8 Sayı - WordPress.com
Transkript
8 Sayı - WordPress.com
¹;ILM>I\IVLIˍÜV/VTʡº ¹7Z\ILWʡ]:bOIZÜ3Z\5M[MTM[Q^M<ZSQaMº ¹5T\MKQTMZ"AMZTMˍMUMaMV/QLMUMaMV^Mņ[\MVUMaMVņV[IVTIZº ¹;]ZQaM¼LMSQiI\ÜˍUITIZÜV/TOM[QVLMAMVQ*QZ*QZTMˍUQˍ5QTTM\TMZ ņtQVlVMZQTMZº ¹0IaITM\>I\IVLIˍTIZAI,I*QZ)^Z]XI5I[ITܺ ¹/MtUQˍQaTM^M*]OVaTM)TUIVaI¼VÜV)^Z]XI¼[ܺ ¹ņ[XIVaI3ZQbQVQV)ˍIUITIZÜ^M)^Z]XITÜ4QLMZTMZQV<]\]U]º ¹/MVtTMZM5MKTQ[AWT]5])tÜTÜaWZ'º ¹-SWTWRQS;IJW\IRº ¹!=T][TIZIZI[Ü)V\ITaI)T\ÜV8WZ\ISIT.QTU.M[\Q^ITQº ¹<ZSQaM¼LM0Ia^IV:MNIPÜ>IZ5Ü'º ¹)TTIPMT>I\IVMT5MTQSº ǾɄ˴ǸɺȨʾȨ ɴ̨ȵѰҳɕǸɴ̨ѰҬҵ ǾιȵɜȐȽȨ XHT@ ¬0$ƈ40H$ 4H,hĈ 8ĈHѵ Boğaziçi Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi Prof. Dr. Süheyla Artemel ve Nedret Kuran Burçoğlu tarafından, Avrupa çalışmalarında disiplinlerarası araştırmalar yapmak ve Türk – Avrupa ilişkilerindeki kültürel boyutu kıyaslamalı bir çerçeve içerisinde vurgulamak amacıyla 1991 yılında kuruldu. Mayıs 2000’de Üniversite Senatosu, Merkez’deki çalışmaların çapını bütün sosyal bilim dallarını kapsayacak şekilde genişletmeye karar verdi. Avrupa Çalışmaları Merkezi (AÇM) Türkiye ve diğer AB’ye aday ülkelerin Avrupa’ya entegrasyon aşamalarında akademik ve entelektüel çok sesli bir düşünce platform oluşturmayı amaçlamaktadır. AÇM, akademisyenlere proje oluşturma aşamalarında araştırma olanakları sağlar. AÇM, akademisyenlerin, kamu ve özel sector çalışanlarının düşüncelerini paylaştıkları bir kurum olarak AB – Türkiye ilişkilerinde tartışmaların yoğunlaştığı bir odak noktası görevini üstlenmektedir. AÇM, ulusal ve uluslararası konferansların yanı sıra, halka açık Jean Monnet seminerleri ve uzmanlar için atölye çalışmaları düzenlemektedir. Bu sayede, AÇM, çalışanların ve sivil toplum örgütleri üyelerinin Avrupa’daki eşdeğer kurumlarla etkileşime geçerek iletişim ağı oluşturmaları için büyük fırsatlar sunmaktadır. XHT@ ¬0$ƈ40H$ 4H,hĈ ŔäH8Ĉ <HT4T AÇM projelerine gönüllü olarak öğrencilerin de katılması amacıyla Ekim 2002’de AÇM Öğrenci Forumu (AÇMÖF) kurulmuştur. Bu projelere katılmanın yanı sıra kendi planladığı birçok etkinliği de hayata geçiren AÇMÖF, her yıl düzenli olarak yürüttüğü kendi organizasyonlarında da Türk/yabancı öğrencileri ağırlamakta, bu öğrencilere konusunda uzman kişilerin deneyim ve bilgilerinden faydalanabilecekleri, fikirlerini serbestçe tartışabilecekleri ve üretken olmaları yönünde teşvik edici bir platform sunmaktadır. 2003 yılından bu yana, her yıl Türkiye’deki çeşitli üniversitelerden öğrencileri bir araya getiren Boğaziçi Buluşmaları ile yine her yıl Avrupa’nın çeşitli üniversitelerinden ellinin üzerinde katılımcıyı Avrupa Birliği ülkelerinden uzmanlarla buluşturan European Weekend School ve bunun yanında her dönem düzenlenen çeşitli tematik seminerler, organizasyonların ana çerçevesini oluşturmaktadır. Bunun dışında, AÇMÖF, konusu güncel konular ve dönem içindeki politikalar, tartışmalar düşünülerek belirlenen çeşitli konferanslar düzenlemekte; yine bu konular bağlamında her dönem iki tane olmak üzere AÇMÖF Bülteni yayınlamaktadır. editörden Sahibi Boğaziçi Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi adına Hakan Yılmaz Editör Ceren Irmak Çelik Tasarım Tankut Atuk Yazarlar Buğra Sır Ceren Günel Ceren Irmak Çelik Elif Yılmaz Hicret Soy *T\MVQV J] aÜTSQ QTS [IaÜ[ÜaTI SIZˍÜVÜbLIaÜb ! [IaÜ[ÜaTI aIbIZI M^ [IPQXTQʡQ aIXIV *WʡIbQtQ *T\MVQ¼VLM JQZtWS NIZSTÜ SWV]aI LIQZ aIbÜTIZ WS]aIKIS[ÜVÜb ;WV LVMULMOVLMUQUQbQWTL]StIUMˍO]TMLMV <ZSQaM·7Z\I,Wʡ]QTQˍSQTMZQUT\MKQTQSSI^ZIUÜ^M*QZTMˍUQˍ5QTTM\TMZQTMJIˍTIaIZIS 33<+¼VQV aÜTTIZLÜZ \IZ\ÜˍÜTIV L]Z]U]aTI LM^IUMLQaWZ]b:W\IUÜbÜ)^Z]XI¼aItM^QZ̉ LQʡQUQbLM ņ[XIVaI¼LISQ MSWVWUQS SZQb ^M )TUIVaI¼VÜV )^Z]XI¼LISQ SWV]U]V] WS]aIKIS IZSI[ÜVLIV LVaI tIXÜVLI SMVLQVQ O[\MZUMaM JIˍTIaIV MSWTWRQS [IJW\IR SI^ZIUÜVÜ QVKMTMaMKMʡQb <ZSQaM¼aM LVLʡUbLM Q[M UQTTM\^MSQTTQʡQ aIˍÜVÜV ¼M LˍZTUM[Q \IZ\ÜˍUITIZÜ )T\ÜV 8WZ\ISIT .QTU .M[\Q^ITQ ^M PIa^IV ZMNIPÜ SI^ZIUÜVÜV <ZSQaM¼LMSQ aMZQaTM QTOQTQ aIbÜTIZÜUÜb ^M [WV WTIZIS LI .I[ bMZQVM JQZ LMʡMZTMVLQZUM [QbTMZQ JMSTQaWZ )^Z]XI iITÜˍUITIZÜ 5MZSMbQ lʡZMVKQ .WZ]U] WTIZIS )ZITÜS IaÜVLI OMZtMSTMˍ\QZMKMʡQUQb [MUQVMZTM QTOQTQ LM\IaTÜ JQTOQaM JT\MVQUQbQV [IaÜ[ÜVLI ]TIˍIJQTQZ[QVQb *QZ [WVZISQ JT\MVLM OZˍUMS LQTMʡQaTM PMXQVQbMSMaQÆQWS]UITIZLQTMZQU +MZMV1ZUISiMTQS LǸȇȐ XǸɜǸȽȇǸΒ̨Ƚ ιȽȵι˴ι Erdem Selvin Türkiye’de yaşıyorsanız eğer gündemin gerisinde kalmamak için oldukça zaman ayırmanız gerektiğini zaten biliyorsunuzdur. Elbette bu durum sadece Türkiye için geçerli olmasa gerek; çünkü küreselleşen ülke ilişkileri ve çıkarların iç içe geçmişliği, uzak bir Asya ülkesinde gerçekleşen olayların dahi dünyanın diğer bir ucu için hayati önem taşımasına neden oluyor. Yine de birlikte hareket etmenin önemini şu günlerde daha iyi kavrar gibiyim. Gündemden gireceğim konuya ve tabii ki bahsetmek istediğim konu “bitmek bilmez ve sürekli çözüm aranan fakat ne hikmetse çözümü mümkün olamayan” terör meselesi. Peşi sıra alıyoruz şehit haberlerini ve ne yazık ki “kanıksamak” denen şeyin eşiğinde hissediyorum kendimi. Ve başlıyorum komplo teorileri üretmeye. Geçerli bir sebebi var elbet böyle hareket etmemin; şöyle ki genel bir tatminsizlik hali var üzerimde, yeterli gelmiyor yapılan açıklamalar, ki bir süre sonra onlardan da şüphe duymaya başlıyorum. Eğer bir gün terör biterse, onu lanetleyerek bitiren tek ülke olarak tarihe geçeceğimiz yazılıp çiziliyor sosyal mecralarda. Bana göre mizah kanıksama potansiyelinin en önemli bir göstergesi. Korkuyorum. Kafalar bu kadar karışıkken konuların düz bir çizgide ilerlemesine olanak bulamıyorum. Birliktelikten bahsetmiştim yazımın başında, bunun altında yatan sebep ise son günlerde Irak – ABD – Türkiye – Suriye ve Rusya arasındaki diplomatik ilişki trafiğinin artmasıydı. Görüşmelerin nedenleri ve içeriklerini farklı kaynaklardan okudukça kafaların karışması işten bile değil. Türkiye ve ABD arasında geçen günlerde yaşanan yoğun trafiğin başlıca aktörleri ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, CIA Başkanı Orgeneral David Petraeus, ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey ve birtakım diplomat, asker ve istihbaratçı idi. Tüm bu yakınlaşmalardan çıkan sonuç CNN Türk’e göre Suriye için ortaklaşa bir operasyonel mekanizma kurulması ve Reuters’a göre Suriye’de uçuşa kapalı tampon bir bölge kurulması ve isyancılara askeri yardımda bulunulması. Benim açımdan tartışılması gereken nokta, bağımsız bir ülkenin iş içlerine karışmanın, herhangi bir askeri yardımda bulunmanın veya isyancılarını eğitmenin sınırı nedir? Tüm bu gelişmeler ışığında Apaydın kampından gelen haberler Suriye muhalif güçlerinin eğitildiği yönündeydi. Fakat yetkililer tarafından tüm bu haberler yalanlandı. Bu gelişmelerin üzerinden birkaç gün geçtikten sonra Dubai merkezli Arap haber kanalı El Arabiya’dan gündeme bomba gibi bir haber düşmüştü. Habere göre Suriye sınırına yakın bir bölgede yaşanan uçak kazasında, Türk pilotları kurtulmuş ancak Rusya’nın emriyle Suriye pilotları sorguladıktan sonra öldürüp tekrar denize atmıştı. Daha sonra haberin yalan olduğu taraflarca beyan edilse de bu denli kışkırtıcı bir haberin servis edilmesinin Türkiye’nin Suriye’ye olası bir operasyonunu meşru kılma yönünde yapıldığını çıkarmak mümkün. Ve geçtiğimiz günlerde Suriye tarafından Akçakale’ye düşen top mermisi sonrası 5 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesi üzerine Türkiye’nin aralıklarla sınır ötesine top atması, meclisten sınır ötesi operasyon için tezkere çıkması haberlerde “Savaş başladı!” ifadelerinin kolayca kullanılmasına yol açtı. Tüm bu gelişmelerin gölgesinde, Kuzey Irak yönetimi ve Barzani ile yaşanan görüşme trafiği kafaları daha çok karıştırıyordu. Bir yanda bitmek bilmeyen terör ve ülke içerisindeki yoğun çatışmalar, bir yandan Halep’te muhalif güçlerin kazanımları, diğer yandan da içeriği net bir şekilde ortaya konamayan temaslar gözlerin Kuzey Suriye’ye çevrilmesine neden oldu. The New York Times’da yayınlanan raporu Suriye hükümetinin bazı bölgelerin kontrolünüKürt militanlara bırakması ve bu militanların Kuzey Irak’taki Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve PKK ile arasında bağlantı olabileceği yönündeydi. Bundan yola çıkarak Kuzey Suriye’nin ve Kuzey Irak’ın bazı bölgelerini içine alan bağımsız bir Kürt ülkesi kurulabilir. Görüşmelerin sık gerçekleşmesi ise kesinliği olmayan bu beklentileri her ülkenin kendi menfaatleri yönünde şekillendirmek istemesi diye düşünüyorum. Birçok ülke Orta Doğu’nun geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyor ve bu tür değişimlerde barışın ardından gelen en nihai sonuç ekonomik gelişim, ki nitekim dünyada yoksulluğun ve karışıklıkların en can yakıcı bölgesi Afrika iken son günlerde ekonomik büyüme ile gündeme gelerek Orta Doğu için güçlü bir örnek teşkil ediyor. Birçok ülke Orta Doğu’nun geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyor ve bu tür değişimlerde barışın ardından gelen en nihai sonuç ekonomik gelişim, ki nitekim dünyada yoksulluğun ve karışıklıkların en can yakıcı bölgesi Afrika iken son günlerde ekonomik büyüme ile gündeme gelerek Orta Doğu için güçlü bir örnek teşkil ediyor. Tüm bunların yanında Suriye’deki iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınanların sayısındaki muhteşem artış ve kış mevsiminin gelmesi yeni bir tartışmayı gündeme getiriyor. Bir yandan sığınmacı ve mülteciler hakkında keyfi uygulanan yasalar, halk arasında hissedilen ekonomik endişeler, diğer yandan Suriyeli sığınmacılar hakkında çıkan taşkınlık haberleri sığınmacıların geleceğini sorgulamamıza neden oluyor. Unutmayalım ki aynı bölgede yukarıda sıralanan birçok gelişme mevcut. Bunlar dâhilinde Türkiye hükümetinin kararlarını halk ile birlikte alması doğabilecek sonuçlar açısından hem genel seçimlerin yaklaşması dolayısıyla, hem de bölgede kalıcı barışın sağlanabilmesi amacıyla büyük önem arz ediyor. Kaynakça: -http://www.cnnturk.com/2012/turkiye/08/23/turk. ve.abdli.yetkililer.suriyeyi.konustu/674016.0/index. html -http://www.reuters.com/article/2012/08/11/us-syria-crisis-turkey-idUSBRE87A05320120811 -http://haber.gazetevatan.com/turk-pilotlari-suriye-oldurdu/484152/1/Haber - http://www.ntvmsnbc.com/id/25336410/ - ht t p : / / k a v k a z c e nt e r. c o m / e n g / c o n tent/2012/08/21/16574.shtml -http://www.nytimes.com/interactive/2012/09/29/ world/middleeast/the-growing-role-of-kurds-insyria.html -http://www.reuters.com/article/2012/10/18/column-freeland-idUSL1E8LICEV20121018 =http://www.ntvmsnbc.com/id/25373353/ Görsel: -http://unicef.tumblr.com/post/20169243510/syrian-arab-republic-2012-children-shelter-in <ɑɜǸȇɄ˴ɤHιɺȝǸɑ̨, ,ιɑɜ4ȐɕȐȵȐɕȨɨȐPιɑȰȨɴȐ Elif Yılmaz Gerek gelişen teknoloji gerekse modernleşen toplumlar artık globalleşmenin hizmetindeler. Bu küreselleşme içerisinde birbirleriyle etkileşimi artan toplumlar kendi durumlarını tüm dünya içerisinde konumlandırmaya başladılar. Bu da daha iyi yaşam standartlarına ulaşmak için bir araç olmaya başladı. Arap Baharı’nda hep sosyal medyanın etkisinden bahsedilir, ancak bu dönüşümden önce de gelişen medyanın toplumlar üzerindeki etkisi gözardı edilmemelidir. Diktatörleri devirmek ve demokrasiye kapılarını açmak Orta Doğu ülkelerinin çıkış noktası şeklinde algılandı ve birbirleri ardınca ülkeler protestolara başladı, değişim onların tek amaçlarıydı. Türkiye ise daha önceden bu değişimi gerçekleştirmiş bir ülke olarak onlara önderlik edebileceği düşüncesindeydi ki, daha kendi içerisinde bir demokrasiyi sağlayamamışken “nasıl olur” soruları gündemde yankılanmaya başladı. İşte domino taşlarının belki de sonlarına yaklaşıyoruz ve Türkiye patlamaya hazır tüm bombaların arasında kalmış bir ülke misali, ne olacağını ve ne yapacağını gözlemliyor. Türkiye hem etnik, hem dini, hem de kültürel bakımdan pek çok farklı insan topluluğunu içinde barındıran bir ülke olması itibariyle, düzenli bir yapıya hiçbir zaman sahip olamamıştır. Neredeyse Osmanlı’dan sonra yoktan var edilen bir ülkenin bugünlere gelmesi kolay olmadı, ancak bugün dahi sorunsuz bir toplum olamadık. Türkiye iki darbe, bir muhtıra, binlerce gencin ölümü, sağ-sol çatışmaları, KürtTürk tartışmaları, ulusalcılık ve milliyetçilik oyunları, Alevi-Sünni uyuşmazlıkları gibi daha sayamayacağım ve küçümsenemeyecek derecede önemli birçok olaya sahne olan nadir ülkeler arasındadır diye düşünüyorum. Her zaman söylendiği gibi jeopolitik ve jeostratejik konumlarımız sebebiyle, Türkiye’nin başka ülkeler tarafından hep bir albenisi olmuştur. Bir yandan Avrupa ve ABD, diğer yandan Rusya Türkiye’yi baskı altında tutmayı hedef haline getirmişlerdir. Gerek ekonomik, gerek siyasi yollardan olsun bu zamana kadar su götürmez bir başarıya sahiptirler bu konuda. Son bir yıldırsa Türkiye’yi de aşarak iç karışıklıkların ortasında kalan Orta Doğu zincirlerini bir bir kırmaya ve demokrasi yolunda adım atmaya çalışıyor. Mısır ve Tunus bu konuda diğer ülkelere kıyasla daha başarılı olmuşlar ve kısa zamanda amaçlarına ulaşabilmişlerdir. Tabii ki her şeyin tam olarak oturduğu söylenemez, ancak ilk adımlarını başarıyla atabilmişlerdir. Libya ise iç savaş yaşamış, zorlu bir süreç geçirmiş olsa da en sonunda Kaddafi’yi devirebilmiştir. Şimdiyse Suriye büyük sorunlar içerisinde kalmıştır. Beşar Esad veya Beşşar Esed karşısında yer alan Özgür Suriye Ordusu Esad hükümetini devirmeye çalışırken, iki tarafta silahlanarak birbirleriyle aylardır sonuçlanamayan bir çatışma içerisine girmişlerdir. Şimdiyse ortada kalan binlerce insan ne yapacağını bilmeden, belki de onlara rastgelecek kurşunu bekliyorlar. Her iki tarafta dışarıdan askeri yardım almaya ve kendi vatandaşını vurmaya devam ediyor. İşte bu durumda en yakın komşuları olan Türkiye’ye sığınma herhalde tek güvenli seçenek olarak kalıyor. Türkiye hükümetinin bu mültecileri kabul etmesi de Türkiye’de büyük tartışmalara yol açtı tabii. Yüz bini aşkın mültecinin Türkiye ekonomisini bozacağı dahi düşünülüyor şu durumda. Bunun yanı sıra Türkiye’nin Suriye’yle asıl sorunu elbette Suriye iç savaşı veya Türkiye’ye sığınan mülteciler olarak kalmadı. Suriye iç savaşı sırasında Türk askeri uçağının düşürülmesi üzerine de Türkiye ve Suriye arasında ilişkiler bir hayli açıldı ve Türk askeri Suriye’ye girmek zorunda kaldı. Suriye’nin bilerek Türkiye’yi savaşa sokmak istemesi gibi düşünceler haliyle ortaya atıldı ki doğruluk payı da büyük. Ancak neden Suriye zaten içeride büyük bir karışıklık yaşarken kendisinden daha güçlü durumda olan ülkeyle savaşa girmek istesin? Bir kısım insan Esad kendi gücünü ülkesine göstermek istiyor, “gerekirse Türkiye ile de savaşa girebilirim, yani buna gücüm var” diye halkının gözünü korkutmak istiyor diye düşünüyor. Peki Bu ülke Orta Suriye bu durumda herhalde Doğu’daki gücü kimden alıyor? aklımıza ilk gelecek Rusya olmalı. Bölge petrolün Akdeniz ile buluşmasını sağlayan önemli bir yer ve Rusya ile Esad hükümetinin arası da gayet iyi durumda. Rusya, Suriye hükümetinin çökmesini istemiyor haliyle çünkü sonuçların nereye varacağı belli değil. Bu da Rusya’yı Esad’ı güçlendirmeye yönlendiriyor. İşte Rusya ve BM’yi karşı karşıya getiren bir durum oluşuyor. Türkiye ise her şeyin ortasında kalmış bir ülke olarak ortaya çıkıyor. Suriye Türkiye’ye saldırıyor, Türkiye bunun karşılığını veriyor ve NATO da her zaman olduğu gibi bizim yanımızda olduğunu söylüyor. Bunun yanı sıra bir de artan terör olayları Türkiye’yi içeriden köreltmeye çalışıyor. Yıllardır süregelen Kürt meselesi ve PKK, Türkiye siyasetinin belkemiğini oluşturuyor. Bir yıldırma politikası gibi Türkiye askerinin canını almaya devam ediyor, tabii kendileri de karşılığında birçok kurban veriyor. Peki bu kime hizmet ediyor? Yıllardır eli silah tutan gençler dağlara çıkıp hayatlarını feda ediyorlar ve henüz bir sonuca ulaşamadılar. Yalnızca PKK değil, onun yanı sıra gizli güçler Türkiye’yi neden ikiye bölmeye çalışıyorlar? PKK’nın tek isteği demokratik özerklik ya da anadilde eğitim değil, onlar kendi bağımsız ülkelerini kurmaya çalışıyorlar. Bu uğurda senelerdir hem kendileri hem de Türkiye can kaybediyor. Herhalde Kürt toplumunun Türkiye’den ayrılması yalnızca kendilerine hizmet etmeyecek. Evet kendi dillerinde eğitim alıp, kendi devlet bürolarını kurup, kendi bayraklarını dalgalandırabilecekler belki ama hiçbir zaman tam bağımsız bir ülke olarak değil; her zaman bir kukla işlevi görerek belki de. Zayıflayan ülkeler, ayrılan topraklar ve milletler bu zamana kadar o ayrılmamış güçlerin hizmetindeydiler ve bundan sonra da böyle devam edecektir. Ben ne mi söylemek istiyorum? Amacım herkes Türk’tür ve bu topraklarda hepimiz mutlu mesut yaşayalım demek değil. Böyle bir şeyin olmayacağı da çok açık zaten. Ancak bu topraklarda doğup büyümüş biri olarak tek temennim ayrı devletlere ayrılıp başka ülkenin evlatları olmaktansa, herkesin talep ettiği koşulları mümkün olduğunca yerine getirterek aynı devlette yaşayabilmektir. Herkesin nasıl dinini seçme özgürlüğü varsa, dilini seçme ve konuşma özgürlüğü de vardır elbette. Umarım başka bir devletin yardımına ihtiyaç duymaksızın yasal yollardan ve daha fazla can kaybetmeden bu büyük sorunumuza çözüm bulabiliriz. KAYNAKÇA: 1)http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi-iliskileri-.tr.mfa 2)ttp://www.sabah.com.tr/Yazarlar/ilicak/2012/06/26/suriye-ile-iliskiler 3)http://www.haberturk.com/dunya/haber/788333-turkiyeye-abd-askeri-yolladik 4)http://w w w.hab er turk.com/dunya/hab er/788422-suriyeye-bayram-yok 5)http://www.haberturk.com/dunya/haber/788623-ates-kesilmedi 6)http://www.haberturk.com/dunya/haber/788617-sigara-yasagini-delmekle-cocuk-katletmek-bir-degil Görsel: -http://www.beynet.com/haber/24984/pkk-nin-basina-esad-in-ajanigecti.html 4ιȵɜȐȃȨȵȐɑѰ dȐɑȵȐΒȐȹȐɴȐȽѮ Elif Sercen Nurcan Malum sebeplerden ötürü son birkaç aydır Türkiye gündeminden düşmeyen “mültecilik” konusu Antik Yunan’dan beri tartışılagelmiş bir konudur. Kuşkusuz, insanın insana uyguladığı şiddet devam ettikçe de tartışılmaya devam edecektir. Anlamı, zamanın akışında şekil değiştiren mültecilik, modern dünyada yarattığı çalkantıları ile insanlığın baş sorunlarından biri haline gelmiştir. Belirtildiği üzere, mültecilik kavramı Antik Yunan polislerinde de varolmuştur, ancak kavrama anlam açısından bakıldığında, günümüzün sığınma kavramına daha yakın bir noktada durduğu görülür. Antik Yunan ve bir ölçüde devamı kabul edilebilecek Roma İmparatorluğu anlayışına göre, somut bir sebepten ötürü canının tehlikede olduğunu sezen bir kişi, kutsal kabul edilen tapınaklara sığınabilir ve müdahale görmeden sığındığı yerde yaşamaya devam edebilirdi. Aynı mantığın devamı Orta Çağ Avrupası’nda ortaya çıkan ve Victor Hugo’nun “Notre Dame’ın Kamburu” kitabında da bahsedilen “kiliseye sığınanların dokunulmazlığı” anlayışında görülebilir. İstisnai durumlar haricinde bu kural bozulmamıştır. Ancak, Reformasyon ve akabinde dinin eski gücünü yitirmesi sonucunda, kiliseye sığınma hakkı daha fazla ihlal edilir hale gelmiştir. Avrupa’da 17. yüzyıldan itibaren kitlelerin kilise yerine, devletlere sığınması yaygınlaşmıştır. Nitekim, Fransa’dan 17. yüzyılda kaçmak zorunda kalan Huguenotlar, başta İngiltere olmak üzere diğer birçok devlete sığınmacı olarak gitmişlerdir. Burada dikkat edilmesi gerekilen nokta, Avrupa’daki bu tür nüfus hareketlerinin sonucunda mülteci populasyonları değil, yerli hayata uyum sağlayabilmiş toplulukların ortaya çıkmasıdır. İspanya’dan 15. yüzyılda canlarını kurtarmak için ayrılan Yahudiler ve Endülüs Müslümanları, Osmanlı İmparatorluğu için ilk büyük sığınmacı dalgasını oluşturmuştur. Bu dalga modern anlamdaki mülteci kavramına çok yaklaşsa da, teknik olarak mültecilerin ortaya çıkması geç 19. yüzyılı bulmuştur. Fakat, muazzam mülteci akımları Dünya Savaşları ve yarattıkları koşullar sebebiyle 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. 20. yüzyıla kadar neredeyse tamamen Avrupa’nın iç meseleleri olan sığınma ve mültecilik, bu yüzyılda Asya, Afrika ve ȨȇȐȹȐɴȐȽ ɨȐ ĈɕɜȐȽȹȐɴȐȽ ĈȽɕǸȽȵǸɑ Amerika kıtalarına da sıçrayarak milyonlarca insanı etkileyen bir hale gelmiştir. 1890’larda artan Fransız-Alman ve Avusturya-Rusya kutuplaşmaları nihai ürünlerini 1. Dünya Savaşı olarak 1914’te alsalar da, yaratılan gergin uluslararası ortam yüzünden milyonlarca insan yer değiştirmek ve mülteci pozisyonuna girmek zorunda kalmıştır. Polonyalılar, Rus Yahudileri, Kafkaslar’dan Abhaza ve Kabardey gibi Çerkez halkları, Kırım Türkleri ve Rodos Müslümanları bu milyonları oluşturan halklardan birkaçıdır. 1912-1913 yılları arasında çıkan Balkan Savaşları, 450.000 civarı Müslüman’ın Osmanlı İmparatorluğu’na “muhacir” olarak gelmesine sebep olmuştur. 2 sene sonra patlak veren 1. Dünya Savaşı’nın getirdiği yüklerden biri de, savaştan kaçmaya çalışan Avrupa topluluklarının sığınması olmuştur. Ancak, savaştan kaçan çoğu insan savaş arası dönemde yurtlarına geri dönebilmiştir. Bu durumun istisnaları, Türk-Yunan tarafları arası yapılan nüfus mübadelesi ve parçalanan 3 büyük imparatorluğun (Osmanlı-Avusturya/Macaristan-Rusya Çarlığı) halklarının bir kısmının anavatana geri dönememeleri olmuştur. İnsan ırkının yaşadığı en büyük savaş olan 2. Dünya Savaşı daha önce görülmemiş boyutlarda göçlere sebep olmuştur. Milyonlarca Yahudi ve Roman, Sovyetler’den ve Nazi Almanyası’ndan kaçmış, kaçamayanlar ya saklanmış, ya da yok e dilmişlerdir. Bu insani krizde, ABD ve Kanada savaş döneminde mülteci kotasını görece yetersiz tutmuş, kota fazlasını kabul etmemişlerdir. 1930’da kurulan Nansen Uluslararası Mülteci Ofisi’nin 1938’de Nobel Barış Ödülü alan Nansen pasaportu, mülteciler için kullanılmıştır; ofis finansal problemler ve koordinasyon problemleri yaşadığından pasaportla 1 milyon civarı mülteciye yardım edilebilmiştir. Ofis’in önemle anılması gereken başarısı, 1933’te 14 ülkeye evrensel insan haklarının kabulüne öncülük yapan “Mülteci Konvansiyonu”nu kabul ettirebilmesidir. Aynı yıl Milletler Cemiyeti, Nazi Almanyası’ndan kaçanlara mahsus “Almanya’dan Gelen Mülteciler Yüksek Komisyonu”nu kurmuştur. 1938’de Nazi işgaline uğrayan 150.000 Çek de ülkelerinden ayrılarak mülteci pozisyonuna girmiştir. 31 Aralık 1938 günü, hem Ofis hem de Yüksek Komisyon kapatılmış, yerlerini Mülteci Yüksek Komisyon Ofisi almıştır. Savaşın bitiminde Avrupa’da toplam 40 milyon civarı mültecinin olduğu tahmin edilmektedir. Uzak Doğu Asya’da Japonya’nın yenilgisi sonucunda, Japonya’ya önceden işgal ettiği bölgelerden yoğun bir mülteci akımı gelmiştir. Sovyetler’den Polonya’ya kaçmış olan Ruslar geri verilmiş ve 1.5 milyon Rus savaş esiri anayurda dönüş yapmıştır. Sonuçta, 1943’te kurulan Birleşmiş Milletler Kurtarma ve Rehabilitasyon Yönetimi (UNRRA) yerlerinden edilen toplulukların ülkelerce yurtlarına geri döndürülmesine çalışsa da, hatırı sayılır miktarda mülteci sığındıkları ülkelerde kalmışlardır. 1947’de UNRRA’nın yerini alan Uluslararası Mülteci Organizasyonu, 1952’de kapatılana değin 1 milyon mültecinin yurtlarına geri dönmelerine yardımcı olmuştur. Bu dönemde dar kalan mülteci kavramı, sadece Nansen pasaportu sahiplerini ve Organizasyon tarafından “Uygunluk Sertifikası” verilenleri kapsamaktaydı. Bu sebeple savaş sonrasında Sovyet sınırları içerisinde kalıp Gulag’a gönderilen yüzbinlerce Alman mülteci sayılmamıştır. Mülteci sorunlarının kontrol altında tutulabilmesi için 14 Aralık 1950’de Birleşmiş Milletler Mülteciler İçin Yüksek Komisyon (UNHCR) kurulmuştur. 1954 ve 1981’de Nobel Barış Ödülü alan UNHCR günümüzde mültecilik konusunda en fazla hatırı sayılır kurumlardan biridir. Kanuni olarak; 1951 Geneva Konvansiyonu, 1967 Mültecilerin Durumuna Dair Protokol, 1969 OAU Afrika Mültecilerinin Durumuna Dair Protokol ve 1974 Birleşmiş Milletler Çatışmada Kadınların ve Çocukların Korunma ѰɑȐȵȨȃȐɜȵι4 ѮȽȐɴȐȹȐΒȐȵɑȐd ȽȐɴȐȹȐȇȨ Ȑɨ ȽȐɴȐȹȽȐɜɕĈ ɑǸȵȽǸɕȽĈ Bildirgesi uluslararası mülteci hukukunun belkemiğini oluşturan anlaşmalardır. Savaş sonrası dönemde ilk mülteci akınlarının kaynaklarından biri, 1948’de İsrail devleti kurulunca yerlerinden edilen Filistinli mültecilerdir. Günümüzde halen büyük bir bölümü çeşitli kamplarda yaşamını sürdüren Filistinli mülteciler o dönemde çıkan silahlı çatışmalardan kaçmışlardır. Başlıca Gazze Şeridi, Lübnan, Suriye ve Beyrut’a sığınan Filistinli mültecilerin sayısı, 2012’de 4.9 milyon civarı olarak tahmin edilmektedir. 1993’te imzalanan Oslo Anlaşması ile bu mültecilerin Filistin’e dönmesi beklense de, devam eden çatışmalar yüzünden günümüze değin Filistinli mülteci sayısında ciddi bir düşüş görülmemiştir. Dini kökenli diğer bir kaynak olan Pakistan-Hindistan mültecileri çoğunlukla ait oldukları ülkeye dönseler de, her iki ülkede de sürekli baskı altında yaşayan ve zaman zaman şiddete uğrayan karşı dine mensup mülteciler mevcuttur. Amerika Birleşik Devletleri’nin 1963’te dahil olduğu Vietnam Savaşı, Uzak Doğu’nun “bot insanları”nı ortaya çıkarmıştır. 1965-1975 arası 10 yıllık savaşta yerle bir olan ülkelerinden kaçan Vietnamlılar, bulabildikleri en yakın bota olabildiğince insan sıkıştırarak ABD’ye doğru yol almışlardır. Ne yazık ki, olması gerekenden birkaç kat daha fazla insan taşıyan bu botların önemli bir kısmı Pasifik Okyanusu’nda batmış ve içindekilerin çoğu boğularak hayatını yitirmiştir. ABD’ye ulaşabilen şanslı azınlığın çoğu karaya bastıkları an ya ülkelerine iade edilmiş ya da tutuklanıp hapse gönderilmişlerdir. Bu dönemde ABD’de Soğuk Savaş’ın etkisiyle, komünist ülkelerden gelen mültecilerin çoğu reddedilmiştir. Günümüzde iklim değişiklikleri, güvenlik sorunları ve ekonomik sebeplerden kaynaklanan mülteci akınları halen muazzam boyutlardadır. UNCHR’ın takip ettiği ve ilgilendiği insan sayısı 2010’da 33.9 milyona ulaşmıştır; küresel ısınmanın devam etmesi, ekonomik durgunluğun aşılamaması ve bölgesel çatışmaların devam etmesi üzerine bu sayı gelecekte katlanarak büyüyecektir. Mültecilerden ülkesine geri dönenlerin sayısı 2009’da 251.500 iken, 2010’da 197.600’e düşmüştür. Üstelik gelişmiş ülkelerin mültecilerin yer edindirilmelerinde paylarına düşeni yeterince yaptıkları pek de söylenemez; nitekim 2010’da ABD 71.400, Kanada ise 12.100 tane mülteciyi kabul etti, 2010 yılında 22 gelişmiş ülke nihayetinde 98.800 tane mülteciyi alabildi. Ne yazık ki Uzak Doğu’nun en gelişmiş ülkesi kabul edilen Japonya bile, 2006’da sadece 26 mülteciyi yerleşmeleri için kabul etti. Kişi başı milli hasılaya oranla en fazla mülteci bulunduran devlet (1 ABD Doları başına 710 mülteci) Pakistan olurken, en az bulunduran (1 ABD Doları başına 17 mülteci) Almanya’dır. Günümüzde en fazla vatandaşı olarak mülteci ayrılan ülkeler Afganistan, Irak ve Somali’dir. Arap Aydınlanması’nın etkisiyle 2011’de patlak veren Suriye iç çatışmaları, Türkiye’nin son bir yılda gelen Suriye mülteci akınına ev sahipliği yapmasına sebep olmuştur. Bu denli insanın uzun süre sağlıklı bir şekilde barınması altyapı çalışmalarını zorunlu kılmakta ve günlük ihtiyaçların giderilmesi büyük miktarlarda finans gerektirmektedir. Türk Kızılay’ı çadır, besin, ilaç vs. sağladığı kamplarda huzurun korunması hem kamp sakinleri hem de yöre halkı için son derece gereklidir. Ancak, Suriyeli mültecilerinin gün geçtikçe fazlalaşması ve nihayetinde sınırları aşarak Türkiye’ye düşmeye başlayan top mermileri, yöre halkının sabrını zorlamaktadır. Yöre halkı haklı olarak güvenliğini istemektedir; ancak içlerinde çocukların ve kadınların bulunduğu Suriyeli mültecilerinin geri gönderilmesi şimdilik mümkün gözükmemektedir. Yapılması gereken, bir an önce bölgesel barışın sağlanması ve mülteciler ile Suriye devleti arasında bir güven bağının oluşturularak herkesin gönül rahatlığıyla yurtlarına dönmesi sağlanmasıdır. Kamplarda en fazla yaşanan sorunlar beslenme yetersizliği (GAM), HIV salgınları, sıtma epidemikleri, bebek-anne ölümleri olmasına karşın, başta UNHRC olmak üzere, birçok kuruluş mültecilere kaynak sağlamakta ve onlara eğitim sunmaktadır. 2008’den 2010’a kadar mikrobesin tozlarıyla azaltılan GAM, Davranışsal Gözetleme Anketi (BSS) gibi HIV bulaşmasına sebep olabilecek davranışları azaltacak önlemler sayesinde azalan AIDS oranları vs. gelişmeler geleceğe dair umut verse de, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler üstlerine düşen görevlerini tam yapmadığı sürece mültecilerin sorunları aşılamaz. KAYNAKÇA 1)Pontuliano, Sara (2009) “Uncharted Territory: Land, Conflict and Humanitarian Action” o-Overseas Development Institute 2)www.unhcr.org/4ef9c8759.html 3)www.unhcr.org/4ef9c8d10.html 4)www.guardian.co.uk/news/datablog/2012/apr/05/ asylum-seekers.mapped 5http://www.21yyte.org/tr/yazi6160-Balkan_Gocmenleri_ve_Turkiyedeki_Siyasi_Secimler.html 6http://www.unhcr.org/news/NEWS/49ba5db92.html”http://www.unhcr.org/news/NEWS/49ba5db92. html 7)http://books.google.com.au/books?id=oeJ 5 0 a 7 6 z 5 c C & p g = PA 1 9 & l p g = PA 1 9 & d q=%22the+UNCCP%27s+authoritative+Analy s i s + of + p ar ag r aph + 1 1 + of + t he + G e ne r a l +Assembly%27s+Resolution+of+11+Decemb e r + 1 9 4 8 , + s t at e s % 2 2 & s o u rc e = b l & o t s = D 2 B l G _ G 4 0 N & s i g = s 9 4 q M Q j O d g Is Wv X X o CVr7EZnsR0&hl=en&sa=X&ei=Zcb_T7ugNoqsrAfDpbGgBg&ved=0CCIQ6AEwAA#v=onepage&q=%22the%20UNCCP’s%20authoritative%20 Analysis%20of%20paragraph%2011%20of%20 the%20General%20Assembly’s%20Resolution%20 of%2011%20December%201948%2C%20 states%22&f=false 8)http://www.swarthmore.edu/library/peace/conscientiousobjection/OverviewVietnamWar.htm Görsel: -”http://their-own-words.org/images/ned_final_ project_008.jpg” LɤɑȨɴȐѼȇȐȰȨ¬Ǹɜ̨ΒȹǸȵǸɑ̨ȽͤȵȝȐ- ɕȨȽȇȐѮdȐȽȨȨɑȨɑȵȐΒȹȨΒ4ȨȵȵȐɜȵȐɑĈʾȨȽŔȽȐɑȨȵȐɑ Hicret Soy Suriye’ de Esad rejiminin kendin halkına yönelik katliamları devam ederken, uluslararası toplumdan henüz herhangi bir müdahale hamlesi gelmedi. Çatışmaların on sekizinci ayını doldurduğu şu günlerde iç savaşın bilançosu 20 binden fazla ölü ve 1,5 milyon insanın evsiz kalması olarak tahmin ediliyor. Geçtiğimiz temmuz ayında Birleşmiş Milletler çatısı altında Suriye’ ye yaptırım kararının, Güvenlik Konseyi’nde Rusya ve Çin tarafından veto edilmesi de müdahale konusundaki umutları iyice söndürdü. Birleşmiş Milletler’in Suriye’deki krizi önlemeye ya da durdurmaya yönelik başarısızlığı, organizasyonun mevcut yapısıyla günümüz sorunlarının çözümünde yetersiz kaldığını gösterdi. 1946’dan beri aynı yapıyı koruyan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Soğuk Savaş yıllarında uluslararası konjonktürün gerektirdiği şekilde çalışmıştır. Ancak beş daimi üyenin herhangi bir kararı veto etme hakkı, Soğuk Savaş sonrası güvenlik meselelerinin çözümünde bazen engelleyici rol oynamakta. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle iki bloklu dünya yapısı ve bu blokların arkasındaki düşünceler çatışması da sona erdi. ABD’nin süper güç olarak algılandığı yıllar da 11 Eylül saldırılarıyla yerini çok kutuplu bir dünyaya bırakmakta. Küreselleşmenin ekonomik sınırları aşıp, siyasi ve kültürel boyutlara ulaştığı 21. yüzyılda sorunlar daha karmaşık ve çok katmanlı. Herhangi bir yerdeki iç savaşın herkesi etkilediği ve ilgilendirdiği bir dünyada, Birleşmiş Milletler çatısı altında kolektif güvenlik için atılacak adımlar her zamankinden daha fazla önem arz etmekte. Ne yazık ki, Suriye konusundaki mevcut durum pek iç açıcı değil. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan oylamada 133 ülke önergeyi kabul ederken, 12 ülke karşı çıktı, 31 ülke de çekimser oy kullandı. Genel Kurul önergelerinin herhangi bir yaptırım gücü olmasa da, güçlü bir moral değere sahip. Güvenlik Konseyi’ndeki vetolar ise uluslararası toplumun görüşlerini yansıtmaktan çok uzakta. Birleşmiş Milletler bünyesindeki sorunlar sadece oylama ve veto ile sınırlı değil. Yakın tarihin defalarca gösterdiği gibi uluslararası toplum, çatışmaları önlemek için gereken askeri gücü toplama konusunda yetersiz kalıyor. 1993 Somali, 1994 Ruanda ve 1995 Bosna’da Birleşmiş Milletler Barış Güçleri’nin geç, etkisiz ya da kayıtsız kalması nedeniyle yüz binlerce insan iç savaş kurbanı oldu. Birleşmiş Milletler’e yönelik beklentilerin artması, eleştirileri ve çözüm önerilerini de beraberinde getiriyor. Öneriler çok çeşitli hatta bazen ütopik. İlk akla gelen ise Güvenlik Konseyi daimi üyelerin sayısında değişiklik yapmak. Bu bağlamda Hindistan’ın daimi üyeliği gündemde ve başta ABD olmak üzere birçok ülke tarafından destekleniyor. Nüfus, ekonomi, demokratik değerler ve farklı dinlerin tanınması açısından böyle bir genişleme Güvenlik Konseyi’nin kredibilitesini ve temsil niteliğini arttırır. Yeni küresel aktörler ve ihtiyaçlar göz önüne alınarak yeni daimi üyelikler de gündeme gelebilir, gelmelidir. Diğer bir öneri ise, daha önce Türkiye’deki yetkililerce de dile getirildi. Buna göre Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda belirli bir çoğunlukla kabul edilen kararlar, Güvenlik Konseyi’nde vetodan muaf tutulacak. Özelde Suriye’deki durum için dile getirilen bu model, gelecekteki uluslararası meselelerde de açmazları azaltmayı amaçlıyor. Bu model üzerinden düşünürsek, Genel Kurul’da tüm oyların 4’te 3’ünden fazla oy alan kararlar, uluslararası toplum tarafından mutabakat sağlanmış kabul edilebilir ve Güvenlik Konseyi’nde tek bir üye tarafından veto edilmesi önlenebilir. Başka bir mesele de, Birleşmiş Milletler Barış Operasyonları için geliştiren bir model. Uluslararası barışı sağlama konusunda Birleşmiş Milletler’in rolünü ve etkisini arttırmak için üye devletlerden bağımsız bir ordu öneriliyor. Uluslar üstü bir nitelik taşıyan bu ‘‘Birleşmiş Milletler Ordusu’’ parasal desteğini üye devletlerden alsa da, herhangi bir çatışmaya müdahale konusunda otonom bir yetkiye sahip. Bu fikir şu an ütopik gibi görünse de, gelecekte kolektif güvenlik sorunlarının derinleşmesi ve çeşitlenmesiyle kabul gören bir öneri haline gelebilir. Bu konudaki çözümler değişir, çeşitlendirilir. Önemli olan Birleşmiş Milletler’in günümüzün güvenlik ihtiyaçlarına cevap verebilmesi ve amaçladığı gibi küresel barışı temin edebilmesi. Gerçekçi bir temsil niteliğinden yoksun, atıl bir sistemle Birleşmiş Milletler, her zamankinden daha fazla koordinasyon ve iş birliği gerektiren meselelerde tatmin edici çözümlere çok uzak kalacaktır. Kaynakça: 1) http://www.aa.com.tr/tr/dunya/72387 2)http://www.torontosun.com/2012/08/03/un-general-assembly-votes-to-denounce-violence-in-syria 3)Hoffman, Stanley World Governance: Beyond Utopia Daedalus 132 (1) (Winter 2003), p. 27-35. Görseller: * http://ameliesayshola.wordpress.com/2012/07/17/ when-the-united-nations-come-to-call/ *http://www.un.org/en/aboutun/index.shtml ǸɴǸȵȐɜXǸɜǸȽȇǸΒȵǸɑ dǸǸ Ȩɑ ɨɑɤɉǸ4ǸɕǸȵ̨ Buğra Sır Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında Avrupa Birliği dönem başkanlığını almasından kısa bir süre önce, 27 Haziran tarihinde Brüksel ilginç bir protesto gösterisine sahne oldu. Beyaz çarşaflar giyerek hayalet kılığına giren göstericiler, Avrupa Parlamentosu önünde toplanıp ‘Avrupa Birliği’nin Unutulan Vatandaşları: Kıbrıslı Türkler’, ‘Bize hayaletmişiz gibi davranmayın’, ‘Bölünmüş Kıbrıs Birleşik Avrupa’ya Başkanlık Ediyor: İroniyi Bulun’ yazılı dövizler taşıyarak Kıbrıs Türklerine uygulanan haksız izolasyonu ve AB’nin Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ambargoların kalkmasıyla ilgili verdiği sözleri tutmamasını protesto ettiler. Hatırlanacağı üzere adadaki müzakereler için bir dönüm noktası olarak görülen ve adada yeniden birleşmeyi öngören Annan Planı için 24 Nisan 2004 tarihinde yapılan referandumda, Kıbrıslı Türkler planı %75 ile onaylarken Rumlar %65’lik bir oranla reddetmişti. Ancak buna karşın Güney Kıbrıs adanın tamamını temsil ediyormuşçasına ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ olarak AB’ye tam üye olarak kabul edilirken, Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ambargoların kalkmasıyla ilgili olarak AB ve BM nezdinde verilen tüm sözlere rağmen, aradan geçen sekiz yilda bu yönde somut hiçbir adım atılmamıştır. Bu sebeple Kıbrıs Türkleri dünyanın geri kalanıyla ticari, siyasi ve kültürel ilişkilerini çok kısıtlı olarak ve çoğunlukla ancak Türkiye üzerinden yürütebilmektedirler. Hiçbir hukuki ve meşru dayanağı olmadan on yıllardır adanın kuzeyine uygulanan ve Kıbrıs Türklerinin ekonomik ve sosyal kalkınmasının önünde ciddi bir engel oluşturan bu durumun, başta Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası toplum için büyük bir ayıp olduğu açıktır. Aslında Kıbrıs Türklerine uygulanan izolasyonun tarihi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kasım 1983’teki ilanından da ya da Türkiye’nin adaya Temmuz 1974’deki askeri müdahalesinden de eskiye gider. Londra ve Zürih Antlaşmaları’yla temeli atılan Kıbrıs Cumhuriyeti, adada toplumlar arasında bir denge kuran ve geniş ölçüde cemaat içi otonomiye dayalı yapısıyla 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulmuştu. Adada 1963 tarihinde başlayan toplumlararası çatışmalar, Türklerin devlet kadrolarından zor kullanarak çıkarılmasına yol açtı ve bu dönemde tamamen Rumların eline geçen devlet aygıtı tarafından, Kıbrıs Türk toplumunun fiili olarak dünyayla bağlantısı kesilmeye çalışıldı. Bu durum, Türkiye’nin uluslararası antlaşmalarla sağlanan garantörlüğünün doğurduğu hak ve sorumlulukları gerekçe göstererek gerçekleştirdiği Temmuz 1974’deki askeri müdahaleye kadar devam etmiştir. Askeri müdahale ve ardından gelen nüfus mübadelesiyle, ada filli olarak ikiye bölünmüştü. Bu tarihten başlayarak adada sorunun kalıcı çözümü hedefiyle devam eden müzakereler, 15 Kasım 1983’de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesiyle farklı bir boyut kazandı. Başta Bangladeş, Pakistan gibi birkaç ülke adanın kuzeyinde kurulan bu yeni devleti tanıma kararı aldıysa da başta ABD’den gelen yoğun siyasi baskılar yüzünden vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu bağımsızlık ilanının ardından Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 541 ve 550 sayılı kararlar sıklıkla KKTC’ne uygulanan ambargoya gerekçe olarak gösterilse de, bu kararların adada bağımsız ikinci bir devletin tanınmamasına yönelik olduğu açıktır. Uluslararası ticarette önemli bir ticari ortak olan Tayvan örneğinde de görüldüğü gibi, bir bölgeyi bağımsız bir devlet olarak tanımama o bölgeyle ticari, ekonomik ve kültürel ilişki kurulamayacağı anlamına gelmemektedir. BM Genel Sekreteri Ban ki Moon da 3 Aralık 2007 tarihli raporunda “Kıbrıslı Türklere uygulanan izolasyonun kaldırılmasıyla ilgili süregiden tartışmanın bir tanıma tartışması haline gelmesinden” şikâyet ederken “ekonomik, sosyal, kültürel, sportif veya benzer bağların ya da ilişkilerin güçlendirilmesinin tanıma anlamına gelmeyeceğini… aksine güven arttırarak ve daha uygun bir ortam yaratarak bütün Kıbrıslıların yararına olacağını ve bu sayede adanın yeniden birleşmesine büyük katkısı olacağını” ifade etmiştir. 24 Nisan 2004 tarihindeki referandumda Kıbrıs Rumlarının büyük bir çoğunlukla reddettiği şey, dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 28 Mayıs 2004’deki raporundaki ifadesiyle, “yalnızca bir taslak değil çözümün kendisi idi”. Bu tarihten sonra gerek BM Genel Sekreterliği gerek de Avrupa Birliği Konseyi tarafından yapılan açıklamalarda uygulanan izolasyonun kaldırılması yönünde defalarca çağrı yapıldıysa da, sonuçta çözüme ‘Evet’ demesine rağmen, cezalandırılan taraf Türk tarafı oldu. Türkiye, Yunanistan ve Büyük Britanya’nın birlikte üye olmadığı hiçbir birliğe ya da uluslararası örgüte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de giremeyeceğini öngören 1959 ve 1960 antlaşmalarına açıkça aykırı olarak, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ 1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye oldu. Dahası bu durum, bölünmüş ve sınır ihtilafı yaşayan bir ülkenin birliğe alınması noktasından değerlendirildiğinde de ayrıca hayret vericidir. Kıbrıs Türklerinin durumunu iyileştirme amacıyla 7 Temmuz 2004 tarihinde hazırlanan ve Avrupa Komisyonu’na sunulan tüzükler, adadaki Türklere mali yardımı ve Avrupa’nın geri kalanıyla doğrudan ticaret yapılabilmesinin önünü açmayı öngörüyordu. AB Dışişleri Bakanları Konseyi, Kıbrıs Türklerine 259 milyon Euro yardımı öngören Mali Yardım Tüzüğü’nü Kıbrıs Rum tarafının engellemeleri yüzünden ancak 27 Şubat 2006 tarihinde onaylayabildi. Kuzey Kıbrıs’a uygulanan ticari ambargonun kalkması anlamına gelen Doğrudan Ticaret Tüzüğü ise yine Kıbrıs Rum tarafının baskı ve engellemeleri yüzünden hala komisyon aşamasında beklerken, Güney Kıbrıs’ın dönem başkanlığını yürüteceği süre boyunca da bu konuda olumlu bir gelişme beklenmemektedir. İzolasyon ve ambargo, ekonomik sistem dışında sosyal yaşamı da son derece olumsuz olarak etkilemektedir. Kuzey Kıbrıs üzerinde yasal dayanağı olmadan yaratılan bu filli durum yüzünden; Kuzey Kıbrıs’tan Türkiye dışında herhangi bir ülkeye karşılıklı olarak uçuş gerçekleştirilememektedir. Ayrıca, Türk sporcuları uluslararası müsabakalarda yer alamadığı gibi yabancı herhangi bir takımla karşılaşma da yapamamaktadırlar, Kuzey Kıbrıs’ta öğretim yapan uluslararası üniversiteler Bologna Süreci’nin bir parçası olamazken Kıbrıslı Türk öğrencilerin de Erasmus - Sokrates gibi programlara katılmaları engellenmektedir. Brüksel sokaklarında hayalet kılığında gezen eylemciler bu tablo içerisinde değerlendirildiklerinde daha çok anlam kazanmaktadır. Sonuç olarak, adada kalıcı çözüm için 40 yıla yakındır süren müzakerelerin geleceğini düşünürken, AB üyeliğini çözüm yolunda hiçbir taviz vermeden kazanan Rum tarafının, uzlaşma için hiçbir motivasyonunun kalmadığı gerçeğinden hareketle, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün hala çok uzak olduğunu üzülerek ifade etmek gerekir. Kaynakça: 1) Manisalı, Erol. 2003. Avrupa Kıskacında Kıbrıs. İstanbul. Derin Yayınevi. 2) Necatigil, Zaim M. 1998. The Cyprus Question and the Turkish Position in International Law. Oxford. Oxford University Press. 3) Brus, Marcel. A promise to keep: time to end the international isolation of thr Turkish Cypriots. Istanbul: Tesev, 2008. - http://seyhan. library.boun.edu.tr/record=b1515096~S5 Görsel: -http://en.wikipedia.org/wiki/File:Satellite_image_of_Cyprus,_ cropped.jpg ȐʾȹȨΒȨɴȵȐɨȐɤȝιȽιɴȵȐ ȵȹǸȽɴǸѼȽ̨ȽɨɑɤɉǸѼɕ̨ Çağatay Cuştan 2008 Yılında meydana gelen finansal kriz 1930 yılından bugüne yaşanan en büyük kriz olmakla birlikte birçok şirketi iflasa sürüklemiş ve binlerce insanı işlerinden mahrum etmiştir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi kriz Avrupa tarafından da derinden hissedilmiştir. Sonuç olarak, Yunanistan’ın da “ülke olarak” iflasının söz konusu olduğu bu günlerde ve Atina’daki, Almanya’nın tavsiye ettiği kemer sıkma politikalarına karşı yapılan gösteriler, Avrupa Birliği’nin tekrar siyasi ve iktisadi açıdan düşünülmesini gerektiğini ve Almanya’nın Merkel önderliğinde Avrupa Birliği içerisinde hala lider rolü üstlendiği üzerine tartışmaları, yeniden ortaya koymaktadır. Bu siyasi ve iktisadi gelişmeleri derinden anlayabilmek için Almanya’nın güncel siyasetini ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan ekonomik ve politik düzenini gözden geçirmemiz gerekir. Dolayısıyla, İkinci Dünya Savaşı’ndan günümüze, Almanya’da iç ve dış etkenlerin, ülkeyi sosyal ve iktisadi rollerinde nasıl bir değişikliklere uğrattığını inceleyerek, bugün Almanya’nın Avrupa Birliği gibi supranasyonel organizasyonlar altında dahi nasıl söz sahibi olabildiğini daha iyi anlayabiliriz. Almanya’nın bugün Avrupa Birliği ekonomisinde neden bir lider gibi göründüğünü anlamak için öncelikle siyasi ve iktisadi tarihi ele alıp, Nazi dönemindeki gelişmeleri kavramalıyız. Şu bir gerçektir ki, her ne kadar Nazi dönemi Yahudi katliamlarıyla bir insanlık suçu işlemiş dahi olsa, Hitler komutasındaki ve ekonomik olarak ayakta zor duran Almanya, o dönemin sadece bölgesel değil, dünya güçleri olan İngiltere, Fransa gibi ülkeleri çok kısa bir sürede gerçekleştirdikleri reformlar ve politikalar ile yenmiştir. Yani Nazileri disiplinli büyüme ve askeri başarıları üzerinden incelersek, takdir edilmesi gereken bir yönetim sergilemişlerdir. Savaşın neden ve nasıl kaybedildiği, Hitler’in makro planları ve Almanya’nın yenilmesi, tarihçilerin derin analizlerine bırakılası gereken ayrı bir sorundur. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’nın Amerika tarafından yeniden yapılandırılması ve sonrasındaki iktisadi ve siyasi düzen, Nazilerin Almanya’da yarattığı etki ile doğrudan ilişkilidir. Bunun sebebi ise, Amerika Birleşik Devletleri ve özellikle Fransa’nın, Almanya’nın potansiyel olarak ne kadar güçlü bir devlet olduğunu İkinci Dünya Savaşı’nda anlayabilmesi ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki siyasetlerinin büyük bir kısmının Almanya’nın, yeni yaratılacak olan ve Avrupa devletlerini içeren kurumlar dahilinde, gücünün nasıl kontrol edileceği üzerine olmasıdır. Bunun içindir ki, supranasyonel kurumlar ile askeri ve ekonomik sınırlamalar sayesinde Almanya’nın gücü kontrol altına alınabilmiş ve İkinci Dünya Savaşı’nı kazanan devletlerin çizdiği parametreler içerisinde siyasi ve iktisadi bir düzen kurması amaçlanmıştır. Ekonomik açıdan ele alırsak; Batı Almanya’nın piyasa ekonomisi ile bütünleşebilmesi, Marshall yardımı ve Amerika’dan getirilen ürünler ve bunların karşılığını Almanya ile beraber Avrupa devletlerinin zamanında ödeyememesi, Amerika ve Avrupa arasında borç ilişkisini doğurmuş, doları pazar ekonomisinin hayat damarı yapmış ve sonuç olarak Avrupa’yı Amerika’ya bağımlı bir yapı haline getirmiştir. Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ile, Almanya’nın özellikle Fransa ile iktisadi olarak bütünleştirilmesi ve kaynaklarını askeri ve milliyetçi çıkarları için artık kullanamaması, Alman ekonomisinin nasıl kontrol altına alındığının ve ekonominin milliyetçi çıkarlar için geçersiz kılındığının kayda değer bir örneğidir. Askeri açıdan ele alırsak; Almanya’nın tekrardan bir savaş makinesine dönüşmemesi için galip devletlerin iyi bir uğraş verdikleri açıkça ortadadır. Bunun yanı sıra, Sovyetler ile Amerika arasında “Buffer Zone” görevi gören Almanya’nın Doğu ve Batı Almanya olarak ikiye ayrılmış olması ve Sovyetler için de büyük bir önem arz etmesi sebebiyle, sadece ekonomik değil askeri açıdan da bir birlik altına alınması elzemdi. Sonuç itibariyle, NATO’nun kurulması ve Almanya’nın da üye haline getirilmesi, Sovyetler karşısında Batı Almanya’ya askeri açıdan kolektif savunma adı altında güvence getirmiştir. Ancak Almanya milliyetçi politikalar çıkarı için ordusunu kullanamaz hale gelmiştir, zira üye ülkeler arasında iç çatışmalar çıkmasını NATO engellemiştir ve ABD Almanya ordusunun sayısına bir sınırlama getirmiştir. Ayrıca, Almanya’da bugün hala konuşlandırılan 21 Amerikan üssü ise Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana radikal bir milliyetçi politika gütmediğinin ve bir nevi hala Amerika’ya bağlı olduğunun açıkça bir göstergesidir. Almanya’nın askeri kanadından yola çıkarak bugünkü güçlü Almanya’yı rahat bir şekilde anlayabiliriz. Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ordusunda yaptığı değişiklikler, bugünkü Alman ekonomisi ile çok yakından ilgilidir. Kapitalizm ve militarizm ikilisinin liberal iktisadi politikalarda çok yakın ilişki içerisinde olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Örneğin; İngiltere’de bulunan Bank of England’ın kuruluş sebeplerinden en büyüğü İngiltere’nin askeri borçlanmalarıdır. Ancak askeri büyümesi sınırlandırılmış bir ülke için bu tezin geçerliliği tartışılır. Ordusu sınırlandırılmış bir Almanya bugün klasik sanayi üretiminin dünya çapında büyük bir payına sahiptir. Bugün ABD GSMH’sinin % 4.7’ sini askeri harcamalar için kullanırken bu oran dünyanın 4. büyük sanayisine sahip Almanya için %1.3’tür. Yani devlet bütçesinde askeri harcamalar için ayrılan payın düşük olması, pazar ekonomisi ile olan bütünleşme ve NATO tarafından güvenliğinin sağlanılmış olması, Almanya’nın iktisadi olarak gelişmesini sağlayan ve yatırım için güven veren en önemli faktörlerdir. Bu da bugün ülke içinde yaklaşık %37’lik bir pazar payına sahip sanayi sektörünü olumlu bir yönde etkilemiştir. Şu ana kadar İkinci Dünya Savaşı ile süregelen politikalar sonucunda Almanya’nın siyasi ve ekonomik reformlarını ele alıp, bunların bugünkü Alman ekonomisine olan etkilerini irdeledik. Ancak Almanya’daki iktisadi sistem sadece bu gelişmelerle tam olarak açıklanamaz. Siyasi gelişimler devletin iktisadi düzende altyapısını oluşturmuştur. Ancak Almanya’nın izlediği sosyal piyasa ekonomisi, yani devletin ekonomik faaliyetlerinin serbest piyasa kuralları içerisinden gerçekleşmesinin güvence altına alınmasıyla beraber devletin aynı zamanda sosyal eşitliğin sağlanması açısından da büyük bir çaba sarf ettiği bir devlet yönetimidir. Almanya diğer anlamda, sosyal barış konusunda büyük adımlar atmış ve işçi-işveren çekişmelerinin en çok yaşandığı ülkelerden biri haline gelmiştir. Bu konuda sadece ekonomik altyapıdan ziyade sol parti varlığının kendini hissettirebilmesi ve işçi sermaye arasında denge kurulabilmesi de oldukça etkilidir. Sonuç itibariyle ekonomik gelişmede sadece tek bir tarafın girişiminin olmasından ziyade, çalışanlar, sendikalar ve şirketlerin birliktelikleriyle verdikleri kararlar sonucu ekonomik ilerleme kaydedilmiştir. Ayrıca sanayinin çok büyük önem arz ettiği bu ekonomide tekelci büyük şirketlerle beraber, küçük ve orta ölçekli şirketlerin de Alman Borsası’nda yer edinebilmesi ve yaklaşık 25 milyon kişiye istihdam sağlaması, Alman ekonomisinin bel kemiğinin aslında küçük ve orta ölçekli işletmelerden kaynaklandığını gözler önüne sermektedir. Bugün, Almanya’nın Avrupa Birliği’ndeki bankaların denetlenmesi konusunda verdiği hassasiyet ve önemin orta ve küçük ölçekli işletmelerinde yarışabildiği bir iktisadi arenanın istikrarlı bir büyümede yer alması gerektiği inancındandır. Atina’daki kemer sıkma politikalarını ve anti-Merkel protestolardan da anlaşılacağı gibi Almanya supranasyonel kurumların hegemonyası altında olmasına rağmen, bugün dahi AB ülkeleri içerisinde özellikle iktisadi alanda diğer ülkelere sözünü geçirebilecek düzeyde bir ülkedir. Almanya’nın bugünkü istikrarlı büyümesinin temellerini, asker sayısını ve harcamaları sınırlandıran ABD ve İkinci Dünya Savaşı galibi devletlerin siyasetine elbette borçludur, fakat asıl merak konusu, ABD’nin Almanya’nın tekrardan Avrupa’da söz sahibi olup olmaması yönünde ileride herhangi bir strateji izleyip izlemediğidir. Kanaatimce, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD Hitler deneyimine dayanarak pragmatist politika izlemiştir ve Alman milliyetçiliğini iktisadi ve askeri destekten yoksun bırakmak istemiştir. Ancak kapital ekonomi ya da kriz ekonomisiyle bütünleşmiş Alman ekonomisi bugün ekonomik gücü sayesinde supranasyonel kurumlar altında dahi siyasi arenada da söz sahibi olma kabiliyetindedir. Ülke ekonomisinde bugün sanayi yaklaşık %37 gibi çok büyük bir orana sahiptir ve askeri uzmanlara göre, bu sanayi silah ve savunma sanayisine çok çabuk bir sürede dönüştürülebilir. Yani Avrupa’daki Alman hegemonyası geçmişe nazaran çok fazla bir kayıp yasamamıştır. Belki de bu sebepten dolayıdır ki bugün Almanya’da yeni yetişen nesil kendisinden bir önceki milliyetçi Almanlarla olan sosyal ve kültürel ilişkilerini tamamen kesmek istiyor, Amerikan medyasının ülkede büyük bir kültürel hegemonyası sürüyor ve Alman öğrencilere Alman literatürü yerine Hemingway gibi yazarlar okutuluyor ve okutturuluyor. Toparlamak gerekirse, 2008’de Amerika’da başlayan ve hızla yayılan küresel kriz Avrupa’da da olumsuz etkiler yaratmıştır. Ancak bu olumsuz etkiler ışığında Avrupa Birliği’ndeki devletlerin siyasi ve ekonomik yapılarını tekrardan gözden geçirmemiz, bizlere ileride ne tür siyasi olaylarla karşılaşabileceğimiz konusunda ipuçları verebilir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nda etkin rol oynayan ve bugün AB’de bir lider konumuna sahip Almanya’nın istikrarlı bir ekonomi sayesinde siyasi arenada da etkin rol oynayabilmesi ve bunu ne kadar ileriye götüreceği kanımca Avrupa’daki siyasi gündem maddelerinden birisini oluşturacaktır. Yani AB ile ilgili alınan iktisadi kararlarda Almanya’yı uzun bir süre daha lider rolünü oynayan bir ülke olarak göreceğiz. Asıl merak konusu ise büyüyen Çin tehdidine paralel olarak, gittikçe Doğu Asya’ya odaklanan Amerikan politikasının istikrarlı ve güvenli bir Avrupa Birliği içerisinde yer alan Almanya’ya siyasi olarak bir otorite boşluğu bırakıp bırakmayacağıdır. Kaynakca 1)American Foreign Policy since World War II 2)www.tatsachen-ueber-deutschland.de 3)www.dw.de 4)www.hudson.org 5)www.militarybases.com Görseller: -http://www.unilang.org/viewtopic.php?f=6&t=32144&st=0&sk=t&s d=a&start=30 -http://www.hfinster.de/StahlArt2/archive-Maxhuette-C-1-8-01.01.0001-en.html Ezgi Ersöyleyen politikacıların bütçe konusunda kendi başına hareket etmelerini ve AB’nin tavsiyelerine uymamalarını göstermişlerdi. Yunan politikacıların o dönemde bütçe konusunda doğru işler yapmadığı apaçık ortada olsa da, AB’nin krizi aşma konusundaki politikaları da şimdiye dek krizin iyiye gitmesini sağlamadı. AB’nin kriz politikalarının olumlu bir etki yaratmaması aslında pek de şaşırtıcı değil. Bu durumun sebebi olarak Avrupa’da kreditör ülkelerin liderlerinin eyleme geçmekte geç kalması gösterilebilir. Kreditör ülkelerin vatandaşları, krizde olan ülkelere mali yardımı protesto ettiler ve başka ülkelerin borçlarını ödemek istemediklerini dile getirdiler. ĈɕɉǸȽɴǸ,ɑȨɺȨȽȨȽΒǸȹǸȵǸɑ̨ɨȐ ɨɑɤɉǸȵ̨0ȨȇȐɑȵȐɑȨȽPɤɜɤȹɤ İspanya ekonomisiyle ilgili endişeler, 10 Temmuz tarihinde Avrupa Birliği ülkenin 2012 yılı bütçe açığı hedefini GSYM’nin %5.3‘ünden %6.3‘üne çıkardığında başlamıştı. Sonrasında, 20 Temmuz tarihinde Brüksel’den İspanyol bankaları için çıkan 100 milyar avroluk mali yardım İspanya konusundaki endişeleri yatıştıramadan, 10 yıllık İspanyol devlet tahvili faizleri Avrupa rekoru olan %7.75’e ulaştı. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’e yapılan mali yardımlar ülkelerin devlet tahvili faizleri %7 sınırını aştıktan hemen sonra gerçekleştiğinden, İspanya’nın da er ya da geç mali yardım isteyeceği şüpheleri başladı. Gelişmeler üzerine, krizin kontrol altında olduğunu belirtmek amacıyla, Avrupalı liderler birlik mesajları verdiler. Sonrasında, 28 Ağustos tarihinde Katalunya’nın Madrid hükümetine yaptığı 5 milyar avroluk yardım talebi ise İspanya’da ilk olarak banka sektöründe ortaya çıkan krizin gittikçe diğer alanlara da sıçradığına işaret ediyordu. Yunanistan ile birlikte başlayan krizin diğer Avrupa Birliği ülkelerini de etkilemesi bir noktada kaçınılmazdı ancak İspanya’nın kötüleşen durumu Avrupalı liderlerin krizi kontrol altında tutamadığını ortaya serdi. Brüksel, kriz İspanya’yı etkilemeye başladığında İspanya’nın kemer sıkma politikalarını başlatmasını istedi ve İspanya da Brüksel’in isteklerine uyarak 65 milyar avro gelir sağlayacak bütçe önlemleri aldı. Bu noktada İspanyol hükümeti, krizin başlangıç noktası olan Yunan hükümetinden farklı bir yerde duruyor. Avrupalı liderler Yunanistan’ın krizde geldiği noktayı kritik ederken, en büyük nedenlerden biri olarak Yunan Vatandaşlarının protestoları sonrasında ise kreditör ülkelerin liderleri krizin etkilediği ülkelere mali destek sağlama konusuna pek de sıcak bakmadılar. Bu noktada, Merkel’in Yunanistan’a çektiği rest önemli bir anlam taşıyor. Angela Merkel, eğer istenilen kemer sıkma politikaları uygulanmazsa, Yunanistan’a daha fazla yardım yapılamayacağını ve gerekirse Yunanistan’ın AB’den çıkabileceğini ima etmişti. O güne kadar, piyasaları yatıştırmak ve yatırımcıların daha da fazla telaşlanmasını önlemek amacıyla, Avrupa’nın kredi notu yüksek ülkeleri krizdeki diğer Avrupa ülkelerini destekleyen açıklamalarda bulunuyorlardı ancak, Merkel yaptığı bu açıklamayla birlik mesajlarının içini boşaltmış oldu. Yunanistan’ın AB’den çıkmasının bir seçenek olmaktan çıkması ise, Yunanistan başbakanı Antonis Samaras’ın haziranda seçildikten sonra mali reformlar konusunda Avrupalı liderleri ikna edici davranmasıyla gerçekleşti. Merkel’in resti ise mali sıkıntı yaşayan AB ülkelerinde ültimatom etkisi yarattı. İspanya krizine dönülecek olunursa, kreditör ülkelerin yeni bir mali yardıma sıcak bakmamaları İspanya’yı önemli ölçüde etkiledi. Avrupa’nın dördüncü büyük ekonomisi olan İspanya’nın, batmak için çok büyük olduğu ve Yunanistan’a çekilen restin İspanya’ya çekilme ihtimalinin pek de olmadığı bilinse de, İspanya başbakanı Mariano Rajoy mali yardım konusunda ihtiyatlı davrandı ve kreditör ülkelerin tepkisini çekmemeye çalıştı. Eylül ayının başında Mario Draghi, Avrupa Merkez Bankası başkanı, AB’deki ekonomisi zayıf ülkelerin yüksek faiz oranlarıyla borçlanmasinin önüne Rajoy İspanya’nın geçici bir nakit sıkıntısı yaşadığını söylese de sorun şimdilik geçici gibi görünmüyor. İspanya’nın mali yardım talebinde bulunmasına ramak kaldığı söylentileri dolaşırken, sorulan sorulardan biri de şu: “İspanya neden piyasalar nisbeten daha sakinken yardım talebinde bulunmuyor?” Sorunun cevabı ise konuyu yeniden AB’nin kreditör ülkelerine getiriyor. Eğer İspanya yardım talebinde bulunur ve ret yanıtı alırsa, AB ülkeleri arasındaki uzlaşı eksikliği sebebiyle yatırımcılar daha da telaşlanacak ve bu da AB ekonomisine, dolayısıyla da AB’ye büyük bir darbe vuracak. Almanya’nın mali yardım talebine olumlu yaklaşması ise önümüzdeki sene gerçekleşecek olan seçimler yüzünden mümkün görünmüyor. Almanlar ülkelerinin daha fazla borç vermesini istemiyorlar ve Merkel de oyverenlerin tepkisini çekmek istemiyor. Almanya’nın yanı sıra Finlandiya da mevcut durumdan hoşnut değil ve AB’den çıkılırsa ekonominin daha iyi olabileceği yönünde tartışmalar Finlandiya’da halen sürüyor. Avrupalı devletlerin isteksizliğinin dışında, İspanyolların kriz protestoları da Rajoy’un en büyük sorunlarından biri olarak göze çarpıyor. %25 işsizlik oranının yanında, sıkı mali önlemler halkın büyük tepkisini çekti ve Katalunya bölgesinde de milliyetçiliği tetikledi. Mali destek programı daha da sıkı mali önlemler alınmasını gerektirecek ve İspanyol hükümeti de halkın bundan hoşnut olmayacağını biliyor. İspanya, daha sıkı mali programlar uygulamak istemediği için, kurtarma programlarının koşullarının sıkı olmasından dolayı başarıya ulaşamayabileceğine örnek olarak Portekiz’i gösteriyor. Aynı zamanda, sıkı mali politikaların çok da verimli olmadığını açıklayan IMF’nin söylemlerinin Avrupa Merkez Bankası’ndan çıkacak olan mali yardımın koşullarını belirlemesinden İspanya memnun olacak gibi duruyor. İspanya bekledikçe IMF’nin görüşleri daha da destek kazanabilir ve koşullar daha da yumuşayabilir. Diğer yandan İspanyol devlet tahvili faizleri %7‘nin altına piyasalar mali yardımın geleceğini düşündüğünden düştü ve tekrar %7‘nin üstüne çıkarsa, piyasalar panik halindeyken İspanya’nın mali yardım talebini erteleme lüksü olmayabilir. Sonuç olarak, piyasalar alabora bir haldeyken istenecek olan yardım talebi, koşulları yumuşatma konusunda atılan tüm adımları yok edebilir ve İspanyollar kendilerini AB ne derse onu yapıyor halde bulabilirler. Kaynakça: 1)http://www.economist.com/news/finance-andeconomics/21565214-when-bail-out-spain-arrivesit-likely-be-prolonged-state-denial 2)http://www.economist.com/blogs/charlemagne/2012/10/euro-crisis ȐȽʾȵȐɑȐ4ȐȃȵȨɕ dɄȵɤ4ɤ ʾ̨ȵ̨ɴɄɑѵ Nazlı Korkmaz Biz gençlerin siyasette aktif olarak yer alması, ülke yönetimi için her zaman büyük bir artı olarak yorumlanır. Bunun başlıca sebeplerinden birini, toplumun geniş bir kitlesi olan gençlerin temsilini yine kendilerinin yapması olarak düşünebiliriz. Bu sayede kendi sorunlarını, toplumda gördükleri aksaklıkları ya da ürettikleri çözümleri yine kendileri savunabilirler. Kendi memnuniyetlerini sağlamak için bir aracıya ihtiyaç duymadan çalışabilirler. Parlamentoda yeni bakış açılarının yer alması da olabildiğince çok insanın memnun edilebilmesiyle doğru orantılı sayılabilir. Cesur, yenilikçi bakış açıları siyasette aktif rol aldığında dinamikleşen yönetim kadrosu çağı yakalayıp onun öncüsü olmayı başarabilir, siyasete genç bir vizyon katabilir. Gençlerin siyasete atılmalarını sağlayabilmek için de onları teşvik etmek, kendilerine güvenmelerini sağlamak gerek. Bunun devamında, gençler seslerinin duyulduğunu, görüşlerine önem verildiğini fark ettikçe yönetime, sisteme olan güven de artacak ve gençler birbirlerini de teşvik edecek duruma geleceklerdir. AKP hükûmeti milletvekili seçilme yaşının 25’ten 18’e indirilmesini bu zincirin ilk halkası olarak görüyor. almalarının parti olarak benimsedikleri yönetim anlayışlarında ne kadar önemli yer tuttuğundan bahsetti. Siyasete atılmayı sadece parlamentoya girmekle sınırlamak çok büyük yanlış olur. Yerel yönetimlerde de gençlerin enerjisine büyük ihtiyaç duyuluyor. En genç belediye başkanının Antalya’nın en büyük ilçesinde görev aldığını söylediğinde Erdoğan belki de gençlerin küçümsenmemesi gerektiğini göstermek istedi. Çünkü şüphesiz akıllardaki en büyük soru gençlerin yönetimde bu kadar büyük görevler almalarında becerilerinin yeterli olup olmayacağı. Fakat Başbakan, Fatih’in torunlarının siyasete atılmak için ihtiyarlamayı beklememesi gerektiğini söyleyerek, gençliğin potansiyeline olan güvenini göstermiş oldu. Bu açıklama neticesinde genç üyelerin ne kadar heveslendiğini anlamak çok zor değil. Bu konuşmanın ardından değişik illerdeki AKP Gençlik Kolları’ndan açıklamalar yapıldı. Kendilerine duyulan güvenin onları ne kadar teşvik ettiğinin yanında, Avrupa’da bu yaş sınırını uygulayan ülkeler olduğunu söylediler. 18 yaşın başka ülkelerde siyasi görevler için yeterli görülürken, bizde farklı düşünülmesini çelişki olarak yorumladılar. Peki bu gerçekten çelişki mi? ‘Yürü hala ne diye kendinle savaştasın? Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.!’ Arif Nihat Asya’nın bu dizeleri son günlerde akıllara hep aynı tartışmayı getiriyor: Milletvekili seçilme yaşı 18’e indirilmeli mi? Hükümet 25’ten 18’e indirilmesinin dinamik süreçten maksimum verim almamızı sağlayacağını düşünürken, karşı çıkanların düşünceleri de göz ardı edilecek cinsten değil. Gençlerin daha aktif rol alması tercih edilirken bu yaş konusunda nasıl endişeler var? İnsanların kafasındaki en büyük soru, 18 yaşında liseyi yeni bitirmiş bir gencin ülke yönetimine katılacak beceriye, donanıma sahip olup olamayacağı. Sonuçta lise eğitimimiz bizleri siyaset felsefesi konusunda donanımlı hale getirecek cinsten değil. Milletvekili olan kişilerin de ayakları yere basan, kendilerine güvenen kişiler olması şart. 18 yaş ortalama olarak ergenlik döneminin bitişi kabul ediliyor, ancak bu dönemin kesin bir bitişi yoktur. Psikologlar ergenlik dönemini bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle çatışma halinde olduğu dönem olarak nitelendirirken, bu çatışmayı henüz tam sonlandırmamış bireye ülke yönetimiyle ilgili sorumluluk yüklemek o bireye zarar verebilir. Ayrıca 18 yaşında meclis yolu açıldığında, gençlerin üniversite eğitimine gereken önemi vermeyecekleri endişesi de kuvvetli. Gençlerin enerjisi ne kadar çok olursa olsun üniversite eğitimi ve milletvekilliği aynı anda yürütülebilecek sorumluluklar değil. Bu iki sorumluluğu aynı anda almak kişinin özgür iradesine bağlı olabilir ama bu durum milletvekilliğinde işine odaklanmasını engelleyen sorunlar yaratabilir. olmadan, kendi düzenini oturtmadan meclise giren bir genç genç için, bir sonraki seçimde seçilmemesi durumunda hayatını nasıl devam ettireceği sorusu büyük önem taşıyabilir. Aklında kendi ekonomik kaygıları varken toplumla ilgili bu önemli pozisyonda olmasının ne kadar doğru olduğu da tartışmaya açık bir konu. Ekonomik kaygı taşımaması için ailesinin ekonomik gücünün yeterli olması bir seçenek olabilir, ama bu durumda gençlerin seçilme hakkı konusunda ne kadar eşit oldukları akıllara takılıyor. Siyasi partilerin adaylık için aldıkları aidatlar da bu eşitlik konusunda düşündürüyor. Liseyi yeni bitirmiş bir gencin bu aidatları ödeyebilmesi yine ailesinin gücüne bağlı, çünkü kendisi henüz çalışmıyor. Belki alınan aidatlar genç adaylar için kaldırılabilir ama kaldırılmadığını düşündüğümüzde, siyasete yeni atılacak insanlara eşitlik konusunda iyi bir örnek vermiş olmuyoruz. Muhalefetin takıldığı bir başka nokta ise bazı kurallar arasındaki tutarsızlık. Bir genç 18 yaşında toplumu temsil edebileceği en yüksek kurumda çalışabilecekken 24 yaşına kadar konserlerde içki içemiyor. Gençlere duyulan güvenin samimiyetini sorgulatan bu iki farklı durum ayrıca 18 yaşının yetişkinliğin başlangıcı olup olmadığını konusunda soru işareti yaratıyor. 18 yaşında bir gencin toplum için sağlıklı kararlar verebileceğine güvendikten sonra kendisi ile ilgili alacağı kararları kısıtlamak kendi içinde tutarsız. Partiler kendi aralarında kimin gençlere daha çok güvendiğini tartışıyorlar. Acaba biz gençler kendimize ne kadar güveniyoruz? ‘Sorumluluk bilincimizin tam oturmadığı bu dönemde milletvekilliği gibi topluma karşı büyük sorumluluk yükleyen bir görevin hakkını verebileceğimizi düşünmüyorum.’ diye düşünen gençler, bireyin bu dönemdeki zihinsel gelişiminin böyle bir sorumluluğun altından kalkamayacağını düşünüyor. Başka bir düşüncenin temelinde ise kendimize duyulan güven değil, şimdiki yöneticilere duyulan güvensizlik var. ‘Zaten şimdi o koltukta oturan herkesin görevinin bilincinde olduğuna inanmıyorum. Yumrukların konuştuğu, kimsenin birbirini dinlemediği bir meclis var başımızda. 18 yaşında kendi hayatından fedakarlık yapmayı göze alan biri daha bilinçli hareket edebilir o görevin kıymetini bilir.’ Milletvekilliği yapmayı ülkesi için fedakarlık yapmakla özdeşleştiren gençler arasında bu fedakarlığı yapmaya hazır olduğunu söyleyen ama siyasi birikim açısından kendisini yeterli görmeyenler var. İleride siyasette aktif olarak görev almayı düşünen gençlerin bazıları kariyerlerinde daha sağlam bir yol çizmek için uygun zamanı beklemeyi tercih ediyor. ‘Maddi sorunlarımı çözmeden, akademik açıdan yeterli donanıma ulaşmadan siyasete atıldığım an yeni başlamış kariyerimi tehlikeye atmış olurum. Bu kadar kaygan zemine bağlı bir kariyer için kendimi feda etmek istemem kendimi geliştirmem gerekli.’ Bir yandan da en enerjik döneminde toplum için çaba sarf etmek isteyen gençler erken yaşta tecrübe kazanırsa, bu tecrübelerinin meyvelerini erkenden de alabilirler düşüncesi de var elimizde. Her iki taraf için de bu kadar güçlü gerekçeler varken bu fikrin uygulamaya girmesi için henüz erken olduğu ortada. Kaynakça: 1)http://www.akgenclik.org.tr/tr/sn__recep_tayyip_erdoganin_8__genclik_soleni_konusma_metni-429.html 2)http://www.haberler.com/ak-parti-bartin-genclik-kollaribaskani-18-yas-4030611-haberi/ 3)http://www.haberler.com/ldp-konserde-icki-icme-yasi-24-milletvekili-4044834-haberi/ 4)http://www.medya73.com/ak-parti-edirne-genclik-kollari-baskani-caliskanbir-cok-avrupa-ulkesinde-secilme-yasi-18dir-haberi-1089017.html 5)http://psikolojikdanisma.net/ergenlik.htm 6)http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1104669&CategoryID=78 Görsel: -http://v3.arkitera.com/UserFiles/Image/File/spotlight/2009/MeclisBinalari/tbmm02.jpg ȰɄȵɄȬȨȰ LǸǾɄɜǸȬ Batuhan İpekçi Peki peşimden koşmaları bir işe yarıyor mu? Şöyle demişti kız: “Bizim burada hükümetle kurduğumuz temas ve onlar üzerinde yarattığımız baskı sayesinde bugün balıkçılar şu kadar santimetreden küçük balık tutamayacak. Elbette sizin de desteğinizle...” Gün olur da İstanbul’a gelirseniz, İstiklal’den Tünel’e doğru yoğunlaşan Greenpeace’cilerle ilgili birçok anı ile kuşatılacaksınız. Kanın çekmesi ve yeşili sevmem gibi nedenlerden dolayı bu anılar bende biraz fazla. Yoksa hiçbir Greenpeace’cinin ona gelirken yolumu değiştirdiğimi fark edip, arkamdan “Seni yakalayacağım” diye koşturmasını açıklayamayız. Küçük balık tutamamanın balıkçılar üzerindeki etkilerinden veya balık avlama derinliklerinin değiştirilmesinin denizlerimize uygun olup olmamasından doğan tartışmalar bir yana, demek çevreci örgütler (uluslararası olanları), yaptıkları geniş çaplı lobiler ve muhtemelen “Bir şey anlatacağım” ısrarcılığıyla, bir işe yarayabiliyorlarmış. Aynı şeyi, mesela, ülkemize kurulması olası nükleer santral için söyleyebiir miyiz? Sizce çevreci bir örgüt onun ülkemize kurulmasını engelleyebilir mi? Gücü buna yeter mi? Ya da engellemek ister mi? Bu örgütün fazlaca siyasi olduğunu ve bu nedenle popülist olduğunu, yani aslında çevreyi o kadar da önemsemediğini, sadece kendi kişisel ve örgütsel pozisyonlarını koruma amacı güttüğünü... ileri süren başka örgütler çıkar mı? Ve bu başka örgütler, kendilerine başka yollar seçer mi? Mesela daha sert, sonuca daha çabuk gidebilecek, yani daha etkili yollar? Çıkıyor böyle örgütler, hem de sürüyle. Ancak Türkiye’de değil. Onların yüzlercesinin kurulduğu, bambaşka bir diyarda. Bu diyara ilk adımımı, 2011 yapımı “If a Tree Falls” isimli bir IF Film Festivali belgeselinde atmıştım. Filmin başaktörü Earth Liberation Front, kısaca ELF isimli bir örgüt, doğayı katlederek kar etmek isteyen şirketlerin burnundan getiriyor. Ne mi yapıyor? Yakıyor, yıkıyor, parçalıyor, patlatıyor... Ama öldürmüyor, yaralamıyor. Hareketin internet sitesinde “Şimdiye kadar hiçbir eylemimizde tek bir kişinin bile kılına zarar gelmedi. Bu bir tesadüf değildir.” mealinde bir not yer alıyor. Bu örgüt, FBI tarafından Amerika’da “bir numaralı yerel terör örgütü” olarak ilan edilmiş. Peki ELF, bu kadar uzun bir etiketi hak etmek için ne yapmış? Ne imiş? Eearth First! Bütün hikaye, Dave Foreman isimli bir çevrecinin, anaakım ve lobici bir örgüt olan “Wilderness Society” ile yollarını ayırmasıyla başlıyor. 1977-1979 yılları arasında Forest Service’in “Yolsuz Alan Raporu ve Değerlendirmesi II” ile 36 milyon acre’lık bakir alanı ticari yerleşmeye açmasıyla birlikte, anaakım örgütün müthiş başarısızlığını ve hükümetin çevreyi korumaktaki isteksizliğini gören Dave, Earth First! isimli bir örgütün kurucu üyesi oluyor. Earth First! ilhamını New Mexico’nun Gila Çölü’ndeki bir Apaçi savaşçısından alıyor. Bu savaşçı, insan eli değmemiş bir araziye konuşlanmış bir maden kampını yerle bir ederek doğal güzelliği “beyaz ırkın yıkıcı etkinliklerinden” korumasıyla ünlü. Örgütün düşmanları ise ne kapitalizm, ne sosyalizm, ne de komünizm; ancak tüzel endüstrializm. Donald D. Riddick, “Eco Terrorism: Radical Environmental and Animal Liberation Movements” isimli kitabında Earth First!’ün temel prensiplerinden söz ediyor. Orada gözüme çarpan iki maddeyi paylaşmak istiyorum: 1. Politik, sosyal ya da bireysel bir eylemin ahlaki olup olmadığının tek ölçütü o eylemin Dünya’nın yararına olup olmadığıdır. 2. Dünya’nın savunmasında politik tavizin yeri yoktur (Dave Foreman ve saz ekibinin seçmediği yol dikkat çeker). Earth First’ün kuruluş mottosu bütün türlerin eşitliğine dayanan ve biosentrizmle paslaşan derin ekolojide yatıyor (deep ecology). Dünyadaki bütün canlı türleri eşit haklara sahiptir, diyorlar. Foreman biraz felsefeyle, “Kim demiş ki benim burada bulunmaya hakkım var da soğanın yok?”, bunu yoğuruyor. Üyelerin düşüncelerinin gelişmesinde, doğal yaşam içinde yaptıkları Yıllık Round River Randevuları önemli bir yer kaplıyor. Bu buluşmalarda şiirli, şarkılı, sosyalleşmeli ritüellerle spritüel ve aynı zamanda militan bir dil inşa ediliyor. Dave Foreman’ın bu randevuların birinde kayda alınan Yeryüzü’nün ana kahraman olduğu şu şiirselliğe dikkat çekmek gerekir: “...Keresteci şirketlerin yöneticilerinin kanı benim doğal içeceğim ve ölmekte olan orman bekçilerinin feryatları kulaklarımdaki nağme...” Kolaylıkla yanlış anlaşılabileceği üzere, aslında bütün Earth First üyelerinin keresteci doğramak gibi bir niyeti yok. Çevresinde çok farklı düşüncede olan onlarca alt, dost ve yerel örgüt barındıran bir oluşum Earth First. Süreli yayınları Earth First! Journey’de de oldukça geniş yelpazede düşüncelere yer veriliyor. Örneğin, yayının 2005 Sonbahar sayısında Nijeryalı otoritelerin bir kadını idama mahkum etmeleri ele alınıyor. Örgütün eylemlerinde kullandığı resmi yol ise “Monkey Wretching” (Edward Abbey tarafından rehberi yazılmış) adını verdikleri yöntemlerle yıkıcı endüstriyel araçları bir çeşit cinlikle bozmak, sabote etmek, mala mülkiyete zarar vermek. Bu yöntemlerin arasında inşaatta kullanılan gaz tanklarının içine şeker dökmek, ağaçların kesilmesini önlemek için içlerine seramik ve metal plaklar yerleştirmek gibi hinlikler yer teşkil ediyor. Ancak bu plaklar, ağaçların kesilmesini önlemek bir yana, kerestecilerin yaralanmalarına yol açıyor. O ağaçları kesecek daha güçlü ve büyük araçlar her zaman var olduğundan sanki olay kerestecilere olanla kalmış gibi görününce örgüt içinde ayrılıklar baş gösteriyor. Doğayı korurken insana zarar verilmeli mi? Dave Foreman ve Christopher Manes (AIDS krizinin insan nüfusunun aşırı artmasına karşı mantıklı bir çözüm olabileceğini savunmuştu bir aralar) gibi “Evet”çiler bir tarafta yer alırken, Judi Bari ve Darryl Cherney gibi ılımlı çevreciler farklı bir kampa ayrılıyor. Foreman ve beş örgüt üyesinin Grand Canyon Uranyum Madeni Suikastı kapsamında tutuklanması üzerine Bari ve Cherney örgütte ipleri eline alıp Earth First’te sabotajları yasaklıyorlar. Sonra suikasta uğruyorlar ve saire ama onlar şu an konumuz değil. Earth Liberation Front Earth First içinden fırlayan radikal bir örgüt olan Earth Liberation Front, sabotajcılık ekolünü içinde yeniden yaşatıyor. Yaptıkları eylemleri de ekonomik sabotaj olarak niteliyorlar ve bir şekilde toplumdaki ekolojik terör örgütü algısı altından sıyrılmak istiyorlar. Çünkü onlara göre ekolojik terörist, aslında ekolojiyi katleden büyük endüstriyel güçlerden başkası değil. Onlarsa yaptıkları sabotajlarla, bu katli en azından daha masraflı bir hale getirmeye çalışıyorlar ve dünyayı koruyorlar. Bu örgütün Earth First’ün sabotajcı aşırılıkçılarından farkı ise insana karşı bir hassasiyet göstermeleri ve eylemlerinde insana zarar verebilecek hareketlerden kaçınmaları. Acemilik eylemlerinin arasında üç farklı Mc Donald’s şubesinin kilit dolaplarını zamklayıp üstüne sloganlar yazmak, bir Forest Service pikapının kundaklanması, ardından sonucunda 5 milyon dolarlık bir hasar meydana gelen Orman Koruyucu İstasyonunun ateşe verilmesi gibi etkinlikler var. Biraz daha sansasyonel eylemleri arasında ise Colorado’daki 26 milyon dolarlık Vail Sky Resort kundakçılığı, San Diego’da 50 milyon dolar hasarlı 260 ünitelik bir kat mülkiyetinin yok edilmesini sayabiliriz. Örgütün dağılması ise ELF’in yanlış bir ihbar üzerine Washington Üniversitesine ve genetiği değiştirilmiş ağaçların üretildiğini düşündükleri bir çiftliğe saldırmaları ve bu olayın ardından hareketin lideri Daniel McGowan başta olmak üzere birçok örgüt üyesinin yaptıkları işten pişman olup her şeyin yoldan çıktığı düşüncesiyle örgütü terk etmeleriyle sonuçlanıyor. Tabii, hasar ve sayılar bu kadar büyük olunca FBI olaya karışıp ELF’i ülkenin bir numaralı yerel terör örgütü olarak adlandırıyor ve uzun soruşturmaların ardından, örgütün lideri Daniel “New York Metropolitan Detention Center” isimli merkezin yalnızca teröristlere ayrılmış, insanlıktan uzak “Communication Management Unit” bölümüne atılıyor. Peki, ELF’in yaptığı cansız objelere yöneltilmiş eylemlerin niteliği ile kana susamış teröristlerinki bir midir? Steve Vanderheiden terörizmin genelgeçer tanımı hakkında “Eco-terrorism or Justified Resistance? Radical Environmentalism and the ‘War on Terror’” isimli makalesinde şunları söylüyor: “Terörizm, kullanım amacı hesaplanmış şiddet veya şiddet tehditi ile politik, dini ve ideolojik hedeflere gözdağı, baskı ve korku aşılaması yollarıyla ulaşılmasıdır.” Bu tanımda canlı veya cansız gibi herhangi bir ayrım yapılmadığı için, şiddetin nereye yöneltilmesi durumunda terörist olunacağı pek belli değil. Vanderheiden’e göre terörizmin temelde ayırıcı iki özelliği var; birincisi terörizmin kendine özgü saldırısı aktüel şiddetten çok, ortaya çıkması için şiddet etkinliklerine ihtiyaç duyan gelecek şiddet eylemleri tehdidine dayanır. Daha yalıncası, gözdağı vermenin ve sıradan insanlara sıradaki hedefin kendisi olabileceği korkusunun aşılanması, terörizmin kendine has bir niteliğidir. İkincisi ise terörizmin kurbanlarını rastgele seçmesidir. Buradan hareketle ekotajla terör bir değildir; ekotajın aşılayabileceği korku ancak (hadi o da belki) belirli bir kesimin mülkiyetini belirli şartlar altında kaybedebilme olasılığıdır. Mülkiyeti ve yaşamı tehdit etme suçlarının yaptırımı farklı olmalıdır. Gelgelelim, 2001 US Patriot Act ile terörün genelgeçer tanımıyla terör suçları, Amerika’da cansız objeleri de içine alacak şekilde genişlemiştir: “...Herhangi bir yapı, vasıta veya diğer gerçek ve özel mülkiyetin kötü niyetle hasara ve yıkıma uğratılması veya hasara ve yıkıma uğratılma teşebbüsü...” İlk başta, savaş sırasında toplumun tarihini ve kimliğini taşıyan yapıların ve meydanların bombalanmasının, insanları paniğe sevk edip terörize ettiğini kabul etmeliyiz. Bu açıdan, yukarıdaki ek kabul görülebilir. Öte yandan, “kötü niyet” dediğimiz değişken oldukça göreli olduğundan, bu tanıma göre uygun bir yorumla başkasının özel mülkiyetini öyle ya da böyle zarara uğratan herkes de terör kapsamına alınabilir. Bu düşüncelerle birlikte ABD’nin 2001 sonrası teröre karşı tutumunda tek gözünü kaybetmiş bir boğa kadar hırçın ve mesnetsiz olarak evrilmesi ve milenyumun başına iki büyük savaş yazdırmasını dikkate aldığımızda, ekolojik sabotajın belki de bir aşırı hassasiyete kurban giderek terör kapsamına alındığı sonucuna varabiliriz. Peki ekotaj nasıl bir kategoride değerlendirilmeli? Steve Vanderheiden ekotajı, sivil itaatsizlik ve terörizm arasında konumlandırıyor. Üçünün de önemli ortak ve ayırıcı özellikleri var. Terörizmin tanımını yapmıştık. Sivil itaatsizliğin genelgeçer tanımı ise, şiddet içermeyen ve doğrudan eylemle (yasadışı veya değil), toplumun uzlaşmaya yanaşmadığı bir krizi gündeme getirerek ve tansiyonu yükselterek bir sorunun daha fazla yok sayılmasını önlemektir. Sorunun tamamen yasal düzlemde çözülmesinden yanadır. Sesini uyguladığı şiddet ile değil, güvenlik güçlerinin kendilerine uyguladığı şiddet ile duyurur. Bireyler yaptıkları eylemin o anda geçerli olan yasal sorumluluğunu üstlenirler. Ekotaj ve terörde yapılan eylemin sorumluluğu tüzel kişiye/örgüte aittir. Eylemi gerçekleştirenlerin kimlikleri gizlenir. Martin Luther, etik olmayan yollarla etik sonuçlara ulaşmanın imkansızlığından dem vurur. Sivil itaatsizlik, içinde bulunduğu toplumun çizdiği etik sınırlar çerçevesinde şiddet içermeyen karşıtlığıyla toplumun adalet duygusuna katkıda bulunmaya çalışır. Terörizmin eylemlerinde ise etik sınırları yoktur. Bu ikisinin arasında kalan ekotaj, etik hedeflere ulaşmak için kendi ahlak anlayışını inşa etmelidir. İlk önce Earth First’ün ahlaki eylemin ölçütünü Dünya’nın yararına olması olarak belirleyerek, sonra ELF’nin de insanlara zarar vermeme prensibini benimseyerek bir ahlak çerçevesi çizdiğini söylemek yanlış olmaz. Yine de yaptıkları eylemlerin hukuki açıdan yaptırımlarının olması kaçınılmazdır. Çünkü, vandallık ile bir başkasının mülkiyetine kast etmek bir hak ihlalidir. Tartışma konumuz bu ihlalin ne kadar savunulabileceğidir. Hedef kitleleri açısından karşılaştırdığımızda ise terörizmin ve sivil itaatsizliğinki geniş halk kitleleridir. Ekotaj aktiviteleri ise çevreyi katleden endüstricilerin tutumunda bir değişikliği hedefler. Bu endüstriciler siyasette de etkili olduklarından onların tutumundaki bir değişim toplumu da değiştirecektir. Ancak bu hedefe yaklaşılabilmiş midir? ELF’nin yarattığı milyon dolarlık zararların önemli bir kısmının sigorta şirketleri tarafından karşılandığını ve son eylemlerinin yoldan çıkıp bilime ve masum (onların hedef kitlesinin dışında) insanların malına kastetmesini ele aldığımızda pek de yaklaşamamıştır. Ekotaj nasıl bir yolla etkili olabilir? Ekotaj, sivil itaatsizlik ve terörizm, toplumsal değişiklikte daha yasal bütün yolların tükendiği durumlarda ortaya çıktığını duyurur. Bunların arasında ekotaj, sorunların şiddet içermeyen yollarla çözülebileceği noktada eylemlerini keseceğini müjdeler. Vanderheiden’e göre ekotaj, kendinden daha az şiddet uygulayan ve daha anaakım örgütlerle hükümeti bir masaya oturtabilme yeteneğine sahip olduğu ölçüde toplumsal değişim konusunda etkilidir. Dave Foreman’ın akıl hocası David Brower’ın birbirinin ardına kurulan çevreci gruplar hakkındaki sözleri benim hoşuma gitmiştir: “The Sierra Club, Nature Conservancy’i makul göstermiştir. Sonra ben Friends of the Earth’ü kurarak Sierra Club’ı makul gösterdim. Sonra Earth Island Institute’u kurdum ve Friends of the Earth makul oldu. Artık Earth First! bizi akla yatkın göstermeye çalışıyor ve biz şimdi Earth First’ü de makul gösterecek birinin gelmesini bekliyoruz.” Kaynakça: 1) Steve Vanderheiden “Eco-Terrorism or Justified Resistance? Radical Environmentalism and the War on Terror” Politics & Society 33, no. 3 (September 2005): 425-47. 2) Donald R. Liddick “Eco-Terrorism: Radical Environmental and Animal Liberation Movements” Film: If a Tree Falls: A Story of the Earth Liberation Front (2011) - Directors: Marshall Curry, Sam Cullman - Writers: Matthew Hamachek, Marshall Curry *Görsel filmden alınmıştır. үҵѱ TȵɤɕȵǸɑǸɑǸɕ̨ȽɜǸȵɴǸȵɜ̨Ƚ @ɄɑɜǸȰǸȵȨȵȹȐɕɜȨɨǸȵȨ Dilşad Alkan Ekim ayının 2. haftasında 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali gerçekleştirildi. Festivalin isminin uzunluğu göz dolduran cinsten, ama gelin görün ki yaşananlar ve konuşulanlar o kadar da iç açıcı olamadı. Türkiye’nin en önemli festivali olarak görülen Altın Portakal, 49 senedir düzenlenmesine rağmen, organizasyon düzenleme konusunda Türkiye’nin başarısızlığını gözler önüne seriyordu. Amacım festivali yerden yere vurup kendi ülkeme ait bir organizasyonu acımasızca eleştirmek değil. Sonuçta, hiç birimiz Altın Portakal’ı bir Cannes, Venedik ya da Berlin Film Festivali gibi festivallerle karşılaştırmıyoruz. Ama eğer isminin başına ‘uluslararası’ sıfatını ekliyorsak daha iddialı bir festival görmek hakkımız değil mi? bakıldığında en göze çarpanları Antalya Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, NTV, Sabah, Antalya Ticaret ve Sanat Odası gibi önemli kuruluşlar yer alıyor.² (Sponsorların tam listesine festivalin resmi sitesinden ulaşmak mümkün.) Hem organizasyon hem de ödüller için harcanan para oldukça yüksek, ama dediğim gibi, festivalin destekçileri de yabana atılcak cinsten değil. Destek deyince akla sadece mali yardımın gelmesi yanlış olur. Medya desteği NTV ve Sabah gibi iki önemli kuruma bırakılmış. Bir de bu sene festival için çıkan haberlerin medyatik taraflarını unutmamak lazım, reklamin iyisi, kötüsü olur mu tartışmalarını bir Zihnimizi kurcalayalım ve bu sene festivalden aklımızda kalanları hatırlamaya çalışalım. Hülya Avşar’ın jüri başkanı seçilmesi, Derin Düşünce’nin ‘çocuk pornosu’ olup olmadığıhakkındaki tartışmalar ve Ömür Gedik’in ödül törenindeki ‘mini’ konseri festivalden aklımızda kalan olaylar. Hayır, bu olayların doğru veya yanlışlığını tartışmayacağım. Kafamı kurcalayan soru daha çok neden hepimizin aklında kalan olayların sadece bundan ibaret olduğu. Oysa ki ödül törenin güzelliği, katılan konukların şıklığı, aday filmlerin kalitesi ve festivalin şaaşası üzerine konuşmamız gerekmez miydi? Festivalin resmi sitesine göre “Antalya Altın Portakal Film Festivali, Avrupa ve Asya´nın en köklü film festivallerinden biri, ülkemizin ise en eski ve uzun soluklu film festivalidir.”¹ Festivalin tarihçesi, belirtildiği gibi oldukça eskilere dayanıyor. Yani festivalin bu zamandaki başarısız hali deneyimsizliğe bağlanamaz. Akla bunun dışında gelen ilk şey para desteği eksiği oluyor. Yeterli para yardımı almayan bir organizasyonun ne kadar istenirse istenilsin başarılı olamayacağını hepimiz biliyoruz. Fakat Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin bu konuda da bir sorunu yok. Bu seneki sponsorlarına kenara bırakırsak. Peki biz neden festivalde bu sene Türk Sinemasında öne çıkan pek çok filmi göremedik? Ya da ödül törenin açılışı neden bir konser havasında geçti? Veya neden ödüller birtakım ‘önemli’ devlet adamları tarafından verildi? Bu soruların cevabı ve Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin başarısızlığının altında yatan sebepler aynı. Yıllardır festival siyasi çıkarlar uğruna harcanıyor. Düzenlenmeye başladığı tarihten beri Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne emanet edilen festival, kimin için ve ne için yapılıyor sorularını akla getiriyor. Festivalin en temel amacı kısaca sanatı desteklemektir. Fakat bu sanat anlayışı devletin tekelinde kalıyor maalesef. Geçen sene yapılan bir yönetmelik değişikliğine göre bu sene festivalde yarışacak filmlerde daha önceden yurtiçinde yapılan başka bir ulusal ya da uluslararası hiçbir yarışmaya katılmama koşulu arandı.³ Bu maddedeki amaç belli ki Türkiye’de yapılan diğer festivallerle –İstanbul ve Adana- yarışmak ve prestij sahibi olmak. Ama sanatı ve sanatçıyı desteklemek için yapılan bir festivalde böyle bir koşul ne kadar anlamlı? Tabii eğer maksat çoktan sanat olmaktan çıktıysa o ayrı. Kendisini uluslararası olarak adlandırdığı halde, daha Türkiye’de rant sağlama amacı güdüyor Antalya Altın Portakal Film Festivali. Öte yandan ödül vermek için sahneye çıkarılan kişilerin sanatla herhangi bir bağlantıları olmadığı gibi yaptıkları konuşmanın içeriğinin verdikleri ödülle ne kadar bağlantılı olduğu da tartışılır. Kısacası, yanlışlıklarla dolu bir festivali daha geride bıraktık. Seneye 50.si yapılacak ama festivale bakış açısı ve yapılmasının arkasındaki niyet değişmediği takdirde ben şimdiden beklentilerimi düşük tutuyorum. En kısa zamanda festivalin sanata gönül vermiş kişiler tarafından düzenlenmesini ve organizasyonun belediye törenlerinden çıkıp saygın bir hale gelmesini umut ediyorum. Önümüzde örnek olarak hem uluslarası arenada hem de Türkiye’de gerçekleşen pek çok prestijli festival var. Antalya Altın Portakal Film Festival’in tarihi açıdan Türkiye için yeri önemli; bu yüzden yapılan destekleri çekmeden, yönetim doğru kişilere devredildiği takdirde, başarılı olmaması için önünde hiçbir engel göremiyorum. Kaynakça: 1)http://www.altinportakal.org.tr/tr/festival_tarihcesi.html 2)http://www.altinportakal.org.tr/tr/sponsor.html 3)http://www.haberturk.com/kultur-sanat/ haber/768067-altin-portakali-hulya-avsar-degil-yonetmelik-vurdu Görsel: -http://mkizilca.blogspot.com/2012/10/altn-portakal-odulleri-ackland.html PιɑȰȨɴȐѼȇȐ HȐȘǸȣ̨ ǸɴɨǸȽ ҌXǸɑ4̨ѵҎ Türkiye’deki yasaların hayvanları korumada yetersiz kaldığı belirtilmiş. Ceren Irmak Çelik Baştan belirtmem gerekir ki, bu yazı Türkiye’deki hayvancılığın durumunu anlatmıyor; olayın ekonomik ya da dini yanlarıyla da pek bir ilgisi yok hatta. Yalnızca hayvanları seven ve birileri onları yesin diye öleceklerse, en azından acısız bir şekilde ölmeleri gerektiğini savunan birinin – kurban bayramı vesilesiyle de tekrar aklını kurcalayan konuya dair değerlendirmeleri denebilir. Konuya kendimden başlamam gerekirse, ben vejetaryen değilim, ama hiçbir zaman her türlü eti iştahla yiyebilen biri de olmadım. Et yemekleriyle ilişkim hayatım boyunca normal bir seyirdeydi - olmayınca çok aramam ama anneanne içli köftesine asla hayır demem şeklinde. 12 – 13 yaşlarımda bu et yeme durumu beni hafiften rahatsız ettiyse de hiçbir zaman vejetaryen olabilecek iradeyi gösteremedim. Ama genel olarak şöyle bir görüş benimsedim: Madem etle pişirilen birçok geleneksel yemeğimiz var ve bunu soframızdan kaldıramıyoruz (hatta daha acıklısı, kişisel zevklerimiz yüzünden vazgeçemiyoruz), o zaman bu hayvanlar biraz olsun saygıyı hak ediyor olmalı. Bu saygıyı da bayramda ellerini öperek gösteremeyeceğimize göre, elimizdeki tek seçenek onları yaşamlarında özgür bırakmak ve illa da öldüreceksek bunu acısız bir şekilde yapmak. Peki bu Türkiye’de ne ölçüde sağlanabiliyor? Bu konuyu araştırmaya başlayınca gördüm ki, benim “saygı göstermek” olarak tanımladığım bu durum, literatürde “hayvan refahı” olarak adlandırılıyormuş. Elbette bu kavram yalnızca çiftlik hayvanlarını kapsamıyor, bütün hayvanlar bu tanıma dahil. Fakat ne yazık ki, Türkiye ne sokak ne ev ne de çiftlik hayvanlarına refah sağlama konusunda pek başarılı değil. Evinde hayvan besleyenlerin evinin pis olduğuna inanılan veya sokak hayvanlarına işkence etmekten kaçınılmayan bir toplumda, hayvan refahından söz etmenin pek mümkün olmadığını görmek için biraz başımızı kaldırmamız yeterli olsa da, geçtiğimiz aylarda meclise sunulan yasa tasarısı da adeta bunun ispatı. Her ne kadar 2004 yılında çıkarılan Hayvanları Koruma Kanunu olsa da; Mart 2011’de Avrupa Birliği Bakanlığı tarafından yayınlanan “Hayvan Hakları, Hayvanların Korunması ve Refahı” başlıklı raporda, Esas konumuz olan çiftlik hayvanlarına ve çıkış noktamız olan kurban bayramına gelirsek, tablo yine pek iç açıcı değil. Kurban bayramındaki kesimlerin zaman zaman katliama dönüştüğü zaten herkesçe malum. Bu konuda hiçbir yetkisi olmayan insanların kasaplığa soyunması, hayvanların içler acısı bir halde taşınması, sağlıklarına yalnızca ettikleri para doğrultusunda dikkat edilmesi… kısacası hayvanların eşya olarak görülmesi, acı çekebileceklerinin anlaşılamaması, bu korkunç manzaranın temel nedenleri. Üstelik çoğu hayvan kayıt dışı olduğundan, kesimleri de kayıt dışı gerçekleştiriliyor ve bu durumun sorumluları gerekli cezaları almıyor. Birçok insansa bu duruma tepki olarak kurban eti yemiyor, bir yandan da “Normalde yediğiniz etler tarlada mı yetişiyor?” sorusuna maruz kalıyor. Sahi, normalde yediğimiz etler nereden ve nasıl geliyor? Türkiye’de büyükbaş hayvan kesimlerinde, dini sebeplerden ötürü şokla öldürme söz konusu değil. Fakat hayvanları elektroşokla bayıltıp sonra öldürmek, yani en azından acı çekmelerini önlemek mümkün; zaten bu durum da Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından birkaç sene önce onaylanmış. 2010 Haziran’ında çıkarılan Veteriner Hizmetleri, Gıda Sağlığı, Bitki ve Yem Kanunu’nda “Hayvanların kesimi ve hastalık kontrolü amacıyla itlafı, hayvanlarda heyecan, acı ve ıstırap oluşturmadan, uygun araçlar kullanılarak yerine getirilir.” ibaresi var. Yine 2010 yılında dönemin Tarım Bakanı Mehdi Eker tarafından “Aralık 2011’de biz de acısız kesime geçeceğiz” sözü verilmiş. 7 Aralık 2011’de çıkarılan Hayvansal Gıdalar İçin Özel Hijyen Kuralları Yönetmeliği’nde yer alan “sersemletme” kelimesine bakılırsa, bir şeyler yapılmış gibi duruyor; ama bu söze farklı zamanlarda farklı gazetelerin arşivlerinde rastlamak mümkünken, daha sonrasında gerçekten yasalaşıp yasalaşmadığı, eğer yasalaştıysa uygulanıp uygulanmadığına dair hiçbir habere/yazıya vs. rastlayamadım. Daha öncesindeyse (ki, yalnızca bir sene önceden bahsediyoruz) mezbahaların adeta birer işkence yuvası olduğuna dair birçok haber, hatta video bulmak mümkün. Hayvan refahından bahsedince konu yalnızca nasıl öldürüldükleri değil elbette, nasıl yaşadıkları da en az bunun kadar önemli bir konu. “Bu yumurtayı yumurtlayan tavuk özgürce geziniyordu” vb. ibareler ürünlere konulabildiğine göre, böyle bir iddiada bulunmayan bütün ürünlerin, hayvanları küçücük alanlarda, suni yemlerle beslediğini varsayıyorum. Konu buraya gelmişken, geçen sene okulda gördüğüm bir afişi anmadan edemeyeceğim. Hangi klüp/grup/ dernek tarafından asıldığını maalesef hatırlayamadığım afişte, süt ve süt ürünleri üreticilerinin çoğunluğunun, ineklerin kendi yavrularını beslemesine izin vermeyerek, sütün tamamını fabrikalara gönderdiklerinden bahsediliyordu. Bütün bunları düşündüğünde üzülmeyecek bir insan var mı merak ediyorum. Bütün bunları yazmamdaki amaç tüketicileri yargılamak değil ama en azından bir şeyleri sorgulamamızı sağlamak. Çünkü bizim için gayet gündelik olan bu tüketim, başka canlıların tüm hayatını acı içinde geçirmesine ve/ veya acı içinde kaybetmesine sebep oluyor. Tüketilenleri değil de üretilenleri düşündüğümde ise, suçlayabilecek çok fazla insan olduğu ortada. Hayvan çiftliklerinde dip dibe yaşayan, suni yemle beslenen, yavrularından ayırılan hayvanlardan sorumlu olan birileri var elbette; yalnızca karı arttırmak için mi hayvanlar bu duruma sokuluyor? Peki ya mezbahalar? Acısız kesim teknikleri bulunmuşken, hayvanları acı içinde öldürmek kime, nasıl bir yarar sağlıyor? Bütün bunlar yalnızca bir “hayvan meselesi” değil tabii, birçok şeyde olduğu gibi seri üretime geçmenin, karı arttırma isteğinin sonucu. Tüm bu sistem tartışılabilir bir noktada duruyor ama burada diğer ürünlerden farklı olarak, elimizdeki hammaddeler canlı. Hem üreticilerin hem de bizim farkına varmamız gereken şey bu. Evet, et yiyoruz, hayvanlardan elde edilen diğer ürünleri tüketiyoruz; bütün insanlık olarak vegan olmaya karar vermediğimiz müddetçe böyle devam edecek. Ama en azından bu besinlerin bir canlıdan alındığının bilincinde olsak, bir şey kaybetmeyiz bence. Sokak hayvanlarının maruz kaldığı bir sürü işkenceyi görmezden gelebilenler, bir önemi olmadığını düşünenler, akşam sofrasına konulan etin çektiği işkenceyi de aynı vurdumduymazlıkla görmezden gelebiliyor mu? Görsel: http://www.gidateknik.com/dinara-sut-inegi-ciftligi/ Kaynakça: 1)http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC340178/ 2)http://www.cnnturk.com/2012/guncel/09/28/hayvanseverleri.kizdiran.yasa.degisikligi/678325.0/index.html 3) http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5199.html 4 ) http : / / w w w. ab g s . gov. t r / f i l e s / Tar % C 4 % B 1 m % 2 0 ve%20Bal%C4%B1k%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k%20 Ba%C5%9Fkanl%C4%B1%C4%9F%C4%B1/hayvan_haklari__hayvanlarin_korunmasi_ve_refahi.pdf 5 ) h t t p : / / w w w. a t b . g o v. t r / p a g e s . a s p x ? p a g e Id=84d1f25f-58f4-4a29-920b-ffcbca855987 6 ) h t t p : / / w w w. r e s m i g a z e t e . g o v. t r / e s k i l er/2010/06/20100613-12.html 7)http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1024162&CategoryID=101 8) http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http:// www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/12/20111227-10.htm ȵȵʚȣ, Ceren Günel “Şu kazağı da koyayım, geceleri çöl soğuk olur”u bile soğukkanlılıkla söylemiştim bavulumu hazırlarken. O kadar heyecansızdım, nedendir bilmem. Hâlbuki isteyerek planlamıştım Fas seyahatimi, daha gitmeden insanları susturmaya başlamıştım olumsuz söylemlerde bulunduklarında. “Orada su içemeyeceksin”, “Kesin hasta olursun”, “Hırsızlık çok fazla”, “Hiçbir şey yiyemeyeceksin”, “Yollarda eşekler var”… Tamamen inanmıyor da değildim, özellikle hırsızlık konusunda çekincelerim çoktu. Orada tanıştığım bazı arkadaşlarım telefonlarını getirmemişlerdi mesela yanlarında, okuldan cep telefonu kiralayıp kullanmışlardı. Bense han tarzı küçük bir otelde, iPhone’umu şarja takıp kapıyı da açık bırakıp saatlerce vakit geçirdim otelin bahçesinde. Ama tabii gitmeden bunu bilemezdim, hatta hayal bile edemezdim. Türkiye’de 8 ay Arapça öğrenmeye çalıştım. Kurs bulmak, daha ileri seviye kur açtırmak; dilin kendisini öğrenmekten daha çok zorladı beni desem, mübalağa yapmış olmam. Çoğunluğu Müslüman olan, böyle bir coğrafyada konumlanan bu ülkede Arapça öğrenmek; Ukrayna’da, Almanya’da, Avustralya’da, Çek Cumhuriyeti’nde Arapça öğrenmekten çok daha zor diye varsayıyorum. Neden mi? Fas’taki Arapça kursumda dünyanın her yerinden insanlar vardı ve ben Türkiye’ye dönünce ne yapacağımı kara kara düşünürken, onlar gayet rahatlardı. Talep meselesi muhtemelen. Çünkü burada Arapça ile ilgilenebileceğin ortamlar da aslında gösterdiğin talebe göre şekilleniyor (dini temelli Arapça eğitimi). Ayrıca kurs yok değil, bulursun ve bir-iki kur alırsın. Gerisinin gelmemesi bizi talep meselesine yeniden götürüyor. Peki, diğerleri bu ȐȵXǸɜǸȽ, kadar ilgiliyken, biz neden bu kadar uzak durmuşuz Arapça’ya; bu bambaşka bir yazının konusu. Nihayetinde 4. kurdan sonrası açılmadı, benim de kafam attı ve kendimi yurtdışında kurs araştırırken buluverdim. Ve Rabat’ta, her şeyiyle gönlüme göre olan bir kurs buldum. Tek sorun, okulun dress code’unu kabullenemememdi. Hangi açıdan olursa olsun (açmak/kapamak), insanın kıyafetine karışılması kabul edilemez bir şey. Uzun eteklerimi bayıla bayıla giydim; ama giydiğim kolsuz tişörtlerin üstüne hırka giyip okula giriyor, sonra da bir kenara atıveriyordum. Okulda biraz vakit geçirdikten sonra fark ettiğim ikinci sorun ise; erkek hocaların kadın öğrencilerle olan ilişkilerinin düzeyiydi! Bazı genç, yakışıklı hocalarımız, kendilerine güvenmelerinin de etkisiyle olacak, kendi kültürlerinden farklı kadınlara duydukları ilgiyi fazlasıyla gösteriyorlardı. Onlarla sevgili olan da vardı, nişanlanan da. Bir de gördüğü her kadın öğrenciye yaklaşıp en sonunda boş kalan da. Bu konularda pek şanslı (!) olduğumdan mütevellit, bana en ısrarcısı denk gelmişti; okul kantininde bir arkadaşımla sevgiliymişiz gibi mini bir piyes sergilemek zorunda bırakmıştı beni. “Yabancı düşkünlüğü” çok da yabancı olmasa gerek bize aslında. Uçağa bindim hala heyecan yok. Kazablanka’ya indim. Sonra garip bir korku başladı, heyecan yerine… Evet, kafama dank etmişti. Yalnız başıma oradaydım. İftar saati geliyor diye tüm döviz bürolarının kapandığı Kazablanka 5. Muhammed Havaalanı’nda. Korsan bir Ȑȵ4ȐȵĈȰ* taksiye, hele de taksi fiyatlarının deli gibi ucuz olduğu Fas’ta, 30 Euro verdiğim yerde. Taksici ezan okununca izin isteyip su aldı bakkaldan. “Allah kabul etsin” diyemedim ne Arapça ne İngilizce. Ama içimden “Oruç tutuyorsun, umarım kazıklamıyorsun” düşüncesi geçti. Sonra otele vardık. O gece çok sıkıntılıydı benim için. Güya çıkar gezerim diye düşünüyordum, ama havaalanından otele gelirken gördüğüm boş yollar ve hissettiğim garip yalnızlık duygusuyla cesaret edemedim. Sabaha kadar da uyuyamadım. Kendime neden geldiğimi, geldiysem de niye tek başıma geldiğimi sordum durdum. Nasıl bir psikolojideydim bilmiyorum artık, daha hiçbir şey görmeden mutsuzdum sadece. Sabah oldu, bilet almak için dışarıya çıkacağım. Fransızca bilmiyorum, Arapçam yeterli değil; tek başıma istasyonu bulmam gerekiyor. Yolda kimseye adres soramadım, o sıcakta üstümden hırkamı çıkartamadım (Bütün bunların gereksizlikten başka bir şey olmadığını sonra anlıyorum tabii). Sonra trenle Rabat’a geçtim. Rabat’ta doğru yerde inebilmek de ayrı bir gerilimdi. Trenin anonsları Arapça ve Fransızca’ydı. Yanımdaki kızla yarı Arapça, çeyrek İngilizce, çeyrek “el kol hareketleri” ile anlaştık ve bana yardımcı oldu. Yolculuk sadece 35 dirhemdi (7 lira)! Tabii istasyondan okuluma kadar ödediğim taksi parası 150 dirhem olunca, ikinci ve son kazıklanmamı da yaşamış oldum Fas’ta. Bundan sonra sadece fiyatlara hâkim olmakla kalmayıp gerçek bir pazarlık ustası da kesilecektim. Okula kaydımı yaptım, okulun öğrenci evine götürüldüm. Rabat’ın en lüks semtlerinden Agdal’ın ana caddesine çıkan sokaklardan birindeydi. Sanırım o zaman kafama dank etti ne kadar güzel, daha doğrusu ne kadar normal bir yerde olduğum. Yemeğe çıkmayı teklif ettim benden daha eski olan ev arkadaşlarıma. Ramazan dolayısıyla açık bulabileceğim sadece bir iki yer olduğunu söylediler. Ama Ramazan’da orada olmak benim için unutulmaz bir deneyim oldu. Herhalde yaşadığım en ilginç olay, pub’a gitmemizdi. Gitmeden almıştık ipuçlarını, pasaportlara bakılacaktı. Çünkü Faslıların, daha doğrusu Müslümanların Ramazan’da içki içmesi yasakmış. Ama turistlere serbest. Pasaportuma baktı kapıdaki görevli ve Müslüman olup olmadığımı sordu. Ben de “Evet” dedim. Hem yalan söylemek istemedim, hem de ne olacağını merak ettim. “İçki içecek misiniz?” dedi, “Evet, problem mi?” dedim. “Pasaportunuzda din hanesi var mı?” dedi, “Yok” dedim. Beni içeri aldı, ama biri sorarsa Müslüman değilmişim gibi davranmamı tavsiye etti. Biz Fas’a dair bir şey deneme tutkusuyla Casablanca biralarımızı yudumlarken, normalde alkol kullanan Faslı bir arkadaşımız o gece nane çayı -ki dünyanın en enfes içeceğidir- ile yetinmek zorunda kaldı. Okulun ilk günü oryantasyon vardı. Ramazan’la ilgili ve güvenlikle ilgili uyarılarda bulunuldu, bir de hırsızlığa karşı tedbirler söylendi. Bunları söylemek zorundaydılar belki, ama ben yaşadığım bir ay süresince kayda değer bir sıkıntıyla karşılaşmadım. Demiyorum ki orası yeryüzündeki cennetti, hiç kötü bir şey yoktu. Ama ben İstanbul’da nasıl yaşıyorsam, orada da o güvenlikte yaşadım; hatta kendimi daha çok güvende hissettim. Yüzeceğini düşünmeyip bikini götürmeyen ben, hayatımda ilk defa tişörtle denize girdim! Ama hemen sonra kendime bir bikini edinmiştim, kız kıza bile plaja gidiyorduk artık. Zaten gitgide daha çok çözüyorsun orayı, daha çok alışıyorsun. Gördüğümüz ilgiden bahsetmiyorum, güney plajlarda bizim turistlere yaptığımızdan farklı değildi çünkü. Sonra en labirent, en ıssız Medina sokaklarında sadece bir grup turist olarak saatlerce dolaştık. Kendileri oruç tutan hocalarımız, restoran sahipleri, garsonların ilgisiyle; biz Fes ve Meknes gibi muhafazakâr oldukları dile getirilen iki şehirde resmen kraliyet ailesi muamelesi görerek yemeklerimizi yedik. Oryantasyondan devam edersem; krala public şekilde eleştiride bulunmamamız söylenmişti. Her yerde kralın fotoğrafları vardı, seyyar satıcılarda bile! Benim aklıma ise çoğu zaman Atatürk fotoğrafları geldi. “Ne kadar trajikomiğiz” dedim bol bol, aynı şeyi dışardan bir gözle görünce. Yani seviyor olsanız bile, o gerçek bir sevgi mi; sevmeme şansınız var mı? Yine oryantasyon notlarımdan söyleyeyim; Fas colonialismle hanedanı değişmemiş olan tek Arap ülkesiymiş, bununla da gurur duyuyormuş Faslılar. Orada bulunduğum süre boyunca herhangi bir olay görmedim. Anneciğim pek endişeliydi, her konuşmamızda Suriyelilerin Türkleri kaçırmasından da duyduğu korkuyla “Türk olduğunu kimseye belli etme” telkininde bulunuyordu. Benim Türk olduğumu anlayan olmamıştı ki. Her seferinde daha imkânsız bir şey dediler. Fransız… Alman? Rus! Ben bundan daha fazlası olamaz derken Japon da oldum ya! Ama bir kere Türk olduğumu söylemeyeyim, hiç izlemediğim Ezel sayesinde ne indirimler yaptırttım. Herhangi bir olay görmedim derken sadece politik değil, kavga falan da görmedim. Yine oryantasyondan en çok aklımda kalan şey; Fas’ın, dünyada cinayet oranı en düşük olan ülkelerden olmasıydı. Diyebilirim ki, ben sadece güven içinde değil aynı zamanda çok mutlu yaşadım orada. Öyle ki “İleride orada yaşayabilirim”i bile düşündüm. Tabii bazı olumsuzlukları vardı; ama olumsuzluk dediğin şey her yerde, başka şekillerde zaten. Bir kere bazı insanlar sürekli senden faydalanmak istiyor maddi açıdan, kendi kendilerine tur rehberliği yapmaya kalkıyorlar mesela. Pazarlık yapmayı bilmezsen, bir şeyin beş katını ödüyorsun. Trafik denen şey kuralsız, ama bir Türk olarak gözü kapalı hareket etmen çok kolay. Sonra yolda “Bonjour Madame”ı duymadan, laf atmalara maruz kalmadan yürümen imkânsız. Fransızcanı sırf bu yolla geliştirebilirsin! Asla unutamayacağım bir deneyime de erkeklerin bu laf atma milli sporları sayesinde ulaştım. Son haftamızda bir grup kız sokağa çıkıp erkeklere aynı şekilde laf attık. Ve cevap vermeyi bırakın, şaşkınlıktan küçük dillerini yutup geri çekildiler! Hayatımda en çok eğlendiğim anlardan biriydi. Dediğim gibi olayı lehinize çevirmek kolay bu ülkede, alışkın olduktan sonra. Hayat çok ucuz; oteller, yeme içme, ulaşım... Sonra insanlar dünya tatlısı. Çok eğlenceli ve yardımseverler. Fransızca ve Darija (Fas Arapçası) bilmediğim için anlaşamadığım güzel insanlar, vücut dili ve hesap makineleriyle yardımıma çok koştular. Yazıda anlatacak o kadar çok şey varken, Fransız etkisinden bahsetmeye bile fırsat olmadı ki! Ama hiçbir restoranda Arapça menü görmedim, siz oradan hesap edin. Ya da Berberilerin kimlik kazanmasından, Western Sahara demememizin tembihlenmesinden, gördüğüm güzel yerlerden de bahsedemedim. Bir yanda Roma etkisi, bir yanda Fas’ın tarihi yapıları, bir yanda Avrupai mimari… Okyanus, çöl, çarşılar, meydanlar, bahçeler… Her gün daha mutlu olabilir miyim, daha güzelini görebilir miyim diye düşündüm. Hala da veremem “En çok nereyi sevdin?”in cevabını. Ben bir daha gitmek ve çok daha uzun süre kalmak istiyorum. Ve gönül rahatlığıyla, hatta şiddetle hepinize tavsiye ediyorum. Meraklısına not: Herkes malum sebeple karın ağrısını yaşarken, ben yaşamadım. Çeşme suyu dahi içtim. Yollarda eşek yok. Yemekleri damak tadıma uymadı, ama her çeşit yemek de vardı dünya mutfağından. 1 dirhemim bile çalınmadı. Ve şu an kursa devam edemiyorum. * Fas’ın mottosu: Allah - Vatan – Kral Görseller: Yazarin kendisine aittir.