17.01.2016
Transkript
17.01.2016
1 SÖYLEŞİ Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:86 18 Ocak - 24 Ocak 2016 bas-haber.com 1916 - 2016: Acıdan bir asır Elveda Sykes - Picot! 1916’da Britanya, Fransa ve Rusya arasında Ortadoğu topraklarını bölüşmeyi amaçlayan anlaşma, bölge halklarının kabusu haline geldi. 100 yıldan bu yana; Araplar, Türkler, Farslar, Yahudiler, Süryaniler, Ermeniler, Sünniler, Şiiler, Yahudiler, Hrıstiyanlar arasında kanlı bir boğazlaşmaya neden olan bu anlaşma bir asrın ardından son kullanma tarihine yaklaşıyor. Kürdistan halkı KBY’deki bağımsızlık referandumunda Sykes – Picot düzeninin son unu da oylayacak. Sykes - Picot: 100 yıl sonra MESUT YEĞEN s09 Bölgenin zenginliğini sömürmeyi amaçlayan, bunun için Arapları 22 devlete bölen, Kürdleri bu devletler arasında dörde bölen ve bölge hakları arasında sınırsız bir nefret ve çatışma düzeni kuran bu anlaşma gelinen aşamada Irak ve Suriye’de Kürdler açısından geçerliliğini yitiriyor. Kürd halkı Britanya ve Fransa’nın 100 yıl önce bölgede kurduğu düzeni yıkarak Sykes – Picot’un Ortadoğu’ya biçtiği kaderi değiştiriyor. Sykes - Picot Anlaşması geçersiz S:08 - 09 Mehmet Bayrak: Sykes - Picot, Enfal ile bitiş sürecine girdi S:04 S:02 - 03 Engizisyon, McCarthy, Miloseviç vs. FERHAT KENTEL Prof. Dr. Jabar Kadir: s07 Kürdler ve Sykes - Picot BİLAL SAMBUR Devlet, onur, şeref s08 SENNUR BAYBUĞA s15 02 MANŞET BasHaber 18SÖYLEŞİ Ocak - 24 Ocak 22016 1 asırlık kanlı düzende geri sayım Kürdler, Sykes – Picot kabusuna son veriyor B ritanya, Fransa ve Rusya arasında 1916’da Ortadoğu topraklarını bölüşmeyi amaçlayan Sykes - Picot Anlaşması bölge halklarının kabusu haline geldi. 100 yıldan bu yana; Araplar, Türkler, Farslar, Yahudiler, Süryaniler, Ermeniler, Süniler, Şiiler, Hristiyanlar, Yahudiler, Hrıstiyanlar arasında kanlı bir boğazlaşmaya neden olan bu anlaşma bir asrın ardından son kullanma tarihine yaklaşıyor. Kürdistan halkı KBY’deki bağımsızlık referandumunda Sykes – Picot düzeninin sonunu da oylayacak. Bölgenin zenginliğini sömürmeyi amaçlayan, bunun için Arapları 22 devlete bölen, Kürdleri bu devletler arasında dörde bölen ve bölge hakları arasında sınırsız bir nefret ve çatışma düzeni kuran bu anlaşma gelinen aşamada Irak ve Suriye’de Kürdler açısından geçerliliğini yitiriyor. Kürd halkı Britanya ve Fransa’nın 100 yıl önce bölgede kurduğu düzeni yıkarak Sykes – Picot’un Ortadoğu’ya biçtiği kaderi değiştiriyor. Kürd halkı Britanya ve Fransa’nın 100 yıl önce bölgede kurduğu düzeni yıkarak Sykes – Picot’un Ortadoğu’ya biçtiği kaderi değiştiriyor. 1916’da Britanya, Fransa ve Rusya arasında Ortadoğu topraklarını bölüşmeyi amaçlayan anlaşma bölge halklarının kabusu haline geldi. Ortadoğu’nun zenginliğini sömürmeyi amaçlayan bunun için Arapları 22 devlete bölen, Kürdleri bu devletler arasında dörde bölen ve bölge hakları arasında sınırsız bir nefret ve çatışma düzeni kuran bu anlaşma gelinen aşamada Irak ve Suriye’de Kürdler açısından geçerliliğini yitiriyor. Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü ve İngiliz - Fransız ittifakının henüz kesin bir galibiyete erişemediği dönemlerde, takvimler 16 Ocak 1916’yı gösterdiğinde imzalanıyor Sykes - Picot Anlaşması. 1917’de SSCB’de Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesinin ardından şimdiki adıyla Rusya, anlaşmadan çekilerek bu gizli anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklıyor. 100. yılına geldiğimiz Sykes - Picot Anlaşması, Ortadoğu’nun sınırlarını çizen ‘yeni düzenin’ adı olarak yorumlanıyor tarihçiler tarafından. Kürdler bu sınırların ulusları böldüğünü, bu bölünmüşlükten dolayı da 100 yıldır devletleşme mücadelesi verdiklerini söylerken, Arapların payına ‘yeni dizayndan’ biribiri ile boğuşan ve diktatörler ile hanedanlar tarafından yönetilen 22 ülke düşüyor. Ortadoğu’da 100 yıldır dinmeyen çatışma ve nerfret kültürünün dayanağı olarak gösterilen Sykes - Picot Anlaşması, mevcut sınırların Fransız ve İngilizler tarafından çizilmesinin gerekçelendirildiği ana metindir. Sadece Kürdler açısından değil, Ortadoğu’nun bütün halkları bakımından 100 yıldır devam eden kanlı kabusunda de adıdır aynı zamanda. BasHaber’e konuşan akademisyen ve yazarlar Sykes – Picot Anlaşması’nın geldiğimiz aşamada Kürdler tarafından bitirildiğini ve Kürd halkının mücadelesi ile artık bu düzenin sonuna yaklaştığı konusunda hemfikir. Doç. Yılmaz: Yeni dizayn emperyal güçlerin istediği gibi olmayacak Sykes - Picot düzeninin devam ettiği Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelerin de bu mutabakatın varlığının gerçeğini gölgelememesi gerektiğini vurgulayan Doç. Arzu Yılmaz, “Sykes - Picot Anlaşması yerinde bir referans olsa da bir süreç olarak okumak daha doğrudur; çünkü arkasından gelen birçok anlaşma var. Bu yüzyıl boyunca Ortadoğu’da şekillenen siyasi yapının zeminini netleştiren bir çerçeveydi. Tabi ki Sykes - Picot üzerinden bu siyasi sınırları tartışmak eksik kalır. Çok önemlidir, bir referanstır; Sykes Picot’la başlayan bir sürecin içindeki diğer anlaşmaları da gözeterek bir analiz yapmak daha doğru olacaktır. Bu anlaşmanın bugünden bakıldığında en önemli tarafı, sömürge devletlerinin bir emperyal düzenin Ortadoğu’da kendi çıkarlarına uygun bir biçimde yerleştirmelerinin süreciydi. Sykes - Picot da bu süreç içerisinde imzalanan anlaşmalardan birisiydi. Bugünden bakıldığında bu anlaşmanın en önemli yanı içinde yerel ya da bölgesel unsurların değil, doğrudan emperyal güçlerin var olmasıdır. Bugüne referans gösterecek olursak, bugün Sykes - Picot’un 100. yılı ve Ortadoğu’da sınırların yeniden çizilmesinden bahsediliyor. Bu bağlamda söylenecek en önemli şey; bundan sonra sınırlar çizilecekse de bu sadece emperyal güçlerin iki dudağı arasında ya da oturdukları masada değil, alanda ve yerel ile bölgesel güçlerin de iştirakiyle” olacaktır diye konuştu. ‘Sykes - Picot’un ortadan kalktığını ilk iddia eden örgüt IŞİD’tir’ diyen Yılmaz, “2014’te Musul’un ardından Rakka’yı ele geçirince İslam devletini ilan etti ve ilan edişiyle birlikte Sykes - Picot’un öldüğünü iddia etti. Arap toplumunun gözüyle veya bir Sünni referansla bakalım; Araplar da sınırları aşan bugünkü siyasi sınırların ötesinde yeni bir siyasi birliğe dönük hareket göremiyorsunuz. Sünnilere baktığınız zaman da sadece IŞİD’i görüyorsunuz. IŞİD’in dışında bir mobilizasyon söz konusu değildir. Kürdler ölçeğinde de bakarsanız hali hazırda KBY’nin bağımsızlığı konuşulurken bile sınırları aşan bir iddia gündeme gelmiyor. Bunu Kürdistan ölçeğinden çıkarıp diğer parçalara baktığınız zaman hali hazırda Kürd siyasi partileri de bu sınırların yeniden düzenlenmesine dönük siyasi bir söylem benimsemiyor. Hali hazırda hem Kürd siyasal hareketi, hem de diğer örneklerde enerji, bu siyasal sınırlar içerisindeki düzenlerin değiştirilmesine dönük bir taleptir. Bunu hem Arap Baharı ölçeğinde, hem Kürd siyasi hareketi içerisinde hem de Suriye ya da Irak ölçeğinde; ya da Tunus ve Mısır ölçeğinde söylemek mümkündür. Fotoğrafı, bu netlikte gördüğünüz zaman burada bir şeyi daha gözardı etmek gerekiyor: uluslararası toplumun Arap Baharı ile birlikte Ortadoğu’da sınırları aşan siyasi krize en erken verdikleri refleks, ulusal sınırların korunmasından yana oldu. Dolayısıyla bunun bize bugünkü durumu açıklamada ya da Sykes - Picot’un 100. yılında bundan sonra ne olacağına ilişkin kafa yorduğunuzda iki şeye dikkat etmemiz gerekiyor: 1. Uluslararası toplumun buna ilişkin ne kadar güç ve enerji ortaya koyacağı muğlak olsa da hali hazırda Ortadoğu’da Sykes - Picot’la sınırların korunması yönünde bir refleksle hareket ettiği tartışmasızdır. 2. Hali hazırdaki siyasal talepleri göz önünde bulundurduğumuz zaman bu sınırların dönüşmesi yönünde bir talep de görmüyoruz. Sadece IŞİD ölçeğinde bir talep görüyoruz. Bunu bir kenara koyalım, öbür taraftan baktığınız zaman mevzu şu ki, Sykes - Picot’la başlayan süreçte çizilen sınırların artık devam etmeyeceğine ilişkin tartışma asıl zeminini merkezi güçlerin sınırlar üzerindeki kontrolünü kaybetmesinde aramak gerekiyor. Dolayısıyla da “burada ne olacak?” sorusu ortaya çıkıyor. Yüzüncü yılında veya kriz bağlamında “işte değişiyor” dalga yükseliyor gibi görünse dahil, parametreleri tek tek incelediğiniz zaman pek de böyle olmadığını görmek” gerektiğini vurguladı. Yazar Kutlay: Küresel güçler Ortadoğu’yu yeniden şekillendiriyor Sykes - Picot’un, haklı sebeplere dayanmayan gizli bir anlaşma olduğunu belirten yazar Naci Kutlay, bu anlaşmaya Çarlık Rusya’nın da dahil olduğunu, ancak Bolşevik devrimi sayesinde deşifre edildiğini söyledi. Sykes - Picot’un kısa sürede sona erdiğini söyleyen Kutlay, “çünkü dünyada o zaman karar alıcılar Fransız ve İngilizlerdi. Ama dünya değişti. Bugün dünya artık o eski dünya değil, ayrışmalar oldu” dedi. Küresel güçlerin yeni süreçte Ortadoğu’ya yeniden şekil verme çabasında olduğunu söyleyen Kutlay, sözlerine şöyle devam etti: “Nereye evrileceği insanların arzu ve tavırlarıyla olmuyor. Kürdlerin ki de böyle. Kürdler dört devlet içerisinde parçalanmış, her bir parçası ayrı bir şekil aldı. İran’daki Kürdler ayrı şekillendiler, Irak’takiler ayrı. Birkaç sene öncesine kadar Kürdler vatandaş olarak kabul edilmiyorlardı. Ama şimdi Kürdler federasyon ve kanton yöntemleriyle yeniden organize oluyor, örgütleniyorlar.” MANŞET BasHaber 18 Ocak - 24 Ocak 2016 3 SÖYLEŞİ Anlaşmanın maddeleri 1. Rusya’ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmı, 2. Fransa’ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları, 3. İngiltere’ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir. 4. Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak, 5. İskenderun serbest liman olacak, 6. Filistin’de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır. Mark Sykes İngiliz yazar, diplomat, asker ve gezgin Sir Mark Sykes, 16 Mart 1879’da İngiltere’de doğdu. Katolikliktir ve Doğu’ya yaptığı yolculuklar yaşamına yön vermiştir. Cambridge’de Jesus College’de iki yıl okumuş ardından Doğu’ya uzun yolculuklara çıkmış, 4 yıl İstanbul’da elçilikte çalışmıştır. Küçük Asya’ya yaptığı seyahatleri yolculuk anıları şeklinde yayınlamıştır. 1911 yılında Avam Kamarası’na seçilmiştir. Sykes, parlamentoda bölgeyi bilen çok az politikacıdan birisidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının akibetiyle ilgili olarak, Sykes Picot Anlaşması’na giden yolda İngiltere’nin önündeki alternatifleri açıklayan kişidir. 16 Şubat 1919’da hayatını kaybetmiştir. Akademisyen Özel: Yerelin ve bölgenin mutabakatı olacak Sykes - Picot’un tam olarak bitmediğini ve sınırların yerli yerinde durduğunu belirten akademisyen Soli Özel, Kürdlerin kendilerini yönetme kabiliyetlerinin arttığını söyledi. Özel, “bağımsız olmaya en yakın Iraklı Kürdlerin bağımsızlığı ertelenip, duruyor. Dünya sistemleri bugünkü koşullarda bunu kabul etmeye razı değil” dedi. Bu defa sınırları büyük güçlerin belirlemeyeceğini vurgulayan Özel, sözlerini şöyle sürdürdü: “En azından yerelin mutabakatı olacak, bölgenin mutabakatı olacak. Üç düzlem var: birincisi yerel bir kavga var. Sonra bölgesel bir güç savaşı var, en başta İran ve Suudi Arabistan arasında. Bir de küresel güçler var. Rusya ve Amerika böyle olsun dedikleri takdirde bile bu sular durulmaz.” Prof. Bruinessen: Sykes - Picot sadece Rojava ve KBY arasındaki sınırdır Georges Picot Tarihçi François Marie Denis Georges - Picot 21 Aralık 1870’de Paris’te dünyaya geldi. Birinci Dünya Savaşı sırasında imzalanan Sykes - Picot Anlaşması’nı Fransa adına Sir Mark Sykes ile imzalayan diplomattı. Rus ve İtalyanların da dahil olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesine neden olan gizli antlaşmanın mimarı olarak tarihe geçmiştir. Anlaşma tam olarak uygulanmasa da, antlaşmanın ruhu Ortadoğu’ya hakim olmuş, Osmanlı toprakları bölünmüş, Arap devletleri kurulmuştur. 1919 yılında Sivas’a gelerek Heyet-i temsiliye yetkilileri ve M. Kemal ile görüşmelerde bulunan Picot, Haziran 1951 yılında Paris’te yaşamını yitirmiştir. Sykes - Picot’un, Kürdler için değil Araplar için önemli olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Martin van Bruinessen, Sykes Picot’un Kürdlerin sadece Rojava ve Güney kesimlerini ayırdığını ama Arap bölgesini birçok parçaya böldüğünü ve bu nedenle Araplar için bu anlaşmanın önemli olduğunu belirtti. Sykes - Picot’un IŞİD sayesinde bittiğine dikkat çeken Bruinessen, IŞİD’in gelişmesinin KBY için devletleşme sürecini hızlandırdığını ve önemli bir fırsat olduğunu söyledi. Bruinessen, “Amerika’nın Irak’a müdahalesinden sonra Irak’ta Şii - Sünni ilişkilerinin tamamen koptuğunu görüyoruz. Şii ve Sünnilerin barış içinde yaşamaları pek mümkün görünmüyor. Irak, Şii, Sünni ve Kürd bölgesi olarak 3’e bölündü. Bu KBY’nin durumunu daha da güçlendirdi” dedi. “Kürdlerin birleşmesi için Sykes - Picot’tan değil Kuzey ve Güney arasındaki sınırdan söz edilmelidir” diyen Bruinessen şöyle diyor: “Türkiye, Irak ve Suriye sınırlarından bahsediyoruz. Bu sınırlar hala önemli ve Türkiye güçlü bir devlet. Geçen yaz çok önemli ve sembolik bir olay gerçekleşti. KBY Peşmergeleri Türkiye Kürdistanı üzerinden Kobanê’ye geçti. Yani üç parça sembolik olarak birleştirildi. O çok önemli. Öyle bir olay birkaç sene önce imkansızdı ve kimse ön göremezdi. Rojava ve Kuzey arasında iyi ilişkiler var. Sınır olmasına rağmen insanlar kolaylıkla geçebiliyorlar. KBY’den Rojava’ya giden çok kişi var.” KBY’nin büyük bağımsız Kürdistan hayalinin olmadığını, fakat Mesud Barzani’nin Kürdistan’ın diğer parçalarında bağımsızlık şiarı ruhunun etkinliğini korumak adına oralarda partiler kurup iyi ilişkiler geliştirdiğini aktaran Bruinessen, “KBY Başkanı Barzani’yi seven parti, örgüt, cemaat ve gruplar vardır. Sykes - Picot sadece Rojava ve KBY arasındaki sınırdır. O da Kürdler için çoktan önemini kaybetti. Bildiğiniz gibi YNK Şam’da kuruldu. Hem PDK hem de YNK Rojava’da yan partilerdir. Eskiden beri Suriye Kürdleri Barzani’nin yanında savaşıyorlar. Bu parçalar arasında çok eski siyasal ilişkiler var. Son dönemlerde PYD ve Güney’deki PKK sempatizanları ortak hareket ettiler ve Şengal’e iki güç birlikte geçti. Şengal, Sykes - Picot’un tam sınırı ve Rojava’nın mı Güney’in mi o ayrı bir mesele ama çok özel bir bölge. Şengal’de hem PKK, PYD hem de KDP kendi ağırlıklarını koymaya devam ediyor” dedi. Doç. Güneş: Sykes – Picot mezhep temelli bir bölünmedir Sykes ve Picot arasında tek bir görüşme ile anlaşmanın gerçekleşmediğini söyleyen İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hakan Güneş, “yazışmaları, mektuplaşmaları ve nihai görüşmeleri içerir. 1917’den itibaren söz konusu yerler tam olarak ele geçirilmeye başlandığında ve 1. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle de somut bir biçim aldı. Başlangıçta tasarlanan anlaşma Sykes ve Picot arasında sabit kalmadı. Türkiye’nin Adana-Mersin-Hatay bölgesini alan hattı, buna dâhil edilmedi. Buna benzer değişiklikler yapıldı ve doğrudan Fransızlar ile İngilizlerin kontrol edeceği bölgeler konusunda yine savaştan hemen sonra düzenlemeler yapıldı. İngiliz bölgesi olarak tasarlanan örneğin Maraş, Fransız bölgesi olarak” bırakıldığını söyledi. 1916’da Osmanlı Devleti’nin yenilmesiyle Fransız ve İngilizlerin Arap yarımadası dışında kalan Ortadoğu’daki toprakları nasıl paylaşacağına dair bir iç düzenleme olduğunu ifade eden Güneş, “bunun bir de üçüncü tarafı vardır. Bunun üçüncü yüzü Rusya’dır. Sykes - Picot, tek bir anlaşma değildir. Burada önemli olan işgal edilen toprakların yeniden düzenlenmesini İngiliz ve Fransızların karşılıklı konumunu düzenlemektir. Her şeyi Sykes - Picot’a bağlamayalım, ama başlangıç itibariyle önemlidir. Sykes - Picot Anlaşması bilindiği üzere Kürdleri ve Arapları bölen bir anlaşma değildi. İngiliz ve Fransız bölgesi olarak Kürdler ve Araplar 2’ye ayrıldı. Fransa ve İngiltere’nin ondan önceki 200 yıl boyunca bölgeyi işgal” ettiğine dikkat çekiyor. Sykes - Picot’un, IŞİD’in iddia ettiği gibi veya Türkiye’deki bazı çevrelerin iddia ettiği gibi Ortadoğu’nun küçük ulusal birimlere ayrıldığı bir anlaşma olmadığını ileri süren Güneş, “Mezhep temelli bir bölünmedir. O dönemde hem Araplar büyük bir topluluk, hem de Kürdler etnik bir bölgeye sahip olmak istediklerinde İngiliz ve Fransızlar buna itiraz ettiler. Tıpkı Osmanlı’nın yaptığı gibi. Osmanlı’da da mezhebi temelde alt birimler işletildi. Osmanlı’nın yaptığı biçimde mezhepçi şekilde alt bölümlere böldüler, Fransız ve İngiliz sektörüne ayırdılar. Sonra bunların çevresinde çeşitli alt ulusal birimler ortaya çıkardılar. Bütün bölgeyi mezhebi şekilde yönetecek şekilde tasarladılar. Ulusal herhangi bir ölçeğini kabul etmediler. Ne Kürd ulusçuluğu, ne de Arap ulusçuluğu anlamında kabul etmediler. Bu haritayı değiştiren de Arap ve Kürd milliyetçiliğidir. Mezhep temelli bölünmeyi yok eden üç tane etken vardır: Kurtuluş Savaşı, Arap milliyetçiliği ve Kürd ulusal hareketleri” diye konuştu. “Kürdler 100 yıl sonra Sykes - Picot’u berhava etti” Kürdlerin Sykes - Picot’ta hiçbir yeri olmadığını iddia eden Güneş, “Kürdlerin kendini gerçek ulusal mücadeleleriyle adeta 100 yıl sonra Sykes - Picot’u berhava ettiklerini, devre dışı bıraktıklarını görüyoruz. Bu fiili oluşum, yani Irak’taki Kürd oluşumu, Suriye’deki Kürd oluşumu ve belki de Türkiye’deki ulusal varlığı tek bir Kürd varlığını işaret etmiyor; ama ciddi bir tarihteki en gelişmiş noktasına doğru geliyor. Kürdler ulusal bir varlık olarak şekilleniyor. Esas olarak Suriye ve Irak’ta- 03 ki Kürdler için teritoryal kazanımlarının ulusal düzeyde ifade edilmesi noktasında bir zaman sorunudur. Muhtemelen Kuzey Irak, bağımsızlık noktasına en yakın oluşumdur, buna karşılık düzenlediği takdirde Suriye’deki kantonlarda çok geniş özerklikler” yaşanacağını ifade etti. BİLGESAM Uzmanı Semin: Bağımsızlık için en az 2 yıl gerekli Sykes - Picot Anlaşması’ndan dolayı KBY’nin bağımsızlık talebini dillendirmesinin konjonktürle bağdaşmadığını iddia eden BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı Ali Semin, “çünkü Güney Kürdistan’ın özellikle şuandaki siyasi-ekonomik-askeri yapısı bağımsızlık için hazır değil. Referandum yapılabilir. Bir referandumun sonucu ne olursa olsun hemen uygulanacak diye bir kural yok. KBY de “biz referanduma gideceğiz, evet çıkarsa bu, bağımsızlık için kullanılacak” diyor. Halkın istekleri doğrultusunda bir adım atılacak. Bunun hemen bir Kürdistan devleti kurulacak anlamında ifade etmediğini belirtmek istiyorum. Bu, Türk basınında özellikle çok yer alıyor. Bundan sonraki süreçte muhtemelen bu referandum aslında ilk önce Irak Kürdistanındaki siyasi krizi masa başında çözümüne yardımcı olacaktır. Sanmıyorum ki anlaşmanın 100. yılında bağımsızlık harekete geçirilsin. Yapı buna müsait değil, bunun için en az iki yıllık bir süreç var. Siyasi meselelerin çözülmesi var, ikincisi ekonomik kriz var. Üçüncüsü de askeri yapıda eksiklik var. Ciddi bir orduya ihtiyaç var. 100 bin Peşmerge’nin 30 bini KYB, 70 bini KDP’li. Bununla bir devletin ortaya çıkması çok zordur. Bunun için savunmasını, ekonomisini ve siyasi iktidarını sağlaması gerekiyor. Dolayısıyla şuan için bağımsızlık” sinyalinin olmadığını söyledi. IMPR Başkanı Ayhan: Ortadoğu’da yeni bir sistem oluşacak Sykes - Picot’un bölge dışı güçlerin projesi olduğunu belirten IMPR Başkanı Veysel Ayhan, sadece Suriye ve Irak üzerinde değil, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar olan bölgeyi kapsadığını söyledi. Bu bölgelerde fiili olarak rejimlerin değiştiğini ve yeni bir düzen arayışının ortaya çıktığını söyleyen Veysel Ayhan, “bir alt-üst oluş, bir harmanlama, bir düzen arayışı, yeni rejim arayışları ortaya çıkmış bulunuyor. Ciddi anlamda kanlı bir süreçle de karşı karşıyayız. Toplumların ayrıştığı, boğazlaştığı bir dönem yaşıyoruz. Bölge halkları bu düzenin oluşmasında fazla etki alanı oluşturamadılar. Ondan dolayıdır ki Sykes - Picot döneme bakacak olursak huzur, istikrar, güven, halkların yönetimde yer alacağı bir sistem geliştirilemedi. Sonraki dünya savaşında bu rejimler yeni bir sisteme dönüştürüldü. Daha sosyalist karakterlere sahip, daha ulus-devlet mentalitesi uygun bir grubun egemen olduğu yapılara dönüştü” dedi. 04 MANŞET Akademisyen Ramazan Tunç: Sykes - Picot kıyımlara yol açtı Akademisyen Ramazan Tunç, Sykes - Picot şekillenirken bölgenin sosyal, kültürel ve tarihsel gerçekliklerinin göz önünde bulundurulmadığını ve bu nedenle 100 yıldır Ortadoğu’da suların durulmadığını ve sürekli çatışmaların olduğunu dile getirdi. Bu çatışmaların bir şekilde başta ABD olmak üzere, Fransa ve İngiltere gibi dışarıdaki süper güçlerin gözetiminde kontrollü bir şekilde günümüze kadar devam ettirildiğini aktaran Tunç, “Bu dizaynın memnuniyetsizliğini ortaya koyan bu çatışmalar 10-15 yılda bir ciddi kıyımlara sebep olmuştur. Bölgenin realiteleri, tarihsel ve kültürel birikimi, sosyolojisi, kişileri ve coğrafi yapıları, bölge dinamikleri göz önünde bulundurulmadan oluşturulan hiçbir yapının istikrarlı bir şekilde başarılı olacağını söylemek mümkün değildir. Kontrolünü de zamanı geldiğinde yitirilebileceğini yaşanan son 10 yıllık süreçte buna tanıklık etmiş bulunuyoruz” dedi. Tunç, “Sykes - Picot’u reddettiğinizde ortaya çıkacak sorunlar ve sonuçlar üzerinden nasıl bir uzlaşmanın sağlanacağı da önemlidir. Kürdler, Türkler, Araplar Ortadoğu’da bu yeni şekillenme arifesinde Sykes - Picot’u reddetti. Ama onun dışında ortaya çıkabilecek denge ve güç dinamikleri konusunda uzlaşamadığı için tekrar bir uzlaşının ortaya çıkacağını söylemek mümkün değil. Nihayetinde Sykes - Picot sonrasında şekillenen Ortadoğu’da, 20’den fazla Arap devleti ortaya çıkarken, Batı müttefiki olan bir Türkiye devleti oluşurken, tüm Kürdlerin bu paylaşımda ortada bırakılması ve coğrafi olarak bölünmesi, başka yeni sorunların ortaya çıkmasına sebep oldu” dedi. 60’lı yıllarda Türklerle Arapların ortak bir gelecek oluşturma çabasına girdiğini belirten Tunç, şöyle devam etti: “Geldiğimiz aşamada 60’lı yıllardaki birlikte yaşama arayışının sonuç vermediğini yine Kürdler, Türkler, Araplar ve diğer Ortadoğu halklarının Sykes - Picot sonrası o dizaynından memnuniyetsizliğini ortaya koymasına rağmen, kendi içerisinde nasıl bir dizayn olacağı konusunda bir uzlaşı içerisine girmemesi, günümüz savaşlarının, nihai bir şekillenmeye doğru evrildiğini gözlemliyorum.” Sykes - Picot’un Ortadoğu’ya bıraktığı mirası değerlendiren Tunç, şunları söyledi: “Güçlü milliyetçilikler, küçük ulus devletçikleri ve ezilen toplumlar bıraktı. Günümüze kadar gelen bu mirasın artık sürdürülebilir, yönetilebilir ve istikrar getirebilen bir durum olmadığını görüyoruz. Sykes - Picot, 100. yılında Ortadoğu’da milliyetçiliğin yeniden yükselişini beraberinde getirecektir. Eğer yeni bir dizayn oluşacaksa, Sykes - Picot sonrası oluşan güç dengesi ve uzlaşma, güç birikim merkezleri bakımından yeni bir değerlendirme yapılacaksa, bu güç birikiminin dengeli olabilmesi için milliyetçiliğinde yükselmesi gerekmektedir. Ortadoğu’da Kürd, Türk, Arap ve diğer halklar üzerinden gelişecek milliyetçilikler üzerine yeni bir dizaynın olma ihtimali çok yüksek” diye konuştu. BasHaber 18SÖYLEŞİ Ocak - 24 Ocak 42016 HABER BasHaber 18 Ocak - 24 Ocak 2016 5 SÖYLEŞİ Sykes-Picot Enfal ile bitiş sürecine girdi Mehmet Bayrak Bundan 100 yıl önce 1916 yılında yani 1. Dünya Savaşı’nın tam ortalarında İngiltere’den Sir Mark Sykes ve Fransa’dan M. George Picot tarafından hazırlanıp, o günden bugüne kendi ismiyle anılan ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesiyle sonuçlanan bir anlaşmaya varılmıştı. Aslında, konuya ilişkin ilk gizli görüşmeler 1915’te başlamıştı. Ancak, bu sürece nasıl gelindiğini doğru anlamak için çok daha eskilere gitmek ve bu süreci belki Batı’nın reform ve rönesansını yaptığı 16. yüzyıla götürmek gerekiyor. Çünkü Osmanlı, daha 400 yıl önce reform ve rönesansını yapan Batı karşısında tutunamıyor ve sürekli geriliyordu. Osmanlı’nın imparatorluğa dönüştüğü 16. yüzyılın son dönemleri, aynı zamanda duraklama ve gerileme sürecine de tanıklık ediyordu. Nitekim, 19. yüzyıla gelindiğinde artık Batı karşısında tutunamayacağını anlayan Osmanlı, Tanzimat adıyla bazı yenileşme hareketlerine girişiyor ve Alman subaylarının gözetiminde ordusunu modernleştirmeye çalışıyordu. Yüzyılın ortalarında ise, Fransa ve İngiltere ile birlikte Rusya’ya karşı savaşmak durumunda kalıyordu. Dahası, savaşı finanse edebilmek için de bu ülkelerden borç para almak zorunda kalıyor ve böylece 100 yıl sürecek Düyun-u Umumiye denilen devlet borçlanması süreci de böylece başlıyor ve Osmanlı’yı yarı-bağımlı duruma getiriyordu. 19. yüzyılın son çeyreğinde, sömürgelerin paylaşımında geri kalan Almanya, dönemin ilerici aydınlarının deyişiyle “tıpkı et-obur bir hayvan gibi” Osmanlı’ya yöneliyor; II. Wilhelm ile II. Abdülhamid arasında bir dostluk kuruluyor ve Anadolu- Bağdat Demiryolu’nun imtiyazı Almanya’ya veriliyordu. Batılı emperyalist devletlerin bu canhıraş rekabeti, 1914- 1918 yılları arasında cereyan eden 1. Dünya Harbi’nde Alman-Osmanlı ve İngiliz-Fransız ittifakıyla bu ülkeleri karşı karşıya getiriyordu. Bu, aslında sonucu belli bir mücadeleydi. İttihad ve Terakki yönetimi, Hz. Muhammed’in Sancağ-ı Şerif’ini ortaya çıkarıp bunu bir Harb-ı Mukaddes ilan etse de, sonranın galip devletleri olan diğer müttefik güçler, daha 1915’ten başlayarak Uzak Doğu’nun ardından Yakın ve Ortadoğu’nun paylaşılması konusunda görüşmeler yürütüyorlardı. Bu gizli paylaşım planına 1916 yılından itibaren Ruslar da müdahil oluyordu. Buna göre; tüm Arap yarımadası İngiliz ve Fransızlar arasında nüfuz bölgelerine ayrılıyor; Lübnan ve Suriye Fransa’ya; Bağdat dahil Güney Me- zopotamya İngiltere’ye bırakılıyordu. Akdeniz’de İngiltere’ye Hayfa ve Akra gibi bazı limanlar verilirken; İskenderun serbest liman olarak bırakılıyordu. Daha Abdülhamid döneminde kimi toprakları Yahudi zenginlere satılmış olan Filistin, kimi kutsal yerler barındırdığı gerekçesiyle uluslararası bir yönetim altına sokulacaktı. Kürdistan ise tüm bu üç büyük devlet arasında paylaşılıyordu. Kuzey kesimi Rusya’ya, Doğu Kürdistan’ın bazı kesimleri ile Rojava Fransızlar’a, Güney Kürdistan ise ağırlıkla İngilizler’e bırakılıyordu. Antalya başta olmak üzere Güney Batı Anadolu’nun bazı yerleri ise, sonradan savaşa katılan İtalya’ya vaadediliyordu. İşte, daha sonraki Sevr ve Lozan Antlaşmaları’na temel teşkil eden tüm bu gizli paylaşım planları, sonradan bu iki diplomatın adına izafen “Sykes- Picot Anlaşması” olarak tarihe geçti... 1917 Ekim Devrimi ardından Sovyetler Birliği adını alacak olan Rusya, işgal ettiği toprakların önemli bir bölümünden çekiliyor ancak 1920’de Ankara’da iş başına geçen Kemalist hükümetin, 192122’de Fransızlar ve İngilizlerle yaptığı gizli Ankara Anlaşmaları ile Güney’deki İtalyanlar ile Ege’deki Yunanlıların “ipi çekilerek” Türk toprakları güvenceye alınıyor, Kürdistan gizlice ve hile ile moda deyimle “ülkesi ve milletiyle” dörde bölünüyordu. Efrin’deki Kürd Dağı Kürdleri’nin 1922’de Ankara’ya gelip bir “Muhtıra” vermeleri de sonucu fazla değiştirmiyor ve Lozan’a bu gizli mutabakat üzerinden gidiliyordu. 1923 Lozan Antlaşması ile tam çözüme ulaşmayan Musul-Kerkük petrolleri sorunu Musul Komisyonu’na havale ediliyor, Komisyon’un raporu doğrultusunda Milletler Cemiyeti’nce İngiltere’ye bırakılıyordu. Türkiye, kendisine verilen yüzde 10’luk hisseyi de 500 bin Sterlin karşılığında İngiltere’ye satıyor ve işin içinden çıkıyordu. Kemalist yönetim, bir yandan Kuzey Kürdlerini ittifak içinde tutup “ortak ve eşit gelecek” vaadederken, bir yandan da Güney Kürdlerini Şêx Mahmud Berzenci öncülüğünde, muhtariyet öneren İngilizlere karşı kışkırtıyor ve bu ikili politikada maalesef başarılı oluyordu. M. Kemal’in “büyük politikacı” olarak sunulması da herhalde bundan kaynaklanıyordu! Aslında, Güney ve Batı Kürdlerinin yönü her zaman Kuzey’e dönüktü. Zaten 90 yıl önceye kadar da tümünün kader birliği söz konusu idi. Lozan’la başlayan ve yakın dönemdeki Merkezi Antlaşma Teşkilatı (CENTO)’ya kadar devam eden, bölgede Kürd karşıtı bir sömürgeci politika söz konusuydu. Nitekim, Sykes- Picot gizli anlaşma- sı ile başlayıp Lozan ile bağıtlanan ve Kürd halkını ülkesi ve milletiyle dörde bölen menfaat temelli bu mutabakat; aynı zamanda her parçada bir Kürd sorununa da kapı açıyordu. Her parçada, bu bölünmüş halka tahakküm eden egemen devletler de, bu sistemin devam etmesi için ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı. Türkiye’nin sözde “demokrasi”, İran’ın “monarşi”, Irak ve Suriye’nin sözde “cumhuriyet” olmasına bakılmaksızın; tüm bu devletler önce Bağdat Paktı ile daha sonraysa merkezi Ankara’da bulunan CENTO ile Kürdlere karşı bir araya geliyor, ABD ve İngiltere ise “hâmi devlet” sıfatıyla görev üstleniyorlardı. 1979’daki İran İslam İhtilâli ile bu ittifak resmiyette sonlanıyor ama yeri geldikçe gizlice yürütülüyordu. Bu sürece karşı en amansız mücadele ise Güney Kürdistan’da veriliyordu. 19. Yüzyıldaki mücadele bir yana, 20. yüzyıl başlarında Şêx Abdusselam Barzani ile başlayıp, günümüze kadar uzanan bir süreçtir bu. Sykes-Picot Anlaşması ile başlayan talihsiz süreçte “sonun başlangıcı”na gelinmesi, Saddam yönetiminin 1988’de gerçekleştirdiği Halepçe Katliamı’nı sürecinde 200 bine yakın Kürdün katliyle sonuçlanan Enfal Soykırımı’dır. 20. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleştirilen bu “kimyasal soykırım”, Kürd sorununun dünya gündemine ve çözüm sürecine girmesinde bir milattır. Saddam türü ırkçı-faşist Arap yönetimlerinin dölyatağından beslenen 20. ve belki de 21. yüzyılın en karanlık ve insanlık- düşmanı yapılanmalarından biri olan DAİŞ’in, gerek mazlum halklar ve gerekse insanlık mirası Ortadoğu tarihine yaptığı kötülük, hiç bir zaman silinmemek üzere insanlığın hafızasına kazınmıştır. “Mazlumiyet” iddiasıyla ortaya çıkan bu “zâlim sopası”nın yüzündeki kirli örtü yırtılmıştır. Keza, Irak’ın ikinci büyük şehri konumundayken, çeşitli sömürgeci menfaat güçlerinin açık ya da örtülü desteğiyle Musul’u ele geçiren ve mazlum halklara, topluluklara saldıran bu insanlık düşmanı çeteyi, kimlerin gerilettiği ve darbelediği de ortadadır. Eğer Türkiye’nin de çok yönlü ve çok boyutlu desteğinin ardından son müdahalesi olmasa, bugün Rojava’nın tümü ve Suriye bu işgalci çetelerden tamamıyla arındırılmış olacak ve beli kırılacaktı. Açıktır ki, herşeye rağmen bu süreç ilerlemekte ve büyük hasarlar verilse de aydınlık bir geleceğe doğru yürünmektedir. Çünkü unutmamak gerekir ki, hak ve haklılık her şeyin üzerinde olduğu gibi toplumsal gelişme kanunları da insanlık düşmanlarının çıkardığı tüm kanunların üzerindedir. 05 ‘Akademisyen müsveddeleri’ ve pahalı pabuç Kürdler, Irak Ordusu’ndan ayrılıyor S on 12 yılda iki defa dağılan Irak Ordusu’nda yüzde 17 olması gereken Kürdlerin oranı, orduda artan Şii eğilimden dolayı yüzde 2’lerin altına düştü. Irak Ordusu’ndan ayrılan Kürd askerlerin Peşmerge güçlerine katılmaları Kürdler açısından kazanç hanesine yazılırken, Irak’ın diğer bölgelerindeki sivil Kürdlere Şii baskılarının artması kaygıları artırıyor. Kürd askeri uzmanlar, Kürdlerin ordudan ayrılmalarını Kürdistan’ın bağımsızlığa doğru gidişinin işareti olarak yorumluyor. Irak Anayasası’na göre Kürdlerin orduda yüzde 17’lik oranda yer alması ve Genelkurmay Başkanı’nın da Kürd olması gerekiyor. Ancak, Maliki’nin başbakanlığı dönemide başlayan Kürdleri dışlama siyaseeti, İbadi hükümeti döneminde de devam edince Irak Ordusu Şii bir güce dönüşerek Kürd ve Sünnilerden arındırılmaya başlandı. Geçtiğimiz aylarda Irak Genelkurmay Başkanı General Babekir Zebari’nin Barzani’nin emri ile görevinden ayrılması ardından ordudaki diğer Kürd subay ve askerler de ayrılmaya başladı. Şii renge bürünen ordunun diğer halk ve unsurları içerisinde barındırmama ve baskıyla ordudan uzaklaştırması neticesinde gerçekleşse de, Kürdlerin ordudan uzaklaşmasının en büyük sebeplerinden birinin bağımsızlık hazırlığı olduğu bu nedenle Peşmerge Güçlerine katılmaları olarak değerlendiriliyor. Saddam sonrası yeni ordu Irak’ta 2003’te Saddam’ın devrilip federal sisteme geçişle birlikte dağılan ordunun yeniden kurulması çalışmaları da batılı ve özellikle ABD tarafından desteklendi. ABD öncülüğündeki uluslararası ittifak tarafından, Irak Ordusu’nun yeniden kurulması için 25 milyar dolarlık bir kaynak temin edildi. Bu çerçevede zaman içerisinde yeni kurulan bu ordu 400 adet Rus ve Amerikan tankı, 2500 zırhlı askeri araç, 278 insansız, nakliye ve savaş uçağı, 129 helikopter ile birlikte fazlaca bir konvansiyonel silaha sahip oldu. Asker sayısının 250 bine ulaşması için de büyük uğraşlar verilmesine rağmen hiçbir zaman bu sayıya ulaşılamadı. Bu süreçte anayasada yüzde 17’sinin Kürdlerden oluşması gerektiği vurgulanmasına rağmen ordudaki Kürdlerin oranı hiçbir zaman bu orana ulaşmamış, buna rağmen hatırı sayılır bir oranda ordu içerisinde yer edinmişti. Anayasa’ya göre Genelkurmay Başkanı’nın da Kürd olması gerekmesine rağmen geçen sene Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütürken, KBY Başkanı Mesud Barzani’nin isteğiyle görevinden ayrılan Orgeneral Babekir Zebari’nin yerine yine Barzani tarafından General Enwer Mihemed ismi önerilmesine rağmen Başbakan Haydar İbadi bu şartı ihlal etmiş ve Şii General Osman el Ganemi’yi Genelkurmay Başkanı olarak atamıştı. 2014’te IŞİD’den yediği Musul darbesiyle 2003’ten sonra ikinci kez dağılan Irak Ordusu, envanterindeki ağır silahların çoğunu da kuşkulu bir şekilde IŞİD’e kaptırmıştı. Mevcut savaş koşullarında kaydedilmesinin HAKAN TAHMAZ imkansız olduğu istatistiki verilerin olmamasına karşın Kürd askeri uzmanlar, 2003’te Saddam’ın devrilip federal sisteme geçiş sürecinden sonra yüzde 17’lere yaklaşan ordu içindeki Kürdlerin oranının bu gün yüzde 2’lerin altına indiğini söylüyor. Şii milislerden Kürdlere baskı Kürdistan’da bağımsızlık hazırlıklarının hızlanması ile, ordu içerisinde Kürdlere uygulanan baskının yanı sıra, Irak’ın diğer bölgelerinde sivil Kürdlere karşı da baskılar arttı. KBY dışındaki Kürdlerin baskılardan dolayı Kürdistan’a göç etmek zorunda kaldıkları bildiriliyor. Konu hakkında açıklamalarda bulunan Irak Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonu Üyesi PDK Milletvekili Rênas Cano, Bağdat Yönetimine bağlı bakanlık ve diğer diğer kurumlarda çalışan Kürdlerin de artan baskılardan ve güvenlik birimlerinin bunların güvenliklerini sağlayamadığından dolayı görevlerini bırakıp göç etmek zorunda kaldıklarını, Şii milislerin de Kürdler üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmaya başladığını söyledi. Avni: Koşullar ayrılmayı gerektiriyor Konuyla ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan PDK Başkanlık Meclisi Üyesi Ali Avni, Irak Ordusu’nun özellikle son zamanlarda artan bir şekilde Şii hüviyetine büründüğünü ve bu değişim neticesinde en üst rütbeden en alttaki askere kadar Kürdlerin ordudan uzaklaştırıldığını söyledi. Irak Anayasası’na göre Peşmerge’nin resmi orduyla aynı kategoride bulunduğunu ve giderlerinin de merkezi yönetim tarafından karşılanması gerekmesine rağmen, şu ana kadar Bağdat’ın Peşmerge’nin ihtiyacı için hiçbir mali destekte bulunmadığını ve IŞİD’e karşı bozguna uğraması ardından Bağdat’ın da umudunu Peşmerge’ye bağlamak zorunda kaldığını söyledi. Kürdlerin Irak Ordusu’ndan ayrılıp kendi ordularında yer edinmelerinin gerektiğini söyleyen Avni, Irak Ordusu’nun Irak’ın kuruluşundan beri Kürdlerin ordusu olmadığını, satın aldığı ilk uçakla Kürd köylerini bombaladığını, ilk askeri operasyonunu Kürd güçlerine karşı gerçekleştirdiğini artık Kürlerin bu zulümden ebediyen kurtulmasına ramak kaldığını belirtti. Kerkûkî: Ordudan ayrılmak doğru tavır BasHaber’in sorularını yanıtlayan Peşmerge Komutanı Dr. Kemal Kerkuki de, Kürd asker, subay ve üst düzey komutanların Irak Ordusu’ndan ayrılmasının doğru bir tavır olduğunu, bunun bağımsızlığa olan inancının vücut bulma hali olduğunu vurguladı. Irak Ordusu’ndan ayrılan Kürd askerinin Peşmerge’ye katılmalarının anlamlı bir mesaj olduğunu dile getiren Kerkuki, bu saatten sonra Irak Ordusu’nun kaderinin kendilerinin için önemli olmadığını vurguladı. “Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız” başlığı ile 1000’den fazla akademisyenin ortak imzasıyla yayınlanan bildiri, Türkiye için bir dönüm noktası olacağa benziyor. Bu, bildirinin içeriğinden kaynaklanmıyor. Devlet erkânın ve mütedeyyin kesimlerin bildiriye yaklaşımlarının ve aşırı tepkilerinin yaratığı toplumsal, siyasal, sosyal ve kültürel sonuçların ulaşacağı boyutlarıyla ilgili bir gelişme olacak. Bildirinin beklentilerin ve öngörülenin çok ama çok ötesinde sarsıcı ve yaygın etki yaratmasına bu aşırı tepkiler ve düşmanlaştıran yaklaşımlar yol açtı. Bu bakımdan imzacılar muratlarına erdiler diyebiliriz. Bildiri ulus ötesi tartışmanın konusu oldu. Cumhurbaşkanın bildiriye imza atanları, ‘vatan haini’ ilan etmesi ve “Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık”… “Bu devletin ekmeğini yiyorsunuz” diye seslenerek yargıyı, YÖK’ü tüm devlet kurumları göreve çağırması ve sonrasında yaşananlar dönüşümün yönünü gösteriyor. Bu yönün barış ve demokrasi yönü olmadığı akademisyenlere anında tek tek açılmaya başlayan idari ve adli soruşturmalardan ve görevden uzaklaştırmalardan çok net anlaşılıyor. Daha da ötesi bir mafya liderinin, akademisyenleri ve toplumu “Sözde Aydınlar Çanlar İlk Önce Sizin İçin Çalacak” başlıklı açıklamasında “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız” diye tehdit etmesini hükümet yetkililerinin büyük bir sessizlikle izlemeleri, hükümetin muradını ve beklentisi açığa vurdu. İster istemez akıllara dün, kendini devletin sahibi olarak görenlerin toplumu Veli Küçük gibi emekli generaller aracıya dizayn etmeye çalışmalarına benzer bir biçimde, bugünün devlet sahipleri, mafya kalıntısı sivilleri kullanarak toplumu sindirerek dizayn etmeye mi çalışılıyor sorusunu getiriyor. Barış ve demokrasi yönünde ilerlemeyi terk ederek, otoriter yönetim anlayışa doğru yol almayı hızlandırmak Kürd sorunu gibi radikal demokratikleşme ihtiyaçlarını karşılamayı çok daha zorlaştıran sonuç doğuracaktır. Çözümün gelişmesi kitlelerde güven duygusunun güçlendirilmesiyle sağlık bir biçimde olabilir. Bugün çözüm yolunda geri dönüşle birlikte toplumda sarsıcı etkiler yaratan her adım ve politika yarın yurttaşların güven duygusunu daha fazla kırılmasına yol açma tehlikesini barındırıyor. Güvensizliği derinleşmesi ve kalıcılaşması çözümün önündeki en büyük engellerden biridir. Devleti eleştirmeyi, suçlamayı düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamı dışa tutmak, terör örgütüne destek vermeye veya vatan hainliği suçlamasına ulaştırmak, AK Parti’nin son iki yıldır oturtmaya çalıştığı her şeyi “millileştirme” politikasıyla otoriter ve güçlü devlet olma yönelimin bir sonucu olsa gerek. Benzer millici politikalar dün askeri bürokrasinin kurduğu cumhuriyete millet yaratma politikası olarak tecelli etmişti. Bugün ise yeni Osmanlıcılık olarak tanımlanan tek mezhebe dayalı siyasal elitlerin devletinin inşasının tecelli etmesinde başla bir şey olamayacaktır. Bu nedenledir ki, toplumda bu politikalar güçlü karşılık buluyor. Dünün mazlumlarının rızasını almak kolay ve basit yollarla başarılıyor, bir anda bugünün zalimlerine dönüşebiliyorlar. 12 Eylül askeri darbe yöneticileri, Aydınlar Bildirisi’ne nasıl yaklaştığıysa bugün de Barış İçin Akademisyenler Girişimi’nin bildirisine benzer yaklaşıldı. Ancak bugünün yöneticilerinin hesaba katmadıkları dünyada, bölgede ve ülkede yaşanan değişimdir. Her şeyin değiştiği, sorunların ulus ötesi boyut kazandığı bir dönemin dinamiklerini dikkate almayan yaklaşımlar tehlikeli sulara kulaç atmaya benziyor. Büyük bir hüsranla sonuçlanabilir. 1.128 akademisyeni vatan haini ve müsvedde ilan etmek ağır sonuçlar doğuracaktır. 06 HABER BasHaber 18 Ocak - 24 Ocak 2016 KBY’de ekonomik ve bürokratik reformlar Referandum öncesi birlik K Mustafa Turan BY’de, PDK-YNK görüşmelerinin olumlu geçmesi bağımsızlık ilanı öncesinde gerekli olan birlik ve ortak tavır umudunu artırırken, Goran Hareketi’nin yarattığı belirsiz durum sürüyor. Bu arada Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani’nin karşıladığı diplomatik heyetlere IŞİD’e karşı savaş için gerekli desteğe vurgu yapılırken, bağımsızlık konusunda Kürd tarafının kararlılığı vurgulanıyor. KBY Başkanı Barzani de diplomatik görüşmelerinde mezhepsel zıtlaşmanın tehlikelerine vurgu yaparak, bu durumun IŞİD sonrası risklerine dikkat çekiyor. Petrol fiyatlarındaki düşüşe paralel doların dinar karşısındaki yükselişine rağmen ekonomik krize önlem amacıyla geliştirilen reformların da startı verildi. Çift maaşlılık, proje geliştirmek için devletten kredi almış şirketlerin borçlarını ödemesi ve enerji israfına karşı önlemler gibi önemli konuları kapsayan yeni reform hamlesinin yakın bir zamanda ekonomideki olumlu yansımalarının görülmesi bekleniyor. Ulusal birliğe doğru Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) Başkanı Mesud Barzani’nin bağımsızlık referandumu talimatı ardından ulusal ittifak arayışları devam ederken, eş zamanlı Kürdistan sınırlarını belirleyen ve güvenceye alan hendek kazma çalışmaları, ekonomik krize karşı reform hamlesi ve diplomasi faaliyetleri de seferberlik ruhuyla devam ediyor. Bu gelişmelerin yanı sıra siyasi parti temsilcilerinin referandum ve bağımsızlık konusundaki açıklamaları birlik umudunu yeşertiyor. PDK Politbüro Üyesi Arif Ruşdi, Bağdat’taki bazı unsurların KBY’ye karşı düşmanca tutumlara giriştiğini, bu uğursuz ve sakat bakışın Kürd halkının en doğal hakkı olan kaderini tayin hakkını ellerinden alamayacağını, buna karşın tüm partilerin bağımsızlığın ön aşaması olan referanduma hazır olmaları gerektiğini belirtirken, YNK Politbüro Üyesi Herêm Kemal Axa, Arap ve Avrupa ülkelerinin Kürdistan devletinin kurulmasını desteklediğini, Kürd düşmanlarının en zayıf dönemlerini yaşadıklarını, dolayısıyla bu fırsatın kaçırılmamasını ve referandumun gerçekleştirilmesi gerektiğini söyledi. Bizotnewey İslami Grup Başkanvekili Şiwan Qeladizeyi ise partilerinin bağımsızlık referandumunu desteklediğini ve bu tarihi fırsatın kaçırılmaması gerektiğini belirtti. BasHaber’e konuşanlardan Yekgirtuyi İslami Sözcüsü Ebubekir Ali Karwan da Sykes-Picot’un 100. yılında Kürdler tarafından geçersiz kılındığını ancak bağımsızlık için ulusal birliğin şart olduğunu belirtti. Goran dışında tüm siyasi parti temsilcileri ulusal birlikle ilgili benzer açıklamalar yaparken ekonomik krizin aşılması için başlatılan reform hamlelerine desteklerini de vurguluyorlar. KBY Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Bilind Hindirên Mihemd ise bağımsızlık referandumu hakkındaki teknik detayları verdi. Mihemed, Kürdistan Bağımsızlık Hazırlık Komisyonu’nun (KBHK) şimdiye kadar referandum çalışmalarına başlamaları için kendilerine başvurması halinde Bağdat’tan onay almaksızın referandumun 280 gün sonra gerçekleştirilebileceğini söyledi. Hindirên, referandumda sadece evet ve hayır mührü basılan kağıtlar ile gerçekleştiğinden parlamento seçimlerinden daha zahmetsiz olduğunu söyledi. PDK-YNK görüşmeleri olumlu Siyasi ve ekonomik krizi çözmek ve içte bağımsızlık referandumuna uygun zemin oluşturmak için KBY Başkanı Mesud Barzani’nin işaretini verdiği ve geçen hafta başlayıp devam eden partiler arası görüşmeler içte birlik umudunu artırdı. Geçen hafta başlayıp Salı günü devam eden PDKYNK görüşmelerinin olumlu sonuçlandığını ve tarafların görüşmeler sonucunda karara varmaya yakın oldukları bildiriliyor. Süleymaniye siyasi kulislerinden gelen bilgilere göre YNK’nin konsensüse yakın olduğu belirtiliyor. Başkent Erbil’de Başbakan Nêçirvan Barzani liderliğindeki PDK üst düzey yetkilileri ile YNK Politbüro Sorumlusu ve Genel Sekreter Birinci Yardımcısı Mele Bextiyar liderliğindeki YNK heyetleri arasında gerçekleşen toplantı ardından Bextiyar, toplantının PDK’ye sundukları ve bir karara bağlanamayan 5 önerilerinin tekrar görüşüldüğünü ve bu konuda ilerleme kaydettiklerini söyledi. Bextiyar bu önerilerin siyasi tarafların KBY, Irak, diğer Kürdistan parçaları ve Ortadoğu ile ilgili ortak istemler üzerinde buluşmasıyla ilgili olduğunu söylerken, Başbakan Nêçirvan Barzani de YNK’nin önerileri konusuda bir mutabakata varabileceklerini belirterek bu olumlu havayı yansıttı. Petrol fiyatlarının düşüşü ve doların dinar karşısında 1.27 seviyelerine yükselişinin KBY’ye etkileriyle ilgili de konuşan Barzani, petrol fiyatlarındaki düşüşün devam etmesinin Kürdistan’daki ekonomik krizi biraz uzatabileceğini, ama yıl sonunda iyileşmenin başlamasını öngördüklerini kaydetti. Memuzini: Tüm taraflar bağımsızlıkta mutabık Siyasi partilerin bağımsızlık referandu- Barzani: IŞİD sonrası azınlıklara güvence KBY, içte birlik arayışlarını devam ettirip sınırda hendek kazarak savunma tedbirleri geliştirirken yoğun diplomasi faaliyetlerini de sürdürüyor. Erbil’de diplomasi trafiğinin yine yoğun olduğu haftada KBY Başkanı Mesud Barzani, Batılı önemli konukları ağırladı. Erbil’de Hollanda Başbakan Yardımcısı Lodwijik Asscher ve Savunma Bakanı Jeanine Hennis ile beraberindeki heyeti kabul eden Barzani, Hollanda heyetiyle IŞİD’in yenilmesi ve elinden alınan bölgelerin yeniden inşasını ve Peşmerge Güçleri’nin askeri ihtiyaçlarının karşılanması gibi konuları konuştu. Görüşmede IŞİD’in yenilmesi ardından Musul ve diğer bölgelerin nasıl yönetileceğiyle ilgili görüş alışverişi yapılırken, etnik ve dini azınlıkların geleceklerinin güvence altına alınması gerektiğini vurgulayan Barzani, Peşmergeyle uyum halinde IŞİD’e karşı ulusla- rarası ittifakın düzenlediği hava saldırılarında sivillerin hedef olmadığını söyledi. Hollanda heyeti de 2 milyonu aşan sığınmacıyı kucaklamalarından dolayı KBY Başkanı’nı tebrik ederek Peşmerge’ye desteklerinin devam edeceğini belirtti. Çek Cumhuriyeti Savunma Bakanı Yardımcısı Jakub Landoveski başkanlığındaki Çek heyetini kabulünde ise Barzani, mevcut savaşın mezhepsel zıtlaşmalar neticesinde başladığını ama Kürdlerin mezhep savaşının bir parçası olmayacaklarını vurgulayarak “Kürdistan halkı birlikte yaşam ve hoşgörü kültürüne sahiptir” dedi. Landoveski de IŞİD’e karşı savaşta Kürdistan halkının yanında yer alacaklarını vurgulayarak Peşmerge’ye askeri yardımlarını devam ettireceklerini söyledi. munda mutabık olduğu KBY’de devam eden diyalog girişimlerinin amacının da referanduma gidilirken anlaşmazlıkların bitirilmesi veya asgari seviyeye çekilmesi olduğu vurgulanıyor. PDK-YNK görüşmeleri hakkında BasHaber’e konuşan PDK’li Said Memuzini de iki parti arasında mutabakatın sağlanması ardından KBY Başkanı Barzani’nin bu mutabakata iştirak etmeleri için tüm siyasi parti temsilcileriyle bir toplantı gerçekleştirebileceğini söyledi. Tüm siyasi partilerin bağımsızlık ve referandum konusunda hemfikir olduğunu dile getiren Memuzini, önemli olanın referanduma gidilirken çelişki veya sorunların buna engel olmayacak seviyeye çekilmesi olduğunu söyledi. Goran yeni bir kalkışmaya girişebilir mi? Süleymaniye’den siyasi gözlemcilerin başlayan diyalog girişimlerinin ülkenin diğer kesimlerinde olumlu bir hava ortaya çıkarmasına karşılık özellikle Goran tabanında rahatsızlıkların devam ettiğini ve bir aylık zaman diliminde Goran’ın yeni bir protesto dalgası başlatabileceği uyarısında bulunuyorlar. Goran’ın tavrının Liderleri Newşirwan Mistefa’nın ülkeye dönüşü ardından belirginleşeceği ifade edilirken, bu rahatsızlıkların elektrik kesintileri ve maaşların ödenmemesinin bilinçli uygulanan politikalar olduğuna dair Goran Hareketi’nin yaydığı propagandalarla dozajının daha da artırıldığı belirtiliyor. Öte yandan Goran’lı yetkililer de Newşirwan Mistefa’nın dönüş tarihini bilmediklerini söylüyorlar. BasHaber’e konuşan Goran Sözcüsü Şoreş Heci, sağlık sorunları nedeniyle yurt dışında bulunan Mistefa’nın parti çalışmalarını yürütebilecek oranda iyileştiğini, ama ne zaman BasHaber HABER 18 Ocak - 24 Ocak 2016 döneceğini bilmediklerini belirtti. Newşirwan Mistefa’yı Avrupa’da ziyaret eden YNK Politbüro Üyesi Şêx Cafer Mistefa ise Mistefa’nın sağlık sorunlarının kalmadığını ve yakın bir zamanda siyasi krizin çözümüne yönelik önerilerle ülkeye geri döneceğini söyledi. Cabbar Yawer: Siyasi sınırlar hendekle belirlenmez Peşmerge’nin IŞİD saldırılarının önüne geçmek için kazdığı hendeklerin Kürdistan sınırların çizildiği hatta sınırdaki köy ve kasaba halkına ‘Kürdistan sınırları içerisinde mi yoksa Irak sınırları içerisinde mi? kalmak istiyorsunuz’ diye sorulduğu ve bu yerleşke ahalisinin kararına göre hendeklerin o köy ve kasabayı içine aldığı gibi tartışmalar devam ederken, KBY ve Peşmerge yetkilileri kazılan hendeğin güvenlik amaçlı olduğunu ısrarla belirtiyorlar. Peşmerge Güçleri 70. Tümen Komutanı Şêx Cefer Mistefa, iki düşman gücün savaşında taraflar nasıl hendekler kazabiliyorsa biz de IŞİD saldırılarına karşı böyle bir yönteme başvurduk ve bu hendeği kazmaya devam edeceklerini bildirmişti. Konuyla ilgili BasHaber’e konuşan Peşmerge Bakanlığı Genel Sekreteri Cebar Yawer, “hendekler konusunda KBY’yi suçlayanlar askeri bilgi yoksunudurlar, eğer az da olsa bu konularda bilgi sahibi olsalardı ülkelerin siyasi sınırlarının hendeklerle çizilmediğini ve hendeğin askeri strateji bağlamında uygulanan etkin bir yöntem olduğunu bilmeleri gerekirdi” dedi. Irak parlamentosundan bazı kişilerin bunu Kürdistan’ın Irak’tan bölünmesi olarak algılamaların yanlış olduğunu dile getiren Yawer, IŞİD’in Musul ve bütün ilçeleri, Rumadi, Belluce, Hawice, Hana, Riyaz ve Kerkük’ün bazı ilçelerini hala elinde tuttuğunu, bu şehir ve ilçelerden üçünün Kürdistan’ın parçası olduğunu ve bu açıdan IŞİD’in hem Kürdistan hem de bütün Irak için hala büyük bir tehlike olduğunu dile getirdi. “Peşmerge Musul operasyonuna hazır” Başbakan Nêçirvan Barzani’nin ‘Irak Ordusu Musul operasyonuna hazır değil’ cümlesini hatırlatıp Peşmerge’nin hazır olup olmadığını sorduğumuz Yawer, Irak Ordusu’nun güneyden Musul’a ulaşabilmesi için Ramadi gibi büyük bir hinterlandı olan ve birçok ilçeyi kapsayan bölgeyi IŞİD’den alması gerektiğini, bu açıdan gücünün yetip yetmemesi dışında Musul operasyonuna fiziki şartlar açısından da hazır olmadığını ama Peşmerge Güçleri’nin hem batı hem kuzeyden Musul’a dayandığını ve öteden beri bu operasyona hazır olduğu cevabını verdi. Bağımsızlık referandumunda Peşmerge’nin üstlenebileceği görevler konusunda, şimdiye kadar Peşmerge’ye resmi bir talepte bulunulmadığını, talep gelmesi durumunda Peşmerge’nin her türlü sorumluluğu yerine getirmeye hazır olduğunu belirterek, Şengal’in yeniden inşası ve halkın geri dönüşüyle ilgili de şunları söyledi: “Tehlikelerden arındırılması için bomba imha uzmanı timlerin çalışmalarının yanı sıra, az da olsa geri dönüşler de devam etmekte. Bazı uluslararası insani yardım örgütleri Şengal’in inşası için kente gelmektedirler.” Genelkurmay Başkanı Mihemed: IŞİD’in elinde bir karış toprağımız kalmayacak Cephelerdeki durum ve IŞİD’in saldırı potansiyeli hakkında açıklamalarda bulunan Peşmerge Genelkurmay Başkanı General Cemal Mihemed de, Peşmerge’nin elindeki ağır silahlar sayesinde IŞİD’in çok zayıflatıldığını ve büyük saldırılar gerçekleştirebilecek gücünün kırıldığını söyledi. BasHaber’e konuşan General Cemal Mihemed, özellikle Xazir Cephesi’ne yönelik IŞİD’in saldırı hazırlıklarının olduğunu ama askeri açıdan bunun zor olduğunu ve artık IŞİD’ın Kürdistan topraklarını işgal etme gücünün kalmadığını söyledi. Koalisyon Güçlerinin Peşmerge’ye verdiği silahların birçok çatışmada denendiğini ve saldırılara karşı etkilerinin görüldüğünü dile getiren Mihemed, zamanını açıklamayacağını ama IŞİD’e karşı operasyon hazırlıklarının olduğunu ve IŞİD’in elinde bir karış Kürdistan toprağının kalmayacağını söyledi. IŞİD’in finans merkezi imha edildi Pentagondan yapılan açıklamada IŞİD’in Musul’daki finans merkezinin iki adet 900 tonluk bombalarla vurulduğunu ve milyonlarla ifade edilen IŞİD parasının imha edildiğini bildirdi. Kürdistan Güvenlik Ajansı Parastin da yaptığı açıklamada Koalisyon Güçleri’nin Kerkük’ün Dubis kasabasında gerçekleştirdiği hava saldırısında Kerkük’teki birçok terörist eylemin planlayıcısı olan IŞİD’in Kerkük askeri sorumlusu Ahmed Abdulah Hasan’ın öldürüldüğünü duyurdu. Öte yandan IŞİD’in yeni bir saldırı için Kerkük’ün güneyindeki Hawice kasabasına yakın Miziri köyüne güç yığması sonrasında Özel Peşmerge Birliğinin buradaki IŞİD hedeflerine operasyon düzenleyerek bu saldırı hamlesini bertaraf ettiği bildirildi. Mesrur Barzani: Sorun IŞİD’den de büyük Barzani’nin Tara’ya cevabı IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden Peşmergelerin isimleriyle nakşettiği Kürdistan Bayraklı tablo ve kaleme aldığı bir mektubu Mesud Barzani’ye gönderen üniversite öğrencisi Tara Kirmanc İzzet adlı Kürd kızına bir yanıt yazan Barzani, Tara’nın halkı ve ülkesine olan gönülden bağlılığının kendisini çok sevindirdiğini belirterek teşekkür etti. Barzani, Kürdistan gençlerinin kanlarını dökerek sergiledikleri direnişle destan yazdığını ve kahramanlığın sembolü olarak dünyanın takdirini topladığını söyledi. Barzani mektupta şunları yazdı: “Halkımız ve ülkemizin geleceği çok parlak. Ülkemizin geleceği için siz gençlerin daha çok okuması ve kendini geliştirmesi elzemdir. Tüm yaşamında sana başarı ve mutluluklar diliyorum” Diplomasi trafiğinin yoğunluğunda batılı üst düzey devlet yetkileriyle görüşmeler gerçekleştiren KBY Güvenlik Müsteşarı Mesrur Barzani de önemli mesajlar verdi. Hafta içinde İngiltere Başbakanı Özel Güvenlik Temsilcisi General Tom Beckett ve yanındaki heyet ile gerçekleştirdiği görüşmede Irak’taki sorunun tarihsel arka planını işaret ederek, sorununun sadece IŞİD’e karşı yürütülen savaş olmadığını, bu savaşın da asıl sebebinin tarihsel sorunların bir sonucu olduğunu ve meselenin temelden çözülmesi gerektiğini söyledi. Dünya devletlerinin IŞİD’i yok etmek için bir planlarının olması gerektiğine vurgu yapan Barzani, devletlerin aynı zamanda IŞİD’e karşı karada savaşan güçlerin ihtiyaçlarının karşılanması için daha fazla destek sunmaları gerektiğini belirtti. Peşmerge’nin olumsuzluklara rağmen karada IŞİD’e karşı kahramanca savaş- tığını vurgulayan Barzani, KBY’nin bu ekonomik kriz durumunda bile milyonlarca mülteciyi barındırdığını da sözlerine ekledi. General Beckett da Peşmerge’nin savaş kabiliyetini överek, Kürdlerin hem KBY hem de Rojava’da IŞİD’e karşı üstün bir mücadele örneği sergilediklerini belirterek, Kürd güçleri ile koalisyon devletleri arasında ittifak yapılmasaydı durumun çok daha kötü olacağını ama özellikle Peşmerge Güçleri’nin IŞİD’in bozguna uğramasındaki rolünün büyük olduğunu söyledi. İtalya’nın Irak Büyükelçisi Marco Carnelos ve Çek Cumhuriyeti Savunma Bakanı Yardımcısı Jakub Landoveski ve beraberindeki Çek heyeti ile de görüşen Mesrur Barzani, bu görüşmelerde de Peşmerge Güçleri’nin savaş ihtiyacının karşılanması için dünya ve özellikle Batılı devletlerin daha fazla destek sunması gerekliliği özerinde durdu. 07 Engizisyon, McCarthy, Miloseviç vs. FERHAT KENTEL Henri Lefebvre’e göre, her sosyal mekan o toplumdaki ilişkilerin yansımasıdır. Mekanı sosyal ilişkiler üretir; mekan da sosyal ilişkileri... İsterseniz Marx’a, isterseniz Weber’e, isterseniz Hz. Ömer’e dayanarak bu tespitleri genişletebilirsiniz: inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınıza inanırsınız... İnancınızdan ötürü çok çalışıp, para biriktiriyor olabilirsiniz; ama bir zaman sonra o para sizi yönetmeye başlayabilir. Para sizin duygu, düşünce, akıl, kalp neyiniz varsa, yönetmeye başlar. İstediğiniz kadar adına “sosyalizm” falan denmiş olsun; Sovyetler Birliği’nin üretim tapıncının yarattığı kentlerin hiçbir “sosyalist” özelliği olmadı...Muhafazakar ve kendilerini çok otantik zanneden yönetici elit altında “kalkınan” bugünkü Türkiye kentleri dibine kadar kapitalist; bu mekanlarda Müslümanlar da kapitalistleşiyorlar. Hiçbir sınıf kültürsüz konuşamaz. Ya da her kültür, sınıflarla ilişkisinde başkalaşır; iç içe olduğu sınıfı da anlatır. Ama bunun tersi de doğrudur: her sınıf kültürünü yaratır. Düne kadar muhalefette olan; ceberrut devletin altında nefes almaya çalışan, modernleşmeci seçkin sınıflara karşı sosyal adalet mücadelesi veren, yönetimde pay sahibi olmaya çalışan sınıflar da kültürleriyle konuşmaya çalıştılar. Bu çoğunlukla dindarlık dairesi içinde oldu. Ama bugün “Müslümanlık” paydası altında kendi seçkinlerini üreten ve başkalaşan sınıf, kuralı bozmadıve bu başkalaşımın kültürünü üretti. Türkiye’deki hakim sınıf konumuna yükselen, adında “Müslümanlık” olan bir sınıfın dünyası, dünyanın herhangi bir bölgesinde görebileceğimiz toplumsal tezahürleri sunmaya başladı. Bu dünya, “hesap-kitap-tüketim”üzerine kurulu bir dünya... Ve esas derdi gücünü korumak; sınıfsal üstünlüğünü, iktidarını korumak... Ve bunun için “hiçbir şeyden” kaçınmamak... Sadece bugüne mahsus da değil; tarihin çeşitli zamanlarında İbadullah örneğini görebileceğimiz sıradanlık söz konusu... O kadar ki; Sultanahmet’te bomba patlayıp, onlarca insan ölüp, yaralanınca “Turizmimiz etkilenmeyecek , borsa düşmeyecek” diye demeç verebilen sınıfsal, insansız ve ruhsuz bir sıradanlık söz konusu... Herşeye “yol, bina, kalkınma, para ve ‘ne işe yarar?’” diye bakabilen bir sınıfın kültürü... Ve “barış isteyen akademisyenler”e dönük linç kampanyasına başladı bu tahakkümün propaganda araçları. Sultanahmet’te insanların daha cesetleri kaldırılmadan... Evet, akademisyenlerin bildirisi sertti... O bildiride anlatılmak istenen her şey, siyaseten, daha başka şekilde de anlatılabilirdi. Şiddeti yeniden üreten herkese dönük bir şeyler söylenebilirdi. İyi de... En tepedeki saraydan, avlusundaki kulübedekilere, bahçe duvarlarındaki bekçilere kadar “atalım, asalım, keselim!” diye bağıranların kendilerini bu memleketin patronu hissetmeleri; kolay hedef ilan edilen insanlara mafya destekli, aleni ölüm tehditleriyle varlıklarını sürdürme çabaları başka bir şey anlatıyor olmasın? Bu ölçüde kendine güvensiz bir rejimin meşruiyet sorunu apaçık... Meşruiyeti eksildikçe, totalitarizme doğru koşusu hızlanıyor. İşte bütün bu olup bitenler gayet sıradan... Sahip olduğu çıkar dünyası ve meşruiyeti çok kırılgan iktidar sahibi bütün sınıfların ve rejimlerinin gayet bildik yöntemleri... Gözlüklü insanları bile el emeği ile çalışan insanlara karşı fazla seçkin olmakla suçlayıp, ölüm tarlalarında kurşuna dizdiren Pol Pot... “Ya onlardan yanasın ya da bizden” diyen Stalin... Müslüman Boşnakları “hain” ilan eden; etnik temizliğe karşı çıkan herkesi “ihanet”le suçlayan Miloseviç... “Dışarıdaki tehlikeli düşmanlar” karşısında sürekli iç temizlik yapan Enver Hoca... Üniversitelerde, sanat dünyasında komünist avına çıkan McCarthy... Ya da biraz daha gerilerde, hani “biz medeniyetin timsaliyken”, Avrupa’nın geriliğini temsil eden “karanlık orta çağ”... Hani engizisyonda insan avlayan, cadı avıyla var olabilen Hıristiyan kiliseleri... Ne kadar benzer ve ne kadar sıradan... 08 SÖYLEŞİ BasHaber SÖYLEŞİ BasHaber 18 Ocak - 24 Ocak 2016 9 SÖYLEŞİ Prof. Dr. Jabar Kadir: Sykes - Picot Anlaşması geçersiz Kürdler ve Sykes – Picot BİLAL SAMBUR 19 Mayıs 1916 yılında İngiltere - Rusya - Fransa arasında gizli olarak yapılan Sykes - Picot Anlaşması, bugünkü Ortadoğu düzeninin kurucu antlaşması olarak kabul edilmektedir. Sykes - Picot, hiçbir zaman Ortadoğu halkları tarafından kabul görmemiş hep bir emperyalist paylaşım anlaşması olarak mahkum edilmiştir. Sykes – Picot’un iki önemli boyutu bulunmaktadır. Bu anlaşma, Ortadoğu halklarına sorulmadan ve tepeden dayatılan bir tuzaktır. Başka bir ifade ile Ortadoğu’da Ortadoğuluların olmadığı bir düzen kurulmuştur. Irak ve Suriye gibi tarihte hiç olmayan devletler kurulmuş daha sonra Iraklı ve Suriyeli kimlikleri zorla inşa edilmeye çalışılmıştır. Bu yapaylığa karşı Ortadoğu’nun kadim milleti olan Kürdler, yok sayılmış ve onlara egemen kimliklerden herhangi biri içinde asimile olmaları dayatılmıştır. Sykes - Picot ‘un bir başka önemli boyutu da bu anlaşmanın Ortadoğu’nun kadimliğini, doğallığını ve köklülüğünü bozmasıdır. Ortadoğu’da bugün yaşanılan kaos ve krizleri, aslında Sykes – Picot’nun yarattığı sunilik ve sanallıktan kurtulma arayışları olarak değerlendirebiliriz. Bugün 1915-20 arası kurulan kolonyalist düzenin yıkıldığı ve Ortadoğu’da sınırların yeniden çizildiği iddia edilmektedir. Lübnan, Irak ve Suriye’de yaşanan savaşlar sonucu bu devletlerin varlıklarını yitirmeleri, Sykes - Picot düzeninin fiilen ortadan kalkması olarak yorumlanmaktadır. Mevcut şartlar altında Sykes - Picot düzeninin ortadan kalktığını söylemek için vakit çok erkendir, ancak yeni durumda devletlerin ortadan kalkmaya başlamasıyla birlikte Ortadoğu’da devlet dışı devlet olmaya çalışan devletimsi aktörlerin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu devletimsi oluşumlar fiilen devlet gibi davranmaya çalışmaktadırlar, ancak klasik devlet yapılanması şeklinde sınırların kontrol edilmesi ve egemenlik iddialarında bulunmamaktadırlar. Devlet olma statüsüne yakın en önemli oluşum KBY’dir. KBY, Sykes - Picot Anlaşması ve San Romeo düzeninin çöktüğünün en önemli kanıtıdır. Sykes - Picot düzenini bazılarının iddia ettiği gibi DAİŞ değil, Kürdler bozmuşlardır. Enfal ve Halepçe soykırımları, Sykes - Picot projesi yüzünden Kürdlerin yaşadığı acılardır. Kürdler, KBY’ni oluşturarak, Sykes - Picot düzeninin etraflarında inşa ettiği muhasaradan kurtulmaya çalışmaktadırlar. KBY’ne, hala sözde Irak içinde kalma baskısı yapılmakta ve bağımsız bir devlet olmasına büyük engeller çıkarılmaktadır. Kürdistan’sız Ortadoğu şeklinde kurulan Sykes – Picot düzeninin ruhu aynı şekilde sürdürülmeye çalışılmaktadır. DAİŞ, Kürdistan’sız Ortadoğu projesinin devamı için faaliyet gösteren en önemli terörist yapıdır. Kürdler yaşadıkları her yerde artık kimlik ve konum sahibi olarak yaşamayı istemektedirler. Sykes - Picot, Kürdlerde büyük bir kimlik ve coğrafya krizinin doğmasına neden olmuştur. Kürdlerin kimlik ve özgürlük taleplerinin karşılanması için demokratik ve barışçıl bir anlayış geliştirilemediği için, Kürdlere ve Kürdistan’a yeniden paylaşım konseptiyle yaklaşılmaya devam edilmektedir. Petrol, su, doğalgaz ve kaya gazı gibi Kürdistan coğrafyasının doğal kaynaklarının paylaşılması üzerinden büyük bir mücadele yürütülmektedir. KBY Başkanı Mesut Barzani, Sykes - Picot düzeninin çöpe atılması ve Kürdistan’ın bağımsızlığı için bölgesel ve uluslararası düzeyde yoğun bir çaba sarf etmektedir. Başkan Barzani’nin bağımsızlık girişimi, Ortadoğu’daki Kürd yapılarının kendisiyle birlikte hareket etmesiyle mümkündür. Başkan Barzani ile girilecek siyasi ve partisel güç mücadeleleri, Kürdistan’ın bağımsızlığı imkanını ortadan kaldıracak, paylaşılan Kürdistan projesinin yeni bir Sykes - Picot ruhuyla dayatılmasının önünü açacaktır. Kürdler, Sykes - Picot tuzağının 100. yılında bağımsız Kürdistan veya paylaşılan Kürdistan konusunda net bir tercihte bulunma durumuyla karşı karşıya bulunmaktadırlar. 18SÖYLEŞİ Ocak - 24 Ocak 82016 Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı karmaşanın ortasında alelacele yürütülen müzakerelerle nihayete kavuşan Sykes Picot Anlaşması’nın sonuçları Ortadoğu’yu etkilemeye devam ediyor. Anlaşma sonrasında Araplar 22 devlete kavuşurken, Kürdler devletsizlik statüsüyle ikisi Arap 4 bölge devleti arasında bölünüyor. Ekim Devrimi’nin yarattığı M.Salih Batırhan Sykes - Picot hangi koşullarda ortaya çıktı? Sonuçları ne oldu? Osmanlı yıkılış aşamasındayken Britanya ve Fransa hükümetleri temsilcileri Mark Sykes ve George Picot görüşmeler yapıyordu ve bu mirası paylaşım mücadelesi çerçevesinde anlaşmalar yapıldı. Özellikle paylaşılan bölgeler Yakın Doğu olarak adlandırılıyordu. O bölgede paylaşımlar oldu ve paylaşım da Rusya’nın bu ülkeler ile işbirliği oldu. Suriye’den Musul’a kadar olan bölge Fransa’ya verildi. Bir başka bölge de Filistin, Ürdün’den başlıyor Bağdat’a kadar olan Britanya’ya bırakıldı. İngilizler Kerkük kentini de kendileri için ayırmışlardı. İngilizler daha sonra Fransa için düşünülen Musul Vilayetini de aldı. Bu mirası paylaşım mücadelesine girdiler ve anlaşmalar yapıldı. Boğazlar ile birlikte Kuzey Kürdistan Rusya’ya bırakılmıştı. Ancak Rusya’da yaşanan Ekim Devrimi’nden sonra Rusya yapılan anlaşmadan çekildi ve kendileri için ayrılan bölgelerde tasarrufta bulunma imkanını kaybetti. Sykes – Picot sonrasında imzalanan anlaşmalar bu anlaşmayı esas aldı denebilir mi? Sykes - Picot sonrası gelişmeler önemli elbette. Sykes - Picot Anlaşması ondan sonra imzalanan anlaşmalar ile geçersiz hale geldi. Kuzey Kürdistan’ın tamamı Rusya’ya bırakıldı. Türkiye’nin Güneydoğusu ve Orta Anadolu’nun önemli bir kısmı Britanya, Fransa ve İtalya’ya bırakıldı. Yunanistan da payını aldı. Onun dışında Musul Vilayeti ve Suriye, Fransa’ya bırakıldı. Filistin, Ürdün ve Irak da Britanya’ya verildi. Önemli bir madde de Araplar için federasyon veya devlet kısmıydı. Ancak, şu an bu anlaşmaya baktığımız zaman farklı bir durum görüyoruz. Türkiye şaşkınlıkla Rusya anlaşmadan çekiliyor, Fransa ve İngiltere bugünkü Ortadoğu cenderesinin baş aktörleri olarak kalıyor. Sykes - Picot Anlaşması’nın asırlık serüveninin sonucunu BasHaber’e değerlendiren Tarihçi Prof. Dr. Jabar Kadir, “günümüzde Sykes - Picot adında bir anlaşmanın geçerliliğinden söz edemeyiz. Çünkü bu anlaşmada öngörülen ve Ortadoğu için düşünülen planlar hayata geçemedi. Ancak son dönemlerde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda o dönemde sınırları çizilen Irak ve Suriye’nin de yıkılmakta olduğunu görürüz” diyor. için düşünülenler de pratikte karşılığını görmedi, yaşama geçirilemedi. Türkiye, Mustafa Kemal liderliğinde bu projenin hayata geçmesine engel oldu ve Batılı devletlerin kendileri için düşündüğü toprakların çoğu Türkiye’ye kaldı. Daha sonra zaten Türkiye, Lozan Anlaşması ile bir devlet olarak tanındı ve kabul edildi. İngiltere Musul’u da daha sonra Fransızlardan aldı ve Filistin için de uluslararası statü öngörüldü. Britanya Dışişleri Bakanı Yahudiler için de bir devletin, statünün olması gerektiğini dile getiriyordu. Irak ve Suriye için Sykes - Picot’da çizilen sınırlar da manda yönetimi şeklinde gelişti. Fransa Suriye’yi, Britanya da Filistin’i işgal etmiş durumdaydı. Ürdün de aynı şekilde. Sykes - Picot’un Sudan ve Kuzey Afrika ülkeleri ile pek bir ilgisi bulunmuyordu. Mesela Tunus, Libya gibi ülkeler ile bir alakası yok. Sadece Osmanlı toprakları içerisinde yer alan topraklar, bölgeler üzerinde yoğun paylaşımlar oldu ve etkisi de Arap bölgelerde oldu. Suudi Arabistan o dönemde kendi devletini oluşturabilecek güce sahipti diyebiliriz, zaten daha sonra Hicaz ve Necef’in birleşmesi ile Suudi Arabistan ortaya çıkmış oldu. Körfez ülkelerinin tümü Britanya’nın kontrolündeydi. Savaştan sonra 1918’de Britanya Başbakanı V. George ile Fransa Başbakanı, Suriye ve Irak arasında çizilecek olan sınırda anlaştılar. Musul da bu şekilde Fransa’nın elinden çıkmış oldu ve İngilizler kontrolü orada da sağladılar. Daha sonra tabi Fransa Başbakanı büyük bir hata yaptığını anlamış oldu. Günümüzde bu ikilinin ismi ile anılan anlaşmadan ne kaldı sınırlar dışında? Aslında geride bir şey de kalmamıştı. San Remo Konferansı, Varsay ve Sevr’deki anlaşmalar, Sykes - Picot’un yerini alınca artık günümüzde Sykes - Picot adında bir anlaşmanın geçerliliğinden söz edemeyiz. Çünkü Sykes - Picot’ta öngörülen ve Ortadoğu için düşünülen planlar hayata geçemedi. Ortadoğu’da Britanya ve Fransa’nın hakimiyeti söz konusu iken günümüzde bir sürü devlet hüküm sürmektedir. Şöyle bir durum da var; mesela Sykes - Picot’ta Doğu Kürdistan ile ilgili tek kelime geçmez çünkü; İran daha I. Dünya Savaşı’ndan önce sınırlarını oluşturmuş ve korumuştu. Sadece Kürdistan’ın Osmanlı Devleti hakimiyetinde ki üç parça söz konusuydu. Sykes - Picot’ta bu parçalar çok konuşuldu. Ancak, Türkiye adında bir devlet ortaya çıkıp, tanındıktan sonra Kuzey Kürdistan da daha az konuşulur oldu. Daha sonra asıl olarak Kuzey Kürdistan ile bağları daha güçlü olan Batı Kürdistan da Suriye hakimiyetine girdi. KBY da İngilizler etkiliydi zaten. Tabi son dönemde yaşananları göz önünde bulundurduğumuzda Irak ve Suriye’nin de yıkılmakta olduğunu görüyoruz. Araplar neden 22’ye Kürdler neden 4’e bölündü Filistin topraklarına neden Yahudiler yerleştirildi “Günümüzde Sykes - Picot adında bir anlaşmanın geçerliliğinden söz edemeyiz. Çünkü bu anlaşmada öngörülen ve Ortadoğu için düşünülen planlar hayata geçemedi. Ancak son dönemlerde Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler göz önünde bulundurulduğunda o dönemde sınırları çizilen Irak ve Suriye’nin de yıkılmakta olduğunu görürüz” bununla nasıl bir gelecek konsepti kuruldu? Mekke Şerifi, Araplar harekatının temsilciliğini yapıyordu. Sonradan Osmanlı Ordusu’nda görev yapan subaylar bu harekata katıldı. İngilizler ile irtibata geçtiler. Orada Mekke Şerifi ve Mac Mahon arasında mektup değiş tokuşu oluyor ki bu yaşanan olay meşhurdur. O mektuplar da bir takım sözler veriliyordu. Araplar, İngilizlere karşı Osmanlıların yanında olmayacak ve İngilizler’e yardım edecek bunun karşılığında Araplar da federasyon ya da büyük bir devlet sahibi olacak, bu şekilde iki taraf da çıkar sağlamış olacaktı. Ancak Arapların farklı aşiretlerden oluştuğunu ve birbirine sanıldığı kadar benzemedikleri, siyasi, kültürel, ekonomik ve sosyal olarak aralarında belirgin farklar olduğu anlaşıldı. Ama Araplar ortak büyük bir devletten söz ediyordu. Britanya ile Fransa tabi Rusya’yı da unutmamak lazım, anlaşıp sınırlar çizilince, Araplar bunu bir hıyanet olarak gördüler. Ve bir sürü Arap devleti ortaya çıktı. Zaman içerisinde 1960’lı yıllara gelindiğinde Arapların birleşme arzusunun ortaya çıktığını görüyoruz. Araplar Sykes - Picot’u reddetti ve Arap nasyonalizmi büyük bir gelişme gösterdi. Arap nasyonalizmi neden amacına ulaşamadı? 1952’de Cemal Abdülnasır liderliğinde büyük bir Arap nasyonalizmi uyanışa geçti. Cemal Abdülasır’ın amacı büyük birleşik bir Arap devleti kurmaktı. Tüm Arapları içine alacak şekilde Mağripten, Fars sınırına kadar, büyük bir Arap devleti asıl amaçtı. Ancak bu hayalden öteye geçemedi. Kültürel, ekonomik, siyasi ve sosyal yapı olarak Araplar birbirinden ayrılıyor. Hepsini tek çatı altında toplamak mümkün değil. Örneğin Mısır ile Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti adında tek devlet olmaya çalıştılar. Mısır ile Libya, Mısır ile Sudan birleşip tek devlet oluşturmaya çalıştılar ancak sonrasını biliyoruz. Zaten bunun temeli olmadığı için bu başarılı olmadı. Şu an da Arap aydınları da bunu dile getirirken, bu projenin hayat bulma şansı olmadığını, bunun temelsiz olduğunu ve slogandan öteye geçemediğini açıklıkla ifade ediyorlar. IŞİD’de Sykes - Picot İle çizilen sınırları kaldırıp bir ümmet devleti kuracağını söylüyor. IŞİD’in sınırları kaldırmaya yönelik hamlelerini nasıl değerlendirmek gerekir? IŞİD uluslararası güçlerin ve istihbaratların belli bir süreye kadar kullandığı bir örgüttü. Ancak IŞİD bu devletlerin başına da bela olunca müdahaleye başladılar. Her devlet ve istihbaratın IŞİD’den farklı beklentileri var. Mesela Ortadoğu’da bir sürü güç Esad Rejimi’nden rahatsızdı, hem Filistinli radikal örgütlere desteği hem de farklı noktalarda problem yaratması onları rahatsız ediyordu. Suriye PKK’ye yıllarca ev sahipliği yaptı. Dolayısıyla bu Türkiye’nin çıkarlarına da tersti ve tehlikeydi. Dolayısıyla hem Esad Rejimi’nin ortadan kaldırılması hem de Kürdler’e karşı olması IŞİD’i cazip kılıyordu ve Türkiye’nin çıkarınaydı. Araplar açısından baktığımız zaman, özellikle Suudi Arabistan için, son dönemde Şii mezhebine bağlı güçlerin bölgede etkili olması ve etkin bir siyaset yürütmesi tehlikeydi. Lübnan, Irak ve Suriye’de etkin olan Şii mezhebine karşı, bölgede Sunni Arabistan için Şiiler’e karşı bir denge oluşturması açısından IŞİD elverişliydi ve kullanıldı. Batılı ülkelerden gençlerin yoğun bir şekilde IŞİD’e katıldığından o ülkelerin istihbaratları haberdardı. Ancak ses çıkarmadılar. IŞİD Paris’te katliam yapana kadar sessiz kaldılar. Şu anda da ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. 1991 yıllında Amerika öncülüğündeki koalisyon güçleri günde 926 kez Irak Ordusu’na bomba yağdırıyordu ve koca orduyu ortadan kaldırdılar. Ancak IŞİD’e karşı böyle bir saldırı olmadı. Günde 15’i geçmeyen saldırılar oluyor daha fazlası değil, bu sürecin uzayacağını, IŞİD ile mücadelenin yılları alacağını her fırsatta dile getiriyorlar. Bu da kendi çıkarlarını dizayn etme anlamına geliyor. Şiilerin etkin siyasetlerini ve güçlerini törpülemek ve El Kaide ile IŞİD’den farklı ılımlı Sünni güçler oluşturmak hedefleniyor. IŞİD yok edilecektir ancak Sünnilerin problemi Irak ve Suriye’de kendilerine bir statü verilmeden çözüleceğe benzemiyor. Bu nasıl olur bilemiyorum ancak böyle bir düşüncenin olduğunu biliyoruz. Bölgede her gün yeni gelişmeler oluyor ve bölge değişiyor. Ve Kürdlerin buna hazırlıklı olması gerekiyor. Ancak öyle görünüyor ki Kürdler hazır değil ve daha aralarında bir birlik oluşmuş değil. Her parça kendi çıkarını düşünüyor ve tüm Kürdistan’ı kapsayan bir proje sahibi olduklarını şu an için söyleyemem. Bu büyük bir problemdir. Kısa vadede Irak ve Suriye’nin sınırlarının yeniden çizilmesi mümkün mü? Irak ve Suriye’nin eskisi gibi kalamayacakları ortada. Siyasi çözüm arayışları da sürüyor. Suriye’nin federal yada otonom bir yönetim şekline ya da uluslararası güçlerin gözleminde bir statüye sahip olma ihtimali yüksek. Çünkü Sünni ve Şiiler arasında büyük bir husumetin olduğunu biliyoruz ve bir arada yaşayabileceklerini düşünmüyorum. Uluslararası güçlerin gözetiminde olması daha sağlıklıdır. Suriye’de Kürd, Dürzi, Sünni ve Alevilerin bu şekilde bir yönetimle kendilerini yönetme ihtimalleri var. Irak’ta zaten mevcut koşullarda altyapının oluştuğunu görebiliyoruz. Konfederal, federal veya bağımsızlık tüm bu seçeneklerin hayata geçme ihtimalleri yüksektir. Irak’ın güneyi de geniş ve zengin bir coğrafyaya sahip. Petrol gibi değerli yer altı kaynaklarına sahip ve körfeze bağlı. KBY’nin Türkiye ile bir takım ilişkileri petrol, gaz ve ticaret gibi konularda oluşmuş durumda. Sünnilerin olduğu bölge de keza aynı şekilde zengin bir bölge. Şunu atlamamak lazım ki KBY’nin şu an da dünyaya açılan tek kapısı Türkiye, dolayısıyla Türkiye bu anlamda önem kazanıyor KBY için. Kürdler bugün federalizmi de kabul etmiyor. Kürdlerin hayalinde bağımsız bir Kürdistan ve kendi bayrağı altında özgürce yaşam var. KBY’nin, Irak’ın diğer parçaları ile olan bağlantısı zayıfladı. Irak’ın merkezi hükümetinde yer alan bakanlar var, Cumhurbaşkanı Kürd ama Irak ile birlikte bir geleceğin olmadığını da biliyorlar. (Söyleşinin tamamı bas-haber. com ve basnews.com’da) 09 Sykes - Picot: 100 yıl sonra MESUT YEĞEN Hemen herkes mutabık: Sykes - Picot Anlaşması’nın yüzüncü senesinde Ortadoğu bu anlaşmanın arifesindekine benzer zamanlar yaşıyor. 1916’da olduğu gibi bugün de Ortadoğu büyük bir iktidar boşluğunun pençesine düşmüş durumda. 100 sene öncesiyle bugün arasındaki benzerlik açık olmakla beraber bugünkü iktidar boşluğu galiba daha büyük ve daha karmaşık. Bu hal Sykes - Picot Anlaşmasıyla temelleri atılan 1916 sonrası statükoya benzer bir statükonun bugünden yarına kurulmasını çok zor kılacağa benziyor. Bugünkü durum 1916’dan daha zor çünkü, evvela, 1916’da olduğu gibi iki büyük emperyaliste karşı zayıf Osmanlı Devleti ve bölge halkları denklemi bugün mevcut değil. Bugünkü denklemde hem bölge harici büyük aktörler daha çok ve daha az uzlaşma içinde ama hem de bölgedeki devlet ve devlet-altı aktörler 1916’ya kıyasla daha kuvvetli. İran, Türkiye ve hatta görüldü ki Suriye bile güçlü altyapılara sahip devletler ve dolayısıyla da bunların rızasını almayan bir yeni statüko kurmak zor. Bunun yanında IŞİD, El Nusra, PKK ve Hizbullah gibi devlet altı aktörler de bölgeye dair planları geciktirecek, sekteye uğratacak askeri ve siyasi kapasiteye sahip görünüyorlar. 2016’da bölgeyi daha çetrefil yapan sadece aktör çeşitliliği ve kapasitesi değil. Aktörlerin niyetlerinin çeşitliliği ve bu niyetler arasındaki giderilemez ihtilaflar da bölgeyi 1916’dan daha zor kılıyor. Tek tek her aktörün niyetini saymaya lüzum yok ama bir tek ABD ve AB’nin bölgeye dair arzularının çeşitliliğini ve büyüklüğünü konuşmak bile işin zorluğu hakkında bir fikir vermeye yetebilir. Malum, ABD ve AB Ortadoğu’nun halen güvenilir bir enerji deposu olarak kalmasını, bölgede İran ve Türkiye (Suudi Arabistan) cephelerinin bir diğerine kesin üstünlük sağlamayacak bir denge içerisinde olmasını, Ortadoğu’nun küresel kapitalizme tam entegrasyonunu, Selefi agresyonunun kontrol edilebilir bir çizgide kalmasını ve bölgedeki insani trajedinin sınırlarının uzağında kalmasını istiyor. Ne var ki, bugünün Ortadoğu’su ABD - AB hattının bütün bu arzularını tatmin edebilecek bir statüko oluşturmaya müsait bir yere pek benzemiyor. Üstelik, ABD ve AB kadar ihtiraslı olmasalar da büyüklü küçüklü diğer aktörlerin de kendi özel arzuları var. Bütün bu arzuları telif edecek bir program ya da güç de ortada görünmüyor. Bu da şu demek: Sykes - Picot’yla temelleri atılan ve yüz sene süren türden bir statükonun bugünlerde buralarda kurulması mümkün değil. Meali: Bölgede kan ve dehşet zamanları daha devam edecek. Peki, bu durum, Sykes - Picot’un çökmüş, yenisinin de ufukta görünmüyor oluşu Kürdler için ne anlama geliyor? 1918’de gerçekleşmeyen büyük Kürdistan’ın bugün ihtimal dahiline girdiğini mi? Doğrusu hiç sanmıyorum. Belli ki, bölgeye dair plan, proje geliştirme kapasitesine sahip aktörlerin hiçbirinin bu türden bir niyeti de yok, kapasitesi de. Üstelik, bölgede son birkaç ayda yaşananlar Kürdler için gidişatın büyük Kürdistan’dan ziyade bölünmek istikametinde olabileceğini gösteriyor. Bölgedeki büyük çekişmenin haricinde kalmak Kürdler için de imkansız görünüyor ve görünen o ki Kürdler bu çekişmenin farklı cephelerinde yer almaya adeta itiliyorlar. Halbuki, bu sarsıntı zamanlarını en az trajik biçimde atlatmak için Kürdlerin en çok ihtiyacı olan kendi aralarında ortaklaşmak ve tarih ve coğrafyayla uyumlu bir gelecek tahayyülü oluşturmak. Bu da Batı’yla ve Türkiye’yle birlikte bir ortak gelecek kurmanın imkanlarını büyütmek demek. 10 S ROJAVA Murat Özdemir uriye’deki iç savaşı siyasi yöntemlerle sona erdirme çabaları bağlamında 25 Ocak’ta İsviçre’nin Cenevre kentinde uluslararası güçlerin ve Suriye savaşında taraf olan güçlerin bir masa etrafında toplanmaları öngörülüyor. Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da yapılan kongreye katılan Suriye muhalefeti ve radikal örgütleri tek çatı altında birleştirmek amacıyla düzenlenen toplantıda 32 kişiden oluşan ve müzekerelerde muhalefeti (SMDK) temsil edecek bir heyet oluşturma kararı çıkmıştı. Sözkonusu heyetin Cenevre 3 görüşmelerine katılması bekleniyor. SMDK içinde yer alan ve Kürdleri temsilen kongreye katılan Suriye Kürdleri Ulusal Meclisi (ENKS), kongrenin sona ermesi ile birlikte, Kürdlerin Riyad Kongresi’nde yeterince konuşulmadığı ve açıklanan sonuç bildirgesinde Kürdler ile ilgili bir açıklamanın yapılmamış olmasından dolayı tepki göstermişti. Cenevre toplantısına katılacak olan ENKS, hem Rojava’da hem de Rojava’dan çıkarak kamplarda yaşayan göçmenlerden imza toplayarak, uluslararası güçlere Kürdlerin temel haklarının tanınmasını toplantı katılımcılarından talep edecek. ENKS cephesi, Cenevre III, toplantısına hazırlanırken, TEV-DEM’in kurduğu Demokratik Suriye Meclisi’nin ise sözkonus katılmayacağı öğrenildi. Îbrahim Biro: ENKS Cenevre’ye katılacak ENKS Başkanı Îbrahim Biro, BasHaber’e yaptığı değerlendirmelerde, Kürd halkının haklarının Cenevre’de kurulacak olan çözüm masasında yer alabilmesi için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. Îbrahim Biro, başlattıkları kampanya ile 100 binlerce imzayı Cenevre’de yapılacak olan toplantıda taraflara ileteceklerini bildirerek, “bu imza kampanyası ile bu mücadelede ne kadar taraftarımız olduğunu anlayabileceğiz. Cenevre III’de elimizden ne geliyorsa Kürd haklarının gündeme getirilmesi için yapacağız. Gerekirse Cenevre’de ve Avrupa’nın birçok kentinde mitingler, yürüyüşler düzenleyeceğiz. Tüm küresel güçlerin ve Avrupa kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışacağız” dedi. Biro, Riyad’da yapılan kongreyi hatırlatarak, Kongre’de Kürdler ile ilgili maddenin olmadığını ve bunun büyük bir eksiklik olduğunu dile getirdi. Biro, çalışmalarını sürdüreceklerini ve siyasi çözümden umutlu olduklarını aktararak, “beklentimiz bu krizin siyasi yöntemler ile çözüme kavuşmasıdır. Suriye’deki tüm etnik ve dini unsurların göz önünde tutularak haklarının korunmasını talep ediyoruz. Kürd ulusal mücadelesinin dünya kamuoyunda yer alması ve dikkatlerini mücadelemize çekmek amacı ile Cenevre III toplantısına katılacağız” dedi. PDKS’li Birîmo: İmzaları de Mistura’ya teslim edeceğiz Suriye Kürdistan Demokrat Partisi BasHaber ENKS’den 1 milyonluk imza kampanyası Kürdler Cenevre’de Suriye krizini çözmek amacıyla dünyanın birçok başkentinde yapılan sonuçsuz toplantılara rağmen, 2016 yılında da siyasi çözüm arayışları devam ediyor. 25 Ocak’ta da tarafların Suriye krizini görüşmek üzere bir kez daha bir toplanmaları bekleniyor. ENKS de bu çerçevede çalışmalarını sürdürüyor ve Cenevre toplantısına katılmak için hazırlık yapıyor. (PDKS) Yürütme Kurulu Üyesi Nurî Birîmo da BasHaber’e, toplayacakları imzaları Cenevre toplantısına katılacak olan taraflara teslim edeceklerini belirtti. Birîmo, bu kampanya ile amaçlarının uluslararası kamuoyu ve Cenevre toplantısında Kürdlerin sesini yükseltmek olduğunu vurgulayarak şunları söyledi: “Toplayacağımız 100 binlerce imzayı Kürdlerin de bir millet olarak kendi toprakları üzerinde yaşama hakkının göz önünde bulundurulması ve korunması amacıyla Staffan de Mistura, ABD, Rusya ve diğer söz sahibi güçlere teslim edeceğiz.” Birîmo, Cenevre toplantısının önemine dikkat çekerek, Cenevre III toplantısının Esad Rejimine, İran gibi güçlere hizmet etmemesi gerektiğini ifade ederek, “toplantının bölge halkının çıkarlarına hizmet etmesi gerekiyor. Beklentimiz toplantının Suriye devrimine aykırı olmamasıdır. Rojava ve Suriye’de Kürd halkının ve diğer etnik ve dinsel unsurların göz ardı edilmemesidir” dedi. Riyad Kongresi’ne de değinen Birîmo, “eğer Riyad’da Kürdlerin hakları göz önüne alınsaydı, böyle bir kampanya ve çalışmaya da ihtiyaç olmazdı. Aslında bu kampanyaya ihtiyaç duymamız, Riyad ve ondan önce yapılmış olan toplantıların eksikliğini gösteriyor” şeklinde konuştu. Şahîn Ehmed: 1 milyon imza PDKS Merkez Komite Üyesi Şahîn Ehmed de BasHaber’e yaptığı açıklamada imza kampanyasının ENKS’nin kararı olduğunu ve bir mektup şeklinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a sunacaklarını belirtti. Amaçlarının bir milyon imza toplamak olduğunu aktaran Ehmed, “bu imzalar, dünya kamuoyunun ilgisini Cenevre’de Kürdlere ve Kürd haklarına çekmek için toplatılıyor, Kürd haklarının muhalefet ve rejim arasında gerçekleşecek olan görüşmelerde özel bir yere sahip olması için ve Suriye krizinin çözümü için tartışmalara ve toplantıdaki konuşma ve tartışmalarda Kürdlerin de söz sahibi olması istiyoruz” dedi. PDKS ve ENKS olarak Suriye muhalefetinden iki temel taleplerinin olduğunu belirten Şahîn Ehmed, “birincisi Suriye rejimin değişmesi, ikincisi ise bütün etnik unsurların içinde olduğu ve Kürd halkının haklarının garanti altına alındığı yeni bir anayasa. Bu iki talebimiz esastır ve Kürd halkı haklarını elde etmelidir” dedi. “Bölgenin ve Suriye’nin geleceği masaya yatırılacak” Siyasi çözümden yana olduklarını ve bölgedeki kriz ve karışıklığın siyasi yöntemlerle çözülmesi gerektiğini dile getiren ve toplantının önemine dikkat çeken Şahin Ehmed, “ Cenevre III’te kurulacak masada bölgenin ve Suriye’nin geleceği konuşula- 18 Ocak - 24 Ocak 2016 cak. Biz de böyle önemli toplantılarda Kürd halkının haklarının korunması için çaba sarf ediyoruz ve kararlıyız. Muhalefetle antlaşmamız var ve bu antlaşma çerçevesinde Suriye muhalefetine dahil olduk” dedi. KBY’nin başkenti Erbilde yapılan ve Suriye’deki Kürd partilerinin bir araya geldiği Erbil I-II toplantılarını da hatırlatan Ehmed, Kürdlerin tek ses olamaması, ve birliklerini oluşturamamaları, Riyad Kongresi ve yapılan diğer toplantılarda Kürdlerin göz önünde tutulmamalarına sebep olduğunu vurguladı. Bu durumun Kürdlerin birlik olamayışı ve parçalı yapısından kaynaklandığını söyleyen Ehmed, aynı zamanda Suriye muhalefetinin de rejiminkinden farklı olmayan zihniyetinin de bunda rol oynadığını sözlerine ekledi: “Suriye’de daha önce Araplar dışında hiçbir etnik unsurun hakları göz önünde tutulmadı. Suriye muhalefeti hala bunun etkisi altında ve bu zihniyeti kırabilmiş değil. Riyad’dan çıkan en önemli sonuç ise Suriye muhalefetinin tek ses olmasıdır ve toplantılarda bu şekilde temsil edilecek olmasıdır. ENKS temsilcileri de, Riyad kongresi ile ilgili gerekli eleştirileri dile getirdiler” dedi. Kobanê Dışişleri Sorumlusu Kurdo: Cenevre ‘ye katılmıyoruz Cenevre toplantısı ilgili BasHaber’in sorularını yanıtlayan Kobanê Kantonu Dış İlişkiler Sorumlusu Îbrahim Kurdo ise Demokratik Suriye Meclisi’nin (DSM ) Cenevre III’e katılmama kararını aldığını ve gerekçe olarak da uluslararası güçlerin Rojava yönetimine olan yaklaşımını işaret etti. Cenevre toplantısına katılacak olan ülkelerin DSM’yi resmi olarak tanımadığını ve kendilerinin de tanınmadıkları toplantılara katılmama kararı aldığını aktaran Kurdo, “MSD, bugün Rojava ve Rojava dışındaki birçok etnik unsuru içinde barındırıyor. Kürd, Arap, Süryani, Ermeni, Asuri etnik unsurların tümü DSM içinde yerini almıştır. Hiçbir devletin yönlendirmesi veya etkisiyle değil, bölgedeki halkın iradesi ile ortaya çıkan bir yapıdır. Uluslararası ve bölgesel bazı güçler, halkın iradesini temsil eden DSM’nin bu toplantılara katılmasını istemiyor. Biz Suriye halkının iradesini temsil ediyoruz ancak onlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket ediyor” dedi. Kürd güçlerinin IŞİD’e karşı son dönemde yaptığı başarılı operasyonlara da değinen Kurdo, “askeri alanda elde edilen başarılar, yürütülen diplomasi de de etki sahibidir. Ancak bazı güçler Suriye halklarının iradesini göz önünde bulundurmuyor” dedi. Kurdo şöyle devam etti: “Tişrin Barajı ile birlikte bölgedeki birçok köy de Demokratik Suriye Güçleri (DGS) tarafından kurtarıldı. Ve bölgedeki halk da DSG’ye katılma kararı aldı. Cerablus, Azaz ve IŞİD’in başkenti Rakka kurtarılana kadar operasyonlara devam edilecektir. Askeri alanda elde edilen başarılar, diplomatik alanda da karşılığını görecektir. Suriye halkı gün be gün DSG’ye katılıyor ve bu anlamda DSG’nin önü açık görünüyor.” BasHaber ROJAVA 18 Ocak - 24 Ocak 2016 Rojava’da: Efrin’den Cerablus’a sürpriz operasyon Barış hemen şimdi! kentte yer yer patlamaların yaşandığını ancak bunun halklar arası bir çatışmaya neden olamayacağını söyledi. Qamişlo’da yaşayan Kürd, Süryani ve Arap halkının tarihi bir geçmişinin olduğuna değinen Nebi, “yılbaşından önce Qamişlo’da Süryanilerin yaşadığı mahalleye birkaç IŞİD saldırısı yapıldı. Hem Kürd hem de Süryani vatandaşlar yaşamlarını yitirdi” dedi. Asayiş güçleri ve Suriye rejimine bağlı Sotoro güçleri arasında birkaç gün önce çatışma yaşandığını söyleyen Nebi, “Sotoro güçleri mahallenin çevresini taşlarla kapatmak istedi. Asayiş güçlerinin bunu kabul etmemesi sonucunda aralarında çatışma yaşandı. Akşam başlayan çatışma sabah saatlerinde son buldu. Çatışmada bir sivil ve bir Sotoro savaşçısı hayatını kaybetti. Suriye rejimi bu şekilde halklar arası çatışmaları yaratmak istiyor ve kendini bu şekilde yaşatmaya çalışıyor” dedi. AHMET ÖZER S Reyhan Akgün uriye’de 2011’de başlayan siyasi krize çözüm bulma çabası bağlamında 25 Ocak’ta Cenevre’de yapılması planlanan toplantı şimdiden merak konusu olurken, ABD’nin Rusya ile Suriye’nin geleceği konusunda anlaştıkları iddia ediliyor. Ancak, Rusya’nın ABD’nin desteklediği ve İdlib’de üslenen “ılımlı grupları” bombalaması yeni bir krize neden olacak gibi görünüyor. Türkiye medyası ABD’nin Rojava’da askeri üs kurduğunu yazarken Suriye rejiminin Rus askeri güçlerinin ülkede sınırsız sürede kalmaları yönünde karar alması, çözümün “başka bahara” kalabileceği şeklinde yorumlanıyor. Öte yandan Suriye’deki etnik çatışmalar Rojava’ya da yansımaya başladı. Qamişlo’da Süryani güçleri Sotoro ile PYD asayişi arasında yaşanan çatışmalar birkaç gün devam ederken, tarafların çatışmaların yayılmaması için gerekli tedbirleri aldıkları öğrenildi. Cerablus ve Rakka yönünde ilerleyen Kürd güçlerinin taktik değiştirerek Efrin’deki birlikleri, Cerablus-Rakka hattına yönlendirdiği ve bölgede stratejik konuma sahip Şewarxa’nın kontrol edildiği öğrenildi. Qamişlo’da PYD - Sotoro gerginliği IŞİD’in 30 Aralık 2015 tarihinde düzenlediği ve 18 kişi hayatını kaybettiği saldırıların ardından bölgede yaşayan etnik gruplar arasında gerginlik devam ediyor. YGP ağrılıklı DSG güçleri ile Suriye Ordusu’na bağlı Süryani Asayişi arasında yaşanan çatışmalar bölgede büyük endişe uyandırdı. Kürd ve Süryani güçler arasındaki çatışmanın kontrol noktası anlaşmazlığından kaynaklandığını belirten İsveç’teki Süryani Federasyonu Başkanı Efram Yakub, Qamişlo’daki çatışmada 1 Sotoro savaşçısı ve 8 Kürd’ün yaşamını yitirdiğini iddia etti. PYD’nin Qamışlo yöneticileri ise çatışmanın sona erdiğini ve yorum yapmak istemediklerini ifade etti. “Rejim çatışma çıkarmaya çalışıyor” Qamişlo’daki gelişmelere ilişkin BasHaber’e bilgi veren Gazeteci Ciwan Nebi, ABD askeri üs mü kuruyor? Öte yandan ABD’nin Haseke’nin 190 kilometre kuzeyinde bulunan Tarım Havaalanı’nda askeri üs kurmak amacı ile bölgede incelemelerde bulunduğu ifade edildi. Uzun bir süredir Rojava’da bulunan ABD’li askeri uzmanların DSG birliklerine eğitim verdiği bildirilirken, ABD’nin üs kuracağı iddiası bölgede yeni tartışmalara neden oldu. Türkiye medyası askeri üssün Türkiye-IrakRojava sınırına kurulacağını yazarken konuya ilişkin BasHaber’e değerlendirmeler de bulunan Rojavalı yetkililer bu konudaki haberlerin gerçeği yansıtmadığını söyledi. Efrin Kontonu Başkanı Hêvî Mistefa, ABD’nin Rojava’da askeri üs kuracağı yönündeki haberleri yalanladı. IŞİD ile mücadelede kendilerine yapılan her türlü desteği memnuniyet ile karşıladıklarını belirten Hêvî, “bu durum söylentilerden ibarettir. Ko- nuşmalar var ama pratikte bir şey yok. Terörü yok etmek ve terörle mücadele de bize gelen desteği memnuniyet ile karşılıyoruz. Rojava’daki 3 kanton dünya siyasetinin dikkatini üzerine çekti. Rojava Kantonları Kordinasyonu uluslararası alanda diplomatik ilişkiler geliştiriyorlar. Diplomatik ilişkilerin içişlerimize müdahaleyi taşımamasına dikkat ediyoruz” şeklinde konuştu. Hêvi Mistefa: Efrin’de ciddi sıkıntılar başladı Suriye’deki iç savaşın başlaması ile beraber radikal İslamcı örgütlerin ablukası altına giren Efrin kentinde, Kürd güçleri ile radikal İslamcı gruplar arasındaki çatışmalar da devam ediyor. Kuzeyi Türkiye’nin ördüğü duvar ile kapatılan ve güney ile batısı IŞİD, El Nusra, Ahrar el Şam örgütlerinin kuşatması altında olan Efrin’de ciddi gıda sıkıntısı yaşanmaya başladı. Efrin’deki ablukaya değinen Hêvî Mistefa, “savaş, ambargo ve abluka altında olmasından kaynaklı Efrin kötü durumda. Efrin sınırları Türkiye ve Ahrar el Şam ve Cephet ul Nusra tarafından kapatılmış durumda. Bölgemiz sürekli saldırı altında. Güçlerimiz bu saldırılara cevap veriyor. Bu abluka ve savaş insanlık için utanç verici bir durumdur. Halk büyük zorluklarla yaşamaya çalışıyor. İlaç ve insani ihtiyaçlar konusunda ciddi sorunlar var” dedi. Kobanê Yasama Meclisi Eşbaşkanı Fewziya Ebdo da ablukaya dikkat çekerek, “Efrin’e girmek istiyorlar ve Efrin üzerinden de Halep’i ele geçirmek istiyorlar. Temel amaç Efrin üzerinden tüm bölgeleri ele geçirmek. Efrin’deki yol kontrollerini ele geçirmek, şiddet uygulayarak halkı teslim almaya çalışıyorlar” diye konuştu. Ebdo, bölgedeki güçlerin yanı sıra dünyadaki tüm siyasi güçlerin de Rojava ve Suriye’ye stratejilerini dayattıklarını aktardı. 11 Demokrasiyi diğer yönetimlerden ayıran en önemli özellik rızaya dayalı bir rejim olmasıdır. Teokrasi kutsallara, diktatörlükler ise korkuya dayanır. Bir rejim demokrasi adı altında yönetilse bile rıza üretmiyorsa bırakıp gider, gitmiyorsa o zaman baskıya ve sindirmeye başvurur. Ele geçirdiği devletin zor tekelini kendi siyasi ikbali için kullanarak başta kalmaya çalışır. Bu durumda rejim meşruiyetini yitirir. Birileri kendini her şeye muktedir, her şeyin üstünde görür. Orada artık zorba bir rejim vardır. Bugün yaşadığımız süreci doğru algılayıp, doğru çıkışlara ulaşmak için resmin tümüne bakmak; meseleyi sebepleri ve sonuçlarıyla kavrayıp, bundan nasıl çıkılacağını tartışmak için soru cevap yöntemini kullanarak adım adım ilerlemek istiyorum. Bu savaş neden başlatıldı? 6 Haziran’da olan iç ve dış konjonktür 8 Haziran’da ile aşağı yukarı aynıydı. Tek bir değişiklik vardı. O da 7 Haziran’da yapılan seçimlerin ortaya çıkardığı sonuçlardı. O halde bu savaşın başlamasını tetikleyen birinci neden 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarıdır. AKP’nin Suriye politikasının iflas etmesi ve Rojava’da Kürdlerin elde ettikleri kazanımlar önemli bir nedendir. 7 Haziran sonrası demokratik bir olgunlukla bir koalisyon kurup Türkiye’nin önünü açmak, sorunlarına çözüm bulmak yerine, tek başına iktidar olmak için ülke daha üzerinden 3-5 ay geçmeden yeniden seçime sürüklenmiş; erken seçime gitmek için koalisyon kurulmamış ve 1 Kasım süreci yaşanmıştır. Ne yapılmak isteniyor? Yapılması gereken şey çözüm yoluyla barışa ulaşmakken, bunun yerine bir çatışmalı kaosa sürüklenilmiş durumda Türkiye. Bu seçenek hangi araçlarla, nasıl yapıyor? 1) Bölgenin en az 15-20 alanını yasaklı ilan ederek. 2) Cizre gibi büyük ilçeler sokağa çıkma yasağı ile birlikte ablukaya ve muhasaraya alarak. 3) Birçok yerde toplu tutuklamalar yaparak. 4) Bu meyanda birçok sivil kayıp önlenmeyerek ısrarla sürdürülüyor bu politika. 5) Öcalan’ın üzerindeki tecrit de sürdürülüyor. 6) Bütün bunlar aynı zamanda psikolojik metodlar eşliğinde medya da kullanılarak yapılıyor. Ve bunlar yetmiş yedi milyonun gözü önünde olup bitiyor; siyaset kurumları, STK’lar, üniversiteler, toplum hiçbir şey yapmıyor ya da yapamıyor, bir kaç cılız ses ya duyulmuyor ya da baskı altına alınarak susturuluyor. AKP en az on seçim “Kürd sorunu var, ben çözeceğim” dediği için Kürdlerin oyu ile sonuç aldı, her seçimden zaferle çıktı. HDP de ilk defa %10 barajı psikolojik eşiğini aşarak parlamentoya girdi. Bu aslında hem Türkiye’nin rahatlaması, hem çoğulcu demokrasi hem de HDP’nin Türkiyelileşmesi bakımından iyi bir gelişme iken, iktidar şimdi bu seçenekleri oyun dışı bırakma gayreti içinde. Eskiden Kürd siyaseti için MHP’nin uyguladığı siyaseti şimdi kendisi uygulayarak, adeta bindiği dalı kesmeye çalışıyor. Çözüm ne? Tek bir çözüm ve çıkış yolu var, o da çatışmasızlık ortamına geri dönmektir. Bu güç olabilir ama imkansız da değil. Bunun için; 1) Siyasi partiler parti farkı gözetmeksizin diyalog kurmalı, bu konuda CHP ve HDP özellikle ısrarcı olmalıdır. 2) STK’lar çağrı yapmalı, ancak bu çağrılar sadece Doğu’dan değil Batı’dan da gelmeli, yapılabilirse bir Yozgat’tan, İzmir’den, Bursa’dan gelecek STK çağrıları sürece daha etkili katkı yapar. 4) Barış anneleri ile şehit dernekleri bir araya getirilmeli, topluma fotoğraf verilmeli, çağrı yapmalı, geçmişte yapıldı, bugün daha büyük ihtiyaç var, 5) Öcalan barış ve çatışmasızlık için devreye girmeli, 6) Medyanın manipülasyonları teşhir edilmeli; özellikle bu çatışmanın neden yürütüldüğü, sivil vatandaşlara ve işyerlerine kimin neden zarar verdiği açığa çıkarılmalıdır. Eğer bu adımlar hayata geçirilebilirse Türkiye yeniden iç barışa ulaşabilir. O nedenle herkes “Barış hemen şimdi” diyerek ayağa kalkmalıdır. 12 MEDYA BasHaber 18SÖYLEŞİ Ocak - 24 Ocak12 2016 ‘Barış için Akademisyenler’ ile savaş! Basın özgürlüğü: Gazeteciliğin 90’lı yıllarına dönüş Adem Özgür / Gültekin Çelik D oksanlar; savaş, ölüm, işkence, kaybedilme, sürgün, hapishane, yargılama, köy boşaltma, göçertme, baskı, rafa kalkan özgürlükler demekti. 2000’li yılların başına kadar onlarca gazeteci öldürüldü, gazeteler toplatıldı, yazılarından dolayı hapislere tıkıldı, gazete binaları bombalandı. Şiddet ve savaşın yine tekerrür ettiği günümüzde gazeteciler yine hedef. BİA Medya Gözlem Raporu’na göre 2016’da 31 gazeteci, 8 dağıtımcı hapise girdi. Ekim-Aralık döneminde 15 gazeteci, 2 medya grubuna saldırı yapıldı; 3 Suriyeli gazeteci öldürüldü. Cumhurbaşkanına hakaretten 42’si gazeteci soruşturmaya uğradı. 213 medya çalışanı işsiz kaldı. AİHM, Türkiye’yi 57 bin 516 TL’ye mahkûm etti. 24 Temmuz’da 98 haber sitesine erişim engeli konuldu. Rapora göre, 26 gazetecinin Terörle Mücadele Kanunu (TMK) uyarınca 337 yıl 6 ay hapisle, 58’inin de “örgüt yöneticiliği, örgüt üyeliği” veya “örgüte yardım” suçlamasıyla 877 yıl 6 ay ha- “Gazeteciler üzerinde ciddi baskı var” Özgür Gazeteciler Cemiyeti Eş Başkanı Hakkı Boltan, halen 35 gazetecinin cezaevinde olduğunu hatırlatarak, “bu sayıyı dünyayla kıyasladığımızda karşımıza ciddi bir rakam çıkıyor. Bu da Türkiye’de gazeteciler üzerindeki baskıyı gösteriyor” diyor. Gazetecilere yönelik ‘haber yapmayın’ tehdidinin de söz konusu olduğunu aktaran Boltan şöyle konuşuyor: “Gazeteciler kendilerini sürekli baskı altında hissediyor ve devlet bir şekilde gözlerini korkutmaya çalışıyor. Geçtiğimiz günlerde Şırnak’ta gözaltına alınan ve günlerce kendisinden haber alınamayan Nedim Oruç örneği var. Tıpkı eskiden olduğu gibi belki de gözaltında ‘kaybetmek’ istemişlerdir.” “Savaş koşullarında gazetecilik” JİNHA Editörü Fatma Çolak, ‘gerçeklerin gizlenmesi için basın emekçileriyle uğraşılıyor’ diyerek, ağır ve gerilimli bir ortamda gazetecilik yaptıklarını söylüyor: “Bu durum, Kürd kimliğinden ve Kürd basınından bağımsız değildir” diyor. Savaş koşullarında gazetecilik yaptıklarını belirten Çolak, “kadın gazeteciler olarak sokakta ve çatışmaların yoğun olduğu yerlerde var olanı göstermeye çalışıyoruz ve ‘erkekler ne der’ diye düşünmüyoruz. Bunun için hedef haline geliyoruz. Aynı zihniyetin ürünü olduğu için erkeği devletten ayırmak imkânsız bir şey” diyor. Muhabirlerinin çeşitli bahanelerle tutuklandığını anımsatan Çolak, muhabirlerinden ikisinin tutuklanmasını örnek veriyor: “Beritan Can Özer, ‘çok heyecanlı’ diye tutuklandı, Van’da Rojda Oğuz’un tutuklanmasının nedeni ise sosyal medyadaki paylaşımları.” TGS: Kürd basın geleneği bir okul Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Sekreteri Mustafa Kuleli, basın emekçilerine yapılan baskıların gözdağı olduğunu Şiddetin ve kaosun derinleşerek devam ettiği şu günlerde, gazetecilere yönelik baskılar da arttı. Gazeteciler ve meslek örgütleri, üzerlerindeki baskıların 90’lı yıllara benzediği konusunda hem fikir. 2016’da 31 gazeteci, 8 dağıtımcı hapise girdi. Ekim-Aralık döneminde 15 gazeteci, 2 medya grubuna saldırı yapıldı; 3 Suriyeli gazeteci öldürüldü. pisle yargıladı. Ayrıca, dört gazeteci, “silahlı isyana teşvik” veya “darbe teşebbüsü” suçlamasıyla toplam iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 40 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. 2 gazeteci de, “örgüt üyeliği” ve “casusluk” iddiasıyla müebbet hapis ve 20 yıl hapis istemiyle soruşturma geçirdi. Mahkemeler, Kürd medyasından üç gazeteciyi 6 yıl 3 ay 22 gün hapis ve 24 bin TL para cezasına mahkûm etti. Gazeteciler ve meslek örgütü temsilcileri uğradıkları baskıyı ve sorunlarını BasHaber’e anlattı. “92 gazeteciye gözaltı, 35’i tutuklandı” ifade ediyor. Muhalif gazetecilerin içeriye alındığını ifade eden Kuleli, kamuoyunda bilinen insanların tutuklanmasının, diğer gazetecileri tedirgin ettiğini söylüyor. Kürd gazetecilerin tüm baskı ve tehditlere rağmen haber üretmeye devam ettiklerini de söyleyen Kuleli, “Kürd basın geleneği bir okuldur ve çok uzun yıllara dayanan bir tarihi var. Geçmişte de çeşitli baskılarla karşılaştı yılmadı, susmadı. Batıda da tarihsel olarak Kürd basınına destek veren bir aydın kesimi var. Bu muhalif sesler bir şekilde susturulmaya çalışılıyor” şeklinde konuşuyor. DİSK Basın-İş: Savaş gazeteciliği Disk Basın-İş Sendikası Başkanı Faruk Eren ise, Türkiye’de yıllardır basın emekçilerinin tutuklandığını ve öldürüldüğünü ifade ediyor. 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nün darbe döneminde alınan bir kararla yürürlüğe giren bir gün olduğunu hatırlatan Eren, “10 Ocak ancak basın için verilen mücadelenin ivme kazandığı bir gün olabilir” diyor. Kürd illerinde gazeteciliğin savaş koşullarında ve ölüm tehlikesi altında yapıldığını belirten Eren, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Neredeyse her gün bir gazeteci sudan sebeplerden dolayı tutuklanıyor. Mesela sosyal ağlarda paylaşımlarından dolayı tutuklananlar var. Bizler de sürekli bölgedeki gazeteci arkadaşlarımızla dayanışma içerisindeyiz.” “Namlular susana kadar devam” DİHA muhabiri Serhat Yüce ve Özgür Gün TV çalışan Murat Demir, gözaltında “bir daha alınırsanız durum farklı olur” şeklinde tehdit edildi. Görüntü alan DİHA muhabirinin başına silah dayatıldı. Silvan’da sokağa çıkma yasaklarının dördüncü gününde görüntü alırken polisin saldırısına uğradığını ifade eden Serhat Yüce, “Kürd gazetecilerinin yaşadıkları Türkiye kamuoyunda bilinmiyor, ölümle yüz yüze kalıyorlar. Bütün DİHA çalışanları, namlular susuncaya kadar gazetecilik yapmaya devam edeceklerdir” diyor. “Elçi cinayeti sırasında şiddete maruz kaldık” Sokağa çıkma yasağının uygulandığı yerlerde gelişmeleri halka duyurmakla görevli olduklarını aktaran Rûdaw TV Diyarbakır Muhabiri Gönül Morkoç, “yasaklı bölgelere girdiğimiz zamanlarda ise keyfi baskılarla karşılaşıyoruz” diyor. Polisin dış görünüşünü beğenmediği bir gazeteciye müdahalede bulunabildiğini veya gözaltına aldığını ifade eden Morkoç, Tahir Elçi’nin katledilişi sırasında haberi ulaştırmak için olay yerinden ayrılmak istediklerinde polis şiddetine maruz kaldığını hatırlatıyor. “Ateş altında kalmak, vurulmak!” Sokağa çıkma yasağı ilan edilen bölgelerde yaşananların görülmesinin güç olduğunu, yolların kapalı, telefonların kesik ve internetin olmadığı bu yerlere girmeye çalışmanın, orada olup bitenleri kamuoyuna yansıtmanın görevleri olduğunu ifade eden İMC TV muhabiri Kadriye Devir Uçar, yasaklı yerlere girdiklerinde de ihlalden alacakları cezadan çok, onları bekleyen atmosferin zorluğuna dikkat çekiyor. Ateş altında T kalmak, vurulmak, tehdit edilmek, gözaltına alınmak gibi ihtimallerle karşılaştıklarını, buralarda karşılarına çıkan manzaranın ise normal şartlarda büyük travmalar yaşatacak cinsten olduğuna vurgu yapıyor ve bazen kopuk uzuvlar bazen de duvarlara yazılmış ürpertici yazılarla karşılaştıklarını söylüyor. “Polis, ‘bizim gazeteciler değil’ diyor” 6 Haziran’daki mitingde bombaya çok yakın olduğunu ve her şeyin gözlerinin önünde cereyan ettiğini söyleyen gazeteci Mahmut Bozarslan ise, “bir yandan kanlar içinde insanlar giderken bir yandan işimi yapmak zorunda kalmak oldukça acı vericiydi” dedi. Sokağa çıkma yasaklarının büyük bölümüne tanıklık ettiğini ifade eden Bozarslan, Tahir Elçi’nin katledilmesi olayında polisin ‘bizimkiler değil’ dediği kimi gazetecilerin şiddete maruz kaldığını söylüyor: “Her olayda fiziki müdahale olmasa bile Kürd basını, yabancı basın ve muhalif basında çalışanlar olay yerinde çalışma imkanına sahip olamadı” diyor. “Dündar ve Gül’ün yaptığı habercilikti” Cumhuriyet gazetesinin Ankara muhabiri Kemal Göktaş, Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutuklanmalarının Cumhurbaşkanı’nın şikâyetiyle başladığını ve yargının yürütmenin etkisinde kalarak ciddi bir hak ihlali yaptığını söylüyor: “Dünyanın her yerinde Can Dündar ve Erdem Gül’ün yazdığı metinler iyi haberler olarak değerlendirilir. Soruşturma başlı başına bir hak ve basın özgürlüğünün ihlali, bir de buna tutuklu yargılama eklendi.” Yüksekova Haber Editörü İbrahim Genç ise, bilgi dolaşımının engellenmesi veya çarpıtılması için gayret edildiğini söylerken, küçük çaptaki yerel sitelerin bile engellendiğine dikkat çekiyor. HABER BasHaber 18 Ocak - 24 Ocak 2016 13 SÖYLEŞİ Ercan Ekinci / Adem Özgür ürkiye’de yaşanan devlet kaynaklı insan hakları ihlallerine dikkat çekmek amacıyla ortak bir bildiri yayınlayan, ancak PKK’nin eylemlerine vurgu yapmadıkları için Cumhurbaşkanı ve hükümet tarafından sertçe suçlanan yüzlerce akademisyene yönelik tepki, tehdit, gözaltı ve idari soruşturmalar ile toplumun farklı kesimlerinden yükselen destek yeni bir gerginlik kaynağı oldu. Türkiye’den ve yurtdışından 89 üniversiteden 1128 akademisyen, geçtiğimiz hafta yayınladıkları ortak bildiride “bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız” demiş, bölgede süren savaşta Türkiye’yi taraf olduğu antlaşmalara uymadığı yolunda uyarmıştı. Aralarında Noam Chomsky, David Harwey, Etienne Balibar, Judith Butler ve Immanuel Wallerstein gibi yurtdışından da önemli akademisyenin bulunduğu 1.128 akademisyen, sokağa çıkma yasakları ve çatışmaların, “Türkiye’nin kendi hukukunun ve taraf olduğu uluslararası antlaşmaların, uluslararası teamül hukukunun ve uluslararası hukukun emredici kurallarının da ağır bir ihlali niteliğinde olduğu” vurgulanmıştı. Ortak bildiride akademisyenler, “devletin başta Kürd halkı olmak üzere tüm bölge halklarına karşı gerçekleştirdiği katliam ve uyguladığı bilinçli sürgün politikasından derhal vazgeçmesini, sokağa çıkma yasaklarının kaldırılmasını, gerçekleşen insan hakları ihlallerinin sorumlularının tespit edilerek cezalandırılmasını, yasağın uygulandığı yerde yaşayan vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesini, bu amaçla ulusal ve uluslararası bağımsız gözlemcilerin yıkım bölgelerinde giriş, gözlem ve raporlama yapmasına izin verilmesini” talep etmiş ve müzakere koşullarının hazırlanmasını istemişti. “Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız” Akademisyenlere yönelik Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın tepkileri ardından imzacılardan kimileri polis tarafından gözaltına alınırken, kimilerinin sözleşmeleri iptal edildi, kimileri ise okullarda kapıları işaretlenerek ‘Ülkücü öğrenciler’ tarafından tehdit edildi. İmzacı akademisyenlere sert tepki gösteren Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız, aydın falan değilsiniz” sözlerini kullandı. Çağrı metnine imza atan akademisyenleri sert eleştiren Cumhurbaşkanı Erdoğan, “bu aydın müsveddeleri kalkıp devletin katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri siz karanlıksınız. Aydın falan değilsiniz” dedi. Bildirinin akıl dışı olduğunu söyleyen Başbakan Ahmet Davutoğlu da, “Suriye ve Irak gibi örnekleri gördükten sonra, Türkiye’yi de aynı anafora sokmak isteyen kim olursa olsun, onlarla entelektüel tartışma yapmayacağını” ifadelerini kullandı. Mafya lideri olarak bilinen Sedat Peker de, imzacı akademisyenleri “oluk oluk kanlarını akıtıp, kanlarıyla duş alacağı” şeklinde tehdit etti. Peker hakkında soruşturma açıldı. Akademisyenlerin bildirisine tepki gösteren YÖK yayınladığı açıklamada, bildirinin tüm akademi camiasını zan altında bıraktığını iddia ederek “teröre destek veren bu bildiri, akademik özgürlük ile bağdaştırılamaz” dedi. Hükümete yakın medya organları, aydın ve akademisyenleri hedef göstererek, “PKK’nın suç ortakları” ve “işte o ihanet bildirisine imza atanların listesi” şeklinde ifadeler kullandı. Farklı kesimlerden destek Akademisyenlerin barış çağrısı yankısı sürerken birçok çevreden bu çağrıya destek gelmeye devam ediyor. Hukukçular, sinemacılar, edebiyatçılar, gazeteciler ve psikologlardan bildiriye imza atan akademisyenlere destek mesajı geldi. HDP Eş başkanı Selahattin Demirtaş, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kastederek “hepsine müsvede yaftası yapıştırması ancak kendisine yakışır” dedi. Akademisyenlerin hedef haline getirilip, gözaltına alınması üzerine çok sayıda sinemacı, edebiyatçı ve gazeteci, “barış için akademisyenlerin yanındayız” dedi. “Barış için rol almaya hazırız” Barış İçin Akademisyenler Girişimi’nin barış için yaptığı çağrıyı Boğaziçi Üniversitesi’nden Yard. Doç. Esra Mungan, BasHaber’e şiddet ve kaosu korkunç ve kabul edilemez olarak gördüğünü ifade ederek, “bu nedenle akademisyen olarak bir haykırışla ortaya çıktık” dedi. Mungan, dünyadaki tüm çatışmalarda nihayetinde barış masasına oturulduğunu ve her iki taraflı acı kayıplara rağmen, çağrıyı legal olan devlete yaptıklarına dikkat çekti. Mungan şöyle dedi: “Biz yurttaşız, dolayısıyla talebimiz doğal olarak devlete olacaktır. Tüm ümidimiz, tekrar barış masasına dönülmesidir. Akademisyenler olarak barışın tesisi ve barış masasına dönülmesi için de rol almaya hazır olduklarını ifade eden Mungan, “toplumların barışı için yapılması gerekenler doğrudan sosyal bilimlerin çalıştığı konulardır, bu açıdan hem akademik, hem eylem olarak destek vermeye hazırız” dedi. ABD: Hükümet eleştirisi ihanet değil Bildiri yayınlayan akademisyenlere ilişkin bir açıklama yapan ABD Ankara Büyükelçisi John Bass ise, “Şiddetle ilgili endişelerin ifade edilmesi, teröre destek vermek ile eşdeğer değildir. Hükümet eleştirisi ihanet ile eşdeğer değildir. Türk demokrasisi rahatsız edici fikirlerin serbestçe ifade edilmesini kucaklayacak kadar güçlü ve dirençlidir” dedi. Serbest bırakıldılar Yayınladıkları bildirinin ardından Kocaeli, Bursa ve Erzurum’da gözaltına alınıp serbest bırakılan akademisyenler adına bir açıklama yapan Prof.Dr. Onur Hamzaoğlu, “korku ile bizleri susturmak mümkün değil. Bizler devletimizden barış içerisinde yaşama hakkı hakkı talep ettik, sözümüzün arkasındayız” dedi. 13 “Petrolumuz yok abe o yüzden bu haldeyiz, fukarayız…” ÖZTEKİN ÇAÇAN Milli ozanımız Şivan “petrola Kurda ne” (petrol Kürdlerindir) diyordu. Bize göre petrol denizinin üzerinde yaşadığımız halde açtık ve bunun da mantıklı bir izahı, hikâyesi yoktu. Yoksa var mıydı? 1.Gemi vakıası… Hikâyeyi bir gemiden başlatmakta yarar var. Evet, gemi meselesi bence olayın en ilginç boyutu çünkü dünya ticareti gemi üzerinden dönüyor. Buharlı gemiler yerine dört zamanlı içten yanmalı motorların keşfi. Bu keşifle gelen önce ham petrolle, sonrasında da mazotla hareket eden gemilerin, üretilmesi (1900’lü yıllar), dünyayı alt- üst etmişti. Gemilerin hızı ve yük kapasitesi artmış, kömür için ayrılan ambarlar yükle doldurulmaya başlanmıştı. Uluslararası ticaretin İngiltere, Almanya, Fransa arasında oluşmuş dengeleri alt üst oluyordu. Yarışta İngiltere başat aktördü ve dünya ticaretinin %44’ünü tek başına idare etmektedir. İngilizler bilinçli, planlı bir şekilde gemi teknolojilerini yenilemekte ve ilerlemektedir. O yıllarda yayın yapan (1912) bir Fransız gazetesi şu manşeti atar “durum böyle giderse yakında dünya savaşı çıkacaktır.” Temmuz 1912 tarihinde genç donanma bakanı Churchill, 71 yaşında olan Amiral Fisher’e şu talimatı vermiştir; “Petrolü bulmalısın, onun barışta nasıl ucuz ve düzenli bir şekilde, savaşta ise kesintisiz olarak nasıl sağlanabileceğini göstermelisin. Daha sonra da petrolün en etkin şekilde, mevcut ve yeni yapılacak gemilerde kullanılabilmesini sağlayacak tekniği geliştirmek için tüm gayretini ortaya koymalısın.” Kısa bir süre sonra ise çoğunlukla ABD’de çıkarılan petrolün yerine alternatif sahalar aranmaya başlandı. Ve “Ortadoğu” böylece keşfedilmiş oldu. Osmanlı’nın dağılması, 1. Dünya Savaşı Sykes- Picot (1916) gibi gizli “bölme” anlaşmaları hep bu yaklaşımın sonuçlarıdır. Pek bilmediğimiz, haberdar olmadığımız bir gerçekte 1. Dünya Savaşı yıllarında İran’ın yine petrol amaçlı olarak Ruslar ve İngilizler tarafından işgal edilmesidir. Ermeni “Tehciri”, birçok kıyımlar hep petrol “olmazsa-olmaz” yaklaşımının ürünüdür. Çünkü “egemenlik, gelişim ve zenginlik” buna bağlıdır. 2. Gemi Vakası… 09 Aralık haberi şöyle; “Norveçli çimento firması KG Jebsen ve Erik Thun AB firmalarının ortaklaşa geliştirdikleri doğalgazla çalışan M/V Greenland isimli dünyanın ilk kuru yük gemisi Hollanda’nın Westerbroek tersanesinde inşa edilerek suya indirdi.” Yeni bir yakıt ve yeni bir ticaret dönemi geliyor demek. LNG önemli. O yüzden Kıbrıs hattından başlayan, Kürdistan’a uzanan gaz alanlarının yeniden düzenlenmesi gerekiyor. En büyük ihraç maddesi “gaz” ve petrol olan İran ve Rusya gibi ülkelerde kara kara düşünüyor tabi. Çünkü petrol fiyatları zaten dipte. Gaz satışları da ellerinden giderse durum vahim. İngiliz Amiral Dumas 1920’de bir konuşmasında 1. Dünya Savaşı’nı kastederek şöyle demiş: “Petrole yönelik bir savaştı. Geleceğin harpleri tamamen o amaca yönelik olacaktır. Bismark’ın ‘kan ve demir’ özdeyişi artık ‘kan ve petrol’ şeklinde ifade edilmelidir.” Hatırlayalım 2. Dünya Savaşı da “siyah sıvı” üzerine kuruldu. Şimdilerde “gaz ve kan”ı denkleme eklemenin hiçbir sakıncası yoktur. Özellikle Suriye’de yaşadığımız savaş düşük yoğunluklu ‘3. Dünya Savaşı’ niteliğindedir. Yine bizim “kanımız” ve onların “gaz”ı aynı tırnak içinde yer almakta. Ve bir yerlerde Sykes - Picot’u andıran yeni gizli anlaşmalar ya yapılmıştır ya da yapılmaktadır. Diyarbekir Dağkapı Meydanı’nda el arabasında çekirdek satan bir Eta vardı. Eta, çay bardağına zuladan doldurduğu şarabı yine çay gibi kaşıkla -millet dümenini çakmasın diyekarıştırarak gün boyu yudumlardı. Bu abimiz ayak üstü her konuşmamızda işi petrole getirir “Petrolumuz yok abe o yüzden bu haldeyiz, fukarayız..” derdi. Eta öldü bakalım “gaz” dönemi nasıl kapanacak. Belki de Kürdler için yeni bir devlet kurulacak. Ve bu da hiç fena olmayacak. 14 KADIN BasHaber 18SÖYLEŞİ Ocak - 24 Ocak14 2016 Kadın cinayetlerinde istikrar! İstanbul’un arka yüzü Hem erkek, hem devlet öldürüyor G Çimen Gümüş eçtiğimiz yıl toplumsal şiddetin giderek tırmanması bir yana kadına yönelik şiddet ve cinayetlerde de gözle görülür artış yaşandı. Yakınları tarafından öldürülen kadınlara, Kürdistan’da devam eden çatışmalarda öldürülen onlarca kadın da eklendi. Bölgede özel bir savaş atmosferinin yaşandığına dikkat çeken kadın aktivistler, kadınların hedef alınmasıyla şiddetin normalleştirildiğini savundu. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre ise 2015 yılında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 303. Kadın cinayetleri şiddet ortamının artmasıyla paralel olarak yükseliyor. Her yıl yüzlerce kadın çoğunlukla en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülürken, buna bir de politik şiddet sonucu öldürülen Kürd kadınları eklendi. Ağustos ayından bu yana sokağa çıkma yasaklarının ilan edildiği bölgelerde öldürülen sivillerin üçte birini kadınlar oluşturuyor. Bunların içinde hamile, yaşlı, ve siyasetçi kadınlar bulunuyor. Ülkenin Batısı’nda kadınlar ‘kıskançlık cinayeti’ gibi nedenlerle öldürülürken, çatışmaların yaşandığı bölgelerde ise pek çok kadın keskin nişancıların hedefi oldu veya iki ateş arasında kaldı. İHD’nin verilerine göre, bölgede 9 Ağustos’tan 3 Ocak’a kadar yaşanan çatışmalarda 25 kadın öldürüldü. ‘Ataerkil perspektifli cinayetler’ Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu tarafından yayınlanan 2015 raporunda sadece erkekler tarafından öldürülen kadınlar yer alıyor. 303 kadının öldürüldüğü kadın cinayetlerine bir de bölgede keskin nişancılar tarafından öldürülen onlarca Kürd kadını eklenince, bu sayı 400’e yaklaşıyor. Özellikle Kürd kadın siyasetçilerin öldürülmesi dikkat çekiyor. Geçtiğimiz hafta Silopi’de 3 Kürd kadın siyasetçinin öldürülmesiyle devam eden kadın siyasetçilerin hedef alınmasının Kürd siyasetinde kadınların aktif olmasıyla ifade eden Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği Üyesi Zelal Ayman, kadın cinayetlerinde ilk nedenin ‘saf ataerkil kafa’ ve ‘ataerkil perspektif’ olduğuna işaret ederek, “kadınların kamusal alandaki görünürlüğü erkeklerde alerji yaratıyor” dedi. KadınYayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Yayın Koordinatörü: Yeter Polat Haber Merkezi: Mustafa Turan, Mehmet Emin Kan, Mehmet Salih Batırhan, Çimen Gümüş, Adem Özgür ların yüzyıllardır verili toplumsal cinsiyet rollerine karşıt herhangi bir ayakta durma veya direnme halinin kabul edilemediğinin altını çizen Ayman, “kafalarında bir kalıp var. Erkekler erkeklerle savaşır, kadınları bir savaşçı, direnişçi olarak kabul etmezler. Aşağılıyor ve öldürmek istiyorlar. IŞİD’de böyle bakıyor meseleye. Orada çok derin bir algı var. Asker, polis de kadınları bu nedenle hedefliyor. ‘Bana nasıl direnirsin, al sana ölüm’ diyor” diye konuştu. ‘Kadınları hedef alarak, bir taşla iki kuş vuruluyor’ Ortadoğu’da IŞİD’in de uyguladığı ve Kürdlere özel bir durum olarak ataerkil kültürün kadınları katletme üzerinden bir cezalandırmaya gittiğine dikkat çeken Ayman, “Kürdlere özel bir durum olarak, devlet diyor ki ‘sizin namusunuzu böyle öldürürüm.’ Orayı kaşıyor. Kadınları öldürerek bir taşla iki kuş vuruyor. Hem direnen, aktif kadını öldürüyor, hem de erkeklere mesaj veriyor. Savaşan erkeklere diyor ki ‘ben kadınını böyle paramparça ederim, sen bir hiçsin.’ Kürdlerin, feodal, kadınların korunması gereken varlıklar olduklarına ilişkin duygusunu kaşıyor. Oraya oynuyor. Bu çok ciddi bir mesaj. Silopi’de öldürdüğü 3 kadındaki mesajı; ‘seni değil, onu öldürdüm, çünkü sen onurunu koruyamadın’ idi. Devletin yıllardır kadınlarla ilgili yaptığı şey bu. Kadınları tecavüz, tacizle tehdit etmek de bunun bir parçası. 1 ay önce kadınlara yolda özel timler tarafından eşleri önünde tecavüz tehdidi yapıldığı bilgisi gelmişti. Burada çok ciddi olarak namus ve cinsellik üzerinden yok etme durumu var. Bu bir savaş stratejisidir. Kadınlar araçsallaştırılıyor, nesneleştiriliyor. Bunların sonucunda bazı Kürd erkeklerinden ‘kadınlarımızı koruyamıyoruz’ gibi sözler duydum. Daha çok öfkeleniyorlar. Kadınlar öldürüldüğünde Kürd toplumunu ve erkeklerini mahvettiğini, erkeklerin deliye döndüğünü biliyor. O yüzden yapıyor” şeklinde konuştu. Ayman, savaş ortamında kadınlara yönelik şiddetin de daha çok arttığına vurgu yaparak, bu durumun Kürd kadınlarına yönelik çok daha sert ve farklı olduğunu kaydetti. ‘Kadınlar şimdi doğrudan hedef’ Kürd kadınları, siyasal şiddetin arttığı İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal YAŞAM BasHaber 18 Ocak - 24 Ocak 2016 15 SÖYLEŞİ İzbelerde mülteci pazarları G Kadın cinayetleri şiddet ortamının artmasıyla paralel olarak yükseliyor. Her yıl yüzlerce kadın çoğunlukla en yakınlarındaki erkekler tarafından öldürülürken, buna bir de politik şiddet sonucu öldürülen Kürd kadınları eklendi. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre ise 2015 yılında erkekler tarafından öldürülen kadın sayısı 303. İHD’nin verilerine göre de, bölgede 9 Ağustos’tan 3 Ocak’a kadar yaşanan çatışmalarda 25 kadın öldürüldü. dönemlerde, ev içi şiddetin yanı sıra genel olarak şiddetten nasiplerini her biçimde alıyorlar. 90’larda kadınların önemli bir kısmının gözaltındaki eşleri ve çocuklarının teslim olması için işkence gördüğünü aktaran Kamer Vakfı Başkanı Nebahat Akkoç, “doğrudan hedef olan kadınlar siyasal olarak daha azdı. Şimdi kadınlar siyasi yaşam içinde daha fazla görünür olup, rol aldılar, bu nedenle doğrudan hedef olabiliyorlar” dedi. Bölgede yaşanan sokağa çıkma yasaklarında daha çok kadınların hedef görülmediğini ancak genel içinde kadınların da yer aldığını aktaran Akkoç, Türkiye’nin imzacısı olduğu BM Kadın Hakları Sözleşmesi ve yanı sıra İstanbul Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmelerin uygulanması için kararlı ve net bir siyasi iradeye ihtiyaç olduğunu belirtti. Akkoç: “1325 sayılı Birleşmiş Milletler kararının Türkiye’de de uygulanmaya başlayacağını duydum. Bu yeni bir durum ve kadınların barış konusunda daha etkili olmasını sağlayacaktır” dedi. 2015 bilançosunda ablukada öldürülen kadınlar yok Geçtiğimiz günlerde 2015 yılının kadın cinayetlerini bilançosunu açıklayan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Üyesi Gülsüm Kav, hazırladıkları bu raporu uluslararası tanımlara göre hazırladıklarını kaydetti. Kav: “O rapordaki kadınlar sadece erkek eliyle öldürülen kadınlardır. Devlet eliyle öldürülen kadınlar yer almıyor. Onlarla birlikte bu sayı 400 yaklaşıyor” dedi. Devletin Kürdlere yönelik özel bir Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: turkce@basnews.com www.basnews.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. savaş başlattığını dile getiren Kav, “özel savaş politikası sonucu sadece kadınlar değil, her kuşaktan ve cinsiyetten insanlar hedefte. Yaşanan sokağa çıkma yasaklarında kadınların özel olarak hedef seçildiğini düşündürten kadın ölümleri olduğuna dikkat çeken Kav, “kadınların bedenine işkence edilmesi, üç Kürd kadın siyasetçinin öldürülmesi ve Taybet Ana gibi kayıplar yaşadık. Bunlar kadınların özel olarak hedeflendiğini bize düşündürten ölümler oldu. Çünkü güçlü bir kadın mücadelesi de var. Bu mücadelenin temsilcilerini özel olarak hedefliyor gibi düşündürtüyor. Bunlar da kadın cinayetidir. Ama bunlarda özel bir savaş politikası sonucunda öldürülüyor” ifadelerini kullandı. Cinayetlerin nedeni şiddet Artan şiddet ve savaş politikalarının kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti doğrudan arttırdığını kaydeden Kav, “rapor sonuçlarımıza göre son aylarda artışın nedeni de budur” dedi. İnancı ve fikri ne olursa olsun kadın dayanışması denilince dünyadaki bütün kadınların bunu gözetmeleri gerektiğini dile getiren Kav, “saygıdeğer Kürd kadın hareketinin bu gücü karşısında özel olarak hedef alındığını düşünüyorum. Ama bunu yaparken Batı’da büyük kadın kuvvetlerini harekete geçiremediğimiz oluyor. Ama bu cinayetleri kabul etmediğimizi daha yüksek sesle ifade etmeliyiz. Bunun yeterli olmadığı aşikar. Ama 7 Haziran öncesindeki söylemle kadınları toplamak daha kolaydı. Kürdlerle dayanışmak daha kolaydı. Bu iklimde bu daha zorlaştı. Biz örneğin, ‘Kürd halkı kendi kaderini tayin etsin, onun talepleri geçerli ve önemlidir’ desek de herkes bizim gibi düşünmeyebiliyor. Biz bu yaşananlara sessiz kalmayacağız ve itiraz edeceğiz. Yeterli değil ama böyle bir dönemde önemi var. Kendi tabanımıza böyle seslenmemiz önemlidir” dedi. Çaçan Amedî ünlerden Pazar. Havanın açık olduğu öğlen saatlerinde ben ve dostum Orhan Aykul bir İstanbul turu yapmaya karar veriyoruz. Orhan’ın bütün çabası içimde taşıdığım hüznü atmak. Biraz dolaştıracak beni, son iki aydır mültecisi sayıldığım İstanbul’un hoş mekânlarında bir çay içimi efkarımı dağıtacak. Kalkıyoruz, ana caddenin karşısı Vefa. Kendimizi meşhur Vefa Bozacısı’nın önünde buluyoruz. Etraf lüks araç dolu, müşeterilerin çoğu muhafazakâr ama zengin insan kalabalığı. Önlerinden geçip aşağı fakir sokaklara salıyoruz kendimizi. Orhan ‘gel’ diyor ‘önümüz Hızır Külhan Sokağı burada meşhur bir pazar var.’ Pazara iniyoruz sanki bir evin hurdalığındayız. Her tezgahta eski kıyafet, eski model cep telefonu, şarj cihazı, paslı testere, yarı kullanılmış şeker ölçüm kiti bile var. Var var da satıcılar çok değişik görünüyor gözüme. Her milletten insan var. Sanki dünya ticaret merkezi mübarek. Derken bir tezgâh ilgimi çekiyor. Aynı renk, aynı ebat az kullanılmış aynı modelde dizayn edilmiş 15 çift ayakkabı. Soruyorum satıcıya ‘abla bunlar ne’ diye cevabından Türkçe bilmediğini anlıyorum. Yan tezgâhtan biri imdadımıza yetişiyor ‘abi bu Afgan’ diyor. -Peki ayakkabılar ne? -Onlar da bir halk dansları grubunun ayakkabıları. -Nereden buluyorsunuz bu kadar değişik ama hurda statüsünde eşyayı diyorum? -Çöpten abi! -Nasıl yani? -Pazarın yan sokakları çöp toplayıcılarının merkezi ya, onlar buluyor bizde yıkayıp temizleyip satıyoruz. Undergrande ekonomi, geri dönüşüm sistemi üzerine kurulmuş yani. Anlıyoruz. O tezgah senin bu tezgah benim dolaşmaya devam ediyoruz. Ana oğul olduğu her hallerinden belli iki satıcının önünde durduğu tezgaha yanaşıyoruz, oğlan elli ana yetmişlerinde ikisi de geçim derdinde. Beraber açıyorlarmış tezgahı. Sözü oğul alıyor; -Derdimiz büyük. -Nasıl yani? -Zabıta peşimizi bırakmıyor. -Zabıta sizden ne ister ki? Pazarı toplasan beş bin lira etmez. -Etmez ama gene de rahat vermiyorlar. Başlıyor kaptırdığı malları anlatmaya. ‘Geçende 8 cep telefonum ile bir sürü eşyama el koydular’ diyor. -Ee sen ne yaptın? -Abi ben yakalanmaktan kurtulurum deyip gittim partiye üye oldum. Malım alındıktan sonra oraya buraya başvurdum ama nafile en son vardım partinin ilçe örgütüne. İlçe başkan yardımcısına ‘mallarımı alamıyorum’ dedim. Onlar da bana üç tavsiyede bulundu. -Peki dostum sana ne dediler? -Abi inanmayacaksın ama aynen ‘biz kimseye iltimas yapamayız, sizi diğerlerinden ayrı tutamayız’ dediler. -Adaletin böylesi az bulunur! - Bizim partiye üye olduğunu orada burada dile getirme, dostumuz var düşmanımız var. Eğer rahatsızsan bu işi yapma’ da dediler. Pazar çoğunluğu değişik milletlerden mülteci satıcılarla dolu. En hazin tezgah ise yüzleri peçeli, kara elbiseli kadınların tezgahı. Üç kuşak bir arada tezgah başındalar ve sadece ikinci el çocuk eşyası, oyuncak satıyorlar. Vefa Bozacısı tepenin başında duruyor. Oraya takılan “mutlu aile pazarı” heveslisi Müslüman’ın hatta bütün İstanbul’un ise bir sokak ötedeki durumdan haberi yok. Her gece sıcak evinde kurulup televizyon karşısında Rabia için ağlıyor! -E ne yap dediler peki? -‘Hırsızlık yap daha iyi’ dediler. -Haydaa oldu mu şimdi? -Oldu! -Gerçekten de böyle mi dediler? -Evet! Mevzu derin, üstelemiyoruz. Karşı tezgahta bizi merakla izleyen 30’lu yaşlarında bir genci fark edip yanına yanaşıyoruz. Selam veriyoruz birden ‘Serçava hatin’ diyor. Kürd olduğumuzu anlamış belli. -E sen buralarda? -Evet abi, 5-6 yıldır buralarda takılıyorum. -Kaç yıldır İstanbul’dasın? -10-12 yıl oldu. -Hep tezgah mı açtın? -Yok önce başka işler yaptım, biraz garsonluk, biraz kağıt toplayıcılığı biraz da değnekçilik. -Hırsızlık da yapsaydın, bak insanlara ‘hırsız ol’ diye tavsiyede bulunuyor birileri. -Abi Allah korusun kendimi o işlerden hırsız çetelerinin elinden zor kurtardım. Yakamı zor kurtardım o melanetten abi. Dönüp az geride kalan tezgahtaki ana oğula bir bakış fırlatıyoruz. Birine hırsızlık öneriliyor diğeri ise yakasını hırsızlıktan zor kurtarıyor. Türkiye’de artık neredeyse kast sistemi var tabakalar arası geçiş oldukça sınırlı ve insan neredeyse doğduğu kasta hapsoluyor. Onlarca tezgah var pazar yerinde ama hepsindeki eşyalar üç aşağı beş yukarı aynı. Eşyalar aynı ama satıcılar değişmiş. Çünkü toplayıcılar değişmiş. Pazar artık çoğunluğu değişik milletlerden mülteci satıcılarla dolu. En hazin tezgah ise yüzleri peçeli, kara elbiseli kadınların tezgahı. Üç kuşak bir arada tezgah başındalar ve sadece ikinci el çocuk eşyası, oyuncak satıyorlar. En küçükleri yani torun etraftan habersiz az sonra satılacak oyuncakla ödünç oyunlar oynuyor. Vefa Bozacısı tepenin başında duruyor. Oraya takılan “mutlu aile pazarı” heveslisi Müslüman’ın hatta bütün İstanbul’un ise bir sokak ötedeki durumdan haberi yok. Her gece sıcak evinde kurulup televizyon karşısında Rabia için ağlıyor! Orhan, dostum anlaşılan yine hüznüm, yine efkarım bu pazar da benimle kalacak. 15 Devlet, onur, şeref SENNUR BAYBUĞA Yine siyasetin hukuk silahı ile yönlendirilmek istendiği günlerden geçiyoruz, hukuk dedi isek, sadece bir ‘meşru’ cezalandırma aracı olmaktan öte işlev görmeyen devlet sopasından bahsediyorum tabi. Malum, memleketin akademisyenleri, birkaç gündür ‘bu suça ortak olmayacağız’ başlığı ile yayınlanan bildirideki imzalarından dolayı soruşturma ve gözaltı tehdidi altındalar. Ülkenin her yanında -görünen o ki öncelikle büyükşehirler dışındaki üniversitelerde- metine imza atan akademisyenlerle ilgili soruşturma başlatılıyor. Basında yazdığına göre TCK 301 ve TMY 7. Maddesi uyarınca açılan bu soruşturma çerçevesinde de ‘gözaltı’ işlemleri başlamış durumda. Burada teknik olarak gözaltı değil, ifadelerine başvurmak için savcılığa götürülme olduğunu varsaydığım bir durum var. Neyse ne, oralardan başlayıp esas olarak imzacı akademisyenler üzerinde bir panik ve korku havası yaratılmak istendiği belli. Akademisyenler, altına imza koydukları metinde özetle, ‘Sokağa çıkma yasakları, sivillerin yaşadıkları bölgelerde kullanılan ağır silahlar ve bunların sonuçlarının imzacısı olduğumuz uluslararası sözleşmelere ve insan hakları hukukuna aykırı olduğunu ve devletin bu uygulamalardan derhal vazgeçmesini, insan hakları sorunlarının tespiti ile bunların giderilmesini, zararların tazmin edilmesini, müzakere koşullarının hazırlanmasını ve devletin vatandaşına uyguladığı şiddete ortak olunmak istemediğini’ söylüyorlar. Sultanahmet’teki terör saldırısının hemen arkasından Cumhurbaşkanı’nın TV kanallarında linç ettiği ve hainlikle ve müsvedde olmakla itham ettiği akademisyenler bunu söylemişler. Bu insanların tümü de bu ülkenin vatandaşları ve bu ülkenin üniversitelerinde bizim çocuklarımızı yetiştiriyorlar, onlara hayatı öğretiyorlar, bilim yapıyorlar. Tersinden bakarak, devletin şiddetine evet sivil alanlarda hak ihlallerine evet ağır silahlar kullanılarak kadın çocuk demeden çatışmanın orta yerinde bırakılan katliamlara evet müzakere masasına oturmayın, varın savaşın ve siviller ölmeye devam etsin ve uluslararası sözleşmelerdeki yükümlülüklerinize uymayın mı deselerdi? O zaman Türkiye Devleti’nin onurunu korumuş mu olacaklardı hep birlikte? TCK 301 şöyle diyor; (1)Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Türkiye Büyük Millet Meclisini, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ve Devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Devletin askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi 1. fıkra hükmüne göre cezalandırılır. (3) Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç oluşturmaz. (4)Bu suçtan dolayı soruşturma yapılması, Adalet Bakanının iznine bağlıdır. Terörle Mücadele Yasasının 7/2 Maddesinde ise, ‘(Değişik ikinci fıkra: 11/4/2013-6459/8 md.) Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.’ deniyor yine özetle. Devlete sivil alanlarda ağır silahlar kullanma hususunda uyarıda bulunan bir metinden terör örgütü propagandası yapmak suçu çıkar mı, ya da bu bildiri metninde bir terör örgütünün cebir, şiddet ve tehdit içeren yöntemleri meşru gösterilmiş midir? Devlet bildirinin içeriğinde yasal olgusal doğruları iftira olarak nitelendirmedi, hayır sivil alanlarda ağır silahlar kullanmıyoruz, sokağa çıkma yasakları iddiası iftiradır, silahlarımız çocukları öldürmüyor demedi, aslında belki de bu akademisyenler hakkında ‘iftiradan’ dava açmaya kalksalar uluslararası alanda itibarları artardı. Bu imzacılara Türkiye Devleti’nin onurunu korudukları için tüm insanlık ailesinin önünde teşekkür borçlusu durumuna düşmeyelim bir gün? 16 MÜZİK BasHaber Agit Işık Ajitasyon ve slogandan uzak melodilerin sesi B Zerya Nergiz atman’ın ücra bir mahallesinde arkadaşları ile kaldıkları bekar evinde kültür ve sanatla ilgili bir bilinçlendirme programı yaparak Kürd müziği ve dengbêjleriyle tanışan Agit Işık, girdiği Yüzüncü Yıl Üniversitesi Resim Öğretmenliği Bölümü’nde gitar çalmaya başlayarak anonim şarkıları yeniden yorumlamaya başlar. Daha çok yorumuyla ön plana çıkan genç müzisyen Işık, çıkardığı Lorina Sibê isimli ilk albümünde de daha çok özgün yorumunu ön plana çıkarıyor. Batman’da müzikle birlikte aynı zamanda resim öğretmenliği yapan Işık’ın albüm tasarımı da kendisine ait. Batman’da müzikle ilgilenmeye başlayan ve zamanla düğünlere ve bazı organizasyonlara katılan Işık, bu süre içinde tanınmaya ve aranan bir isim olmaya başlar. Yaptığı çalışmalarla dikkatleri üzerine çeken Işık, albüm yapması konusunda büyük bir talep ile karşı karşıya kalarak ilk albümü olan Lorina Sibê’yi çıkarır. Gitarla başladığı müzikte, iyi bir yorumcu olmanın çabası içine giren Işık, kendi deyimiyle yoruma odaklanarak iyi bir yorumcu olmak için yola koyulur. Anonim şarkıları yeniden yorumlayarak müziğe başlayan sanatçının ilk profesyonel adımı da bu albümü olur. ‘Yorumcu kimliğime güveniyorum’ Sesi ve sıra dışı yorumuyla Kürd müziğine yeni bir soluk olmak için yola çıkan müzisyen Agit Işık, slogan ve ajitatasyon tarzından kaçınıyor. İlk albümünde yoğun ilgi gören Işık, önümüzdeki zamanlarda en çok dinlenen sanatçılar arasına gireceğine inanıyor. etmeden insanlara ulaşabilmek istiyorum. Bu acı da olabilir başka bir duygu da olabilir” diyor. Kendi deyimiyle ajite eden müziğin daha çok günü kurtaran bir tarz olduğunu kayKasım ayında çıkardığı ilk eksiklikleri olduğunu kaydeden deden Işık, şöyle devam ediyor: albümündeki özellikle Lorina sanatçı, ikinci albümünde bes“Mesela toplumsal kötü olaylar Sibê, Kew Helûn ve birkaç diğer telere daha çok ağırlık vereceği- yaşanıyor. Ölümler yaşanıyor. şarkısını “vefa” olarak tanımni ifade etti. Bunu anlatmak kaçınılmaz layan Işık, albümde en çok oluyor bazen. Sonuçta içindesin repertuarının içine sindiğini be- ‘Müziğimin Kürdi olmasına ve kaçınılmaz bir şekilde etkilelirtiyor. Albümünde 10 şarkı bu- özen gösteriyorum’ niyorsun. Ama bunun anlatımı lunan Işık’ın iki şarkısının sözleKendi tarzının ‘Kürdi’ bir tarz muhakkak sanatsal olmalı. Sari de kendisine ait. Elinde birçok olduğunu ifade eden Işık, şöyle natsal bir içerik kazanmazsa bu beste olduğunu ve bunlara yer devam etti: “Ne olursa olsun üretim basitleşir günü birlik ve vermediğini kaydeden Işık, Kürdi havayı yansıtmak istiyohem de bir saygısızlık olur. Acıyı müzik hayatına attığı ilk adımda rum. Belli bir tarza odaklankullanmayı istemek çok kötü ise bunun nedenini ise şöyle madım. Rock ve hatta Country bir duygudur. Maalesef bazı ifade ediyor: “Hem bestelerime şarkılarda yaptım ama hep sanatçılar bunu yapıyor. Aslında güvensizlik hali vardı. Hem Kürdi bir havası, bir tadı olsun o duyguyu çok hissettiklerini de ilk albüme oturmadığını istedim. Çünkü ben oradan bes- düşünmüyorum. Ölümler, acılar düşündüğüm için ikinci albüme leniyorum. Müziğimi kategorize bir popstar edasıyla söyleniyor. sakladım. Yine hem söylediğim etmek istemiyorum ama Kürdi Ya da hissettiği acıyı gerçekten derlemelere hem de yorumolmasına özen gösteriyorum. müziğine yansıtamıyor. Maaleladığım Erivan Radyosu’ndan Bu havanın serpiştirildiği sözler sef insanlar bunlara prim veriyor bildiğimiz şarkıları bir vefa beni mutlu ediyor. İstediğim ve bağırınca özellikle ses tonun borcu gibi önce onlarla ilgili bir şeyin gerçekleştiğini hissediyo- yükselince daha samimi bulunudöküm çıkarmak istedim. Bazı rum.” yor. İyi niyetlerini sorgulamışarkılarda geleneksel bir hava yoruz. İçlerinde samimi olanlar var iken bazılarında modern bir ‘Ajitatif ve sloganvari tarzdan da vardır. Ama icra ederken alt yapı kurulu. Yani hem vefa uzağım sanatsal ölçüler olmalı. Yoksa borcu hem de döküm olsun Kürd müziğinin içine düştüğü acıyı birebir yaşayan kişiye ve istedim. Benim de aşağı yukarı temel handikapın “ajitatif” ve oradaki duyarlılığa hakarettir. müzikle ilgilendiğim 10 yıllık “sloganvari” tarzlar olduğunu Politik içerikli şarkıların daha sürecimi anlatan. Etkilendiğim kaydeden Işık, bu tarzdan uzak hızlı algılanabilir bir yapısı var. şarkıları albümümde görmek durmaya çalıştığını belirterek, Bu tavrımdan dolayı çok eleştiriistedim. Ve yorumladığım şar“sloganvari ve ajite eden sözliyorum ve bundan muzdaripim. kılara albümümde yer verdim. lerden uzak duruyorum. Genel Ama ajite etmekten çok uzağım. Bu anlamda yorumcu kimliğime olarak müziğe söz merkezli yak- Benim aleyhime de olsa o duydaha çok güveniyorum” diyor. laşmak istemiyorum. Ama eğer guya girmeyeceğim. Müziğimi İlk albümü olmasından dolayı sözlü müzik yapıyorsam bu do- popüler olsun ve benim lehime bazı aksaklıklar yaşadığını ve ğal bir içerikte olmalı. Yani ajite olsun diye yapmıyorum.” 18SÖYLEŞİ Ocak - 24 Ocak16 2016 ‘Kendimi ambalajlamak istemiyorum’ Şimdiden hazırlıklarına başladığı ikinci albümünün daha çok kendisine ait şarkılardan oluşacağına ifade eden Işık, bu albümde Kürdçe’nin yanı sıra Ermenice’ye ve aynı zamanda Kürdçe’nin Soranice ve Zazaca lehçelerine de yer vermek istediğini kaydetti. Önümüzdeki yıl ikinci albümünü çıkarmayı hedeflediğini belirten Işık, müziğiyle mesaj verme kaygısı olmadığına işaret ederek, “böyle bir iddia ile yola çıkmıyorum. Sadece içimdeki sesleri ortaya çıkarmak istiyorum. Beni ifade eden sesler bunlar. Sesimin yankısını bulacağı işler yapmak ve sesimin görüntüsünü, yani içimdeki sesleri görmek istiyorum. Bu aynı zamanda içsel de bir yolculuk benim için. İddiasız ne hissediyorsam, melodi olarak da, sözel olarak da yankısını müzikal bir şekilde görmek istiyorum. Kaygılar devreye girince bu müziğine de yansıyor. Doğal bir süreç ile ulaşmak istiyorum. Böyle olursa benim de milyonlara seslenmek hoşuma gider. Ama kendimi ambalajlama derdinde değilim. Hep şöyle tanımlamışımdır. Dengeyi kurmak istiyorum. Ambalajlamadan ve sadece kendim olabileceğim bir şekilde. Bana ait olanı insanlara ulaştırmak gibi bir isteğim var. Ama bu bir kaygı değil. Böyle bir kaygı ile hareket edip ürün istemek değil ve bu iyi bir şeyde değil. Çalışmanıza direk olarak yansır. Ama emeğimle kendimi ulaştırdığım ve benimle duygudaşlık kuran insanlarla karşılaşmak isteğidir. Kendinle aynı dünyada olan insanları bulma duygusudur” diye konuşuyor. Temel isteğim kalıcılık Müziğin çok zor bir alan olduğunu ve özellikle Kürdistan’da müzik yapmanın daha da zor olduğunun altını çizen Işık, bu nedenle Kürd müziğinde daha çok sorunlar yaşanmasının ve ana cevap olmaya çalışmasının mevcut şartların belirleyici olduğunu kaydediyor: “Beni yıllar sonra bir şarkımın olaydan ve hikayeden bağımsız dinlenmesi çok mutlu eder” diyen Işık, şöyle devam ediyor: “Büyük bir iddia olabilir ama tüm zamanlara hitap etmesini isterim. Benim en büyük isteğim bu. Anlık bir şarkı değil her zaman dinlenebilecek şarkılar yapmak istiyorum. Duyarlılıkla yazılmış iyi şarkıların ise yolunu bulup tüm zamanlara hitap edeceğine inanıyorum.”
Benzer belgeler
04.04.2016
Sykes - Picot’un, Kürdler için değil Araplar için önemli olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Martin van Bruinessen, Sykes Picot’un Kürdlerin sadece Rojava ve Güney kesimlerini ayırdığını ama Arap bölge...
Detaylı13.03.2016
uygulanacak diye bir kural yok. KBY de “biz referanduma gideceğiz, evet çıkarsa bu, bağımsızlık için kullanılacak” diyor. Halkın istekleri doğrultusunda bir adım atılacak. Bunun hemen bir Kürdistan...
Detaylı