KBY temiz siyaset sınavında Dr. Nick Brauns:
Transkript
1 Çocuklar için barış SÖYLEŞİ Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL Sayı:92 29 Şubat - 06 Mart 2016 S:16 bas-haber.com KBY temiz siyaset sınavında Dr. Nick Brauns: Kürdler hiçbir devlete güvenmiyor S:08 - 09 Yeni Anayasa tartışmaları: Erken seçim yok iki referandum belki S:04 Failler bulunursa Diyarbakır, cezaeviyle yüzleşecek IŞİD savaşı ve Bağdat’ın bütçeyi kesmesi nedeni ile KBY’de başlayan ekonomik ve siyasi istikrarsızlık ciddi boyutlara ulaşırken, Barzani’nin açıkladığı ekonomik-sosyal reform ve yeniden yapılandırma paketlerinin ekonomik krizin çözümüne ciddi katkıda bulunması umuluyor. PDK’nin üst düzey yetkilileri Barzani’ye tam destek sözü verirken, parti yöneticilerinin mal varlıklarını açıklamaları ve haksız kazanç edinen veya yolsuzluklara bulaşanların mal varlıklarına el konulması ve cezalandırılması bekleniyor. Hükümet ve devlette de küçülme planlanıyor. S:02 Kürdler İran seçimlerini boykot ettiS:06 BİLAL SAMBUR Hasankeyfliler şehirlerini terk etmeyecek S:07 Yeni müesses nizam Kürdistan’ı inşa etmek s03 MESUT YEĞEN S:05 Bu yıl bahar gelmesin s04 ÖZTEKİN ÇAÇAN Suriye’de ateşkes mümkün mü? S:03 Terörize olmak, terörize etmek s12 FERHAT KENTEL s09 02 MANŞET BasHaber 2 29 SÖYLEŞİ Şubat - 06 Mart 2016 KBY temiz siyaset sınavında I Sîwar Bedirxan rak’tan barışçıl yöntemlerle ayrılmayı amaçlayan bağımsızlık takvimini gündemine alırken, Temmuz 2014’te IŞİD’in saldırılarına maruz kalan Kürdistan Bölge Yönetimi (KBY) savaş, mülteci akının yarattığı maddi sıkıntılar, Bağdat hükümetinin büdçe kesintisi ve petrol fiyatlarındaki düşüş nedeni ile başlayan ekonomik kriz ile mücadele ediyor. Memur maaşlarının ödenememesi nedeni ile ciddi bir tepkiye neden olan hükümetin uygulamak istediği tedbirlerden sonuç alınamaması üzerine devreye giren KBY Başkanı Mesud Barzani, öncelikle KDP’yi hedefleyen bir yeniden yapılanma paketi devreye soktu. Peşmerge IŞİD’i Kürdistan’dan çıkarırken, savaşın yarattığı ağır maliyet, savaştan kaçan 2 milyona yakın mültecinin KBY’ye sığınması ve Bağdat Hükümeti’nin Erbil bütçesini kesmesi Kürdistan’da büyük ekonomik krize neden oldu. Ekonomik krizi Goran Hareketi’nin çıkardığı siyasi kriz izlerken yaşanan kaosa müdahale eden KBY Başkanı Mesud Barzani, “Adaletin güçlendirilmesi, şeffaflık ve Kürdistan’da reformları gerçekleştirmek için KDP’nin örnek olması lazım, bu amaçla öncelikle kendi evinin içinden reformlara başlaması gerekir” diyerek öncelikle yöneticisi olduğu KDP için reform paketini açıkladı. KBY Başkanı Barzani’in referandum paketini açıklamasından sonra, gözler KDP ve KBY Hükümeti’ne çevrildi. Bölgedeki kaynaklar reform paketi ile beraber ekonomiden bürokrasiye kadar her alanda değişim hazırlığının yaşandığını açıklıyor. Hükümet Sözcüsü Sefin Dizayi, “Bakanlar Kurulu’na bağlı müdürlükler ile bazı kurumların sayısının azaltılmasına karar verildi. Bunlar uygulamaya geçecek. Bakanlık sayısının düşürülmesi ise yasal düzenleme gerektiriyor” diyor. Alınan bilgilere göre, ekonomik reform paketinin başında yer alan, “hükümetin mali yapısının gözden geçirilmesi ve hükümete bağlı tüm kurumlarla maliye bakanlığı muhasebesinin uygun bir zemin üzerinde düzenlenmesi, hükümetin tüm kadrolarının gözden geçirilmesi, kadro düzenlemesi için hizmet komisyonunun kurulması, Peşmerge güçleri kadrolarının gözden geçirilmesi, Peşmerge kurum, birim ve kadroları ile askeri yapısının düzenlenmesi yanı sıra, turizm ve tarım alanlarının gözden geçirilmesi, düzenlenmesi ve kamu mallarına yönelik ihlallerin bitirilmesi, yasadışı kazanç elde eden şirket ve şahıslar hakkında işlem yapılması ve adil bir mekanizmayla elde ettikleri kazançların hazineye aktarılması” maddelerin kısa bir süre içinde hayata geçirileceği ifade ediliyor. BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan KBY’li siyasetçiler reform ve yeniden yapılandırma paketinin tek gündem olduğunu ve reformların kısa bir sürede hayata geçirileceğini belirtiyor. Elî Ewnî: Yolsuzluk yapanlar partiden uzaklaştırılıp cezalandırılacak Kürdistan Mesud Barzani’nin yeniden yapılanma ve yolsuzlukla mücadele kapsamında PDK kadrolarına “ Mal varlığınızı açıklayın” açıklamasına ilk destek PDK Yönetim Kurulu Üyesi Elî Ewnî’den geldi. Ewnî, “Sayın Barzani, yeniden yapılanmayı benimle başlatın” diyerek, mal varlığını açıklayacağını belirtiyor. KBY’deki ekonomik krize, PDK ve hükümetin gündemindeki ekonomik reform paketine dikkat çeken Elî Ewnî BasHaber’e değerlendirmelerde bulundu. PDK’nin rolüne dikkat çeken Ewnî, PDK’nin bağımsız Kürdistan için mücadele verdiğini ve PDK’nin Kürdistan’ın yaşadığı krizi sonlandırabilecek güçte olduğunu belirttiyor. KBY Başkanı ve PDK Genel Sekreteri Mesud Barzani’nin bağımsızlık yolunda yalnız bırakılmaması gerektiğini söyleyen Ewnî, Barzani’nin bağımsızlığı hedeflediğini ve açıkladığı reform paketinin bağımsızlığa yaklaştıracağını savunuyor. PDK kadrolarının toplandıklarını ve kısa zamanda mal varlıklarını açıklayacaklarını vurgulayan Ewnî, “Malımız, canımız ile Barzani’in kararlarına bağlı olduğumuzu belirtiyoruz. Kendi aramızda yaptığımız son toplantıda tüm arkadaşlarımız mal varlıklarını açıklama kararı aldılar. Ben mal varlığımı açıkladım ve benim üzerimde herhangi bir şüphe yok, arkadaşlarım da mal beyanında bulunacaklar” değerlendirmelerinde bulunuyor. PDK ve hükümetin içerisinde yolsuzluk yapanların PDK’den ve hükümetten uzaklaşacağını söyleyen Ewnî, Barzani’nin reform sürecini yakında izlediğini, haksız kazanç elde edenlerin mahkemelerde cezalandırılacağını vurguluyor. Gazeteci Salam Abdullah: Reformlar sadece KDP’ye yönelik değil KDP’nin yayın organı Xebat Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Salam Abdullah da reform paketinin KBY Başkanı Mesud Barzani’nin görevlendirdiği bir heyet ile kısa bir süre içinde çalışmalarına başlayacağını söylüyor. Reform ve yeniden yapılandırma paketinin zorunlu bir ihtiyaç olduğunu kaydeden Abdullah, PDK’nin üst düzey yöneticilerinin yanı sıra tüm üyelerinin mal varlıklarının beyanının reform ve yeniden yapılandırma heyetine teslim edileceğini ifade ediyor. Barzani’nin açıkladığı reform paketinin sadece PDK’ye yapılan bir çağrı olmadığını da sözlerine ekleyen Abdullah, hükümetin de bakan sayılarını ve bakanlara bağlı müdürlükleri azaltmaya hazırlandığını ifade ediyor. Reform paketinin zamanlaması ile ilgili olarak da sürecin uzun soluklu olacağını ifade etti: “Belirlenmiş bir tarih yok ancak kısa bir süre içinde kimi yeni gelişmeleri herkes bekliyor. Özellikle hükümetin işleyişine ve bakanlık sayılarında yeni düzenlemeler yapılacak.” Abdullah, ekonomik krizin ve yolsuzluğun sürdürülebilir bir durum olmadığını ve bunun KBY’yi sıkıntıya sokacağını vurguluyor. Mahmud Osman: Hükümet değişmeli Revizyon ve reform çabalarına dikkat çeken siyasetçi Mahmud Osman da, hükümetin ekonomik stratejik ve planlamaya sahip olmadığı için krizin yaşandığına ve krizin temel nedeninin hükümet olduğunu söylüyor. Hükümet içindeki bir sürü ismin yolsuzluk dosyalarının üstünü örttüğünü ve yolsuzluk yaptıklarını belirtiyor. Hükümetin memur maaşlarını yarı yarıya indirmesine anlam veremediğini belirten Osman, Barzani’nin açıkladığı reform paketinin bile istismar edildiğini savunuyor. Osman resmi rakamlara göre kayıtlı 400 bin resmi memurdan sadece 200 bininin çalıştığını ve revizyonun kısa sürede yapılması gerektiğini söylüyor. Mevcut hükümeti de eleştiren Osman, “Hükümet miadını doldurmuş ve krizi yönetemiyor. Bu hükümetin yeni bir şey yapacağını beklemek doğru değil. Hükümetin değişmesi belki daha iyi olacak” diyor. Arzu Yılmaz: KBY gözden çıkarılmayacak Akademisyen Dr. Arzu Yımaz da KBY’deki krizin süregelen ve uluslararası güçlerin dahil olduğu bir krizin parçasını olduğunu söyleyerek, krizin derinleşmesinin en önemli nedenlerinden birinin Irak merkezi hükümeti olmasına rağmen ABD’nin ‘Irak’ın toprak bütünlüğünü sağlama’ gerekçesiy- le KBY’yi İbadi ile anlaşmaya zorlaması olduğunu vurguluyor. Yılmaz, Kürdistan’daki ekonomik krizin bölgesel sorunların çözümüne bağlı olduğunu belirterek, “KBY’de ne askeri ne de siyasi bir kurumsallaşma sağlanamadı. Bunun yerine klientalist ilşkiler yürütüldü. Krizi önlemekte geç kalındı. Kürdistan için bir bahar dönemi bir bakıma heba edildi. Kürdistan’ı en radikal bir şekilde bu sorunlardan kurtaracak olan bağımsızlıktır” diyen Arzu Yılmaz Mesud Barzani’nin Türkiye ve Suudi Arabistan ziyaretlerini hatırlatarak, bu aktörlerin herhangi bir desteği, koz olarak kullanacaklarını ifade etti. Yılmaz, bölgesel anlamda KBY’ne ekonomik olarak destek olması ihtimali olan iki aktörün Türkiye ve Suudi Arabistan olarak göründüğünü söyleyerek, “Fakat bu iki aktörün de hem ekonomik hem de siyasi nedenlerden dolayı böyle bir destekte bulunacakları şüpheli” şeklinde konuşuyor. Yılmaz, KBY’ye askeri yardım konusunda son derece gayretkeş görünen ABD ve AB’nin, doğrudan yardım konusunda Bağdat ile anlaşmaya zorlayan siyasi bir tercihin öne çıktığını söylüyor. Batı’nın, KBY’ye yardım konusunda son noktada acil yardım ihtimalinin olduğunu söyleyerek, “ABD ve Obama Yönetimi KBY’yi gözden çıkarılamayacak bir kazanım olduğunu dile getiriyor ve son noktada krizin önüne geçebilmek için acil yardım beklenebilir” diyor. Ancak öncelikle krizi Bağdat üzerinden çözme tercihlerini direteceklerini vurgulayan Yılmaz, “Bu krizin patlak vermesinde bölgesel dinamiklerin yanında, iç dinamikler de etkili oldu” ifadelerini kullanıyor. ROJAVA BasHaber 29 Şubat - 06 Mart 2016 3 SÖYLEŞİ Suriye’de ateşkes mümkün mü? Mehmet Salih Batırhan S uriye’de şimdi ateşkes kapsamına dahil edilecek taraflar konuşuluyor. Riyad Konferansı sonrası kurulan Yüksek Müzakere Konseyi ABD ile Rusya arasında kararlaştırılan anlaşmaya bağlı olarak ‘iki haftalık geçici ateşkesi’ kabul ettiklerini ifade etti. YMK Genel Koordinatörü Riyad Hicab “İki haftalık bir ateşkes, karşı tarafın anlaşmaya bağlılığını test etmek için bir fırsat olabilir ”ifadelerini kullandı. IŞİD ve El Kaide’ye bağlı El Nusra’nın anlaşma kapsamı dışında tutulması kararlaştırılırken Türkiye YPG’nin de ateşkesin kapsamı dışında kalması gerektiğini belirtti. Başbakan Ahmet Davutoğlu da Suriye’de 27 Şubat’ta yürürlüğe girmesi planlanan ateşkes için, Türkiye’nin güvenliği söz konusu olduğunda “bağlayıcı olmayacağını” söyledi. Davutoğlu, YPG’ye saldırıların süreceği sinyalini verirken, YPG Sözcüsü Redur Halil, ateşkese meşru müdafaa çerçevesinde saldırılara karşılık verme hakkını saklı tutarak tamamen uyacaklarını söyledi. Kerry: Suriye bölünebilir. Lavrov: B Planı yok ve olmayacak Geçtiğimiz hafta ABD Senatosu Dışişleri Komitesi’nde konuşan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Eğer daha fazla beklersek Suriye’yi tek bir ülke olarak tutmak için gecikebilir” diyerek Suriye’deki bölünmeye dikkat çekmişti. Suriye’nin bölünmesi ihtimalini dile getiren Kerry, Senatörlerden gelen ve bölünmenin nasıl olabileceğine dair sorulara ise net bir yanıt vermedi. Suriye’nin bölünmesinden yana olmadıklarını ifade eden Kerry, “Adım atmazsak işler daha kötüye gidebilir. Rusya da şu anda bu ihtimali değerlendiriyordur” ifadelerini kullanmıştı. Kerry’nin “Suriye için B planı” göndermesine atıfta bulunan Lavrov, “Bir B planı yok ve de olmayacak” dedi. Kerry, B Planı’nın ne olduğunu tanımlamaktan kaçınmıştı. Suriye rejimi, Kerry’nin açıkladığı Suriye’ye ilişkin bir B Planı’ndan haberdar olmadığını belirtti. Esad’ın danışmanı Buseyna Şaban böyle bir planın Suriye halkına hizmet etmeyeceğini açıkladı. Suriye’nin bölünmesi halinde Lazkiye ve çevresini oluşturan Nusayriler, Rojava’da Kürtler ve ülkenin kalan kısmında ise Sünni Araplar statüye kavuşacak. Salih Müslim: Azez hedefimiz değil Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Azaz’a yönelik operasyonları yankıları da devam ediyor. PYD Eş başkanı Salih Müslim, Türkiye’nin muhaliflerin elinde kalması konusunda ısrarlı olduğu Azez’in şimdilik kendi- 03 Kürdistan’ı stratejik beyinle inşa etmek BİLAL SAMBUR leri için bir hedef olmadığını söyledi. Türkiye’yi “Kürdfobik” olmakla eleştiren Müslim, Ankara’nın haklarını alan her Kürdü bir tehlike olarak gördüğünü belirtti. Açıklamasının devamında da Türkiye’nin Suriye’de bir “güvenli bölge” oluşturma çabasını Suriye’nin iç meselelerine açık bir müdahale olarak değerlendiren Müslim, Arap, Kürd ve Türkmenler dahil olmak üzere Suriye toplumunun tüm bileşenlerinin bu girişimi reddettiğini kaydetti. Müslim, “Türkiye, birçok tarafı Suriye savaşına çekmeye çalışıyor. Ancak ben bu konuda başarılı olamayacaklarını düşünüyorum. Suudi Arabistan, Türkiye ile bir savaşa girmeyecek kadar akıllı” değerlendirmelerinde bulundu. Mistefa: Efrin’i çatışmalar bekliyor Türkiye’nin Efrin ve bölgesine saldırıları da devam ediyor. 12 Şubat’an bu yana SDG’nin Efrin bölgesindeki askeri mevzilerini bombalayan Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlı topçu birliklerin saldırılarının devam ettiği öğrenildi. Efrin Kantonu Yasama Meclisi Hêvî Mistefa, Türkiye’nin Efrin’e saldırılarının devam ettiğini, saldırılarda 8 sivilin de yaşamını yitirdiğini ve 10’dan fazla sivilin de yaralandığını söyledi. Türkiye’nin İdlib bölgesindeki selefi grupları Azez ve Şehba bölgesine taşıdığını ve onlara çok sayıda silah verdiğini iddia eden Hêvî Mistefa, Efrin ve çevresini büyük çatışmaların beklediğine inanıyor. Mistefa, “Türkiye topçu saldırıları ile IŞİD’e ve El Nusra’ya verdiği destek ile Rojava ile zaten savaşıyor. Şimdi de İdlib’deki gruplar Efrin’e taşınıyor. Büyük çatışmalar başlayacak gibi bir durum var” dedi. Efrin’deki sivil halkın ilaç ve gıda sıkıntısı yaşadığını belirten Mistefa, uluslararası yardım kuruluşlarına çağrıda bulunduklarını ve yaşanan durumun daha fazla sürdürülebilir olmadığını söyledi. Kurdo, Efrin’de insanlık dramı var Rojava ve Suriye’de kararlaştırılan ateşkese dair BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan Kobanê Kantonu Dışişleri Bakanı İbrahim Kurdo, savaşın en üst bir seviyeye ulaştığını söyleye- Ocak 2016 yılı itibari ile gerçekleştirilmesi planlanan Suriye’deki “geçiş süreci” bir türlü gerçekleşmiyor. Şubat ayının sonuna ertelenen Cenevre görüşmelerinin yeniden erteleneceği iddia ediliyor. Görüşmeler öncesi Kerry ve Lavrov tarafların da mutabık kalacakları bir ateşkes planı açıkladı. Ateşkes kararlarını tanımayacağı sinyalini veren Türkiye’nin YPG’ye yönelik saldırılarını sürdüreceği mesajı verirken YPG ise, ateşkes kararlarına uyacaklarını ancak kendilerine karşı yapılan saldırılara da cevap vereceklerini söylüyor. rek, Suriye krzinin devam edeceğini ve kısa vadede bir ateşkes ve çözümün mümkün olmadığını belirtti. Efrin’deki ablukaya ve TSK’nin saldırılarına da dikkat çeken Kurdo, “Efrin yıllardır selefi grupların ablukası altında kaldı. Türkiye sınıra duvarlar ördü. Şimdi de top atışları yapıyor. Uluslararası örgütlere, insani yardım kuruluşlarına çağrı yapıyoruz. Efrin’de bir insanlık dramı var. Büyük ölçüde gıda ve ilaç sıkıntısı var” ifadelerini kullandı. Ehmed Hisso: Savaş devam edecek Mennah, Meymuniye, El Malikiye kasabalarına yapılan top atışlarının sürdüğünü belirten Cey el Siwar (Devrimciler Ordusu) Basın Sözcüsü Ehmed Hisso, Türk askerlerinin sınırı geçerek kendilerine saldırdığını ve SDG’nin cevap vermesinin Türkiye’nin saldırılarını meşru hale getireceğini inanıyor. Rejim güçlerinin de Halep’in kuzeydoğusunda ilerlediğini söyleyen Hisso, El Nusra ve Ahrar el Şam’ın Azez’den çıkarılacağını ve Türkiye ile bu gruplar arasındaki koridorun kesileceğini savundu. Açıklamasının devamında da Hisso, rejim güçlerinin İdlib’e yaklaştığını kaydederek şunları söyledi: “Suudi Arabistan ve Türkiye, İslam Cephesi’ni destekliyor, rejim de onlar ile savaşıyor. Selefi gruplar Suriye’de kendilerinden başka kimseyi kabul etmiyorlar. Bu çatışma ve savaş devam edecek. Suriyeliler değil artık başka güçler savaşa ve barışa karar veriyorlar.” Kürdler, Ortadoğu’nun dördüncü büyük halkı konumundadırlar. Irak, İran, Suriye ve Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürdler, yirminci yüzyılı kendi kendilerini yönetme tecrübesine sahip olmadan geçirdiler. Kürdler, dünyadaki en büyük devletsiz halk olarak nitelendirilmektedir. 1991 Yılındaki Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’taki değişimle beraber Kürdlerin durumu da değişmeye başlamıştır. Çekiç Güç korumasında Irak’ta Kürdistan Bölgesi, de facto olarak devletleşmiştir. Anayasal olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Bağdat merkezi yönetimine bağlı olmasına rağmen, yirmi beş yıllık süreçte Kürdler, fiili devletleşme süreci diyebileceğimiz bir tecrübeyi yaşamışlardır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Kürdlerin şimdiye kadar yaşadığı en önemli yönetim tecrübesi pratiğini oluşturmaktadır. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani, bağımsızlık referandumu için hazırlıklar yapılması konusunda çağrıda bulunmuştur. Başkan Barzani’nin gündeminde bağımsızlık konusuyla beraber Kürdistan Bölgesel Yönetiminin reforme edilmesi de önemli bir konudur. Kürdistan Bölgesel Yönetiminin reformu için önemli tartışmaların yapıldığı günlerden geçiyoruz. Başkan Barzani, Kürdistan Bölgesel Hükümetiyle beraber KDP’nin birlikte reforme edilmesi gerektiğini şu şekilde ifade etmektedir: “Adaletin güçlendirilmesi, şeffaflık, Kürdistan’da reformları gerçekleştirmek için Kürdistan Demokrat Partisi’nin örnek olması lazım, bu amaçla öncelikle kendi evinin içinden reformlara başlaması gerekir.” Hükümetin yapısı, bürokratik kadrolar, Peşmerge sistemi, tarım ve turizm alanlarında yeniden bir yapılandırılmanın yapılacağı ilan edilmiş durumdadır. Yeni reform planına göre KDP içindeki yolsuzluklar soruşturulacak, yolsuzluk yapan yetkililerden hesap sorulacak, partiye ait ekonomik kaynakların ve yapıların kötüye kullanılması önlenecek, KDP’nin ekonomik ilişkileri yeniden düzenlenecektir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin mevcut şartlar altında en önemli sorunu güvenliktir. DAİŞ başta olmak üzere içte ve dışta birçok yapı, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne varoluşsal tehdit oluşturmaktadır. DAİŞ tehdidi, Kürdistan’ın güvenlik zaafiyetlerini ortaya çıkarmış, Peşmerge’nin ulusal güvenliği sağlayan ordu konsepti içinde yeniden yapılandırılması artık kaçınılmaz ve ertelenmez bir ihtiyaç olduğu gerçeği ortaya çıkmış bulunmaktadır. Kürdistan’da KDP ve KYB gibi siyasal partiler, Saddam rejiminden özgürleşme mücadelesini veren büyük kurumlardır. Ancak KDP ve KYB, Kürdistan Bölgesel Yönetimi kurulduktan sonra parti perspektifini aşıp ulusallaşma ve devletleşmenin gerektirdiği kurumlar olma konusunda yeterli gelişmeyi gösteremediler. Günümüz şartlarında gündemde olan konu KDP, KYB, Goran gibi ana aktörlerin şu konuda bir tercihte bulunmaları gerekmektedir. Kürdistan Bölgesinde sorun teknik anlamda bürokratik ve ekonomik açmazlardan oluşmamaktadır. Kürdistan bölgesindeki çok başlılık ve partizanlık, Kürdistan’ın varlığını, bağımsızlığını ve kazanımlarını tehdit etmektedir. Siyasal partiler, kendilerini toplumun ve Kürdistan’ın üstünde gören anlayışlarla hareket etmektedirler. Kürdistan’da olmayan şey, bütün Kürdistan’ı kapsayan, bölgeyi ve dünyayı birlikte okuyan, içte ve dışta nesne olan değil özne olmayı sağlayan stratejik bir beynin ve aklın yokluğudur. Kürdistan’ın partizan bir akılla reforme edilmesi mümkün değildir. Başkan Barzani’nin KDP ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti’ne yaptığı reform çağrısı fırsat bilinerek Kürdistan’da stratejik bir akıl ve beyin oluşturulmalıdır. Kürdistan’da reformu gerçekleştirecek, Kürdistan’ın varlığını ve güvenliğini sağlayacak ve bağımsızlığı mümkün kılacak olan stratejik akıldır. Stratejik aklın varlığı çözümdür, yokluğu ise sorundur. Kürdistan Bölgesi’ndeki bütün aktörlerin ve yapıların bu gerçekliği fark etmeleri ve bu gerçekliğin gereğini yapmalarına acil ihtiyaç vardır. 04 ANAYASA Yeni müesses nizam MESUT YEĞEN Geçen hafta yazacaktım, olmadı. Bu haftaya kaldı: Deniz Baykal’ın CNN Türk ekranında arzı endam etmesinden bahsediyorum. Mühim kelamlar edeceği, programın bir iki gün öncesinden anons edilmesinden belliydi. Nitekim etti de. 2007 Cumhuriyet mitinglerinin ateşli Ak Parti ve Erdoğan muhalifi Baykal Erdoğan’a, Erdoğan’ın Türkiye vizyonuna hatırı sayılı bir destek verdi. Şaşıranlar, hayretle karşılayanlar oldu elbette. Ama o kadar da değil. Peki neden? Nasıl oldu da, laikliğin şaşmaz bekçisi olarak bildiğimiz Baykal’ın Erdoğan’averdiği bu desteğe o kadar da şaşırılmadı? Hem de, Erdoğan memleketi, laiklerin o çok sevdiği deyimle, ‘Ortadoğu bataklığında’ tutmakta bu kadar ısrar ederken. Şaşırmayanlardan biri olarak Baykal’ın bu ‘sürpriz’ çıkışına niye o kadar şaşırılmadığına dair basit bir cevabım var: Baykal yalnız değil. Bir dönem nefret ettikleri Erdoğan’ı şimdi kendilerine yakın bulan laiklerin sayısı hiç az değil ve usul usul Erdoğan’a yaklaşıyorlar. Haddizatında, Erdoğan’a yaklaşanlar kervanına en son eklenenlerden Baykal. Ama küçümsememek de lazım, eklenmesiyle kervana görünürlük, şahsiyet kazandıran biri oldu Baykal, eklenmek isteyen başkalarına cesaret de vererek. Peki, aslında ne oluyor? On sene önce hayal dahi edilemeyecek bu yan yana gelmelerin sebebi ne? Yine basit bir cevabım var: Türkiye’de müesses nizamın kimyası yenileniyor, aslında yenilendi bile. Ne 28 Şubat’ın dindarları dışlayan müesses nizamı var artık, ne de laikleri, Ergenekon’u filan dışlamaya koyulan son birkaç senenin müesses nizamı. Dindarların ve laiklerin elitleri yeni bir müesses nizamda anlaşmış görünüyorlar. Ergenekon’un, Perinçek’in, Özkök’ün, baro başkanının, şunun bunun Erdoğan’a yakınlaşmaları hiç boşa değil. Memlekette yeni bir müesses nizam kuruluyor. Peki sebep? Yüz, belki iki yüz senenin bu ayrı telden çalanları, cenneti ötekinin kendisine itaat ettiği memleket zannedenler, ne oldu da şimdi felahı bir araya gelmekte buldular? Makro sebepleri konuşmak uzun iş: Ama uzun süren mücadelenin getirdiği yorgunluk ve bir diğerini tanımayı kaydetmeden geçmek olmaz. Hem yoruldukları hem de birbirlerini daha iyi tanıdıkları için şimdi birlikteler yeni müesses nizamın kurucuları. Ancak bu yeni bir araya gelişin ‘yakın’ sebepleri daha önemli. O yakın sebepler de malum: Kürd meselesinin Türkiye’de ve Suriye’de aldığı hal ve eskinin Batı müttefiki olma halinin sağladığı konforun ve güvenin Kürd meselesinin bu yeni halinde çalışmıyor oluşu. Haddizatında, tam da bu iki durum arasında, Kürd meselesinin aldığı yeni hal ile Batı müttefiki olmanın eskisi kadar konfor sağlamaması arasında olduğuna inanılan bağlantı yeni müesses nizamın kuruluş motifini oluşturuyor. Yeni müesses nizamın yakın sebebi tam da bu: Dindar ve laik elitlerimizin, memleketin bekasını tehdit edenlerin dindarlar ya da laikler değil, Kürdler ve onların arkasındaki Batı olduğunda uzlaşmış olmaları. Yeni müesses nizamımızın arkasında, Baykal’ın CNN Türk ekranlarında arzı endam etmesiyle iyice billurlaşan bu yeni dizilişin arkasında bu ortak kanaat var. Yeni müesses nizamımızın billurlaşmasının işaret ettiği enteresan bir vakaya değinerek bitireyim. Malum, dindarlar ve laiklerin Türkiye tahayyülleri arasındaki gerilimi Sultan Abdülhamit ve Enver ya da Mustafa Kemal Paşa figürleri üzerinden anlatmak hep çok sevildi. Tarafların bu iki figür arasına koydukları mesafe son zamanlarda zaten azalmıştı ama galiba artık şunu teslim etmenin zamanıdır: Sultan Abdülhamit ve Enver ya da Mustafa Kemal Paşa aynı devletin iki ayrı bağlamda sergilediği iki çehreydi. Şimdi enteresan olan bu iki ayrı çehrenin yüz sene önce olduğu gibi arka arkaya değil, aynı anda, birlikte, melezlenmiş bir biçimde sergileniyor oluşu. Çok hayırlı olmayacağını, çok uzun da sürmeyeceğini kestirmek zor değil; lakin, canı gönülden temenni edelim ki bu melezlenmenin sonuçları büyük yıkımlar olmasın. BasHaber 4 29 SÖYLEŞİ Şubat - 06 Mart 2016 Yeni Anayasa tartışmaları Erken seçim yok, iki referandum belki Y Rumet Serhat eni bir anayasa yapılması ihtiyacına yönelik tartışmalar yeniden güncelleniyor. Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun dağılmasıyla bir kez daha sonuçsuz kalan Yeni Anayasa çalışmaları TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın dört siyasi partiye gönderdiği davet mektubu ile yeni bir aşama kaydederken, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Erken seçim ihtimali yok ama Yeni Anayasa ve Başkanlık için iki ayrı referandum yapılabilir” açıklamasında bulundu. Konuya ilişkin BasHaber’e değerlendirmelerde bulunan anayasa profesörleri, çoğulcu bir demokrasi ile Kürd meselesinin çözümüne katkı sunacak ve yerel yönetimlerin güçlenmesiyle yazılacak bir anayasanın sorunların çözümüne katkı sağlayacağını savunuyor. Erdem: Yeni Anayasa uzlaşma temelli olmalıdır Partilerin henüz sahaya inmediğini bu nedenle Yeni Anayasa beklentilerine dair açık bir tarifin yapılmadığını belirten Prof. Fazıl Hüsnü Erdem, “İktidarın temel meselelere ilişkin yaklaşımları nedir bilemiyoruz. Sadece hükümet sistemine ilişkin bir tartışma yürütülüyor. Onun da içeriği belli değil. 2011’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunulan AK Parti’nin bir metni var. Ama o metin bugün itibariyle geçerli değil. Genel olarak bir Başkanlık sisteminden söz ediliyor.” CHP veya bir başka partinin anayasada olmayan bir hususa ilişkin komisyondan çekilmesinin kabul edilemez olduğunu söyleyen Erdem, referanduma gidilmesi için en az 330 milletvekiline ihtiyaç olduğunu hatırlatarak, bu boyutuyla meclis aritmetiği içerisinde bir metnin geçmesinin mümkün olmadığını söyledi. Anayasanın olabildiğince ortak yapılması gerektiğinin altını çizen Erdem, “ama bu ortaklaşma hiçbir zaman oy birliği temeline dayalı bir ortaklaşma olamaz. Eşyanın tabiatı gereği bu böyledir” dedi. Meşruiyet konusuna da değinen Erdem, sözlerini şöyle sürdürdü: “330 milletvekili bunu Nuray Mert referanduma getirirse hukuki ve demokratik meşruiyeti vardır. Ama eğer Türkiye’nin temel meselelerine çözüm üretmediyse ve mutabakatı gerektiren hususlara ilişkin gerçekten toplumun farklı kesimlerinin duyarlılıkları, hassasiyetleri dikkate alınmamışsa ve sadece bir partinin öncelikleri dikkate alınarak bir anayasa yapılıp topluma dayatılırsa bunun hukuki ve anayasal meşruiyeti olur, psikolojik meşruiyeti olur ama buna Türkiye’nin anayasası demek mümkün olmaz.” Mert: Mesele yeni bir toplum sözleşme kurmaktır Siyaset Bilimci ve Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Nuray Mert, “Türkiye’nin geleceği yeni ve demokratik bir anayasa yazılmasına bağlı ama mevcut koşullar altında bunun yapabilmesinin imkânı yok. Mesele, Meclis veya referandum aritmetiği değil, yeni bir ‘toplum sözleşmesini’ kurgulayabilmek. Dolayısıyla toplumsal-siyasal gerilim hatlarını hiç olmazsa esnetmeyecektir; bir uzlaşma zemini hedeflemeyen çabalar, ulaşılan sayı ne olursa olsun, Türkiye’yi yönetilebilir bir ülke olmaktan uzaklaştırır” dedi. Öte yandan AKP ile MHP uzlaşmasından doğacak yeni bir anayasa’nın mevcut durumu daha da çıkmaz hale getireceğini ifade eden Nuray Mert, “Böyle bir durum sadece ve sadece bu ülkeyi daha da yönetilemez hale getirir. Durum bu iken, iktidar maalesef yeni bir ‘demokratik toplum sözleşmesi’ hedefleyen bir çaba içinde değil” ifadelerini kullandı. “Çatışmalar sürerken yeni bir anayasa düşünülemez” Kürdistan’daki çatışmalı sürece de değinen Mert, bir yandan çatışmalı süreç devam ederken, aynı zamanda yeni bir sözleşmenin yapılamayacağını söyledi. Kürd meselesindeki güvenlikçi politikaları ve Kürd hareketini de eleştiren Mert, sözlerini şöyle sürdürdü: Önce müzakere masasına dönmek icap eder. Ancak belli ki, Kürd siyasal hareketi de, bu yönde bir çaba içinde değil, en kötüsü bu hareketin demokratik zeminde mücadele vermesi bek- Fazıl Hüsnü Erdem Sevtap Yokuş lenen siyasal parti HDP, demokratik meşruiyetini giderek yitirip, iktidarın kendisini sıkıştırmaya çalıştığı çıkmaz sokağa koşar adım gidiyor.” “Kürdlerin statü talepleri dikkate alınmalıdır” Kürdlerin kültürel hak ve özgürlükleri ve onun ötesinde siyasal statü taleplerini dikkate almayan bir anayasa çalışmasının yeni bir sözleşme ile olamayacağını ifade eden Nuray Mert, “Kürdlerin her türden taleplerini ‘genel demokratikleşme’ çerçevesine sıkıştırmak mümkün ve gerçekçi değil, ama aynı şekilde ‘demokratik anayasayı Kürdlerin talepleri, bu doğrultuda ‘ademi merkeziyetçilik’ ile sınırlamak da mümkün ve sağlıklı değil, genel demokratikleşme, hak ve özgürlükler çerçevesi çizmeyen ve bunu garanti altına almayan bir anayasa soruna çözüm olmaz. Kürdlerin gelecekleri, Türkiye’de yaşayan diğerlerinden ayırdığı noktada olabilir, böyle bir tercih zaten anayasa değişikliğinin ötesinde bir statü değişikliği gerektirir” şeklinde konuştu. Yokuş: Yeni Anayasa demokratik yollarla yapılmalıdır Kocaeli Üniversitesi Öğretim Görevlisi, Anayasa Hukuku Uzmanı Prof. Sevtap Yokuş da Yeni Anayasa tartışmalarına ilişkin BasHaber’in sorularını yanıtladı. Anayasanın demokratik yollarla yapılması gerektiğini belirten Yokuş, 2007 yılında AKP’nin talebi doğrultusunda, anayasa hukuku uzmanları tarafından hazırlanan bir taslağın bulunduğunu hatırlattı. Ancak bu taslağın daha sonraları AKP tarafından hiçbir şekilde dikkate alınmadığını söyleyen Yokuş, sözkonusu taslağın, 1982 Anayasası’na göre büyük oranda özgürlükçü liberal bir içerik kazandırdığını belirtti. “Çözüm Süreci’nden muaf bir Anayasa olmaz” Çözüm Süreci’nden muaf tutulacak bir Anayasa’nın başarısızlıkla sonuçlanacağını dile getiren Yokuş, “Mevcut Anayasa, çatışmaları hazırlayan ve derinleştiren bir zemin yarattı yıllarca. Bu zemin ortadan kalkmadıkça Anayasa, ‘yeni’ olma özelliğini kazanamayacaktır” dedi. Anadilde eğitim ve öğretim ile ulusal düzeyde temsili ve yerel özerklikleri güçlendiren düzenlemelerin önemine vurgu yapan Yokuş, AKP’nin güçlü bir adem-i merkeziyetçilik temelinde başkanlık rejimi önerisinin bulunmadığını söyleyerek, “Başkanlık rejiminin demokratik uygulaması için neredeyse ön koşullardan biri güçlü yerel özerkliklerdir” ifadelerini kullandı. YÜZLEŞME BasHaber 29 Şubat - 06 Mart 2016 5 SÖYLEŞİ 05 Failler bulunursa Diyarbakır, cezaeviyle yüzleşecek Y Reyhan Akgün üzleşme Komisyonu’na ilişkin gazetemize değerlendirmelerde bulunan Mesut Baştürk, Komisyon’un sadece isminin ‘Yüzleşme Komisyonu’ olduğunu ancak yüzleşecek kimsenin olmadığını söyledi. Baştürk “Bize işkence uygulayanların komisyona getirilmesi gerekiyor. İsteseler hepsini getirirler. Oradaki bütün görevli personel ve askerlerin bilgileri Milli Savunma Bakanlığı’nda var. 80-84 yılları arasında görev yapan kişileri getirin biz de gelelim, yüzleşelim” diye konuştu. Komisyon Başkanı Orhan Miroğlu’nun failleri de getireceğini söyleyen Baştürk, bu komisyonla yapılanların sadece bir kandırmaca, oyalama olduğunu aktararak şunları söyledi: “AKP istese hemen yapabilecek güçtedir, ancak yapmıyorlar. Benim de bunlara inancım kalmadı ve bunu onlara da söyledim. Daha önce bizim yattığımız koğuşlarda, koridorlarda her yerde Türk bayrakları çizilir, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi yazılar yazılırdı şimdi de JÖH ve PÖH benzeri şeyleri sokak duvarlarına yazıyorlar, aynı dönemi yaşıyorum sanki. Eğer o dönemde yapılanlarla yüzleşilseydi bunlar olmayacaktı” dedi. Yapılanların büyük hukuksuzluk olduğuna dikkat çeken Baştürk, eğer bir yüzleşme olacaksa Güney Afrika’da ki gibi bir yüzleşmenin olması gerektiğini vurguladı. Baştürk “Kim olursa olsun kaç yaşında olursa olsun yargılanması ve cezalandırılmasını istiyoruz. Devlet özür dilemeli ve mağdurların da mağduriyetleri gidermeli, yüzleşme ancak böyle olur.” “Devlet özür dilemeli” Mağdurlardan Bayram Bozyel ise Türkiye’de 12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi ile yüzleşme olmadan kalıcı bir barış ve kardeşliğin kurulamayacağını dile getirdi. Bu durumun herkes tarafından desteklenmesi gerektiğine dikkat çekti. Bozyel devletin 2009’dan beri gündeminde olan bu çalışmanın olumlu olduğunu belirterek, “Bizim talebimiz cezaeviyle yüzleşmek 12 Eylül ile yüzleşmek ve giderek devletin tekçi ve inkarcı siyasetiyle yüzleşmektir. Diyarbakır Cezaevi ile yüzleşmek, 12 Eylül ve devlet ile yüzleşmek için bir fırsat niteliğindedir. Bizim amacımız hakikatlerin ortaya çıkması, buranın müzeye Mesut Baştürk Meclis İnsan Hakları Komisyonu bünyesinde oluşturulan Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Komisyonu tanık ve mağdurları dinlemeye devam ediyor. 12 Eylül döneminde yaşanan işkence ve kötü muameleler TBMM’de kayıt altına alınıyor. Cezaevinin İlk tanık ve mağdurlarından olan ve komisyona bilgi veren Bayram Bozyel ve Mesut Baştürk, “devlet bu olayları aydınlatmak istiyorsa Diyarbakır Cezaevi ile mutlaka yüzleşmesi gerekir” diyor. dönüştürülmesi ve faillerin yargılanmasıdır. 12 Eylül yargılamalarının bütün etkileriyle ortadan kaldırılmasıdır. Öyle bir yüzleşme olmalı ki devlet olup bitenlerden özür dilemeli. Bozyel, son dönemde yaşanan olayların kaynaklandığı yerin biraz da Diyarbakır Cezaevi olduğunu savunarak şöyle dedi: “Bütün bu kötülük tohumlarının atıldığı yer Diyarbakır Cezaevi’dir. Belki Diyarbakır Cezaevi’ne bakılırsa doğru dürüst bir yüzleşme gerçekleşirse bugün ki girdaptan çıkmak daha da kolay olur.” Devlet gelişen süreçle birlikte kendisiyle yüzleşebileceğini dile getiren Bozyel bunu iyi niyetten değil, koşulların dayatmasından olduğunu söyledi. Bozyel, yüzleşme için o dönem ki subay ve gardiyanların çağrılacağını ve kendileriyle tekrar bir görüşme yapılacağını aktardı. “80’ler farklı bir şekilde uygulanmakta” 1980-82 yılları arasında Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde kaldığını söyleyen PAK Genel Başkan Yardımcısı Nuri Sınır ise “Diyarbakır Cezaevi Kürdlük beyninin yok etmeye, boşaltmaya, kişisizleştirme ve güvensizleştirmeye yönelik bir laboratuardı” dedi. Diyarbakır Cezaevi Komisyonu tarafından davet edildiğini belirten Sınır, “Gitmeyi düşünüyo- Bayram Bozyel Nuri Sinir rum ama Türkiye’deki siyasal iktidarlar Kürd meselesi konusunda sahtekarca davrandılar halen de davranmaya devam ediyorlar. 80’ler de Kürdlere uygulanan uygulamaların farklı versiyonu bugün uygulanmaktadır. Türk hükümetinin davranışlarının samimi olmadığını söylemeye çalışıyorum” diye konuştu. Geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması için yüzleşmenin yapıldığını ve bu tür uygulamaların önüne geçmek için de yeni yasaların çıkarılması gerektiğini vurgulayan Sınır, “Yüzleşme konusunda samimilerse öncelikle bu siyasetin değişmesi Kürdlere karşı yürütülen bitirme politikalarının son bulması ve çözüm politikalarının geliştirilmesi gerekiyor” dedi. “Hükümete teklifte bulunacağız” TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda kurulan Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi Komisyon Başkanı AKP Milletvekili Orhan Miroğlu, çalışmanın iki yıl süreceğini belirterek, “Siyasi bir ayırım yapmadan tüm mağdurlar davet edilecek ve dinlenecek. Kendimde aslında bir mağdur ve tanık sayılırım. Tanık dinleme alabildiğine net bir tablo ortaya çıkana dek sürecek. Bu çalışmanın bilimsel bir süzgeçten geçmesi için bu alanda çalışmış insanları Orhan Miroğlu bir araya getirerek bir bilim kurulu heyeti oluşturacağız. Yine o dönemde mahkemelerin çeşitli Kürd ve Kürd siyasi grupların yargılandığı davalarda istedikleri politikaları, o politikaların ulusal hukukla bağdaşan ve bağdaşmayan yanları tartışılarak bir hukuk raporu da çıkarmayı hedefliyoruz. Ayrıca bunun ülkedeki siyasi sonuçları, Kürd siyasetine etkileri de raporlaştırılacak” diye konuştu. Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi ile ilgili yapılan çalışmalarının neticesinin kamuoyuyla paylaşılacağını söyleyen Miroğlu, “Diyarbakır Cezaevi ile ilgili geniş bir külliyat oluşturmak istiyoruz. Bu külliyatı isteyen senaryo yazarlarına, film ve belgesel yapıcılarına sunmak, cezaevi eziyetini yaşamış insanların maddi ve manevi tazminatının sağlanması için hükümete teklifte bulunmak ve Diyarbakır Cezaevi’nin müze olması için kamuoyu ve hükümete sesleneceğiz” diye belirtti. Diyarbakır Cezaevi’nde işlenen cinayetler meydana gelen ölümler, protesto etmek amacıyla kendi canına kıyan insanların dosyalarını yine gündeme getireceklerini aktaran Miroğlu, öldürülen insanların yakınları da dinlenecek o ve o dönemin asker ve sivil bürokrasisinin dinlenmesi için de çaba ggöstereceklerini belirterek, “Adalet, ve Sağlık Bakanlığı ile Genel Kurmay Başkanlığı’na yazılar yazıldı. Sağlık Bakanlığı’na yazı yazmamızın nedeni o dönem askeri hastaneye kaldırılan açlık grevi, ölüm oruçları ve işkence gören insanların kayıtlarının tutulmasıydı, dolayısıyla bu kayıtlar önemli. Yine devletin ilgili istihbarat birimlerinden de talebimiz olacak ve cezaevi arşivlerine de sahip olmak istiyoruz. Sözünü ettiğimiz cinayetlere ilişkin raporlar ve o raporların doğruluğu yanlışlığına ilişkin çok kapsamlı bir çalışma yürüteceğiz” dedi. Komisyon sadece durum tespiti yapacak Mağdurları dinleme toplantısının gerçek manada bir yüzleşme toplantısı olduğunu belirten Miroğlu, hukukla belirlenmiş bir görev alanlarının olduğunu kaydetti. Yüzleşmenin yaşandığı bazı ülkelerde komisyonların maddi-manevi tazminat oluşturma, davaları yargıya taşıma yetkilerinin olduğunu vurgulayan Miroğlu, “Bizim komisyona böyle yetkiler verilmedi. Komisyonumuz bir durum tespiti yapacak kamuoyunu rahatlatmaya yönelik adımlar atacağız. Bu acıların tanındığını bu acılarla yüzleşmesi gerektiğine dair bir ortamın yaratılmasına vesile olacağız” diye belirtti. Diyarbakır Cezaevi’nin müze haline getirilmesi, maddi manevi tazminat mümkünse verilmesinin hükümet politikası olduğunu dile getiren Miroğlu, “ Güney Afrika’da olduğu gibi failleri ve mağdurları bir araya getirebileceğimiz buluşmalar da olabilir. Komisyon olarak bunu arzu ederiz ama bu Türkiye şartlarında ne kadar mümkündür bilemeyiz… burada bir helalleşmede olabilir bunu da düşünmek gerekir” dedi. 06 İRAN Anayasaya Türklük engeli HAKAN TAHMAZ TBMM son on yıl içinde üçüncü kez Yeni Anayasa yapmayı gündemine aldı. İlki 2007 yılında türban tartışmasıyla ölü doğdu. İkincisi 25. dönemde dört partili Anayasa Komisyonu sonucu belli bir çalışma yürüttü. Meclis çalışmasının 26. döneminde anayasa komisyonunun daha ismini ve çalışma düzenini belirlenme tartışmaları krize dönüştü. Değişik dönemlerde yirmiden fazla değişikliğe uğrayarak yamalı bohçaya dönüşen mevcut anayasanın 12 Eylül darbesinin ürünü olmasını ortadan kaldırmadı. Ama büyük oranda değişti. Artık, “sivil anayasa ve 12 Eylül askeri darbe anayasasından kurtulmak gerekiyor” söylemi, Yeni Anayasa ihtiyacını açıklamaya yetmiyor. Bu söylem gerçek ihtiyacı saklamaya yarayan ambalaj işlevi görmeye başladı. Yeni Anayasanın toplumsal dinamiğini ve zeminini daha fazla demokratikleşme ihtiyacı, Kürd uyanışını açığa çıkardığı ihtiyaç ve siyasal İslamın (AK Parti çevresinin başkanlık, yarı başkanlık sistemi tartışmasının çok ötesinde) istem ve yöneliminin dayattığı ihtiyaç oluşturuyor. Özgürlükçü yaklaşımla, Kürdlerin anayasal statü talebine cevaz veren, mevcut parlamenter sistemde değişikliğe gidilmesi doğrultusunda yeni bir anayasa hazırlamanın önünde bir dizi engel var. Bu engel ne yazık ki, Türk milliyetçilerinden ve Kemalist-Cumhuriyetçi statükocularla sınırlı değil. AK Parti kendisi ve ümmetçi-milliyetçi muhafazakârlar da en az onlar kadar engelleyici bir yaklaşım ve tutuma sahipler. AK Parti’nin demokratik olmayan, hukuksallıktan yoksun keyfiyete dayalı yönetim anlayışı ve tarzı ile otoriter yönelimi ve Kürd karşıtlığı boyutuna ulaşmış milliyetçi politikalarının yanı sıra bugünkü savaş ortamı Yeni Anayasa konusunda fazlasıyla caydırıcı bir işlev görüyor. En son Anayasa Komisyonu kurulmadan önce AK Parti, CHP ve MHP’nin anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen hükümleri Yeni Anayasa’nın hazırlanmasında kırmızıçizgileri olarak ilan etmeleri bu durumun işaretidir. AK Parti’nin, gittikçe otoriter bir yapıya dönüşmesi siyasal geçmişinde uyuyan hücreleri uyandırdığı gibi toplumun seküler kesimlerinde de büyük kaygılara, kopuşlara yol açtı. Bu ortamda mevcut anayasal parlamenter sistemin değişiminin tartışılması zor olacağa benziyor. Esasen anayasanın önündeki engel, izlenen Kürd politikasında gizli. Yarılmanın büyüğü buradan oluşacaktır. Kürd uyanışı rejim değişikliğini dayatıyor. Bu istek ertelenebilir ama geçmişte cumhuriyetin kuruluşunda olduğu gibi tümden bastırılamaz. Bu bölgesel, küresel gelişmelere dikkatlice bakıldığında çok daha rahat görülebilir. Mevcut parlamenter sistemden yapılacak değişikliğin toplumsal zeminin güçlü ve kalıcı olabilmesinin biricik yolu Kürdlerin rejim değişikliği isteğini başka bir ifadeyle egemenlik paylaşım isteğini dikkate alan ve karşılayan bir zihniyetle yapılması bir gereklilik değil zorunluluktur. Kürd karşıtlığı ile oluşan Türklük haliyle yapılacak anayasa, hiçbir derdimize deva olmaz. Kalıcı ve sorunları çözmeye hizmet edecek demokratik bir anayasa ancak bu iki toplumsal gücün uzlaşısıyla olabilir. Kısa süre önce yayınlanan Görüşme Notları kitabında Abdullah Öcalan’ın söylediklerinde anladığımız kadarıyla ana akım Kürd hareketinin demokratik özerklik/özyönetim talebi adem-i merkeziyetleşme perspektifiyle içerildiğinde parlamenter sistemde yapılmak istenen değişime kapalı değil. Ancak bunun için AK Parti’nin “tek adamlaşma”, “otoriterleşme”, “denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kalkması”, “kurumların uyumu” gibi istem ve yaklaşımlarını revize etmesi gerekiyor. Bunun oldukça zor olduğu bir gerçek. Ancak imkânsız değil. Radikal dönüş imkansızı imkanlı kılabilir. Buna dair bir emare yok ama biz yine de temel noktaların altını çizelim. Kürd düşmanlığından uzaklaşmak, Türklük haline teslim olmamak, Ortadoğu’nun geleceğini Türk-Kürd ittifakıyla belirleme stratejini benimsemek bunun için yeterli olacaktı. Bu siyasal uzlaşı, ideal bir tablo değil. Ortadoğu’daki mevcut kaostan ve Kürd savaşının topyekûn yıkımdan önceki bir çıkışa ve uzlaşıya neden olmaz. Bunun bir yolunu bulmak zorundayız.. BasHaber 29 Şubat - 06 Mart 2016 Kürdler, İran seçimlerini boykot etti D Rêzan Karwan oğu Kürdistanı’nın 5 vilayeti olan; Batı Azarbeycan (Urmiye), Kurdistan, Kermanşa, İlam ve Loristan’ın İran Parlamentosu’nda 38 kürsüsü bulunuyor. Ancak Doğu Kürdistan’daki Kürd partileri seçimlerin şeffaf, özgür ve demokratik bir biçimde yapılmadığını söyleyerek boykot kararı aldılar. Doğu Kürdistanlı gazeteci ve siyasetçiler ambargodan sonra yapılan ilk seçim olması hasebiyle önemli görülen bu seçimleri, Reformistler ve Muhafazakarlar arasındaki rekabeti, Kürdlerin boykot kararını ve Doğu Kürdistan’ın durumunu BasHaber’e değerlendirdi. İran Kürdistan Demokrat Partisi (PDKİ) Politbüro Üyesi Rostem Cîhangîrî ve Gazeteci Selim Zenciri İran genel seçimlerinin demokratik yol ve yöntemlerden uzak bir şekilde yapıldığını ve seçimlerin Kürdler ve baskı altında tutulan diğer kesimler için olumlu yansımasının olacağını düşünmediklerini vurguladılar. Rostem Cîhangîrî: Seçim demokratik olmadığı için boykot ettik İran genel seçimlerini ve Doğu Kürdistanlı partilerin seçimleri boykot kararını BasHaber’e değerlendiren PDKİ Politbüro Üyesi Rostem Cîhangîrî, “Seçimler demokratik bir çerçeveden uzak ve mevcut rejim kendi faaliyetlerine meşruiyet kazandırmak için seçimler yapıyor yoksa halkın iradesine ve demokrasiye inandığı için değil” dedi. Cîhangîrî, İnsan haklarının, ifade özgürlüğünün göz önünde bulundurulmadığını ve demokratik usullerden uzak olduğu için seçimleri boykot kararı aldıklarını belirtti. Boykot kararından sonraki süreçte 70 adayın istifa edip çekildiğini belirten Cihangir, sözlerini şöyle sürdürdü: “İnsan hakları, özgürlükler konusunda söz söylemek dahi yasak. İfade özgürlüğü tümüyle yasaklanmış durumda. Yasakçı bir zihniyetin hüküm sürdüğü bir rejimin demokratik bir seçim gerçekleştirmesi mümkün olmadığından, boykot kararı aldık.” İran rejiminin halkı zorla sandık başına götürmeye çalıştığını vurgulayan Cîhangîrî, “Sandık başına gitmeyenler devlet kurumlarından faydalanamaz tehdidiyle karşılaşıyor” ifadelerini kullandı. “Seçimler İran’ın kendi anayasası ve uluslararası kurallara göre yapılmıyor” Kürdlerin meşru mücadelesinden uzak, hak ve talepler konusunda en ufak bir çalışma ve beklentisi olmayan bazı kişilerin seçimlerde boy göstereceğini söyleyen Cîhangîrî, “Kürdlerin hak, özgürlük ve hukuk mücadelesi ile bir ilgisi ve çalışması olmayan bazı insanlar seçimlere katılıyor. Bu tür kimseler için demokrasi ve özgürlük kavramları pek bir şey ifade etmiyor” dedi. İran İslam Cumhuriyeti’nde sadece bir seçime Kürdlerin katılım gösterdiğini aktaran Cihangir şunları söyledi: “1980’de yapılan 1. Meclis seçimlerinde Kürdler seçimlere katıldı, ancak onda da Kürdlerin parlamentoya girişleri engellendi ve savaş başladı. Sonraki yıllarda Kürdler seçimlere kendi iradeleri ile katılamadı, Kürdistani adayların Meclise girmeleri engellendi. Bireysel haklar, etnik kökenden gelen haklar hep baskı altına alındı ve seçimler özgür bir ortamda gerçekleştirilemedi. Seçimler İran’ın kendi anayasası ve uluslararası kurallara göre yapılmıyor. Kısacası seçimler formalite icabı yapılıyor.” İran rejiminin kendi dışındaki herkesi baskı altında tuttuğunu vurgulayan Cîhangîrî, Dr. Abdurrahman Qasimlo’nun Viyana’da katledilmesini de hatırlatarak, “Meselelerin savaş ve çatışmayla çözülmeyeceğinin far- kındayız, dolayısıyla diyalog yolu ile sorunların çözüme kavuşturulması için çabalıyoruz. Ancak maalesef diktatör İran rejimi bu çabalarımızı da suistimal ediyor. Dr. Abdurrahman Qasimlo’nun Viyana da nasıl katlediğini biliyoruz. Qasimlo’dan sonra da siyasi yolları açık tuttuk, tutmaya çalışıyoruz. Kürdler hep siyasi çözüme inandı” şeklinde konuştu. Cîhangîrî, İran seçimlerinin Doğu Kürdistan ve Kürdler için baskı ve yasaklardan başka bir anlam ifade etmediğini ve İran rejiminin hak ve özgürlükler konusunda bir vaadinin olmadığını belirtti: “Doğu Kürdistan’da yaklaşık 20 yıl silahlı bir mücadele yürütüldü, ancak Kürd halkının genel çıkarlarını ve Güney Kürdistan’daki durumu göz önünde tutarak silahlı mücadeleyi durdurma kararı aldık. Geçen yıl bahar aylarında Doğu Kürdistan sınırında Peşmergeler tekrar yerini aldı. Her hangi bir saldırıya karşı kendimizi savunma hakkımız var.” Cîhangîrî, siyasi ve diplomatik faaliyetlerinin devam ettiğini söyleyerek, Kürdlerin köleliği mahkum ettiğini ve özgürlük mücadelesinden vazgeçmeyeceklerini vurguladı. Selim Zenciri: İran, seçimleri rejime meşruiyet kazandırmak için yapıyor Doğu Kürdistanlı Gazeteci Selim Zenciri de seçimlerin demokratik bir biçimde gerçekleştirilmediğine dikkat çekti. Zenciri, İran’daki seçimlere sadece ismen seçim diyebileceklerini söyleyerek, “Diktatoryal sistemlerde seçimler bir anlam ifade etmiyor. Şu anda İran’da ekonomik ve siyasi bir kriz mevcut ve rejim bu tür seçimleri kendi çıkarları için kullanıyor. Ve bu şekilde de dünyaya farklı bir tablo göstermeye çalışıyor. Kendi meşruiyeti için kullanıyor. Seçimler İran rejimi için sadece krizlerin üzerini örtmek için bir araç işlevi görüyor.” İran rejiminin seçimleri kendi iktidarını sağlamlaştırmak ve dünyaya halkın yanında olduğunu göstermek dışında bir anlam yüklemediğini söyleyen Zenciri, “Kürdlerin ve diğer etnik kökenlerin hak ve özgürlükleri konusunda bu seçimlerin bir şey getirmeyeceğini düşünüyorum. Sandıklara atılacak her oy, İran rejiminin ömrünü uzatmaktan başka bir işlev görmez. İran’da yapılan seçimlerde herkes aday olamaz. Aday olanlar da rejimin çizdiği çerçevenin dışına çıkamaz. Türkiye Meclisi’nde Kürd milletvekilleri az da olsa seslerini çıkarabiliyorlar. Ancak İran’da bu hiç söz konusu değil” ifadelerini kullandı. BasHaber HASANKEYF 29 Şubat - 06 Mart 2016 07 Hasankeyfliler şehri terk etmeyecek H Çimen Gümüş asankeyf’te sona doğru gelindi, ancak ilçede sıkıntılar devam ediyor. Hasankeyflilerin ilçeyi boşaltmaları için bildirim gönderilmişse de, Yeni Hasankeyf’te resmi kamu kurumları dışında konutlar hala yapılmadı ve evlerini boşaltacak olanlar nereye gideceklerini bilmiyor. İstimlak edilen evler ve işyerleri için biçilen değer, yeni yerleşecekleri yerlerin çok çok altında olmasından dolayı ilçe halkı borçlanma ile karşı karşıya. 400 metrekare arsayı 35 bin TL’ye istimlak eden hükümet bunun karşılığında TOKİ’nin yapacağı çok daha küçük evleri en az 130 bin TL’ye başlayan fiyatlara Hasankeyflilere satıyor. İlk genelgede arsa bedelinin alınmayacağını söyledikleri halde, son demlere yaklaşıldığında vatandaşların karşısına asra bedeli, avlu bedeli hatta duvar bedeli çıkarılmaya başlandı. Bu duruma öfkelenen ilçe halkı kaymakamlığın yaptığı tüm çağrılara rağmen yeni konutlara ilgi göstermiyor ve devletin onları kandırdığına inanıyor. İlçe sakinlerinin 15 gün içinde boşaltmaları bildirilen tebligatın üzerinden 1 ay geçtiği halde Hasankeyf’ten göç eden olmadı. Hasankeyf halkı, kendisini bekleyen sonda hem Hasankeyf gibi bir tarih cennetinden olacak hem de istimlak nedeniyle mağdur olmuş olacak. “Çok uğraştık ama nafile“ Evlerin boşaltılmasıyla ilgili bildirimin Meclis’ten geçen Torba Yasa’dan kısa bir süre önce aldıklarını belirten Hasankeyf Belediye Başkan Yardımcısı Abdullah Tarhan, barajın Milli Güvenlik Konseyi kararıyla yapıldığının altını çizerek, “kamulaştırma, yollar, köprüler her şeyin planlaması yapmışlar. Barajı borç etseler bile şöyle veya böyle yapacaklar. Bu konuda çok sayıda dava açıldı. Yargıtay’da bozuldu. Kimse dinlemiyor” diyor. AKP’li Hasankeyf Belediyesi’nin ilçenin boşaltılmasına karşı olduğunu aktaran Tarhan, 50-60 yıllık ömrü olan bir baraj için çaresizce boşaltmak zorunda kalacaklarını ekliyor. Kanunun iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuracaklar Resmi kurumlara gelen bildirimin resmi gazetede yayınlanmadan birkaç gün önce gönderildiğine dikkat çeken bir diğer isim de Hasankeyf sakini Av. Kemal Üner. İlçenin yeni yerleşkesine taşınmasının son 2 yıldır gündemde olduğunu belirten Üner, çıkan Torba Yasa ile 3-4 yıldır yapımı süren Yeni Hasankeyf’in koordinatları ve sınırlarının yeni belirlendiği algısını yarattığını belirtti: “Hükümet, yeni başlayacakmış gibi yeni Hasankeyf’in sınırlarını belirledi. Buna ilişkin kanun çıkardı” dedi. Kentin boşaltılması için ve evlerin fiyatları ile ilgili Ilısu Barajı’nın kapağının kapatılmasıyla birlikte 12 bin yıllık Hasankeyf’in sular altında kalmasının yanı sıra ilçe halkı da mağdur olacak. Hasankeyfliler çok ucuza istimlak edilen evlerinin yanı sıra şimdi de arsa ücreti talebi ile karşı karşıya. Hasankeyf’in sular altında kalmasının yarattığı üzüntü bir yana, karşı karşıya kaldıkları uygulamalar ilçe sakinlerini kenti boşaltmamaya dönük bir kararlılık göstermeye itiyor. prosedürün düzenlenmesi için geçtiğimiz yıl çıkardıkları genelgenin iptali için dava açtıklarını ancak sonuçlanmadan kanun çıkarıldığını aktaran Üner, “Baktılar genelgeyle olacak iş değili kanunu çıkardılar. Biz bu kanunun iptali için önümüzdeki günlerde anayasa mahkemesine gideceğiz ve iptal davası açacağız” dedi. Üner, Hasankeyf’in sular altında kalmaması için mücadeleye devam edeceklerini söyledi. ‘Fiili durum oluşturup ardından kanun çıkarıldı’ Hasankeyflilerin özellikle çıkarılan genelgelerle hükümete tepkilenmeye başladıklarını belirten Üner, “Hasankeyfliler durumu net olarak gördüler. Mesela mevcut evlerine karşılık yeni Hasankeyf’teki evler 10 misli pahalıya satılıyor. Arada bir uçurum var. Onlarda mağdur olduklarını anladılar. Bu gelişmeler bir tepki oluşturdu. Yeni Hasankeyf’te umduğu işi yapamayacak ve başka yerlere göç edecek insanlar var. Hem maddi hem de manevi büyük bir mağduriyet yaşayacaklar” diye konuştu. Üner, şunları söyledi: “Önce fiili bir durum oluyor. Sonra yasası çıkarılıyor” dedi. Mevcut Hasankeyf’in başka bir yere taşınmasının anayasada geçen mülkiyet hakkının ihlali ve temel hak ve özgürlüklerin ihlali olduğunu belirten Üner, kanunda bunun açık açık belirtilmesi gerektiğini söyledi. Boş kağıtlar imzalatmaya çalışıyorlar Hasankeyf sakini Murat Tekin ise bildirim gönderilmesinin ardından kimsenin evini terk etmediğini ve etmeyi de düşünmediğini söyledi. Yeni Hasankeyf’teki konutlar yapılmadığı halde insanların evlerini boşaltmalarını istemelerinin büyük bir mağduriyete yol açtığını dile getiren Tekin, “Yeni evlere arsa fiyatları dahil değil. Ve önceden almayacaklarını söyledikleri arsa fiyatları da belirtilmiyor. Ona göre boş kağıtlara imza atmamızı istiyorlar. Bu bir mağduriyettir. İlerde asra ücreti olarak önümüze kaç para koyacaklarını bilmiyoruz” dedi. Devlet halkın sosyal ve ekonomik alanlarını daralttı Yaşanan bu belirsizlikler ve mağduriyetlerden dolayı hiçbir Hasankeyfli’nin evinden çıkmayı düşünmediğini dile getiren Tekin, 2-3 ay önce kaymakamlık tarafından nasıl bir ev istediklerine dair yapılan duyuruya kimsenin gitmediğini belirterek, “Dolayısıyla ortada bir sivil itaatsizlik var. Halk bu şekilde bu şartlar altında biz gitmeyiz diyor” dedi: “Halkın çoğu baraja karşı ama devlet de son 2-3 yıldır halkın sosyal ve ekonomik alanlarını daralttı. Ekmek yediği tarihi eserler, yabancı ve yerli turistlerin uğrak merkezleri vardı. Onları kapattılar. Suyun kenarındaki çadırlarımızı turizme kapattılar. Bunun anlamı, ‘Biz Hasankeyf’in gündemleşmesini istemiyoruz. Yerli yabancı turist gelmesin, unutulsun. Hem de Hasankeyf halkı ekonomik olarak zayıflarsa bu barajı rahat yaparız’dır. En azından sistematik olarak böyle bir çalışma var” diye konuştu. Hasankeyf’i boşaltmıyoruz Evlerini boşaltmamak için direndiklerini belirten HDP Hasankeyf İlçe Başkanı Rıdvan Ayhan ise, “şimdi onlarla karşı karşıyayız. Net olan bir şey yok. Her şey çok muğlak” dedi. Evlerini boşaltmaları istemeleri durumunda yeni evlerinin hazır olması gerektiğini dile getiren Ayhan, “Evleri 80-90 bin liraya saymışlar. Ama bize verdikleri evlerde net bir şey olmamasına rağmen ilk genelgede en az 130 bin liraya veriyorlar. Yani bize evlerimizin karşılığında 1,5 katı daha pahalı fiyata veriyorlar. Üstelik arazi, avlu, duvar parası almaya çalışıyorlar. Bizde bu durumdan tiksindik. Ve onlara ne oraya geliyoruz ne de yerleşiyoruz. Biz evleri bedava verseler gideceğiz, yoksa gitmeyeceğiz diyoruz” dedi. Bu şartlarda Hasankeyflilerin ilçeyi boşaltmayacağını kaydeden Ayhan, “Şu anda boşaltmıyoruz. Müracaat etmemizi istediler kimse de müracaat etmedi” dedi. AKP İlçe Başkanı Bıçakçı: Mağduriyet yok AKP Hasankeyf İlçe Başkanı Şirin Bıçakçı ise, Yeni Hasankeyf’teki evlerin hemen hemen aynı fiyata geldiğini belirterek, “Devlet iyi niyetinden dolayı bize ‘sizden arsa bedeli almayacağız’ demesine rağmen süreç öyle bir noktaya geldi ki arsa bedelini almak durumunda kaldılar” dedi. Yeni durumda “Hasankeyfliler, mevcut evlerinden daha güzelini ve büyüğünü 5 yıl ödemesiz ve 15 yıl taksitle alacaklar. Ama vatandaş bedava verilsin istiyor. Ancak kanunlar ortada. Burada mağduriyet gibi bir durum söz konusu değil” diye sözlerini bitirdi. 08 SÖYLEŞİ BasHaber 8 29 SÖYLEŞİ Şubat - 06 Mart 2016 SÖYLEŞİ BasHaber 29 Şubat - 06 Mart 2016 9 SÖYLEŞİ Kürdler hiç bir devlete güvenmiyor Dr. Nick Brauns: Kürdlerin hiç bir yabancı güce güvenmediğini belirten Gazeteci - Tarihçi Dr. Nick Brauns Suriye - Türkiye ilişkileri ile ilgili Esad sonrası olası gelişmeler konusunda BasHaber’in sorularını yanıtladı. Alman gazeteci Brauns, Kürdlere 100 yıldan beridir büyük ve bölgesel güçler tarafından satranç tahtasında piyon rolü Reşad Ozkan Yakından izlediğiniz Suriye‘de gazetecilerin çalışma ve haber yapma koşulları ne durumda? Suriye’de tarafsız haber yapacak gazeteci kalmadı. Kendini ‘muhaliflerin’ kontrolündeki bölgelerde -bunların çoğunluğu Cihadist terör gruplarından oluşuyor- gazeteciler için çalışma koşulları tehlikeli hatta ölümcül. Rejimin denetimindeki bölgelerde ise güvenlik nedenlerinden dolayı gazetecilerin çalımaları sınırlandırılmış durumda. Ayrıca çoğu gazeteci rejimin kontrolündeki bölgelerde akreditasyon yapmak istemiyor, çünkü böyle birşeyi rejimle işbirligi olarak görüyorlar. Güvenlik önlemlerinden dolayı engellemeleri bir tarafa bırakırsak, mevcut savaş koşullarında gazetecilerin serbest çalışma olanakları sadece Rojava’da var diyebiliriz. Ancak PDK’ye yakın birçok medya çalışanlarına Rojava’da çalışma ve giriş yasağı konumuş. Rojava yönetimine göre bunlar kasıtlı olarak yanlış haberlerle bölgede istikrarsızlığın yayılmasına katkıda bulunuyor. Buna karşılık olarak da KBY’de özellikle Rojava‘ya gitmiş olup da KDP‘ye uygun haber yapmamış gazetecilerin, Rojava‘ya girişlerini engellemekte. Alman medyası ve uluslararası medya, bölgede muhabirlerinin bulunmaması nedeniyle özellikle Londra‘da bulunan Suriye İnsan Hakları İzleme Bürosu‘na dayanan haberler yapıyorlar. İzleme bürosu, Londra‘da Suriye muhalefetine dayalı geniş bir enformasyon ağına sahip Suriyelilerden oluşuyor. Ancak bunların yaydıkları haberleri denetlemek imkansız olduğu gibi ayrıca çıkarlarına uygun bir şekilde haber yayıyorlar. Çok defa yaydıkları haberlerin sonradan yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Savaştan dolayı bütün tarafların başvurduğu propaganda ve dezenformasyon ile karşı karşıyayız, bunun için neyin doğru ve neyin yanlış olduğu anlaşılmıyor ve farkına varılmıyor. Ayrıca sosyal ağlarda yayılan haberler de şaşırtmalara katkı sağlıyor. Suriye hükümetine, muhalefet çevrelerine yakın gruplar veya IŞİD sık sık asılsız haberler yayıyor. Suriye’de tarafsız ve objektif haber yapma olanağı yoksa gerçeği nasıl öğreneceğiz? Her gazetecinin görevi tarafsız ve ölçülü haber yapmaya gayret etmektir. Ancak Suriye‘de çok az sayıda medya çalışanı bulunduğunu hesaba katarsak objektif bir haber akışı oldukça imkansız. Suriye‘de kim objektif habercilik yapmak istiyorsa: bir tarafın açıklamasının doğru veya yanlışlığını denetlemek için karşı tarafa da sorulması ve karşı tarafın da açıklamalarını yine diğer tarafa sorması gerekiyor. Bu durum daha çok Rojava‘da mümkün, özerk yönetimle ve onları eleştirenlerle örneğin ENSK ile konuşulup görüş alınabilir. Ancak yaptıklarıyla ilgili IŞİD‘ten bir açıklama almak imkansız olmalı. Bunun dışında çok sayıda medya organının farklı siyasi çizgisiden dolayı, gazetecilerin en sonunda bunların emrine girmek zorunda kalmaları nedeni ile objektif habercilik hemen hemen imkansız. Büyük Alman gazetelerinde bile, bir gazeteci Esad‘ın kahredilmesine katılmak istemezse ve Suriye hükümetinin eskiden olduğu gibi geniş bir tabana sahip olduğunu yazarsa, buna izin verilmez. Rusya medyasının da ayrıntılı olarak Suriye muhalefetinin temel noktalarına katılması da kesin olarak mümkün olmaz. Ve bana göre de eğer kim medya mensubu olarak, IŞİD ve El Nusra gibi kafa kesici çetelerine karşı tarafsız kalmak isterse, gazetecilik etiğini çiğniyordur. Bu durum tabi ki bir gazetecinin haber yaparken IŞİD hakkında doğrulara göre haraket etmemesini mazur göstermez. Suriye rejimi neden beklenenlerin aksine direnebildi, beklenen çöküş gerçekleşmedi? Tabi ki NATO güçlerinin cebinde Suriye‘de bir rejim değisikliği için uzun vadeli planlar bulunuyor. “Büyük Ortadoğu Projesi“ kapsamında bütün bölgenin boyun eğmesi ve yeniden paylaşılması için Suriye‘nin etnik ve mezhepsel sınırlarla parçalanması olasılığı üzerinde düşünülmüş. Böylece İran‘dan merkezi Irak hükümeti üzerinden, Suriye ve Lübnan‘da Hizbullah’a kadar uzanan Şii eksenin yok edilmesi hedeflenmiştir. Bu şekilde İran bir alt emperyalist güç olarak dıştalanmış olacak. Batılı güçler, Türkiye ve Körfez devletleri 2011 yılında Esad‘a karşı baş gösteren meşru protestoları büyük bir umutla rejimin düşmesi için bir fırsat olarak kullanmak istediler. Böylece hızla Suriye direnişine yabancı devletler tarafından el konulup, muhalefet özellikle Türkiye ve Körfez devletleri tarafından silahlandırıldı ve böylece gösteriler militaristleştirildi. Belirgin bir senaryo üzerinden konuşmak yanlış olur, çünkü çoktan beridir durum tarafların kontrolünden çıkmış durumda. Böylece Baas Rejimi ve Devlet Başkanı Beşar Esad‘ın umut edilen hızlı düşüşü boşa çıkmıştır. Bu durumda rejime alternatif olarak sunulan radikallerle kalan ve başta Esad‘a karşı olan Suriyelilerin çoğu rejimi ’küçük bir kötülük’ olarak kabul etmek zorunda kalmışlardır. Savaşa taraf olanların beklentileri ve pozisyonları şu anda nedir? biçildiğine dikkat çekerek, Kürdler’in ancak kendi güçlerine güvenerek ve büyük ve bölgesel güçler arasındaki çıkar çelişkilerini akıllı ve ustaca kullanarak, faydalanarak bu akibetten kurtulabileceklerini vurguluyor. Ortadoğu ve Kürdistan sorunu ile yakından ilgilenen Brauns, Almanya‘da yayınlanan Junge Welt gazetesinde yazıyor. Batı planlarının boşa çıkartılması için İran ve Hizbullah askeri güçleri ile rejimin tarafında yerini almışlardır. Bunlar gibi etkili hava bombardımanlarıyla rejimin yardımına koşan Rusya da statükonun korunmasını hedefliyor. Bunların amacı en azından Sünni ağırlıklı bir hükümet veya büyük bir olasılıkla radikallerin bütün Suriye topraklarını ele geçirmesini engelemektir. Gerçek olan şey Suriye’nin şu anda 4 parçaya bölündüğüdür: Rejimin bölgeleri, kendilerini muhalefet sananların bölgeleri, Nusra Cephesi ve IŞİD‘in bölgeleri ile Kürdler/YPG’nin de içinde bulunduğu Suriye Demokratik Güçleri denetiminde Araplar, Asuriler, Türkmenler tarafından yönetilen bölgeler/özerk olarak yönetilen ve kantonlar olarak anılan Rojava. Hal böyle iken, eğer biz kısmen savaş uçaklarıyla, kısmen askeri eğitimcileriyle ve kara güçleriyle veya lojistik yardımlarıyla Suriye‘de faal olan destekçilere ve güçlerin arka planına baktığımızda durum daha da karmaşıklaşıyor. Rejimin tarafında belirttildiği gibi askeri eğitimci ve özel askeri birlikleriyle İran ile Hizbullah, görünüşte hava operasyonlarına sayıları bilinmeyen asker ve hava gücü ile katılan Rusya bulunuyor. YPG kısmen başı ABD tarafından çekilen IŞİD karşıtı koalisyon güçleri, özellikle ABD ve Fransa tarafından destekleniyor. Buna karşı resmi olarak IŞİD karşıtı koalisyona ait olan ve en azında geçmişte IŞİD‘e silah veren, petrol satışlarıyla yardım eden ve sınırlarını yabancı radikal savaşçılarına açık bırakan Türkiye var. Ayrıca Türkiye Suriye‘nin kuzeyinde bulunan Türkmen guruplarına silah yardımı yapıyor ve bu gurupların saflarında savaşan özel askeri birlikleri de olduğu biliniyor. Bunlar yetmiyormuş gibi şimdi de Türkiye YPG mevzilerini bombalıyor. Ayrıca IŞİD ile savaşmak için Suudi uçakları Türkiye’ye konuşlandırıldı. Ancak bu uçakların gerçekten kimi bombalayacağını beklemek gerekiyor. Ortadoğu insanları için, özellikle Suriyeliler için, 3. Dünya Savaşı çoktan beri başlamış bulunuyor. Bununla beraber bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafindan düşürülmesi de gösterdi ki, savaşın daha da tırmanmasına yol açacak Türkiye‘nin artık sadece radikal paralı askerlerin yardımıyla değil doğrudan kendi askeri gücüyle Suriye’ye müdahalede bulunma tehlikesidir. Batılı güçlerin ‘IŞİD’e karşı kahramanca savaşan Kürdleri’ desteklemekten vazgeçtiği ve bölgesel güçlerin insiyatifine bıraktığı iddia ediliyor? Kürdlere 100 yıldan beridir büyük ve bölgesel güçler tarafından satranç tahtasında piyon rolü biçilmiş. Kürdler ancak kendi güçlerine güvenerek ve büyük ve bölgesel güçler arasındaki çıkar çelişkilerini akıllı ve ustaca kullanarak, faydalanarak bu akibetten kurtulabilirler. Bu “3. yol politikası“ Suriye‘nin ve hatta muhalefetin ötesinde, kendi kendini yönetme ve savunma alt yapısıyla destek ve başarı sağladığı yolunda başarılı bir örnektir. Ancak, Kobanî savaşı ile birlikte bu proje sınırlarını da bize gösterdi. YPG ve YPJ‘nin bunca kahramanca savaşmalarına rağmen, Peşmerge‘nin ağır silahları ve ABD hava kuvvetlerinin yardımı ve desteği olmadan, Kobanî‘de IŞİD‘i yenemeyeceğini bize gösterdi. Bunun dışında PYD bugün izlediği siyaet ile, ne ABD ve ne de Rusya tarafında yer almadan, onlarla ortaklaşa çalışacağını biliyor. Türkiye, YPG’ye karşı bir emrivaki ile Suriye’nin Cerablus bölgesine girer ve Ruslar veya Suriye Ordusu ile karşı karşıya gelirse Batı’nın tavrı ne olur? Türkiye’nin YPG’ye yönelmesinin altında yatan temel gerçek sizce ne? Şu anda Washington ve Moskova da bu soruyu kendilerine soruyordur. Zaten bunun içindir ki büyük güçler yoğun görüşmeler yoluyla Suriye’de bir ateşkese ulaşmak istiyor. İlk etapta Amerikalılar Esad’ı yıkma planlarının başarısızlığa uğradığını görmek zorunda kaldı. Savaşı tırmandıracak ve NATO‘nun, NATO stratejisinin Rusya’yı çembere alma ve ayrıca zaaflarını yakalama üzerine kurulduğu bilinmesine rağmen, Rusya ile bir savaş ABD tarafından arzu edilmiyor. Rusya’nın da NATO ile bir savaşa girme hevesi yok. Artık Rusya nüfuz alanlarını, Ukranya olsun Ortadoğu olsun kaptırmak istemiyor. Bunun dışında da Türk tarafından uçaklarının düşürülmesinden sonra açık bir şekilde Türkiye’nin Suriye’ye karşı doğrudan saldırısına izin vermeyeceklerini dile getirdiler. Bundan olsa gerek artık Türk Hava Kuvvetleri Kuzey Suriye sınırında sıkışan radikal ve Türkmen güçlerine yardıma gidemiyor. Türkiye, bu sıkıntıdan dolayı gerek mülteci kozunu bir baskı aracı olarak kullanarak, gerekse Suriye ve Rusya uçaklarına karşı korumak için IŞİD ve El Nusra kontrolündeki Kuzey sınırındaki Fırat’ın batısını “uçuşa yasak bölge“ olarak ilan edilmesini dayatıyor. Türkiye ve Suudi Arabistan NATO ve ABD’nin de katılması şartı ile askeri bir harekat için hazır olduklarını defalarca dile getirdiler. Tabi ki bunun arkasında Rusya’nın nasıl bir tepki göstereceği korkusu yatıyor. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ilk etapta Rus çıkarlarını korumak için olsa da bu Rojava Kürdlerinin de faydasınadır. Rusya’nın müdahalesi böylece Rojava Kürdlerini ABD’nin tek yanlı askeri yardımlarına bağımlılığından kurtarıyor ve onların haraket alanını genişletiyor. Bunun dışında aynı zamanda Rojava yönetimi ve PYD, Rusya’dan nispi bir siyasi destek görüyor. Ayrıca ABD ile kıyasla, Rusya PYD’nin Cenevre görüşmelerine katılmasından yana. Bunun arkasında Moskova’nın Kürdleri sevgisi değil, Rus hükümeti, nüfuz alanını genişletmek için, Suriye rejiminin yanında ikinci bir demirin de ateşte olmasını istemesinden kaynaklanıyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Erdoğan’ın baskısı sonucunda Suriye’de uçaklara bir “yasak bölge“ fikrine yanaşması uğursuz bir şey. Çünkü böyle bir şey savaşın daha da tırmanması ve Rusya ile NATO’yu doğrudan karşı karşıya getirme tehlikesini barındırıyor. ABD hükümeti bile akıllıca tepki gösterirken, mülteciler krizinden dolayı tamamıyla Erdoğan karşısında diz çöken bir Merkel ile karşı karşıyayız. Batı’nın Suriye’nin geleceğinde Kürdler için düşündüğü bir rol var mı? Yoksa ‘önce IŞİD’i temizleyelim, sonrasına sonra bakarız mı’ diyor? Kürdler burada hiç kimseye güvenemiyor. Ne yıkılması söz konusu olan Esad rejimine, ne de şu anda Suriye‘de nüfuz alanını genişletmek amacı ile Kürd kartını, oynayan Moskava’ya. Kürdler şimdiye kadar PKK’ye karşı askeri olarak Türkiye‘ye destek veren Batı’ya da, AB, ABD ve NATO da güvenemiyor. Ayrıca tüm bunlar PKK yasağına ve AB’nin Terör Listesi’nde kalmasına destek veriyor. Tabi ki ABD ve müttefikleri YPG/YPJ‘yi IŞİD‘e karşı herhangi bir siyasi destek vermeden kara gücü olarak kullanıyor. Bu durum açık bir şekilde PYD’nin Cenevre görüşmelerine katılmasında çaba göstermeyen ABD’nin takındığı tutumda görülüyor. Ayrıca buna ABD’nin Rojava‘da kurulan kanton sistemine sıcak bakmadığını da ekleyebiliriz. “Ilımlı direnişçiler“ bulamadığı veya onların eğitimi başarısızlığa uğradığı için ABD’nin YPG’ye ihtiyacı vardır. Buna bir de Suriye‘de bir Kürd otonomisini tanımak istemeyen NATO üyesi Türkiye‘nin baskısını da ekleyebiliriz. Ayrıca bundan yola çıkarsak hatta Batı, eğer Esad yıkılırsa, Suriye‘nin parçalanması fikri üzerinde duruyor. Böyle bir plana göre özerk bir Kürd bölgesi gündemde bulunuyor. Bunun yanında ayrıca Irak petrolünü KYB’den Akdeniz’e transport edecek bir Kürd koridoru da tartışılıyor. AKP hükümeti şu anda Irak ve Kürd petrolü ile iyi kazançlar elde ettiği için, Türkiye böyle bir koridoru engellemeye çalışıyor. 09 Terörize olmak, terörize etmek FERHAT KENTEL Ankara’da 28 kişiyi öldüren bombayı patlatan teröristin köyünde taziye çadırı açılmış. Çocuklarını kaybeden insanların acı çekmesi, dolayısıyla, geleneklere göre, o insanların teselli edilmesi gayet anlaşılabilir bir durum. Ancak böyle korkunç bir terör eyleminin sorumlusu olan bir insanın anne ve babası olmak da çok zor. Benzer eylemleri PKK’li ya da IŞİD’li elemanların yapması, bunların arkasında hangi derin ve gizli odakların, devletlerin olması da hiç önemli değil. Her halükarda, “ulvî bir dava uğruna” kendini havaya uçurmaya adamış ve davada ne ulvîlik ne de insanlık bırakan insanların yakınlarına yas için destek olanlar –zor da olsa- var. Ancak böylesine acımasız bir şekilde gerçekleştirilen, masum insanların hayatına mal olan ve sonuçlarının ne kadar korkunç olacağını tahmin bile edemeyeceğimiz bir teröristin cenazesini mütevazı bir yas olayının ötesine taşıyıp, bir davanın performansına dönüştürmek akla, mantığa ve de ahlâka sığdırmak mümkün değil. Yani mesele, Abdulbaki Sömer için Van’da kurulan taziye evini ziyaret eden HDP milletvekiline atfedilen ‘terör örgütünün propagandasını yapmak’tan daha ötede, vahim ve korkunç... Çünkü her şeyden önce böyle bir toplu cinayet eylemini işleyen adamı sahiplenmek, hayata dair asgari saygıyı, izanı, adalet duygusunu ve insanların asgari düzeyde de olsa olabilecek kıymetlerini kaybetmek demek. Bu, zaten içine dalınmış bir kısır döngünün korkunç bir girdaba dönmesi demek. Hintli yazar Arundhati Roy, ABD’nin,11 Eylül saldırılarında binlerce insanın hayatını kaybetmesini gerekçe göstererek, Afganistan’a başlattığı saldırı üzerine kaleme aldığı bir yazıda şunları söylüyordu: “İster köktendinciler, ister milisler veya direniş hareketleri tarafından gerçekleştirilsin, hiç bir şey bir terör eylemini mazur gösteremez – hatta bu, yasal bir hükümetin intikam savaşı görünümüne bürünse dahi. Afganistan’ın bombalanması New York ve Washington’ın intikamı degildir. Bu, sadece dünyadaki insanlara karşı işlenmiş yeni bir terör eylemidir. Öldürülen her masum insanı, New York ve Washington’da ölen sivillerin korkunç sayısına karşı hesaplamamalı, kurbanlardan saymalıyız.” (“Savaş barıştır”, Der Spiegel, www.spiegel.de; 31.10.2001) Roy’un sözlerinde çok temel bir ders var... Kim olursanız olun; en haklı etnik, dini ya da sınıfsal “direniş” örgütü ya da “milletin bütünlüğü için meşru savunma hakkını kullanan” en haklı devlet; öldürülen insanlar kazanılan puanlar değil; hep beraber kademe kademe öldürdüğümüz kendi insanlığımızdır. Dolayısıyla onlarca kişiyi katletmiş birinin cenazesini davaya hizmet edecek anlamlar inşa etmek üzere araçsallaştırmak, insanlığımızı yerin dibine bir kere daha ve daha da çok sokmaktan başka bir şey değildir. Ve öyle anlaşılıyor ki, eğer aksini sağlayacak bir insanlık halini hatırlamayı başaramazsak, içine girdiğimiz girdap önüne gelen her ulusu, dini ya da etnik yapıyı içine katacak. Mesela, Fransa’daki terör saldırılarından sonra polisin “koyu renkli” göçmen kökenli çocuklara yönelik tacizkâr davranışları adeta tüm Fransız toplumunu “terörize” edecek yeni bir ruh halini hazırlıyor. Bazı insanlar, şüphe çekici hiçbir eylem söz konusu olmadığı halde, günde üç kere aynı polisler tarafından kimlik kontroluna maruz kalıyorlar. Araştırmalara göre, kontrol edilen insanların yüzde 99’unun hiçbir “hatası” bulunmuyor. Bu “koyu renkli” göçmen kökenli, ama Fransız vatandaşı çocuklar “terörize” olup, cumhuriyetin dışına atılırken, onlar da kendilerini cumhuriyeti, birlik ve beraberliği“terörize eden” başka bir kimliğin altında buluyorlar. Bu döngüyü üretmek ve giderek ölümü kutsamak hislerimizi, insanlığımızı, aklımızı ve kalbimizi kaybetmekten başka bir şey değildir ve bırakalım başkalarını; kendi üzerimize bile düşünme kapasitemizi kaybetmek demektir. Bu yüzden galiba, dünyanın doğusu ve batısıyla birlikte düşünmemiz daha da acil hale geliyor. 10 HABER BasHaber Ankara’nın sınır hattı girişimleri Rojava’da Güvenli Bölge imkansız! S Rojava’nın Şehba bölgesi olarak bilinen Azez – Cerablus hattını IŞİD, El Nusra ve Ahrar ül Şam kontrol ediyor. YPG güçlerinin bölgedeki operasyonları, rejim güçlerinin bölgeye yaklaşması yeni bir mülteci krizi dalgasına neden oldu. 2015 yılının başından bu yana Suriye sınırları içerisinde “güvenli bölge” oluşturmaya çalışan Türkiye’nin Azez’de “fiili güvenli bölge” oluşturduğu öğrenildi. ABD başta olmak olmak üzere uluslararası güçlerden, Türkiye’nin bu planına vize çıkmazken, bu fiili durumun çok tartışılacağı görünüyor. Murat Özdemir Orhan IŞİD’e karşı YPG’ye destek veren ABD’nin, Türkiye’nin baskıları sonucu giderek bu desteğini azalttığını da savundu. Mülteci akını ile ilgili de, “Mültecilerin son bir yıl içerisinde Avrupa’ya doğru yönelmesi Türkiye’nin önemini arttırdı, bu Türkiye’nin ortaya çıkardığı bir durum değil. Türkiye’nin Batı’ya karşı bir koz olarak kullanmak için teşvik ettiği bir süreç olarak değerlendirmek doğru değil” değil değerlendirmesini yaptı. uriye’de 15 Mart 2011’de rejim karşıtı gösteriler ile başlayan ve iç savaşa evrilerek tüm ülke sathına yayılan, yüz binlerce insanın ölmesine, milyonlarca insanın yerinden olmasına sebep olan savaş, tüm şiddetiyle sürüyor. Suriye’de başlayan iç savaşla birlikte Rojava’da kanton yönetimleri kuran Kürdler, Efrin ile Kobanî bölgelerini birleştirmek ve Selefi grupların bölge üzerindeki saldırılarını önlemek amacıyla Azez–Cerablus hattındaki harekatinı sürdürüyor. Türkiye ise ABD, Rusya ve AB ülkelerinin uyarılarına rağmen YPG’nin de içinde yer aldığı Ceyş el Siwar (Devrimciler Ordusu) yönelik saldırılarına devam ediyor. Türkiye’nin uçuşa yasak bölge oluşturma girişimi, fiili anlamda bunu gerçekleştirme çabalarını, bu tür bölgelerin iç savaşların çözümündeki etkisini, Irak/Kürdistan ve Balkanlardaki örneklerini, Türkiye’nin Rojava karşısındaki tutumunu ve ‘Türkiye, AB ülkelerine yönelik göç dalgasını koz olarak kullanıyor’ yorumlarını, Orsam Uzmanı Oytun Orhan ve Yazar Semih İdiz BasHaber’e değerlendirdi. Oytun Orhan: Türkiye, ancak ABD destek verirse bu bölgeyi kurabilir Orsam Ortadoğu Uzmanı Oytun Orhan, Türkiye’nin planladığı şekilde bir ‘güvenli bölge’ oluşturamadığını söyleyerek, “Türkiye’nin tercih ettiğinin kendi desteklediği muhalif unsurları o bölgeye yerleştirmektir. Türkiye hem DAIŞ’ten hem de YPG’den arındırılmış bir bölge istiyor” dedi. Orhan, bu tür ‘güvenli bölgelerin’ zaman içerisinde fiili anlamda bölgelerin sınırlarına dönüşebildiğini ancak Türkiye’nin önerdiği bölgenin çok dar bir hat olduğunu vurguladı: “Bu kadar ince bir hatta kurulacak bir bölgenin Kuzey Irak veya Balkanlardan yola çıkarak uzun vadede Suriye’de otonom bölgenin sınırlarına dönüşmesi çok mümkün gözükmüyor. Çok sınırlı ve küçük bir bölgedir. Genel anlamda Suriye’deki iç savaşın sonlanmasına nasıl bir katkı sunabilir bakımından, Türkiye burada kendi güvenlik kaygılarından yola çıkarak böyle bir talep gündeme getiriyor. Hem mülteci akınını Suriye’de karşılamak hem de YPG ve IŞİD’i sınırlarından uzak tutmak için bu hedefi dile getiriyor” dedi. PKK’nin Suriye’de elde edeceği bir bölgeyle bunu Türkiye içerisindeki mücadelesini güçlendirmesinin bir aracı olarak kullanacağı kaygısının hakim olduğunu söyleyen Orhan, 29 Şubat - 06 Mart 2016 “PKK’nin kontrolünde bir bölgenin ortaya çıkması Türkiye açısından bir güvenlik riskidir. Suriyeli muhaliflerin bir şekilde hem hava saldırılarından, hem de IŞİD ve rejim saldırılarına maruz kalmadan örgütlenebilmelerini, rejime karşı mücadelelerini yürütülebilmeleri açısından böyle bir bölgenin kurulmasını bir araç olarak görüyor” dedi. “Rusya için Türkiye’nin Suriye’ye girmesi bir intikam fırsatı” Türkiye ile Rusya arasında yaşanan krizle ilgili de, “Rusya, Türkiye’nin Suriye toprak sahasına girmesini bir intikam için fırsat olarak görebilir ve Türk hedeflerine yönelik saldırı yapma ihtimali çok yüksek” şeklinde konuşan Orhan, Türkiye’nin en azından desteği olmadan tek taraflı harekete geçme konusunda çok istekli olmadığını söyledi. Orhan sözlerinin devamında: “Bunu kaçınılmaz görüyor, ama Rusya faktörü nedeniyle bunu tek başına yapamıyor. Almanya’nın verdiği siyasi destek bu açıdan yeterli değildir; Almanya bunu daha çok kendisine yönelik mülteci akınının önlenmesi konusunda destekliyor. Türk güvenlik güçlerinin Suriye’de böyle bir bölge kurulmaya yönelik çabası karşısında olası bir Rus saldırısının NATO’ya yapılmış bir saldırı olacağını açıklaması Rusya’ya karşı caydırıcı olacaktır” dedi. Türkiye’nin ancak ABD tarafından destek verilirse bu bölgeyi kurabileceğini vurgulayan Orhan, “Ankara’da yapılan terör saldırısının ardından YPG’ye müdahale karşısında giderek artan bir olasılık olduğunu” savundu. Türkiye’nin YPG’nin birçok noktayı IŞİD’den alması ile birlikte YPG ve bağlaşıklarına karşı saldırıya geçmesini de değerlendiren Ortadoğu Uzmanı Orhan, topçu atışlarının çok kritik bir etki yaratacağını düşünmediğini belirtti. “YPG, Fırat’ın doğusunda ABD, batısında Rusya’dan hava desteğini alıyor” “Hava operasyonları yapılmadan YPG’nin ilerlemesinin durdurulması çok mümkün değil” diyen Orhan, “YPG, Fırat’ın doğu tarafında ABD, batı tarafında ise Rusya’nın hava desteğini almış durumda” dedi. Oytun Semih İdiz: Türkiye böyle bir bölgeyi tek başına oluşturamaz CNN Türk Eski Dış Politika ve Diplomasi Editörü ve Cumhuriyet Gazetesi Yazarı Semih İdiz, Türkiye’nin ancak uluslararası güçlerin desteği ile böyle bir bölge kurabileceğini ve Rojava sınırında yaşanan durumun geçici olduğunu belirtti. Türkiye’nin ‘güvenli bölge’ planına hiçbir ülkeden somut destek olmadığını vurgulayan İdiz, “Rusya ve İran da karşı onun için BM’den bu yönde bir karar çıkması mümkün değil. Türkiye böyle bir bölgeyi tek başına oluşturamaz” dedi. Almanya’nın ‘olabilir’ açıklamasına da değinen İdiz, Almanya’nın Türkiye’ye ihtiyacı var ve bunun sadece Türkiye’yi hoş tutmak için yapılan bir açıklama olduğunu söyledi. Bu tür bölgelerin iç savaşların çözümündeki etkisine dair de İdiz, bu bölgelerin iç savaşları çözmekten çok mültecileri ve iki ateş arasında kalan insanları korumaya yönelik olduğunu söyledi. İdiz, “Ancak BM kararıyla kurulan Srebrenitsa’daki sözde güvenli bölgenin de gösterdiği gibi, bunlar her zaman işe yaramıyor” dedi. “Türkiye, Suriye konusunda marjinalize olmuş durumda” Türkiye’nin asıl amacının kendisine yönelik gelen mülteci akınını durdurmak ve gelenleri de geri gönderebilmek olduğunu savunan İdiz, “Bu konuda iktidarda başka hesapları olanlarda olabilir, ancak asıl amaç mülteci akınını durdurmak, çünkü; bu Türkiye için büyük sorun olşturuyor” şeklinde konuştu. Semih İdiz, Türkiye’nin Rojava’da YPG’ye karşı saldırılarıyla ilgili olarak da, Ankara’nın Suriye konusunda marjinalize olduğunu ve ‘bu yolda ben de varım’ demek anlamında bu hamleyi yaptığını söyledi: “Marjinalize olmasına rağmen Türkiye’nin bu hamlesinin oyuna, tüm tarafların dikkate almaları gereken bir boyut kattığı da bir gerçek” BasHaber SİYASET 29 Şubat - 06 Mart 2016 PAK Başkanı Mustafa Özçelik: Çözümde arabulucu değil, tarafız! K Adem Özgür ürd siyasetinin aktif partilerinden biri olan Partiya Azadiya Kurdistan (PAK), çalışmalarına ara vermeden devam ediyor. KBY, Rojava, Avrupa ülkeleri ile Türkiye’de çeşitli temaslarda bulunan ve buralarda konferanslar, seminerler, paneller düzenleyen PAK’ın çalışmalarını Genel Başkan Mustafa Özçelik’e sorduk. Özçelik, “PAK, savaşın sonlandırılması ve tüm Kürd partilerinin muhatap alınacakları yeni bir çözüm sürecinin başlatılması için etkin bir çalışma içinde olacak” dedi. “PAK, çözümde aktördür” PAK’ın Kürdistan’ın özgürlüğünü amaçlayan bir parti olduğunu dile getiren Mustafa Özçelik, PAK’ın kuruluşundan bu yana geçen biri yılı aşkın sürede güçleri oranında etkili bir çalışma yürüttüğünü ifade etti. PAK’ın halkın gönlünde önemli bir yer edindiğini söyleyen Özçelik, sözlerini şöyle sürdürdü: “PAK bir yandan örgütlenme çalışmalarını sürdürürken, bir yandan da gençlik, kadın ve en geniş toplum kesimlerini kucaklamada özgün ve etkin programlar yürütecektir. Ulusal eksende işbirliği çalışmalarının daha da güçlenmesi için aktif tutumunu sürdürecektir. Savaşın sonlandırılması ve tüm Kürd partilerinin muhatap alınacakları yeni bir çözüm sürecinin başlatılması için etkin bir çalışma içinde olacaktır. Uluslararası ilişkilerini pekiştirecektir. Değişik devletlerle, parti ve sivil kuruluşlarla ilişkilerini geliştirecektir. Ülkenin her parçasındaki kazanımları kendi kazanımı olarak görerek, özgün kampanyalar yürütecektir. Sorunun çözümünde ana aktörlerden biri olarak kendisi gibi düşünen en geniş özgürlükçü, demokrat Kürdistani potansiyelle bütünleşmek için yoğun ve etkili bir çalışma yürütecektir.” “Avrupa’da bağımsızlığı anlattık” Uluslararası diplomasinin öneminden söz eden Özçelik, bu nedenle daha önceleri Almanya, Fransa, Hollanda ve İsveç’e gittiklerini hatırlatarak, ardından Norveç ve Danimarka’da temaslarda bulunduklarını söyledi. Bu ülkelerde güncel gelişmeler konusunda konferanslar verdiklerini de dile getiren Özçelik, “KBY’nin bağımsızlığının desteklenmesi, Kuzey’de süregelen savaşın sonlandırılması ve Rojava’daki kazanımların korunması için destek istedik. Görüşmelerimiz PAK’ın diplomatik ilişkilerinin geliştirilmesi ve halkımızın özgürlük mücadelesine daha güçlü ve kalıcı desteğin sağlanması açısından çok verimli geçti” şeklinde konuştu. “Arabulucu değil, tarafız” Yaşanan çatışmaların ardından çeşitli partilerle bir araya gelerek görüşmeler başlattıklarını, böyle bir ortamda ABD konsolosluğu, AB Türkiye Büyükelçiliği, Kanada Büyükelçiliği ile diplomatik ziyaretlerde bulunduklarını da söyleyen Özçelik, 6-7 Şubat tarihinde Diyarbakır’da yapılan konferansın ayrıntılarını da anlattı. Özçelik, konferansla ilgili şunları dile getirdi: “Bu konferans farklı partilerin hem savaşa karşı ortak tutum geliştirmeleri, devlete ve PKK’ye savaşın sonlandırılması çağrısında bulunmaları; hem de Kürdistan sorununun çözümünde temel bir yaklaşımı sunması anlamında önem taşıyordu. Bundan sonra, daha geniş Kürd partileri ve siyasi çevreleriyle bu işbirliğinin geliştirilmesi çabaları yoğunlaştırılacak. Olabilecek en geniş ulusal işbirliğinin sağlanması ve bunun giderek kalıcı bir ittifaka dönüşmesinin mücadelemiz açısından yaşamsal önem taşıdığı inancındayız. PAK sorunun çözümünde bir taraftır; Kürdistan tarafıdır. Bir arabulucu parti değiliz.” “Bağımsızlıkçılara ihtiyacımız var” Kuzey Kürdistan siyasi tablosunun son 30 yılda tek renkli bir hal aldığını ve bunun birçok nedeninin olduğunun altını çizen PAK Genel Başkanı Mustafa Özçelik, “Sebebi ne olursa olsun, halkımızın çok renkli, çok sesli bir siyasal kültüre ihtiyacı vardır. Tek partili siyaset totaliter yönetim ve uygulamalara yol açar. Bu da ülkedeki çok renkli etnik, dinsel, mezhepsel, sosyal dokuya terstir” ifadelerini kullandı. Siyasal çoğulculuğun gelişmenin dinamiği olduğunu belirten Özçelik, sözlerini şöyle sürdürdü: “Kürd seçmeninin yüzde 65’inin ‘tek devlet, tek millet, tek vatan ve tek bayrak’ diyen AKP, CHP, MHP’ye; yüzde 35’inin de ‘demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, ortak yaşam ve ortak bayrak’ diyen HDP’ye oy verdiği bir ortamda elbette ki ‘Kürdlerin kendi geleceklerini belirleme hakkını’, Kürdistan’ın, Kürd milletinin varlığını, çok sesli, çok renkli bir siyasal yaşamı savunan partilere ihtiyaç vardır.” “Sivil çalışmalar ve diplomasiyle büyük kazanımlar” Türk devletinin Kürdistan sorununu çözmemekteki ısrarından dolayı bugün acıların ve çatışmaların yaşandığını, silahlı mücadele, başkaldırı ve direnişlerin olduğunu ifade eden Mustafa Özçelik, “Devlet öldürme, yıkım ve çatışma ile bu sorunun çözülemeyeceğini anlamalıdır. PKK’nin de, HDP’nin de hendeklerle, çatışmaları şehir merkezlerine taşımakla aslında halkımıza, ülkemize zarar veren bir ortam yaratıldığını görmesi lazım” şeklinde konuştu. Gelinen aşamada, Kürdlerin siyasal, sivil, demokratik ve diplomatik mücadele ile büyük kazanımlar elde edebileceklerini dile getiren Özçelik, Kuzey’in koşullarının Güney ve Rojava’ya benzemediğini söyledi. Kürdlerin şiddete ve çatışmaya ihtiyacı olmadığını da söyleyen Özçelik, “Şiddete zorlansa bile Kürdlerin bu yolu seçmemeleri halkımızın çıkarınadır. Bir an evvel iki taraflı çatışmalara son verilmelidir. Çatışma halkımızın, özgürlük mücadelemizin çıkarına değildir; halkımızın diğer parçalardaki özgürlük mücadelesine de zarar vermektedir” dedi. 11 Güven bunalımının yarattığı tahribatlar AHMET ÖZER İki arkadaş arasında, karı koca arasında, müşteri ile satıcı arasında, hoca ile öğrenci arasında ve yönetenle yönetilen arasında ilişkinin düzeyini belirleyen güvendir. Güvensizliğin başladığı yerde her şey biter, güven bunalımı başlar. Bugün Türkiye’de vatandaşla iktidar arasında bir güven bunalımı yaşanıyor. Çünkü söylenenlerle olup bitenler çoğu zaman birbirini tutmuyor. Hal böyle olunca vatandaş yukarıda yer tutmuş yönetenlerin söylediklerine inanamıyor. Yönetenler bu bunalımı düzeltmek için kendilerine çeki düzen vermezlerse buna devam ederlerse hem kendilerini hem de toplumu uçuruma sürüklerler. Çünkü toplum yönetenlerin söylediklerinin doğru olduğu kanaati ile idareye rıza gösterir, eğer bir şüpheye düşerse bu onaylama ve benimseme kaybolur, yerini kuşku alır. Kuşkunun hakim olduğu bir iklimde ise düzgün işleyen bir yönetim söz konusu olamaz. Giderek hem içerde hem dışarıda itibar kaybeder, bunu örtmek için felaketler bataklığına sürüklenir. Gün gelir kendi söylediği yalanlara inanır, herşey tahrip olduğunda iş işten geçmiş olur. Son günlerde yaşanan bir kaç örnekle ifade etmeye çalışayım. Ankara patlamasının hemen ardından başbakan başta olmak üzere hükümet yetkilileri ortaya çıkıp, “intihar bombacısını kesin biçimde tespit ettik, adı M. Nacar, Suriye uyruklu, YPG üyesi, bu eylem YPG ve PYD tarafından gerçekleştirdi” dediler. Peki, daha ölen ve yaralananların bile kimliği tesbpit edilmeden, parmaparça olmuş bir cesetten failin kimliği nasıl bir çırpıda tespit edildi? Daha bu soruya cevap verilmeden PYD lideri Salih Müslim,“bu eylemle bizim uzaktan yakından bir ilişkimiz yok, söylenen kişiyi de tanımıyoruz, bugüne kadar Türkiyeye de tek bir kurşun atmış değiliz” diye açıklama yaptı. Hemen ardından, bombacının hükümetin ısrarla açıladığı Nacar olmadığı ortaya çıktı, failin Abdülbaki Sömer isminde biri olduğu belirtildi, eylemi de TAK üstlendi. Bu gelişmenin ardından yanlış beyanda bulunduk, halkımızdan özür dileriz demek yerine, hükümet sözcüsü çıkıp pişkince, “ismin, failin, örgütün değişmiş olması hiçbirşeyi değiştirmez” dedi. Nasıl değiştirmez? O zaman sizin Suriye bataklığına girmek için bahane aradığınız seneryosu ortaya çıkmaz mı? Bu durumda vatandaş size nasıl inanancak? Bu güven bunalımı nasıl aşılacak? Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD Başkanı Obama ile telefonla görüştükten sonra kamuoyuna bir açıklama yapıldı. Bu açıklamada ez cümle dendi ki, “PYD dizginlenecek, Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı var, gerektiğinde bu kullanılacak.” Yani ABD’nin PYD ve Suriye konusunda Türkiye tezlerini kabul ettiği ima ediliyordu. Ne var ki hemen ardından ABD’den konuşmanın içeriği ile ilgili bunları yalanlayan bir açıklama geldi. Yapılan resmi açıklamada bunların hiç birinin ABD tarafından söylenmediği anlatılıyordu. Üstelik Beyaz Saray yetkilisi ve Dışişleri Bakanlığı sözcüsü “PYD terör örgütü değil” diyor; yanı sıra meşru müdafadan bahsedilmiyordu, yani böyle bir şeyin Obama tarafından dile getirilmediği söyleniyordu. Üçüncü olarak da bu konuşmada Türkiye’nin top atışlarına son verilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Şimdi biz hangi metne ve kime inanacağız. Ortada bir güven bunalımı olduğu için bu konuşma sorgulanıyor; o zaman doğrunun ortaya çıkması için konuşmanın tutanaklarının yayınlanması isteniyor haklı olarak. Bakalım yayınlanacak mı? Dolayısıyla Türkiye sürdürdüğü yanlış Suriye politikası sadece onu yalnızlaştırmıyor aynı zamanda müttefikleriyle karşı karşıya getiriyor, yalancı durumuna düşürüyor ve itibarını zedeliyor. Şimdi söyleyin bakalım bu mu büyük ülke dış politikası bu mu itibar? İçi boş büyük hayaller peşinde koşacağınıza, Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılma hayallerini kuracağınıza ülkemizde doksan bin cami var, sorunlarını çözüp buralarda namaz kılmak neyinize yetmez söyler misiniz? 12 HABER Bu yıl bahar gelmesin, istemiyorum! BasHaber 29 SÖYLEŞİ Şubat - 06 Mart 12 2016 Kırşehir Madımak’ı Sanıklar serbest bırakılıyor ÖZTEKİN ÇAÇAN lardan ürküyorum. İlk defa bu bahardan ve bu yazdan korkuyorum. Ve belki de ilk defa bu korkumun nedenini net bir şekilde biliyorum: Ülkedeki şiddet ve çatışma ortamının tırmanma tehlikesi. Çatışmaların öncesinde ve sonrasında yapılan açıklamaları hep birlikte takip ediyoruz. İnanın bazen olan bitenden çok, olacak bitecekler ile ilgili yapılan açıklama- “Hesabı sorulacaktır, intikam alınacaktır” söylemi… Örnek ortada; 28 kişinin yaşamını yitirdiği Ankara saldırısını çözümlerken Duran Kalkan,“Şimdi öyle bir noktaya geldi ki, artık biz de dizginleyemiyoruz. Bunu yapan örgüt geçtiğimiz aylarda bir açıklama yaptı ve PKK’yi ‘pasifizm’le suçladılar. Kürd gençleri yeni örgütler kuruyorlar. Daha da radikal olacağa benziyorlar” diyor ve Cizre’de, Sur’da yaşananları gerekçe göstererek “intikam” gerekliliğine vurgu yapıyor. Bugüne kadar geliştirilmiş olan “hesabı sorulacaktır” söyleminin yanında ürkütücü bir “intikam” söylemi ekleniyor. Demek ki elinde her türlü silahı, bombası bulunan kişilerin, kendini savunmak adına hiç bir şeyi bulunmayan sivil insanlara “intikam” amacıyla saldıracağı bir döneme girebileceğiz. Bu durumun ayak sesleri ise Cizre’deki “bodrum” ve Ankara katliamları oldu. Söylemi inşa edenlerin maalesef ciddi bir “intikam” gücü de var. İlk defa insanların sinir uçlarına bu söylemle net bir şekilde dokunuyorlar. Bütün “şer” saatleri bahara ve yaza ayarlanmış durumda Bu ülkede savaşın en sıcak ortamlarında yaşamış, ölümün bin bir çeşidini görmüş, tanık olmuş insanlarız. Yukarıda birinci ağızdan alıntıladığımız bu söylemin ne anlama geldiğini çok iyi bilecek durumdayız. Ufukta bombalı saldırılar, karşı saldırılar, insansızlaştırmalar, masum ölümleri beliriyor. Hatip Dicle’nin bir röportajında sözünü ettiği gibi “karlar eridiğinde” şiddet ülkenin tamamına yayılacak gibi. Birileri durumun ciddiyetinin farkında olmayabilir ama PKK’nin savaşı tırmandıracak insan ve diğer kapasitelerinin olduğu biliniyor. Uluslararası sistemin de artan bu şiddet dalgasına tepkisiz kalacağı, uzunca bir süre izlemeye devam edeceği ise ortada. Çatışmanın karşı tarafının, AKP ve devlet söyleminin de bundan aşağı kalır yanı yok. Sur’da, Cizre’de duvarlara Özel Timlerin, Jandarma Özel harekâtçıların yazdığı yazılara bakın. Duvarlardan ciddi bir “hastalıklı milliyetçilik” ve kan kokusu akıyor. “28 Şubat Dolmabahçe Mutabakatı’nın yıldönümü” İnanın takvimlerin geçen yıl ‘Dolmabahçe Mutabakatı’nın’ açıklandığı güne dönmesini istiyorum. O gün ülkeye aşılanan umudun tutmasını, bu bahar dallarda umudun çiçeklerinin açmasını istiyorum. Belki de hayal kuruyorum. Ama olsun. Üniversite yıllarımda (90’lı yıllar) her bahar “dağa çıkışlar” olurdu. Ve her güz - bahar döneminde ya da okul sonu yaz döneminde sayımız eksilirdi. Sessiz ve mahçup bir şekilde “kırsala gitmiş” oğullarını, kızlarını çaresizce arayan geride kalanlara sorular soran, ana - babalara verecek cevap bulamazdık. Ne diyebilirdik ki, arkadaşlarımızın ölüme gittiğini hepimiz bilirdik. Ve maalesef eğer ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ gününe dönemezsek durum yine aynı olacak. Bu yüzden bahar gelsin istemiyorum. Bahar, eğer olması gereken şekliyle çiçekleriyle gelmeyecekse olmasın istemiyorum. Bahar, bahar gibi gelmezse yine kana bulanacak biliyorum. Aramızdan binlerce kişi bu baharda yok olacak görüyorum. Wernicke Korsakoff mağdurları için Sürdürülebilir bir yaşam H H Azad Celikanî aziran seçimlerinin ardından başlayan şiddet, çatışma ve sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte Türkiye’nin batısında ‘teröre lanet’ adı altında yapılan protestolarda birçok Kürdlere ait işyeri, parti binaları ve dernekler ateşe verilerek tahrip edilmişti. HDP Genel Merkezi de başta olmak üzere çok sayıda bina ateşe verilerek yakılmıştı. 8 Eylül’de MHP Kırşehir İl Teşkilatı’nın düzenlediği “Teröre Lanet Yürüyüşü’ne” katılan bir grup ülkücü, lise caddesinde HDP Kırşehir il binasındaki parti levhasını indirip, Türkiye bayrağı astmıştı. Yaklaşık 150 kişi olduğu bildirilen grup ardından HDP Kırşehir Belediye Başkan Adayı Eşref Odabaşı’nın sahibi olduğu Gül Kitabevi’ni yakmıştı. Saldırganlar aynı yerde bir çiğköfteci ile konfeksiyon mağazasını da ateşe vermişti. Gül Kitabevi’nin yakılması görüntüleri, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas Madımak Oteli’ndeki yangınla benzerlik gösteriyordu. Sanıklar hangi suçlardan yargılanıyor? 15 Aralık’ta başlayan davada sanıklar “Halkı kin ve düşmanlığa alenen tahrik etme, mala zarar verme, iş yeri ve mülk dokunulmazlığını ihlal etme, siyasi parti binasına zarar verme, kanuna aykırı gösteri ve yürüyüş düzenleme” suçlamalarıyla, 2 sanık da “öldürmeye teşebbüs” suçlamasıyla yargılandı. Öte yandan yargılanan 5 kişiye bir üst kattaki dairenin de yanarak zarar görmesine yol açtıkları için “olası kastla mala zarar verme” suçundan dört aydan üç yıla kadar hapis cezası istemiyle bir dava daha açıldı ve bu iddianame de Gül Kita- bevi Davası ile birleştirilmişti. Hazırlanan iki iddianamede; Gül Kitabevi’nin; Sanıklar Ramazan Doğan, Yunus Sağır, Mustafa Tekten, Ramazan Akçakaya ve Fadime Maraş tarafından yakıldığı ifade edildi. Bu yangın sırasında aynı binadaki 11 numaralı dairenin de zarar gördüğü ifade edildi. Ev sahibi İhsan Fatih Kaymaz’ın şikâyetine göre evde 7 bin TL’lik zarar meydana geldiği belirtildi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 2010 tarihli bir kararında, köfte arabasını yakan bir kişiye, arabanın önünde park edildiği kahvehanenin de yanması nedeniyle “olası kast ile yakarak mala zarar verme” suçundan ceza verildiği kaydedildi. 16 sanığın yargılandığı davada 6 kişi tutuklu iken ilk duruşmadan sonra tutuklulardan 3’ü, duruşmanın ertesi günü, sanık avukatların itirazları sonucu tahliye edildi. İkinci duruşmada 3’ü tutuklu olmak üzere 16 sanık yargılanıyordu ve 6 Şubat tarihinde görülen son davada da 1 tutuklu sanık tahliye edildi. Şuan 2 tutuklu sanık var ve bu iki sanık Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 81/1. Maddesi’nden, yani “Adam öldürmeye teşebbüs” suçlamasıyla yargılanıyor. Avukat Kanat: Muhalif kişiliğinden dolayı saldırıya uğradı Davanın son duruşmasını izleyen ve davaya müdahil olan Avukat Levent Kanat, Komkurd-an ekibiyle birlikte Gül Kitabevi’nin işletmecisi Eşref Odabaşı’yla dayanışmak için Kırşehir’e gitti. Eşref Odabaşı’yı 25 yıldır tanıdığını ifade eden Levent Kanat, Gül Kitabevi’nin çevre illerdeki en kaliteli kitabevi olduğunu belirterek, bu nedenle saldırının hedefi haline geldiğini dile getirdi. Kanat, “Eşref Odabaşı demokrat ve Türkiye muhalefetinden siyaseti algılayan bir insandır. Kürdlerin hak mücadelesini beyninde ve yüreğinde hissediyor. HEP’ten bu yana kurulmuş Kürd partileriyle hep ilişkisi vardır. Kürdlerin yaşadıkları acıları iyi bilir, onlar bir sıkıntı yaşandığında yanlarına koşar. Bu nedenledir ki saldırganların hedefi oldu” diyor. “Mahkeme, yaşananlardan sonra saldırıları doğal buldu” Yapılan ilk duruşmanın ertesi gününde sanık avukatları tutukluluğa itiraz edince, 6 tutuklunun 3’ü ‘mevcut delil’ denilerek serbest bırakıldı. Bu durumun mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürdüğünü belirten Levent Kanat, “biz, bir gün sonra fikrini değiştiren kadın hâkimin reddini istedik, aynı zamanda onların tahliyesini isteyen mahkeme başkanının reddini de istedik. Taraflı davrandıklarını düşünüyoruz. Tarafsızlıklarını yitirmişlerdir; çünkü TCK’nin ‘adam öldürmeye teşebbüs’ suçlamasıyla dava açıp, daha sonra bu sanıkların tahliye edilmelerini doğru bulmuyoruz. Ortada çok detaylı kamera görüntüleri ile tanık beyanları var. Bu kamera görüntülerinde çok ciddi bir biçimde insan öldürmeye dönük bir güruhun hareket halinde olduğunu görüyoruz. Amaçları saldırarak o kitapları yakmak, insan öldürmek olduğunu düşünüyoruz” dedi. Bu suçun çok ağır olduğunu ifade eden Kanat, mahkeme üyelerinin dosyada hiçbir değişiklik olmadan tahliye istemesini o gün yaşanan olayların etkisinin olduğunun altını çizdi. Kanat, mahkeme üyelerinin bir kısmının yaşanan olaylardan sonra halkın öfkeye kapıldığını ve doğal olarak bu saldırıyı doğru bulduklarını düşündüğünü söylüyor. YAŞAM BasHaber 29 Şubat - 06 Mart 2016 13 SÖYLEŞİ Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür derler ya bazı konularda bizim yapmamız gereken tam tersidir aslında. İnsanın bazı konuları unutmaması gerekiyor. Çünkü bazı süreçler bitmiyor devam ediyor maalesef. Daha kötülerinin yaşanmaması için gösterilecek gayret, yaşanmış olan kötülüklerin ise arızi sonuçlarının giderilmesi bir avuç insana düşüyor genelde. Nisyan eylediğimiz hafızayı beşerimiz hatırlarsa; devlet güçleri 19 Aralık 2000 tarihinde cezaevlerinde yaptığı Hayata Dönüş Operasyonu’nda 30’u tutuklu 2’si asker olmak üzere 32 kişinin hayatını aldı. Çaçan Amedi ayata Dönüş Operasyonu’nu hatırlıyor musunuz? Çoğumuzun artık hatırlamadığı, bilmediği o günleri tekrar anımsamakta fayda var. Olay şu; 1999 - 2000’li yıllarda bulundukları koğuş tipi cezaevlerinden, yeni yapılan F tipi hücre tipi cezaevlerine sevk edilmeyi reddeden, sevk kararına ölüm oruçları, açlık grevleriyle karşılık veren tutukluların eylemine hükümet müdahale kararı alır. Ve bu karar 19-22 Aralık 2004 tarihinde başlatılan “Hayata Dönüş Operasyonu” ile uygulamaya konulur. Ecevit başkanlığında kurulan 57. Hükümet içinde ANAP ile MHP nin de yer aldığı kabinenin aldığı bu karar bugün bile kanamaya devam eden bir yaranın kaynağını oluşturur. Toplumsal bellek ne kadar unutmaya meyilli olsa da “ateş düştüğü yeri yakar” misali toplum olarak o dönemde oluşan sonuçlarla bu gün bile uğraşmak, yüzleşmek durumundayız. Devletin Hayata Dönüş Operasyonu 30’u tutuklu 2’si asker olmak üzere 32 kişinin hayatına mal olur. Sonrasında ise bazı verilere göre yaşamını yitirenlerin sayısı 100’e çıkar. Çünkü direniş eylemleri hem içeride hem de dışarıda sürdürülüyor. Dışarıda da sürdürülen ölüm oruçlarının etkisini ile zamanla ölümler yaşanır. Bu konuyu ele alırken, genelde “hayata dönüş” adıyla yürütülen operasyonların tüm mağdurlarıyla, özelde de Wernicke - Korsakoff Sendromu (WK) hastalarıyla kurulan dayanışmadan söz etmeden olmaz. Operasyonlar sırasında yaşananlar ne olursa olsun sonrasında hayatta kalmak ve yaşamaya devam edebilmek tek başına direnişçilerin başarısı değildir çünkü, dayanışma gerektirir. WK’lular ve Eski Mahpuslarla Dayanışma Girişimi Girişim, 2004 Ağustos ayında bir gurup eski mahpus, avukat ve duyarlı insan tarafından kuruluyor. Gurup amaçlarını “Eşitlik, özgürlük mücadelemizin ve umutlarımızın gerçekleşmesi uğruna payına mahpusluk düşmüş, açlık grevleri-ölüm oruçları nedeniyle hastalanmış kardeşlerimiz için bir araya gelmek…” diye açıklıyor. Girişim WK hastası olan 520 mağdur ile ilişki kuruyor. Zaman içerisinde bu miktar azalsa bile dayanışma açısından büyük bir sayı. Özellikle bir şekilde aile desteği alamayan mağdurla yoğun temas halindeler. Ege ve Çukurova’da çeşitli faaliyetlerle WKEMDG ağı genişletilmeye çalışılıyor. 2013 yılında ise Avrupa’da girişimin bir devamı olarak WEMDA kuruluyor. Belgesel film, kamp vb… Girişimin, 2014- 2016 yılları arasında Türkiye ve Avrupa’da hayata geçmiş yüzlerce etkinliği, eylemi var. Grup öncelikle bir ‘yaşam ve dayanışma evi’ satın alarak İstanbul Sütlüce’de hayata geçirilmiş. WK hastası olan ve olmayan 4 mağdur bu eve yerleşmiş durumda. Evin bütün ihtiyaçları girişim tarafından karşılanıyor. Girişim yüzlerce kişinin katıldığı yaz kapları düzenliyor. En son beşincisi düzenlenen bu kaplarda mağdurlar, eski direnişçiler, aileler ve dayanışmacılar bir araya gelerek ciddi etkinliklerde bulunuyor. Forumlar, seminerler düzenleniyor. Girişimin üzerinde durulması gereken ön önemli faaliyeti ise tedavi amaçlı çabalardan oluşuyor. Hastaların bireysel kayıt sistemi geliştirilmiş ve özellikle tedavi sürecine müdahil olan direnişçiler için yoğun çaba harcanıyor. Girişiminin yeni hedefleri Dayanışma girişiminin süregelen gelenekselleşmiş faaliyetlerinin yanında uzun vadeli hedefleri bulunmakta. Bu projelerden en ilgi çekeni ise kendi kendine yeterli “Kırda 13 Çiftlik Evi Projesi.” İlk bakışta sıradan gibi görünen projenin ayrıntılarına bakıldığında ise öyle olmadığı göze çarpıyor. Ön projeler, ön fizibiliteler, birçok şey hazır. Projenin temel hedefi iç finansman döngüsünü de sağlayarak “sürdürülebilir” ve “geliştirilebilir” doğaya uyumlu inovatif yaşam alanı yaratmak olarak özetlenebilir. Kapitalizmin, tüketim kültürünün, eğemen olmadığı, emek- üretim dengesinin yeniden kurulabildiği bir yaşam modeli tasarlanıyor. Girişim yakında kamuoyuyla paylaşacağı bu hedefini gerçekleştirme işine şimdiden başlamış bile. Sürekli toplantılarla her gün olayın yeni boyutları düşünülüp tasarlanıyor. Demokratik ve yatay örgütlü grup Dayanışma girişiminden kimse isim olarak ön plana çıkmak istemiyor. Girişim gurubundaki dayanışmacılar İstanbul Üniversitesi’ndeki tedavi amaçlı çabalardan söz edilmesini istiyor. Çapa Tıp Fakültesi’nin Nöroloji Bölümü’nün tamamından ciddi destek aldıklarını söyleyen aktivistler özellikle Prof.Dr İ. Hakan Gürvit ve Uz. Dr Pınar İşçen’e teşekkürlerini ifade ediyorlar. Operasyon sonrasında ve şimdi Çapa Tıp Fakültesi’nin doğru tıbbi müdahalelerinin sağlık sorunlarının büyümesinde engel olduğunu belirtiyorlar. Dayanışma girişimindekiler çalışmalarının her aşamasında özellikle; TİHV (Türkiye İnsan Hakları Vakfı), İHD (İnsan Hakları Derneği) gibi kuruluşlardan ciddi destek aldıklarını anlatıyor. Fizyoterapist Dr. Hamiyet Yüce’nin ciddi çabalarının olduğunu, “beden farkındalığı” konusunda yaptığı terapilerin özellikle WK’lu mağdurlar açısından çok olumlu sonuçlar doğurduğunu belirtiyorlar. Mağdurlar için, onların hayata tutunmaları çabasını destekleyen herkese teşekkür edip yeni destekçiler bekliyorlar. Yani ‘safları sıklaştıralım’ diyorlar. WK hastası Savaş Kör, çocukluk hafızasına döndü Kör 5 Mart 1999’da, Çankırı Valisi Ayhan Çevik’e yapılan bombalı suikastin sorumlularından olduğu gerekçesiyle tutuklanıyor. Uzun yargılama süreçlerinde bulunduğu cezaevlerinde girdiği ölüm oruçları ve açlık grevlerinde WK hastası olur. Ankara Numune Hastanesi’nden 11 uzman, Kör için verdiği raporda “belleği ileri derecede yıkılmıştır, düşünce içeriği sığlaşmış, spontan konuşması kaybolmuştur. Başkasının yardımı olmadan yürüyememekte ve gündelik hayatını sürdürememektedir. Metabolik nedenli Korsakof olup, ceza infazının tehiri uygundur” diye rapor verir. Nöbetçi İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi, Kör’ün hayati tehlikesini göze alarak tahliyesine kararı verir. Ancak Kör tahliye olduktan sonra Yargıtay 9. Ceza Dairesi, hakkında verilen 15 yıl ağır hapis cezası onaylanır. Kalan cezasını çekmek üzere yeniden cezaevine gönderilme kararı verilir. Bunun üzerine 11 Ocak 2004 tarihinde ailesiyle birlikte kaldığı evden alınarak yeniden cezaevine konulan Kör’ün bilinci bir süre sonra tamamen kaybolur. Çocukluğuna dönen Kör, o dönemde aldığı dini eğitimin etkisiyle sürekli namaz kılmaya başlar. Avukatları dahil kimseyle iletişim kurmaz. Durum böyle olmakla birlikte Kör halen cezaevinde tutulmaktadır. WKEMDG İletişim Bilgileri: celigesuverenlerleelele@gmail.com celigesuverenlerleelele.blogpost.com.tr www.facebook.com/groups/celigesuverenlerleelele 14 YAŞAM BasHaber Bir şeyler yapabiliriz C Ercan Ekinci insel şiddet suçları veya mağdurlarıyla ilgili Türkiye’de yapılan ciddi bir çalışma olmadığı gibi aynı zamanda bu alanla ilgili ‘tabular’ hala sürmekte. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği (CŞMD), cinsel şiddetin Türkiye’de konuşulmadığını belirterek “Cinsel şiddeti önlemek için her birimizin yapabileceği şeyler var” dedi ve “Bunu yapabiliriz” isimli bir kampanya düzen-ledi. 1 yıl sürecek kampanya kapsamında dileyen herkes, Twitter ve Facebook’ta #BunuYapabiliriz hashtag’i ve www.bunuyapabiliriz.tumblr.com aracılığıyla cinsel şiddetin nasıl önleneceğine ilişkin önerilerini paylaşıp hayata geçirerek, cinsel şiddetin önlenmesine katkıda bulunabilecek. Kampanya için hazırlanan kartpostalları okulda ya da arkadaşlara dağıtmak, cinsiyetçi küfürleri hiç kullanmamak ya da daha az kullanmak, cinsel şiddet üzerine konuşmak, kampanyaya destek olmak isteyenlerin yapılabilecekleri arasında yer alıyor. Mart ayında yayınlanacak “Kavramlar Sözlüğü” aracılığıyla da cinsel şiddetle ilgili farkındalık yaratılması amaçlanıyor. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği Üyesi Hilal Esmer, cinsel şiddetin tanımı, türleri ve hangi sosyal, kültürel ve psikolojik kodlardan beslendiğini ve bu alanla başlattıkları kampanyayı BasHaber’e değerlendirdi. “Tecavüz kültürel olarak da öğrenilen aktarılan bir şey” Tecavüz, taciz ve fiziki güç kullanımı cinsel isteğin tezahürü olmadığını, sadece toplumda yaygın bir mit olduğunu belirten Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği (CŞMD) Üyesi Hilal Esmer, tecavüz ve diğer bütün cinsel şiddet biçimlerinin güç kullanımının bir tezahürü olduğunu söyledi. Cinsel şiddetin silahla tehdit ederek, ilaçla direnci kırarak, rıza inşası ile, mesleki uzmanlık, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, hiyerarşik konum ve benzeri durumları baskı unsuru olarak kullanarak gerçekleştirdiğini kaydeden Esmer, “Tecavüz ve fiziksel güç kullanımı, kültürel olarak da öğrenilen, aktarılan bir şey. Kullanılan cinsiyetçi dil; tecavüze teşvik eden, onu meşru kılan şaka ve mitlerin okullarda, stadyumda, arkadaş ve aile içinde, sokakta, televizyonda üretilmesi; bu şiddet Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Faysal Dağlı Yayın Koordinatörü: Yeter Polat Haber Merkezi: Mustafa Turan, Mehmet Emin Kan, Mehmet Salih Batırhan, Çimen Gümüş, Adem Özgür biçimlerinin sistematik olarak tolere edilmesi, yaygınlaştırılması, cezasızlık ve benzeri faktörler; cinsel ve fiziksel şiddet biçimlerinin kişilere yönelik uygulanmasını etkiliyor ve arttırıyor” dedi. “Cinsel şiddet mağdurlar ve tanıklarda travma yaratıyor” Cinsel şiddet kavramının birçok tanımı da içeren bir şemsiye kavram olduğunu aktaran Esmer, daha tabu ve insanlar arasında konuşulmayan, algılanması, üzerinde farkındalık geliştirilmesi zor olan bir şiddet biçimi olarak değerlendirdi. Bedenin kutsallaştırılması, cinsel davranışların bastırılması, cinsiyet eşitsizliği, ataerkillik ve militarizm gibi güç mekanizmalarından beslendiğini söyleyen CŞMD üyesi Esmer, “Yaygın olarak yok sayılıp tolere edilen, failler yerine mağdur edilenlerin yargılanıp damgalandığı; maruz kalan veya tanık olanlar üzerinde güçlü travmatik etkiler yaratabilen bir şiddet biçimi” şeklinde ifade etti. “Cinsel şiddetin birçok türü var” Cinsel şiddeti, bir kişinin rızası olmadan veya rıza göstermeyeceği durumlarda katıldığı her türlü cinsel eylem olarak tanımlayan Esmer, cinsel şiddeti besleyen bazı türleri şu şekilde sıraladı: “Tecavüz, eş/sevgili tecavüzü, istenmeyen cinsel dokunma (dokunma veya elle tutma), başkasının bedenini istenmeyen teşhiri, teşhircilik veya röntgencilik, çocukların cinsel istismarı, cinsel taciz, aile içi cinsel İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına Faysal Dağlı Sahibi: Botan Tahsin Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç, Hüseyin Ünal şiddet ve cinsel istismar, meslek uzmanları (psikolog, psikiyatr, doktor, diş hekimi, kamu görevlisi, polis veya diğer meslek uzmanları) tarafından cinsel istismara uğramak.” “Hukuksuzluk cinsel şiddeti meşrulaştırıyor” Katı cinsiyet rolleri, kadın ve erkek kutuplaştırılmasının yaratıldığı bir kültürel yapı, cezasızlık, hukuksuzluk gibi faktörlerin cinsel şiddete yol açtığını ve şiddeti meşrulaştırdığını belirten Hilal Esmer şöyle devam etti: “Psikolojik etkenleri konuşurken dikkatli olmak gerek. Şiddet faillerinin ruhsal sağlık problemleri, kontrol kaybı ya da sapkınlık gibi nedenlerle bu eylemleri gerçekleştirdiği miti toplumda çok yaygın. Oysa düşünülenin aksine failler sağlıklı bir hayat süren, statü sahibi, evli, çocuklu, toplumun her alanında var olan bireyler. Şiddet kişinin gücünü uygulama istenci, cinsel şiddeti bir cezalandırma yöntemi olarak kullanması, kendine güvensizlik ve yetersizlik gibi faktörlerden besleniyor olabilir.” Bu şiddet türünün sosyal ve kültürel norm ve kodların yarattığı; toplumsal ve cinsiyet eşitsizliğinden, ırkçılıktan, faşizmden, militarizmden, toplumsal normlardan ve her türlü ayrımcılıktan beslendiğini vurgulayan Esmer, “Savaş suçları ve toplu tecavüzlerden kız ve oğlan çocuklarına uygulanan sünnete, sokak tacizinden ev içi şiddete, çocuk istismarından zorunlu erken evliliklere, interseks ameliyatlarından lezbiyenlere yönelik düzeltme teca- Tel: +90 212 243 27 60 Fax: +90 212 243 27 79 E-mail: bas-haber@bas-haber.com www.bas-haber.com Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir. 29 SÖYLEŞİ Şubat - 06 Mart 14 2016 EDEBİYAT BasHaber 29 Şubat - 06 Mart 2016 15 SÖYLEŞİ Kemal Varol’un romanı: Haw Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, “Bunu Yapabiliriz” kampanyasıyla, cinsel şiddetin önlenmesini ve tüm biçimlerinin, aralarında hiyerarşi olmadan konuşulmasını, kampanya sayesinde harekete geçilmesini ve toplumsal dönüşümü hedefliyor. vüzlerine, trans cinayetlerine, engelli, göçmen bireylere, hayvanlara yönelik biçimleri, alıkoyma ve işkenceyi de içeren birçok türü var. Rıza olmaksızın, beden bütünlüğü ve iradeye karşı yapılan davranışları telkin ve teşvik eden tüm etkenler bu şiddetin uygulanmasında tetikleyici olabilir” diye konuştu. “Cinsel şiddete toplumun her kesiminden insanlar maruz kalıyor” Cinsel şiddete toplumun her kesiminden insanların maruz kaldığını ve bunun da iktidar ve güç kullanımıyla ilişkili olduğunu dile getiren CŞMD Üyesi Hilal Esmer, farklı mekanlarda; sokakta, okulda camide, barda, bakkalda, köyde, şehirde, hapishane ve birçok yerde insanların cinsel şiddete maruz kaldığını söyledi. Toplumun tüm kesimlerinden gözle görülebilen bir şiddet biçiminin olduğunu; maruz bırakılanlar toplumun her kes-iminden canlılar olsa da, faillerin ezici çoğunluğunun erkek olduğunu kaydeden Esmer, asıl cinsel şiddete maruz bırakanlar değil failler üzerin den konuşulmasına dikkat çekti. “Cinsel şiddeti önlemek için ben de birşeyler yapabilirim” Cinsel şiddetin toplumun bütün kesimlerini ilgilendirdiği ve toplumsal cinsiyet rolleri ve normlarından beslenen, kültürel yollarla öğrenilen bu şiddet biçimine karşı, toplumun tüm bireylerine yönelik “Bunu Yapabiliriz” kampanyasını başlatıklarını ifade eden Esmer, “Cinsel şiddeti önlemek için ben de bunu yapabilirim” demeye davet ettiklerini söyledi. Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği’nin cinsel şiddet konusunda farkındalık yaratmak için beli yerlerde etkinlik ve atölye çalışmaları yaptıklarını söyleyen Esmer, konuşmasını şöyle sonlandırdı: “Koruyucu önleyici materyaller, farkındalık ve bilgilendirme içeren materyaller, öz-yardım materyalleri üretiyoruz. Tecavüz Kriz Merkezleri’ni tanıtıcı ve savunucu çalışmalar üretiyoruz. Türkiye’deki toplumsal algının kırılmasına yönelik çalışmalar üretmeye çalışıyoruz. Cinsel şiddetten hayatta kalanların kurban algısının kırılmasını, mağdurlaştırıcı bir dil yerine güçlendirici bir dilin oluşmasını, tecavüzcülere yönelik idam talepleri yerine cezasızlığı azaltacak toplumsal-sosyal değişim programlarının, Tecavüz Kriz Merkezleri’nin, cinsel şiddet danışma merkezlerinin talep edilmesini istiyoruz. Toplum tabanından yaygınlaşacak topyekün bir mücadelenin, cinsel şiddetin varlığını, meşrui-yetini ve 7’den 70’e üzerimizde yarattığı hasarları azaltmada etkili olacağına inanıyoruz.” Edebiyat zamanın tanığıdır E Salih Gündoğan ski bir söz vardır: Yazarlar yasadıkları çağın tanığıdırlar! Kuşkusuz bu alelade bir tanıklık değil, sanatsal yanı ağır basan bir tanıklık etme biçimidir. Onun içindir ki, sanatçılar diğer insanlardan farklıdır. Edebiyatçılar; duyuş, düşünüş ve hissediş olarak çok başkadırlar ve daha önemli olan tarafı ise bunu yeniden bir yaratım gücüne kavuşturmalarıdır Haw, Kemal Varol’un sondan bir önceki romanı. İletişim Yayınları’ndan çıkıp, 4. baskıya ulaştı. Aslında belkide son romanı hakkında (Ucunda Ölüm Var) yazmak gerekirdi. Ancak özellikle kahraman köpek Mikasa’ın gözünden yaptığı tanıklıklar ve bölgemizde kitabın diliyle söylersek Güneyliler ile Kuzeyliler arasında tekrar alevlenen savaş bunu zorunlu kıldı. Bakalım torunu dedesi Mikasa’ın hikâyesini nasıl anlatacak: “Babam dışarının yorgunluğuyla gelir ve bizi dizlerine oturturdu bazen. Boğazını temizler, tüylerine yapışan dünyanın tüm kirini üzerinden silkeler ve dalgın dalgın uzaklara bakardı.” Annesinin bu hikâyeyi savaştan ve insanlardan uzak durmaları, kendilerini mışıl mışıl bir uykuya teslim etmeleri ve gökten üç elma düşmesi, tatlı tatlı rüyalar görmeleri uyuyup büyümeleri için anlattığını söylerdi.” Öyle değilmiş tabi. Dedem Mikasa’ın hikâyesi, annesinin uyarılarını dikkate almadan evden ayrılmasıyla başlamış kısa süre sonra kendini alevli kalpler çetesinin küçük üyesi olarak görmesiyle devam etmiş. Barut, Lafo dede, Mikrop la bir süre makam dağının eteklerindeki mezarlıkta yaşayan çete en sonunda şehrin kenarındaki çöp dağını ele geçirmesiyle güzel günleri başlar artık yiyecek sıkıntıları olmayacaktır. Çöp dağının tepesindeki yaşamları devam ederken Mikasa şehre dolaşmaya çıkacaktır. Bu gezintilerden birinde Melsa’yla karşılaşacak ve âşık olacaktır. Melsa partinin köpeğidir. Mikasa ise sokak köpeği ama bu aşka engel olmaya- cak ve Mikasa gönlünü Melsa’ya kaptıracaktır. Beraber partinin kapısında bekleyecek sokaklarda gezecekler ve aşklarını taçlandırabilecekleri günü bekleyeceklerdir. Ama beklenen olmayacak birden Kuzeyliler tarafından Mikasa askere alınınca aşkları yarım kalacaktır. Mikasa bu aşkı şöyle anlatacaktır: ”Yemeden, içmeden kesilmiştim. Arkadaşlarım çer çöpün altında bulduklarını sevinçle havaya kaldırırken benim bir damla su içmeye takatim kalmamıştı. Sıkıntıyla çöp dağındaki bir çukura uzanıyor, kimse bu halimi görsün istemiyordum. Ama çöpün o ekşimsi kokusuna benden sızan keder de karışıyordu o günlerde yerimde duramıyordum. Ayaklarımın sahibi ben değilmişim gibi her gün ona gidiyordum artık, ona, sokağın başına, parti bayrağının altında gurur ve asaletle duran Melsa’ ın gözünün içine bakıyordum.” Alevli kalpler çetesinin haylaz üyesi Mika aşkıyla vuslata eremeyecektir: ”Neye elverişliydim, bilmiyordum… diye soruyordum kendi kendime. Sokak köpeğiydim, işte bütün işim gücüm gezip tozmak ve pineklemekten ibaretti. Anlamıyorlardı. Gri bir binada, adımın olduğu sapsarı bir kâğıda ‘elverişli’ damgasını basıyorlardı ha bire. Artık eğitim merkezindeki köpeklerden biriydim ve düpedüz askere yazılmıştım.” Askere alınan Mikasa’ın hikâyesi başkalaştırmanın hikayesi olacaktır. Türkuaz’ın emriyle başlayan eğitim sürecine uzun süre direnecek ama sonunda canlı bir detektör olarak karakoldaki yerini alacaktır. Kuzeylilerle Güneylilerin savaşı devam etmektedir. Savaş insanlardan neler götürür ya da diğer canlılardan. Savaş sadece insanlara zarar vermez yaşandığı bölgede bütün canlılara zarar verecektir. Ama insanın gözü sadece insanı gördüğü için diğer canlıların yaşadığı telefatı görmeyecektir. Çünkü insana göre dünyanın en önemli varlıkları insandır diğer canlılar insanların sayesinde anlam kazanırlar. Oysa gerçekte doğada yaşayan her canlı özgündür ve doğanın önemli bir varlığıdır. Fakat insanlar diğer canlıları laboratuar malzemesi olarak görürler. Yıllarca doğayla savaş adı altında birçok türün sonunu öyle gelmiştir. Mikasa da özünden koparılacak ve bir savaşın ortasına atılacaktır. Kuzeylilerle Güneylilerin savaşında kollar bacaklar uçacak, köyler yok olacak, bazı Güneyliler taraf değiştirecektir. Bu savaşta çok büyük kötülükler yapılacaktır. Bazı çocukların babaları evlerinden alınacak ve bilinmeyen çukurlara gömülecek bir daha evlerine dönemeyeceklerdir. Kadınlar dul, çocuklar babasız kalacaktır. Canlı bir detektör olan Mikasa yaşanan bir arama tarama faaliyeti sonrasında kedini şehrin barınağında bulacaktır. Barınağa getirildiğinde artık uzuvları kopmuş bir köpektir. Ve barınaktaki hayatı böylece başlayacaktır. Patlayan mayının uzuvlarını kopardığı Mikasa barınağa getirildiğinde çok uzun süre kendine gelememiştir. Barınaktaki herkes Mikasa’ın öleceğini sanmaktadır ama Mikasa ölmeyecektir. Aşkı Melsa’ya kavuşamaması ve yaşadıkları onu içine kapatacak ve uzun süre barınaktaki diğer köpeklerle konuşmayacaktır. Ama barınaktaki diğer köpekler Mikasa’ın ayrı bir köpek olduğun fark edeceklerdir. Ve diğer köpekler çok uzun süre Mikasa’ın kitapta anlatılan hikâyesini merak edecektir. Adı güzel de geldiği günden beri Mikasa’yı takip edenlerdendir. Mikasa’nın Melsa ile olan hikâyesini dinleyen Adıgüzel Mikasa’nın aşkına saygı duyacak ve ona rağmen Mikasa’yı kabul edecek ve çok güç olmasına rağmen Mikasa ile çiftleşecektir. Çünkü eğer çiftleşmese Adıgüzel’in barınağı terk etiği hafta kısırlaştırılacaktır. Mikasa’yı bütün ısrarlarına rağmen ikna edemeyen Adıgüzel yakından geçen bir tren vagonuna atlayacak uzaklaşacaktır. Fakat Mikasa barınakta kalmaya devam edecektir. Haw, belki de hepimizin anlatmaya çalıştığı şeylerin güzel bir ifadesidir. Savaş zamanlarında söz hükmünü yitirir. Yine sözün hükmünü yitirdiği zamanlardan geçiyoruz. Kentler muhasara altına alınıyor, kentlerdeki bütün canlılar açlık susuzluk ve hayati tehlike altında yaşamaya çalışıyorlar. Soğukkanlı politik hesapların yarattığı bir tedhiş ortamında yaşamak nasılsa onların hepsine katlanmak zorunda kalıyoruz. Kuzeylilerle Güneylilerin savaşı tüm hızıyla ve yıkımda derinleşerek devam ediyor. Bu savaş bitmeyecek mi? Belki bir gün bitecek. Bittiği zaman geriye ne kalacak bilmiyoruz. Ama umarımız bu göğün altında savaşların ve kötülüklerin birer masal olarak kalacağı zamanların gelmesidir. 15 Mahlemiz SENNUR BAYBUĞA Diğer yandan duygusal toplumuz biz. Davranışlarımızı, bilgiler ve deneyimlerimiz değil, her nedense ve nasıl oluyorsa, o an içinde bulunulan mahallemiz yönlendirir. O mahallenin bir parçası olmamak, o mahallenin ev kapılarında çekirdek çitlemeye, çay içmeye davet edilmemek bizim için dünyanın sonudur, o nedenle hiç çıkmayız dışına, kahvedeki delikanlı abilerin çizdiği etek boyu alanlarının. O sokağın dışındaki hayatın ne tehlikeli olduğu komşu teyzeler tarafından anlatıla anlatıla gelmişizdir o yaşa. Edinimlerimiz de böyle, siyasetimiz de böyle günlük hayatımız da böyle. Kimse kendini kandırmasın, isterse de kandırsın, ödümüz kopuyor büyüdüğümüz sokakta, artık geçerken biz, kimse ayağa kalkmayacak diye o nedenle orada çizilmiş çizginin orada oluşturulan lügatı konuşmanın ve oradaki etek boyu kadar bacak açmanın önemi çok bizim için. Bizim dışımızda herkesi dedikodu yapmakla suçladığımız o mahallede, elalemin baskı ile büyüyen kadınımız erkeğimiz o sokağın dışına çıkmayı bir gün bir nedenle ve mutlaka onay ile başarmış olsa da girdiği yeni muhitlerde Ayşe teyzelere Ahmet amcaları bitmez. Bundan ki işte birileri ile aynı şeyleri savunuyor olmak durumu anlık ve o şeye bağlı değil, sonsuza kadar savunanlara bağılılıkla eş değerdedir. Hükümetlerimiz de öyledir, bakanlarımız da başbakanlarımız da. Büyüdükleri mahallede kendilerinden uzun boylu abilerinden aldıkları dersle, iki gün sonra onların tespihini ele geçirir geçirmez eziklendikleri abilerinden daha delikanlı olup bu kez onlar başlar horozlanmaya önüne gelene. İktidarsa en ağırı, baskı ise en bir baskın olanı. Büyüme döneminde her ne kadar kahvehanede yancı bile olamadıkları abilerinin masalarında bir gün okeye dördüncü girdiklerinde, yancılara da kola ısmarlamayı hayal etseler de, oturdukları anda o masanın örtüsüne sinmiş bencillikten muzdarip taş çalmaya başlarlar hemen. Ve birlikte hayal kurdukları masada yancı bile olamayan diğer gençler de kanıksamaya müsaittir yeni oyuncuyu. Zira o masanın, kahvenin ve mahallenin kuralı budur, itiraz eden atılır yaka paça. Keza ve zaten muhalefetimiz de öyledir. İktidar küfür mü etti yere mi tükürdü, aynısı yapılacak aksi halde gücü, inancı ve doğrusunun arkasında duruş biçimi sorgulanacak Allah muhafaza mahallesinde bir sürü şeyle suçlanacaktır, o topluluğun dışına düşmemek için karşısındakinin sesi ne kadar çıkıyorsa ondan bir oktav daha fazla bağırmak için çabalar durur, sesi kısılsın farketmez. Nasılsa arkasında dağ gibi arkadaşları, doğrusu kalabalıkları vardır, kendisi kadar aslında korkak ve kendisi kadar kendisi olmayan. Ortada bir kavga başlamışsa yan mahallenin gençleriyle diyelim ki, işten gelirken, daha ne olduğunu bile öğrenmeden dalar kavganın orta yerine. Maksat mahallesinden ayrı düşmemek, belki komşu kızına korkak görünmemektir. Kimi bıçakların da karıştığı bu kavgada, kazara faili belli olmayacak şekilde üst mahalleden birisi ağır yara almış ya da ölmüşse, o zaman sadece işte, çoğunlukla, failinin belli olmamasının sebebi aslında kimsenin delikanlılığın sonucuna katlanıp suçu üstlenmemesidir, o da üstlenmeyecektir. Belki de ortada bir kişi heba olduktan sonra kavganın aslında kendi mahallesinden birisinin üst mahalledekine yaptığı ağır bir hareket olduğunu öğrendiği zaman bile arkasında duracaktır yanlışının. Özür dilemek, yahu biz yanlış yaptık demek yoktur bu kültürde, derse dışlanacaktır, dışlanırsa başka mahalle tahayyülü olmadığı için yalnız kalacaktır ki en çok korktuğu şey budur. Neden zira sürüden ayrılanı kurt kapar düsturu ile büyümüştür, kendine koyun dendiğini farketmemiş, sormamıştır bile aynadaki suretine. Ama ve bir gün, o sokaktan dışarı bakmayı başaran bir göz, doğruluğun yanlışlığın orada örülen ve hayatı boyunca sormazsa kendine öğretilmiş olandan başka bir şey olduğunu da gördüğü zaman, belki dönüp arkasına bakmadan taşınacaktır oradan ve belki de zor olanı seçip o mahallede yaşamakta ısrar ederek, her kör döğüşünde ve her kavgada, bir yerde yanlış yapıyoruz arkadaşlar deme cesaretini gösterecektir. Ve dedikodu yapanın sadece komşu teyzeler değil kimi annesi olduğunu da anlayan her genç kız gibi mesela. Diğer arkadaşlarını annesinden de korumaya başlayacaktır 16 ÇOCUK BasHaber 29 SÖYLEŞİ Şubat - 06 Mart 16 2016 Çocuklar için barış! Adem Özgür G ündem Çocuk Derneği, kurulduğu ilk günden bu yana “Çocuklar için daha iyi bir dünya mümkün” diyor. 10 yıldır çocuklara yönelik hak ihlallerini araştıran, raporlar hazırlayan, paneller düzenleyen ve çocuklarla birlikte çeşitli etkinlikler yapan Gündem Çocuk Derneği, 10 yıla pek çok şey kattı. Savaş, intikam, şiddet ve yasakların hüküm sürdüğü bir coğrafyada acı, gözyaşı ve nefret hiç dinmiyor. Böyle bir coğrafyada kötü muameleye maruz bırakılan, horlanan, katledilen ve/veya iş cinayetine kurban giden, düşük ücretli işlerde çalıştırılan, cinsel istismara maruz kalan, sokaklarda özgürce oynamasına izin verilmeyen, evine ekmek götürmesi yasaklanan hep çocuklar oluyor. Sokağa çıkma yasağıyla evde tutsak kalan, elinde taş izi olduğu için gözaltına alınarak tutuklanan, bir ekmek uğruna dövülen, gaz fişeğiyle vurulan çocuklar… Böyle bir coğrafyada Gündem Çocuk, çok önemli işlere imza atıyor. Ezgi Koman: Daha iyi bir dünya mümkün! 10 yıldır yılmadan mücadele eden Gündem Çocuk Derneği adına sorularımızı yanıtlayan Ezgi Koman, “Gündem Çocuk Derneği’nin kuruluş amacı ve bizleri bir araya getiren, temel motivasyon çocuklar için daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna olan inancımızdı. Amacımız da aslında daha iyi bir dünya yolunda çocukların yaşamına, hak ve özgürlük sahibi bireyler olarak algılanmalarına, mutlu olmalarına, özgürleşmelerine katkıda bulunmaktı” diyor. “Çocuk hakları meselesi politiktir” Kuruluşlarının ardından geçen 10 yılda yaptıklarını özetleyen Ezgi Koman, şunları anlatıyor: “10 yılı yaptıklarımızla değil de belki tanıklıklarımızla, öğrendiklerimizle anlatsak daha iyi olabilir. Öncelikle 10 yıl bize bir kere daha çocuk hakları meselesinin ‘politik’ 10 yıldır çocuk hak ihlalleriyle ilgili çalışmalar yürüten ve bu konuda kısmi de olsa bir farkındalık yaratan Gündem Çocuk Derneği’den Ezgi Koman, “Gündem Çocuk Derneği’nin kuruluş amacı ve bizleri bir araya getiren temel motivasyon, çocuklar için daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna olan inancımızdı” diyor. kurumun şiddet ürettiğini kabul etmediği için çocuklar cezaevlerinde şiddete maruz kaldı, intihar etti. Devlet Suriyeli mültecilere misafir değinde ‘misafirinden sıkılanlar’ çocuklara köle muamelesi yaptı, patronları onları döverek öldürdü…” “10 yıl içerisinde çocuk hakları bilinir oldu” 10 yıl içerisinde önemli gelişmelerin de olduğunu ifade eden Koman, çocuk haklarının bilinir hale geldiğini söylüyor. Berkin Elvan’ın ardından devletin çocuklara kıydığının daha görünür hale geldiğini ifade eden Koman, “Çocuklar zaman zaman, her nasıl hayat yaşarlarsa yaşasınlar, bulundukları yerden seslerini duyurmaya devam ettiler. Bir kısmı örgütlendi, bir kısmı Gezi’de ve Kürd illerinde olduğu gibi iktidara karşı, özgürlükleri için sokağa çıktı. Yetişkinlerin tam vakıf olamadığı yöntemlerle direnmeye devam etti. Belki de son dönemde devletin, iktidarın çocukları doğruda hedef almasının sebebi de budur” diyor. bir mesele olduğunu gösterdi. Bu sürede dünyada ve Türkiye’de olan her gelişme çocukların yaşamını, hak ve özgürlüklerini doğrudan etkiledi. Çatışmaların yükseldiği zamanlarda çocuklar öldürüldü, tutuklandı, işkenceye maruz kaldı. Devlet, sermayenin ucuz işgücü ihtiyacını karşılamaya karar verdiğinde çocuk işçiliğinin önünü daha da açan yönetmelikler yapıldı. İşyerlerine yönelik sistematik denetimsizlikten vazgeçmediğinde çocuklar da iş cinayetlerinde yaşamını kaybetti.” “Devletin yaptıklarından dolayı çocuklar mağdur oluyor” Çocukların açlıktan yaşamını yitirdiğini, sağlık sis- teminin piyasalaştığını ve eğitim sisteminin amacından uzaklaştığını belirten Ezgi Koman, şunları dile getiriyor: “Sağlık sistemi piyasalaştıkça Muhammed’e ambulans yetişemedi, ölüsünü babası sırtını taşımak zorunda kaldı. Muhafazakârlaşmayla birlikte çocuklar eğitim sistemi insan haklarına dayalı bir amaçtan uzaklaştı, çocukların gelişimleri engellendi. Devlet çocuk evlilik meselesini sadece kültürel bir mesele olarak değerlendirdiğinde ve buna derinden bir hoşgörü gösterdiğinde Kader gibi çocuk gelinler ne yazık ki yaşamını kaybetti. Devletin toplumsal cinsiyet algısı hep erkek ahlakından yana olduğundan, mahkemeler cinsel şiddete uğrayan çocukların rızasını aradı. Kapalı “Çocuklar hayatın bir döneminde özgürleşecek” 10 yıl içerisinde çocukların hayatın bir döneminde özgürleşeceklerine inandıklarını söylediklerini ifade eden Koman, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Biz 10 yıl boyunca çocukların bu hayatın bir döneminde özgürleşeceklerine inandığımız söyledik. Kendimize de onların özgürleşme yollarına katkı verme rolünü biçtik. Yaşanan onca can yakıcı olaylara rağmen çocukların özgürleşmeye -en azından bizim çocukluklarımızdan daha fazla- başladıklarını söyleyebiliriz sanki. Gündem Çocuk Derneği de tüm bunlar olurken hep çocukların yanında yaşamı dönüştürmeye çalışan bir aktör olmaya çabaladı.” Çalışmalarımız medyada çok sık yer almıyor Derneğin çalışma koşullarından da bahseden Koman, en büyük sıkıntılarının ise çalışmalarını kamuoyuna duyurmak olduğunu belirterek, her yıl düzenli olarak ‘Çocuğun Yaşam Hakkı Raporu’ hazırladıklarını söylüyor. Bu çalışmalarının bir şekilde ana akım medyada da yer bulduğunu dile getiren Koman, “Onun dışında -ki biz medyayı iyi kullanabilen örgütler arasında sayılabiliriz sanırım- çok fazla yer bulmuyor. Bu da ulaştığınız, temas kurduğunuz insanları sınırlıyor” ifadelerini kullandı. Bir başka sorunlarının da kaynak meselesi olduğunu söyleyen Ezgi Koman, Türkiye gündeminin hızlı ve sıcak olması, gündemin de doğrudan çocukları etkilemesinin sorun teşkil ettiğinin altını çiziyor. Gündem Çocuk Derneği’nin kurulduğundan beri hak temelli bir çocuk politikasının gerekliliğinden bahsettiğini söyleyen Ezgi Koman, “Buna ilişkin öneriler geliştirdik. Acilen, çocukları hak ve özgürlük sahibi birey olarak gören bir çocuk politikasının oluşturulması ve uygulanması gerekiyor. Bunun da şu günlerde herhalde ilk şartı bir an evvel yeniden çatışmasızlık ve barış ortamının sağlanmasıyla mümkün” diye konuşuyor.
Benzer belgeler
27.03.2016
geçirilmesi, düzenlenmesi ve kamu mallarına yönelik ihlallerin bitirilmesi, yasadışı kazanç elde eden şirket ve şahıslar hakkında işlem yapılması ve adil bir mekanizmayla elde ettikleri kazançların...
Detaylı13.09.2014
bağımsızlığını ve kazanımlarını tehdit etmektedir. Siyasal partiler, kendilerini toplumun ve Kürdistan’ın üstünde gören anlayışlarla hareket etmektedirler. Kürdistan’da olmayan şey, bütün Kürdistan...
Detaylı01.02.2016
Yılmaz, KBY’ye askeri yardım konusunda son derece gayretkeş görünen ABD ve AB’nin, doğrudan yardım konusunda Bağdat ile anlaşmaya zorlayan siyasi bir tercihin öne çıktığını söylüyor. Batı’nın, KBY’...
Detaylı30.05.2016
yardım beklenebilir” diyor. Ancak öncelikle krizi Bağdat üzerinden çözme tercihlerini direteceklerini vurgulayan Yılmaz, “Bu krizin patlak vermesinde bölgesel dinamiklerin yanında, iç dinamikler de...
Detaylı