Türkiye`nin Toplumsal Yapısı ve Dil Birliğinin Önemi
Transkript
Türkiye`nin Toplumsal Yapısı ve Dil Birliğinin Önemi
TÜRKĠYE’NĠN TOPLUMSAL YAPISI ve DĠL BĠRLĠĞĠNĠN ÖNEMĠ * Prof. Dr. Birsen GÖKÇE ĠNSANLIĞIN EVRĠMĠ Dünya tarihi; ülke geçmişlerinin binlerce hikâyeden oluştuğunu göstermektedir. Yeryüzünün farklı yerlerinde ve farklı koşullar altında evrim sürecini yaşayan atalarımız doğal olarak birbirlerinden bağımsız genetik değişimler geçirdiler. Farklı renk ve görüntüler içinde oldular. Göçler ve diğer yaşamsal koşullarla gerçekleşen genetik karışım bu süreci hızlandırdı. Büyük kapasiteli bilgisayarlar ve de hassas fiziksel teknolojik araçlar sayesinde geçmiş tüm ayrıntılarıyla günümüze yansıtılabilmektedir. Evrim sürecindeki aşamalar da bugünkü bilimsel gelişmelerle açıklık kazanmaktadır. Özellikle kan gruplarının bulunması tıp tarihinde çeşitli gelişmelere olanak vermiştir. Bugün bilim ve teknolojinin geldiği aşamalarla insan geçmişindeki bilinmezlikler bilinir hale getirilmeye çalışılmaktadır. Bu noktada konuyla ilgili verilebilecek önemli bir örnek 2005 yılından itibaren National Geographic ve IBM işbirliği çerçevesinde yürütülmekte olan NG GENOM Projesidir. Projenin amacı; tüm Dünya Ülkelerinde binlerce insandan alınacak DNA örneklerini analiz ederek , Afrika‟ dan yaklaşık 70 bin yıl öncesine ait tüm dünyaya yayılan insan türünün (homo sapiens) göç yollarının haritasını çıkarmaktır. İnsanoğlu yüzyıllar boyunca, soya bağlı, akrabalık ilişkileri çerçevesinde aşiret toplulukları olarak yaşamını sürdürdü. Bu dönemde „bireysel yaşama‟, „duygu‟, „düşünce‟, „insan hakkı‟ ve benzerleri söz konusu değildi. Suç da ceza da müşterekti. Yaşadığı yer, otlattığı hayvan, topladığı ürün ve bireyin kendisi de aşirete aitti. Kısaca aşiret yaşamlarını bir arada sürdüren ilkel bir topluluktu. Komşu olan aşiretlerarası çatışmalarda üstün gelen taraf karşı aşiretin bütün üyelerini yok etmesi ile kendi güvencelerini sağlardı.1 Bu topluluklar kendi aralarında iletişim kurabilmek için bugünkü dil yerine geçen sese dayalı bir araç geliştirdiler. Böylece insanoğlu kazandığı deneyimleri kendinden sonrakilere aktarmak için de bir yol bulmaya çalışmıştı. Kuşkusuz o günkü yaşam koşulları çerçevesinde kullanılmaya başlayan sözcükler insanlar tarafından yaratılmış yakıştırmalardır. İki yüz yıl öncesine kadar insanlar beyaz / kara / sarı / kızıl tenli ve çekik gözlü olarak sınıflandırılırken genetik farklılığın 1/10.000 olduğu anlaşılınca ırk ayrımcılığından vazgeçilmiştir. Son tahlilde cinsiyet ayrımının dışında yaşam biçiminden kaynaklanan her türlü ayrımcılığın sorgulanmasının toplumsal yapı ya da insan 1 ÖZAKINCI , Cengiz “Etnik köken sorunu mu ?” Bütün Dünya Sayı 2009/12 Başkent Üniversitesi yayını ,s .31-41 * Bu makale yazarın Türkiyenin Toplumsal Yapısı Ve Toplumsal Kurumlar , Savaş Yayınları 4. Baskı , Ankara 2013 Kitabının 6 „ıncı 7 „inci ek bölümlerinden yararlanılarak hazırlanmıştır. 1 ilişkileri açısından önemli olduğu düşünülmemektedir. Toplumsal yapılar ülkelerin kendi gerçeğini yansıtır. Bu nedenle sosyal, ekonomik ve yönetimsel koşulları ülkeler bazında ele alıp incelemek gerekir. Çağımızda insanoğlu yaşadığı coğrafi konumu itibariyle Doğulu / Batılı, Asyalı / Avrupalı, Afrikalı / Amerikalı diye de gruplandırılmaktadır. Aynı kökten gelen insan soyunun yeryüzüne yayılırken yayıldığı yerin koşullarına göre birbirlerinden farklılaştığı görülmektedir. Aynı zamanda yola çıkmış olmalarına rağmen neden farklılaştıkları ise yaşadıkları çevre koşullarının topluluk üzerindeki etkileriyle açıklanmaktadır. Özellikle dış görünüş, davranış özellikleri, kültür birikimi, gelenek ve görenekler de farklı evrimleşmelere yol açmaktadır. Coğrafi yakınlığın da yaşam benzerliklerini oluşturduğu gözlenmektedir. Burada altı çizilmesi ve vurgulanması gereken nokta dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın,adı , kökeni, milliyeti ne olursa olsun insan doğumdan sonra kazanılan etiketlerin dışında toplumsal ilişkiler açısından her türlü hak ve özgürlüğe sahip olması gereken bir varlıktır. Aşiret döneminden günümüze gelindiğinde koşullar değişmiş, insanlar yaşadıkları doğayı, toprağı, suyu ve de sahip oldukları diğer olanakları paylaşmak istememişler. Bu doğrultuda savaşmışlar,nice kayıplar vererek sınırlarını çizmişler ve bugün her biri kendi bayrakları altında toplanmış, „193 üye devlet Birleşmiş Milletler camiası olarak siyasi birlikteliklerini sürdürmektedir. TOPLUMSAL YAPI ve ĠNSAN İnsanoğlu doğduğu andan itibaren kendini bir topluluk içinde bulur. Nerede doğarsa doğsun, nerede büyürse büyüsün, ister Avrupalı, ister Afrikalı olsun hepsi bir topluluğun üyesidir. İnsan yalnız yaşayabilen yani tek başına yaşamayı sürdüren bir varlık değildir. Bir başka deyişle toplum, toplumsal ilişkilerden oluşan bir yumaktır. O halde büyüklüğü, uygarlık düzeyi, ekonomik uğraşısı, dili, dini, inandığı değerler ve uyduğu kurallar ne olursa olsun, ortak bir yaşayışa sahip her insan topluluğu bir toplum meydana getirir. Toplum içinde otoriteyi , yardımlaşmaları saklayan, gruplar oluşturan, insanların davranış ve özgürlüklerini denetleyen bir kurallar bütünüdür.2 İnsanın zorunlu çevresi olan ve bütün varlığını etkileyen toplumu tanımak ve öğrenmek istemesi doğaldır. Gingsberg‟e göre toplumsal yapı, toplumu oluşturan temel grup ve kurumlardan meydana gelmektedir. Bu yaklaşıma göre toplumsal yapı yalnızca kurumsal düzenlemeleri ve sosyal gruplar arasındaki ilişkileri kapsamaktadır. Diğer bir deyişle toplumsal yapı kavramı ancak süreklilik gösteren ve önemli olan ilişkilerle ve gruplarla sınırlandırılmaktadır. Bu anlayışa göre toplumsal yapının kurucu öğeleri nüfus, çevre ve yerleşim, ekonomi,toplumsal sınıflar, eğitim, siyaset, hukuk, aile ve dindir. Kurucu öğeleri toplum bütünlüğü içinde ve aralarındaki düzenli ilişkileri belirtecek ve de yapının işleyişini açıklayacak kurum, bir şeyi yapmanın örgütlenmiş yoludur. Bireyin toplumsal sistem içinde nasıl davranması gerektiğini toplumsal kurumlar belirler. Sonuçta, kurum “toplumun yapısı ve 2 GÖKÇE, Birsen. Türkiye’nin Toplumsal Yapısı Ve Toplumsal Kurumlar ,Ankara 2013 S.1-3. Savaş Yayınları 4. Baskı 2 değerlerin korunması bakımından zorunlu sayılan nispeten sürekli kurallar topluluğu olarak tanımlanmalıdır”. Merton ise kişinin çevresini kültürel ve toplumsal olmak üzere iki farklı yapının oluşturduğunu ileri sürmektedir. Kültürel yapı: Belli bir toplum ya da grup üyelerinin ortak davranışlarını yöneten örgütlenmiş bir dizi normatif (kuralcı) değerlerdir. Toplumsal yapı ise bir toplumun ya da grubun üyelerinin çeşitli şekillerde içinde bulundukları örgütlenmiş bir dizi toplumsal ilişkilerdir.3 Temel toplumsal işlevler (neslin sürdürülmesi, genç kuşakların toplumsallaştırılması, yaşamın anlamı ve amacı, mal ve hizmetlerin üretim ve dağılımı, düzenin korunması… vb) ve onları yerine getiren yapısal öğeler hep birbirine bağımlı olarak işlerlik kazanan yapılardır. Bunlardan herhangi birinin aksaması durumunda, bütünüyle toplumsal yapı işlerliğini kaybeder. Toplumsal yapının bu temel işlevleri ve onları yerine getiren başlıca kurucu öğeleri, birbirine bağımlı bir (sistem) oluşturmaktadır. Bunların herhangi birindeki değişme, öbür öğeleri de kuşkusuz etkileyecektir. Çağdaş sosyoloji „toplumu’, insanların bir yandan doğa diğer yandan da kendi aralarında sürdürdükleri bir iliĢkiler bütünü olarak tanımlamaktadır. Ancak her toplumsal yapının kendi içinde bir yapısal dengesi ve göreli bir sürekliliği söz konusudur. Toplumlar dinamik bir yapıya sahip olduklarından değişen dengelerin yerini yenilerinin alması kaçınılmazdır. Toplumun farklılaşması insanlararası ilişkilerde yeni durumların sergilenmesine yol açar. Her işlevsel bölünme farklı kurumların doğuşuna neden olur. Farklılaşarak bütünleşme kurumlararası ilişkiler ağının gerçekleşmesine olanak verir. Bu ilişkiler ağı zaman içinde gelişir ve göreli olarak süreklilik kazanır. Ve bu oluşum toplumsal yapı kavramıyla açıklanır. Toplumbilim literatüründe daha önce örnekleri verildiği gibi „yapı‟ sözcüğü farklı alanlarda benzer anlamlarda kullanılmıştır. Burada sözü edilen „benzer anlam‟ farklı öğelerarasındaki bağımlılık ilişkisidir. Bir binanın yapısı deyince, temel, duvar, çatı gibi başlıca öğelerarasındaki bağlantı anlaşılmaktadır. Aile yapısı söz konusu olunca da aile bireyleri arasındaki ilişki, otorite görüntüleri akla gelmektedir. Ekonomik yapıda ise, tarım, sanayi, üretim teknolojisi, örgütlenme biçimleri, ulaştırma hizmetleri, pazarlama ve benzer öğelerarasındaki ilişkiler gündemi oluşturmaktadır. Aynı açıklama siyasal kurumlar ve toplumsal sınıflar için de geçerlidir. Siyasal kurumlarda, partiler, parti içi örgütler, ideolojiler, liderler, seçmenler, toplumsal sınıflarda ise işçiler, köylüler, işverenler, ticaretle uğraşanlar, etnik gruplar ve benzeri temel öğelerarasında kurulan ilişkiler söz konusudur. O halde yapı, öğelerarası bağımlılık ilişkilerinden oluşan bir bütünlüktür. Toplumu meydana getiren öğeler karşılıklı ilişki içindedir ve bunların her biri toplum içinde bir işleve sahiptir. İşte ayrı ayrı parçaların (öğelerin) sistemli ve düzenli ilişkilerinden doğan bu bütüne yapı denir. Bir yapının oluşabilmesi parçaların yan yana getirilmesi değil parçalar arasında anlamlı ilişkiler kurulması demektir. 3 MERTON, Robert, k. Social Theory And Social Structure, Glenceo ill Free Press,1964. 3 Bu noktada toplumsal yapının bir „mozaik‟ olduğu benzetmesinin; bütünün parçalarının anlık bir kesitini verdiği, durağan (statik) olduğu, parçaların birbirleriyle ilişkilerini belirtmediği ve ilişkilerarası dinamik bir süreci belirleyemediği gerekçesiyle yetersiz kaldığı ifade edilmelidir. Bir yapıyı oluşturan parçaların sahip oldukları farklı nitelikler değişik toplumsal yapılara yol açar. Burada her toplumun yapısını oluşturan değişik özelliklerle öğelerarası ilişki biçimlerinin kendine özgü formları kastedilmektedir. Böylece toplumlararası yapısal farklılıklar ortaya çıkmaktadır. Türkiye‟nin toplumsal yapısı ile Japonya‟nın toplumsal yapısının birbirinden farklı oluşu öğelerin farklılığından değil öğelerarası ilişki biçiminin farklılığından kaynaklanmaktadır. OSMANLILARDAN GÜNÜMÜZE ETNĠK GRUPLAR Anadolu gibi tarihin en hareketli bölgesi olan topraklar üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti‟nin halkı çeşitli etnik gruplardan oluşmuştur. Çünkü Dünya‟nın bu bölgesi tarih boyunca büyük göçlere, bitmez tükenmez savaşlara, sık sık istilalara maruz kalmış; çeşitli düşünce akımlarına kaynaklık etmiş; dolayısıyla pek çok kültür ve medeniyete temel oluşturmuştur. Sık sık el değiştiren bu bölge sırasıyla Hurrilerin, Hititlerin, Urartuların, Sakaların, Medlerin, Perslerin, Makedonyalıların, Hazar Türkleri‟nin, Müslüman Araplar‟ın, Doğu Romalıların, Moğolların ve son olarak da Oğuz Türklerinin uğrak ve yerleşim yeri olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, her devirde zulme uğrayan savaştan kaçan insanların sığınacağı bir yer olarak görülmüştür. İspanya‟dan kaçıp gelen Yahudiler ve Avusturya – Macaristan‟dan kaçıp Osmanlı‟ya sığınan insanlar bunun en tipik örnekleridir. Son yıllarda da Bulgaristan, Afganistan, Irak, Bosna – Hersek ve Orta Asya‟dan birçok insan Türkiye‟ye gelip yerleşmiştir. Son iki ,üç yıldır güney sınırlarından giriş yapan yabancı uyrukluların sayısı da ciddi boyutlara ulaşmıştır. Anadolu‟nun coğrafi yapısı ve Osmanlı İmparatorluğunun bütünleştirici politika gütmemesi nedeniyle çeşitli kökenden insanlar küçük gruplar halinde dağlık bölgeleri kendilerine yaşam alanı seçmişlerdi. Üç kıtada pek çok ülkeye hâkim olan Osmanlılar Anadolu halkını kültürleriyle hem etkilemiş hem de onlardan etkilenmiştir. İmparatorlukta yerleşen etnik grupların daha iyi anlaşılabilmesi için millet sisteminin açıklanması gerekmektedir. İlber Ortaylı‟nın belirttiği gibi, Osmanlı‟da “millet” günümüzde anlaşılan “ulus” tan farklıydı. Çünkü, ulusçuluğun kökeninde dil, ırk ve/veya kültür birlikteliği söz konusu iken, millette sadece din, mezhep ve bunun getirebileceği kültürel birliktelik vardır. Bu noktada belirleyici etken “din” idi. Örneğin aynı dini benimsedikleri için “ümmet” oluşturan Osmanlı Müslümanları kendi içlerinde Türk, Kürt, Arap, Çerkez gibi etnik ve kültürel gruplara ait olsalar da Osmanlı sisteminde tek bir millet gibi görülüyorlardı.4 Her milletin Osmanlı Devleti‟yle olan mali, idari ve yargısal işleri millet liderleri aracılığıyla çözümlenirdi. Osmanlı milletleri kapalı bir yapı oluşturmaktaydılar, İmparatorluk içindeki her millet öğretim, haberleşme, eğitim, sosyal güvenlik ve adalet konularında (idare, maliye ve 4 ORTAYLI, İlber. “Osmanlı İmparatorluğunda Millet” Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, 1985, ss.996-1001. 4 askerlik hariç) özgürlüğe sahipti. Buradaki özgürlük, bireylere tanınan anlamda bir özgürlük olmayıp “millet” lerin grup halinde sahip oldukları özgürlüktü. Millet sisteminde temel ayrım Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlar arasındaydı. Müslüman topluluklar imparatorluğun asli unsuru olarak görülürken, Müslüman olmayanlar azınlık statüsündeydiler. İmparatorluk içindeki Müslüman topluluklar temel hatlarıyla, Türkler, Kürtler, Kafkasya‟daki Müslüman gruplar, Arnavutlar, Pomak denilen Bulgarca ve Rumca konuşan Müslümanlar, Bosnalılar ve 16. yüzyıldan sonra da Araplar idi. 5 Bu Müslüman tebaa içindeki çeşitli etnik gruplar aynı „ümmet-i Muhammed‟in üyeleri olarak kabul edilmişlerdir. Bu nedenle halk katında kim Türk, kim Kürt, kim Çerkez sorulmamıştır. Öte yandan Müslüman olmayan milletler ise, Rum-Ortodokslar, Ermeniler ve Yahudiler idi. Osmanlı yönetici sınıfının gözünde bu milletler arasında bir ayrım yapılmamıştır. Zamanla bu milletlerin her biri ayrı bir ticari ve iktisadi faaliyet alanında toplumda öncelikli bir yere sahip olmuşlardır. Ancak bu noktada Ermenilerin Amerika‟da 1810 da kurulmuş misyonerlik örgütlenişinin, Anadolu‟da yayılmasına katkıda bulundukları din ve kültür alanındaki faaliyetlerin siyasi amaçla temellendirip Osmanlı İmparatorluğu dertlerine yeni boyutlar kazandırdığına değinmek gerekir. Esasen 1960‟larda ülkemizde yaşanan dış işleri mensuplarına yönelik Ermeni kökenli şiddet olaylarının Ermenilerin ulusal bilincinin yaygınlaşmasından kaynaklandığı çeşitli çalışmalarda da ifade edilmiştir.6 Tanzimat ve Cumhuriyet‟in ilk yıllarında ümmet sistemi ulusçuluk akımlarının ortaya çıkışı ile birlikte uygulanabilirliğini yitirmeye başladı. Gayrimüslim milletler, Osmanlı İmparatorluğu‟na komşu olan devletlerin de kışkırtmalarıyla imparatorluğa karşı ulusal bağımsızlık savaşı vermeye başladılar. Çok daha sonraları çeşitli defalar gündeme gelen komşu devletlerce etnik kışkırtma politikaları da bu devirde ortaya çıkmıştır. Yeni kurulan Cumhuriyette etnik yapıya ilişkin olarak bütün Müslüman unsurlara -Türk, Laz, Kürt, Çerkez, Boşnak, Pomak, Kafkas vb - „Türk‟ denilmesini öngören bir yaklaşım benimsenmiştir. Diğer bir deyişle Osmanlı döneminde Müslüman tebaa olarak görülen gruba artık Türk denilmeye başlanmıştır. Ancak burada amaç Kürtleri, Çerkezleri, Lazları ayrı bir Türk kimliği potası içinde eritmek olmayıp, Türk kimliğini Cumhuriyeti kuran Anadolu halkına ait bir üst kimlik olarak ortaya koymaktır. Nitekim Çerkez ve Lazlar siyasi ve sosyal iç ve dış sorunlara yol açmadan ve fakat kuvvetli bir alt kimlik olarak yaşamlarını sürdüre gelmişlerdir. Atatürk Nutuk‟ta “Türkler, Kürtler ve diğer Müslüman anasır”dan söz etmiştir. Türk kelimesinin bir üst kimlik olarak kullanılması iki nedene dayandırılmaktadır. İlk neden etnik kökenli olduğu düşünülen Şeyh Sait isyanı ve bunun genç Cumhuriyetin bekasına büyük bir tehdit oluşturacağı düşüncesidir.Bu düşünce Cumhuriyet kurucularını etnik gruplara karşı mesafeli davranmaya zorlamıştır. Oysa gerçekte, Şeyh Sait isyanında etnik özelliklerden çok, bazı aşiret reislerinin devletin merkezileştirici ve eşitlikçi politikasına başkaldırılarının yattığı, ikinci olarak, cumhuriyeti kuranların etnik çeşitliliği, içinde dinsel gericiliği de barındıran, modern devlet idealiyle zorlukla bağdaşabilen bir olgu olarak görmelerinin de etkili olduğu gerçeği söz konusudur. 5 6 ORTAYLI, İbid. ERHAN, Çağrı , Türk Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri. İmge kitabevi, 2001 Ankara. 5 Başta Atatürk olmak üzere Cumhuriyeti kuranlara göre „Türk‟ kelimesi ırk anlamında bir etnik grubu ifade etmeyip daha ziyade Türkiye Cumhuriyeti‟ne vatandaşlık bağı ile bağlı olma anlamında kullanılmıştır. Aslında Türk ırkı diye bir ırk yoktur. Hiçbir millet ırk bakımından türdeş değildir. Bir milletin bütünlüğünü sağlayan onu diğer milletlerden ayıran unsurun milli duygular olduğu tartışmasız kabul edilmesi gereken bir gerçekliktir. Lozan Antlaşmasında da Türkiye‟de Hıristiyan ve Musevi azınlıklar dışında azınlık olmadığı kabul edilmiştir. Bununla amaçlanan, Müslüman azınlıkları yok sayarak onları „asimile‟etmek olmayıp, Kürtlerin, Lazların, Çerkezlerin ve diğer Müslüman azınlığın da ülkenin sahibi olduklarının bir kez daha doğrulanmasıdır. Bu çizgide, Büyük Atatürk “Ne Mutlu Türk olana” değil “Ne Mutlu Türküm Diyene” deyip, birçok yazı ve konuşmalarında ırkçı özellikler taşıyan Turancılığı ve Türkçülüğü açık bir şekilde reddetmiştir. Devrim ideolojisi: Başka bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ne mutlu Türk olana! Değil, “Ne mutlu Türküm diyene” ya da “diyebilene” mesajı veriyordu.7 Yani, Türk olduğunu bilmeyenle Türk asıllı olmayan vatandaşların „Türk kimliğinde‟ anlaşıp birleşmeleri beklentisi Başbakan Recep Peker‟in 1947‟de söylemiş olduğu şu sözlerle de ifade ediliyordu. “Dil birliği, ülkü birliği ve kader birliğiyle bölünmez bir bütün teşkil eden bu yığının her ferdi, hak, vazife ve şeref bakımlarından tamamen eşittir. … Dinleri, vicdani kanaatleri ve ırkları ne olursa olsun, hukuki şartlarıyla Türk olan bütün yurttaşları yalnız kanun diliyle ve resmi muamelelerimizle Türk saymak da yeterli değildir. Özel yaşayışımızda da daha sıcak duygularla birbirimize karışıp kaynaşmamız lazımdır.”8 Bu örnekler Cumhuriyetin göstergelerindendir. etnik bir temel üzerinde kurulmadığının önemli Bu temel felsefeye uygun olarak Cumhuriyet idaresi etnik kökeninden ötürü vatandaşlar arasında ayrım yapmamaya özen göstermiştir. Her türlü etnik kökenden insanlar önemli devlet görevleri almıĢlar, yasalar önünde eĢit olarak iĢlem görmüĢlerdir. Kültürel kökenleri değiĢik diye insanlar arasından gerek okullara giriĢte gerekse devlet ve hükümette görev alıĢta bir fark gözetilmemiĢtir. Yukarıda da belirtildiği üzere, Osmanlı Devletinde Müslümanlar arasında da bir ayrım yapılmamıştır. Kurtuluş Savaşı da yine sadece bir etnik grup tarafından değil Osmanlı‟daki Müslüman tebaayı oluşturan çeşitli gruplar tarafından kazanılmıştır. Cumhuriyetle birlikte Osmanlı‟daki Müslüman tebaayı oluşturanlara “Türk” denilmiş,bütün etnik gruplara eşit davranılmaya çalışılmış, vatandaşlık statüsü etnik kriterlere göre değil bir arada yaşama arzusu üzerine inşa edilmiştir. Ancak etnik gruplar sosyolojik olarak, ülkenin kültür zenginliğini, çeşitliliğini oluşturmaya devam etmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti‟nin vatandaşlık kriterlerini etnik temele dayandırmadığı ve bölünme yerine bütünleşme üzerine vurgu yapmayı tercih ettiği altı çizilerek belirtilmesi gereken bir husustur. Büyük ölçüde bu politikaların bir sonucu olarak etnik gruplar birbirleriyle evlilik, göç vb. yoluyla 7 8 GÜVENÇ, Bozkurt. Türk Kimliği Kültür Bakanlığı ,Ankara 1993 s.240. KARPAT, Kemal. Demokrasi Tarihi İstanbul Matbaası 1967 s.221. 6 karışmışlardır. Bu nedenlerle kimin hangi etnik kökene ait olduğu ve grupların kaç kişiden oluştuğunu saptamak da oldukça güçtür GÜNEYDOĞU’nun TOPLUMSAL YAPISI ve DĠL KONUSU Etnik farklılıklar, soysa-kültürel birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Özellikle farklı dillerin konuşulması, toplumsal bütünlüğü engellemektedir. Çünkü dil, milli birliği sağlayan en önemli unsurdur. Öte yandan farklı dünya görüşü, aile yapısı ve dini inançlardaki çeşitlilik de söz konusudur. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde aşiret ve geleneksel aile yapısı, tarıma dayalı ekonomi, içe dönük ve de kaderci bir dünya görüşü hakimdir. Toplumsal birtakım sorunların sebebi ise bölgelerarası gelişmişlik farkından kaynaklanmaktadır. Yörenin gerek doğa gerekse ekonomik koşulları planlı dönemde gelişen ve ülke çapında yaygınlaşan kalkınma hamlelerin bölgeye ulaşmasını engellemiştir. Özellikle coğrafi koşullar (iklim,arazi yapısı vb.),ulaşım ve haberleşme hizmetlerinin maliyetinin yüksek oluşu ve de bölgede feodal iliĢki ve kurumlaĢmanın devam ediyor olması , toprak dağılımındaki adaletsizlik ve dengesizliğin giderilemeyişi bölgenin diğer bölgelere kıyasla gözardı edilme nedenlerini oluşturmuştur. Öte yandan Doğu için verilen teşviklerin Batıda kullanılması ciddi toplumsal sorunlar yaratmıştır. Bu sorunlar kuşkusuz feodal iliĢkilerin otoriter yapısından kaynaklanmaktadır. Güneydoğu da herşeyin bir ağası vardır. Toplumu yöneten; toprağın / aşiretin / kaçakçılığın / siyasetin ve de terörün ağalarıdır. Böylece bölgeler arası farklılık kaçınılmaz olmuştur. Özellikle 1980 sonrası terör olayları içinde uygun bir ortam yaratmıştır . Bu koşullar Doğu ve Güneydoğu sorununa dışarıdan kan verilmesine ve sorunun dış dinamiklerle ayakta tutulmasına yol açmıştır. Toprağın küçük parçalara bölünmesi, tarıma dayalı ekonominin nüfusu besleyememesi gibi nedenler, yatay nüfus hareketliliğini de beraberinde getirmektedir. Etnik bölünmeler feodal düzenin özentileridir. Geriliği ve çağdışılığı yansıtan özelliklerdir. Çağımızda çok az istisnalar dışında tek etnik gruplu devlet yok gibidir. Önemli olan bu grupların baskı görmeden, azınlık psikolojisi içine düşmeden, eşit haklara sahip olarak yaşamalarıdır. 9 Kili‟nin de belirttiği üzere, etnik bölünmeler, etnik düşünceler feodal düzenin özellikleridir. Geriye götüren, saptıran özelliklerdir. Tüm bunları aşan, tasada ve kıvançta bir olan, demokrasinin sağladığı hoşgörü ortamında karşılıklı saygı içinde yaşayan bir ülke gelişir, ilerler. Etnik kökenli görüşler ise ülkeyi böler, güçten düşürür ve çağdaşlığı yadsır.10 Günümüzde etnik farklılıklar, birçok ülke gibi Türkiye açısından da uluslararası birtakım sorunlara yol açmaktadır. Etnik kökenli farklı grupların, azınlık oldukları öne sürülerek dış güçlerce ülke bütünlükleri istismar edilmektedir. Özellikle insan hakları kapsamında Kürtçe üzerinden son yıllarda yaşanan polemikler ikinci bir etnik tuzak niteliğindedir. Türkiye‟de etnik grup denilince akla hemen Kürtçe konuşanlar gelmektedir. Aslında Kürtçe üç farklı lehçeden oluşmaktadır. Bu lehçeleri konuşanlar da birbirlerini anlamamaktadır. Ayrıca Kürtçe‟nin bir kolu olarak bilinen Kırmanço Farsça kökenli ayrı bir dildir. Kürtler arasındaki bu dil farklılaşması önemli bir ayrım oluşturmaktadır. Her aşiret kapalı bir grup olarak yaşamakta ve soy birliği nedeniyle de kendilerine has bir kimliğe sahip oldukları 9 10 GÖKÇE, Birsen “Açılış Konferansı Sosyal Bilimler KAVġAĞINDA “DOĞU VE GÜNEYDOĞU ANADOLU” Van Valiliği Yüzüncü Yıl Üniversitesi Van 1997.s.27-40. KİLİ, Suna “Amerika Birliğinin Çözülmesi, “ Cumhuriyet Gazetesi 26 ekim 1994. 7 gözlenmektedir. Ancak göçebelikten yerleşik düzene geçiş ve kırdan kente göç gibi etkenler kapalı toplum yapısının açılmasına, ilişkilerin gevşemesine, soy birliğinin bozulmasına ve değişik kültürlerden etkilenmesine yol açmıştır. Bu durum Kürt nüfusunun etnik yapı bakımından dil, din ve soy birliği olmak üzere üç ayrı bileşenden oluştuğunu göstermektedir. Ve böylesine çok değişkenli ve farklılıklar içeren bir etnik grubun sayısının sağlıklı olarak belirlenmesi olası değildir.1965 DİE verilerine göre (Tablo1) Kürtçe konuşanlar %7.5 tir. Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde nüfus artış hızının yüksek olması Kürt nüfusunda yıllar içinde artış olacağını göstermektedir. Tablo-1 KonuĢulan Anadil Ġtibariyle Nüfusun Dağılımı (1965 Yılı DĠE) KonuĢulan dil 1. Türkçe 2. Etnik Gruplar Abazaca, Acemce, Arapça Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce Gürcüce, Lazca, Pomakça Kürtçe Zazaca 3. Azınlıklar Ermenice, Rumca, Yahudice 4. Anglosakson ve Latin dilleri Almanca, Fransızca, İngilizce,vb 5. Slav Dilleri Bulgarca, Rusça, Sırpça vb. 6. Diğer Diller TOPLAM Sayı 28.289.680 2.983.270 %* 90.10 9.40 2.219.502 150.644 91.171 7.1 0.04 0.25 41.761 0.10 13.199 0.05 42.340 31.391.421 0.10 100.00 Bu tarihten sonraki nüfus sayımlarında anadil sorulmadığından günümüzde farklı dil konuşanların sayısını bilmek olası değildir. Bu konuda Mutlu‟tarafından çeşitli illerde Kürtçe konuşan nüfusun artış hızı ve göçlerle meydana gelen değişiklikler de dikkate alınarak yapılmış bilimsel araştırmada Kürtçe konuşanların sayısının, 1990 rakamlarına göre yaklaşık 7 milyon civarında olduğu belirtilmektedir. Bu rakama göre Türkiye nüfusunun %12‟sini anadili Kürtçe olanlar oluşturmaktadır.11(11) Bu süreçte etnik grupların nüfusları da önem arz etmekte olduğundan genellikle konuşulan dil açısından nüfus tespitine gidilmektedir. Ancak bu konuda çok değişik söylemlerle karşılaşılmaktadır. Aşağıda üç ayrı kaynaktan alınan nüfusa oranlı yüzdelerin yer aldığı bir tablo hazırlanmıştır.(Tablo2) MUTLU, Servet “Population of Turkey by Etnic Groups and Provinces” New Perspectives an Turkey, 1995 vol . 12, pp 33-60. * Unıted States Center for World Mission (USCWM) 11 8 Tablo-2 Türkiye’de KonuĢulan Diller KonuĢulan dil 1965 DĠE 2001 Language of World Türkçe Kürtçe Zazaca Çerkezce Arapça Diğer Diller % 90.1 % 7.1 % 0.4 % 0.2 % 0.1 % 2.1 % 100 % 86.2 % 8.3 % 0.5 % 2.1 % 1.6 % 1.3 % 100 2000 MGK* Yapılan Alan AraĢtırmaları Sonucu % 76.00 % 8.8 % 4.2 % 3.8 % 1.2 % 6.0 % 100 * Milli güvenlik kurulu tarafından 68 ili kapsayan ve Erciyas,Elazığ,Fırat,Malatya ve İnönü üniversitelerine yaptırılan Türkiye deki etnik gurupların dağılım raporundan alınmıştır. Not : Türkiye nüfusu 1965 de 28.289.680, 2000 yılında ise 67.803.97, 27 dir. Dünya genelinde etnik köken, din ve dil konularında araştırma yapan Amerika merkezli bir vakfın * 2008 yılı verilerine göre de Türkiye‟de 52.8 milyon Türk ve Zazalarla birlikte 15.4 milyon Kürt nüfus yaşamaktadır. Aynı kaynağın 2008 yılı Türkiye nüfusu 74.398 olarak ifade edilmektedir. Ancak TUİK‟in verilerine göre aynı yıl için Türkiye nüfusu 71.517.100 dür. Bu durumda sözü edilen Amerikan Vakfının sonuçlarıyla TUİK‟in sonuçları arasında „2.881.600‟lük fark görülmektedir. Bu noktada sorgulanması ya da cevaplanması gereken bir durum var. Hata nerede ya da Kürt nüfusunun fazla gösterilmesi terör olaylarının çözümünde kullanılacak yeni bir sosyal tuzak mı? Son yılların gündeminde yer alan sorunların özellikle Güneydoğudaki terör olaylarının kökeninde etnik yapı sorunları bir etiket olarak kullanılmakta ve Kürt sorunu olarak somutlaştırılmaktadır. Yaklaşık son otuz yıldır gündemi yoğun bir biçimde işgal eden terör sorununun Kürt sorunu mu, Kürtçülük sorunu mu, yoksa Doğu ve Güneydoğu Anadolu‟nun sorunu mu olduğu tartışılması gereken bir konudur. Kışlalı‟nın da belirttiği üzere; Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki Kürt kökenli yurttaşlardan daha fazlası İstanbul‟da, Ankara‟da, İzmir‟de, Adana‟da yaşıyor. Ama onlar devlet açısından bir sorun yaratmıyorlar. Toplumun diğer kesimleriyle de aralarında bir sorun yok. “Sorun Güneydoğu Anadolu‟da yönetimin yarı feodal yapısından yaşam düzeyinin geriliğine kadar uzanan koşullarda kalkınma hamlelerinin ülkenin o yöresine ulaşamamış olmasından kaynaklanmaktadır”12 Kürt sorunu ile bağlantısı ise sadece dil konusunda ortaya çıkmaktadır ve doğrudan toplumsal yapıyı olumsuz etkilemekte, birlikte yaşayanlar arasında olumlu ilişkilerin kurulmasını engellemekte ve çatışmaya sebep olmaktadır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu dışında yaşayanlar hangi kökenden, hangi etnik gruptan olursa olsun aynı koşulları paylaşıyorlarsa ülkenin o yöresinde yaşayanlar da Türk, Kürt, Arap, Zaza, Süryani farkı olmaksızın, benzer koşulları paylaşıyorlar. Ancak diğer bölgelerde yaşayan değişik kökenlilerin ortak paydası Türkçe 12 KIŞLALI, Ahmet. Atatürk‟e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği 2. Baskı. Ankara İmge Yayınevi, 1993. 9 olduğu halde bu durum Doğu ve güneydoğu Anadolu için söz konusu değildir. Bölgede giderek daha fazla Kürtçe konuşulması Türkçe ortak paydasının azalması, sorunun Kürt sorunu gibi algılanmasına neden olmaktadır. Bu nedenle yaşanan sorunlar çığ gibi büyümekte ve giderek karmaşıklaşmaktadır. Sorun ve nedenlerin doğru saptanması gerçekçi çözümleri beraberinde getirecektir. NEDEN RESMĠ DĠL Özünde dil, toplumları ayıran değil, birleştiren bir öğedir. İletişimi sağladığı gibi anlaşma ve uzlaşmaya uygun bir ortam da oluşturur. Konuşulan dilin geliştirilmesi bireyin düşünce ve iletişim yeteneğini de geliştirmektedir. Dil yeteneği gelişmemiş bir insanın düşünme, öğrenme, yaratma ve iletişim kurma yetenekleri de sınırlı kalır. 13 Dil düşüncenin iletilmesinin, ilişki kurmanın ve paylaşmanın anlamlı tek yoludur. Dil günlük iletişimin ötesinde insanları birbirine yaklaştıran, ilişkilerini sağlamlaştıran ve toplumsal yapının sağlam temellere dayanmasına olanak sağlayan bir araçtır. Türk Dil Kurumu‟nun kuruluş amaçlarından bir tanesi de bu aracın geliştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti siyasi bir birlikteliktir. Bu birliğin korunmasında ortak payda Türkçe dilidir. Her ülkenin toplumsal yapısı sosyal, ekonomik, kültürel ve yönetimsel koşullar çerçevesinde oluşan insan ilişkileriyle şekillenir. Bu çerçevede konuşulan dil ulusal kimliğin koruyucusudur. Terör olaylarının bitirilmesi beklenen çözüm sürecini olumsuz etkileyecek eylemlerden kaçınmak gerekir. TC Anayasası’nın değiĢtirilemeyecek 3. Maddesi Madde : Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir. Bayrağı Ģekli kanunda belirtilen , beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marĢı “istiklal marĢı”dır. BaĢkenti Ankara’dır. Toplumsal yapıyı güçlendirecek tavır ve eylemler etnik köken ne olursa olsun TC vatandaşlığına zarar vermemelidir. Bu kapsamda „resmi Dil‟ Türkçe üzerinde hassasiyetle durmak gerekir. Esasen Türkü Kürdü yıllardır birleştiren Türk dili olmuştur. Kuşkusuz 10‟u aşkın değişik anadilin var olduğu ve toplam nüfusun %15‟ inin bu ana dillere sahip olduğu gerçeğinden hareketle farklı kökenden gelenlerin ana dillerini öğrenmeleri, kullanmaları doğaldır. Ancak bu durum Türkiye‟nin bekasına zarar vermeyecek nitelikte olmalıdır. Türkiye sınırları içinde yaşayan TC kimliğine sahip vatandaşların resmi dilinin Türkçe olması başka bir deyişle zorunlu öğretimin de Türkçe yapılması toplumun bütünlüğü ve kültürün devamlılığı ve de sağlıklı toplumsal yapı açısından kaçınılmazdır. Anadili öğrenme ve konuşma ne derece doğalsa Türkiye‟de yaşayan sosyolojik açıdan halk olarak tanımlanan ve farklı etnik kökenden gelen insan topluluğunun da aynı dili kullanmaları yani resmi dilin Türkçe olması da aynı ölçüde doğaldır. 13 DEMİRSOY, Ali. Son İmparotora Öğütler “Bilim Toplumu Ankara METEKSAN‟A.Ş 4. Basım 1998. 10 Etnik köken, dil, din ve benzeri farklılıkların aynı coğrafyada yaşayan insanları “halk tanımı” ile birleştirdiğini vurgulamak gerekir. Türkiye‟de yaşayan farklı gruplar sosyolojik olarak halktır. Millet ise tarihi bir süreç olup vatan, ülkü, dil, soy ve kültür birliğiyle özgünlük kazanır. Ve de millet siyasi bakımdan devlet kurma yeteneğine sahip, örgütlü insan topluluğudur. Atatürk, “Türk milletini; Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk Halkına Türk Milleti” denir sözüyle tanımlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti çok sayıda halklardan oluşan Türk Milleti‟nin devletidir. Çözüm sürecine ilişkin yorumlar çerçevesinde kaleme alınan bu yazı Amerikan toplumundaki tek dil / resmi dil uygulamasındaki gelişmeler örneklenelek sonuçlandırılacaktır. ABD‟de her on yılda bir nüfus sayımı yapılmaktadır.1990 yılında “soyunuz , etnik kökeniniz nedir?” sorusuna alınan cevaplar Amerikan ulusunun 500 ayrı etnik topluluktan oluştuğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır toplam nüfusun; %23 ALMAN , %16 İRLANDALI ,%13 İNGİLİZ , %10 AFRİKALI ,%5 MEKSİKA %4 FRANSIZ %4 POLONYA %4 KIZILDERİLİ %3 HOLLANDA %2 İSKOÇ %2 İSVEÇ %2 NORVEÇ „Lİ VE DE %6.2 ÇİN , HİNT ,TÜRK ,JAPON vb kökenlerin bulunduğu (bu grubun toplam nüfusa oranla %2 altında oldukları)saptanmıştır. Etnik kökenini %5 „Amerikan‟ olarak tanımlamıştır. Daha sonraki sayımlarda yüzde itibariyle artış ve eksilmeler görülse de sonuç itibariyle Amerikan nüfusunun ana dilleri, geliş yerleri (soyları), dinleri birbirinden farklı beşyüz ayrı etnik topluluktan meydana gelmiş olduğu gerçeği değişmemiştir. 14 Öte yandan Amerikan yurttaşlığına giriş arttığı halde Meksika ve Küba dan Amerika ya göç edenlerin İspanyolca konuştukları ve ülkenin ortak dili olan İngilizceyi öğrenemedikleri ve toplumla bütünleşemedikleri gerçeği de yaşanmaktadır. ABD „de 2010 nüfus sayımı sonuçlarına göre dünyanın değişik ülkelerinden göç eden 51 eyalette İngilizcenin dışında konuşulan dillerin dağılımı tablo 3‟de verilmiştir. Tablo-3 ABD’deki 50 Eyalette Ġngilizce dıĢında kullanılan dil sayıları California 213 New Jersey 136 Tennesse 117 Hawai 104 New York 173 North Carolane 136 Alabama 114 Louisiana 99 Texas 170 Oregon 136 İndiana 114 Distirict of colb. 94 Washington 166 Virgina 135 Nevada 114 Arkansas 89 Florida 162 Missouri 133 New Mexica 114 Maine 86 Arizona 152 Oklahamo 131 Iowa 113 Missisippi 85 14 ÖZAKINCI, Cengiz. ABD Laik Demokratik Cumhuriyetin Temeli: TEK RESMİ DİL, TEK BAYRAK, TEK ULUS. Bütün Dünya , sayı 2013/12Başkent Üniversitesi yayını s.43-48 11 Kansas 111 West virgina 84 Pensilvanya 152 Ohio 128 Alaska 109 New hampshine 83 Maryland 145 Colarado 128 Kentucky 109 Delaware 81 Massachusetts 142 Winconsin 124 Connexcticat 107 Rhode ısland 81 Georgia 141 Utah 123 İdaho 107 Montana 80 Michigan 141 Minnesoto 123 Nebraska 106 South dakato 79 İllinois 140 Sauth Caroline 105 Vermonth 78 North dakota 77 Wyoming 61 Anadilleri bu kadar çeşitli olan beş yüz değişik kökenden gelmiş birbirlerinin konuştuğunu anlayamayan toplulukların bir bütün oluşturmasının yani bir ulus haline gelmelerinin mümkün olamayacağını yaşayarak öğrenen Amerikan yetkilileri çözümü ortak dilde bulmuşlardır.15 Demokrasi uygulamasının doruğunda olan Amerika‟da, Mart 2013‟te İngilizce Dil Birliği Yasa Tasarısı ABD Senatosuna ve Temsilciler Meclisine sunulmuş ve yasa kabul edilmiştir. Böylece beş yüz etnik kökenli bir ülke de uluslaşmasını tamamlayabilmek için tek ve ortak resmi dilin İngilizce olması hedeflenmiştir. İngilizce bilmeyen göçmenler ABD yurttaşlığına alınmayarak Devlet Dairelerindeki bütün işlemlerde İngilizce kullanılacak, özel yaşamlarında ise yurttaşlar istedikleri dili kullanabileceklerdir. Ayni biçimde çok sayıda etnik grubun yaşadığı Fransa‟da da resmi dil Fransızcadır.* Sonuç olarak ABD‟de „demokratik Cumhuriyet‟in temel ilkesi “tek resmi dil, tek bayrak, tek ulus” tur. Bu ilke Amerikan parası üzerine –çokluktan birlik- Bölünmez Tek Ulus olarak işlenmiştir. 15 ÖZAKINCI, Cengiz ABD tek ve ortak resmi dil: İNGİLİZCE Bütün Dünya sayı 2014/01 Başkent Üniversitesi yayını s.13-18 *Birleşmiş Milletler İstatistik Bölümü 2010 (U.N.S.D) 12