her kim ki muradına ermek isterse, Türklüğe bağlı kalsın. Çünkü Türklük; temiz yüreklilik, mertlik, merhamet, ada- let, hak tanrılığın hamuruyla yoğurulmuştur. “Eğer Rabbin dileseydi insanları el- bette tek bir ümmet yapardı.” (Hûd 118) Ankara Milletvekili Prof. Dr. Mustafa ERDEM’le Türklerde, Peygamber Sevgisi ve Kutlu Doğum Haftası... 18 Kimler Geldi Kimler Geçti... 20 Türk İslam Sentezi 24 4 13 Alparslan TÜRKEŞ, MuhsinYAZICIOĞLU, Necip Fazıl KISAKÜREK, Aşık Veysel ŞATIROĞLU, Sakıp SABANCI ...”Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mıs- raıyla başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum...” 24 Mevsimsel Alerjik Rinit Kış mevsiminin ardından baharın gelmesiyle birlikte hava ısın- maya, doğa canlanmaya başlıyor. Ağaçlar çiçekleniyor, çimenler yemyeşil oluyor, çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor özellikle de çocuklar için dışarıda bulunmak içerde bulunmaktan çok daha eğlen- celi oluyor. 18 28 38 İletişim ve Vücut Dili İletişim, kısaca kişinin davranış, konuşma, susma, duruş, oturma biçimi, kendini ifade etme biçimi, kısaca çevresine mesaj iletmesidir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi iletişim süresince kişiler çevrelerine ses, söz ve davranışları (vücut dili) ile belli oranlarda mesajlar verirler. Birşey Saklıyor 28 İletişim Açık Değil Türk Hukuk Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ali Akyıldız’la Tehditkar Bırakmak için sabırsız Kapalı bir zihin 38 46 Güvenli İnternet, İnternetin Güvenli Kullanımı 44 Hocalı Katliamı ve Soykırım Suçu Kapsamında Değerlendirilmesi Hocalı vahşeti Ruslar’ın 366. alayın desteğiyle 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece (1992) gerçekleştirilmiştir. Bu vahşetin emrini Ermenistan’ın eski devlet başkanı Robert KOÇARYAN vermiş ve o zaman ordu komutanı olan ve hali hazırdaki devlet başkanı Serj SARKİSYAN’ın talimatları ve gözetimi altında gerçekleştirilmiştir. 58 Anlamsızca sana bakıyorum Savunma Mümkün olduğunca SPAM mailler açılmamalı, bu maillerin içeriğinde olan dosyalar ise kesinlilikle açılmamalı, 46 İlgili Güvensiz Agresif Vatan haini arıyorsanız, yargı bağımsızlığını sarsacak davranışları yapanlara bakınız. Onlardan daha fazla bu vatana zarar veren kimseler olmaz. 44 Düşmanca Tutum Yalan 58 Anadolu Türk Kültüründe Düğün ve Merasimler “Ziyafetler türlü türlü olur. Bunlardan biri düğün ziyafetidir, biri de bir oğlun doğumu, sünneti dolayısıyla verilen ziyafettir.” 64 Bir Türk Sporu Cirit Oğul at üstünde yiğit olur, yiğit at üstünde düşman kırar, yurt tutar, devlet olur. 64 SENCE Can ve Ten Türk ve İslam Fahrettin YOKUŞ ⎟ Türk Büro-Sen Genel Başkanı “Her kim ki muradına ermek isterse, Türklüğe bağlı kalsın” “Gördük ki, Tanrı devlet güneşini Türk burçlarından doğurdu. Onlara ülkelerin yönetimini ihsan etti. Türkleri devirler içinde Han-Hakan kıldı. Bütün insanlığın idare dizginleri Türk’ün elinde oldu. Her kim ki muradına ermek isterse, Türklüğe bağlı kalsın. Çünkü Türklük; temiz yüreklilik, mertlik, merhamet, adalet, hak tanrılığın hamuruyla yoğurulmuştur. Bu hasletler Türk’e Tanrının ikramıdır. Türklüğe saygının temeli de Türkçeyi öğrenmek, Türkçe konuşmaktır. Türklüğün destanlarını dinleyin, öğrenin, övünün... 4 SENCE 2014 Sayı 4 Dünyanın öyle devirleri olacaktır ki, öyle günler gelecektir ki; Oğuz Türkleri, dünyanın yönetimini ellerine alacaklardır. Yeter ki, Türklüklerini unutmasınlar, Türklüğe layık olsunlar.” *Divan-ı Lügati’t – Türk Türk olup da Türklüğünden utananlar ve bölücülük yapanlar belki ibret alır, gaflet içindeki insanlarımız da, bu gaflet uykusundan uyanır umuduyla bazı bilgileri, tarihi vesikaları sizlerle paylaşmak istiyorum. “Dünyada son Türk kalsa o ben olurdum” Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve dört büyük mezhebin fıkıh biliminde otorite olmuş, İmam-ı Ali Rıza Bin Musa Kazım soyundan olduğu Irak’taki şer’i mahkeme kayıtlarıyla tespit edilmiş aynı zamanda ruh bilgile- Bu sözlere çok sinirlenen Seyyid Abdullakim Arvasi ise; “Ben bir Seyyid’im (Peygamber soyundanım). Yani bu demektir ki Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse, üç Türk kalsa biri ben olurdum. İki Türk kalsa gene biri ben olurdum. Son Türk kalsa o da gene ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa bugünkü manada İslamiyet olmazdı” demiştir. “Eğer Türk Milleti olmasaydı, İslam Arap yarımadasına hapsolurdu” Pakistan’ın büyük düşünürü Muhammet İkbal, Pakistan’ın yetiştirdiği en büyük mütefekkirdir. Pakistan’ın bağımsızlık mücadelesinin sembolü olmuştur. Onun en büyük özelliklerinden biri de, Türk Milleti ile Türk Milleti’nin yetiştirdiği devlet adamı ve din âlimlerine olan büyük sevgisidir. Muhammet İkbal, ülkemizin yedi düvelle boğuştuğu, kurtuluş mücadelesinde hem madden, hem de manen Türk Milleti’nin yanında olmuştur. Ülkesinde yardım kampanyaları düzenleyerek, o günün şartlarında çok önemli miktarlarda para toplayarak ülkemize göndermiş, kurtuluş mücadelemize çok büyük katkı sağlamıştır. Kurtuluşumuz için tüm Pakistan halkıyla birlikte dualar etmiş şiirler ve makaleler yazmıştır. Muhammet İkbal ilk Türkiye seyahatine çıktığında, seyahat ettiği uçağın kaptan pilotuna “Türk hava sahasına girildiğinde kendisine haber vermelerini” söyler. Pilotun, uçağın Türk hava sahasına girmek üzere olduğu haberini vermesi üzerine de; hemen ayağa kalkar ve öylece durur..! Güncel ri mütehassısı olan büyük alim Seyit Abdullakim Arvasi’ye Osmanlı’nın dağılma döneminde, müritleriyle birlikte gittiği Arabistan’da, oranın ileri gelenleri, kendisine medrese yapacaklarını ve her türlü imkanı sağlayacaklarını taahhüt ederek, orada kalmasını teklif ederler. Gerekçe olarak da, “Osmanlı zaten öldü, Türk diye bir şey de kalmamıştır” derler. Yanındakiler neden ayağa kalktığını sorduğunda da; “Bu topraklar mübarek topraklardır. Bu mukaddes mekânda yaşayan millette öyle bir millettir ki, yıllarca İslam’ın muhafızlığını yapmıştır. Eğer Türk Milleti olmasaydı, İslam Arap yarım adasına hapsolurdu. Bunun içindir ki, gönlümde hazreti Mevlana’ya ve onun necip milletine karşı sonsuz bir saygım vardır. İşte bundan dolayı, yani onlara hürmeten ayağa kalktım” der. Muhammet İkbal’in Kurtuluş mücadelemizin Başkomutanı, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e de büyük sevgi ve hayranlığı vardı. Atatürk için, “Bizim aslımız, rengi uçmuş bir kıvılcım iken; O’nun (Atatürk’ün) bakışıyla cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik” demiştir. Atatürk’le aynı yıl Hak’a kavuşan Muhammet İkbal’i Türk Milleti hiç unutmayacaktır. “Onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever” Yine hayatı boyunca, bölücülüğe karşı çıkan, bu tür çabaların ancak yabancı mihrakların işine yarıyacağını ve İslâm Ümmetini; bölüp parçalamaktan başka bir anlam taşımadığını savunan Bediüzzaman mütarekenin o sancılı günlerinde Kürt Teali Cemiyeti Reisi Seyit Abdülkadir’in Kürdistan devleti kurma teklifini, “Allahü Zülcelâl Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’de, Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm ki bu kavmin bin yıldan beri Âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” diyerek reddetmiştir. SENCE 2014 Sayı 4 5 SENCE Alt kimliklerin öne çıkartıldığı ve üniter yapının kaldırıldığı tüm toplumlar zaman içerisinde ayrışmayla yüz yüze kalmış ve bölünmeleri mukadder olmuştur. Maalesef tarihimiz bunun örnekleri ile doludur. Başbakan tarafından 36 etnik gruba ayrılan bir millet yapısını düşününce, geleceğimizin nelere gebe olduğunu görebiliyoruz. Kurucu unsuru oldukları Osmanlı Devletinde Türkler savaş zamanlarında cephede en ön saflarda ölüme meydan okuyarak düşmana savaş meydanlarını dar etmişler maalesef barış zamanında Anadolu’nun kah bozkırlarında kah kuş uçmaz kervan geçmez dağ köylerinde kahır çile ve cefa çekerek kaderlerine terk edilmişlerdir. Padişan II. Abdül Hamit Han zamanında saray bahçesinde cereyan eden şu olay Türk Milletinin içine düşürüldüğü durumun tespiti açısından son derece ibret vericidir. “Ben de Türk’üm” Bir gün sarayda üst düzey görev yapan bir Arnavut, bahçıvanlık yapan bir Türk’e “Pis Türk” diye haykırır bu hakaret olayına sarayın penceresinden şahit olan Padişah II. Abdül Hamit haykırarak şöyle der, “Unutma ki ben de Türk’üm” Yine Ahmet Vefik Paşa, 1880 yılında Bursa Valisi iken halkın dertlerini dinlemek için gittiği Bursa’nın İnegöl ilçesinde halkla sohbet etmek için geniş katılımlı bir toplantı yapar. Paşa, toplanan halkı tek tek süzer. Kıyafetlerini ve konuşmalarını dikkatle izler. Bazılarının pervasızca konuşmaları Paşanın gözünden kaçmaz. “Bu memlekette Türküm demek suç mudur?” Paşa; karşısında oturan iri kıyım, altın köstekli ve ayak ayaküstüne atıp keyfince oturan şahsa hitaben: - Beyefendi siz kimsiniz? Hangi millettensiniz? diye sorar. 6 SENCE 2014 Sayı 4 - Ben, şehir eşrafından Kiremitçiyan Oğullarından zeytin tüccarı Bogos’um, Paşa Hazretleri. Sağında oturan şahsa hitap ederek, - Ya siz beyefendi? - Ben, İnegöl eşrafından Pastırmacıyan Oğullarından zeytinyağı tüccarı Artin’im, Paşa Hazretleri. Solunda oturan şahsa dönerek: - Siz beyefendi? - Ben Paşa Hazretleri, şehir eşrafından Kasapyan Oğullarından koyun ve sığır tüccarı Popopalas’ım... diye cevap verirler. Bu sırada Paşanın gözü, arkalarda kırık bir iskemlenin üstünde oturan üstü başı dökülen, saçı sakalı birbirine karışmış bir ihtiyara ilişir. Parmağını uzatarak, - Ya siz babacığım, siz hangi millettensiniz? diye sorar. İhtiyar, bir Vali tarafından kendisine sual sorulacağını hiç ümit etmediğinden, sualin kendisine değil, etrafında bulunanlardan birine sorulduğunu sanarak etrafına bakınır. Paşa, -Babacığım size soruyorum? diye tekrar eder. İhtiyar tereddütle kendi kendini işaret eder: - Bana mı soruyorsunuz Paşa Hazretleri? - Evet, Babacığım sana soruyorum. Sen hangi millettensin? İhtiyar yavaş, yavaş ayağa kalkar. Elini avucunu ovalar, kekeleyerek: - Ben Paşa Hazretleri, ben hâşâ huzurdan Türk’üm, der. Bu sözler üzerine Paşa sesini yükselterek: - Be babacığım, bu memlekette Türk olmak, Türk’üm demek suç mudur ki, böyle konuşuyorsun. Ben de Türküm. Türk milliyetçiliği ırkçılığı kesinlikle reddeder. Türk demek islam demektir. Çünkü Türk Milleti; - Sahi mi Paşa Hazretleri sen de Türk müsün? Türk’ten Paşa olur mu, Paşa Hazretleri?” der. Elif okuduk ötürü Pazar eğledik götürü Yaratılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü - Babacığım, Paşa olmak ne ki. Yedi cihana baş eğdiren Padişahlar da Türk’tür, anladın mı? ”der. Bu durum karşısında Paşanın gözleri yaşarır. Rahatça ağlayabilmek için sırtını kalabalığa dönerek yürür gider… İhtiyarın ruh hali bugün için de bulunduğumuz duruma ne kadar benziyor değil mi? Allah, Peygamber ve şeyhi Abdülhâkim Arvasi dışında kimseyi beğenmeyen İslam imanı ile birlikte engin bir Türklük şuuruna sahip, Türkçenin süvarisi ve Türk şiirinin sultan ismi Üstat Necip Fazıl Kısakürek ömrünün son yıllarında kendisini ziyarete gelen Prof Dr. Ayhan SONGAR ve Ahmet KABAKLI’ya; “Muhterem dostlarım, mensubu bulunduğunuz Türk Milleti’ni tıpkı ailenizi, babanızı, annenizi, eşinizi ve çocuklarınızı sever gibi sevip Türklüğünüz ile övünüp, iftihar edebilirsiniz. Zira Türk oluşumla ben de daima övünüp iftihar etmişimdir. Çünkü bizler ciğerlerine kadar Müslüman ve dibine kadar Türk olan insanlarız.” demiştir. Büyük önder Atatürk’ün beden babam Alirıza Bey, fikir babam Ziya Gökalp diye taktir ettiği ünlü düşünürümüz Ziya Gökalp ise Türk Milliyetçiliğinin en temel esaslarından birisinin de İslam dini olduğunu belirterek. “İslamiyet’i kabul eden Türk boyları Türk olarak kalmışlar; diğerleri benliklerini tamamıyla kaybetmişlerdir.” tespitinde bulunmuştur. Türk olmayan ancak Türklerle aynı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlara TÜRK denilmesi. Köken olarak Türk Irkından olan bazı toplulukların ise bugün Türk olarak anılmaması Ziya Gökalp’in bu tespitinin ne kadar isabetli olduğunun bir göstergesidir. Güncel İhtiyar koşarak Paşanın yanına gelir, yerden bir temenna ile eteklerine ve ellerine sarılarak öpmek ister; diyen Yunusun, “Ne olursan ol yine gel” diyen Mevlana’nın, Ahmet Yesevi’nin, Hacı Bektaş-Î Veli’nin köklü kültürünü taşımaktadır. Büyük önder Atatürk; “Yurdumuz ve milletimiz bölünmez bir bütündür. Bütünlüğün devamı, Türklük şuuru ve onun besleyicisi, milli gelenek, görenek ve milli kültürümüzle sağlanmalıdır.” “Müslümanlık da Türk’ün milli dinidir. Müslümanlığı Türkler yaymışlardır ve Türkler kendileri de en geniş manasıyla anlamışlar ve benimsemişlerdir” “Türk Milleti daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime; Bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum” “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uyar” diyerek bize Türklük ve İslamın bir birinden ayrı değerlendirilemeyeceğini; Türk ve İslamın Can ve Ten olduğunu çok net bir şekilde ifade etmiştir. Yeni Türkiye oluşturma iddiası ile Türklüğümüzü, Atatürk’ümüzü ve hatta “Türk Milleti” kavramını ortadan kaldırmak için olağanüstü bir çaba sarf ediyorlar. Bölücülüğe çanak tutup, adı olmayan yeni bir millet yaratılmaya çalışılıyor. Böyle bir süreçte gaflet ve delalet içinde olanlara lütfen bunları anlatalım. SENCE 2014 Sayı 4 7 SENCE İSLAM’a Göre Milliyetçilik ve Irkçılık Kâmil Hayati AYDIN ⎟ Emekli Müftü Milliyetçilik Tarifi Milliyetçiliğin çok çeşitli tarifleri (tanımları) vardır. Ancak biz genel kabul gören birisi ile yetineceğiz. Milliyetçilik, bir milletin meşru haklarını sağlamayı hedef alan, o milletin sevgisinden ve mensubiyetinden doğan şuur (bilinç) ve aksiyonun (milletinin devamını ve yücelmesini sağlamaya yönelik çalışma) ifadesidir. 8 SENCE 2014 Sayı 4 Emperyalist Milliyetçilik: İngiliz ve Fransızların kendilerini üstün görerek diğer milletleri boyunduruk altına almaları ve bütün kaynaklarını sömürmeleri. Üstelik bunu yaparken de sömürdükleri milletlere “insaniyetçilik” propagandası yapmaları. Asrımızda bu işi ABD (Amerika Birleşik Devletleri) en acımasız biçimde yapmakta, işgal ettiği ülkelere de güya demokrasi(!) götürmektedir. En yakın ve sıcak örneği Irak’taki mükemmel demokrasidir.(!) İngiliz ve Fransızların başarılarını kıskanan ve pay isteyen Alman ve İtalyanların daha sert tonda ve üstün ırk iddiasıyla ortaya çıkan milliyetçilikleri ki, işte ırkçılık budur. İkinci Dünya Savaşında bu iddia ve zihniyetle yola çıkanların dünyaya ve insanlığa verdiği zarar hafsalaya sığmayacak kadar büyüktür. Rusların durumu da aynıdır. Güya milliyetçilik fikrini yok etmek ve “dünyavatandaşlığı” fikrini yaymak ister ama komünist parti üyelerini hizmet ve lidere bağlılıklarına göre birinci sınıf vatandaş sıfatıyla iş başında tutar, böylece ayrıcalıklı bir sınıf ortaya çıkarır. Tecritçi Milliyetçilik: Âdeta dünya ile alâkasını keserek, sınırları içerisinde kalkınmasını sağlamaya çalışmak. (Elbette bu mümkün değildir. Dünyadan soyutlanarak bir yere varılamaz. Çünkü dünyada en zengininden en fakirine bütün milletler mutlaka bazı konularda birbirlerine ihtiyaç duyarlar.) Bu şekil sonunda ya emperyalist veya demokratik milliyetçiliğe dönüşür. Enver Hoca döneminde Arnavutluk böyleydi. Demokratik Milliyetçilik: Millet ve milliyetini dünya milletleri içerisinde insanlığın eşit bir parçası olarak görüp, insan- ların köle, efendi değil, milletler halinde, barış ve kardeşlik ilkeleri doğrultusunda özgürce yaşamalarını sağlamayı amaç edinen milliyetçilik. TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ bu kategoride, yani demokratik milliyetçilik içinde yer alır. Güncel Milliyetçilik Çeşitleri Milliyetçiliğe Karşı Olanlar Ve Sebepleri İmparatorluklar milliyetçiliğe karşıdır; İmparatorluk mantığı bunu gerektirir. Aksi halde yönettiği çok çeşitli milletleri o çatı altında tutamaz. Hâkimiyeti altındaki milletleri uyandırmamak için milliyetçiliğe karşı görünür ama kilit noktalarda hep kendi aslî unsuruna yer verir. Bunun tek istisnası Osmanlı’dır. Devleti kuran aslî unsuru, Türk’leri dışlamış, hep dönmelere, devşirmelere makam mevki vermiş ama gücünü kaybettikten sonra da gayr-i Müslim ve gayr-i Türk unsurların ihânetleriyle yıkılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, yine asırlarca dışlandığı, fakir ve cahil bırakıldığı halde Türk Milleti olmuştur.. Bu gün iyice açığa çıkan Türk ve Atatürk düşmanlığının altında yatan esas sebep budur. Bazılarının Osmanlı’yı sevmesinde de kendilerini Türk saymama, Türk kimliğini kabullenememe mantığı ve psikolojisi vardır. Sömürgecilik milliyetçiliğe karşıdır; ABD ve Batı Avrupa sömürdüğü ülkelerde milliyetçi fikirlere asla izin vermez, ânında ezer ama rakip emperyalistlerin sömürdüğü milletlere de milliyetçiliği telkin eder. Meselâ S.S.C. Birliği zamanında, ABD özellikle Türk bölgelerinde hep milliyetçilik propagandası yaptırmıştır. Bizdeki milliyetçilik karşıtları; Osmanlıcılar; Soy, dil, din, kültür farkı gözetmeden bütün unsurları tek bir millet OSMANLI sayılmasını savunanlar. Bu fikre samimi olarak inanan, siyasi yönden faydalı gören, fikirde hatalı olanlar. SENCE 2014 Sayı 4 9 SENCE der. Bir öğrenci söz ister ve “müellim (Azerbaycan’da “Muallim” i böyle telaffuz ediyorlar) olmayan bir şeyin adı da olabilemez, madem ki böyle bir ad var, öyleyse Allah vardır.” diye cevap verir. Komünist rejimin hâkimiyeti altındayken dinden Allah’tan, Kur’an’dan söz etmek yasaktı. Öğretmen aslında, güyâ inkâr eder gibi öğrencilerinin kafasına en azından Allah ve Kur’an kelimelerini sokmaya, onları düşünmeye sevkediyor. Bu, mes’elenin başka bir boyutu. Nitekim neticesi görülmüştür. Buna rağmen hâlâ günümüzde bile bunu savunanlara ne demeli? Azınlıklara mensup olanlar; Türklük, İslamiyet ve devlete düşman zihniyet taşıyanların kendi amaçlarına uygunluğu ve Türkleri uyandırmamak için milliyetçiliğe düşman gözükmeleri. Günümüzde de bunun çok açık örnekleri ortadadır. Türklüğe, Atatürk’e, Cumhuriyet’e düşman olanları araştırınız, Türk olduğu halde kandırılmış cahil zümrenin dışındakilerin büyük çoğunluğunun dönme ve devşirme kökenli olduğunu anlarsınız. Kendileri milliyetlerine sahip, hatta ırkçdır ama Türk’ün Türk olduğunu söylemesini “ırkçılıkla” nitelerler. İslamcılar: Gayr-i Müslim unsurların isyan edip Osmanlı’dan ayrılması üzerine, Müslüman olmayanlarla Müslümanların bir millet olamayacağını “El küfrü milletün vâhidetün (küfür ehli, hangi inanç, din, mezhepten olursa olsun, Müslümanlara karşı tek bir millet gibi hareket ederler) hakikatince, ancak Müslümanların soy, dil ve kültür farkı gözetilme-den bir millet olabileceğini iddia ederler. Bu görüşte 10 SENCE 2014 Sayı 4 olanların en azından bir kısmı milletimize, tarihimize dost insanlar olup, hiç olmazsa Müslüman Tebaanın ayrılmasını önlemeye çalışmış fakat özellikle Arap’ların ihanetini yaşayınca tam anlamıyla Türk Milliyetçisi olmuşlardır. Bunların en başında da Millî Şâirimiz Mehmet Âkif gelir. Nur içinde yatsın. (Âmin) Millet, Ümmet, Aşiret, Kavim, Kabile, Soy-Sop Kelimeleri ve Anlayışının İslam’da Kabul Görüp Görmediği ve Ne Anlama Geldiği Öncelikle şunu belirtelim ve bilelim ki, bu kelime ve mefhumların hepsi Kur’anî’dir, yani Kur’an’da mevcuttur ve O’ndan alınmıştır. Eğer bu mefhumlar gerçek olmasa Cenab-ı Allah (c.c.) Kelam’ında yer verir miydi? Olmayan şeylerden bahsetse hâşâ abesle iştigal etmiş olmaz mıydı? Yüce Allah abesle iştigal eder mi? Yeri gelmişken Azarbaycan’da bir lisede ateizm dersine giren öğretmenle öğrencisi arasında geçen bir tartışmayı çok kısa anlatayım. Öğretmen dersinde “çocuklar Kur’an üzerine yemin edirem ki Allah yoktur.” Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’de yer alan her şey vardır ve gerçektir. Allah korusun bunu inkâr eden kâfir olur. Şimdi bunlardan örnekler verelim: “Sen onların öz MİLLETLERİNE uymadıkça ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.” (Bakara 120) Âyette geçen kelime “milletehum” dur. Yani buradaki “Millet” kelimesi tercüme değil aynen Kur’anda geçen şeklidir. “O öyle bir Allah!dır ki, sudan (meniden) bir beşer yarattı ve onu soy-sop yaptı. Rabbin her şeye kadirdir.“ (Furkan 54) “Eğer Rabbin dileseydi insanları elbette tek bir ümmet yapardı.” (Hûd 118) Burada geçen “ümmet” ifadesi MİLLET anlamındadır. Esasen Arapların millet ve ümmet kelimelerine yükledikleri anlamla bizim, yani Türklerin yüklediği anlamlar farklıdır. Bizde ümmet, bir peygambere tabi olanlar için, Araplarda ise daha çok ayrı milletler için kullanılır. Meselâ “Ümem el-müttahide” Birleşmiş Milletler demektir. Kezâ Kur’an’da da ümmet kelimesi “Ve likülli ümmetin rasûl” Her millet için bir rasûl (elçi) vardır. (Yûnus, 47) Burada da ümmet kelimesinin millet anlamında olduğu gayet açıktır. Çünkü bizim anladığımız “ümmet” bir peygamber gelip, dinini tebliğ ettikten sonra O’na inananlar demektir. Buradaki anlam, her millete bir elçi gönderildiğidir, ümmet olma daha sonra gelir. “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız.(Kim olduğunuz sorulunca, bağlı bulunduğunuz soy veya milletin adını söyleyebilesiniz) Biliniz ki Allah katında en makbul olanınız, takvası en ziyade olanınızdır. Şüphe yok kiAllah her şeyi bilendir ve her şeyden haberdardır.” (Hucurat 13) Kur’an’da “kavim” kelimesi 383 defa geçer. Çünkü Kur’an’da ismi geçen peygamberlerle ilgili bölümlerde o peygamberlerin tebliğ görevlerini yaparlarken çoğu kere “ey kavmim-soydaşlarım” diye hitap ettiklerini görüyoruz. Bu âyet-i kerimede de insan topluluklarının Cenab-ı Allah tarafından soylara ve kabilelere ayrılmış olduğu, yani ana-babamızı, soyumuzu, aşiretimizi, kabilemizi, kavmimizi bizim seçmediğimizi, böyle bir tercih hakkımızın bulunmadığını, bu takdir ve tercihin Yüce Rabbimize ait bulunduğunu açıkça görmekteyiz. Âyetin son kısmında yer alan “Allah katında en makbul olanınız, takvası en ziyade olanınızdır.” ifadesini bilahare açıklayacağız. Kur’an ve Hz. Peygamber akrabalığa, soydaşlığa çok büyük önem vermiştir. Evet “bütün mü’minler kardeştir.” (Yûnus 32) Buradaki “kardeş” ifadesi bile gerçek kardeşliğin ne kadar önemli olduğunu kabul ederek, bunu örnek göstererek bütün mü’minlerin de gerçekte birbirlerini sanki ayni anadan doğmuş olanlar gibi sevmelerini istemiştir. Nitekim, mirasta, yardımda, ana-baba, evlat ve kardeşler elbette farklıdır. Bütün yardımlarda (zekât, fitre, sadaka vs.) yakın akrabalara öncelik verildiği herkesce bilinen bir gerçektir. Genellikle hutbelerinin en sonunda okunan Nahl sûresi 90. Âyetindeki emir ve tavsiyeler bile bunu anlamaya yeterlidir. “Muhakkak ki Allah, adâleti, ihsanı ve yakın akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor (yasaklıyor) Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız.” Bakınız şu hadis-i şerif ne kadar anlamlı, dikkat çekici ve önemlidir. “Akrabaya yapılan yardımın sevâbı ikidir: Biri akrabalık bağını gözetmenin sevâbı, ikincisi de sadaka sevâbıdır.” (Müslim ve Tirmizî. Tac Tercümesi c.2, s. 38) Kur’an, Peygamberimizden şirk ve küfür bataklığından da öncelikle yakın akraba ve aşiretini kurtarmasını emrediyor. “Sen önce en yakın aşiretini inzar et. (Şirkten sakındır, İslam’a çağır.”) (Şuarâ 214) “Allah’tan korkun ve akrabalık (soydaşlık) bağlarını kırmaktan sakının, zira Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.”( Nisâ 1) Güncel çoğu kere “millet” anlamında, millet kelimesi de ekseriya “din” anlamında kullanılmaktadır. Meselâ “Millet-i İbrahim” ifadesi Hz. İbrahim’in soyu, milleti değil, Hz. İbrahim’in dini anlamındadır. “Henüz îman edip de hicret ve sizinle beraber cihad edenlere gelince, onlar da sizdendir. (Fakat) hısımlar (akraba ve soydaşlar) Allah’ın Kitabı’nca birbirlerine daha yakındırlar. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (Enfal 75) “Allah’a kulluk edin, O’na hiçbir şeyi eş koşmayın, anaya, babaya, akrabaya (yakın soydaşa), yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere (Kölelere) iyilik (ve yardım) edin. Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez.” (Nisâ 36) Dikkat edilirse, bu âyet-i Kerime’de yapılacak yardımların aile fertlerinden yani çekirdekten dışarıya doğru öncelik sıralaması yapılmıştır. Çünkü insanın fıtratında (doğasında) bu vardır. İslam Dini de fıtrat dini olduğuna göre zaten başka türlüsü düşünülemezdi. Bu çerçevede isterseniz bir misal verelim ve aksini düşünenlere de bir soru soralım: Kardeşinizle, çocuğunuzla veya amcanız, dayınızla kavga ettiğiniz de olur. Fakat kavgalı olduğunuz o yakınınızı çok sevdiğiniz, hattâ takvasına da gıpta ettiğiniz birisi dövmeye kalksa razı olur musunuz? Samimi cevap verir takiyye yapmazsanız cevabınız %99 “hayır” olur. Hani esas olan din kardeşliğiydi, gerisi önemli değildi, ne dersiniz? Eğer her şeye rağmen ideolojiniz için aksine cevap verirseniz, yukarıda sadece bir kısmını zikrettiğimiz Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş olursunuz. Gerçekten Müslümansanız bunu nasıl göze alabilirsiniz? SENCE 2014 Sayı 4 11 SENCE Ankara Milletvekili Prof. Dr. Mustafa ERDEM’le Türklerde, Peygamber Sevgisi ve Kutlu Doğum Haftası... Türk Milletinin Resulullah sevgisini ve O’na olan bağlılığını nasıl değerlendirmeliyiz? Türk milleti, Müslüman olduğu tarihten itibaren Allah ve peygamber sevgisini en üst düzeyde içine sindirmiş, bu uğurda emek harcamış bedel ödemiş ve ölümü göze almış bir milletin adıdır. Bilindiği gibi Türk milletinde Muahmmed adı Mehmet olarak kullanılmaktadır. Bunun sebebi, onların Muhammed kelimesini kullanamamaları değil, Muhammed kelimesinin doğrudan ifadesinin onu temsile hazır olmayanlarda Muhammed’e bir eksiklik olacağı düşüncesindir. Bundan dolayı da Mehmet diyerek eksiklikleri, yanlışlıkları veya beşeri zaafları O’na yönlendirmemeye, O’nun adını anarak da Hz. Muhammed’le bütünleşmeyi ve O’nu içselleştirmeyi hedeflemişlerdir. İnsanımız Muhammed’i deyim yerindeyse bir anne babanın çocuğunu sevdiği gibi bağrına basmayı ve onunla hemhal olmayı arzu etmektedir. 12 SENCE 2014 Sayı 4 Yine Hz. Muhammed’i hiç görmeden O’na iman etmiş bir millet olarak, Türk milleti şiirlerle naatlarla veya O’nun adına yazılan mevlidlerle hep O’nun üstün vasıflarını anlatmaya ve O’nu yeni nesillere tanıtılmaya özen göstermiştir. Zaman zaman O’nun adı anılarak, salavat-ı şerif getirilerek, O’nun şefaati arzu edilip, hem dünyevi huzur hem de ahirette şefaatinin gerçekleşmesi beklentisi içine girilmiştir. Dolayısıyla Türk milleti Müslüman olduğu tarihten itibaren deyim yerindeyse Hz. Muhammed’le yatmış, Hz. Muhammed’le kalkmış, gecesinde ve gündüzünde tüm işlerinde O’nunla bütünleşmiştir. Hz. Muhammed’e olan ilgisi, onun Allah’a ulaşmasında önemli bir mesafe, bir kilometre taşı olarak da kendini göstermiştir. Kuran’ın; “Allah’a itaat eden Hz. Muhammed’e itaat etsin” veya “Hz. Muhammed’e itaat etmek, Allah’a itaat etmekle eşdeğerdir” kabilindeki ayetlere bakıldığında, Hz. Muhammed’e olan sevginin ve itaatin, Allah’a itaat ve O’na sevgi noktasında birleştiği görülür. Bu Türklerin peygamber sevgisinde kendisini ifade etmeye yetmiştir. Aynı şekilde; “Eğer Siz Allah’ı seviyorsanız, Hz. Muhammed’e tabii olun ki, Allah’ta sizi sevsin” ayeti Hz. Muhammed’e sevgiyi doğal olarak, bir ilahi emir olarak algılamaya ve bunu onunla bütünleştirmeye sebebiyet vermiştir. Buradan hareket ettiğimizde Türk milletinin peygamber sevgisi, sadece ve sadece bir beşerin sevgisi değil, bir beşerin Allah’a ulaşma konusundaki sevgisi olarak değerlendirilmektedir. Röportaj Yine bilindiği gibi Hz. Muhammed’in sevilmesi, sayılması bir gülle sembolize edilmiştir. İşin zirai tarafı düşünülecek olursa, bu anlamda çiçekte Muhammed’in nurunu ya da kokusunu hissetmek pratik olarak mümkün değil, fakat Türk insanı Hz. Muhammed’i o kadar güzel algılamaya ve güzel bir şeyle sembolize etmeye çalışmıştır ki “O en güzeldir veya en güzel O’na layıktır” kabilinden değerlendirmiştir. Ve bu bağlamda gülle O’nun arasında bir ilgi kurmuştur. Onu koklarken Hz. Muhammed’i hissetmeye çalışmıştır. Bizim geleneksel kültürümüzde, Hz. Peygamberin doğum gününü çeşitli etkinliklerle mevlid kandili olarak kutlanmaktadır. Hz. Muhammed’in doğum günü mevlid kandili olarak ifade edilirken, asırlar sonra Osmanlı’nın ilk döneminde Süleyman Çelebi tarafından yazılan bir naatla kendisini özdeşleştirmiştir. Bu mevlüd yani Süleyman Çelebi tarafından yazılan mevlüd, gerek şiir özellikleri, gerekse muhteva açısından Türk Milletiyle o kadar bütünleşmiş ki o okunduğu zaman Hz. Peygamber akla gelmiş, ve onunla bütünleşmiştir. “Kutlu Doğum Haftası” geleneği İslam Ülkelerinde var mıdır? Peygamberimizin doğum günü “mevlüd kandili” 12 Rebi-ül evvel olarak, Kameri ay geleneği içerisinde her yıl 10 gün geriye giderek kutlanırken, 1989 yılında Türkiye Diyanet Vakfının, Diyanet İşleri Başkanlığı ile organize olarak yapmış olduğu bir değerlendirme sonucunda, bunun bir hafta içerisinde kutlanılmasının çok yararlı olacağı kanaati hasıl olmuş ve sabit bir tarih belirleme adına da, Nisan ayının 20’sinden sonraki günü içine alan dönem Kutlu Doğum Haftası olarak Peygamberimiz adına tahsis edilmiştir. (Bu yıl da 14-20 Nisan) O günden bugüne gerek Diyanet İşleri Başkanlığı, gerekse onunla koordineli çalışan ilahiyat fakülteleri, her yıl Hz. Peygamberin bir özelliğini gündeme taşıyarak; O’nu yakından tanımayı ve yeni nesillere tanıtabilmeyi hedeflemişlerdir. Türk Milleti olarak, dünden bugüne kutlaya geldiğimiz bu kutlu doğum haftalarının diğer toplumlarda benzerini bulmak mümkün değildir. İslam dünyasında da mutlaka bireysel olarak bugünü anan, bugünle ilgili program yapanlar olmuştur. Lakin devlet olarak, kurumsal olarak böylesine geniş bir uygulama, geniş katılımlı anma faaliyeti sadece ve sadece Türkiye’ye ve Türk Milletine mahsustur. Bu da bizi mutlu etmektedir. Netice olarak, kutlu doğum adı özgün bir isim olarak, mevlüd geleneği de özgün bir kavram olarak Türk mille- SENCE 2014 Sayı 4 13 SENCE tine mahsus bir değerlendirmedir, dersek herhalde yanlış olmaz. Bu kutlamalarda Hz. Muhammed’in, peygamberlik yönü gündeme getirilirken, aynı zamanda O’nun insan olma ve Müslüman olma boyutları da gündeme taşınmakta, O’nun örnek kişiliğinden hareketle iyi Müslüman nasıl olunabileceği konusu üzerinde de durulmaya çalışılmaktadır. Peygamberimizin “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” ifadesini yorumlar mısınız? Kur’an-ı Kerim; “Sen muhakkak çok yüce bir ahlak üzeresin” ifadesini buyururken, Hz. Muhammed’in ahlaki özellikleri, temsil boyutu ve ahlaki güzellikleri tamamlamak sorumluluğuyla görevlendirildiğine dikkat çeker. Hadisi kutsilerde ifade edilen şekline bakılır ise, Hz. Muhammed’in insanlığa örnek olma konumundan kaynaklanan bütün özelliklerinin bir ahlak misyonu çerçevesinde şekillendiğini görmüş oluyoruz. Onun oturuşundan, yaşam tarzına, söylemlerinden, beşeri ilişkilerine, aile içi ilişkilerden, toplumsal sorumluluklarına kadar her alanda bir model oluşturduğu dikkat çekmektedir. Onu bir model konumuna getiren davranış teorinin pratiğe dönmesidir. İslami kavramla ifade edecek olursak, ayetlerin bir Müslüman üzerindeki tecellisi Hz. Muhammed olarak kendisini ifade etmiş ve bu bağlamda da insanlar bir model Müslümanı O’nun şahsında görerek kendilerine O’nu örnek almaya çalışmışlardır. Her toplum içerisinde toplumu belli noktalarda birleştiren değerler olabilir. Örneğin kız çocuklarının diri diri gömülmesi... O toplum o gün bunları içselleştirmiş ve toplum içerisinde bunlar yadırganmadan uygulana gelen davranışlar olmuştur. Fakat bu değerler bir din olarak, hem de ilahi bir din olarak gelen İslam ile ne kadar bağdaşır? O’nun ruhuna ne kadar uygun olur bu bilinmiyor. Hz. Muhammed, “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için geldim” dediğinde, o toplumda güzel gibi görünenlerin normalde güzel olmadığını oysa bunların daha güzellerinin var olduğunu ve o sorumlulukla görevlendirildiğini ifade etmektedir. Bu açıdan bakıldığında Hz. Muhammed bir model, bir ideal Müslüman tipi olarak karşımızdadır. 14 SENCE 2014 Sayı 4 Ancak herkes sadece şekilsel alanda Muhammed’i örnek almaya başlayınca işin ruhu, verilmek istenen asıl mesaj unutuluyor. (Örneğin sarık sarmak, takke kullanmak gibi...) Burada ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim beyanının arkasında sadece işin şekle dayalı ve her beşer tarafından pratize edilebilecek alanlarına değil, aynı zamanda bir dinin ruhu kabilinden olabilecek ve insanı yönlendirebilecek alanlarına da bakmak gerekir. Toplumu bir bütün olarak kardeşlik dayanışma ve paylaşma noktasında kuşatabilecek bu alanlara da yönelmek lazım. Ben, ahlâki güzelliklerin tamamlanması noktasında, Hz. Muhammed’in kendi şahsiyetinde bir model oluşturduğunu düşünüyorum. Hz. Ayşe’ye “Hz. Muhammed’in ahlakı neydi?” diye sorulduğunda verdiği cevap; “Siz Kur’an okuyor musunuz? O Kur’an’dı.” Bunun için pek çok yerde denilir ki Hz. Muhammed yaşayan Kur’an’dı. Eğer Hz. Muhammed yaşayan Kur’an ise, Müslümanların O’nu model olarak almaları aynı zamanda Kur’an’ı hayata indirgemeleri anlamına gelir. Eğer bir Müslüman Kur’an’la bütünleşememiş onu anlayamamış O’nu yansıtamamış ise şekilsel olarak Hz. Muhammed’i temsil ettiği algısının bu bağlamda pek de bir anlam ifade etmeyeceğini söylemem herhalde yanlış olmaz. Peygamberimizin veda hutbesinde vermek istediği mesajlar nelerdir? Hz. Peygamberimiz hayatında bir defa hac ediyor. O hac’ca da biz Veda Haccı diyoruz. Veda Haccı Hz. Peygamber’in 100 binin üzerinde ki insana hitap ettiği meşhur hutbesidir. Burada “Ey insanlar!” diyerek hutbeye başlamasını dikkatinize sunmak istiyorum. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de 2 tabir kullanılır. Biri “ey iman edenler”, diğeri de “ey insanlar”. “Ey iman edenler” ifadesi daha lokal bir alanı oluşturur. Birisi, “ben inandım” diyorsa o zaman nasıl inandığı ve inandıktan sonra neler yapması gerektiği hususu ön plana çıkar. Ama ‘Ey insanlar’ diye hitap ediyorsa bu bütün insanlığı kuşatır ve onların akıllarına, vicdanlarına ve gönüllerine hitap etmek suretiyle onların da inananlar sınıfına katılması arzu edilir. Zira her insanın, inansın inanmasın yaratılışta eşit olduğu, yarın ilahi adaletin uygulanacağı ahirette de insan Röportaj olgusu olarak harş edileceğini göz ardı etmememiz lazım. Dolayısıyla Allah; insana, hidayete ermesi arzusuyla birtakım yönlendirmelerde bulunuyor ise Hz. Muhammed de Peygamberlik vasfıyla, herkesin hidayetten nasibini alarak, insan olma cehaletinden kaynaklanan mağduriyetlerinin giderilmesi gerektiğine dikkat çeker. Bundan dolayı ‘Ey insanlar’ hitabı sadece orada olup O’nu dinleyenleri değil, herkesi kuşatır. Bu bağlamda düşünüldüğünde veda hutbesi insan hakları evrensel beyannamesinden çok daha önce bütün insanlığı kuşatan bir değer olması bakımından anlam ifade etmektedir. Veda hutbesi; dünden bugüne Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar, peygamberler geleneğinin üzerinde durduğu temel evrensel değerlerin deyim yerindeyse yeniden hatırlatılmasıdır. Özellikle Allah-kul ilişkileri ve insanlar arasındaki ilişkiler açısından önem arz etmektedir. Hz. Peygamber’in burada vurguladığı hususların başında: Kulun bir beşer olduğu, kendisini yaratan, yaşatan, öldüren ve tekrar dirilten bir Allah’ın olduğu, Eğer bir beşerseniz, bu alemde sizin dışınızda başkalarınında olduğunu, onlarla bir alanda birlikte yaşamaya mahkum olduğunuzu, Kadın erkek, inanan inanmayan herkesin dünyada yaşama durumu söz konusu ise yapılacak işin herkesin hakkını kendisine vererek yaşatmak olduğu, Akrabalık ilişkilerinin, dini duygusallık veya beşeri zaafların ön plana çıkarılarak birilerini dışlama veya ötekileştirmenin doğru olmadığı bu manada herkesin kendi bireysel sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiği, Ayrıca veda hutbesinde adam öldürmeden, faize, karı koca ilişkilerinden, diğer insan ilişkilerine kadar her şey deyim yerindeyse en kalıcı şekilde vurgulanır. Bu bir toplumsal değerlendirme ise “efradını cami ayarını mani” dediğimiz mahiyette hepsini kuşatan ama içinde olmaması gerekenleri de ayıklayan bir nitelik taşıması gerekir. Hz. Peygamberimizin burada vurguladığı bir husus çok önem arz ediyor. “Burada bulunmayanlara sözümü duyurunuz. Belki o bulunmayanlar içinde sözlerimi burada bulunanlardan daha çok ve uygulayacaklar vardır. Allah’ın size bildirmemi istediği şeyleri size böylece bildirmiş oluyorum.” Burada amaç verilen mesajların insanlığın ortak paydası haline getirilebilmesi ve bunun bir şekilde toplumda yaygınlaştırılması arzusudur. Bir Müslümanın dini öğrenirken bunu bilmesi yetmiyor. Bildiği kadarını pratiğe çevirebilmesi ve uygulayabilmesi öne çıkıyor. İşte Hz. Peygamber bu mesajı burada bulunanlar bir başkasına aktarsın derken, onların bunu uygulayabileceği, verdiği evrensel mesajların başkaları tarafından öğrenilmesi ve uygulanması hassasiyetidir. Hz. Muhammed ortaya koyduğu ilkelerle, insanlığın bundan sonra duyabileceği her türlü sıkıntıları temelinden çözmeye çalışmıştır. O’nun ortaya koyduğu evrensel kuralların aynı zamanda bir ilahi mesaj olduğu hususu da göz ardı edilmemelidir. SENCE 2014 Sayı 4 15 SENCE Bugün batılı toplumlarda karı-koca ilişkilerinde birtakım standartlar oluşturmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde de sözüm ona Avrupa birliğine uyum çalışmaları kapsamında, kadına şiddetin önlenmesi, aile içi huzurun sağlanması, çocuk haklarının korunması gibi bir takım çalışmalar yapılmaktadır. Eğer siz geçmişte Hz. Peygamber’in uyarılarını dikkate alsaydınız o zaman ne bugün kadınlar şiddete uğrardı, ne de kadın sığınma evlerine ihtiyaç olurdu. Demek ki Hz. Muhammed bunu asırlar öncesinden bir gündem maddesi olarak ifade etmiş, gelecek toplumların ihtiyaçlarına bu manada çözüm üretmiştir. Bunlardan bir tanesi de Hz. Muhammed’in asırlar öncesinden söylediği, “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi bir başkasına yapma!” uyarısıdır. Hz. Muhammed Kur’an’ı insanlara tebliğ eden ve tebyin eden peygamberdir. Yani Allah’tan aldığı mesajı insanlığa aktarıyor ve aynı zamanda o mesajı bizatihi kendi uyguluyor. Eğer Kur’an’ın zaman şümul ve cihan şümul bir kutsal metin olduğuna inanıyorsak yani kıyamete kadar başka bir kutsal metin, başka bir vahiy gelmeyeceğine yeryüzünün bütün insanlarının bu kitaptan yararlanabilme ihtimali üzerinde duruyor isek, Hz. Peygamber’in konumunu da bu saadette değerlendirmemiz lazım. O zaman Hz. Peygamber’in nasıl peygamberlerin sonuncusu olduğunu nasıl âlemlere rahmet olarak gönderildiğini; diğer peygamberlerin sorumluluk ve görev alanlarının lokal olmasına rağmen, Hz. Peygamber’in evrensel ve kıyamete kadar bir Peygamber olduğunu öğrenmiş oluruz. Veda hutbesi bu sadette bir evrensel belge olarak kıyamete kadar insanlığın bütün sorunlarına çözüm üretebilecek, bunların uygulanması halinde beşeri doktrinlere veya yeni yeni hukuk icatlarına da ihtiyaç kalmayacaktır. Biliyorsunuz biz bir emek örgütüyüz Peygamberimizin emeğe ve alın terine verdiği önem nedir? Veda Hutbesinde “Her kimin hakkı varsa, benden gelsin hakkını alsın” ifadesi bize hangi mesajı vermektedir? Biz bu mesajları doğru okuyabildik mi? 16 SENCE 2014 Sayı 4 Hz. Peygamber hakka ve hak ihlallerine çok önem vermekteydi. Bu noktada toplumun adalet ilkelerine uymasını, Kur’an ayetlerinin pratikte uygulanmasını önemsiyordu. Vefatından önce hutbesinde kendisinin bir beşer olduğunu, o toplumda bir takım insanlarla hukuk çerçevesinde ilişkilerde bulunduğunu ve bazılarının mağdur olabileceğini ifade ederek şöyle diyor; “Eğer siz herhangi biriniz benden bir şekilde hak konusunda mağdur olduysanız birinizin hakkını gasp etmiş ya da ihlal etmiş isem, kimin hakkını gasp etmiş kimin hakkını ihlal etmişsem, o gelsin benden o haklarını iade alsın. Zira yarın Rabbimin huzuruna içimizden birisinin hakkıyla çıkmak istemiyorum.” Şimdi bu sosyal olgu içerisinde düşündüğümüzde Hz Muhammed’in örnek kişiliği ve toplumsal huzurumuz açısından hadislerin ne kadar önem arz ettiği dikkat çekmektedir. İşveren ve çalışanların, Allah’ın birini işveren diğerini de işe katkıda bulunan konumunda imtihan ettiğini göz ardı etmemeleri lazım. Siz onların sebebi ile para kazanıyor, ailenizi doyuruyor hatta deyim yerindeyse servetinize servet kapatabiliyorsunuz. Ama unutmayın ki sizin verdiğiniz kazanımlarla da o insan aynı şekilde hem kendini hem ailesini doyurabiliyor. Eğer siz sizi zengin eden, size hizmet eden insanların hak gaspına sebep olursanız; unutmayın ki size bu rızkı bir imtihan olarak veren Allah yarın bir şekilde onu da sizin elinizden alarak mağduriyet sebebiniz olabilir. Bu nedenle, işçi ve işveren arasındaki diyaloğun hukuka, genel ahlaka ve adalet prensiplerine uyması lazım. Mağdur olanların mağduriyet sebeplerinin telafisi bu dünyada mümkün olmazsa, ölüm ötesi dediğimiz ve mutlak olgu olduğuna inandığımız ahirette Allah’ın adaletinin şaşmayacağını da unutmamamız gerekir. Öncelikle şöyle düşünelim, Hz. Peygamberimiz bir melek değil, bir insan. Çocukluğundan peygamberlik dönemine kadar hiçbir zaman kendisini bir kral konumunda görmemiş, başkaları kazansın ben yiyeyim noktasına ulaşmamış, başkalarını kendisine hizmet ettirme konusunda kişisel bir baskı tesis etmemiştir. Kendisi hayatın bütün sektörlerinde çalıştı desek abartmış olmayız herhalde. Bu konuda en önemli örneklerinden bir tanesi henüz Mekke’de iken Hilful-Füdul Cemiyetinde başkalarının haklarının korunması konusunda hakemlik sorumluluğunu üstlenmesidir. Bu çok önemli bir hadisedir. Çünkü o çevreden Mek- Peygamberimiz, insanlar kendilerinin korunması için bir bedel ödeyecekse o bedeli istismar eden değil, bizatihi o bedeli kendisi de ödeyen bir örnek insan konumundadır. Mescid-i Nebevi’nin inşaasında nasıl çalıştığını ve nasıl katkılarda bulunduğunu yine aynı şekilde Hendekte de nasıl olduğunu görüyoruz. Bunun örneklerini birçok şekilde çoğaltabiliriz. Hakkın teslimi adaletin gereği olarak karşımıza çıkar. Eğer toplumda bir devlet başkanı, bir Peygamber veya bir önder olarak adaletin tesisine katkı sağlamadıysanız o zaman hukuk ihlallerinin olması birilerinin kazanırken birilerinin mağdur olması söz konusudur. Röportaj ke’ye ticaret ve seyahat için gelenlerin Mekkelilerin yanlış uygulamalarından kaynaklanan hak gasplarını iade etmek konusunda ön ayak olmuş bir mecliste ciddi bir konum üstlenmiştir. Bu bana göre hak gaspının ne olduğunu bilmeyen bir toplumda insanları böyle bir alanda duyarlı hale getirilme konusunda fevkalade önemli bir olgudur. Henüz bunu Peygamberlik görevini üstlenmeden yaptığını düşünecek olursak, Hz. Peygamber’in bu konuda ne kadar duyarlı ve ne kadar donanımlı olduğunu görebiliriz. Bu noktada Hz. Muhammed’in sözlü beyanları bulunmaktadır. “İşçinin ücretini alnının teri kurumadan veriniz.” “Hiç kimse kendi el emeğiyle kazandığından daha hayırlı bir lokma yememiştir.” gibi. Ama bir hadisi şerifi vardır ki; “Allah yarın kendisiyle hasım olarak geleceği günde yani ahiret gününde şu kişilere haklarını teslim etmedikçe azap edecektir” ... “Bunlardan bir tanesi kendi çalıştırdığı insanların haklarına gasp etmiş olan işverendir.” diyor. Hz. Peygamber’in hem devlet başkanı, hem önder hem de aynı zamanda bir peygamber olarak bu beyanı çok önem arz ediyor. O bir toplumda yaşıyordu ve hem alan hem veren konumu söz konusuydu. Onun dinamizmi, o toplumun toplumsal huzuru, mutluluğu ve adalet ilkeleri bir bütün olarak işlerse anlam ifade eder. Fahr-i Âlem Seyyidi kainât Hazret-i Salevât Muhammed Mustafâ râ velâ Allah âdın zikredelim ev her kulâ Vâcib oldur cümle işde vel anâ Allah âdın her kim ol ev anâ Her işi âsân ider Allah önü Allah âdı olsa her işin ın sonu Hergiz ebter olmaya ân di müdâm Her nefesde Allah âdın tamâm Allah âdıyle olur her iş ile lisân Bir kez Allah dese aşk sl-i hazân Dökülür cümle günah mi r eyleyen İsm-i pâkin pâk olur zik diyen Her murâda erişür Allah elim Aşk ile gel imdi Allah diy îdelim Dert ile göz yaş ile âh pâdişah Ola kim rahmet kıla ol ol ilâh Ol kerîm-ü ol rahîm-ü kdürür Birdir ol birliğine şek yo r çokdürür Gerçi yanlış söyleyenle var idi Cümle-âlem yoğ iken ol bbâr idi Yaradılmışdan ganî ce melek Vâr iken ol yok idi ins-ü hem nüh felek Arş-ü ferş-ü ay-ü gün eyledi Sun’ ile bunlârı ol vâr ledi Birliğine cümle ikrar ey m ol celîl Kudretin izhâr edüp he lîl Birliğine bunları kıldı de r oldu cihân “Ol !” dedi bir kerre vâ r ol dem hemân “Olma !” derse mahv olu varliğa sebeb Pes Muhammeddir bur taleb Sıdk ile ânın rızasın kıl söze Ey azizler işte başlarız size Bir vasıyyet kılarız illâ r kim tuta Ol vasıyyet ki direm he rdâ tüte Misk gibi kokûsu canla e anâ Hak-Teâlâ rahmet eyley anâ Kim beni ol bir dua ile a buluna Her kim ki diler bu duad luna Fâtiha ihsân ede ben kû El-Fâtiha * SENCE 2014 Sayı 4 17 Kimler Geldi ALPARSLAN TÜRKEŞ (25 Kasım 1917- 4 Nisan 1997) “Millî kalkınmamızı Kimler Geçti... MUHSİN YAZICIOĞLU (31 Aralık 1954 - 25 Mart 2009) gerçekleştirmek, her Türk “Ben Türk’üm, Türk esir oImaz. ferdini hür yapabilmek için Ben Türk’üm, Türk DevIetsiz oI- Türk Milletini yeniden kurmak maz. Ben Türk’üm, Türk Bayraksız zorundayız. Vatandaşlarımız oImaz. Ben Türk’üm, Türk Ezansız arasında parti, mezhep, ırk oImaz. Ben Türk’üm, Türk Hürri- ve bölge farkı gözetmeksizin yetsiz oImaz.” karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan bağlar dokuyacağız.” “Hayat böyledir dostum! Geçer Beklemekle.. “Başarı için muntazam plânlı çalışma yapmak lâzımdır. Son nefesimizi verinceye kadar çalışacağız” Ümitlerin bittiği yerde, Abdest al “Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür” kadar fırıIdak oImanın anIamı ve sabahı bekle..” “Bir saniyesine biIe hakim oImadığınız bir dünya için;bu yoktur” “Ben sonsuzluğu düşünüyorum Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum Durun kapanmayın pencerelerim Güneşimi kapatmayın Beton çok soğuk, üşüyorum..” 18 SENCE 2014 Sayı 4 NECİP FAZIL KISAKÜREK (26 Mayıs 1904-25 Mayıs 1983) “İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal. Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal, Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan; Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.” “Arap atı, İngiliz kumaşı nasıl ki birer marka olmuşsa aynı şekilde “nefasette Türk tütünü, kıymette Türk parası, nizamda Türk ordusu, güzellikte Türk kadını, sağlamlıkta Türk erkeği, sistemde Türk idaresi incelikte Türk politikası, usulde Türk mektebi, gerçeklikte Türk ilmi, derinlikte Türk tefekkürü, safiyette Türk sanatı, imanda Türk ruhu ve her şeyde ve her şubede Türk varlığı olmalıdır. Gaye budur.” (Başyücelik Devleti”nin temel prensipleri) “Ne ayak dayanır buna, ne tırnak! Bir âlem ki, gökler boru içinde! Akıl, olmazların zoru içinde. Üstüste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu? Buradan insan mı çıkar, tabut mu?” “Son günüm olmasın çelengim top arabam Beni alıp götürsün tam dört inanmış adam” Değer AŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU (25 Ekim 1894-21 Mart 1973) Yıl 1901 Sivas. Çiçek salgını var. Veysel 7 yaşında. O günleri şöyle anlatır: “Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeğe gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan.” “Güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” “Dünyaya Geldiğim Anda Yürüdüm Aynı Zamanda İki Kapılı Bir Handa Gidiyorum Gündüz Gece Uykuda Dahi Yürüyom Kalmaya Sebep Arıyom Gidenleri Hep Görüyom Gidiyorum Gündüz Gece” “Veysel günler geçti yaş altmış oldu Döküldü yaprağım güllerim soldu Gemi yükün aldı gam ilen doldu Harekete kimse mani olamaz” SAKIP SABANCI (7 NİSAN 1933-10 NİSAN 2004) “Hiçbir işi “KIYISINDAN KÖŞESİNDEN TUTMAYIN”. Yapacağınız iş ne ise küçümsemeden ona sahip çıkın.” “İyiyi yüreklendirin, alkış verin. Kötüyü ayıplayın, ceza verin.Kim akıllı üretir ise onun yanında olun. Kim akılsız tüketir ise ondan uzak durun.” “……Gençliğimde bisikletten motosiklete geçmek benim için çok büyük bir olaydır. Motosikletim yoktu. O yıllarda Adana’da saati 5 liradan motosiklet kiralanırdı. Benim kiralık motosiklet düşkünlüğümü babam duymuş. Kazadan korktuğu için motosiklete binmememi söyledi. Ama ben, bir yanda babamdan korkarken, öte yanda motosiklet sevgimi yenemeyip, gizli gizli kiralık motosiklet ile dolaşmayı sürdürdüm. …. Bir gün gene kiraladığım motosikletin üzerinde zevkten uçarak giderken Bağlar Yolunda, pamuk almaktan dönen babama rastladım. Babam “sana harçlığını bu fuzuli alete yatırma diye kaç kere söyledim” diyerek beni azarladı. Esas üzüldüğü harçlığımı bu işe yatırmam değil de bir kazaya uğramamdı. Bunu biliyordum. Aradan 40 yıl geçti. 1984 yılında İngiltere’de bir mağazada, oyuncak gibi bir motosiklet gördüm. …. Dayanamadım aldım. Elli yaşından sonra, Emirgan’da Atlı Köşk’ün bahçesinde kimse görmeden o küçük motosiklet ile dolaşıyordum. Yıllar önce içimde kalmış çocukluk heyecanım, hala küllenmemiş.” SENCE 2014 Sayı 4 19 SENCE Türk İslam Sentezi Mehmet Akif TERZİ ⎟ Türk Büro-Sen İstanbul 1 No’lu Şb. Bşk. Yrd. Muhafazakâr Milliyetçilik ve Cumhuriyet Dönemi Milliyetçiliği 20 müş, algılanmış ve kabul edilmiştir. Osmanlı döneminden farklı olarak Milli Mücadele sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olma amacındaydı. İlişkinin boyutu ya da niteliği ne olursa olsun üstünde mutabık kalınan nokta Türk Milliyetçiliği ile İslâm dininin Cumhuriyet döneminde bir arada vurgulandığıdır. Balkan savaşları sonunda imzalanan barış antlaşmalarıyla çizilen ve Misak-ı Milli ile teyit edilen sınırlar, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez sınırları oldu. İlk amaç bu sınırlar içerisinde milli bir devlet kurmaktı. Milliyetçilik de bu devletin temel ilkelerinden biri olarak belirlendi. Muhafazakâr milliyetçilik konusunda ilk izleri Şemseddin Günaltay ve Nurettin Topçu’da görmekteyiz. Meşrutiyetten Cumhuriyet’e geçen nesilden M. Şemsettin Günaltay, İslâmcı bir dergi olan Sebilür-reşat’ın ateşli yazarlarından ve medresede profesör olmasına rağmen ileri bir Türkçüydü. Muhafazakâr milliyetçilik ile anlatmaya çalışacağımız olgu cumhuriyet döneminde ortaya çıkan İslâm motifli Türk Milliyetçiliğidir. Yani İslâm ile milliyetçiliğin bir arada formüle edilmesidir. Günaltay, milleti ve milliyetçiliği doğru idrak edildiği takdirde yani ona göre din ile buluşturulduğu takdirde çöküntüyü engelleyecek çare olarak görüyordu. Bu, kimilerine göre bir Türk-İslâm sentezi, kimilerine göre ise sentezden daha çok İslâm ve Türk Milliyetçiliği arasında bir eklektik ilişki olarak görül- Milli asabiyeti uyandırmayı ve Anadolu’daki ırk zayıflığını gidermeyi kötü gidişi durduracak ve ilerlemeyi sağlayacak çözüm olarak ortaya koyuyordu. SENCE 2014 Sayı 4 Yani milli ruhu canlandırmak ve milli bilinci uyandırmakla Anadolu’da bulunan Türkler kendine gelecek ve ilerleme sağlanacaktı. Onun milliyetçilik üzerindeki din vurgusu da burada devreye girmekteydi. Çünkü bunları gerçekleştirmek için ciddi bir İslâm eğitimi ile Milli Eğitimi kuvvetlendirmek gerekmekteydi. Ancak Günaltay, Anadolu vurgusunu yaparken Anadolu öncesindeki Türk tarihini ihmal etmez. Ona göre Türkler, tarihin tanıdığı en eski kavimlerden biri olarak daima bağımsız ve hâkim yaşamışlardı. Steplerin bu kahraman kavmi İslâm’a çözülmez bir bağ ile bağlanmışlar ve onun için büyük fedakârlıklar yapmışlardı. Türkler, eski asırlardan itibaren milli töreye ve yasalara bağlı kalmışlardı. Bu sayede İslâm dünyasında sürekli ayakta kalmışlar ve başka İslâm milletlerini de korumuşlardı. Bu noktada kurtuluş, üç fikirde birleşmeyi gerektiriyordu: İslâmlaşmak, çağdaş olmak, Türkleşmek. Her üç akım da ihtiyaçtan doğmuştu. Günaltay üç akımı birleştirmede Gökalp’in fikrine katılıyor ancak temel olarak İslâmlığı ele alıyor ve çağdaşlaşma ile Türkleşmeyi ona bağlıyordu. Muhafazakâr milliyetçiliğin doğuşunda etkili olan diğer önemli isim olan Nurettin Topçu, 1925’te kapatılan Şebilür-reşat’tan sonra yayın hayatına giren İslâmi duyarlılığa sahip ilk dergi olan “Hareket dergisini” çıkaran isimdir. Topçu, kısa zamanda mistizm ve tasavvuf izleri taşıyan düşünceleri, fikirleri, ahlak anlayışı ve eserleriyle milliyetçi, muhafazakâr aydınlar için çekim merkezi haline gelmiştir. Nurettin Topçu, millet ve milliyetçilik kavramlarını birbirinden ayrı olarak ele almaktadır. Ona göre millet bir realite iken milliyetçilik bir idealdir. Milliyetçilik, bir insanlar topluluğu olan milli varlığın imanın gerekleri doğrultusunda tarihin her döneminde kendisini yenilemesini sağlayan güçtür. Milliyetçilik, millet gerçeğinin sonsuz hayat enerjisini ifade eder. Millet insanın tanrıya ulaşmasında kat ettiği yolun ruhsal yükselişin aile kurumundan sonraki ikinci basamağıdır. Türk Milleti ise Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüz yıl sonra Anadolu’da kurulmuştur. Göçebe olan Türkmen, Anadolu toprağına yerleşmiş, savaşçıyken çiftçi olmuş, Şamanlıktan kurtulup İslâm’a sığınmıştır. Dokuz yüz yıldan beri yaşayan Türk milleti, İslâm’ın sinesinde yaşayan bu çiftçi millettir. Türk milli tarihinin ortaya koyduğu en büyük ve evrensel inkılâp İslâm dininin Türk’ün ruh ve ahlakında yaptığı inkılâptır. Ancak geçen bu süreye rağmen Topçu, Anadolu’nun kurtuluş savaşının ruh cephesinde henüz yapılmadığını ve henüz yerlerde sürünen Tük-İslâm ruhunun ayağa kaldırılmadığı sürece Anadolu’da yaşayan insanın eşyadan farksız bir varlık olduğunu belirtmektedir. Bu ruhun ayağa kalkması için ise çözüm Topçu’nun ortaya koyduğu milliyetçilik anlayışıdır. Topçunun milliyetçiliğinin dayandığı esasları belirtirken altı maddelik listenin en başına “millet dini, onun ahlakını, örflerini ve kalbini yoğurmuş, Türk-İslâm medeniyetine yön ve kaynak olmuş İslâm dinidir” ifadesini yerleştirir. Yani Topçu’ya göre İslâm, Türk Milliyetçiliğinin dayandığı temel öğedir. İslâm, Anadolu vatanı ile birlikte Türk milletini oluşturan soy, iktisat, dil ve tarih gibi bütün diğer unsurları etrafında toplayan biri maddi diğeri ruhi iki ana prensipten birini oluşturur. Milliyetçilik, insanlık tarihini, milletler ailesi veya milletler mücadelesi olarak kabul eder. Cemiyet birimi olarak bugünkü sosyolojik anlamda “millet” varlığını temel alır. Özel olarak Türk Milliyetçisi de “Türk milleti” varlığını temel alır. Bütün dünya görüşünü veya fikir sistemini Türk milletine göre düzenler. “Her şey Türk için ve Türk’e göre” cümlesi bunu anlatır. Güncel O gün için ise geçmişten geleceğe doğru giderken bir inkılâp devresinden geçiliyordu. Bu geçiş sırasında geçmişin enkazı arasında ne gibi şeylerin milli ruhtan doğduğunu ve ona uygun olduğunu, ne gibi şeylerin milli hayata sonradan sokulmuş olduğunu ve onu yıprattığını belirtmeye çalışmak inkılâbın başarısı için zaruri şarttı. Türk-İslâm Sentezi Düşüncesinin Politik Sahada Varlığı Muhafazakâr milliyetçilik ya da Türk-İslâm Sentezi Düşüncesi konusunda ilk adımları atan Şemseddin Günaltay ve Nuri Topçu olmasına rağmen ne Günaltay ne de Topçu muhafazakâr milliyetçiliğin kitleleri etkilemesini sağlayamamışlardır. Türk-İslâm sentezli muhafazakâr milliyetçiliğin politik olarak ortaya çıkması İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Bu çıkışta en önemli faktör 1940’lardan başlayarak devletin dine bakışının değişmesi ile birlikte kimi zaman örtük kimi zamansa açık bir şekilde toplumda dini tadilat yaşanmaya başlanmasındandır. Bu tadilat milliyetçilik konusunda da kendini göstermiş ve İslâmi vurgusu konusunda çıkışlar görülmüştür. Hatta bu türden bir çıkışı Hamdullah Suphi Tanrıöver gerçekleştirmiştir. Tanrıöver’in bu tutumu, milliyetçilik için bir restorasyon döneminin başladığını habercisidir. Bunun ötesinde artık Türk-İslâm sentezi temelli muhafazakâr milliyetçilik kitlelere ulaşma fırsatı bulmuş ve siyasi bir görüş olarak ortaya çıkma hazırlıklarına başlamıştır. “Hakka Tapar Halkı Tutar” Bunun gerçekleşmesinde ise iki önemli yayın organı ve şahsiyetin payı vardır. Bunlardan biri şüphesiz Necip Fazıl ve onun Büyük Doğu dergisi, diğeri ise Osman Yüksel ve onun çıkarttığı “Serdengeçti” dergileridir. Necip Fazıl’ın, 1943’te çıkarmaya başladığı Büyük Doğu bir cazibe merkezi haline gelmiş ve 40’ların ortalarından itibaren muhafazakâr milliyetçi hareketlenmede önemli bir rol oynamıştır. Muhafa- SENCE 2014 Sayı 4 21 SENCE kimseden korkmuyoruz. Bizler münkir değiliz. Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız. Bütün gayemiz Küçük Asya insanının o bilinmez, o görünmez, bir avuç toprak kadar mütevazı, fakat o kadar manalı ruhunu anlamak, bu topraklar için toprağa düşenlerin çocuklarını bu topraklar üzerinde mesut ve bahtiyar görmektir.” Serdengeçti’nin bu görüşü bundan sonra muhafazakâr milliyetçiliğin sloganı haline gelecek ve Türk-İslâm sentezi bu cümle ile formüle edilecektir: “Tanrı Dağı kadar Türk Hira Dağı kadar Müslüman!” zakâr milliyetçiliğin ne anlama geldiği ve nasıl algılandığının en açık ifadesi 1947’de Osman Yüksel tarafından, “Hakka Tapar Halkı Tutar” ifadesiyle çıkarılan Serdengeçti Dergisinde görülmektedir. Serdengeçti Türkçü dergiler ile muhafazakâr milliyetçiliğin lokomotifi olan Büyük Doğu dergisinin bir bileşkesi niteliğindeydi. Derginin belki de en önemli fonksiyonu milliyetçileri bir araya getirmek için gösterdiği çabadır. Nitekim Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan gibi isimlerle Necip Fazıl bu dergide birlikte yazmaktaydı. Örneğin aynı sayı içerisinde Nihal Atsız, Said-i Nursi, Ali Fuat Başgil’in yazıları bulunabilmekteydi. “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız” Dergi milliyetçilik anlayışını şu şekilde dile getiriyordu: “Allah’tan başka 22 SENCE 2014 Sayı 4 Nitekim savaş yıllarından sonra milliyetçilik: “Türk dilinden, Türk karakteri ve ahlakından, İslâm dininden, tarih birliği şuurundan ve bütün bunların fiili hayattaki bilumum belirtilerinden kurulu olan Türk milli kültürünün yaşattığı Türk milletini sevmek ve saymak.” Türk milliyetçisi ise “Türk düşüncesinin ilmi, fikri, edebi, felsefi ve teknik sahalarda imkânlarını zenginleştiren, İslâmiyet’i muhterem tutan, Dünya Türklüğünün istiklal, hürriyet, refah ve saadeti için çalışan insan” olarak tanımlanmıştır. Atatürk ve Milliyetçilik Türk Milliyetçiliğinin adı Atatürkçülük değildir, ancak Atatürk, kesinlikle bir Türk milliyetçisidir Atatürk’te milliyetçilik fikirlerinin oluşmasındaki en büyük etken Ziya Gökalp’tir. Bununla birlikte dönemin şair ve yazarları Atatürk’ün milliyetçilikle ilgili fikir yapılanmasında oldukça etkilidir. Atatürk, bir sohbet sırasında anlattığı aşağıdaki hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini şöyle ortaya koymak- tadır: “Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. Osmanlı toplumunu meydana getiren Türk’ten başka milletlere, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırktaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavmi necip’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler ikinci plânda gelen, önemsiz halk yığınları sayılıyordu. Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisinde öğrenci iken okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısraıyla başlayan manzumesinde, bana millî benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum…” Atatürk, milleti, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu siyasal ve sosyal bir bütün olarak tarif etmiştir. Bu tarife göre Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı, din ve ırk birliğine dayanmamaktadır. Kurtuluş Savaşında yapılan topyekûn mücadelede millet olarak tek yumruk olan ülke insanı kendini diğer fertlerden farklı görmeksizin canları ve malları ile bu kutlu mücadelede yerlerini almışlardı. Vatan mücadelesinde omuz omuza kader birliği yaparak canlarını feda eden bu insanlar Türk milletinin temel felsefesini oluştururlar. Bundan dolayıdır ki Atatürk Türk Milletini “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir” diye tarif etmiştir. Atatürk’ün Türk Milliyetçiliği ile ilgili görüşlerini kendi sözlerinden aktaralım: “Bir yurdun en değerli varlığı, yurt- “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” “Asıl olan, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklâle sahip olunarak sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde yaşarsa yaşasın, istiklâlden mahrum bir millet, medenî insanlık içinde uşak olmaktan başka bir değer ifade etmez. Uşak muamelesine tabi tutulur.” “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” Millî Mücadele döneminde, batılı emperyalist devletlerce paylaşılmaya çalışılan Türkiye’de milliyetçilik, emperyalizme karşı direnmenin bayraktarlığını yapmıştır. Ümmet bilincinden millet bilincine geçiş Türk toplumuna emperyalizme karşı direnme gücü aşılamıştır. Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasında en önemli etken olmuştur. Millî Mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin milletler topluluğu görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir millî devlet hüviyetine kavuşmuştur. Büyük Millet Meclisinin açılışı ise egemenliğin millete geçmesi yönünde atılmış en önemli adımdır. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, düsturu doğrultusunda atılan bu adım ile Türk milleti kendi kararlarını kendi vermenin hazzını yaşamaya başlamıştır. Türk Milliyetçiliği ile en sağlam birliktelik olan siyasal, kültürel ve ülkü birliğine dayanan önemli bir birlikteliğin temeli atılmıştır. Türk Milliyetçiliği, barışçı bir hedefi öngördüğünden saldırgan ve yayılmacı amaçları reddetmiştir. Milleti millet yapan, Milli Devlettir. Milli Devlet, Türk Milliyetçiliğinin de bir sembolüdür Türk Milliyetçilerinin çabalarıyla kurulan yeni Cumhuriyetin adı Türk tarihinde Göktürklerden sonra ikinci kez Türk adının kullanıldığı Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Yeni nesillerin yetişmesi aşamasında, eğitim ve öğretimin bütün kademelerinde dil ve tarih derslerinin okutulması yine milliyetçilik ilkesinin bir uygulamasıdır. “Ne mutlu Türk’üm diyene” Şu anda yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın ikinci maddesinde Cumhuriyet’in nitelikleri arasında ‘Atatürk Milliyetçiliği’ kavramının kullanılması benimsenmiştir. Bu madde uyarınca, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlan- gıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” İbaresi yer almıştır. Maddenin gerekçesinde belirtildiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti her şeyden önce Atatürk Milliyetçiliğine bağlı; yani bütün fertlerinin kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde, diğer bir deyişle, milli dayanışma ve adalet anlayışı içerisinde yaşayan bir toplumdur. Güncel taşlar arasında millî birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin olgunluğudur. Millet varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün yurttaşların canını ve her şeyini derhâl ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir milletin en yenilmez silâhı ve koruma vasıtasıdır. Bu sebeple, Türk milletinin idaresinde ve korunmasında millî birlik, millî duygu, millî kültür en yüksekte göz diktiğimiz idealdir.” Dikkat edilecek olursa anayasanın bu maddesinde, Atatürk Milliyetçiliği ile Türk Milliyetçiliği eş anlamda kullanılmıştır. Bu görüş de Ziya Gökalp’in ortaya koyduğu Milliyetçilik doktrini ile örtüşmektedir. Türk milliyetçisi, Türk dilini koruyan, Türk seciye ve ahlâkını yükselten, Türk düşüncesinin ilmî, fikrî, edebî, felsefî ve teknik sahalarda imkânlarını geliştiren, İslâmiyet’i muhterem tutan, insandır. Türk milletinin kutlu güç kaynaklarının başında İslâmiyet, milliyetçilik ve Türkçülük vardır. Türk milleti için kurtuluş, yükseliş ve yüceliş çaresi, İslâm inançlarıyla milliyetçilik ülküsüne sarılmaktır. “Türklüğü benimseyen ve Türk Milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür.” Türk milletinden olmak demek, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. “Her şey Türk milleti için, Türk’e doğru ve Türk’e göre” “Bu memleket, tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk kalacaktır.” SENCE 2014 Sayı 4 23 SENCE Mevsimsel Alerjik Rinit (Bahar Alerjisi, Nezlesi – Saman Nezlesi) Doç. Dr. Jale ERTEN ⎟ Bilkent Üniversitesi Bahar mevsimi ile birlikte hapşırıklar artıyor !!! Kış mevsiminin ardından baharın gelmesiyle birlikte hava ısınmaya, doğa canlanmaya başlıyor. Ağaçlar çiçekleniyor, çimenler yemyeşil oluyor, çiçekler açıyor, kuşlar ötüyor özellikle de çocuklar için dışarıda bulunmak içerde bulunmaktan çok daha eğlenceli oluyor. Bazı insanlar mevsim değişikliğinin farkına varmazken, bazılarında baharla birlikte hapşırık, burun-göz akıntıları v.s. yani bahar alerjisi şikâyetleri başlıyor. 24 SENCE 2014 Sayı 4 Baharla birlikte polenler artar. Bu aylarda çimen, ot, çiçek ve ağaçların çiçek açmaları ile birlikte polenler atmosfere yayılırlar sonunda ağız, burun, göz ve ciğerlerimize kadar ulaşırlar. Özellikle rüzgârlı havalardan sonra polenler havaya daha çok dağıldığı için şikâyetler artar. Bazı süs bitkilerinin çiçeklerinin polenleri ise ağır olduğu için hava yolu ile dağılamazlar. Bunlar da arı ve böceklerle çevreye yayılırlar. En tipik bahar alerjisi alerjik rinit şeklinde görülür. Vücudumuzda alerjik reaksiyonların oluşmasına neden olan maddelere “alerjen” denir. (polen, küf, toz, hayvan tüyü, akarlar v.b.) Alerjenler hedef organlarda (burun ve gözlerde) bir takım biyokimyasal reaksiyonlara, salgılara neden olurlar bunlardan biri de histamindir. Histamin vücut sıvılarının damarlardan dokulara sızmasına neden olur. Bu da vücutta genel kaşıntı, gözlerde yaşarma, kızarıklık, burunda tıkanıklık ve akıntı, akciğerde ise sekresyon artışı, öksürük, hırıltı vb. neden olur. Sağlık Bahar Alerjisi Nedir? alerjik rinit adı verilir. 19. Yüzyılda hastalık ilk olarak tanımlandığında yanlış bir isimlendirme ile “saman nezlesi” denmiştir. Bunun nedeni polenlerin samanların üzerine yapışması ve rüzgârla dağılmasıdır. Daha sonra hastalığın polenlerle ilgili olduğu belirlenmiştir. Polenler dışında ev tozu, hayvan tüyleri, küf mantarları (“mold” lar), kimyasal maddeler, klor, deterjanlar ve hava kirliliği alerji yapabilir. Alerjik rinitin tüm bir yıl boyunca süren tipi vardır ve perenial rinit olarak adlandırılır. Alerjik rinit ağır bir hastalık olmamasına rağmen kişiyi son derece rahatsız edebilir; uykuyu, yemek yeme ve yaşam şeklini olumsuz etkiler; okul ve işgücü kaybına yol açar. Kent yaşamı alerjik hastalıkların görülme oranını arttırmıştır. Bunda çevre kirliliğinin rol oynadığı düşünülmektedir. Alerjik rinit ağır bir hastalık olmamasına rağmen kişiyi son derece rahatsız edebilir; uykuyu, yemek yeme ve yaşam şeklini olumsuz etkiler; okul ve işgücü kaybına yol açar. Kent yaşamı alerjik hastalıkların görülme oranını arttırmıştır. Bunda çevre kirliliğinin rol oynadığı düşünülmektedir. Bahar Nezlesi Nasıl Anlaşılır? Özellikle histamin salgılanması ile birlikte alerjik rinit belirtileri başlar. Belirtiler; • Hapşırma nöbetleri • Burun tıkanıklığı • Burunda sürekli akıntı • Gözlerde kaşıntı, sulanma (konjonktivit) • Burunda, dudakta, damakta ve boğazda kaşıntı • Öksürük • Baş ağrısı • Göz altlarında morluk Alerjik Rinit Alerjik rinit (saman nezlesi); alerjenlerin hava yolu ile burnun iç kısmını döşeyen ve mukoza adı verilen dokuya yapışarak iltihapsız yangıya (inflamasyon) neden olur. Alerjik rinit çoğunlukla ömür boyu devam eden, fakat ileri yaşlarda şiddeti azalabilen bir hastalıktır. Belirli mevsimlerde (en çok polenlerin uçuştuğu bahar aylarında) ortaya çıkan tipine mevsimsel SENCE 2014 Sayı 4 25 SENCE tutun. Rüzgârlı havalarda evde kalmaya çalışın. • Burnun dış kısmına ve göz çevresine çok ince bir tabaka şeklinde vazelin sürün, polenler vazeline yapışmakta ve böylece girişleri engellenmektedir. • Özellikle kaloriferli evlerde kuru ev havası alerjik rinitin kötüleşmesine neden olabileceğinden, evde hava nemlendiricisi kullanın. Alerji Mi, Soğuk Algınlığı Mı? Burun akıntısı, hapşırma ve öksürük gibi bulgularla seyreden soğuk algınlığı ve alerji çok karıştırılır. Bu iki hastalığı ayırt etmenin tek yolu bekleyip görmektir. Soğuk algınlığı genellikle kısa sürede geçer, alerjik bulgular ise aylarca devam eder. Alerjik Rinitin Tanı ve Tedavisi Alerji düşünülen durumlarda yukarıda saymış olduğumuz klinik bulguların yanında tanıyı kesinleştirmek için bazı testlerin yapılması gerekmektedir. Bu testler 4 gruba ayrılır: 1. Alerjen uyaranlarla temasın kesilmesi, 2. İlaç tedavisi 3. Hiposensibilizasyon (aşı tedavisi) Alerjik Riniti Olan Hastaların Dikkat Etmesi Gerekenler Nelerdir? • Sigara içmeyin ve yanınızda içirmeyin. 4. Burun içine allerjen maddelerle yapılan uyarı testi • Tozlu ve polenli ortamlarda bulunmayın, eğer bulunmak zorundaysanız mutlaka maske kullanın. Polen yoğunluğu en çok sabah erken saatlerde ve akşam saatlerinde olmaktadır. Bu saatlerde dışarı çıkmamaya çalışın Alerjik rinit tedavisinde temel yöntem tüm alerjik hastalıklarda olduğu gibi • Polenlerin uçuştuğu mevsimlerde kapı ve pencerelerinizi kapalı 1. Serolojik (kan) tetkik 2. Deri testleri 3. Burun sekresyonunun kimyasal analizi 26 alerjenden korunmaktır. Alerji tanısı doğrulandıktan sonra uygun tedavi başlatılmalıdır. Tedavi 3 ayrı başlık altında toplanabilir: SENCE 2014 Sayı 4 • Klimalarda kullanılan filtreleri her ay değiştirin, alerjenleri tutan özel filtreler alın. Hava değişimini içeride bulunan havayı kullanarak temizleyen, dışarıdaki havayı kullanmayan özel klimaları tercih edin. • Evinizde tüylü hayvan ve bitki beslemekten kaçının. • Beden temizliğinize dikkat edin, düzenli olarak el ve yüzünüzü yıkarsanız vücudunuza girmek üzere olan polenleri engellersiniz. • Yatmadan önce duş almak, saçları yıkamak yararlı olur. • Polen mevsiminde giysilerinizi açık havada kurutmayın. Şapka ve ceketlerinizi daha sık yıkayın. • Tüylü ve yünlü battaniyeler yerine pamuklu ve sentetik olanları tercih edin • Toz barındırabilecek tarzda kilim, halı gibi ev eşyalarını kullanmamaya özen gösterin. • Polen mevsiminde arabada giderken pencereleri kapalı tutun. SENCE 2014 Sayı 4 27 SENCE İletişim ve Vücut Dili Prof. Dr. M. Hamil NAZİK ⎟ Gazi Üniversitesi İletişim, kısaca kişinin davranış, konuşma, susma, duruş, oturma biçimi, kendini ifade etme biçimi, kısaca çevresine mesaj iletmesidir. Tanımdan da anlaşılacağı gibi iletişim süresince kişiler çevrelerine ses, söz ve davranışları (vücut dili) ile belli oranlarda mesajlar verirler. Birşey Saklıyor Düşmanca Tutum Yalan İlgili Güvensiz Anlamsızca sana bakıyorum Agresif Savunma İletişim Açık Değil Tehditkar 28 SENCE 2014 Sayı 4 Bırakmak için sabırsız Kapalı bir zihin İletişim sorun “insanların ilk neresine bakarDoğal olarak, kişinin iletişim ve değerini; sınız?” diye, göz iletişiminin ön plana • Giyimi, • Hareket tarzı (Vücut dili) • Ortamı kullanış biçimi • Çalışma isteği • Motivasyonu • Konuşması, sözcükleri – kullandığı dil • Ses tonu vb. • Çatışma çözme becerisi • İmajı • Stres yönetimi ve öfke kontrolü Ortaya koymaktadır. tır. Özellikle kadın erkek iletişiminde çıktığını görmemiz mümkün olacakgözler üzerine yazılmış çok sayıdaki şiir ve güzel söz rastlantı değildir. Nitekim yapılan araştırmalarda her iki cinsiyette de kaçamak bakışların karşıdaki kişiye karşı gizli hayranlık ve hoşlanmadan kaynaklandığını göstermektedir. da da iletişimin doğru ve etkili olması ması kurmak bu nedenle çok önem- mümkün değildir. lidir. Konuşurken karşıdaki kişinin etkili iletişimi sağlar. Konuşan kişiye itekim yapılan bilimsel araş- bakmama, başı başka yöne çevirme tırmalarda farklılıklar olsa da bir çok anlam taşımaktadır. Kişilerle iletişimde Vücut dili- olarak yorumlanabilir. Her iki durum- Karşıdaki kişi ile konuşurken göz te- gözlerine bakmak ve onu dinlemek N bir şeyle ilgilenmesi yalan söylemesi Yine bu durum kendine güvensizliğin ifadesi olarak da algılanabilir. Somurtma Etkili iletişimde yüz ifadeleri de büyük Örneğin anne babanın ya da iş haya- önem arzeder. Kişilerle iletişimde sü- tında daha çok amirlerin çocuklar ya rekli asık suratlı olma onların sizle ile- da çalışanlar birşeyler anlatırken baş- tişim kurma isteğini ortadan kaldırır. ka şeylerle uğraşması onlara olan say- Ancak maalesef geleneksel olarak her Bu oranlar özellikle ilk izlenimde daha gısızlığını ifade ederken; çocukların iki cinsiyetle ilgili bu konuda olumsuz da belirginleşmekte giyim kuşamı da ve astların başka yere bakması, ya da anlayışlar mevcuttur. nin etkisi % 65-70, ses tonunun %20 -25, konuşma biçiminin ise % 10-15 oranında olduğu bulunmuştur. içine alana vücut dili özelliklerinin oranının daha da arttığı görülmektedir. Genel yaygın kanının aksine ses tonunun da konuşulan içeriğe göre ön plana çıkması ise ilginçtir. Vücut dili, sözel olmayan iletişim, daha yüksek sesle konuşmak olarak da tanımlanabilir. Etkili vücut dili için kaçınılması gereken vücut dili hareketleri Göz temasından kaçınma Vücut dilinin en önemli organı göz iletişimidir. Bugün kime sorarsanız SENCE 2014 Sayı 4 29 SENCE Bayanların ortalık yerde gülmesi hoş karşılanmayıp bir çok olumsuz görüş belirtilirken, erkek adamın gülmemesi gerektiği de sık sık vurgulanmaktadır. Oysa somurtma sadece kendine güvensizlik ve o konuda isteksizliği belirtir, o kişi ile olan iletişimin kesilmesine neden olur. Bu yüz ifadesi ayrıca yüze yerleşir ve içinizden mutlu da olsanız öyle görünmezsiniz (zaten yüzünüz somurturken içinizden mutlu da olamazsınız). El Sıkışmayı Bilmeme Kötü El Sıkışma El sıkışma ilk iletişimde çok önemlidir. Gevşek, parmak uçları ile el sıkışmak kendine güzensizlik, değersizlik işareti iken, karşıdaki kişinin elini kırarcasına sıkmak gücünü göstermek de çok doğru değildir. Kolları kavuşturma Eskiden annelerimiz bizi sık sık kollarını kavuşturma ‘kısmetin kesilir’diye uyarırdı. Bu doğru bir davranıştı, gerçekten de kolları kavuşturmak savunma, kendini koruma ve iletişime kapalı, konuşulan konu ya da olaylarla ilgilenmeme ve mesaj almama davra- me olduğundan kişiyi rahatsız eder. Çok uzak olmak da rahatsız, güvensiz ve konuyla ilgisizliği ortaya koymaktadır. Kıpır kıpır olma, el yüz saç vb. oynama, kaşınma, sallanma Buna kısaca sineklenme de denebilir. Hiper aktivite, fazla enerji, gerilim, rahatsızlık ortaya koymaktadır. Bir kişi ile konuşurken saate bakmak nışlarıdır. Haydi kal k git seninle ilgilenmiyorum Konuşurken uzak mesafede durma patavatsızlık olarak algılanır. Karşıdaki kişi ile konuşurken belli bir Dahası... mesafede durma önemlidir. Bu mesa- demektir. İlgisizlik, kabalık, kibir ve fe yaklaşık 40-60 cm’ dir. Daha yakın • Fazla ya da az el hareketi, olma muhatabın mahrem alanına gir- • Beceriksizlik, sakarlık, • Eli yüzde vücutta dolaştırmak, • Kısa bebek adımları ile çekinik yürümek, • Uzaklara bakmak, • Ağza gözlük sapı kalem almak, • Gereksiz yere kafayı sallamak, • Lüzumsuz her şeyin arkasına gülmek... 30 Çalışma Hayatı Kötü Yönetimi Tedavi Etmek Prof. Dr. Musa EKEN - Yrd. Doç. Dr. Ferruh TUZCUOĞLU ⎟ Sakarya Üniversitesi T arihin hemen her döneminde, kamu yönetimlerini eleştirenlerin temel hareket noktasında ya da eleştirilerin odağında, kötü yönetim olgusu bulunmaktadır. Bireyler, sivil toplum örgütleri, özel sektör ve diğer toplumsal aktörler, çeşitli nedenlerle kamu yönetiminden yakınmakta ve onun hakkında genellikle olumsuz düşünceler taşımaktadır. Kamu yönetimindeki en üst düzey yöneticiden, hiyerarşinin en altında yer alan memura kadar tüm çalışanlar, yapılan bu eleştirilerden nasiplerini almaktadırlar. Kötü yönetim, bazı yazarlarca kamu yönetimi sistemlerinde egemen olan Weberyen bürokratik örgütlenmenin olumsuz sonuçlarından biri olarak kabul edilmekte, bazılarınca çerçevesi belirsiz kamu gücüne ve kamu yararına dayalı yönetim anlayışının uygulaması olarak görülmekte, bir kısım yazarlar da bunların yanında sivil toplumun yetersizliğini eklemektedir. Kötü yönetimin tedavi edilmesinde ortaya konulan reçetelerin gösterdiği rolü üstlenecek iki aktör bulunmaktadır. Bunlar, toplum ve kamu yönetimidir. Kaynağı ne olursa olsun, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kötü yönetim uygulamalarının giderilmesi, yönetsel sisteme çeki düzen verilmesi ve onun işlevsel kılınması temel hedefler arasındadır. “Yeni kamu yönetimi anlayışı”, “yönetişim”, “kamuda toplam kalite yönetimi”, “ombudsman kurumu”, “stratejik yönetim”, “performansa dayalı yönetim” gibi kamu yönetiminde uygulanması istenen yeni yönetim teknikleri bu çabaların ürünüdür. Geliştirilen yöntemlere ve çeşitli düzeylerde gerçekleştirilen çabalara rağmen, kötü yönetim olgusunun üstesinden gelinebilmiş değildir. Burada üzerinde durulmak istenen nokta, kötü yönetimi ortaya çıkaran nedenlerin yok edilmesinde, kamu yönetimi ve toplumsal aktörlerde anlayış değişiminin rolünü tartışmaktır. Özellikle anlayış değişiminin, kötü yönetimin tedavisinde temel rol oynayacağı da varsayılmaktadır. Kötü Yönetim Olgusu Kötü yönetim kavramı, yönetimde keyfi ve taraflı tutumların, mal-hizmet üretiminde toplumdan gelen talepleri dikkate almayan, eylem ve işlemlerini gerekçelendirmeyen, işlemlerde gecikmelerin yaşandığı, hizmetlerde yetersizlik, verimsizlik, düzensizlik, gizlilik, gereksiz formalitelerin egemen olduğu bir yönetim biçimini ifade etmek için kullanıl- SENCE 2014 Sayı 4 31 SENCE maktadır. Ayrıca burada önemle üzerinde durulması gereken noktalardan biri sadece yasaya aykırı hareketlerin değil, yasal sınırlar içerinde kalan bir takım eylem ve işlemlerin de kötü yönetime neden olabileceğidir. Kamu yönetimi uygulamalarında görülen, adaletsizlik, mevzuatı uygulamada başarısızlık, yasa ve yönetmelikleri ihlal, gecikme, hata, yetkinin ve takdir yetkisinin kötüye kullanımı, nezaket eksikliği, baskı, görmezden gelme, ihmal, yetersiz araştırma ve soruşturma, taraf tutma, iletişim kopukluğu, kabalık, haksızlık, keyfilik, kibir, verimsizlik, ayrımcılık, dikkatsizlik gibi durumlar kötü yönetim olgusunu tanımlamada kullanılmaktadır. Kötü yönetim, yasaları çiğnemeyi, etik ilkeleri bir kenara atmayı, sonucu suç teşkil etmesine rağmen bazı davranışları meşru göstermeyi, sahtekârlığı, kayırmayı, ehil olmayan kişilere iş gördürmeyi, rüşvet ve komisyon karşılığı iş yapmayı da kapsamaktadır. Yukarıdaki açıklamaların ışığında kötü yönetimi, ihmal ya da icra etmek suretiyle kamu yönetiminin muhataplarında tatminsizlik veya hoşnutsuzluk ortaya çıkaran yönetsel süreçler, davranışlar ve mekanizmalar olarak tanımlamak mümkündür. Kötü Yönetimin Kaynakları Kötü yönetim uygulamalarını sınıflandırmak gerekirse karşımıza üç temel kaynak çıkmaktadır. Birincisi, bürokratik örgütlenme modeli, ikincisi kamu yararını koruma anlayışına dayalı ve kamu gücüyle şekillenmiş “kamu görevliliği” sistemidir. Bunlara eklenebilecek üçüncü kaynak ise, toplumsal ahlakın ve sivil toplumun yetersizliğidir. 32 SENCE 2014 Sayı 4 Bürokratik örgütlenme modelinin getirdiği “kurallara bağlılık”, “şekilcilik” ve “yazılılık esası” gibi ilkeler uygulamada ortaya çıkardığı olumsuzluklardan dolayı her zaman eleştirilmektedir. Bu olumsuzluklar aynı zamanda kötü yönetim uygulamaları olarak görülmektedir. Zaman zaman kamu görevlileri, bir sorunu çözmek istemediklerinde, “kanunlar böyle emrediyor, benim yapabileceğim bir şey yok” diyerek muhatabı karşısında kendisini temize çıkarma ve suçu kurallara atma gayretine girmektedirler. Öte yandan, kamu yönetimi her zaman rasyonel işleyen bir mekanizma değildir. Yönetimde keyfi ve taraflı olarak konulmuş kurallar bulunmaktadır. Söz konusu kurallar ve bunlara dayalı tutumlar, yönetimin kendi içindeki ast-üst ilişkisinde olduğu kadar, yönetim-toplum ilişkisinde de karşımıza çıkmaktadır. Keyfiliğin bahsedilen her iki türü de, kötü yönetimin kaynağı olarak değerlendirilmektedir. Heindenheimer, kötü yönetimin kaynağını “gücün baştan çıkarması” olarak yorumlamaktadır. Ona göre, kamu gücüne dayanarak yönetme yetkisini, kamu yararını ve kamu mallarını koruma görevini tekelinde bulunduran kamu görevlileri, ellerindeki bu gücü ve yetkiyi keyfi olarak kullanabilmektedir. Sonuçta, rüşvet karşılığı iş görme, ayrımcılık yapma, yapılması gerekeni kasti olarak yerine getirmeme veya verilen görevi ihmal etme eğilimleri sıklıkla görülmektedir. Aslında bu durum Fransız Devrimi sonrası batı dünyasında oluşan kamu yönetimi anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu anlayış, yönetimin bürokratikleşmesi, siyaset ve yönetimin farklılaşması, kamu hizmetlerinde profesyonelleş- me, kamu görevlilerinin kendilerini kamu malının emanetçileri olarak görmeleri ve kamu görevlilerinin toplumun geri kalanına oranla eğitim düzeyinin yüksekliği (20. yüzyılın ikinci yarısına kadar) gibi faktörlerden beslenmektedir. Kötü yönetim karşısında toplumsal aktörlerin takındığı tavır çeşitli biçimlerde görülür. Birincisi, kötü yönetim karşısında kayıtsız kalmadır. Kötü yönetim normal bir durum olarak algılanır ve seyirci kalınır. Bireyler kendilerinin bunu düzeltmeye gücünün yetmeyeceğini düşünür ve hatta “böyle gelmiş böyle gider” diyerek bu durumu “kader” olarak görür. Benzer şekilde, “bu ülkede zaten her şey bozuk” anlayışı ile hareket edilerek kötü yönetim uygulamalarına tepkisiz kalmak da sıklıkla karşılaşılan davranış biçimidir. Bazı durumlarda da, “ne kadar düzeltirsen düzelt memurlar yine bir yolunu bulur” şeklinde kamu görevlilerinin kötü yönetim uygulamalarına bir şekilde sapacakları inancı egemendir. Kötü yönetim karşısında toplumsal aktörlerin takındıkları ikinci tür tavır ise, kendi çıkarlarına hizmet ettiği zaman kötü yönetim uygulamalarının teşvik edilmesidir. İşlemleri hızlandırmak için rüşvet vermek, haksız ya da yasal olmayan bir kazanım elde etmek, kamu hizmetlerinden yararlanmada ayrıcalık kazanmak için kamu görevlilerini yönlendirmek gibi davranışlar bu kapsamda değerlendirilebilir. Toplumsal aktörlerin tavırlarının üçüncü grubu ise, vatandaşlık görevini yeterince yerine getirmemeleridir. Örneğin, vergi vermemek, kamusal yükümlülüklerini yerine getirmemek kötü yönetimi teşvik edebilecek nitelikte görülmektedir. Kötü Yönetimin İlacı: Anlayış Değişimi Küreselleşmenin hızla ilerlediği ve ekonomik anlamda sınırların kalktığı bir dünyada bilişim teknolojilerindeki hızlı gelişmeler; devletin, gelişmiş teknolojiyi ve çağdaş yönetim tekniklerini birlikte kullanarak bireyleri ve vatandaşa hizmeti ön plana çıkaran, kötü yönetimi ortadan kaldıran veya hiç değilse azaltan, yeni bir yapılanmaya gitmesini zorunlu hale getirmiştir. Bu zorunluluğu ortaya çıkaran ekonomik, yönetsel ve politik olmak üzere bir dizi faktör bulunmaktadır. Ekonomik faktörler, dünya ekonomisinin giderek üretim merkezli olmaktan çıkıp bilgi merkezli hale gelmesidir. Yönetsel faktörler, vatandaşlardan gelen ve özel sektördeki sanal bilgi ve hizmet sunumunun yarattığı beğeni ile beslenen kolaylık, hız, ucuzluk, şeffaflık ve hesap sorabilme talepleri- dir. Bireyler, gelişen teknolojilerin de sayesinde devlete karşı daha talepkar olmaktadırlar. Çağdaş bireyler, kendilerine hizmet veren kurumların daha aktif, daha hızlı, daha açık, daha doğru ve daha az maliyetle çalışmalarını istemekte ve beklemektedir. lamındadır. Dolayısıyla, yüzyıllardır tamamlanamayan “kralın veya hükümdarın hizmetkârlığı”ndan “kamu görevliliğine” geçiş sürecinin “bürokratik hizmetkârlık” aşamasını atlayarak tamamlanması gerekmektedir. Bireylerden gelen taleplerin kamu yönetimi tarafından da kabul görmesi, kötü yönetimin iyileştirilmesinde önemli bir başlangıç olacaktır. Kamu yönetimi de dâhil toplumsal aktörlerin tümünün benimsemesi gereken bir dizi değer ve anlayış bulunmaktadır. • Memurlar çalışkan, dürüst, tarafsız, irfan sahibi, içten, adil ve kusursuz olmalıdır. Bu ilke, memurların etik kuralları benimsemeleri ve bunu kendi iç dünyalarında da yaşamalarını gerektirmektedir. Kamu Hizmeti Anlayışı Batının bir ölçüde başarılı olduğu anlayış, bir “ideal tip” değil, arzu edilen durumu simgelemektedir. Bu anlayıştan sapma kötü yönetimi oluşturan faktörlerden sayılmaktadır. Kamu hizmeti anlayışı, bazı ilkeleri ya da başka bir ifadeyle bazı kabulleri kapsamaktadır. Bunlar; • Kamu yönetimi, siyasal otoritelerin aldığı kararları uygulayan bir araçtır. • Kamu yönetimi genel çıkarların temsilcisi, özel çıkarların koruyucusudur. Bilindiği gibi, kamu yönetimi birçok eylem, işlem ve kararında “kamu yararı” veya “genel çıkar” gerekçesiyle özel çıkarları yok saymaktadır. Tanımı belirsiz “kamu yararı” adına bireylerin hakları veya menfaatleri ihlal edilebilmektedir. • Kamu görevlileri halkın görevlileridir. Kamu yönetimi çalışanlarının temel görevi devlet mekanizmasını toplum karşısında korumak değil, topluma (kamuya) hizmet sunmaktır. Nitekim “kamu görevlisi” sıfatı da topluma hizmet eden an- Çalışma Hayatı Hemen hemen tüm yönetim sistemlerinde karşılaşılan kötü yönetim uygulamalarının kaynağı farklılık gösterebilmektedir. Kaynağı ne olursa olsun, kötü yönetimle mücadele temel hedefler arasında yer almaktadır. Kötü yönetimin önlenmesinde çeşitli yöntemler, araçlar, yasal ve kurumsal düzenlemeler kullanılmaktadır. Fakat çoğu zaman bu yöntemlerin başarıyı sağladığı, kötü yönetim görüntüsünün ortadan kalktığını söylemek zordur. Bu durum bizleri, söz konusu araçları, yöntemleri, yasal ve kurumsal düzenlemeleri uygulamanın yanında kamu çalışanlarında ve toplumsal aktörlerde “anlayış değişimi”nin de gerektiği gerçeğine götürmektedir. • Memurlar kişisel çıkarlarını arka planda bırakmalılar. • Memurlar görevlerini etkin ve verimli bir şekilde yerine getirmeliler. • Kamu işyerlerine atamalar ayrıcalığa ve iltimasa göre değil, kişinin başarısına göre yapılmalıdır. Bilindiği gibi, kayırmacılık kötü yönetimin temel nedenleri arasında yer almaktadır. Patrimonyal bir yönetim sisteminin ürünü ve aracı olan kayırmacılık, çağdaş yönetim sistemleri tarafından kabul görmemektedir. • Memurlar yasalar karşısında diğer insanlarla eşit olmalıdırlar. Bu ilkelere ulaşmak oldukça zor görünmektedir. Ancak, kamu yönetimi literatürü bu ilkelerin benimsenmesinin önemi üzerinde durmaktadır. Özellikle, yozlaşma, etik gibi konularda çalışanlar söz konusu ilkeleri sıklıkla vurgulamaktadır. Kamu hizmeti anlayışının benimsenmemesinin ne gibi sonuçlar doğurduğu, hakkında en çok yazılan konulardandır. Burada bazı sonuçları tekrar hatırlatmak gerekirse şunlar söylenebilir; SENCE 2014 Sayı 4 33 SENCE • Kamu görevi kişisel çıkarlar için kullanılan diğer başka fırsatlardan biri gibi görülmektedir. Kamuda çalışanlar, kamu kaynaklarını yağmalarlar, arkadaşlarını ve akrabalarını işe yerleştirirler, rüşvet alırlar. Kamudaki konumlarını sürdürmek için insanlar ne duymak istiyorlarsa onu söylerler. Hatayı kabul etmezler, çünkü yaptıklarının hata olduğuna inanmazlar. Gizlilik: Kamu yönetiminde birçok iş gizlilik içinde sürdürülmektedir. Ayrıcalıklı olmayanların bilgi ve belgelere ulaşması mümkün olmamaktadır. Kamu kurum ve kuruluşlarının ellerindeki kayıtlar ve karar süreçleri çoğu zaman gizlidir. Gizlilik ilkesi, katılımı engellediği için doğal olarak toplumun dışarıda tutulmasına neden olmaktadır. • Bir kamu hizmeti etiği olmadığından çarklar doğru işlemez. Artık halk ortak refaha temel teşkil eden eylemlere, simgelere ve kurumlara güven duymaz; onlara ilgi göstermez. İnsanlar kamu kurumlarından (yasama, yürütme, yargı, eğitim, din, askeriye) desteğini çeker ve bu kurumlara olan güven kaybolur. Seçkincilik: Güçlü merkeziyetçi bürokrasilerin olduğu ülkelerde ve bürokrasinin egemenlik alanı bulduğu bütün ortamlarda, toplumun yönetime katılması ve toplumun bütün kesimlerinden gelen bireylerin yönetim kademelerinde yer alması istenilen bir durum değildir. Yönetim kademelerinde yer alabilmek için belli bir eğitim sisteminden geçmiş olmak, belli bir öğrenim kurumundan mezun olmak, belli derneklere üye olmak, belli bir aileden gelmek gibi özellikler aranmaktadır. Kötü yönetimin etkisinin azaltılması veya tamamen ortadan kaldırılması çabaları arasında “kamu hizmeti anlayışı”nın benimsenmesi önemli bir yer tutmaktadır. Rüşvet, yolsuzluk, kayırmacılık gibi yozlaşmaların ve diğer etik dışı davranışlar ile uygulamaların önüne geçilmesinde kamu görevlilerinden beklenen “adım” olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplum-Kamu Yönetimi Bütünleşmesi Kötü yönetimin ortaya çıkması ve gelişmesi nedenlerinden biri de toplumun kamu otoriteleriyle özdeşleşememesi veya kamu görevlilerinin kendilerini toplumdan uzak tutmalarıdır. Bu tür durumlarda toplum dışlanmış olmakta ve toplum ile kamu yönetimi ilişkilerinde “yabancılaşma” ortaya çıkmaktadır. Yabancılaşmaya yol açan bir takım nedenler bulunmaktadır: 34 SENCE 2014 Sayı 4 Ayrıcalık: Kamu görevlileri, her zaman kendilerini toplumun üstünde olarak gördüklerinden veya yaptıkları işlerin kutsal olduğuna inandıklarından kendilerinin toplumun geri kalanıyla aynı olmadıklarını düşünmektedirler. Bu düşüncelerini, kendilerine tanıdıkları bazı özel ayrıcalıklarla uygulamaya dökmektedirler. Toplumdan farklı bir yaşam biçimini, farklı ortamlarda ikamet etmeyi ve alış-veriş yapmayı tercih etmektedirler. Onlarla ilgili suç ve ceza sistemi de farklılık göstermektedir. Kamu yönetimi ile toplumun yabancılaşmasına neden olan faktörleri, toplumların yapısına ve kamu yönetimi geleneklerine göre çeşitlendirmek mümkündür. Söz konusu faktörlerin hemen hemen tümü kötü yönetimin oluşmasında ve gelişmesinde ol oynamaktadır. Kamu yönetimi ile toplumun yabancılaşmasına yol açan etkenlerin azaltılması ve giderek yok edilmesi, yakınlaşmayı sağlayacaktır. Dolayısıyla kötü yönetim uygulamalarını da azaltacaktır. Yabancılaşmanın azaltılması ve buna karşılık yakınlaşmanın sağlanması için bazı faktörler etkili olabilecektir. Bunlar, saydamlık, liyakat, güven unsurunun tesisi ve eşitlik olarak belirtilebilir. Saydamlık: Kamu kurum ve kuruluşlarının eylemlerinde, işlemlerinde ve karar süreçlerinde egemen olan gizliliğin ortadan kaldırılarak bütün bunların toplum tarafından görülebilir kılınması, saydamlığı ifade etmektedir. Saydamlık kuralıyla birlikte gelecek kamuoyu denetimi, kamu çalışanlarının işlemlerinde, eylemlerinde ve kararlarında daha dikkatli davranmalarını sağlayacaktır. Böylece, kötü yönetim uygulamalarının da önüne set çekilebilecektir. Liyakat: Kamu görevlilerinin istihdamında liyakat ilkesine uyulması, kayırmacılık ve nitelik yetersizliğinden kaynaklanan kötü yönetim uygulamalarını azaltacaktır. Ayrıca, kamu yönetimi içerisinde kamu çalışanlarının oluşturduğu “seçkin” yapıyı yıkarken toplumla bütünleşmesinin sağlanmasında rol oynayacaktır. Güven Unsurunun Tesisi: Kamu yönetiminin toplumla bütünleşmesini sağlayacak en önemli faktörlerden birisi de güven tesisidir. Toplumun önemli bir kısmı kamu yönetimine ve onun çalışanlarına güvenmemektedir. Güvensizliğin temelinde, kayırmacılık, rüşvet, yolsuzluk gibi kötü yö- Eşitlik: Kamu çalışanlarının toplumun geri kalanına oranla ayrıcalıklı bir konumda olması, toplumla bütünleşmesinin önünde engeldir. Gerek kamu hizmetlerinden yararlanma, gerek yargı karşısındaki konumları, gerekse kurumlarının onlara sunduğu lojman, servis, yemek gibi avantajlar toplumun kamu çalışanlarına bakışını farklılaştırmaktadır. Kamu çalışanlarının da toplumdaki diğer bireylerle eşit konumda bulunmaları, onlarla aynı mekânları paylaşmaları, aynı alış veriş merkezlerini kullanmaları, kamu hizmetlerinden yararlanmada aynı kuyruğu beklemeleri, konusu suç teşkil eden benzer davranışlarda aynı koşullarda soruşturmaya tabi tutulmaları toplumla bütünleşmeyi sağlayacak faktörler arasındadır. Kamu yönetiminin toplumla bütünleşmesi, ortak değerleri paylaşması anlamına gelmektedir. Eğer toplum içinde kötü yönetim uygulamalarını hoş karşılamayan ahlaki temeller varsa kamu görevlileri de bu ilke ve değerler içerisinde hareket edeceklerdir. malarının neler getireceğini çok iyi bildiklerinden bu batağa düşmemek için direnirler. Bireyler daha dürüst davranış sergiler ve bazı değerler çerçevesinde ilişki kurarlar. Bu değerler arasında hukuk kurallarına ve etik ilkelere uygun davranma, vergilerini ödeme, kendilerinden daha zor durumda olanlara yardım etme, kısa dönemli çıkarlar için başkalarının haklarını ihlal etmeme gibi temel davranış biçimleri belirtilebilir. Bu tür değerleri kabul eden ve uygulayan bireylerin kamu yönetiminde çalışması, kötü yönetimin en büyük engelidir. Toplumsal değer sisteminin oluşması ve bunun kamu yönetimine yansımasında iki önemli gösterge karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, rüşvet ve hediye, ikincisi ise kamu malına karşı davranış biçimidir. Rüşvet ve hediye alıp verme uygulaması genellikle doğu toplumlarına özgü bir davranış biçimidir ve kaynağı ne olursa olsun, günümüzde kötü yönetimin önemli göstergesi arasında yer almaktadır. Bazı memurlar, herhangi bir hizmeti vermek için rüşvet veya hediye beklemekte, buna karşılık toplumsal aktörler de herhangi bir hizmeti almak için rüşvet veya hediye vermeye hazır durumda bulunmaktadır. Böylece, bazı memurlar gelirlerini resmi olmayan ücretlerle artırırken, toplumsal aktörler ikinci bir vergi ödemektedirler. Rüşvet veya hediye vermeyi reddeden veya yeterli miktarda ödemeyen veya ödeyecek gücü olmayan kişi hizmetten yeterince yararlanamaz. Ödemeye gücü yetenler ise daha iyi muamele görürler. Çalışma Hayatı netim uygulamaları bulunmaktadır. Söz konusu kötü yönetim uygulamalarının azalması ve toplumun güvenin artması, gelecekte kötü yönetim uygulamalarının tekrarlanma riskini azaltacaktır. Kamu mallarına karşı tutum: İki boyutta ele alınmaktadır. Birincisi, memurların gösterdikleri davranıştır. Memurların kamu mallarını kendi özel amaçlarına kullanmaları ya da kendi özel mallarından daha titiz bir şekilde korumamaları kötü yönetimi geliştiren davranışlardandır. Kamu kaynaklarının israfı, bütçe açıkları, vergi adaletsizliği, kayıt dışı ekonomi gibi olgular memurların kamu malına karşı erdemli olmadıklarının göstergesidir. Kamu mallarına karşı davranışın ikinci boyutu ise toplumsal aktörlerden kaynaklanmaktadır. Bireyler, özel sektör ve diğer aktörlerin kamu mallarını ve kaynaklarını kendi çıkarlarına tahsisini sağlamaları veya bunları haksız Toplumsal Değer Sisteminin Oluşması Kötü yönetim uygulamalarının ve sonuçlarının yanlış olduğunu bilen ve bunları ahlak dışı gören toplumlarda, kötü yönetimin oluşması ve gelişmesi kolaylıkla gerçekleşmez. Çünkü bu tür toplumlar kötü yönetim uygula- SENCE 2014 Sayı 4 35 SENCE edinmeleri, vergi vermemeleri, kamu hizmetlerinden ücretsiz yararlanma yollarını bulmaları gibi davranışlar toplumsal değerlerin eksikliğini vurgulamaktadır. Toplumun rüşvet ve hediye taleplerine karşı direnmesi ve bu direncin toplumsal anlayış olarak benimsenmesi kötü yönetim karşısında önemli bir mevzi kazanmak anlamındadır. Aynı şekilde, kamu kaynaklarının ve hizmetlerin kullanımında ayrıcalık beklememek, vergi vermek, kamu mallarını özel mal gibi korumak, katkıda bulunmadan hizmet beklememek gibi değer ve ilkeler de kötü yönetimle mücadelede toplumsal aktörler tarafından benimsenmeyi beklemektedir. Kötü Yönetimi Tedavi Etmede Güçlükler Alışkanlıkların ve güçlü geleneklerin değiştirilmesi zordur. Kötü yönetim uygulamalarından herkes rahatsızlığını dile getirmesine rağmen, yönetimin iyileştirilmesi yönündeki çabalar 36 SENCE 2014 Sayı 4 çoğu zaman başarısız olabilmektedir. Yasal düzenlemelerin birçok sorunun üstesinden gelebileceği düşünülmekte, yeni kurumlar oluşturulmakta fakat alınan bu tedbirler de çözümü getirmekten uzak kalabilmektedir. Siyasal otoriteler yeni vaatlerle iktidara gelmekte ve yeni yasal düzenlemeler ile yeni kurumlar oluşturmakta ama sonuç değişmeyebilmektedir. Belirtilen bu değişmezliğin temelinde kötü yönetim uygulamalarının içselleştirilmiş olması veya bir başka ifadeyle kamu yönetiminin normal işleyişi olarak görülmesi olduğu söylenebilir. Hatalar ve kural dışı davranışlar ile işlemler sistem içinde tolere edilmeye çalışılmaktadır. Kamusal ve kişisel dürüstlükler yadırganmakta ve etik değerler yok sayılmaktadır. Jabbra, kötü yönetimin değişmezliğini toplumlardaki bozuk kültürel tutumlara bağlamaktadır. Ona göre kötü yönetim, sadece kamu yönetimi yapılarından değil, aynı zamanda tüm sosyal dokuların özelliklerinden de kaynaklanmaktadır. Bir başka deyişle, kötü yönetim kusurlu kültürel yapılarca biçimlenmiş ve kök salmış davranış modelleri tarafından şekillendirilmektedir. Böylece, hem kamu görevlilerinin hem de vatandaşların kafalarında şartlandırılmış bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, kültürel bozukluğun olduğu toplumlarda kamu çalışanlarının önemli bir kısmı, kendilerini yasaların ve etik değerlerin üstünde tutmakta, vatandaşı küçük görmekte, her şeyi yapabileceklerini ve suç teşkil eden davranışlarının karşılığında cezasız kurtulabileceklerini düşünmektedirler. Onları eleştiren ve tehdit eden herkese karşı olumsuz tavır takınmakta ve ceza vermeye çaba sarf etmektedirler. Kötü yönetim uygulamalarının yok edilmesinde karşımıza çıkan güçlüklerin toplumsal kültüre ve yönetim kültürüne dayalı bazı özellikleri bulunmaktadır; • Toplum, kendi sosyal yapısına uymayan yabancı menşeli etik kodları tim virüsünü yok etmek çabası yerine, çekilmez durumdan katlanılabilir durumu getirme çabası daha iyi sonuçlar vermektedir. • Kamu yönetimi içinde oluşturulmuş uygulamaların dışarıdan gelen yeni kurallara direnmesi söz konusudur. Yeni kurallara uygun davranmak grup psikolojisinin de etkisiyle küçültücü bir davranış olarak algılanır. Dolayısıyla kuralların ihlali desteklenmiş olur. Hatta daha da aşırıya gidilerek ihlal etmeyenler, ihlal edenler tarafından dışlanır. Kuralları ihlal edenler ve kötü yönetim uygulamaları, koruma görür. Bunların açığa çıkması durumunda ise, şaşkınlık belirtileriyle masum olduklarını vurgularlar. Komplo ile karşı karşıya bulunduklarını belirtmeyi de ihmal etmezler. Toplumun belli bir ahlaki düzeyde olması, özen, çalışkanlık ve sabır gibi ilkeleri benimsemesi iyi yönetime sahip olmalarında önemli bir araçtır. Toplumların layık oldukları biçimde yönetildikleri söylenir. Eğer insanlar kendilerinin sindirilmelerine, horlanmalarına, aldatılmalarına ve boş verilmelerine izin verirlerse, kötü bir yönetime sahip olurlar. • Kötü yönetim uygulamalarının önlenmesi güçlü irade ve desteğe ihtiyaç hissettirmektedir. Siyasal otoritelerin kararlılığına ve başka alanlarda gösterdikleri başarılı uygulamaların desteğine ihtiyaç olabilir. Bu alandaki girişimlerin ciddi ve sürdürülebilir nitelikte olması gerekmektedir. Toplumsal kültürün bozukluğunun yanında kötü yönetim uygulamalarının bizatihi kendisi de dirençli bir virüs gibi görülmektedir. Tedavi edilse bile yok olacağının garantisi yoktur. Gün yüzüne çıkmak için sürekli fırsat kollamaktadır. Bu açıdan, kötü yöne- Sonuç Kötü yönetimin tedavi edilmesinde ortaya konulan reçetelerin gösterdiği rolü üstlenecek iki aktör bulunmaktadır. Bunlar, toplum ve kamu yönetimidir. Yukarıdaki sözü tersten de okuyabiliriz, yani “Her yönetimin layık olduğu bir halkı vardır” da denilebilir. Kamu yönetimleri eğer özenle ve sabırla çalışırlarsa, ısrarlı, meraklı, dürüst ve etkin olurlarsa, iyi, sadık ve işbirliği yapan vatandaşlara sahip olurlar. Eğer küçük görürler, aldatırlar ve boş verirlerse, karşılarında aynı şekilde yönetimle işbirliği yapmayan ve güvenmeyen vatandaşlar bulacaklardır. Eğer kamu yönetimi insanları aldatırsa, insanlar da onu aldatacaktır. Yönetim yalan söylerse, onlar da yalan söyleyecektir. Kamu yönetimi onlarla özdeşleşmezse, onlar da yönetimle özdeşleşmeyeceklerdir. Böylece, askere alınmaya karşı çıkacaklar, vergileri ödemekten kaçınacaklar, yanlış bilgi vereceklerdir. Kamu yönetiminin bu tür olumsuz yapılardan kurtarılarak, toplumun ihtiyaçlarını karşılayabilen, hizmet kalitesine dikkat eden, sempatik, hukuka saygılı ve düzenli işleyen bir yapıya kavuşturulması temel hedeftir. Bu amaçla, yasal-kurumsal düzenlemelerin yanında kamu çalışanlarının ve toplumsal aktörlerin kafalarında mevcut olan anlayışların da değişmesi gerekmektedir. Anlayış değişimi yaşanmadan yapılan düzenlemelerin kötü yönetimi ortadan kaldırmaya veya zararlarını en aza indirmeye yetmediği bilinmektedir. Çalışma Hayatı oluşturmuştur. Toplum bu etik kodları kabul etmede çekimser davranırken, geleneksel değerlerinden de uzaklaşmaktadır. Böylece “değersizlik” egemen hale gelmektedir. Örneğin, bir zamanlar kayırmacılık yapmanın gizli tutulduğu ve toplumun geneli tarafından kınandığı bir kültür yerine, kayırmacılık yapmayanların “beceriksiz” olarak nitelendirildiği bir anlayışın egemen olması. Kamu hizmeti bilinci geliştirilmesi, yönetim-toplum bütünleşmesi, toplumsal değer sisteminin veya etik kültürünün geliştirilmesi “anlayış değişimi”nin temelinde yer almaktadır. Anlayış değişiminin başlaması ve sürdürülebilir olması açısından, siyasal otoritelerin güçlenmesi; yerinden yönetim uygulamalarının geliştirilmesi; kurumlarda etkinlik, verimlilik, saydamlık ve hesap verebilirlik mekanizmalarının kurulması; sivil toplumun süreç içinde etkin rol alması; yönetime ilişkin etik ilkelerin oluşturulması ile bunların izlenmesi ve değerlendirilmesi gibi önlemlere ihtiyaç bulunmaktadır. Ayrıca, geleneksel yönetim sistemine alternatif olarak gelişen yeni kamu yönetimi anlayışının etik ilke ve standartlarla güçlendirilmesi durumunda, kötü yönetimin tedavisinde önemli bir rol oynayacağını belirtmek gerekir. Yeni kamu yönetimi anlayışı, esnek kurallar, yatay hiyerarşi, beyana güven gibi ilkeleriyle, kötü yönetimin kaynaklarından olan katı kuralcılık, şekilcilik ve kırtasiyecilik gibi uygulamaları yok etme eğilimindedir. SENCE 2014 Sayı 4 37 SENCE Hukuk Devleti ve Kuvvetler Ayrılığı İlkesi Üzerine Türk Hukuk Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Ali Akyıldız’la Vatan haini arıyorsanız, yargı bağımsızlığını sarsacak davranışları yapanlara bakınız. Onlardan daha fazla bu vatana zarar veren kimseler olmaz. Ropörtaj: Deniz GÜRBÜZ 38 SENCE 2014 Sayı 4 Hukuk devleti, günümüzde devlet yapılarının meşru olmasının yegâne şartı olarak görülen bir kavramdır. Bir devletin, hukuk devleti sayılabilmesi için öncelikle, kurallar koyması ve koyduğu kurallara kendisinin de bağlı olması gerekir. Yoksa sadece kuralları koyup, kurallara o ülkede yaşayanların uyması gerektiğini söyleyen bir devlet, hukuk devleti olma vasfını kazanamaz. Herkesin o kurallara uyması ve özellikle de devletin kendi koyduğu kurallara uyması hukuk devleti olmanın olmazsa olmaz bir şartıdır. Devlet bir mekanizmadır, devletin hukukla bağlanması aslında devleti yönetenlerin hukukla bağlanmasıdır. Bir devlet hukuk devleti olma vasfını yitirirse, uluslararası arenada ve camiada saygınlık görmez, meşru kabul edilmez. Bundan da o ülkenin çok zararına olan sonuçlar doğar. Hukuk devletinin temeli kuvvetler ayrılığı ilkesi midir? Devlet bir mekanizmadır. Önemli olan bu mekanizmanın Hukukla bağlı olacak şekilde kurulmasıdır. İnsanoğlunun yaşadığı tecrübeler bunun nasıl oluşturulabileceğini ortaya koymuştur. Burada bütün amaç ülkede yaşayan sıradan bir insanın güven içinde olmasıdır. Çünkü insanların güven içinde olduğu bir düzenin adıdır “hukuk devleti”. Peki bunu nasıl sağlayacağız? Bunu kamu gücünü kendi içinde frenleyecek mekanizmalar kurarak sağlayacağız. Bunun da bilinen yöntemi; devlet içinde var olan fonksiyonların, kuvvetlerin ayrılmasıdır. Bildiğimiz gibi bunlar “yasama, yürütme ve yargı” fonksiyonlarıdır. Bu fonksiyonları birbirinden ayırdığımız zaman, birbirini denetlerler ve dengelerler. Yargı fonksiyonunun ayrı olması, diğer devlet fonksiyonlarının özellikle de yürütmenin etkisine kapalı ve bağımsız olması son derece önemlidir. Eğer bir ülkede yargı bağımsızlığı sağlanamamışsa hukuk devletinden söz edilemez. Kuvvetler birliği hukuk devleti ve demokrasi kavramı ile bağdaşır mı? Röportaj Hocam isterseniz söyleşimize hukuk devletinin tanımı ile başlayalım. Hukuk devleti nedir? Hukuk devletiyle demokrasinin bağdaştırılmasında bir takım denge mekanizmaları var. Eğer bunları sağlayamazsak demokrasi tek başına hukuk devletini sağlayamaz. Demokrasi; devlet organlarının göreve gelişi, özellikle yönetimin kim tarafından gerçekleştirileceği, yasama yetkisinin kim tarafından kullanılacağının belirlenmesi bakımından önem taşıyor. Ama demokrasiyi uygularken, kuvvetleri tek elde toplarsak böyle bir mekanizmanın hukuk devleti olması beklenemez. Ayrıca insanların böyle bir ülkede, güven içinde olmaları da mümkün değildir. Eğer, ‘Ben çok iyi bir insanım, bütün yetkileri bana verin, ben bu ülkeyi çok iyi yönetirim’ anlayışıyla karşılaşırsak buna asla itibar etmemeliyiz. Çünkü devlet yönetimi; bir kişinin iyiliği veya kötülüğü üzerine kurulamaz. Bu bir sistemdir. Eğer biz sistemimizi doğru kurmazsak, o sistem mutlaka yanlış işler ve sonuçta insanların temel hak ve özgürlüklerine zarar verir. Yani; “Yasamayı da ben yapacağım, benim dediklerim yasa olacak, onu ben uygulayacağım, yargılamayı da ben yapacağım” böyle bir şeyin siyaset literatüründeki adı diktatörlüktür. Böyle bir ülke de ne demokratik bir yönetim ne de hukuk devleti olarak isimlendirilmeyi hak eder. Böyle bir ülkede yönetenleri hukukla bağlamak mümkün olmaz. Çünkü böyle bir ülkede demokratik yöntemlerle iktidarın değiştirilmesi mümkün olmaz. Oradaki demokrasi görünüşte bir demokrasi olur. Modern siyaset ve anayasa hukuku literatüründe buna plebisit diyoruz. Sizin önünüze bir şey koyarlar ve siz onu oylarsınız. Bu, sistemin kuvvetler birliğine giden bir sürece yol açması; demokratik sisteminin de, hukuk devletinin de intiharı anlamın gelir. Hem kuvvetleri tek elde toplayıp, hem demokrasiyi yaşatacağımızı iddia etmek, hele ki hukuk devleti olacağımızı iddia etmek sadece komik ifadeler olarak nitelendirilebilir. Türkiye hukuk devleti niteliği taşıyor mu? Hukuk devleti olmak için asgari şartların neler olduğuna bakmalıyız. Öncelikle hukuk devletinde amaç; kişilerin te- SENCE 2014 Sayı 4 39 SENCE mel hak ve özgürlüklerinin korunmasıdır, bu da kişilerin güven içinde olması, bir sürprizle karşılaşmaması ve geleceğini planlayabilmesidir. Bütün bunlar hukuki belirlilik sayesinde olur. Bunu yapabilmek için de bir anayasa ve sonrasında yasaların anayasaya uygun çıkarılması gerekir. Bunu sağlamak için de Anayasa Mahkemesi var. Sonra o çıkartılan yasaların hukuka, anayasa ve yasalara uygun şekilde uygulanmasını da yürütme organı sağlayacak. Peki yürütme organının hukuka uygun faaliyette bulunup, bulunmadığını nasıl denetleyeceğiz? Onun için de idare mahkemeleri var. Suç işleyenleri cezalandırmak için adli mahkemelerde ceza davaları ve ceza mahkemeleri var. Bütün bu sistemin özü, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kuruludur. HSYK’nu eğer bağımsız bir şekilde, siyasi etkilerden uzak bir biçimde işleyecek şekilde oluşturabilirsek, yargı sistemimizi bağımsız ve hakimlerin kanunlar ve kendi vicdani kanaatleriyle karar verebilecekleri bir ortamı sağlayabiliriz. Ancak bu sistemin herhangi bir yerindeki aksama, sistemi tamamen ters düz edebilir. Hukuk devleti bir sistemdir. Şöyle bir şey olmaz; “bizde hukuk devletinin %50’sinden fazla şartları var geriye kalanı olmasa da olur.” Bunu çok hassas bir makine gibi düşünün. Bir yeri aksadığı zaman o makine çalışamaz. Yasaların anayasaya uygun çıkarılması, idarenin hukuka uygun davranması ve bunların yargısal denetiminin sağlanamadığına bakmak lazım. Eğer böyle bir sistemimiz gerçekten varsa biz hukuk devletiyiz ama bu sistemin aksadığı her nokta da hukuk devletinden uzaklaşıyoruz demektir. Peki Türkiye’de hukuk devleti uygulanıyor mu? Yani Türkiye bir hukuk devleti olmayı hak ediyor mu? diye sorarsanız; üzülerek bu konuda çok ciddi tereddütlerimin olduğunu söylemem gerekecek. Neden böyle gerekecek? Son dönemlerde bir hukukçu olarak asla duymayı istemeyeceğim olaylarla karşılaştık. Mesela; Siyasi iktidar, iktidarı paylaşan başka bir örgütsel yapıdan söz ediyor. Sonra paralel yapı olarak adlandırdığı o yapıyla kavga edince, bunlar “Türk Silahlı Kuvvetlerine kumpas kurdu.” diyor. Kumpas kurdu, nasıl kurdu kumpası? Yargı organı eliyle kurdu. Eğer 40 SENCE 2014 Sayı 4 bu iddia doğruysa, bu iddianın ortaya atıldığı bir çağdaş demokraside, siyasal iktidar bir gün bile iş başında kalmazdı. Şerefiyle derdi ki; “Kardeşim ben bu işi beceremedim. Kusura bakmayın işi ehline teslim etmemiz lazım.” Böyle bir yapının var olması ve ülkenin silahlı kuvvetlerine bir kumpasın kurulabildiği iddialarının var olup olmaması önemli değil, burada önemli olan bu iddiaların ortaya atılabildiği bir ülkenin hukuk devleti olma bakımından çok şüpheli bir noktada olmasıdır. Ama sadece bununla da sınırlı değil. Siyasal iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyen bir yargı kararı çıktığı zaman, çok sert eleştiriler oluyor ve hatta neredeyse mahalle kabadayısı gibi “Hadi gelin uygulayın bakayım kararınızı, yiğitseniz erkekseniz” gibi ifadelerle karşılaşabiliyoruz. Bir ülke, böyle yönetilemez. HSYK ile ilgili bir yasal düzenleme yapıldı. Adalet Bakanı; kurul üyelerinin dairelere göre dağılımı, kurulla ilgili bütün müfettişlerin, idari memurların, idari görevlilerin atamalarında tek yetkili haline getirildi. Böyle bir yapı yargının bağımsızlığıyla bağdaştırılamaz. Nitekim Anayasa Mahkemesi bu düzenlemeyi iptal etti. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesine şiddetili taarruzlar başladı. Efendim, “Siyaset yapacaksanız çıkarın cübbelerinizi” söylenecek söz değildir bunlar. Anayasa Mahkemesinin kararı sürpriz değil ki. Efendim, “Anayasa Mahkemesi çok acele etmiş kararı vermekte”. Böyle bir yasanın bir ülkede var olması bir utanç meselesi olmuyor da, Anayasa Mahkemesinin bu yasanın yürürlüğünü durdurması eleştiri konusu oluyor. Bunun kabulü mümkün değildir. Yine ülkemizde mahkeme kararlarının uygulanmamasıyla ilgili çok kötü gelişmeler görüyoruz. Mesela bir imar planına göre mevzuata, sit alanlarına vs. aykırı bir yapılanma başladığı zaman onunla ilgili iptal davası açılıyor. İptal kararı veya yürütmenin durdurulması kararı verildiği andan itibaren imar plan değişikliği yapılıyor. Ama o yapı yine yeni değişikliğin içinde de yer alıyor. Amaç ne? Önceki kararı dayanaksız bırakmak ve uygulanamaz hale getirmek. Bunlar hep kanuna karşı hile olarak isimlendirdiğimiz durumlar. Bunların hepsini de yetkili makamlar belediyeler, bakanlar, başbakanlık yapıyor. Röportaj Bunların hepsi hukuk devleti olmama yönündeki ısrarın bir ifadesi olarak görülebilir. Bir hukuk devletinde asla bu tür uygulamalar kabul edilemez. Maalesef son zamanlardaki uygulamalara baktığımızda Türkiye’nin hukuk devleti olarak nitelendirilmesi ve özellikle hukuk devleti olarak uluslararası alanda algılanabilmesine ilişkin yeterli dayanağımızın bulunmadığını söylemek zorundayım. Hukukun üstünlüğü neyi ifade eder? Üstünlerin hukuku diye bir kavramdan söz edebilir miyiz? Hukukun üstünlüğü, hukuk devletinin değişik bir versiyonu değişik bir ifade tarzıdır. Kara Avrupası ülkelerinde hukuk devleti diye isimlendirilir. Ama Anglo Amerikan ülkelerinde veya İngiltere’de hukukun üstünlüğünden söz edilir. Hepsiyle kastedilen şey hukukun herkesi bağlamasıdır. Bazı kişilerin kendilerini hukukun üstünde görememeleri, hukukun bütün devlet organlarını kamu görevlilerini bağlaması anlamına gelir. Hukuk devletinin tersi de; “Üstünlerin hukuku” olarak nitelendirilebilir. Üstünlerin hukukunun korunduğu bir sistemdir. Böyle bir nitelendirmenin yapılmasını hak eden bir hukuk düzeni de asla bir hukuk düzeni ve hukuk devleti olarak isimlendirilmeyi hak etmez. Hukuk devleti olabilmesi için bir ülkede, hukukun herkese ve eşit olarak uygulanması gerekir. Televizyon veya gazetelerde, iktidara yakın iktidar doğrultusunda faaliyette bulunanlara aynı fiili işleseler bile herhangi bir yaptırım uygulanmıyor, onların dışındakilere çok ağır yaptırımlar uy- gulanıyorsa; uygulanan yaptırımlar hukuka uygun olsa bile o yaptırımların herkese eşit uygulanmaması başlı başına bir eşitsizlik, bir hukuksuzluk meydana getireceği için yine hukuk devleti olmayı engelleyen davranışlar şeklindedir. Aynı şekilde suç isnatı altında bulunan herkes masumdur. Ceza hukukunda biz buna “Masumiyet karnesi” diyoruz. Geçtiğimiz günlerde siyasal iktidara mensup olan kişilerle ilgili suç isnatları oldu. Normal bir hukuk devletinde yapılması gereken şudur. O isnatların soruşturulabilmesi için; yargı mekanizmalarının önünün açılması gerekir. Çünkü bu bir isnattır, iddiadır. İddiaya muhatap olanlar açısından da masumiyet karinesi geçerlidir. Yani; bu iddialar ispat edilene kadar kişilerin suçsuz oldukları, masum oldukları var sayılır. Ama sürekli hakimlerin, savcıların ve o suçları soruşturması gereken polislerin yerleri sürekli değiştirilirse o zaman masumiyet karnesi ile ilgili ciddi soru işaretleri ortaya çıkar. O soruşturmaların önü bu şekilde kapatılırsa; o zaman o isnatlar, isnata muhatap olanların alnına yapışır. SENCE 2014 Sayı 4 41 SENCE rum. Muhabir soruyor: “Bu kadar geminiz olduğu söyleniyor.” Bakan “Evet” diyor. “Ne zaman bu gemileri aldınız?” “12 yıl oldu.” diyor. 12 yıllık süreçte almış. 12 yıldır ne iş yapıyordunuz siz? Efendim, ‘Benim değil oğlumun gemisi, ben bütün ticari ilişkilerimi oğluma devrettim.’ diyor. Yani bu kabul edilebilir bir şey değil. Bunu da televizyona çıkıp milletin karşısına, ekranda gözlerimizin içine baka baka söylemekte hiçbir beis görmüyor. Üstelik de son yıllarda öne çıkan siyasetçiler arasında şahsen en saygı duyduğum kişiydi. Demek ki en saygı duyduğum böyleymiş. Bir vatandaş olarak kendi kendime hayıflandım. Hukukun üstünlüğünden, üstünlerin hukukuna geçiş yaptık diyebilir miyiz? Bu durumda masumiyet karinesi ortadan kalktı mı? Psikolojik olarak masumiyet karinesinden yararlanma imkanı ortadan kalkar. Bir hukuk devletinde yapılması gereken; öyle isnatlarla muhatap olanların o soruşturmaların önünü sonuna kadar açmalarıydı. Bunlar yapılmamıştır. Halbuki okuyoruz, Alman Cumhurbaşkanı hakkında bir krediye aracılık ettiği iddiası, kredi aldığı falan da değil. Adam hemen görevinden istifa ediyor, soruşturma yapılıyor aklanıyor. Şerefini kurtarıyor, haysiyetini kurtarıyor. Çünkü modern demokratik bir ülkede devlet kapısı; şeref kapısıdır, ekmek kapısı değildir. Eğer biz devleti ekmek kapısı olmaktan çıkartıp bir itibar kapısı, bir şeref kapısı haline getirebilirsek ancak hukuk devletini inşa edebiliriz. Yoksa devlet kapısı ekmek kapısı haline gelirse; siyasiler açısından söylüyorum. Tabi ki memur açısından o emeğini satacak, emeğinin karşılığında kazanacak. Ama üst derecede devleti yönetenler açısından; devlet kapısı bir ekmek kapısı olamaz, bu kabul edilemez. Devlet bir hizmet kapısı, bir şeref kapısıdır. Bunu böyle yapmadığımız müddetçe, bu tür yanlış uygulamaların önünü alamayız. Mesela devletin bir bakanının, 30-40 tane gemisi olduğundan söz ediliyor. Çok şaşırdım. Canlı yayında izliyo- 42 SENCE 2014 Sayı 4 Maalesef diyebiliriz. Çünkü hukuk, gücü elinde tutanlara karşı işlemiyor, işletilemiyor. İşletilmesi mümkün de değil. Bir defa adli kolluk yönetmeliğiyle ilgili tartışmaları hatırlayalım. Böyle bir kolluk düzeni içerisinde, kolluk görevlileri yasaya göre kimin emrindedir? Adli kolluk görevi yapanlar, soruşturmayı cumhuriyet savcısının emrindedir. Artık emniyet müdürünün valinin emrinde değildir. O kişilerin amiri; o görevleri yürüttüğü müddetçe cumhuriyet savcısıdır. Şimdi kolluk görevlilerinden ne bekleniyor? Bir suç soruşturmasına başladıkları zaman; amirine haber verecekler, amiri valiye haber verecek, vali bakana haber verecek, bakan daha üstlerine haber verecek ve böylelikle suç soruşturmasından ben hariç yani vatandaşlar hariç herkesin haberi olacak. Böyle bir suç soruşturması mümkün olabilir mi? Böyle bir suç soruşturması siyasal gücü elinde tutanlara karşı yapılabilir mi? Siyasal gücü elinde tutanlar halkın çoğunluğunun oyunu aldılar diye her türlü suçlamadan, hatadan masum mudurlar? Bu kabul edilebilir mi? Böyle bir devlet yapısı olur mu? O yüzden bugün siyasal üstünlüğü ele geçirenlerin hizmetindedir hukuk. Hukuk o hale gelmiştir. Dolayısıyla hukuk devleti midir, üstünlerin hukuku mudur diye bir soru sorulursa; üzülerek söylemem gerekirse, evet üstünlerin hukukundan söz etmek daha mantıklı, daha gerekçeli hale gelmiş oluyor. Hukuk devleti olmanın yegane şartı devlet organlarının hukuka uygun davranmasıdır. Bunu nasıl sağlayacağız? Yargısal denetimle sağlayacağız. Yasama organının Anayasaya aykırı yasalar çıkarmamasını sağlayacak olan yargı organının adı Anayasa Mahkemesi. İdarenin faaliyetlerinin yasalara uygun yürütülmesini sağlayacak yargısal organ ise idare mahkemeleridir. Aynı şekilde suç isnatı yapıldığı takdirde ki maalesef ceza yargılaması manipüle edilebiliyor. ‘Kumpas kurdular’ iddiası bunun en açık örneğidir. Türk ordusuna kumpas kurdular iddiası ceza yargılamasının manipüle edilebildiğinin en açık ifadesidir. Ceza yargılamasının güvenceli hale gelmesi, hakimlerin bağımsız olması, bütün bunlar hukuk devleti içinde olmazsa olmaz şartlardır. Hukuk devletinin olmazsa olmazı olan bu yargı sisteminin; merkezi, kalbi, beyni neresidir? HSYK’dır. Öyleyse HSYK üzerinde herhangi bir değişiklik yapacak olursak, hedefimizin ne olması gerekir? ‘Bağımsızlığının korunması’ olması gerekir. HSYK bağımsız karar veremiyorsa, HSYK siyasal etki altında kararlar veriyorsa HSYK aracılığıyla yargının siyasal etkiye açık hale getirilmesi söz konusudur. İşte böyle bir durumda bir hukuk devletinden söz edilemez. Anayasa mahkemesi elbette HSYK’dan etkilenecek durumda değildir. Ama Anayasa Mahkemesinin de aynı şekilde kullanacağı yetki nedir? Yasama faaliyetlerinin, yasama organının çıkaracağı yasaların anayasaya uygun olmasının denetlenmesidir. Böyle bir denetimi yapacak organın da yine siyasal iktidarın etkilerinden uzak bir yapıda olması gerekir. Çünkü denetleyeceğin şey sonuçta siyasal iktidarın iradesidir. Meclisin iradesi, sonuçta meclis çoğunluğunun iradesidir. Yürütme organı, yasama organı meclise geldiği zaman yürütme organı oradaki siyasal çoğunlukla yine istediği yasaları çıkarır. Öyle olunca Anayasa Mahkemesinin de siyasal etkilerden uzak bir yapıya kavuşturulması gerekir. Böyle yapılmayıp da Anayasa Mahkemesinin üyelerinin belirlenmesinde siyasal etki kanallarına açık tutarsak veya HSYK’nın yapısında siyasal etki kanallarını açık tutarsak, ge- tirir Adalet Bakanını HSYK’nın başına oturtur bütün yetkileri de ona verirsek böyle bir sistem kabul edilemez, böyle bir ülkede hukuki güvenlik sağlanamaz. Kişilerin temel hak ve özgürlükleri böyle bir ülkede sağlanamaz. Bu yüzden bu statülerin hukuk devleti ilkesi dikkate alınarak güzel bir şekilde oluşturulması ve günlük siyasal rüzgarlara göre buralarda değişiklikler yapılmaması gerekmektedir. Bu çok önemlidir. Röportaj HSYK ve Anayasa Mahkemesi yapısının sık sık siyasi yönetim tarafından değiştirilmesini doğru buluyor musunuz? Hukuk devletinde devleti yönetenler mahkeme kararlarını tanımıyor diyebilir miyiz? Bu durum nerede ne gibi sonuçlar doğurur? Mahkeme kararını uygulamamak bir defa adalete olan güveni ortadan kaldırır. Bir ülke için mahkemelerin bağımsız şekilde davranamaması ne kadar zararlıysa adalete olan duyguyu ne kadar sarsıyorsa; aynı şekilde mahkeme kararlarının uygulanmaması da aynı etkiyi doğurur. Adalet duygusunu ortadan kaldırır. Adalet duygusunun ortadan kalktığı bir yapıda devlet varlığını sürdüremez. Bütün mahkemelerimizin duvarında görürsünüz. ‘Adalet mülkün temelidir.’ Hz. Ömer’e adledilen bir sözdür bu. Yani Adalet devletin temelidir. Buradaki mülk devlet anlamındadır. Adalet duygularını sarsıcı davranışlar, ki bunlardan birisi de mahkeme kararlarının uygulanmamasıdır. Aslında devletin temelini sarsıcı davranışlardır. Son günlerde çok moda deyim var vatan haini… Yetkiyi elinde tutanlar “ona vatan haini, buna vatan haini” deyip duruyor. Vatan haini arıyorsanız, yargı bağımsızlığını sarsacak davranışları yapanlara bakınız. Onlardan daha fazla bu vatana zarar veren kimseler olmaz. Ülkemizin daha güzel günlere, daha mutlu huzurlu günlere erişmesini diliyorum. Bunun için de mutlaka; bozulan, ortadan kaldırılan hukuk devleti kurumlarının yeniden tesis edilmesi gerekmektedir. Bunu da yine yapacak olan netice itibariyle siyaset kurumudur. Bu yüzden siyaset kurumu bu önemli tarihi görevini bilerek, bunun farkında olarak görevini yapmalıdır. SENCE 2014 Sayı 4 43 SENCE Güvenli İnternet, İnternetin Güvenli Kullanımı Ülkü DAVUTOĞLU B ir internet sansürü söylentisi aldı gitti 2011’de 22 Ağustosta internet kullanımı büyük sansüre maruz kalacaktı bu söylentilere göre. Sivil toplum kuruluşları, halk meydanlara toplandı, protestolar, gösteriler vs. aracılığı ile sansür ve fişleme konusundaki endişeler dile getirildi. Nihayet 22 Ağustos 2011 geldi çattı ve güvenli internet uygulamasına geçildi. Endişelerin dile getirilmesi mi uygulamayı yumuşattı bilemeyiz tabi ama görüldü ki güvenli internet filtrelenmiş bir internet paketinden daha fazlası değil. Her kullanıcı da bunu seçmek zorunda değil. Güvenli internet ile abonelerin tercih etmiş oldukları profil (Aile Profili veya Çocuk Profili) doğrultusunda, filtrelenmesi gereken bir web sitesine erişilmek istendiğinde Güvenli İnternet Servisi özelleştirilmiş bir engelleme sayfası ile kullanıcıları bilgilendirmektedir. Filtrelenecek alan adı, alt alan adı, IP adresi ve portlar Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK) tarafından belirlenir. 44 SENCE 2014 Sayı 4 Aboneler, kendi isteklilerine göre profilleri şekillendiremezler. Seçtikleri profillerin filtre içeriğine müdahalede bulunamazlar. Aboneler, güvenli internet hizmeti taleplerini hizmet aldığı işletmeciye abonelik sözleşmesinin imzalanması sırasında veya çağrı merkezi ya da internet sitesi aracılığı ile bildirebilir. Dolayısıyla, yukarıda da bahsi geçtiği gibi güvenli internet kullanımı kullanıcının isteğine bağlıdır ve kullanıcılara seçimlerini istedikleri her an değiştirebilme olanağı sunulur. Bu yazıda bahsedeceğimiz internetin güvenli kullanımı konusu; güvenli internet profilinden ayrı bir konu olarak; kişisel verilerin korunması, güvenli e-ticaret, zararlı yazılımlardan korunma gibi hususları içermektedir. Sanal hayatta alınacak güvenlik önlemlerinin bir kısmı aslında günlük hayatta alınanlarla aynıdır. Güvenilir olmayan Teknoloji lanıcıya bağlıdır. Kendilerinin faydalı olduğunu zanneden kullanıcılar tarafından çalıştırıldıklarında devreye girerler. Solucanlar, kendi kendilerini aktif hale getirebilen, yayılmak için dosyaya ihtiyaç duymayan, ağdaki tüm bilgisayarlara bulaşabilen yazılımlardır. Virüsler gibi her zaman zararlı değildirler. Zararlı yazılımlar kullanılarak cihazların dosya ve sistemlerine zarar verilebilir, sistemde arka kapılar açılabilir. Arka kapılar ile kullanıcıların cihazlarına ve sistemlerine 3. kişiler tarafından erişim sağlanır. Gizli bilgileri ya da şifreleri alınabilir. Özellikle SPAM (istenmeyen elektronik iletiler) mailler, internet üzerinde indirilen dosyalar zararlı yazılım riski taşır. İnternet kullanımında güvenlik açısından dikkat edilmesi ve zararlı yazılımlardan korunmak için gereken hususlar şunlardır: • Güvenilir olmayan durumlarda e-ticaret yapılmamalı, • Tahmin edilmesi çok güç şifreler kullanılmalı, firmalarla e-ticaret yapmamak, kimlik ya da kart bilgilerini paylaşırken azami dikkati göstermek, şifreleri paylaşmamak gibi. İnternet kullanımı, ağa bağlanılan cihazları türlü saldırı ve tehlikelerle karşı karşıya getirir. Bu saldırılar zararlı yazılım denilen araçlarla yapılır. Bunların en sık görülenleri virüsler, truva atları, solucanlar, arka kapılardır. Bunların çalışma prensipleri kısaca şu şekildedir: En tehlikeli ve en eski zararlı yazılım olarak kabul virüsler, cihazların belleklerine yerleşerek çalıştırılabilinen programlara kendilerini eklerler. Kendilerini çoğaltır ve kendilerini çalıştırabilirler. Bir dosya aracılığı ile internette bir cihazdan diğerine bir dosya aracılığı ile taşınırlar. Dolayısıyla internet üzerinden indirilen dosyalar hatta gezinilen bir internet sayfası bile virüs taşıyabilir. Truva atları; yararlı görünen programlardır ancak içerdikleri gizli kodlarla bilgisayarların güvenliğine zarar vermektedir. Truva atları kendilerini çalıştıramaz, çalışması kul- • İnternet üzerinden yapılan görüşmelerde kişisel veriler paylaşılmamalı, • Bilgisayarda keylogger (kullanıcının klavye hareketlerinin uzaktan izlenmesine imkan veren zararlı-casus yazılım) olması durumuna karşı, bankacılık, e-ticaret gibi internet işlemlerinde sanal klavye kullanılmalı, • Dosyalar karşıdan yüklenirken çıkan uyarı pencereleri dikkatlice okunmalı, riskli olduğu düşünülen dosyalar açılmamalı, • Mümkün olduğunca SPAM mailler açılmamalı, bu maillerin içeriğinde olan dosyalar ise kesinlilikle açılmamalı, • Zararlı yazılımlara karşı anti virüs programları güncellenmeli, sürekli aktif halde çalıştırılmalı, • İnternetten bilgisayara ulaşabilecek zararlı yazılımları engellemek için güvenlik duvarlarının oluşturulmalı, • İşletim sistemlerinin güncellenmeli, • Önemli iletiler için güvenlik ya da kripto anahtarları kullanılmalı. SENCE 2014 Sayı 4 45 SENCE Hocalı Katliamı ve Soykırım Suçu Kapsamında Değerlendirilmesi Doç. Dr. İbrahim DÜLGER ⎟ KTO Karatay Üniversitesi 2 6 Şubat 1992 tarihi Türk dünyası ve Azerbaycan için en acılı günlerden biri olmakla birlikte aynı zamanda insanlık tarihi, medeni dünya için de kelimenin tam anlamıyla kara bir lekedir. Azerbaycan’ın Hocalı kentinde sivil halka karşı Ermeniler tarafından gerçekleştirilen katliamlar yakın tarihin en korkunç katliamı ve soykırımıdır. Soykırım tarih içerisinde çok yaygın olarak icra edilmekle birlikte bu suç ve bu suçun unsurları yakın zamana kadar tanımı yapılmamakta hatta soykırım (genocide) kavramı bile henüz bilinmemektedir. Soykırım kavramının ortaya çıkışı 20. yüzyılın ortalarına rastlamaktadır. Soykırım kavramı ilk kez 1944 yılında Yahudi asıllı Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından kullanılmış ve bu kavram Yunanca ırk, soy anlamına gelen “génos” ile katletmek anlamına gelen Latince kökenli “cidium” kavramlarının birleştirilmesiyle oluşturulmuş ve “Genocide” olarak hukuk ve siyaset bilimi alanına girmiştir. 46 SENCE 2014 Sayı 4 Tarih Birinci Dünya Savaşı sırasında da bu tür eylemler icra edilmekle birlikte henüz bu kavram ve suç belirlenmemiş olması nedeniyle bu yönde bir yargılama ve cezalandırmaya rastlanılmamaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Nürmberg ve Tokyo Askeri Ceza Mahkemelerinin statülerinde ve bu mahkemelerin kararlarında soykırım kavramı kullanılmamıştır. Nürmberg mahkemelerinde savcı tarafından hazırlanan iddianamede bu fiilleri nitelendirmede “soykırım suçu” kavramı kullanılmış olmakla birlikte mahkeme kararlarında, yargılanan fiiller, bu konuda henüz kabul edilmiş bir uluslararası belgenin bulunmaması nedeniyle, insanlığa karşı suç ve savaş suçları olarak nitelendirilmiştir. Soykırım suçuna ilişkin ilk uluslararası belge Birleşmiş Milletler Genel Kurulunca kabul edilen 14 Aralık 1946 tarih ve 96 (I) sayılı karardır. Bu kararla soykırım açık bir şekilde suç olarak kabul edilmiş ve Birleşmiş Milletlerin konuyla ilgili Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme’nin hazırlanması kararlaştırılmıştır. Alınan bu karar gereğince hazırlanan “Soykırımın Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948 tarih ve 260 A(III) sayılı kararıyla kabul edilerek imza, onay ve katılıma açılmış; 13. maddesi gereğince de 12 Ocak 1951 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye söz konusu sözleşmeyi 23 Mart 1950 tarihinde onaylamış; 5630 sayılı onay kanunu, 29 Mart 1950 tarih ve 7469 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak iç hukuk kuralı halini almıştır. Sözleşmenin giriş bölümünde; soykırımın, Birleşmiş Milletlerin ruhuna ve amaçlarına aykırı olduğu ve uygar dünya tarafından lanetlendiği; uluslararası hukuka göre suç olarak kabul edildiği belirtilerek; tarihin her döneminde insanlık için büyük kayıplara neden olması karşısında insanlığı kurtarmak maksadıyla uluslararası işbirliğinin gerekliliğine inanılarak sözleşmenin maddeleri üzerinde anlaşmaya varıldığı bildirilmektedir. Bu sözleşme üye devletlere soykırımın iç hukuk kurallarınca da suç olarak kabul edilmesi; ister barış zamanında isterse savaş zamanında işlenmiş olsun bu fiillerin önlenmesi ve cezalandırılması yükümlülüğünü getirmektedir. Türkiye 1950 tarihinde onaylamış olmakla birlikte soykırım suçunu ancak 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda düzenlemiştir. Bu tarihten önce yükümlülüğü bulunmasına rağmen bir düzenleme getirmemiştir. Soykırım suçu söz konusu sözleşmenin 2. maddesinde: “Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur. a) Gruba mensup olanların öldürülmesi; b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi; c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek; d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak; e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek; olarak tanımlanmaktadır ve 1. madde gereğince de bu fillerin savaş zamanında ya da barış zamanında işlenmiş olmasının suçun oluşumu açısından bir önemi bulunmamaktadır. Soykırım suçu 1 Temmuz 2002 tarihinde yürürlüğe giren Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsünün 6. maddesinde de Birleşmiş Milletlerin kabul ettiği düzenlemeye paralel olarak tanımlanmıştır. Soykırım suçu 5237 sayılı Türk Ceza Kanunun, özel hükümlerin yer aldığı ikinci kitabın, Uluslararası Suçlar başlıklı birinci kısmının, Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar başlıklı birinci bölümünde düzenlenmiştir. Düzenlemenin yer aldığı 76. maddeye göre soykırım suçu: “(1) Bir planın icrası suretiyle, milli, etnik, ırki veya dini bir grubun tamamen veya kısmen yok edilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur: a) Kasten öldürme. b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme. c) Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması. d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi. (2) Soykırım suçu failine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir. Ancak, soykırım kapsamında işlenen kasten SENCE 2014 Sayı 4 47 SENCE öldürme ve kasten yaralama suçları açısından, belirlenen mağdur sayısınca gerçek içtima hükümleri uygulanır. (3) Bu suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında da güvenlik tedbirine hükmolunur. (4) Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez.” şeklinde düzenlenmiştir. Ceza Kanunumuz ayrıca 78. maddesinde de soykırım suçunu işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten ya da bu örgüte üye olanların da fiillerinden bağımsız olarak ayrıca cezalandırılacağına hükmetmiştir. Soykırım suçuna ilişkin bu kısa hukuki değerlendirmemizden sonra Hocalı’da Ermenilerce gerçekleştirilen katliamın neler olduğuna bakacak olursak: Karabağ Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tarafından oluşturulmuş özerk bir bölge olmasına karşın tarih içerisinde bir Azeri yurdu olduğu tescilli bir bölgedir. Ermenilerin Karabağ’a ilişkin emelleri çok öncelerden beri var olduğu bilinen bir gerçektir. Bu emellerine ulaşmak için de sistematik olarak adım adım işgal planını Ruslar’ın da desteğiyle hayata geçirmeye başlamışlardır. Öncelikle Ermeni gönüllülerden oluşan silahlı gruplar Karabağ’a yerleştirilmiştir. Ardından Gorbaçov, 25 Temmuz 1990’da yayımladığı bir kanunla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kanunları dahilinde olmayan silahlı grupların kurulmasını yasaklamış ve kanunsuz olarak saklanan silahlara el konulmasını sağlamıştır. Fakat bu kanun nedense Ermeniler için göz ardı edilmiştir. Bu kanunla birlikte Azerbaycan’ın bütün bölgelerinde av silahları da dahil olmak üzere silahlar toplanmış, Dağlık 48 SENCE 2014 Sayı 4 Karabağ’da ise bu görev Rus askerleri tarafından yerine getirilmiştir. 1990 yılının Ağustos ve Eylül aylarında Ermeniler saldırılarını doğrudan Azeri halka karşı yöneltmeye başlamış; otobüs baskınları, yol kesme gibi terör eylemlerine kalkışmışlardır. 1990 yılı başlarında yaklaşık 186 bin Azeri, Ermenistan’dan ve Karabağ’dan Azerbaycan’a gitmeye zorlanmıştır. Ekim 1991’de ilk Azeri köyü Ermenilerce ele geçirilmiştir. 1991 yılında Azerbaycan Parlamentosu’nun Dağlık Karabağ’ın özerk bölge statüsünü ilga etmesine karşılık Dağlık Karabağ Parlamentosu bir referandum düzenlemiş; uzun zaman içerisinde Ruslar tarafından bilinçli olarak Ermenilerin yerleştirilmesi ve Ermeni saldırıları sonucu bir çok Azeri Türk’ünün Azerbaycan’a göç etmek zorunda kalması nedeniyle çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu bölgede referandum sonucunda Dağlık Karabağ Parlamentosu bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu gelişmelerden sonra 1992’de Sovyet birlikleri de bölgeden çekilmiştir. Hocalı vahşeti Ruslar’ın 366. alayın desteğiyle 25 Şubat’ı 26 Şubat’a bağlayan gece (1992) gerçekleştirilmiştir. Bu vahşetin emrini Ermenistan’ın eski devlet başkanı Robert KOÇARYAN vermiş ve o zaman ordu komutanı olan ve hali hazırdaki devlet başkanı Serj SARKİSYAN’ın talimatları ve gözetimi altında gerçekleştirilmiştir. Bu saldırının en büyük nedeni Ermeni yayılmacı emellerini gerçekleştirme sürecinde Hocalı kentinin coğrafi konumunun bölge açısından stratejik açıdan büyük öneme sahip olmasıdır. Yedi bin nüfuslu Hocalı’da olaylar sırasında yaklaşık 3.000 Azeri Türkü bu- lunmaktaydı. Hocalı’nın işgali sonucu sivil, eli silahsız, Azerbaycan Türkleri çocuk, kadın, ihtiyar ve genç ayrımı yapılmadan Ermeniler tarafından katledilmiştir. Resmi verilere göre, o gece 613 kişi hunharca öldürülmüş; bunlardan 83 çocuk, 106 kadın acımasız yöntemlerle işkence yapılarak öldürülmüştür. Ayrıca, 1275 kişi ise rehin alınmış, 487 kişi ağır yaralanmış olup, ve 1500’e yakın kişi kayıptır. Saldırıda ölenler hakkında verilen resmi rakam 613 kişi olarak açıklanmasına karşın; katledilen toplam Azeri Türkünün 1.300 kişi olduğu söylenmektedir. Saldırılar sırasında Hocalı’da yaşayan Ahıska Türkleri de evlerinde yakılarak öldürülmüştür. Kadın, çocuk ve yaşlı ayrımı yapılmaksızın sivil ve savunmasız insanlar Ermenilerce insanlık dışı yöntemlerle, vahşice katledilmişlerdir. Bu katliamın yöntem ve şekilleri Nazi katliamların da bile görülmemiştir. Çocukların, yaşlıların derileri diri diri yüzülmüş, gözleri oyulmuş, kolları bacakları kesilmiş, karınları deşilmiş, kafaları kopartılmış, diri diri yakılmışlardır. Hatta hamile kadınların karınları deşilerek ceninin kız mı erkek mi olduğuna dair bahis oynamışlar; katledilen hamile kadınların rahimlerine kocasının kesilen kafasını yerleştirmişlerdir. Kadınların göğüsleri kesilerek, biraz sonra öldürecekleri çocukların ağızlarına tıkmışlardır. Yaşanılan vahşeti, isterseniz öncelikle Ermenilerin kendi yazmış oldukları kitapların sayfalarından bakalım: Zori BALAYAN Asıl mesleği doktorluk olan ve katliama katılan Balayan Karabağ’da birçok Türk çocuğunu ve kadınını bizzat en Tarih akla gelmeyecek şekillerde öldürdüğü “Ruhumuzun Canlanması” isimli, daha sonra Ermeni Diasporası tarafından toplatılmış olan, kitapta yaptığı itiraflardan anlaşılmaktadır. Ruhumuzun Canlanması kitabı 260. Sayfasında: “Biz arkadaşımız Haçatur’la ele geçirdiğimiz eve girerken askerlerimiz 13 yaşında bir Türk çocuğunu pencereye çivilemişlerdi. Türk çocuğunun bağırış çağırışları çok duyulmasın diye, Haçatur çocuğun annesinin kesilmiş memesini çocuğun ağzına soktu. Daha sonra bu 13 yaşındaki Türk’e onların atalarının bizim çocuklara yaptıklarını yaptım. Başından, sinesinden ve karnından derisini soydum. Saate baktım, Türk çocuğu yedi dakika sonra kan kaybından öldü. İlk mesleğim hekimlik olduğuna göre hümanist idim, bunun için de Türk çocuğuna yaptığım bu işkencelerden dolayı kendimi rahatsız hissetmedim. Ama ruhum halkımın yüzde birinin bile intikamını aldığım için sevinçten gururlanırdı. Haçatur daha sonra ölmüş Türk çocuğunun cesedini parça parça doğradı ve bu Türk’le aynı kökten olan köpeklere attı. Akşam aynı şeyi üç Türk çocuğuna daha yaptık. Ben bir Ermeni vatansever olarak görevimi yerine getirdim. Haçatur da çok terlemişti, ama ben onun gözlerinde ve diğer askerlerimizin gözlerinde intikam ve güçlü hümanizmin mücadelesini gördüm. Ertesi gün biz kiliseye giderek 1915’te ölenlerimiz ve ruhumuzun dün gördüğü kirden temizlenmesi için dua ettik. Ancak biz Hocalı’yı ve vatanımızın bir parçasını işgal eden 30 bin kişilik pislikten temizlemeyi başardık.” diyerek arsızca yaptığı insanlık dışı vahşeti anlatmaktadır. Daud KHEYRİYAN Hocalı katliamına tanık olan ve daha sonra Beyrut’a yerleşen Ermeni gazeteci Daud Kheyriyan, ‘For the Sake of Cross’ (Haçın Hatırı İçin) isimli kitabında (Sayfa: 62-63) vahşeti şöyle anlatıyor: ”...Gaflan denen ve ölülerin yakılmasıyla görevli Ermeni grup, Hocalı’nın 1 kilometre batısında bir yere 2 Mart günü 100 Azeri ölüsünü getirip yığdı. Son kamyonda 10 yaşında bir kız çocuğu gördüm. Başından ve elinden yaralıydı. Yüzü morarmıştı. Soğuğa, açlığa ve yaralarına rağmen hala yaşıyordu. Çok az nefes alabiliyordu. Gözlerini ölüm korkusu sarmıştı. O sırada Tigranyan isimli bir asker onu tuttuğu gibi öteki cesetlerin üstüne fırlattı. Sonra tüm cesetleri yaktılar. Bana sanki yanmakta olan ölü bedenler arasından bir çığlık işittim gibi geldi. Yapabileceğim bir şey yoktu. Ben Şuşa’ya döndüm. Onlar Haç’ın hatırı için savaşa devam ettiler.” şeklinde olayları anlatmaktadır. Vahşeti, kan gölünü ilk kez gören Avrupa Ermenisi olan gazetecilerden biri işlenen faciayı olduğu gibi aktarmaya çalışmıştı: “Hocalıda katlettikleri 100 kişiyi yan yana dizerek köprü yaptılar. Ben bu köprüdeki cesetlerin üzerinden geçerken, ayağımı körpe bir çocuğun göğsüne basınca öyle bir titredim ki, fotoğraf makinem, bloknotum, kalemim yere düşerek kana boyandı. Kendimi tamamen kaybettim. Bedenim tir tir titredi.” Belki de bu Avrupalı Ermeni’nin soykırım olayını tasdiklemesi, kaleminin bu günahsız çocuğun kanına bulanması yüzündendir. Yabancı gazetecilerin gözlemlerinden bazılarına bakacak olursak : Kanlı olayları gözleri ile görüp kameraya alan Fransalı Janiv YUNET ,”Biz Hocalı faciasına şahit olduk. Yüzlerce SENCE 2014 Sayı 4 49 SENCE ceset gördük. Bunların içinde kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve kenti savunanlar vardı. Emrimize helikopter verildi. Gökyüzünden gördüklerimizi kameraya alıyorduk, Hocalı ve etrafını kaydediyorduk. O zaman Ermeniler helikoptere ateş açtılar ve biz çekimi yarım bırakarak geri çekilmek zorunda kaldık. Ben savaş hakkında çok şey duymuştum. Alman Nazilerinin gaddarlığını okudum ancak Ermenilerin masum halkı ve 5-6 yaşındaki çocukları öldürmekle vahşilikte onları bile geride bırakmışlardı. Biz hastanede, vagonlarda, hatta çocuk bahçelerinde ve sınıflarda çok sayıda yaralı gördük. Gördüğü manzarayı çalıştığı Izvestiya gazetesinde V. BELLAX şöyle kaleme alıyor: “Zaman zaman Ağdam’a cesetler getiriliyordu. Tarih boyunca böyle bir şey görülmemişti. Cesetlerin gözleri çıkarılmış, kulakları ve başları kesilmişti. Birçok ceset tanklarla sürüklenmişti, işkencelerin haddi hesabı yoktu”. Washington Post: “ Dağlık Karabağ kurbanları Azerbaycan’da toprağa verildiler. Kaçkınlar, Ermeni saldırısında yüzlerce kişinin öldürüldüğü söylüyorlar. Yedi kişinin ceseti bugün gösterildi, bunların ikisi çocuk, üçü kadındır. 120 göçgün Agdam hastanesindedir, vücutlarında çok sayıda derin yaralar bulunmaktadır.” The Times: “ Ermenililer yüzlerce göçgün ailesini katlettiler. Sağ kalabilenler Ermenilerin 450’den çok Türk’ü katlettiğini, öldürülenlerin çoğunun kadın ve çocuk olduğunu bildiriyorlar. Yüzlerce, hatta binlerce insan kaybolmuştur. “Katliam açığa çıktı. Dağlık Karabağ’ın yamaçlarında aralarında kadın ve çocuklar olan 60’dan çok ceset ortaya çıkmıştır, bu ise Ermenilerin Azerbaycanlı mültecileri katlettiği yolundaki haberleri doğrulamaktadır. Hala bulunamayan yüzlerce kayıp vardır.” lzvestiya: “Video kamera, kulakları kesilmiş çocukları gösterdi. Yaşlı kadın- lardan birinin yüzünün yarısı kesilmişti. Erkeklerin kafa derisi yüzülmüştü.” Sunday Times: “Thomas Tolts Ermenilerin yaptığı katliamlar hakkında bilgi veren ilk raportördür. Hocalı yalnız Azerbaycan şehri olmuştur. Barış zamanı tarımla meşgul olmuş binlerce Azerbaycanlının evi olmuştur. Geçen hafta yeryüzünden silinmiştir.” Financial Times: “Ermeniler, Agdam’a giden göçmen kafilesini kurşunladılar. Azerbaycanlılar 1200 ceset saydılar. Livan’dan gelen raportör, zengin Ermenilerin Karabağ’a silah ve adam gönderdiğini tasdik ediyor.” Izvestiya: “Binbaşı Lenold Kravest: Ben kendim yamaçta 100’e yakın ceset gördüm. Erkek çocuklardan birinin başı yoktu. Her yerde özel gaddarlıkla öldürülmüş yaşlı kadın ve çocuk cesetleri gördüm.” Le Monde: “ Agdam’da bulunan yabancı gazeteciler Hocalı’da öldürülmüş kadın ve çocukların arasında 3 kafa derisi soyulmuş, tırnakları sökülmüş ceset görmüşler. Bu Azerbaycan tebligatı değil, gerçektir.” Valer Aktüel Dergisi : “ Bu otonom bölgede Ermeni Askeri Birlikler Yakın Doğu’da olanlarla birlikte en çağdaş askeri teçhizata ve hava araçlarına sahiptiler. ASALA, Suriya ve Livan’da askeri malzeme ve silah ambarlarını yok etmiş, 100’ün üzerinde Müslüman köyünü katletmişlerdir. Krua I’Eveneman Dergisi : “Ermeniler Hocalı’ya saldırdılar. Tüm dünya tanınmaz hale gelen cesetlerin şahidi olmuştur. Azerbaycanlılar 1,000 kişinin öldüğünü söylüyor.” 50 SENCE 2014 Sayı 4 Tarih Kolos Ukraini - V Stacko: “Savaşın yüzü olmuyor. Yalnız çokça maske, kanlı gözyaşları, ölüm, bedbahtlık, yıkımlar… Hocalı’ da bebekleri ne için katlettiler? Ya anneleri? Allah insanı cezalandırmak isteyince onun aklını alıyor.” Nie Gazetesi: Bulgaristan’da çıkan bu basın organı Hocalı soykırımına hasredilmiş bir özel sayı yayınlanmıştır. Violetta Parvanova: “Hocalı insanlığın faciasıdır.” Yabancı basın vahşeti ürpererek böyle anlatmaya çalışıyordu. Fakat Ermeni yetkilileri Hocalı‘ya gelen Avrupalı Ermeni gazetecilerin bazılarını faciayı Azerbaycanlıların yaptıkları yolunda yazılar yazmalarını temin ederek dünya kamuoyunu aldatmaya çalışıyorlardı. Ermeni askerlerinin, büyük askerî birliklerinin soykırım yapmadıkları, askerî operasyon sırasında 14 kişinin öldürüldüğü hakkında uluslararası kamuoyuna verilen bilgiler yaşananlara, gerçeğe dayalı olmadığı için bu çabalar boşa çıkmıştır. İlginçtir ki Ermenilerin bizzat kendilerinin ve yabancı basın mensuplarının tespit ederek kaleme aldıkları vahşet ve akılları durduracak katliam manzaraları 1915’te Ermeni çetecilerinin Anadolu’da sergilediği vahşete oluş şekilleri itibariyle inanılmaz şekilde bire bir benzemektedir. Türk’ün tarihinin hiçbir döneminde asla yeri olmayan masum katliamları, ırza geçme, yaşlı ve hamilelere işkence şekilleri korku filmlerinde bile göremeyeceğiniz bir yaratıcılıkta gerçekleştirilmiştir. Soykırımın ilk günlerinde, 2 Mart’ta Hocalı’nın adını ilk kez duyan, bu şeh- rin masum halka uygulanan vahşeti kaleme alıp, yayınlamak isteyen yabancı gazeteciler olay yerine gelmeye başladılar. Onlara cesur gazeteci, Hocalı felaketini ilk kez dünyaya yayımlayan Cengiz Mustafayev eşlik ediyordu. Cengiz ikinci kez Ketik ormanında, Nahçıvanık yolundan üst üste yığılmış cesetleri, başının yarısı soyulmuş bebekleri, gözleri çıkarılmış çocukların resimlerini çekiyordu. Hocalıyı ölüm sessizliği sarmıştı, kar üstünde yatan cesetler vahim bir durum arz ediyordu. Her yerden kan kokusu geliyordu. Vahşiliğe, gaddarlığa bakıldığında Nazileri bile geride bırakan Ermeni-Rus askeri birliklerinin uyguladıkları katliam yabancı gazetecilerin dehşete ka- ni keskin nişancıları tarafından şehit edilmiştir. Yaşasaydı belki de anlatacak çok daha fazla şeyleri vardı. pılmasına yol açmıştı, bazıları elleriyle gözlerini kapamış, helikoptere doğru kaçmışlardı. Kendini kaybeden gözyaşlarını tutamayanlar vardı. Bütün uluslararası belgelerdeki düzenlemeler ve Hocalı’da yapılan insanlık dışı vahşetler ortadayken, gelişmelere seyirci kalan BM ve Batılı medeni (!) devletler, Ermenilerin yaptıkları katliamlara ve işgal hareketlerine ciddi bir tepki göstermemişler, tıpkı Saray Bosna’da olduğu gibi sadece seyretmişler ve belki de gizliden gizliye bu katliamı alkışlayıp kutlamışlardır Cengiz Mustafayev gibi yiğit ve korkusuz bir gazeteci ve onun çektiği görüntüler olmasaydı dünya belki bu vahşetten haberdar olamayacak, Ermeniler her zaman yaptıkları gibi inkar ve katlettiklerini suçlamaya devam edeceklerdi. Cengiz 15 Haziran 1992 tarihinde Hocalı’nın Nahçıvanlı köyünde çatışmaları görüntülerken Erme- Hocalı’daki vahşeti Azerbaycan, Meksika, Pakistan ve 51 ülkenin parlamenterlerinden oluşan “İslam İşbirliği Teşkilatı Parlamentolar Birliği” soykırım olarak tanımıştır. Fakat Ermenistan ve Ermeni diasporası tarafından her ortamda ve her ülkede Türkiye’yi soykırımcı olarak tanıtmaya çalışmaları, birçok diplomatımızı ASALA terör örgütünce katledilmiş olması karşısında hala daha ülkemin, Türkiye’nin bu vahşeti soykırım olarak kabul etmemiş olmasını anlamıyorum. Sonuç olarak buraya kadar belirtmiş olduğumuz açıklamalarımızı okuyan herkes bir hukukçu olmasına gerek kalmaksızın bunun bir soykırım olduğunu kabul edecektir. Katledilen, şehit edilen sivil ve savunmasız insanlar sadece ve sadece Türk oldukları (milliyetleri dolayısıyla) ve Müslüman oldukları için (dinleri dolayısıyla) katledildiler. Bu fiillerin her yönüyle uluslararası ve ulusal hukuklar açısından soykırım olduğunda en ufak bir tereddüt bulunmamaktadır. Hocalı’da şehit olan kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhları şad, kabirleri nur, mekanları cennet olsun. SENCE 2014 Sayı 4 51 SENCE Sapanca ! Yok Olmasın Özellikle Karadeniz bölgesinde yapılan hidroelektrik santrallerinin bölgenin doğal güzelliğine zarar verdiği ve dereleri kuruttuğu, ülkenin teneffüs kaynakları olan ormanlık alanlar gibi doğal güzelliklerimizin katledildiği haberlerinin ardından tatlı su kaynağı olan göllerimizi de kaybetmeye başladığımızı öğreniyoruz. Bu bağlamda bugünlerde gündemde olan bir gölümüz Sapanca gölü. 52 SENCE 2014 Sayı 4 Çevre Yunus Şevki KİBAR Ü lkemizin geliştiğine ilişkin çok şeyler söyleniyor. Ülkemizin gelişip gelişmediği ayrı bir tartışma konusu elbette. Hangi açından baktığınıza da bağlı. Bununla birlikte, ekonomik gelişme doğayı, doğal zenginlikleri kaybetmemize neden oluyorsa, bu tür bir gelişme anlam ifade eder mi sorusu zihinleri meşgul etmesi gereken bir soru. Eğer ki bugün kaybettiklerimizi geri kazanmak için bugün elde edilenin kat be kat fazlasını harcamamız gerekecekse, ekonomik gelişme için çevreyi feda etmenin anlamı var mıdır? Özellikle Karadeniz bölgesinde yapılan hidroelektrik santrallerinin bölgenin doğal güzelliğine zarar verdiği ve dereleri kuruttuğu, ülkenin teneffüs kaynakları olan ormanlık alanlar gibi doğal güzelliklerimizin katledildiği haberlerinin ardından tatlı su kaynağı olan göllerimizi de kaybetmeye başladığımızı öğreniyoruz. Bu bağlamda bugünlerde gündemde olan bir gölümüz Sapanca gölü. Anadolu’dan İstanbul’a isterseniz eski yoldan, isterseniz TEM’den gidin, isterseniz trenle geçin, güneşli bir günde yeşillikler içinde masmavi parlayan Sapanca gölüne hayranlıkla bakmamak mümkün değildi. Değildi diyorum çünkü Sapanca Gölü için tehlike çanları çalıyor ve gölün kuruması ihtimali çok da uzak görünmüyor. 42 km’dir ve bunun 37 km’si Sakarya, yaklaşık 5 km’si Kocaeli ili sınırları içerisinde kalmaktadır. Sapanca Gölü Sakarya ilinin tamamının ve Kocaeli’nin bir bölümünün içme suyu ihtiyacını karşılamaktadır. Sapanca Gölü, İstanbul’a yaklaşık 100 km. uzaklıkta olması nedeniyle özellikle haftasonlarında çok sayıda ziyaretçiye ev sahipliği yapan, etrafında çok sayıda otel ve turistik tesis bulunduran ve Samanlı dağlarının yemyeşil etekleri ile eşsiz bir manzaraya sahip doğal bir cennettir. Kayak merkezi Kartepe’ye çıkarken belirli bir rakıma ulaştığınızda, hem Marmara Denizi hem de Sapanca Gölü manzarasını bir arada görmeniz mümkündür. Şimdilerde bu doğal cennetin kurumaya başladığı ve yok olma tehlikesi ile karşı karşıya olduğu konuşuluyor. Hatta konu Meclis gündemine de taşındı. Sapanca Gölünün sorunlarının araştırılması için TBMM’de Sakarya Milletvekili Münir Kutluata’nın 20 milletvekili ile birlikte verdiği araştır- ma önergesi maalesef reddedilmiştir. İki şehrin doğal içme suyu kaynağına ilişkin bir meselede bile siyasi bir tavır alınmış olması oldukça üzücüdür. Oysaki bu doğal kaynaklar hepimizin ortak vatanının ortak değerleri ve gelecek nesillerin bizdeki ortak emanetleridir. Göl, yer yer 200 metre kadar çekilmiştir ve göl seviyesi 30.28 koduna gerileyerek kritik eşik olan 29.90 koduna çok yaklaşmıştır. Bir başka ifade ile kritik seviyeye sadece 40 cm civarında bir su seviyesi kalmıştır. Bunun yanında, gölün dibindeki su kaynaklarının da kuruduğu, kirliliğin çok arttığı, suyun altında görüş mesafesinin yarım metreye kadar düştüğü ve gölün dibinde kabuklu canlılar dışında hiç balık kalmadığı belirtilmektedir. Sapanca Gölü’nün kurumasında mevsimsel kuraklığın önemli etkisi olduğu söylense de gölün geldiği durumu sadece kuraklıkla açıklamak pek mümkün görünmemektedir. Sapanca gölü, tektonik bir göl, yani depremler sonucu Marmara Denizinden ayrılarak oluşmuş bir tatlı su gölüdür. Gölün uzun dönem ortalama yüzölçümü yaklaşık 47 km²’dir. Çevresi SENCE 2014 Sayı 4 53 SENCE Sapanca Gölünü besleyen önemli büyüklükte 17 dere vardır ve bu derelerden 12’si kurumuştur. Bunun dışında Sapanca Gölünü besleyen derelerin kaynağında 20 civarında su fabrikasının kurulmasına izin verildiği bilinmektedir. Bu durumun da gölün beslenmesinin önündeki en önemli engellerden biri ve dolayısıyla gölün kurumasına neden olan önemli etkenlerden biri olduğu ifade edilmektedir. Bununla birlikte, Kocaeli’ndeki Yuvacık Barajına da Sapanca Gölü’nden su çekilmektedir. Sapanca Gölünün geldiği durumla ilgili ileri sürülen bir iddia da Marmaray projesi kapsamında ortaya çıkan 4 bin kam- yon hafriyatın Sapanca Gölüne dökülmesidir. Ancak, gölün suyunun tehlikeli seviyelere gelmesinde en çok işaret edilen husus TÜPRAŞ’ın su çekmesidir. Bu bağlamda göl suyunun alarm seviyesine düşmüş olmasında tepkilerin merkezine oturtulsa da TÜPRAŞ yaptığı açıklamada; özelleştirmeden önce gölden çekilen su miktarının 2005 yılında 12,7 Milyon metreküp iken, 2012 yılında 8,2 Milyon metreküp, 2013 yılında ise 7,4 Milyon metreküp ile sınırlı kaldığını, gölden çekilen toplam su miktarının yalnızca yüzde 5’inin TÜPRAŞ tarafından kullanıldığını, ham petrolün akaryakıt ürünlerine dönüşümü için ısı ve basınç altında işlem görmesi sırasında su kullanımının zorunlu olduğunu, Kocaeli’de bulunan İzmit Rafinerisi’nin kurulu olduğu alanın 1959 yılında Bakanlar Kurulu Kararı ile “Sapanca Gölünün kullanımı ve deniz ulaşımı dikkate alınarak” belirlendiğini, Özelleştirme Kanunu’nun 20-B maddesi gereği bu hakkının aynen devam ettiğini, su kullanımına ilişkin hiçbir bedel ödemediği iddiasının gerçeği yansıtmadığını, Sapanca Gölü havzasının korunması, suların kirlenmesinin önlenmesi, çevre koruma yatırımları finansmanına destek olunması amacıyla, 2008 yılında TÜPRAŞ ile Kocaeli Su ve Kanalizasyon İdaresi arasında yapılan protokol çerçevesinde, bugüne değin yaklaşık 18 Milyon TL ödeme yapıldığını belirtmiştir. Gelinen durumda anlaşılan odur ki, E-5, TEM ve tren hattı yapılırken de Sapanca Gölü üzerindeki muhtemel etkisi iyi analiz edilmemiş, derelerin akış yönü, debisi vs. de çok iyi hesaplanmamıştır. Gölün bu duruma gelmesindeki bir diğer etmenin ise gölün etrafındaki plansız yapılaşma olduğu ifade edilmektedir. Gölün etrafında bulunan yemyeşil tepelerin giderek beton yığını haline geldiğini gözlemlemek hiç de zor değildir. Bu bakımdan son yıllarda gölün etrafında çok sayıda arazi ve konutun Araplara satıldığı da kulaktan kulağa yayılmaktadır. Birtakım sivil toplum örgütleri Sapanca Gölü’ne dikkat çekmeye yönelik eylemler yapmaya çalışsa ve yerel medya konunun üzerine eğilse de, halkın farkındalığının ve eylemlere, kampanyalara desteğinin yüksek olduğunu söylemek oldukça zordur. Uzmanlar, bir zamanlar dünyanın dör- 54 SENCE 2014 Sayı 4 Çevre düncü büyük gölü olan Aral Gölü gibi devasa bir gölün bile çöle dönüşebildiğine dikkat çekerek, gerekli tedbirlerin alınmaması durumunda Sapanca Gölünün kaderinin benzer olmamasının işten bile olmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda Sapanca Gölünün kurtarılabilmesi için uzmanların önerilerini aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür: • Göl suyunun endüstriyel kullanımının sonlandırılması, • Gölü besleyen derelerin kaynağına kurulan su fabrikalarının azaltılması ve bu fabrikaların dere suyunu daha az kullanması, • Gölün etrafındaki yapılaşmanın ve balık üretim çiftliklerinin kontrol altına alınması. Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fevzi Yılmaz; gölün yönetiminin Cenevre Gölü Çevre Ajansı gibi bir sivil inisiyatife bırakılmasının ve gölün çevresindeki belediye ve yerel otoritelerin paydaş yapılmasının uygun olacağını belirterek söz konusu inisiyatifin suyun kimyasal, fiziksel ve biyolojik yapısını, göl ve çevre alan kullanımını, koruyucu tedbirleri, çevre yaşam kalitesini arttırmayı temel gaye edinerek balık tutma, yüzme, turizm geliştirme ve bölgesel ekonomiye girdi sağlama gibi konularda da çalışmalar yürütmesini önermektedir. Gelinen durum üzerine Sakarya Su ve Kanalizasyon İdaresi (SASKİ) Genel Müdürlüğü, abonelerine şebeke suyu ile bahçe sulanmamasını ve halı yıkanmaması çağrısı yapmıştır. SASKİ, TÜPRAŞ’a da bir yazı göndererek göldeki su seviyesinin tehlikeli boyuta düştüğünü belirtmiş, endüstriyel kullanım için başka bir kaynak bulunmasını talep etmiştir. Dünyadaki suyun %97’sinin tuzlu su olduğu, tatlı su oranının sadece %3 olduğu düşünüldüğünde, dünyanın sayılı doğal içme suyu kaynaklarından olan Sapanca Gölünün kıymetinin sadece içme suyu kaynağı olması açısından dahi paha biçilmez olduğunu görmemek mümkün değildir. Dalai Lama’nın “İnsan, para kazanmak için sağlığını harcıyor. Sonra sağlığını geri kazanmak için para harcıyor.” sözündeki gerçekliğe benzer bir biçimde, insanoğlu önce rant için doğayı katlediyor ve sonra kaybettiği doğal kaynakları kısmen kazanmak için daha yüksek maliyetlere katlanmak zorunda kalıyor. Umarım, bir Kızılderili atasözünde denildiği gibi son ağaç kesildiğinde, son nehir kirlendiğinde ve son balık öldüğünde, o zaman paranın yenmediğini anlayacak kadar geç kalmayız. Siz de çevre konusunda duyarlıysanız ve Sapanca Gölünün yok olmasını istemiyorsanız www.suyumadokunma. org internet adresindeki imza kampanyasına destek verebilirsiniz. Doğal güzelliklerimizi ve kaynaklarımızı kaybetmeden kalkınmış bir ülke olabilmek dileğiyle… SENCE 2014 Sayı 4 55 SENCE DURAK TURAN DÜZ 56 SENCE 2014 Sayı 4 Çekilmiyor kahr-ı sevda serkeşin Deli gönlüm dara geldi bu akşam Sonu da gelmiyor gamla güreşin Saça sırtı nara geldi bu akşam Bu akşam topladım bunca ezayı Yine tazeledim eski yarayı Ben beklerken huzur ile serayı Döndü döndü yara, geldi bu akşam. İçimizden Biri M illi ve manevi değerlere bağlı olarak çizgisinden taviz vermeksizin, Türk basınında şiirleri, araştırma yazıları ve makaleleri yayımlanan Türk Büro-Sen Ankara Eski Şube Başkanı Durak Turan DÜZ, Devlette 27 yıl çeşitli kademelerde görevde bulunduktan sonra Yozgat Sarıkaya’da 5 yıl da belediye başkanlığı yapmıştır. Ankara’da Yozgatlılar Derneği Genel Başkanlığı olmak üzere birçok dernek ve vakfın kurucusu ve başkanlığını yapmıştır. Şair şiirlerinde sevgi, sevda, vatan, millet, milliyetçilik ve turan gibi temaları ağırlıklı olarak işler. KAYIPSIN Gerçekleri sende, seni gerçekte Yıllardır ardım bulunmuyorsun. Bir arı gözüyle seni çiçekte Sandım ki muradımı bulunmuyorsun. Uzattım emelin kulaçlarını Gizledim gönlümün amaçlarını Derdimle derinden şu saçlarını Ömrümde taradım bulunmuyorsun. Seni senen alıp sende yitirdim Seni ümit ettim bende bitirdim Beni san verdim, sana diktirdim Söküldün sır idin bulunmuyorsun. Halen Ankara’da yaşamakta olan şairimiz evli, 2 erkek 1 kız çocuk babası ve 4 torun dedesidir. Şair, “Aşk bireyseldir, ama vatan - ülke - millet sevgisi toplumsaldır. Bu nedenle bu tür şiirlerin en sıradanı bile bizi ilgilendirir. Aşka ve ölüme tek gidilir ama vatan yolunda ölüme birlikte gidilir” diyor. Şairimiz aynı zamanda Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliğinin Ankara Şubesi Başkanıdır. İZİ VAR Altay Dağları’nda, Ergenekon’da, Her zirvede bozkurtların izi var. İdil’de, Volga’da, zafer yolunda, Türk evladı Kürşat’ların izi var. Malazgirt, Plevne, Çaldıran’da o, Tarihe zaferler dolduran da o, Bizans’ı ortadan kaldıran da o, Fatih gibi ataların izi var. Börteçine adı, yurdu Ötüken, Kıtalar fetheden, dağlar eriten, Karalarda gemileri yürütren, Daha nice evlatların izi var. Delikanlım kıtaları gezde gör, Türk’ü dünya tanır, dağa taşa sor, Bu millet ki, her milletten uludur. Her yücede bozkurtların izi var. Şair Ata Yurduna olan özleminide şu dizelerle dile getiriyor. Ata yurdu can ÖTÜKEN. Selam saldım aldın mı ola? Şimdi orda kimdir gülen, Yoksa sende saldın m’ola? Orda mıdır Kürşat Beğim? Sen gülersen güleceğim, Ahtım olsun güleceğim. Hasret ile doldun m’ola? Özlemişim seni gayri, Gönlüm sende vücut ayrı, Yaslı duran Altayları, Mutluluğa saldın m’ola? Yas mı indi kucağına? Kim oturdu ocağına? Kahpe Rus, Çin alçağına, Gerçek vatan oldun m’ola? ACIMALI ÖYKÜ Bana ilk kötülüğü gözlerim etti. Sen değil. İlk kanıma giren ayaklarımdı. Sokağında. İlk haram tattığım dudaklarındı. Sakıncasız. Öncesi yok ki, bu öykünün. Sonrası da olsun. Özlem yüklüyüm. Seni getirecek yollara. SENCE 2014 Sayı 4 57 SENCE Anadolu Türk Kültüründe Düğün ve Merasimler Oktay BERBER ⎟ Osmangazi Üniversitesi “Ziyafetler türlü türlü olur. Bunlardan biri düğün ziyafetidir, biri de bir oğlun doğumu, sünneti dolayısıyla verilen ziyafettir.” İ (Kutadgu Bilig: 4574-4575) nsanoğlunun bütün hayatı boyunca önemli geçiş dönemleri söz konusudur. Bu geçiş dönemleri bireylerin yaşadığı doğum, evlenme ve ölüm dönemlerinden oluşturmaktadır. İnsan hayatının doğal bir parçası olan bu süreçlere dikkat edilirse, o toplumun sosyo-kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler edinilmiş olur. Bu bakımdan düğün ve merasimler, toplumların kültürel kimliğini, bir başka ifadeyle gelenek-göreneklerini yansıtır. Dolayısıyla düğün ve merasimler için geçmişten geleceğe bir köprü vazifesi görmektedir diyebiliriz. Bu yönüyle düğün, içerisindeki bütün unsurları ile kökleri en eski dönemlere kadar uzanmakta, toplumun dini inanışlarını, zaman içerisindeki dönüşümünü, dilini, edebiyatını ve hatta siyasal geçmişini içeren geleneklerden izler taşımaktadır. Merasim ise, düğün kavramını da içine alan doğum, sünnet, evlilik, ölüm ve hatta ölüm sonrasında geride kalanların gerçekleştirdikleri bütün aktiviteleri kapsayan daha geniş bir kavramdır. “Ulu oğlına dahı görklü gelin getürdü. İki kardaş birbirine sağdıç oldular. Gerdeklerine çapup düşdüler. Murada, maksuda erişdiler.” (Kitab-ı Dedem Korkut) 58 SENCE 2014 Sayı 4 Uzman Gözü Konuyu Anadolu Türk kültürü içerisinde ele aldığımızda ilk belirtmemiz gereken husus, merasimlerin çok çeşitli uygulamaları, farklı usulleri bünyesinde barındırdığı gerçeğidir. Bunun en önemli nedeni, Türk kültürünün geçmişten bugüne farklı kültürleri etkilemesi ve etkilenmesi ile ilgilidir. Çünkü geçmişten bugüne Türklerin yaşadığı coğrafya çok geniş alanlara yayılmış, dolayısıyla kültürümüz hem etkilemiş, hem de etkilenmiştir. O nedenle Anadolu Türk kültüründe merasimler içerisinde var olan usul veya uygulamaları başka milletlerde görmemiz oldukça doğal bir durumdur. Aynı şekilde tersini de düşünebiliriz. Düğün Merasimleri Türk toplumunun en önemli yapı taşını aile oluşturmaktadır. Türk sosyo-kültürel yaşantısında ailenin işlevleri arasında, soyun devam ettirilmesi olmakla birlikte, kültürel kimliğin, sahip olunan değerlerin nesilden nesile aktarılması gibi hayati bir görev söz konusudur. Bu nedenle Türk sosyal hayatında aile kutsal bir kavram olarak karşımıza çıkar ki, İslamiyetle birlikte aileye atfedilen kutsiyetin temelinde de aslında bu görev yatmaktadır, ayrıca bolluk ve bereketi müjdelemektedir. Türk sosyal hayatının yapı taşı olan ailenin kuruluşuna giden en önemli süreçlerden birisi gerçekleştirilen evlilik merasimidir. Merasim yalnızca bu kutlu günün mutluluğunu yaşamak adına yapılmaz. Aynı zamanda evliliği gerçekleştiren iki tarafın ailelerinin birbirlerini daha iyi tanıması için gerçekleştirilir. Çünkü Türk sosyal hayatının önemli bir unsuru olan akrabalık ilişkilerinin geliştirilmesi en başta dü- ğün merasimlerinde gerçekleşir. Bu yönüyle Türk kültüründe düğün merasimi sosyolojik bir süreci de ifade etmektedir. Düğün öncesi, düğün ve düğün sonrası olmak üzere üç temel aşaması olan düğünler, kız isteme, söz kesme, nişan ve nihayetinde düğün töreninden oluşan bir sürecin ifadesidir. Gelin adayının görülerek beğenilmesi (görücü gelmesi), oğlan tarafının başlık parası vermesi, geline kına yakılması, gelinin çeyizinin getirilmesi gibi ritüellerin tümü, Türk kültürünün eski devirlerinden beri süregelen uygulamalarıdır. Bunlar yalnızca Anadolu’da değil, Asya’da ve Türklerin yaşadığı bütün coğrafyalarda söz konusudur. Selçuklu döneminden beri Anadolu Türk kültürünün izlerini bulabileceğimiz Mesnevi, Ahmet Eflâkî, İbn Bibi gibi kaynaklarda bu uygulamaları görmek mümkündür. Ancak yakın zamana kadar kaynaklardaki bilgilerin hükümdar veya devlet adamlarının gerçekleştirdiği düğünler hakkında olduğunu söylemeliyiz. Bununla birlikte devlet erkanından birinin gerçekleştirdiği düğün törenlerine halk da katılmaktadır. Örneğin, Selçuklu döneminde I. Keykavüs, Erzincan Meliki Fahreddin Behramşah’ın kızıyla evlenmiş, düğün halka açık gerçekleştirilmişti. Bu düğünde nikahtan sonra halka açık yemek ziyafeti verilmiş, ayrıca şehir süslenerek halkın dahil olduğu zevk ve eğlence meclisi tertip edilmişti. Yine II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in düğünü için benzer uygulamaların varlığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nin klasik dönemine geldiğimizde ise, evlilik için yapılan merasimler hakkında daha ayrıntılı bilgiler bulmak mümkündür. Özellikle merasimler için verilen yemekler konusunda Osmanlı Arşivi’nde pek çok belge bulunmaktadır. XVII. yüzyıl ve sonrasına ait belgelerde yemeklerin isimleri ve yapılacak ikramlarda hangi malzemenin ne kadar kullanılacağı gibi bilgileri ayrıntısıyla tespit edebiliyoruz. Adına Sûrnâme dediğimiz ve bir bakı- SENCE 2014 Sayı 4 59 SENCE mış düğün süsü alayın önünde giderdi. Bu düğün süslerinin boyu dokuz ile on iki metre arasında değişmekteydi. Gelin olan sultanın alayı kendisinin bulunduğu Eski Saray veya Yeni Saray (Topkapı Sarayı)’dan itibaren tertip edilirdi. Sultan, Osmanlı Hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde araba ile nakledilirdi. Osmanlı döneminde düğün zamanı gerçekleştirilen oyunlar hakkında da bilgi sahibiyiz. Bunların en bilinenlerinden biri cirit oyunudur. Bilindiği üzere, cirit Türk kültürünün en eski dönemlerinden beri var olan bir spordur. Konumuz açısından ele aldığımızda cirit, Osmanlı’da köy ve kasabalarda düzenlenen düğün törenlerinde gençler arasında bir eğlence unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır ve halen Anadolu’da var olan bir düğün geleneğidir. Halen varlığını sürdüren geleneklerimiz içerisinde düğün zamanı genç erkekler arasında gerçekleşen çetnevir denilen düğün eğlencelerinde yattı-kalktı adlı bir oyun söz konusudur. Özellikle Konya-Aksaray yöresinde görülen bu oyunda, on kişilik bir grup ve bir lider vardır. Yattı-kalktı oyununda dahil olan her kişiye bir sebze veya meyve adı verilir. Oyuncular oda ortasında karşılıklı diz çökerek oturur. Oyun lideri elindeki topuzla isim verdiği birinin sırtına vurarak oyunu başlatır. Örneğin, elma yattı-kalktı der; elma adlı kişi secde eder gibi yere kapanarak bir başkasını oyuna dahil eder. Elma yattı-kabak kalktı dedikten sonra hemen kalkar, eğer kalkmamışsa oyun lideri topuzla sırtına vurur. Aynı şekilde ismi söylenen diğer kişiler de oyunu devam ettirirler. 60 ma düzenlenen şenliklerin tarihçesi olan kaynaklar, Osmanlı dönemindeki düğün merasimlerinin en önemli kaynaklarıdır. Sûrnâmelerde düğün için yapılan şenlik ve eğlencelerin çok uzun sürdüğü, düğün için gelen ve gönderilen hediyelerden söz edilmektedir. Örneğin 1675 yılı Sûrnâmesi’nde Sultan IV. Mehmed’in kızı Hatice Sultan’ın Vezir Musâhib Mustafa Paşa ile evliliğinin on sekiz gün sürdüğü bilgisi vardır. Anadolu’nun her yöresinde farklılık göstermekle birlikte düğünlerde düdük oyunu, deve oyunu, köçek, seğmen oyunları, alay oyunları, güreş gibi hem eğlence içerikli hem de seyirlik oyunlar oynanmaktadır. Damat ve kız tarafının bir arada gerçekleştirdiği bu oyunlar, Türk toplumunun eğlence kültürünün değişmeyen unsurlarıdır. Osmanlı’da Padişah kızlarının evliliklerinde gelin alayları düzenlenirdi. Gelin alayında Sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün için sultanlara özel yaptırılan, Nahil veya Nakil denilen balmumundan yapıl- Yine Anadolu’daki düğün geleneklerinden biri olarak bilinen ve düğün hediyesi anlamındaki tohumkavut geleneği söz konusudur. Kırgız, Kazak, Özbek SENCE 2014 Sayı 4 Düğünlerin hazırlık aşaması sosyo-kültürel bir süreçtir. Çünkü bu dönemde eş, dost, akrabanın bir araya gelmesiyle hazırlık süreci birlikte yürütülmektedir. Özellikle köy ve kasabalarda düğün yemeklerinin hazırlanması sırasında kadınların bir araya gelmeleri, toplumda yardımlaşma kültürünün bir yansımasıdır. Ancak şehirler için bu durumun aynı oranda devam ettiğini söyleyemeyiz. Bu duruma sebep olan en önemli etken, yerleşik yaşam ve ardından şehirleşmenin getirdiği yeni koşullardır. Modern dönemin yansıması olan yeni uygulamalar söz konusudur. Bu bağlamda artık şehirlerde düğün merasimleri açık alanlarda değil, genellikle salon denilen kapalı mekanlarda gerçekleşmektedir. Günümüz düğünlerinde eskiden var olup, artık devam ettirilmeyen başka gelenekler de söz konusudur. Örneğin, düğün sahibi uzak mahalle veya semtlerdeki tanıdık, dost ve akrabalarına okuyucular vasıtasıyla ulaşır, onları davet ederdi. Okuyucu vasıtasıyla davetlilere şeker de gönderilirdi. Okuyucular ise gittikleri yerden hediye ve bahşiş alırlardı. Günümüz Anadolu kültüründe okuyucu geleneği de neredeyse tamamen kalkmış, bunun yerini davetiye almıştır. Sünnet Merasimi Bazı araştırmacıların milattan öncesine kadar götürdüğü sünnet, Türk kültürü içerisinde kutsal ve geleneksel bir görev olarak kabul edilmektedir. Sünnet düğünü geleneği ise Anadolu’da oldukça yaygın bir uygulamadır. Evlilik merasimlerinde olduğu gibi, sünnet düğünleri de birlik ve beraberliğin pekiştirildiği organizasyonlar olmakla birlikte, özellikle çocukların ve gençlerin eğlence alanlarıdır. Ayrıca anne babalar için sünnet düğünü hayatın en önemli safhalarından biridir. Osmanlı dönemi kaynaklarından sûrnâmelerde tıpkı düğünler gibi sünnet törenleri hakkında bilgi bulmak mümkündür. Kanuni Sultan Süleyman, 1529 yılındaki Viyana kuşatmasından sonra Şehzadeleri Mustafa, Mehmet ve Selim için çok büyük bir sünnet töreni yaptırmış, İstanbul halkı günlerce eğlenmiştir. Daha sonra III. Murat’ın, şehzadeleri için 1583 yılında bir sünnet tertip edilmiş, bu düğün de elli beş gün sürmüştür. Bu düğünde yer alan herkesin eğlenebilmesi için sayısı beş yüzü geçen maskara ve hokkabaz gösteri yapmış, silah ve ateş oyunları gerçekleşmiş, şekerden imal edilen çeşitli hayvan figürleri sokaklarda dolaştırılarak halkın ilgisi çekilmişti. Şenliklerin en önemli mekanları olan At Meydanı (bugün Sultanahmet Meydanı dediğimiz yerin o dönemdeki adı At Meydanı idi), Haydarpaşa çayırı gibi yerlerde halka açık sofralar kurularak, gelen herkesin karnını doyurması sağlanıyordu. Lale Devri’nin (1718-1730) en tanınmış minyatürcüsü olan Levni’nin (asıl adı Abdülcelil Çelebi) minyatürlerinde burada sözünü ettiğimiz törenlerdeki eğlencenin nasıl gerçekleştirildiğine dair fikir edinebilmekteyiz. Osmanlı Sultanı III. Ahmet döneminin yansıtıldığı minyatürlerde de görüleceği üzere, eğlence sırasında savaş anını yansıtan geçit törenleri yapılmakta, padişah ve erkanı oyun oynayan köçekleri izlemekte, Aynalıkavak kasrı önünde ve denizde yapılan gösterilerde ip cambazları hünerlerini sergilemekteydi. Uzman Gözü gibi Türk topluluklarında da rastlanan bu gelenek, Orta Anadolu ve Karaman-Mut bölgesinde varlığını devam ettirmekle birlikte unutulmaya yüz tutmuştur. Tohumgavut geleneği, neslin devamına niyet ve dua anlamına gelmektedir. Burada örneklerini verdiğimiz geleneklerin hemen tamamı artık köy ve kasabalarda görülmekle birlikte unutulmaya yüz tutmuş düğün gelenekleridir. Bütün bu oyun ve geleneklerin ortak noktası ise, toplumsal birlik, dayanışma, dostluk ilişkilerinin arttırılmasını sağlamaktır. Anadolu’da halk arasında da sünnet merasimlerine özen gösterilmektedir. Özellikle sünnet dönemi gelen çocuklar tespit edildikten sonra hepsi için bir tören tertip edilmekteydi. Evin kadını sandıktan işlemeli yatak takımlarını çıkarır, oda takımlarının yüzleri yenilenir, ev halkına yeni elbiseler yaptırılır, müsait mevsimlerde daha fazla davetli misafir edebilmek için bahçeye çadırlar kurulur, o dönemin en meşhur hayalcisi, hokkabazı, saz heyeti, çengicisi ile anlaşılırdı. Gündüzleri özellikle kadınlar eğlenir, akşamları ise erkekler için ziyafet ve saz alemi düzenlenirdi. Kadın ve erkeğin bir arada izlediği Karagöz oyunu sünnet merasimlerinin değişmez geleneklerindendi. Günümüz Anadolu kültüründe benzer uygulamalar gerçekleşmektedir. Sünnet düğününe gelenler için yemekler hazırlanmakta, kına gecesi düzenlenmekte, genellikle öğlen vaktinde mevlid okutulmakta, sünnet çocukları sokaklarda ve şehir merkezlerinde gezdirilmekte, çocuklar için gölge oyunları oynatılmakta, hediyeler verilerek çocuklar sevindirilmektedir. SENCE 2014 Sayı 4 61 SENCE Bölgeler arasında farklılık olmakla birlikte Anadolu’daki sünnet merasimleri genellikle bu çerçevede gerçekleştirilmektedir. Sünnet törenlerinde karşımıza çıkan figürlerin en önemlisi ise, kirvedir. Kirve, sünnet sırasında çocuğun elini, kolunu tutan ve çocuk üzerinde baba hakkı taşıyan kişidir. Kirvelik, Anadolu’da bölgeler arasında farklı anlamlara gelmekle birlikte, akrabalık, komşuluk, insanlık borcu, yakınlık aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Cenaze Merasimleri İnsan hayatının dünyadaki son geçiş aşaması olan ölüm ve ölüm sonrasına dair, farklı toplumlarda çeşitli inançlar söz konusudur. Türk sosyo-kültürel hayatında ise, İslamiyet öncesi ve sonrasında farklı uygulamalar söz konusu olmuştur. İslamiyet öncesi dönemde yug veya yog denilen cenaze töreninde, bozkır kültürünün bir yansıması olarak, ölen kişi, hayattayken sahip olduğu değerli eşyalarla birlikte gömülürken, Anadolu’da yaşam süren Türkler arasında bu inanç birkaç istisna dışında devam ettirilmemiş, İslamiyet’in kurallarına göre defin işlemi gerçekleştirilmiştir. Osmanlı döneminde padişahların cenaze merasimleri hakkında çeşitli bilgilere sahibiz. Bir padişah öldüğünde yerine bir başkası tahta oturmadan cenaze toprağa verilmezdi. Fatih Sultan Mehmed, öldükten 18 gün sonra II. Bayezid’in Amasya’dan gelip tahta çıkışı ile defnedilebilmişti. Fatih’in cenaze töreninde, Türk geleneklerinden olan kuyrukları kesilmiş, eğerleri tersine çevrili atlar cenazenin önünde yürütülmüştü. Ayrıca Fatih’in mezarına sarığı ile kılıcı konulmuştu. Bu uygulamalarda bozkır kültürünün Osmanlı 62 SENCE 2014 Sayı 4 Devleti’nin ilk dönemlerinde devam ettirildiği görülmektedir. Yeni padişahın tahta çıkışı ardından ölen padişahın naşı sabah erken saatte Hırka-i Saadet dairesine nakledilir, burada yıkama vs. işlemleri ardından kısa bir süre bekletilirdi. Padişah ve hanedan üyelerinin vefat haberi, Ayasofya, Sultan Ahmed, Süleymaniye, Fatih gibi camilerde salâ ile duyurulur; tellallar vasıtasıyla halk haberdar edilirdi. Cenaze namazı Şeyhülislam tarafından veya Ulema Reisi, Rumeli Kazaskeri, Hünkar İmamı’ndan biri tarafından kıldırılırdı. Matem elbisesi siyah renkli olurdu ve başa, adı şemle olan siyah renkli bir sarık sarılırdı. Günümüz Anadolu Türk kültüründe var olan mevlid okutma, Osmanlı döneminden beri süregelen bir gelenektir. Kaynakların işaret ettiğine göre Osmanlı’da ilk mevlid okutma geleneği, III. Murad döneminde 1586 yılında gerçekleşmişti. Mevlid törenleri günümüze kadar uzanan süreç içerisinde değişikliklere uğramış, çeşitli ilahi ve kasidelerin belirli bir makamda okunmasıyla zenginleşmiştir. Ayrıca ölü için yemek vermek, helva dağıtmak da cenaze merasimlerinin bir parçasıdır. Türk kültürü içerisinde ölünün ardından üç gün ve hatta yedi gün yemek vermek bir gelenek haline gelmiştir. Kırım Türkleri, Kazaklar, Kırgızlar, Nogaylar’da benzer uygulamaları görmek mümkündür. Anadolu kültüründe de ölünün ardından ilk üç gün, yedinci gün, kırkıncı gün, elli ikinci gün ve nihayetinde her ölüm yıldönümünde Kuran okunması ve beraberinde dua edilmesi bir gelenek halini almıştır. Buna ek olarak cenaze merasimlerinde ölenin arkasından ağıt yakmak günümüz Anadolu kültüründe önemli bir gelenektir. Ağıt geleneği, İslam öncesi dönemde de Türkler arasında var olduğu bilinmekte, o dönem ağıt yakan kişiye sagucı denilmekteydi. Cenaze merasiminde ağıt yakılması, Türk kültünde matem, yas tutma geleneğinin önemli bir unsurudur. Anadolu’da ölü arkasından yas tutmanın kırk gün boyunca devam ettirildiği pek çok bölge vardır. Sevdiği birini kaybeden yas tutan insan, günlük hayatın bir takım davranışlarını yapmaz, gezmeye veya eğlenmeye gitmez, renkli ve süslü giysiler giymez, hatta televizyon-radyo gibi kitle iletişim araçlarını açmaz. Aslında yas tutmayla ilgili bütün uygulamalar, ölüm karşısında kişinin çaresizliğini ortaya koyduğu bir durumdur ve yas tutan kişi bu şekilde acısını dile getirerek rahatlama evresi de geçirmiş olur. Diğer Merasimler 1 Kasım 1922 tarihinde Saltanatın kaldırılması ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte toplum hayatından çıkan bir takım merasimler söz konusudur. Padişah tahta çıkarken gerçekleştirilen cülus merasimi, kılıç kuşanma merasimi, doğum törenleri ve beşik alayı gibi merasimler artık söz konusu değildir. Bunun yanı sıra hem Anadolu Türk kültüründe hem de diğer coğrafyalarda varlığını devam ettiren Nevruz kutlamaları da merasimler başlığı altında değerlendirilebilir. Çünkü bu kutlamalar örneklerini aktarmaya çalıştığımız diğer etkinlikler gibi insanlar arasında iletişimi, paylaşımı simgelemektedir. Nevruz etkinliklerinde kış dönemi ardından doğanın canlanışı kutlanmak- ta, bu anlamda nevruz Türk kültüründe yeni yılı müjdelemektedir. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde önemli bir yere sahip olan Nevruz kutlamaları halen var olup, Anadolu’da Türkmenler ve güneydoğu bölgesinde Sultan Nevruz adıyla kutlanmaktadır. Nevruz geleneği Anadolu Türk kültüründe o kadar yerleşmiştir ki, kişi adlarında, yerleşim alanlarının isimlerinde, topluluk isimlendirmelerinde; yazılı-sözlü edebiyat ürünlerinde karşımıza çıkmaktadır. Merasimlerin Toplumsal İşlevi Yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere Türkler, Çin’den Avrupa’ya kadar uzanan çok geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır. Bu yayılma nedeniyle siyasi, sosyo-kültürel, ekonomik hayat içerisine birbirinden farklı uygulama- lar işlenmiştir. İslamiyet’in kabulü ve yerleşik yaşamın daha fazla kabul görmesiyle kültürel değerler içerisinde yeni uygulamalar söz konusu olmuştur. Ancak her ne kadar zaman içerisinde ve farklı gruplar arasında birbirinden değişik uygulamalar olsa da aktarmaya çalıştığımız merasim geleneğinin değişmeyen toplumsal işlevleri bulunmaktadır. Türk kültürü içerisinde tören veya merasimlerin işlevlerini birkaç başlık altında toplayabiliriz. Bunlardan ilki merasimlerin ekonomik işlevidir. Ekonomik işlev başlığını devlet tarafından yapılan merasimlerle değerlendirmeliyiz. Çünkü devlet eliyle yapılan merasimler büyük bir kapsamda yapılmakta, bu da ekonomik canlılığı sağlamaktadır. Uzman Gözü Merasimlerin ikinci işlevini yenilenme başlığı altında ele alabiliriz. Bunu da yine devlet eliyle yapılan merasimler kapsamında değerlendirebiliriz. Bu kapsamda, devletin aldığı bir yenilgi sonrası gerçekleştirilen merasimlerde moral olarak çöküntüye uğrayan insanların yeniden canlanması amaçlanmaktaydı. Ayrıca yenilenme işlevini günümüz toplumu için de düşünebiliriz. Eğlence mekanları olan merasimler, insanların yorgunluklarını atabilecekleri, psikolojik bir rahatlama süreci yaşayacakları etkinlikler olup, bu bakımdan yenilenme işlevinin gerçekleştiği organizasyonlardır. Devlet tarafından yapılan merasimlerin siyasi işlevinin olduğunu söylemeliyiz. Bu bağlamda Osmanlı döneminde bazı merasim dönemlerinde hüküm giyen suçlular bağışlanmış, böylelikle devletin ve onun sembolü niteliğindeki padişahın üstünlüğü ispatlanmıştır. Ayrıca merasimlere katılarak eğlenen farklı ve karşıt fikirli kişilerin bu görüşlerinin yumuşatılması sağlanarak, yönetime karşı muhalefet de ortadan kaldırılmaya çalışılmıştı. Merasimlerin dördüncü işlevi birleştirici ve bütünleştirici olmasıdır. Bu özelliği ile merasimler, toplumsal hayatta önemli bir yeri olan insanlar arası iletişimin güçlenmesini sağlamakta, yardımlaşma kültürünü ortaya çıkarmaktadır. İnançların tazelenmesi, kültür değerlerinin canlı tutulması açısında tören veya merasimlerin birleştirici, bütünleştirici işlevi en önemli olanıdır. Merasimler dini işlevi olan organizasyonlardır. Bu yönüyle dini inanç sistemi içerisinde var olan kaidelerin özellikle çocuk ve gençler arasında yayılması söz konusudur. SENCE 2014 Sayı 4 63 SENCE Cirit Bir Türk Sporu Unvanı verdirir at ada yiğit. Baba da yiğitti, ata da yiğit. Meydana at gerek, ata da yiğit. Bir “Atlı yiğidin oyunu cirit” Mustafa Kayalı 64 SENCE 2014 Sayı 4 Spor Ömer Nusret KANBAK T ürkler, at üstünde doğup at üstünde ölen bir millet olarak yiğitlik tarihinin baş kahramanlarıdırlar. Geçmiş yılların konar göçer yaşantısı vazgeçilmez bir binek olan atı ön plana çıkarmaktadır. Öyle ki Türkler, atlarını kardeş gibi görür gözetir, harp meydanında düşmana aman vermez bir maharette onlardan savaş makinası olarak faydalanırlardı. Denir ki Hunlar atlarına adeta yapışmış gibi binerler, günlük ihtiyaçlarını at üstünde karşılarlar, alışverişlerini, askeri ve siyasi müzakerelerini dahi at üstünde yaparlar. Türk kültüründe at silah arkadaşı olarak yiğitin yanı başına gömülmekte, türkülere efsanelere en az kahraman bir türk yiğiti kadar konu olmaktadır. Oğul at üstünde yiğit olur, yiğit at üstünde düşman kırar, yurt tutar, devlet olur. Bozkır yaşantısının karakterlerine savaşçılık nakşettiği türkler at üstünde her daim hazır bulunmak ve atlarını zinde tutmak için çokça savaş talimi yaparlardı. Bu talim hem bedenen hem de zihnen yiğiti yetiştiren ona at üstünde savaşma becerisi kazandıran bir sportif faaliyettir. 7’şerli iki takımdan oluşan ve süratle rakibe yaklaşıp, mızrağını savurarak ani bir kaçış ile yakalanmamaya dayalı bir oyun geliştirdiler. Eski türklerin “Çavgan” adını verdiği günümüzde modern söylemi “Cirit” olan bu kahramanlık oyunu Anadolu’ya Sultan Alparslan ile girmiştir. Selçuklular ve Osmanlılarda çok popüler olan bu spor halen Uşak, Erzurum, Erzincan, Bayburt, Sivas ve Tokat illerinde yaşatılmaktadır. Eskiden teamülen gelişen belirli kurallar dışında hiçbir kuralı olmayan bu oyun; “Kara Cirit” hakikaten her babayiğitin harcı olamayacak kadar zorlu bir iştir. Nereden geldiğini anlayamadığınız cirit(değnek) bazen sonuçları hiç de küçümsenmeyecek kazalara yol açabilmektedir. Oluşabilecek kazaların en aza indirilmesi ve ata sporumuzun sistemli bir şekilde geleceğe intikali için bazı kurallar belirlenmiştir. Hakemler üzengileri kontrol ederek maçı başlatırlar. Kolbaşı, takımındaki bütün sporcuların olumlu olumsuz tüm hareketlerinden sorumludur. Takımına oyun taktiklerini o verir. Kolbaşı vakitli-vakitsiz çıkış yapan veya aynı anda çift çıkan oyunculara engel olur, saftaki oyuncuların ileri veya geriye doğru 5 m mesafede, alay durağında durmalarını sağlar. Takımlar bölük düzeninde ise 2 ‘şer, alay düzeninde iseler 3 ‘er yedek oyuncuları bulunur. Yedek oyuncular saha SENCE 2014 Sayı 4 65 SENCE hakeminin arkasında ve kendi sahasında açıkta beklerler. Oyuncu değişiklikleri oyunun duraklama anında saha hakemi tarafından baş hakem bilgilendirilerek yapılır. Bir oyunda en fazla 3 oyuncu değişikliği yapılabilir. Oyundan çıkan oyuncu bir daha oyuna alınmaz. Her oyuncunun arkasında ve atlarının üzerine konulan kumaşın her iki tarafında yazılı numaralar bulunur. (sporcu ile atının numarası aynıdır..) Takımların formaları aynı renkte ise: takım numaraları; A takımında 1’den 10’a kadar, B takımında ise 11’den 20’ye kadardır. Oyuna başlama ve ilk çıkış hakkı kur’a sonunda sahayı kaybeden takıma verilir. Alay çıkışları alay durağından yapılır. Erken çıkış ihlâli, yasak saha olarak; çift çıkış ihlâli ise atış sahası dışından atış olarak değerlendirilir. Her iki hatalı duruma düşen oyuncular alay durağına geldikten sonra başka bir oyuncu ancak o zaman hamle yapabilir. Bir ciritçi oyun sahasında rakip sporculardan birine yarım veya tam çark yapmak suretiyle ciridini atar. İki defadan fazla tam çark yapılamaz. Cirit genelde gösteri mahiyetinde oynanır. Cirit oyununda, sporcu rakibinin kendisine atacağı ciritten sakınmak için çeşitli hareketler yapar, atın sağına soluna, karnının altına veya boynuna yatar. Bazı sporcular 66 SENCE 2014 Sayı 4 Müsabakalar 70*100 m ebatında bir sahada karşılıklı 7 at ve biniciden oluşan iki takım ile oynanır. Spor sahası alay durağı ve atış sahası olarak iki bölümden oluşur. Cirit oyunu 40 dakikadan 2 devre halinde oynanır. Bir takımdan bir sporcu elinde bir cirit sopası ile karşı takıma cirit atmaya gider. Buna aynı zamanda hamle hakkı da denilir. Atış alanına girip ciritini kullandıktan sonra oyun (Hamle) hakkı rakip takıma geçer. Rakip takımdan oyuna çıkan (Hamle Yapan) sporcu elindeki değneği saha içinde rakip oyuncuya 5 m den yakın olmamak üzere cirit kullanabilir veya rakip sporcuyu yakalayıp bağışlayabilir. Spor rakiplerini kaçış çizgisine ulaşana kadar kovalar ve ardından cirit atarlar. İsabet ettirebildikleri için puan kazanırlar. Oyun esnasında baş ve yüz kısmına cirit isabet eden oyuncuların yaralanmaları muhtemeldir. Bu tür isabetler nedeniyle ölüm hadiseleri muhtemeldir. Bu durumda ölen sporcu, sporun geleneğine göre, er meydanında ölmüş sayılır. Ölen sporcu yakınlarının şikâyetçi ve davacı olmadığı sporun kendi geleneğindendir. Hatta bunu yiğitlik sayıp övünürler. Cirit, puan üzerinden oynandığında; oyun öncesi takımlarca birlikte tespit edilen kurallar çerçevesinde, puanı en fazla olan takım cirit oyunun galibi sayılır. Her iki takım ve o esnada orada bulunanlarca; cirit oyununun kurallarını iyi bildiğine inanılan kişilerin hakemliği ile cirit oynanır. Bu kişinin (hakemin) verdiği kararlara ve puanlamaya hiç kimse itirazda bulunmaz. Savaşta düşmanı takım halinde alt etmeye, mağlup etmeye yönelik davranışlar ve sonuçta güçlü olanın galibiyeti atlı cirit müsabakalarının ana temasıdır. Hal böyle iken hiçbir spor müsabakasında bulunmayan sadece atlı ciritte olan rakibi affetme, bağışlama davranışı cirit oyununa ayrı bir anlam yüklemektedir. devlet kurumlarının bu spora ve sporcuya vermiş olduğu destek çok mühimdir. Devletimizin teşviki milletimizin rağbeti ile nice ata sporumuzu unutulmuşluğun karanlığından kurtarıp gelecek nesillere aktarmak milletimizin tarihi yürüyüşünde çok önemli bir adım olsa gerektir. Vesselam… Uşak ilinde nisan ayında başlayan lig karşılaşmalarına halkın çok büyük ilgisi bulunmaktadır. Davul ve zurnanın oyuna heyecan, ata ve biniciye şevk verdiği saha, tam bir şenlik havasına bürünmekte, mertlik ve yiğitliğin sahnelendiği bir er meydanına dönüşmektedir. Türk kültüründe çok önemli bir yere sahip olan bu sporun günümüzde de rağbet görmesi elbette sevindiricidir. Özellikle Uşak Belediyesi gibi SENCE 2014 Sayı 4 67 SENCE Ali KARADENİZ Yazar Türkiye Kamu-Sen Giresun Eski İl Temsilcisi ve Türk Eğitim-Sen Şube Başkanı Eğer dünyayı bedava gezmek istiyorsan kitap okuyacaksın. Önce geldiğin medeniyetin eserlerine, sonra dünyaya bakacaksın. Okumak gizemli bir yolculuk olduğu kadar, öğrendiğin her kelime kendini ve evreni tanımada, anlatmada sihirli bir seyir gibidir. Y azıya merakım öncelikle okumakla başladı. Kendimi kitapların içinde bulduğum yıllar 1970`lerin başındaydı. Şebinkarahisar İlçesi Çocuk Kütüphanesini bir grup arkadaşla mekân edindiğimiz yıllar, sonra gazete dağıtım işinde bir müddet çalışmam, okuma ve kitap edinme huyumuzu depreştirdi. Kalıcı arkadaşlıklarımız da tam bu yıllarda başladı. 68 SENCE 2014 Sayı 4 Kitap Sanata duyduğumuz ilgi ve alakayı da bu kitap dostu olmamız etkilemiştir. Daha sonralarında amatörce bazı yerel ve genel düzeydeki dergilerde, yerel gazetelerde yazılar yazdım. Bir müddet Kurultay Gazetesi Giresun temsilciliği yaptım ve bu gazeteye arasıra yazı yazdım. Peşinden Haber Türk ve Yeni Çağ Gazetesinde de yazılar yazdım. Bu arada TRT Ankara Radyosunda Can Eriklerinin Düşleri adlı çocuk programı drama yazarlığını bir buçuk yıl boyunca sürdürdüm. Bazı düşlerimi yazıya dökmem, otuzlu yaşlarıma dayanıyor. Elbette evveli var. İlk kez, 8 adet çocuk kitabım çıktı. Peşinden Ay Ağladı Yıldızlar Düşerken adlı şehitler için yazdığım kitabım Berikan Yayınevinden Pontus Euxsinus-Kemençe ve Horon adlı eserimle birlikte çıktı. Yakın zamanda; Çaşıt, Köşkün Sırrı, Devrim ve Aşk, Truva`nın İki Atlısı, Tozlu Rafların Arasında, İtiraz, Tiyatrodaki Sır, Sonsuzluktaki Hatıralar adlı eserlerim ve Isırgı adlı şiir kitabım değişik yayınevlerinden çıkacaklar. İnşallah 2014 yılı içerisinde 12 adet yeni çocuk kitabım daha çıkacak. Ayrıca yeni başladığım Söğüde Kızıllık Vurunca adlı romanımı da hazırlamak üzereyim. Elbette ben bir müzisyenim ve 100`e yakın bestem var. Bunların bir kısmını sevgili eşim Neşe Dilekçioğlu seslendirdi, diğer kısmına henüz kitaplar yüzünden fırsat gelmedi. İçimdeki heveslerden biri de bu eserlerimi bir müzikal çalışmayla kayıt altına almak. Gelecekte kendi medeniyetimin izine böylelikle katkı vereceğimi düşünüyorum. Kitaplarımın esin kaynağı bütünüyle doğa ve canlılardır. Kendimi bir doğa savaşçısı olarak görüyorum. Akademisyenlik yıllarımda ZİDO (Zirveye Doğru Doğacıları) adlı grubumla dağları kendime yurt tuttum, bu birikimler bende olumlu etkiler bırakmıştır. Yeni neslin okumadan uzak ve hatta okumanın önemini kavrayamadığını görüyorum, çocuk kitaplarına zaman ayırmam da bu yüzdendir. Onları zihinlerine, zevklerine inebilmek için su gibi gerekli yapıtlar üretmeye devam ettim. Çocuklarımızın dünyaya kafa tutması için okumalarla birlikte, bütün duyuş ve hissiyatlarını geliştirmeye ihtiyacı var. Batı devletlerinde gittiğim her ülkede, özellikle Almanya, Fransa, Hollanda, Çekoslovakya, İspanya, İtalya hatta Yunanistan gibi ülkelerde okumanın önemine inanan insanlar gördüm ve de kıskandım. “Bizim nesiller neden böyle değil?” diye üzüldüm. Özellikle çevrilmiş Batı eserlerinin içerikleriyle, çocuklarımızın ve gençlerimizin zihinleri üzerinde küçümsenmeyecek zihin bozucu oyunlar oynadıklarını gördüm. Edebiyat alanımızın yetersizliğinden değil, bir çabanın eksikliğini gördüğümden yazın dünyasının bu açıdan sorumlu olduğunu düşündüm. Hem ülkemize hem de dünyaya kendi algılarımızın ve his dünyamızın barışçı duygularını yazarak paylaşmanın mümkün olacağını düşündüm. Eğer dünyayı bedava gezmek istiyorsan kitap okuyacaksın. Önce geldiğin medeniyetin eserlerine, sonra dünyaya ba- SENCE 2014 Sayı 4 69 SENCE kacaksın. Okumak gizemli bir yolculuk olduğu kadar, öğrendiğin her kelime kendini ve evreni tanımada, anlatmada sihirli bir seyir gibidir. Ben diyorum ki okuyup anladığın kelimeler kadar yaşarsın. Yoksa yoksun kalırsın. Şimdi sanal âlemde okumak diye bir dil var, bu eksik ve de doğru değildir. Batı`da gördüğüm ailelerin her birinin en az birkaç yüz tane eserlik ev kütüphaneleri var. Kitaplar almışlar, okumuşlar ve kendi temel eserlerini okumak bir Batı bilinci oluşturmuş. Bizim de bunu yapmamız lazım. Okumayı kıyamete kadar sürecek bir eylem olarak görüyorum. Tabi ki aynı zamanda yazmayı da böyle düşünüyorum. Sanatın bütün alanlarından haberdar olmak, onlara dokunmak ve de onlara haşır neşir olmak olgunlaşmanın bir adabıdır. Ben kendime yazarım. Kendimin beğenmediği şeyleri bilirim ki başkaları da tutmaz. Tekrarlar halinde yazanlara yazar demem. Her eser bir öncekini astığımız duvardan indirmez, kültürel evriliş yaratırken başka hazlar ve duyuşlar içerirler. Ayrıca fikri özgürlük ve insanlığın hamuruna katı verecek, Türkçe`yi geliştirecek ve yaşatacak yeni nesillere köklerinden kopmadan bazı şeyleri öğretecek bir sorumluluk dahi- linde yazmaya çalışıYazar’ın yeni çıkacak yorum. Ülkücü ruhlar olan eserleri ve gönüller bu top• Buzulun Öfkesi rağın en derinlerinde • Koruluğun Gizemi olan biteni ve de her • Sazlığın Korosu tür öykünmeleri en iyi • Yarınsız Dünya şekilde tasavvur eden • Şahinler Uçarken samimi yürekli insan• Yuvarlanan Rulolar lardır. Eksikliğimiz bel• Küçük Kuş ve Fırtına ki de bunların farkında • Koç ve Yaban Koyunları • Ardalı Ardıç olmayışımızdır. Zira • Toprak ve Gençler hem ülkemizin hem • Set de ülkücü hareketin • Arılar ve Kötü Gen geçmişinde öyküne• Karıncalar ve Kötü Gen cek binlerce hikayemiz • Tohum ve Kötü Gen var ve bunların her bi• Balıklar ve Kötü Gen rini açığa çıkartacak ve • Güller ve Kötü Gen milliyetçi düzene katkı verecek bu yazın dilini mutlaka hayata geçirmeliyiz. Yazmayı sürdüren amatörleri bulup çıkarmak da yayınevlerinin ve fikri patronajın işi olmalıdır. Uygarlığımız yazıyla ve okumalarla Batı`yla rekabet etme, ayakta kalma gücüne erebilir. Her birimiz koltuğunda, yatağının başucunda ve çalıştığı her yerde bir kitapla buluştukça yarın bizimdir. Aksi halde geri kalacağız. Dünya halklarını yönetecekler bilimden ve fenden geri kalınca uygarlıkları çökecektir. Sanatın her dalı aynı zamanda ideolojik yayılmanın da en büyük alanıdır. Geri düştüğümüz her şeyin altında cehalet yatıyorsa, bunun sebebi bilime, sanata, fenne olan uzaklığımızdır bunu ancak okumak ve yazmak değiştirecektir. Bizler derin ve tarif edemediğimiz tahayyüllerimizi ancak yazarak dile dökebiliriz. Onun için yazmaya ve okumaya devam. Yazın, uygarlıkları kuran, tiranları da yerle bir eden en büyük hedeftir. Bu asla unutulmamalıdır. Ayrıca derginizde tutturduğunuz çizgiyi ve emeği geçenleri tebrik ediyorum… 70 SENCE 2014 Sayı 4 Kitap Kişisel Gelişim Hakkında Bildiğiniz Herşeyi 59 Saniyede Unutun “59 Saniye: Azıcık Düşünün, Çok Şeyi Değiştirin” arınızı ıl laşın. Başar la pay ız ın r aşla a iyi arkad izi dah in d n ce ke Böyle iniz. eceks hissed Yeni insa nlarla ta nışın, bir hobi edinin, b ir organiza syona ka tılın; kısacası kendiniz i geliştirm ek için e linizden geleni ya pın. Psikoloji profesörü Wiseman kişisel gelişim kitaplarının genel klişeleşmiş yapısından farklı bir şekilde insanların aylar değil, dakikalar içinde amaç ve tutkularında başarılı olmalarına yardım edecek yeni bir yaklaşım sunuyor. Wiseman ruhsal durumdan belleğe, iknadan sürüncemede bırakmaya ve dirençli olmaktan ilişkilere kadar pek çok konuda hızlı değişimin bu yeni bilimini destekleyen araştırmaların ana hatlarını çiziyor ve bu hızlı ve ilginç tekniklerin gündelik hayatla nasıl uyumlu hale getirilebileceğini tanımlıyor. Kitabın tavsiyelerinden biri, cüzdanınızda bir bebek resmi taşımanız. Küçük, şirin arkadaşınız sayesinde cüzdanınız her kaybolduğunda, bulan kişi mutlaka onu geri getirecektir. Bir dahak i sefere b ir toplantıy a katıldığ ın ızda, gurubun ortasında o turarak hızlı ve e tkili bir p s ik olojik avantaj y akalayab ilirsiniz. k arttırma ğunuzu lu in u tl k u M olma iç a mutlu d a rla y o , z , in iç ınızda p aradığ e 20 b i e y s e ir d b u ifa yin ve b e s . m n lü u ü y g koru oyunca saniye b İlişkinizi ayakta tu tmak için görd üğünüz h er negatif ş ey için, b eş tane pozitif şe y hatırla yın. SENCE 2014 Sayı 4 71 SENCE Başamel Soslu Elbasan Tava Mutfaktan yükselen türkü kokusu Dilek KAPDAĞ MALZEMELER • Yarım kg dana kuşbaşı • Dört adet orta boy patates • İki adet patlıcan • Bir adet soğan • 1 tatlı kaşığı salça • Yarım çay bardağı sıvı yağ • Bir kase kaşar rendesi • Yarım çay kaşığı karabiber • Bir miktar tuz BAŞAMEL SOS İÇİN MALZEMELER • • • • İki çorba kaşığı margarin İki çorba kaşığı un Yarım litre süt Yeteri kadar tuz YAPILIŞI Kuşbaşı doğranmış etleri bir tencereye koyun, suyunu çekene kadar kavurun. Suyu bitince üzerine kıyılmış soğanı, salçayı ve sıvı yağı koyup biraz daha karıştırın. Üzerine 2 su bardağı kaynamış suyu ve tuzu ilave ederek tencerenin kapağını kapatın ve kırk dakika kısık ateşte pişirmeye bırakın. Bu arada patlıcanları soyup kuşbaşı keserek tuzlu suda yıkayın. Patatesleri küp küp doğrayın. Kırk dakika sonunda tencereye patates ve patlıcanları ilave ederek güzelce pişirin. Başamel sosu yapmak için küçük bir tencerede margarini eritin. Eriyen margarinin içine unu ilave ederek kısa bir süre kavurun. Sonra yavaş yavaş sütü ilave edin. Tuzunu koyun. Koyu bir kıvam alınca ocağı söndürün. Tencerede pişirdiğiniz etli yemeği ısıya dayanıklı fırın kabına dökün. Üzerine hazırladığınız başamel sosu eşit miktarda kaşıkla yayın. En üstede rendelenmiş kaşarları koyun. Kaşarlar kızarıncaya kadar fırında pişirin. Sıcak olarak servis yapın. 72 SENCE 2014 Sayı 4 Günlük yaşamda bizleri etkileyen olayları türkülere de yansıttık. Bazen pişirdiğimiz bir kap yemeğin lezzetini türküler eşliğinde kokuttuk. Tiridine bandık türkülerde. Bahçelerdeki börülceyi bahane ederek gelin ve görümceyi bir arada tutmayı başardık. Türkülerde tadı bir başka oldu bir dalda duran iki kirazın. Çiçek açan ayvanın ve dilimlerini sayıp “Gel sarıl boynuma almazsan alma” dediğimiz elmanın. Bazen de “Zeytinyağlı yiyemem, basma da fistan giyemem” diyerek etli yemeklere olan sevgimizi anlattık türkülerde. Silifke’nin yoğurdunu methederken “Kız seni kimler doğurdu” diyerek sevdiğimizin kimlerden olduğunu öğrendik. Türküde “Süt içtim dilim yandı” dedik ama aslında yanan dilimiz değil yüreğimizdi. Eee biraz da ağzımızın tadı gelsin diye sormuşuz sevgiliye, “Şekerli misin, kaymaklı mısın? Yoksa sen de benim gibi sevdalı mısın?” diye. Omuz omuza vererek halaylar çektik türküler eşliğinde. Hep bir ağızdan “Ayvası var, narı var, Atamızdan yadigar, bizde Atabarı var” diyerek Ulu Önderimiz Atatürk’e sevgimizi söyledik türkülerde. Durum böyle olunca; bende tadımlıkta olsa türkülerdeki yemeklerin lezzetini sizlerle paylaşmaktan kendimi alamadım. Her daim ağzınızın türkü tadında kalması dileğiyle…
Benzer belgeler
PDF Oku - sence dergisi
Sence, Türk’ün Çinli prensesten İranlı çikolata kutusuna kadar varan gaflet ve dalalet tarihinden aldığı dersle, senin sesin olmak için bu sayıda, Türk’ü anlattı. Onun için Fahrettin Yokuş’un kalem...
Detaylı