Sarıyar Faaliyet Raporu-Osman Kemal Agaoglu - Madadost
Transkript
Sarıyar Faaliyet Raporu-Osman Kemal Agaoglu - Madadost
Sarıyar Etkinliği (26-27 Mayıs 2012), Mutluluk oturmuştu her yanımıza, Gözlerimize, sesimizin tellerine Pabuçlarımızın bağcıklarına değin Huzur doldurmuştu otobüsü tabandan tavana, önden arkaya… Arada bir geriye dönüp baktığımda görüyordum bunu; hemen arkamdaki koltukta oturan Engin Genç’in gülücükler saçan yüzünde, az geride oturan Asuman hocahanımın gözlerinde, bir arkada yan sırada oturan Derya Ayran’ın yanaklarındaki pembeliklerde, bir Buda heykeli heybetiyle en arka sırayı tutmuş, sevgili eşi Ayfer hanımdan aldığı cesaretle ötesine geçit vermez bir haşmetle oturan Engin Alkan’ın kara gözlüklerinin arkasında... Yan çaprazımda oturan gurubun prensesi Melis kıpır kıpırdı… Hemen onun yanında Havvanım, gurur da duyuyordu üstelik Melis’i ile Yüksel’i ile ve de yapılan işle… İş, Sarıyar etkinliği idi. Etkinlik bu sefer de güzel başlamış güzel bitmişti; başarmıştık. Otobüsü dolduran da işte bu başarıdan fışkıran şeylerdi. Adına ne derseniz deyin… Dönüş yolunda gördüklerim bunlardı. Elbette sadece bunlar değil, daha neler… daha neler… Mayıs ayının başlarında Gezginder, Madadost ve DereTepe kulüplerinin oluşturmaya başladıkları ve esasen Ankara’daki tüm dağcılık ve doğa sporları kulüplerinin ortak faaliyeti olması istemiyle hazırlanan program, hızla bir dizi eylemden sonra tamamlandı ve dün (26 Mayıs) start aldı. Diğer kulüplerin (dernekler) kimi hiç ses vermedi, kimi ses vermekten dahi kaçındı. Böylece ortak etkinlik Gezginder-Madadost ve DereTepe’nin etkinliği olarak kaldı. Otobüsümüz, aksak topal bir vaziyette yollara savrulmuş OKA’yı da alarak 7:10 civarında Maliye Bakanlığının önünden tekerleğini döndürdü. Kumrular Sokağa inip orada bekleyen arkadaşları almak uzun sürmedi. Mert Batmaz, ben görmeyeli “Wert Batmaz” yani “Kıymetli Mert” olmuş şimdi. Buğra Temel yakışıklılık konusunda “yarışmacı arkadaşlarına başarılar diliyordu”. Murat Yıldırım, aramıza yeni katılan hekim arkadaşımız, beni öyle yamuk yumuk görünce hayli şaşırdı. Nasıl şaşırmasın ki, daha birkaç gün önce adam bana sıkı sıkı “aman fazla yüklenmeyin dizlerinize” tembihlerinde bulunmuştu. Suçüstü yakalanmıştım. Nazire Öztürk, benim vefakar eski komşum, heyecanını gizleyemiyordu. Güzergahımız üzerindeki Armada, Karfur ve en son Optimum’da 31 kişilik midibüs optimum seviyede doldu. Bahar bitmek, yaza girilmek üzere olunan bir zaman diliminde baharın tüm coşkusuyla yeşillendirdiği ve yeşilin en az 8-10 tonuyla bezediği bir güzergahta arkamızda Sincan ve Yenikent mahallesini, solumuzda Akçaören, sağımızda ise İlyakut köylerini bırakarak Yeşildere vadisine doğru yol almaya başladık. Ayaş’a ulaşmak çok zamanımızı almadı. Kentin hemen girişinde solda yer alan bir lokantada çorbalarımızı içtik. Böylece sabah mahmurluğunun esareti altındaki arkadaşlar uyanarak “güne başlama” moduna geçtiler. Ben de burada nihayet acı biber turşusuna kavuştum. Dün akşam ki program sıkışıklığının karmaşası ve dizlerimdeki ağrıların aklımı başımdan kovma mücadelesinde hazırlığımı tam yapamamış, dağ faaliyetlerinde bir DereTepe klasiği olan iki baş kurusoğan, bir kap acı biber turşusu ve neskafe tedarikinde acı biber turşusu ve soğanı ihmal etmiştim. Aracımız hareket ettikten sonra bu sefer de soğanı unuttuğumu hatırladım ve Sarıyar’da da bunu temin etme azmi ve kararlılığı içerisinde yerime oturdum. Uyandık ya artık, bakalım neler olacak. Az sonra Yüksel Alpkaya açılışı yaptı; kendimizi tanıtacaktık. Tabii bunun için ayağa kalkıp, üzerinize çevrilmiş gözlere meydan okurcasına şööööle bir bakış fırlatarak usturuplu birkaç kelam eylemek gerekecekti. Yüksel’in işi kolay! Adam çıta gibi yükseliverdi yerinden. Kısa bir konuşma yapıp topu bana attı. Dizlerimdeki ağrıların özellikle ayağa kalkarken yoğunlaşması nedeniyle çıkardığım “aaah ohhh, anam, babam” gibi birkaç milli sözcükten sonra Yüksel’in de yardımıyla ayağa kalktım. İş bununla bitmiyor ki, bir de dik durmak gerek şimdi. Ehhh bunda da Yüksel hemen dost elini uzattı. Adı üstünde adam “Madadost”… Sadece o mu, “Mada” larını bir kenara bıraksak dahi bu gurubun tüm üyeleri birer “dost” insan… Yürüyüş sırasında bir ara kulağıma çalındı, bunlar kendi aralarında bayanlara “Madagirl” baylara da “Madaboy” diyorlar… Kulüpler, yaklaşık olarak eşit sayıda sporcu ile katılmıştı etkinliğe. Zaman “rüzgar gibi geçti”, bir de baktık ki Davutoğlan’dayız. Sağımızda sereserpe lagün (bataklık, sazlık göl) dalmış gitmiş sonsuzluğa, üzerinde kanat çırpan çeşitli türden balıkçılların, angıtların … farkında bile değil. Hemen yanı başında Kıztepesi… Buraya “Kıztepesi” denmesinin güzellikle mi yoksa tepeden tırnağa rengarenk giysiler içinde olmasıyla mı ilgisi var, anlayabilmiş değilim. Kıztepesi, makyajında bugün biraz aşırıya mı kaçmıştı ne? Derken ustaların ustasının makamına vardık; “Tapduk’un tapusuna, kul olduk kapusuna” diyen koca ozan Yunus’un ustası Tapduk Emre’nin dergahına… Buraya gelip de ustayı ziyaret etmemek olmaz elbette. Ve işte Sakarya, işte Sarıyar… Emremsultan köyünü bir iki kıvrım ile arkada bıraktıktan kısa bir süre çıkıverir insanın karşısına ve de seriliverir kutsal Anadolu toprağına vadi boyunca. “Geç” der, geçebilirsen. Kolay geçit vermez, biliriz; tanırız onu Kurtuluş Destanımızdan… Sakarya; nice destanlara, türkülere, öykülere, anılara sevdalara konu olan Sakarya… Ansiklopedik bilgilere göre Sakarya nehri Afyonkarahisar ili Bayat ilçesinin 5-6 km batısında Eğerli dağı eteklerindeki Bayat yaylasından çıkmaktadır. Kimi bilgiler ise Eskişehir Çifteler ilçesi Sakarbaşı mevkiini işaret eder kaynak için. İlerleyen güzergahı üzerinde yanına Porsuk, Ankara ve Kirmir çaylarını da alarak Karadeniz’e kavuşur. Bana göre ise, nereden çıkarsa çıksın Sakarya daha Sakarya nehri olmadan Çayırhan çevresinde kaybolur. Ara ki bulasın… Bir zamanlar Sarıyar önlerinde izine rastlandığı rivayet edilir. Ama gerçekten Sakarya nehri fiilen yok olur. “Sonra, geri nasıl mı çıkar” diyorsunuz. İşte hikayesi… Yürüyüş gurubundaki arkadaşlar hatırlamaya çalışsınlar, hani bir tepecikten Barajın gövdesine doğru indik ya, işte orada, gövdeye yakın bir yerde, ne olduğu sormayınca anlaşılmaz bir yapı var ya, Sakarya işte bu yapının içinden çıkıyor. Olacak şey değil… Bu yapı barajın sularını emiyor ve dağın öte yakasına kusuyor. Bu işlem sırasında da elektrik üretiliyormuş. Dağın öte yüzünde, termik santralın altında özgürlüğüne kavuşan sular, rivayet odur ki Tapduk Emre’ye doğru sökün eder, Ustanın toprağına yüz sürdükten sonra Karadeniz’e kavuşur, vuslata ererlermiş. Ne hikaye ama… Latife bir yana, Sakarya’nın nehir olarak çağlayıp coşması işte bundan sonra başlıyor; yani Sarıyar’dan sonra… Ben bunu böyle kabul ediyorum. Biz gene kaldığımız yere, yani 26 Mayıs Cumartesiye dönelim. Sarıyar’a vardığımızda saatler yaklaşık 11 civarında idi. Kasabanın girişinde solda kahvenin önünü boş görünce kaptanımız Tamer’e durmasını rica ettim. Burada karşılanacaktık. Halil Başkan henüz Ankara’dan dönmemişti; telefonlaşmalarımızdan biliyorum ki, Ankara ve Beypazarı’nda bazı törenlere katılmak zorundaydı. Kasabalılar bizi buyur etti. Çaylarımızı içtik. Bu ara Yüksel rehber Esat beyle irtibat kurmaya çalışıyordu. Anlaşıldı ki, Esat bey ve Nazife hanım Sarıyar’da imişler ve doğru kahvehaneye inmişler. Bizim için hazırlık orada yapılmış meğer. Durum anlaşılınca haydaaaa bizler de bu kahveden öbürsüne alındık. Birer çay da burada içtik. Sonra Gürleyik’e doğru hareket ettik. Köye varmamız çok zamanımızı almadı. Kıvrım kıvrım yollardan geçip köye girdiğimizde uzaktan bize el edenler oldu. Otobüsün yönünü onlardan yana çevirdik. Muhtar bey ve yanındaki köylüler bizi buyur ettiler. Bir yandan tanışma faslını sürdürürken, diğer yandan da yürüyüş ekini oluşturmaya çalıştık. Kalabalık bir guruptan oluşan ekip kanyon geçişi için yola koyuldu. Halil başkanın ricasıyla muhtar bey Ali adında bir arkadaşı bize rehber olarak görevlendirdi. Nazife, Havvanım, Melis ve Ayfer hanımlar ile Esat bey ve biz (Yüksel Alpkaya ve OKA) dizlerimizdeki rahatsızlık nedeniyle köyde kalmıştık. Bu güzel coğrafyanın çekiciliğine daha fazla karşı koyamayan Yüksel Alpkaya az sonra biraz yürüyelim teklifini getirince tereddütsüz kabul ettim. Subaşı mevkiine kadar yürüdük. Çok güzelmiş, buraları beğendim. Buraları böylesine beğenen sadece ben değilmişim meğer. Zuhal Mutlu hanımın montu da çok sevmiş buraları ve ayrılmak istememiş olmalı ki, ilk fırsatta kendini kuytu bir yere atmış ve orada saklanıp kalmış. Yani, Zuhal hanımın montu şimdi Gürleyik nüfusuna kayıtlı. Kısmet olur 2013’de de bu etkinliği gerçekleştirecek olursak Subaşı’nda kamp atmak isterim doğrusu. Gürleyik oldukça eski bir köymüş meğer. 1750’ye tarihlenen ambar, kocaman bir konak vs. gibi yapılar var burada. Konak Vakıflara devredilmiş, bazı yapılar da tescillenmiş ve koruma altına alınmış. Sarıyar’a dönüp kamp alanı olarak belirlediğimiz Gölbaşı’na vardık. Çadırların kurulması… filan derken saat 20:00 oldu. Nihayet Halil başkan da çıkıp geldi. Hep birlikte Sarıyar’a düğün evine gittik. Açık havada uzunca bir masaya buyur edildik ve kasabalılarla birlikte balık, pilav, salata ve tatlıdan oluşan yemeğimizi yedik. Halil başkan bizim adımıza küçük bir altın almıştı, düğün sahibine onu takdim ettik. Damat dahil aileden (oğlan tarafı) yanımıza gelip gidenler oldu. Başkan yaptığı kısa bir konuşma ile bizleri Sarıyarlılara tanıttı ve teşekkür etti. Düğün evi olur da oynanmaz mı? Misket çalınırken, Fidayda söylenirken oturmak olur mu? Arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu oyunlara katıldı. Bu etkinlikte, gidişte de dönüşte de bana sıra (koltuk) arkadaşlığı yapan Zeliha Ercan hanımın deyişiyle “bir güzelce kurtlarımızı döktük”. Oyun faslında, dikkat ettim de kasabalılar (yaşlı insanlar dahi) adeta birer folklorcü gibi oldukça kurallı ve derli toplu oyunlar oynadılar. Çocuklar da onlara bakarak oynuyorlar; öğreniyorlar yani. Bir ara kasabalı kızlardan bizim gurubun arasına katılıp halay çekenler oldu. Keza daha sonra onlar da (hani düğünlerde derneklerde olur ya, bir öbek orada oluşur, bir burada ve guruplar kendi çaplarında oynarlar, işte öyle) kendi öbeklerinde oynarken, bizden de onların arasına karışanlar oldu. Bu, bence müthiş bir şeydi; çok hoşuma gitti. Kaynaşma denen şey işte böyle olur! Halil başkan Sarıyar EÜAŞ tesislerinde Nazife+Esat çifti ile Nazire Öztürk ve Hüseyin Bozkurt beye yer ayırttı. Onlar tesiste kalmak üzere o tarafa, bizler de kamp alanımıza, Gölbaşına doğru yöneldik. Kamp alanındaki piknikçilerden çok geç vakitlere kadar orada kalanlar oldu. Ve tabii gürültüleriyle birlikte… Bu guruplardan birine rica ettiğimde beni şaşırtan bir nezaketle karşılık verip hemen toparlanarak ayrıldılar. Daha sonra yukarıdan sesler duymaya başladım gecenin bir vaktinde. Oraya çıktığımda düğün evinden sıyrılıp gelen üç kafadar kafa çekiyorlardı. Keza onlar da hemen toparlanıp ayrıldılar. Burada iki şeye çok şaşırdım: Birincisi bu gençlerin 1 metre ötesinde Engin Genç’in çadırı vardı ve adam horul horul uyuyordu bu şamatanın içinde. İkincisi bu gençler, çadırın farkında değiller ya da çadırdaki insanın rahatsız olabileceğini algılayamamışlardı. Toplumumuzdaki bu algılama bozukluğu benim ciddi sorunlarım arasında yer alıyor ve yerini giderek daha da büyütüyor. Bakalım sonu nereye varacak? Gece boyunca kamp alanına arabaların gelip gittiğini, araba kapılarının çat pat açılıp kapandığını ve sarhoş ağızlardan yarım yamalak dağılan sözcükleri duyarak uyudum. Her şeye rağmen iyi uyumuşum. Ama şurası kesin ki, Gölbaşı bir kamp alanı değil, piknik alanıdır. Burada bir daha kamp atılacak olursa, piknik alanını, girişinden itibaren kapatmak gerekecek, aksi takdirde her seferinde bu sorunlar yaşanacağa benzer. 27 Mayıs, Pazar sabahı 7’ye doğru uyandım. Yan komşularımdan Hüseyin Özkul’un çadır arkadaşı Kemal Çiftçi’ye bir şeyler söylerken mırıl mırıl çıkardığı sesler bana çocukluğumdan güzel anılar ikram etti. Anacığım sabahları erken kalkar, hem iş yapar bir yandan da mırıl mırıl şarkılar türküler çığırırdı. Ben de, ruhumun en derin yerlerine kadar ulaşan bu sesi ninni kabul eder, büyük bir mutluluk içinde uyumaya devam ederdim. “Ana kucağı, baba ocağı”… boş laf değil ki… Çadırlardan peşpeşe gün ışığına uzanan başlar, günün başladığını işaret ediyordu. Bu ara, sabahın köründe gelmiş piknik hazırlığı yapan bir çift insanı görünce “hayrola yahu” diyerek hayli şaşırmıştım. Sonradan anlaşıldı ki bu hazırlık bizim içinmiş, bize kahvaltı hazırlıyorlarmış. Güzel kokular yayılıyordu kamp alanına. Az sonra Halil başkan ve eşi de geldiler kahvaltı hazırlığına yardımcı olmaya. Çok güzel bir kahvaltı yaptık. Çöreklerden, öğleyin yemek için yanımıza da aldık. Saat 9 sıralarında toplu olarak Sarıyar’a vardık. Bugün buranın pazarıymış. Alışveriş yapıp kasabaya biraz para bırakalım istedik. Oktay Güneş’i bir tezgahın başında görünce yaklaştım; yan gözlerle tezgahın üzerinde bir kutuda nazlı nazlı duran semizotlarını gözetlediğini görünce, içimden “eyvah” dedim; durum vahimdi. Semizotu görür de durur muyum? Oktay Bey göz hovardalığını mide kararlılığına dönüştürünceye değin kapıverdim büyük bir kısmını. Oktay beyim karar vermişti sonunda ama otun da en iyi yeri gitmişti. Sanırım “aman bu da gitmesin” telaşıyla kalanı da o aldı. Arkadaşların çoğu epey bir şeyler aldılar. Bunun dahi aslında Sarıyarlılara güzel bir mesaj vermesi gerek turizm hakkında, bakalım alacaklar mı? Kamp alanına tekrar döndük. Göl kenarında toplu resimler çekildi. Resim konusunda gurup oldukça zengin… Derya Ayran ve Ayşegül Altınok hanımların fotoğraf yetenekleri zaten biliniyor. Nazire Öztürk’ün ustalığını henüz anlayabilmiş değilim. Aramıza yeni katılan Mehmet Öztürk, öyle görünüyor ki bu anlamda çok donanımlı biri. Resimler çekilirken bir yandan da kayıkların gelmesini bekledik. Kayıklardan biri öncelikle kaya tırmanışı yapacak arkadaşları alıp götürdü. Dönüp geldikten sonra diğer bir kayıkla birlikte 13 kişilik yürüyüş gurubunu taşıdılar İğdecik koyuna. Bu kısa yolculuk dahi başlı başına bir kayık sefası oldu. Gölde kuş popülasyonunda ve çeşitliliğinde ciddi bir artış olduğunu gözlemledim. İğdecik koyuna girişle birlikte suyun aldığı mavi-yeşil arası renk büyüleyici bir güzellik sunuyordu doğaya. Kaya tırmanışında liderlik ve eğitmenlik Şahap Eryılmaz ile Cemil Talu’da kaldı. İp ve diğer malzemeleri, sağ olsun gene Şahap getirdi. Sonradan anlatılanlardan anlıyorum ki tırmanış çalışmaları oldukça keyifli geçmiş. Herkes olabildiğince eğlenmiş. Bir telefon konuşmasında, kaya çalışmasının 16:00 sıralarında bitmiş olduğunu öğrendim Cemil’den. Kamp alanına ulaşmaları ve otobüsle buluşmaları 17 civarında olmuş. Yürüyüş gurubunu aslında (bendeki arızadan dolayı) Cemil üstlenecekti. Dünkü iyileşmiş halimi görünce bu işi bana yıktı. Ben de Yüksel’e yıkmaya çalıştım ama bir türlü ikna edemedim. O dururken benim rehberlik yapmam, olacak iş değildi ya, neyse… Cemil’in rota hakkında verdiği bilgiye istinaden guruba, “saklı kent”imde (teras) kahve ikram edeceğim sözünü verdim. Bu plana göre barajın gövdesinden karşıya geçecek, oradan sıkı bir tırmanış ile 800 metre yükselecek ve yaklaşık 15:00 sıralarında terasa ulaşacaktık. Kahve keyfinden sonra kaya çalışması yapan gurubun üstüne inecek, oradan da hep birlikte kamp alanına ulaşacaktık. Ama plan tutmadı. Özellikle İzzet bey ve Suna hanım şu benim terasımı merak etmişlerdi. Onlara şimdi terasta nescafe ikram etme borcum var. Gurubun başına geçtim. Kemal Çiftçi kardeşimiz artçılığı üstlendi gönüllü olarak. Hakkını da verdi doğrusu. Kendiden başka kimsenin arkada kalmasına fırsat vermedi. Zaman zaman arkalardan yükselttiği “tamam” sözcüğü, tılsımlı bir sözcüktü sanki. Bunu her duyuşumda kendimi önde güvende hissediyordum. Hemen arkamda yürüyen Hüseyin Bozkurt’un hoş ve nitelikli sohbetine dilerim tekrar mazhar oluruz inşallah. Hava sıcaktı. Tabii sıcaklar bunaltıyor insanı. Oysa hepimiz yağmur bekliyorduk. Bu nedenle gölgelere sığındık durduk molalarda. Söz konusu tepeye doğru yöneldiğimiz bir boğazda (40° 2'17.75"K ve 31°22'28.96"E koordinatlarında) bir şey dikkatimizi çekti; bilgisayar kullanan hemen herkes tarafından bilinen, aşina bir şey… Bilgisayarlarda arka plan resimleri vardır ya hani ve onlar arasında çayır çimen ve bulutlu bir gökyüzü… Hahh işte o resmi canlı bir şekilde orada gördük. Dizlerimdeki sorun büyük ölçüde ortadan kalktığı için performansım iyiydi. Sık sık soluklandık; ayaküstü molalar verdik. 12:10’da başlattığımız yürüyüşün yemek molasını 14:43 sıralarında “seyirtepe”de verdik. Başka adlandırmalar da var mı bilemiyorum ama 40° 2'24.26"K ve 31°23'1.16"E koordinatlarındaki bu yere “Seyirtepe” adını ben uydurdum. Buradaki manzara, gölün, İğdecik koyu ile Sarıyar taraflarının her ikisini de geniş bir açıdan kapsıyor. Ayrıca geniş bir açıdan dört bir yanda çok daha uzaklara kadar görüş sunuyor. 15:38 civarında yeniden harekete geçtik. Bundan sonrası hep iniş aşağı olacaktı; kolaydı yani. Ama buna rağmen barajın gövdesine inmemiz ancak 17:00 civarında mümkün oldu. Burada diğer gurubun gelip bizi almasını bekledik. Bu ara üstümüzü başımızı bir güzelce kene kontrolünden geçirdik. Zira birkaç arkadaşımızın üzerinden kene çıktı. Danıştay başsavcısı Turgut Candan ve eşi Halil başkanın misafiri olarak buralarda dolaşıyormuş. Köprüde karşılaşınca hatıra fotoğrafları çektirdik. Bir arkadaşımızın muzipliği üstündeydi “Hazır sayın başsavcımız burada iken rica edelim de şu keneleri tutuklatsın” espirisi hepimizi güldürdü. Başkanla da gurup olarak burada vedalaşıp Sarıyar’a indik. Son olarak birer ayran ikram edildi bizlere. Belediye binasının ve bina önündeki parkın başında toplu resimler çekindik. Ve geldik işte sonuna… Mehmet Öztürk’ün “Biz şimdi nasıl döneceğiz Ankara’ya?” sorusunu önce anlamadım. Meğer adam demek istiyormuş ki bu güzellikleri biz şimdi nasıl bırakıp da gideriz? Ama dedik ya geldik işte sonuna Mehmedim. Sarıyar’dan ayrılmamız 18:38’i buldu. Dönüşü Mihalıççık, Yunusemre köyü üzerinden yapmayı planlamıştık, programın akışında zamansal olarak ortaya çıkan sarkmalar bu planı değiştirmemizi zorunlu kıldı. Dolayısıyla gene Beypazarı ve Ayaş üzerinden Ankara’ya döndük. Sanırım aşağıdaki resim söylenmiş ve söylenmemiş birçok şeyi çok daha güzel anlatıyor. Sevgili Minadiye hanım, Yüksel Alpkaya kardeşim, sevgili Gezginderli arkadaşlarım ve de sevgili Madadostlar, eee elbet en çok da benim canlarım DereTepelilerim hepinize çok teşekkür ediyorum. Sevgiyle kucaklıyorum hepinizi. Nice etkinliklerde buluşmak dileği ile… Osman Kemal Ağaoğlu