Dergi Ekibi Katkıda Bulunanlar İletişim BU Ahvâlimiz
Transkript
Dergi Ekibi Katkıda Bulunanlar İletişim BU Ahvâlimiz
Dergi Ekibi Ayşe Sena Çelik Esmanur Yılmaz Hande Yıldırım Hatice Büşra Özkan Hilâl Demircan Mustafa Runyun Nadire Harputluoğlu Nâgehan Elif Akyağ Nur Hilâl Uzun Selim Yaman Şeyma Özel Katkıda Bulunanlar Beyzanur Yaşaroğlu Emin Şahin Hüseyin Emre Sayıcı Mert Nacakgediği Nevra Ünaldı Selvanur Yazıcı Sezgin Sena Çiftçi Sümeyra Altınok Ümran Gülbin Sarı İletişim E-mail: ahvaldergisi@gmail.com Facebook: facebook.com/ahvaldergisisayfasi Twitter: @ahvaldergisi BU Ahvâlimiz Nerede Kalmıştık? 2 Şeyma Gül Durmuş Neden Lokal? 3 Selim Yaman Zaman Geçer Boğaziçi’ne Mescid Açılır Mı? 4 Mustafa Runyun Bir Mescidin Anatomisi 6 Selim Yaman Boğaziçi’nde Bir Mescid Mücadelesi 7 Emin Şahin 8 Nâgehan Elif Akyağ & Seden Nadire Harputluoğlu Güney’den Kuzey’e Kaç Vakit? #BoğaziçineMescid 13 14 Ayşe Sena Çelik & Şeyma Özel 16 Ayşegül Özdoğan 17 El Müstear Daima & Dabilspeys ÖTK ile Prayer Room Boğaziçi’ne İlk Bakış Lifespan of a Boğaziçili 18 Hande Yıldırım “Boğaziçi ‘Yalılar’ı” 19 Hatice Büşra Özkan Bana Bunlarla Gelme 19 Nâgehan Elif Akyağ 20 Ömer Faruk Koç Kuzey Son Çıkış Üretmek 21 Seçkin Azınlık Olmak Ya Da Olmamak Bir Seçenek Daha Var mı? 22 Seden Nadire Harputluoğlu 25 “The Artworks” Kim Kimdir? Ahvâl ~ 1 NEREDE KALMIŞTIK? Şeyma Gül Durmuş “Nerede kalmıştık?” der, manidar bir şekilde her dersin başında Tahsin Hoca1. Bunca okuma, yazma, araştırmanın ardındaki asıl meselenin nerede olduğumuzu anlayabilmek olduğunu bu soruyla bir kere daha anlarız biz de. Nerede olduğunu bilmeyen, nasıl ilerler? Kendi tecrübemden yola çıkarak söyleyeyim: Ait hissettikleri yeri buldukları zaman. O yerin okulda neye tekabül ettiğini anlamanın gerek-şartı budur ama yeter-şartı, bence, değildir. Hâlâ, okulda kimliğini yaşayabileceğimiz mümkün sınırları bilemeyiz bu aidiyetle, sadece onu yaşarız. Neyi yaparken tereddüt ederiz biz -ben ve aynı Bu Batılı dünyanın Doğulusu olarak gözünü aidiyeti hissettiğimiz diğerleri-, neyi yapmak akaçan pek çok Müslüman, içine doğduğu bu yer- lımızın ucuna bile gelemez; bunları bulamayız. den (içine düştüğü bu durum mu demeli?) memnun olmayarak anlamaya çalışıyor bir şeyi: Nereİşte tam da burada bu yazı kendi varlığını deyiz, biz gerçekten hep burada mıydık, bizden meşrulaştırıyor, bu dergi ve benzerlerindeki yaönce ne oldu(da buraya doğduk)? Velhâsıl, bu- zılarla kaydedilen ahvâlimizin nerede olduğumulunduğu yerin, içinde yaşadığı dünyanın neresine zu anlamadaki önemli rolüne işaret ederek. Bunu düştüğünü anlamaya çalışan bir topluluğun Bo- söylerken bu dergideki yazıların amacını tayin ğaziçi Üniversitesi’ndeki bir parçasıyız, en niha- etmek gibi bir çabam tabii ki yok, amacım sadeyetinde. Bu arayışı, çabayı çoğu zaman okuldaki ce burada kaydedilenin, bugün ve ileride, nerede derslerde hakim Avrupamerkezci paradigmayla olduğunu anlamaya çalışan diğerlerimizin faysunulan her şeyi sorgulayarak, adetâ her söylene- dalanabileceği bir dönemini fotoğraflama olmani söylem analizine tutarak, bu söylemlerle çerçesı bakımından, farklı bir anlam taşıyabileceğini, velenmiş dünya anlayışına direnerek sürdürmeye bu açıdan da dikkate alınması gerektiğini ifade çalışıyoruz. Yerimizi ve dolayısıyla geçmişimizi etmek. Okulumuzda, yanlış hatırlamıyorsam böyle arıyoruz, bu çerçevede anlamlandırmaya 2013‘te, gelecekte açılması için insanlar bir şeyçalışıyoruz ya da ben böyle olduğunu varsaydıler saklamışlardı; zaman kapsülü mü demişlerdi ğım bir kitleye yazıyorum; kabullenimlerimi maadına, emin değilim. Ben ilk duyduğumda biraz zur görün. yadırgayıp gülmüştüm: Ne anlamı olabilirdi ki şimdi bunun kapsülü açacaklar için? Ama daha Peki biz, öncelikle, var olduğumuz yerelin -Bosonra farkettim ki, mesele bir şeylerin muhafaza ğaziçi Üniversitesi’nin- neresindeyiz? Bu soruyu edilmesinden ziyade, diğerlerine neyin saklanmasoruyorum çünkü bu sorunun cevabı olmadan ilya değer bulunduğunu göstermek. Şimdi ben de kinin cevabını bulmak, hatta sorabilmek olası değil. Hangi üniversiteye gideceğimin belli olduğu bu dergiler gibi çabaları, o zaman kapsülüyle bir günden beri, kendini İslâm’a nispetle tanımlayan- tutuyorum biraz: Neyin yazmanın konusu edildiların okuldaki yeri hakkında kaygılandım. Hazır- ği okunduğunda, aynı soruyu (Nerede kalmıştık?) lık yılım, “Kimliğim diye gördüğüm şeyin hangi soranların varlığını göstererek, cevabı hakkında kısmınlarını görünür kılabilirim, hangilerini kıla- ipucu verebilecek bir kapsül. mam?”, “Hangi bölümü hakkında konuşabilirim, hangisi hakkında konuşamam?”, “Kendisine uygun davranacağım o konumum nedir okuldaki?” sorularıyla geçti. Bütün hazırlık öğrencileri okulda kendini konumlandırmaya çalışır, bütün hazırlık öğrencileri bu soruları sorar. Peki cevabı ne zaman bulur? 1 Tahsin Görgün Ahvâl ~ 2 NEDEN LOKAL? Selim Yaman “Yazacak yazı kalmadı.”, enter. İnternette bu temada bile pek çok yazı buldum, galiba haklılar. Ne ironi ama. Ne zaman ki yazı icat olundu, (çok genişten mi aldım?) ya da öyle demeyelim, yazıların ulaşılabilirliği arttı; o zaman asırlardır kendimizi tekrar edip durduğumuzu fark ettik. Halbuki yazıya ulaşmak bu kadar mümkün değilken, “Bunu ilk defa ben düşünüyorum ve yazıyorum.” diyebiliyordu insan, şimdiyse öyle bir lüksümuz kalmadı. Biz –insanoğlu-, kümülatif ilerlemeyi pek beceremiyoruz galiba. Daha çok tekrar üzerine tekrar ediyoruz. Mesela, İstanbul’un sık ve bunaltıcı apartmanlarına dair birbirinden yaratıcı yüzlerce küfür savruldu. Mesela, hayatın artık ne kadar hızlı aktığına ya da otobüste kulaklığını takıp mevcut ortamdan izole olmuş mekanik hayata dair ciddi-gayriciddi, kaliteli-kalitesiz onlarca dilde, yüzlerce yazı yazıldı. Bir dergiyi elime aldığımda, bir gazetenin köşe yazılarını açtığımda birbirine yakın tonlarda aynı konularda bir sürü yazı... Sanki biri çıkmış da yüz farklı isimle “Sistem İçinde Örselenmiş Gençliğin Dramı”nı hikâye etmiş. Bir başka yön: Üniversite, mikro planda bizim mücadele alanlarımızdan biri. Bu üniversitede başörtüsü sıkıntıları vardı, öğrenciler ayaklanıp sınav salonuna girmek isteyince okul izin vermek zorunda kaldı. 2009’dan beri farklı tonlarda farklı kişilerce mescid süreçleri yürütüldü. Cuma namazı ile Proficiency sınavı çakıştı, çözüm arandı. Hatta büyük vakıaları geçtim, bir sosyoloji dersinde İslâm’a küfreden bir hocaya bir Müslümanın cevap vermeye çalışması da bizim meselimiz. Hâsılı, üniversite dahilinde, ufacık gördüğümüz problemlerde bile Müslümanca bir çizgi izlemenin derdinde olmak gerek. Soru şu: Peki nasıl? Orası da tek bir cevabın olmadığı kısım. Allah’a emanet. Artık merakım kalmadı bunlara. Gözlerim, daha önce okumadığım yazıları arıyor. Bebek’e inen yeşil yoldan, Kuzey Kantin’in kötü çayından, kütüphaneyi eşyalarıyla günlerce işgal edenlerden, Starbucks eyleminden, mescid meselesinden konuşuyoruz mütemadiyen. Peki neden yazmıyoruz? Cevabını buldum sanırım: “Yazı ciddi bir iş, o kısım dünyayı kurtardığımız bölüm.” İyi de, yazıda yerel olanı aşmak neden gereksin? Neden illâ AKP ya da IŞİD ya da Syrzia1 hakkında bir analiz yapmak zorundayım? Madem günlük meselelerde makro olana ihanet ediyoruz, tutarlı olup yazıda da ihanet edelim, derim. “Lokal”i unutmamak lazım. 1 Bu sefer nasıl yazıldığına bakmadan yazdım. Ahvâl ~ 3 ZAMAN GEÇER BOĞAZİÇİ’NE MESCİD AÇILIR MI? Mustafa Runyun Boğaziçi Üniversitesi Anglo-Sakson liberalliği ile içerisinde her rengi barındırma iddiasını sürdürürken, bu özgürlükçü ve transparan ortamın mütemadiyen gizlediği örtük bir gerçeklik okulun kılcal damarlarında yaşamaya devam ediyor. Herkesin bilmesine rağmen sorunca dahi söylenmeyen bu durum, bize “hayvanat bahçesi” gerçekliğini bir mozaik alegorisi olarak sunmakta uzun zamandır direniyor. Bu gerçekliğin kendisinin ötesinde, hümanist bir üst anlatı ile gizlenen okulun temellerine işlemiş bir zihniyet, var olan bütün ideolojileri kendi yararına kullanarak birçok zümreyi “öteki” olarak konumlandırıyor ve onları birçok açıdan “mekânın istenmeyeni” hâline getiriyor. Bundan -maalesef- en çok nasibini alan da kendilerini Müslüman olarak tanımlayan öğrenciler. Yani hayatlarında Müslümanlığı bir kimlik olarak benimseyen insanlar… Özellikle dil barajının kaldırılmasından sonra, 1980’lerden bu yana, Boğaziçi Üniversitesi’ne katlanarak artan sayılarla gelen Müslümanlar, yaklaşık 30 senedir boş bir göstergeden öteye gitmeye muktedir olamayan bir “insan hakları” söyleminin ötesine geçip mescid taleplerini dillendiremiyor ve alanda kendince var olmak hakkını ne okul yönetiminden ne de hâkim söylem havuzundan alamıyorlar. Mescid meselesinde gelinen noktayı görmek için yaşanan süreci doğru bir şekilde okumak ve anlamak oldukça mühim. Bu sebeple, bu meseleye dair 90’lar, 2000’lerin başı, 2009 ve 2012 olmak üzere dört temel kırılmadan bahsetmek mümkün: 1990’lar, karışık yıllar. Pek çok açıdan ötekine gözlerin kapatıldığı, bununla birlikte diğerinin varlığının kabul edilmediği bir dönem. Bu dönemde Boğaziçi’ndeki Müslümanlar yaşadıkları kamusalda kendilerini var edebilmek amacıyla pek çok faaliyette bulunuyorlar. Bunlardan en önemlisi ise mescid talebi. Belki bunu sadece mescid talebi ile sınırlandırmak da doğru olmayacaktır çünkü o dönemde Boğaziçi yurtlarında bile öğrencilerin namaz kılmalarından rahatsız olunuyor ve yurtlarda namaz kılanlar “düzeni bozmak”, “terörizm” gibi ithamlarla suçlanıyorlardı. Bu dönemde, görüşleri sebebiyle okuldan atılan pek çok Müslüman öğrencinin olduğunu biliyoruz. Müslümanlar için yeterince zor olan bu dönem 28 Şubat post-modern darbesiyle sonlandı ve biterken Müslümanlara çok daha büyük bir darbe indirdi. Türkiye’nin içine düştüğü bu konjonktürden hayli etkilenen Boğaziçili Müslümanların mescid talepleri bir müddet daha rafa kaldırıldı. 2000’lere gelindiğinde ise eskiye nazaran bir rahatlık ortamı oluşmuş gibi görünüyordu. “Özgürlük” kelimesi sanırım buraya uygun olmayacaktır zira Boğaziçi her zaman var olan egemen tarafından “özgür” olarak lanse edilmiştir. Ahvâl ~ 4 Lâkin 90’lar geride bırakıldığında bile, 28 Şubat’ın etkileri Türkiye’den henüz tam olarak silinememişti. İdeolojik baskılar hafiflemeden devam ediyordu. Eski rektör Kadri Özçaldıran zamanında had safhaya ulaşan “başörtüsü meselesi” de Boğaziçili Müslümanların varoluşlarına kast eden daha ileri bir adım olmuştur. Kadri Özçaldıran’ın rektörlük süresinin bitmesi ve İslâmcılığın Türkiye’de artık “göz ardı edilemez” bir fenomen hâline gelmesi ile birlikte, Boğaziçi’ndeki Müslüman öğrenciler bir süredir dillendiremedikleri mescid taleplerini tekrar gün yüzüne çıkardılar. 2009 ve 2012 yılındaki mescid talepleri, yıllardır mücadelesi verilen bu sürecin en önemli sac ayaklarından ikisini oluşturuyor. Bunlar, okula mescidin açılmasındaki en ileri ve kuvvetli aşamalar olmasına ve bu taleplerin kamuoyu tarafından desteklenmesine rağmen, hâkim zihniyet okula mescidin açılmaması konusunda direndi ve başarılı oldu. Özellikle 2009’daki hareket, öncesine göre oldukça organize olmasına rağmen mescidin açılamaması, Müslümanlar için var olan umutların kırılmasına sebep oldu. Legal ve formel yollarla taleplerin gerçekleştirilebileceğine dair inanç azaldı. 2012 yılına gelindiğinde ise, hanımlar tarafından başlatılan, bir kısım Müslümanın desteklediği, diğer bir kısmın ise haksız olarak nitelendirilemeyecek sebeplerle karşı çıktığı bir mescid süreci yaşandı. Bu ise, sosyal medyadan kamuoyuna, yasal yollardan eylemlere kadar her türlü kaynağın belki de olabilecek en etkili şekilde kullanıldığı bir süreçti. Mücadele boyunca, Twitter’da bir gecede trending topic olundu; hareket farklı cenahlardan pek çok gazeteci ve entelektüel tarafından ilgi gördü ve destek buldu. Bütün bunlara rağmen, okul yönetimi ile bir uzlaşma sağlanamadı. Uzayan süreçle ve Müslüman kesimlerden gelen muhalefetlerle birlikte mescidin açılmasına dair tartışmalar okuldaki Müslümanlar arasında artmaya başladı. Sonuç olarak, amaca bir kez daha ulaşılamadı ve Müslümanlar mescid taleplerinden büyük ölçüde vazgeçtiler -en azından zahiren bir mücadele tekrar yaşanmadı. Elbette şunu belirtmekte fayda var: Çıkan tartışmalar ve ayrılıkların da ötesinde, 2012’de yaşanan mescid sürecinin kendi kendini bitirecek, kaçınılmaz bir teorik ve pratik alt yapısı vardı: Kendi söylemini “15 dakikadan az sürede Güney Kampüs’den Kuzey Kampüs’e çıkamamak, bu sebeple namazları kılamamak” üzerine kuran kampanya, okulun Kuzey-Güney Kampüsleri arasına koyduğu sürekli araçlar (ring seferler) sebebiyle teorik ve pratik zeminini kaybetti. . Bu açıdan, mescid sürecine girilen her dönemde mescidin epistemolojisine dair bir derinlik beklemek makul olmayabiliyor. Okulu ikna etmenin ötesinde, “Bu işi ne için yapıyoruz ?” sorusuna “Daha rahat namaz kılabilmek için.” cevabını veriyorsak okulun şartlarını zaten baştan kabul ederek, tartışmaya 1-0 yenik başlıyoruz demektir. 2012 yılındaki son mescid kampanyası başarılı olamamıştı belki ama o dönem hazırlık sınıfına gelen bir grup genç tarafından “YADYOK Mescidi” adı verilen ve ders aralarında namazlarını kılamayan hazırlık öğrencilerine pratik fayda sağlayacak bir çadır mescid, Güney YADYOK arka bahçesinde inşa edilmişti. İlk başta YADYOK görevlileri tarafından, “vandal ve çirkin” olarak lanse edilen bu mescid, verilen mücadeleden dolayı kurulduğu yerde kalmaya devam etti. Aynı yıl Kilyos-Sarıtepe Kampüsü’nde “prayer room” adı altında, Müslüman öğrencilere namaz kılabilecekleri bir oda tahsis edildi. Bu olaylar, sistemin bir müddet sonra kendi himayesinde ve kendi izninde bir alan tahsisinin muhtemel olabileceğine işaret etse de 2014 yılına kadar okulda bu meseleye dair herhangi bir hareketlilik olmadı. Mescid sürecine dair bu kadar şey söyledikten sonra, Sera Mescid ve Bahçıvan Emin Amca’dan bahsetmemek ayıpların en büyüğü olacaktır. 1990’lardan bu yana tek başına mücadele veren Emin Amca, kendi elleri ile, okuldaki personelin ve Güney Kampüs’te dersleri olan öğrencilerin namaz kılabilecekleri bir mekânı Güney Sera’da inşa etti. Kendisini bir tekke türbedârı olarak addedebileceğimiz, işini bir dava bilinci ile yapan Emin amcanın projesi bu eksikliği bir ölçüde giderdi. 2014 yılına gelindiğinde, yeni seçilen ÖTK’nın talebi ve egemen bilincin konjonktür değerlendirmesiyle bir “prayer room”un açılmasına karar verildi. Alınan değil verilen, mescid olarak değil seküler kamusal alan anlayışının bir uzantısı olarak tasarlanan bu alan pek çok eski tartışmanın hükmünün kalkmasına sebep oldu. Müslümanların bunca yıllık mücadeleleri bir anda kenara itilip bütün başarı ve zafer ÖTK’nın bir gayreti olarak lanse edildi. Müslümanların, hatta tüm insanların en doğal haklarından biri olan “seküler olmamak” isteği okul tarafından hegemonize edilerek, mescidin ontolojik varlığı basit bir bina tahsisi ile eş tutuldu. Sistem ve ÖTK için ise her şey yolundaydı fakat yukarıda da bahsedildiği gibi, okuldaki Müslümanların mescid talebi kamusalda kendileri olarak var olmak ile eş tutulmalıydı. Bu saiklerle hareket edilip edilmediği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte varılacak nokta çok da farklı değil. Benimse aslında dikkat çekmek istediğim yer, aslında, sürecin işleyişinin ve tarihinin ötesinde bir nokta. Muhtemelen bundan sonra mescid meselesine dair yeni bir mücadele mevzusu abes olacaktır. Bunun etrafında şekillenen hakların alınması ve verilmesi meselesi ile alanda var olmanın anlamı gibi fikrî tartışmaların odak noktasının oluşturan meselelerin tekrar gündeme gelmesi ise pek söz konusu değil. Durum böyleyken, geçmişte yapılan tartışmalar, “Mescid politik bir alan değildir ve pratik bir fayda esas alınarak inşa edilir. Okul yönetimi ve sistemin temsil ettiği yapıların izni olmaksızın bu okulda Müslümanlar bir şey yapamazlar.” diyenlerin lehine sonuçlanmıştır. Apolitizmin ve sinik failliğin her daim birbirine karıştırıldığı bu konjonktürde derûni mânâların bu kadar kenara itilmesi ve her şeyin pragmatik bir şekilde analize tabi tutulmasının bizi götüreceği nokta, artık Müslümanlık kimliğini seküler bir şey olarak görmek ve onun gerekliliklerini arka plana atmak olacaktır. İlk bakışta abartılı ve kötümser bir senaryo gibi de gelse, bulduğu her fırsatta kendi ötekiliğini içselleştiren ve ondan kurtulmak için “öteki olmayana” öykünen Müslümanların yeni bir tartışma zemini bulabilmek için okulda yeniden bir zemin inşa etmeleri gerekecek. Aksi takdirde mesele, bir “sistemle münakaşa” meselesinden ziyade “otantik kültürün korunmasına yardım”dan öteye geçemeyecektir. Son olarak, her ne kadar mescid kararı çıkmış olsa da 2014-2015 Bahar Dönemi’ne gelinmesine rağmen “prayer room” açılmadı. Bu durumun, geçmişte pek çok söz alan fakat buna rağmen ihanete uğrayıp yüzüstü bırakılan Müslümanları başka bir kanala bağlamak ve bu meseleyi içselleştirerek “prayer room”un açılmasını dört gözle bekler hâle getirmek için yönetim tarafından kurgulanmış başka bir plan olup olmadığı bize ancak kaderin gösterebileceği bir durum olacaktır. Ahvâl ~ 5 BİR MESCİDİN ANATOMİSİ Selim Yaman “Tüm inanç sahiplerinin, özgürlükleri gereği ibadetlerini yapabilecekleri bir ‘prayer room’un Güney’de açılmasını yönetim nezdinde savunduk. Girişimlerimiz sonucunda Üniversite Yönetim Kurulu kararıyla Güney’de bir ‘prayer room’ açılması talebi oy çokluğuyla kabul edildi. Yakın zamanda Güney Kampüs’te, ÖTK girişimiyle açılacak ‘prayer room’u göreceksiniz.” ÖTK resmi Twitter hesabı, 18 Aralık 2014 ÖTK yoktu, düşman çoktu; ÖTK geldi, düşmanı yendi; bu güzel mescidi, bizlere verdi. Güzel hikâye. Ya da yok, güzel demeyelim, basit. Evet evet, bu durumu en iyi ifade eden kelime bu: “basit”. Tamam, üniversite dinamik bir yapıya sahiptir, öğrencilerin uzun süreli hafızası yoktur, yirmi sene önce yaşanmış bir infiali kimse bilmez bile; kabul. Fakat amnesia da olmadık ya, son altı seneyi biliyoruz iyi kötü. Bir anda ÖTK’nın teklifi ÜYK gündemine geldi, değerlendirildi ve okul “Aa çok haklılar. Hemen bir prayer room açmalıyız, insanlar namazlarını kılabilsinler.” dedi, gibi bir hikâye anlatımı ziyadesiyle basit. ÖTK’nın başarılı retoriklerinin hiç payı yok mudur, elbet vardır ama oranına epey düşük diyebilirim. Ben; kendi zaviyemden, gördüklerim, işittiklerim ve okuduklarım doğrultusunda anlatayım bu hikâyeyi bir de: Bizim bildiğimiz tarihlerden, yani aynel-yakîn bilmesek de bir şekilde haberdar olabildiğimiz 2009’dan başlayalım mesela. Süreç daha öncesine, okulda ses çıkaran Müslüman nüfusun ilk artışlarına değin de götürülebilir muhakkak. Mescid taleplerinin ilk defa konuşulmaya başlanması on yıllar evveline götürür bizi fakat ilk kez görünür olup fark edilir hâle geldiğimiz vakitlerden başlayalım. Ne diyorduk, 2009. Başörtüsü yasağının kaldırılmasına yönelik oluşturulan eylemselliğin, sonraları ortaya çıkacak mescid mücadeleleri için de zemin hazırladığını söyleyebiliriz herhalde. Camiadaki -olumlu ya da olumsuz bir şekilde- hemen herkesin gündeminde olan mesele, Güney’e mescid açtırma fikri, okul yönetimine iletilir. İlk adım olarak, mescid ihtiyacının önemini gösterebilmek adına, hâlâ okuyan öğrenciler tarafından 870 mail atılır ilgili mercilere. Hem ÖTK üzerinden hem de ilgili kimselerden randevu alınarak doğrudan görüşmeler yapılır. Öğrencilerin problemlerini genel olarak umursamayan dönemin rektörünün tepkisi şaşırtmaz: “Görüşmeye bile gerek yok.” Resmî yollardan retler gelince, Natuk Birkan Binası Natukbaba’ya çevrilir. Artık orada da namaz kılınacaktır. En başlarda şaşkınlıktan olsa gerek, kimsecikler ses çıkarmaz fakat NB personeli sonradan, talimatlar doğrultusunda hanımlar mescidi olarak kullanılan masaları kaldırır, öğrencileri de orada namaz kılmamaları doğrultusunda ikaz etmeye başlar. Üniversitenin güzide Güney Kampüsü’nün pek modern(!) binalarının birinde, Natuk Birkan’da, namaz kılınacaktı, öyle mi? Öğrenciler namazlarını kılmaya devam ederler dönem bitinceye dek fakat okul yönetiminden çıt çıkmaz yine. Ahvâl ~ 6 Sonraki zamanlarda, istisnasız her sene, mail gruplarında ya da ikili sohbetlerde ana gündemlerimizden biri olmaya devam eder mescid meselesi. Kimi zaman Proficiency ile rast geldiği için kılınamayan Cumaların yanında bahsedilir, kimi zaman müstakil olarak ele alınıp kullanılan dil ya da mescid isteme gayelerimiz üzerine tartışmalar yapılır. 2011’e gelindiğinde ise Ege Üniversitesi’ne mescid açılması camiadan öğrencileri tekrar harekete geçirir. Bu sefer birikmiş tecrübeden de faydalanılır: Mescid verilmezdi, alınabilirdi ancak. Tavrını her fırsatta apaçık belirtmekten çekinmeyen bir üniversitenin bir anda insafa gelip mescid açmayacağı bilindiği için, tekrar yapılan görüşmelerden aynı şekilde ret alınınca moral bozukluğu oluşmadan hemen çalışmalara girişilir. Stantlar açılır, videolar hazırlanır, dilekçeler toplanır, Seyyar Mescid kurulur, sosyal medyadan kampanya başlatılır, haberler yapılır... Fakat ne kamuoyunun baskısı ne de toplanan 1355 dilekçe fayda eder; yönetim geri adım atmaz. Buraya kadar anlatılan kısım öğrencilerin çabalarını içeriyordu. İnşallah 2012 sürecini okuyacağınız için o kısmın detaylarına girmedim. Bir de personel boyutu var bu işin. Mütevazi Emin Amcamız yıllardır hem elinden geldiğince öğrencilere namaz kılabilmeleri için bir yerler ayarlamaya çalışıyor hem de rektörle birebir görüşüp mescid talebini iletiyor. Detayları röportaj üzerinden takip edilebilir. Allah ondan razı olsun. Bir de mevcut iktidarın getirdiği konjonktür itibarıyla, baskılar sonucu üniversite yönetimi “prayer room”u açmak zorunda kalmış olabilir, bunun payı nedir bilemem. Fakat öğrencilerden böyle güçlü bir talep olmasaydı konjonktür de fayda etmez, mescidin arzı absürt olurdu muhakkak. Hâsılıkelâm, üniversite yönetimi, zatında mündemiç addettiği liberal değerlerini bir anda hatırlayıp bu mescidi bizlere “bahşetmedi”. Açıkça “mescid/t” demeye bile cesareti olmayan yönetim kuruluna bu “lütfundan” dolayı minnettar olmayacağım. ÖTK’nın çabalarını değerli bulamıyorum çünkü yıllardır hem öğrencilerin hem personelin verdiği tüm bu uğraşlar görmezden geliniyor ÖTK’nın yaptığı resmî açıklamaya göre. Son söz niyetine: Ben mescid sürecini bir taraf tutarak anlattım, mescidin açılmasını savunan bir gözle. Mescid açtırma çabalarını eleştiren, mescidin Müslümanlar arasındaki konumunun yalnızca “ders arası beş dakikada namaz” şeklindeki bir ihtiyaca indirgenip merkezî konumunu kaybettiğini düşünen, özgürlükçü bir dille mescid talep edilmesinin Müslümanların mikro düzeyde bile zihnen nasıl liberal bir dönüşüm geçirdiğini savunan muhtelif argümanlar benim tam anlamıyla benimseyebildiğim argümanlar değil ancak soru işaretleri oluşturduğunu da inkar edemem. Net olan bir şey var ki, nasıl ki makro düzeyde, Müslümanlar olarak yeni bir söylemi/kurumu üzerinde yeterince tartışmadan benimsemeye başlamışsak, buna da alışacağız, bunu da sorgulamayacağız daha fazla. Tartışılacaksa “prayer room”u tartışmak için son demler şu vakitlerdir. Allah’a emanet. BOĞAZİÇİ’NDE BİR MESCİD MÜCADELESİ Emin Şahin Bismillahirrahmanirahim, 01.10.1986 yılında üniversitede işe girdim. Sözleşmeli olarak Arazi Değerlendirme Genel Müdürlüğü’nde bahçıvan olarak işe başladım. Ama namazımı da kılmam lazımdı, baktım hiç kimse namaz kılmıyordu ve Cuma namazımı da kılmam gerekiyordu. Tabii ki, 1996’dan önce eski bir seramız vardı. Bir köşesinde vakit namazlarımı kılmaya başladım, sonra da Cuma namazlarına gitmeye. O zamanki kadrolu abilerden rica ettim, birlikte gitmeye başladık Cuma’ya. O dönemin müdürü beni ikaz etti ama ben gittim yine de. Saatler ileri alınınca benim namaz kıldığımı ve Cuma’ya gittiğimi anladı, beni tekrar ikaz etti. Fakat benim, Rabbimin emrini yerine getirmem lazımdı ve ben yine arkadaşlarımla Cuma namazına gittim. Bu defa beni Kuzey Kampüs’e yolladılar. 1985-1989 yıllarında Kuzey Kampüs’te hizmet verdim. Daha sonra müdür değişimiyle tekrar Güney Kampüs’e döndüm ve seranın sorumlusu oldum. Bu sırada namaz kılan arkadaşlarımın sayısı artıyordu (Allah onlardan razı olsun), artık serada cemaatle kılıyorduk namazı. 1996’ya kadar eski serada devam ettik. 1996’da sera yenilendi ve şimdiki hâlini aldı. İlk zamanlar serayı, namaz için, sadece ofisteki arkadaşlar kullanıyordu; sonra öğrenci arkadaşlar da gelmeye başladı. Bundan sonra da bir hanım personel kardeşimiz gelmeye başladı ve ardından kız öğrenci kardeşlerimiz geldi seramıza. Rabbim onlardan razı olsun, ibadetlerini kabul etsin. Tabii, yerimiz erkekler için uygundu ve hanım kardeşlerimiz için yer düşünmemiz gerekiyordu. Arkadaşlarımdan rica ettim ve el birliği ile şimdiki naylon seraya namazlık yaptık. Arkadaşlarımdan da Allah razı olsun. Burası aşağı yukarı üç senedir var. Tabii temeli sağlam yapmak önemli. Dolapların kıblede kaldığını fark edince kendi dolabımı kıblede bıraktım. Ben namaz kılanları beklerim ama başkalarını rahatsız etmeyelim diye onların dolaplarını arkaya aldım. Bakıyorum, bazen namaza başlayanlar oluyor ama okumayı bilmiyor; onlara Kur’ân da öğretiyorum. Öğrenebilene tecvidli öğretiyorum. Hâlâ günlük temizliğine vs. bakıyoruz. Namaz kılana rahatsızlık vermesin diye duvarı da ördük. Namazı kılıyorsan çevreni de temiz tutacaksın. Namaz kılan insan mütevazi olacak. Gururu ayakların altına alacaksın. Allah dostları ne yapmışlar? Aziz Mahmud Hüdâyi mesela, kadılıktan tuvalet temizliğine… Gururu bırakacaksın, tevazu göstereceksin; bu işin yolu tevazudan geçiyor. Hizmet ehli olacaksın. Allah’ın da insanların da hoşuna gitmez. Nereye gidersek hizmete devam, keşke daha iyisini yapabilsek. Bu arada, gerçekleşen rektör değişikliğinden sonra bir vesile ile rektörle görüşme imkanı yakaladım ve okuldaki mescid ihtiyacından bahsedip her fakülte ve atölyeye on metrekarelik birer mescid yapılması gerektiğini söyledim. Bir gün ben yokken sendikadan bazı istekler olmuş. “Seradaki arkadaşları temsilen rektörlüğe gider misin?” dediler. Üç kalem şey istiyorlardı, yemektir elbisedir. Ben de dördüncü maddeye mescidi ekledim. Sendikadakilerin, hiç kimsenin haberi yoktu bundan. İlk başta söylesem belki tepki olur deyip sona ekledim. Rektörümüz camiyi hatırlatıp cami ulaşımında yardımcı olacağını söyledi. Namazgâha gelince, yaptık amma sorunları tam hâlledemedik çünkü yazın sıcağı, kışın soğuğu vardı. Yeterli hizmet veremiyordum ve bu beni üzüyordu. Hâlâ da öyle olduğunu düşündüğümden içim rahat değil. Rektörlüğe gidip geliyordum, çiçeklerin bakımını yapıyordum. Rektör Yardımcıları Mehmet Hoca ve Fikret Hoca namaz kılınan yeri görmeye geldiler, büyük bir nezaket örneği sergilediler ve artık rektörlük yönetiminin de haberi oldu. İçim biraz rahatlamıştı. Daha sonra rektörlük senatosundan mescid kararı çıktı ve çok mutlu oldum. İnşallah mescidimiz de açılır, açılışını bekliyoruz. Okul yönetimimize çok teşekkür ediyorum. Allah-û Teâlâ onlardan razı olsun. İmza kampanyası başlatan öğrenci kardeşlerime de teşekkür ediyorum. Boğaziçili öğrenci kardeşlerimle tanıştığım için Rabbime hamd ediyorum. Mustafa, Alperen, Ahmet ve Yusuf kardeşlerime, davetimize icabet edip kahvaltıya gelen - gelmeyen Boğaziçili gençlere ve hâlâ bizlerle beraber namaz kılan - kılmayan herkese teşekkür ediyorum. Rabbim birlik ve beraberliğimizi dâim ve kâim eylesin. Rabbim sayılarımızı arttırsın. Amin! Biraz da kendimden bahsedeyim: Tokat’ın Erbaa ilçesinin Tanoba kasabasında doğdum. İlkokulu Tanoba’da okudum. Daha sonra kasabamızda bulunan yatılı Kur’ân kursunda okudum. (Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin kursu idi.) Tanoba hafızların yetiştiği bir belde. Hafız dedenin oğulları da burada yetişmiş. (Bahattin, Osman, Emin, Yusuf Saraç Hocalarımızın yetiştiği bir belde.) Allah-û Teâlâ onlardan razı olsun. Ahvâl ~ 7 GÜNEY’DEN KUZEY’E KAÇ VAKİT? Nâgehan Elif Akyağ & Seden Nadire Harputluoğlu Birçoğunuzun bildiği gibi, 2012 yılında mescid isteği tekrar okulun gündemine oturdu. Çeşitli kampanyalar yürütüldü, emekler harcandı. Biz de Ahvâl ekibi olarak bu süreci mercek altına alalım istedik ve o sürecin başrollerinden Selvanur Yazıcı Sezgin, Sümeyra Altınok ve Ümran Gülbin Sarı ile görüştük. Süreç tam olarak ne zaman başladı? Gülbin: Aslında, bir oluşum vardı 2009’da. Sümeyra: 2009’da ben biraz pasiftim, ayrıntılı hatırlamıyorum ama yine çok tartışıldı ve-bizimkini anlatınca göreceksiniz, benzer tartışmalar olmuş – sonunda insanlar çok yorulup işi bıraktılar diye hatırlıyorum. Biz de, o zaman işin içinde çok olmamanın verdiği cesaretle tekrar işe giriştik. Ve hemen hemen aynı şeyler yaşandı bana kalırsa. Süreç, olayların patlak verdiği 2012 Güz Dönemi’nden bir önceki bahar döneminde başlamıştı. Biz, bir arkadaşımla aramızda “Mescid niye yok?” diye konuşurken “Kızlara haber verelim.” dedik ve Sohbet Halkası’na “Mescid için tekrar toplanıp konuşalım.” minvalinde bir mail attık. Sonra bir toplantı oldu hanımlar arasında, hayli katılım olmuştu. Ama dönem sonuna yaklaştığımız için çok kapsamlı bir şey yapılamayacağına karar verilip sadece dört kız ve dört erkekten oluşan bir komisyon oluşturulmuştu. Komisyondaki erkekler Erkek Heyeti’ndendi. Biz toplantıyı yaparken, “Dilekçe gönderelim, okula tekrar hatırlatalım.” diye başladık çünkü 2009’dan beri hiçbir şey yapılmamıştı. Sonra gelecek cevabı bekledik. “Ona göre, seneye yeni bir oluşumla tekrar hızlı bir şekilde başlarız.” diye konuştuk. Okula dilekçe verdik ama geri dönüş olmadı. Üç kişi öğrenci dekanıyla görüşmeye gittik ama çok olumlu geçmedi görüşme elbette. Bu sırada, komisyonda okula YÖK aracılığıyla baskı yapma fikri ortaya atıldı. Arkadaşımla ben, bunu istemediğimiz için komisyondan ayrıldık. Sonra YÖK’e gidildi ama bir gelişme olmadı bildiğim kadarıyla. Sonraki yıl, 2012 Güz, Güney’de çok dersimiz vardı ve mescid ihtiyacını iliklerimize kadar hissediyorduk. Bu erkeklerin hissettiği bir şey değildi ama kızlar için abdest almak, ulu orta namaz kılmak; yukarı, camiye çıkıp inmek çok zor oluyordu. Selvanur: Bunu dersleri Güney’de olanlar bilir özellikle. Boğaziçi’nde geçen yıllarımda mescid ihtiyacını epey hissettim. Şu an başka bir üniversiteden formasyon alıyorum, kampüste birden çok mescid var; rahatım ve mutluyum. Sümeyra: Biz YÖK’e gitme işinden rahatsız olmuştuk ama “Onu da denemek isteyenler var, denesinler ama bakın bir şey çıkmadı, şimdi biz istediğimiz gibi bir mücadeleye girişebiliriz.” diye düşünmüştük. Sene başına çok heyecanlı başlamıştık. Bir de ihtiyaçtan doğduğu için hakikaten o kadar saf ve iyi niyetliydik ki “Bizim buna ihtiyacımız var, tabii ki isteyeceğiz.” diyorduk. Sohbet Halkası gibi bir grup olunca, sesinin geniş bir kitleye ulaştığını düşünüyorsun bir taraftan ama aslında Müslümanların küçük bir kısmı mevcut orada. Biraz onun yanılgısına düştük. Oraya haber saldık yine, “Mescid için bir şeyler yapmak isteyenler toplansın.” dedik. Ahvâl ~ 8 Gülbin: Bu grubun adının “Namaz İçin” olmasının sebebi sınavların başlaması, akşamları midtermlerin olmasının sıkıntı olmasıydı ve mescidimizin olmamasıydı. “Bunun için hocalara mail atalım.” dedik. Genel olarak “Namaz için bir problemimiz var.” deyip grubun adını “Namaz İçin” koyduk. Selvanur: 2012 sürecini başlatan arkadaşlar olarak kendi hâlimizi aslında sizin şu andaki hâlinize benzetebiliriz. Sizin, bu röportajı yapmaya oldukça hevesli gelmeniz bizimse bir o kadar yorgun ve çekincelerimizle gelmemiz gibi. Biz “Elimizden geleni yapalım, daha önce ne olmuşsa olmuş; bizim yapabileceğimiz şeyler var.” diye, hakikaten, çok ümitli başlamıştık işe. Birisi ötekinin görüşüne karşı; öbürü o görüşü şiddetle savunuyor, diğeri naif buluyor, başkası sert buluyor… Bunlar çok klasiktir, Boğaziçi’nin gerçekleri. Biz de demiştik ki; herkes bir işin ucundan tutsun, o işin sorumlusu olsun. Örneğin ben, bireysel olarak dilekçe verilmesine karşı değilsem imzamı veririm, karşıysam vermem. Fakat bir yandan mescid sürecinin başka bir aşamasında da çalışmaya devam ederim. Biz bu işten ancak bu şekilde sonuç alırız, diyorduk. Sümeyra: “Herkes istediğini yapsın, kendi yolundan gitsin.” mantığı vardı, o da şöyleydi: Bazıları okulu bu konuda dikkate almamamız gerektiğini ve mescid istiyorsak o mescidi hemen ortaya koymamız gerektiğini düşünüyordu, ki bence mantıklıydı. Biz, en azından okula bir kez daha haber vermiş olalım, dedik çünkü rektör değişmişti ve biz onlarla iletişime geçmemiştik. “Bize hiçbir şey söylemeden niye böyle bir şey yaptınız?” demesinler, biraz da haklıyken haksız konuma düşmeyelim diye ilk önce tekrar öğrenci dekanıyla görüşmeyi düşünmüştük. Çünkü onların bizi reddedeceğinden çok emindik, orada da biraz sert konuşmuştuk ki çatışma olsun. Ve beklediğimiz gibi reddedildik. Selvanur: Şimdiye kadar geldiğimiz yeri özetlemek gerekirse, ilk önce Sümeyralar birkaç kişi ile daha bireysel bir şeyler yapıyorlar, o yıl öyle bitiyor. Ertesi yıl “O dönem bitti, biz şimdi farklı bir şey başlatabiliriz.” diye düşünmüşler. Haber ediyorlar Sohbet Halkası’na, bize söylüyorlar. Toplanıyoruz, o toplanmadan sonra Namaz İçin Platformu’nu kuruyoruz. Bu daha kalabalık ve hepimizin içinde olduğu bir oluşum. Bahsedeceğimiz 2012-2013 süreci de bu ekibin başlattığı süreç oluyor. Sümeyra: Biz çok el yordamıyla yürüdüğümüz için işe giriştikten sonra hiç kimseyi yeterince haberdar edemediğimizi fark ettik. Yani yine kendi içimizde dönüyor gibi oldu her şey. Erkeklerle de iletişimimiz yoktu çok fazla. “Dilekçe toplansın.” diyen oldu, “Eylem yapılsın.” diyen oldu; “Toplu namaz kılalım.” gibi fikirler çıktı.Bütün bunları yaparken erkeklerden çok ses çıkmadı. Bir önceki yıl kurulan komisyondaki erkekler bizi bu konuda umutsuzluğa düşürmüşlerdi. “Erkekler içinde bu konuyu dert edecek kimseyi bulamazsınız. Kimse bu işe girmek istemiyor. Olursa bu kızların öncülüğünde, gerektiği yerde de biraz bizim yardımımızla falan olur.” demişlerdi. Bunu dilekçe sürecinde çok vurgulamışlardı. Selvanur: İkinci sene sürece başlarken, “Biz bunu kızlar olarak yapıyoruz.” diye düşünüyorduk. Gerçekten erkeklerden çok ihtiyacı olan biziz. Onların herhangi bir yerde abdest alıp namaz kılması kolay. Abdest de namaza dahil olduğu için asıl o problem oluyor. Seccadeni serer kılarsın, şalını serer kılarsın diye bir mantık var eyvallah – ben de onu çok yaptım okulda ama – abdestim varsa yaptım. İkinci sene, yani Sümeyralardan sonra, büyük bir grup olarak başlarken zaten “Biz bu işi kızlar olarak yapacağız, erkekler de eylem olursa gelirler.” görüşünde hemfikirdik. Demek istediğim; bu yöntem tartışılır, hatalarımızı sorgularız. Çok tartışıldı ve sorgulandı da. Ama bizim Namaz İçin ekibindeki kızlar olarak bu şekilde hareket etmek istediğimizi çünkü erkeklerin zaten aynı fikirde olmalarının ve bir arada hareket etmelerinin zor olduğunu okulda önceden yaşanan olaylardan gözlemleyerek bildiğimizi, en azından böyle zannettiğimizi de belirtelim. Sümeyra: Bu, bir taraftan bakıldığında tüm Müslümanları ilgilendiren bir şey ve aslında biz ihtiyaç söylemi ile başlamış olsak da İslâmî mücadelenin de bir tarafına dokunduğu için Shirket’e mail attık. Oradan gelen tepkilerle kafamız karıştı ve bir şeyler oluşmaya başladı diyebiliriz. Erkeklerin sadece ihtiyaç duymadıkları için bu işin içine girmeyeceklerini düşünürken, aslında onların olaya daha başka yerden baktıklarını öğrendik. Gülbin: Erkeklerin, bizim sürecin öncesinde geniş katılımlı bir toplantıda mescid konusunu tartıştığını ve böyle bir sürece yeltenmeme kararları olduğunu öğrendik. Fakat bizim algımız, sürecin başında bize yansıtılan “Erkekler bu konuda birleşemez, siz işinize bakın.” durumundan da kaynaklanan fikir ayrılıkların önemsiz olduğu yönündeydi. Bize göre, bu ayrışma onların ortak iş yapma beceriksizliğinden kaynaklanıyordu ve esaslı bir fikir ayrılığı da olamazdı. Fakat bu çok yanlış bir algı imiş, aslında o tarafta da en azından üzerine düşünülmeye değer fikirler varmış ve biz onları boş vermişiz. Bu usul olarak hatalıymış. İslâmî bir mücadelede ümmetin yarısını dışarıda bırakmışız ve aslında aşağılamışız ama bunu sonradan fark edebildik ya da fark edebildim diyeyim. Selvanur: Biz o sırada, bir anda her şeyi sunmaya hazırlanıyorduk. Seyyar Mescid, blog, afiş, imza, video, hashtag vs. için arkadaşlarımız çalışıyordu. Bir taraftan da Sümeyraların kafa karışıklığı başlamış tabii. Sümeyra: Biz bir taraftan konuşuyorduk kafa karışıklıklarımızı ama daha iş bırakma noktasına gelmemiştik; hâlâ video ile ilgili konuşuyorduk mesela. Gülbin: Çünkü finaller gelecek, bir an önce yola çıkmamız gerekiyor. Ama “Şu fikir şurada dursun, onu bir ara istişare edelim.” gibi bir düşüncemiz vardı. Selvanur: Böylece süreç kamuoyu ile paylaşılmış oldu. Video yayınlandı. Twitter’da trending topic olduk ve medya bizi aramaya başladı. Tüm bunların yanında videonun altına gelen yorumun devamında bir arkadaşımızdan aldığımız eleştiri olsun, kızların kafalarında henüz hazırlık aşamasında beliren soru işaretleri olsun, hepsi mail grubumuzda konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Ancak biz, sürece devam eden arkadaşlar olarak şöyle düşünüyorduk: Henüz başında, kiminin çok siyasî bulduğu için eleştirdiği, kiminin ihtiyaç söylemi üzerinden gittiğimizi düşünerek içinde yer almak istemediği bir süreçti bu. Bunu tahmin ediyorduk ve tahmin ettiğimiz gibi oldu. O nedenle “Bu tartışma hep devam edecek, biz zorlayalım da bu mescid açılsın, Müslümanların arasındaki tüm bu tartışmalar mescidde tartışılmaya devam edilsin, isteyen ihtiyacı olduğu için gelsin isteyen de içinde İslâmî kimliği ile etkinlik düzenlesin.” diye düşünüyorduk. Sümeyra: Aslında şöyle oldu: Süreç bizim kafamızda bir önceki seneden başlıyordu ve o zamanlardan gelen şeyler de vardı. Mesela YÖK’e gidilecek, dendi ve biz orada rahatsız olduk. Yukarıdan bir şey yapılması bana her zaman çok yanlış geliyor ama “Onu yaptılar, olmadı. Biz artık yolumuza, tabiri caizse, temiz bir şekilde devam edebiliriz.” diye düşünmüştüm ikinci yıl. Okul ise bize sürekli “Okulda yer yok, kampüs sit alanı olduğu için yeni bina yapılamaz.” argümanıyla geliyordu. Biz de o sıralarda İmar Müdürlüğü’ne bile gitmiştik Büşra’yla. “Hakikaten okulda yer yok mu?” ve “Sonradan yapılan binalar nasıl yapıldı?” diye sormak için. Selvanur: Burada şunu vurgulamak gerekiyor: Okul bize hep “Bütün haklara saygı duyuyoruz, bu okulda demokratik ortam var.” diyor. Biz de buna dayanarak okulun gerçekten bize düzgün bir cevap vermesi gerektiğini düşünüyorduk ve bu süreçte benim gözlemleyebildiğim, okulun Müslüman öğrencilerine gerçekten, “Sen benim öğrencimsin, ben de senin okulunum, yönetiminim, haydi gel yapacaksak bir şeyler yapalım beraber.” gibi bir yaklaşımı olmadığı. Bizim söylediklerimizi çok ciddiye almadıklarını ve yeni açılacağı duyurulan prayer roomları bizim isteklerimiz ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda yapmadıklarını düşünüyorum. Sümeyra: Biz orada okulun öğrencileri için bir şeyler yapabilmesi için iyi niyetli olması gerektiğini fark etmiştik. Sadece Müslümanlara yönelik de değildi bu düşüncemiz. O zamanlar kulüp odası meselesi vardı; kulüp odası bulunamıyordu, “Yer yok.” deniyordu. Ama bir taraftan da Matematik Araştırma Merkezi’nin inşaatı sürüyordu. Oda bulamıyorduk. Aynı zamanda, ne ibadet için ne de sosyal faaliyetler için yer bulabiliyorduk. Orada, artık hükümet biraz daha bizim tarafımızda olduğundan rektöre baskı yapabilecek durumda diye, diğer öğrenciler oda için çırpınırken biz daha kolay oda bulursak bunun bize kazandırdığı hiçbir şeyin olmayacağını fark etmiştik. Evet, ihtiyacımızı gideririz ama o mescidin mânâsı o zaman nerede kalıyordu? Ahvâl ~ 9 “Güç bizim elimizde” diye bir zamanlar bize yapılan şeyin aynısını başka insanlara yapmamız çok yanlıştı. Çünkü biz bu mescid sürecini devam ettirirken herkes istediğini yapsın prensibindeyken, bir taraftan da hâlâ uğraşmaya çalışan insanlar vardı; bunun haberleri geliyordu ve asıl rahatsız olduğumuz konu buydu. Tüm Müslümanların işin içine karışamıyor olması, herkesin eşit şekilde fikrinin alınamıyor olması gibi durumlar da vardı. Ama beni asıl rahatsız eden, baskı yoluyla bir şeylerin yaptırılmaya çalışılmasıydı sürekli ve cidden böyle bir şeyi istemediğime karar verdim. “Böyle bir şey olacağına çimlerde namaz kılarım.” deyip bıraktım. Bir de adımlarımızın üzerinde tam düşünmeden ilerliyormuşuz gibi hissedip tedirgin olmuştum. Sen Sümeyra’dan sonra ayrılmıştın değil mi Gülbin? Senin sürecin nasıl oldu? Gülbin: Benim sürecim şu şekildeydi: O sene Güney’de derslerim vardı; otoparkta, boş sınıflarda vs. namaz kılıyordum. Mescid ile ilgili yapılan istişarelere kişisel programlarımla çakıştığı için katılamamıştım. Bir taraftan konunun, bu denli ihtiyaç üzerinden yürümesinden rahatsızım. Tabii ki bir ihtiyaç ama bu ihtiyaca bir kampanya havasında çözüm aranması içime sinmiyordu. Sürece girişim ise, mescid videosu çekilirken görevli arkadaşlarımdan birinin dersi olması ve medya ekibinin yardıma ihtiyaç duyması üzerine olmuştu. Senaryodan haberim yoktu ama bir an için “Güney’den Kuzey’e kaç dakikada çıkıyorsunuz?” diye soran muhabir oluvermiştim. Aslında bu biraz da sürecin “Herkes bir işin ucundan tutsun.” mantığı ile akmasındandı. Aynı gün, arkadaşım Esmanur “Aslında mescid dediğin şöyle olur; atacaksın halını, kılacaksın namazını. Al sana mescid!” dedi. Böylece bir Seyyar Mescid inisiyatifi almış olduk. Başlarda Selvanur da vardı ama bir yandan da Esmanur’la birlikte süreçteki bazı gelişmelerden rahatsızlık duyuyorduk. Bunlardan biri muhatap alınmama meselesi idi. Starbucks işgali sırasında rektör, öğrencilerden randevu almış ve öğrencilerle uzun bir toplantı yapmışken devam etmekte olan mescid kampanyası ile ilgili okuldan çıt dahi çıkmıyordu. Ahvâl ~ 10 Geçtik aramalarını, telefonlarımızı açmıyorlardı. Bu tarz şeyler üzerinden “Ne kadar doğru yapıyoruz?” diye kendimizi sorguladığımız bir sürece girdik ama bir yandan da “Okulun farklı yerlerinde Seyyar Mescid olsun, mescid verilmez alınır, Malcolm X!” diyoruz. Daha sonra mâlum video yayınlandı ve altına ağır eleştiren ve dalga geçen bir yorum geldi “camia” dan birinden. Biz de “Kardeş çok ayıp ettiniz.” şeklinde bir cevap vermiştik. O da, Allah razı olsun, uzun ve açıklayıcı bir mail yazıp şöyle bir açıklama yapmıştı: “Bizim, okulda mescid açtırmak gibi bir zorunluluğumuz yok. Bizim okula gelmek gibi bir zorunluluğumuz yok. Bizim zorunluluğumuz Kur’ân’a uyup onu yaşamak, Allah için bir şeyler yapmak ve nebevî metodu uygulamak. Sizin yaptığınız bu mücadelenin neresine uygun?“ demişti. Buna ek olarak erkeklerin istişarelerinden hiç haberimiz olmayışından, sürecin hiç şeffaf gitmeyişinden bahsetmişti ve bizleri mesul tutmuştu. Biz, istişare eksikliğimizi fark ettiğimiz zamanlarda Seyyar Mescid çalışmaları hız kazandı ve biz Seyyar Mescid’e “yeni istişare mekânı” olarak da bakmaya başladık. Biz “Ne güzel, birlik beraberlik içinde açtık mescidi.” diye düşünüyorduk, hatta açarken kurdele bile kesmiştik kızlarla, eğlenmek için. Fakat sonra bazı erkekler orada bize “Bu mescid, bir şey diyemeyiz elbette ama bizim haberimiz yoktu, ayıp ettiniz. Biz bunu tesadüfen öğrendik, ki bu çok sıkıntılı bir şey. Ama biz Müslümanız sonuçta, yardıma ihtiyacınız olursa hemen konuşalım.” demiş ve böylece sürece şerhlerini düşmüşlerdi. Tecrübemiz olmadığından ve herhangi bir tecrübe aktarımı da gerçekleşmediğinden erkeklerin istişarelerine dair herhangi bir şey bilmiyorduk ve bunu bize aktarmakla yükümlü kişiler aktarmadığı için sakat başlayan bir süreçte bulduk kendimiz. Bunu fark edince de ana mescid sürecinden koparmaya çalıştık Seyyar Mescid’i. Zaten bir şekilde o süreç de kendi sonuna gelmişti; imzalar toplanmış, Twitter’da iki gece üst üste TT olunmuştu. Ama biz ne kadar “Ne olduysa oldu, gelin artık istişare edelim.” desek de bunu sonradan demenin anlamı olmadığını gördük. “İşte Mescid Böyle İstenir, Tek Yürekten Tek Ağızdan” gibi bir yazı çıkmıştı mesela. Halbuki sürecin az da olsa içindeki bir insan böyle bir cümleyi kuramazdı. İçerisi bambaşka iken dışarıda başka bir rüzgâr esiyordu. Hanımlar arasında uzun bir toplantı oldu, herkes içini döktü ve biz Esmanur’la birlikte ayrıldık. Seyyar Mescid eşyalarını da ekibe bıraktık, isterlerse devam etsinler diye. Ama tekil bazı çabalar dışında genel bir inisiyatif alınmadı. Sümeyra: Zor bir tecrübe oldu. İstişare yapıyorduk ama bu sırada kafamız ve ruhumuz yoruluyordu. Bir de biz yola safiyane bir şekilde, ihtiyaç mantığı ile çıktık. Sonra fark ettik ki bunun sadece ihtiyaç olarak kalması mümkün değil, tabii ki siyasî bir tarafı var. Eğer bu siyasî bir talepse bunun üzerine düşünülmesi gereken çok şey var. Sadece böyle sonuç odaklı gidiyorduk, Selva’nın dediği gibi; “Herkes istediğini yapsın.” Sonuç odaklı giderken attığımız adımları, bu adımların nereye varacağını, bunu gerçekten yapmayı isteyip istemediğimizi düşünmeden çok hızlı hareket ediyorduk. Selvanur: Birinci problem bu. İkincisi aslında olayın kamuya mâl olduktan sonra artık kontrolümüzden çıkmaya başlaması, tabiri caizse. Aslında biz yirmi-otuz arkadaşız ama Twitter’da bir kampanya başlatıyoruz ve herkes istediği tweeti atıyor. Bizim mescid kampanyasını birçok insan duyuyor ve birisi çıkıp “Benim şurada tanıdığım var.” diyor. Namaz İçin Platformu’ndakiler olarak “Bu işin yukarıdan çözülmesine kesinlikle karşıyız.” diye kibarca söylüyoruz ve bu sefer “Bir grup kendi kendine bir şeyler yapıyor, bizi katmıyor.” gibi oluyor. Evet, biz farklı insanları katmadan bir şeyler yaptık. Boğaziçi’ndeki bütün Müslümanları istişareye çağırsaydık mesela, bir açık oturum yapsaydık Study’de, her yerde duyursaydık gelselerdi; oradan o kadar farklı şeyler çıkacaktı ki... “Tamamen bir İslâmî mücadele olarak açalım.” diyenler, “İslâmî açıdan bakıp açmayalım, böyle bir şeyle uğraşmayalım” diyenler; “Benim yukarıda tanıdıklarım var, ben hallettiriyorum merak etmeyin.”e kadar birbiri ile alâkasız çok farklı görüş olacağı için de bu yolu seçmiştik en başta. Ama sonra yaşayarak öğrendik ki bu şekilde de olmadı. Konuştuklarımızdan vardığım şöyle bir sonuç var: Yine de her şeyde bir hayır vardır, şu an anlatırken bile diyorum ya “Ne kadar çok kişiyle konuştuk, fikir alışverişi yaptık, öğrendik, birbirimizle tartıştık, küstük barıştık.” Gerçekten bizlere kişisel olarak çok şey katan bir süreç oldu ve bunları size anlatıyor olmamız bile bunun bir sonucudur. Biz başlarken şu umutta, şu inançtaydık: “Video yayınlayacağız, Twitter’dan herkese duyuracağız; gazeteciler, köşe yazarları bizim için yazacaklar, dolayısıyla okul ‘Boğaziçi’nin adı zedeleniyor.’ diyecek, korkacak, bizi muhatap alacak, yanına çağıracak, ‘Tamam çocuklar halledeceğiz, yapacağız bir şeyler.’ diyecek.” Hatta mevcut video yayınlanırken başında “Özgürlükçü yaklaşımıyla bilinen Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğrenciler...” ifadesi geçiyor sanki buna vurgu yapmak istenircesine. Selvanur: Biz okulun kendisini tanımladığı üzere liberal, demokratik duruşunun ayağına kurşun sıkmaya çalışıyoruz. “Öyleyiz diyorsunuz ama bakın değilsiniz.” Sümeyra: Başörtüsü meselesinde bunu yaşadığımız için tekrar aynısını yaşayabiliriz gibi gelmişti bize çünkü o zaman bizi görüşmeye çağırmışlardı cidden. Selvanur: Biz tüm bu çalışmaları yapıp Seyyar Mescid’i açtıktan sonra, bütün muhafazakâr medyaya çıkmayı başardık. Tabii sadece muhafazakâr medyaya çıkmayı başardık. Ama okuldan herhangi bir dönüt alamadık. Bir de süreç bittikten sonraki yaz Kilyos Mescidi’nin duyurusu yapılmıştı. Ama biz tüm bu çalışmalarımızı devam ettirirken okuldan, “shuttle sayısının arttırıldığını ve Kuzey Güney Kampüsler arası sürekli gidip gelecek ring shuttle seferleri başlatıldığını” içeren bir mail geldi. Bunun bizim “Namaz için camiye yetişemiyoruz.” argümanımıza bir cevap olduğu açıktı. Ancak yine direkt muhatap alınmamıştık tabii. Sümeyra: Bu ring seferler de işimize yarayan tek kısım. Selvanur: Okuldan somut olarak yapılan dönüş bu oldu. Ama bu mail bizi muhatap alıp bize hitaben, çabamızı göz önünde bulundurarak atılmış bir mail değildi. Yani bu süreçte okulun bizi gerçekten önemsemediğini görmüş olduk. Arkadaşlar ayrıldıktan sonra geri kalanlar olarak tam gaz devam edemedik. Hepimizin kafasında soru işaretleri vardı, hepimiz “Ne yapılabilir?” diye düşünüyorduk. İnsanlar fikir ayrılığı yaşayıp bıraktı ama biz birkaç arkadaş bu süreci devam ettirip olumlu ya da olumsuz bir sonuca bağlayıp kapatarak bitirmemiz gerektiğine inanıyorduk. Tabii bu süreçte sürekli istişareler yaptık. Önce kızlar olarak kendi aramızda toplandık; yeteri kadar istişare yapılmadığını ve bunun bir hata olduğunu anladık. Bundan sonra gerek kızlar arasındaki gerekse erkeklerle istişare kanallarımızı genişlettik. Okuldaki birçok farklı cemaat, grup ve oluşumdan kız arkadaşlarımıza ulaşıp “Bakın biz böyle bir şey yapıyoruz. Görüşleriniz önerileriniz nelerdir, kabul ediyor musunuz, siz ne düşünüyorsunuz?” diye sorduk. Aynı şekilde erkeklerle, ulaşabildiğimiz kadarıyla, daha çok mail üzerinden, iletişime geçtik. Bir yandan Shirket’e süreç hakkında bilgilendirici mail atmaya devam edip bir yandan da şimdiye kadar bize; bloga olsun, videonun altına olsun ya da bizim mail adresimize, gruplara herhangi bir dönüş yapan, olumlu olumsuz eleştiren, tebrik eden ya da kızan bütün erkeklere özelden bir mail hazırlayıp “bogazicinemescid” hesabından gönderdik. Aynı zamanda mail atmayanlara, tanıdıklarımıza ya da farklı görüşten, yani süreç hakkında farklı fikirleri olabileceğini düşündüğümüz, mesela şu anda Mekteb grubunu oluşturan erkeklerden birkaçına, Şûra’dan, AGD’den veya Seyyar Mescid’e gelen erkeklere mail attık. Allah razı olsun, sanırım hepsinden cevap geldi. Kızlardan da aynı şekilde, herkesten cevap aldık. Namaz İçin Platformu’nun geri kalanları olarak farklı cevaplar aldık. Orada söylenebilecek farklı bütün fikirleri gördük. Tepkilerden “Ne yapabiliriz, buradan nasıl devam edebiliriz?” diyerek bir şey çıkarmaya çalıştık. Artık ilk dönem bitmiş, araya tatil girmiş, yeni bir dönem başlamıştı. Olayın üzerinden zaman geçtiğinden olay soğumuş, sosyal medyadaki dönem durulmuş, gazeteler bunu unutmuştu ve biz devam edecek bir kitle bulamamıştık. Yani bu, artık hiç kimse mescid açılmasını istemiyor demek değildi fakat insanların farklı yaşanmışlıkları oldu. Müslümanların kendi aralarındaki tartışmaların getirdiği, hem bir şeyler öğreten hem de herkesin devam etme isteğini kıran bir yorgunluk oldu. Arkadaşlarla görüşüldü, o istişareler sonuçlandı. Biz onları değerlendirdik, kendi grubumuzu tekrar topladık, duyurabildiğimiz kadar herkese duyurduk. Artık ne kadar açılabiliyorsak mail gruplarına mailler yolladık “Biz bir toplantı daha yapacağız.” diye. O toplantıda kızlara da anlattık, görev alan arkadaşlarımıza, blogda yazı yazan sosyal medya sorumlusu olan, afişi asan, yolda yürürken geçip soran, kısacası bir çabası olan herkese durumu özetledik. Onlara da sorduk “Ne yapabiliriz?” diye. Ve orada süreci noktalandırmanın bizim için en hayırlısı olacağına karar verdik. Bu, mescidi okulda istemiyoruz demek değildi. Ama öyle bir duruma gelmiştik ki bundan sonra okulun açacağı mescidin bizim çabalarımız sonucu açılan bir mescid olmayacağını görmüş olduk. Sizin bugün yürüttüğünüz tartışmalar, okulda gözlemledikleriniz de bunun sonucu gibi bir şey. Görüyorsunuz, bir prayer room açılacak mesela. Biz de tam oraya gelecektik. Prayer room hakkında ne düşünüyorsunuz? Selvanur: Şimdi şöyle: Bu prayer room’u, bizden öncekilerin 2009’da yaptığı ve bizim 2012’de yaptığımız çalışmalar için, bizi ciddiye aldıkları için “Ya evet bu çocuklar bir sürü şey anlatmaya çalıştılar bize.” dedikleri için mi açıyorlar yoksa bizi çoktan unuttular mı? Bu noktada baştan ayrılan, ortadan ayrılan, sona kadar devam eden kim olursa olsun herkesin aslında bize yakın düşündüğünü düşünüyorum. Ahvâl ~ 11 Okulun bizim çabalarımız doğrultusunda, biz isteğimiz için, bizim ihtiyacımız ya da bizim duruşumuz için değil kendi çıkarları, kendi ilişkileri neyi gerektiriyorsa o doğrultuda hareket ettiğini düşünüyorum. Videoya geri dönecek olursak, okuldaki “camia” dediğimiz kesimin haricinde kalan öğrencilerden ne gibi geri dönüşler aldınız? Gülbin: Ben bir ara liberal bir kulüpteydim. Videodan sonra Kemalist bir grup “Neden mescid istemiyoruz?” diye video hazırlıyordu ve benim o kulüpten arkadaşlarım “Niye kısıtlıyorsunuz insanları? Liberal olalım, özgür olalım, bırakın insanlar istesin.” demişlerdi. Video hazırlayanlar da “Bazıları ihtiyaçtan istiyor ama bazıları da İslâmî şeylerden dolayı istiyor.” demişlerdi. Selvanur: Ekşi Sözlük’te başlık olmuştuk mesela. Birileri mescidi siyasî yönden savunan kişileri konuşurken duyup başlık açmışlardı. Buna ek olarak ben videoda “Kaç dakikada çıkıyorsunuz?” diye sorarken “Mescid mi istiyorsunuz? Tamam. Ben aslında 7-8 dakikada çıkıyorum ama 15-20 diyeyim mi?” diyen arkadaşlar olmuştu. Gülbin: Hatta motorlu bir çocuk vardı, “Ben ateistim ama hadi yine iyisiniz 10 dakika diyeyim.” demişti. Bir de Seyyar Mescid’in bir mail hesabına şöyle bir mail gelmişti: “Anlıyorum sizi, mescide ihtiyacınız var ama bir Müslüman olarak benim derdim, şahsen, bu kadar insanın namazı neden gündemine almadığıdır. Birer Müslüman olarak mücadeleniz okulda insanlara namaz kıldırmak mı yoksa mescid açtırmak mı?” Sümeyra: Bizim kırılma noktamız da bu şekildeydi. Mescid deyince okulda görünür olma, Müslümanların bir odası olsun düşüncesi geliyordu akıllara. Sonra aklımıza şu geldi: “Biz bu zamana kadar okulda görünür olmak için ne yaptık ki şimdi mescid açtıracağız?” Daha önce görünür olmak isteseydik, hakikaten amacımız bu olsaydı buna yönelik şeyler yapardık zaten. Gülbin: “Tesettürle dolaşmak haricinde bir görünürlüğümüz yok.” diyorduk mesela. O zamanlar, New Hall’den sınıf alma gibi durumlar bu kadar sık değildi tabii. Ahvâl ~ 12 Yani bir görünürlük talebimiz yokken birden mescid istemek de sorgulatmıştı kendimizi kendimize. Bir mescid, okuldan oda kapmak mı? Sümeyra: Biz bunun derdini çekmiyormuşuz da birden bu söylemle ortaya çıkmışız gibi algılandı. Yani mescid sorunu, daha bireysel hareket ederken aslında bir olmanız gerektiğini fark ettiğiniz bir süreç mi? Gülbin: Aynen öyle. Mesela ben bir süre sonra yapaylaştığımı hissetmiştim. Tamam, o kadar güzel bir şekilde namaz kılamıyorsun. Orada burada; kim gördü, kim gitti diye endişeleniyorsun, sadece farzı kılabiliyorsun ya da. Sureleri ne kadar adamakıllı okuyabiliyorsun, bilemiyorsun ama bir yandan da kılıyorsun. Bir şekilde halledebiliyorsun çünkü. Geçen sene de mescid yoktu ve halledebildim. Bunu “Aslında ihtiyacımız yok.” mânâsında söylemiyorum elbette. Tabii ki ihtiyacımız var ama o “kampanya süreci”ne girince bir süre sonra yapaylaşılabiliyor ve araçlar amaç olmaya başlıyor. Sümeyra: Götürdükleri getirdiklerinden fazla olamaya başlıyor. Selvanur: Son olarak şunu belirtebilirim: Arkadaşlardan farklı olarak, sürecin sonuna kadar gitmemin sebebi şu inancımdı: Dışarıda namaz kıl(a)mayan insanlar da, içinde eteği, başörtüsü olan mescid varsa ve yakındaysa gidip namazlarını kılabiliyorlar. Tabii namazla hiç alâkası olmayan insanlardan bahsetmiyorum. Mesela başka bir üniversitedeki sertifika programına beraber katıldığım Boğaziçili arkadaşlarımı biliyorum, gittiğimiz üniversitede mescid ve abdesthane olduğu için beraber namaz kılmıştık. “Normalde evde namaz kılıyorum ama dışarıda kılamıyorum, burası benim için çok iyi.” demişlerdi. Yani ihtiyaç söylemi-siyaset söylemi derken arada bazı şeyleri kaçırdığımızı ve o mescidin gerçekten bir Müslüman için orada olmasının birçok anlamda çok iyi bir şey olacağını düşündüm. Gerçekten öğretici, aynı zamanda da çok yıpratıcı bir süreç oldu. Boğaziçi’nde, sağ olsun, böyle birkaç yıpratıcı sürecim oldu. Yine de her şeyde bir hayır olduğu inancımla bu durumun da hayırlı yönlerini görmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bunu “Müslümanlar arasında ayrılma noktaları”, “Müslümanlar kaç bin parçaya bölünmüşler.”, Müslümanlar bir araya gelip bir Mescid açtıramamışlar.” gibi okumamak gerekiyor. Bir ablamız vardı, o şöyle derdi: “Boğaziçi’nde geçirdiğim yıllarda şunu gördüm: Boğaziçi, Türkiye’nin bir minyatürü.” Gerçekten öyle. Bizim burada minyatür olarak yaşadığımız şeylerin hayatta bize çok faydalı olabileceğini ve burada edindiğimiz fikirlerin hayatın geri kalan kısmındaki yolumuzda bizi aydınlatabileceğini düşünüyorum. Benim açımdan öyle oldu. Hakikaten herkes, kendini fikrî anlamda geliştirme imkanı buldu. Birçok insan birbiriyle konuştu ve kendileri dışındaki insanların neler düşündüğünü gördü. Tabii yıpratıcılığı, yorgunluğu vs. onlar bir süre kalıyor, bir süre soğuyabiliyorsun her şeyden ama sonra bir şekilde geçiyor ve hayatına kaldığın yerden devam ediyorsun. Bakın biz mezun olduk. İleride bunları bize kalan yanlarıyla hatırlayacağız. Sizin de hakkınızda hayırlı olmasını diliyorum. Allah yardımcınız olsun. #BOĞAZİÇİNEMESCİD Ahvâl ~ 13 SÜRECİ BİR DE ÖTK’DAN DİNLEYELİM İSTEDİK... Ayşe Sena Çelik & Şeyma Özel ÖTK Başkanı Mert Nacakgediği’ne Öğrenci Temsil Kurulu’nun nasıl ilkelere sahip olduğunu, karar mekanizmalarını ve prayer room konusunu üniversite yönetim kuruluna sunarken neler yaşandığını sorduk. Biz “prayer room”un gündeme gelip onaylanması sürecini konuşmak istiyoruz ama önce genel olarak ÖTK’da işler nasıl çözülüyor, bir konu nasıl gündeme geliyor anlatabilir misin? ÖTK, bildiğiniz üzere, üst kurul, başkan, başkan yardımcısı ve genel sekreterin seçildiği, her okulda olan bir sistem. Her bölümden beş kişi seçiliyor. Sonra bu beş kişi kendi arasından iki kişiyi fakülteye gönderiyor, fakültedekiler de kendi içinde başkan ve başkan yardımcısı seçiyor. Bu noktada asıl önemli olan, her fakülteden iki temsilcinin olduğu on iki kişilik üst kurul. Tüm karar mekanizması buradan işliyor. Bu üst kurul tüm ÖTK’nın yasama organı gibidir. Gelen talepler burada tartışılıyor, her boyutu burada konuşuluyor: Taleplerin yönetime iletilip iletilmeyeceği ya da nasıl iletileceği tamamen buraya bağlı. İki haftada bir toplanıyoruz. Bize gelen her talebi bu toplantılarda tartışıyoruz. On iki kişinin oylaması sonucunda çıkan karar neyse ona göre hareket ediyoruz. Her konunun iletileceği farklı bir organ var ama. Mesela yurtlarla ilgili bir mesele olduğunda Biray Hoca’ya iletiyorum. Ayrıca her toplantımızdan sonraki çarşamba günü Üniversite Yönetim Kurulumuzun toplantısı oluyor. Böyle prayer room gibi büyük taleplerimizi genelde bu kurula sunuyoruz. Prayer room konusuna gelirsek: Seçim olduktan sonra bunun talebi bize iletildi, zaten aklımda da az çok olan bir şeydi. İlk toplantıda da bahsetmiştim. Üçüncü toplantımızda zaten var olan bu talebi öğrenci temsilcisi arkadaşlarla tartışıp yönetime sunmaya karar verdik. Talep size öğrencilerden mi geldi yoksa zaten okulda böyle bir talep olduğunu bildiğiniz için mi gündem oldu? Talep bana öğrencilerden de geldi ama ÖTK illâ taleple işleyen bir sistem de değil. Ama özellikle o hafta böyle bir talep geldi, evet. Mesela tam ondan önceki hafta da LGBT’nin cinsiyetsiz tuvalet talebi gelmişti, o konuyu tartışmıştık. O hafta mescid konusu da geçmişti ama ben dedim ki bu ayrı bir gündem, bunu ayrı bir toplantıda konuşmamız gerekiyor, yani ikisini beraber tartışmayalım. Ertesi hafta konuştuğumuz ilk konuydu bu. Yaklaşık bir saat tartıştık. Üst kurulda hiç kimsede açılmasın tarzı bir duruş olmadı. Yani on iki kişilik üst kurulunuzda herkes mescidin açılması önerisine sıcak baktı? Aynen öyle. Biz toplantıda genelde herkesin uzlaşacağı bir model ortaya koymaya çalışıp onu oylamaya sunuyoruz. Sonrasında genel kuruldan karşı çıkan arkadaşlar da oldu ama bunun elzem bir ihtiyaç olduğunun farkındaydık. Ahvâl ~ 14 Siz de biliyorsunuz, YADYOK binasının yanında çadır açıldı. Yani kimse keyfinden böyle şeylere girişmiyor. Bunun ihtiyaç boyutunun olduğu aşikâr. Tabii bunun bir de yönetim boyutu var. Biz her ne kadar her talebi kabul ettirmek istesek de sonuçta yönetimin de kabul edebileceği forma sokmamız gerekiyor talepleri. Keşke her talep istenen şekilde sunulsa ama “Yönetim ne der?” diye düşünüp ona göre argüman üretiyoruz. En son, her talep yönetimin de kabul edeceği şekle evriliyor. Mesela cinsiyetsiz tuvalet talebi her binada olsun şeklinde olsaydı belki yönetim bu kadar sıcak bakmayabilirdi buna. Bizim görevimiz talepleri iletmek ve karşılanması için çaba sarf etmek. Bunu kabul ettirmek için bu çerçevede çalışma yapmamız gerekiyor. Sonuçta karar verici pozisyonda olanlar onlar. ÖTK olarak karar mekanizmasının tabii ki içerisindeyiz, her toplantıya katılıyoruz ama sonuçta son tahlildeki karar mercii olan Üniversite Yönetim Kurulu’nda oy hakkımız yok. Dekanlar ve enstitü müdürlerinden oluşan yedi kişilik kurul karar veriyor. Gelen tüm talepler, bu yedi kişinin vereceği oyla onaylanıyor yahut reddediliyor. Biz de bu durumu göz önünde bulundurarak oy verecek herkesi tek tek düşünüyoruz. Bir yerde, her hocayla konuşup fikirlerini alıp ikna etmek gerekiyor. Bizim üst kurulumuzda üniversitedeki çok farklı görüşleri yansıtacak bir kompozisyon olduğunu söyleyebilirim. Üst kurulda prayer room konusunu açtığımda öncelikle şunu söyledim: “Arkadaşlar, şunu kabul etmemiz gerekiyor ki biz burada temsilcilik yapıyoruz. Herkesin bir siyasî görüşü var. Yani benim de şahsî bir siyasî görüşüm var. Ama bundan arınmamız gerekiyor. Bu konunun tamamen ihtiyaç nezdinde tartışılmasını istiyorum.” Bu genelde ÖTK’nın duruşu da oldu gibi. İlkesel bir tavır yani: İhtiyaç mı, değil mi? Güney’deki prayer room konusunda da bu soruyu açtığımızda oradaki tüm arkadaşlarımız bunun bir ihtiyaç olduğunu kabul etti. Bir noktada ben de anlattım; zaten herkesin yaşadığı ve bildiği şeyler bunlar. Böyle bir talep yıllardır olagelmişti, kampüs için bunun mücadelesi de veriliyordu. Peki, neden mescid değil de “prayer room”? Bildiğiniz üzere okul, uluslararası alanda her dinin yer aldığı bir üniversite. Bu noktada, bir ibadethane açılacaksa bu ibadethanenin her dini kapsayacak şekilde olması gerektiği konusunda uzlaşıldı. Prayer room olması mescid olmasına engel değil zaten. Bunun okulumuzun uluslararası kimliğiyle de örtüştüğünü ve bu tarz bir ibadethanenin daha uygun olacağını düşündük. Zaten bir noktada mescid ihtiyacını da belirtiyoruz yani. Sonuçta yönetim kuruluna sunarken de bu şekilde anlattık. Daha önce farklı dinlerden olan öğrencilerden ibadethane talebi gelmiş miydi? Hayır, gelmemişti. Sence yapılacak olan prayer rooma farklı dinlerden insanlar da gitmek isteyecekler mi? Shuttleları arttırdınız ama yine çözüm olmadı.” dedim. Sonra rektörümüz söz aldı ve destek verdi. Kendisinin oy hakkı yok fakat söz aldı ve her görüşü kucaklayan, özgürlükçü bir yapımız var ise, bu talebi de aynı eksende kabul etmemiz gerektiğini söyledi. Sonra öğrenci dekanı başta olmak üzere her dekan söz aldı ve talep oy çokluğuyla kabul edildi. Yani şöyle söyleyeyim, bu talep yıllardır gündeme getirilen talepler ve bu çerçevedeki hassasiyet de gözeterek iletildi. Yönetim de bunun farkında. Sağlanacak imkân o noktada olacaktır. Biz ÖTK olarak ancak bir yere kadar müdahil olabiliyoruz ama. Prayer room’un içinin de nasıl olacağına dair tartışmalar oldu fakat henüz kesin bir karar alınmadı. Mesela mekân olarak arşiv odası düşünüldü ve kolaylık sağlaması açısından lavabolara yakın olan bir yer. Fakülte binasında olmasın diye konuşmuştuk ÖTK’da. Ders ortamında değil de farklı bir binada olmasının daha uygun olacağını düşündük herkesin rahatça ibadet edebileceği bir ortam sağlamak adına. Bir prayer room olacağı konusunda uzlaşı sağlandı ama dediğim gibi, sonuçta ihtiyacı gözeterek atılıyor diğer adımlar da. Arşivin nereye taşınacağı konusunda bir tartışma var, biraz da o yüzden bir gecikme oluyor. Fakat tekrar konuşulacaktır prayer room’un nasıl olması gerektiği. Çoğu üniversitede uygulamaları da mevcut. Bunun araştırmaları da yapılır. Talep kabul edildikten sonra bunu duyurmak da gerekiyordu. Ben bunun ÖTK kanalıyla duyurulması taraftarıydım. Twitter hesabından, talepleri her zaman yazdığımız gibi yazmayı düşündük. Bugün çoğu şeyi herkes ÖTK’dan takip ediyor. Öğrenciyi etkileyen her kararı duyurmada ÖTK bir görev üstleniyor. Ben bir metin hazırladım ve sonrasında onu yayınladık. Rektör kendisi de duyurabilirdi ama bu görevi bize verdi. Prayer room konusu Üniversite Yönetim Kurulu’nda nasıl tartışıldı, biraz da ondan bahseder misin? Talepler nereden gelirse gelsin kurulda değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum lakin ÖTK’nın meşru bir zemininin olmasının bu işi kolaylaştırdığını da düşünüyorum. Böyle bir organdan gelmesi, her yönden, demokratik bir ortamda tartışılıp gelmesi sonucunda ÖTK’nın talebi daha kabul edilebilir görünüyor. Ben üniversite yönetim kurulunda söz aldım. Yönetim kurulunda rektör yardımcıları, rektör, öğrenci dekanı, dekanlar ve ÖTK başkanı yer alıyor. Üniversitede karar mekanizması bu kurul diyebiliriz. Benim toplantıda oy hakkım yok, sadece gündem belirleme ve talep iletme hakkım var. Benim için çok önemli bir gündü. Önemli olanın yönetime bunu kabul ettirmek olduğunu düşünüyorum. Biz kendi aramızda tartışıyorduk ama yönetim bunu nasıl kabul eder diye düşünüyorduk. Talep doğrudan mescid olarak sunulsa kabul edilmeyebilirdi. Ama “prayer room” dendiğinde tüm dinlerin mensuplarının ibadet hakkı söz konusuydu. Yani yönetime kabul ettirme meselesi vardı. Benim düşüncem de, “Mescid olarak kabul edilmeyecekse prayer room olarak kabul edilmesi daha olası.” şeklindeydi.Yürütülen kampanyalar yerindeydi bence. İhtiyaç vurgusu da vardı. Bunu yönetim kuruluna sunarken siyasî söylemlerinden olabildiğince uzak kalmalarını, bunu sadece öğrenci ihtiyacı olarak görmelerini rica ettim. Bu olaya ihtiyaç gözüyle bakınca daha sağduyulu davranılacağını düşündüm. “Zaten çimlerde, fakülte sınıflarında namaz kılan öğrencilerden, bunun nasıl private bir ihtiyaç olduğunu sizler de biliyorsunuz. Önceki mescid talepleri reddedilmişti. Sence bu sefer farklı olan neydi? Üniversite kendi kanallarının kullanılmasını mı istedi? Açıkçası bu, Üniversite Yönetim Kurulu’na sorulması gereken bir şey. Belki inisiyatif alınmadı, belki göz ardı edildi. “Biraz tepkisiz kalalım, belki bu talep tekrar gündeme gelmez.” dendi. Bilemiyorum, bana da garip geliyor. Önceki ÖTK da iletti mi böyle bir ihtiyacı bilemiyorum, onlara da sormak lazım. “ÖTK şunu yaptı!” gibi bir söylemim de yok tabii ki. Uzun bir mücadele, uzun bir süreç var. Yıllardır neden kabul edilmiyor peki bu? Bilmiyorum. Yürütülen kampanyalar yerindeydi bence. İhtiyaç vurgusu da vardı. Şunu da dile getirmek istiyorum: Bu süreci yalnız ve yalnızca ÖTK’nın sağladığını düşünmek bence çok büyük bir yanılgı. Bugüne gelinmişse tabi ki belli bir noktada yürütülen tartışmaların, belli bir mücadelenin sayesinde. Ben ÜYK’da uzun uzun bunun nasıl bir ihtiyaç olduğunu anlatmak zorunda kalmadım. Zaten oradaki her hoca bunun bir ihtiyaç olduğunu defalarca duymuştu. Yani bizim burada yaptığımız şey sadece inisiyatif almaktı. Peki, teşekkür ederiz. Asıl ben teşekkür ederim ÖTK olarak bize de bu konuda söz hakkı tanıdığınız için. Umarım arkadaşların kafalarındaki sorulara cevap verebilmişimdir. Ahvâl ~ 15 BOĞAZİÇİ’NE İLK BAKIŞ Ayşegül Özdoğan Her başlangıç bir muamma olarak karşımıza çıkar ve bizi hiç bilmediğimiz dünyaların hayallerine götürür. İnsan, bu bilinmez alemlere gitmeden önce kafasındaki sorulara yanıt bulmaya çalışır. Bazen hiç olmadık düşünceleri bulup getirir dimağına, bazen de işin içinden çıkamaz; Rabbine sığınır. Boğaziçi benim için böyle bir muammanın eşiğiydi. Hayaller, fikirler, endişeler, tevekküller gelip gitti; bir görünüp bir kayboldu. Yalnızca benim değil, ailemdeki ve çevremdeki insanların hayalinde de Müslüman camiaya aykırı bir yer görünümündeydi burası. Küçük bir şehrin Müslüman toplumunda büyümüş biri için fazla yabancıydı. İçimi ferahlatacak bir ışık huzmesi arayıp durmak, sualler üzerine uyuyup uyanmak... Tercih sonuçları belli olduktan ve Boğaziçi ufukta göründükten sonraki endişelerim gecemi gündüzümü tesiri altına alırken duâlar ediyordum Rabbim çıktığım bu yolu bana hayırlı kılsın diye. Endişelerimin erimeye başladığı zamanlara geldiğimdeyse “Halka” ile tanışmıştım. İlk duyduğumda hayalimde bu isme dair hiçbir şey belirmemişti. Tereddütle yaklaşıp ailemin kulağına usulca fısıldamıştım. Sonrasında tevafuklar teselli etti meraklarımı ve yavaş yavaş ne olduğunu idrake başladım bu kavramın: Demek Boğaziçi, zannını yaptığımız kadar korkutmamalıymış bizi. Meğer kocaman ve tertemiz yürekler burada bizi karşılamak için bekliyormuş. İnsanın hiç bilmediği bir yerde, hiç bilmediği kocaman bir ailesinin olması ve ona kollarını açması ne mübarek bir hismiş. Yalnızca bir anda yüzlerce kardeşe sahip olmak... İşte bu mutluluk kıvılcımıyla ailem de arayışlarının sonuna geliyordu. İçlerinin rahatladığını ve telaşeden uzaklaştıklarını gözlemliyordum. Benim için olduğu kadar onlar için de zorlayıcı bir süreç olmuştu üniversite tercih ve sonuç dönemi. Duâların ardından şükürler geliyordu elbet. Ve annemin gözyaşına bulanmış şükürleri şimdilerde hatrımda sevinçle karışık bir hüzün buğusu... Halka nedir, kimdir tanıdık. Peki ya sonra? Sonrasında kayıt günümde benimle kucaklaşan bir sürü güleç insan… Bizi evlerinde ağırlamaktan hiç çekinmeyen gönül dostu insanlar... Hiç hatrıma gelmiyor, bu denli tanımadığım insanlara bu denli içimin ısındığı. Allah razı olsun cümlesinden vesselâm. Okulu bize tanıtan da onlar oldu, mescidin olmayışı nedeniyle bizimle seccadesini paylaşanlar da. Sahi mescid demişken, dün gibi hatırlıyorum abimin şaşkınlığını, etrafta namaz kılacak yer ararken mescid yok denilince “Bu okulda mescid yok mu?” diye şaşkın bir sitemle soruşunu. Belki de en çok buna esef etmiştik Boğaziçi’nde. Ve ben belki de en çok abimin bu şaşkınlığından yola çıkarak bu okulda yapılacak çok işimizin olduğunun farkına varmıştım. Okula başladıktan sonra farklı isimler de duyduk elbet. “Mekteb” bunlardan biri idi mesela. “Göremediklerinin ardında ne denli mucizeler varmış.” dedim kendime. “Müslüman insanlar Boğaziçi’nde hiç de az değilmiş. Aksine sayıları gittikçe çoğalmış ve çoğalmaya devam etmekte.” Şimdi bize düşen, bu ailenin en yeni üyelerinden olma vasfıyla dirayetle çoğalmak, faaliyete geçmek. Rabbim yüzümüzü ak çıkarsın inşallah. Selâm ve duâ ile... Ahvâl ~ 16 LIFESPAN OF A BOĞAZİÇİLİ El Müstear Daima & Dabilspeys Merhaba kardeşim, Pek şaşkın gözükmüştün gözümüze başlarda. Aslında o kadar da şaşkın değilmişsin. Az görüp geçirmedin buralara gelene kadar ne de olsa. Yine de böyle, uzun zaman bir şeyi isteyip de eriştikten sonra başına ne geleceğini bilmeyenlerin müzmin mütereddit hâli yok değil üzerinde. Sen de haklısın, sonra başına gelecekleri bilsen tercihin o kapıdan girmemek olabilirdi de... Nasıl çalıştın amma, ne çalıştın be! Görmediğin kitap ismi, sayfası; yayını kalmadı. Hele son sınıf! Belki yemedin içmedin, okulda yatıp dershanede kalktın. Belki de “O kadar romantizme gerek yok ya!” deyip ilişkini seviyeli yürütmeye karar verdin. Ama geldin bir şekilde işte, nasip. Ne şekilde gelmiş olursan ol, bir diğeriyle kapıda eşitlendin. ...mi acaba? İşte hikâyen burada başlıyor kardeşim, sen farkında olmasan da. Sen uzaktan geldin, severdin Anadolu’yu değil mi? Ne de olsa memleket; havası başka, suyu başka, insanı sıcaktı, yeşili gülerdi. Sivas’ın yolları, Erzurum’un dağları, Konya’nın ovaları güzeldi. Ama burada işler öyle yürümüyordu. Velev ki sen İstanbul’a çeken yoz Anadolulu olmamış ol, burada en yakınlarının(!) yanında Anadolu güzellemesi yapmazdın. Yapanlarla da dalga geçmezsen makbul değildin çünkü artık senin yerin orası değildi. Başka diyarların insanı, başka çiçeklerin arısıydın. Önünde yollar; iyi bir firmada staj, Avrupa’da master, Amerika’da doktora vardı. Bu hayallerle büyüttün egonu ve memlekete döndüğün bir tatilde; kendini, aslında her şeyi, değişmiş buldun. Geri geldin, “Hocam, hepimiz yaşıyoruz aynı şeyi memlekete gidince ya!” ile başlayan cümleler kurdun. Ne için neyi üzdün, bildin mi kardeşim? Burada hayatta kalmanın raconunu da çabuk kaptın. Bulduğun her fırsatta kapitalizme sövdün mesela. Lanetin savunulacak tarafı da yok ama gelmeden “keyfe kâfî” diye bir şey diyordun, kapıda unuttun be kardeşim. Unutmazsan işinin yaş olduğunu iyi belledin, doğuştan sosyalist değildin çünkü; yanardın bellemezsen. Sonra sosyalizm diyen ağızlara Coca Cola girdiğini gördün. Kapitalizme sövenlerin en büyük hayalinin Amerika’da kariyer olduğunu öğrendin. Eh, travman kolay olmadı haliyle kardeşim. Gördüğüne göre yavaş yavaş yol tutmaya başlarken, özgüvenin burada olmazsa olmazlığını bildin. Özgüven ne diye sorsalar hâli vakti yerinde bir cevap veremez değildin ama bunu göstermenin de tanıma dahil olduğunu anlayınca işler değişti senin için. Girdiğin entelektüel ortamları, aldığın dersleri, tanıdığın insanları; velhâsıl “Boğaziçili sen”i göstermeliydin. Konuştuğunu anlamak için üç lügat taşımak gerekmeliydi mesela, kurduğun her cümle başka bir analiz değerine sahip olmalıydı, karşılaştığın her durum hakkında fikir yürütebilmeliydin. Zira Boğaziçili olmak bunu gerektirirdi kardeşim. Bu paragrafları hayal gücünüze göre uzatabilirsiniz. Bizden bu kadar! Sahneler ne kadar tanıdık geldi size bilmiyoruz lakin biz sözümüzü meclisten içeri almaya karar verdik. Çuvaldızı gösterip korkutmak istemesek de iğneyi yanında tutanların kârlı çıkacağına inanıyoruz çünkü. Vesselâm. Ahvâl ~ 17 “BOĞAZİÇİ ‘YALILAR’I”* Hande Yıldırım Her zatın, yaşamında dert edindiği çoğu hususta bir “ortalaması” ya da “optimumu” vardır. Müstakbel bir YADYOK öğrencisi de bu değerlerini yanında getirir -semt değiştirerek de olsa- ailesinden ayrı kalacağını bildiği ilk şehirler arası yolculuğu esnasında ya da bir arama motorunda gerçekleştirdiği seyahatinde. Çoğunlukla sekizinci ayın ortalarına tekabül eden bir dönemde yapılan bu yolculukların gerçekte vuku bulanında Rumelihisarüstü son durak, sanal olanında ise ilk duraktır. Olayların gelişmeye başladığı bu zaman diliminde Hisarüstü’ne varılır ya da arama moturuna “Hisarüstü yurt” veya “Hisarüstü ev” yazılır. İlkinde, çevre esnafa yurt ya da ev bilgisi sorulur. Gözlerin tuttuğu dükkânlara baba/anne “Selâmün aleyküm”leriyle ya da bireysel “Hayırlı işler!” ile girildiğinde –önceden bilinmiyorsa ve yine de bir kez daha denenmemişseBoğaziçi Üniversitesi’nin henüz hepsine tam tekmil aşinâ olunmayan dört kampüsünün etrafında herhangi bir özel yurdun olmadığı gerçeği ile yüzleşilir. İkinci ihtimalde ise bu yüzleşme, “enter”a basmak suretiyle gerçekleşir. “Hisarüstü” kelimesi üzerinden başka başka semtlere, ilçelere yönlendirir ekran sizi: Beşiktaş, Şişli, Mecidiyeköy… Diğer bir gerçek ise “E peki evler?” sorusunun ya muhatap olunan civar sakinine yönlendirilmesiyle yahut pencere camında “KİRALIK X EMLAK”/ “SAHİBİNDEN KİRALIK” yazılarından biri bulunan herhangi bir eve gidilmesiyle öğrenilir. Kafasındaki “en uygun”a hâlâ sıkı sıkıya sarılmakta olan öğrenci ve ailenin diğer üyeleri, önce nasıl olduğunu bilmedikleri evlerin kiralarını öğrenince ve sonra evlerin içine girip “En azından kiraları evlerle bağdaştırabilseydik!” gibi düşüncelere gark olunca günün ya da konaklamayı halletme sürecinin belki de en ağır şaşkınlığını yaşar. Bir kere, herhangi bir Hisarüstü evinde, bir ya da iki kişi kalmak neredeyse mümkün değildir. Zira “Bizim memlekette olsa…” ile başlayan cümlelerin öznelerini teşkil eden aile bireyleri, eğer evlatları tek ya da iki kişi ile bir eve çıkacak olursa kendi ev kiralarının/memleketlerindeki ortalama kiraların iki katını veya daha fazlasını ödeyecektir. Yurt deseniz, zaten en yakını henüz uzaklığı doğru düzgün tahayyül edilemeyen bir başka semtte ya da ilçede cep yakmaya devam etmektedir. Son tahlilde, okul yurdu seçeneği yoksa, ya yukarıda bahsi geçen civar özel yurtlarda kalmak ya da minimum dört ev arkadaşı olarak 2+1 ya da 3+1 bir dairede konaklamak seçenekleri kalır. Minimum dört arkadaş, evet, eski altı artı altı on iki kişilik, banyo ve tuvaletleri ortak devlet yurtlarına göre çok iyi, fakat nerede? a. Liseden çok samimi olduğum bir-iki arkadaşım da Boğaziçi’ni kazandı; onlarla eve çıkarız. Ahvâl ~ 18 b. Liseden çok da samimi olmadığım bir-iki arkadaşım Boğaziçi’ni kazandı, tanışmıyoruz pek ama n’apalım, tanışırız. c. Biliyorum ben, Boğaziçi’nin Buddy, Housing gibi sayfaları var; oradan ev arkadaşı arar ya da ev arkadaşı arayanlara sorarım. Hem belki eşyaları da bulurum! Bir başlayayım da şu okula, bulurum inşallah. . . y. Bunun daha faturaları var yalnız! z. Hayırlısı… Bu kadar yergiden sonra, bir “Her şey berbat!” izlenimi oluşmuş, kafalarda “Aynen öyle!”ler uçuşmuş olabilir. Özellikle, hedefinde Boğaziçi Üniversitesi olup çok önceden okul hakkında bilgi toplamaya başlayanlar için Hisarüstü’nde yaşama ve Boğaziçi’nde okuma gibi konularda ön yargılar hâsıl olmuştur belki. Fakat tüm bunların, bir öğrencinin “Hisarüstü dili”ne resmî ya da gayriresmî yönlerden, oluşumlardan, gruplardan vs. vâkıf olup her şeyini ona göre hazır edebilmesini sağlaması gibi bir avantajı da mevcut, ki okul çevresinde konuşlanmış fakat adı-sanı duyulmayan evlere, yurtlara önceden ulaşabilen ve kendine minimum sıkıntılı hayatlar kurmaya çalışan, kurabilen arkadaşlarımız da olabiliyor. Lakin Hisarüstü’nde konaklayabilmek için birtakım “underground” ya da kişisel bağlantıları kullanma ihtimali bile başlı başına bir sorunun göstergesi dersek abartmış olmayız. Özellikle, normal okuma süresi olan beş yıl içinde çoğu öğrencinin manevî olmayan –manevî olmayan diyorum zira manevî problemler yalnızca konaklama sorunundan kaynaklanmayan, birçok üniversite öğrencisinin karşılaşabildiği kavramlar- sorunlarla karşılaşıp sık sık ev ya da yurt değiştirmesi ve hatta dönem dönem konar-göçer bir hayat yaşamaya çalışması da bu durumun bir alt işareti. Bütün bunlar bir kenara bırakılıp güzel arkadaşlıklar ile kira ve harcama yükünün azaltılabileceği sorunsuz bir ev tutulduğunda ise durum elbette farklı seyrediyor. Fakat ne yazık ki, bir Hisarüstülü Boğaziçi öğrencisi her ne kadar rahata kavuşmuş olsa da, bahsi geçen aşamaların bir ya da birkaçını yaşıyor, yaşamak zorunda bırakılıyor; üstelik bu durumu kanıksıyor. Kazanan ise, çoğu birer gecekondu** iken üzerlerine kat çıkılmış, malzemeden yoksun, ateş pahasına kiralanan ya da satılan -800 bin liraya, meselaevlerin sahiplerinin ve/veya emlakçıların mütevazi görünen keseleri oluyor. Ve sanıyorum birçok öğrenci de nesillerdir, bu evlere “Sanki villa!” serzenişini göndererek huzur bulmaya çalışıyor. Bir şey demek ve yapmak –Hisarüstü esnafınca da- yıllardır lazım, fakat o şey ne? Birlik mi, yoksa hep yapmamızın salık verildiği “cinlik” mi? *Abdülhak Şinasi Hisar’ın makalelerinden oluşan 1954 tarihli kitabı. Kullanım amacının kitap konusuyla ilgisi bulunmayıp isim, kinaye amacı ile kullanılmıştır. **Kelime, kesinlikle küçümseme amacı ile kullanılmamış olup durumun abesle iştigalini belirtmek için sarf edilmiştir. BANA BUNLARLA GELME KUZEY SON ÇIKIŞ Hatice Büşra Özkan Nagehan Elif Akyağ Ahir zamanda, hele ki “özgür” üniversite ortamında, mütedeyyin genç hanımlar ve erkekler olarak gözümüzü haramdan korumak gibi hayli zor ama mükafatı inşallah büyük bir sorumluluğumuz var. Göz kapaklarımızı indirmek, başımızı eğmek gibi pratik çözümler elbette mevcut. Fakat bu özgürlük dedikleri, her nedense hep zalimlerin elindedir de bize hiç yüz vermez. Cinsiyetsiz tuvaletler açıladursun; okuldaki pisliği özgürlüğün lağımı temizleyemez. Pek çok kez biz de arzuladık bu yalancı güzeli: İbadet özgürlüğü, inanç özgürlüğü, ifade özgürlüğü istedik. Ama bize bir verildi, bizden bin alındı. Geride bıraktığımız yaz açılarak belirli bir kitleyi refaha kavuşturan kapıdan bahsediyorum. Henüz B, C ya da D harflerinden hangisiyle adlandırılacağına karar verilemeyen kapı. Birçoğumuz onu eski YADYOK’un yanındaki, Kore Okulu’na yakın, 3. Kuzey Yurdu’nun karşısındaki turnikeli kapı olarak biliyoruz. Hisarüstü’nün eteklerinde oturan bizler, yaz okulunda tanışıp kaynaştığımız bu kapıyı epey sahiplendik. Sadece biz değil, Eski YADYOK, K-Park ve yurtlarla işi olan herkes sahiplendi onu. Çünkü bir kısmımız onun vesilesiyle yokuş çıkmıyor, bir kısmımız ise kampüsün içinde daha az yürüyerek işimizi halledebiliyorduk. Ben özgürlük istemiyorum. Yalnızca okulda endişelenmeden yürümek, Güney Kampüs’te mekik beklerken başımı eğip kulaklarımı tıkamak zorunda kalmadan, sıkış tepiş otobüslerde sırf başörtülüyüm diye hakaretlere, pis bakışlara maruz bırakılmadan, kimsenin ilişkisinin günahının, özellikle de ben göreyim duyayım diye gürültülü işlenen haramların şahidi olmadan seyahat etme hakkımı istiyorum. Etiler trafiğinde kimseye dokunmamak için bir köşede gergin gergin beklerken yanı başımdaki insanların saygısızlıklarına maruz kalmak, hem ruhen hem bedenen yıkıcı oluyor. Karşımdaki insanların bunu alenen yapmalarının alt metnini okuyamayacak kadar aptal değilim. Başörtülüysen AK Partilisin, metroda insanları uyaran Melih Gökçek’in belediyesi de AK Partili; dolayısıyla Atatürk olmasaydı ben de olmazdım. Tam, okul öğrencisi olsun olmasın, bu kapıyı kullanarak işini kolayca halledebilen herkes ona alışmıştı ki bir gün, takım elbiseli amcalar turnikelere “işlev kazandırıp” kart okutma cihazı taktılar kapımıza. Biz, okul öğrencileri, “Kartlı Geçiş Dönemi”nin başlamasına aşırı tepki göstermedik o zamanlar. Lakin bu durum herkesi memnun etmemişe benziyordu ki ertesi sabaha kart okutma cihazından geriye sadece birkaç kablo kalmıştı. Böylece, eski düzenimize dönüp bir müddet daha “özgürce” kullandık kapımızı. Peki bu “özgürce” kullanım nasıl bitti? Ansızın bir gece başka amcalar geldi ve turnikeli kapımıza dolap gibi bir kapı daha yaptılar. Ardından bir duyuru yapıldı: Kuzey Kampüs’teki o kapıdan geçişler 9.00 ile 18.00 arasında olacakmış. Mademki insanlar olan genellemeyi “bizim” üzerimizden yapıyor, olan ön yargıyı üzerimize boca ediyor; otobüsten erken inmek zorunda kalıp mide bulantısından temiz hava arayan biri olarak benim de onları genellemeye hakkım yok mu? Bir Ramazan günü Sinema Kulübü’nün okulun her köşesine astığı teşhir içeren afişleri sökme hakkımı istiyorum. Biz bu filmleri çok gördük. Bize özgürlük diye sunulan zehirli elmanın, reklam afişlerinde kadınları aklî ve fıtrî güzelliklerinden soyup kimlere köle ettiğini çok iyi biliyoruz. Fakat bütün ilişkilerimiz kul hakkı sınırları içerisinde olmak zorunda, bu nedenle dışarıdan eylemsiz gibi görünebiliriz. Bizim, sizin özgürlük kavramınıza ihtiyacımız yok. Kokuşmuş kavramlarınızın genç insanları ne hâle getirdiği ortada. Gözümüzün gördüğüne gönlümüz katlanmıyor lakin elden de bir şey gelmiyor (mu?). Aslında tüm bu süreci kapı kapalı olduğu için yolumu her uzattığımda kafamda tartıyor ve irdeliyorum. Sonra sinirli sinirli soruyorum: “Diğer kapılarda ultra güvenlik mi var sanki?! Diğer kapılardan herkes geçmiyor mu? Allah Allah...” Sonra ben mi dar bakıyorum, diye düşünüyorum; cevabı bulamıyorum. Sanırım, koskoca okulun bir kapıya bu kadar takmasını garipsiyorum. Ardından içimde Uyuyan Güzel misali kestiren Pollyanna uykusundan uyanıp “Fena mı oldu, biraz daha fazla yürüdün, biraz daha oksiRabbimden ziyanda olan kardeşlerime hidâyet ve jen aldın. Hem yürümek çok sağlıklı bir şey.” diyor. ferâset isterken O’nun sonsuz adaletine sığınıyor; ya- Utanıp susuyorum. Zaten tam da bu sırada gideceğim zıda geçen olayların her biriyle en az iki kez imtihan yere varmış oluyorum. edilmiş fakat ancak bu kadar âciz bir tepki ortaya koyUzun lafın kısası; mevcut düzen ne kadar sürecek, muş biri olarak sizleri daha doğru tepkiler geliştirmebir sonraki aşamaya ne zaman geçeceğiz bilmiyorum. ye, hiç olmazsa, bu konuda dertlenmeye çağırıyorum. “Kuzey son çıkış”ın ahvâlini de hayli merak ediyorum. Ahvâl ~ 19 ÜRETMEK Ömer Faruk Koç Üretmek zor şey azizim! Şu anda yazdığım şu basit satırları yazmak bile zor iş esasında. “Üretmek” deyince çok geniş bir başlık oldu, onu şöyle daraltayım: bilgi üretimi ve/ya akademik üretim. Toplum olarak ne yazık ki bu alanda çok zayıfız, hatta bu alanda yokuz bile denebilir. Acı ama gerçek! Akademisyenlerimiz araştırma yapmıyor, makale yayımlamıyor, yazılan makaleler hiç atıf almıyor, akademisyenlerimizden yeni ve orijinal fikirler neşet etmiyor ve bu durumun neden olduğu kısırlık ekonomiden sağlığa, teknolojiden bilime her alanda kendini belli ediyor. Plagiarism, yani intihal kulvarında Türkiye önlerde koşuyor ve ne yazık ki bunu tespit etmeyi bile başaramıyoruz. Geçenlerde bir profesörün doçentlik tezinin İranlı bir akademisyenden çalıntı olduğu ortaya çıktı ama o da akademisyenin kendi takibi ve şikayeti sonucunda. Yani adam kendi hakkını aramasa bizimki gururla “Profesör Doktor” olmaya devam edecek. Bu problemin kökü ne yazık ki yetiştiriliş tarzımıza ve eğitim sistemimize kadar uzanıyor. Batı’da (Batı nere ola ki?) birçok ülkede bu işin ahlâkı çocuklara çok küçük yaşlardan itibaren hem teorik hem pratik olarak öğretiliyor, kavratılıyor. İntihalin hırsızlıktan pek de bir farkı olmadığı ideasıyla büyüyen çocuklar, kendi iç denetim mekanizmalarını kendileri kurmuş oluyor. İnsanın içine küçük yaşlardan itibaren ilmek ilmek işlenen ahlâk ve sorumluluk bilinci en âlâ Panoptikon’dan daha iyi vazife görür zaten. Bu intihal meselesi modern Batı toplumunun temel yapı taşlarından biri olan Protestan ahlâkının olmazsa olmazlarından bir mesele olarak çıkıyor karşımıza. Aslında Müslüman olduğu iddiasında olan insanların bu hususta çok daha hassas olması ve parlak bir karneye sahip olması gerekirken, ne hazindir ki, ortadaki tablo bunun aksini yansıtıyor: Üret(e)miyoruz! Çok küçük yaşlardan itibaren işin kolayına kaçmayı öğrendik hep. “Copy-paste” nesliyiz biz. Aslında bizim de güzel, orijinal fikirlerimiz vardı. Ama bunları kendimize saklamamız salık verildi , “İcat çıkarma başımıza!” dendi bize. Zamanla kabullendik biz de bu durumu ve iyice pekişti bu kolaya kaçma davranışı. “Fikir işçisi” olmak çok zahmetliydi artık. Bazılarımız iş işten geçtikten sonra durumun farkına vardı. “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar! Bunu bana öğretmediniz.” diyenler oldu ama nafileydi artık. Yanlış anlaşılmak istemem; burada üretmekten kastım “daha fazla tüketmek için üretmek” değil veya “yeni olan her şey can baş üstüne” de değil. Kadim olanı aktarmak veya yeniden üretmek de ciddi bir fikir işçiliği istiyor ve kolaya kaçışımızdan o mecrada da sınıfta kalıyoruz. Ahvâl ~ 20 Meseleyi biraz daha yerele indirelim: Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nin güzide(!) hocaları. Birçoğu (istisnalar var elbet) bana “akademisyen kibri” kavramını tam mânâsıyla yaşatarak öğretmiştir. Herkes az çok bunu müşahede etmiştir: “Küçük dağları ben yarattım.” modunda geziyor hocalarımız. Gel gelelim ki Türkiye’nin en önde gelen üniversitesinin hocaları olan bu akademisyenlerin dişe dokunur bir üretimleri yok. Tabiri caizse Batı’nın ilmini de ahlâkını (yukarıda bahsedilen ahlâk, ethic) da alamamışlar. Ayrıca bazı şeyleri üretme potansiyeli olan öğrencilerin de önünü açmaya çalışıp yol göstermiyorlar onlara. Tabii ki bu hususta iyi niyetle çaba sarf eden hocalarımız var ama onların da –aksini iddia etseler de- çok fazla kırmızı çizgisi var. Hocanın düşünce yapısına aykırı bir fikirle ortaya çıktığında genelde çok fazla yol alamıyorsun. Hoca seni en fazla “tolere” ediyor. Bu yüzden de aynı basmakalıp (aynı zamanda ithal) bilgi ve düşünme tarzını yeniden üretip duruyorlar. 1883’ten 1907’ye kadar Mısır’ı yöneten İngiliz valisi Lord Cromer tamamı “asil”, “uygar”, Hristiyan İngilizlerle “barbar” Doğulu Müslümanların kıyaslanmasından oluşan The Government of Subject Races isimli kitabında; kıyaslama yaptığı her alanda Doğuluları yerin dibine soktuktan sonra, kitabın sonlarına doğru: “Ama şansımıza bu Doğulular iyi mukallittirler (iyi taklit ederler), bu yüzden onları belli bir seviyeye getirebiliriz.” gibi ırkçı bir tez öne sürüyor. Ne yazık ki hocalarımızın birçoğunun ürettiği bilgi(!), öykünüp durdukları Batı medeniyetinin kötü kopyalarından ibaret. Orada öğretilen hâkim paradigmaları ve ana akım yaklaşımları gerçekten iyi öğrenip iyi taklit ediyorlar. Ama sadece o kadar. Bu yüzden de oldukları yerde sayıyorlar. Bir sosyoloji dersinde hocanın biri son dönemlerin önde gelen saygın Batılı akademisyenleri için şu cümleleri kurmuştu: “Bu adamlardan nefret ediyorum. Çok iyiler. Çıtayı o kadar yükseğe çıkarıyorlar ki bize de öylece bakmak kalıyor!” Peki bu yazının ana fikri ne kardeşim? (İlkokuldan beri bize bunu öğretiyorlar: “Parçanın ana fikri ne?”) Yazının ana fikri şu: Bu söylediklerimin hiçbirinden ben de beri değilim elbet. Ve eğer durum yukarıda izah ettiğim gibi olmasaydı mesela, bu yazı çok daha güzel, kaliteli bir yazı olabilirdi. Demem o ki; bu soruna bir çözüm bulmamız lazım. Ne yapacağız peki? Eee, her şeyi devletten beklemeyin canım. Yazının giriş cümlesinde de dendiği gibi : “ Üretmek zor şey azizim!” Bu yüzden ben bu dergi girişimini önemsiyorum. İyi-kötü, az-çok. Bir yerlerden başlamak lazım. Deneye yanıla, düşe kalka mesafe kat edilir diye inanıyorum. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir! [Bir insan ne oldum dememeli, “Ne oluyor lan!” demeli. Bu onu her daim diri tutacaktır.] Anonim OLMAK YA DA OLMAMAK, BİR SEÇENEK DAHA VAR MI? Seçkin Azınlık “Kendimi bildim bileli” diye söze başlamak isterim Sayın Okur. Ama hakikat; hakikat Sayın Okur... Hakikate kelimelere şekil vererek ulaşamayız. İtiraf edeyim; kendimi tamamen bilseydim, kendimi tamamıyla tanısaydım, “olsaydım” ne yapardım bilmiyorum. İntihar etmek bir fikir olabilirdi ama çok şükür; Allah’a, tüm mânâ dehlizinin sahibine yakınım. Ne yapsam acaba? Kendime varırsam kendimle ne yapacağıma şimdiden karar versem iyi olur. Yoksa insan âcizliği, sarkaç gibi, varma şaşkınlığından tekrar geriye düşebilir; Allah korusun. “Olmak” fiiline her daim kafa yormuşumdur. Yaşamın mânâsı üzerine kafa yorunca karşımıza direkt çıkan, çok basit ama afili bir sözcük bu. Olmak, tamamlanmak gibi. Okuyoruz, izliyoruz; bizden daha tecrübelileri, bilgilileri dinliyoruz. Okuduklarımızı, izlediklerimizi, öğrendiklerimizi iyi insan olma gayesiyle günlük hayatımızda kullanıyoruz, ya da o felsefenin etkisiyle ilişkilerimizi, işlerimizi yürütüyoruz. Ve her geçen gün iyiye gitmek istiyoruz. İyiye gitmek, daha fazla kendimize yaklaşmak, gelişmek, tamamlanmak… Bu uzun, belirsiz, durmayı affetmeyen yolda ara sıra aynanın karşısına geçmekte yarar görüyoruz, pek tabii. Peki, aynanın karşısında çok fazla kalırsak, bir süreden sonra kendimize “olması” gerekenden daha fazla anlam yüklemeyecek miyiz, yüklemiyor muyuz? Sorar mıyız, “Ayna ayna, söyle bana; var mı benden daha fazla olan, tamamlanan?” Sorar mıyız Sayın Okur? Soruyoruz, maalesef. Hepimiz mikro anlarda veya makro durumlarda soruyoruz. Kendimden örnek vereyim: Ayaklarımı yerden kessin diye bir araba aldım. Arabayı ilk aldığımda oldukça acemiydim fakat öğrenmeye hevesliydim. İlk zamanlar âcizliğimi bilerek oldukça kontrollü sürüyordum. Ve çok şükür, kazalarım yoktu. Yavaş yavaş yükselen özgüvenimle hızımı arttırıyordum. “Oldum sanırım ya.” dediğimi hatırlıyorum. Ve beklenen son: Uçurumdan aşağı fırlayan arabanın ağaca çarpıp durması... Arabadan çıktığımda aklıma Onur Ünlü’nün “İnsan acizdir, muhtaçtır. Fazla artistlik yapmamalıdır.” sözü geliyordu. Öyle işte, en büyük düşüşler “oldum” deyince başlar. Akıl da, duygular da aynı şeyi söylüyor; oldum, dediğin andan itibaren olmaya başladığın şeyden uzaklaşmaya başlarsın. Daha ilerisi yoktur. Şimdi ben bu yazıyı İslâmî altyapı ile büyüyen, büyük zorluklarla büyük kazanımlar elde etmemizi sağlayan ailelerin iktidarla haşır neşir olmuş çocuklarının “oldum” tavırlarına bağlayacağım. Büyüklerimiz bizleri hep şu şekilde öğütlerdi: “Tahsilinizin peşinde koşun. Bununla beraber İslâmî bilgilerinizi öğrenin. Hayatınızın her noktasına iyiyi, hayrı ekleyin. İnsanlara değer odaklı yaklaşın, tevazuyu yanınızdan eksik etmeyin.” Bunlar evde başlayan nasihatlerdi, baskılı dış dünyanın etkisiyle babalarımız, annelerimiz bilinçlerini bol bol okuyarak, izleyerek taze tuttular. Ali Şeriatiler, Mehmet Efeler, Hüsrev Hatemiler, Mustafa Kutlular, Nuri Pakdiller, Rasim Özdenörenler... Onlar hep yanlarındaydılar. Yoklukta varlıkta hep şükrettiler. Şükür, çok şükür. Biz büyüdük, iktidar olduk. Vali olduk, kaymakam olduk, başbakan olduk, cumhurbaşkanı olduk; her şey olduk. Koltuklara gelince bir şeyler olduk, yanıldık ki “olduk” demeye başladık. “Ben sana vali olamazsın demedim ki, ben sana olamazsın demiştim.” İşte, o güzel insanların çocukları olarak, güçle, parayla olan ilişkimizin dışında değerlendirmemiz gerekiyor “olmak” meselesini. Müslüman, arabasının modeli yükselince trafikte daha fazla hız yapacağına inanmamalı. Müslüman nargile, çay, okumadan kokuşturduğu Osmanlı, ecdad güzellemeleri ile vitrinini düzenleyip arka planda materyalist planlar yapmamalı. Müslüman; yolun amacını, davanın hedefini her daim aklında tutarak, âcizliğini elinde bulundurarak, Allah yolunda olmalı. Okumalı, izlemeli, dinlemeli. Ve güzel insan olmayı ilke edinmeli, çevresindekilere örnek olmalı. Aklıyla, zekasıyla, vicdanıyla, yaptığı işle, maneviyatla. Bizler “oldum” demeye başlarsak, olmaya başladığımız şeyleri kaybedeceğiz. Ve belki de en değerli şeyi kaybettiğimizi, tüm değersiz şeyleri kaybettiğimiz zaman anlayacağız: ruhumuzu. Selâmetle. Ahvâl ~ 21 “THE ARTWORKS” Seden Nadire Harputluoğlu Her gün yanından elbet bir kere, belki zilyon kere geçtiğimiz, hocaların yoğun ders aşklarından ötürü belki de sahip olduğunuz 15 dakika içerisinde bir diğer dersliğe koşuştururken hiç fark etmediğimiz yahut fark edip “Bu ne ki ya?” diyerek hiç bitmeyen midterm-midterm-final bermuda şeytan üçgeninden fırsat bulup nefes aralayamadığımız için ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemediğimiz yapıtları sizin için araştırdık. PORTAL (Ana Kapı) Birçoğumuzun anlam veremediği, bir zamanlar döndüğü rivayet edilen şimdilerde ise daha çok afiş asmak veya üzerine yazı yazmak için kullanılan bir nesne haline gelen eserin adı “Portal”dır. Kendisi üniversitemizin Kuzey Meydanı’nda bulunan bir eser olup aslında ünlü heykeltıraş İlhan Koman tarafından 1984 yılında İsveç’in Stockholm kentinde bulunan metro istasyonuna yerleştirilmek üzere yapılmış ve 2008 yılında İlhan Koman Vakfı tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlanmıştır. 4 FAKÜLTE 4 AĞAÇ 2010 yılında BÜVAK tarafından bağış toplamak amacıyla “4 Fakülte 4 Ağaç Yaprak Bağışı” adı altında üniversite içinde her fakülteye bir ağaç formunda birer heykel yapılması kararlaştırılmış. Böylelikle hem okula sanat eserleri kazandırmak hem de bağış toplama amacı gerçekleştirilmiş olmuş. Bu toplanan bağışlarla hem öğrencilere (burs) hem de hocalara (yayın ödülü vb.) katkıda bulunuyormuş. Eğitim Fakültesi - “Gölgesinde Mevsimler” Eğitim Fakültesi’nin ikinci katına heykeltıraş Nilhan Sesalan tarafından 2011 yılında yerleştirilmiş olup konulduğu tüm alan ile birlikte (yer döşemesi, duvar rengi, ışıklandırma) tasarlanmış. Ağacın alt kısmındaki gölgelikte bulunan oval plakalar isimlik olarak düzenlenmiş ve aynı zamanda bu isimlikler üniversiteye bağış yapacak olan mezunlarımızın isimlerinin yer alacağı kısımlar imiş. Heykeltıraş Nilhan Sesalan YD binasındaki “Gölgesinde Mevsimler” eserini, “Ağaç, yaylanarak yukarı yükselir. Harfler-sözler, puantilist bir etki ile günün en aydınlık zamanı olan öğlen saatlerini tasvirle varlığının belirtisi olarak gölgesini oluştururlar. Işık ve sözler ağacın yaşam kaynağını da temsil etmektedir.” diyerek tanımlamıştır. 1 Resim 1 Eser bir “artwork”tür. Portal’ın yarım daire oluşturan üst bölümünün modelinde iki adet yavaşça daralan kağıt şerit kullanılmış ve birbirleri üzerine, her biri bir öncekinden hafifçe dönük eşkenar üçgenler oluşturacak şekilde katlanmıştır. Böylelikle birbirlerini kilitlemeleriyle körüğe benzer yumuşak kıvrık bir yapı oluşur. Malzemenin elastikliği sayesinde bükülebilir ve bükükken çevrilebilir haldedir ( Hans-Olov Zetterström). Yani varacağımız sonuç rivayetlerin doğruluğudur. Son olarak söylebileceğimiz şey, Anıtkabir’in büyük rölyeflerinden, doğu kanadının da mimarı olan Koman’ın Türkiye’de bilinen en ünlü eserinin Akdeniz Heykeli olduğudur. 1 Kaynak: Anonim. 1989 Ahvâl ~ 22 İdari Bilimler Fakültesi - “Gizli Bahçe” Kemal Tufan tarafından Ekonomi Bölümü’nün yer aldığı Natuk Birkan Binası’nın ana merdivenlerinin yanındaki “Yaprakları geldi, daha güzel oldu.” dediğimiz o mor ağacın fakülteyi temsil eden dört ağaçtan biri olduğunu öğrendik. Gövdesi ve dalları tek tek plaklar ve demir çubuklar kesilip kaynak yapılarak oluşturulmuş olan eser, insanın kullandığı araç ve eşyaların doğa ve çevreyle geleneksel ve güncel işlevi yorumlanarak yapılmıştır. Yaprakları için okul mezunlarımıza teşekkür ediyoruz. Fen-Edebiyat Fakültesi - “Bellek Ağacı” Kütüphanemiz karşısında yer alan Fen - Edebiyat Fakültesi’nin bulunduğu Kare Blok girişinde yer alan ağaç Ayla Aksungur tarafından yapılmıştır. “Ulu bir ağaç” olarak tasarlanan eserin metal yaprakları Boğaziçi Üniversitesi renklerini taşımaktaymış. Biz de gittik baktık ve sadece yeşil rengini gördük. Ek olarak, Ayla Aksungur’un eseri yaptığı dönemlerde bronz ağaçlar serisiyle ilgilendiğini ve ağacın bu deneyimlerin Boğaziçi’ne uyarlanmış hâli olduğunu duyduk. Resim 51 MÜHENDİSLİK ANITI Mühendislik Binası önünde görmeye alıştığımız kepli amcamızın aslı Cates Hall yakınında (bildiğiKendileri Nejat Çınar’ın, insanın günlük yaşamını miz, Güney Yemekhane’den Meydan’a çıkarken kulbelirleyen nesneler, bu nesnelerle ilişkisindeki alış- landığımız merdivenlerin yanında) bulunmaktadır. kanlıklar, bu alışkanlıkların bir tasarımla yeniden Kendisi 1955 mühendislik mezunları adına Armağan yorumlanmasını gözeterek oluşturduğu eserdir. Mü- Çağlayan tarafından tasarlanmış ve yapılmıştır. Kavis hendislik Binası’nın girişinde yer alan ağaç, metal çizme cetveli, kep ve papyondan oluşan baş, müheçizgilerle oluşturulan bir işaret dili olarak tanımlanır- dislik eğitimini simgelemekteymiş. ken adların işlendiği kısım kuşlar ve kuş yuvalarıdır. Mühendislik Fakültesi - “Buluşma Ağacı” Resim 41 4 Kaynak: BÜVAK 5 Kaynak: BÜVAK Ahvâl ~ 23 BİRLİK Boğaziçi Üniversitesi Barış Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin farklılıklara ve çevreye saygıya, birlik ve barış konularına duyarlılığı arttırmayı amaçlayan “Kültür Nehri İstanbul” projesi üzerine ressam, heykeltıraş, besteci, fotoğrafçı gibi birçok sanatçının moderatörlüğünde hazırlanan eserlerden biri de ‘BİRLİK’ tir. Kendisi heykel sanatçısı Füge Demirok ile birlikte Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri tarafından yapılmış ve şu an Natuk Birkan Binası girişinde yer almaktadır. Eserin yapılış süreci resimlerle eserin arka kısmında anlatılmaktadır. GÜNEY MEYDAN’DAKİ TAŞ Bulunamadı. Ne olduğu konusunda elimize tam bir bilgi geçmeyen eserin ülkemizde var olanlar üzerinden, bir anıt olduğu kanısındayız. Üzerindeki yazıları araştırdığımızda ise çokça eğlendiğimiz kısımlara rastladık. CONTORIUM Pİ SERİSİ “İnsan en kolay kendi kendini aldatır zira doğru olmasını istediği şeyin doğru olduğuna inanır genellikle.” İlhan Koman’ın okulumuzda bulunan bir diğer “... İnsan isterse her zaman, her yerde, her şeyle her eseridir. Kendisi şu sıralar okulumuz kütüphanesi şey arasında bağlantılar bulur; dünya ansızın, her şegirişinde merdivenlerin yanında sergilenmektedir. yin her şeye yollama yaptığı, her şeyin her şeyi açıkladığı bir akrabalıklar ağına dönüşür.” Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü öğrencilerinden Can Kuseyri’nin con isminde klasör açılamadığını fark edip eğlence için “sadece Türkiye’de bulunan çok değerli bir element” diye uydurduğu, videosunu YouTube’a yüklediği ve şaka kontrolden çıkınca herkesin peşine düştüğü bir elementtir. Peki bundan neden bahsettik? Şöyle ki, anıt şimdilerde üzerine yazılan yazılardan taraf “Contorium Anıtı” – ya da “Soma Anıtı- şeklinde anılırken size tavsiyemiz, “Neden benim de bir anıtım olmasın?” diyorsanız ne olduğu, ne için yapıldığı hâlâ meçhulken, bir kalem darbesiyle oluşturacağınız anıtınız sizi Güney Meydan’da beklemektedir. Bizden şimdilik bu kadar. Sevgi, sanat, bilim ve ölesiye kendinizle kalın Sayın Boğaziçi sakinleri! Resim 81 8 Kaynak: Anonim. 1980-83 PI [dijital fotoğraf]. Ahvâl ~ 24 KİM KİMDİR? Boğaziçi’nde müslümanca bir çizgi izleme gayretindeki gruplardan kendilerini tanıtmalarını istedik, buyrunuz. AGD Hanımlar Boğaziçi Üniversiteli İskenderpaşalılar Selâmün aleyküm çok kıymetli üniversiteli hanımefendiler, “Önce Ahlâk ve Maneviyat” düsturunu temel alarak çalışmalarına başlayan Anadolu Gençlik Derneğimiz, Türkiye’nin pek çok il ve ilçesinde kurulan şube ve temsilcilikleriyle ülkemiz gençliğinin birlik ve beraberliğini pekiştirmekte öncü olmuş ve olmaya da devam etmektedir. Kurulduğu günden bu yana, “İnsanların en hayırlısı, insanlığa faydalı olandır.” hadîs-i şerîfinin gösterdiği hedefle çalışmalarına aralıksız devam eden derneğimiz, insan yetiştirme projesi kapsamında, muhatap kitlesini gençlik olarak belirlemiştir. Bu anlamda ortaöğretim, lise ve üniversite olmak üzere tüm gençliği kapsayan farklı komisyonlar aracılığı ile faaliyetlerimiz gerçekleştirilmekte ve aynı şekilde farklı yaş gruplarındaki pek çok gencimize ulaşma imkanı yakalanmaktadır. Anadolu Gençlik Derneği Boğaziçi Üniversitesi Hanımlar Komisyonu olarak bizler de, millî ve manevî değerlerimizden beslenerek faaliyetlerimizi belirlemekte ve kendi üniversitemizdeki hanım kardeşlerimize ulaşarak, hazırladığımız bu programları icra etmekteyiz. Böylece manevî sahada şuurlanan saliha, ilmî yönünü canlı tutan âlime ve bu iki yönün birleşimi olarak sosyal hayatta var olan mücahide hanımefendilerin yetişmesini hedefliyoruz. Sevgi ve kardeşliğin teminatı olan Anadolu Gençlik Derneğimizin Boğaziçi Üniversitesi temsilcileri olarak gerçekleştirdiğimiz faaliyetler arasında, manevî anlamda takviye gücü sağlayan haftalık “Gönül Sohbetleri”, sosyal ve siyasî alanda konunun uzmanlarıyla yapılan ilmî toplantılar, İslâm dünyasında önem arz eden yazarlara ait eserlerin tahlili, Müslümanların eskimeyen gündemlerini ön plana çıkaran aylık mescid panosu çalışmalarımız, umumiyetle haftasonu düzenlenen cami ziyaretleri ilk olarak sıralanabilir. Gönüllülük esası üzerine kurulu olan tüm çalışmalarımıza sadece dinleyici olarak iştirak edilebileceği gibi, isteyen hanım kardeşlerimiz derneğimize üye olarak programlarımızın hazırlık aşamasında bizzat faaliyet gösterebilirler. Sosyal medya aracılığıyla da takip edebileceğiniz çalışmalarımızın duyuruları için irtibat adreslerimiz: Hamd yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salât ve selâm O’nun kulu, habîbi ve rasûlü olan Efendimizedir (s.a.v). Allah; Peygamberân-ı İzâm Hazerâtından, Sahâbe-i Kiram’dan, Tabiîn’den, Tebeû Tabiîn’den ve hâssaten Silsile-i Sâdât Efendilerimizden razı olsun, onların ruhunun kudsiyyetini arttırsın, onlara lütfu ile muamele eylesin. Allah’ın selâmı, O’nun rızası için çabalayan kullarının üzerine olsun. Facebook: Agd Boğaziçi Hanımlar Komisyonu Twitter: AgdBuHanmlar E-mail: agdbogazicihanimlar@gmail.com Boğaziçi Üniversitesi İskenderpaşalılar grubumuz, yaklaşık on senedir faaliyet göstermekte olan bir gençlik oluşumudur. Grubun kurulma fikri birbiriyle tanışık olan birkaç Boğaziçi öğrencisi İskenderpaşalının uhuvvetlerini artırma çabaları sonucu ortaya çıkmıştır. Üniversite içinde birçok organizasyonda zaten faal olan bu öğrenciler, birlikteliklerini sağlamlaştırmak ve birbirlerine daha yakın olabilmek için birlikte eve çıkmışlar ve bu şekilde üniversite hayatlarını devam ettirmişlerdir. Üniversiteye sonradan gelen yeni dostlara da bir kapı olan bu ev, zamanla yeterli olmayıp ev sayısı artmıştır; elhamdülillah. Şu an evlerimizde kalan kardeşlerimizden birkaçı üniversitede tanışıp kardeşliğimizi derinleştirdiğimiz, İskenderpaşa grubu ile tanışıklığı bizimle başlayan arkadaşlarımızdır. Bunun yanında, birkaç kardeşimiz de okula evlerinden gidip gelmekte, pansiyonda veya başka evlerde kalmakta, ancak topluluğumuzla bağlarını sürdürmektedir. BUİP (Boğaziçi Üniversiteli İskenderpaşalılar) periyodik olarak her hafta salı ve cuma günleri sabah namazı sonrası evrâd-ı şerif (duâ kitabı) okumakta, her salı akşamı sohbet programları düzenlemektedir. Yine topluluğumuzun içinde olup kendi çabalarıyla faaliyet gösteren Kritik Analitik Düşünce Grubu ve Kur’ân’ın Anlamıyla Buluşma Grubu, her pazartesi okumalar ve toplantılar yapmakta, gruptaki arkadaşlarmız kendilerini Allah rızası için geliştirmeye çabalamaktadır. Daha fazla bilgi edinmek, muhabbet etmek, çayımızı içmek, bizimle tanışmak isteyen kardeşlerimize kapımız her zaman açıktır. Sizleri dört gözle bekliyoruz. İletişim için: Seyyid Emre Sofuoğlu emresfgl@gmail.com Muhammed Beşir Çalışkan caliskan.besir@gmail.com Hanımlar: Zehra Sena Büyükavcı senabuyukavci@gmail.com Ahvâl ~ 25 Boğaziçi Mekteb: İslâmi Hareket Adını Mekteb koyduk; mütevaziliğimizden değil, öğrenmeye iştiyakımızdan. İddialarımız var elbet ama hakikati elimizde tuttuğumuz da, ona yaklaşmaya çalıştığımız da değil ısrarımız. “Bir avuç çocuğun taşkınlığı…” diyenler oldu; taşkınlığımız şımarıklığımızdan değil, taşıdığımız ağırlıktandı. Bazen sert göründük, evet hırçındık; hırçınlığımız düşmanlığımızdan değil, sözün kaybolma kaygısındandı. Bazen de marjinallik yakıştırıldı bize; aykırılığımız seçkinliğimizden değil, zor olanın istediği bedeli göze almaya dairdi. Boğaziçi Üniversitesi’nde İslâm’ın konuşulmasını, tartışılmasını isteyen; Allah’ın topluma, hayata, zamana ve yaşadığımız mekâna insanların eliyle etmek istediği müdahaleye talip olmuş bir grup arkadaşın belli ilkeler ve hassasiyetler üzerinden giriştiği bir inisiyatif olarak, 2012 Ekiminde yola çıktık. Tevhid ve adalet, en başta miras aldığımız iki şiar. Allah’ı, O’nun otoritesini birlemeye dönük olan tevhid akidesini; iktidarda, itaatte, kanunlarda, gündelik hayattaki yansımaları üzerinden daha iyi kavramaya ve kendi içimizde yaşatmaya, elimizin değdiği yere ulaştırmaya çalışıyoruz. Hakkın ortaya konması, adaletin yegâne gereği. Buradan yola çıkarak ekonomik anlamda; emekçilerin, kapitalist sistemin mustazaf bıraktıklarının adaletini arıyoruz, bulduklarımızı yaymaya çalışıyoruz. Kapitalist düzenin özellikle okul ortamında “kariyerizm” gibi götürdüklerini görmeye, ona karşı uyanık olmaya, elimizden geldiğince onu aşacak, onu ifşa edecek ve buradan az zararla çıkabilecek imkanlar arıyoruz. Sosyal anlamda da kadın erkeklerin toplumdaki konumunu, karşılıklı ilişkilerini; İslâm’ın onlara verdiği değeri yahut insanların İslâm’ı anlaması, yaşaması imkanı karşısındaki engelleri görmeye, aşmaya yahut toplumsal kimlikler arasındaki ayrışmaları, adaletsizlikleri kavramaya, ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu iki şiar bize özgürlüğü savunmayı gerektiriyor. İnsanların, hakkı aramalarının karşısında onların bilinçlerini, iradelerini engelleyen her şeyi, Allah’ın lütfettiği özgür irade karşısında bir engel görüyor, İslâm’ın ön şartı olan hürriyeti savunuyoruz. Dolayısıyla bağımsızlık başından beri bizim en temel kaygılarımızdan oldu. Tevhidin her türlü otoritenin üstünde yer alan Allah’a has kılınması ve adaletin kendinden başka bir kaygıya dönüşmemesi için İslâmî hareketlerin, muhtelif otorite biçimleriyle bağımsız ilişki geliştirmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ahvâl ~ 26 Başta ülkenin siyasî otoritesiyle, çeşitli cemaatlerle, STKlarla, okul yönetimiyle organik bir ilişkiye girmiyoruz. Bu şekilde, onların İslâm’a rağmen hareket etmeleri durumunda gerekli iradeyi gösterebilmek, gücümüz yettiğince onları uyarabilmek adına bağımsızlığın elzem olduğuna inanıyoruz. Müslüman bir cemaat olmanın gereği olarak kadınların ve erkeklerin beraber istişare edebildiği, cinsiyetlerin, ırkların, başka toplumsal kimlik farklılıklarının üstünde bir İslâmî hareket olmaya çalışıyoruz. Gücümüzün yettiğinden hesaba çekileceğimizi bilerek, yakın çevremize yöneldik. Bu şekilde adımlarımızın, iddialarımızın, tartışmalarımızın sahici ve dokunan olması adına Boğaziçi Üniversitesi’ni kendi mekânımız olarak koşturduğumuz yer, derinleşmeye çalıştığımız alan olarak görüyoruz. Dolayısıyla, ya öğrenciler olarak doğrudan bizim hayatımıza değen, kampüs ve okulla alakalı meseleleri önceliyoruz ya da daha büyük ölçeklerde gerçekleşen olayları, olguları okula taşımaya, okulda tartışmaya çalışıyoruz. Mekân kurgumuzda şeffaflık da bir başka hassasiyet bizim için. İslâm’ın tercih edilebilir olması ve dahi Müslümanların kendi iç hukuklarını ahlâkîleştirmesi için insanların görebildiği, tartışabildiği, hissedebildiği, dahil olabildiği hareketlerle muhatap olması gerektiğine inanıyoruz. Dolayısıyla çalışmalarımızı mümkün olduğu kadar açık gerçekleştirmeye, muhataplarımız ciddiye aldığı ölçüde tartışmaya ve değerlendirmeye çalışıyoruz. İddialarımız burada anlattığımız ölçüde gerçekleşemese de ısrarımız baki. Yeri geldi kendi yerelimizi yeterince sahiplenemedik. Yeri geldi şeffaflık iddiamız bize yaptıklarımız ve iddialarımız arasındaki tutarlılığı, hesap sorabilmeyi gerektirirken bu imkanı sunamadık. Bazen hırçınlığımız başka sözü duymayı, bazen başkasına dinletmeyi zorlaştırdı. En nihayetinde derdimiz burada kurumsal bir tortu bırakmak değil. Burada bir değer üretilmişse yeter ki bu değer, bu zamandan ve bu mekândan sonrasına da kalsın, tevhid ve adalet bizi başka başka mecralarda buluştursun! bogazicimekteb.org Boğaziçi’nde Bir Nur Talebesi Olmak “Olmak” değil de, “olmaya çalışmak” desek daha doğru olur aslında. Bilmeyenlerimiz muhtemelen “Peki nedir Nur talebesi olmak denen şey?” diye soruyorlar kendilerine. Naçizane açıklamamız şöyledir bu soruya: Nur talebesi demek, doğrudan doğruya Kur’ân’ın şuhudî bir tefsiri olan ve hiçbir grubun tekelinde olmayan Risale-i Nurlara Kur’ân namına gönlünü bağlamış, şu dünyada ilim denen ne varsa kısa ve mücmel hâlini Nurlarda bulduğuna inanan, okudukça imanının ve ibadetlerinin taklit boyutunu anlayıp bunu tahkike çıkarmak için uğraşan, bu basamakları çıktıkça başkalarının da iman ve İslâmî yaşantılarıyla dertlenen bir müslüman demek. Peki, bir taraftan Boğaziçi’nin seküler-materyalist menşeli dünya görüşü ve bilim algısıyla kafası dolan, diğer taraftan ise Risale-i Nur’un Kur’ân menşeli hayat algısını hayatına geçirmeye çalışan bir Müslümanın günleri nasıl geçer, bu Müslüman ne yer ne içer? Sabah derse gittiğinizde hoca biraz iğneleyici, biraz da eleştirel bir yüz ifadesiyle, insanın aslında mekanik bir hayvan olduğuna, birçok açıdan kedi ve köpeklerin bazı insanlara göre daha şefkatli davrandığına, insanı yalnızca düşünebildiği için diğer mahluklardan üstün gören insanların saçmaladığına dair cümleler kuruyordur. Ve bunların hepsi cümle sonunda, “Is there really meaning of life?” sorusuna bağlanır dolaylı ya da doğrudan. Siz de bunları sessizce dinliyorsunuzdur. Cevap vermek ister, ancak, ne insanın bir fihriste-i kainat olup şu âlemde nasıl bir mertebe ile şereflendirildiğini söyleyebilir ne de yirmi üçüncü sözden bir bahis açıp hayvan ve insanın yaratılışındaki farklılığın, her ikisinin de bu dünyaya gönderiliş gayesinin bir ispatı olduğundan söz edebilirsiniz. Söz etmeyi istersiniz elbet ancak bunu nasıl açıklayacağınızı düşünürken konu birden değişiverir ve yeni konu dışında bir şey söylemiş olmamak için tamamen vazgeçmiş bir şekilde derste oturmaya devam edersiniz. Tabii ki dersin ikinci yarısını, bir yandan sınavda çıkar endişesiyle hocanın söylediği kavramları not almakla, diğer yandan da bu hakikatlerden mahrum olduğu için onun adına üzülmekle geçirirsiniz. Buradan başka bir derse geçilir: Gerçek denen şeyin öznelliğinden, özellikle tarih yazımında gerçek denen ütopyaya biz insanların ulaşamayacağından bahsediliyordur şimdi de. “Yine mi şüphecilik?” dersiniz içinden. Etrafınıza bakarsınız, herkes bir daktilo misali harıl harıl söylenilenleri yazmakla meşguldür. O an düşünürsünüz, vahye dayalı bir aklın insanın başına bela olduğu hakikatini. İntizamsız, ölçüsüz, hudutsuz ve artık muzırlaşmış o aklı... Aklınıza hemen risalelerdeki sofestaî filozoflar ile iman ehli arasında yapılan karşılaştırmalar gelir. Fazla şüphecilikten -üstadın tabiriyle- kendini dahi inkar eden sofestaîlerin argümanlarını koyarsınız bir kenara, sonra da Kur’ân’ın bize öğrettiği bakış açısını. Bunun küçük bir temsille açıklandığı on ikinci sözü hatırlarsınız. Ağız dolusu “Elhamdülillah” diye bağırmak gelir içinizden sonra. Dersten çıkıp eve geldiğinizde, günün yorgunluğunun ve düşüncelerin ihtiva ettiği maneviyatsızlıktan gelen bir ağırlığın üstünüze çökmüş olduğunu hissederseniz. Bu hâl akşam dersine kadar böylece devam eder. Akşam dersinde ise, kardeşlerinizin yüzünde gördüğünüz samimi tebessüm, sizi mutlu etmeye yetebilir. Risalelerinizi açar, önce yarım saat okursunuz. Okuduğunuz her cümle, ispat edilen her hakikat; ruh ve kalbinizdeki bir boşluğu doldurur sanki; cevaplanmadık sorularınıza cevap verir, eksik kalan düşüncelerinizi tamamlar. “İşte buydu!” dersiniz, “Tam olarak bahsetmek istediğim şey!” Bazen de çılgınca sorular sorarsınız. “Mantığı ne, neden böyle?” dersiniz. Ancak her ne olursa olsun, o akşam onun cevabı önünüzdeki bir kaç sayfanın bir yerinde karşınıza çıkar. Göğsünüz genişledikçe genişler. Okuma biter. Gözler birbirine bakar. Hızınızı alamaz, en çok beğendiğiniz yerleri ayakta bağıra bağıra arkadaşlarınıza da okursunuz. Tabii, herkes aynı yerde aynı heyecanı hissetmiyor. Ancak onlar da heyecanınıza ortak olur ve başlarlar kendi heyecanlarını paylaşmaya. Mühendisimiz “Nasıl yani, burada haşiye (dipnot) olarak anlatılan kısmın biz iki dönem dersini aldık ya!” der bir başka gün. Sonra başlar işin fiziğini anlatmaya. Ardından “Bugün nereden okuyalım?” diye gelen bir soruyla birlikte kendinizi beş kişi oturmuş, yarım saatlik bir ders yaparken bulursunuz. Haftada bir yaptığınız umumî ders ise, bir başka şarj kaynağıdır. Nurları bilen bilmeyen, okuyan okumayan herkes gelir. Güzel bir ders ve ardından lezzetli ikramlarla bir saatinizi Bâkî yolunda sarf etmiş olma nimetinin güzelliğini hissedersiniz. Hiç tanışmayanlar tanışır, bir yandan çay içilir, bir yandan kainatın en önemli meselesi olan iman kurtarma hususundan bahisler açılır, içler çekilir, duâlar edilir ve haftaya bir kez daha görüşmek üzere sözler verilir. Bazen arkadaşlarınızın “Bu haftaki ders, son birkaç gündür sıkıntı çektiğim bir konu üzerine oldu.” dediğine şahit olursunuz. Halbuki ne konuyu seçenin ne de okuyanın bunda bir etkisi vardır. Velhâsıl-ı kelâm, tek gaye-i hayalimiz, tıpkı Risale-i Nur’da sıklıkla bahsi geçtiği gibi, uhuvvet ve ihlas düsturlarıyla bu zamanın bir cihad-ı manevasi olan ümmet-i Muhammed’e hizmet yolunda bir taş taşıyabilmek inşallah. Bu yazıyı okuyan sevgili hanım kardeşlerimizi de dönem boyu (inşaallah) devam edecek olan Risâle-i Nur derslerimize bekleriz. İrtibat ve bilgi için: bogazicinurdershanesi@googlegroups.com Ahvâl ~ 27 This page intentionally left blank. Ahvâl ~ 28