Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 6 SAYI: 35 OCAK/ŞUBAT 2013 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İhanet üç sıralı : Habur, Oslo, İmralı... YIL: 6 SAYI: 35 OCAK/ŞUBAT 2013 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İçindekiler İMRALI OYUNLARI Mustafa ÖZTÜRK.......................................................................................3 BEKLEYİN… ÇOK YAKINDA… Osman KARABABA....................................................................................5 GÖZLEM VERİLERİ NASIL İŞLENİR? Prof. Dr. Cihan DURA.................................................................................6 TBMM’YE KADAR OSMANLI MECLİS-İ MEBUSANI Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER...............................................................8 İhanet üç sıralı : Habur, Oslo, İmralı... BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 6 SAYI: 35 ÜÇ NOKTA Bahri DENİZ............................................................................................. 11 Yeni Ayasaya Sürecine İlişkin Görüşlerimiz (2) Av.Cavit DURSUN.................................................................................... 12 GÜVENDİĞİM TEK KURUM, İZLEDİĞİM “TEK ADAM” Osman SEL............................................................................................... 15 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK DAĞA ÇIKMAK İsmail BOZKURT...................................................................................... 17 YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA Türkçülüğün Kalemli Son Kürşad’ı: TURAN YAZGAN Alper KEPEZKAYA................................................................................... 22 YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ ÇEVRECİ BÜYÜME Hakan TUNÇ............................................................................................ 24 TELEFON (0352) 232 32 67 AHMET KABAKLI Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR........................................................ 27 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 ALIŞVERİŞ HASTALIĞI (TAKINTILI ALIŞVERİŞ BOZUKLUĞU) İbrahim GÜNGÖR.................................................................................... 19 OĞUZ DEDE SIRA OTURMASINDA Mehmet PUSAT....................................................................................... 25 OKULLARDA SERBEST KIYAFET UYGULAMASI Aytekin AYDOĞAN.................................................................................. 29 BİLGİYURDU GENÇLERİ Mustafa ÖZTÜRK.................................................................................... 30 BÜNYAN BELEDİYE BAŞKANI, Mehmet ÖZMEN’le RÖPORTAJ…......... 31 NEJDET SANÇAR HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ Mehmet KILINÇ....................................................................................... 34 UNESCO VE ITRÎ’NİN 300. YILI Ahmet ALTAY........................................................................................... 36 KİM DEMİŞ KIŞ SOĞUK OLUR DİYE? Bilal ŞAHİN.............................................................................................. 37 KİM DİNLEDİ, NİÇİN DİNLEDİ? İsmail ÖZÖREN........................................................................................ 38 “ÇELİK TEPE” Mİ “ŞEFKAT TEPE” Mİ? Bilgehan AYATA....................................................................................... 39 ÖZGÜRLÜK İSTİYORUM İbrahim BOYRAZ..................................................................................... 41 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. AVŞAR PİLAVI Kerim YILMAZ......................................................................................... 41 SAİM SARIKAYA (1954-2012) Erol ÇETİNKAYA....................................................................................... 42 3 İMRALI OYUNLARI Mustafa ÖZTÜRK Oslo görüşmelerinin devamı niteliğinde olan İmralı görüşmeleri, geçen ay başladı. Bilindiği gibi MİT ile PKK arasında 9 madde üzerinde mutabakata varılmış ve siyasi iktidar da bu mutabakat doğrultusunda kendine düşen iki büyük adımı atmıştı. Bunlar, eyalet yasası da denilen Büyükşehir Yasası ile anadilde savunma hakkını öngören yasalardır. Hükümet sözcülerine bakılırsa, bu görüşmelerin bir tek amacı var: PKK terör örgütüne silah bıraktırmak. “Biz iki büyük adım attık, şimdi sıra sizde” denmiş olabilir ama Kürt bölücü hareketinin beklentisi, iki yasadan ibaret değil. Bu nedenle, gündemin sadece terör örgütüne silah bıraktırmak olduğuna inanılamaz. Özellikle Kürt meselelerinde siyasi iktidara güvenemiyoruz. Çünkü, bu alandaki sicili oldukça kabarıktır. Bu ülkeye Habur ve Oslo melanetlerini yaşattılar. 40 bin vatan evladının ölümünden sorumlu terörist başı Abdullah Öcalan’ı bir numaralı siyasi aktör yaptılar. “Terörü sonlandırmak için her şeyi yaparız.” sözü bir şaşırtmaca, aldatmaca… Terörü bitirmek için hangi ciddi işler yapıldı da ikide bir bu söz söylenir? Katillerin peşine her ülkede düşülür ki, bu yasal bir zorunluluktur. Bu bile yeterince yapılmamış, terörün maddi ve siyasi desteklerini kesmeye yönelik hiçbir çaba harcanmamıştır. Bu konuda eski İçişleri Bakanlarından Sadettin Tantan, yerden göğe kadar haklıdır ve kendisinden yararlanılmaması büyük bir eksikliktir. Terörle yeterince ve kararlıca mücadele etmeyip arkasından da “Ne yapalım, 28 yıldır silahla netice alamadık, şimdi müzakereyi deniyoruz.” demek, Türk halkını yanlış bilgilendirmek, yönlendirmek olup bir psikolojik operasyondur. Çünkü asıl niyet, PKK’yı sonlandırmak değil, müzakereler yoluyla Türkiye’yi dönüştürerek millî ve üniter Türk devletini sonlandırmaktır. Bunun iki adımını yukarıda söyledik, üçüncü adım, “yeni anayasa” ile Kürtlerin statüsünün belirlenip bunun Türk halkına kabul ettirilmesi olacaktır. Abdullah Öcalan, örgütünü yıllarca hapsedildiği İmralı’dan yönetti. İktidar bunu bilmiyor muydu? Elbette biliyordu ama engellemedi. Niçin engelleme- GÜNDEME BAKIŞ di? Bu sorunun cevabı, bizi bir yere götürüyor. PKK, Türkiye’yi dönüştürmesi, siyasi ve ideolojik hedeflerine ulaşması noktasında iktidara elverişli bir ortam sağlanmış ve sağlamaktadır. Bu yargımızın doğruluğunu anlamak için Kürt açılımı çerçevesinde yapılanlara bakmak bile yeterlidir. Böyle düşünmeselerdi 2002’de bitirilmiş olan bölücü terör örgütünün toparlanmasına ve terörü tırmandırmasına, hiç izin verirler miydi? PKK terör örgütü, ABD ve AB’nin âleti olduğu kadar bugün, Türkiye’yi dönüştürmek isteyen siyasi iktidarın da doğal müttefiki konumundadır. Türk halkı, bölücü ve acımasız terörle yıldırılıp korkutulmakta, siyasi iktidarla terör örgütünün baskısı altında diz çökmeye zorlanmaktadır. Türk halkına önce ölüm gösteriliyor ki sıtmaya razı edilsin. Anlaşılacağı gibi PKK terör örgütü ABD ve AB’nin âleti olduğu kadar bugün, Türkiye’yi dönüştürmek isteyen siyasi iktidarın da doğal müttefiki konumundadır. Türk halkı, bölücü ve acımasız terörle yıldırılıp korkutulmakta, siyasi iktidarla terör örgütünün baskısı altında diz çökmeye zorlanmaktadır. Türk halkına önce ölüm gösteriliyor ki sıtmaya razı edilsin. Zaman zaman bunların birbirlerine bağırıp çağırmaları kimseyi aldatmasın ve kimse söze bakarak karar vermesin. Hatırlayalım: PKK’lı teröristle BDP’li milletlerinin kucaklaşmaları üzerine Sayın Başbakan hiddetlenip söz konusu vekillerin dokunulmazlıkların kaldırılacağını söylemişlerdi. Herkes beğenip alkışlamıştı. O sözler uçup gitti, ama cezalandırılması gereken o vekiller bugün İmralı 4 sürecinin aktörü yapıldılar. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın terör örgütünü ve Öcalan’ı şirin gösterme çabasının sebebini de Türk halkı her halde anlamıştır. Sayın Arınç’a göre Öcalan, gençliğinde namaz kılıp oruç tutan birisiymiş ama bir karanlığın kurbanı olmuş. Sadece Sayın Arınç değil iktidar yanında saf tutan pek çok kişi PKK’yı aklama, mazur gösterme derdine düşmüştür. Yani, demek istiyorlar ki, PKK bir kader kurbanıdır ve asıl suçlu, Atatürk’ün kurmuş olduğu devlettir. İşte bu noktada, PKK dahil bölücü Kürt hareketi ile AKP iktidarı amaç birlikteliği içindedirler. Atatürk’e karşı olmakta ortaktırlar. Okullarda okunan “andımız” a karşı çıkmakta ortaktırlar. Şeyh Sait ve Dersim isyanlarını yorumlamakta ortaktırlar. Barzani dostluğunda ortaktırlar. Anayasa’dan Tük kavramını çıkarma hedefinde ortaktırlar. Ergenekon ve Balyoz davalarında ortaktırlar. Ancak, haksızlık etmeyelim, konu siyasî rant olunca hiç anlaşamıyor, Kürt kökenli vatandaşların oyunu kapma noktasında kıyasıya yarışıyorlar. Bu da kendileri açısından yabana atılır bir konu olmasa gerek. İktidar yandaşı yazarlar, “Kürt sorunu” nun çözümü için İmralı sürecine destek verilmesini istiyorlar. Biz de diyoruz ki görüşme masasında neler olduğu bellidir. Türkiye için en uygun bölünme modelinin görüşüldüğünü biliyoruz. Buna kimliğini yitirmemiş hangi Türk evladı evet diyebilir? Saf insanları, “teröristlere silah bıraktırıyoruz.” diye aldatabilirsiniz. Biz aldananlardan olmayacağız. Eğer samimiyseniz “Kürt sorununu” nun çözümünden ne anladığınızı anlatıverin de öğrenelim. Diyecekleriniz kalıplaşmış üç-beş cümleyi geçmeyecek. Çünkü, gizli ajandalarınız vardır ve bunları Türk halkıyla paylaşacak yüreğiniz yoktur. İmralı görüşmelerinde, şöyle bir hesabın yapıldığı noktasında toplumda yaygın bir kanaat mevcut: Her iki taraf da zaman kazanma çabasındadır. AKP, gelecek yıl yapılacak seçimlere eylemsiz ve kanın akmadığı bir ortamda girilmesini istiyor. Bu, kendileri açısından bir seçim başarısı için şarttır. Bunun için kapalı kapılar ardında çok büyük tavizler vermeyi göze alabileceklerdir. PKK ise siyasi iktidarın tavize hazır durumunu kendisi için bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirmektedir. Ayrıca, Suriye ve Irak’taki kargaşanın önümüzdeki dönem daha da artarak kendilerine yeni fırsatlar sunacağını hesaplıyorlar. Dolayısıyla, İmralı’daki görüşme masasında bölücü terör örgütüne ebedi bir silah bıraktırma söz konusu değildir. Masada, devletin değil AKP’nin ve bölücü terör örgütünün çıkarları müzakere edilmektedir. İmralı görüşmelerine kamuoyundan destek isteyenler, “barış” sözcüğünü dillerinden düşürmüyor, halkı baskı altına almaya çalışıyorlar. Bu zevat, barış sözcüğünü Türk halkına değil, devletin yasalarını yirmi sekiz yıldır çiğneyen ve on binlerce yurttaşı katleden teröristlere hatırlatmalı. Onlar suç işlemeye devam ederken barış nasıl sağlanacak? Bu dallara hiç basmıyorlar. Galiba bunların barıştan anladığı şey, terör örgütünün taleplerinin devlete kabul ettirilmesidir. Bu, Türk devletinin bölücü terörle yenildiği anlamına gelmez mi? Türk milleti ve ordusu hangi savaşı kaybetti ki ona içinde Kürdistan olan bir barış dayatılıyor? Hatırlatmak isteriz ki Türk milleti açısından iki tür barış vardır: Sevr tipi barışlar, Lozan tipi barışlar. Dayatılan ve kazanılan barışlar. Biz Lozan’dan ve kazanılan barıştan yanayız. Terörü bitirip barışı sağlamanın yolu, teröristle müzakere yapmak ve onu muhatap almak olmamalı. Bu konuda Türk devlet ve hükümetinin muhatap alıp görüşmesi gereken makamlar, PKK terör örgütünü üzerimize salan devletlerdir. Bunlar da ABD, Kuzey Irak Kürt yönetimi ve Irak’tır. Bölücü terör Kuzey Irak’tan beslendiğine göre sorunun bunlarla görüşülmesi gerekmez mi? Öyleyse Barzani, siyasi iktidarın nasıl has dostu olabiliyor? Bu soruların cevabı şudur: Oslo görüşmeleri gibi İmralı’yı da isteyen ABD’dir. Rotayı o çiziyor. Siyasi iktidarın sorunu Türkiye çıkarına çözmek gibi bir iradesi bulunmamaktadır. karababaosman@ hotmail.com BEKLEYİN… ÇOK YAKINDA… Osman KARABABA Bütün zamanlar O’nsuz olamaz; an yok ki ondan bahsedilmesin… ‘O’nsuz dünya ne mümkün! ‘O’ ısıtır, ‘O’ ışıktır, damarlardaki kandır, her insan için candır; ‘O’ hayattır… Bu yüzden herkes ‘O’’nu arıyor yana yana… Herkes ‘O’nu soruyor... Yıllardır haber salınıyor dört yana… Ne yazık ki ‘O’ ortalarda yok! Beyaz Saray’da şerefine verilen bir aldatma ve kandırma partisinde ümüğü sıkıldı. Fırsattan istifade bir siyasi parti de, onun sahtesini imal edip tescilletti adına ve on yıldır dayatıyor fasonunu halkına… * Bu yüzden; Ben, sen, o... Tüm insanlar… Şehit düşerken “yan gelip yatmak”la suçlananlar… “Hz. Ömer” geçinen devrin padişahı tarafından “Ananı da al git!”, “Sen kimsin be!”, “Bana mı sordun? diye azarlananlar… Vatan savunmasında savaş suçlusu sayılanlar… Terörist addedilen madalyalı komutanlar… Onu arar, onu gözler özlemle… * İktidarı protesto ederken “biber”le rosto edilen masum öğrenciler… Buz gibi havada tazyikli suyla ve demir copla hakkı gasp edilen işçiler… Tarlasına ürünüyle gömülen çiftçiler… Baston gibi baş eğdirilmiş memurlar… İnsan yerine konmayan kadınlar… İşsizlikle, yoksullukla, “usta”ca hakaretle, siyasi maharetle “başkanlık” ihtirası uğruna iğdiş edilmiş bir toplum… “Açılım”la azdırılan bölücü terör belasıyla yetim kalan körpe kuzular, öksüzler… Kimsesizler, çaresizler, güçsüzler… Ona hasret, onu bekler dört gözle… * Oysa; “Açılım” diye Habur’da hainlere yaptırılmışsa düğün… Kurdurulmuşsa çadırdan seyyar mahkeme ve görülmüşse üfürükten bir dava… Okyanus ötesi gazla, salya-���������������������� sümük vaazla��������� , telekulak cihazla ülkeyi şekillendiriyorsa Nemrutlar… “Başkanlık” sanrılarıyla 2023 ve 2071’e yontuluyorsa matruşka putlar… “Mağduriyet” için yaratılmışsa ihaneti türbanlayan en üst makamdaki böcekler… Fahişe bahçelere mahkûm edilmişse nice masum çiçekler… Bu onun suikasta uğradığına alamet… * Türkiye dâhil, Ortadoğu’daki 22 İslam ülkesinin kan gölüne çevrilip, haritasının değiştirilerek parça- lanıp sömürülmesi için ABD tarafından hazırlanmış (BOP) “Büyük Ortadoğu Projesi”ne “eşbaşkan” olabiliyorsa Türkiye’nin başbakanı… Aklanmak isteniyorsa 30 bin insanın seri katili… Ve katilin muadili… Kalpazan, evrakta sahtecilik yapan, dolandırıcı, kamu malını nitelikli çalan, vatan haini, zimmetçi, görevi kötüye kullanan vb... 900’e yakın dokunulmazlıktan yırtan… İmtiyazlı resmi hainler ve bölücü eşkıyanın uzantısı Meclis’te barındırılıyorsa... İşte budur en büyük kıyamet… * Mazlumun, masumun kanına ekmek doğranıyorsa bu ülkede… Ülke bölünürken k������������������������������� ellesine ödül konmuşsa vatansever ozanların, yazanların, çizenlerin… Referandum sandıklarında boğulurken kimse yetişmemişse onun imdadına… Silivri’ler, Hasdal’lar… Olmayan örgütün, olduğu iddia edilen sanıkları için şaheser övüncüyle yaptırılıyorsa adına toplu mezarlıklar (kodesler) … O’nun öldüğünün resmidir. Başınız sağ olsun diyemeyeceğim; bu, elinizle hazırladığınız kendi kıyametinizdi! Bekleyin… Çok yakında… 5 6 GÖZLEM VERİLERİ NASIL İŞLENİR? www.cihandura.com Prof. Dr. Cihan DURA Gözlem nasıl yapılır? Genel olarak iki aşamadan geçerek: Toplama ve işleme… Daha açık bir ifade ile: Bir, gözlem alanına ait olgusal verileri derleyip toplayacağız; iki, bunları belli bir düzene göre işleyeceğiz. Gözlem tekniklerinden biri ya da birkaçı kullanılarak olgular toplandıktan sonra, toplanan malzemenin, yani verilerin özel tekniklerle işlenip değerlendirilmesi gerekir. Bu ikinci aşamaya “gözlem verilerinin işlenmesi” adını veriyoruz. Birinci aşamayı daha önce açıkladım. İşleme aşaması ise okuduğunuz yazının konusu. Bu aşamada kullanılan başlıca teknikler şunlardır: Analiz ve sentez, yalnızlama ve soyutlama, matematik model. 1) Gözlemde Analiz ve Sentez a) Her olguyu bir bütün (küme) olarak düşünürsek, analiz o bütünü, ögelerine ayırma işlemidir. Niçin analiz yapıyoruz? Bütünü oluşturan ögeleri belirlemek, yakından tanımak, ögeler arasındaki ilişkileri görüp betimlemek için. Bilimsel araştırmada, başlıca iki tür analiz kullanılır: Statik analiz, dinamik analiz. Statik analizde olgu; belli bir anda ve belli bir bakış açısından ögelerine ayrılır. Statik analiz bir nesnenin fotoğrafını çekmeye benzer. Dinamik analizde ise bir hareket, bir süreç ögelerine ayrılır. Amaç olguların sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde art arda sıralanışını belirlemektir. Dinamik analiz bir olgunun filmini çekmeye benzer. b) Gözlem konusu olguya ait ögelerin (bütünü oluşturucu parçaların) sistemli olarak yeniden bir araya getirilmesi işine sentez adı verilir. Genellikle her analizi bir sentez işlemi izler. Sentez, gözlemde, üç aşamalı olarak açıklanabilir: Ögeleri ayırma, inceleme ve yeniden bütünleştirme. - Araştırma konusu olgu (bütün, küme) analiz edilir, ögelerine ayrılır. - Ögeler belirlenir (tanımlanır, sınıflanır); ögelerin sırası, ögeler arasındaki ilişkiler kaydedilir. - Ögeler aynı düzen içinde yeniden bir araya getirilir. Sentez araştırmacıya “gözlem keskinliği ve derinliği” sağlar. Bu işleme araştırma konusu olguyu daha yakından tanımak için, ögelerin olgu (küme) içindeki yerini ve rolünü, olgunun yapısını ve işleyişini öğrenmek için başvurulur. Anlaşılacağı gibi, sentezde araştırılan olgudan hareketle yine aynı olguya dönülür. Ancak olgu; ikinci halde, birinci halde olduğundan daha net, çok daha belirgin, daha eklemli ve anlamlı olarak görülecektir. Gerektiğinde farklı bir düzen de hedeflenebilir, ögeler farklı bir düzen içinde de bir araya getirilebilir. c) Şimdi analiz ve sentez işlemlerine çok basit, anlaşılması kolay bir örnek verelim. Atatürk’ün şu ünlü sözünü ele alalım: “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir.” Bu, bir olgudur, üzerinde gözlem yapılabilir. -Gözlem için, önce onu analiz ediyoruz: Karşımda bir cümle, bir bütün var. Ögelerine ayırıyor, bakıyorum: 5 ayrı ögeden meydana gelmiş, onlara sözcük adını veriyoruz. Her sözcük de hece dediğimiz ögelerden, heceler de harflerden oluşuyor: “Bi-lim-dir” gibi, “b, i, l, m”… gibi. Bu verdiğim örnek, tabiî “statik analiz” e bir örnektir. Analiz yaparak bir bütünü (cümleyi) oluşturan ögeleri belirlemiş oldum, onları yakından tanıdım. Aralarındaki ilişkileri fark ettim. Örneğin, harfler heceleri, heceler sözcükleri oluşturuyor. Heceler 2 veya 3 harfli… Her hece en az bir ünlü, bir ünsüz harften oluşuyor. Sentez için, ögeleri aynı düzen içinde yeniden bir araya getiriyorum. Bütüne yeniden bakıyorum: Bu gözlemim ilkinden daha farklı, daha derin, daha kapsayıcı ve daha anlamlı… daha bir bilinçli bakıyorum gözlemlediğim olguya. Analiz ve sentez her zaman böyle kolayca yapılamaz. Örneğin bir canlının vücudunu düşünelim: Bir takım sistemlerden, sistemler organlardan, organlar dokulardan, dokular hücrelerden, hücreler kendisinden daha basit ögeciklerden oluşuyor. Bütün bunların belirlenmesi çok daha ileri bilgiler, işlemler ve teknikler gerektirir. 2) Gözlemde Yalnızlama ve Soyutlama Özellikle sosyal bilimlerde, araştırma konusu olgular diğer olgularla iç içedir. Onları çoğu zaman, birbirinden ayırt etmek zordur. Çünkü sosyal olgularda bir süreklilik (continuum) karakteri vardır. Dahası, bir olguyu belirleyen pek çok faktör bulunuyor. Eğer gözlem, bu belirttiğim hususlara uyularak yapılmaya kalkışılırsa, işin içinden çıkılamaz. Bu nedenle nesnel gerçeği (realiteyi) zihnen basitleştirici yöntemlere başvurulur. Basitleştirme iki teknikle yapılır: -Yalnızlama -Soyutlama. a) Yalnızlama Yalnızlama (isolation) olguları düşünme ve gözlemleme sırasında insan zihnine yardımcı olan bir yöntemdir. Yalnızlama yönteminde, araştırılan olgunun bağlantılı bulunduğu olgulardan bir bölümü yok varsayılır. Daha açık bir deyişle araştırma konusu ba- kımından gerekli olmayan olgular dikkate alınmayarak inceleme dışında bırakılır. Böylece gözlem alanı daraltılmış, altından kalkılabilecek bir genişliğe indirgenmiş olur. Yalnızlama yöntemine şu örnekler verilebilir: -Orman yangınlarının sebepleri “insan hareketleri” ve “doğal afetler” olmak üzere iki grupta toplanabilir. İkinci grubu hiç dikkate almayarak orman yangınlarına yol açan bir faktör olarak yalnızca “insan hareketleri”ni gözlemlemekle yetiniyorum. -Ekonomide fiyat artışlarının sebeplerini öğrenmek istiyoruz. Alan geniş, çünkü fiyat artışlarının hem yurt içinden, hem de yurt dışından kaynaklanan sebepleri var. Gözlem alanımı daraltıyorum: Fiyat artışlarının yurt dışından kaynaklanan sebeplerini (dış ekonomik ilişkileri, dış ticareti ve bunların fiyatlar üzerindeki etkisini) yok sayarım. Böylece geriye “yurt içi sebepler“ kalır. Sadece bunlarla ilgili olguları gözlemlerim. Yurt içi sebepleri de, bir gözlem alanı olarak daraltabilir, sadece maliyet artışlarını gözlemleyebilirim. Olguların bu şekilde araştırılmasına, gözlemin bu şekilde yapılmasına “yalnızlama” (isolation) yöntemi adını veriyoruz. b) Soyutlama Soyutlama (abstraction) tekniği yalnızlama tekniğine çok benzemekle birlikte, ondan önemli bir farkı vardır. Bu fark, gözlem dışı bırakılan olguların yok sayılmaması, her birinin daha sonra teker teker gözlem alanına dahil edilmesidir. Örnek: Diyelim ki bir y olgusu ile bağlantılı olan x1, x2, x3,...xn olguları var. Bu ilişkiler küme’sini gözlemlemek istiyorum. Ancak gözlem alanı geniş… Öyleyse, basitleştirmeliyim. -Önce x1 ile y arasındaki ilişkiyi gözlemlerim. Öbür değişkenleri ( x2’yi ,x3’ü,…) geçici olarak “sabit,” yani etkisiz kabul ederim. -Bu işlem bittikten sonra x2 ile y, ardından x3 ile y, en sonra da xn ile y arasındaki ilişkiyi gözlemlerim. Görüldüğü gibi çok sayıda olguyu bir defada gözlemlemeye kalkışmıyor, sadece tek bir değişkenle yetiniyorum. Bir değişkenin etkisini gözlemledikten sonra, diğerine geçiyorum. Tabii son değişkene kadar gitmek zorunda değilim, ilk üç veya dört, … değişkenle de yetinebilirim. İktisatta geniş ölçüde kullanılan bu usule; soyutlama yöntemi adı verilir. Aynı yöntem, bazen Latince bir ifade ile, ceteris paribus (diğer değişkenler aynı kalmak kaydıyla) adıyla da anılır. Diyelim ki xn ile y arasında bir fn ilişkisi gözlemledim; o zaman şöyle derim (şu hipotezi kurarım): xn ile y arasında ceteris paribus fn ilişkisi var. Aşağıda, soyutlama (abstraction) yöntemine ekonomiden bir örnek veriyorum. Herhangi bir maldan satın alınmak istenen miktar, yani bir malın talebini (D) belirleyen başlıca faktörler; o malın fiyatı (P), gelir seviyesi (Y), tüketici tercihi (T) ve diğer malların fiyatlarıdır (Pd). Bu ilişkileri şu matematik ifade ile gösterebilirim: D= f (P, Y,T, Pd) Soyutlama yönteminde, bütün bu faktörler ve bunla- 7 Araştırmacı gerçek dünyadan bir süre için kopar. Artık matematik bir dünyadadır, tıpkı aynanın ötesine geçen, “Harikalar Diyarı”ndaki Alice gibi... rın bağımlı değişken yani talep üzerindeki etkisi hesaba katılır; yalnızlama yönteminde olduğu gibi hiç yokmuş gibi davranılmaz. Ancak tüm faktörlerin aynı anda değiştiğini düşünürsek, kurulu ilişkileri kavramakta güçlük çekeriz. Öte yandan, hangi faktörün ne şiddette bağımlı değişkeni etkilendiğini belirleyemeyiz. Onun için, önce sadece tek bir bağımsız değişkenin değiştiğini kabul ederiz; diğer bütün değişkenleri sabit sayarız. Değiştiği kabul edilen faktörün bağımlı değişken üzerindeki etkisini araştırır ve bilgi ediniriz, sonra sırasıyla diğerlerine geçeriz. Örnek: -Talep fonksiyonunu göz önüne alalım. Fiyat dışında tüm faktörler sabit kabul edelim: D= f (P) Yaptığım gözlem şudur: Malın fiyatı yükseliyor, ceteris paribus talebi azalıyor. -Gelir dışında, diğer faktörleri sabit kabul edelim: D= f (Y) Bu kez şu gözlemi yapmış olurum: Tüketicilerin gelir seviyesi yükseliyor, ceteris paribus mala olan talep artıyor. 3) Gözlemde Matematik Model Araştırmacının, zihinsel basitleştirmede birinci yardımcısı uygulamalı matematiktir. Uygulamalı matematik basitleştirme için bize çok değerli bir araç sunar: Matematik model!... Süreci kısaca açıklayalım: Nesnel gerçek (gerçek dünya olgusu), soyutlama aracılığı ile matematik modele dönüştürülür. Başka bir deyişle gerçek dünya olgusunun, matematik dünyada soyut bir kopyası oluşturulur. Araştırmacı gerçek dünyadan bir süre için kopar. Artık matematik bir dünyadadır, tıpkı aynanın ötesine geçen, “Harikalar Diyarı”ndaki Alice gibi... Bütün dikkatini matematik model üzerinde toplar. Matematiğin türlü araçlarından uygun olanları kullanarak model üzerinde çalışır, modeli analiz eder. Yeni kavramlar, ilişkiler,… oluşturur. Sonra bu yepyeni bilgilerle donanımlı olarak, tekrar gerçek dünyaya döner. Matematik bulgularını, araştırdığı nesnel gerçeğe uygular. Artık gerçek dünya olgusu hakkında, başlangıçta olduğundan çok daha fazla şeyler bilmektedir. Görülüyor ki matematik model süreci iki aşamalıdır: -Gerçek dünyadan matematik dünyaya geçiş: Soyutlama, -Matematik dünyadan gerçek dünyaya dönüş: Uygulama. Öyle görünüyor ki matematik model soyutlama yöntemi ile yakından ilgilidir, Bu sebeple onun bir türü, geliştirilmiş bir şekli veya ondan türemiş bir metot olarak kabul edilebilir. 8 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE KADAR OSMANLI MECLİS-İ MEBUSANI avehbiecer @ hotmail.com Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER Osmanlı Meclis-i Mebusanı denildiği zaman 23 Aralık 1876 tarihinde ilân edilen 1. Meşrutiyet ve yürürlüğe konulan ilk yazılı anayasa yani Kanun-ı Esasî akla gelir. Bu sırada Osmanlı Devletinin başında Sultan II. Abdülhamid vardı. Ayrıntılarını burada anlatamayacağımız, devletin yapısı ile ilgili düzenleme ve düzeltme (Tanzimat ve Islahat) hareketleri devam etmekte idi. Bu arada Mithat Paşa (1822-1884) başkanlığında Ziya Paşa ve Namık Kemal’in katıldıkları bir komisyon tarafından ilk anayasa “Kanun-ı Esasî hazırlandı. Bu Kanun-ı Esasî 23 Aralık 1876’da Beyazıt Meydanında törenle ilân edildi ve Osmanlı Devletinin her tarafında törenler yapılması, cami ve kiliselerde dua edilmesi emredildi (Prof. Dr. E. Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ank. 1983, VIII, 7-9, 215 vd.). Bu anayasanın özellikleri üzerinde durmayacağım. Ancak bu anayasaya göre iki meclisli bir parlamento öngörüldüğüne işaret edeceğim. Bunlardan birine Âyân Meclisi adı verilir ve bu meclis anayasanın 60-64. maddelerine göre padişah tarafından 40 yaşını doldurmuş, devlet tecrübesi bulunan kişilerden seçilecekti. Meclis-i Mebusandan çıkan kanunları tetkik, tasdik, gerekirse iade edecek yetkilere sahip bir meclisti. Bunların sayısı Meclis-i Mebusanın üçte birini aşamazdı. Konumuz olan Meclis-i Mebusan üyeleri ise anayasanın 65-80. maddelerine göre seçilirdi. Seçim dört yılda bir yapılır (gizli oy) 50 000 için 1 üye seçilmesi öngörülüyordu. Üye seçilebilmek için 30 yaşını tamamlamış ve Türkçe bilmek şartı vardı. Seçmenler ancak kendi vilayetlerindeki adaylara rey verebilirlerdi. Bu meclis kendisine havale edilen kanun tasarılarını tartışırdı. Mebuslar kanun teklif edebilirlerdi. Ancak kanun tasarılarının görüşülebilmesi için, sadaret aracılığı ile padişahtan izin alınması gerekirdi. Meclis-i Mebusan normal halde Kasım ayı başında toplanır Mart ayında tatile girerdi. Ancak padişah gerekli gördüğü takdirde vaktinden önce toplayabilir veya kapatabilirdi. Anayasanın bu hükümleri şartlar gereği tam uygulanamamış ilk Meclis-i Mebusanın seçimi Talimat-ı Muvakkate adı verilen geçici bir tüzüğe göre yapılmıştı. Bu esaslara göre seçilen mebuslar 19 Mart 1877 günü 130 kişi halinde ilk Meclis-i Mebusanı oluşturdular. Bunlardan 80 mebus Müslüman 50 mebus ise gayr-i Müslim idi. Bu ilk Meclis-i Mebusanın başkanlığına ise otoritesi ve disipliniyle tanınan Ahmet Vefik Paşa getirildi. Mebuslar arasında hiç Türkçe bilmeyenler de vardı. Bu ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı yetkilerinin kısıtlı olması- na rağmen siyasî denetim bakımından önemli sayılacak davranışlarda bulundu. Saray bütçesini, meclise hafiyelerin sokulmasını eleştirebildiler. Zamanın Bahriye Nazırı Sait Paşa’yı Yüce Divan’a sevk edebildiler. 19 Mart 1877’de açılan Meclis-i Mebusan birinci yıl çalışmasını 28 Haziran 1877 tarihinde tamamlayarak tatile girdi. 13 Aralık 1877’de yeniden toplanan Meclis-i Mebusanın hükümeti eleştirmeleri, meclis üyelerinin yenilikler ve düzeltmeler yapmak için umulmayacak biçimde canla-başla çalışmaları, 2. Sultan Abdülhamid’i kuşkulandırdı, Türk-Rus savaşını bahane ederek anayasadaki yetkisini kullanmaya sevk etti. Padişah gerekli gördüğü zaman meclisi istediği zaman toplamak üzere tatile sokabilirdi. Bu sebeple 14 Şubat 1878’de Meclis-i Mebusanı süresiz olarak kapattı. Bundan sonra Meclis 30 yılı aşkın bir süre açılamadı. Bu 30 yıl içinde meydana gelen birçok iç ve dış olayların baskısı ile Sultan 2. Abdülhamid 1908 yılında Kanun-ı Esasî’yi yeniden yürürlüğe koymaya mecbur oldu. 23 Temmuz 1908 tarihinde 2. Meşrutiyetin ilânından sonra olaylarla, çatışmalarla dolu bir seçim yapıldı. İttihat ve Terakkî Partisinin baskısı yanında, Fener Patrikhanesinin, Rumların entrikaları, propagandaları altında seçimler bitti. Seçim sonucu mebusların etnik durumları şöyleydi: 140 mebus Türk asıllı 60 Arap asıllı 27 Arnavut ve diğerleri 23 Rum 12 Ermeni Bu ilk Osmanlı Meclis-i Mebusanı yetkilerinin kısıtlı olmasına rağmen siyasî denetim bakımından önemli sayılacak davranışlarda bulundu. Saray bütçesini, meclise hafiyelerin sokulmasını eleştirebildiler. Zamanın Bahriye Nazırı Sait Paşa’yı Yüce Divan’a sevk edebildiler. 9 Bu mecliste Mustafa Kemal Paşa’yı tutan, seven ve ona inanan genç mebuslar da vardı. Bunların baskısı ile Mustafa Kemal Paşa tarafından daha önce metni hazırlanan Misak-ı Millî gündeme getirildi. 5 Yahudi 4 Bulgar 3 Sırp 1 Romen (Ulak) Toplam 275 mebus. Bu meclis Sultan 2. Abdülhamid tarafından 17 Aralık 1908 günü açıldı. Ancak bu mecliste bulunan azınlık mebusları daha ilk toplantıdan itibaren hangi devletin mebusu olduklarını unuttular, açıkça mecliste bölücü eylemlere giriştiler, kendi millî emelleri ile ilgili olarak küstahça konuşmalar yaptılar. Bu ara 31 Mart vakası diye anılan irtica isyanı (27 Nisan 1909) ortaya çıktı ve bu olay sebep gösterilerek Sultan 2. Abdülhamid tahttan indirildi. V. Mehmed Reşad’ın sultan ilân edilmesinden sonra Kanun-ı Esasî (yani Anayasa) da bazı değişiklikler yapıldı. Meclisin dağıtılması hakkı yine sultana bırakıldı, fakat meclisin feshinden sonra yeni meclisin toplanması için üç aylık bir süre kondu. Meclisin toplantı süresi, vekillerin tayin ve sorumlulukları, kanunların teklif ve görüşmeleri Batı demokrasilerinde bulunan sistemlere benzetildi. Padişahın yetkileri sınırlandı, meclisin üstünlüğüne dayanan bir sistem kuruldu. Ancak siyasî iktidarın tutumu (yani İttihat ve Terakki Partisinin hiçbir tenkit ve muhalefete imkân vermemesi) savaşlar, iktisadî ve siyasî bunalımlar karşısında yeni Anayasanın getirdiği hükümlere uygun şekilde çalışma yapmak mümkün olmadı. Zaten bu anayasa ve meclis bugünkü anladığımız manada demokratik ve lâik bir yapıya da sahip değildi. Kanunî bakımdan 1914’te yeni değişikliklere sahip olan Meclis-i Mebusan 21 Aralık 1918 tarihinde Padişah tarafından dağıtıldı. 1919 yılında yeniden seçim yapıldı. Bu seçimde çoğunlukla Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adayları veya bu derneğin desteklediği kişiler seçildi. Seçimler bittikten sonra Mustafa Kemal Paşa 16 Kasım 1919’da Sivas’ta Heyet-i Temsiliye Üyeleri bazı komutanlar ve önemli kişilerle bir toplantı yaparak, meclisin nerede çalışması gerektiğini tartıştı. Mustafa Kemal Paşa meclisin İstanbul dışında toplanmasını istemesine rağmen bu toplantıda meclisin İstanbul’da toplanmasına karar verildi (Bak: Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya, Ankara 1974, II, 167-170). Ancak bu toplantıdan sonra Kayseri yoluyla Ankara’ya giden Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, burada, İstanbul’da toplanacak Meclis-i Mebusanda “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk” grubunun oluşturulması, Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis Baş- kanlığına seçilmesi konularında çalışmalar yaptılar. Ayrıca meclisin Sivas Kongresinin kararlarını onaylaması için Ankara’da bir taslak metin hazırlandı, İstanbul’a gidecek mebuslara gerekli talimat verildi (Tansel III, 15; Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İst. 1982, 48). 12 Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı İstanbul’da toplandı. Toplantıda Mustafa Kemal Paşa meclis başkanlığına seçilmedi. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti grubu da kurulamadı. Bununla beraber Felah-ı Vatan Grubu adıyla Türk milliyetçisi bir grup oluşturuldu. Atatürk Büyük Nutuk’unda biraz da hiddetli üslupla o günkü mebusları şöyle kınar: “Sözlerinde durmayan bu efendiler imansız idiler, korkak idiler, cahil idiler. İmansız idiler, çünkü millî amaçların ciddiyet ve kat’iyyetine ve bu amaçların dayanağı olan teşkilat-ı milliyenin salâbetine (sağlamlığına) inanmıyorlardı. Korkak idiler, çünkü yegane istinatgâhın (dayanağın) ve halâsın (kurtuluşun) millet olduğunu ve olacağını takdir edemiyorlardı.” Ancak bu mecliste Mustafa Kemal Paşa’yı tutan, seven ve ona inanan genç mebuslar da vardı. Bunların baskısı ile Mustafa Kemal Paşa tarafından daha önce metni hazırlanan Misak-ı Millî gündeme getirildi. Gene bu inanmışların gayret ve çabalarıyla 22 Ocak 1920 tarihinde gizli toplantı yapıldı ve mecliste Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı Misak-ı Millî metni okundu. Çok az bir değişiklikle 28 Ocak 1920’de kabul edildi ve 17 Şubat 1920’de alınan bir kararla bütün parlamentolara ve basına ilân edildi. Bu karar metnini konuyu uzatmamak için burada tekrarlamayacağım. Ancak bu karar Anadolu’daki millî hareketin bir zaferi idi. İşgalci devletler böyle bir kararı hoş karşılayamazlardı (Tansel, III, 17-19; Mumcu, 48-50). Zira bu kararla İstanbul Hükümeti telaşlandı. Zira: Misak-ı Millî Beyannamesiyle millî ve bölünmez bir Türk ülkesinin sınırları çiziliyordu. Misak-ı Millî ile Türkler, tam bağımsızlık şuuruna erişmişler ve millet olarak asgarî haklarını istemişlerdi. Misak-ı Millî’nin ilânıyla Ali Rıza Paşa kabinesi çekilmeye mecbur bırakılmış, Salih Paşa kabinesi kurulmuştur. Misak-ı Millî’nin kabul edilmesi Meclis-i Mebusanın cezalandırılması sonucunu doğurmuştur. 16 Mart 1920 günü İstanbul işgal kuvvetlerince 10 resmen ele geçirildi. İstanbul’un resmen işgali bütün yurtta protesto toplantılarıyla tel’in edildi. İşgal günü başta Rauf Bey ve Kara Vasıf Bey olmak üzere bazı milletvekilleri işgal kuvvetlerince tutuklandılar. Ayrıca Meclis-i Mebusana karşı padişahın da bir sempatisi yoktu. Bu durumda meclisin çalışması mümkün değildi. Meclis-i Mebusan 18 Mart 1920 tarihinde yaptığı toplantıda 17 imzalı “Kutsal görevin güvenle yapılmasına imkân verecek bir hâl ve durum meydana gelinceye kadar” toplantıların yapılmasına dair teklif kabul ederek dağıldı. Daha sonra Anayasa’nın 7. maddesindeki yetkiye dayanarak Padişah meclisi feshetti. İşgal kuvvetleri meclis üyelerinin İstanbul’dan çıkmalarını, Anadolu’ya geçmelerini engelliyor, yakaladıklarını da tutukluyordu. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’dan kaçabilen mebusların da katıldığı bir meclis toplama kararını verdi. Bu sırada Kayseri Mebusları Rıfat Çalıkağa ve Ahmet Hilmi Kalaç Tophane rıhtımından kalkan bir gemiyle, gizlice, önce Mudanya’ya sonra Bursa yoluyla Kayseri’ye kaçtılar. Daha sonra Ankara’da toplanacak Büyük Millet Meclisine iltihak ettiler (Tansel, III, 85, 79). Osmanlı Meclis-i Mebusanı bütün tarih içindeki gelişmelerine, değişmelerine rağmen millî hâkimiyete dayalı bir yasama organı durumuna gelememiştir. Padişah, belli devirlerde hükümeti denetleyemeyen,, Sultana olağanüstü yetki ve iktidar veren bir düzende bir nevi danışma meclisi durumunda idi. Padişah yürütme gücünün başıdır, fakat sorumsuzdur. Yürütmenin başı olan Padişahın parlamentoyu dağıtma yetkisi vardır. Milletimizin kurtarıcısı ve devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün dirayetli işaret ve emirleriyle, imkânların elverdiği yerlerde tekrar seçim yapıldı. Yeni seçilen milletvekilleri ile Osmanlı Meclis-i Mebusanının Ankara’ya gelen üyeleri birleştiler, 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandılar, bir meclis oluşturdular. Türkiye Büyük Millet Meclisi adını alan bu meclis Mustafa Kemal Paşa’yı meclis başkanlığına seçti. Böylece Büyük Türk Milleti medenî insan izzet ve haysiyetine en uygun rejime kavuştu. Lâyık olduğu yaşama biçimini elde etti, çağdaş medeniyet ve kültürü yükselten inkılâpları ilimle besleyen kuruluşlar oluşturdu, Atatürk’ün izinde yürüyen inkılâplarının koruyucusu fikri hür vicdanı hür bir gençlik yetiştirdi. 1. 23 Nisan 1920 ile çok milletli imparatorluktan millî devlete geçildi. 2. Yarı bağımlı Osmanlı Devleti yönetiminden Tam Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne adım atıldı. 3. Kişisel egemenlikten millî egemenliğe geçiş sağlandı. 28 Aralık 1920 günü Atatürk “Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî Egemenlik” sözleriyle bütün cihana bu fikrini ilân etti. Osmanlı Meclis-i Mebusanı büyük işler başaramadı. Ama belirli oranda 23 Nisan Egemenlik hareketine –çok az da olsa- bir zemin hazırladı. Yararlanılan Kaynaklar Atatürk: Nutuk, İst. 1938. Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ank. 1983, VIII. Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türkiye İdare Tarihi, Ank. 1979, 284-287. Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti, Tarih-III, İst. 1933, 28, 299. Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, İst. 1982, 14-17, 46-54. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İst. 1978, VII, 140, 225 vd. Dr. Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya, Ank. 1974, I, 24, 51, 77-82; II, 167-170; III, 15-33, 4969, 77, 79, 85. Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, İst. 1982, 51-58, 198-202. İsmet Parmaksızoğlu, “Meclis-i Mebusan”, Türk Ansiklopedisi, Ank. 1976, XXII, 356-357. Naşid Uluğ, “Birinci Osmanlı Meclis-i Mebusan’ından Bir Röportaj”, Hayat Tarih Mecmuası, 1 Şubat 1973, Sayı 9, 30-33. Kültür Haftası Konuşmaları, Kayseri 1987, 4447. ** Millî Hâkimiyet ve Çocuk Bayramı münasebetiyle Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Salonunda 25 Nisan 1988 tarihinde yapılan konuşma 11 ÜÇ NOKTA Bahri DENİZ Biz yükümüzü kutsal bildik. Paylaştık sevdalılarımızla. Kimimiz sağ omzuna, kimimiz sol omzuna astı emaneti. Ama aynı yere yürüyor, aynı sevdayı omuzluyorduk. Dedelerimiz de omuz omuza, kol kola cennete uçtular, adını bile duymadığımız çeşitli cephelerde. Kimimiz üşüdü beton zeminlerde, kimimiz yandık otellerde. Kimimiz boynunu verdi, kimimiz kolunu kanadını… Kimimizin kurşunlar delik açtı kalplerinde… Ama yılmadık, ölmeyi de bildik sevdiklerimiz uğrunda. Mecnunu kıskanmadık, sevdasının büyüklüğüne saygı duyduk. Mecnunluğa değil Yunusluğa heves ettik. Bu yüzden türkülerimiz ağıt koktu, şiirlerimiz vuslat. Destanlarımız bol olsa da; ağıtları ezberledik, kahramanlıkları anlatırken, hikâyelerimizde hep hüzün hâkimdi. Sevdalılar yâr muradın alamayınca, onun yerine koyduk kendimizi. Viyana kapılarında kaldı çoğu özlemlerimiz. Ama yanı başımızda büyüyen acı çınarlarına hep bizim gözüyle baktık. Yolcuları gözledik. Aç geçirmedik kapımızın önünden. Katığımızı paylaştık, azığımızı bölüştük. Göçmen kuşları kendimize benzettik. En önde olmak istedik. Arkadakilere de “yetiş” dedik. Madde deryasına meyil etmedik. Maneviyat katresini özge bildik. Sevdamızı gizlemeyi, yanıklığımızın aşikârlığından beceremedik. Karşılıksız sevmeyi Çanakkale’den öğrendik. Bir gün sıramız gelmiş- se, buyur ettik canı; teslimiyet kutsaldı, böyle öğretildik. Çanakkale Destanı’nı yazdık, iliklerimiz donarak Sarıkamış ağıtını... İstiklal Marşı’nı dünyaya haykırdık… Mihriban’la sonsuzluğa yelken açtık. Dadaloğlu’yla ferman bozduk, dağları mesken ettik. Köroğlu’yla “tüfeng”e “hodri meydan” dedik. Mustafa Kemal’le cihana kafa tuttuk. Cihana cihanı dar ettik. Adam gibi adam olanı sevdik. Üç kuruşa satılanı, defterden sildik. Biz bizim gibi olanı sevdik. Biz olmayı sevdik. “Bir”e giden yolda “biz “olmaktı mesele. “Biz “ olmak isterken “bir” kalanı da sevdik. Nokta koymayı da bildik, virgül atmayı da. Yeri geldi, hayatımıza bir nokta koyduk; kutlu sevdamızın sonuna üç nokta… Biz yükümüzü kutsal bildik. Paylaştık sevdalılarımızla... (…) 12 Yeni Ayasaya Sürecine İlişkin Görüşlerimiz (2) Av.Cavit DURSUN Milli gelirin adil dağılımı, adil vergilendirme, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim hakkı, Türkçeden başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği kuralı aynen benimsenmeli ve yeni anayasada itina ile düzenlenmelidir. Dergimizin geçen sayısında genel açıklamalar yapmıştık. Bu sayıda ise kendi görüş, düşünce ve önerilerimizi belirtmek istiyoruz. Şöyle ki : Mevcut anayasanın ilk 4 maddesi olduğu gibi aynen korunmalı, sadece 2. maddedeki insan haklarına -saygılı - kısmı, insan haklarına –dayanan- şeklinde düzeltilmelidir. Bunun haricinde, toplumun makul ve gerçekçi tüm kesimlerinin genel kabulünü görmüş ve tüm milletçe benimsenen ilk 4 madde, olduğu gibi ve aynen yeni anayasaya yazılmalıdır. Bu olmazsa olmaz bir kırmızı çizgidir. Aksi bir halin düşünülmesi ve tartışılması dahi abesle iştigaldir. Temel hak ve hürriyetler olabildiğince genişletilmeli, sınırlar ve istisnalar olabildiğince daraltılmalı, daraltma ve istisnalar dar yorumlanmalıdır. Kişilerin hak ve ödevleri olabildiğince genişletilmeli, bunların engellenmesi ve istismarı ağır şekilde cezalandırılmalı, istisna ve sınırlar olabildiğince daraltılmalı, daraltma ve istisnalar dar yorumlanmalıdır. Özellikle özel hayatın gizliliğinin kamu görevlilerince ve basınca istismarı ve ihlali hali en ağır yaptırımlarla cezalandırılacak şekilde yeniden düzenlenmeli, yürütme organına ve siyasal iktidara bunları yapanların bulunması, ortaya çıkartılması ve cezalandırılması bir ödev olarak yüklenmeli ve verilmelidir. Kanuni hakim ilkesi en üst düzeyde uygulanmalı, suç ve cezalar kısmı açık ve tartışmasız olarak düzenlenmeli, masuniyet karinesi güçlendirilmeli, özellikle tamamen keyfi bir şekilde hareket eden özel yetkili mahkemeler ve savcılıklar kaldırılıp, bunların hiçbir şekilde bir daha kurulamayacağı hükmü açıkça yeni anayasaya yazılmalıdır. Savunma ve adil yargılanma hakkı alabildiğince genişletilmeli, savunma önündeki her türlü engeller kaldırılmalı, sınır ve istisna konulmamalıdır. Devlete, yargı organlarına, kolluk güçlerine ve siyasi iktidara, savunmaya saygı gösterme zorunluluğu ilkesi getirilmeli ve açıkça yazılmalıdır. Sosyal ve ekonomik ödevler en üst seviye ve düzeyde konulmalı, korunmalı ve açıkça belirtilmeli ve özellikle tüm siyasi iktidarlara asli bir görev ve zorunluluk olarak yüklenmelidir. Asgari ücretin kriter ve tespitleri işveren ve siyası iktidarın insafına bırakılmamalı, insanca yaşamayı sağlayacak bir miktar ve oranın tespiti için zorlayıcı, emredici, amir ve kesin kriter ve ölçütler belirlenmeli ve belirtilmelidir. Asgari ücretin tespitinde YOKSULLUK SINIRI nazara alınmalı, hızlı bir şekilde artırılması sağlanmalıdır. Eğitimde fırsat eşitliğini sağlayacak kurallar tartışmasız bir şekilde konulmalıdır. İşsizlik, gelir dağılımdaki adaletsizlik, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele yeni anayasanın temel kilometre taşları olmalı, devletin tüm kurumlarına ve siyasi iktidarlara asli bir görev, ödev ve zorunluluk olarak yüklenilmelidir. Milli gelirin adil dağılımı, adil vergilendirme, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim hakkı, Türkçeden başka hiçbir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği kuralı aynen benimsenmeli ve yeni anayasada itina ile düzenlenmelidir. Özellikle eğitim, sağlık, adalet ve milli güvenlik konularında özelleştirme yapılamayacağı, bunların devletin ve siyası iktidarların asli, zorunlu, vazgeçilmez, devredilemez ve tartışılmaz görev ve ödevi olduğu açıkça belirtilmelidir. Vatandaşların emeklilik, sağlık, adalet, iş bulma ve eğitimde fırsat eşitliği önündeki her türlü engellerin kaldırılacağı, bunlara aykırı hiçbir kanuni düzenleme yapılamayacağı hükmü açıkça yeni anayasada belirtilmelidir. Özellikle sosyal ve ekonomik haklar açısından kazanılmış haklara hiçbir şekilde dokunulamayacağı, bunlara aykırı kanun çıkartılmayacağı belirtilmelidir. Paralı adalet anlayışı terkedilmeli, dava açma ve savunma önündeki makul, uygulanabilir ve gerçekçi olmayan, her türlü kanuni, fiili ve bürokratik engeller kaldırılmalı, adalet ve savunma hakkına yönelik her türlü aykırılık ve engeller konulamayacağı, makul olmayan miktarlarda dava harç ve masrafı alınamayacağı, bunların aleyhine yönelik hiçbir düzenleme, kanun, yönetmelik ve tarife hazırlanamayacağı kuralı anayasal bir ilke haline getirilmelidir. Mevcut anayasanın Türk Vatandaşlığı başlıklı 66. Maddesi aynen korunmalı ve hatta daha da güçlendirilmelidir. Birilerinin iddia ettiği gibi, Türk Milleti ve Türk kavramları herhangi bir etnisite, ırk, kan ve kemik üzerine değil, tamamen bilinç, ruh, aidiyet, vatandaşlık, tasada ve kıvançta birlik gibi manevi değerler bütününü ifade etmektedir. “ Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” İfadesi bunun en somut ve en güzel ifadesidir. Siyasi partiler kısmı yeniden düzenlenmeli, seçim barajı makul bir seviyeye çekilmelidir. Siyasi partilerde lider sultasına son verecek şekilde düzenlemeler yapılmalı, partilerin kişisel değil, kurumsal güçleri artırılmalıdır. Aynı amaçla parti içi demokrasinin gerçekleşmesine katkıda bulunmak üzere, milletvekili adaylarının ilke olarak ön seçimle belirlenmesi zorunluluğu getirilmelidir. Unutulmaya yüz tutmuş bulunan sosyal devlet ilkesi, sosyal hakların özünü gerçekleştirmek üzere devletin mali kaynaklarını öncelikle yönelteceği ve talep edilebilir yükümlülükler biçiminde somutlaştırılmalıdır. Dört üniversite elemanlarının (Boğaziçi, İTÜ, OTDÜ ve YTÜ) ortak önerisi benimsenerek düzenli ve sağlıklı bir şehirleşmeyi gerçekleştirecek ve depreme karşı önlemlerin zamanında alınmasını zorunlu kılacak bir planlamanın temel kuralları getirilmelidir. Gensoru yönteminin uygulamada işlemediği göz önünde tutularak, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tam sayısının en az üçte biri ile desteklenen bir gensorunun gündeme alınması zorunlu hale getirilmelidir. Hukuk Devleti ilkesi, tüm anayasaya ruhunu ve özünü vermeli, Yargı erkine siyasilerin müdahalesi tamamen ortadan kaldırılmalıdır. Yargı erki, ele geçirilecek, zapt edilecek, fetih edilecek, yargı muhalifleri susturacak, korkutacak ve sindirecek bir yer olarak görülmemelidir. Bunun önüne geçecek tüm düzenlemeler kesin olarak belirtilmeli ve konmalıdır. Devletlerin ve milletlerin ömrü adaletle kaimdir. Adalet duygularının zayıfladığı, yok olduğu, yargıya güvenin kalmadığı bir 13 Mevcut anayasanın Türk Vatandaşlığı başlıklı 66. Maddesi aynen korunmalı ve hatta daha da güçlendirilmelidir. Birilerinin iddia ettiği gibi, Türk Milleti ve Türk kavramları herhangi bir etnisite, ırk, kan ve kemik üzerine değil, tamamen bilinç, ruh, aidiyet, vatandaşlık, tasada ve kıvançta birlik gibi manevi değerler bütününü ifade etmektedir. ortamda devletten, huzurdan ve milletten bahsedilemez. Her şey adaletle kaimdir. “ Ekmek, su, aş bulmak gecikebilir. Temele taş bulmak gecikebilir. Devlete baş bulmak gecikebilir. Adalet gecikmez, tez verilmeli.” veciz sözü her daim akılda kalmalı ve yeni anayasanın mihenk taşlarından biri olmalıdır. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ikiye ayrılmalı, savcıların konumları yeniden düzenlenmelidir. Özellikle Adil yargılanma hakkı ve silahların eşitliği ilkesinden hareketle, iddia ve savunma makamları birbirine eşitlenmelidir. Adli kolluk kurulmalı ve bu durum anayasaya açıkça yazılmalıdır. Bağımsız ve özerk kuruluşlara siyasetin müdahalesi ortadan kaldırılmalı, uygun olmayan, taraflı, yabancı müdahalelere açık, devletin ve Cumhuriyetin temel ve amaç ve ilkelerini benimsememiş kişilerin atanması engellenmelidir. Devlet personel rejimi yeniden belirlenmeli, özellikle emniyet ve yargı teşkilatına alınacak kişiler iyi değerlendirilmelidir. Günümüz Türkiye’sinde yaşanan süreç iyi okunmalıdır. Yeni anayasada yargı erki bölümüne, Yargının olmazsa olmazı olan Savunma kurumu, tüm nitelik ve nicelikleriyle ayrıntılı olarak yazılmalıdır. Savunmanın olmadığı bir yerde yargı, adalet ve adillik değil, sadece engizisyon ve yargısız infaz vardır. Savunma kurumu tüm çağdaş kurum ve kurallarıyla yeni anayasaya eklenmeli, Barolar ve avukatların yargısal ve kamusal nitelikleri açıkça belirtilmelidir. Barolar ve TBB üze- 14 mevzuat düzenlemesinin önüne geçilmelidir. rindeki bakanlık ve idari makamlar vesayeti tamamen kaldırılmalı, savunma her yönüyle bağımsız olmalıdır. Yargının bütünlüğü ilkesinden hareketle, vatandaşların temsilcileri olan avukatların özlük, mali ve sosyal hakları güvenceye alınmalı, yargı çalışanları olan hakim, savcı ve avukatların özlük, mali ve sosyal hakları eşitlenmelidir. Türkiye’nin yaşadığı süreçte, adalete olan güvenin % 5’lere indiği ve yargının siyasallaştığı bir ortamda, vatandaşların adalet duygusunu artıracak ve yargıya güveni tekrar sağlayacak olan; vatandaşları temsil eden, vatandaşların adli konularda gören gözü, tutan eli, işiten kulağı ve temsilcisi olan savunma kurumunu ve avukatları güçlendirmektedir. Diktatörlerin, dikta rejimlerinin, faşist, komünist ve baskıcı sistemlerin en sevmediği, yok etmek istediği savunma kurumu ve avukatlardır. Tarih bunun açık ve acı örnekleriyle doludur. Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan iptal davası açma hakkı parti gruplarına ve en az yirmi milletvekiline, ayrıca niteliği dolayısıyla Türkiye Barolar Birliği’nin her alanda, Hâkimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu, yüksek mahkemeler, Sayıştay ve üniversiteler, kamu kurumu niteliğindeki meslek üst kuruluşlarının, kendi varlık ve görevlerini ilgilendiren alanlarda Anayasa Mahkemesi’ne doğrudan doğruya iptal davası açma hakkına sahip olmaları gerekmektedir. Askerlik hizmeti herkese eşit ve genel olarak uygulanmalı, ülke savunması zaafa uğratılmamalı, ordu üzerindeki siyasi baskı ve müdahaleler engellenmelidir. Paralı askerlik adı altında, milletin milli değerlerini zayıflatan, vatandaşlar arasında ayrımcılığa yol açan düzenlemeler engellenmelidir. Vergi kanun ve düzenlemeleri herkesçe anlaşılır olmalı, gelire ve mali güce göre düzenlenmeli, özellikle vergide adalet sağlanmalıdır. Genel ve dolaylı vergiler kaldırılmalıdır. Vergi kurumları ve denetimleri, siyasi baskı, muhalifleri sindirme ve korkutma aracı olarak kullanılmamalıdır. Tüm bunları sağlayacak düzenlemeler yeni anayasada açıkça yer almalı, bunlara aykırı Milletvekilliği dokunulmazlığı sınırlandırılmalı, kürsü dokunulmazlığı güçlendirilmelidir. Meclisin açık olduğu zamanlarda KHK uygulaması olamayacağı açıkça belirtilmeli, diğer zamanlarda ise konu, nitelik, sayı, geçerlilik ve yürürlük açısından somut kurallar ve sınırlamalar konulmalıdır. Muhalefetin söz ve konuşma hakkı sağlanmalı, gerçek, temsili ve nisbi demokrasi sağlanmalıdır. Soru, gensoru ve meclis soruşturmalarının sandalye sayısı ile sınırlandırılmasına yönelik engeller kaldırılmalıdır. Geçmişin acı hatıralarından dersler çıkararak, kışlaya siyasi müdahale engellenmeli, ülkenin ve bölgenin özellikleri göz önünde tutularak ordu güçlendirilmeli, moral değerler artırılmalıdır. Tüm büyük devletlerde olduğu gibi, MGK uygulaması devam ettirilmelidir. Sonucu itibariyle devletin en üst düzey siyasi ve bürokratik yöneticilerinin bir araya geldiği, akil adamlar topluluğu niteliğindeki bu kurul, Türk devlet yapısına uygun olduğu gibi, tüm devletlerde de benzeri yapılanma ve kurumlar mevcuttur. Son zamanlarda ülkede bilinçaltına yerleştirilmeye çalışılan ve asimetrik bir kara propaganda haline getirilen askeri kötüleme, saygınlığını ortadan kaldırma vb. tutum ve davranışların önüne geçilmelidir. Yeni anayasada erklerin ve kurumların özellikleri, hak, yetki, görev ve sorumlulukları açıkça belirlenmelidir. Siyasetin ve özerk/bağımsız devlet kurumlarının birbirine müdahalesi ortadan kaldırılmalı, birbirleriyle ahenkli bir çalışma düzeni ortaya konulmalıdır. Cumhurbaşkanının yetkileri azaltılmalı, TBMM’nin ve millet iradesinin bir bütün halinde ve gerçek olarak saygınlığı ve gücü artırılmalıdır. Uzun tutukluluk süreleri anayasa ile engellenmeli, çıkartılacak kanunların hiçbir şekilde bu düzenlemelere aykırı olamayacağı açıkça yazılmalıdır. Tutukluğun istisna, özgürlüğün genel kural olduğu hükmü, öncelikle yargı mensuplarının kafasına yerleştirilmeli, Adalet Akademisine ve Hukuk fakültelerine bu konuda görev ve sorumluluk yüklenmelidir. Yükseköğretimde ihtiyaçtan fazla üniversite ve fakülte açılmasının önüne geçilmeli, nitelikli ve kaliteli üniversite açılması teşvik edilmelidir. Özellikle eğitime yönelik her türlü müdahaleler engellenmeli, siyasi, dinsel, ırksal vb. şekillerde vakıf ve cemaat üniversitesi ve eğitim kurumlarının açılmasının önüne geçilmeli, eğitimde birlik ve fırsat eşitliğine önem verilmelidir. 15 GÜVENDİĞİM TEK KURUM, İZLEDİĞİM “TEK ADAM” Osman SEL İlk insanların geliştirdiği ilk duygunun korku, ikincisinin güven olduğu kanaatindeyim. Geliştirdiği dedim, çünkü insan duygularıyla doğmaz. Onları zaman içinde oluşturur. Hollandalı filozof Erusmus’un 16.yy’da: “Atlar at olarak doğar, at olarak ölür. İnsanlar insan olarak doğmaz, insanlaşarak ölür.” derken kastettiği budur. İnsan doğadaki canlı ve cansız güçlerden korkmuştur. Sıcak, soğuk, deprem, sel, heyelan, tusunami, yanardağ doğanın cansız güçleri olarak insanları korkutmuştur. Doğadaki güçlü canlılar da insanı korkutmuştur. Fil, aslan, kaplan, yılan, dinozor kurt vb gibi. Ayrıca bilmediği bitkilerden de korkmuştur. Bu korkular, insanın doğa ve canlılar karşısında tedbir almalarına sebep olmuştur. İnsanın bu güçlere karşı aldığı ve geliştirdiği tedbirler, uygarlığın bugün ulaştığı düzeyi ortaya çıkarmıştır. Bu süreç halen devam etmektedir. Dünya durdukça da devam edecektir. İnsanın ikinci olarak geliştirdiği duygunun güven olduğunu söyledik. Korkunun olduğu yerde insan güvene ihtiyaç duyar. Korkular güven duygusuyla, güvenlik önlemleriyle aşılabilir veya en aza indirilir. İnsanoğlunun oluşturduğu her sosyal organizasyonda en temel duygu güven olmuştur. Diyebiliriz ki; güven duygusu olmasaydı: İnsanlar aile kuramazdı… İnsanlar ortaklık kuramazdı… İnsanlar arkadaşlık kuramazdı… İnsanlar vadeli ticaret yapamazdı. Bu tür organizasyonlar çoğaltılabilir. Ayrıca güven ve güvensizlik önlemi ihtiyacından ortaya çıkan en büyük sosyal organizasyon ise millet ve devlet kurmaktır. Öyle ki; bu, insanların, mal, can, namus güvenliği için bir araya gelme ve güvenlik güçleri oluşturma birlikteliği ve sözleşmesidir. Güven insanı rahatlatan en faydalı duyguların başında gelir. Güvendiğiniz insan, güvendiğiniz kurum, güvendiğiniz mekân, güvendiğiniz grup veya kitle sizin içinizi ısıtır. Rahat konuşursunuz, rahat hareket edersiniz, gözünüz arkada kalmaz, kendinizi huzurlu ve mutlu hissedersiniz. Güvendiğimiz zaman severiz, sayarız, bağlanırız, inanırız. Güven sarsıldığı zaman atlatıldığımızı ve kandırıldığımızı düşünürüz. Bu durum şüphe ve tedirginlik duygusu doğurur. Sevgimiz, saygımız, bağlılığımız ve Bugün, kendi açımdan, tek güvendiğim devlet kurumu DEVLET METOROLOJİ İŞLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’dür. Bunun dışında hiçbir devlet kurumunun açıklamasına, bilgilerine, verilerine, ne inanıyorum ne de güveniyorum. inancımız azalmaya başlar. Dünyada en önemli şeylerden birisi insanlarda güven duygusu yaratabilmektir. Tüm büyük liderler ve markalar insanlara verdikleri güven duygusuyla başarılı olmuşlar ve ayakta kalmışlardır. Başarısızlığın ve yok oluşun en büyük nedenlerinin başında ise kaybedilen güven duygusu gelir. İflaslar, yok oluşlar, yenilgiler ve başarısızlıkların ana sebebi budur. Bugün Türkiye’de yaşanan temel problemlerin başında, bu iktidar döneminde insanların büyük çoğunluğunun en azından yüzde ellisinin devletin bir kurumu hariç hiç birisine güvenmemesidir. Bugün, kendi açımdan, tek güvendiğim devlet kurumu DEVLET METOROLOJİ İŞLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ’dür. Bunun dışında hiçbir devlet kurumunun açıklamasına, bilgilerine, verilerine, ne inanıyorum ne de güveniyorum. Bu kurumlar ister yürütmeye direkt bağlı olanlar olsun, ister özerk kurumlar olsun, isterse de bağımsız kurumlar olsun fark etmiyor. Çünkü hükümet devlet kurumlarının hepsini de kontrolü altına almış ve her birini bir yönüyle kendine bağlı kılmıştır. Aklımıza gelen en önemli devlet kurumlarında durum budur. TBMM, Yargı, Türk Silahlı Kuvvetleri, Adli Tıp Kurumu, Diyanet İşleri Başkanlığı, TÜİK, TRT, RTÜK, TÜBİTAK, YÖK, Merkez Bankası, İMKB, BDDK, TFF, Rekabet Kurumu… Bunların hiçbir faaliyeti, açıklaması, kararı ve rakamı bana inandırıcı gelmiyor. Hepsinde bir hükümet müdahalesi seziyorum, bunun için de inanmıyorum ve güvenmiyorum. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğünün tahminlerine güveniyorum, çünkü iktidar işine yara- 16 madığı için buranın verilerine karışmıyor. Siyasetin en ilgisiz kaldığı kurum olduğu için ve tahminlerin ayrıca diğer ülkelerin metroloji kurumları tarafından da açıklandığından foyası hemen ortaya çıkaracağı için hükümet de karışmıyor, kurum da yanlış bilgi vermiyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin diğer tüm kurumlarının ve kuruluşlarının açıklamalarını, rakamlarını, bilgilerini test etme imkânım olmadığından, hükümet kontrolündeki her kurum ve kuruluşun sadece iktidarın işine yarayacak, onun puan almasını sağlayacak, onun propagandasını yapacak şekilde düzenlendiğine inanıyorum, bunun için de güvenmiyorum. Güvendiğinize sahip çıkarsınız, güvendiğiniz bilgi, veri, istatistik ve rakamlara göre karar verir, yatırım yapar, onları kullanırsınız. Onları savunursunuz. Ben bugün itibariyle sadece “Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nün hava tahmin raporlarına güveniyorum. Bunun için de bu kuruma saygı duyuyorum, onu savunuyorum. BAŞKA YOK… İZLEDİĞİM “TEK ADAM” Türkiye Cumhuriyetinde güvendiğim tek kurumun yanında izlediğim de “Tek Adam” var. O da Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Onun dışında devletin hangi kurumunun başında olursa olsun, makamı, unvanı, rütbesi, sıfatı ne olursa olsun, kim olursa olsun dinlemiyorum ve izlemiyorum. Çünkü Başbakan dışında devlette sorumluluk almış tüm yetkililer, ya onun sözlerini tasdik ediyorlar, ya onun sözlerinin altını dolduruyorlar, onu haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Bunun için diğerlerinin hiçbir sözünün, açıklamasının kıymet-i harbiyesi yoktur. Bundan dolayı aslı dururken yedeğini, aslı dururken kuklasını, aslı dururken gölgesini, aslı dururken dublörünü ve suflörünü dinlemek ve izlemek ihtiyacını ve gereğini duymuyorum. Hele hükümetin ikinci adamı Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın düştüğü acınası durumları gördükten sonra, bakan, milletvekili, müsteşar, genel müdür, vali hiç birini dinlemiyorum. Başbakana ters düşecek konuşmalarının bir yaptırım gücü olmadığından hiçbir anlamı yok. Başbakanı tasdik konuşmalarını da dinlemek ve izlemek ihtiyacını duymuyorum. Başbakanı izliyorum. Ama dinlemiyorum. Daha doğrusu dinleyemiyorum. Dinlediğim zaman; benim zekâmla, aklımla, vicdanımla, bilgimle alay ettiğini görüyorum. Beni aptal yerine koyduğunu düşünüyorum. Ayrıca konuşma üslubu da psikolojimi ve ruh sağlımı bozuyor. Bunun için sadece izliyorum. Başbakanın konuşmalarını ve açıklamalarını gazetelerden okuyorum. İyi bir izleyicisiyim. Başbakanı izlerken bir formül geliştirdim. Yorumlarımı bu formüle göre yapıyorum. Bu formülün aslı şu: Bir tarihte 2006 veya 2007 olabilir. Yahudi asıllı Türk vatandaşı Yazar Mariyo Levi ile Hürriyet gazetesinden bir muhabir röportaj yapıyor. Levi’ye şöyle bir soru soruyor: İyi nedir, kötü nedir? Levi bu soruya şöyle cevap veriyor! “Baba- mın iyi dediği her şey kötü, kötü dediği her şey iyidir.” Ben bu sözü başbakanı izlerken kendime formül edindim. Başbakanın iyi dediği her şeye kötü, doğru dediği her şey yanlış diyorum. Bu güne kadar da başbakan sağ olsun beni hiç yanıltmadı. İleri demokrasi dediğinde eyvah diyorum, demokrasi geriye gidiyor. Diyarbakır Emniyet Müdürüne kızdığında işte şimdi emniyet müdürünün yeri sağlamlaştı diyorum. Muhteşem Yüzyıl dizisine kızdığında yayıncı kanalın izleyicisi çoğalacak diyorum ve öyle oluyor. Hiç hasbi bir tavrını, davranışı izlemedim. Hepsi de hesabi olarak yapılıyor. Bir de neye veya kime kızıyorsa eyvah diyorum, orada bizim bilmediğimiz bir durum, münasebet veya ilişki var diyorum. Sonunda bu düşüncem de doğru çıkıyor. İsrail ve BDP ile olan söz düellosu ve sonunda gelinen nokta bunun en somut örnekleridir. Son İmralı atağının da sebebi, başkanlık için BDP ‘nin desteğine ve Kürt oylarına ihtiyaç duymasıdır. Yoksa terörü bitirme gibi bir amaç söz konusu değildir. İleri demokrasi dediğinde eyvah diyorum, demokrasi geriye gidiyor. Diyarbakır Emniyet Müdürüne kızdığında işte şimdi emniyet müdürünün yeri sağlamlaştı diyorum. Muhteşem Yüzyıl dizisine kızdığında yayıncı kanalın izleyicisi çoğalacak diyorum ve öyle oluyor. Hiç hasbi bir tavrını, davranışı izlemedim. Hepsi de hesabi olarak yapılıyor. Başlıktaki tırnak içinde “tek adam” nitelemesi okuyucuya bir başka “Tek Adam”ı çağrıştırabilir. Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ü anlattığı eserine “Tek Adam” ismini vermişti. Ben de Recep Tayyip Erdoğan için bu nitelemeyi uygun gördüm, tek farkla. O da Atatürk devlet kuran “Tek Adam”, savaş kazanan “Tek Adam”, devrimleri yapan “Tek Adam”, bir topluluktan millet oluşturan “Tek Adam”, milletini ve dünyayı iyi tanıyan “Tek Adam”; okuyan, düşünen, yapan, 20.yy ‘da dünyaya gelen tek dahi olan “Tek Adam.” Recep Tayyip Erdoğan da “Tek Adam”. Ancak o sadece kendi iktidarının devamını düşünen, iktidardan gitmemek için her şeyi ama her şeyi yapabilecek “Tek Adam” dır. Benzer yönler, sadece bu nitelemeden ibarettir. Yoksa, Atatürk’ün isminin geçtiği yerde “Recep Tayyip Erdoğan’dan bahsetmek Atatürk’e hakaret olur ki, benim de hiç yapmayacağım şey budur. 17 DAĞA ÇIKMAK İsmail BOZKURT Nedir dağa çıkmak? Nasıl bir şeydir? Ne kastedilmektedir dağa çıkmaktan? Kimler dağa çıkarlar? Dağa çıkmak devlete meydan okumak mıdır? Dağ devletin alternatifi midir? Dağa çıkanlar kendilerini devlete alternatif olarak görenler midir? Hangi aklıselimin işidir bu dağa çıkmak? Kim kime salık vermektedir bu dağa çıkmayı? Kim neyi arayıp da bulmaktadır dağa çıktığında. Başıboşluğun simgesi değil midir dağa çıkmak veya salıverilmek. Dağda hayat insana değildir. İnsani de değildir. Dağa gönderilenler ya terk edilenlerdir, ya da aldatılanlardır. Dağa çıkan canlı avlar, avlanır, ölür, öldürür. Dağda gülen de yoktur, güldüren de. Hayvanların dışında insanoğlunu dağa yöneltmek acımasızca azatlamak demektir. Bu aldatış insan için hem zihnen hem de bedenen olduğu vakit hayvandan da kötü duruma düşmek demektir. İnsanlıkla ilgili miadı dolmuş olanları dağa göndererek, onları sulu sözlerle de taltif ederek hamakatını bir kat daha artırırlar ki, bir daha kendilerine gelmesinler. Bir başkasına zarar vermek üzere bir grubu zihnen hazırlayarak dağa çıkarmak veya herhangi bir sebep bahane edilerek vesile olmak, eline silah vermekle eşdeğer sayılmaz mı? Masum insanların kanını hedef alan caninin dağa çıkışına ruhsat vermek, kim olursa olsun, caninin cinayetinin ortağıdır. Ruhsat sahibi cahil ise cehli nispetinde yargılanırken, aklıselim sahibi olduğunu iddia eden birinin yüklendiği sorumluluk daha da ağır olacaktır. Bundan dolayıdır ki, sorumluluk mevki’inde olan kimselerin sözlerine ve davranışlarına daha da dikkat etmeleri gerekmektedir. İnkârı mümkün olsa da iğfalin önlenmesi mümkün değildir. Bunun içindir ki, makam ve mevki sahibi olanların makamla birlikte mekânın da haysiyetini hassasiyetle korumaları gerekir. Cahilin cehline güler geçersiniz de sahipi salahiyet olduğunu iddia eden birinin sözü veya beyanı dikkat dışı tutamazsınız. Mesuliyeti de ondan dolayı ağır olur. Bunun için de o şahıs mesuliyetini müdrik davranmadığı müddetçe mekânı ile birlikte kanacaktır. Hâlbuki mekânın hiçbir günahı yoktur. Suçlu ise, “makam’ı” mekân’ı işgal eden mekinin (makama oturan) dir. Bunun için büyüklerimiz şöyle demişlerdir: “Şeref’il mekân bil mekin.” Bir yerin mekânın, makamın” şerefi o yeri işgal eden “orada oturan” ın şerefi ile doğrudan ilgilidir. Geçmişte büyüklerimiz, sorumluluk söz konusu edildiğinde devlete ve devlet adamlarına birlikte dua ederlerdi. Sebebi ise devletin yokluğu devlet adamının kıtlığı ile birlikte gelir derlerdi. Bu kıtlığı hissedilip adına birlikte dua edilen devlet adamları ise her türlü varlıklarını devletin varlığı olarak kabul ederken malını, canını, her türlü varlığını devleti için feda etmeye hazır kimselerdi. Ciddiyet, devlet adamının değişmez karakteri olmalı. Hâlbuki, sorumluluk sahibi bir kimse şakacıktan bile olsa devlete ve milli mefahire dil uzatmaya yönelik imada bile bulunsa bundan do- Masum insanların kanını hedef alan caninin dağa çıkışına ruhsat vermek, kim olursa olsun, caninin cinayetinin ortağıdır. Ruhsat sahibi cahil ise cehli nispetinde yargılanırken, aklıselim sahibi olduğunu iddia eden birinin yüklendiği sorumluluk daha da ağır olacaktır. 18 Dağı hak arama yeri olarak göstermeye çalışanların sorumluluk duygusu yoktur. Bu duygu sahibinin zayıflığından faydalanarak yönlendirmek ise doğrudan doğruya ihanettir. ğacak zararın vebali Erciyes’in ağırlığından daha fazladır. Bu konuda daha ileri gidenlere boşboğaz derler. Boşboğazlar ki her zaman her vakit sorumsuz davranışın temsilcisi gibi hareket ederler. Bunlar bazen ciddi birileri gibi hareket ederlerken bir de bakarsınız çocuklar kadar sorumsuzdurlar. En çok zararlı oldukları zaman da sorumluluk mevki’inde bulundukları zamandır. Her şeyi zararla kapatmak gibi düşünceye sahip olanlar, şu veya bu sebepten danışılan biri mevkiinde bulunacak olurlarsa işte bu kimselerin teşvikinden doğacak zararın tamiri mümkün değildir. Dağı kurtuluş mekânı olarak gösterenlerin, beyincikleri alınmış sebükmuazlara (kuş beyinlilere) dağdaki tümsek altı mağaraları karargâh olarak kabul ettirip de cana kıyma kararları almalarına sebep olmak gibi bir davranışı, hangi insaniyetle ve İslamiyet’le izah edebilirsiniz? Zor olmasına rağmen akıl sahibi birini aldatmaktan dolayı alacağınız sorumluluk karşısında cehlinden faydalanarak aldattığınız kimseden dolayı alacağınız sorumluluk onun on katı olacaktır. Aklıselim’in çağrısı hep doğruya olması gerekirken bize aklıselim olduğunu iddia edenler akıl öncelikli düşünmeyi terk ederek hislere hitap etmişlerdir. Rüzgârlı havada sönmemiş külü küllüğe bırakan kadının yerine, sıcak küle yatıp da sırtı yandıktan sonra hayma direğine sürünerek koskoca otluğu ateşe veren uyuz keçiyi kahraman olarak alkışlamaktadırlar. Dağı hak arama yeri olarak göstermeye çalışanların sorumluluk duygusu yoktur. Bu duygu sahibinin zayıflığından faydalanarak yönlendirmek ise doğrudan doğruya ihanettir. Şunu sormazlar mı insana? Hain, dağda neyin hakkını aramaktadır? Sabah namazı camiye giden görevli imamı katlettiği için mi hak arıyor? Kundakta öldürdüğü bebeğin hakkını mı arıyor? Na- musunun bekçisi Türk askerine tuzak kurup şehit etmesinin hakkını mı? Ateşe verip yaktığı okulların ve beraberinde bölgesindeki yavruları yetiştirmek üzere kurşunladıkları bay bayan öğretmenlerin hakkı mı aranmaktadır? Kim olursa olsun, olayları yanlış zaviyeden seyretmeye alışık olan sorumsuz kimseler her zaman seyrettikleri zaviyenin doğruluğuna inandıkları gibi kendileri için sorumlu olduğu zehabında bulunduğu kimseleri de inandırmaya çalışırlar. Zehap’a sahip oluşları da sahip olmaya çalıştıkları ve elde ettikleri dünyalıklarıdır. Ne akıl öncelikli ne de sağlıklı tecrübenin sonucudur. Akıllı olan maliktir. Malik isen, elbette akıllısın. Dağa çıkma ve dağa çıkarma düşüncesinin sahipleri her hangi bir sebeple ellerinin altında bulunan imkanları kayıp etseler ne cesaretleri kalır, ne de şecaatleri. Oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi başlarlar ağlamaya. Bakış açıları sağlıklı olmayan bu gibiler olayları amuda kalkan birinin seyrettiği gibi seyrederler. Alttakileri üstte, üsttekileri de altta görmeye alışık olurlar. Bu bakışlarını doğru göstermek için de el atmadıkları değer yargısı bırakmazlar. Bunlar değirmende bulgur öğütür gibi değer öğütürler de kılları bile kıpırdamaz. Bu konuda cahilin cehlinden dolayı yapacağı her türlü yanlış düzeltilerek bağışlanır da üdebanın veya vükelanın yaptığı yanlışın bağışlanması mümkün değildir. Zira gerek mevki’i ve gerekse sahip olduğu ilim, halkın kendisine itibar etmesini sağlamaktadır. Bu durumda cehaletinden dolayı silaha sarılıp dağa çıkan cani ne kadar tehlikeli ise, ilmini istismar eden üdeba ile mevkiini istismar eden vükela da en onun kadar tehlikelidir. Bu tehlikenin mimarlarına ve buna alet olanlara şöyle seslenmek istiyoruz: Gerek aldatanlar ve gerekse aldananlar, gün olacak o serbestçe gezdiğiniz dağdaki taşlar canlanıp üzerinize yuvarlanacak. Gün olacak, o dağdaki fırtına sizi önüne katıp kayadan kayaya çalacaktır. İnsan avlamaya çıktığınız o dağlar sizi daha fazla saklamayacaktır. Zira siz o dağların da güzelliğine ihanet etmektesiniz. Yalancıya inanıp yalangıyı yakarak daha ne kadar sürdüreceksiniz bu ihanetinizi? Şerefli Türk askerinin çağrısına uyup teslim olun ki sizin de kurtuluşunuza bir başlangıç olsun. Bir başkaları da otursun artık oturduğu yerde! Hak ile birlikte olduğunu iddia edip de halkı yanıltmaya tevessül etmesinler. Gün olur yalangının közü bittiği gibi yalancının da sözü biter. 19 ALIŞVERİŞ HASTALIĞI (TAKINTILI ALIŞVERİŞ BOZUKLUĞU) İbrahim GÜNGÖR Alışveriş ticari bir faaliyettir ancak günümüz dünyası için ticari bir faaliyet olmanın çok ötesine geçmiştir. Alışveriş günümüz dünyasının tüketim temelli toplumunun temel noktalarından birdir. Ayrıca gündelik yaşamın çok önemli bir parçasıdır. Alışveriş psikolojik ve sosyolojik yönleri de olan bir faaliyettir. Günümüz dünyası insanların gittikçe artan bir şekilde tüketmeleri temeline dayanmaktadır. Gündelik yaşam ve güncel kültür tüketimi daha da artıracak faaliyetleri desteklemekte, özendirmektedir. Gelir düzeylerine göre tüketim davranışı yerine herkesin imkânlarını zorlayarak hatta borçlanarak, gerekli gereksiz her şeyi alması üzerine bir yönlendirme yapılmaktadır. Buna paralel olarak kitle iletişim araçlarında “kredi kartı borcu yüzünden intihar etti” , “kredi kartı borcunu ödemek için böbreğini sattı” vb. haberler yer almaktadır. Kitle iletişim araçlarında yer bulamayan hikâyelerin sayısı kim bilir ne kadar çoktur. Yani konunun sosyal yönü de bulunmaktadır. Bu yazıda alışveriş hastalığı üzerinde durulacaktır. Alışveriş hastalığı, etkileri ve tedavisi konusunda bilgi verilmeye çalışılacaktır. Herkes bazı ihtiyaçlarını karşılayabilmek için belli zamanlarda belli miktarda alışveriş yapar. Bazen, hiç ihtiyaç duymadığımız şeyleri de sevinç, üzüntü, öfke gibi farklı duyguların etkisinde kalarak satın alabiliriz. Her anlamsız, gereksiz ya da aşırı alışveriş davranışı hastalık anlamına gelmez. Alışveriş bağımlılığı dendiğinde, takıntılı biçimde alışveriş yapma, alışveriş yapmayı düşünme, alışverişle ilgili planlar kurma gibi durumları kastedilir. Alışveriş bağımlısı, ihtiyaç dışı ve kontrolsüzce para harcar. Bu durum kişinin ailevi, sosyal ve mesleki hayatını olumsuz yönde etkiler (ÜNSALVER, 2011). Çoğunlukla insanlar alışverişi severler. Özellik- le kadınlar için alışveriş büyük bir rahatlama aracıdır. Alışverişi seviyor olmakla alışveriş hastalığı aynı şey değildir. Hastalık sayılabilmesi için “aşırı” bir şekilde yapılıyor ve düşünülüyor olması gerekiyor. Kadınlar için rahatlama aracıdır ancak bugün erkekler de alışveriş hastalığına yakalanabiliyorlar. Özellikle şehirde yaşayan, parası olan ve kişisel görünüşüne düşkün erkeklerin alışverişe çok daha istekli oldukları gözlenmektedir (ALGÜL, 2013). Alışveriş hastalığının adı “oniomani”dir ve 20. Yüzyılın başlarında tanımlanmıştır. Tanımlanma tarihi 20. Yy. başında da bu hastalığın bulunduğunu göstermektedir. Alışveriş hastalığı dürtü kontrol bozukluğu ve bağımlılık sınıfındadır. Altında doyumsuzluk, mutsuzluk, ikili ve sosyal ilişkilerde problem yaşama gibi sorunlar vardır. Kişiler daha çok gergin ya da üzgünken alışveriş yaparlar. Ayrıca depresyon, kaygı bozuklukları, bastırılmış duygular da alışveriş hastalığına yol açabilmektedir. Bu rahatsızlığa sahip kişiler hayatlarındaki duygusal boşlukları alışveriş yaparak doldurmaya çalışırlar. Evli kadınlar için alışveriş bazen eşlerinden intikam alabilme aracı olabilmektedir. Evliliklerinde yakalamadıkları mutluluğu alışveriş yaparak sağlamaktadırlar. Alışverişle, yalnızlık ve mutsuzluk anlık da olsa giderilmektedir. Başlangıç yaşı 18 yaş civarıdır ancak bunun problem olarak fark edilmesi genellikle 10 yılı alır. Nedeni tam olarak bilinmemektedir. Ancak psikoanalitik görüşe göre bu kişilerin genellikle benlik değerleri düşüktür; giyim ve mücevher en çok satın alınan şeyler olup, bunlar dış dünya tarafından en çok dikkat çeken objelerdir. Kişi satın alma davranışı ile “geleceğin var olduğunu kendine inandırarak temel ölüm kaygısını azaltır (ARI SARILGAN, 2012). Takıntılı Alışverişin (Alışveriş Hastalığının) Dört Aşaması 20 Ünsalver’e göre (ÜNSALVER, 2011) takıntılı alışveriş tablosunun dört aşaması vardır, bunlar; 1. Beklenti: Belli bir ürüne sahip olmak ya da alışveriş eylemiyle ilgili düşünce, arzu ya da zihinsel meşguliyet. 2. Hazırlanma: Kişi alışveriş ya da para harcamaya hazırlanır. Alışveriş yapmak için ne zaman, nereye gidileceği, hatta hangi kredi kartlarının kullanılacağı düşünülür. İndirimdeki ürünler, yeni moda ürünler ya da yeni mağazalar araştırılmıştır. 3. Alışveriş: Alışverişin yapıldığı aşamadır. Takıntılı alışveriş bozukluğu olan kişiler, bu evrede yoğun bir heyecan duyduklarını söyler. 4. Para Harcama: Ürünün satın alınıp mağazadan çıkılmasıyla eylem tamamlanır. Kişi sıklıkla pişmanlık, utanç ya da kendini hayal kırıklığına uğramış gibi hisseder. Bazen, coşku ve alışveriş tamamlanmadan önce var olan olumsuz duyguların kaybolması da hissedilebilir. Alışveriş yapmak beyindeki mutluluk hormonunun (serotonin) da artışa sebep olur. İşte alışverişi neden çok sevildiğinin cevabı budur. Yapılan araştırmalara göre kadınlar, alışverişte ortalama 4-6 arasında zaman geçirmekteler. Bu da o kadar saat mutluluk demek. Alışveriş hastaları tipik olarak; alışverişle beraber rahatlar ancak bir süre sonra bir pişmanlık duygusu yaşamaya başlar. Gerilimle alışverişe başlayıp, aldıkça rahatlayan kişi; sonrasında pişmanlık duyar, içi içini yer. Bu kadar çok duyguyu bir arada yaşatmasıyla, ruhsal yönden yıpratıcı olan bu hastalık bir süre sonra, ne kadar alışveriş yapılırsa yapılsın tatmin sağlayamamaya neden olur (ALGÜL, 2013). Bayanlar daha çok giysi, parfüm ve mücevher, erkekler ise elektronik, otomobil ya da hırdavat satın alır. Bu bozukluğa sahip bireylerin alışveriş kalıpları, şekilleri tipiktir. Alışveriş dürtüleri genellikle nöbetler halinde olup, haftada bir civarında, ortalama bir saat süren ataklar halinde ortaya çıkar. Tüm yıl boyunca süreğenlik gösterir, diğerleri gibi yalnızca doğum günleri ve bayramlarda yoğunlaşmaz. Kişi genellikle evdeyken, kendini çökkün ya da gergin hissederken bu dürtü belirir, kişi çoğunlukla kendisi için alışveriş yapar, bazen diğerleri için de alır. Birkaç pahalı eşyadan ziyade, çok sayıda ucuz eşya satın alırlar. Evi bir sürü gereksiz ev eşyaları ile tıkıştırılmıştır. İlaç ve alkol bağımlılığında görüldüğü gibi bir süre sonra tolerans gelişir; kişi rahatlamak için giderek daha fazla miktarlarda alışveriş yapar. Alışverişin doğası ve seyri gereği yakın ilişkilerinde bir süre sonra sorunlar yaşamaya başlar, boşanmalar sıktır. Kişi satın aldığı şeyleri gizler. Alışverişe çok fazla zaman ayırdığı için çalışı- yorsa işte sorunlar yaşamaya başlar. Bu bozukluk kronik seyirlidir. Başka psikiyatrik bozukluklarla birlikte görülebilir. Duygulanım bozuklukları(depresyon, iki uçlu mizaç bozukluğu), kaygı bozuklukları (Obsesif bozukluk, Panik bozukluk, Fobiler ), madde kötüye kullanımı, yeme bozuklukları ve diğer dürtü kontrol bozuklukları gibi (ARI SARILGAN, 2012). Bugün modern dünyanın bir getirisi olan tüketim kültürü, insanları medya aracılığıyla daha fazla almaya ve tüketmeye zorluyor. Alışveriş hastalığını körükleyen albenili reklamlar, bencilliği, kişisel hazzı vurgulayan sloganlar ve bunların yanı sıra sezon sonu indirimler, kampanyalar ve kredi kartlarına bol taksit seçenekleri de alma dürtüsünü arttırıyor. Tedavi Bu hastalığın tedavisi vardır. İlaç tedavisinin olumlu sonuçları olduğunu yapılan araştırmalarla desteklemiştir. İlaç tedavisin yanında psikolojik destek almak, daha da iyi sonuçlar verecektir (ALGÜL, 2013). Bir davranış sorunu olarak alışverişin tedavisinde psikoterapiler tedavinin olmazsa olmazıdır. Kişinin alışveriş davranı- şının bir sorun haline gelmesine neden olan sebepler ve davranışını sergileme şekli değerlendirilerek, bilişseldavranışçı ya da psikodinamik terapiler düşünülebilir (ÜNSALVER, 2011). Deney ve kontrol grubu ile yapılan bilişsel-davranışçı grup terapisinde deney grubu lehine anlamlı farklılıkların tespit edilmiştir (MUELLER & de ZWAAN, 2008). Bunun yanında bilişsel-davranışçı terapilerin yanı sıra kendine yetme ve kendini izleme programları ile alışveriş listeleri ile birlikte uygulanan programlar da geliştirilmiştir (BLACK, 2007). Ayrıca alışveriş hastalığını engellemek için alışveriş kurallarına uymak gerekmektedir. Bu kurallar (ÜNSALVER, 2011), (ENGS, 2010); 1. Alışveriş öncesi ihtiyaç listesi hazırlayın. 2. Listede olmayan hiçbir şeyi almayın. 3. Bazı mağazalar için bütçe hazırlayın ve harcayacağınız meblağı önceden belirleyin. 4. Sırf indirimde olduğu için herhangi bir şeyi hemen almayın, 24 saat bekleyip isteğinizi gözden geçirin. 5. Mağazaya ya da markete girdiğinizde doğrudan satın almak istediğiniz ürünün bulunduğu bölüme gidiniz. 6. Satın almanıza mantıklı ve akılcı nedenler bulmaya çalışmayın. 7. Kredi kartınızı acil durumlar için bir taneyle sınırlayın, harcama üst sınırını aşağı çekin. 8. Mümkün olduğunca nakit alışveriş yapmaya çalışın. 9. Sadece ucuz mallar satan mağaza ve marketlerden uzak durun. 10. Vitrin gezmelerini mağazalar kapandıktan sonra yapın, gün içinde vitrinlere bakacaksanız cüzdanınızı yanınıza almayın. 11. Alışveriş dergilerinden ve alışveriş TV kanallarından uzak durun. Türkiye gibi endüstrileşme sürecini tamamlayamamış ülkelerde alışverişe ait bilinçli tüketici kültürü tam gelişmediği için bu süreç sancılı olabilir. Özellikle gençlerin denetimsiz piyasa ve reklamların etki alanına düşmemeleri için ailelerin yaklaşımları çok önemlidir. Bu noktada ailelerin yapabileceği en iyi ve önemli hizmet örnek olmaktır. Eğer anne babalar örnek bir tüketici davranışı sergilerlerse çocuklar da onları örnek alacaktır. Marka düşkünlüğü gibi sığ davranışlar geliştirmeyeceklerdir. Ancak özellikle çalışan annelerin dikkatli olması gerektiği de açıktır. Çünkü genellikle çalışan anneler çocuğunu ihmal ettiği düşüncesiyle ve kendini suçlayarak çocuklarına gerekli gereksiz oyuncak, giyişi, cep telefonu vb. şeyler almaktadırlar. Ayrıca bazı aileler de çocuklarının okul başarısı için ödüller vaat etmektedirler. Sürekli ödül bir süre sonra değerini yitirir ve tatminsiz, tüketen çocuklar haline gelirler. Bütün bu olumsuz durumlardan uzak durmanın yolu rüşvet gibi ödül vermemek ve bilinçli bir aile tüketici kültürü oluşturmaktır. Bunun için, biraz önce ifade edildiği gibi ailenin örnek olması gerekmektedir. 2013’ün Türk gençliği için mutlu ve huzurlu geçmesini dilerim. Saygı ve sevgilerimle… KAYNAKÇA ALGÜL, R. (2013, Ocak 3). Alışveriş Hastalığı Nedir? pedamed.com.tr: http://www.pedamed.com.tr/tr/alisveris-hastaligi.html adresinden alınmıştır ARI SARILGAN, G. (2012, Mart 24). Oniomania (kompulsif) Alışveriş Hastalığı. Ocak 3, 2013 tarihinde aktuelpsikoloji.com: http://www.aktuelpsikoloji.com/haber.php?haber_id=4697 adresinden alındı BLACK, D. W. (2007, February). A Review of Compulsive Buying Disorder. World Psychiatry, 1(6), 14-18. ENGS, R. (2010, December). HOW CAN I MANAGE COMPULSIVE SHOPPING and SPENDING ADDICTION. indiana.edu: http://www.indiana.edu/~engs/hints/shop.html adresinden alınmıştır MUELLER, A., & de ZWAAN, M. (2008, Agust). Treatment of Compulsive Buying. Fortschr Neurol Psychiatr, 8(76), 478-483. ÜNSALVER, B. Ö. (2011). Alışveriş Bağımlılığı Nedir? İstanbul: Timaş Basım Ticaret ve Sanayi AŞ. 21 22 Türkçülüğün Kalemli Son Kürşad’ı: TURAN YAZGAN Alper KEPEZKAYA Asya’dan gelen bir arkadaşımla konuşuyorum. Mükemmel bir Türkçesi var. Soruyorum: - Liseyi nerede okudun? -Türk Okullarında. -Türkçeyi bu sebepten mi bu kadar güzel konuşuyorsun? -(Gülümseyerek) Hayır, Türkçe orada seçmeli ders. İngilizceyi orada öğrendim. -Peki, din dersleri? -Onu da Türkçe gibi burada öğrendim. Bütün Türkiye’de bir çoşku, “Somalili çocuk türkü söylüyor, işte hizmet” diye. İşin acı tarafı kendini “Türkçü” tanıtanlar bile “Aferin.” çekiyor. Hizmet nedir? Türklüğe, Türkçeye hizmet nasıl olur? Turan YAZGAN Hocayı bilmeyenler bu soruya cevap veremezler. Çileli Bir Eğitim… Turan Yazgan 20 Ocak 1938’de dünyaya gelir. Nüfus cüzdanının “memleket” hanesinde ne yazdığının önemi yoktur; çünkü o kendisini “Türk Dünyası Vatandaşı” sayar. “Oralı, buralı olmak bana ayrı bir özellik kazandırmaz, Kırım’da da doğmuş olabilirdim, Romanya’da, Bişkek’te, Ötüken’de de,” diyerek memleketinin Türk Dünyası olduğunu bildirir. Ağabeyleri okumasına maddi olarak yardım eder. Ankara Cebeci OrtaOkulunu okuduktan sonra Türkiye birincisi olarak devlet parasız yatılı sınavını kazanır. Ailesinin izin vermemesine rağmen gizlice evden kaçar. Okuduğu her okulu birincilikle bitiren Yazgan, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini kazanır ve başarıyla bitirir. Üniversite öğrenciliğinden profesörlüğe uzanan yolda birçok çalışmalara imza atar. Turan Hocanın fikirleri daha ortaokuldayken oluşmaya başlar. Nihal Atsız’ı ve Zeki Velidî Togan’ı takip eder. Büyük Türkçülerin eserlerini okumakla kalmaz, öğrendiklerini yaşamına uygular. Turan Hocanın yaşamı da kendine örnek aldığı bu iki Türkçüden farklı değildir. Zeki Velidî’nin eğitim almak için ailesinden gizlice Kazan’a kaçması gibi o da gizlice Kastamonu’ya kaçar. Zeki Velidî nasıl kendi alanında tek isimse, Turan Hoca da alanında tek olur. Bu sebeple hocası Togan’ın “Türkçülüğün Kalemli Kürşad’ı” unvanını hak eder. Çalışmaları… Hakkında makaleler yazılan, tez hazırlanan, özel dergi sayıları çıkartılan ve seminerler verilen Turan Hocanın çalışmalarını bu kısa yazımızda anlatmaya çalışmak onun manevi şahsiyetine saygısızlık olacaktır. Bizim buradaki amacımız Hoca’nın değerini hissettirmektir. Turan Hoca her şeyden önce Türk Dünyasını birleştiren adamdır. Bu amacına ulaşmak için 20 Temmuz 1980’de Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı”nı kurar ve bütün çalışmalarını bu vakıf çerçevesinde yapar. Yayın çalışmalarını yürütmek için 1971’de kurduğu Kutlu Yayıncılığı (Kut-Yay) vakfa bağladı. Türk bölgelerinin Rus işgalinde olduğu dönemlerde amacına ulaşamayan Yazgan, 1989 yılından itibaren Türk dünyasına açılmaya başlar. İlk önce Azerbaycan ile ilgilenir. Buraya geziler düzenler ve Azerbaycan’ı Türkiye’ye tanıtır. Türkiye’de Azerbaycan ile ilgili faaliyetler düzenler. Bunlardan biri de 28 Mayıs–3 Haziran 1990 tarihlerinde Kayseri’de gerçekleştirilen Birinci Milletlerarası Büyük Azerbaycan Kongresidir. Bu kongreye gelen bilim adamları Azerbaycan’la ilgili bildiri sunmuştur. Bu çalışmalar iki devlet arasında “Tek millet iki devletiz.” anlayışını geliştirir. Azerbaycan’dan sonra Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan ve Özbekistan’da faaliyet yapmayı düşünen Hoca bu Türk illerine geziler düzenledi. Türk Birliği düşüncesinin ancak eğitimle gerçekleşeceğini söyleyen Yazgan, buralarda okullar açmak için çalışmalara başladı. İdil-Ural bölgelerini yanına basın-medya mensuplarını ve araştırmacıları alarak gezdi. Birçok Türk coğrafyasına ilk geziyi düzenleyen kişi Turan Yazgan’dır. Yazgan, gittiği yerleri sadece gezerek gelmez. Yanındaki işadamlarını yatırım yapmaları ve kurulan işbirliği- Kalem tutan Kürşad olmak zordur. Zordur, hayatı boyunca ilimle uğraşmak, onlarca güzel eser bırakmak, Türk dünyasını adım adım gezmek, çok para kazandığı halde bütün parasını Türklük için harcamak.... Zordur Turan Yazgan olmak. nin devam ettirilmesi için teşvik eder. Gezip gördüğü yerlerden soydaşlarımızı da Türkiye’ye davet eder, onlar için programlar düzenler. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfının parolası “Bin iyi niyet yerine bir küçük iyilik”tir. Yaptığı çalışmalar Türklük karşıtlarını rahatsız eder. Bazı ülkelere girişi yasaklanır. Bütün bu çalışmaları sonucunda Türk dünyasında okulları açılır. Bu okullar şunlardır: • Türk Dünyası Celalabat İşletme Fakültesi • Türk Dünyası Celalabat Sosyal Bilimler ve Eğitim Fakültesi; • Türk Dünyası Bakü İşletme Fakültesi • Türk Dünyası Kızılorda Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü • Türk Dünyası Bakü Atatürk Lisesi, • Türk Dünyası Kızılorda Korkut Ata Lisesi Bunların yanında Tataristan ve Çuvaşistan’da açılan eğitim kurumları değişik sebeplerden dolayı kapanmıştır. Vakıf Özbekistan, Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Tataristan, Hakasya, Altay, Makedonya, Tuva, Gürcistan, Tacikistan, Afganistan ve Suriye’den yüzlerce öğrenciyi burslu olarak okutmaktadır. Türkiye’de Yüksek lisans ve doktora yapanlara yardım edilmektedir. Okullar açılırken Türklerin hizmet göreceği bölgeler seçilir. Bütün bu hizmetlerin amacı Gaspıralı’nın “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” hedefidir. Yazgan Türk dünyası için her konuda çalışmalar yapar. Gençlerin eğitiminden sünnet şölenlerine, ses yarışmasından çocuk şenliğine kadar birçok konuda hizmet verilir. Sürekli olarak konferanslar, seminerler verilir ve yarışmalar yapılır. Ayrıca resim sergileri gibi sanatsal faaliyetlerde düzenlenir. İnanıyoruz ki bu çalışmalar Tutan Hocadan sonra da devam edecektir. Kişiliği ve Fikirleri… Hocanın en belirgin özelliği kolay pes etmemesi ve azimli olmasıdır. Çabuk kararlar verebilir ve kararları isabetlidir. Sürü psikolojisi ile hareket ederek “Devrin anlayışı böyle.” diye düşünmez. Türkiye’nin diğer Türk devletlerine büyüklük yapması gerektiğini söyler. Ona göre Asya’daki Türk devletlerinin ve diğer Türk gruplarının sorunlarını Türkiye çözmelidir. Her zaman ülkesini düşünen, milli duyarlılığı olan gençler yetiştirilmelidir. 12 Eylül yıllarında da gençliğe hizmet için büyük emekler vermiştir. Türkiye’nin sosyal güvenlik yapısından iktisadına kadar birçok konuda çalışmalar yapar ve fikirlerini yayınlar. Bağış konusunda titiz davranan Turan Hoca “Vakıflar yardım almaz, yardım eder.” görüşünü savunur. İnsanlara verdiği bağışlara göre davranmaz, hatta bazı büyük miktardaki bağışları da reddeder. Yakın çevresinde “Doğrucu Davut” olarak bilinir. Bir seferinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde öğretim görevlilerinin aldığı döner sermayelerinin haksız olduğunu söyleyerek hukuk mücadelesi vermiş ve kazanmıştır. Üniversite hocalarının maaşlarından geri ödeme için kesinti yapılır. Bu olay hocaların hafızasına “Turan Keseneği” olarak geçer. O kendi cebine girse de hiçbir haksız kazancı istemez. Turan Hocanın en büyük özelliği ise özverili olmasıdır. Öyle ki çok iyi paralar kazanmasına karşın bütün parasını Türkçülük uğruna harcamış ve sonunda yaşadığı evi bile kendisine ağabeyleri almıştır. Her zaman için iyi insan yetiştirilmesi gerektiğini söylerdi. Toplum mühendisliğine değer veren Yazgan çalışmalarında hep genç kitleye hitap etmiştir. Gençler arası gurup çalışmalarına önem verir ve gençleri bu çalışmaya yönlendirir. Her gencin tarih ve edebiyat bilgisi olmasının şart olduğunu dile getirir. Ona göre yetişkin insan, alanında başarılı, tarih ve edebiyatı bilen, Türk dünyasını tanıyan, dürüst, fedakârdır. Gençlere lafla iş yapılmayacağını ve eylem olması gerektiğini sürekli belirtirdi. İslam konusunda ise Necip Fazıl Kısakürek’in “Türk bir kristal bardaktır, İslamiyet ise onun içini dolduran bir şerbettir” sözünü benimser ve “Türkler İslamiyet’ten şekil alıyor.” derdi. Eserleri… Şüphesiz ki Yazgan Hocanın en büyük eseri Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ve gençlere bıraktığı Türklük sevgisi, çalışma azmidir. Bunun dışında Türkiye’nin sosyal güvenliği, nüfus ve ekonomik yapısı ile ilgili eserleri ve makaleleri vardır. “Japonya’da Maneviyat Eğitimi” ve “İktisadî ve Malî Yönüyle Sosyal Güvenlik” adlı çeviri kitapları bulunmaktadır. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfında Turan coğrafyası hakkında verdiği seminerler ve vakfın dergilerinde yazdığı yazılar genç araştırmacılar için eşsiz birer kaynaktır. Son olarak şunu belirtmek gerekir ki Turan Hocaya saygı göstermek ve onun yolundan gitmek sanal âlemde resimlerini paylaşmakla olmaz, olmamalı. Çünkü kendisi her zaman için “konuşan değil çalışan nesil” hayal ederdi. Nihal Atsız’ın, Togan’ın öğrencisiydi ve onlar gibi düşünür, davranırdı. Biz de Yazgan gibi düşünüp, Yazgan gibi davranmalıyız. Özellikle Yazgan Hocanın üyesi olduğu Türk Ocağı gençlerine böyle davranmak düşer. Ruhu şad, mekânı cennet olsun. 23 24 ÇEVRECİ BÜYÜME Hakan TUNÇ Ekonomik büyümede birinci öncelik yüksek kârdır. Kârın maksimize edilmesi mantığından kurtulup refahın maksimize edilmesi mantığına dayanan bir büyüme modeli, çevreci büyüme modeli olarak ele alınabilir. Böylelikle üreticilerin doğayla ilişkileri sürdürülebilir bir yapıya dönüştürerek, en az emekle en verimli kâr mantığı oluşturulabilir. Çevre sorunları, insani ve ahlaki bir takım sorunlardan kaynaklanmaktadır. İnsandaki tüketim ve kazanma hırsı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin artmasına yol açmaktadır. Ayrıca, tüketim anlayışı çevre üzerinde ağır baskılar yaparak doğal sistemleri alt üst etmektedir. Doğal dengenin bozulmasından kaynaklanan olumsuzluklar en çok yoksul kesimlerde hissedilmektedir. Gelir seviyeleri düşük kesimlerin en temel gereksinimleri karşılamadan küresel çevre sorunlarına çözüm aramak hiç insani değildir. Aşırı tüketim hırsı, beraberinde aşırı üretim gereksinimini doğurmaktadır. Hemen hemen bütün üretim teknolojilerinin içerisinde bulunan petrol, küresel çevre sorunlarının en önemli kaynağıdır. Petrol üreticileri, aşırı kârlarını korumak için enerji denetimini petrole dayalı bir üretim sistemi içinde tutmak için yoğun çaba harcamaktadır. Bu nedenle sorun yapısaldır. Çözüm ise çevreci üretimdir. Yani sorun fiziki değil, toplumsaldır ve çözümü politikaya bağlıdır. Şöyle ki çevreci üretim tarzları mümkündür. Bunun önündeki en büyük engel politikacılardır. Örneğin; küresel ısınmanın, toprak ve su kirliliğinin en büyük nedenlerinden biri olan petrol üretimi ve kullanımını azaltacak alternatif üretim süreçlerinden olan rüzgâr, güneş, dalga ve jeotermal enerji gibi ‘’ yenilenebilir ‘’ enerji kaynaklarının kullanımını politik karar alıcıları nedeniyle sınırlandırılmaktadır. Hâlbuki bu enerji kaynaklarına ilave olarak geri dönüşümden kaynaklanan üretimi de kattığımızda hem verimli hem de çok ucuz maliyetli bir üretime geçmek mümkün olabilir. Yani çevreci üretim, daha yüksek kâr ve refah getireceği gibi daha yaşanılabilir bir çevre de sunmaktadır. Her yıl hava kirliliğinden, ormansızlaşmadan kaynaklanan sel baskınlarından, toprakların kirlenmesinden kaynaklanan verimsiz ve sağlıksız gıdalardan ve kirli sulardan milyonlarca kişi etkileniyor ve milyonlarca dolarlık zarar ediliyor. Çevreci üretimlerde çevre sorunlarından kaynaklanan masraflar azaltıldığı gibi daha ucuz üretimle insanların yaşam standartları artarak devam edecektir. Ancak dünyadaki gelirin büyük bir bölümüne sahip olan petrol zenginler, politikacılara yaptıkları baskılarla çevreci üretimi engellemektedirler. Bu nedenle; çevreci üretim için sadece zenginliklerin yeniden dağıtımını değil, toplumsal zenginliğin yeniden tanımlanmasını dayatan derin yapısal değişikliklerin gerçekleşmesi gerekmektedir. Hangi mallara ve hizmetlere ihtiyacımız var? Neyi hangi miktarda üretmemiz gerekir? Nasıl bir çevrede yaşamak istiyoruz? Bu gibi hayati sorulara çevreci bir bakışla cevap veremediğimiz sürece kayıplarımız daha da artacaktır. Ancak günümüzün ağır kapitalist hırsları, bu gibi soruların çevreci bakışa göre cevaplanmasını engellemektedir. Bunun yerine rekabetçi sermayedarlar, daha büyük kâr sağlama amacıyla tüketici statüsüne erişebilmek olanakları olanları besiye çekip geri kalanları açlığa mahkûm ederek diledikleri yerde diledikleri zaman yatırım ve üretim yapmak istiyorlar. Kapitalizmin varoluş hakkını insanlığın bir bölümünün yaşama hakkına tercih etmeyi düşünen bu tarz üreticilerin sayısı hiçde az değildir. Çevre dengesini eski seviyesine dönüştürmek zorundayız. Çevre dengesinin bozulması en çok küresel ekonomiyi etkileyecektir. Bu nedenle üretim tarzları doğayı taklit ederek kullandıkları tüm kimyasal maddeleri yeniden kullanmak ve yeniden kazanmak durumundadır. Yenilenebilir enerji kaynakları ve geri dönüşüm endüstrisi sayesinde gerçekleşecek böyle bir üretim tarzında, kışın soğukta kalmak ya da karanlıkta kalmak diye bir şey yoktur. Aksine daha yoğun enerji ve teknoloji kullanımıyla çevreyle daha uyumlu bir enerji tüketimi olacaktır. Aynı şekilde kazanılmış kâğıda ya da çeliğe geçmek kalitesi düşük ürünler anlamına gelmemektedir. Geliştirilecek teknolojilerle geri dönüşümden daha kaliteli ürünler elde etmek mümkündür. Geri dönüşüme dayalı üretimin aslında çok karlı bir üretim olduğunu şu örnekle daha iyi anlayabiliriz: Yapılan araştırmalara göre bir ton geri kazanılmış çelik, yaklaşık 1200 kilo demir cevheri, 450 kilo kömür ve 20 kilo kireçtaşı tasarrufu yapılmasını sağlamaktadır. Ayrıca çıkarılmayan bir ton demir cevheri yarım tondan fazla toprağın müdahale görmemesini sağlıyor ki o alanda yetişecek bitkilerin ve tarım ürünlerinin ekonomiye katkısını da ekleyebiliriz. Geri dönüşümlü üretimin çevreci olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Buna ek olarak ekonomik yönden faydası çoktur. Bu faydalarına yeni üretim tarzlarını da eklersek daha büyük ekonomik kazanımlar elde edilecektir. Geri dönüşümlü üretim tarzları, yeni iş bölümlerini ve meslekleri ortaya çıkaracaktır. Böylece işsizlik oranları azacaktır. Geri dönüşümden elde edilen karla, yeni üretim alanlarının da eklenmesiyle, hem çevre zarar görmeyecek, hem de insanlar iş sahibi olacaklardır. Örneğin 1990’lı yıllarda New York›ta eski gazetelerden kurtulmak için 6 milyon dolar ödenirken günümüzde eski gazetelerin geri dönüşümünden 10 milyon doların üzerinde kazanç sağlanmaktadır. Çevreci üretim tarzı, hem insani hem ahlaki hem de kazançlıdır. Yapılacak işlem çok basittir. Küresel çevre sorunlarına neden olan acımasız kapitalist üretim faaliyetlerinin sonlandırılarak insanların daha adil ve eşit yaşadığı çevreci üretime geçmek gerekmektedir. OĞUZ DEDE SIRA OTURMASINDA Mehmet PUSAT Kayseri’de “sıra oturması” adı verilen akşam sohbetleri çok ünlüdür. İş ve meslek arkadaşları, eski dostlar, özellikle kış aylarında haftanın bir akşamı bir araya gelirler. Bu sıra oturmalarında sohbetler çok tatlı ve öğreticidir. Çünkü konuşanlar güngörmüş, bilgi birikimi olan, yol yordam bilen büyüklerdir. Gençler ya hizmetlere bakarlar ya da dinleyicidirler. Sıra oturmalarında eskiden, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Yusuf ile Züleyha gibi halk hikâyeleri; Eba Müslim kitabı, Hz. Ali’nin cenkleri ve Hz. Peygamberin hayatını anlatan siyerler okunurdu. Son yıllarda bunlar yok artık; ya bir din adamı konuşturuluyor ya da güncel sorunlar üzerine sohbet ediliyor. Sıra oturmalarında sedirlerin yerini koltuklar, kitapların yerini başka şeyler aldı ama değişmeyen bir âdet var ki o da konuklara sunulan ikramlardır. İkram üstüne ikram… Çok eski çağlardan beri Türk insanı, konuğu ağırlamaya çok özen göstermiştir. Allah’a şükürler olsun ki bu hasletimiz bütün güzelliğiyle yaşamaktadır. 2013 yılının ilk haftasında sıra oturması Asım Beyin Becen’deki evindeydi. Geniş konuk odasında on iki Bu işlere sen ne diyorsun tertip? Oğuz Dede, ozanca cevap verdi: kişi bir taraftan kahvelerini yudumluyor, bir taraftan da yörenin bilgesi Oğuz Dede’yi dinliyorlardı. Konu yılbaşı kutlamalarıydı: -Her zaman ölçülü olmak iyidir. Dinimiz ifrat ve tefritten kaçınmamızı emreder. Bu yıl da kutlamalarda ölçü kaçırıldı. Televizyondan duydum: Bir çocuk, evlerinin balkonundan şenlik yapan kalabalığı seyrederken, nerden geldiği belirsiz bir kuşunla vurulmuş. Bu yavru, maalesef kurtarılamamış. Sanırım eğlenmeyi bilmeyen bir cahilin kurşunudur. Böyle kutlama olur mu? Bana göre, Hristiyanlara has âdetleri yapıp onlara özenmek caiz değil. Sade bir kutlama yapanları hoş görsek de ölçüyü kaçıranları ben tasvip etmiyorum. Oğuz Dede ortayolu dillendirmişti. Farklı görüşte olanlar bulunsa da doğru söz karşısında susmayı tercih ettiler. Sohbet, 2012 yılı üzerine yapılan yorumlarla devam etti. Kimi yeni eğitim sisteminden, kimi terörden, kimi iktidarın Suriye politikasından dert yandı. Sesin kesildiği bir sıraydı ki İçağasının Ömer Efendi’nin kalın sesi duyuldu: Dalga dalga felâket Yoksullaşan bir millet… Geçip giden yıllardan İşte size bir özet: Böyle savaş açtılar Fitne fesat saçtılar Şanlı Türk ordusunu Ortasından biçtiler Tutuldu da akıllar Kötü geçti son yıllar İhmal etti işleri Meclis’teki vekiller Ekranda aynı yüzler Halk da şartlanmış izler ABD ve AB’den Dillerindeki tezler Fabrikalar kapandı Yeşil ormanım yandı Halkım oldu kaybeden Aracılar kazandı Biri bir ampül yaktı Dilinden zehir aktı Vatansever paşalar Tutuklandı tan vaktı Çarşıda işler kesat Arı kovanı mezat Ne kaldıysa Ata’dan Utanmadan sat da sat Al bayraklı tabutlar Tükeniyor umutlar Kararıyor daha da Semamızda bulutlar Dizi dizi açılım Beğenmeyene çalım Dediler utanmadan Türk devleti çok zalim Ne yapayım, neyleyim Tuz da kokmuş söyleyim Ses ver de Türk milleti Varlığını bileyim. 25 26 -Ses veremeyiz Oğuz, dinleniyoruz, dedi Hisarcıklı Kemal Bey. Oğuz Dede, “dinleniyoruz” sözüyle kastedilen manayı yanlış anlamıştı. Şunları söyledi: Yorulmak gerek bugün Yoksa çok üzülürsün Oturursan esirsin Çalışıyorsan hürsün. -Yanlış anladın Oğuz, “Birileri bizi dinleyebilir.” demek istedim. Baksanıza paşaları, hakim ve savcıları bile dinlemişler. İnsanlar ağızlarını açmaya korkuyorlar artık. -Şimdi anladım Kemâl’im. Haklısın ama susup oturmak çare değil. “Etliye sütlüye karışmayalım.” demek istiyorsan yanlıştır. Çünkü, asıl istedikleri de budur. Halkı korkutup sindirmek… Halbuki, vatandaşın eleştiri hakkı vardır. Hakaret etmeden eleştirmek suç değildir. Dinlemeler Türk halkını teslim almanın bir yolu… Korkuları yıkalım. Esir miyiz yahu? Başbakan gibi düşünüp konuşmaya kimse mecbur değildir. Ancak, kuştan korkan da darı ekmemeli. Her zaman ve her yerde sözü tartarak söylemekte yarar vardır. Asla kötümser olmayalım. Birlik beraberlikle ve Allah’ın verdiği akılla aşılamayacak engel yoktur. Çaresiz değiliz hiç Akıl-bilgi birer güç. Hangi yasada yazar Fikir beyanı bir suç? Size söylerim ki ben Asıl suçlu dinleyen. Zaman harcar boşuna Ajanlar fink atarken. Sohbet odayı sarmıştı. Bütün konuşmalar ilgi ve dikkatle izleniyordu. Konudan konuya, bir meseleden diğerine geçiliyordu. Göbülüklüoğlu Hüseyin, Suriye sorununa girdi. Karşılıklı kan dökmelere, Türkiye’deki iktidarın soruna müdahil olmasına, çoğunluğu terörist olan silahlı muhalefete destek olunmasına bir türlü akıl erdiremediğini söyledi. Türkiye’nin Müslüman bir ülkeyle savaşa girmesinin, üstelik Haçlıların ön safında yer olmasının doğuracağı felâketi dile getirdi. Göbülüklüoğlunun görüşleri takdirle karşılandı. Oğuz Dede dahi alkışladı, sonra şunları söyledi: Söyleyim size niye Karıştı bu Suriye? Bir fitne attı Batı Arap Baharı diye. Güvenirsen kalleşe Düşer kardeş kardeşe Ne kadar piyon varsa Benzin döker ateşe Maksadı bolca petrol Türkiye’ye verdi rol. Petriotlar, radarlar Diyor harbe hazır ol. Gaza gelmemek gerek Maşa olmamak gerek Güvenip de Haçlı’ya Yalnız kalmamak gerek. Sohbete kendilerini öyle kaptırmışlardı ki vaktin ilerlediğini arapaşı (ara aşı) çorbasının kokusunu alınca anladılar. Tepsi ve sinilere dökülmüş arabaşı, gençler tarafın- dan odaya taşındı. İki büyük sini etrafında altışarlı iki grup halinde oturdular. Sinilerin merkezine içlerinde arabaşı çorbası bulunan beyaz kalaylı taslar yerleştirilmişti. Kaşıkla arabaşı hamuru alınır, çorbaya daldırıldıktan sonra ağıza alınıp yutulur. Arabaşı yapımında asıl marifet, bu çorbayı ve arabaşı hamurunu kıvamında hazırlamaktır ki Kayserili hanımlar bunu çok iyi beceriyorlar. Arabaşı çok nefis olmuştu gerçekten. Herkes, Asım Bey’e teşekkür etti; “Sofranız dolu olsun.”, “Geçmişlerinizin canına değsin.”, “Ziyade olsun.” dediler. Oğuz Dede, çok kısa Arapca duadan sonra şu Türkçe duayı yaptı: Bu sofraya bereket, Yiyenlere afiyet… Kalbimizde Muhammet Yüce Peygamber olsun. Töremiz sürüp gelsin Yüzümüz daim gülsün Hiçbir an aramıza Ayrılıklar girmesin. Allah diyen bu diller Hakk’ı tutan nesiller Türk’ü seven gönüller Her an beraber olsun Artsın eksilmesin Taşsın dökülmesin Bu güzel nimetlerin Arkası kesilmesin. Bu yemeği yapanın Kazanıp da alanın Bu sofrayı açanın Elleri dert görmesin İnsanın doğrusunun Yüce Türk ulusunun Şanlı Türk ordusunun Bileği bükülmesin Yürekten çıkıp dudaklara dökülen aminler o kadar içtendi ki… Arabaşı çok nefis olmuştu gerçekten. Herkes, Asım Bey’e teşekkür etti; “Sofranız dolu olsun.”, “Geçmişlerinizin canına değsin.”, “Ziyade olsun.” dediler. AHMET KABAKLI (24.05.1924-08.02.2001) Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR Türk gazeteciliği, Türk edebiyat’ı tarihi ve Türk milliyetçilik hareketinin önemli isimlerinden biri de Ahmet Kabaklı Hoca’dır.Ölümünün 12.yılında onu hizmetleriyle anmayı bir vefa olarak görüyoruz. Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii’nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım’ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 tarihinde Harput’ta dünyaya geldi. Daha iki buçuk yaşında iken 1926 yılında Babasını kaybetti. Babasıyla ilgili hiçbir hatırası olmayan Kabaklı’nın yoksul bir çocukluk ve gençlik devresi başladı. 1931 yılında Elazığ Numune Mektebi’ne girdi, ilk ve orta öğrenimini tamamladı. Elazığ Lisesi’nden 1944 yılında mezun oldu ve Edebiyat Fakültesine kayıt yaptırdı.Buradan 1948 yılında mezun oldu. Diyarbakır’da öğretmenliğe başladı. Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü. Askerliğini Manisa’da tamamlayan Ahmet Kabaklı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak tayin oldu. Aynı lisede öğretmenlik yapan arkadaşı Meşkure Hanım ile 1952 yılında evlendi. Bu evlilikten Taner isminde bir O’nun önemli hizmetlerinden biri de kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı’dır.1978 yılında Meşkure Kabaklı, Rıfat İzzet Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz,Cahit Dodanlı, Emine Işınsu Öksüz, Tahir Kutsi Makal, Süha Burçkin, İrfan Atagün, Halis Akaydın, İsmail Gerçeksöz ile beraber kurdukları Türk Edebiyatı Vakfı’nın ölünceye kadar başkanlığını yaptı. oğlu oldu. 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesine kaydoldu. Askerliğini yapmak üzere görevinden ayrılıp Manisa’ya gitti. Vatani görevini tamamladıktan sonra eğitim stajını yapmak üzere Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yıllığına Paris’e gönderildi. 1958 yılında Türkiye’ye dönünce İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü’ne öğretmen olarak atandı. İstanbul Hukuk Fakültesi’ndeki eğitimini 1959 yılında tamamlayıp 1961 yılında İstanbul Barosu avukatlarına katılarak kısa bir süre avukatlık da yaptı. Çapa Eğitim Enstitüsü’nde 1969 yılına kadar öğretmenlik yaptıktan sonra İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda öğretim görevlisi olarak çalışmaya devam etti. 1974 yılında emekli oldu. İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda da edebiyat dersleri verdi. 17 Kasım 2000 tarihinde geçirdiği kalp rahatsızlığı sonucu hastanede tedavi görmeye başladı, 23 Aralık 2000 tarihinde hayat arkadaşı Meşkure Kabaklı’nın vefatinden 47 gün sonra 8 Şubat 2001’de vefat etti ve 27 28 mezarı Eyup Sultan Mezarlığı’ndadır * Kendisini edebiyat, gazetecilik ve fikir dünyasında göstermesi Diyarbakır’da iken başladı. O, Diyarbakır’ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu. Kendisine Halkevi’nin çıkarttığı Karacadağ dergisinin yöneticiliği verildi. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır’ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı. Divan Edebiyatı geceleri düzenledi. Görevi sırasında öğrencileri ve velileri başta olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı. Böylece orada ciddî bir milliyetçilik havasının esmesini sağlamıştı. Diyarbakır’daki görevi iki yıl sürmüştü. 1956 yılında Tercüman gazetesinin düzenlediği fıkra yarışmasında “Üniversitede Münazaralar” yazısı birinci seçildi. Yazılarına “Uzaktan Uzağa”, “Paris’ten Paris Notları”, “Paris Mektupları” başlıkları altında Paris’ten devam etti. Böylece ölümüne kadar süreceği yazı hayatı perçinlenmiş oldu. 1961 yılında Tercüman Gazetesi’nde “Gün Işığında” adlı köşesinde yazmaya başladı Şahsen O’nu işte bir orta okul öğrencisi iken 1961 yılından beri Tercüman gazetesindeki yazılarından tanıyorum.O’nun “Gaggoş “havasındaki, net meramlı yazıları bizleri etkilemiştir.Belki arşivimde kesip de en çok sakladığım yazılar onun yazılarıdır.Özellikle 19751980 yılları arasındaki o uğursuz günlerin en güzel belgeleridir,yazıları. O’nun önemli hizmetlerinden biri de kurduğu Türk Edebiyatı Vakfı’dır.1978 yılında Meşkure Kabaklı, Rıfat İzzet Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz,Cahit Dodanlı, Emine Işınsu Öksüz, Tahir Kutsi Makal, Süha Burçkin, İrfan Atagün, Halis Akaydın, İsmail Gerçeksöz ile beraber kurdukları Türk Edebiyatı Vakfı ‘nın ölünceye kadar başkanlığını yaptı “Gün Işığında” köşesine 1991 yılından itibaren Türkiye Gazetesi’nde devam etti.1995 yılından itibaren Türk Dil Kurumu asil üyeliği görevini de sürdürdü. 14 Aralık 1996 tarihinde Aydınlar Ocağı ve 55 gönüllü kuruluşun desteği ile düzenlenen törende, Atatürk Kültür Merkezi’nde kendisine “Şeyhülmuharririn” ünvanı verildi. A.Kabaklı rahat yazan bir yazarımızdı. Şüphesiz bunda güçlü kültürel alt yapısının büyük rolü vardır.Bu şekillenişte,tanıyanların belirttiğine göre: “Onun şahsiyeti, aile çevresi ve bilhassa annesi Münire Hanımın söylediği ve okuduğu masal, efsane ve türkülerin tesiriyle şekillendi. Annesinden sonra millî duygu ve düşüncelerle onu besleyen ve etkili olan ikinci kadın Türkçe öğretmeni Cemile Hanımdır. Lisede ise hayatının değişmesine vesile olacak edebiyat öğretmeni Cahit Okurer, Fransızca öğretmeni Cemil Meriç, tarih öğretmeni Yahya Pehlivan, matematik öğretmeni Vehbi Güney gibi seçkin ve sahalarında iyi yetişmiş ve etkileyici öğretmenlerin tesirinde kalmıştır. Öğrenci olarak girdiği Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan’dan dersler aldı. Başta kendisine yakın bulduğu, ağabey gördüğü hocası Prof. Dr. Mehmet Kaplan olmak üzere diğer hocaları onun iyi bir meslekî eğitim almasında ve milliyetçi fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardı”. Kayseri ile yakın bir bağı vardı. Bir çok kereler yazılarından dolayı mahkemelere,çoğu zamanda fikri konferanslara gelmişti.Kendisi’ne başkanlığını yaptığım KASD’ın 1983 yılı Edebiyat Armağanları’nda “Edebiyat Tarihi” adlı eserinden dolayı armağan vermiştik.Armağanını almaya gelememişti.Ancak Mehmet Çınarlı Bey’in anlattığına göre o haşmetli gecede bulunamamanın ıstırabını çok çekmişti. * Edebiyatın her dalında eser verdi: Sohbet, deneme, inceleme, hatıra, tarih vs. Özellikle “Temellerin Duruşması”yla, tercümeleri ve önemli eserleri günümüz Türkçesine kazandırması ve gerçekten önemli olan Türk Edebiyatı Tarihi her Türk milliyetçisinin kütüphanesi için önemli eserlerdir. Eserleri: Charles Dickens, Pik Vik’in Maceraları, (Tercüme: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1962. ; Kültür Emperyalizmi, 3. bs., İstanbul 1970. ; Müslüman Türkiye, İstanbul 1970. ; Mehmet Âkif, 7. bs., İstanbul 1999. ; Yunus Emre, 6. bs., İstanbul 1991. ; Mevlânâ, 7. bs., İstanbul 2000. ; Ahmet Rasim, Şehir Mektupları I, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1971 ; (M.E.B.) Ankara 1990. ; Ejderha Taşı, İstanbul 3. bs., İstanbul 1997. (Eser Azize Ceferzade tarafından 1992 yılında Azerî Türkçesine aktarılmıştır.) ; Bizim Alkibiades, İstanbul 1977. ; Ecurufya, İstanbul 1981; Giritli Aziz Efendi, Muhayyelât-ı Aziz Efendi, (Sadeleştirerek yayına hazırlayan: Ahmet Kabaklı), İstanbul 1983. ; Sohbetler I-II, 2. bs., İstanbul 1991-1992. ; Temellerin Duruşması, 20. bs., İstanbul 2000. ; Güneydoğu Yakından, İstanbul 1990. ; Şiir İncelemeleri, İstanbul 1992; Doğu’dan Doğuş, İstanbul 1993. ; Sultanü’şŞuarâ Necip Fazıl, İstanbul 1995. ; Şair-i Cihan Nedim, İnceleme-Roman-Senaryo, İstanbul 1996.; Türk Edebiyatı, I. cilt, 9. bs. İstanbul 1994. ; II-III. cilt, 9. bs. İstanbul 1997. Türk Edebiyatı, (20. Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, Şiir), IV. cilt, İstanbul 1991.; Türk Edebiyatı (Hikâye ve Roman), V. cilt, İstanbul 1994. Sonuç olarak Ahmet Kabaklı, 76 yıldan 77 yıla uzanan ömrünün 55 yılını yazarlık ve öğretmenlik yaparak Türk insanına hizmetle geçirmiştir. O milletine ve okuyucusuna karşı sorumluluğu hiç elden bırakmamış, hiç bedbinliğe düşmemiş, okuyucularını da bedbinliğe ve ümitsizliğe düşürmemiştir. Hep öğrenen ve öğreten birisi olarak yaşamıştır. Mekânı Cennet olsun!.. OKULLARDA SERBEST KIYAFET UYGULAMASI Aytekin AYDOĞAN 2012’nin son günlerine okulların kılık kıyafet yönetmeliğinde yapılan değişiklik damgasını vurdu. 27.11.2012 tarihli ve 28480 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kıyafet yönetmeliğiyle okullarda serbest kıyafet uygulaması yürürlüğe girdi. Böylece 1982’den beri yürürlükte olan kıyafet yasası sona erdirildi. Söz konusu değişiklik, Başbakan’ın İspanya’daki basın açıklamasında söylediği şu sözlerle gündeme alındı. “Bırakalım herkes nasıl arzu ediyorsa, gücü neye yetiyorsa onu alsın, onu evladına giydirsin. Bu şekilde bu tür adımlar atılsın. Bunlar hepsi bir talebin neticesinde atılan adımlardı. Uygulamanın 2012-2013 eğitim yılında başlayacağını söylemek istiyorum.” Bu sözleri emir telakki edenler jet hızıyla harekete geçip değişikliği gerçekleştirdiler. Batılı toplumların çok daha önceden bu uygulamaya geçmiş olduğu dile getirildi. Hayatımızdaki her şey Batı’ya yaklaştı da şimdi aradaki fark kılık kıyafet yönetmeliğiyle mi kapanacak? Bu kişilere demokraside dünyanın en geri ülkelerinden birisi olduğumuzu hatırlatmak isterim. Değişikliği yapanların Atatürk’le ve onun inkılâplarıyla büyük bir sorunları var. O’nun kıyafet İnkılâbını bir türlü hazmedemediler. Yaptıkları değişikliğin esas sebebi budur. 26.11.1982 tarih ve 17908 sayılı eski yönetmeliğin 1. maddesi şöyle idi: Madde 1: Bu yönetmeliğin amaçları, her derecedeki okullarda; a-Yönetici, öğretmen ve diğer görevlilerle, öğrencilerin, Atatürk inkılâp ve ilkelerine uygun, uygar, aşırılıklara kaçmayan ve sade bir kılık kıyafette olmalarını sağlamaktır. b-Kılık kıyafette birlik, bütünlük, uyum ve düzen sağlamaktır. c-Öğrencilere kılık kıyafet yönünden toplumumuzun özelliklerine uygun tavır, tutum ve alışkanlıklar kazandırmaktır. Peki, bu maddenin neresi sakıncalı veya yanlış? Onlara göre yanlış olan orada” Atatürk” sözünün geçmesidir. Yeni yönetmeliğin 1. Maddesine baktığımızda yukarıdaki ilkelerden eser yoktur, “Atatürk İnkılâp ve ilkelerine uygun” ibaresi kaldırılmıştır. İşte yeni yönetmeliğin 1. Maddesi: Madde 1: Bu yönetmeliğin amacı, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı resmi ve özel okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerine dair usul ve esasları düzenlemektedir. 8.2.2007 tarihli ve 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 3. Maddesinin 8. Fıkrası ile 5. Maddesinde belirlenen okulların öğrencileri hakkında uygulanmaz. Görüldüğü gibi yeni yönetmelikte Atatürk ilke ve inkılâplarına uygunluk, birlik, bütünlük, düzen ve toplum özelliklerine yer verilmemiştir. Yeni yönetmelikle eski yönetmeliğin 7. Maddesi de kaldırılmıştır. O madde şöyledir: Madde 7: Personel, kılık kıyafetlerinde bakanlar kurulu kararıyla yürürlüğe konulan “kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan personelin kılık kıyafetine dair yönetmelik “ esasla- rına uyarlar. Görüldüğü gibi okul görevlilerini, yöneticileri, öğretmenleri, sözleşmeli ve geçici personelleri bağlayan bu madde kaldırılarak devlet memurlarının diledikleri şekilde giyinmelerinin önü açılmıştır. Öyle zannediyorum ki asıl amaç da budur. Kaldırılan bir diğer madde de eski yönetmelikteki 9. madde olmuştur. Madde 9: Bakanlığa bağlı okullarda öğrenim gören sürekli ve beklemeli öğrencilerin giyimlerinde sadelik, temizlik ve uyum esastır. Öğrencilikle bağdaşmayan giyime yer verilmez. Bu maddenin neresini beğenmemişler, bilemiyorum. Yeni yönetmelikte bu maddenin yerine konan bir madde göremedik. Ayrıca ilkokullarda, ortaokullarda, lise ve dengi okullarda, yüksek öğretim okullarında kıyafetlerin nasıl olacağını belirleyen 10,11,12 ve 13. maddeler tamamen kaldırılmıştır. Yeni yönetmeliğin ilgili maddesinde yer alan hüküm şu şekildedir: Madde 3: 4. Maddedeki sınırlamalar dışında okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerde kılık kıyafet serbesttir. Öğrenciler okul, sınıf ve şubelerde tek tip kıyafet giymeye zorlanamaz. Ancak velilerinin en az yüzde altmışının muvafakatiyle sınırlamalara uyulmak koşuluyla okul yönetimi tarafından kıyafet belirlenebilir. Sanırım en çok tartışılması gereken madde bu madde olacaktır. Çünkü eski yönetmelikte yer alan tek tip kıyafet uygulaması ile sınıflar arası eşitlik daha ön plandayken yeni yönetmelikle bu eşitlik yerini tamamen eşitsizliğe bırakmıştır. Vatandaşlarının büyük çoğunluğu düşük gelire sahip olan bu ülkede yüksek gelire sahip bir ailenin çocuğu okula her gün yeni kıyafetlerle ve de daha gösterişli bir şekilde gelirken düşük gelirli bir ailenin çocuğu okula hep aynı kıyafetle gelecektir. Bu, hem aileler arası hem de çocuklar arası huzursuzluklara neden olacaktır. Psikolojik olarak kendini huzursuz hisseden çocuklarla ailesi arasında da tartışmalar başlayacaktır. Belki bir süre sonra çocuk, okula gitmek istemeyecektir. Öğrenciler, arkadaş ortamına girmeye çekinecek kendini anlatma konusunda sıkıntı yaşayacaktır. Derslere adapte olmakta zorlanan öğrenciler, öğretmenlerin ders anlatımını da etkileyeceklerdir. Yeni yönetmelikteki geçici maddede yer alan hükümle eski yönetmeliğin 2012-2013 eğitim ve öğretim yılının sonuna kadar devam edeceği, ancak 2013-2014 eğitim ve öğretim yılında yeni yönetmeliğin uygulanacağı belirtilmiştir. Ancak, daha yolun başında bu hükme riayet edilmemiştir. Ülke çapında pek çok okul yeni yönetmeliğin ön gördüğü serbest kıyafet uygulamasına başlamıştır. Sadece öğrenciler değil öğretmenler de istedikleri kıyafetle, türbanla derslere girebilmektedir. Yeni yönetmeliği yapanlara sormak istiyoruz: Uygulamayacağınız hükümleri yönetmeliklere koymanızın amacı nedir? Yasalar ve yönetmelikler çocuk oyuncağı mı? Biz sizin gerçek amacınızı biliyoruz: Siz 1923’te kurulan Cumhuriyetle hesaplaşıyorsunuz, cehaletle hesaplaşmak dururken. 29 30 BİLGİYURDU GENÇLERİ Mustafa ÖZTÜRK Bir ışığız, korksun bizden karanlık Bilgimizle cehaleti yakarız Gün, Ay,Yıldız; Gök, Dağ, Deniz adımız Uygarlığın temelinde biz varız Bilgiyurdu gençleriyiz hepimiz Yarınlara güneş olur bilgimiz Atatürk’ün gençleriyiz çalışkan Hizmet bekler evladından bu vatan Oluruz her zaman, uğruna kurban Bu yolda engel yok, dağlar aşarız Bilgiyurdu gençleriyiz hepimiz Beyin özgür, alın açık, kalp temiz Durduramaz bizi düşman hilesi Bozkurt soyu olmaz yadın kölesi Sonsuza sürecek Türk’ün töresi Tüm dünya bilsin ki özgür yaşarız Bilyurdu gençleriyiz hepimiz Hakkı’ı tutar, hakkı söyler dilimiz Tuna’dan Orhun’a ülkümüz birlik Turan seferinde olmaz ikilik Bu yola düşenler bilmez döneklik Hep beraber bir deryaya akarız Bilgiyurdu gençleriyiz hepimiz Dönek çıkmaz içimizden birimiz Yiğitlere açık durur kapımız Namertlere geçit vermez yapımız Kurmak için Türk birliği çatımız Dinlenmeden ona doğru koşarız Bilgiyurdu gençleriyiz hepimiz Gökalp, Atsız, Kemal Paşa pirimiz Kürşad’ı, Çağrı’yı örnek almışız Mutluluğu bir ülküde bulmuşuz Makamı mansıbı çoktan silmişiz Bunlar için diz çökene şaşarız Bilgiyurdu gençleriyiz hepimiz Hiç farketmez toprak olsun yerimiz Geçitsiz sarp dağlar yol gelir bize Bu yolda acılar bal gelir bize En katı dikenler gül gelir bize Ülküye garkolduk, ondan çoşarız Bilgiyurdu gençleriyiz hepimiz Yüreğimiz Türk yüreği lekesiz BÜNYAN BELEDİYE BAŞKANI, Mehmet ÖZMEN’le RÖPORTAJ… Sayın Başkan, bilmeyenler için kendinizi tanıtır mısınız? 1970 Bünyan doğumluyum, ilk orta ve lise tahsilimi Bünyan’da yaptım. 1988 yılından itibaren turizmle iştigal ediyorum, bir restorantın işletmeciliği yapıyorum. 2009’da MHP’ den seçimlere katılarak halkımızın teveccühü ile belediye başkanı oldum. Bünyan’la ilgili projeleriniz nelerdi? Bünyan’la ilgili hayallerimiz vardı. Bünyan’ın hakkettiği yere gelmesi gerekiyordu. Bünyan’ın tarihî, doğal ve kültürel değerlerinin gün yüzüne çıkarılması önemliydi. Slogan koyduk: ‘’Bir şey değişecek her şey değişecek’’. Hayalimizdeki en önemli proje haklımızın hayat standartlarını yükseltecek projelerdi. Bünyan’ın Belediye olarak ne gibi sorunları vardı? Bünyan sağlıklı su içemiyordu, sağlıklı kanalizasyon hizmetleri bütün mahalle ve sokaklarında yoktu. Bünyan’ın yüzde 95 diyebileceğimiz ölçüde ana yolları, ana hatları her şeyi ile problem vardı. Bunları öncelik olarak aldık. Belediye evleri diye bildiğimiz evlerin 10 yıldır kanalizasyonları yoktu. Derelere açıktan kanalizasyonların aktığı bir dönemde devraldık. Su ve kanalizasyon hizmetleri bazında 8,5- 9 km’lik yeni bir içme suyu hattı, alt yapısını yenilediğimiz yerlerden hariç, Yukarı Mayile Bahçeleri dediğimiz Kayabaşı bölgesinde içme suyu yoktu. Bu ana hedef doğrultusunda ya Allah dedik ve işe başladık. Başkan olunca bunları hayata geçirebildiniz mi? 4 yıllık bir süre içerisinde insanımızın bir an önce refaha kavuşabilmesi adına 34 km’ye yakın 3,5 yıl gibi bir sürede kanalizasyon hizmeti yaptık. Hiçbir kredi 31 kullanmadan, tamamen kendi imkanlarımızla şu an itibariyle işin yüzde 95’ini hallettik. Bünyan genelinde ana kanalizasyon bitti.Bu kanalizasyon hizmetini yüzde 95’ lere getirdik.. Hatları planda olmasına rağmen bahçelerinde ve bahçe evlerinde suları yoktu. 9 km toplamda yeni içme suyu hattı ile buraları yaptık. Daha önce halkımız sağlıklı su içemiyordu. Su depolarımızı gözden geçirdik, su dinlendirme alanları ve otomatik klorlama alanları yaptık. Bünyan eskisinden daha modern, daha çağdaş su depolarına kavuştu. Her dakika kontrol edilebilen bir sisteme ulaştı. Bunların dışında tabii ki üst yapı büyük problem; özellikle yollarımıza çok önem veriyoruz. Halkımız mezarlıklarda çamurdan, tozdan defin yapamaz haldeydi.. En büyük arzumuz insanımızın ayağına çamur değmeden işine gücüne ulaşabilmesi idi. Gezilesi görülesi bir Bünyan hayalimiz vardı. Hedeflediğimiz işleri çok şükür bir bir yapıyoruz. Daha da yapacağımız çok şey var. Halkımızın bu öncelikli isteklerini toparladıktan sonra ana projeler dediğimiz projelerimize geçtik. Küçük sanayi sitesi projesinin adını “Sanayi Sitesi Projesi” olarak değiştirdik. 40 bin metrekare alanda ilk etapta 120 dükkandan oluşan bölümü tamamladık. “Toplu Ahırlar Projesi” benim çocukluk hayalimdi. Açıkçası, köy müyüz, kent miyiz bir türlü karar verememiştik. AB müktesebatına göre, büyük şehirlere bağlı olan her yerleşim yerinden ahırların çıkması gerekiyordu. Biz de buna öncülük etmek adına 100 ahırlık bir ahır projesi gerçekleştiriyoruz. 2013 yılında bismillah diyebileceğimiz projelerden biri arıtma tesisi projesi, diğeri bol mesire ve yeşil alanlar, park ve bahçelerin devamı… Şu ana kadar 50 bin m2 alanda park çalışması yapıldı. Bunlardan biri 15 bin m2 alanda Pınarbaşı Mesire Alanı, 6 bin m2’si Ziya Turgut Parkı… Ve toplamda 50 bin m2’si yeşil alana kavuştu. Bünyan’ı yeşillendirme ve ağaçlandırmaya çok önem veriyoruz. Bu bağlamda 40 binin üzerinde fidan dikildi. Bunu belediyemiz, kaymakamlığımız ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla gerçekleştirdik. Bunun yanında diğer parklarımız ve merhum Ziya Turgut adına yaptığımız parkta da şehitler pınarı içerisinde barındıran ay yıldızlı bir şelalesi olan iki ayrı çocuk oyun grubu olan spor alanları sportif faaliyetlerin de yapılabildiği bir alan haline geldi. 32 Bu hedeflerinize ulaşmada ne gibi engellerle karşılaştınız? Bünyan’dan umduğunuz desteği gördünüz mü? Tabii ki engellemelerle karşılaşıyoruz. Fakat belediye olarak gecemizi gündüzümüze katarak mücadele veriyoruz. Mücadelemizde Allah yolumuzu açık ediyor. Çünkü niyet hayır olunca akıbet hayır oluyor. Biz Bünyan aşığıyız, biz memleket aşığıyız, sevdalıyız. Bu sevdamızı da ömrümüz yettiği müddetçe devam ettireceğiz. İlçenin meydanında dünyada isim yapmış Bünyan halısını sembolize eden çok güzel bir heykel var. Peki, Bünyan halıcılığı dünyadaki namını sürdürüyor mu? Şu an halıcılığınız ne durumda? Bünyan’ın markalaşması açısından Hititlere dayanan bir tarihi süreç avantajı var. Bu konuda Türkiye’ ye ve dünyaya Büryan’ı tanıtan dünyaca ünlü marka olmuş Bünyan halısının meydanda sembolize eden bir anıtı var. Geçmiş yıllarda 3000 tezgaha ulaşan bir halıcılık vardı. Maalesef son yıllarda gerek Çin modeli, gerek ekonomik şartlar, gerekse dokuyan insanın hakkettiğini alamaması gibi nedenlerle el halımız geriye gitmiştir. Bugün 30,40 tezgah da olsa devam ediyor. Belediye olarak yeni bir projeye bismillah diyoruz. “Ahde Vefa Projesi “ adıyla başlattığımız bu projeyle bu durumun çok ötesinde bir sayıya ulaşması için halkı canlandırmayı düşünüyoruz. Bünyan’daki hizmetlerinizden en çok ilgimizi çeken, “Şehitlik” oldu. Bu fikir nasıl doğdu? Bu güzel abideyi hayata geçirmek kolay oldu mu? Çok önem verdiğimiz ve şu an çok beğeni kazanan, aslında seçim öncesi aklımızda olmayan proje Bünyan Şehitliği Projesidir. 2010 yılında bir Çanakkale ziyareti esnasında Bünyanlı şehitlerimizin orada isimlerini gördükten sonra bu proje zihnimizde canlandı. Herkesin Çanakkale’ye gidemeyeceği, orayı göremeyebileceği, şehitlerimizden haberdar olamayacağı aşikardı. Bu şehitlerimizin adlarının yaşaması, yaşatılması lazımdı. Bunun için bir proje yaptık: “Çanakkale Şehitliği.” Bu toprakları bize vatan yapan Çanakkale’de isimlerini gördüğümüz kahramanlarımızın adlarını Genel Kurmayla yaptığımız yazışmalar neticesinde aldık. Ve bu çalışmayı yaparken sadece Çanakkale şehitlerini değil başka yerlerde de şehitlerimiz olduğunu gördük ve bu projeye onları da dahil ettik. Kurtuluş Savaşında; Kafkas, Galiçya, Irak cephesinde şehit olan Bünyanlıların isimlerine de rastladık. Projede bölücü terörde şehit olan Mehmetçiklerimizi de unutmadık. Hepsinin koyun koyuna yattıkları ve isimlerinin bulunduğu bir anıt yükseldi. 1400 metrekare alanda yapılan bir çalışmadır. Şimdi burası bir ziyaretçi akınına uğruyor. 18 Mart 2012’de Çanakkale Zaferimizin yıl dönümünde ilk törenimizi yaptık, binlerce ziyaretçi geldi. Her yerden akın akın ziyaretçi geliyor. Erciyes Üniversitesinden, Kayseri merkezindeki okullardan buraya turlar yapılıyor. Bu abideyi yapmak kolay oldu mu? Her konuda olduğu gibi Cenap-ı Allah orada da yardımcımız oldu. Bünyan belediyesi bütün ekipmanıyla bizzat tarafımdan çizilen bu proje hayat geçti. Bunun yanında diğer parklarımız ve merhum Ziya Turgut adına yaptığımız parkta da şehitler pınarı içerisinde barındıran ay yıldızlı bir şelalesi olan iki ayrı çocuk oyun grubu olan spor alanları sportif faaliyetlerin de yapılabildiği bir alan haline geldi. Önümüzdeki yerel seçimlerde Bünyan’a tekrar belediye başkan adayı olmayı düşünüyor musunuz? Bünyan’a aşığız. Bünyan’a hizmetler daha bitmedi, daha işin başındayız. Bu hizmetleri toparlamadan bir yere de gitmeyi düşünmüyoruz. Halkımız teveccüh eder, Cenabı Allah da nasip ederse devam edeceğiz. Günümüzde dünyanın artık birçok beldesi kendi kültürleriyle, yerel değerleriyle şöhrete ulaşmanın veya varlıklarını çeşitli vesilelerle tarihe damga vurabilmenin derdinde. Bu bağlamda Bünyan’ı dünyaya tanıtmayı hedefleyen geleneksel ve münferit festival, şenlik gibi etkinlileriniz oldu mu? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Bünyan, tarihi Hititlere dayanan bir yerleşim yeri, çok eski çağlardan beri var olan bir şehir, bir ilçe… 1868’de ilçe olmuş. Cumhuriyetin kurulmasıyla Sümerbank gibi, 1926 hidroelektrik santrali gibi tesislerin olduğu bir mekandır. Bu mekanla halıcılık birleşerek Bünyan’da son derece önemli bir ekonomik hareketlilik başlamış. Ama son yıllarda maalesef gerek yanlış özelleştirmelerle gerekse biraz önce saydığım şartlardan dolayı geriye doğru gitmiş. Bizi markalaştıran gilaburu bitkisi, bizi markalaştıran Bünyan el halısı bile geri plana gitmiş. Biz birlik beraberliğin en üst seviyeye çıkarılması ve bu marka ürünlerimizi tanıtabilmek adına ilki 2009 yılında yaptığımız, sonra 2010,2011 yıllarında 4 yıl boyunca sürdürdüğümüz “Bünyan Halı ve Gilaburu Festivali” ile bir kültürel etkinlik yaptık. Zaman zaman fuarlara katılıyoruz, gerek yurt içinde gerek yurt dışında Bünyan’ımızı temsil etmeye gayret ediyoruz. İstanbul’da yapılan uluslararası turizm tanıtım fuarlarına, Kayseri’de Ankara’da yapılan turizm tanıtım fuarlarına katıldık. Bu ne getirdi bize, bu şunu getirdi: Örneğin el halısında ufak tefek de olsa canlanmaya başladı. 2009 yılında 40, 45 ton civarında gilaburu toplanmışken ve ürünün bir çoğu bahçede dalında kalmışken, 2012’de 140 ton gibi bir rezerve ulaşılmış. Şu an itibariyle 5, 10 tonu da halen bahçelerdedir. Bu da tanıtımın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösteriyor. Biz var olduğumuz müddetçe şenliklerimiz, festivallerimiz devam edecek, bizim için çok kıymetli şeyler bunlar. Dışarıdan bakılınca “Bünyan” denilince neler akla geliyor, sizce “Bünyan” nasıl hatırlanmalı, nasıl olmalı? Bir başka deyişle Bünyan’ın il ve ülke çapındaki konumu nedir ve nasıl olmalıdır? Dışarıdan bakıldığında Bünyan dediğimiz zaman ilk akla gelen şey yine Bünyan halısı. Bünyan’la özdeşleşmiştir, meşhurlaşmıştır. Bu meşhurluğu da devam ettirmeye çalışacağız, ama esas bundan sonra Bünyan’ı, uydu kent olarak gördüğümüz Kayseri’nin en önemli yerleşim yerlerinden biri yapamaya gayret ediyoruz. Turizm, hayvancılık ve tarım projelerini hayata geçirip kendimizi anlatmaya gayret ediyoruz. Bu bağlamda da büyümeye çalışıyoruz. Bünyan’ımız sadece halısıyla gilaburusuyla değil, pınarları, şelaleleriyle de inşallah bir kez daha marka olacak diyorum. İlçenin müzminleşmiş sıkıntıları var mı? Varsa sizce çözümü ne? İlçemizin tabii ki müzminleşmiş bazı sıkıntıları var idi açıkçası, kanalizasyon, su ve yol hizmetleri bunların en başında geliyordu. Bazı sportif faaliyetlerde özellikle gençlik sporun stadıyla ilgili müzminleşmiş diyebileceğimiz sorunlar var. Bunları da yavaş yavaş aşıyoruz belediye olarak. Halkımızın hayat standardını düşüren ne kadar sorun varsa üstüne üstüne gidiyoruz. Bu sorunları çözmek kolay olmamakla birlikte aslında imkansız da olmadığını biliyoruz. Bir ilçe belediyesi olarak devletten gerekli maddi ve manevi desteği alabiliyor musunuz? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Devletten gerekli destek alıp almadığımız sorusunun cevabına gelince, bütün belediyeler gibi biz de 33 İller Bankasından ortaklık payımızı alıyoruz. Ama bunun haricinde belediyemizin yerel öz kaynaklarından gelirleri de var. Bu gelirlerimiz çöp vergisi, su parası, reklam vergileri, çeşitli harçlar vs. Devletten İller Bankası ortaklık payı haricinde bugüne kadar bir kuruş almış değiliz, veren de olmadı zaten. Devletin çıkan bu son yasalarla ne yapacağını ne edeceğini göreceğiz, ne kadar belediyeleri güçlendireceğini göreceğiz; ama biz şu anki mevcut gücümüzü verimli kullanarak tasarruf sağlayarak bütün maddi, manevi değerlerimizi en iyi şartlarda kullanarak hizmet etmeye devam ediyoruz. İlçenin eğitim, kültürel ve sosyoekonomik yapısıyla ilgili olarak dünü ve bugünü kıyaslarsak neler söylemek isterseniz? İlçemizde eğitim, kültürel, sosyal ve ekonomik yapısıyla ilgili olarak dünü bugünü kıyaslayacak olursak geçmişe göre açıkçası çok daha iyi durumda olan bir ilçe… Tarımda ve hayvancılıkta, fabrikalarda ha keza… Sümerbank’ıyla, Hidroelektrik Santralıyla, bankalarıyla dolu dolu olan bir ilçe… Açıkçası Bünyan 25 sene öncekinden çok çok daha iyi durumda değildi, kötü durumdaydı. Biz bunu tekrardan önce geri çevirmeye sonra da çağ atlatmaya çalışacağız ve bunu da başaracağız diye düşünüyoruz. Kamuoyuna bir mesajınız var mı? Ben özellikle Bünyan dışında yaşayan hemşerilerimize yılda bir kez de olsa memleketinize gelin, mutlaka büyüklerinizin kabirlerini ziyaret edin. Biz neler yapıyoruz, Bünyan’da neler değişiyor ‘’bir şey değişecek her şey değişecek’’ diye bir slogan koyduk, acaba doğru yaptık mı, doğru söyledik mi, bunları görmenizi istiyoruz. Bünyanlı olmayan hemşerilerimizde Bünyan’a davet ediyoruz. Hayatında bir kez bile Bünyan’a gelmemiş olan insanlara şunu söylemek istiyoruz: Hayatınızda bir şeyler eksik. BÜNYAN bir kez gelip görüldüğü zaman aşık olunup kalınacak bir yerdir. Yolu bu tarafa düşen herkesi de bekliyorum, saygılar sunuyorum. Türk milletinin manevi değerlerine sahip çıkan, ilçemizin sorunlarını dile getirmemize ve kendimizi anlatabilmemiz adına bu sayfayı bize ayıran Bilgiyurdu yöneticilerine çok teşekkür ediyorum, şükranlarımı sunuyorum, ALLAH sizleri var etsin inşallah. 34 NEJDET SANÇAR HAKKINDA BİR KAÇ SÖZ Mehmet KILINÇ Nejdet Sançar’ı kaybedeli 38 yıl oldu. Onu ilk kez 1967 güzünde Ankara Millî Kütüphane’deki çalışma odasında gördüğümde “Nur yüzlü insan herhalde böyle olur.” diye düşünmüştüm. Söke’den Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne öğrenci olarak kaydolurken Enstitüdeki kayıt işleriyle görevli idareciler yaşım 18’den küçük olduğu için bir veli bulmamı istemişlerdi. Nejdet Sançar’ı1 kaybedeli 38 yıl oldu. Onu ilk kez 1967 güzünde Ankara Millî Kütüphane’deki çalışma odasında gördüğümde “Nur yüzlü insan herhalde böyle olur.” diye düşünmüştüm. Söke’den Ankara Gazi Eğitim Enstitüsüne öğrenci olarak kaydolurken Enstitüdeki kayıt işleriyle görevli idareciler yaşım 18’den küçük olduğu için bir veli bulmamı istemişlerdi. Ankara’da tanıdığım hiç kimse yoktu. Bu yüzden Nejdet Sançar hocaya başvurmak zorunda kalmıştım. Türkçülük davasının henüz genç bir neferiydim ve Sançar hocayı dergilerdeki yazılarından ve 1960 yılında henüz 16 yaşında kaybettiği oğlu Afşın2 için kaleme alıp 1963 yılında Afşın yayınları arasında neşrettiği - bence Türk edebiyatının ilk ve tek mensur ağıtı olan “Afşın’a 1) Nejdet Sançar (1910-1975); 3 Mayıs 1944 Irkçılık Turancılık Davasının kahramanlarından, öğretmen, yazar; meşhur Türkçü yazar, Türkolog, öğretmen, şair Hüseyin Nihal Atsız’ın kardeşi. Eserleri: Tarihte Türk - İtalyan Savaşları, Irkımızın Kahramanları (ikinci ve sonraki baskıları “Türk Kahramanları” adıyla yayımlandı), Türklük Sevgisi, Afşın’a Mektuplar, Gizli Komünist Belgeleri, Kızıl Cennet Masalı, Türkçülük Üzerine Makaleler, İsmet İnönü ile Hesaplaşma 2) Afşın Sançar (3 Eylül 1944 - 6 Kasım 1960); Nejdet Sançar’ın henüz 16 yaşında iken kaybettiği tek oğlu. Onun acısından felç geçirmiş, bir bacağı tutmaz olmuştu. Mezar taşı kitabesinde amcası Atsız’ın onun için kaleme aldığı aşağıdaki şiir yazılıdır: “ AFŞIN’A AĞIT Ne ümitlerle gelip dünyaya, En güzel ismi takındın: Afşın! Böyle erken bırakıp gitme neden? Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın? Kaldı senden bize bir gamlı sedâ… Bir vedâdır o sedâ, sâde vedâ!.. 6 Kasım 1960 Pazar ” (Atsız, Yolların Sonu, 74. sayfa, Afşın Yayınları, 1963 Ankara) Mektuplar”3 adlı eserinden tanıyordum; ağabeylerim de Türkçüler Derneği vasıtasıyla gıyaben tanıyorlardı. Hoca, o tarihlerde Millî Kütüphanede uzman olarak çalışıyor, Gazi Lisesinde de ücretli derse giriyordu. Hiç itiraz etmeden velim oldu, sık sık görüşmemizi istedi. Oğlu Afşın’ı kaybedince felç geçirmiş, bir bacağı tutmaz olmuştu. O haliyle Ötüken Dergisini çıkarmak, abonelerine dağıtmak için oradan oraya koşardı. Ankara’daki üç yıllık öğrencilik hayatımda sık sık görmeye gittim. Çoğu zaman da habersiz giderdik arkadaşlarla; bize nezaket dersi verir “Evlâdım, telefon edin, daha iyi olur.”der, kalbimizi kırmaktan da çekinirdi. Zaman zaman yayınladığı Ötüken dergisini, Afşın Yayınları arasında neşrettiği ağabeyi Atsız’ın Türk Ülküsü, Türk Tarihinde Meseleler, Yolların Sonu; kendisinin kaleme aldığı Gizli Komünist Belgeleri, Türk (Irkımızın) Kahramanları, Afşın’a Mektuplar gibi kitapları alır, okulda tanıtır, satardık. Siyasal Bilgiler yahut Hukukta okuyan bir arkadaş da böyle yapar, ancak sattıklarının parasını getirmezmiş; o zaman üzülürdü; dergi ve kitapların paralarının gelmeyişine değil, gençlerin ahlâkî olmayan bu yola sapmalarına sebep olduğunu düşünerek kahrolurdu. Paraya pula kıymet veren biri değildi. Ben okuldan mezun olup Ankara’dan ayrıldıktan sonra öğretmen olarak ziyaretine gittiğimde Millî 3) Afşın’a Mektuplar; Afşın Yayınları, 1963 Ankara.(Nejdet Sançar’ın oğlu Afşın’ın ölümü üzerine yazdığı bu eser, mutlaka okunmalıdır.. Bu eser, Türklük sevdalısı bir babanın kaybedilen sessiz çığlıklarını gün yüzüne çıkarması yanında tarihe Irkçılık Turancılık Davası olarak geçen meşhur davanın yaşandığı günlerde Türk devletine ve Türk milletine sevdalı olan insanların çektikleri sıkıntıları kısmen de olsa gözler önüne sermesi bakımından da önemlidir. Nejdet Sançar hoca, Türk milletini “Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelenler kadar Türkleşmiş olan insanların oluşturduğu bir millet” olarak tarif eder, Türk asıllı olmadığı halde Türklüğü benimsemiş olanları Türk kabul ederdi. Kütüphanedeki görevinden ayrılmış olduğunu öğrendim. “Devlet benden dolayı her ay 300-400 lira zarar ediyor; beni öğretmen olarak tayin edin de zarardan kurtulsun.” diyerek bakanlıktaki yetkililerin -kendi tabiriyle – “kafalarına vura vura” kendisini zorla ücretli olarak derse girdiği – müdürlüğünü de öğrencisi “Deli Veli” lâkaplı Veli Soysaldı’nın yaptığı - Ankara Gazi Lisesine öğretmen olarak tayin ettirmişti.4 4) Nejdet Sançar’a da ağabeyi Atsız gibi öğretmenlik yaptırmamışlar, Atsız’ı İstanbul Süleymaniye Kütüphanesinde, onu da Anlara Millî Kütüphanede uzman olarak görevlendirmişlerdi. Nejdet Sançar, Ankara Gazi Lisesinde haftada – zannedersem8 saat ücretli derse girmekte, bunun karşılığında da maaşının dışında ayda yaklaşık 300 ilâ 400 TL kadar ücret almaktaydı. Millî Kütüphanede değil de okulda öğretmen kadrosuyla görevlendirilince bu ders ücretini almayacak, dolayısıyle devlet zarar etmemiş olacaktı. Bu, üç kuruş için kırk takla atanların, eğilip bükülenlerin anlayamayacakları bir yüksek ahlâk anlayışının küçük bir örneğidir. En büyük korkusu “İsmet İnönü ile Hesaplaşma”yı yayımlamadan İnönü’nün ölmesiydi. “Sağlığında yayımlamaya korktu, öldükten sonra arkasından yayımladı.” derler diye korkardı. Nihayet “İsmet İnönü ile Hesaplaşma”nın yazımını bitirdi ve İsmet İnönü ölmeden yayımladı. Kitabın yayımlanmasından kısa bir süre sonra da İnönü öldü. Söke’de “Türklük Sevgisi” adıyla yayımlanmış cep kitabı şeklinde bir kitabını tesadüfen görmüş, kendisine de söylemiştim.”Benim öyle bir kitabım yok.” demişti. Demek ki başkaları ondan habersiz makalelerinin bazılarını toplayıp basmışlardı. Öğrencileri kopya çekmezlermiş. O, soruları sorup sınıfı terk edermiş.”Hiçbirinin kopya çektiğine rastlamadım.” derdi. Ne büyük bir eğitici! Ben de meslek hayatımda çok zaman onun bu usulünü uyguladım; fakat onun kadar başarılı olduğumu söyleyemem. Nejdet Sançar gibi öğretmenlerin sayısı hatırı sayılır derecede olsaydı herhalde yetişen nesiller çok daha kaliteli olurdu. Nejdet Sançar, ismini niçin “Necdet” değil de “Nejdet” olarak yazdığını soranlara da “ ‘Necdet’, Türkçe ses yapısına uymuyor, telaffuzu da zor; Nejdet, Türkçe söyleyişe daha uygun.” demişti. Gerçekten de biz zaten “Necdet” ismini “Nejdet” olarak telâffuz ediyorduk ve böyle de yazılmalıydı. Nejdet Sançar hoca, Türk milletini “Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelenler kadar Türkleşmiş olan insanların oluşturduğu bir millet” olarak tarif eder, Türk asıllı olmadığı halde Türklüğü benimsemiş olanları Türk kabul ederdi. Bunun yanında onun bir başka tasnifi daha vardı. Ona göre Türkler iki gruptu. Birincisi Türkler, yani Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelenler kadar Türkleşmiş olanlar. İkincisi ise “maalesef Türkler” diye adlandırdıklarıydı. Bu “maalesef Türkler” (Türk olduklarından utanç duyduğumuz, esef ettiklerimiz), Türk soyundan gelmiş olmalarına rağmen Türklüğü benimsemeyen, Türk özelliklerini taşımayan ve daha da önemlisi Türk milletine ihanet edip düşmanlık yapanlardı. (Günümüzde bu “maalesef Türkler” ne kadar da çoğaldı!) Atsız gibi, Sançar gibi ülkü devlerine, yılmaz kahramanlara, eğilmez bükülmez ahlâk âbidelerine bugün ne kadar muhtacız! Üç kuruşluk menfaat elde etmek, bir küçük makam kapabilmek için kırk takla atanları, el etek öpenleri, insanlıklarından vazgeçenleri gördükçe Atsız ve Sançar gibi hocaların büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. Allah hocamıza rahmet eylesin. Onu cennetinin başköşelerinde “kendi şanınca” ağırlasın. 35 36 UNESCO VE ITRÎ’NİN 300. YILI Ahmet ALTAY UNESCO’nun 25 Ekim-10 Kasım 2011 tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirilen 36. genel konferansında 2012 yılı, şair ve filozof Yusuf Nâbi (1641-1712) ile bestekâr Buhûrîzâde Mustafa Itrî’nin (1640-1712) ölümlerinin 300. Yılı olarak kutlama/anma programına alınmıştır. 2012 yılı “Itrî Yılı” ilan edilmiştir. Bu yıl içerisinde çeşitli üniversitelerde ve kuruluşlarda Itrî ile ilgili kongre, sempozyum, seminer, toplantı ve konser gibi etkinlikler düzenlenerek, hayatına dair çok az şey bildiğimiz bestekarımızla ilgili karanlıklar aydınlatılmaya çalışılmaktadır. Ayrıca şu an kullanmakta olduğumuz 100 TL’lik banknotların arka yüzünde Itrî’nin temsili bir resmi bulunmaktadır. HAYATI Buhûrîzâde Mustafa Itrî, 1640 yılında İstanbul’da doğmuştur. Buhurculuk, yani bir nevi koku ticareti yapan bir aileye mensup olduğu için kaynaklarda “buhûrîzâde” adını almıştır. İyi bir tahsil hayatı geçirerek Arapça, Farsça, tasavvuf, edebiyat ve hattatlık öğrenmiş, Mevleviliğe ve Yenikapı Mevlevihanesi’ne intisap ederek Türk Din Musikisini öğrenmiştir. Devrin bestekarlarından olan Hafız Post’tan musiki dersleri almıştır. Sesinin güzelliği ve musikideki yüksek seviyesi sayesinde sultan IV. Mehmet devrinde, saraydaki Enderun’a girmiş ve sultanın meclislerinde bulunmuştur. Ayrıca bir eğitim kurumu olarak da bilinen Enderun’da musiki dersleri vermiştir. 50 yaşlarına doğru kendi isteği ile saraydan ayrılarak yine kendi isteği üzerine “esirciler kethüdâlığı” görevine getirilmiş ve ömrünün sonuna kadar bu görevini sürdürmüştür. Bestekâr, hânende (solist), neyzen, divan sahibi şair, ve ta’lik yazıda önemli bir hattat olan Itrî, 1712 yılında İstanbul’da ölmüştür. Özel zevkleri arasında çiçek ve meyve yetiştiriciliği olduğu bilinen Itrî’nin “Mustabey Armudu” diye bir armut türü yetiştirdiği rivayet edilmektedir. Mezarı tam olarak bilinmemektedir. Bu gün Itrî’ye atfedilen birkaç mezar yeri vardır ve halen tartışmalı bir konudur. kamındaki bayram tekbiri, segah salât-ı ümmiyesi ve dilkeşhaveran makamındaki gece salâsı’dır. Mevlevi ayinlerinde okunmakta olan rast makamındaki Mevlana Naat’ı yine önemli eserlerindendir. Ayrıca din dışı musikideki iki önemli eseri, Farsça güfteli Neva makamındaki kâr’ı ve segah makamındaki güftesi Nef’i ye ait olan “Tûtî-i mucize gûyem” adlı şarkısıdır. Şiirlerini içeren bir divanı olduğu söylenmektedir fakat bu kitap kayıptır. Büyük şair Yahya Kemal, 1940 yılında yazdığı Itri adlı şiirinde “ulemamız da bilmiyor kimdi” mısraıyla, Itrî’nin kayıp bir değer olduğu konusuna vurgu yapmıştır. Rauf Yekta Bey Itrî ile ilgili ilk araştırmaları yapanlardandır. Fakat o dönemde de yine çok sınırlı bilgilere ulaşabilmiştir. Itrî’nin hocası Hafız Post ve Itrî’nin müşterek olarak yazdıkları elyazması güfte mecmuası bugün araştırmacı-gazeteci Murat Bardakçı’nın özel arşivinde bulunmaktadır ve henüz yayımlanmamıştır. Bunun dışında Osmanlı arşivlerinde Itrî’ye ait muhtelif belgeler bulunmaktadır. Yıl içerisinde Itrî ile ilgili yapılan etkinliklere ilave olarak 20-21 Aralık 2012 de Kayseri’de iki önemli konser düzenlenmiştir. İstanbul Üniversitesi Osmanlı Dönemi Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi (OMAR) bünyesinde faaliyet gösteren Türk Müziği İcra Heyeti, şef Gönül Paçacı Hanımefendi idaresindeki ilk konser 20 Aralık akşamı saat 19.00’da Erciyes ÜniversitesiSabancı Kültür Sitesi’nde gerçekleşmiştir. Güzel Sanatlar Fakültesi Müzik bölümü başkanı Doç. Dr. Fazlı Arslan’ın Itrî ile ilgili sunumundan sonra topluluk, “Itrî ve Dönemi” isimli konseri gerçekleştirmiştir. Ayrıca topluluğa konuk sanatçı olarak İstanbul Devlet Klasik Türk Musikisi Korosu sanatçılarından Münip Utandı katılmış, birkaç eseri solo olarak seslendirmiştir. İkinci konser ise 21 Aralık akşamı şehir tiyatrosu salonunda ve Büyükşehir Belediyesi ev sahipliğinde gerçekleşmiştir. ESERLERİ Klasik Osmanlı-Türk Musikisi’nin en büyük bestekârlarından olarak bilinen Itrî’nin binden fazla eser bestelediği söylenegelmektedir. Fakat bu bir varsayımdır ve bu gün elimizde olan eser sayısı toplam 42’dir. Itrî’nin en önemli ve en çok bilinen eserleri, İslam dünyasında yüzyıllardır okunmakta olan segah ma- KAYNAKLAR Türk Edebiyatı Dergisi 469.sayı, (Itrî Özel Sayısı) Kasım 2012 Itri – Yılmaz Öztuna, Kültür Bakanlığı Yay. Türk Büyükleri Dizisi:38, Ankara 1987 Mustafa Itri Efendi, Rüştü Şardağ, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1992 37 KİM DEMİŞ KIŞ SOĞUK OLUR DİYE? Bilal ŞAHİN Ülkenin her yanı kara teslim… Yollar kapalı… Bazı şehirlerde okullar tatil… Hayat durma noktasında… Ama bunun ne önemi var ki? Koca Türk milletinin ordusu, güvenlik güçleri susturulmuş, halk sindirilmiş, ülkeyi her şeyi ile terör teslim almış… Kış ne ki?.. İktidar yıllardır süren terörle mücadelede çuvallayınca “açılım” kılıfında yeni adımlara yöneldi. 2013 yılının bu ilk ayında İmralı’daki terörist başıyla müzakere yapmaya başladı. Başbakan daha önce Oslo görüşmelerini inkar etmiş, hatırlarsınız “bunu ispatlayamayanlar şerefsizdir” demişti. Bunu bile çabuk unuttuk, balık hafızalı bir millet olduk. “Çok güzel şeyler olacak” demelerinin altında ülkeyi gerçek bir anlamda kaosa sürüklemek mi yatıyordu ki, koca bir millet üç buçuk çapulcunun önünde diz çöktürüldü? Karmış, soğukmuş ülkenin istikbali karşısında bunun ne önemi var ki? İktidarın 10 yıllık icraatında sadece otoyolların yapılmasından öte gerçek bir anlamda somut bir icraat var mıdır? Biz öncelikle konumuzla alakalı duruma bakalım. Ortada hiçbir şey yok iken ülkede terör sorunu önce Kürt sorunu haline getirildi. Ardından “açılımlar” başladı. Habur’da düğün yaptırıldı. İhanetlere “demokratik açılım” kılıfı geçirildi. Son 4 yıldır bu mevzu ülke gündeminden düşürülmedi. İktidar bunun gölgesinde kafasına koyduğu icraatlarını milletin talebiymiş gibi bir bir gerçekleştirmektedir. “Anaların göz yaşı dinsin” kamuflajıyla terörü bitirmek yerine azdırıldı, terörist masummuş gibi kamu oyu oluşturulmak istendi. Bu o kadar güzel ifade edildi ki kimseden tepki gelmedi. Olayın ciddiyetini anlayanlar tepki koysalar dahi bu ne basında ne de TV’de önemli yer bulabildi. Üşüyoruz değil mi? Bu kışa rağmen üşümüyorum. Neden mi? Çünkü, bu kış bile bu yaşadığımız insanın kanını donduran olaylardan daha soğuk değil de ondan. “Ne oldu bize?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.! On yıl öncesinde bizim Kürt sorunumuz mu vardı? TBMM’de terörün siyasi uzantımız mı vardı? MİT adına teröristle pazarlık yapan bir teşkilatın başkanı mı vardı? Bizim en basit davaları bile en erken 3 ay içinde çözen, fakat Habur’da bölücü teröristler için seyyar mahkeme kurulup da jet hızıyla 1 saatte yargılama yapan mahkememiz mi vardı? Bizim dağdan teröristleri düz ovaya indirip onlara iş imkânı sağlayacağını vaat eden bir iktidarımız mı vardı? Türkiye Cumhuriyetinin ne şartlarda ne türden imkânsızlıklarda ne mücadeleler yapılarak kurulduğunu hepimiz biliyoruz sanıyordum? Milleti için çalıştığını söyleyen ve “Tek millet, Tek devlet, Tek bayrak” diyen iktidar hangi millet için hangi devlet için ve hangi bayrak için diyor bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Kışın sağundan değil, bu yaşadığımız vahim durumlardan dolayı üşüyorum. Kömür yardımı almadığımdan değil, ülkemin parçalanmaya doğru gittiğini görmekten üşüyorum. Ülkemiz ABD üsleriyle kuşatılmış durumda. Başbakanın da Türkiye’ye NATO toprağı demesi boşuna değildi. İncirlik üssünde yılbaşı gecesi ABD askerleri camiye girip Kuran-ı Kerim’i yırtmış ve mihrabı yıkmışlar. Bu saldırıya sessiz kalan sahte Müslümanları görmekten üşüyorum. İçimizdeki hainlerin şehitlerimizin kemiklerini sızlamasından üşüyorum. Bir tek ben mi üşüyorum, millet, herkes… Korkular içinde ne kadar daha yaşayacağız. Nerde o dosta güven veren ve düşmana korku salan kahraman Türk nesli? “NE MUTLU TÜRKÜM diyen millette ne oldu?. Bizi bölmek ve parçalamak istedikleri o kadar aşikar iken… Siz halâ kıştan dolayımı üşüdüğümüzü mü sanıyorsunuz? Yoksa içiniz benim gibi üşüyor da dışa vurmaya cesaret mi gösteremiyorsunuz? Korkularla yaşayan, korku ve korkutanla mücadele edemez. Korkuları yenmediğiniz müddetçe, gittikçe donmaya devam edeceksiniz. Kim demiş kış soğuk olur diye? Beni üşüten kışın soğuğu değil… 38 KİM DİNLEDİ, NİÇİN DİNLEDİ? İsmail ÖZÖREN Türk devleti açısından meselenin can alıcı ve acı tarafı, Başbakan’ın dinleniyor olması... Dinleme, telekulak çeteleri, derin gırtlak şebekeleri veya röntgenci örgütler tarafından mı yapılmıştır; yoksa “etme bulma dünyası”nın bumerangı mıdır? Başbakan’ı dinleyen bir güç, bizlere neler yapmaz? İşte cevaplanması gereken sorular: Böcek cemaate yakın derin güçler tarafından mı yerleştirildi? MİT, cemaatle Başbakan’ın arasını daha da açmak için olmayanı var gibi mi gösteriyor? Yabancı servisler mi yerleştirdi? Başbakan’a şantaj mı yapılıyor? Önümüzdeki yıl yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgisi olabilir mi? Başbakan Tayyip Erdoğan’ın evinin altındaki özel çalışma ofisinde, üçlü prizde “böcek” bulunması olayının, her geçen gün, yeni bir ayrıntısı ortaya çıkıyor. Böceği yerleştirme ve dinlemenin, Başbakan’ın rahatsızlığıyla ilgili muayene ve tedavi süreci arasında yapıldığı belirlendi. Bu arada Başbakan konuyla ilgili Başbakanlık Teftiş Kurulu’nu da görevlendirdiklerini açıkladı. Başbakan’ın ofisinde ‘böcek’ çıkması, diğer kurumları da harekete geçirdi. Çankaya Köşkü dahil pek çok mekanda böcek taraması yapıldı. Başbakanın dinlenildiğini söylediği yer, Ankara’daki evinin altında bulunan, aktif olarak kullandığı çalışma ofisiydi. Hem özel hem de siyasi görüşmeleri için kullandığı ofisin dinlemelere karşı ilk günden itibaren böcek taramasından geçtiği belirtiliyor. Taramaların ihmal edildiği 5 aylık bir süre Erdoğan’ın sindirim sisteminde ortaya çıkan rahatsızlığı dönemine denk geliyor. İlk ameliyat Kasım 2011’de, ikinci ameliyat ise Şubat 2012’de yapılıyor. Dinlemelerin yapıldığı süreçte, MİT yönetiminin savcılık tarafından ifadeye çağrılması olayı da bu zamana rastlıyor. Ofiste, az sayıda kişiyle paylaşılan bilgilerin farklı kaynaklar tarafından bilindiğinin ortaya çıkması üzerine operasyon başlatılıyor. Hedef MİT Müsteşarı Dr. Hakan FİDAN mı? Bir ülkede Başbakan da dinlendiğine göre farklı bir güç en yüksek ve seçilmiş bürokratları da dinleyebilmiş, ülkenin her yanı bu gücün yerleşmesi için uygun bir duruma getirilmiş demektir. Yani bu güç, ülkedeki tüm kurumları ya kontrol etmekte ya da onları etkisiz hale getirebilmiş demektir. Bu, bir faciadır. Çünkü, devlet, devlet olmaktan çıkmıştır, kendini koruyamaz hale getirilmiştir. Bu facia karşısında, acilen çok ciddi önlemlerin alınması gerekir. Aklıma şu önlemler geliyor: 1-TBMM, soruna el koymalı, dinleme ve gözetlemelerle ilgili bir araştırma komisyonu oluşturmalı. 2-Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının (TİB) görev ve yetkileri gözden geçirilip yeniden belirlenmeli. 3-MİT, polis ve askere karşı mevcut güvensizliğin ortadan kaldırılması için tedbirler alınmalı. 4-Yasa dışı dinleme ve gözetleme belgelerinin mahkemelerde delil olması engellenmeli. Bu anlamda Ergenekon ve Balyoz davalarında hemen uygulanması sağlanmalı 5-Cumhurbaşkanı ve Başbakanın daha iyi korunması gerektiğinden MİT devreye sokulmalı. Yasa dışı dinlemeler birer demokrasi ayıbıdır, özel hayatın gizliliğine bir saldırıdır. Dolayısıyla dinleme gücünü elinde bulunduranlar bunu asla kötüye kullanamamalıdır. Sevgili okuyucular, sizlere “böcek siz” bir hayat dilerken 2013 yılının Türk dünyasına ve İslam alemine hayırlar getirmesini temenni ediyorum. 39 “ÇELİK TEPE” Mİ “ŞEFKAT TEPE” Mİ? Bilgehan AYATA Televizyonlarımızda epey zamandır asker filmleri yayınlanıyor. Milletimiz, askeri ve askerliği sevdiğinden bu filmler hayli rağbet de görmekte. Bu yazımızda, bu asker filmlerinden güncel ve en çok izlenen ikisini karşılaştırma yoluyla, amaçlarına ne denli ulaştıklarını saptamaya çalışacağız. Sakarya- Fırat Her şeyden önce, filmin adı özenle seçilmiş. Doğu ve batıdaki iki önemli nehir olan Sakarya ve Fırat buluşturulmuş. Film, adıyla da birleştirici bir rol üstlenmiş. Senaryo 2009 yılında yayınlanmaya başlayan bu dizinin senaristi Süleyman ÇOBANOĞLU. Kendisi aynı zamanda güçlü bir yazar ve şair. Filmin konusu, yönetmen Osman SINAV tarafından “Uzman Çavuş Osman Kanat ve bir avuç arkadaşının hikâyesidir. Çeliktepe sınır karakolunda yaşananlarla birlikte, asker analarının, evladı dağa çıkan babaların, kulağı seste, yüreği kıpır kıpır asker yavuklularının, yaşama mücadelesi veren bölge insanının ve diken üstündeki Türkiye’nin hikâyesidir.” biçiminde özetlenmiş. Filmin amacı “isimsiz kahramanlar için 71 dakikalık saygı duruşu” sloganıyla belirtilmiş. ÇOBANOĞLU uzun bir hazırlıktan sonra senaryoya son şeklini vermiş. Kendisi, bir söyleşisinde: “Senaryo bekledi; çünkü bu iş yarım, çeyrek yapılacak bir iş değildi. 2005′te ilk hâlini yazdım; ama 98′ de Van’da askerlik yaptım, Erciş’teyken içimdeydi bu proje; çünkü orada çok yoğun bir şekilde bir sürü Osman Kanat, Muharrem, Bir sürü Mahmut (dizideki ana karakterler) görüyorsun. Hakkının verilerek yapılması gerekiyordu. Bazı işler bazı zamanları bekliyor. İyi ki de böyle olmuş.” diyor ve devam ediyor: “Amerikalılar Nevada Çölü’nde yılan vursalar bunun filmini yapıyorlar. Türkiye’nin bu meseleyle siyaseten, asker olarak ekonomik olarak hesaplaştığı gibi mutlaka kitaplarla, filmlerle, sanatla, bilimle de hesaplaşması lazım. Biz bu konuda üstümüze düşeni yaptık.”1 Nitekim Sayın ÇOBANOĞLU, üstüne düşeni hakkıyla yaptığını kanıtlıyor. Filmin başkahramanı Osman KANAT, bir jandarma uzman çavuştur. Başkahramanın ordunun en küçük 1 http://www.kadinmedya.com/roportaj/enistebaldiz-askiyla-dizilere-devam-edemeyiz.php, Ocak, 2013. muvazzaf askeri rütbesinde olması, Türk ordusunun en düşük rütbeli askerinin bile kahraman olduğunu vurgulamaktadır. Osman çok zeki, tehlikeyi hemen sezen, öngörülü, çabuk ve anlık karar verebilen, çok zor durumlardan kendisini ve askerini kurtarabilen, askeriyle yakından ilgili, keskin nişancı, cesur, gözü pek yani ideal bir Türk askeridir. Filmin diğer asker karakterleri de bu özelliğe sahiptir; ancak, Osman öne çıkmaktadır. Bu filmde asker hep kazanmaktadır. Güçlü, cesur ve hazır olan her zaman askerdir. Düşmana karşı çelik gibi sert ve sağlam duruşun, gücün ifadesi olarak karakolun adı Çelik Tepe, timin adı Poyraz’dır. Asker, gece dersleriyle eğitilerek bilekle akıl gücünün birleşmesi gerektiği izleyiciye hissettirilir. Dizide dikkat çeken diğer bir konu giyim kuşam ve bayrak vurgusudur. Askerler, giyim kuşamlarıyla Türk ordusunun görkemliliğini yansıtmaktadır. Gerek askerlerin elbiselerinde gerekse başka yöntemlerle Türk bayrağı da sürekli vurgulanmaktadır. Dil ve Üslup Filmin bir şairin elinden çıktığı kendisini her an hissettirmektedir. Arif Nihat ASYA, Yahya Kemal BEYATLI gibi kimi şairlerin şiirlerine yer verilmektedir. Ayrıca özellikle, anne ve baba Kanat’ın konuşmalarıyla ağızlardaki eski Türkçe sözcükler yaşatılmaktadır. Yangına körükle gitmek; nush ile uslanmayanı etmeli tekdir… örneklerinde olduğu gibi çokça atasözü ve deyim kullanılmaktadır. Osman’ın süt kardeşi Serbülent’in ağzından Osmanlı Türkçesinde kullanılan sözcükler öğretilmektedir. Dizide kullanılan müzikler de etkileyicidir. Askerler, millî çalgı aletimiz bağlamayı çalmakta, türkü söylemektedir. Kerküklü Süleyman, Keklik Ana karakterleriyle Türkiye dışı Türklük, türküleri ve ağızları unutturulmamaktadır. Kerküklü ailenin soyadı Kızılay’dır. Bu soyadıyla, 2010 yılında yitirdiğimiz “Altın Hızma Mülayim” türküsü dilimizden düşmeyen Kerküklü Türk halk müziği sanatçımız ve bestecimiz merhum Abdurrahman KIZILAY hatırlatılmaktadır. Şefkat Tepe Sakarya Fırat’tan bir sene sonra yayınlanan bu film, Sakarya Fırat’a bir nazire izlenimi uyandırıyor. Yalnızca filmin adı bile bunu kanıtlamakta. “Çelik Tepe”nin aksisine “Şefkat Tepe”. Burada şöyle bir soru akla gelmekte: Terörle “şefkat”le mi mücadele edililir, yoksa 40 “çelik” duruşla mı? Film Sakarya Fırat’ı yakalamaktan çok uzak. Açıklamaya çalışalım. Senaryo Dizide özetle, bir komutanın teröristlerin safındaki kardeşini ararken sevdiği kızla yeniden karşılaşması ve bu arada askerlerle ve teröristlerle geçen hikâyeleri anlatılmaktadır. Filmin yönetmeni deneyimli bir yönetmen ve senarist olan Samim UTKU. Genel ağda(internet) kendisiyle ilgili geniş bilgi bulunabilir. Filmin senaryosu kanaatimizce amacına hizmet etmemektedir. Askerin kahramanlığı yeterince anlatılamamaktadır. Filmin başkahramanları Üsteğmen Serdar ve Astsubay Celil’dir. Rütbeleri “uzman”dan büyük olmasına karşın onun kadar usta değillerdir. Timlerinin adı Sungur’dur; ama her ne hikmetse asker kamuflajlı değildir. Bu büyük bir eksikliktir. Bizim askerimiz üniformalıdır. Timin ve asker kıyafetli diğer askerlerin giyimi özenli değildir. Komandolar berelerini imam kavuğu gibi takmaktadır. Elbiseleri seneye de giymeleri için büyük beden alınmış gibidir. Kısacası, giyimleri askerliğin haşmetini yansıtmamaktadır. Bu filmde çakı gibi asker görmek zordur. Asker filmi çekiliyorsa en küçük ayrıntıya dahi dikkat edilmelidir. Bundan da önemlisi askerlerin çok acemi olmasıdır. Sakarya Fırat’ın tersine bu filmde kazanan çoğunlukla teröristlerdir. Öyle sanıyoruz ki filmi daha dramatik hâle getirmek için askerlerin yenildiği sahnelere daha çok yer verilmektedir. Komutanlar ani ve hızlı karar alma yeteneğinden yoksundur. Teröristler, askerleri kolaylıkla pusuya düşürebilmekte ve strateji geliştirebilmektedir. Çatışma sahnelerinde asker daha çok kayıp vermektedir. Askerlerin kendisine güveni yoktur. Bir komutan “Çoğumuz buradan sağ çıkamayacağız.” der mi? Derse o asker çatışabilir mi? Asker, çatışmada hüngür hüngür ağlar mı? Askerî araca roket atılırken şoför yan koltuğa mı yatar yoksa dışarı çıkmaya mı çalışır? Askerlerin telsizle ve yüz yüze konuşmaları, yürüyüş düzenleri, silah tutuşları, askerî bilgileri saklama- ları vb. davranışları askerî disiplinden uzaktır. Bir sahneyi paylaşmadan edemeyeceğiz. Çatışmada birçok asker şehit olur, mühimmatı biten askerlere komutan ezan okumasını söyler ve o sıra hepsi açığa çıkar. Teröristler ateş eder; ama ezan bitene dek hiçbirine kurşun isabet etmez. Sayın Alper KEPEZKAYA’nın bu sayfalarda “Kahramanların Efsaneye İhtiyacı Yoktur” adında güzel bir yazısı yayımlanmıştı. Tam da bu duruma uygundu. Komutanlık, kahramanlık ve tevekkül bu mudur, yoksa Allah’a sığınıp zor durumdan kurtulmak için çözüm aramak mıdır? Sakarya Fırat’ta benzer sahnelerde asker, dua etmenin yanında muhakkak bir çözüm yolu aramakta, nihayetinde de bulmaktadır. Yine aynı sahnede komutan, askerlere “Yardım helikopteri geliyor, dayanın!” diye onları yüreklendirmeye çalışmaktadır. Sakarya Fırat’taki benzer sahnede yardımın ne zaman geleceğini soran askere komutan Osman KANAT, senin görevin yardım beklemek değil, karşıdaki hedefi yok etmektir, benzeri bir cümleyle karşılık vermektedir. Buna benzer epey sahne var; ancak hepsini anlatmamız mümkün değil. Pek çok sahne askerliğin ruhuna uymayan, askeri zayıf düşüren ögelerle dolu. Filmdeki teröristler, temiz yüzlü, temiz kıyafetli, kimileri vicdanlıdır. Bu yüzden filmi izlerken teröriste acıyan pek çok insan tanıyoruz. Dil ve Üslup Filmde çirkin sözlere sıklıkla yer verilmektedir. Teröristler askerlere bol bol hakaret etmektedir. Sakarya Fırat’ta da bu görülmekte; ancak, burada hakaret eden çoklukla askerdir ve abartılmadan yerli yerinde kullanılmaktadır. Hatta buralar kesilerek verilmektedir. Ayrıca Sakarya Fırat’ta teröristin sözde bayrağı kısa saniyelerle, geri planda ve az gösterilirken Şefkat Tepe’de daha çok ve uzun süreli olmaktadır. Sonuç Saydığımız ve sayamadığımız pek çok örnek Şefkat Tepe adlı filmin kurgusuyla, oyunculuğuyla, çekim kalitesi vb. özellikleriyle acemice olduğunu ve Türk askerini ve mücadelesini yansıtmakta yetersiz kaldığını göstermektedir. Filmin amacına ulaşabilmesi için belirttiğimiz konuların gözden geçirilmesi gerekmektedir. Sakarya Fırat ise film tekniği ve senaryosuyla, terörün arkasındaki şer odaklarını göstermesi, Türk askerinin gücünü ortaya koyması, ayrılığa değil birliğe çağıran mesajlarla yüklü olması, millî duygu ve bilinç aşılaması dolayısıyla beğenilerek izlenmektedir. Umarız çizgisinden sapmadan varlığını sürdürür. Biz soruyoruz, “Çelik Tepe” mi “Şefkat Tepe” mi diye; ancak, son söz elbette vicdanlarındır. Saygıyla… AVŞAR PİLAVI İbrahim BOYRAZ ÖZGÜRLÜK İSTİYORUM Özgürlük istiyorum İçinde tutsaklık bulunmayan Zincirleri kırılmış bir gelecek Var mı benimle yola çıkan? Omuz omuza mücadele edecek Mutlu günler istiyorum Sevginin, umudun tükenmediği Her yerde müreffeh bakışlar Gezelim mi oyun bahçelerini? Çocukları görenler anlar Sömürüsüz yaşam istiyorum Hayâsızlığın ve haksızlığın olmadığı Eşitliğin sağlandığı bir ortam Kuralım mı toplumcu hayatı? Uğramasın ezilmişlik ve gam Kirlenmemiş doğa istiyorum Olmasın içinde beton yığınları Korunsun doğal dirim Dikelim mi biz de bir çam ağacı? Bol oksijenli dünya bizim Yozlaşmamış insanlar istiyorum Bulunmasın çıkar ilişkileri Safça duygular beslensin Bulalım mı beşerin özünü, geçmişini? Âdemoğlunun yüreğine inmelisin Tam bağımsız vatan istiyorum Şehidimin kanıyla yıkanmış Köreltilen tomurcukları filizlenmiş olsun Söyleyin, kelepçeleri kolumuza kim takacakmış? Göğsüm siperlerde, gören düşman beni vursun Dünyanın kardeşliğini istiyorum Savaşların olmadığı cihan Devletler bir olsun, denk olsun El ele verin, kim eder ziyan? Ellerde bayraklar, göklerde güvercinler uçsun Gelecek istiyorum Pişmansız ve asil geçmişimde Atalarımın mirasına sahibim Taşıyalım mı sancağı istikbale? Parola, son kanım son nefesim… 41 Kerim YILMAZ Başakta dizili sıralı dane Misafirsiz geçmez bizlerde hane, Bulgurun pilavı dertlere çare, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Kazanlar kurulur, buğdaylar pişer, Avşar’ın torunu, hedik yer dişer, Maharetli eller, ocağa geçer, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Değirmende bulgur özel çekilir, Bulgur, setik ya da düğürcük denir, Serilir, savrulur, kurur, elenir, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Çinikle ölçülür çuvala konur, Kıştan yaza kadar yemeği olur, Pilavın kaşşığı dikili durur, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Tereyağ pilava, lezzeti verir, Soğanlar kesilir, yufkayla yenir, Üstüneyse ayran, ne güzel gelir, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Bulgurun hikmeti yeni gündemde, Söyledim zamanla kaldı sinemde, Pilavın lezzeti esas ninemde, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Tok tutar insanları, dinlendirir, Makarna, pirince kim yönlendirir, Konuşmayan insanı dillendirir, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Sofrada pilava bandır yufkayı, Düşünme ne gamı ne de tasayı, Kaldırır yataktan, düşkün hastayı, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı... Pilavı yiyenler ciride çıkar, Atınca ciridini rakibi yıkar, Pilav yememişse canını sıkar, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… Kalabalık olur evdeki sayı, Yemeğin sonunda yapar duayı, Pilavsız geçirmez on iki ayı, Ah! Olsa da yesek Avşar pilavı… 42 SAİM SARIKAYA (1954-2012) Erol ÇETİNKAYA* Saim Sarıkaya, Ahıska Türklerinden olup 93 muhaciridir. Ataları, Orta Asya göçleri sırasında gelip Gürcistan sınırları içerisindeki Ahıska bölgesine yerleşmişlerdir. Oğuz boylarına mensupturlar. Yerleştikleri bölgenin adından dolayı “Ahıska Türkü” denilmiştir. 1068 yılında Alparslan tarafından ele geçirilen bölge, 1578 Çıldır Savaşı’nın kazanılmasıyla Osmanlı toprağı olmuştur. Ancak 1829 Edirne Anlaşması ile Ahıska Ruslara verilince, Saim Hoca’nın dedeleri de buradan göçüp Ardahan’a yerleşmişlerdir. 1877 Osmanlı-Rus Harbine kadar burada yaşarlar. 1877 tarihi, Hicri 1293 yılına denk geldiği için bu savaşın adına “93 Harbi” denilmiştir. Osmanlılar yenilip Kars ve Ardahan, Berlin Anlaşması ile Ruslara verilince buralardan göçüp Orta Anadolu’ya gidenlere “93 Muhacirleri” denilmiştir. Saim Hoca’nın dedeleri de Ardahan’dan göçüp Kayseri ili Tomarza ilçesine bağlı bugünkü Akmezar köyüne yerleşmişlerdir. Saim Sarıkaya, 1954 yılında Akmezar’da doğdu. Babası Ali Sarıkaya, annesi Pakize hanımdır. 1965 yılında, Akmezar ilkokulunu bitirdi. Ortaokulu Kayseri’de tamamlayıp 1969 yılında Kırşehir İlk öğretmen Okulu’na girdi. 1972 yılında bu okulu bitirip, Giresun İli Espiye İlçesi Bayram bey mezrasına atandı. Babası yıllarca Hollanda ve Fransa’da işçi olarak bulunduğu için yaz tatillerinde çiftçilik yaparak ailesinin geçimini sağladı. 1974 yılına kadar burada çalıştı. Aynı sene Tomarza’nın Emiruşağı köyüne gelmişti. Saim Bey ile arkadaşlığımız bu köyde başladı. Ben de bu köyde görev yapmaktaydım. 1978 yılına kadar beraber çalıştık. Saim Bey, eşi Zahide Hanımla da burada tanışmıştı. Buradan Yemliha kasabasına gittiler. 1981 yılında Yeliha’dan Akin İlköğretim Okulu’na atandı.1983 yılına kadar Akin’de idareci olarak çalıştı. Talas İlçesi’ne Cemile Oğulcuklu İlköğretim Okulu’nu yaptıran hanımefendi, eşinin akrabasıydı. 1983 yılında, Oğulcuklu İlköğretim Okulu’na eşi ile birlikte atamaları yapıldı.1984 yılında Cemile Oğulcuklu’da “Müdür Yardımcığına” atandı. Bu görevi 1995 yılına kadar sürdürdü. 1995 yılında Fatma Zehra Dülgeroğlu İlköğretim Okulu’na “Müdür” olarak atandı. Bu görevindeyken 1997 yılı Temmuz ayında emekli oldu. Saim Bey’in bir kızı bir de oğlu vardır. Kızı Tuğba Hanım hukukçu olup, Doç. Dr. Fatih Tanrıverdi ile evlidir. Saim Hoca, Tuğba’dan iki kız toruna sahiptir. Oğlu Mustafa, endüstri mühendisi olup İstanbul’da görevli ve bekardır. Saim Bey aynı zamanda “İzci liderliği eğitimi” almıştı. Çalıştığı okulların badana boyasını bizzat kendisinin yaptığına çok defa şahit oldum Allah rızası için yapmayacağı iş yoktu. Başkalarına yardım etmeyi çok seven bir kişiliğe sahipti. Kendi işlerine fazla önem vermezdi. Emekli olduktan sonra bir süre lokanta işletti. Siyasetle ilgilendi. MHP Talas İlçe Başkanlığı ve iki dönem de Talas İlçesinde MHP Belediye Meclis Üyeliği yaptı. Bu dönemde, Kayseri Büyükşehir Belediyesi Meclis üyesiydi. Ne yazık ki bu görevi tamamlayamadı… 2011 yılı başında kurulan Akmezar Köyü Yardımlaşma Dayanışma ve Kültür Derneği’nin kurucusu ve II. başkanıydı. Son üç sene içerisinde Akmezar köyüne binlerce çam fidanı dikti. Bu fidanlar O’nun sevap hanesine yazılır inşallah… Dedeoğlu Camisi yanına açtığı İpek Emlak Bürosu, adeta insanlara yardım şubesi gibi çalışıyordu. Belediyede veya Hükümet dairelerinde işi olan, Saim Hoca’yı tanıyan herkes bu binaya gelir, dert babası hocaya derdini anlatırdı. 30.11.2012 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan arkadaşıma, Allah’tan rahmet diler, Peygamberimize komşu olmasını temenni ederim. *Emekli Öğretmen 43 TAZİYE Büyük Türk milliyetçisi, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan YAZGAN 22 Kasım 2012 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Türk milletinin başı sağ olsun. *** Türk milliyetçiliğinin hizmetkarı emekli öğretmen Saim SARIKAYA 30.11.2012 tarihinde vefat etmiştir. Sarıkaya ailesine ve tüm Türk milliyetçilerine baş sağlığı dileriz. *** Ufuk Güvenlik’in sahiplerinden ve kurucularından Mehmet SARI 03.12.2012 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Yakınlarına ve sevenlerine baş sağlığı dileriz. *** Av. Tural Pınarbaşı’nın annesi, Av Bilgehan Pınarbaşı ve Av. Başbuğ Pınarbaşı’nın ve derneğimizin kurucularından Gökhan Pınarbaşı’nın, babaanneleri olan Nimet PINARBAŞI 23.12.2012 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Pınarbaşı ailesine başsağlığı dileriz. *** Derneğimiz üyelerinden Nafiz Ağca (Cenk Ozan)ın ağabeyi emekli öğretmen Mehmet AĞCA 18.12.2012 tarihinde vefat etmiştir. Yakınlarına ve sevenlerine baş sağlığı dileriz. BİLGİYURDUGENÇLİK EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİNİN 4’ÜNCÜ OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI Bilgiyurdu Derneğinin 4’üncü Olağan Genel Kurul Toplantısı, 22 Aralık Cumartesi saat 13.00’da dernek binasında gerçekleştirildi. Gündeme ilişkin açılış ve yoklama yapıldı. Divan kurulu başkanlığına Prof.Dr Harun ÜLGER, Divan üyeliklerine Ferhan ELMALI ve Ümit Yaşar ÖZTÜRK seçildi. Saygı duruşunun ardından İstiklal Marşı okundu. Dernek sekreteri Osman KARABABA tarafından Faaliyet Raporu ve Denetleme Kurulu Raporu sunuldu. Raporların müzakeresinin ardından raporlar oy birliğiyle ibra edildi. Verilen teklif üzerine oy birliğiyle Yönetim ve Denetleme kurluna aşağıda ismi geçen kişiler seçilmişlerdir: YÖNETİM KURULU ASİL ÜYELER: YEDEK ÜYELER: Mustafa ÖZTÜRK Başkan Erdal TANRIVERDİ Yalçın ERZURUM Bşk.Yrd. İbrahim GÜNGÖR Osman KARABABA Sekreter Davut YALÇIN Kasım Necati PEKER Muhasip İsmail ÖZÖREN Mustafa KILIÇKAYA Üye Tahsin NARTAR Erol ŞAHAN Üye İsmail ÖZAL Ferhan ELMALI Üye Yusuf DOĞDU DENETLEME KURULU ASİL ÜYELER YEDEK ÜYELER Hakan TUNÇ Erol IRMAK İsmail TANRIÖVER Süleyman ALTINKAZMA Osman KAYA Faik ÖZDEMİR