Rekabetçi Firma için Stratejiler
Transkript
Rekabetçi Firma için Stratejiler
İSO 9. Sanayi Kongresi ve İnovasyon Sergisi “Rekabetçi Firma için Stratejiler” Alan Beattie, The Financial Times Gazetesi Uluslararası Ekonomi Editörü Konuşma Notları Aralık 2010 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 ALAN BEATTIE: Birkaç hafta önce bir arkadaşıma İstanbul Sanayi Odası için bir konuşma yapacağımı söylemiştim. Arkadaşım ne söyleyeceğimi sordu ve ben de “Büyük olasılıkla ben onlardan daha çok şey öğreneceğim,” dedim. Türk iş dünyasının ve Türk üreticilerinin son on yıldır gösterdiği performans inanılmaz. Dünyanın farklı bölgelerinde, gelişmekte olan farklı piyasaları inceliyorum. Financial Times’a ilk girdiğim 1990’larda gelişmekte olan birçok ülke vardı, Türkiye de onlardan biriydi. Genelde bu ekonomiler sıkıntı içindeydi, IMF ile çalışmak durumundaydı ve Batı Avrupa kendi arasında avroyu kurup kurmayacağını düşünüyordu. Türkiye, IMF’nin çok önem verdiği gelişmekte olan piyasalardandı ve birçok yatırımcı Türkiye’ye ilgi duymaktaydı. Ben bugün buraya gelip sizlere işinizi nasıl yapacağınızı söylemeyeceğim, çünkü zaten Türkiye’de yanlış bir şey yapılmıyor. İkincisi ben bir gazeteciyim, iş adamı değilim. Kendi işimi hiç yapmadım. Ekonomi eğitimim var ve dünyada birçok ülkeye gidip gözlemler yapıyorum, işadamlarıyla konuşuyorum, politikacılarla görüşüyorum ve bir mesafeden biraz da objektif olarak konuya bakabiliyorum. Size getirebileceğim perspektif bu şekilde olabilir. Bir şirketin iyi yönetilmesi o şirkete çok büyük getiri sağlar ama en önemlisi her zaman öğrenmeye ve değişme açık olmaktır. Bunun bir örneği olarak, size bir fotoğraf göstermek istiyorum (Resim 1). Lastik çizme. Bir bankaya gitseniz ve bir lastik çizme üreteceğinizi söyleseniz, size kredi verirler belki ama pek de heyecanlanmazlar. Ben bu çizme üzerinde biraz değişiklik yaptım ve şirketin isminin üzerini kapattım. İsmine yakından baktığımızda Nokia olduğunu görüyoruz (Resim 2). Bir süre önce dünya cep telefonu piyasasının üçte birini elinde tutan Nokia, eskiden lastik çizme üretiyordu ve ortalama 100 dolara satıyordu. Ancak daha sonra başka bir şirket bunların işini elinden almış. Nokia kendisini hep lastik çizme üreticisi olarak düşünseydi, şu anda Nokia’yı bulamazdık. Nokia çalışanları kendilerini sadece lastik çizme üreticisi olarak görmediler, bir mükemmeliyet şirketi olarak gördüler ve cep telefonunu seçtiler. Cep 1 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 telefonunda da en iyi olduklarını düşündüler ve onun üzerine odaklandılar, diğer bütün ürünleri bıraktılar. Öncelikle gelişmekte olan piyasalarda, ülkelerde şirketlerin geçmişte nasıl kararlar verdiğine bakacağım, daha sonra da şirketlerin düştüğü bazı tuzaklardan, düşünmeden yapılan bazı davranışların bedellerinden bahsedeceğim. Ardından karar vermek konusunu uluslararası bağlama oturtacağım. Sizler gibi üretici şirketler eminim ki dünyada birçok rakiple karşı karşıyadır. Yurtiçine üretim yapsanız bile her zaman uluslararası bir stratejiniz olması lazım ki rekabetle mücadele edebilesiniz. Birazdan bunun sebeplerine geleceğim ama küreselleşmenin aslında bittiğine inanmıyorum. Gerçekten küresel mali kriz ve ekonomik gerileme küreselleşmeyi hiçbir şekilde durdurmaz, aslında küresel ekonomi sayesinde bence korkulan felaket başımıza gelmedi. Şimdi küresel kriz sonucunda şirketlerin daha fazla düşünmesi ve daha fazla esnek olması gerekiyor ama bu değişimler, bu zorluklar mutlaka bizi daha ileriye götürecek, bizleri daha esnek yapacak ve eski durumumuza düşmemizi önleyecektir. Şirketlerin mutlaka talepteki ani kaymalara hazırlıklı olmaları gerekiyor. Bu, hem tehditlerle hem de çok büyük fırsatlarla dolu bir dönem. Bunu görmek gerekiyor. Mali krizden önce bile bence büyük bir değişim başlamıştı, gelişmekte olan piyasalardaki şirketler zenginleşip değişim geçirmişti ve bunun büyük bir sebebi de Çin’di. Dünyadaki hiçbir üreticiyle Çin’den bahsetmeden konuşmanız mümkün değil. Dünyadaki ticaret sisteminin daha etkin ve daha şeffaf olması ve bürokrasinin daha azalması gerekiyor. Bu mesleğe ilk girdiğimde bürokratlarla çok fazla görüşüyordum, onlara ve ticaret anlaşmalarına çok önem veriyordum ama daha sonra işadamlarına yönelmeye karar verdim. Gelişmekte olan ülkede faaliyet gösteren bir şirket eskiden daha kolay durumdaydı ve en azından birçok kişinin izlediği yolu izliyordunuz bu şekilde onlardan bir şeyler öğreniyordunuz. Zenginleşen Japonya, Hong Kong, Singapur, Güney Kore ve Malezya gibi ülkelere bakıp onlardan örnek alabiliyordunuz, daha sonra Çin ve Vietnam da bu örneklere katıldı. Bu ülkeler önce tarımla başladılar, daha sonra üretime geçtiler, mesela giysi üretmeye başladılar, elektroniğe geçtiler, ardından hizmetler ve mali hizmetler konusuna odaklandılar. Oyuncaklar, kamyonlar, televizyonlar ve daha sonra tahvillere kadar ilerlediler. Çin için giysi yapma aşamasına geçmek bile çok zor oldu çünkü yüz milyonlarca Çinli duruma uymak zorundaydı. Çin’in deniz kenarındaki ihracat bölgeleri daha önce gelişti ve gelişen diğer ülkeleri de tehdit etmeye başladı. Bildiğiniz gibi Çin’in bu bölgelerinde bir dizi grevle karşılaştık; bu grevler daha yeni ortaya çıkmaya başladı ve düşük maliyetli üretim yavaş yavaş deniz kıyısından iç bölgelere doğru kayma trendine girdi. Japonya, Hong Kong, Singapur, Güney Kore, Tayvan’da da benzer gelişmeler oldu ama Çin’de bu değişim çok daha hızlı oldu. Çin çok daha büyük bir ülke olduğu için ortaya çıkan etki de tabii çok daha büyük oldu. Türkiye’de, Batı Avrupa’da, Amerika’da, Japonya’da, her yerde benzer şeyler oluyor ama bunun lokal olarak nerede yaşandığı görmek için orta gelirli ülkelere, Orta Asya’daki ülkelere bakmak gerekir. Bu ülkeler, Japonya’nın, Hong Kong’un, Singapur’un, Güney Kore’nin seviyesine ulaşmayı hedefliyorlar ancak zorlanıyorlar. Asya üzerinde durmak istiyorum biraz çünkü Asya’da olanlar bence dünyaya erken uyarı olmalıdır, diğer gelişen ülkelere uyarı olmalıdır. Asya ülkeleri coğrafi olarak Çin’e yakın oldukları için Çin’in rekabetçi etkisini herkesten önce hissetmektedir, bu yüzden onlara bakarak, onların yaşadıklarından ders 2 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 çıkarmak, Türkiye ya da Batı Avrupa ülkelerinin nasıl etkilenebileceğini öngörmek uygun olur. Doğu Asya’da şöyle bir dolaşacak olursak, çok kolaylıkla birçok şirketin artık parlak zamanlarını geride bıraktığını görüyoruz. Bunun yerine bazı ülkeler Dünya Bankası’nın orta gelir tuzağına düşmüş durumda. Mesela Filipinler, Endonezya gibi ülkeler bu kategoride yer alıyor. Sanayileşmeyi bir miktar başardılar, kamyonlar, televizyonlar ürettiler ama bunun ötesine giderek Çinliler ile rekabet etmekten uzaklar. Ben aslında çok teori insanı değilim ama rekabet konusunda çalışmalar yapmış olan Michael Porter’ın yönetim teorisini okuyacak olursanız, Filipinler, Endonezya ve Türkiye gibi ülkelerdeki şirketlerin, maliyet rekabetine değil ürün farklılaşmasına gitmesi gerektiğini görürsünüz. Mesela Filipinler, bunun çok iyi bir örneğidir. 50 yıl önce dünyanın ve Asya’nın en zengin ülkelerinden biriyken son 50 yıl içerisinde en fakirlerinden bir oldu. Aslında Asya mali krizinden sonra 1990’larda durumu çok kötü değildi, büyüme eğilimi arttı ama şu anda bırakın Singapur ve Tayvan’ı, Malezya ve Tayland’ı yakalamaktan bile çok uzak. Filipinler’deki işadamları bunları bilmiyor değil aslında, onlar da sizin gibi konuların bilincinde ve global ekonomide bir niş bulmaları gerektiğini biliyorlar ancak Filipinler’deki şirketlerin, göreceli avantajları olan ve Çin gibi ülkeleri tamamlayıcı nitelikteki ürünleri bulmaları gerekiyor. Global mali kriz, 2007’de başladı ama aslında her şey daha öncesinde başlamıştı. Ben Asya’yı dolaştım, Filipinler’de iş çevreleriyle görüştüm. Özellikle de Filipinler’deki Unilever’in başkanıyla konuşmamız çok ilginçti. “Yaptığımız her şeyi Çin ve onlarla rekabetimiz belirliyor,” dedi. Filipinler’in avantajları öncelikle işgücü kalitesidir. Eğitim kalitesi de gayet iyi ama diğer taraftan enerji, elektrik çok pahalı, asgari ücretler oldukça yüksek. Bütün bunlara rağmen Unilever, çoğu üretim faaliyetlerini Filipinler’de sürdürmeye devam ediyordu. Bunu nasıl başardıklarını sordum. “Biz neyi başkalarından daha iyi yapabileceğimizi bulduk” dedi. Özellikle deodorant, Doğu Asya’daki, Filipinler’deki fabrikalarında üretiliyor. Deodorant yapmak, deterjan gibi çok enerji tüketmiyor fakat yüksek kaliteli işgücü gerektiriyor, kalite yönetimini iyi yapabilmek gerekiyor ve kalitenin tüm çalışanlar tarafından paylaşılması gerekiyor. Filipinler’de herkesin cep telefonundan son hızla mesaj gönderdiğini ve parmaklarının uçarak hareket ettiğini görürsünüz. Birbirleriyle her an temas halinde olan bir ülke. Eminim bir aşamada evrim gerçekleşirse, Filipinliler’in dört tane gözü olacak; ikisi karşılarındakini görmek için, ikisi de SMS yazmak için. Ben bunu çok rahatsız edici buldum; çalışanlarınız devamlı mesaj yazmak istiyor. Fakat bunun bir avantajı varmış: Çalışanlar arasında bilgi hemen yayılıyormuş. Diyelim siz onlara zor bir üretim tekniği öğrettiniz, herkes diğerlerinin yaptığını anında bildiği için öğrettiğiniz şey de çabuk yayılıyor. “bu sistem çalışmıyor, nasıl çalışır?” diye yazdığınız zaman, hemen herkes birbirine bir çözüm yazıyor ve haber hemen yayılıyor. Yani üst yönetim bir şey yapmadan, yarım saat ya da en geç bir saat içinde çalışanlar kendi arasında bir bilgi değişimi ve paylaşımı yapmış oluyor. Filipinliler’in eğitim sistemi daha iyi ve belki de bu yüzden İngilizceleri çok iyi bir seviyede. Amerikalılar genelde işveren. Ama Çin için bu geçerli değil, Çin işgücü, Çinli işçiler genelde şöyle yetişmiş: “Birisi sana bir şey söyler ve yaparsın. Kendinden bir şey icat etmezsin, gerekmediği sürece de kimseyle konuşmazsın.” Filipinliler ile bu konuda rekabet etme güçleri yok. Bu evrensel olarak geçerli olmayabilir ama Filipin bütün eksikliklerine rağmen demokratik bir ülkedir ve basını özgürdür. Örneğin benim gazetem Financial Times, Filipinler’de çok 3 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 büyük bir ofise sahip. Biz orada birçok işlemimizi yapıyoruz ve redaksiyonumuzun, web sitemizin bütün işlerini Manila’da gerçekleştiriyoruz. Benim yazdıklarım, Manila’daki merkezde redakte edilip ondan sonra yayınlanıyor. Ama Çin ile bir konuda çalıştığınızda bilgi, önce girerken sansürleniyor, sonra çıkarken sansürleniyor. Web siteleri ve medya farklı bir konu belki ama şu bana çok söylendi: Bir toplumda fikirlerin dolaşması, insanların ve fikirlerin hareketliliği medyanın çok ötesinde etkiler yaratıyor; ekonomiler sofistike oldukça, bilgi ve zekaya bağlandıkça maliyetin ötesine geçtikçe bu çok önemli bir avantaj oluyor. Bence bu Türkiye gibi bir ülke için çok büyük bir avantaj olabilir. Türkiye bir demokrasidir. Türkiye’nin güneydoğusuna baktığınızda bazı sıkıntılar yaşansa da, Türkiye’de de hareket özgürlüğü var, basın özgürlüğü var. Yatırımcılar genellikle yatırım yaptıkları yerde stabilite olduğu sürece başka bir şeyi umursamazlar. Vergiler stabil mi, fabrikanın başına bir şey gelecek mi, ani bir devrim olacak mı? Bu konularda stabilite sağlandığı sürece başka bir şeyi pek umursamazlardı. Ama artık başka şeyler de önem kazandı: bilgi, bilgilendirme, bilgi toplumu, bilginin özgürce akması, özgürlükler. Bunlar çok önemli hale geldi. Tabii Çin ile mücadele etmek çok kolay değil ama gördüğünüz gibi bunun üstesinden gelecek yöntemler de var. Biraz da tedarik zincirlerinden bahsetmek istiyorum. 1990’lardan ve 2000’lerden beri tedarik zincirleri çok değişti. Japonya, Hong Kong ve Singapur zenginleşti. Bu ülkeler uçan kazlar yöntemini kullandılar. Bildiğiniz gibi uçan kazlar “V” şeklinde uçarlar ve en öndeki kaz – diyelim ki Japonya- bir hareket yapar, mesela otomobil üretiminde lider olur, o zaman arkasından gelen diğer kazlar onun yerine geçer. Bu sefer Japonya’nın başka bir şey yapması gerekir. Bu kazların “V” şeklinde uçması, en öndeki kazların diğer kazları arkasında sürüklemesidir, çünkü bu şekilde uçmak daha kolaydır. Bu ülkeler böyle bir “V” uçuşu yapıyor ve bir ülkeden diğer ülkeye sıçramalar yaşanıyor. Tekstilde, elektronikte, otomobilde, birçok şeyde bunu gördük. 1990’larda, 2000’lerde ortaya çıkan dijitalizasyon, çok önemlidir. Tedarik zincirleri küçük küçük gruplara bölündü ve Çin bu tedarik zincirinde nihai montaj halkası oldu. Bir i-pad’in parçalarının hangi ülkelerde üretildiğine baktığınızda, hepsinin başka bir yerden geldiğini görürsünüz. Bilgisayar son haline gelip Avrupa ya da Amerika’daki müşteriye gidene kadar ülkeler arasında, yani kazlar arasında oradan oraya gider gelir. Bir ekonomiyi yönetmek, bir şirketi yönetmek artık eskisi kadar basit değil. “Bizim ülkelerimizin otomobil yapma, elektroniğe geçme sırası geldi, bu konuda yoğunlaşacağız,” diyebilmek için bazı kriterler gerekir. Eskiden şirketler, Nokia gibi her şeyi yapan büyük şirketlerdi, bunu yapabiliyorlardı çünkü bütün sanayi onların içindeydi. Örneğin Güney Kore’de büyük Kore şirketleri bütün tedarik zincirini kendi içinde halledebiliyordu. Şimdi bu, tedarik zincirlerini kendi içinizde yapmanız gerektiği anlamına gelmiyor. Özellikle elektronik alanında evrimleşen ülkelerde bir ayrışma olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla hiçbir ülkenin, hiçbir şirketin “Ben sadece i-pad yaparım ve sadece ben yaparım,” demesi mümkün değildir. Bunun sebeplerinden biri şudur: Geçmişte hükümetlerin sanayiye teşvikler verdiğini gördük. Özellikle otomobil sanayinin Asya’da desteklendiğini gördük, ithalat tarifeleriyle kendi sektörlerini ve üreticilerini koruduklarını gördük. Ama artık bunu yapmak eskisi gibi kolay değil. Herhangi bir hükümetin bunu yapmaya çalıştığını düşünün. Onun yerine bu ülkenin i-pad’lerin sadece ekranını yapacağını ya da DVD oynatıcılardaki bir düğmeyi üreteceğini söylediğini ve bu ülkenin üreticilerinin ithalat vergileriyle korunduğunu 4 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 düşünün. Bu mümkün değildir. Bunun belli kuralları var ama hiçbir şekilde üreticiler korunmayacak ya da üretim yapılmayacak değil. Mesela Almanya’da üretim yapılıyor, Güney Kore büyük miktarda üretim yapıyor. Ancak artık devamlı olarak üretimin ne anlama geldiğini düşünmek gerek. Bir şirket olarak “Ben tedarik zincirinin bir parçasıyım” diye düşünmek gerekir. Tüm tedarik zinciri ülkenin içinde olsa bile – bu artık pek rastlanan bir şey değil – küresel tedarik zincirleriyle rekabette olduğunuzu unutmamanız gerekir. Ben büyürken babam, mühendis olarak ICI adında bir kimya şirketinde çalışıyordu, annem de Unilever’de insan kaynaklarında çalışmaktaydı. Evimizde kullanılmayan iki kelime vardı: ICI’ın rakibi olan Dupont ve Unilever’in rakibi Procter and Gamble. Procter and Gamble’ın ürünlerini evimizde hiç kullanamazdık. O zamanlar ICI, Dupont ile Unilever de Procter and Gamble ile rakipti ama işler basitti, ürün diğer ürünle rekabet ediyordu fakat bu markalar daha karmaşık ve daha zor pazarlara girmeye çalıştığı zaman dağıtıma önem vermeleri gerektiğini fark ettiler. Unilever Afrika’ya girmek istedi ve çok yaygın bir marka haline geldi ama burada önemli olan tedarik zinciri ve dağıtımdır ve en az satış kadar önemlidir. Bu, Procter and Gamble için de, Coca Cola ve Pepsi Cola için de geçerlidir. Coca Cola ve Pepsi bence çok iyi bir örnektir. Birbirleriyle devamlı rekabet ederler ve özünde aynı şey olan o gazlı içeceğin, aslında çok farklı şeyler olduğuna insanları ikna etmeye çalışırlar. Tedarik zinciri artık bu şirketler için çok daha önemli. Pepsi, 1990’lardan beri gerçekten evrim geçiriyor ve 2000’lerin en başında gerçekten çok farklı şeyler yapmaya başladı. Pepsi, Coca Cola’yı yakından inceledi. Coca Cola bağımsız şişeleyicilerle ilişki kurmuştu, ürünlerini kendileri şişelemiyordu. Pepsi de bunu yapmaya karar verdi, çünkü fabrikalarında sıkışmış kalmış büyük miktarda sermaye vardı, tüm dünyada çalışanları vardı. Yapmaları gerekenin şişe üreten ve dağıtan bir şirket olmak değil, sadece bu sıvıyı şişeleyicilere satan bir şirket olmak olduğuna karar verdiler. Bu onlar için kolay olmadı, bayağı vakit aldı ama bu süreci bitirdiklerinde tedarik zincirleriyle Coca Cola ile başa baş mücadele edebilir hale geldiler. Unilever örneğine geri dönecek olursak, Afrika ormanlarının derinliklerinde bile Coca Cola’nın dağıtıldığını görürsünüz. Pepsi’den daha iyi olduğu için değil, tedarik zinciri daha etkin olduğu için. Bu arada Coca Cola’yı daha iyi bulanlar olabilir tabii. Bütün şirketler bu süreçleri yaşıyorlar. Çoğunuz bu konuyu benden çok daha iyi biliyorsunuz ama Türkiye’de Koç örneğini verecek olursak, onlar da benzer bir süreci yaşadılar. Burada şöyle bir paradigma var: Sadece tedarik zincirini daha az maliyetli yapmak, mümkün olduğunca ucuz hale getirmek yeterli değildir. Geçmişte bu yapıldı ama tabii ki sıkıntılar yarattı, küresel mali krize de katkıda bulundu. Artık herkes gördü ki yalın tedarik zincirinden çelik tedarik zincirine geçmek, daha esnek ve hareketli olmak gerekiyordu. Zaman zaman verilen kararlar, tedarik zincirini kesmek için artık verilmiyordu. Bir örnek vermek istiyorum, bu Türkiye açısından çok iyi bir örnek olabilir. Avrupa’da giyim sektörünün içindeki rekabete Zara direndi ve şu anada dünyanın en büyük giyim şirketi, H&M ve GAP’ten bile büyük ve giysilerinin büyük bir bölümünü kendisi üretiyor. Hatta kumaşlarının da %50’sini üretiyor. Tedarikçisinden boyalar alıyor ve giysilerini Çin’de değil İspanya’da üretiyor. Zara, zevklerde birtakım değişiklikler olduğunu ve buna yanıt vermenin mümkün olduğunu fark ediyor. Yıllar önce ucuz ya da modaya uygun giysiler almak arasında bir seçim yapabilirdiniz. Ucuz giysiler, Lewis gibi ya modası geçmeyen klasik giysiler olurdu ve onların üretildiği dönem çok önemli olmazdı ya 5 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 da t-shirt ve iç çamaşırları gibi çok temel giyim ürünleri olurdu. Modaya uygun giysiler istediğinizdeyse bunun bedelini ödemek zorunda kalırdınız. Aslında bu para tasarım için verilmezdi, giyim için verilirdi ve bu sebeple üretilen giysiler daha sonra modaya uygun olmadıkları için ya çok büyük indirimlerle satılırdı ya da atılmak zorunda kalırdı. Bir sonraki sezon için yeni giysiler yapmaya başladığınızda daha çok hata yapardınız. Bir sezona ne kadar yakın noktada giysi üretebildiğinize ve ne kadar çok kıyafeti çöpe atmanız gerektiğine ilişkin insanların yaptığı tahminler var. Bir sezonun hemen önünde giysi üretirseniz, yanlış üretimden ve fazla üretmekten dolayı aşağı yukarı giysilerin %10’unu kaybediyorsunuz. Sezonun başlangıcından 16 hafta önce üretim yaparsanız %20’lik bir kaybınız oluyor, 26 hafta önce giysi üretmeye başlarsanız %40 oranında hata yapıyorsunuz. Mesela tüketici elektroniğinde bu rakamlar daha da belirgin. Dolayısıyla giysileri ne kadar hızlı piyasaya verebilirseniz o kadar az kaybınız ve zararınız oluyor. Çin gibi bir yerde üretim yapmakla, İspanya gibi bir tedarikçiden almak, Türkiye’de üretim yaptırmak arasında %100 fark var. Zara’nın modeli, çok hızlı dönüşüme dayalı bir sistem. Öncelikle piyasaya çok yakın yerde üretim yapıyorlar. Zara şu anda evrensel bir modeli ilk uygulamaya koyan firmalardan bir tanesi. Giysiyi üretiyor ve sanki fabrikada raflara koyarmışçasına hızlı bir şekilde malları mağazalara aktarıyorlar. “Zara tabii ki bunu yapabilir, çünkü İspanya’da Avrupa’nın hemen yanı başında üretim yapıyor,” diyebilirsiniz. Siyasi müdahalelerden de uzak bir firma. İş bu kadar kolay olsaydı, Avrupa’daki her imalatçı, herkes bunu yapabilirdi. Mesela H&M de bu sonucu elde edebilirdi fakat Zara’nın yaptığı bundan biraz daha karmaşık. Zara’nın sonuçta rekabet ettiği şey sadece coğrafi hususlar değil, bilgiyle de rekabet ediyor. En baştan itibaren mağazalardan gelen bilgiyi hemen fabrikalara iletebildi. Satış olduğu anda fabrikaya bilgi gönderiliyordu. Bunu yapabilmek için tabii belli bir teknolojiye sahip olmanız lazım. Dijital devrim olmadan, internet olmadan bunu yapamazdınız ama Zara bunun bir adım ötesine geçti, giderek daha sofistike bir şekilde bu bilgileri derlemeye başladı. Zara mağazalarında müdürler ellerinde bir bilgisayar tutuyor ve müşterileri takip ediyorlar. Sadece neler satın aldıklarını değil, baktıkları ürünleri de yazıyorlar. Ben Amerika’da yaşıyorum ve Zara çok başarılı bir şekilde Amerikan piyasasına da girmeye başladı. Mağazaya girdiğinizde genellikle size birisi yaklaşıyor ve “Hoşunuza gitti mi?” diye soruyor. “Evet, olabilir,” dediğinizde “Alacak mısınız?” diye soruyor. “Hayır,” dediğinizde “Siyah olsaydı alır mıydınız? Yakası farklı olsaydı alır mıydınız? Pamuklu yerine yünlü olsaydı alır mıydınız?” gibi sorular soruyor ve bu bilgileri bilgisayara giriyor. Böylece bu bilgi çok hızlı bir şekilde fabrikalara gönderiliyor. Birkaç sene önce Madonna Avrupa’da bir tur yaptı, rivayete göre turunun son gününde İspanya’ya geliyor ve turun son gecesinde dinleyiciler arasında Madonna’nın ilk gece giydiği kıyafetin Zara kopyalarının giyen kızlar varmış. İşte Zara’nın yapısında, o denli hızlı üretim yapmak ve mağazaya ulaştırmak mümkün oluyor. Finansal krizden önce bile bu kavramlar değişmeye başlamıştı. Sadece maliyetle rekabet artık geçmişe ait bir kavram. Tabii ki firmalar Zara’nın yaptığını yapabilirler ama rekabet için bu hususların hepsini düşünmek lazım. Ülkelerin rekabetini düşünecek olursak çok başarılı olan bazı ülkeler var. Mesela giysi üretimi konusunda Türkiye, Çin ile çok iyi rekabet edebiliyor. Sri Lanka, Çin kadar ucuz değil ve coğrafi olarak da büyük piyasalara Türkiye ya da İspanya kadar yakın değil fakat Sri Lanka’nın çok iyi olduğu bir alan var: Çok ince dikişleri büyük beceriyle dikebiliyor. Sanıyorum Victoria Secret’ın iç çamaşırlarının 6 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 yaklaşık üçte biri Sri Lanka’da üretiliyor. Sri Lanka’nın işgücü standartları, çevresel standartları da bu arada gayet iyi. Tabii Batı’daki tüketiciler bu konulara da önem veriyorlar. Bangladeş ise tamamen maliyet bazında bir rekabete girdi. T-shirt ve iç çamaşırı gibi ürünlerde Çin ile maliyet bazında rekabete giren bir ülke. etraflarına bakmaya ve en ucuz nereden alacaklarını aramaya başladılar. Çin’den alabileceklerine karar verdiler fakat birdenbire rafları boş kaldı, malları bütün dünyada gümrüklerde, limanlarda yığılmaya başladı. O dönemde hakikaten üretimden kaynaklanan bu tür siyasi risklerin de çok farkında değillerdi. Zara maliyetle rekabet etseydi, Bangladeş becerilere dayalı bir rekabet başlatsaydı, Sri Lanka yakınlıkla rekabet etseydi, piyasadan tamamen silinip giderlerdi. Bu sabah buraya gelmeden önce kendi kıyafetlerimin nerede yapıldığına baktım. Gömleğim Çin’de üretilmiş, beyaz düz bir gömlek, çok modaya uygun olduğu söylenemez, her yerde yapılabilir. Takım elbisem Macaristan’da üretilmiş, yine çok modaya uygun sayılmaz. Kravatım da İtalya’da üretilmiş, oradaki becerilerin bu konuya daha yatkın olduğunu biliyoruz. Bir başka ilginç ve oldukça karmaşık bir örnek de işgücü tedarikinden kaynaklanabilecek sorunlara ilişkin: 2006’da yaşanan British Airways’deki gıda savaşı. Brtish Airways catering hizmetlerini dışarıya yaptırıyordu ve “Biz bir havayolu şirketiyiz, gıda şirketi değiliz, uçaklarımızda yiyecek-içecek servisi yaptırmamız lazım ama bu konuda çok iyi değiliz,” dediler ve sanıyorum merkezi Amerika’da bulunan Gate Gourmet diye bir firmaya bu işi verdiler. Bildiğiniz gibi bu, birçok havayoluna yiyecek-içecek hizmeti sağlayan bir firma. British Airways tedarik zincirini burada durdurmak için birtakım şeyler yapıyordu. Gate Gourmet’nin onlara hizmet vermeyi kesmesi halinde ne yapacaklarını düşünüyorlardı ve bu konuda bazı acil durum planları vardı. Sıcak yemek veremezlerse, alternatif olarak soğuk yemek verebileceklerini, uzun süreli uçuşlarda gıda servisini bu şekilde yapabileceklerini düşünüyorlardı. Daha sonra yolculara kuponlar vermeye başladılar, bu şekilde yolcular yiyeceklerini dışarıdan alıp yanlarında uçağa getirebiliyorlardı. O derece plan yapmışlardı. Fakat işgücünü hiç hesaba katmamışlardı çünkü bu işi Gate Gourmet’ye verdikleri zaman, Londra Heathraw’da üretim yapanlar aynı kişilerdi fakat sadece gömleklerinde yazan isim değişmişti, yani artık British Airways için değil Gate Gourmet için çalışıyorlardı. Heathraw çevresindeki işgücü uzun zamandır oradan çalışan, köklü bir işgücüydü. Bunların çoğu 1950’lerde İngiltere’ye gelen, Heathraw civarında yaşayan ve orada çalışan Hint kökenli kişilerdi. Gate Gourmet daha sonra greve girdi Firmalar birtakım kararlar veriyorlar. Finansal krizden önce bile, birtakım şeyleri ucuza yaptırma değerini yavaş yavaş kaybetmeye başlamıştı. Mesela Filipinler’de bir miktar araştırma yaptım, Unilever’in oradaki başkanının söylediği çok güzel bir şey var: “Unilever ümitsiz bir şekilde yerel olan bir firmaydı ama biz düşüncesiz bir şekilde global olmak istemedik.” Küreselleşmenin çok önem kazandığı bir dünyada, dünyanın tekrar düz olduğuna inanmaya başladık. Aslında hiç sevmediğim cümlelerden bir tanesi. Firmalar tedarik zincirlerini hiç düşünmeden global olarak yaymaya, geliştirmeye başladılar ve başı ilk derde giren firmalar da bunlar oldu. Mesela giyim sektöründe çalışanlar bunu hatırlayabilir: Sutyen savaşları. Çin’den ürün ithalatıyla ilgili bir konu. O dönemde birtakım kotalar kaldırılmıştı ve Avrupa’daki giyim üreticilerinin büyük bir çoğunluğu İspanya’daki kuzenlerinin aldığı dersi henüz almamıştı ve bu rekabetin de çok farkında değillerdi. AB, Çin’den gelen tekstil ürünlerine birtakım engeller oluşturmaya başladı. Avrupalı perakendeciler 7 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 O dönemde British Airways’de çalışan uçuş görevlileri, Gate Gourmet’de çalışanların akrabalarıydı yani bir anlamda hepsi aynı şirket için çalışıyorlardı ve aynı ücreti alarak aynı işi yapıyorlardı. Gömleklerinde ne yazdığı önemli değildi. Gate Gourmet greve girdiğinde British Airways birdenbire çok yaygın bir grev sorunuyla karşı karşıya kaldı. Kendi personelinin aslında şirketle bir sorunu yoktu ama Gate Gourmet’de çalışan akrabaları greve girdiği için onlar da greve girmeye karar verdiler. Bunun üzerine, British Airways yiyecek-içecek işini başkasına vererek bu yükten kurtulduğunu düşünürken tamamen işgücüyle ilgili bir sorunla karşılaştığını gördü. Bu aynı zamanda British Airways’i de bir sorunu oldu ve işgücünü tamamen anlamamış olduğu da ortaya çıktı. Biraz da şimdi bulunduğumuz noktaya ve finansal krizin bizi nerelere sürükleyeceğine bakalım. Herkes küreselleşmenin sonu olacağını düşünmeye başladı. Bununla ilgili tartışmalarımız oldu, birtakım yazılar okuduk. Bizim haber servisimiz küreselleşmenin bitişi üzerine bir haber yazmamı istediler. Bunun nedeni, salgın hastalık sorununun ortaya çıkacağını, 11 Eylül sonrası güvenlik önlemleri veya Irak savaşı ya da petrol fiyatları ve gıda fiyatları krizi olacağını ve bunlardan bir tanesinin küreselleşmen sonunu getireceğini düşünüyorlardı. Sonuçta bunların hiçbiri olmadı. Tedarik tarafı belki biraz etkilendi ve belli birtakım engellerle karşılaştılar ama küresel tedarik sisteminin dijitalleşmesi, oluşturulan bazı sistemler ve küresel nakliyat sistemi sayesinde o kadar da etkilenmedi. Bunu yapan tabii ki sadece tedarik tarafı değildi. Ekonomik durgunluğun kendisi ve talebin düşmesi en olumsuz etkiyi yarattı. 2008-2009 arasında yaşananlara bakarak ben bile acaba küreselleşmenin sonu mu geldi diye yazılar yazmaya başladım. Özellikle Amerika’dan ve Avrupa’dan gelen talep neredeyse tabana vurmuştu. Burası Singapur ve 2009’da çekilmiş bir resim (Resim 3). Küresel iş dünyası inzivaya mı çekiliyor? Bu gemiler her biri, bir konteynır gemisi ve hepsi boş. Singapur açıklarında aylarca bekliyorlar. Bunlara hayalet filosu adı takıldı. Bu gemiler bir yıl öncesine kadar bütün dünyayı vızır vızır dolaşırken böyle kaldılar. Bu resme baktığımız zaman galiba küreselleşmenin sonu geldi, küresel ticaret sistemi bir daha hiç toparlanmayacak diye düşünmedim de değil. Spesifik yapısal ve tedarik tarafıyla ilgili sorunlar da yaşadık. Özellikle ticaret finansmanıyla ilgili olanlar bunu bilecektir. Bu da bir sorundu fakat burada en büyük sorun talebin azalmasıydı. Ancak küresel ortamlar toparlanmaya başladığı zaman küresel ticarette de uyanma başladı. Bu, bütün mallara dair bir ticaret çizgisi (Resim 4). Tablo 1: Mevsimlere göre değişen Dünya emtia ticaret hacmi, Üç aylık hareket seviyesi ortalaması, 2000=100 Netherlands Bureau for Economic Policy Analysis 8 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 2009’un sonuna kadar devam ediyor fakat daha sonra bir iniş oluyor ve ardından toparlanma başlıyor. Kaybettiğimiz dengeyi henüz kazanmadık fakat görüyoruz ki firmaların karşı karşıya olduğu en büyük sorun, talep sorunu. Talep düştüğü zaman tedarik zinciri etkileniyor ama talep toparlanır toparlanmaz tedarik zinciri de işlemeye başlıyor. Bu sistem hala bu şekilde işliyor. Kimse internetin buluşunu iptal edemez, yani bizi şu ana getiren unsurları birdenbire yok edemeyiz. Konuşmamın son bölümünde firmaların finansal krize yanıt vermek için neler yaptıklarından bahsetmek istiyorum. Aslında firmaların büyük bir çoğunluğu beklediğimiz şeyleri yaptılar. Maliyetleri azalttılar, iç piyasalarına yoğunlaştılar – daha önceki durgunluklardaki gibi. Genişleme planlarını durdurdular ki özellikle otomotiv endüstrisinde bunu gördük. Örneğin Toyota, bir sene içerisinde rekor karlardan rekor zararlara düştü. Fakat bunun ötesine bakabilen yani işlerin iyileşeceğini düşünen firmalar çok da kötü bir duruma düşmediler. Özellikle de gelişmekte olan piyasalarda faaliyet gösterenler, mesela Hindistan ve Çin’deki firmalar, krizden çok da fazla etkilenmediler, çünkü kaldıraç finansmanına bağlı değillerdi, daha sağlam bir finansmanları vardı. Mesela Tata Motors, Jaguarı ve Land Rover’ı da Ford’dan satın aldı. O dönemde bu oldukça büyük bir risk gibi görünüyordu. Küresel durgunluğun ortasında bir lüks markayı satın almaları çok da anlamlı görünmüyordu ama daha sonra bunun çok başarılı bir hareket olduğu ortaya çıktı. Bu alım, büyümeye ve karlı olmaya devam etmesini sağladı ve finansal krizden de daha başarılı bir şekilde çıkabildiler. Finansman, insan kaynakları, rekabet ve talep konularında yeni dünya nasıl bir dünya olacak? Finansman iki sene önce, dünyanın sonunun geldiğini düşündüğümüz bir alandı. Belki birtakım sorunlar yaşayacağız ama dünyanın sonu da gelmemiş diye düşünüyoruz şimdi. Brezilya, Hindistan, Çin ve Türkiye gibi ülkelerdeki firmaların durumu farklı çünkü daha geleneksel davranan bankaların olduğu ülkeler bunlar. Tabii ki bankacılık alanındaki düzenlemeler de burada çok büyük fayda sağladı. Sonuç itibariyle, geriye doğru baktığımızda alınan önlemlerin etkili olduğunu görüyoruz. Firmaların eskisine nazaran daha fazla nakit bulundurması gerekecek, daha fazla belirsizlikle mücadele etmeleri gerekecek ama herkes nakitle çalışacak, kimse kredi alamaz vs gibi korkular bir yere kadar doğru belki ama gerçeği çok da yansıtmıyor. Bu, son durumu gösteren bir tablo, burada Amerikan firmalarını görüyoruz (Resim 5). Firmalar para mı istifliyor? Diğer finansal varlıklarına kıyasla ellerinde ne kadar nakit olduğunu görüyoruz. Son dönemde nakit bulundurmada bir artış var. Daha uzun vadeli baktığımızda, eski trende dönüyor gibi görünüyor. Artık riske çok daha duyarlı bir hale geliyoruz. Bankalar ve firmalar sermaye bulundurmalı ve herkesin tamponu daha fazla olmalı diye düşünüyorduk belki ama şu anda normal düzeyler, 2000 öncesindeki değerlere daha yakın duruyor. İnsan kaynakları alanına baktığımızda, buradaki ilginç noktalardan bir tanesi, işgücü çok daha esnek bir hale geliyor. Türkiye için çok geçerli mi bilmiyorum ama özellikle 9 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 Amerika ve İngiltere için bunu söylemek mümkün. İşsizlik oranları arttı belki ama Amerika ve İngiltere’de diğer Batı Avrupa ülkelerinden daha düşük oranda arttı, çünkü çalışanlar artık çalışma saatlerinde ve ücretlerindeki kesintilere daha ılımlı bakıyorlar. İşgücüne, “%10’unuzu iten mi çıkaralım yoksa maaşınızı %10 oranında azaltalım mı?” diye sorduğunuz zaman eskiden “%10 işten çıkarılsın, diğerlerin ücreti aynı kalsın” diyorlardı, sendikalar hep bunu işliyordu. Artık bu kesinlikle olmuyor. Daha önce de söylediğim gibi rekabet yok olmadı, tabii ki var. Gelişmekte olan ülkeler, özellikle durgunluk sırasında durumu iyi olan ülkeler arasındaki rekabet çok kuvvetli. Sadece ürün piyasası değil, mesela Tata Motors Jaguar’ı ve Land Rover’ı satın alması - ondan daha önce Lanova gibi Çin firmaları IBM’in bilgisayar tarafını satın aldılar – böyle markalar için büyük br rekabet olduğu anlamına geliyor, gelişmekte olan firmalar bu tür markalara bakıyorlar. Bir piyasaya girmenin yolu bir markayı almak şeklinde olabilir. Küresel durgunluk sırasında böyle bir fırsat penceresi açıldı ama bunun yavaş yavaş ortadan kalktığını görüyorum. Fakat bu piyasadaki tüketiciler, artık yeni markalara daha sıcak bakıyorlar. Geçmişte, yeni bir markanın oluşturulmasının, özellikle de gelişmekte olan bir piyasadan gelen bir markanın kaliteyle özdeşleştirilmesinin çok zor olduğu söylenirdi ama bunun yavaş yavaş değiştiğini görüyoruz. Tata, Land Rover ve Jaguar’ı almanın yanı sıra kendi markaları altında da ürün satıyorlar. Mesela Tata’nın elektrikli otomobili Indica biraz gecikmeyle de olsa geçen sene piyasaya çıktı. Herkes Tata’nın Hintli bir firma olduğunu biliyor, bunu saklamıyorlar ve bunu bir Hindistan markası olarak üretiyorlar, piyasaya sürüyorlar ve Batı Avrupa’da satmaktan hiçbir şekilde kaçınmıyorlar. Mesela Türkiye’den Beko markası Batı piyasalarında inanılmaz bir yer tuttu; biraz zaman aldı belki ama çok başarılı bir marka oldu. Son olarak, talepteki değişikliklere değinmek istiyorum. Yıldan yıla büyük düşüşler ve farklılıklar var. Doğu Asya ülkeleri, tabii Çin’in etkisini çok çabuk hissediyorlar. Emtia üreticileri ve ihracatçıları, talepte bir kayma olduğu zaman bunu en çabuk fark edenler oluyor. Son birkaç sene içerisinde talepte yaşanan bu dalgalanmalar hakikaten inanılmaz. Mesela geçen sene Brezilya’nın Çin’e toplam ihracatı %23 oranında arttı. Aynı dönemde Amerika’ya ihracatı da %49 oranında düştü. Bu ticaret ilişkileri ve bu belirsizlikler tabii ki dünyayı etkiliyor. Amerika eskiden 80 yıl boyunca Brezilya’nın en büyük ticaret ortağıydı ama talepteki bu farklılıklar sebebiyle onun yerini Çin aldı. Brezilya’nın Çin’e ithalatı genel olarak demir cevheri, soya fasulyesi vs ama Brezilya’nın Amerika’ya sattığı ürünlerse daha çok imalat ürünleri e bunda bir düşüş yaşandığını söylemiştik. Biraz önce söylemeyi unuttum, ayakkabılarım da Brezilya’da üretilmiş; Amerika’da oturuyor ve Brezilya’da üretilmiş bir ayakkabı giyiyorum. Durgunluğun en belirgin sonucu talepteki bu farklılık. Türkiye’nin önemli pazarlarından bir Batı Avrupa iken şimdi Ortadoğu’ya, Doğu Avrupa’ya hatta doğu Asya’ya doğru da kayıyor. Sanıyorum Türkiye’nin şu anda Suriye ve İran’a yaptığı ihracat, Amerika’ya yaptığı ihracattan daha fazla. Aşağı yukarı 1,5 milyar tüketici, Türkiye’de ihracat yapabileceği bölge içerisinde yer alıyor. Bu kaymalar elbette son derece önemli. Ortadoğu’dan kaynaklanan talep muhtemelen petrol fiyatlarına bağlı olarak, siyasi istikrara göre değişecek. Dubai gibi ülkelerin ekonomisinde de dalgalanma olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla talebin nereden geleceğini bilemiyoruz ama her zaman buna hazırlıklı olmamız gerekiyor. Krizde bile, tedarik zincirinin sadeleştirilmesi yaklaşımımız yavaş yavaş değişiyor. Büyük bir 10 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 trend kayması var ama gelişmekte olan bir ülkenin firması olmak için doğru bir zaman diyebilirim. Hakikaten duygularda değişiklik var. Bugün toplantılara gittiğiniz zaman, insanlar hakikaten ekonomik gelişmeden bahsediyor, gelişmekte olan piyasalarda neler olduğunu soruyorlar. Bu şartlar, bu ülkelerde belki çok kolay değil ama gerçekten de şu an, gelişmekte olan bir ülkenin firması olmak için en doğru zaman. Doğru bir stratejiyle ve esnek olma istekliliğiyle, Türkiye gibi ülkelerden gelen firmalar, kaçınılmaz olarak başarılı olmaya devam edecekler. Mesela Finlandiya’da lastik çizme üreten bir firmanın en büyük cep telefonu üreticisi olması şaşırtıcı değil. Bu şekilde odaklanarak ve değişime hazırlanarak bunu mümkün kıldılar. SORU: Bizim avantajlarımız ne kadar süre daha Çin’e karşı dayanmamıza destek olacak? Çin’in zayıf noktaları nelerdir? ALAN BEATTIE: Güzel bir soru. Çin ile mücadele etmek gerçekten karmaşık bir konu, çünkü ülkeler kendi içlerinde yavaş yavaş her halükarda daha demokratikleşmeye başlıyorlar, her şeyi kendi aralarında tartışıyorlar, konuşuyorlar. Çin’in içerisinde de çok büyük bir tartışma ortamı var; kapalı kapılar ardında ve farklı gruplar içerisinde yapılıyor ama çok hararetli tartışmalar oluyor. Çin para birimiyle ilgili çok sıcak tartışmalar var. Biz gazeteciler olarak makalelerimizde bunlara sıkça değiniyoruz. Çin, dünya ekonomisine verdiği zararın farkında ve sonuçta döviz kuruyla oynayarak kendi ekonomisinin de dengesinin bozduğunu biliyor. Bunu Çin’deki bazı gruplar desteklerken bazısı desteklemiyor. Çin Merkez Bankası buna inanıyor, Çin para biriminin değerini her artırdıklarında kendi ekonomilerinin dengesini kurduklarını iddia ediyorlar. Bence bunun farklı açılardan ele alınması gerekiyor. Farklı açılardan yaklaşılması Çin’in işine yarayacaktır ve Çin kendi kazandığı parayı kendi harcayabilecek, sağlık ve eğitim sistemlerini düzeltebilecek ve dünya ekonomisinin geleceği için de iyi olacak, çünkü döviz kuru şu anda Amerika’da ve Çin’de gerilim yaratıyor. Ben iyimser olduğumu, her şeyin yoluna gireceğine inandığımı söylemiştim ama Amerika ve Çin arasındaki korumacılık konusunda çok iyimser olamıyorum. Tam ticaret sistemi toparlanmışken, tam daha az devlet müdahalesi varken bunların tekrar geri gelmeye başladığını görüyoruz. Amerika ve Çin arasındaki bu ihtilafın giderilmesi gerekiyor. Çin Merkez Bankası, aslında bunları biliyor ve genellikle de bir çözüm bulmaya çalışıyorlar ve kendi ihracatçılarını çok fazla sübvanse etmemeleri gerektiğinin de farkındalar ama Çin hükümetindeki diğer yetkililerle, mesela Ticaret Bakanlığı ile konuştuğunuz zaman, ihracatçılarla çok yakın olduklarını ve konuya bu açıdan bakmadıklarını görüyorsunuz. Çin ihracatını artırmakta ısrarlılar. Çin’de bu kurumların hangisinin görüşünün ağır basacağını bilemiyoruz çünkü gerçekten de şeffaf değiller. Bir tarafta Ticaret Bakanlığı, Merkez Bankası var, bir tarafta da Komünist Parti var. Bu da çok gizli aslında. Uluslar arası ekonomik diplomasisini izliyor musunuz bilmiyorum ve izlemenizi de çok tavsiye etmiyorum ama burada şöyle bir şey görüyorsunuz: Güney Kore’de G-20’de bu konular konuşuldu, para birimlerinin durumu, döviz kurlarının durumu konuşuldu ve son ana kadar herkes nefesini tutup Çin’in her konuda ne diyeceğini, son dakikada kararının ne olacağını bekliyor. Çin’in zayıf noktalarını gidermesi ne kadar zaman alacak, ne zaman toparlanacak? Çin’in kendini toparlaması tabii ki çok önemli. Bu, Çin’in kendi sistemi içerisinde devam eden bir ihtilaf ve bu ihtilaf ne kadar zamanda çözüleceğini kimse bilemiyor. Ben şahsen şöyle bir tahminde bulunabilirim: Çin, bu yavaş reforma devam edecek ve yavaş yavaş bu şekilde devam 11 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 edemeyeceğini, ucuz üretilmiş ihracat ürünleriyle devam edemeyeceğini anlayacak ama bu çok hızlı olmayacak ve Amerika dahil herkesin istediğinin daha altında bir hızda olacak. global ekonominin iyileşmesini de yavaşlatacak bir hızda olacak. İyi bir benzetme olur mu bilemiyorum ama bir zamanlar birisi bana şöyle bir şey demişti: “Çin sistemi, Bush yönetimine ve George Bush zamanındaki Beyaz Saray’a benzetilebilir. Hiçbir kavga gürültü görmezdiniz, birdenbire bir istifa görürdünüz ya da pencereden birisi atlardı.” Böyle bir karşılaştırma yapıldı. Bu durumu Osmanlı İmparatorluğu’nun Topkapı Sarayı’na da benzeten oldu. dışarıdan hiçbir şey görmezdiniz, birdenbire büyük bir gelişme olurdu, büyük bir adım atılırdı ama bundan önce büyük bir sessizlik olurdu. Çin’de de benzer bir durum var. Memnun değiller, aslında bir sorun olduğunu biliyorlar ama çok yavaş ilerliyorlar. SORU: Almanya’nın avrodan vazgeçebilme olasılığı konusunda ne düşünüyorsunuz? ALAN BEATTIE: Böyle bir şey olsa, tabii kabus gibi olur. Burada en öneli dinamik bence şu: Alman hükümeti ve Alman seçmenleri arasında bir sorun var. Avro ilk lanse edildiğinde Alman seçmenlere bu danışılmadı, danışılsaydı bence avro kabul edilmezdi, Almanya’nın böyle bir şeye ihtiyacı olmadığı gibi böyle bir istek de yoktu. Alman seçmenler, Avrupa Birliği’ne çok inanırlar ve Almanya ile Fransa’nın ittifakı AB’nin temel taşıdır ama böyle bir durum olduktan sonra seçmenler buna çok içerlediler ve ortaya çıkan durum da bu. Şimdi Almanya Başbakanı Merkel, avro projesinin geleceğinin tehdit altında olduğunu söylüyor ama bence ciddi değil. Avrodan vazgeçmek, bence hem ekonomik açıdan hem de siyasi açıdan bir felaket olur. Yapacaklarını sanmıyorum. En kötü ihtimal ki ben pek olasılık tanımıyorum, İrlanda ve Yunanistan gibi ülkeler kendi para birimlerine dönerler. Sıfırdan bir para birimine başlamak, çok zor bir şey. Para biriminizi bir başkasınınkiyle eşleştirmeye çalışmak, Türk Lirasının dolarla eşleşmesi ve daha sonra ondan ayrılmaya çalışılması çok sancılı olacaktır. Tamamen sıfırdan, hele hele yeni bir İrlanda ya da Yunan parası yaratmaksa daha da zordur. Çok büyük bir değişimdir. Örneğin eski Yugoslavya’dan çıkan ülkeler, ekonomik olarak öyle kötü durumdalar ki bunların bir tanesi kendi para birimini yaratmaya çalışsa, bütün borçları halen avro olacağı için sıkıntı çeker. Borçları avro olarak kalır ama ellerinde yeni paraları olur. Böyle bir durumda ne yapacaklar? Burada ilk önce avronun karşısında çok değer kaybederler, borçları katlanır ve o borcun altından kalkamazlar. Bu zayıf para birimiyle hiçbir şekilde rekabet edemezsiniz, çok büyük bir felaket olur. Bence bütün ülkeler bundan kaçınmak için çok çalışacaktır. Avronun bir şekilde kaldırılacağını düşünmüyorum ama büyük bir çekişme olabilir. Merkel gibi liderler, tek bir para birimi istiyorsanız ortak bir mali merkezinin, bir vergi merkezinin olması gerektiğini fark edecekler. Bir de Almanya’daki vergi mükelleflerinin tereddütlerini anlamak gerek. Son 11 yıldır bu sürece katılmamanın acısını yaşıyorlar. Almanya’da işler böyle, Avrupa’da işler böyle yürüyor. Bence bu şekilde devam eder, bir şey de yapılmaz, Avrupa’da genel eğilim hep budur. Konuşulur konuşulur, pek bir şey olmaz. Türkiye’ye – Avrupalılar ben bunu söyleyince kızıyorlar – IMF, AB gibi dış etkenler son 5-10 yıldır, kendi derdine düşmüş durumda. Türkiye’de AB’ye girmeye çalışıyor ama aslında ben Türkiye’nin AB’ye girmek istemesi için bir sebep bulamıyorum. Bence Yunanistan, AB Türkiye’ye katılsın. İstanbul’daki popülaritem açısından biraz reklam yapmış gibi oldum ama genelde buna çok inanıyorum. AB, bildiğiniz gibi ticaret ve ekonomi birliği olarak başlamıştı, bunun hatırlanması lazım. Ben bu konuda iyimserim. İşler ne kadar kötüleşirse 12 İSO 9. Sanayi Kongresi Alan Beattie Konuşma Notları, 8 Aralık 2010 kötüleşsin, AB Türkiye gibi coğrafi, ekonomik ve siyasi açıdan önemli bir ülkeyi harcayamaz, hiçbir şekilde Türkiye’den vazgeçemez. Çin olsa, neyse. Sizin yapabileceğiniz en iyi şey, AB’ye bakmak, oradaki taleplerin ne olabileceğini ekonomik açıdan tahmin etmeye çalışmak, ondan sonra da kendi hallerine bırakmaktır. 13