Sâkî Fanzin
Transkript
Sâkî Fanzin
S  K Î F Sayı A N Z2İ-N2015 SÂKÎ EDEBİYAT VE DÜŞÜNCE FANZİNİ “Tiyatro” EDERİ :1 TL KÎ FANZİN SâkîS ÂFanzin Sâkî Fanzin Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Ali Aykol EDİTÖRDEN Sakarya’da tiyatroyla dolu güzel bir Mayıs ayını geride bırakıyoruz. Liselerarası Tiyatro Şenliği kapsamında Yayın Editörü : Sakarya’da bulunan 16 farklı okuldan toplamda 19 oyun Doğukan Bozkurt Sakaryalı tiyatro severlerle buluştu. Şehrimizin gençleri, Yazı İşleri Müdürü: Yusuf Çetinadam yaşıtlarımız, tiyatro ile haşır neşir oldular, gerek oyuncu gerekse izleyici olarak. Fanzinimizin yazı işleri müdürü Yusuf Çetinadam Fotoğraf Editörü : Ezgi Nur Aslan Liselerarası Tiyatro Şenliği’nde “Bir Adam Yaratmak” adlı oyunda canlandırdığı “Hûsrev” karakteri ile en iyi erkek Son Okuma : oyuncu ödülünü aldı. Sâkî Fanzin ekibi olarak tebrik edi- Mahmut Emre Bilgi yor, başarılarının devamını diliyoruz. Ubeydullah Karakaş Geçtiğimiz ay, Sâkî Düşünce Grubu olarak 17 Mayıs Sosyal Medya Sorumlusu: tarihinde Liselerarası Tiyatro Şenliği’nde aktif görev al- Said Emre Şirin mış yaşıtlarımızı davet ederek “Tiyatro Kültürü” temalı bir Teknik Sorumlular : Ahmet Dertlioğlu kongre gerçekleştirdik. Bu sayımıza Mustafa Ali Aykol’un “Tiyatronun Gele- Mehmet Semih Çiğdem ceği Üzerine” başlıklı yazısıyla başlıyoruz. Ahmet Selin Engin Dertlioğlu ve Said Emre Şirin yine şiirleriyle fanzin sayfa- Özge Beyenal İletişim Bilgileri mızda yerlerini alıyorlar. Mehmet Semih Çiğdem, Ezgi E-Posta : Nur Aslan ve Selin Engin de bu sayımıza yazdıkları dene- sakifanzin@gmail.com meler ile katkı sunuyorlar. Bu sayımızda ayrıca Web Sitesi : Darüşşafaka Özel Lisesi’nin düzenlemiş olduğu “10. Hişt sakifanzin.tk Hişt! Genç Sait Faik Öykü Yazma Yarışması”nda 3. olan Sosyal Medya: facebook.com/sakifanzin twitter.com/sakifanzin Jale Nur Turgut’un ödüllü hikayesi de sizlerle buluşuyor. Daha nice sayılarda buluşabilmek ümidi ve duasıyla... 2 SÂKÎ FANZİN Sâkî Fanzin İÇİNDEKİLER Mustafa Ali Aykol/Tiyatronun Geleceği Üzerine……….……………………………………4 Ahmet Dertlioğlu/Özeleştirim………………………..……………………………………………8 Said Emre Şirin/Bir Bahçe ve Okyanuslar……………..…………………………………….9 Ezgi Nur Arslan/Yazı!.......………………………………………………………………………….11 Ahmet Dertlioğlu/Grejuva……….………………………………………………………………..12 Jale Nur Turgut/Üç An,Üç Mevsim ve Yokluğun Yolu…………………………………..13 Mehmet Semih Çiğdem/Labirenthane………………………………………………………19 Said Emre Şirin/Soyutlama Bir Şiir…………….……………………………………………..20 Selin Engin/Tutuklular Çemberi..………………………………………………………………22 Mahmut Emre Bilgi/Çizim...……………………………………………………………………..24 3 Sâkî Fanzin T İ YAT O RO NU N GE L E C E Ğİ Ü Z E R İ NE Mustafa Ali Aykol Tiyatro, içinde birçok farklı sanatı bulunduran, çok köklü bir sanat dalı olma özelliği taşıyor. Günümüzde var olan, tiyatro olarak adlandırdığımız sanatın tarihi Antik Yunan'a kadar dayanmakta. Antik Yunan'da ibadetlerin tekrarlanması sonucunda zamanla değişmesi ve gelişmesiyle ortaya çıktığı düşünülen tiyatronun tarihsel gelişimi bize geleceği hakkında da birçok fikir verebilir. Tiyatronun Tarihsel Gelişimi İlk zamanlarda kırsal kesimlerde taklitlerle ve dini ibadetlerin değiştirilmesi veya uyarlanmasıyla ortaya çıkan tiyatro, zamanla kente yerleşti ve kentin vazgeçilmezlerinden biri olarak kaldı. Antik Yunan'da üst kesimden insanlar için tiyatro, bir itibar belirleyicisi konumundaydı. İlk örneklerini MÖ 584 yılında gördüğümüz tiyatro şenlikleri de aristokrat kesimin birbirleriyle yarıştıkları bir arenaydı. Yılın belirli dönemlerinde tiyatro şenlikleri gerçekleşir, en güzel oyunu çıkaran aristokratın itibarı artardı. Antik Yunan'daki tiyatro ve tiyatroculuk anlayışında şimdikinden keskin farklar bulunduğunu görüyoruz. Sahnede dekor ve kostüm kullanılmazken, oyuncular mimiklerini kullanmak yerine günümüzde tiyatronun sembolü haline gelmiş olan gülen ve ağlayan maskeleri kullanıyordular. Sahnede oyuncuların dışında bir de koro bulunuyor, oyunlar kalıntıları günümüze kadar gelen büyük tiyatro sahnelerinde oynanıyordu. Oyunlar en genel hatlarıyla trajedi ve komedi olarak ikiye ayrılıyordu. Trajediler genellikle insanın yaratıcıyla ilişkisini sembolize ederken, komediler de zamanın siyasetiyle alaycı bir dille dalga geçiyordu. Orta dönem tiyatrosu olarak adlandırdığımız ve özellikle William Shakespeare'in ön plana çıktığı bu dönemde tiyatro ve tiyatroculuk anlayışında ciddi kırılmalar olduğunu görüyoruz. Trajedi ve komedi türlerine bu dönemde tarihsel tiyatro da ekleniyor. Bu dönemin en kritik özelliklerinden biri de kadınların tiyatro sahnesinde rol almaması ve kadın karakterleri erkeklerin o role bürünerek canlandırması. Shakespeare'in eserlerinde bu durumu eleştirdiğini de göz ardı etmemeliyiz. 4 Sâkî Fanzin Günümüz tiyatrosunda ise diğer dönemlere göre ciddi değişimler ve kırılmalar olduğunu görmekteyiz. Günümüz tiyatrosunun oyun ve oyunculuk felsefesi açısından babası sayılan Konstantin Stanislavski'nin ortaya attığı ‘sihirli eğer’ adı verilen oyunculuk kuramı çağdaş tiyatronun da temelini oluşturmakta. Stanislavski'nin bu kuramına göre oyuncu; canlandırdığı role bürünmeli, canlandırdığı kişi olmalı, onun gibi düşünmeli, aynı hisleri paylaşmalı ve izleyiciye de aynısını yansıtmalıdır. Stanislavski'nin bu kuramı bir çok tartışmayı da beraberinde getirdi. Tiyatroda ‘sihirli eğer’in kullanılması, izleyicilere büyük bir keyif sunsa da oyunu oynayan oyuncular için birtakım sorunlar doğurdu. Sihirli eğer kuramına uygun şekilde sanatını icra eden oyuncuların bir role en fazla bir ya da iki kez tam manasıyla girebildiği; o rolün gerektirdiği fiziksel ve psikolojik zeminden bir kere uzaklaştıktan sonra ise role tekrar girmekte zorlandığı hatta giremediği görüldü. Özetlemek gerekirse, Stanislavski'nin 'sihirli eğer' kuramı kısa vadede etkili ve başarılı olsa da uzun vadede ciddi derecede endişe verici bir hâl alabiliyor. Günümüzde profesyonel olarak tiyatro oynayan insanlar genellikle bu nedenden dolayı oynadıkları role tamamen bürünmek yerine, o role kendilerini benzetmeye önem veriyorlar. Diğer bir deyişle, Hamlet olmuyor, Hamlet gibi oluyorlar ve öyleymiş gibi davranıyorlar. Devletlerin Tiyatro Üzerindeki Etkisi Tiyatro sanatının geleceği, kendi öz amacını uygulayabilmesine bağlı olarak evrilecek. Peki tiyatronun öz amacı ne? Niçin tiyatro oynar, tiyatro izleriz? Tıp, hukuk, mühendislik... Bunlar elbette ki hayatımızı kolaylaştıran vazgeçilmez bilim dalları ve meslek kolları. Ama şiir, sevgi, dürüstlük, adalet ve tabii ki tiyatro; bunlar bizi ayakta tutan şeylerdir. İnsanın kendisine ve içinde yaşadığı topluma olan serüvenidir. Genelde sanatın, özelde tiyatronun öncelikli amacı kuşkusuz içinde bulunulan çağa ayna tutması olmalıdır. Sanatın eleştirel dilinin insanın kendisini sorgulamaya iten bir yanı da vardır. Günümüzde ağırlıklı olarak devletin elindeki tiyatro organizasyonları bu amaca ne kadar hizmet etmektedir ya da devlet kontrolündeki sanat ve tiyatro amacına ne ölçüde ulaşabilir ? 5 Sâkî Fanzin Devletler, kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederler ve bunu yaparken de hiçbir etik değer tanımazlar. Devletler, ellerinde bulundurduğu tüm kurum ve kuruluşları kendi istek ve çıkarları doğrultusunda düzenler, değiştirir veya yok ederler. Devlete kültür ve sanat inşa etme, yönetme görevi verilmemelidir. Çünkü devletler, halklarının çağın sorunlarıyla yüzleşmelerini istemez, onları uyutmak isterler. Böyle olduğunda tiyatrolarda sansürler ve yasaklar alır başını gider. Devletin kontrolündeki sanat faaliyetlerinden sanatın öz felsefesine dair izler bulmak bu nedenle çok zordur. Tiyatro, çağının sorunlarına ayna tutamadığı zaman anlamını kaybeder. Genelde sanat, özelde tiyatro sivil toplumun inşa etmesi, sahip çıkması ve yönetmesi gereken bir daldır. Devlet, tiyatro kurmaz, işletmez, tiyatrocu beslemez. Tiyatrolara destek olur. Bu ikisinin arasındaki fark derindir. Sinemanın Tiyatronun Geleceğine Etkisi Tiyatronun geleceği ile ilgili en derin endişelerden birisi de sürekli olarak gelişen ve güçlenen sinema sektörünün tiyatroyu nasıl etkileyeceği üzerine kurulan kötümser senaryolar. Öncelikle sinemanın ve tiyatronun birbirinden farklı sanat dalları olduğunu görmemiz gerekiyor. Tiyatro ile sinema arasında çok keskin farklar bulunmakta. Sinema, teknolojiye paralel bir biçimde kendisini yenileyebilen, değiştirebilen ve geliştirebilen bir yapıda. Tiyatro, sinemaya göre bu konuda çok daha pasif durumda. Sinema, bir sahnenin birden çok kez çekilip en iyisinin izleyiciye ulaşmasını sağlarken, tiyatro birçok kez provası yapılmış bir sahnenin bir kez izleyiciye oynanması anlamına geliyor. Ünlü tiyatrocuların sinema sektörüne geçmesi, sinemanın bir dönemliğine tiyatroyu gölgelemesi, devlet tiyatrolarının yaşadığı - ve yaşattığı- sıkıntılı olaylar dolaylı yoldan insanları acaba sinema tiyatronun sonunu mu getiriyor sorusunu sormaya itti. Bu durum birçok tiyatrocuyu da ürkütecek duruma gelmişti. Kenan Işık'ın 27 Mart 2012 tarihinde yayınladığı Dünya Tiyatro Günü Ulusal Bildirisi'nde bu duruma ağır bir eleştiri vardı. Işık, tiyatronun miadını doldurduğu söylentilerinin artık mide bulandırıcı bir hale geldiğini belirtirken, 6 Sâkî Fanzin tiyatroya asıl büyük zararı verenlerin bu söylemde bulunanlar olduğunu söylüyordu. Tiyatronun her zaman -teknolojinin getirdiği hiçbir yapaylığın gerçeğin yerini asla tutamayacağına güvenerek- sinemaya üstün geleceği bir şey var ki, bu onu sinemanın asla bitiremeyeceğinin bir kanıtı niteliğinde aynı zamanda; seyirci ile etkileşim. Teknolojinin hayatımızdan hızla uzaklaştırdığı, modern insanın kanayan yarası olan "etkileşim ve iletişim eksikliği" olarak tanımlayabileceğimiz soruna karşı bir merhem işlevi görüyor aynı zamanda. Birbirini tanımayan insanlar bir araya gelip bir oyunu izliyor, aynı şeylere gülüyor, aynı şeylere üzülüyorlar ve bu da beraberinde sosyal etkileşimi getiriyor. Seyircilerin birbirleri ile etkileşiminin yanında oyuncunun seyirciyle, seyircinin oyuncuyla etkileşimi de insanları direkt olarak etkiliyor. “Hayat rol yapmaktır, en çok da v yaka” Gökhan Ergür/Topraktan Gelen İtibar Dergisi sayı: 44 7 Sâkî Fanzin ÖZELEŞTİRİM Ahmet Dertlioğlu Gerçekliğinden vazgeçtiğim bir bağ daha kopuyor hayatla aramda, sükunetimi üsteliyor iç seslerim ve hep asılıyorum bir ipin ucunda ya da bulut mavisi gök gibi. Bir yirmi yıl sonra hikayeler anlatıyorum çocuklarıma ya da gömülüyorum yerin bilmem kaç katına. Anlayamıyorum acı nedir? Hüzün nedir? Yalnız sol tarafımda kalan bir izlenim, durmaksızın konuşuyor çünkü derdi bilmek değil belki de bu yüzden aşka aptallık denir. 8 Sâkî Fanzin BİR BAHÇE VE O KYANUSLAR Said Emre Şirin Seslendi bana daha doğmamış tohumlar. İnan bu bahçe güç bana. Ve de o güzel tohumlar. Akan nehrin rengi günahlarımdan alıntı. Ha birde durup durup n’olacak demek… İşte bu sıkıntı, işte bu bıkkınlık olsa gerek. Ve bir gökkuşağı bedenimdeki okyanusa inat. Ve bir de hiçbir şey olmamış hissi. Hiçbir şey olmamış gibi. Bahçeme Roma diktim sonra da İstanbul. Birine bakakaldım ben de seçemedim. Bir şehre takılı kaldım ben de geçemedim. Yüzyıllık hatırlar kahve dibinde. Yüzyıldır hatırlar intikam peşinde. Bir gölge, bir gökkuşağı ve yanmış oyuklar. Sesleniş, ah sesleniş çok güzel senden olunca… Ve bitti dün de gitti bugün de. Belirsizlik hala göz kapaklarıma muhalif. Sessizlik ah sessizlik çok güzel senden olunca… Ne dersen de bu gökkuşağında. Su dibini serinletmez nasıl olsa. Yokluk artık yok oluyor, nasıl oluyorsa… 9 Sâkî Fanzin Sâkî Fanzin’i Bulabileceğiniz Mekânlar SAKARYA Porte Kafe Hangâh Kafe Albatross Kafe Divan Kitap Kafe KOCAELİ Mavi Siyah Kafe Kültür Sanat Kitap Pastası Kafe Kedi Talpa Kütür Sanat Kafe İSTANBUL Şahmaran Kafe Mîr Kafe 10 Sâkî Fanzin YAZI! Ezgi Nur Aslan Yazı benim kaçışım mıydı? Başlığın hemen altına cümlelerimi teker teker serpmiştim bomboş satırlara. “Yazmak benim kaçışım. Karanlık ve sonu gelmeyen sokaklarda sürüklenirken uzaklarda gördüğüm ışık sızıntısı gibi. Hiç konuşmayan ama hep konuşuyormuş, hep yanında olan bir dost gibi. Yazı bazen de çığlıklarım, kimseye söyleyemediklerim, yaşama karşı haykırışlarım, korkularım ve cesaretim. Daraldığımda aldığım nefes gibi. Her yazdığımda kendimi yeniden doğmuş gibi, yeniden hayat bulmuş gibi hissediyorum.” Bütün bu yapboz parçaları şimdi neden birleşmiyordu. Karanlık sokaktaki ışık sızıntısı kayboldu. Konuşmayan dostum ceketini ve bavulunu alıp kapıyı kapatarak çıkıp gitti. Sessiz çığlıklarım kesildi, haykırışlarım yerini sonsuz sükûnete bıraktı. Cesaretim de bana ihanet etti. Sanırım bana düşen ışığı tekrar bulana kadar, dostum derdimi tekrar dinleyene kadar defteri kapatıp zamanı gelince kolay ulaşabileceğim bir yere koymak.. 11 Sâkî Fanzin GREJUVA Ahmet Dertlioğlu grejuva manolyasında yükselen bir ağaç bu ortasında herşeyin tüm bu gürültünün ortasında biraz mavi biraz satirik sözlerle düşüncelerle büyütüyoruz onu söndürsün büyüsün perde olsun diye bu savaşa diyorum ya satirik bir manolya bu bazen bir dalga gibi geliyor bazen iğne gibi yükseltiyorum kağıtlarımda bazen bir gravat oluyor asılıyor bir soysuzun boynuna bazen bir silah oluyor öldürüyor ne kadar masum varsa bazen sadece susuyor ve gülümsüyor hafiften aldatan bir koca oluyor ya da boş vaatler 12 Sâkî Fanzin ÜÇ AN , ÜÇ MEVSİM VE YO KLUĞUN YOLU Jale Nur Turgut Yine garip bir iç burukluğuyla uyandı. Tavanda dönüp duran kanatları renksiz pervaneyle göz göze geldi. Alnında birikmiş teri yastığına sildi, yorganını üzerinden attı. Altında, buruşmuş ellere benzeyen dağınık çarşafı görünce bastırılamaz bir istekle yeniden yatmaya davrandı. Olmadı. Uzun süredir tuttuğunu, tutmuş olduğunu unuttuğu nefesini bırakırken elleri titriyordu. Yirmi beş saattir hiçbir şey yememiş, aç düşmüştü. Ekşi peynir kokusunu, ardından mutfağın tezgâhında birikmiş bulaşıkları düşündü. Yine o aynı bastırılamaz istek belirdi. Buruşan çarşafına makas atarak parça parça etmek ve tabakları, bardakları duvardan duvara vurup tuzla buz etmek isteğiydi bu. Ne diye çekiyordu derdini, üstündeki kıyafetler iyice sıkıyor, boğuyordu onu. En son yediği haşhaşlı çörek… Elini ağzına götürdü. İçinde, midesinde kabaran öğürtüyü bastırdı. Buna karşı duracak gücü olsa… Lavaboya koştu. Hiçbir zaman tuvalete kusmayı aklına getirmezdi. Yine aynı tercih etmeyişle musluğu açtı, ellerini siyah pis lekelerle kaplı taşa dayadı, bekledi. İçinde dalgalanan o şey her ne ise durulmuştu. Lavabonun üstündeki aynada kendini görmemek için başı eğik bir biçimde uzaklaştı oradan. Fakat daha sonra pantolonunun ağını zorlayan bir şey olduğunu fark etti. Kasıklarından midesine doğru yükselen bir baskı söz konusu olunca lavabo kapısından çıkmadan ani bir dönüş yaparak hızlıca tuvalete girdi. Öyle aceleciydi ki tuvaletin kapısını açarken ortadan çatlamış camı neredeyse yere indiriyordu. Sonra kapatmaya bile gerek duymadan çömeldi. –Annesinin çocukluğunda ‘ayakta işeme yavrum’ diyen sesini duymuş gibi- ağır ağır işemeye başladı. Bacakları kasılmıştı. Kalçasını istem dışı sağa sola oynattı. Terliğine atlayan sidiğin çıplak ayağına temas etmesiyle irkildi. Üşüyordu galiba, ürperdi. Tam o anda, gündelik yaşamda aklından tamamen silinen, daha doğrusu düşünmeye fırsat bulamadan bir yığın safsatanın iç burkan bir cümbüşle zihnini doldurmasından dolayı unuttuğu meseleler can bulmaya başlamıştı ki çamaşırını aceleyle toplayıp yine aynı hızla tuvaletten çıktı. Onca pisliğin acınası bir yaşam biçimine dönüştüğü, birbirinden farklı kokuların insanın içinde kusma isteği uyandırdığı bu evde ne olursa olsun değişmeyecek tek şey şüphesiz el yıkamaktı. Ellerini sabunladı, bol bol köpürttü ve uzun yıkadı. Şimdi güvendeydi. Aklını karıştıran puslu bir yaz sabahının özlemini duydu içinde. Hemen hemen her babaanne evinde bulunan kapı eşiklerindeki kıpırtısız hantal paspaslardan -kırmızı, mavi, sarı şeritli- onda da vardı; mermerin üzerinde kayardı her defasında. Uzaklaştı. Topuğunun paspası kaydırıp kapıya çarpmasını önledi. Gözlerine dolan ışığa karşı elini siper ettiğinde holün sonuna gelmişti. İki odaya açılıyordu bu ayrım. 13 Sâkî Fanzin Nerede hangi oda olduğunu unuttu. “Ah Nihâl. Ah!” Sesi nasıl da çatallanmıştı. Neredeydi Nihâl? Büyük bir boşluğa bağırıyor olmanın sonsuz özgüveniyle haykırdı. Sesini kimsenin duymadığına karşılık gelen o sonsuz kıpırtısızlık… Nihâl nerede? Nihâl holün sonundaki o iki odaya açılan ayrımda. Ne sağda ne solda, arafta Nihâl. Tam ortada. Yazdı mevsimlerden, hazirandı da galiba. Ne sıcak bir akşamdı. Balıkçı teknelerinin kıyıya yaklaştığı, güneşin eteklerini toplayıp gitmeye hazırlandığı bir andı. Andı çünkü bir bütün değil de tek bir parça, küçücük bir parça olarak anımsıyordu onu. Soğuk, ıslak kuma oturmuşlardı. Eteğini sıyırdı, çıplak bacaklarını uzattı Nihâl. Pırıl pırıl bir denizin küçük dalgaları yalayıp geçti. Dalgalı saçları akşamın usul melteminde uçuşuyordu. Hatta bir an, -yine tek bir an- yanaklarına değdi, çarpıp geçti saçları. . Nihâl ağzını açmaya görsün, hemen tel tel yapışırlardı dişlerinin arasına. Göğe yükseldi sevinci. İçinden taşıyordu o an. Saç tellerini dişlerinin arasından naif bir anne edasıyla parmak uçlarıyla kurtaran bembeyaz ellere kol kanat geren bir aşk canlanmıştı içinde. Güzel eller. Kadınlığına işaret eden güzelim Nihâl elleri… Tuttu, kendine çekti. Ellerini öptü, tırnaklarına kadar usul öpücüklerle donattı ellerini. Başını eğip gülmüştü yarım yamalak. “Beni yanlış anlama, gözünde çirkin kimliklere bürünmek istemem. Kimliksiz olmayı hiç istemem! Ama ne olur, biraz daha… Biraz daha…”İşte tutuklu kalmak buydu asıl. Öyle usul, öyle meraklı bakmıştı ki o an ona. Biraz daha? Biraz daha ne? Yalvarırım bir şey söyle. Söylemez. Devamı gelmedi. Balkona zor attı kendini. Biraz temiz hava iyi gelirdi. Süpürgelerle ve çöp kovalarıyla dolu, mermerlerin kuş pisliği ve tozla katman halini almış o ilk tabakasına dokundu. Buz gibiydi. Hava açıktı. Gerçi kuru soğuğun ürkütücü kış işareti yadsınmayacak kadar hâkimdi etrafına. İstemeden de olsa karşı balkondaki kadınlarla göz göze geldi. Bundan nefret ediyordu. Yalnız başınayken hiçbir toplulukla göz göze gelmek istemezdi. Hele ki topluluğun –ne yazık ki topluca- gözlerini ona diktiklerinden haberdar olmuşsa. Kaçar gibi içeri girdi. Midesi bulandı. Onlardan da nefret ediyordu. Bu kez lavaboya koşmadı. Belki üşendi belki de mide bulantısının ona yaptığı tatsız şaka gururuna dokunmuştu. Perdeleri açtı. Cama yapışmış sarı bir kedi mırıltısıyla karşı karşıya geldi. Bulantısı arttı fakat o yerinden bir milim kıpırdamaya yanaşmadı. 14 Sâkî Fanzin Yalnızca ışığın odasını doldurmasını seyretti durduğu yerden. Her yanda tozlar uçuşuyordu. Özellikle insan olduğuna işaret eden canlılık hareketlerinden sonra. “Ah Nihâl. Ah!” Işığın aydınlattığı o tozlardan soruyordu Nihâl’i. Nerede Nihâl? Nihâl zümrüt yeşili kanepenin eskimiş kırlentlerinde. Nihâl iflah olmaz bir mide bulantısında. Neredesin Nihâl? Nihâl cevap vermez. Kızdırmış mıydı onu? Bir kez bile incittiğini hatırlamıyordu oysa. Bir davetteydi, güneş doğuyordu. Bol içkili, bol kadınlı bir davetti bu. İlkbahar mıydı mevsimlerden? Ne içmişti, midesi sabaha kadar karışmış, buruşmuş, sanki içinde yamyassı olmuştu. Sesleri seçemez hale gelen kulağına bir telefon dayamışlar, zorla bir şeyler mırıldanıyordu. Sonra sıcacık bir el değdi yüzüne. Bir kadın. Yüzünü tam seçememişti. Tuttu, dışarı çıkardı onu. Tam da düşüp bayılıyordu. İyi iyi, şükretmeli. Kadın ellerini gezdirdi yüzünde. Kadın olduğunu ellerinden bir de sesinin tatlı tınısından seçebilmişti. “Ne vardı bu kadar dağıtacak? Mahvolmuşsun. Yakıştı mı hiç? Ben seni böyle bilmezdim…” Durmuştu öylece. Mide bulantısı yükseliyordu yine derinlerde bir yerlerden. Ve yalpaladığı ürkütücü boşlukta beylik bir slogan atar gibi konuşmaya hazırlanıyordu. Öğürtüsü ve aniden iki büklüm olup asfalta kusması buna izin vermedi. Sırtını sıvazladı kadın. Çöktüğü kaldırımda yanına oturdu. Çantasından bir mendil çıkardı. Ve sonra, nedense çok sonra yeni kusmuş ağzını değil, gözyaşlarını sildi kendi elleriyle. “Geçti,” dedi. Kusma anını hatırladıktan sonra bulantısı biraz daha yükselse de kusmadı. Saf ve dingin sulara döndü tekrar. Bir şeyler yese bu şeyi durdurabilirdi. Ama Allah biliyor ya, bir gramcık iştahı yoktu. Bir müddet hiçbir şeye dokunmadı. Gözlerine takılan dağınıklıklar vücuduna iğne gibi saplanıyordu sanki. Dağınıklıktan da nefret ederdi. Ah şimdi Nihâl olsa… Nerede Nihâl? Nihâl bu buzun eridiği bardaklarda. Boş ve kokulu bira şişelerinde. Akvaryumda ters dönmüş turuncu balığın solungacında Nihâl. Yüreğine dokunsa, şöyle biraz yaklaşıp yüzüne dokunsa yeniden. Şu kimsesiz evi şenlendirse. Ah bir gelse Nihâl… Tuzlu fıstık tabağını alıp mutfağa gitti. Dolaptan biraları çıkardı. Elini yapış yapış eden bir şey vardı dolap tutacağında. Her şey kirli olabilirdi, yalnız elleri temiz kalmalıydı. Mutfakta yıkadı ellerini. Tutacağa peçete sardı. Yıllardır saçma bulsa da bir kez bile atmaya davranmadığı buzdolabı süsleriyle göz göze geldi. Meyveler, kalpler, çiçekler. Ne kadar estetikten yoksun renk ve biçim varsa onlarda. Portakal, tupturuncu portakal değil yalnız. Onun yeri başka. Soğuk bir hava, keskin bir rüzgâr vardı. Kıştı galiba mevsimlerden. Nihâl’le en yakın olduğu gün olacaktı günlerden ise. Loş ışıklı, tarçın kokulu bir kafede karşı karşıya oturuyorlardı. Kanepenin kırlentindesin demesi boşuna değil, Nihâl’in zümrüt yeşili gözlerine bakıyordu. Nihâl’in boynu uzun, ince, bembeyaz. Kim bilir ne de güzel kokuyor. Yanına gidip öpmek istedi. Bir an için yapacaktı da. Hem Nihâl tanırdı onu. “Sapık” yaftasını yapıştırmazdı öyle. Bilirdi sapık olmadığını. İçinin ona karşı müthiş bir arzuyla 15 Sâkî Fanzin dolduğunu ancak hiçbir zaman bir sapkınlık yapmayacağını bilirdi. Sahi, Nihâl onu tanırdı da, o Nihâl’i tanır mıydı o kadar? O gün –günlerden Nihâl’e en yakın olduğu gün- anımsıyordu galiba, nasıl söylese… “Yarın dosyaları götür, projenle birlikte dayan patronun karşısına. Şu an hazırsın, biliyorsun değil mi bunu? Sen de hissedebiliyorsun, değil mi?” demişti Nihâl. Bembeyaz elleri tatlı kaşığını ne de güzel tutuyordu. “Evet, çıkacağım karşısına. Bu kez kararlıyım.” “Hah, şöyle!” deyip tatlı tatlı gülmüştü. “Sen ne yapıyorsun? Yeni bir şeyler var mı?” “Bir haber üzerinde çalışıyordum, bitirdim Güler Ajansta. ” Anımsadıkları bu kadardı. Ve o gün kravatına damlayan sütlacı silmişti yine. Ve sonra gözlerinin içine bakarak dudaklarının kıvrımına usul bir öpücük kondurmuştu. Nihâl’le en yakın olduğu gün, görevini yerine getirmişti işte. Dışarıda atıştıran sulu kara karışıp ağır ağır yürüyerek, ıslanarak, soğuğu iliklerinde hissederek gitmişti eve. Hayat öpücüğü bahşedilecek olsa, yine yine ve yeniden Nihâl’in öpücüğünü isterdi o. Memlekette neler oluyor, ne kavgalar dönüyor, kim kime hükmediyor, düşünmeden “Kavga dövüş şöyle dursun,” deme şekliydi onun için Nihâl. Ah Nihâl, sen onun umursamazlığıydın besbelli. Ya da belki yaşama sevinci… Portakal, diyorduk. Portakal başka. ‘Dünya mavi bir portakal’dan sonra, Nihâl’in en sevdiği meyveydi portakal. Öyle anımsıyordu yine. Kanepeye yığıldı. Yapacak hiçbir şeyi olmadığı düşüncesi, günlerdir esiri olduğu garip buhran nefesini zorluyordu. Nerede Nihâl? Nihâl bu ekşi kokan portakalın lifinde. Kararmış ve büsbütün sigara kokan şu anne yadigârı tülün dantel işlemelerinde. Nokta nokta hem de. İnce ince. Belki şu mütemadiyen doldurduğu tablanın külünde. Ama besbelli göz gezdirdiği karmakarışık masanın ortasında duran ajandaların içinden taşmış beyaz kâğıdın, kartların birinde. Uyuşmuş beyni biraz gevşeyince elini masanın ortasında duran ajandaya attı. Her sayfasından kartlar fışkırıyordu. İşi gereği ne çok insanla haşır neşir olmuştu böyle. İsimler, numaralar, mail adresleri, posta numarası, fakslar… Sonra birden, gözleri, belleğinin de tanıdığı dahası anımsadığının müjdesini veren bir tepkiyle büyüdü. Gevşemesi hızlandı. Nihâl Demiröz. Kâğıtta koyu lacivert bir mürekkeple yazılmış bu ismi görünce kalbi yerinden çıkacakmış gibi atmaya başladı. İsmin altında yazılı numaraya göz gezdirdi. “Sonunda Nihâl. Sonunda!” diyordu kendi kendine. Elleri titreye titreye çevirdi numarayı. 16 Sâkî Fanzin Masanın üzerinde duran telefona çoktan sarılmıştı. Arama tuşuna bastı, çok geçmeden: “Operatörümüze kayıtlı böyle bir numara bulunmamaktadır…”diyen kadın sesiyle karşı karşıya kaldı. Bir müddet beklese de, gevşeyen bedeninin tekrar uyuşmasına müsaade etmeden ajandayı karıştırdı. Yalnızca bir yerlerde “Güler Ajans” kartı bulmaktı niyeti. Ya da Nihâl Demiröz’e ait herhangi bir iz. Her sayfayı tek tek karıştırdı. Kalktı, çekmeceleri yerinden söktü. Tüm kâğıtlara, defterlere, kartlara baktı. Telefonunu karıştırdı. Takvim yapraklarının yanına koştu. Orada bazı notlar alırdı ara sıra. Nihâl’le ilgili hiçbir şey yoktu. Sonra kapının yanındaki posta kutusuna baktı. Faturalar haricinde hiçbir şey bulamadı. “Güler Ajans… Güler Ajans!” diyordu dişleri arasından. Bir evin hiçbir yerinde mi Güler Ajans kartı olmazdı? Bu sorunun cevabını, nihayet pes edip yatağa gelişi güzel uzandığında gözü masanın kısa bacağının kenarına düşmüş Güler Ajans kartını görünce alacaktı. Sevinç çığlıklarını zor bastırdı. Yeniden telefona sarıldı. Numarayı çevirdi. Bir kadın açtı: “Güler Haber Ajansı, buyurun.” “Ee, merhabalar. Ben şey soracaktım…”İsmini ilk kez başka bir insanla paylaşacak olmanın verdiği heyecan ve garip bir utançla devam etti: “Nihâl Demiröz isimli çalışanınıza ulaşmam mümkün mü acaba? Kendisinin Güler Haber Ajansı’nda çalıştığını biliyorum, kartı da o vermişti. Kendisiyle konuşmam gereken çok mühim bir mevzu var da…” “Anlamadım beyefendi, Nihâl Demiröz mü demiştiniz?” “Evet, evet Nihâl Demiröz. Çok acil, lütfen. Yalvarırım size. Beni onunla konuşturun.” “Anlıyorum beyefendi ancak ne yazık ki Nihâl Demiröz isimli bir çalışanımız yok…” “Nasıl olmaz? Emin misiniz? Gazeteciydi kendisi.” “Gazetecilerimizin hiçbirinin ismi Nihâl değil beyefendi, başka türlü nasıl açıklanır bilmiyorum fakat hattı daha fazla meşgul etmeseniz…” Cevap vermeden telefonu kapattı. Dizleri titriyordu. Dizlerini tuttu. Bir müddet bakışları öylece boşlukta gezdi. “Ah Nihâl. Hiç mi olmadın...” diye mırıldandı. Kendine acıdı. Hiç değilse onu son gördüğü ânı hatırlayabilse… Kapının ziliyle düşüncelerinden sıyrıldı. Ağır ağır yürüdü, açtı. İş arkadaşı Taner, her zamanki gibi enerjisi yüksek hareketlerle ve neşeli ses tonuyla karşısındaydı. “Hoop birader! Nerelerdesin sen ya?” Birlikte içeri girdiler. Konuşacak hal bulamadı kendinde. Zaten cevap vermeye fırsat kalmadan Taner birbiri ardınca sorular sormaya başlamıştı. “Kardeşim sen ne yaptın? Buraların hali ne? Harpten çıkmış gibisin ya hu. Ben seni böyle bilmezdim…” ‘Ben seni böyle bilmezdim’ derken Nihâl’le sızladı içi. “Taner,” dedi. Paltosunu çıkarıp koltuğun kenarına asmış, pantolonunu dizlerinden çekip koltuğa oturuyordu Taner. Onunla birlikte oturdu.“Nihâl Demiröz diye birini tanıyor musun?”“Nihâl mi?” dedi düşünceli bakışlarla. Yüzü aydınlandı. Kıvılcımlanan umudun işaretiydi bu. “Sana daha önce de bahsetmiş miydim ya da? Nihâl diye bir kadın. Nihâl Demiröz.”Taner bir müddet durdu. Sonra yerinde doğruldu: “Valla Nihâl’i filan bilmem de, geçenlerde bir hatun geldi iş yerine. 17 Sâkî Fanzin Dün değil ondan önceydi galiba. Seni sordu. Yok, bugün gelmedi dedim. Peki, deyip gitti. Ha, bir de patrona sunduğun projeyi sordu.”“Ne?” “İyi isabet oldu, ben de onu diyecektim. Patron projeni başarılı buldu. İyi iş çıkarttın, terfin yakındır.” “Kadının adı neydi, başka hiçbir şey söylemedi mi?” Taner elini cebine attı, karıştırmaya başladı. Aynı zamanda: “İş yoğundu pek dikkat etmedim, zaten sormak da aklıma gelmedi. Ama sana bir not bıraktı. Bak dur onu getirdim,” diyordu. Üç gün geçmesine rağmen yeni gibi duran kâğıdı Taner’in elinden kaptı. Kalbinin atışını boğazında hissediyordu. Hiç dokunmadı. 18 Sâkî Fanzin LABİRENT‘HANE‘ Mehmet Semih Çiğdem Kütüphane kelimesi insanların zihninde neyi çağrıştırıyor acaba? İçinde kaybolacağımız bir labirenti mi? Yoksa her dalından verim alabileceğimiz bir ağacı mı? En azından benim zihnimde her dalından verim alabileceğimiz bir ağacı da içinde kaybolacağımız bir labirenti de çağrıştırıyor. Ya da bilgiler içinde kaybolup, boğulabileceğimiz bir labirentte olabilir. Bunları düşüne düşüne labirentle bağdaştırmak istedim. Belki bana basit geldiği içindir, bilemiyorum. Bilgiler içinde kaybolmak ne demektir acaba? Daha önceden yaşamadığım, yaşadıysam da bildiğimi bilmeden bildiğim bir şey olsa gerek. Kendimi hiç kütüphaneler dünyasına girmiş bir halde de bulmadım. Acaba kütüphanede bir kitabı enine boyuna inceleyip okumaya başladığım zaman, o kitabın labirentinden kurtulmam o kitabı bitirmiş olduğum anlamına mı gelirdi? Bir şeyi anlatmaya çalışmak o şeyi anlamaya çalışmaktır. Belki bende bu sayede kütüphaneyi anlamaya çalışıyordum. Kim bilir. Labirentler hep karmaşıklığıyla bilinir ve karmaşıklığıyla göz korkutur. Kütüphaneler de acaba böyle midir? Kütüphanelerden ziyade kitaplar böyledir belki de. Bir kitabın sayfa sayısının çok fazla olması bizi korkutabilir. Ya da kitabın türü, örneğin bir felsefe kitabı bizim gözümüzü korkutabilir. ‘Ben bu kitabın içinden çıkamam, çok karışık bir kitaba benziyor’ diyerek de korkabiliriz. Bence en güzel korku, bir korkumuzu yenmeye çalışırken yaşadığımız korkudur. Goethe 'Korkacağımız tek şey, korkunun kendisidir' demiş. Biz, bilgiler içinde boğulma cesaretini gösteremiyoruz. En sonunda demek isterim ki her birey -Labirent'Hane'-yi hayatında bir kere de olsa gerçek anlamda yaşamalı… Gayret bizden, tevfik Allah’tan 19 Sâkî Fanzin SOYUTLAMA BİR ŞİİR Said Emre Şirin Bir ev tasvir ederken gel git akıllarda. Doğu batı birbirine karışırken, Hayvani duyguları dizginlemek adına ileri atıldım. Hepsinin gölgesi ayrı sinir bozucuydu. Kaçıncı ev bu tasvir ettiğim benim? Karışık gel git akıllarda… Ve evin yolunda taştan döşemeler. En güzel manzaradır bence, Yağmur yağarken araya giren bir bulut. Bir de renkli tablolarda rastlanan, Adı unutulmuş ressamın imzası. Eğer ki ben anlatamıyorsam, Sen daha konuşamıyorsun bile. Ve bütün evler birbiri içinden geçiyor. Hepsi kendi halinde, kendince. 20 Sâkî Fanzin Gittikçe derinleşiyor geçmiş. Gittikçe pisleşiyor gelecek. Ve anın yansıması en güzel illüzyon değil mi şu an? Ne olacak bu halimiz… Dünyayı tutmaya çalıştım okyanus denk geldi. Evden uzak olsun aydınlığın. Benim ihtiyacım yok sönmeyen bir ışığa. Soyutlama adı altında yaşanmışlık abidesi. Ve hüznün kenarda duran buruşuk peçesi. Yok desem de inanmam olası bu yüzle. Ben yok diyorum hem de her hecede. Bir Macar kalesi aylardan ılık bir sonbahar. Yapraklar bu vatana düştüğünden utanç duyuyor. Ta ki seni görene dek ve diyorlar işte bu son bahar. Bu damla damla çağlayan mürekkep izleri… İşte bu izler izledi hep bizleri. 21 Sâkî Fanzin TUTUKLULAR ÇEMBERİ Selin Engin Sanat, ilgi duyan için her zaman şaşırtan ve hayatı anlamlandırabilecek kadar geniş bir kavramdır. Buna inanan ve hayatını buna adayan büyük insanlar, düşüncelerini yapıtlarına yansıtarak insanlara seslerini duyururlar. Bu büyük adamlardan biri de, herkesin uzaktan yakından hayatına girmiş olan Vincent Van Gogh’tur. Tanık olacağınız hikaye çoğu kişi tarafından bilinmez. Ben Sunay Akın’ın Bir Çift Ayakkabı adlı kitabından ulaştım, şiddetle tavsiye ederim. Olay, ilgisi olmayanın bile başını çevirip bakabileceği türden. Sanatın türlü oyunlarından biri işte: Gustave Doré tarafından 1872’de resmedilen bu tablonun adı “Newgate-Exercise Yard”. Londra’da bir hapishane olan Newgate, volta atan tutuklularıyla o zamanların Londra’sının ruhunu yansıtıyor. Renkler ve tonlamalar, özellikle resimdeki tutukluların görüntüsü ustalıkla tuvale taşınmış. Yıllar sonra, o sıralar Saint-Rémy’de bir deli hastanesinde olan Van Gogh’a kardeşi Theo tarafından gönderilir bu gravür. Van Gogh bu tablodan öylesine etkilenir ki; bu yansıma ona kendisini anlatmaktadır. Bu basıklık, gri tonlar, bu ağır hava Van Gogh’un ruhsal dünyasıdır o sıralar. 1890’da kendi fırçasıyla eseri tekrar ortaya koyar Vincent an Gogh. Adı da “Prisoners Round-After Gustavé Dore” (Tutuklular Çemberi) olarak çıkar karşımıza. 22 Sâkî Fanzin Şaşırtıcı olan şudur ki; bir sanatçı eserine kendinden bir parça vererek, onu kendi kanıyla besleyerek koyar ortaya. Sanatçı ne ise eser o’dur. Eser ne ise sanatçıyı kendi yapan o’dur. Van Gogh ise açıkça göstermektedir kendini. Evet, mahkumlar içinde başında şapka bulunmayan ve bize doğru bakan tek mahkum, Van Gogh’un ta kendisidir. 23 Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare’e gönderdiğinde Shakespeare’e cevap olarak şunu yazar : “Dünya bir tiyatro sahnesidir. “ 24