Tosun Bekir Bayraktaroğlu
Transkript
Tosun Bekir Bayraktaroğlu
$0(5û.$¶'$ð%û5ð7h5. ÷H\Kð7RVXQ¶XQð+DWÔUDWÔ Tosun Bekir Bayraktaroğlu TOSUN BEKİR BAYRAKTAROĞLU 1926’da İstanbul’da doğdu. 1945 senesinde Robert Kolej’den mezun olduktan sonra Berkley California Üniversitesi’nde iki sene mimari, sonra Londra Courtauld Enstitüsü’nde iki sene sanat tarihi tahsil etti. Ancak yüksek tahsilini Trenton, New Jersey’de Rutgers Üniversitesi’nde tamamladı. Buna ilaveten Paris’te Bernard Léger ve André Lhote’un atölyelerinde resim eğitimi aldı. Amerika’ya göç ettigi 1961 senesinden itibaren otuz yılı aşkın bir süre New Jersey Fairleigh Dickinson Üniversitesi’nde resim, heykel ve sanat tarihi profesörlüğü yaptı. 50’lerde, Paris’te başlayan ressamlık mesleği boyunca Avrupa ve Amerika’da birçok sergi açtı, eserleri Amerika’daki birçok müze ve üniversitenin koleksiyonlarına dahil oldu. 1965’te Guggenheim Fellowship mükafatını kazandı. Bilhassa 60’ların sonu, 70’lerin başında New York Riverside Müzesi’nde açtığı sergi ve yaptığı “şok edici” eserler ile münekkitler Tosun B. Bayraktaroğlu’nu “Shock Art” adını verdikleri bu yeni stilin mucidi ilan ettiler. Fas’ta on sene iş adamlığı yaptı, bu süre içerisinde 1956’da Fas’ın istiklalini kazanmasındaki hizmetlerinden dolayı zamanın Başvekili Adnan Menderes tarafından Casablanca’ya T.C. Fahrî Konsolosu tayin edildi. 1974’te tanıştığı Şeyh Muzaffer Ozak’ın tesiri ile o tarihten itibaren kendisini tamamıyla İslamiyet ve tasavvuf ilmine vakfetti, kısa bir dervişlik devresinden sonra şeyhi tarafından Amerika kıtasında Cerrahî-Halvetî tarikatını ihdas etmekle vazifelendirildi. Otuz yıldan beri, çoğu Amerikalı mühtedilerden oluşan yüzlerce dervişine tasavvufi eğitim vermektedir. Tosun B. Bayraktaroğlu’nun 1940’larda Türkçe yazdığı iki şiir kitabına ilaveten sanat ve sanat tarihine dair birçok makalesi, radyo ve televizyonlarda konuşmaları ve tasavvufa dair İngilizce’ye tercüme ve tefsir ettiği kitapları mevcuttur: The Way of the Sufi Chivalry, Inspirations on the Path of Blame, Secret of Secrets, Divine Governance of Human Kingdom, The Tree of Being, The Name and the Named, The Shape of Light ve The Path of Muhammad by Imam Birgivi. The Name and the Named, Esmaü'l-Hüsna adıyla Sufi Kitap tarafından 2012'de neşredilmiştir. üdü1'(.ü/(5 11 Takdim Hidayete Açılan Bayrak / Talât Halman 19 BİL 79 BUL 199 OL 199 Kaygusuz Abdal Menkıbesi 212 Şeyh Sadık Efendi Risalesi 7$.'ñ0 +LGD\HWH$ÁÜODQ%D\UDN Eski dostum Tosun Bayrak* bugün Halvetî Cerrahî tarikatının ABD’deki halifesi... İmanı güçlü, geleneklere güveni sağlam, tarikatının inançlarında ve âyinlerinde özenli, kitapları ve hitabeleriyle yetkin bir şeyh... Tosun Bayrak, bu şahsiyetine ömrünün son iki üç onyılında ulaştı. Cumhuriyet’in ikinci yılında başlayan yaşamı, 1980’li yıllara kadar, akla durgunluk veren bir çeşitlilik içinde geçti. Bu rengârenk serüven, benzeri az bulunan, hattâ inanılması zor bir roman gibidir. Çanakkale Savaşı’nda bir kolunu kaybeden Yüzbaşı Hasan Tursun’un oğlu Tosun, bir “aslan parçası” olarak doğmuştu. İlk ününü 4 yaşındayken “Gürbüz Çocuk” yarışmasında birinci gelerek kazandı. Güçlü kuvvetli, yakışıklı bir oğlan olarak büyüdü. Çarpıcı zekâsı ve karizmatik kişiliğiyle İstanbul’daki Robert Amerikan Lisesi’ne girdi. Sınıf arkadaşları arasında Bülent Ecevit, Ahmet İsvan, Tunç Yalman, Altemur Kılıç, Üstün Üstündağ, Nezih Neyzi, Rahşan Ecevit ve ilerde ün kazanan başka nice parlak gençler vardı. Tosun, Robert Kolej’de şiire ve güreşe merak sardı. Modern Türk şiirinin doğduğu yıllarda o da serbest vezinle putları kıran, * ABD’de Tosun Bayrak ismiyle tanınan müellifin asıl ismi Tosun Bekir Bayraktaroğlu’dur. 12 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX gelenekleri paramparça eden, yenilik âşığı şiirler yazıp yayınlıyordu. Soyadı Bayraktaroğlu idi ama, vakit vakit Bayraktar olarak kısaltıyordu, bazen de babasının Çanakkale’de vatanı uğruna bir kolunu kaybettiği için aldığı Yurdakol soyadını kullanıyordu. Robert Kolej’de ABD karşıtlığıyla dillere destan bir asi gençti. Amerikan arabalarının lastiklerini patlatırdı. Aynı Tosun, İstanbul güreş takımının ağır sıklet pehlivanıydı. 1944’te Robert Kolej’den mezun olmadan az önce Türkiye’nin dillere destan başpehlivanı ağır sıklet şampiyonu Çoban Mehmet ile güreş tuttu. Ben kolejin birinci sınıfında bir öğrenci olarak, seyirciler arasında idim. Ağabeyimiz Tosun’un koskoca Çoban Mehmet’i neredeyse tuşa getirdiğini, sayı farkıyla galip geldiğini görmüş ve hayran kalmıştım. Güreşe devam etseydi, kimbilir, ne şampiyonluklar kazanacaktı ama bıraktı. Mezun olduktan sonra Tosun iki şiir kitabı yayınladı. Büyük bir başarı vaadi vardı o kitapların. İlk kitabının başlığı “Ve” idi. Delikanlı yaşlarında, 1946 yılında (20 yaşında) öyle bir düzeye çıkmış olan bir şair, ilerde dilimizin en güçlülerinden biri olabilirdi. 1951’de çıkan ikinci şiir kitabı “Söylemeden Söylemek” bu tahminin bir kanıtı gibidir. Ne yazık ki 30’una gelmeden şiirden vazgeçti. Tosun resim ve mimarlık eğitimi için 1946’da California’daki Berkeley Üniversitesi’ne gidiyor. Ertesi yıl Londra’ya geçerek Courtauld Enstitüsü’nde Sanat Tarihi okuyor. 1949’da Tosun Bayrak, hayatını resme ve sanata adamak amacıyla Paris’e geçiyor ve yirminci yüzyılın en büyük sanatçılarından ikisinin stüdyosunda çalışıyor: Fernand Léger ve André Lhote... Tosun Paris’te Liba isimli, Çek asıllı genç bir ressam kızla tanışıyor. O yıl evleniyorlar. Genç karı koca Türkiye’ye yerleşmeye karar veriyor. Bayraklar, 1949’dan 1951’e kadar Türkiye’deler... Tosun Basın-Yayın ve Turizm Teşkilatı’nda çalışıyor. Bir yandan resme devam etmektedir. 1951’de Ankara’da Devlet Resim Sergisi’ne katılıyor. Karısı Liba Müslüman olup Leylâ adını almıştır. Ailesi komünizm gelince kaçıp Fas’a yerleşmişti. Babası “Fas’ın hazır elbise kralı” olarak tanınan çok zengin bir adamdı. 1950’li yıllarda Amerika’da Bir Türk Tosun eşiyle birlikte Fas’a yerleşerek kayın pederinin sağ kolu olarak çalışmaya başladı. Kayın peder ölünce şirketin yönetimi ve aile servetinin bir kısmı Tosun’la eşine kaldı. 250 işçi çalıştıran bir fabrikası ve 6 dükkânı vardı. Tosun da “hazır elbise kralı” diye biliniyordu artık. Karma sergilere katılıyordu, 1956’da bir sanat armağanı kazanıyor. 1958’de kendi kişisel sergisini açıyor. Hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin Casablanca Fahrî Konsolosu oluyor. Ne var ki Fas toplumunda hanedana karşı hareketler başlamıştı. Bir darbe olacağı, cumhuriyet kurulması yolundaki girişimleri Tosun’un desteklediği hakkında söylentiler çıkınca tutuklanma ve ailenin malına mülküne el konulması ihtimali belirdi. Birkaç gün içinde fabrikalarını ve tüm taşınmazlarını değerinden bir hayli düşük fiyatlara satarak ülkeden kaçtılar. Tosun tam kaçacakken üç gün tutuklanıyor. Ne bir itham, ne soruşturma, ne duruşma, sonra ansızın serbest bırakılıyor. Bu sefer Amerika’ya sığındılar. Bayrak, 1968 Şubatı’nın sonunda, New York’taki Riverside Müzesi’nin yanıbaşındaki parkta “Bir Arabanın Ölümü” adlı bir “kaza heykeli” sergiledi. Amerika’nın en ünlü gazetesinde, The New York Times’da, Grace Glueck, sergi hakkında şunları yazıyor: “Müzeye uğrayın da korkunç şeyleri görün: İki ayak kesilmiş gibi, içine et doldurulmuş bir çift asker postalı; domuz kafalı plastik bir kadının ağzından domuz ceninleri çıkıyor, plastik bir kadın gövdesinde canlı bir yılan dolaşıyor.” Ünlü Art (Sanat) dergisine göre Bayrak’ın sanatı “sürrealist, mistik, dinsel…” “Dantellerle, dışkıyla kaplı unutulmaz imajlar, insanın gizli ve azaplı korkuların gaddar görüntüleriyle yumuşacık şeylerin tezadı... Bayrak’ın sanatı insanın ıstıraplarını, aklını ve cinnetini, itilim ve taşkınlıklarını, sapıklıklarını, hayvanca iştahlarını, zayıflıklarını gözler önüne seriyor.” Liba’dan ayrılarak heykeltıraş Jean Linder (Cemile) ile evlendi. 1970 Kasımı’nda Tosun, New York’un bohem mahallesi Greenwich Village’da “Sokak Tiyatrosu” düzenledi. Birçok müstehcen gösteri içeren bu “tiyatro” medyada geniş ilgi gördü. Diyordu ki: “İnsanları 13 14 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX şoka uğratarak tevazu öğretmek, hayatı olduğu gibi kabul ettirmek istiyorum, böylece daha iyi insanlar olmalarına yardım ediyorum.” 1971 Şubatı’nda Tosun Bayrak, yine Greenwich Village’daki Sonraed Galerisi’nde bir şok etkinliği daha düzenledi: “Bir Savaş Kahramanına Ağıt Töreni”... Babası Yüzbaşı Tursun Bey’e ithaf ettiği bu etkinlik de New York medyasından bir hayli olumsuz tepki aldı. Birkaç yıl sonra Tosun “şok sanatı”ndan vazgeçip ABD’nin New Jersey eyaletinde Rutgers Üniversitesi’nden sanat tarihi master derecesi kazandı, Fairleigh Dickinson Üniversitesi’nde bu alanda öğretim üyesi oldu. Ve İslam sanatıyla ilgilenmeye başladı. 1980’li yıllarda New York Üniversitesi’ne Türk hat sanatının nice güzel örneklerinden oluşan bir sergi getirdi. O sıralarda, İstanbul’daki Halvetî Cerrahî tarikatının Şeyhi Muzaffer Ozak ile tanıştı, dost oldular. Şeyh Muzafferiddin’den tasavvufu öğrenmeye başladı, İslamiyete ve Sufi geleneğine derin bir merak sardı. Tosun kendini hemen Halvetî Cerrahî tarikatına hasretti. 1970’lerin sonlarından bu yana, Tosun Bayrak, yalnızca bu uğurda çalışıyor. Spring Valley, New York’ta büyük bir ev satın aldı; o evde hem ailecek yaşadılar, hem de başlangıçta Halvetî Cerrahîlerin âyinleri ve toplantıları orada yapılıyordu. Şeyh Muzaffer Efendi’nin emriyle Amerika’da irşada başlayan Tosun Bayrak, o zamandan beri Jerrahi Order of America’nın şeyhidir. Tarikatın, yine Spring Valley’de Tosun’un evine yakın bir mescidi/tekkesi var; zikir ve âyinlerin mekânı orası... Tosun, “şok sanatı”yla içli dışlı değilken de Türk-İslam sanatlarıyla da uğraşıyordu. 1964’te sergilediği büyük bir tablosunun adı “Kur’an’dan Bir Sayfa” idi. Hattâ, 1970 ve 1971’de düzenlediği “Sanat Olayları”nda Mevlânâ’nın Mesnevi’sinden hikayeler kullandı. New York’taki Cooper Union adlı kolejde İslâm Sanatı dersleri verdi: Diyordu ki: “Türkiye’de yaşasam kilim dokurdum, hüsn-ü hat sanatını öğrenirdim... Biz Orta Asya - Bizans - İslâm - Türk sentezini kuvvetlendirmeliyiz.” Amerika’da Bir Türk Yirmi yıldır Tosun, ABD’de Şeyh Muzaffer’in birkaç kitabını İngilizce olarak yayımladı. Tasavvufa merakı ve bilgisi arttıkça kendi eserlerini de gün ışığına çıkardı. 1990’lı yıllardan bu yana çok sayıda telif ve çeviri yayını var: Secret of Secrets (Hazret Abdülkadir al-Cilanî’den), Divine Governance and Human Kingdom ve Oneness, Majesty and Beauty (İbn Arabî’den), The Path of Muhammed (İmam Birgivî’den), The Shape of Light (Sühreverdî’den), Inspirations, The Book of Sufi Chivalry, The Name and the Named: Divine Attributes of God, What the Seeker Needs: Essays on Spiritual Practice. The Halvati-Jerrahi Order, ABD’de yirminci yüzyılın sonlarından beri dinsel amaçlarla ve eğitim için pek çok bağış sağlamaktadır. Yaptığı hayır işleri arasında, Pakistan sınırındaki Afgan mültecilerine seyyar klinik, Afganlı çocuklara yardım, Filistinli ve Iraklı yetişkinlere ve çocuklara yiyecek, Kosovalı öksüzlere destek, Şili’nin yerli halkı için barınak yapımı gibi etkinlikler vardır. Tosun Bayrak, bütün bu çalışmaların önderliğini yapmıştır ve yapmaktadır. Tosun Bayrak, İngilizce yazdığı Esmaü’l-Hüsna eseriyle İslâm kültürü alanında en önemli katkısını gerçekleştirmiş oluyor. Bu nefis eserde din bilgisi, tefsir, felsefe, görsel estetik, ahlâkiyat ve şiirsel üslup büyüleyici bir sentez oluşturuyor. Hidayete bayrak açmış olan Tosun’un bu güzeller güzeli eseri, manevi değerlerin gücüyle ışıldamaktadır. Talât Halman 15 %ñ/ Duvardaki takvime göre sene Hicri 1344, Miladi 1926, ay ve gün Receb’in 8’i, Perşembe; Miladi “Janvier”, yani Kânunusani’nin (Ocak) 21’i. Malul Gazi Yüzbaşı Hasan Tursun Efendi Kanlıca’daki ahşap evin karşı bostana bakan ikinci kattaki yatak odası penceresinden bakıyor. Neredeyse öğle vakti olmasına rağmen ortalık karanlık, göz gözü görmüyor. Sık sık çakan şimşekler insanı kör edecek. Bahçe duvarının arkasında dere taşmış, yol sanki nehir olmuş, sel götürüyor. Tursun Bey endişeli. Zevcesi Afife Hanım yatakta, doğum sancılarından inliyor. İki sene evvel de aynı böyle fırtınalı bir günde ilk çocukları çok gürbüz olduğundan doğamamış, ana rahminde ölmüştü. Annesini ölümden zoru zoruna kurtarmışlardı. Tursun Bey Çanakkale’de cephede bile korku nedir hissetmemişti, amma şimdi sanki eli ayağı tutulmuştu. Acaba korku bu muydu? İki sene önce doğmadan ölen oğlunun ismini Tosun koyacaklardı. İsmi, kundağı, üstü başı -inşallah oğlan doğacak ise- bekledikleri evlatlarına sanki miras kalmıştı. Ya aynı fecaat bugün de olursa, diye korkuyordu. Afife Hanım can havliyle “Allah” diye feryat edince Tursun Bey; yüzü kıpkırmızı, terden yaş hanımını alnından öpüp, “Ben gidiyorum, hemen doktoru alıp geleceğim. Korkma, canım!” der. Taşlıkta askerî kaputunu giyip dışarı fırlar. Bahçe göl olmuş. Bahçe 20 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX duvarı kapısından taş bahçe duvarına tırmanır, sırılsıklam cambaz gibi bahçe duvarlarının üstünden Kanlıca İskelesi’ne doğru koşmaya başlar. Gümbür gümbür patlayan şimşekler birkaç saniyede bir ortalığı aydınlatmakta. Birbiri ardına parlayıp sönen ışıklar akabindeki patlamalar, duvar üstünde koşan Tursun Bey’e kolunu kaybettiği Çanakkale’deki hücumu hatırlatır. Peşinden, o güne dek bütün hayatı gözünün önünden geçer. Daha 19 yaşında Harbiye’de son sınıfta olmasına rağmen Tursun Bey’i, omuzuna Mülazım-ı Evvel rütbesini takıp Çanakkale’ye yollarlar. Gelibolu’ya varır varmaz daha nefes almadan bir bölüğün başına koyup Seddülbahir’e gönderirler. Siperlerde geçen bir iki günden sonra büyük bir taarruzla düşmanı denize sürme emri gelir. Mülazım-ı Evvel Tursun Bey bütün dünyalığı iki altını bir zarfa koyup Van’da mukim validesi Peluze Hanım’a bir mektup yazar. Anadolu analarının ninnilerde yavrularına “Ya şehit ol, ya gazi” temennilerini hatırlatıp emr-i vaki olursa hakkını helal etmesini ister. Tursun Bey müsterihtir, çünkü zaten annesi sevdiklerinin şehit olmasına alışıktır. Tursun Bey’in ablası Fatıma Hanım’ın babası, sonra da Tursun Bey’in pederi Alaylı Yüzbaşı Bekir Ağa, Rus harplerinde şehit düşmüştür. Seddülbahir’de, gece basınca ordu harekete geçer. Tursun Bey kılıcını çekmiş, yüz askeri peşinde, süngü hücumunda. Siper üstüne siper atlarlar. Düşman çekilmiştir. Siperler boş. Fakat ilerideki tepelerde sanki bir ateş duvarı var. Düşman donanmasının ağır topları kulakları sağır, gözleri kör edecek cehennemsi bir ateş duvarı çekmiş. Kıta bir ara duraklar. Emir, düşmanı denize dökmektir. Tursun Bey kılıcını kılıfına kor, siperde şehit düşmüş bir askerin tüfeğini ve mermilerini alır. Yüz askeri ile ateş duvarına doğru koşmaya başlar. Toz, duman, ateş… Düşenlerin üzerinden atlayarak ateşin içine dalarlar, artık ne kulak duyar ne göz görür. Tursun Bey barajı geçmiştir. Tepeden aşağıda, deniz kenarında karınca sürüsü gibi düşmanı görür, amma arkasına baktığı zaman yüz askerinden üç kişi kalmıştır. Zaten bombardıman durmuştur. Tursun Bey “Döne- Amerika’da Bir Türk Tosun 2 yaşında, anne ve babasıyla 21 22 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX lim” der. Birden bir patlama… Hemen yanlarına düşen bir şarapnel Tursun Bey’in sol kolunu alır götürür, üç askerden ikisi şehit olur. İbrahim adındaki son nefer kan kaybından bayılan Tursun Bey’i arka siperlere taşır ve ölümden kurtarır. Hayalinden bu hatıralar geçerken Tursun Bey sırılsıklam, nefes nefese kendisini Kanlıca İskelesi karşısındaki doktorun evinde bulur. Doktor Bey tanıdıktır. Sele, yağmura rağmen gene yolun bir kısmını bahçe duvarlarının üstünde yürüyerek eve varırlar. Doktorun müdahelesiyle tosun gibi gürbüz bir oğlan doğar. Doğmadan ölen ilk oğullarından kalan kundaklarla kundaklarlar, gene ondan miras kalan Tosun ismini oğullarına verirler. Tosun iki yaşlarında iken, İstiklal Harbi’nden sonra Kuleli’de hoca olan Tursun Bey tekaüt (emekli) edilir ve Arnavutköy ve Bebek arasındaki Osmanlı’dan kalma Fransız Rejisi’nde iyi bir iş bulur. Arnavutköy vapur iskelesinin hemen yanındaki yalının birinci katına taşınırlar. Hâlleri vakitleri iyidir. Hatta Tursun Bey’i işe götürüp getiren, bazen de gezdiren Reji’nin bir deniz motoru vardır. Arnavutköy, Rum dolu. Tursun Bey oğlunun düşman dilini öğrenmesini ister. Kendisi de çat pat Fransızca ve iyi Almanca bilir. Fatih Sultan Mehmet de Sırpça, Rumca bilirdi ya! Çocuk kiryede (kilise) Rum çocuklarıyla ana mektebine yollanır ve kısa bir zamanda çatır çatır Rumca konuşur. Evde zabitlikten kalma at derisi kaplı bir sandık vardır. İçi sanki cephane! Yunan filintaları (ufak tüfek), kuşak kuşak mermiler, envaiçeşit tabancalar, süngüler, kılıçlar… Hatta Çanakkale’de kolunu kaybettiği gün belinde olan kılıfı deri kaplı ve kan lekeli Tursun Bey’in kılıcı da o sandıktadır. Küçük Tosun o sandığın içindeki şeyleri çok sever, hatta bir gün kimse bakmazken kılıçlardan birini çekip alır ve önündeki halıya batıra batıra yürürken küçücük ayağına da saplar. Çığlığına gelen babasından delik deşik ettiği halı için değil de ayağını kestiği için poposuna ilk tokadını yer. Bir gün asıl olan olur. Tursun Bey her arada sırada tüfekleri, tabancaları yağlar ballar! Tosuncuk da seyreder. Ne olduysa olur, Tosuncuk 5 yaşında, tifodan sonra, Samsun Amerika’da Bir Türk bir tabanca patlar, kurşun Tosuncuğun sol baldırına saplanır. Kemiği yarım santim ıskalamıştır. Tosuncuk topallıktan kurtulmuş ve o da gazi olmuştur. Annesi kıyametleri kopartıp sandığın atılmasında ısrar etmişse de sandık durur. Nereye giderlerse sandık da gider. Babası Tosun’a dört yaşında iken tabanca atmasını, tavuk kesmesini öğretir. Koşturur, dağa tırmandırır. Askeroğlu asker yetiştirecektir. Çünkü babası, dedesi, dedesinin dedesi asker, çoğu da şehittir. Amma Tosun, ayağını kılıçla delip, bacağından kurşunlandıktan sonra artık tüfeği, kılıcı pek sevmez olur. Bu arada, Fransız Rejisi devletleştirilip Türkiye Cumhuriyeti İnhisarlar Müdüriyeti olmuştur. Tursun Bey de devlet memuru olup Samsun İnhisarlar Müdürü olarak ailesiyle beraber Samsun’a taşınır. Tosuncuk doğuştan mı ne, aşk aşığıdır. Arnavutköy’de kiryede ana mektebine giderken hocaları olan Rum kızına âşıktır. Öğle üstü çocuklar ikindi uykusuna yatarlar. Tosun illa Rum hocahanımın yanına yatmak ister, ona sarılır. Rum kızı da Tosuncuğu sever. Tosun beş yaşında. Samsun’da üst katta annesinin arkadaşı sarışın bir genç hanım vardır. Genç komşunun çocuğu yok, Tosun’u çok sever. Tosun ne vakit kaçabilse yukarıdaki genç hanımla haşır neşir. Aşka gelip bir gün Tosun kadıncağızın kolunu ısırır. Öyle bir ısırma ki kan çıkar. Birkaç gün sonra kadın tifodan yatmakta. Tosun da kadının kanından kaptığı tifoya yakalanır, doktorlar ölümden zor kurtarırlar. Ertesi sene Tursun Bey Antalya’ya nakledilir. Tosun mektebe girer. Bu sefer de ana mektebi muallimesi sarışın genç hanıma âşık. Mektebin bahçesinde büyük bir çam fıstığı ağacı var. Bazen muallim hanım talebelerine bu ağacın altında ders verir. Talebeler bağdaş kurmuş, hoca hanım ayakta. Tosun’un annesi oğlunu daima şık giydirir. Kısacık pantolonlar, cici bici gömlekler, asorti çoraplar... Tosun da bağdaş kurmuş hayran hayran muallim hanımı aşağıdan dikizliyor. Birden hoca hanım Tosun’un başında durur, yüzü gazaplı, parmağıyla Tosuncuğun apış arasını işaret edip, bütün çocukların önünde, “Ayıp, utanmıyor musun?” diye 25 Amerika’da Bir Türk güvertede bir sandviç, bir de bira ısmarlar. Yirmi dört saat hiç bir şey yememiştir. O biranın, o sandviçin tadı, o gün gibi senelerce hatırında kalır. İstanbul’da hürriyete alışmış Tosun, anne baba evinde sıkılır. Hele valide, Amerikalı kızların ellerinden kurtardıkları evlatlarına bir Türk kızı bulmak çabasında. Onu davet et, bunu davet et, o davete git, bu davete git, kız aranıyor. Nihayet Tosun Yeşilköy’de Pan Amerikan’da bir iş bulur, kaçar Yeşilyurt’ta bir otele taşınır. İlk maaşından anasına, babasına hediyeler alır. Ancak bazen hafta sonları Suadiye’de eve gider. Keyfi iyidir amma gözü gene dışarda, Avrupa’dadır. Babası da yüksek tahsilin bitmiş olmamasından endişeli. İlk şiir kitabı “Ve” basılır, dost ahbab arasında bir iki resim satılır, Pan Amerikan’da hava meydanındaki iş, otel odasına, yemeğine ya yetiyor ya yetmiyor. Bu olmaz! Nihayet Tosun kendi kendine Londra Üniversitesi’ne müracaat edip kabul edilir. Sanat tarihi tahsil edip, üniversite hocası olacak. Babası da gene maaşının yarısını oğluna tahsis etmeye razı. Sene 1948, mevsim yaz sonu, Tosun Londra’ya uçar. Orada Ali Neyzi, Tunç Yalman, Bülent Ecevit, Tosun’u karşılarlar, Hampstead Heath’de Bülent’in de kaldığı bir pansiyona yerleşirler. Harp sonu Avrupası, bilhassa İngiltere’de kıtlık var, her şey vesikayla. Tosun’un da zaten eski pehlivanlık hâli kalmamış, incelmiş, 80 kilo ya var ya yok. Babasının yolladığı para az. Zaten para da olsa, alacak bir şey yok. Yarı aç, yarı tok yaşarlar. Tosun, belki dünyanın en meşhur sanat tarihi mektebi olan Courtauld Enstitüsü’nde okuyor, amma aklı hâlâ ressam olmakta. Her fırsat bulduğunda Paris’e kaçar, artık çat pat Fransızcası da var. Git gide Paris’teki geçirdiği zamanlar, mektebe devam ettiği Londra’daki günleri geçiyor. Bülent hem Türk Konsolosluğu’nda çalışıyor hem mektebe gidiyor. Ali Neyzi’nin babasının Hollanda’da bir işi var; bir orada bir Londra’da... Tunç Yalman tiyatro âşığı, bir de aralarına Cambridge’de okuyan Can Yücel karışıyor. Zaten kimsenin pek mektebe gittiği yok. 57 58 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX Hem yarısı harpte yıkılmış Londra’nın kasvetinden kaçmak, hem de dört kişi mangırlarını bir araya koyup daha iyi bir yerde yaşamak fikriyle, Bülent, Can, Ali ve Tosun Londra’ya trenle bir saat mesafede Lingfield köyünde bir villaya taşınırlar. Herkesin odası var. Tosun’la Bülent’in odası alt katta, ikinci katta Can’ın ve Ali’nin odaları. Evin bahçesi ve tenis kortu bile var. Köy şirin; kilisesi, mezarlığı, “pub”ı ile tipik bir İngiliz köyü. Tosun, Courtauld Enstitüsü’nde; Bülent, Londra Üniversitesi’nde Oryantalizm okuyor. Can, Cambridge’de, amma kimsenin pek derse gittiği yok. Bazen eğlence gibi Cambridge’de Can’ın sınıflarına, Londra’da Bülent’in, Tosun’un sınıflarına hep beraber girerler, hiç olmazsa birbirlerinin ne tahsil ettiklerini görürler. Amma çoğu zaman Lingfield’de evde vakit geçirirler. Tosun gündüzcü; gün ışığında resim yapar. Yandaki odada Bülent, tam üstündeki odada Can, ikisi de akşamcı; Can bütün gece bir aşağı bir yukarı yürür, Bülent bütün gece çay pişirir, şiir yazarlar, Tosun’u uyutmazlar. Tosun, bunların ikisinin kendisinden çok daha iyi şair olduklarını bilir amma kıskanmaz; kendisinin iki şiir kitabı çıkmış, edebiyat mecmualarında şiirleri basılmış, gazetelerde iyi tenkitler çıkmıştır. Hâlbuki Bülent’in, Can’ın şiirlerinden daha kimsenin haberi yoktur. 1940’ların Londra’sında ortalık harabe, yiyecek, içecek yok. Her şey vesika ile, damla damla veriliyor. Haftada bir-iki yumurta, yüz gram yağ, bir bardak süt, yüz gram et; sebze, meyve bulabilirsen ne âlâ. Bir, makarna ve ketçap mevcut. Ucuz olmasına her şey ucuz. Devasa güreşçi Tosun açlıktan eridi, bir deri bir kemik kaldı. Evin yemeğinden o mesul. Herkesin vesikalarını toplar, çarşı pazar dolanır, ne bulabilirse bulur, pişirir. Yağ yok, bal yok, sadece suya ne piştiyse, üstüne fırt fırt ketçap şişesinden birkaç damla domates salçası, oldu bitti... Amma evin yemek takımları, tabakları, bardakları, çatalı, kaşığı, değme sarayda bulunmaz. Bu möbleli evde, bunlardan evvel, Macar başvekili filan kalmış. Tosun bulaşık yıkamasını sevmez, tabaklar yığılır kalır. 64 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX yanında bir hizmetçiyle yardıma gelir. Gelinle kavga kıyamet, birkaç gün içerisinde hizmetçiyi orada bırakıp gider. Hizmetçi de birkaç hafta sonra başka birine kaçar. Günlerden bir gün, Casablanca’da fabrikatör kayınpederden kızına bir mektup gelir. Şimdiye kadar adam, Tosun’la evlenen kızını reddetmiş gibidir. Mektup çok yumuşak, kızıyla damadını Casablanca’ya davet ediyor. Apartmanları, işleri hazır. Tosun da zaten dışarı çıkmaya can atar, hele Casablanca gibi bir yer Humphrey Bogart’ın Casablanca filmini gördükten sonra çok egzotik görünür. Karısı da tabii babasıyla arasının düzelmesinden memnun. 1951 sonbaharı, tayyareyle İstanbul-Paris, oradan da ver elini Casablanca... Tosun Fas’ta on sene takılır kalır, başına neler gelir neler... Evvela hoşuna gider, hava güzel, evleri Oasis denilen, zenginlerin oturduğu yerde bir villa. Arkası mevsiminde mis gibi kokan portakal bahçesi, kocaman palmiye ağaçları, selvilerle süslü… İki havuz, üst katta üç yatak odası, iki salon, taraça, aşağıda mutfak, hizmetçi odaları ve resim yaptığı atölye… Bahçıvan, hizmetçi, altında yepyeni Peugeot 203 otomobil. Üstünde İngiliz kumaşından, Fransız terzinin diktiği burjuva takımlar. Hepsi kayınpederin hediyesi. Casablanca pırıl pırıl bir Avrupa şehri. Binaları, parkları, yolları, dükkânları, plajları, lokantaları, insanları… Ortada pek Faslı yok. Süklüm püklüm dolaşan işçi, uşak, hizmetçi Araplar. Faslı Yahudilere gelince, onlar kıyafeti, yüzü gözüyle Avrupalılara benzemeye çalışıyorlar. Akşamları, iş tatilinde hepsi evlerine, Medine denen şehrin deniz tarafındaki Arap mahallelerine giderler. Tosun bu müstemleke zihniyetine epey içerler amma menfaat ağır basar, ilk zaman “Bana ne!” der. Tosun’un kayınpederi Mösyö Nehera enteresan bir adam; Çekoslovakya’nın ufak bir kasabasında fakir bir terzinin oğlu, pek tahsil filan yok. Babasının çırağı, kesmesini, biçmesini, dikmesini biliyor. Bir gün trende bir yere giderken, bir Yahudi’ye rastlar. Yahudi’nin elinde iple bağlı iki paket; onlarca pantolon... Kayınpeder sorar, “Bunları sen mi diktin?” diye. Adam “Yok” der, “Ben kumaşı alırım. Fakir terzilere ucuza diktiririm, sonra Amerika’da Bir Türk dükkânlara satarım.” Kayınpeder, Yahudi’nin yaptığını yapar, biraz parası olunca bir atölyede beş on işçi. Derken iş büyür, yüzlerce işçinin çalıştığı fabrikada yapılan “kadın, erkek, çocuk elbiseleri” birçok şehirde açtığı kendi mağazalarında satılır. 1930’larda Avrupa’da, Afrika’da fabrikalar, mağazalar kurar ve çok zengin olur. Derken 2. Dünya Harbi… Almanlar Çekoslovakya’yı işgal eder. Mösyö Nehera’dan fabrikalarında Alman ordusuna üniforma dikmesini isterler. Kayınpeder reddedince hapse atılır. Harbin sonunda, bu sefer Ruslar gelince adam hapisten çıkarılır. Fabrikalarını, mağazalarını komünistler gasbedince, adam gene hapse atılır. Amma bir yolunu bulur, evvela ailesini Paris’e kaçırır, sonra kendisi kaçar. Memleketindeki bütün serveti elden gitmiştir, amma Avrupa’da Afrika’da fabrikaları, dükkânları vardır, fakat Afrika’daki şirketlerin başındaki kimseler, patron hapiste diye şirketlere sahip çıkmıştır. Adamcağız kavga gürültü, mahkemeden mahkemeye koşar, nihayet bu malların bir kısmını kurtarabilir ve ailesiyle Casablanca’ya yerleşir. Tosun, Fas’a geldiği zaman ne iktisadiyat, ne ticaretmiş, fabrikaymış, mağazaymış, böyle şeylerden hiç mi hiç haberi yok. Ekmeğin ne için şu fiyata satıldığını bilmez. Kayınpeder, Tosun’u evvela fabrikanın baş modelisti İspanyol ustanın yanına verir. Tosun, pantolondu, etekti, nasıl kesilir, birkaç hafta içinde öğrenir. Derken aşağı kata, fabrikaya... Fabrikada iki yüz elli Yahudi kızı dikiş makinelerinde, on on beş erkek Arap ütü makinelerinde. Ağır işler Arap erkeklerde. Tosun birkaç hafta Yahudi kızlar arasında, makinede dikiş diker. Ütü ütüler. Derken baş muhasebeci Maltalı Mösyö Buzutil’in yanında hesap kitap öğrenir, birkaç hafta sonra şirketin senelik bilançosunu yapmasını bilir. Şirketin müdürü General Avre, tekaüt, yaşlı bir Fransız generali. Birinci Dünya Harbi’nin sonunda, Diyarbakır, Mardin, Türkiye’nin cenubu Fransızlar tarafından işgal olunduğu zaman, işgalci Fransız ordusuyla oradaymış. Tosun’a, “Bize ihanet ettiniz, sözünüzde durmadınız. Harbi kaybettiniz, teslim oldunuz, mütareke imzaladınız amma 65 Amerika’da Bir Türk leri şuuraltında saklıyor. Zavallı Afife Hanım selvi ağacını, hatta ezan sesini sevmezdi. Neden diye sorulunca, ölümü hatırlattığını söylerdi. Allah affetsin. Tosun 1969 senesi Konya treninde tanıştığı Münevver Hanım’ın ona bir şeyh bulma vaadini, dini, imanı, tasavvufu, hatta kadıncağızın ismini bile beş senedir unutmuştur. Annesinin vefatı mı, yoksa yolda gördüğü çingene kızının onu şaşırtan hâli mi Tosun’u uyandırır? Birden, illa onlara bir yol gösterici, bir şeyh bulacak hanımı bulmak 1974 senesinin yazının yegâne maksadı olur. İyi ki Amerikalı hanımının makul kafası işe yarar, Münevver Hanım’ın Boğaz’da Beylerbeyi’nde yaşadığı hatırlanır. Beylerbeyi eczanesinde Münevver Hanım’ın yaşı, şekli şemali tarif edilince oturduğu yalı bulunur. Bir pazar günü ziyarete gidildiği zaman Münevver Hanım, Tosun ve hanımını memnuniyetle karşılar ve hemen ertesi Perşembe akşamı evlatlığı Hasan Bey’in arabasıyla Tosunları Karagümrük’teki Cerrahî Tekkesi’nin kapısına bırakır. O gece Tosun, büyük kapıdan girince sol taraftaki pencerelerden güzel işlemeli örtülerle örtülü kocaman kabirlere şöyle bir göz atar, dam altında bu kadar kabire şaşar. Derken ufak bir avlu, ortada şadırvan... Birkaç merdiven iner, solda bir kapı; içeride birkaç kişi pabucunu çıkartıyor, o da çıkartır. İçeride ufacık bir mescit, mescitten geçince ufacık bir oda, onu da geçince üç yanı sedirlerle kaplı büyük bir oda, sağ ucunda da minnacık bir çayhane. Odada beş on kişi var. Tosun’un gözü şeyhe benzeyen birini arar, pek bulamaz. Herkes, iri yarı, pala bıyıklı, gayet şık, bej kruvaze yazlık kostümlü bu adama bakar. Tosun kibarca başını eğerek selam verir; en uzakta, çayhanenin hemen yanındaki alçak sedirin üstüne oturur. Derken oda dolar, otuz kırk kişi var. Besbelli fakir, hatta yalın ayak, gömleğinin göğsünde “Milli Piyango” yazılı, herhâlde sokakta piyango bileti satan, aşağı tabaka olduğu belli bir adamcağız, yanındaki üstü başı temiz, hâli tahsilli, burjuva birine benzeyen bir adamla sarmaş dolaş, konuşuyor, gülüşüyor. Kimisi beyaz sakallı hoca kılıklı, kimisi iş adamı, kimisi fakir, hatta dilenci kılıklı adamlar dost ahbap, 105 106 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX kucak kucağa, hepsinin başında aynı beyaz takke... Tosun’u epey şaşırtır. Derken içeri iri yarı, yakışıklı, azametli biri girer. Herkes ayağa kalkar. Tosun da kalkar. Bazı kimseler gidip Efendi’nin elini öper. Biraz sohbetten sonra ezan okunur, herkes namaza kalkar. Tosun hiç namaz kılmamıştı. Gerçi çocukken babası bazı bayram namazlarına, bazı cenaze namazlarına götürürdü, o da taklit ederdi. Seneler evvel Robert Kolej’de talebe iken tatillerde ziyaret ettiği babasının ablası Fatma Hala ailenin beş vakit namazını kılan tek mensubu idi. O zoraki Tosun’a namazı öğretmiş, Fatiha’yı ve bir iki sureyi ezberletmişti, amma o akşam herkes namaz kılarken Tosun oturur, kılmaz. Namazdan sonra yer sofraları kurulur. Eti az sebzesi çok bir yahni, pilav, karpuz, basit bir yemek amma nedense tadı Tosun’un damağında kalır. Çay, kahve... Bazı kimseler, Tosun’un çocukluğunda Cumhuriyet’in onuncu sene-i devriyesinde Antalya’ya gelen Atatürk’ün elini öpenlerde bile görmediği bir hürmetle Şeyh Efendi’nin elini öpüp kulağına bir şeyler fısıldıyor. O da onların kulağına bir şeyler fısıldıyor. Profesör Tosun pek bir şey anlamaz. Gene ezan, gene namaz, Tosun oturur seyreder. Namazdan sonra bir daire yapıp dizlerinin üstünde otururlar. Sallana sallana, eğilip doğrularak başlarını sağa sola döndürerek uzun uzun bazen nağmeli bir şeyler okurlar, derken kalkıp el ele tutuşarak gene sallana sallana eğile kalka çepeçevre dönmeye başlarlar, aynı zamanda hayhuy yüksek sesle bir şeyler söylerler. Mihrabın önünde birkaç kişi Tosun’un hiç duymadığı şarkılar söylerler. Bir iki kişi de ellerinde büyükçe tefe benzer aletlerle ortadakilerin her adımına uygun davul vururlar. Gözleri kapalı; yüzlerinde insanların gündelik yüzünde hiç görünmeyen bir rahatlık, bir refah. En sonunda her şey hızlanır, söyledikleri şeyler ağızlarından, boğazlarından değil de sanki içlerinin en derin yerlerinden, ciğerlerinden, kalplerinden gelir gibi olur. Sonra ortada Şeyh Efendi kollarını kaldırabildiği kadar yukarı kaldırmış, ellerini sanki gökten düşen bir şeyi yakalamak için açmış, herkes sımsıkı sanki tek bir vücut gibi etrafını sarmış, yüzü göğe dönmüş, canhıraş bir şekilde “Ya Hay” diye bağırıyor, Amerika’da Bir Türk zıp zıp zıplıyor. Sanki “Biz bu dünyadan bıktık, gel al bizi” der gibi yukarıda Birisi’nden ricada bulunuyor. Tosun sanki kalbinden bıçaklanır, neredeyse yüzüstü düşecek, gözlerinden yaşlar boşanır. Şeyh Efendi’ye, bu adamlara âşık olur ve öyle bir haset eder ki şimdiye kadar kimseye böyle haset etmemiştir. İbadet bitmiştir. Herkes nedense evvelce olduklarından daha neşeli, kahveler, simitler, çaylar... Şeyh Efendi konuşuyor. Bu sefer Tosun daha dikkatle dinliyor. Hiç bilmediği neler neler söylüyor, ne güzel hikâyeler anlatıyor, bazen ağlatıyor, bazen güldürüyor... Sonunda “Haydi artık kalkın gidin” der. Tosun saate bakar, sabahın 3’ü. Nasıl oldu? Birisi otomobiliyle onları Eminönü’ne bırakır. Karşıya ilk vapur 6’da. İyi ki Sirkeci tren istasyonunun kahvesi açık. İlk vapurla Üsküdar’a, oradan ilk otobüsle Kanlıca’ya eve gelirler. Bütün gece uyku yok amma kendilerini pek dinç hissederler. Bütün hafta Tosun Perşembe’yi bekler. Perşembe günü öğleden sonra erkenden tekkeye gelir. Girişte soldaki kabirlere durur, senelerdir okumadığı Fatiha’yı hatırlayıp okur, şadırvanda abdest alır, sohbethanede geçen haftaki yerine oturur. Şeyh gelince ayağa kalkar, amma gidip elini öpmeye cesaret edemez. Namaza kalkarlar, o da kalkar, imama uyup ilk defa namaz kılar. O akşam Şeyh Efendi, diz dize oturduğu bir adamın başına o beyaz takkelerden birini koyar, dua eder, kucaklar, öper. Tosun gene hasetten ölür. Bu iş bitince, Şeyh Efendi ilk defa gözlerini Tosun’a dikerek herkese şu suali sorar: “Hazret-i Yunus Emre bir şiirinde, ‘Çıktım erik dalına anda yedim üzümü’ diyor. Ne demek istiyor? Söyleyin bana.” Tıs yok. İki defa daha sorar. Gene tıs yok. Sonra Tosun’a bakarak, “Ben bir profesör tanıyorum, bu sualin cevabını hemen bildi. Bana, ‘Bunu bilmeyecek ne var?’ dedi. ‘Adam gitmiş manavdan üzüm almış, çıkmış erik ağacına, orada yemiş!’” Ve tebessüm eder. O an Tosun’un ne meşhur ressamlığı ne profesörlüğü, ne anası ne babası, neyi var zannediyorsa hepsi yıkılır gider. Gözlerini hayâ ile önüne indirir. Şimdi Efendi, ismiyle hitap edip, “Tosun Bey, demin bir derviş biat ederken ona giydirdiğim takkeye imrendin galiba! Gel 107 108 7RVXQ%HNLU%D\UDNWDURÿOX bakayım” der. Tosun uslu akıllı Şeyh Efendi’nin önünde ağrıya sızlaya diz üstü oturur. Efendi alelacele başına bir takke koyar. Takke ufak gelir. “İyidir” der, “Ya kafan küçülür ya takke büyür!” Tosun böyle derviş olur. Rahmetli Şeyh Muzaffer Ozak, iri yarı, boylu boslu, erkek güzeli, geniş alınlı, elmacık kemikleri ve çenesi çıkık, açık renk gözleri azıcık aşağı doğru çekik, burnu Osmanlı sultanlarının burnu, bıyıklı, tıraşlı, boynu pehlivan boynu gibi kalın, omuzları göğsü geniş, kolları uzun, elleri iri üstü hafif kıllı, teni pembeye çalan beyaz. Rivayete göre gençliğinde sohbetine pek çok hanım gelirmiş, şeyhi ona şakadan “hanımlar şeyhi” dermiş. Sesi gür, görünüşü yürüyüşü azametli. Konuştuğu zaman her hecesi, her kelimesi, her cümlesi gayet sarih, Türkçesi mükemmel, söylediklerini dinlememeye, anlamamaya imkân yok. Umuma verdiği Cuma hutbelerinde cami dolar taşar, “Allah” diye haşyete gelenler, ağlayanlar, eliyle başını dövenler... Tekkede dervişleriyle sohbet ederken ise çoğu zaman sesi yumuşak, baba evladına konuşur gibi konuşur, bazen ağlatır, hemen sonra güldürür. Tebessüm ettiği zaman sanki bulutlu günde birden güneş açar. Amma nadiren kızdığı zaman, aman! İnsan kaçacak delik arar. İlminin nihayeti yok, İslami tasavvufu öyle bilir, öyle anlatır ki “Bilirim” diyen hacısı, hocası, sofusu dinini ondan öğrenir. Katı İsevisi, Musevisi, dinsizi, onu dinleyince Müslüman olur. Daha daha tarihten, coğrafyadan, hesaptan, kitaptan, şiirden, felsefeden, resimden, heykelden, neden istersen sor, tafsilatıyla cevabını al. Efendim, rızkını Beyazıt sahaflarındaki ufacık kitap dükkânından alırdı. Dükkân ufaktı amma, hemen girişte, sol köşede Efendimin masasının bulunduğu ilk kat, hele üst kattaki depo tıklım tıklım kitap doluydu. Pek çoğu nadir, dinî kitaplar. Öyle mevzuu, ismi vs. ile tanzim edilmiş değil; orada bir yığın, burada bir yığın, amma birisi gelip Efendi’den bir kitap istediği zaman var ise var olduğunu bilir, hemencecik o yığınların içinden kitabı bulurdu. Allahu alem, belki de bu kitapların hepsini okumuştu. Hoş, bu mesleğin tahsili üniversitede doktor olmakla olmaz. Efendi bazen “Ben Güzel Sanatlar Akademisi’ndeyken filan...”, “Ben şu